İSLAM’DA TASAVVUF VE İRFAN MEFHUMU İSLAM’DA TASAVVUF VE İRFAN MEFHUMU
KADRİ ÇELİK
RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA
"Güneşe ve onun ışığına, ardından gelmekte olan aya, onu ortaya koyan gündüze, onu bürüyen geceye, göğe ve onu yapana, yere ve onu yayana, kişiye (nefse) ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülüğü ilham edene andolsun ki kendini arıtan (tezkiye eden) saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." (Şems / 1-10)
Bu ayetlerde Allah-u Teâlâ bütün büyüklük ve azametiyle artarda mezkûr şeylere yemin ettikten sonra kendini tezkiye edenin kurtuluşa ve saadete erdiğini, kendini fenalıklara gömenin de ziyana uğradığını beyan etmektedir. Yemin eden kimse ne kadar büyük ise yemin edilen şey de bir o kadar büyüklük ve azamet elde eder. Bu halk arasında da böyledir.
Örneğin halkın sevdiği büyük bir şahsiyetin ettiği yemin ile sıradan insanın ettiği yemin arasında dağlar kadar fark vardır. Allah ise her şeyden büyük olduğundan yemin ettiği şey de her şeyden önemli ve büyük bir şeydir. Nasıl büyük olmasın ki: Nitekim Allah-u Teâlâ peygamberlerin gönderiliş hikmetini beyan ederken de şöyle buyurmaktadır:
"Sizi her kötülükten arıtacak (tezkiye edecek) aranızdan bir peygamber gönderdik"
O halde bütün peygamber ve evliyanın maksadı da insanları tezkiye etmek idi. İnsanların tezkiye işini ise irfan ve ahlak ilmi üstlenmiştir. Fıkıh insanların ibadi ve içtimai işlerini üstlendiği gibi, irfan ve ahlak da insanların tezkiye ve terbiyesini üstlenmiştir. O halde irfan (tasavvuf da diyebiliriz) İslam'dan ayrı bir şey değildir. Fıkıh, usul-i fıkıh, hadis ve hadis usulü İslam'dan ayrı olmadığı gibi irfan ve felsefe de dinden ayrı değildir..
Çağımızın büyük ariflerinden olan Üstad Hasan Hasanzade-i Amuli irfan hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Hakikatte din irfan demektir. Yani marifetullah. Marifetullah oldukça kapsamlı bir konudur. Esmaullah marifeti, Allah'ın fiillerinin marifeti, Allah'ın kitabının marifeti, bütün bunların hepsi marifettir. Varlık âleminin marifeti ve hatta varlık kelimeleri de marifetullahtır. Bu irfanın hakikatidir. Arif de böyle bir makama ulaşmak istemektedir.
Bizim fenni ıstılahımızca ilk feyze ulaşmaya çalışır. İlk südur eden hakikatle vücudi bir irtibat kurmaya çalışır... İnsan vücudunun irtikasında o hakikatle vücudi bir birlik kurar. Bunlar hayal değildir, akıl üstü bir gerçektir.
Bu makama erince artik zaman ve mekân diye bir şey kalmaz" Rabbinin nezdinde sabah ve akşam diye bir şey yoktur." Onun için artık geçmiş ve gelecek diye bir şey yoktur. Şimdiki geçmiş ve gelecek diye bir zaman yoktur onun için. Herşeyin üstündedir. Bir oda farz edin ki içinde birisi var ve odadaki küçük bir delikten dışanyı seyrediyor.
Bir kimse de damda oturmuş elinde de renkli bir ip vardır. Damdaki şahıs elindeki bu ipi aşağıya doğru sarkıtınca o delikten dışarıyı seyreden kimse ha bire renklerin değiştiğini görür. Ama damdaki insan için hiçbir engel olmadığından her şeyi olduğu gibi görüyor. Bu ilk sudur eden hakikat de bu ip gibidir.
Vücudi kelimeler ise bu ip üzerindeki renkler gibidir. Damdaki şahıs ise inşam kâmildir. İnsanı kâmil her şeyi geçmişi geleceği ve hali hazin görür. Böyle bir makama ulaşınca bize göre gelecekten haber veriyor.
Bize göre geçmişten haber veriyor. Rasulullah Hz. Nuh'tan haberler veriyor. Adeta onunla yaşamış gibi anlatıyor. Aslında öyledir de. Hz. Musa hakkında dedikleri de böyledir. İnsan Rasulullah'ın her yerde birlikte olduğunu sanıyor. Zira aralarında mekân, zaman ve örtü diye bir engel yoktur.
Kur'an olmasaydı biz Hz. Nuh ve Musa hakkında ne biliyorduk?
"Kul tealev" (de ki yukarıya gelin) onlar ilahi ufuk-i ala mertebesinde olduklarından bizleri aşağıda görüyorlardı. Onlar bizi vücudi yücelişe erdirebilmek için ilim sahibi Allah tarafından gönderilmişlerdi. Onlar bizi zati yücelişe davet ediyorlardı. İnsan bu ilahi sofradan aldığı yemek ölçüşünce insandır. O ölçüde Allah'a yaklaşmıştır, kabuktan geçtiğimiz miktarda içe ulaşırız.
Örneğin buğdayı düşünün. Buğdayın kabuğu bazı hayvanların yiyeceğidir. Ama içi hayvandan eşref olan insanın yiyeceğidir. Bu ilahi yiyecekler de insanlar içindir. Bu yüzden diyoruz ki Allah'ın dini irfandır, marifetullahtır. Kur'an da Allah nezdinden bizleri tezkiye ve tathir etmek için gelmiştir. Böylece kalb-i selim sahibi olalım istiyor.
İmam sadık Kalb-i Selim hakkında "Allah'tan gayrisinin olmadığı kalp" diyor. Bizleri bu makam için davet ettiler. İmam Sadık (as) "tertemiz bir şarap" ayetinin tefsirinde ise şöyle buyurmuştur: "Allah onlara tertemiz şarap (içecekler) içirir." bu şarap içleri tümüyle tathir eder" böylece efali, sıfati ve zati tevhid sultam, insan için zuhur eder.
Gerçekten de dünya hayatında insanın kendini tezkiye etmesinden daha önemli bir iş yoktur. Kendini tezkiye etmek en önemli işimizdir. Allah'ın dini insanı tezkiye eder ve zaten irfan da budur. Gerçek irfan ve ilahi hak öğretilerin kaynağı vahy mantığıdır. Peygamber ve Ehl-i Beyt'ten alınmıştır. Bu hususta, şeriatın buyurmadığı bir şey yoktur.
Gerçi felsefeyi mana açısından meşşaiye ve işrakiye diye ikiye ayırmışlardır. Ama İslami felsefenin tekamüli seyrinde geldiği nokta hikmet-i mütealiyedir. Nitekim Hace Nasiruddin-i Tusi şerh-i İşarat'ta şöyle buyurmaktadır: "Eğer felsefe sırf burhan olursa bir takım kuru laflardan ibaret sayılır. Ama İslami felsefede nefsanî seyr-u sülük de vardır.
Nefsanî müşahedeler vardır. Böylece insanın basireti de açılır. İnsan için hicaplar ortadan kalkar. Böylece insan burhanın yanı sıra vicdan (bulmak, görmek) sahibi de olur. Bu da hikmet-i mütealiyedir." molla Sadra nitekim Esfar kitabının birçok yerinde "biz bu konuyu burhan ile ispat ettiğimiz gibi vicdanla da (bulmakla da) derk etmişiz" diyor.
