PESAVER GECELERI PESAVER GECELERI
Muhammed Musevi (Sultan’ul-Vaizin Şirazi)
YAZARIN ÖNSÖZÜ
Hamd alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat-u selam peygamberlerin sonuncusu, nebi ve emin olan Hz. Muhammed (s.a.a)’e, tahir ve temiz olan Ehl-i Beyt’ine ve özellikle de amcasının oğlu ve vasisi Emir’ul- Mü’minin Hz. Ali’ye olsun.
Allah’ın verdiği başarı, risalet hanedanının özel teveccühü ve ilim ve edep sahiplerinin isteği sayesinde bu değerli kitabın dördüncü baskısı da bittiğinden değerli okuyuculara şu dört önemli hususu hatırlatmak istiyorum:
1- Batıl ehlinin yaptığı kötülüklerden biri de alimlerin ve bilginlerin kitaplarına ihanet elini uzatmaları, söylediklerini tahrif etmeleri ve bazı bölümlerini yok etmeleridir.
Maalesef bu kötü iş Mısır ve diğer ülkelerdeki Ehl-i Sünnet matbaalarında açıkça görülmektedir. Onlar bir çok tahriflerde bulunarak ve bazı konuları yok ederek aslında bizzat kendi yazarlarının, bilginlerinin ve alimlerinin ruhunu incitmektedirler.
Bazı bilginlerin, bencilliklerinin esiri olup bağnazlığa düşmeleri, büyük alimlerin kitaplarına ihanet ellerini uzatmaları ve bazı konuların tahrif veya yok edilmesiyle hak ve hakikatin ortadan kaldırılamayacağından gaflet etmeleri gerçekten çok üzüntü verici bir husustur.
Halbuki Allah-u Teala bizzat hakkı korumayı kendi kudret ve iradesine almıştır. Bu önsözde fazla açıklamaya yer olmadığı için, konuyu ispat edici bir örnek olsun diye sadece şu bir örneğe işaret etmek istiyorum:
H. 1319 yılında Mısır’da el-Kübra-i Emiriyye matbaasında ikinci baskısı yapılan Tefsir-i Keşşaf c. 3 s. 301’de Carullah Zemahşeri’nin söylediği şiirler ve beyan ettiği görüşler apaçık bir şekilde kaydedilmiş ve bütün bu şiirler bu kitapta mevcuttur. Ama ne yazık ki H. 1373 yılında Kahire’de el-İstikame matbaasında basılan yeni baskısında söz konusu şiirler atılmıştır.
Elbette bu, Ehl-i Sünnet kardeşlerin yaptığı bu tür hareketlerinin sadece bir örneğidir. Dolayısıyla bizim kitabın metninde işaret ettiğimiz bazı kaynaklar ve bilgiler eğer yeni kitapların yeni baskılarında görülmezse sebebi sözünü ettiğimiz bu tahriflerdir. Gerisini varın siz mukayese edin.
2- Kitabın editörlerinin ve matbaanın gösterdiği bütün dikkat ve çabaya rağmen maalesef kitap basıldıktan sonra yine de bir takım hatalar görülmüş, mümkün olduğu kadar bu hatalar giderilmeye çalışılmıştır.
3- Pakistan, Bağdat ve Kuveyt’ten bazı dostlar bu kitabın kendi dillerine tercüme edilmesi hususunda izin istediler. Ben de burada bu kitabı ve “Sed Mekale” kitabını tercüme edilebileceğini ve bunun için izin verdiğimi belirtmek istiyorum. Sadece çevirmenlerden bu kitapları kelime kelime tercüme etmelerini, hiçbir tahrif, atma ve mana üzere nakil yapmaksızın bütünüyle tercüme etmelerini istiyorum.
4- Önceki baskılarda da söylediğim gibi bu kitabı ticari amaçlı olarak basmıyorum. Bu konuda hiçbir beklentim yok, hiç kimseden de maddi ve manevi yardım almış değilim. Buna bizzat kitabı satan kitap evleri de şahittir. Ben sadece velayet maarifinin tebliğini amaçlıyorum. Hiçbir maddi menfaat ummuyorum.
Ama maalesef buna rağmen bazı kitapçılar büyük bir kabul gören bu kitabı fahiş bir fiyatla satmaktadırlar. Bu yüzden dindar kitap evlerini uyarıyorum. Bu iş velayet makamına ihanettir ve kötü bir şeydir. Ben bundan razı değilim, dolayısıyla Allah, Peygamber ve velayet makamının sahibi de bu kötü amelden razı olmayacaktır.[1]
Bu kitabı sadece velayetin gerçeklerini ve imamet makamının güzelliklerini açığa çıkarmak ve düşmanların yıllarca Ehl-i Sünnet kardeşlerin zihninde icat ettikleri batıl şüphe ve ilkaları ortadan kaldırmak için yayınlamış bulunuyorum. Dolayısıyla da bu kitaptan dolayı hiçbir ticaret ve maddi gelir endişesi içinde değilim.
“Şüphesiz ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam.”[2] ayetinin de gereği olarak velayet nuru tecelli etmiş ve bu kitap dost ve düşman tüm Müslümanların ilgisini kazanmıştır.
Elbette bu kitap basılınca her taraftan saldırıya da uğrayabilir ve eleştirilebilir. Nitekim bizden öncekiler de bu tür saldırılara uğramıştır. Dolayısıyla hasetçi ve inatçı insanların kınamasından da öte bu kitaba itiraz edilebileceğini ve saldırıya uğrayabileceğini tahmin ediyorum.
Bazı alimler bu kitabın yüce anlamına ve zahiri ibarelerine itiraz edebilir ve neden bu kitabın edebi inceliklerden, yüce felsefi ve ilmi anlamlardan, kafiye ve uyumdan uzak kaldığını ifade edebilir.
Cevaben söylemek gerekir ki, daha önceden de beyan ettiğim gibi ben ömrüm boyunca asla gösteriş meraklısı olmadım. Gerçek anlamda yaratılış aleminin küçük bir zerresi olduğum düşüncesiyle hareket ettim.
Ayrıca inancıma göre konuşmacılar ve yazarlar ya resmen ilmi meclislere katılmalı ve alimler için konuşmalıdır ve yazmalıdır; ya da sıradan halk için konuşmalı ve yazmalıdır.
Şüphesiz bu tür konularda ilim ve felsefe ehli alimler bir çok kitaplar yazmışlardır. Dolayısıyla alimler için bu tür yazıları kaleme almak abesle iştigaldir. Sıradan halka ilmi ve felsefi yüce konuları yazmak veya beyan etmek de tümüyle yanlış, faydasız ve ömürlerini heder etmektir. Yüce konular oldukça sade bir beyanla ifade edilmelidir.
Ayrıca ben bu kitabı ilmi ve düşünsel gücümle güzel bir kitap yazma düşüncesi içinde kaleme almadım. İnsaf üzere hüküm vermeleri ve aldatıcıların hilelerine kanmamaları için sade bir dille ifade edilip basında da yer alan bu yüce konuları özellikle bu ülke Müslümanlarının da dikkatine sunmak istedim.
Dolayısıyla bu kitap; hızlı yazabilen Hindistanlı basın mensuplarının huzurunda birkaç Ehli Sünnet alimiyle yaptığım tartışmalardan ibarettir. Burada konuşulanlar ilk önce söz konusu basın mensuplarının gazete ve dergilerinde de yer almış, daha sonra da tarafımdan kitaplaştırılmıştır.
Her ne kadar delil ve mantık üzere söylenmiş de olsa, düşmanın fitne vesilesi kılmasına yol açabilecek bazı cümleler nakledilmemiş, yeni bir takım kaynak ve ifadeler gözden geçirilerek okuyuculara takdim edilmiştir.
İlim, fazilet ve edep ehli kimselerin bu kitaba sade ve temiz bir niyetle yaklaşmasını ümit ederim. Gördükleri yanlışlıkları affetmelerini ve bunu gidermeye çalışmalarını dilerim. İnsan unutkandır, masum peygamberler ve değerli vasileri dışında hiç kimse unutkanlıktan uzak değildir.
Bazıları bu kitapta yazılanların yeni bir şey olmadığını, 1300 yıldır söylenen şeylerin tekrarından ibaret olduğunu ifade edebilirler. Buna da cevap olarak demek gerekir ki dini konular, ilmi faraziyeler, matematiksel işlemler ve felsefi konular gibi değildir. Zaman aşımına uğramaz ve yeniden keşfedilmez.
Kur’an-ı Kerim, muteber hadisler ve tarihi gerçekler asla değişmez. Elbette herkes bir öncekilerden nasiplenir. Ben de neye sahipsem Kur’an-ı Kerim’den muteber hadislerden, tarihi gerçeklerden ve ilim ehlinin araştırmalarından istifade ettiğim şeylerdir.
Bazı sade kimseler de bu tür kitapların fitne ve ayrılığa sebep olduğunu ve bu yüzden yazılmaması gerektiğini ifade edebilirler. Buna da cevap olarak söylemek gerekir ki, biz de dini takvaya sahibiz. İlim, mantık ve edep dışında kalemi ele alarak iftiralarda bulunmak elbette doğru değildir.
