NaN%
İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ





MURTAZA MUTAHHARI
ÇEVİRİ: HASAN KANAATLİ
Cilvehayi Kemal-i İnsan
Bismillahirrahmanirrahim.
Elinizdeki kitap, merhum şehid Murtaza Mutahhari’ye aittir. Şehid Mutahhari, kısa bir ömründe, İslâm ile ilgili, kadın hakları, ilahi adalet,İslâm'ın toplumsal evri­mi, materyalizme eğilim nedenleri, iktisadi konular, son yüzyıldaki İslâmi hareketler, İslâmi dünya görüşü ve Kur'an'da insan gibi kitapları ve bunun gibi onlarca ki­tapları ve yüzlerce makaleleri yazmayı başardı.

Ayrıca Kur'an-I Kerim'i tümüyle tefsir etmeye vakti kifayet etmediyse de, küçük surelerin tefsirini fırsat buldukça izaha çalıştı. Bu kitap da o gibi çalışmalarının ürünlerin­den biridir.

Bu kitap, kendi hayatı döneminde kendi eliyle ya­zılmış eserlerinden değildir. Bant yayınından. aktarıldı­ğından dolayı, farsça aslında da birçok imla ve cümle hataları bulunmaktadır.

Biz tercüme ederken aslına bağlı kalmayı uygun gördük, bu nedenle Türkçeye çevrilir­ken cümlelerin akışında bazı düzensizliklerin baş göstereceğini göz önüne aldık.

Fakat bazı yerlerde konunun karışıklığını biraz olsun gidermek için de, ya parantez açtık veyahut ta dipnot olarak açıklık getirdik. Buna rağ­men, tüm problemleri hallettik diye bir iddiada bulun­mak, hata olur.

Bu kitabın ebat olarak küçük, mana ola­rak çok büyük ve yararlı olduğunu okuduktan sonra ka­bul edeceğinizi umarak, böyle bir çalışmaya teşebbüs ettik. Kitabın çevirisinde yardımları dokunan emeği geçen tüm kardeşlere teşekkürü bir borç bilir, siz aziz Müslüman kardeşlerime sağlık ve selametlikler dilerim.


SİZE VE İNANANLARA SELAM OLSUN

MEÂRİC SURESİNİN TEFSİRİ

Bismillahirrahmanirrahim.

1- İstekte bulunan biri, (muhakkak) gerçekleşecek (olan) bir azabı istedi.

2- Kâfirler için olan, bu (azabı) geri çevirecek Kim­se yoktur.

3- (Bu azab) Yüce makamlar sahibi olan Allah'tan­dır.

4- Melekler ve Ruh, O'na, süresi ellibin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.

5- Şu halde, güzel bir sabır (göstererek) Sabret.

6- Çünkü gerçekten onlar, bunu oldukça uzak gör­mektedirler.

7- Biz ise, onu pek yakın görmekteyiz.

8- Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün,

9- Dağlar da (etrafa uçuşmuş) rengârenk yün gibi olacak.

10-(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz.

11-Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu günahkâr, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fid­ye vermek ister,

12-Kendi eşini ve kardeşini

13- Ve onu barındıran aşiretini (soyunun hepsini) de.

14-Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); son­ra bir kurtulsa.

15-Hayır, (böyle fidyeler kabul edilmez) Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir.

16-Başın derisini kavurup-soyar.

17-Yüz çevirip arkasını döneni çağırıp-durur.

18-(Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üst üste) yığmakta olanı

19-Gerçek şu ki, insan, 'bencil ve haris' olarak ya­ratıldı.

20-Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar.

21-Ona bir hayır da dokunulduğunda, engelleyici (kıskanç) olur.

22-Ancak namaz kılanlar hariç.

23-Ki onlar, namazlarında süreklidirler.

24-Ve onların mallarında belirli bir hak vardır,

25-Yoksul ve yoksun olan(lar) için.

26-Onlar, Din gününü de tasdik etmektedirler.

27-Onlar, Rablerinin azabına karşı (daima) bir kor­ku duymaktadırlar.

28-Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz.

29-Ve onlar ırzlarını (mahrem yerlerini) korurlar.

30-Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka, çünkü onlar (bunlardan dolayı) kınanmaz­lar.

31-Fakat bunun ötesini arayanlar, onlar artık sınırı çiğneyenlerdir.

32-(Birde) onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyen) riayet edenlerdir.

33-Şahitliklerinde de dosdoğru davrananlardır.

34-Namazlarını (titizlikle) koruyanlardır.

35-İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır.

36-Şimdi küfretmekte olanlara ne oluyor ki, boyun­larını sana uzatıp konuşuyorlar.

37-Sağ yandan ve sol yandan bölümler halinde.

38-Onlardan her biri, nimetlerle donatılmış Cen­nete gireceğini mi umuyor (tamah ediyor)?

39-Hayır, doğrusu biz onları bildikleri şeyden ya­rattık.

40-Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim, biz gerçekten güç yetirenleriz,

41-Onların yerine kendilerinden daha hayırlılarını getirip değiştirmeye, üstelik bizim önümüze geçilemez.

42-Şu halde sen, kendilerine vaat edilen (azap) gün­lerine kavuşuncaya kadar onları bırak, dalıp-oynasınlar, oyalansınlar.

43-Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onlar dikili bir şeye yönelmişler gibidirler.

44-Gözleri "Korkudan ve dehşetten düşük", yüzle­rini de zillet sarıp kaplamış, işte bu, kendilerine vaat edilmekte (kıyamet ve azap) günüdür.


MEARİC SURESİ

AZABI İSTEMEDE ACELECİLİK

1- "İstekte bulunan biri (muhakkak) gerçekleşecek olan bir azabı istedi."

Bu mübarek sure, kimi vakit başlangıcının (se ele) oluşu dolayısıyla (Se ele Suresi) diye adlandırılmış ve kimi vakit ise bu surede yer alan (mearic) kelimesi dola­yısıyla (mearic) Suresi adını almıştır. Şimdi yapacağımız tefsirde, her iki mana da açıklanacaktır.

Söz konusu sure birtakım olaylarla başlamıştır... Kur'an onun adına "azabı istemede acelecilik" diyor. "Azabı istemede acelecilik" sözünden maksat şudur, Hz. Peygamber (s.a.v.) milleti kıyamet ve dünya azabından korkuttuğunda (özellikle de kıyamet azabından), onlar­dan bir kısmı o hazretin huzurunda şöyle diyorlardı: "Eğer bu söylediğin sözler doğru ise, Rabbine söyle de hemen şimdi bu azabı bize göndersin."

İşte bu durum, insanın "inat derecelerinden" biridir. Buna "inat hastalığı" derler. Hastalıkların en kötüsü de budur. Diğer bir ayette Allah (c.c.) şöyle buyuruyor.

"Ey Allah'ımız, eğer bu (Kur'an) bir gerçek olarak senin katından ise, gökyüzünden üstümüze taş yağdır ve­ya acıklı bir azap getir (bakalım) demişlerdi." (Enfal Suresi.32)

Çok acayiptir ki, bir topluluk ellerini açıp şöyle di­yorlardı . "Ya Rabbi! Şayet bu Kitap hak ve Senden ta-raf gönderilmiş ise, öyleyse bizim üzerimize gökten taş yağdır-ki, artık yaşamayalım."