Muhyiddin-i Arabî’de Futuhat'da birçok defasında şöyle diyor;
"Biz Kur'an ve hadislere iman ettiğimiz gibi vicdanla da derk etmişiz." Nitekim Molla Sadra "Esrar'ul Ayat" adlı kitabında şöyle diyor:
"Allah'ın diniyle uyuşmayan felsefeye ölüm olsun" bu bağlamda felsefe de Allah'ın dininin hakikatlerinin burhan ve istidlalidir, vahy mantığıdır. Allah'ın dininin reddettiği şey felsefe değildir. Kur'an, irfan ve burhan asla birbirinden ayrılmazlar. Burhan felsefedir; irfan vicdan (bulmak)'dır.
Elbette ki Seyr-u Sülukun şartları vardır ve bu şartlan İslam dini belirtmiştir. Gerçek şu ki bizim Allah'ın yolu dışında bir yolumuz yoktur. Vahy, Kur'an ve sahih rivayetler dışında bir yolumuz yoktur. Gerçi iddiacılar çoktur, ama aslında bunlar ehlullaha dil uzatılmasına ve iftira edilmesine sebep olmaktadırlar.
Kur'an, burhan (felsefe) ve irfan ayrılmaz bir bütündür. Burhan istidlaldir. Kur'an'ın tümü de istidlaldir. "Burhanınızı getirin" diyor Kur'an. Hz. İbrahim 'de Nemrud karşısında istidlalde bulunmadı mı? Elbette ben felsefede yazılan her şeyin vahye dayandığını söylemiyorum. Ama filozoflar dinin gerçeklerini bilmek istiyorlar.
Elbette ki bir takım yanlışlıklan da vardır. Buna bakarsan bir fakih de bazen yanlışlık yapıyor. Usul-i Fıkıh âlimleri de yanlışlık yapıyor. Edib de yanlışlık ediyor, yazar da yanlışlık ediyor. Bunlar insanın yanlışlığıdır. İnsan masum değildir ki! Vahyi algılamasında, irşadında sükûtunda kıyamında oturmasında ve nutkunda masum olanlar özel bir takım kimselerdir ilahi elçilerdir.
Âllame Tabatabai de "ali ve İlahi felsefe" adlı kitabında da diyor ki:"Felsefeyi dinden ayıranlar en büyük zulmü yapmışlardır insana. Biz nasıl olur da delil ve burhanı dinden ayırabiliriz"
Nitekim Hz. Allame Hacı Mirza Ebul Hasan-i Kazvini de şöyle buyurmuştur: "İnsanı tezkiye ve terbiye eden ilim irfandır, ahlaktır. İrfan insana huzur ve murakabeyi öğretir."
Hakeza Şems-i Mağribi de şöyle diyor:
"Beni hiçbir kitaba etme havale
Ben kendi hakikatimi kitap görüyorum"
Dolayısıyla insan kendi vücudi kitabını okumalı ve bilgi sahibi olmalıdır.
Velhasıl herkes bir şeyler diyor. Ama bunların hepsi Kur'an ve rivayetlere dayanmalıdır. Bizim insanları tartan gerçek bir terazimiz var. Bunlar Kur'an ve sahih rivayetlerdir...
İslam filozofları Rasulullah mektebinin öğrencileridir, tüm öğretilerini ve marifetlerini ilahi elçilerden almışlardır. İbni Sina "Şifa" adlı kitabında şöyle diyor: "Ben Eflatun'un küçük bir insan olduğunu söylemiyorum; ama eğer Eflatun'un sermayesi bize ulaşanlardan ibaretse oldukça az ve naçiz bir sermayedir" İmam Sadık da tevhid-i Mufazzal kitabında Aristo'yu övüyor. Aslında bunlar ilmi övmektedirler.
Nitekim İmam Sadık (A) şöyle diyor: "Ey Mufazzal Aristo âlemindeki düzen ve intizamdan yola çıkarak insanları nazım'ın (düzenleyecinin) birliğine davet ediyordu."
Aristo'nu sözleri güçlü burhani ve muteber sözlerdi. İmam Sadık Aristo'yu övmektedir ve Aristo böylece ebedileşmiştir. Ama bu Yunanlı bilginlerin ilmi nerede, bizim imamların ve âlimlerin ilmi nerede.' Bunlar birbiriyle mukayese bile edilemez.
Siz tüm bilginlerin ilmini toplayın tevhid-i Kâfi’de yer alan ilimle bile mukayese edilemez. Tüm dünyayı günümüzde İslami marifet ve hakikatler kaplamıştır. Tüm kütüphanelerin değeri Rasulullah'ın vahy mantığı ve ilmi mirasıdır.
Bu yüzden hiçbir ilmin Yunan kültüründen alındığı söylenemez. İslam müstağnidir. Elbette ki onlar zahmet çekmişlerdir. Onların zahmetini de görmezlikten gelmiyoruz. Ama İslam kültürü nerede, Yunan kültürünün bizlere miras bıraktığı şeyler nerede?
Bunlar birbirleriyle kıyas bile edilemez. Her iki tarafın kitapları da elimizdedir. İsteyenler bir mukayese etsin. Bazı cahiller "Felsefe mantık veya irfan yunandan alınmış" diyorlar. Hâlbuki İbn-i Sina "İşarat" kitabında şöyle diyor: "İslam’dan önceki filozofların felsefeleri hamdır. Bu meseleler İslam'dan sonra pişmiş, kemale ermiştir."
Evet, insaflı bir şekilde araştırma yapan bir insan gerçekten de irfan, felsefe ve mantığın İslam'da yer aldığım ve onun ayrılmaz bir parçası olduğunu bilir. Sonradan da işaret edeceğimiz gibi irfan insanın fıtri bir ihtiyacından doğmuş ve insanla atbaşı yürümüş bir ilimdir. Dolayısıyla irfan insanla var olmuş ve insanla da var olacaktır.
Ama şunu da söylemek gerekir ki, irfan adına günümüzde çok şeyler söylenmektedir. Bazıları irfanı dışlamakta bazıları arifler hakkında akıl ve Kur'an'a sığmayan iddialar ortaya atmakta ve dolayısıyla da İslami irfanın gerçek niteliği bir çok insana müphem ve meçhul kalmaktadır.
Son zamanlarda "Tasavvuf ve İslam" diye bir kitap piyasaya çıktı ki irfan ve tasavvuf hakkında birçok iddiaları bulunmaktadır. Dolayısıyla bütün bunlara cevap vererek ve gerçek bir irfani anlayışı tüm boyutlarıyla gözler önüne serebilmek için şer'i bir sorumluluk duygusuyla araştırmaya koyuldum.
Tarih boyunca tasavvufa karşı çıkanlar ile savunanların görüşlerini alıp inceledim, Her iki tarafın delillerine de yer verdim. Sonra da bu iki görüşten birini tercih ederek bu hususta gerekli açıklamalarda bulunmaya çalıştım.
Şunu belirtmek istiyorum ki gerçekten ben bir sufi ve arifim ve ne de onlar adına bir kitap yazmak için bir yerlerden işaret almış biriyim. Ben sadece gerçeklerin ortaya çıkmasını, ucuz kahramanların, kendini bir şey sayanların halkın bilgisizliğinden istifade edip parsayı toplayanların durdurulmasını ve dolayısıyla yiğidin hakkının verilmesini istedim.
Bu yüzden her türlü eleştiriye de açığım. Yeter ki maksat İslami gerçeklerin ortaya çıkması olsun." Cebrail bile bana irfanı kabul et dese yine etmem" diyen cahillerle işimiz yok bizim. Allah neye secde edin derse biz de melekler gibi ona secde bile ederiz. "Başkasına secde edilmez" diyerek iblis gibi sözler sarf etmeyiz.