Elbette biz bazıları gücenmesin diye ilmi ve mantıksal tartışmaları bir kenara bırakmayı, yapılan itham ve iftiralara karşı susmayı da doğru bulmuyoruz. Bunun Şia alemine büyük bir zarar vereceği kanısındayız. Çünkü tarihin de tanıklık ettiği gibi biz ne kadar sustuysak ve gerçekleri dile getirmediysek bazı kimseler bir o kadar cesaretlenerek ilim, edep, din ve medeni olmayı bir kenara bırakarak şiddetle ihanette bulunmuş, dili ve kalemiyle Şii Müslümanlara saldırmıştır.
Biz her ne kadar dost olduysak onların akıl ve şeriat dışı davranışlarını görmezlikten geldiysek ve bazı yazarların mukaddesatımıza karşı savurdukları küfürleri, tekfirleri ve iftiraları görmezlikten geldiysek yine de onlar zerre kadar değişmemiş, hatta daha da küstahlaşmıştır. Fırsatını buldukça zehrini dökmüş, şiddetle saldırmış, halka bizlerin kafir ve müşrik olduğunu söylemişlerdir.
İşte bütün bunlara rağmen dostluk ve nezaket gölgesine sığınarak bütün bunlara cevap vermemek insanın görevini yapmadığı anlamına gelmektedir. Benim Müslümanlar arasında fitne çıkardığım sanılmasın. Ben Kur’an ayetleri, Peygamberin emirleri ve masum Ehl-i Beyt’in tavsiyeleri doğrultusunda Müslümanların birlik ve beraberliğini istiyorum. Zira İslam ümmetinin saadeti, büyüklüğü ve azameti Müslümanların birliğindedir. Elbette bunun gerçekleşmesi ve Müslümanlar arasında dostluk ve kardeşliğin sağlanması için de her iki tarafın buna riayet etmesi gerekir.
Birlik ve beraberlik için gerçekler görmezlikten gelinemez ve yanlışlıklara sessiz kalınamaz. Bu tür görmezlikten gelmeler bizim aleyhimize tamam olur.
Ben kesin olarak Ehl-i Sünnet kardeşler ile dostluk ve samimiyet içinde olunmasını, İslam fırkaları arsında güzel ilişkilerin kurulmasını ve anlayışın hakim olmasını istemekteyim. İslam ve Müslümanların ıslahı ve maslahatı da bundadır.
Ama Ehl-i Sünnet kardeş ve alimleri de bu dostluğa inanmalı ve birlik ve beraberlik içinde hareket etmelidirler. Aksi takdirde tek taraflı dostluk ve görmezlikten gelmek sürekli ve kalıcı olmayacaktır. Bu tek taraflı dostluk ve riayet sebebiyledir ki, her zaman özellikle de günümüzde bazı küstah yazarlar, Sünni adı altında bir takım kitap ve makaleler kaleme almış, inançlarımıza saldırmış ve insanları bu konuda kandırmaya çalışmışlardır.
İlginç olan da şu ki bütün bu sövgü, ihanet ve iftiralara rağmen kendilerini hak sahibi görmekte, buna karşı Şiilerden biri kendi haklarını korumak için cevap vermeye kalkıştığında de hemen ona saldırmakta ve binlerce çirkin kelimeler ve iftirayla karalamaya çalışmaktalar.
Halbuki sövmek acizlerin işidir. Onlar buna riayet ederlerse şüphesiz biz de susar ve hatalarını görmezlikten geliriz. Ahmet Emin, Kasımi, Muhammed Sabit, Kürt Ali ve Musa Carullah gibi Şia mezhebinin mukaddesatına saldıran kimseler; Mısır’daki el-Ezher üniversitesi, Dimaşk, Bağdat ve diğer yerlerdeki ilmi merkezler tarafından reddedilir ve aslında yakılması gereken kitap ve makaleler yayınlanmazsa, biz de büyük bir dostluk içinde onlara kardeşlik elimizi uzatır, kaybolan azametimizi yeniden kazanmak için onlarla büyük bir birliktelik içine gireriz.
Ama küstah yazarlar ve gizli eller sürekli kendilerini Sünni olarak tanıtmakta ve bu birlik ve samimiyetin oluşmasına engel olmaktadırlar. Kendi zehirli kalemleriyle Müslümanların kalbine nifak tohumları ekmektedirler. Akıl sahibi kimseler, bize yapılan bunca küfür, tekfir ve ihanetlere rağmen susmamızı ve cevap vermememizi nasıl isteyebilirler?
İnsanları kışkırtmamak gerektiğini söyleyen beyler, Sünni yazarların makalelerine ve kitaplarına bakmıyorlar mı? Bakacak olurlarsa, asıl kışkırtıcıların kendini savunan Şii alimleri değil, bu satılmış kalemler olduğunu kesin ve açık bir şekilde görürler.
Son zamanlarda yazılan Şii kitaplarına bakacak olursanız, hepsinin genelde kendilerini savunma niteliğinde olduğunu açıkça görürsünüz. Hiçbir akıl sahibi bu kadar iftira ve küfürler karşısında sessiz kalmayı tavsiye etmez. Ben de tebliğ makamına geldiğim andan itibaren İslam mukaddesatını savunmaya ve düşmanların her türlü saldırılarına karşı koymaya çalıştım.
Zira hurafe ve nefsani arzularla savaşmanın çok zor olduğunu biliyorum. Adetler ile savaşmak düşmanlık yaratır. Nitekim büyük hidayetçiler de sapık ümmetleri ifrat ve tefritten korumaya çalıştığında sürekli cahillerin saldırısına uğramış ve büyük bir muhalefetle karşılaşmışlardır.
Peygamberlerin ve değerli vasilerinin hayatı, insanın aklını hayretlere düşüren saldırılar ve düşmanlıklar ile doludur. Onların düşmanları her türlü çirkin davranışa baş vurmuş, her türlü iftirada bulunmuşlardır.
Biz de peygamberlerin takipçileriyiz. Dolayısıyla da şiddetli saldırılara uğrayacağımız bellidir. Her türlü zorluklar ve iftiralar karşısında sabretmeliyiz ki biz de kendilerine uyduğumuz ilahi insanlar ile mahşur olabilelim ve büyük bir sevaba erişelim.
Allah’a şükürler olsun şimdiye kadar da bu yolda büyük fedakarlıklar gösterdim. İç ve dış düşmanlar bana karşı bir çok iftirada bulundular ve çeşitli yollar ile beni tehdit ettiler. Ben ise bu saldırılar karşısında kendimi savunmaya da kalkmadım. Bu konuda sabrettim, direndim, imanım arttı. Sürekli din büyüklerinin tarihini, hayatını göz önünde bulundurdum ve yegane hükmün Allah’ın hükmü olduğunu söyledim.
Ben hakkın hüküm ve emrinden ayrılmam Düşmanın kılıcı başıma inse de
Bütün bu iftiralara ve yalanlara karşı beni koruyan, insanlar arasındaki sevgimi ve saygınlığımı arttıran Allah’a şükürler olsun. Gerçekten de kim Allah için olursa, Allah da onun için olur. İnsanlar hiçbir zaman hak ve hakikati ortadan kaldıramazlar.
O Yahudiler onca yalan ve iftira attılar;
İsa bin Meryem’e, Meryem’e ve havarilere.
Ben kimim ki bana yalan atılmasın;
Ne güneşim ne de dolunay.
Hz. Musa’ya Hz. Meryem’e zina iftirasında bulundular, onca peygamberi sihirbazlık, yalancılık ve delilikle suçladılar. Onlar bütün bunlara rağmen gevşemediler, ümitsizliğe kapılmadılar ve hayatları bizler için birer ibret dersi oldu. Böylelikle bizim de iftiralar ve küfürler karşısında kaçmamamızı, inançlarımızda daha da sabit ve güçlü olmamızı sağladılar.
Din düşmanları bütün iftiralara rağmen, din büyüklerinin adını kötüleyemedi ve onları halkın kalbinden çıkaramadı. Muaviye gibi bir insan bütün gücüyle Hz. Ali (a.s)’ın adını kötüye çıkarmaya çalıştı, bu konuda bir çok çirkin işlere bulaştı. Hz. Ali’nin namaz kılmadığını, makam düşkünü olduğunu, Medine’de fitne çıkardığını, Osman’ın katline bulaştığını iddia etti.
İnsanları Ali (a.s)’a lanet etmeye teşvik etti. 80 yıl boyunca minberlerde Ali (a.s)’a lanet edildi. Hariciler ve nasibiler de bu çirkin ameli günümüze kadar devam ettirmişlerdir. Onlar her ne kadar Ali (a.s)’ın adını kötülemeye çalıştılarsa da bunun tam aksi gerçekleşti. Kendi adları tarihten silindi ve sadece utanç duyulan isimleri tarihte kaldı. Hak ve batılın göstergesi de budur.
Batıl az bir süre gezer durur;
Hak ise sabit ve kalıcıdır.