Halbuki şöyle demeleri gerekirken, "Ya Rab, şayet şu kitap hak ise, hak olduğunu bize göster ve bize ona tabi olmamızı terfiki inayet et. Şayet hak değil ise, se­nin nezdinden gelmemiş ise, bize basiret ver de, yolunu şaşıranlardan olmayalım." Şöyle demişler, "Şayet hak ise bizim artık onu görmeye tahammülümüz yoktur, da­yanamayacağız." İşte buna, "azabı istemede acelecilik" denir.

Bunun benzeri bir konu da hadislerde geçiyor: Hz. Peygamber (s.a.a.) Gadir hum gününde Hz. Ali (a.s.) hak­kında şöyle buyurdu.

"Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır." Muhtemelen Kureyş kabilesinden olan kitap ve ha­dislerde de öyle kaydedilen Numan b. Haris-i Seheri hak­kında şöyle nakledilmektedir:

"Araplar arasında yaşlılık ve aksakallığın itibar gör­düğü o dönemde, Numan b. Haris, Hz. Peygamber (s.a.a.) in huzuruna gelerek şöyle dedi.

"Ey Allah'ın Resulü! Sen bizlere "la ilahe illallah" deyip şehadet okuyun de­din ve "Allah'tan başkasına tapmayın" diye buyurdun, biz de kabul ettik. Senin peygamberliğini kabul etmemi­zi, namaz kılmamızı, oruç tutmamızı, zekât vermemizi istedin, bunların tümünü kabul ettik. Şimdi itaat etme­mizi istediğin bu genci (yani Hz. Ali (a.s.) kast ediyor) kendinden mi söylüyorsun, yoksa vahy mi geldi?"

Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurdular.

"Andolsun şeriki olmayan o Allah'a, bu sözü ben kendimden söylemiyorum, bu, ilahi bir vahyidir."

Anlaşıldığı gibi, o durumuna rağmen, o şahsın pey­gamberin vahyine itikadı var idi ki, bu sözü peygamber­den (s.a.a.) duyunca hemen ayağa kalkıp şöyle dedi, "Ya Rab! Şayet durum böyle ise, ben artık yaşamak is­temiyorum, bana gökten bir taş indir."

Aradan çok zaman geçmeden bir hadise ile karşılaş­tı ve tepesine bir taş düşüp onu helak etti.

(Bir istekli, Allah katından inkârcılara gelecek ve hiç kimsenin sayamayacağı azabı istedi).

Kur'an, "bi azabin yakin" diye söylüyor. 'Gelecek bir azap" diye bahsediyor. O azap ki gelecektir, gelmesi kesindir, onda şüphe etmek ve onda acelede bulun­mak kesinlikle yanlıştır.

ALLAH'A YAKINLIK DERECELERİ

2-3- “Kâfirler için olan, bu (azabı) geri çevirecek kimse yoktur. (Bu azap) Yüce makam sahibi olan Allah tan­dır.”

Bu azab Allah'tan olduğu için, hiç bir güç onu önleyemez. Anlamı şudur: "Bu azab Allah nezdindendir ki, def olunamaz. Eğer defedecek birisi var ise, O'da Allah’tır.

Allah da bunu defetmeyecektir. Zira söz konusu azab, ilahi sünnetlerdendir. İlahi Kaza'dır. Bundan dönüş yoktur. Burada Allah-u Teâlâ, kendisi hakkında çok anlamlı bir kelime getirmiştir:

"(Bu azab) Yüce makam sahibi Allah'tandır" Mearic, "uruç" kelimesindendir. Uruc ise "yukarı gitmek ve yücelmek mahalli" anlamındadır. Allah, kısan­ların yukarı çıkması ve yücelmesi için bir kısım makam­lara, derecelere ve basamaklara sahiptir. Bu mana Kur-an-ı Kerim in birçok ayetlerinde gelmiştir, örneğin:

"Allah katında onlar derece derecedir. Allah yapmakta olduklarını görendir."(Al-i İmran:163)

"Allah sizden iman etmekte olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin."(Mücadele Suresi: 11)

Dikkat ediniz ki biz, bu kelimeyi çok ağzımıza alı­yoruz veya kalpten niyet ediyoruz, örneğin, "bu nama­zı kılıyorum 'kurbeten ilallah" diye söylüyoruz. Yani, "Allah'a yaklaşmak ve ona takerrübde bulunmak için."

İnsanlar, örf ve güncel hayatlarında yararlandıkları mana ve anlamları, yanlışlıkla Allah hakkında da kulla­nabilir ve bu mana ve mefhumların Allah’la ilgili olarak doğru olduğunu sanabilirler. Hâlbuki Allah hakkında hakikattir, itibari ve arazi değildir.

Örneğin biz şöyle diyoruz, "Falan şahıs filan maka­ma çok yakındır." Bu sözdeki maksadımız, acaba o şah­sın o makama "mekân" yönünden yakınlığı mıdır? Me­kan yönünden mi herkesten daha yakındır?.. Eğer öyle olacak olsaydı, o makamın hademesi o makama herkes­ten daha yakın olurdu. Oysaki mekân itibariyle o ma­kamdan kilometrelerce uzakta olan birisinin, o makama daha yakın olması mümkündür.

Burada söz konusu "yakınlık" tan maksat, o şahsin daha fazla (mevrudi inayet) öncelik hakkına sahip oluşu­dur. Örneğin. "Hz. Peygamber (s.a.a.) Allah'a diğer in­sanlardan daha yakındır" diye söylenildiğinde, Allah'ın ona lütuf ve ihsanının daha fazla olduğu kast edilmektedir. Öyle zannediyorlar ki Allah'a yakınlık ve uzaklık o anlamdadır.

Sadece insanlar değil, melekler dahi böyledir. Hiç bir melek mekân yönünden diğer melekten daha yakın değildir. (Yakınlık lütuf ve inayetten ibarettir). Oysaki mana âleminde, gerçekten yakınlık dereceleri vardır.

Du­rum sadece bununla sınırlı olmayıp, âlem-i melekût ve âlem-i gayb, gerçekte rütbe ve dereceleri ihtiva etmektedir. Ne sadece inayet ve lütuf azlığı ve çokluğu söz konusudur'.

Gerçekte insan ibadetinin eseri ile Allah'a taraf yüceliyor. Her derece yakınlaştıkça, vücudu daha çok hak oluyor, hangi yöne vücudu daha hak olur ise, daha çok o yöne değişim gösteriyor. Vaziyeti, şekli, maneviyatı ve her şeyi değişiyor. Hatta biz amelimizle var olu­yoruz.

"Hoş kelimeler ancak O'na yükselir, kabul olunur. Salih ameli de hoş kelimeler yükseltir." ( Fatır Suresi: 10)

Teyyib" sözünden maksat "pak itikattır." Demek ki "teyyib söz" O'na (Allah'a) doğru yukarı gidiyor. Ve "pak itikadı" yukarı götüren de "salih amel"dir. Veya "salih ameli" yukarı götüren "tayyip söz"dür.

Böylece salih amel yukarı gidiyor. Âlem-i gayb'da da bu hissedilebilen gerçekler (oluşumlar) dışında, bir kısım oluşumlar (vakiiyyetler) vardır. İşte Kur'an-ı Kerim'deki "e'ela iliiyyin) ve (esfele safilin) (yani yukarıların yukarısı ve aşağıların aşağısı) gibi sözler de bu vakalara işarettir.

Kur'an, şöyle buyuruyor:

"O Allah ki kendi katında makamları ve derece­leri vardır." Melekler, Hayvanlar, Mevcudat, İnsanlar, her kes ve her şey, hususi bir makamda yerlerini almışlardır.