Allah'tan çok muvahhid kesilenlerin soluğunu kesmek gerekir artık. Allah bizlerden neyi istiyorsa biz öyle iman eder öyle hareket ederiz. Allah ne buyurursa biz teslim oluruz. Bunun dışında kalanları da çağdaş iblisler olarak kabul ediyoruz. Allah tüm Müslümanları "kraldan çok kralcılık" anlayışından korusun. Başta da sonda da hamd Allah'adır...
İSLAM’DA TASAVVUF VE İRFAN MEFHUMU
Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla.
Avrupa dillerinde irfanı "mystik", metodunu ise "mystisisizm" olarak adlandırmışlardır. Ki bu da Yunanca bir kelime olan "Mistikos" kelimesinden türemiştir.
Bu kelime lügat açısından mermuz şey, gizli ve saklı iş manasına gelmektedir. İstilahen irfan insanın Allah ile direkt, şahsi ve ferdi irtibatım ve insanın şuhud, batini, tecrübe ve hal yoluyla Allah'a vusulünü mümkün sayan bir yol hakkında kullanılmaktadır.
Başka bir tabirle irfan hakikatlerin ilmi huzuri ile ibadet, mücahede, zühd riyazet ve batına yönelme vasıtasıyla derk edilmesini mümkün kılan nazari ve ameli bir yoldur.
İrfan İslam kültüründe "tanımak" manasında da kullanılmıştır. Lügat kitaplarında ise ilim ve bilgi diye mana edilmiştir. Ama bilindiği gibi ilim ve marifet arasında bir takım farklar vardır. Örneğin marifet (irfan) cüz'i ve basit (tikel ve yalın), ilim ise külli ve mürekkeb (külli ve bileşik) hususlarda kullanılır. Bu yüzden "areftullahe" denir ama "alimtullahe" denmez.
Zira Allah'ın zatı tümel ve bileşik bir varrlık değildir. Aksine basit ve soyut bir varlıktır. Ayrıca marifet, cehaletten sonraki ilimdir. Bu yüzden Allah için "Âlim" denir, ama "Arif denmez. Zira Allah'ın ilmi ezeli bir ilimdir ve cehalet öncelikli bir ilim değildir. (Seyri İrfan Der İslam Dr. Zeynuddin Kiyanyinejad s. 67-68)
Bu yüzden iman ve irfan arasında da farkın olduğunu söylemişlerdir. Ebu Nasr-i Sirac bu hususta şöyle diyor:
"Marifet ateştir iman ise nur; Marifet vecddir iman ise mevhibe ve ihsan. Mümin Allah'ın nurunu görür, ama Arif Allah'ı (kalbiyle) görür. Müminin kalb ve gönlü vardır. Arifin ise kalb ve gönlü yoktur. Müminin kalbi Allah'ın zikriyle itminan bulur, ama arifin kalbi Allah'tan başka bir şeyle itminan bulmaz."
Ama tasavvuf kelimesi hakkında farklı görüşler vardır. Bu husustaki en önemli görüşler şunlardır:
1. Bazıları demişlerdir ki "sufi" İslam'da önce, cahiliye dö-eminde yaşamış olan Gavs b. Mürr'ün lakabı olan "sufe" mensuptur. Gavs (Sufe) Kâbe’de, halktan uzak bir şekilde itikâfa ve uzlete girmişti. Annesi Gavs'i Kâbe’ye hizmete adamıştı. Bu yüzden İslam'da da Allah'tan gayri her şeyden yüz çeviren ve ibadetle meşgul olanlara "sufi" demişlerdir.
2. Bazıları demişlerdir ki Sufi ve tasavvuf "suffe" ehline mensuptur. Suffe Mescid-i Nebevi'nin bir bölümüydü ki fakir zahid ve abid Müslümanlar orada yaşıyordu. Bu Müslümanlar insanların verdiği ihsan ve sadakalarıyla yaşıyordu. Bu Müslümanlar Ehli Suffe diye tanınırlardı.
Bu Müslümanların başlıcaları şunlardı: Selman-i Farisi, Ammar, Süheyb, Bilal, Huzeyfe b. Yeman, Ebu Said-i Hudri vs... Sufiler de ibadet, fakirlik, zühd, takva ve taat açısından Ehli Suffe'ye benzedikleri için "sufi" diye adlandırılmışlardır. Ama İmam Ebul Kasum-i Kureyşi bu görüşü kabul etmemektedir.
3. Bazıları demişlerdir ki, sufi, "sefa" ve "safvef'e mensubdur, Sufileri sahip oldukları batini sefaları sebebiyle "sefa"ya isnat etmişlerdir.
4. Bazdan da sufi ve tasavvuf kelimesinin "saff kelimesinden
türediğini söylemiştir.
Zira sufiler manevi dereceler, kalb huzuru basiret, himmet yüceliği, Allah'a yakınlık, takva ve zühd konusunda ilk saflarda yer alan kimselerdir. Bunlar ibadetlerde daima ilk saflarda yer alırlardı. Bu yüzden "sufi" olarak adlandırılmışlardır.
5. Bazıları da demişlerdir ki sufi "savfetül kifa" (ensedeki ince tüyler) kelimesine mensuptur. Zira sufiler bu tüyler gibi yumuşak huylu kimselerdir. Bu yüzden ona isnat edilmişlerdir.
6. Bazdan da demişlerdir ki sufi "savfana" (ince ve kısa bir bitki türü) kelimesine mensuptur. Zira sufiler bu yabani bitkiler ile kanaat edip geçinirlerdir.
7. Bazıları da demişlerdir ki "sufi" Yunanca felsefe manasına gelen "suf" kelimesine mensuptur.
8. Bazıları da demiştir ki; "sufi" suf (yün) kelimesine mensuptur. Zira sufiler yün elbise giyerlerdi ve bu yüzden "sufi" olarak adlandırılmışlardır.
Ama bütün bu görüşler arasında en meşhur ve sahih görüş, en son görüştür. Zira sufiler genelde istihbabı bir takım rivayetlere istinat eden yün elbise giyerlerdi. Bu yüzden halk arasında "sufi" (yün elbise giyenler) olarak meşhur olmalarına sebep oldu. (Aynı Eser, s,73-76)
İrfan ve tasavvuf kelimelerinin Müslümanlar arasındaki tarihçesine gelince "Tasavvuf ve İslam" yazarı bu hususta şöyle naklediyor:
"Tarihte ilk defa kendisine sufi denilen kişi, M. 8, H. 2. asrın yarısında yaşamış olan ve kendine has riyazet akidesi olan Kufeli Şİİ kimyager Cabir b. Hayyan ve Ebu Haşim el-Kufidir. Tarihte ilk defa sufi kelimesi şahıs bazında Kufe'de kullanılmıştır." (Tasavvuf ve İslam s. 8)
Evvela sufi kelimesinin ilk defa Kufe'de kullanıldığı doğru değildir. Bazıları ilk defa Bağdat ahalisi tarafından kullanıldığını söylemişse de Ebu Nasr-i Sirac bunu reddederek şöyle diyor: "Sufi" kelimesinin Bağdat ahalisince icad edildiği iddiası doğru değildir Zira sufi kelimesi ashaptan bazısını derk eden Hasan-i Basri zamanında da meşhur idi."
Elbette ki içinde “suf” (yün) kelimesi bulunan bir takım hadisleri göz önünde bulundurur ve sahih kabul edecek olursak "sufi" ve "tasavvuf kelimesinin Peygamber zamanında da kullanıldığını ve dolayısıyla Sufi kelimesinin İslam'dan önceki dönemlerde de mütedavil olduğunu söyleyenlerin iddiasını kabul etmek de mümkündür.