Öyle ki günümüzde Şam’a gidenler büyük bir şaşkınlığa düşmekteler. Zira Şam ehli onları o kadar sevdikleri halde Ümeyye oğullarından hiçbirinin kabri bile kalmamış, tüm izleri silinip gitmiştir. Ama Hz. Ali (a.s) ve evlatlarının kabirleri her yerde güneş gibi parlamakta, bütün insanların ziyaretgahı haline gelmiş bulunmaktadır.
Hatta Şam’da bile Muaviye’den eser kalmadığı halde Haşim oğulları’nın kabirleri, özellikle de Haşim, Sekine, Fatıma, Abdulah, Cafer-i Tayyar ve hatta Bilal-i Habeşi’nin mezarı tüm azametiyle ayakta durmaktadır.
Özellikle de Şam’ın bir fersah uzaklığındaki Hz. Zeyneb’in mezarı, herkesin akın ettiği bir ziyaretgah haline gelmiştir. Emevi camisinin yanında ise İmam Hüseyin (a.s)’ın kızı Rukayye’nin mezarı vardır. Söylendiği üzere Rukayye esirlik anında Şam harabesinde dünyadan göçtü ve oraya gömüldü. Oradan geçen Şii ve Sünni her Müslüman kendisine saygı ve sevgi göstermekte, Peygamberin torunu olan Rukayye’nin azametli ruhundan yardım dilemektedir.
Bugün de o kavmin takipçileri, bunlardan öğüt alıp akıllanacağına ve kötü amellerinden el çekeceklerine, iftiraya başvurmakta, Harici ve Nasibilerin avukatlığını yaparak İslam düşmanlarına alet olmaktadırlar.
Bazen Hz. Ali ve Ehl-i Beyte saldırmakta, bazen de Peygamber gibi Ehl-i Beyti savunduğu için Şii alimlerine hakaret etmekte, iftirada bulunmaktadırlar. Herkese belli bir iftirada bulunarak, kimini emanetsizlik, kimini dinsizlik, kimini de ahlaksızlık ile suçluyorlar. Böylece toplumun kendilerine güvenmesine engel olmaya çalışıyor, sözlerinin kalplere etki etmesinin önünü almaya uğraşıyorlar. Böylece de halkı başı boşluğa iterek düşmanların hakimiyetini sağlamak istiyorlar.
Halbuki Peygamberlere ve vasilerine attığı iftiralar da etkisiz kalmış ve toplumdaki sevgileri gün gittikçe artmıştır. Dolayısıyla bugün de Ehl-i Beyt alimlerine atılan iftiralar etkisiz kalacak, insanların kalbindeki sevgileri gün gittikçe artacaktır.
İslam düşmanları şunu bilmelidir ki, bir insan Allah için oldu mu Allah da onun için olur. Nitekim Allah-u Teala Tevbe Suresi 32. ayette şöyle buyurmaktadır:
“Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.”
Çırağı ra ki iyzed berefruzed,
Ger ebleh pof koned riyşeş (belki riyşeeş) besuzed.
Allah’ın yaktığı ateşi,
Cahil üfürürse sakalı (belki kökü) yanar.
Velhasıl küfür ve iftiralar inatçı ve sermayesiz insanların adetidir. Eğer bu iftira ve yalanlar şahsi olursa tahammül edilebilir ve görmezlikten gelinebilir. Aksi takdirde burada susmak manasız ve acizliktir.
Bu iş tıpkı savaşan iki kişiden birinin eline kılıcı verip diğerine de sabretmeyi tavsiye etmek gibidir. Burada suskunluk acizliktir ve başkalarının da haktan sapmasına neden olur. Dolayısıyla da büyük bir haramdır. Nitekim bir hadiste Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimin içerisinde bidatler (ve hakkı gizlemeler) ortaya çıktığında, alim ilmini ortaya koymalıdır; kim bunu yapmazsa Allah’ın laneti onun üzerine olsun.” [3]
Elbette şahsi hususlarda tahammül etmek gerekir. Ama umumu ilgilendiren hususlarda susmak câiz değildir. Ehl-i Beyt (a.s) da Yezit ve Muaviye gibi soysuzlara teslim olmamış, zulüm ve baskıları karşısında direnmişler ve şöyle buyurmuşlardır:
“Ölüm, kusur ve ara katlanmaktan daha evladır.”
İnsanın, kendini savunma gücüne sahip iken ve bu konuda hiçbir engel yok iken susması zalime yardım olacaktır. Elbette burada şu soru sorulabilir: Bundan otuz yıl önce Ehl-i Sünnet ile yaptığınız bir tartışmayı bugün yayınlamanızın ne gereği vardı?
Evvela söylemem gerekir ki ben şöhret düşkünü bir insan değilim, şöhretin yıkıcı afetlerinden tümüyle haberdarım. Şimdiye kadar farklı dallarda otuzdan fazla kitap yazdım ve asla kendimi gösteriş yapmaya kalkmadım.
Ama şu anda bir takım nedenlerden dolayı bu kitabı basmak istedim. Fasit, hain ve satılmış kalemler meydanı boş görünce istediği her şeyi yazdılar ve söylediler.
Parlak ve nurlu güneş gizlenince,
Yarasalar oyun sahnesine çıkar.
Özellikle Mısır’da gizli eller bir takım kitap ve makaleler ile bilgisiz insanları şaşkınlığa düşürmüş ve Şiilerin kafir ve Rafızi olduğunu ifade etmişlerdir. Ama bu arada hain olduğunu söyleyemeyeceğim bir takım kalem ehli kimseler de geçmişlerine uyarak açıkça iftira dolu kitaplar yazmış (es-Sünne ve’ş- Şia), eserler yayınlamış ve Şia alemine darbe vurmuşlardır...
Burada söylenecek bir çok şeyler vardır. Eğer kalemi serbest bırakacak olursam ve İslam’ın ilmi, ameli ve içtimai konularına girecek olursam, bu önsöz de İbn-i Haldun’un önsözü gibi uzar ve başlı başına bir kitap olur.
Son olarak değerli gençlere şunları tavsiye ediyorum: Kendinizi şahıslara kul köle etmeyin, her söze inanmayın, her sese yönelmeyin, hak Şia mezhebi hakkında bir şüphe ortaya atıldığında hemen ehil insanlara giderek dalalete düşmekten kurtulmaya çalışın. Din satıcıları sizi kandırmasın, onlar sizlerin özgürlüğünüzü gasp etmek ve sizleri sömürmek isterler.
Bu yüzden batıl sözleri hak gibi göstermeye çalışırlar, dindar insanlara karşı sizleri kötümser kılmak için uğraşırlar, aranıza fitne sokmak için didinirler.
Dinde ıslahat ve hurafeleri engellemek adına sizi dinden uzaklaştırmak isterler. Sizi birbirinize düşürerek düşmanlarınızın hakimiyetini sağlarlar. Zira bizi birleştiren yegane güç dindir. İslam düşmanları da bu yoldan girerek Müslümanları birbirinden ayırmaya ve onları emperyalistlere teslim etmeye çalışırlar.
İnsan yüzlü bir sürü İblis vardır;
O halde her eli sıkmamak gerekir.
Batıl ehli sürekli hak suretinde görünmeye çalışır ve bu yolla halkı kandırmak için uğraşır. Uyanık ve bilgin insanlar akıl, ilim ve mantık silahıyla batıl perdeleri yırtmalı, kendilerini dalalet çukurundan kurtarmalıdırlar.
Ben sadece tebliğ ediyorum,İster ibret al, ister yüz çevir.
Peygamber (s.a.a)’in; “Kullara teşekkür etmeyen, yaratıcıya şükür etmez.” buyruğu üzere bu kitabın baskısında emeği geçenlere teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Bizzat kendileri benden adlarının yazılmamasını istedikleri için ben de adlarını zikretmiyorum. Onlar hakikatte velayet makamıyla bir alışverişte bulunmuşlar ve Allah’tan sevap dilemişlerdir.
Allah’tan onlara ebedi saadetler vermesini, dünyada bereket ve başarı dolu bir hayat sürdürmelerini, ahirette de Ehl-i Beyt ile mahşur olmalarını dilerim. Allah onların bu amelini kabul etsin ve uhrevi sermayelerinden kılsın.[4]
Bendeniz fani kul Muhammed Musevi (Sultan’ul-Vaizin Şirazi)
YOLCULUĞUN BAŞLANGICI
Rabi’ul- Evvel 1924’de, otuz yaşındayken kutsal ziyaretgahlara müşerref olduktan ve masum İmamların (Allah’ın binlerce salat ve selamı onların üzerine olsun) kabirlerinin ziyaretlerinden ayrıldıktan sonra Hindistan yoluyla sekizinci İmam Mevla Ebu’l Hasan’ir- Rıza Hz. Ali bin Musa (a.s)’ın türbesini ziyaret etmek için Horasan’a doğru hareket ettim.