Şia ve Sünnilerin kabul ettikleri ve güvenilir kitapların yazdığı, ayrıca güvenilir kitabımız Usul-ü Kâfi’de de kay­dedilen, bir dünya kadar da geniş manası olan bir Hadis-i Kutsi vardır. İmam o hadisi şöyle naklediyor:

“Allah’ın kulları daima nafilelerin vasıtasıyla O’na doğru yücelirler”

Bu hadiste "Bihin nevafil" (Nafileler ile) buyurmuş, "Bihil feraiz" (Farzlar ile) buyurmamıştır.

"Benim kulum daima ve sürekli olarak nafileler(l) vasıtasıyla bana yakın olup yaklaşırlar. Hatta öyle bir merhaleye yetişiyorlar ki benim muhabbetime mazhar oluyorlar."

Elbette bu sözden maksat, "diğer kulların Allah'ın muhabbetinden uzak kaldıkları" anlamında değildir. Yü­ce Allah şöyle buyurmak istiyor, "Bizim bir kısım Rah­met ve Rahmaniyetimiz vardır ki, tüm insanların halini ihtiva eder. Bir kısım Rahmet ve Rahmaniyetimiz de vardır ki, hususi kullarımızın haline şamil olur."

Rahmet ve Rahmaniyetten kasıt, insanın belirli bir merhaleye ulaşmasıdır. (Farz ediniz ki örneğin bir insan bir merkeze ulaşmak istiyor).

Müşahhas hududa ulaşma­dığı müddetçe, kendi ayakları ile ileri gitme mecburiye­tindedir. O müşahhas hududa varınca da merkezin kendi cazibesi onu kendine cezp ediyor (çekiyor). (Yani) öyle bir merhaleye ulaşıyor ki, Allah'ın muhabbeti onu cezp ediyor, onu kapsıyor ve ilahi muhabbet eli onu kendine doğru çekiyor.

(Hatta uhubbehu) -ki onu ben dost edi­niyorum artık- (fe iza ehbebtuhu) -onu ben dost edinince onun benliğinden ve hüviyetinden bir şey kalmıyor.

Onun her şeyi ben oluyorum. (Fe iza ehbebtuhu kuntu sem'uhullezi yesmeu bihi, ve beşeruhullezi yebsuru ve yedihillezi...) işiten kulağı ben oluyorum. Onun tutan eli ben oluyorum. Bu tertiple o, her şeyden vazgeçiyor ve her şeyi terk ediyor, onun için artık bir şey kendine kal­mıyor.

Maksadım şudur ki, sözünü ettiğimiz dereceler, yü­celikler ve mertebeler işte bunlardır. O mertebeler ki in­san ona doğru yüceliyor, her ne kadar gitse bile, nihayeti yoktur.

İla nihayet gitse, ebedi olarak gitse dahi, bir mer­haleye varıp ta orada bitecek gibi bir cinsten değildir. Zarfiyeti büyüktür, kendisi de sonsuzdur...


MELEKLER VEYA TABİAT ÂLEMİNİN GÜÇLERİ

4-5- "Melekler ve ruh,.Ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. Şu halde güzel bir sabır (göste­rerek) sabret."

Saffat Suresi 164. ayetin hükmü gereği melekler der ki, "Bizden her birimiz için belli bir makam vardır" Me­leklerin de kendilerine has makam ve yücelikleri vardır ki, o makama tecavüz etmezler.

Allah'ın emri gereği ve ilahi irade doğrultusunda, bu âlemin tedbiri onlara bıra­kılmıştır. Âlem ki bir tabiat âlemidir, kendi zatında hedefi idrak eden şuur, nizam ve bunun gibi şeylere sa­hip ki, Allah o güçlerden "melek" diye tabir ediyor. Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyuruyor:

"Kendini bilen Rabbini bilir." Çok yüce manası olan bir hadistir bu.

Hayret verici bir olay ki, insan yaşadığı müddetçe, bu ruh ve hayat gücü onda var olduğu sürece, onun vücu­du bir nizama sahiptir. Bu nizam on yıl, yirmi yıl, yetmiş yıl, iki yüz yıl aynı şekilde kalıyor.

Organlardan her biri kendi görevini yapıyor. Göz, kulak, burun her biri kendi yerinde görevlerini tamamlıyorlar. Fakat insan ölünce bu nizamların hepsi bozuluyor.

Beden dökülmüş ve kokuş­muş bir vaziyetten sonra ortadan kalkıyor. Buradan anla­şıldığına göre, öldükten sonra artık vücutta diğer güçler yoktur. Âlem de aynen beden hükmündedir. Bizim bede­nimizin nizam ve hayatı, bir güç vasıtasıyla ayakta dur­maktadır.

Tabiat âleminde de durum böyledir. Âlemin haya­tını ve düzenini üstlenen bir güç vardır. Güneş, yıldızlar, Ay ve Yer, her biri kendi görevini yapıyorlar. Onların tü­mü bir güç hükmüne tabidirler. İşte bu Kur'an o güç ve kudretin adını "Melaike" koymuştur.

Kur'an diyor ki, nasıl ruh bedenden ayrılınca, cisim olan beden dökülüyorsa, Âlem’in ruhu gidince de âlem dökülecektir.

Kur'an da geçen ayetlerinin tefsirinde (müfessirler arasında) ihtilaf vardır. Acaba bu ruh, ((Ruhul Kudüs) dediğimiz Cebrail midir? Yoksa melek sınıfından başka bir hakikat midir? Bu "ruh" nedir?

Müfessirlerden Allame Tabatabai inanıyorlar ki söz konusu "ruh" meleklerden başka bir varlıktır. Hakikatta melekler, insanda bulunan ruh gibi âlemin hayat gücü­dürler.

Nasıl ruhlar kıyamet günü cisimleri terk edip ken­di âlemlerine döneceklerse, Âlemin de hayat gücü olan ruhu (melekler) o gün âlemi terk edecektir. İşte o gün, tabiatın harap olma günüdür. Artık ne bir balık, ne bir yıldız, ne de bir güneş olacaktır...

İşte bu nedenledir ki (melekler ve ruh O'na çıkacaklardır) diye buyuruyor.

KIYAMET

KIYAMET GÜNÜNÜN UZUNLUĞU

Burada akla şu soru geliyor, "Kur'an'ın sözü" gere­ği, kıyamet gününde ne güneş, ne ay, ne yıldızlar ve nede hiçbir şey kalmayacak... O halde bu ellibin yıl ne içindir? İşte müfessirler şunu söz konusu etmişler ki "o günün uzunluğunu şayet bugün elimizdeki ölçekler ile ölçecek olursak ellibin yıl kadar ediyor."

İkinci olarak, acaba şu "ellibin yıl" hadisesi herkes için mi geçerlidir. Başka bir deyişle, kıyamet günü ellibin yıllık mesafeyi kat etmek herkes için söz konusu mudur?

Hz. Muhammed (s.a.a.)'den şöyle sordular.

- Ey Allah'ın resulü! (o gün) çok müthiş uzun bir gündür.

Peygamberimiz (s.a.a.) şöyle buyurdular:

- Âlemlerin Rabbine yemin olsun ki, o gün mü'min için, bir vakit namazın kılındığı vakit kadar çok çabukgeçecektir."

Bu ayet aslında kâfirlerle alakalıdır.