İrfan ıstılahının Müslümanlar arasında ne zamandan beri kullanıldığı hususunda da kesin bir şey söylenemez. Ama H. 298 yılında ölen Cüneyd-i Bağdadi'nin sözlerinde yer aldığına göre H. 3. asırda arifler arasında mütedavil olduğunu söylemek de mümkündür
Elbette şunu da söylemek gerekir ki ilk başlarda irfan, ibadet zühd ve tasavvuf kelimeleri birbirinden pek farklı şeyler değildi. İbn-i Sina bu hususta şöyle diyor: "Dünyadan yüz çevirene zahid diyorlardı. İbadetlerine titiz olanı abid, Allah'a teveccüh eden ve ilahi nurlara mazhar olan kimseye ise arif diyorlardı. Bazen de bunlardan bazısı diğer bazısı ile terkib ediliyor ve öyle ifade ediliyordu." (Aynı eser; s. 69-70)
İrfan kelimesi tarih boyunca bir takım değişiklikler geçirmiş ve sonun da da tasavvuf ile eşanlamlı sayılmıştır Ama demek gerekir ki tasavvuf irfanın cilvelerinden bir şube konumundadır. Tasavvuf irfanın tümü değildir. İrfan genel manasıyla tüm din ve mezheplerle uyumlu olan bir yoldur. İrfan çeşitli şekilleriyle tüm din, mezhep, millet ve kavimler arasında var olan bir yoldur.
Hatta totemci kavimlerin bile sır ve rumuz dolu bir dünyaları vardır ve iş bu sırlara erişebilmek için âşıkane çaba sarf ediyor, çalışıyorlar. Eski Hind, İran, Hıristiyan ve İslam dininde de irfanın hakikati müşahede edilmektedir. Hatta cabbar ve müntakim bir Allah'a inanan ve dolayısıyla da irfandan nasibini alamadıkları sanılan Yahudilikte de bu manada irfani bir zevk ve hakikat vardır.
Ama dediğimiz gibi irfan tasavvuf ile eşanlamla bir kelime değildir. İrfan tasavvuftan daha yüce bir mana ifade eder. Tasavvuf irfandan feyizlenen bir yoldur. İrfan genel manasıyla tasavvuf ve diğer yollara da şamildir. İslam sufilerinin büyüklerinin dilinde de arif, sufiden daha yüce bir manada kullanılmıştır.
Velhasıl irfan ve tasavvuf, hakikatlerin- keşf, şuhud, riyazet-tezkiye-i nefs ve batma teveccüh yoluyla derk edileceğini mümkün sayan bir yoldur. Arif ve safinin bu seyr-i sülükteki maksadı da sadece Allah'tır. Arif insan Allah'a aşk ve muhabbet ile tapar; sevab ümidi veya azab korkusuyla değil. Nitekim Hz. Ali (A) Dua-i Kümeyl'de şöyle buyuruyor:
"Farz edelim ki azabına sabrettim, ama ayrılığına nasıl sabredeyim" Allah'ın veli ve arif kullan Allah'a besledikleri aşk ile ibadet ederler ve Allah'tan uzak kalmanın cehennem azabından daha şiddetli olduğuna inanırlar.
Akıl yolu düğüm üzere düğümdür.
Arifler için Allah'tan gayrisi hiçtir."
Arif ile filozof arasındaki fark da şudur ki filozof hakikatlerin keşfinde ve Hakk'a vusulde mantıki istidlallere, sarılır. Ama arifler, riyazet, nefis tehzibi ve batın sefasıyla keşf ve şuhuda ererler.
Yani filozofun akıl ve burhan gücüyle bildiğini afif keşif ve şuhud yoluyla görür. Nitekim İbni Sina Ebu Said Ebil Hayr ile görüşünce "Benim bildiğim her şeyi o görüyor" derken bir arif olan Ebu Said ise "Benim gördüğüm her şeyi o biliyor" demiştir.
Mantıksal kıyas ve akli istidlaller ikna edici olabilir, ama itminan ve huzur verici olamaz. İnsana gönül itminanı veren şey ise ilahi aşktır. Daha önceden de dediğimiz gibi gerçek veliler ve arifler Allah'a aşk üzere ibadet ederler. Nitekim İmam Cafer-i Sadık (A) şöyle buyurmuştur; "İbadet üç kısımdır. Bazıları Allah'a korkudan ibadet ederler.
Bu ibadet kölelerin ibadetidir. Bazıları da sevap ümidiyle ibadet ederler. Bu ibadet de tüccarların ibadetidir. Bazıları ise Allah'a sevgi ve muhabbetleri ile ibadet ederler. Bu ibadet ise hürlerin ibadetidir" (Bihar'ul Envar; c.l5, s. 208)
Bazıları kitabında irfan ile tasavvufu aynı bağlamda gördüğü için biz de irfan kelimesi yerine tasavvuf kelimesini kullanmakta bir beis görmüyoruz. Hâlbuki bu iki kelime önceden de dediğimiz gibi birbirinden farklı manalardadır.
Ama mademki bazıları bu ikisini kitabında birbirinden ayırmamış ve ikisine de aynı hükmü vermiştir; biz de bu yüzden bu iki kelime arasındaki mana farklılığım görmezlikten geliyor ve aynı şekilde değerlendirmeye çalışıyoruz. Şimdi de tasavvufun (doğrusunu isterseniz irfanın) kökeni ve asıl menşeinin nereden olduğuna ve neden ortaya çıktığını kısaca bir bakmaya çalışalım.
TASAVVUFUN ÖNEMİ
Sade bir dille söylenebilir ki tasavvuf ve irfan tüm din mezhep ve hatta felsefi ekollerde bile az-çok var olagelmiştir. Nitekim tasavvuf ve irfan hakkında yapılan bunca araştırma ve incelemelere rağmen İslami irfan ve tasavvufun kökeninin nerelere dayandığı hususunda kesin bir şey söylenememiştir. Bize göre bunun birkaç nedeni vardır.
1. Az çok tüm din ve mezheplerde maddi şeylere itinasızlık ve zühd nişaneleri görülmektedir. Bu yüzden hatta denilebilir ki tüm din ve mezheplerin ortak bir özelliği maneviyata teveccüh, dünyayı küçümsememe ve maddi şeylere ilgisiz kalmaktır. Elbette bunun da dinler ve mezhepler arasında farklılık arz etmesi doğaldır.
Nitekim bu konu Yahudilikte daha az, Hıristiyanlık, Budizm ve Teosofi (thesophie) gibi dinlerde daha çok yer almıştır. Tevrat ve İncil kitapları ile Buddha, Lao Tse, Mani ve Mezdek'in sözlerinde bu nükteyi teyid eden birçok şeyler tespit edilebilir.
Elbette ki sufilik ve tasavvufun yegâne nişanesi zühd ve takva değildir. Zühd dışında birçok özelliklere de sahiptir. Ayrıca irfan ve tasavvufa teveccühün en büyük nedenlerinden biri zühd, dünyevi işlere ilgisizlik ve Allah'a bağlılıktır.
Birçok delillerden de anlaşıldığı gibi Yahudiler arasında da çok öncelerden beri irfan ile tanışıklık var idi. Bu eski miras, Yahudilerin irfanını kemale erdiren fırkaların fikrine esas teşkil etti. Bu fırkalardan biri "Filistinliler" veya "rabbanim" fırkasıdır ki öğretileri Talmut'ta yer almıştır.