Yolumun üzerinde bulunan Hindistan’ın iki önemli liman şehri olan Karaçi[5] ve Bombay’a vardığımda bu gezim, sonra beklenenin aksine önemli gazetelerde yer aldı. Hindistan’ın uzak şehirlerinden eski dostlar, samimi ve mümin arkadaşlar, ülkelerine geldiğimden haberdar olunca, beni bulundukları bölgelere davet ettiler; mecburen davetlerine icabet ettim. Dehli, Agire, Lahur-i Pencab, Siyalkut, Keşmir, Haydarabad-i Behar, Lipur, Kuveyte ve diğer şehirlere gittim. Gittiğim her yerde halk tarafından coşku ve sevgiyle karşılandım. Bu önemli şehirlerin çoğunda çeşitli din ve mezhep alimleriyle münazara (tartışma) meclisleri düzenleniyordu.
Önemli münazara meclislerinden biri “Dehli” şehrinde Hindistan’ın önderi Gandi’nin de bulunduğu Hindu ve Brahman din adamlarıyla yapılan münazaraydı. Bu münazara o günün gazetelerinde geniş bir şekilde yer aldı. Allah-u Teâla’nın havl-u kuvvesi ve Hz. Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in özel lütfüyle başarı daima benimleydi. Allah’ın yardımıyla, mukaddes İslam dininin ve hak mezhep olan Caferiliğin hakkaniyetini isbat ettim.
Daha sonra “Dürr-ü Necef” adlı haftalık derginin muhterem müdürü sayın Ebu’l- Beşir Seyyid İnayet Ali şah Nakavi’nin önderliği ile “Siyalkut” şehrinin “İsna Aşarîye” derneği tarafından davet edildim. Bunun üzerine o bölgeye doğru hareket ettim. İyi bir rastlantı üzere merhum “Risaldar Muhammed Ekrem Han”ın oğlu ve “Kolenl Muhammed Efdal Han” ın kardeşi ve eski samimi dostum olan sayın “Serdar Muhammed Serverhan Risaldar” [6], muhtelif kesimlerden oluşan büyük bir cemaatle beni karşıladılar ve hep birlikte onların evine gittik. Hindistan’ın Kızılbaş ailesinin ünlü Serdarlar’ı “Pencab”da oturuyorlar. Bunlar H. 1339-1340 (1918-1919) yıllarında “Kerbela”, “Kazimeyn” ve “Bağdat”ta hakimiyet kurmuşlardı. Yine bunlar “Siyalkut” şehrindeki Kızılbaş ailesinin şerefli, ünlü ve mümin kişilerindendirler. Ayrıca o şehrin adliye idaresinin reisi idiler ve bütün halkın onlara karşı özel ihtiramları vardı.[7]
Benim “Pencab”a gitmemle ilgili haber gazeteler vesilesi ile yayınlanır yayınlanmaz, İran’a gitme niyetinde olduğum halde ve bu konudaki ciddiyet ve ısrarıma rağmen, çeşitli yerlerden özellikle de “Pencab”da Şia alimlerinin iftiharlarından olup “Lahur”da oturan, otuz ciltlik “Levami’ut-Tenzil” tefsirinin sahibi Hüccet’ul- İslam Sayın “Seyyid Ali Razevi Lahuri” tarafından şahsıma durmadan davet mektupları geliyordu.
Ayna zamanda Hindistan’ın “Pencab” şehrinde, Şia’nın büyük şahsiyetlerinden olan Kızılbaş kardeşler ve oradaki müminler tarafından “Peşaver” şehrine davet edildim.
Sayın “Muhammed Server Han”ın ısrarıyla bu daveti kabul edip 14 Recep’de o şehre doğru hareket ettim. Oraya vardığımda onlar tarafından fevkalade saygıyla karşılandıktan sonra minbere çıkıp sohbet etmemi istediler. Hindistan dilini kamil bilmediğimden, Hindistan şehrinin hiç birinde minbere çıkıp sohbet etmedim. Ama “Peşaver” halkı genellikle Farsça’yı iyi bildiklerinden dolayı ricalarını kabul ettim. İkindi vakitleri “İmam Bare”[8]de merhum Adil Beyk Risaldar’ın düzenlediği ve çeşitli mezhep ve dinlerden olan bir grup cemaatin de hazır bulunduğu mecliste görevimi yapmaya çalışıyordum.
“Peşaver” halkının ekseriyeti Müslüman ve Ehl-i Sünnet kardeşlerden olduğundan dolayı üç saat süren konuşmam daha çok onlara yönelikti. Daha çok İmameti isbat edici konuşmalar yapıyordum.
İşte bundan dolayı onların mecliste bulunan alimleri benden özel bir meclis rica ettiler. Bunun üzerine bir kaç gece bulunduğum eve gelip saatlerce bu mevzularda ilmi tartışmalarda bulunuyorduk.
Bir gün minberden aşağıya indiğimde büyük alimlerden “Hafız Muhammed Reşit” ve “Şeyh Abdüsselam” isminde iki kişinin geldiğini ve benimle görüşmek istediklerini haber verdiler. Bunlar benden vakit aldıktan sonra, her gün akşam namazlarından sonra aralıksız 10 gece yanıma geldiler. Her gece vaktimiz genellikle altı yedi saat, bazen de sabaha kadar süren ilmi sohbet ve tartışmalar geçiyordu. Son gecede Ehl-i Sünnet’in büyük şahsiyetlerinden altı kişi, hak olan Şia mezhebini kabul ederek Şia olduklarını ilan ettiler.
Gazete ve önemli dergilerin muhabirlerinden dört kişi, her iki fırka (Ehl-i Sünnet ve Şia)’nın muhterem şahsiyetlerinden yaklaşık iki yüz kişinin bulunduğu bu toplantıda her iki tarafın konuşma ve münazaralarını kaydedip ertesi gün onları gazete ve dergilerde yayınlıyorlardı. Ben de be gecelerde gerçekleşen o konuşma ve tartışmaları, gazete ve dergilerden bir araya toplayarak siz muhterem okuyucuların huzuruna sunuyorum. İşte bundan dolayı kitabı da “Peşaver Geceleri” diye adlandırdım.
Muhterem edebiyatçılar, kitapta gördükleri hataları kusur görmemelidirler. Çünkü münazara vakti hiç kimse lafız ve sözünün güzelliğine dikkat etmiyor, insanın bütün dikkati mana ve hakikatlerde odaklanıyor. Gazete ve dergilerde naklolunan tartışma ve sözler, hiçbir değiştirme yapılmaksızın muhterem okuyucuların huzuruna takdim edilmiştir.
Bu tartışma ve münazaralarda konuşulan ve söz konusu edilen şeyler; Kur’ân-ı Kerim ve muteber hadislerden istifade edilen şeyler ile muhakkikler, üstatlar ve din alimlerinin önemli sözleri ve gaybi lütuflardı.
Anka menziline kendim eriştim,
Bu merhaleyi Süleyman’ın kuşuyla aştım.
Peşaver’in büyük şahsiyetlerinden ve benim ev sahibim olan sayın “Mirza Yakup Ali han Kızılbaş” efendinin evi, yeterince geniş ve büyük bir cemaate ziyafet çekmek için her türlü imkana sahip olduğundan münazara meclisine tahsis edildi. Tam on gece tartışma meclisi orada düzenlendi; o cemaate oldukça samimiyetle ziyafetler verildi.
BİRİNCİ OTURUM
(23 Recep 1345 Cuma akşamı)
Hafız[9] Muhammed Raşid, Şeyh Abdüsselam, Seyyid Abdülhayy ve onların alim ve büyüklerinden olan bir grup da, gecenin ilk saatlerinde gelip mecliste hazır oldular. Haddinden fazla onlara karşı sıcak davrandık ve içtenlikle, gelen kardeşlere ziyafet verdik. Gerçi onlar asık suratlı ve tedirgindiler. Ama ben cahilce bir taassubum ve özel bir nazarım olmadığından dolayı kendi ahlaki vazifeme riayet ediyordum.
Her iki fırka (Şia ve Sünni)’dan oluşan büyük bir cemaatin huzurunda toplantı başladı. Karşı taraftan resmi olarak sohbet eden “Hafız Muhammed Raşid” efendi idi; bazen de diğerleri müsaade isteyerek sohbete katılıyorlardı. Gazetelerde benim için Hindistan’da alimlerin önemli lâkaplarından olan “Kıble kabe” tabiri kullanılmıştır. Ama ben bu kelimeyi değiştirip kendime “Davetçi”, Muhammed Raşid’e de “Hafız” ismini veriyorum.
Hafız: “Kıble sahip”[10] (alicenap)! Siz Peşaver’e geldiğinizden beri özellikle de minberdeki sözlerinizden dolayı tartışma meclisleri artmış ve ihtilaflar oldukça çoğalmıştır. İhtilafları gidermek üzerimize düşen bir vazife olduğundan dolayı yola çıkıp şüpheleri yok etmek için Peşaver’e geldik. Bugün de İmambare Hüseyniyesi’nde dikkatle sözlerinizi dinliyorduk; sizin sihirli beyanınızı, duyduğumuzdan daha güzel gördük. Bu gece de sizinle görüşme mutluluğuna eriştik. Eğer kabul ederseniz, sizinle biraz daha geniş ve esaslı sohbet edelim.”