Zamanla ilgili konuda dikkat edilecek bir husus var­dır, şöyle ki, "zamanın geçmesi, tümüyle insanın içinde bulunduğu ortamla ilgilidir. Şayet insan iyi bir ortamda ise, zamanın nasıl geçtiğini anlamaz ve zamana karşı du­yarsız olur.

Şayet insan çok zor bir durumda ise, o insa­na zamanın her cüz'ü öylesine zor geçer, örneğin insanı ŞO derecelik kaynamış bir suyun içerisine koysalar ve orada on dakika kalmasını söyleseler, o dakikaların her bir saniyesi bir saatten uzun gelir.

Bu nedenledir ki, za­manı mutlak bir şey olarak tanımlamak doğru olmaz. Buna göre "kıyamet gününün ellibin yıl" oluşu, herkes için eşit değildir. İşte Hz. Peygamber (s.a.a.) buyuru­yor ki:

- Mü'min için bir namaz vakti kadardır."

Bir mü'minin namaz kılışı ne kadar çabuk geçiyor!

HAKKA KARŞI İNATÇI OLMAK

5- Şu halde, güzel bir sabır (göstererek) sabret.

6- Çünkü gerçekten onlar, bunu oldukça uzak gör­mektedirler.

7- Biz ise, onu pek yakın görmekteyiz.

8- Gökyüzünün erimiş maden gibi, olacağı gün,

9- Dağlarda (etrafa uçuşmuş) rengârenk yün gibi olacak.

10-(Böyle bir günde) Hiç bir yakın dost, bir yakın dostu sormaz.

11-Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu günahkâr, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fid­ye olarak vermek ister;

12-Kendi eşini ve kardeşini,

13-Ve onu barındıran aşiretini (soyunun hepsi­ni) de,

14-Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); son­ra bir kurtulsa.

İlk iki kısa ayette Kur'an-ı Kerim insanın Hakka karşı inatçı tutumuna işaret buyurdu. Oda "isteklinin azabı istemedeki aceleciliğidir..."

Ben o hadiseyi açıklarken şu ayeti de naklettim.

“Bir vakit de Ey Allah! Eğer bu, senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize daha acıklı bir azab ver” demişlerdir." (Enfal Suresi. 32)

Müfessirlerden bazısına göre bu ayet ile o olaylar arasında bir bağ vardır. Hatta bu ayetin o olaylara işaret ettiğini söylemişlerdir. Bir kısım insanlar ellerini açıp şöyle dua ediyorlar; "Ya Rabbi!

Şayet şu Kuran hak ise ve senden gelme ise, bize gökten bir taş gönder ki, bizim artık tahammülümüz yoktur." Bu çok feci bir sözdür. Bizlere şunu öğretiyor, "bir vakit insanlar hakka karşı inatlaşırsa "Hakkı görmektense ölmek iyidir" dedirtiyor.

Bizler de bazı vakitler bilinen şu sözleri söylüyoruz, "falan gerçek veya falan olay beynime iğne gibi saplan­dı." Yani "hak olduğunu anladığım an, beynime iğne gibi saplandı.''

Üzerinde bahsedilmeğe değer başka güzel bir cümle daha vardır; (Hak acıdır) cümlesi. Oysaki hakkın acı olmasının hiçte anlamı yoktur. Aksine "batıl" acı olmalıdır. "Acılığın" bir yönden bir şeyin keyfiyeti oluşu gerçektir.

Tat alma duyusu onu hissediyor. Fakat şuna da dikkat etmeliyiz ki tat alma duyusu bazı zaman­lar yanılgıya düşebiliyor, örneğin; acıyı tatlı ve tatlıyı da acı olarak algılayabilir.

İnsan, hakkın zıt yönünde hareket ettiği zaman hak insan için acı olur. İşte o vakit hak onunla zıtlaşır. Var­lığı ve duygularıyla hakka karşı zıtlaşma bulur.

Herhangi bir şahıs ile bir mal üzerinde görüş ayrılı­ğına düştüğünüzü farz ediniz, ihtilafınızı halletmek için Kâdı'nın yanına gidiyorsunuz, orada sizin için iki durum söz konusudur:

1- Ya siz gerçekten hak talep bir insansınız, araş­tırıcısınız, o malın size mi yoksa diğerine mi ait oldu­ğunu öğrenmek istiyorsunuz. Böyle bir durumda kadı her ne şekil hükmederse siz ona razı kalırsınız.

Şa­yet, "mal size ait değil" derse, siz, "Allah razı olsun, kadı beni rahatlattı" ve eğer, "hak sizindir" derse, yine ona "çok teşekkür ederim, beni rahatlattınız" dersiniz.

2- Şayet hakkın sizin ile ilgili olup olmadığına dik­kat etmez iseniz, bütün çabanız “kâdı'nın sizin lehinize” hüküm vermesi olur. Şayet bu durumda kadı sizin iste­ğiniz dışında hüküm verirse, işte o zaman siz hakkın karşısına geçersiniz, ona zıt düşersiniz.

Anlaşılıyor ki; hakkın acı oluşu insanın durumuna bağlıdır. Eğer insan yücelik bulursa ve gerçek imana sa­hip olursa, hiç bir surette hak onun için acı olmaz.

Kendi zahirlerimizi hak ehline nispet vermeyle, hak ehli olduğumuzu zannediyoruz, örneğin ismimizi "Ali" koymakla, Ali (a.s.) gibi Ehl-i hak olduğumuzu düşünüyoruz. Oysaki Ali'nin Ali oluşu (Ali hak iledir, hak da Ali ile) oluşuyla alakalıdır.

Hak Ali iledir. Hak Ali'den ayrılmaz, çünkü Ali haktan ayrılmıyor. Böyle değil ki; Ali haktan kaçsın ve hak da Ali'nin ardından koşsun. Ali hak iledir, çünkü hak da Ali'yle beraberdir.(2)

Acaba Hz. Ali (a.s.) gibi bir insan için de (Hak acıdır) sözü geçerli midir? Yoksa onun için hak, her tatlıdan daha tatlı değil midir? Şu "acılık", insanın kendindendir, ne ki hakkın kendisi acıdır!..

Defalarca şu konuyu söyledik ki, Kur'an'ın beşerden taraf sergilediği en güzel tablo, beşerin hak ile mücanip (zıt) olduğu yer­lerdir. Yani hak ve hakikat onun muhalif yönünde yer almıştır. Böyle bir yönde yerini aldığı için de her zaman ona acı olmuştur.

Bazı vakitler hak ve hakikat insan için o kadar acı oluyor ve o kadar acı oluyor ki; o insanın yaşayıp da onu görmesi mümkün olamaz. "Hak bu ise, yaşayıp da onu germek istemiyorum" der. Böylece de öylesine bir hadde varmış olur ki, onun hakkı arayan fıtratı, kendisi için bir azab oluverir.

İnsan niçin kendini öldürmeye razı oluyor? Niçin azabın gelip onu helak etmesine rızayet gösteriyor? Bu­radan anlaşılıyor ki, hayat ve yaşantı kendisi için o ka­dar acı ve dert verici oluyor ki, artık tahammül gücü kal­mıyor. Şimdi aynı insanın öldükten sonra ki halini ta­hayyül ediniz. (3)

Âlimler, insanoğlunu dünya hayatı içerisinde bulun­duğu müddetçe manevi lezzeti olduğu gibi tadamadığına inanmaktadırlar. Başka bir deyişle, "(insanın) kendi (nefsine) vücuduna olan dikkati, kendisi için bir tehdit oluşturmaktadır.