Hakeza Yahudi irfanını yunan filozoflarının metoduyla telfik eden İskenderiye Yahudileri de bu fırkalardan biridir. Hepsinden de önemlisi, plotinus'un hikmetidir ki bu da irfanın kâmil bir mazharı olup, Yahudilerin kelam ilmi, Efla-tun'un hikmeti vb. şeylerle tertip edilmiş haldedir. Gnosticism felsefesi de bir çeşit irfan sayılmaktadır.
Gnosticism daha sonra Hıristiyanlıkla karışarak Hıristiyanlık rengine büründü. Elbette Gposticism felsefesinin kökeni de kesin belli değildir, bazıları Yahudilerin inançlarına, bazıları Mısırlıların manevi fikirlerine bazıları da İranlıların düşüncelerini dayandırmışlardır. (Erzeş-i Miras-i Sufıye-Zerrinkub s. 25)
. Zerdüştlük, Hıristiyanlık, Budizm Yunan felsefesi ve eski mitlerin telfikiyle vücuda gelen Mani dininde de irfani motifler vardır. Yahudilerin Esseneniens'i, Hıristiyanların Anachoretes'i ile Hint kültüründe de bu irfani motifler var olagelmiştir. Bu durumun İslam ve Kur'an'da da yer aldığı görülmektedir. Örneğin Muhammed suresinin 36. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
"Doğrusu dünya hayatı oyun ve oyalanmadır. Eğer inanır ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız o size ecirlerinizi verir."
Nitekim Peygamberler de özellikle Mekke döneminde insan-lan Allah'tan korkmaya ve zahidane bir hayata davet ediyordu. Abdullah b. Amr b. As bu yüzden her gün oruç tutmak istiyor ve Osman b. Maz'un da kendini iğdiş etmek böylece çocuklarını ve eşini terk etmek istiyordu.
Bu yüzden denilebilir ki İslami irfan ile diğer din ve milletler arasındaki irfan arasında birtakım ortak yönler olsa da İslami irfan ilk önce Müslüman olan zihinlerin ürünüdür. Dolayısıyla başkalarından alınan usuller de ayet hadis ve dini rivayetlerle süslenmiş ve İslami bir renk kazandıktan sonra İslami muhite girmiştir.
Elbette ki İslami irfan ve tasavvufa yöneliş Emevilerin özelikle de Yezid vb. zalimlerin hükümeti zamanında daha da göz alıcı olmuştur. Zira büyük ve temiz insanlar toplumun baştan başa fesada düştüğünü ortalıkta şarap, kadın ve kumardan başka şeylerin konuşulmadığını görünce ister istemez uzlete çekilmiş, dua, ibadet, zühd ve ilmi cihetlere yönelmişlerdir.
Özellikle de İmam Seccad, İmam Bakır ve Cafer-i Sadık gibi büyük imamlar bile daha çok ibadet ve ilmi faaliyetlere yönelmişlerdi. Zira onlar Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in başına gelelerde ibret almışlardı. Toplumun tümüyle temelden değiştirilmesi gerektiğini görüyorlardı. Bunun İslami sorumluluk ve ümmetin imamı olmakla da bir çelişki yoktur.
Bütün imamlar Nur-i vahide oldukları halde her biri kendi zamanındaki ihtiyaca ve maslahata binaen birtakım hizmetlerde bulunmuşlardır. Kıyam etti diye İmam Hüseyin'i sevenler ama aynı zamanda daha çok dua ve ibadete yöneldiği için İmam Seccad'dan yüz çevirenler Allah'a andolsun ki ne cihadın ve ne de ibadetin hakikatine ermemişlerdir.
Arifler ve gerçek veliler yeri geldiğinde cihad etmiş, yeri gelince ve siyaset sahnesinin düzenbazların eline geçtiğini görünce de "insan "terbiye etmek için ibadet ve duaya yönelmişlerdir. "Tarih tekerrür eder" diyenler ne de güzel demişlerdir.
Günümüzde aynı sözleri İslami İran için de demediler mi? savaştığı yıllarda İran'ı savunan nice Müslümanlar İmam-ı Ümmetin ve basiretli ulemanın İslam ve Müslümanların maslahatına "zehirden de acı" olarak tavsif ettikleri barışı imzaladı diye İran'a sırt çevirmemişler miydi? Hâlbuki Allah için yapılan savaş da barış da aynı konumdadır.
Müslüman her zaman için görevinin ne olduğunu bilen ve bu görevini eda yolunda sarsılmadan yürüyen kimsedir. Aksi takdirde Musa'ya kucak açarken İsa'dan yüz çeviren zavallıların konumuna düşeriz.
Nitekim Şiilerden birisi İmam Sadık'a saltanat teklifini kabule davet ederken imam, "Ne zaman bizim zamanımızdır ve ne de sen bizim dostlarımızdansın" diye cevap vermiştir. İşte bu yüzden siyaset sahnesinden el çekmiş, ilmi ve ibadi işlere yönelerek adeta yeni bir toplum ihya etmeye çalışmışlardır.
Bu esnada zühd, nasihat, hikmet ve felsefe ile ilgili birçok İran, Hind, Süryani kitaplar Arapçaya tercüme edildi. Sokrat Eflatun ve Aristo'nun felsefi fikirleri Mısır'da neşv-ü nema bulmuş, değişmiş ve irfani bir renk kazandıktan sonra Müslümanlar arasında yayılmıştı.
Bu fikirlerin yayılması, zamanın değişmesi, zalimlerin galebesi ve cahillerin fitnesi sebebiyle bazıları riyazet ve nefis tezkiyesine yöneldi ve böylece Hasan-i Basri (ö. h.llO) Rabia-i Advi-ye (ö. h. 185) Ebu Haşim-i Sufi (ö. h. 179) Süfyan-i Sevri ve İbrahim Ethem-i Belhi (ö.h.161) Malik-i dinar vb. kimseler ortaya çıktı.
Bu insanlar tevbe, var'a, zühd, fakirlik', sabır, tevekkül, rıza, nefsle cihad, ve tezkiyeyi her şeyden öne geçirdiler. Bunların tasavvufunu bu yüzden aslında "tasavvufu-u zahidane" olarak adlandırmak gerekir.
Bu tasavvuf da yavaş yavaş gelişti ve Beyazid-i Bestami (ö. h, 23) Hüseyin Mansur-i Hallaç (ö. h. 309) Sehl-i Tüs-teri (ö. h. 283) Ebu Said Ebil Hayr gibi insanların zuhuruyla da tasavvuf-i âşıkane ortaya çıktı. Zira bunlar seyr-ü suluka talep, aşk istiğna, tevhid ve hayretten başladılar.
Sadr-ı İslam'a yakın olan, şeriata bağlı olan ve bazen diğerlerinden daha çok namaz oruç ve hac gibi ibadetlerle meşgul olan ve sözlerini mermuz ve zor bir ifadeyle beyan eden zahid mutasavvıflara hiç kimse itiraz edemiyordu.
Ama aşık mutasavvıflar ortaya çıkıp şeriatın cennet, cehennem, kaza, kader, levh ve arş gibi terimlerini arifane bir dille beyan edince sıradan Müslümanların saldırısına uğradılar. Böylece arif ve sufıleri tekfir etmeye başladılar. Bu aşık mutasavvıflar gerçi Kâbe’yi ziyaret ediyorlardı; ama onlar kalben Kâbe’ye değil, Kâbe’nin sahibine teveccüh ediyorlardı.
Hacı sen boş yere tavaf edersin
Aslında evin sahibiyle aşina olmak gerek." (Şinaht-i İrfan Dr. Ali Asgar-i Halebî, s.20-31)
Biz genel olarak zahid veya aşık mutasavvıflar hakkında söylenen sözlerin binde birinin dahi doğru olmadığını inanıyoruz. Zaten ileride örnekleriyle de sunacağımız üzere birçok insanlar tahrif edilmiş ve haklarında olmadık şeyler söylenmiştir. Bu yüzden bu gibi hususlarda hüküm verirken kesinlikle pervasız olmamak gerekir.