Davetçi: “Tam istekle sözlerinizi, buyruklarınızı duymaya hazırım. Ama bir şartla; o da şu ki lütfen taassup ve adaveti bir kenara bırakıp insaf, ilim ve mantıkla iki kardeş gibi şüpheleri gidermek için sohbet edelim, inat ve kavmi taassuplardan uzak duralım.”
Hafız: “Buyruğunuz oldukça yerindedir, benim de bir şartım vardır, umulur ki kabul edersiniz: O da şu ki aramızda konuşulan sözler Kur’ân delillerinden öteye geçmemelidir.”
Davetçi: “Sizin bu ricanız akıl sahipleri ve ulema yanında ilmen ve aklen doğru değildir. Çünkü Kuran-ı Mecid mu’cez, mücmel ve muhtasar olan kutsal bir kitaptır. Onun yüce manaları açık bir beyana muhtaçtır. Biz Kuran-ı Mecid’in külliyatı çevresinde güvenilir hadis ve rivayetlerle istişhad etmek (şahit getirmek) mecburiyetindeyiz.”
Hafız: Doğrudur, sağlam bir buyruktur. Ama ricam, gerekli olan yerlerde mücmeun aleyh (doğruluğuna dair üzerinde ittifak edilmiş) rivayet ve hadislerden şahit getirelim; halkın arasındaki söylentilerden kaçınalım. Yine başkalarına oyuncak olmamamız için sertlik ve öfkelenmekten uzak duralım.”
Davetçi: “İtaat edilmesi gereken çok yerinde bir söz buyurdunuz, alim ve bilgin bir kimsenin özellikle seyyidlik[11] iftiharına sahip olan ve Resulullah’a isnat edilen benim gibi bir kimsenin, bütün güzel ahlaklara sahip olan[12] yüce ceddimiz Resulullah (s.a.a)’in siret ve sünnetine aykırı ve Kur’ân-ı Kerim’in emri[13] hilafına hareket etmesi elbette doğru değildir.
Hafız: “Kusura bakmayın, konuşmanız esnasında kendinizi Resulullah’a isnat ettiğinizden dolayı soruyorum; bu zaten görünüşünüzden de malumdur, mümkünse ricamızı kabul edip basiretimizin artması için nesep şecerenizin hangi tarikle Peygambere ulaştığını açıklayınız.
Nesep Tayini
Davetçi: “Bizim hanedanın nesebi İmam Musa Kazım (a.s) tarikiyle Hz. Resulullah’a ulaşır; şöyle ki: Muhammed bin Ali Ekber (Eşrefu’l Vaizin) bin Kasım (Bahr’ul- Ulum) bin Hasan bin İsmail el-Müctehid’il- Vaiz bin İbrahim bin Salih bin Ebi Ali Muhammed bin Ali ( Merdan diye meşhurdur) bin Ebi Kasım Muhammed Taki (Makbulüddin) bin Hüseyin bin Ebi Ali Hasan bin Muhammed bin Fethullah bin İshak bin Haşim bin Ebi Muhammed bin İbrahim bin Ebi’l Fityan bin Abdullah bin Hasan bin Ahmed (Ebi’t- Tayyib) bin Ebi Ali Hasan bin Ebi Cafer Muhammed el-Hairi (Nezil Kirman) bin İbrahim ez- Zarir (Mücab diye meşhurdur) bin Emir Muhammed el-Abid bin İmam Musa el-Kazım bin İmam Cafer Sadık bin İmam Muhammed el-Bakır bin İmam Ali Zeyn’ul- Abidin bin İmam Ebi Abdullah’il- Hüseyin (Seyyid’üş- Şüheda eş- şehid-i bi’t- Taf) bin Emir’ul- Muminin Ali bin Ebi Talip (aleyhum’us selam.)”
Hafız: “Beyan ettiğiniz bu şecere Emir’ul- Muminin Ali’ye (k.v) ulaşır, halbuki siz kendinizi Resulullah’a isnat ettiniz. Bu nesep silsilesiyle kendinizi Resulullah’ın akrabaları olarak söylemeniz gerekirdi, evlatları olarak değil. Çünkü evlat, Resulullah’ın zürriyet ve neslinden olan kimselerdir.”
Davetçi: “Nesebimizin Resulullah’a (s.a.a) ulaşması, Hz. Eba Abdullahi’l- Hüseyin (a.s)’ın annesi Hz. Zehra-i Sıddıka-i Kobra Fatıma (selamullahi aleyha) vasıtasıyladır.”
Hafız: “Sizin gibi alim ve bilgin birisinin böyle konuşması gerçekten şaşılacak bir şeydir. Çünkü kendiniz de biliyorsunuz ki insanın nesli ve zürriyeti erkek evlatlar vasıtasıyladır, kız evlatlar vasıtasıyla değildir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in erkek evlatlardan nesli yoktur. Öyleyse siz Resulullah’ın kız evlâdından olan torunlarısınız; erkek evlatlarının torunlarından değilsiniz.”
Davetçi: “Muhterem beylerin konuşmada inat edeceklerini hiç sanmazdım; aksi takdirde cevap vermeye de kalkışmazdım.”
Hafız: “Galiba bir yanlışlık oldu. Çünkü konuşmamda hiç inat etmedim. Gerçekten akidem öyledir. Alimlerden çoğu da nesil ve soyun erkek evlatlardan olduğu inancındadırlar; kız evlatlardan değil. Nitekim de şair şöyle söylemiştir.
Oğullarımızın oğulları ve kızlarımız evlatlarımızdır.
Ama kızlarımızın çocukları yabancı erkeklerin çocuklarıdır.
Eğer bunun aksine Resul-u Ekrem’in kızlarının erkek evlatları mesabesinde olduğuna dair bir deliliniz varsa buyurunuz. Deliliniz kamil olursa kabul ederiz ve memnun da oluruz.”.
Davetçi: “Kuran-ı Kerim’den ve her iki fırkanın güvenilir hadislerinden olan deliller oldukça güçlüdür.”
Hafız: “İstifade etmemiz için o delilleri açıklamanızı rica ederiz.”
Davetçi: “Konuştuğunuz sırada aynı anda Abbasi halifesi olan Harun’ur- Reşid ve İmam Musa bin Cafer arasında vaki olan bir tartışma aklıma geldi. Hz. Musa bin Cafer (a.s) Harun’a öyle yeterli cevap verdi ki onun kendisi de tasdik etti.”
Hafız: “Lütfen o tartışmayı beyan ediniz.”
Harun ve Musa Bin Cafer (a.s)’ın Resulullah (s.a.a)’in Zürriyeti Hakkındaki Tartışması
Davetçi: Ebu Cafer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh-i Kummi (yani şeyh Saduk)[14] güvenilir “Uyun-u Ahbar’ur- Rıza” kitabında ve Ebu Mensur Ahmed bin Ali bin Ebi Talib-i Tabersi “İhticac” kitabında tartışmanın izahını detaylı bir şekilde aktarmış ve İmam Musa Kazım (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Bir gün Abbasi halifelerinden olan Harun’ur- Raşid’in meclisine gittim, benden bazı sorular sorup cevaplar istedi. Sorularından biri de (sizin de sorunuz olan) şuydu:
“Nasıl, ‘biz Peygamber’in zürriyetiyiz’ diyorsunuz, halbuki Peygamber’in halefi yoktu; halef ancak erkek evlat içindir, kız evlat için değildir. Oysa ki siz kızından olan evlatlarısınız, Peygamber’in halefi (erkek evlâdı) yoktu?”
İmam Musa Kazım (a.s) ona cevap olarak “Enam” suresinin şu ayetini okudu:
“Onun (Nuh’un veya İbrahim’in) soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u hidayete ulaştırdık. Biz iyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz. (Yine onun soyundan) Zekeriyya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı da (hidayete eriştirdik.) Onların hepsi salihlerdendi.”[15]
Daha sonra İmam (a.s) Harun’un dikkatini ayetteki delil olarak gösterdiği yere çekip şöyle buyurdu: “Ey Müminlerin Emiri! Hz. İsa’nın babası kimdir?”
Harun cevap olarak şöyle dedi: “İsa’nın babası yoktu.”
Bu esnada İmam (a.s) şöyle buyurdu: “İşte Allah-u Teâla onu Meryem’in vasıtasıyla peygamberlerin zürriyetine ilhak etmiştir. Bizi de annemiz Fatıma tarafından Peygamber (s.a.a)’in zürriyetine ilhak etmiştir.”
Fahri Razi, “Tefsir-i Kebir”in dördüncü cildinde, mezkur ayetin aşağısında beşinci meselede şöyle diyor:
Bu ayet Hasan ve Hüseyin’in Resulullah’ın soyundan olmalarına delalet etmektedir. Çünkü Allah-u Teâla bu ayette Hz. İsa’yı, Hz. İbrahim’in zürriyetinden saymıştır ( oysa ki Hz. İsa’nın babası yoktu). Bu intisap anne tarafındandı. Böylece Hasan ve Hüseyin (a.s) da anne tarafından Hz. Resulullah’ın zürriyeti idiler. Nitekim Hz. Bakır’ul- Ulum (Beşinci İmam) Haccac’ın yanında aynı ayetle istidlal etmiştir.”