İnsan, gereği gibi manevi zevkleri idrak edebilmesi için, kendini "kendiyle uğraşma" bağından kurtarmalı­dır. Ve yine bilginlerimiz inanıyorlar ki, ancak insan öl­dükten sonra "ruhunun bedenine bağlanma isteğinden" kendini kurtararak kendine dönmesi mümkün olacaktır.

Dünyada eğer manevi yönden değerli bir şeyler kazan­mışsa, kendine döndükten (öldükten) sonra, dünyada iken tatması mümkün olmayan lezzetleri tadacaktır. Eğer dünyada iken içinde bir takım kıskançlıklar, kinler, kibirlilikler, inatlar ve şirkler toplamış ise, dünyada his­setmesi imkânsız olan acılan hissedecektir.

Burada şöyle bir fikir oluşuyor, şöyle ki; bu dünya­da, nefsin beden ile meşgul olmasından dolayı, acı ve lez­zetleri olduğu gibi duyması mümkün değildir. Şimdi inat ve kıskançlıkta hayli bir mesafe kat eden bir adamı düşü­nünüz. Bu dünyadan -ve gerçekte de kendisinden- kaç­mak istiyor. Mutlaka böyle bir insanın öbür dünyadaki azabı yüz misli olacaktır.

Bu insan, kendinden kaçmayı isteyerek, ölmek ile rahata kavuşacağını zannediyor, oysaki azabının yeniden başlayacağını bilmiyor. Bu nedenledir ki, sizinde bildiğiniz gibi Kur'an-ı Kerim, kıya met ve berzah âleminde, bu gibi şahıslar için bir kısın azapları beyan etmektedir. Fakat bunları bizim tasavvur etmemiz mümkün değildir. Gerçek olanı da budur ve bundan başkası da olamaz.


KIYAMET GÜNÜNÜ İNKÂR

“Kâfirler onu uzakta görüyorlar ve biz ise onu yakında görüyoruz.”

Buradaki uzaklık ve yakınlıktan amaç nedir? Acaba bu uzaklık ve yakınlık zaman bakımından mıdır? örne­ğin onlar (kâfirler, kıyametin uzaklığını) bir milyon sene sonra görüyorlar veya bir dörtbin yıl sonra mı? Yoksa maksat başka bir şey midir?

Onlar (kâfirler) kıyamet gü­nüne asla inanmıyorlar mı? Veyahut ta bu uzaklık ve ya-kınlık ihtimal bakımından mıdır? Örneğin biz bir şeyin olacağına zayıf bir ihtimal verdiğimizde, mesela "binde bir" ihtimal verdiğimizde, "o işin olma ihtimali çok za­yıftır" diyoruz. Yani "çok çok uzaktır". Eğer bir şahıs o şeyin oluşuna yakin ederse, "o kadar uzak değildir" der.

Belki çok daha yakındır. Buradaki uzunluk ve ya­kınlık konusu ihtimaller ve ihtimale yakınlıklar yönündendir. Sonra Kur'an, "Biz onu yakında görüyoruz" diye buyuruyor.

Nehc'ül Belaga şöyle buyuruyor: "Mü'minler Allah'a ibadet için durduklarında, kıyameti ve vadelerini sanki o an vuku bulacakmış gibi görürler." Yani bunlar, kendileri ile kıyamet arasında bir fasıla hissetmiyorlar.

Bu sözden maksat şudur; "Yani kıyamet onlar için şahid olunan bir şeydir. Onlar olayları zaman perdesinin ardından görüyorlar, aynen bir insanın bir gerçeği vuku bulmasından önce idrak etmesi gibi. Örneğin -bazı insan­lar- zamanın geçmesine gerek duymadan, on gün sonra ortaya çıkacak herhangi bir olayı, şimdiden görebilirler.

KIYAMET AHVALİ

Kur'an-ı Kerim kıyamet ahvali hakkında şöyle bu­yurmaktadır.

"Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün. Dağları da (etrafa uçuşmuş) rengarenk yün gibi olacak." İnsanların hali hakkında ise şöyle buyuruyor.

"(Böyle bir günde) Dost, dostun halini sormaz.”

Asla hiç kimse, babasının, annesinin, erkek ve kız kardeşinin fikrine düşmeyecektir.

(Azab ehli) birbirlerine gösterilirler. Baba oğlu gö­rür, oğul kız kardeşi görür, kardeş kardeşi görür. Günahkar kinişe ister ki, o günün azabından (kurtuluş için) oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barın­dıran sülalesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, tek kendisini kurtarsın" Bu delillerdir ki, kıyamet gününde göreceği azab dünyadaki azab ile ölçülemez.

Fakat ne mümkün bilinmeli ki, o cehennem alevlenen ve yakalayıveren bir ateştir.El, ayak, baş ve diğer hiç bir şey bırakmayacaktır. (Derileri; kavurup soyar).

Yüz çevirip geri dönen, toplayan kimseyi (kendine) çağırır. (Ta­kip eden ve canlı bir ateştir). Bu ateş hakka sırtını çevi­ren, hak ile düşmanlık eden ve inatçılık yapanların ardın­ca hareket edecektir.

İnatçılığın kökü nedir?

Şimdi bakalım niçin insan inatçılık ve hakkın zıddı hâline gelmiştir, bu konunun kökü ve kaynağı nerededir? Kur'an bu konunun sırrını şöyle açıklıyor:

Bu serveti Allah toplamaları için vermedi, belki işletmek için ve aralarında döndürüp dolaştırmak için verdi. Parayı toplamak ve stok etmek, Allah'ın kulla­rını mahrum bırakmakla aynıdır.

Çünkü burada iki şey vardır, 1- Sahip olmak, 2- Yığıp stok etmek. Sahip ol­mak şayet helal yoldan olursa ve sahibi bulunan şahıs şa­yet temizleyici bir plana sahipse veya bir kurumun baş­kanı gibi bir plan yapıp paraları daima halkın yararına değip dolaşacak bir şekilde işleme koymuş ise, Kur'an açısından -böyle bir sahipliğin- herhangi bir sakıncası yoktur.

Yani; helal yoldan sahip olmak ve daima işleme koy­mak. Fakat sahip olmak, diğer fertlerin mahrum bırakıl­malarını gerektiriyorsa, artık Kur'an için kabul edilmesi ve ona tahammülde bulunulması mümkün değildir.

Altın ve gümüşü stok edenler hakkında Tövbe Suresi 34-35 ayetlerinde şöyle buyuruyor.

"Ey iman edenler, gerçek şu ki, (Yahudi) bilginlerinden ve (Hıristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar.

Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcama-yanlar ise, onlara da acıklı bir azab müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve) "işte bu, kendileriniz için yığıp-sakladığınızdır; yığıp-sakladığınızı tadın" (denilecek)."

Kur'an'da bu ayetten daha şiddetli bir dil kullanan diğer bir ayetin daha bulunmaması mümkündür.

Stok eden bir insan, yani, "o mala ihtiyacı olma­dığından dolayı stok yapıyor" demektir. Kendilerinin ih­tiyacı olmayınca (Kur'an'a göre) başkalarına vermeleri gerekir. Ya ihtiyacın var, ya da yoktur. Şayet ihtiyacın varsa harca, yok ise, başkalarına ver! (İşte İslâm'da pren­sip böyledir).