Örneğin Mevlana bakında söylenenlerin binde biri dahi doğru değildir. Hakeza Muhyidin-i Arabî vb. insanlar için de durum aynıdır. Elbette bu insanların masum olmadıklarını da biliyoruz. Ayetullah Cevadi-i Amuli'nin de dediği gibi mesela onun "Musevi" hikmetindeki görüşlerini kabul etmiyoruz.
Ama bu Muhyiddin-i Arabî gibi büyük bir insanı tekfir edip dışlamayı gerektirmez. Nitekim İmam da Muhyiddin-i Arabî’nin beğenmediği görüşleri olduğu halde onu dünyaya tanıtmış ve Gorbaçov’a yazdığı tarihi mektubunda deha sahibi insanları Muhyiddin-i Arabî’nin kitaplarını Kum'da okumalarını söylemiştir.
Zira İmam Muhyiddin-i Arabî’nin düşüncelerinin o kadar da basit olmadığını ve herkesin bunu anlamasının mümkün olmadığını çok iyi biliyordu. Bu yüzden "sana Muhyiddin'in kitaplarını göndereyim de oku" demedi. Dikkat edilsin. "Gelip Kum'da okusunlar" diye yazdı, zira bu gibi kitaplar öyle her cahilin okuyup anlayacağı türden kitaplar değildir. Dolayısıyla da bir bilenin yanında o da bu işe kabiliyeti olan insanlarca okutulmalıdır.
Nitekim Rasulullah da "Ben insanlara akılları ölçüşünce konuşmakla emrolundum" diye buyurmamış mıdır? İmamlar da bir şeyi değişik insanlara değişik metotlarla anlatmamış mıdır?
Örneğin "Allah bir yumurtayı büyütmeden ve dünyayı da küçültmeden kalkıp da dünyayı bir yumurtanın içine sığdırabilir mi?" diye sorulunca İmam (A) birine "Bu muhaldir, Allah'ın kudreti muhala taalluk etmez" derken birine de "Tabi mümkündür, görmüyor musun gözbebeğimiz yumurtadan da küçük olduğu halde Allah tüm alemi onun içine koymuş" dememiş miydi? Hikmet ve akıl da bunu gerektirmiyor muydu?
Ebu Zer ile Selman'ın anlayış ve aklı bir miydi? "Selman'ın kalbindekini Ebu Zer bilse onu öldürürdü." diye buyuran Peygamber de bu manaya işaret etmemiş miydi? Bazılarının aklına bakılırsa tüm İslami hakikatler birkaç yüz sayfalık Kur'an'da o da sadece zahirden anlaşıldığı kadarıyla sınırlıdır. Bu İslam'a iftira değil midir? Bu İslam'ı küçümsemek değil midir?
İnsan yukarılara çıkamadı mı yukarıdakileri aşağıya indirmesi mi gerekir? O halde yarın biri kalkar da Kesrevi gibi aklının almadığı kitapları yakarsa ne demeli? Biraz düşünmek gerekir, değil mi? Bir saatlik tefekkür bin yıllık ibadetten üstündür denilmiyor mu? O halde sözlerimizi de tefekkür ederek sardetmeliyiz ki sürçmeyelim. Gülünç hale düşmeyelim.
Şimdi de tasavvufun kökeni hakkında ortaya atılan çeşitli görüşlere değinelim.
Evvela söylemek gerekir ki H. 2 ve 4. yıllarda özel bir şekilde ortaya çıkan İslami tasavvufun İslami şiar ve felsefi ilkelerin bileşiği bir mahiyet arz ettiği şüphesizdir.
Ama İslami tasavvufun kökeninin İslam ve Kur'an mı olduğu veya diğer kaynaklardan mı alındığı hususunda tarihçiler ve araştırmacılar arasında çeşitli görüşler vardır, bu görüşlerin başlıcaları şunlardır.-
1. Bazıları demişlerdir ki İslami tasavvuf Yunanlı sufilerin düşüncelerinden kaynaklanmıştır. Bu Yunanlı tasavvufun banisi ise Yunanlı filozoflardan biri sayılan Plotin (M.Ö. 205-207)'dir. Bu görüşe göre Yunan fikirleri ve felsefenin İslam ülkelerine nüfuzundan sonra plotin'in vahdet-i vücud inancı üzere kurulu olan mezhebi Müslümanlar arasında yayıldı ve yavaş yavaş kökleşmeye başladı.
(Sufigeri s. 15) Plotin Mısır'da ikame eden Yunanlılardan biriydi ve aslen Rum ehlinden sayılmaktadır. Plotin aslında Ammonius Saccas ve bilgin biri olan öğrencisi ile tanıştıktan sonra hikmet ve irfana yönelmiştir. Böylece Doğu'ya yolculuk etti, İran ve Hind alimleriyle görüştü, onlardan ilim ve bilgi aldı ve sonunda zühd, fakirlik ve kanaat yolunu seçti.
İskenderiye ilmiye havzalarının en muteber filozoflarından, Yunan'ın en önemli filozoflarının en son silsilesinden sayılan ve ilmi, felsefi ve irfani özel bir ekol vücuda getiren neo Poetinizme (Yani Eflatunculuk) taraftarları da aslında Plotin'in takipçileriydi. Plotin şuna inanıyordu ki alemde var olan şeylerin tümü tek şeydir ve o da Allah'tır.
Diğer şeyler Allah'tan ayrılmışlardır İnsanın ruhu bu aleme gelmiş ve maddeye müptela olmuştur. Bu yüzden daima bu alemden kurtulmanın ve kendi asıl vatanı olan aleme ulaşmanın yollarını bulmaya çalışmalıdır. Baştaki gözleri kapamalı kalpteki gözleri açmalıyız. O zaman da görürüz ki aradığımız şey bizden uzaklarda değil belki içimizdedir.
Bu hakk'a ulaşmak diye tabir edilen bir halettir. İnsan bu haletinde her şeyden hatta kendinden bile gaflet içindedir. Cisim, can, zaman, mekân, fikir ve akıldan soyutlanmış ilahi aşkla mest haldedir. Kendisi ile Allah arasında insan artık hiçbir engel görmez olur.
Mecazi dünyevi aşka müptela olan aşık ve maşuklar da kendi vehimleriyle bu alemi aramaktalar. Ama bu alem rububiyet alemidir. İnsan nefsi bedene müptela olduğu müddetçe bu halette baki kalamamakta, dolayısıyla da onun fani ve yokluk olduğunu sanmaktadır. O alem oldukça nadir elde edilen bir anlık geçici bir şeydir." (Seyr-i Hikmet Der Avrupa c. 1, s. 84-95)
Görüldüğü gibi plotin'in görüşleri ile işrakiye filozofları ve İslam tasavvufçularının görüşleri arasında yakın bir benzerlik vardır. Bu yüzden bazı araştırmacılar ve tarihçiler İslami tasavvufun plotin ve yeni Eflatunculardan türediğini veya en azından İslami tasavvufu etkilediğini söylemişlerdir. (Tarih-i Tasavvuf, s. 110)
2. Bazı kimseler ise Hind dinleri ve mezhepleri ile İslami tasavvuf arasındaki yakın bir benzerlik gördükleri için onun Hind fikirlerinden türediğini söylemişledir. Bunların inancına göre İslami tasavvufun Hind fikirlerinden türediğinin en açık delili aralarındaki benzerliktir. Bu benzerlik sebebiyle tasavvufun kökenlerini Hindistan'da aramak gerektiğini söylüyorlar.