Daha sonra İmam Musa Kazım (a.s) Harun’a; “Yine de sana delil getireyim mi?” diye buyurdu.
Harun, “Evet getir” dediğinde İmam Musa Kazım (a.s) Âl-i İmran suresindeki şu mübahele ayetini kıraat ettiler:
“Artık sana gelen bunca ilimden sonra onun hakkında seninle çekişip-tartışmalara girişirlerse de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım.” [16]
İmam (a.s) sonra şöyle buyurdu:
“Hiçbir kimse, Allah’ın emri gereği yapılan bu mübahele (karşılıklı lanetleşme) zamanı, Hz. Peygamber’in Hıristiyanlar karşısında Ali bin Ebi Talib, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den (a.s) başka Müslümanlardan bir kimseyi bile buna katmış olduğunu iddia etmemiştir. “Enfüsena” (nefislerimizi)’dan maksat ise Ali bin Ebi Taliptir; “Nisaena” (kadınlarımız’)’dan maksat Fatımat-üz Zehra’dır; “ebnaena” (oğullarımız)’dan maksat da Allah’ın, kendilerine Resulullah’ın oğulları buyurduğu Hasan ve Hüseyin’dir.”
Harun, İmam Musa Kazım (a.s)’dan bu apaçık delili duyunca elinde olmaksızın; “Ahsente ya Ebe’l Hasan”[17] (Yani “Aferin, ne güzel söyledin ya Ebe’l Hasan.) dedi.
İmam Musa Kazım (a.s)’ın, Hasan ve Hüseyin (a.s)’ın Resulullah’ın oğulları olduğuna dair Harun için getirdiği delilden bütün Fatım-i Seyyidler’in Resulullah (s.a.a)’in evlatları olduğu iddiası ispat edilmiş olur.
Hz. Fatıma’nın Evlatlarının Hz. Peygamber’in Evlatları Olmasına Dair Yeterli Deliller
Sizin büyük alimlerinizden olan “İbn-i Ebi’l Hadid-i Mütezili” “Şerh-i Nehc’ul- Belağa” kitabında ve “Ebu Bekir-i Razi” kendi tefsirinde mezkur ayet ve “ebnaena” (oğullarımız) cümlesiyle Hasan ve Hüseyin’in anne tarafından Resulullah’ın oğulları olduğuna dair istidlalde bulunmuşlardır. Nitekim Allah-u Teâla Kuran-ı Mecid’de Hz. İsa’yı annesi Meryem tarafından İbrahim’in zürriyetinden saymıştır.
Muhammed bin Yusuf-i Genci-i Şafii “Kifayet’üt- Talib” kitabında ve İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik’ul- Muhrika” kitabında Taberani ve Cabir bin Abdullah-i Ensari’den ve Hatib-i Harezmi “Menakıb” kitabında İbn-i Abbas”tan Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklederler:
“Allah-u Teâla her peygamberin zürriyetini (soyunu) kendi sulbünden kılmıştır; benim zürriyetimi de Ali bin Ebi Talib’in soyunda kılmıştır.”
Yine Hatib-i Harezmi “Menakıb” kitabında, mir seyyid Ali Hemedani eş- Şafii “Meveddet’ul- Kurba”da sizin büyük alimlerinizden olan İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde ve Süleyman-i Hanefi el-Belhi “Yenabi’ul- Meveddet”de (az bir farklılıkla Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:
“Bu iki oğlum (Hasan ve Hüseyin) dünyadan iki reyhandırlar. Yine bu iki oğlum ister (imamet işi için) kıyam halinde olsunlar, isterse otursun (sussun)lar İmamdırlar.”
Şeyh Süleyman Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”in 57. babını bu mevzua ayırmıştır. Muhtelif yollarla Taberani, Hafız, Abdülaziz, İbn-i Ebi Şeybe, Hatib-i Bağdadi, Hakim, Beyhaki, Beğevi ve Taberi gibi büyük alimlerinizden çeşitli lafız ve tabirlerle Hasan ve Hüseyin’in Resulullah’ın oğulları olduğuna dair çok hadisler nakletmişlerdir.
Mezkur babın sonunda Ebu Salih, Hafız Abdülaziz bin Ahzar, Ebu Naim, İbn-i Hacer-i Mekki, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii ve Taberi’den ve onlar da ikinci halife Ömer bin Hattab’dan şöyle dediğini nakl etmişlerdir: “Resulullah’dan (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum:
“Her hasep ve nesep kıyamet günü, benim hasep ve nesebim hariç kesilecektir. Her kızın evlatlarının asabesi[18] Fatıma’nın evlatları hariç baba tarafındandır. Çünkü ben onların (Fatıma’nın evlatlarının) babası ve asabesiyim.”
Yine şeyh Abdullah bin Muhammed bin Amir eş- Şebravi eş Şafii “El- İttihad bi-hubb’il- Eşraf” kitabında mezkur hadisi Beyhaki’den ve Dar-u Kutni de Abdullah bin Ömer’den, o da Ümmü Gülüsüm’ün evlenme vakti babasından nakletmiştir ve Celaluddin-i Süyuti de “İhya’ul- Meyyit bi-Fezail-i Ehl-i Beyt” kitabında Taberi’den naklen ikinci halife Ömer’den naklediyor.
Yine Seyyid Ebi Bekir bin Şehabüddin-i Alevi, “Reşfet’us- Sadi min Bahr-i Fezail-i Beni’n- Nebiyyi’l Hadi” kitabında (Mısır BİN) mezkur hadisi, Fatıma (a.s)’ın evlatlarının Resulullah(s.a.a)’in evlatları olduğu hususunda nakledip onunla delil göstermektedir.
Ama şahit getirdiğiz şairin şiirine gelince o bunca apaçık deliller karşısında merduttur, yani red olunmuştur. Nitekim Muhammed bin Yusuf-i Genci eş-Şafii, “Kifayet’ut- Talib” kitabının yüz babından sonra gelen birinci bölümünü şairin bu şiirine cevap olarak ayırmıştır. Şu manada ki; Hz. Peygamber’in kızının evlatları o hazretin kendi evlatlarıdır. Üstelik şairin bu şiiri İslam’dan önce okunmuş olup küfürdür. Nitekim “Cevami’uş- Şevahid” kitabının sahibi onun İslam’dan önce inşat edildiğini nakletmiştir.
Fatıma-i Sıddıka(a.s)’ın evlatlarının Resulullah(s.a.a)’in evlatları olmasını ispat eden bu çeşit deliller hayli çoktur. Binaenaleyh bizim nesep silsilemiz Hz. Hüseyin (a.s)’a ulaşması ispat edilince beyan ettiğimiz güvenilir delillere göre Resulullah’ın evlatları olmamız da haliyle sabit olur. Bu bizim için en büyük iftihardır; Resulullah’ın soyundan başka hiçbir kimsenin böyle bir iftiharı yoktur. Şair Ferazdak ne güzel söylüyor:
Onlar benim babalarımdır ey Cerir!
Öyleyse Topluluklar bizi bir araya getirdiği zaman onların mislini bana getirin.
Velhasıl, nesepleri Hatem’ul- Enbiya ve Aliyy’ul- Murteza’ya (Allah’ın salat ve selamı onların üzerine olsun) ulaşan şürefa ve sadattan başka hiçbir kimse babalarının büyüklüğü ve yüceliğiyle böylesine övünemez.
Hafız: “Deliliniz gerçekten yeterli ve kamildi; onu inatçı ve mutaassıp kimselerden başka kesinlikle inkar eden olmaz. Perdeleri (gözümüzün önünden) kaldırdınız, bizi yararlandırdınız, öyle ki artık büyük bir şüphe giderilmiş oldu.”
Bu esnada, yatsı namazını ilan eden müezzinin ezan sesi camide yükseldi.[19] (Sünnî kardeşler) camiye gitmek ve farizayı eda etmek için hazırlandılar. Kardeşlerden bazıları; “Eğer tekrar dönüp müzakereye devam etmek istiyorsanız camiye gidip gelmek çok vakit aldığından dolayı, bu meclis devam ettiği müddetçe yatsı namazının burada kılınması iyi olur; sadece Seyyid Abdülhay efendi (cami imamı) camiye gidip cemaatla namaz kıldıktan sonra geri dönsünler.” dediler.
Sunulan teklif herkes tarafından kabul edildi;[20] derken kardeşler namaz kılmak için diğer büyük bir odaya geçtiler, vazifeyi eda ettikten sonra tekrar tartışma yerine döndüler.
Nevvab[21] Abdülkayyum Han: “Kıble sahip (alicenap)! müsaade ederseniz beyler, çay içene kadar, konudan hariç bir soru arz edeyim.”
Davetçî: Buyurun, sizi dinliyorum.
Nevvab: Sorum çok kısadır. Çoktan beridir ki bilgili Şiîlerden sormak istiyordum, fakat fırsat olmuyordu; ama şimdi bu fırsat olduğu için kalbimdeki şu soruyu arz etmek istiyorum: “Neden Şiiler, Resulullah (s.a.a)’in sünnetine aykırı öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını cem ediyorlar?”