O gün, o altın ve gümüşleri, kızartılmış bir maden halinde onların alınlarına ve böğürlerine koyacaklar. Ni­çin secde yerine ve alınlarına? Çünkü onların gerçek mabudları Allah'tır ve Allah'a secde etmeleri gerekirdi, Fakat onun yerine, parayı Allah yerine koydular. Onların yanlarını ve sırtlarını aynı mabudları ile dağlayacaklar.

Dikkat ediniz! Kur'an se ele sailun ayeti ile başlayıp, ilk önce insanın hakka karşı ve muhalif olduğunu işaret ediyor. Sonra diyor, "acele etme".

Pey­gamberimize (s.a.a.) Buyuruyor, "Azapları istemede acele edenlerin karşısında iyice sabırlı ol'. Arkasındanda
kıyametin ahvalini beyan ediyor. Bu şekilde hakka karşı inatçılık yapan insanların da durumuna işaret ediyor.

Bu tertiple devam ediyor, cehennem ateşinin onları takipettiğini buyuruyor. Hangi insanları (takip edecek)? O insanlar ki, hakka düşmanlık ettiler. Bu duruma bunlar niçin düştüler? Nedeni şudur, (paraları stok ettiler) de ondan.

Ebu Cehil ve Ebu Süfyan da bu sınıf insanlardandı. Onların gerçek putlarıyla, görünürde olan putları arasında fark vardı. Yani Peygamber (s.a.a.) ile üzerinde savaştıkları gerçek putları paraları idi. "Uzza ve Hubel'leri değildi.


İNSAN HAKKINDA BİR KONU

19- Gerçekten insan hırslı ve cimri yaratılmıştır.

20- Kendine bir zarar dokundu mu, feryadı basar.

21- Ona hayır (mal) isabet edince de kıskanç...

22- Namaz kılanlar müstesna.

23- Namaz kılan o kimseler ki, onlar namazlarına devamlıdırlar.

24- Onlar ki, mallarında belirli bir hak vardır.

25- Hem dilenen, hem de iffetinden dilenmeyen için.

26- Onlar ki, hesap gününü tasdik ederler.

27- Onlar ki, Rablerinin azabından korkarlar.

28- Çünkü Rablerinin azabından emin bulunulma?.

29- Onlar ki, avret yerlerini korurlar.

30- Ancak zevcelerine ve cariyelerine müstesna... Çünkü onlar (bunlarda) kınanmazlar.

31- Fakat bundan (zevce ve cariyelerden) ötesini arayanlar, işte onlar haddi aşanlardır.

Bu bir kaç ayette insan hakkında bir konu vardır. Bu konu ayetlerde öylesine beyan edilmiş ki, müfessirler o ayetin bazı kısımlarını açıklarken görüş ayrılığına düşmüşler ve ayeti tefsir ederken değişik fikirler belirt­mişlerdir. Ben önce ihtilafın nedenini arzedip sonra aye­tin tefsirine geçeceğim.

Ayetin tercümesi şöyledir,

İnsan "helu" olarak yaratılmıştır. "Helu" yani "hırslı", insan hırslı olarak yaratılmıştır. Öyle yaratıl­mıştır ki ona bir zarar dokundu mu, sızlanır -feryat eder- Bir şer dokunmayla çok ıztırap çeker. Fakat. " ona hayır (mal) isabet edince de menu olur (kıskanç olur). Yani ona sarılır, onu bırakmaz ve başkasına da vermez.

Müfessirler demişlerdir ki -ÎZA MESSEHÜŞŞERRU CEZUEN VE İZA MESSEHÜL HAYRÜ MENUEN- bu iki cümle, "heluen" (hırslı) kelimesinin tefsiridir. Fa­kat "Helu" kelimesinin "Haris" (Hırslı) kelimesiyle şöyle bir farkı vardır, "Helu"nun özelliği şu, yani hayırda ve serde son derece hassasiyeti oları bir kimse.

Bu kısım ayette iki tür hassasiyet beyan edilmiştir, Biri, insana "zararın ve ziyanın ulaştığı dönemdeki has­sasiyet". İkincisi ise, "yararın ulaştığı dönemdeki hassa­siyet".

Müfessirler için söz konusu olan mesele şudur; acaba ayet, insanı methetme mi yoksa yerme konusunda mı nazil olmuştur? Çoğunluk, ayetin insanı yerme konusun­da olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ayet hırs konusunu ve insanın hırslı olduğunu -kıskanç olduğunu- vurgula­maktadır.

Sonra başka bir konu söz konusu olmuştur, o da şudur, (Gerçek şu ki, insan, bencil ve haris yaratıldı) ayeti, insanın o şekilde bir yaratı­lışa sahip olduğunu beyan etmektedir. Yani insan bu surette yaratılıp halk olmuştur. Ayet, insanın fıtri yapı­sını beyan ediyor. iktisabi yapısını değil. Asla yermek anlamına gelmemektedir.

Konu insanın halk oluşu anla­mındadır, yani insan yaratılış fıtratı itibarıyla, hayra ve şerre meyilli olarak yaratılmıştır. Serlere nispeten şu derece meyilli, hayırlara nisbeten bu derece meyillidir.

O vakit insanın yaratıcısı olan Allah, insanı hilkat bakı­mından şu şekilde vasıflandırmaktadır. Bu ayetin yer­mek -mezemmet- makamında geldiğine dair mana ver­mek doğru mudur? Bu, konunun mübhemliliğine delalettir.

Müfessirlerden bazıları (örneğin Zemahşeri gibileri) da gelmişler -İNNEL İNSANE HULİKE HELUEN- aye­tini, bir çeşit" mecazi istiare "ye hamletmişlerdir ve şöyle demişlerdir. Ayetten maksat, "insanın gerçek ve

Fıtri yaratılışı ile böyle olduğu" değildir. Hayır! İnsan fıtrat ve hilkat itibariyle böyle değildir. Fakat insanlar amelen çoğunlukla böyle bu şekilde sudan çıktıkları için Kur'an buyuruyor ki, sanki bunlar da böyle yaratıl­mışlardır ve bu şekilde dünyaya gelmişlerdir.

Bazı insanların bazı işlere karşı fevkalade kabiliyetli olduklarını görüyorsunuz. Hemen ilk aşamada işe el atar atmaz "bir gecede yüz yıl yol mesafe kat eden çocuk" gibi ilerleyip gidiyor.

Başkalarının on, yirmi yılda tecrü­be edip kavrayacakları işleri, o gibi insanlar bir günde kavrayabiliyorlar. Örneğin, şoförlüğü kavramak için birçok insanların aylarca deneyim yapmaları gerekirken, ba­zıları bunu çok hızlı bir şekilde öğrenmektedirler. Halk
arasında bu gibi şahıslara, "sanki şoför olarak dünyaya gelmiştir" diye tabir ederler.

Hâlbuki hiç kimse âlim olarak dünyaya gelmiyor. Siyasetçi, şair olarak dün­yaya gelmiyor. Bunların tümüne insan kendi gücüyle sa­hip oluyor. Fakat insanlardan bazıları bu aşamaları çok süratli bir şekilde kat etmektedirler. Biz buna örfi, meca­zi ve istiari tabirde şöyle diyoruz; "Bu insanlar şoför, şair, alim veya siyasetçi olarak dünyaya gelmişlerdir.

Zemahşeri edip bir insandır. Arap edebiyatının da önderlerindendir. Özellikle fesahat ve belagat sahasında İslâm âleminde ehil olan üç veya dört kişiden biriside odur.