Hinduizm tefriki mümkün olmayan ilah ve devlerin çokluğu dolayısıyla anlaşılması zor bir dindir. Ama özetle demek gerekir ki, Hind dinlerinin tümünün esas ve kökeni dört "veda"1ar kitabıdır ki bunların adlan da şöyledir:
1. Rıgveda (İlahi ezgiler kitabı)
2. Samaveda (Dini ezgiler kitabı)
3. Yajorveda (Hükümler kitabı)
4. Ârtvaveda (Tılsımlar, dualar sihirler ve virdler kitabıdır).
Bu Vedalar'da mezkur konuların yanı sıra birçok irfanı ve felsefi derin görüşler de vardır. Bu Vedalar için Hind bilginleri tarafından birçok açıklamalı kitaplar yazılmıştır.
Vedalar'dan vahdet-i Vücud anlayışına delalet eden birçok işaretler vardır, Deniliyor ki Hayatın tüm güçleri "atman" denilen bir asla dönmektedir. Dolayısıyla her şeyin zuhurunu da Atman'a isnad ediyorlar.
Atman her eşyaya karışmış ve tuzun suda eridiği gibi her şeyde erimiştir. Tuzun bağımsız vücudu (elbette ki sudaki tuzun) olmadığı gibi eşyanın da bağımsız vücudu yoktur. Tüm nefisler Brahman veya Atman'ın bizzat kendisidir.
Hinduizm ve İslami tasavvuf arasındaki bu yakın benzerlik sebebiyle Alford Von Kremer, Max Hoortan, Hartman ve Goldsiher gibi meşhur oryantalistler İslami tasavvufun Hinduizmden türediğini söylemişlerdir. Hartman Zerdüştlük, Budizm ve İslam'ın orta Asya bölgesinde karşılaştığını ve Hinduizm irfanı ve ilmi zühd anlayışının İranlılar tarafından İslam'a ithal edildiğini söyler. (İslam Der İran, s. 332-333)
Alford Van Kremer şöyle diyor: "İslami tasavvuf iki farklı unsuru kendine cezbetmistir. Birincisi Hıristiyanların zühd anlayışıdır ki İslam'ın ilk dönemlerinde şiddetli bir tesiri olmuştur, İkincisi ise Budist müşahedelerdir ki bu da İranlılar tarafından İslam'a sokulmuştur, Goldsiher ise Kremer'in bu görüşünü az bir farklılıkla kabul etmektedir,
Velhasıl bunlar divorlar ki. Emeviler zamanında müslümanlar Çin sınırlarına kadar dayanınca Müslümanlar ile Hindular arasına ticari ve iktisadi ilişkiler kuruldu. Hindulardan birçoğu Müslüman oldu, ama bu Müslümanlar bir takım fikir ve düşünceleri de kendileriyle birlikte İslami muhite soktular.
"Edeb-us Sağir", "edebul Kebir", "Buzayf", "Bluher" vb. kitaplar "Minketul Hindi", "ibni Dühn-i Hindi" gibi kimseler tarafından tercüme edilip Müslümanların arasına sokuldu. Özellikle de son kitap Buda'mn biyografisi konumunda olup destanlar şeklinde sufiyane metodu ve fakirlik ile fena felsefesini işlemektedir. Buda'nın hiçbir kimseden öğrenmeksizin birtakım ilahi bilgilere ve ilhama sahip olduğu iddia edilmektedir.
Buda bilindiği gibi M,Ö. 6. asrın ortalarında Hindistan'ın Kuzeyindeki soylu ailelerden birinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Asıl adı Sıddatha'dır. Zühd ve irfan yolunda meyledince kendisine "Guatama" denildi. Manevi kemal ve ruhi yüceliklere erdikten sora da "uyanmış" ve "ilham almış" manasına gelen "Buda" denilmeye başlandı.
Buda zamanın sert ve katı şartlarına karşı ahlaki bir baş kaldırış olarak ortaya çıktı. Budizm, zühd ve bir çeşit yoga hayatı ile arzuları söndürmek ve yok etmek esasına dayanır. Budizm her şeyin fani ve boşluktan ibaret olduğuna inanan pesimist ve panteist bir dindir.
Buda, Prof. Dr. S. Hayri Bolay'ın iddia ettiği gibi (Felsefi Doktrinler Sözlüğü, s. 38) Allah'ı inkâr eden birisi değildir. Aksine onun öğretilerinde vücud-i mutlak, Allah, yaratıcı ve yaratık gibi konular da söz konusu edilmiştir. Velhasıl bu din de diğer dinler gibi irfani bir cihete sahiptir.
Zira Buda öğretileri ferdiyet ve enaniyeti yok etmeye dayanır. Dolayısıyla da İslami tasavvuf ile zahiri bir benzedik içindedir. Buda hayatın dert renc ve ızdırab ile dolu olduğu dolayısıyla da insanın bu dertlerden kurtulması için nefsanî isteklerinden arınması ve Nirvana'ya erişip onda fani olması gerekir.
Buda'nın dediği ilham İslami tasavvufta yer alan keşf ve şuhudun ifadesidir. Velhasıl bu Oryantalist düşünürlere göre bu fikir ve düşünceler İslami tasavvufu derinden etkilemiştir. Nitekim H. 2. asrın ortalarında özellikle de Abbasilerin hilafeti zamanında tüm dinlerin alimleri bir araya geliyor ilmi ve dini tartışmalarda bulunuyorlardı ki bunlar arasında Hindu ve Budist alimler de vardı.
Ayrıca Füzeyi b. Ayaz (ö. 187) Şakik-i Belhi (Ö.174), Davud-i Belhi (ö. 174) vb. birinci tabaka sufiler İslami tasavvufun merkezi sayılan "Belh" şehrinden idiler. İslami tasavvuf orada ve Horasan nahiyesinde teşekkül etti ve oradan diğer beldelere ihraç edildi. Ebu Said Ebul Hayr (367-440) ile Beyaid-i Bestami (ö. 261) de Horasan'da çıktılar.
İbrahim Ethem ise Belhli bir şehzade idi. Beyazid-i Bestami'nin üstadı olan Ebu Ali-i Sindi ise Buhara nahiyesindeki sind bölgesindendir. Beyazid-i Bestami onun hakkında şöyle diyor: Ben tevhidde fena ilmini Ebu Ali'den öğrendim" Bilindiği gibi İslam'dan önceki yıllarda Budizm İran'ın doğusunda yani Belh, Buhara ve Maveraünnehir bölgelerinde yaygın idi. Bu bölgelerdeki Budist tapınaklar oldukça meşhurdur. (İslam ve Tasavvuf, s, 20)
Velhasıl denilmektedir ki ilk büyük sufiler Budizm'in hakim olduğu bölgelerden çıkmıştır; dolayısıyla da bu, İslami tasavvufun Budizm ve diğer Hind inançlarından etkilendiğini göstermektedir.
Özellikle de belirtilmektedir ki Hüseyin b. Mansur-i Hallaç (ö. 309) Hindistan'a yaptığı gezisinden sonra meşhur iddialarda bulunmuş ve ortalığı velveleye vermiştir.