Hz. Peygamber (s.a.a) Öğleyle İkindi ve Akşamla Yatsı Namazını Cem ve Tefrik Ediyordu
Davetçi: Önce şunu söyleyeyim, beyler de (meclisteki alimlere işaret) biliyorlar ki fer’î meselelerde alimler arasında ihtilaf çoktur. Nitekim sizin dört mezhep imamlarınız arasında da çok ihtilaflar vardır.
Sonra; “şiaların ameli Resulullah’ın sünnetine aykırıdır” şeklindeki buyurduğunuz söze gelince; meseleyi size yanlış aktarmışlardır. Çünkü O Hazret namazı bazen cem ve bazen de tefrik (ayırarak) eda ediyordu.
Nevvab: (Kendi alimlerine dönüp) “Acaba Resulullah (s.a.a) cem ve tefrik şeklinde mi namaz kılıyordu?” diye sordu.
Hafız: “Ümmetin zahmet ve zorluğa düşmemesi için sadece sefer, yağmur vb. özür zamanlarında böyle yapıyordu. Ama seferde olmadığında namazlarını daima tefrik şeklinde eda ediyordu. Sanıyorum kıble sahip seferi hazar (vatan) sanıp yanılmışlardır.”
Davetçi: Hayır yanılmadım, buna yakinim var; hatta kendi rivayetlerinizde bile varit olmuştur ki, Hazreti Resulullah bazen vatanda ve hiçbir özrü olmaksızın namazlarını cem şeklinde eda etmişlerdir.
Hafız: “Sanıyorum Şii rivayetlerini bizim rivayetlerle karıştırmışsınız.”
Davetçi: “Şia rivayetlerinin bu manaya (namazın cem şeklinde kılınmasına) ittifakları vardır, söz sizin rivayetler hakkındadır; birçok sahih rivayetler sizin sihah ve muteber kitaplarınızda bu babda varide olmuştur.”
Hafız: “Mümkünse onların yerlerini belirtiniz.”
Davetçi: Müslim bin Haccac kendi sihahında “el-Cem-u Beyne’es- Salateyni fi’l Hazar” babında ravilerin silsilesini naklederek İbn-i Abbas’dan şöyle nakletmiştir: “Resulullah (s.a.a), öğleyle ikindi ve akşamla yatsı namazını hiçbir korku ve seferde olmaksızın cem olarak kıldı.”
Yine İbn-i Abbas şöyle nakletmiştir:
“Resulullah’la (s.a.a) sekiz rekat öğleyle ikindi namazını ve yedi rekat da akşamla yatsı namazını cem olarak kıldım.”
Aynı hadisi İmam Ahmed bin Hanbel, Müsned’in birinci cüz’ünde diğer bir hadis de ekleyerek nakl etmiştir; İbn-i Abbas şöyle dedi:
“Resulullah (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği halde yolcu olmadığı halde yedi sekiz rekat namaz kıldı (yani öğleyle ikindiyi ve akşamla da yatsıyı cem etti).”
Müslim, bu kabilden bir kaç hadis naklediyor; o yere kadar ki şöyle yazıyor: Abdullah bin Şakik şöyle dedi:
“Bir gün ikindi vaktinden sonra İbn-i Abbas bize hutbe okuyup sohbet ediyordu (konuşması o kadar sürdü ki) güneş battı, yıldızlar çıktı ve halkın; “Es-salat! Es-salat” (Namâz! Namâz!) sesleri yükseldi, ama İbn-i Abbas itina etmedi. Bu esnada Beni Temim’den olan bir kişi yüksek bir sesle; “Es-salat! Es-salat!” diye bağırdı. Bunun üzerine İbn-i Abbas cevaben şöyle dedi:
“Annesiz! Sünneti bana öğretmek mi istiyorsun? (Oysaki ben) Resulullah’ın öğleyle ikindi ve akşamla da yatsı namazlarını cem ettiğini gördüm”
Abdullah diyor ki; onun bu sözünden kalbimde bir vesvese icat oldu, bu yüzden Ebu Hureyre’nin yanına gidip bu meseleyi ona sordum, Ebu Hureyre de onu tasdik etti ve bu mesele İbn-i Abbas’ın söylediği gibidir dedi.
Yine başka bir yolla Abdullah bin Şakik-i Akili’den şöyle naklediyor:
“Abdullah İbn-i Abbas’ın konuşması o kadar uzun sürdü ki, artık hava karardı; bir adam üç defa ard arda; “es- salât” diye bağırdı. Bunun üzerine İbn-i Abbas sinirlenerek şöyle dedi: “Annesiz! Sen mi namazı (bana) öğretiyorsun? Oysaki biz Resulullah’ın zamanında iki namazın arasını cem ediyorduk.”
Yine sizin büyük alimlerinizden olan Zerkani, İbn-i Malik’in “Muvatta” kitabının şerhinin birinci cüz’ünde “el-Cem’u Beyn’es- Salateyn” babında Amr bin Hirem, o da Ebi Şa’sa vasıtasıyla Nesai’den şöyle naklediyor:
“İbn-i Abbas Basra’da öğleyle ikindi ve akşamla da yatsı namazını onların arasında bir fasıla (ara) vermeksizin cem ederek kılıyordu ve; “Resulullah (s.a.a) namazı bu şekilde eda ediyordu” diyordu.”
Yine Müslim Sahih’de, Malik Muvatta’nın “Cem’un Beyn’es Salateyn” babında imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de ravilerin silsilesini naklederek Said bin Cübeyr, o da İbn-i Abbas’dan şöyle dediğini nakletmişlerdir:
“Resulullah (s.a.a) öğleyle ikindi namazını Medine’de hiçbir korku ve yolculuk olmaksızın cem olarak kıldı.”
Ebu Zübeyr şöyle diyor: Said’e; “Neden Peygamber (s.a.a) namazı cem olarak kılıyordu?” diye sorduğumda dedi ki: Ben de aynı soruyu İbn-i Abbas’a sordum, o da cevaben; “Çünkü Peygamber (s.a.a) ümmetinin zorluk ve meşakkate düşmesini istemiyordu” dedi.
Yine bir kaç hadiste İbn-i Abbas’ın şöyle dediğini naklediyorlar: “ Resulullah (s.a.a) öğleyle ikindi ve akşamla yatsı namazını, hiçbir korku ve yağmur olmaksızın (ara vermeden) cem etti.”
Bu babda çok hadisler nakletmişlerdir. Ama namazı cem etmenin caiz olmasına dair daha açık delil “Cem’un Beyn’es Salateyn” ismiyle belirlenen bablardır; cem hadislerini mezkur babda nakletmenin kendisi, namazı cem olarak (ara vermeksizin) kılmanın mutlaka caiz olmasına bir delildir.
Böyle olmasaydı o zaman her biri (yani vatanda cem etmek ve yolculukta cem etmek) için özel bir bab ayırmaları gerekirdi. Binaenaleyh, sizin sihah ve muteber kitaplarınızda naklolunan hadisler, namazın hem yolculukta ve hem de vatanda cem olarak kılmanın caiz olmasıyla ilgilidir.
Hafız: Sahih-i Buhari de böyle bir bab ve bu çeşit rivayet yoktur.
Davetçi: Birincisi; Müslim, Nesai ve Ahmed bin Hanbel gibi Sihah sahiplerinin, Sahih-i Müslim ve Sahih-i Buhari’yi şerh edenlerin ve kendi diğer büyük alimlerinizin nakletmeleri hedef ve maksadımız için yeterlidir. İkincisi; Buhari bey de diğerlerin naklettiği rivayetlerin aynısını kendi Sahihinde zikr etmiştir, fakat tam bir kurnazlıkla kendi yeri olan “Cem’un Beyn’es Salateyn” babı yerine başka bir yerde nakletmiştir.
Eğer “Tehir’üz- zohr ilel asr min kitab-i mevakit’is salat” ve “Zikr’ul- İşa ve’l Atemet” ve “Vakt’ul- Mağrib” balarını okur dikkat ederseniz bu cem hadislerinin hepsini görmüş olursunuz.
Binaenaleyh, “Cem’un- Beyn’es Salateyn” babında icaze ve ruhsat unvanıyla nakledilen hadisler, Cumhur (Ehl-i Sünnet) alimlerinin akidesidir, kendi sihahlarında bile bu hadislerin sıhhatına ikrar etmişlerdir.
Nitekim Allame Nevevi Sahih-i Müslim’in şerhinde, Askalani, Kastalani ve Zekeriyya-i Ensari Sahih-i Buhari’ye yazdıkları şerhlerinde ve Zerkani Malik’in Muvatta’sına yazdığı şerhte ve sizin diğer büyük alimleriniz hadisleri özellikle İbn-i Abbas’ın hadisini naklettikten sonra onun sıhhatına ve ümmetin meşakkat ve zorluğa düşmemesi için bu hadislerin namazın vatanda cem olarak kılınmasının açık bir delili olduğuna itiraf etmişlerdir.