Zemahşeri inanıyor ki; Kur'an'daki (İNNEL İNSANE HULİKE HELUEN) ayetlerinin tabir­leri, birer "istiari" tabirlerdir. Demek istemiyor ki insan hırslı olarak dünyaya gelmiştir. Fakat hırslıları açığa vur­mak istediğinden dolayı buyuruyor ki, "bunlar hırslı ola­rak dünyaya geldiler." Oysaki gerçekte hırslı olarak dün­yaya gelmemişlerdir. (Bu Zemahşeri'nin görüşüdür).

Bazı müfessirler de şöyle diyorlar:

İnsan bu şekilde (yani hırslı olarak) yaratılmıştır. Fakat insanın yaratılışının bu şekilde olması, (insan için) bir noksanlık değildir. Belki, insanın böyle bu surette ya­ratılması gerekliydi.

Noksanlık sonraları insanın kendin­de oluşturduğu tutumlarından oluşur. İnsanın başlangıç­ta bu şekilde doğması, insanın ilk sermayesidir ve bu şe­kilde yaratılmıştır. Fakat öyle bir sermayedir ki, insanın onun üzerinde çalışması ve meşgul olması gerekir.

Çün­kü insan, mükellef, muhtar ve özgür bir yaratıca sahiptir. Allah ona, kendi tercihleri ve kendi çabalarıyla ken­dine nitelik kazanma gücü vermiştir. İnsanın kendi ken­dini oluşturma teklifi aldığı ilk merhalede, o zaman ayıp­ların varoluşu söz konusudur.


Kur'an, asıl hilkat mer­halesini yermek istemiyor ki "insan niçin böyle yaratıl­mıştır." Şu konu insan için kesindir ki, insan diğer yara­tıklar ile farklı ve özellikle de hayvanlardan olan ayrılığı şudur ki "insan hilkatin (yaratılışın) tek baliğ çocuğu­dur. Bunun anlamı nedir? Yani bu Âdemin çocukların­dan çoğunluğu, "Na baliğ" çocuk hükmündedir.


Na ba­liğ çocuklar da, baba ve annelerinin hidayet etmesine -yol göstermesine-ve korumalarına muhtaç olan ve ebe­veyni sorumlu kılan çocuklardır. Baliğ çocuklar ise, haddi kemal, buluğ ve rüşd seviyesine vardıklarından do­layıdır ki kendi başlarına bırakılmışlardır.

Bu kendi ha­line bırakılma öyle bir esastır ki, bugünkü felsefelerde (özellikle de Egzistansiyalizm'de) onu "varlığın asaleti" diye tabir ederler. Bunlara göre insan, niteliksiz bir var­lıktır, kendi tercihleri ve kendi çabalarıyla nitelik kazanır.

Bu söz doğrudur. Fakat bu "kendine yeterlilik" aileden tard edilme manasına değildir. İnsanda buluğ ve kemalliğin bulunması, insanın kendi haline bırakılmasına sebep­tir. Bu "kendi haline" bırakılmaktır ki, insanı mümkün olan en yüksek dereceye çıkarıyor. Hatta meleklerden daha yükseğe Yine bu "kendi haline bırakılma" dır ki, insanı hayvandan daha aşağı salıyor.

İnsan Suresi ayet 3 ve 4 te bakın şöyle buyuruyor:

"Biz ona gerçek yolu gösterdik, (artık o) ya şükredici olur ya da nankör."

İşte bu, kendi haline bırakılma haletidir.

"Biz, insanı karışık bir nutfeden yarattık, onu dene­yeceğiz. Bunun için onu duygu ve görgü sahibi kıldık."

Altı aylık bir çocuğu ki deneyecek değilsiniz. Onu duygulu, görgülü ve anlayan biri olarak karar kıldık. Bu nedenle de denemeye alındı. Sonrada yolu ona gösterdik. Ya şükredici olur ya nankör.

Oysa hayvanlar böyle değil­dirler. Biz görüyoruz ki hayvanlar içgüdüleriyle yaşamla­rını sürdürüyorlar. Bir içgüdüyle, yani hayvanların içinde yol gösteren otomatik bir araç. Bu araç hayvandan her­hangi bir teklifi veya vazifeyi istemeksizin veya iki yol ayırımında durmaksızın, bir araç gibi, otomatik ola­rak kendi kendine, kendi görevini yapıyor.

Böylece Yüce Allah, insanı kendi haline bırakılan bir varlık olarak yaratmıştır. Tabii ki bu "kendi haline bırakılma" durumu, bir sermaye gerektirir. Boşyere o kendi haline bırakılmamıştır. Şayet böyle olsaydı, tard edilmiş olurdu. Kovulmuş bir çocuk gibi...

Kendine bırakılma, "baliğ" durumunda olma anla­mındadır. Böyle bir sermayeye sahip kılınmayla, kendi kendine bu sermaye ile çalışabilirsin artık. Bu sermaye ise, fikri, mali, bedeni ve bunun gibi güçlerdir.

Böyle bir yaratık (fikri güç, bedeni güç ve mali güç) gibi sermayelere sahip olunca, onun için nelerin kamillik ve nelerinde noksanlık olabileceği malumdur. Hiç şüphe­siz üstün şeylere sahip olmak onun için kemallıktır. Ye­rinde saymak ve duraklamak ise, onun için eksikliktir.

Şayet (bu sermayeleri iyi kullanmadan) bir kaç yıl sonrası geri dönüp, "bana ne vermiş isen, şimdide aynı­sına sahibim. Ders okuma isteğim vardı, şimdide o güce sahibim, para ve sermaye vermiştin, şimdide ona sahi­bim" diye söylerse, (ona şöyle denilir,) Bunları sana, böyle kalasın diye vermediler, bunları sana sermaye ol­sun diye verdiler.

Buradan yermenin hangi kısımda olduğu anlaşılmış oldu. İnsanın hayra ve şerre hassasiyet göstermesinin, noksanlık mı, yoksa kemallik mi? Olduğunu şimdi ben sizden soruyorum...

Bunun cevabını siz veriniz! İlk ola­rak bunu bir çocuktan soralım. Şayet bir veya iki yaşla­rındaki bir çocuk kendi şerrini-zararını- hissediyorsa, (ör­neğin yiyecek veya buna benzer şeyleri ondan aldıkla­rında, ya da vücuduna bir aşı yaptıklarında) kendinden hassasiyet gösteriyor, firar ediyor ve bağırıp çağırıyorsa, çocuk için bunlar birer kemallik işaretidir.

Eğer bir ço­cuğa aşı yaptıklarında, vücudu incinmesine rağmen tepki göstermez ise, bu onun için bir noksanlıktır. Tepki gös­termeme durumu, çocuğun his duygusunu yitirmesinin belirtisi sayılır. Tabii ki bu da çocuk için bir eksikliktir.

Şayet bir çocuğa oyuncak verseniz, geri aldığınızda ise vermemek için onun direnişiyle karşı karşıya kalsanız, sizin bu iyiliğiniz karşısında çocuğun "menu" (cim­ri) olması, onun için kemallik mi sayılır noksanlık mı?

Elbette ki kemallik Şayet siz aynı çocuktan "ihsan ve ikram" etme anlayışı bekler iseniz, o vakit çocuğun oyuncağını size geri vermesi, onun için noksanlık sa­yılır. Tabii ki çocuk düşünsel olarak böyle bir seviyeye gelmemiştir ve şayet geri verse bile, düşüncesizliğinden vermiş olacaktır.