Alford Von Kremer son olarak şöyle diyor: "Sufiler teşbih kullanmayı da Budistlerden almıştır. Şüphesiz ki "fena" meselesini de Budist ve Hindu zahitlerden almışlardır. Nitekim Budistler ile sufîlerin sülük makamları da birbirine benzemektedir. Her iki gurup da fikri bir temerküze inanmaktadırlar ki sufiler adına "murakabe" budistler ise "diyana" diyorlar. Her iki grup da hırka giyer, riyazet çeker ve dervişçe yaşarlar. Ayrıca sufilerin nihai gayesi fenadır. Budistlerin nihai gayesi de Nirvana'ya ulaşmaktır." (Seyr-i İrfan Der İslam, s. 48)
3. Bazıları da inanmaktadırlar ki İslami tasavvuf İranlıların Arapların İslami karşısında ortaya çıkardıkları tepkisel ve aksiyoner bir düşünce tarzıdır. Bu görüşü ise Richard Hortman ve Max Hoortan gibi bazı oryantalistler ortaya atmışlardır.
Evet, görüldüğü gibi her ne hikmetse tasavvuf, felsefe vb. ilimlerin İslam'da asla var olmadığını dolayısıyla Müslümanların bu gibi ilimleri hep Yunan veya Hind kültüründen aldığını savunanlar hep bu oryantalistler olmuştur Müslümanlar da bu oryantalistlerin etkisinde kalarak birçok ilimlerin aslında İslam'da olmadığım ve diğer kültürlerden geldiğini savunmuşlardır.
Bu Müslümanlar, oryantalistlerin aslında İslam'ı donuk ve kuru birdin olarak göstermeye çalıştıklarını ve İslam'ın akli ilimlerle hiçbir ilişkisinin olmadığını sadece bir Kur'an ve birkaç da hadisinin bulunduğunu göstermek için gecelerini gündüzlerine kattıklarını bilemiyorlar Halbuki biz İslam'daki bir şeyin İslam'da yeri olup olmadığını bilmek için bu oryantalistlere mi bakmalıyız?
Onlar ne diyorsa biz kabul mü etmeliyiz? Ustalarımdan birine "felsefe, irfan, ilm-i kelam, tasavvuf vb. ilimlerin bariz farkı nedir?" diye sorunca bana şu güzel cevabı vermişti: "Aslında bunların hepsi de aynı şeyi söylüyorlar. Aralarında hiçbir fark yok. Sadece tabirleri ve anlayışları farklı.
Yoksa hepsi de Allah'ın azametini ve mahlûkatın acziyetini ispat etmeye çalışıyorlar." İslam öncesi irfan, felsefe, tasavvuf vb. ilimlerin Müslümanlar üzerinde bir takım etkileri olmuşsa da büyük İslam alimleri bu ilimleri almış, elemiş, İslam ile çelişen yerlerini atmış ve diğer kültürlerde sözü dahi edilmeyen binlerce meseleleri eklemişlerdir.
Zaten kültür ve medeniyet insanlığın malı değil midir? Şimdiki teknoloji de ilk insandan günümüze kadar gelen bütün insanların çabalarının bir neticesi değil midir? Şimdiki teknolojide İbni Sina'ların, Farabi'lerin, Şeyh Tusi'lerin vb. büyük İslam alimlerinin payı yok mudur? Aslında kültür ve teknolojilerin bölgelendirilişi gerçeklere ihanettir.
Kültür ve teknoloji insanlığın infialidir. Bu hususta hiç kimse malikiyet iddia edemez. Kültürler arasında karşılıklı etkileşim olabilir, ama bu her şeyin başka bir-kaynaktan geldiği manasına değildir. Her şeyi ile kabul edilen bir kültür olamaz,
Dışarıdan her şeyi ile alınan kültürler kültür değil dejenere ve asimilasyondur.
Nitekim Müslümanlar felsefe hususunda da Yunan kültüründen bazı şeyleri miras almıştır. Ama şu anda Molla Sadra'nın felsefesinde yüzlerce konu vardır ki asla Yunan kültüründe izleri dahi görülemez. Üstelik Yunan kültüründen alınan unsurlar da aslında önceki peygamberlerin mirası olan ilahi öğretilerden ibarettir.
İslam filozofları ve arifleri bu öğretilere sonradan eklenmiş akl-ı selime de uymayan cihetleri reddetmişlerdir. Aslında beşere medeniyeti ve tüm gerçekleri peygamberler miras bırakmıştır. İnsan aklı bunun dışında bir hakikate ermiş değildir. Şimdi felsefenin tümüyle yunan kültüründen alındığı ve İslam'da asla yeri olmadığı söylenebilir mi?
O halde batıdaki şu anda mevcut kültür ve teknoloji de bizim sayılır. Zira batılılar Haçlı savaşları esnasında gördükleri İslami kültür ve medeniyet unsurlarını batıya taşımış ve bunu geliştirerek bugünkü duruma gelmişlerdir.
Nasıl ki Batılılar bugünkü var olan şeylerini İslam'dan aldıklarını söylemiyorlarsa Müslümanlar da izzet içinde var olan şeylerine sahip çıkmalı, bu hususta asla aşağılık kompleksine kapılmamalıdır
. Eğer bu ilimlerde İslam ruhuna aykırı noktalar varsa onlar tespit edilmeli ve red edilmelidir. Pire için yorgan yakmak hiçbir akıllının işi değildir.
Ayrıca bazılarının sadece diğer kültürlerde vardır diye İslam'da ve Müslümanlar arasında var olan şeylere karşı çıkması İlmi ve akli hiçbir delile dayanmamaktadır.
Kendilerinin de belirttiği gibi tavaf ve Kâbe’nin ziyaret edilmesi gibi adetler İslam'dan önce de vardı. Şimdi müşrikler yapıyordu diye biz red mi etmeliyiz.? Peygamber red mi etti? Sünnet olmak, bedendeki zaid kılların traş edilmesi, tırnak kesilmesi vb. şeyler de Hz. İbrahim'den miras kalmış sünnetlerdi.
Şimdi bunları Yahudiler ve Hıristiyanlar da yapıyordu diye red mi edelim' Peygamber red etti mi? Hiç unutmam birisi iktibas'ta yazdığı bir yazısında da Kur'an'ın öpülmesinin İslam'a Hıristiyanlardan geçme bir adet olduğunu söylüyordu. Delili ise bir Hıristiyan bilgini İncil'i öperken görmesiydi.
Onun mantığına göre Hıristiyanlar İncil’i öpüyorsa bu demektir ki Müslümanlar da Kur'an'ı öpmeyi oradan öğrenmişlerdir Bu nasıl bir anlayıştır? Hâlbuki bu âdetin kökeni başka şeylerde olamaz mı? Örneğin bu adet insanın kutsal şeylere saygı, duygusundan kaynaklanmış olamaz mı? Hatta o Hıristiyan İncili öpme âdetini Müslümanların Kur'an'ı öpmesinden almış da olamaz mı? Velhasıl bir şeye karşı çıkacaksak kesin ilmi ve akli delillerle karşı çıkmalıyız.
İslami olup olmadığını ortaya koyup öyle bir şeyler söylemeliyiz. Yunan ve Hind kültüründe var olan her şey gayr-i İslami midir? İslam'a zıt olmayan hiçbir unsuru yok muydu? İbn-i Sina, Şeyh İşraki, Şeyh Tusi, Molla Sadra, Allame Tabatabai- Cevad-i Amuli, Hasanzade-i Amuli gibi birçok arif ve filozoflar Yunan medeniyetinden miras aldıkları her şeyi olduğu gibi mi aldılar?
Hiçbir İslami sorumluluk duygusu taşımıyor muydu bunlar? Böyle demek insafsızlık olmaz mı? Biraz da akıllıca laflar etmeliyiz sırf karşı çıkmak, ortalığı velveleye vermek, ucuz bir kahramanlıktan başka bir şey değildir. Bu ise hiçbir Müslüman’a yakışmayan bir haslettir Elbette ki Halis Müslümanları bu gibi hasletlerden tenzih ederim.