Nevvab: “Resulullah’dan namazın cem kılınmasına dair bazı hadisler ulaşmasına rağmen alimlerin onun hükmüne aykırı amel yapmaları nasıl mümkün olabilir?”
Davetçi: Resulullah’dan (s.a.a) ulaşan hadislere aykırı amel yapmak sadece bu mevzua mahsus değildir; daha sonraları buna benzer çok şeylerin olduğunu anlayacaksınız. Özellikle bu mevzuda Ehl-i Sünnet’in fakihleri ya dar düşüncelerinden, ya anlamadığım başka bir şeyden dolayı o güvenilir hadisleri, zahire aykırı soğuk tevillerle değerden düşürmüşlerdir. Örneğin şöyle diyorlar: “Şayet bu hadisler korku yağmur ve çamur gibi özür zamanlarına aittir.”
İşte sizin imam Malik, imam Şafii ve Medine alimlerinden bir grup kimseleriniz o tevil üzere fetva vermişlerdir. Halbuki böyle bir akide ve fetvayı, İbn-i Abbas’ın; “Min gayri havfin vela metar...”[22] şeklindeki hadisi açıkça reddetmektedir.
Bazıları da şöyle demişlerdir: “Şayet hava bulutlu imiş, vakit iyice bilinmemiş, öğle namazını kıldıktan sonra bulutlar dağılmış, ikindi vaktinin girdiğini görmüşler derken ikindi namazını kılmışlar, işte bundan dolayı öğleyle ikindi namazı cem olarak (ara verilmeksizin) kılınmıştır.”
Bu tevilden daha soğuk bir tevil olduğunu zannetmiyorum. Güya böyle tevil edenler, namaz kılan şahısın Resulullah (s.a.a) olduğunu düşünmemişlerdi. Bulutun olup olmaması Resulullah için bir eser teşkil etmez. Çünkü O Hazretin ilmi, sebeplere bağlı değildi; O Hazret bütün sebep ve eserlere muhitti. Böyle dar düşünceli kişilerin ellerinde hiçbir delil yoktur.
Böyle bir tevilin batıllığı akşam ve yatsı namazının cem olmasında sabittir. Çünkü akşam ve yatsı namazında bulutun olup olmamasının hiçbir eseri yoktur; üstelik böyle bir tevil hadislerin zahirlerine de aykırıdır.
Arz ettiğimiz gibi İbn-i Abbas’ın hitabesi o kadar uzun sürdü ki dinleyiciler yüksek bir sesle; “es-salât” diyerek yıldızların çıktığını ve namaz vaktinin yetiştiğini hatırlattılar. Ama bununla birlikte İbn-i Abbas (hibr-i ümmet) kasten akşam namazını yatsı namazının vaktine dek tehir etti; o zaman her iki namazı beraber kıldı. Ebu Hureyre de Resulullah’ın bu şekil namaz kıldığına itiraf etmiştir. -Elbette bu çeşit teviller bizim yanımızda geçersizdir.
Hatta sizin büyük alimleriniz de bu tevilleri reddetmişlerdir ve bunları hadislerin zahirine aykırı bilmişlerdir- Nitekim sizin büyük alimlerinizden Şeyh’ul- İslam Ensari “Tuh’fet’ül- Bahri fi Şerh-i Sahih’il- Buhari” kitabında, “Salat’üz- Zohr Meal Asr-i ve’l Mağrib-i Meal İşa” babında, aynı şekilde Allâme-i Kastalani “İrşad’üs- Sari fi Şerh-i Sahih-i Buhari” kitabının ikinci cüz’ünde, Sahih-i Buhari’yi şerh eden diğer kimseler ve kendi araştırmacı alimlerinizden çok sayıda insanlar bu çeşit tevilleri hadislerin zahirine aykırı bilmişlerdir. Namazın tefrik (ayrı) olarak kılınmasının gerekliliğine bağlılık, tercih’un- bila müreccih ve tahsis’un- bila muhassıstır.[23]
Nevvab: Öyleyse bu iki grup Müslüman kardeşin birbirinin canına düşmesine, adavet gözüyle birbirlerine bakmasına ve birbirlerinin amellerini kötülemesine sebep olan bu ihtilaflar nereden doğmuştur?
Davetçi: Birincisi; “Bu iki grup Müslüman birbirlerine adavet gözüyle bakıyor” dediğiniz söze gelince Ehl-i Beyt ve risalet hanedanının şialar cemaatını savunmak zorundayım. Çünkü Şia cemaatı kesinlikle Ehl-i Tesennün kardeşlerin alim ve avamına adavet ve hakaret gözüyle bakmıyoruz, hatta onarı kendi kardeşlerimiz biliyoruz.
Ama maalesef Ehl-i Tesennün kardeşler yabancı, havaric, nevasib ve Emevilerin propagandaları etkisinde kalarak kıble, kitab, nübüvvet, bütün farz ve müstahap ahkama amel etmek, büyük günah ve masiyetleri terk etmek yönünde kendileriyle ortak olan Şia kardeşlerini Rafızî, müşrik ve kafir bilmiş onları kendilerinden ayırmış ve adavet gözüyle onlara bakmışlardır.
İkincisi; “Bu ihtilaflar nereden doğmuştur?” diye buyurdunuz; yanık kalple arz etmem gerekir ki bu ihtilafın temelini atanın Allah canını yaksın. Şimdi bu çeşit ihtilafların nereden kaynaklandığını arz edecek bir vaktimiz yoktur. İnşaallah sonraki geceler bazı münasebetler dolayısıyla perdeler kalkacak o zaman kendiniz hakikatin ne olduğunu anlayacaksınız.
Üçüncüsü; namazın cem ve tefrik şeklinde kılınmasına gelince, Ehl-i Sünnet fakihleri mutlaka ruhsat ve cevaza (caizliğe) delalet eden mezkur hadislerin, ümmetin rahatlığı ve zorluğa düşmemesi için özürlü zamanlara ait olduğunu söylemişlerdir. Ama bilmiyorum onlar ne için böyle soğuk yorumlar yapıyor ve özür olmaksızın namazların cem kılınmasını caiz bilmiyorlar.
Hatta Ebu Hanife ve ona tabi olanlar gibi onlardan bazıları namazı cem olarak kılmayı mutlaka (ister özürlü ister özürsüz, ister vatanda isterse yolculukta olsun) men etmişlerdir.
Ama Şafii, Maliki ve Hambeliler bütün usul ve füruda ihtilafları olmalarıyla birlikte, hac, umre vb. gibi seferi mubah olan yerlerde namazın cem olarak kılınmasına izin vermişlerdir.
Ama Şia alimleri Resulullah(s.a.a)’in buyruğu gereğince hak ve batılı birbirinden ayıran ve kıyamet gününe kadar Kur’ân’dan ayrılmayacak olan Hz. Peygamber’in (bütün günahlardan tertemiz olan) Ehl-i Beyti’ne uyarak namazın mutlaka (ister yolculukta, ister vatanda, ister özürlü, isterse özürsüz olsun) cem kılınmasının caiz olduğuna hükmetmişlerdir.
Bu cevaz, namaz kılanın insiyatifine bırakılmıştır; yani namaz kılan bir kimse öğleyle ikindi ve akşamla yatsı namazını kolaylık ve rahatlık için cem olarak bir vakitte veya tefrik olarak fazilet vakitlerinde kılmak için insiyatif sahibidir.
Elbette tefrik şeklinde (ayrı olarak) ve fazilet vakitlerinde kılınması cem etmekten daha faziletlidir. Nitekim bu mesele Şia alimlerinin ilmihal kitaplarında kamil bir şekilde zikredilmiştir.
Ama genellikle halkın meşguliyet ve sıkıntıları çok, az bir faziletle namazın kaza olma kaygısı da mümkün ve mukaddes İslam şeriatının hedefi de halkı zorluk ve meşakkate salmamak olduğundan dolayı şialar namazlarını cem olarak kılıyorlar.
Siz saygı değer beylerin ve bize gazap ve öfkeyle bakan diğer Ehl-i Sünnet kardeşlerin akıllarına takılan soruların aydınlığa kavuşması için bu miktar cevabın yeterli olacağını sanıyorum.
İleride daha önemli konular söz konusu edileceğinden dolayı önceki asıl müzakeremize dönmemiz iyi olur. Çünkü asıl önemli meseleler çözüldüğünde cüz’i meseleler de haliyle çözülüp hallolacaktır.
Hafız: Birinci celesede alicenabın bilgisinin ne derecede yüksek olduğunu ve muhatabımızın sıradan bir kimse olmadığını ve kitaplarımızdan kamilen haberdar olan bir şahıs olduğunu anladığımızdan dolayı çok mutluyum. Buyurduğunuz gibi önceki söz konusu edilen sohbeti takip etmemiz daha iyi olur.
Alicenabın müsaadesiyle şunu anlatmak istiyorum; alicenabınız ki fasih ve baliğ bir beyanla Hicazi ve Haşimilerin böyle tertemiz bir nesebe sahip olduklarını sabit ettiniz, nasıl oldu da Mecusî (ateş perest) merkezi olan İran’a gittiniz? Bu hicretin illet ve tarihini beyan ederseniz çok memnun oluruz.