Buna göre kendi düşünsel dahilinde kendisi için kemalliktir. Fakat bu durum söz konusu ço­cuk için devamlı olur ise, sonraları yirmi yaşındaki bir delikanlı olduğunda da aynı amel ve davranış üzerine ha­reket eder ise, böyle bir yaşta o gibi bir davranış delikan­lı için eksiklik olur.

Öyle bir zamanda ona bir aşı yap­mak istediğinizde delikanlı çocukluk döneminde olduğu gibi yine tepki gösterir ise, ona, "efendi, bu senin sağlı­ğın açısından yararlıdır, sen, geniş bir ufuk açısıyla ko­nuya bakmalısın" diye söylenilmelidir.

Farsça şöyle bir şiir vardır:

Çocuk iğnenin keskin ucundan korkup titriyor

Şefkatli annesi ise, bu üzüntü anında çok mutlu oluyor.

Anne ki çocuğunun düşmanı değildir. Çocuğu ağla­yıp korkudan titrerken annesi niçin çok sevinçlidir? Çünkü anne daha geniş görüş ufkuna sahiptir de ondan. Bu çocuk da annesinin sahip olduğu aynı görüş ufkuna sahip olsa idi, oda sevinçli olurdu.

Hayırda da durum aynen öyledir. Şayet bir çocuk yirmi yaşma basıp delikanlı olduğu, dönemde ona. "kar­deşin orada acından ölmek üzeredir, yiyeceklerinin bir miktarını da ona ver" diye söyleseler, o delikanlı da hala "menu" (cimri) olur ise, bu davranış onun için kemallik değil de noksanlık olur.

İhsanlardan, ikramlardan ve verilen hediyelerden birçoğu, kendinden fedakârlık etmektir. Bu fedakârlıkta, arkasından daha büyük hayırlar getirmektedir. Demek oluyor ki, hilkatin birinci aşaması çocuk için kemalliktir. Fakat "kendine bırakılma" aşamasında da o durum­dan bir sermaye unvanı olarak istifade etmelidir.

İnsan, "kendi haline bırakılma" durumunda, hırs ile mücadele edebilmesi için, yaratılışında öyle bir hırsın olması şarttır. Çünkü onu kemallik derecesine çıkaran şey, onun hırs ile mücadele etmesin dendir.

Bu, insan için verilen bir sermayedir. İnsan, hayatının ilk aşamasından (çocukluk dönemi) sonraki dönemlerinde halet-i evveliyesi ile karşı karşıya geldiğinde, o sermayeyi kullanacak, böylece de kendi kemallik derecelerine doğru yükselip, o aşamaları aşacaktır. Artık o ilk durumunda kalmadığı gibi, hırsı da yok edecektir.

Tabii olarak insan bu hırsa sahip olmasaydı, onun için hiç bir şey kemallik olmazdı.

Bir kısım insanları anlattığımızda şöyle tarif edi­yoruz, "Bunlar fedakâr ve kedilerinden vazgeçen insan­lardır. Mallarını, canlarını ve her şeylerini Allah yolunda ve Allah'ın kulları yolunda feda ediyorlar." Bunlar ile her şeyi yiyenler arasındaki fark nedir? Farkları şudur, şayet şu hırs kaynağı onda olmasaydı, isâr (kendinden geçme duygusu) onda kâmilleşmeyecekti.

Başka bir de­yişle, "neyin varsa kendin için harca, başkalarına verme" tabii istek duygusu olmasaydı, o vakit bu isteğin tam zıddı olan "kendinden geçme ve isâr etme" ameli de kâmilleşmeyecekti.

Eğer Hz. Ali (a.s.) beşer olmasaydı ve hep tok kal­saydı, kendisine bir yiyecek verdiklerinde ona karşı bir meyil ve istek duygusu bulunmasaydı, farksız bir halde olsaydı, bir fakir kapısına geldiğinde de o üç günü! aç ka­lıp yiyeceğini ona verseydi, bunun hiçbir değeri kalmaz­dı.

Sizin yiyecek yerine ona bir avuç taş vermeniz ne fark ederdi. Şayet halet-i evveliyesi olmasaydı, halet-i saneviyesi onun için kemallik sayılmazdı. İşte halet-i evveliyesi olduğu için halet-i saneviyesi onun için kemalliktir.

Gerek erkek ve gerekse kadın, asıl yaratılışındaki bu hassasiyetle birlikte, hayra ve şerre nispeten, herhangi bir muhasebeyi söz konusu yapmamaksızın, şayet daha büyük bir hayır elde edebilmek için şerre tahammül gös­terir ise, bunun adına "sabır" derler,

İtaate sabır, masiyete sabır ve musibete sabır, ibtidai olarak beşer bu haletin aslına sahip olmalıdır.

Asli yaratılış onun için bir kemalliktir. İnsan şayet şer ile hayır arasındaki farkı göremeyecek şekilde yara­tılmış olsaydı, eksik bu yaratık olurdu. Aynen azası nok­san olan bir insan gibi Fakat o insan bunun aksine olur­du.

Yani, azası değil de, ruhi yönden eksik bir yaratık olurdu. Asıl noksanlık olan şey ise, insanın halet-i evveli­yesi üzerinde baki kalmasıdır. Oysaki insanın "kendi ha­line bırakılması ve kendine terk edilmiş" bir mevcud olu­şu açısından konuya yaklaşım gösterir isek, ikinci hale­tini kendi isteğiyle tamamlayıp aşmasının şart olduğunu anlamış bulunuyoruz.

Yine hayır ve serleri, şeriat ve akıl terazisine kontrol ettiren şey, insanın ikinci haletidir. Bu haleti öylesine mükemmel bir halettir ki, ona herhangi bir "şer" dokunduğunda, şerrin karşısında artık çığlık atmıyor. Şer, onun için "gerçek şer" oluverir.

Sabredip, karşı koyma day&nıkhğmı gösterirse de, aynı şer onun için hayra tebdil oluverir ve "gerçek hayır" olur. örne­ğin, ona herhangi bir hayır yetişse, o, hiçte "menu" (cimri) olmaz.

Artık ona sarılmaz. Anlar ki, şu hayır ve şu menfaat, örneğin "ona ulaşan şu para ve servet" onun için hayır olduğu doğrudur. Fakat onu Allah yolunda ih­san ederse, onun için daha fazla hayır olur. İşte, ayetlerine verilen istisnai durumlar bundandır.


İNSAN EĞİTİMİNDEKİ FAKTÖRLER

İBADETLER

"Ancak namaz kılanlar v..."

Bu gibi sıfatlara sahip olan insanlar, acaba değişik mi yaratılmışlardır? Hayır... Mesele şudur ki, onlar da insandır. Kur'an; "İnnel kafirune hulike heluen" diye söylememiştir. "İnnel insane hulike heluen" diye söz etmiştir.

Mü'min de bir insandır. Demek oluyor ki mü'min de, "hulike heluen, ize messehüşşerru cezuen ve iza messehul hayru menuen" olarak yaratılmıştır. Fakat kendi­sini, dini ve imani bir eğitime teslim ettikten sonra, işlen­memiş (ham) olan sermayesi, artık işlenmiş ve onun için yararlanılacak bir duruma gelmiştir.

Din'de eğitim faktörlerinden biri de "ibadet" tir. Kur'an açısından gerçek bir ibadet, doğru, ihlâslı ve bü­tün şartlan ihtiva eden, ruh'un dikkatini Allah'a, istiğfa­ra, O'ndan yardım dilemeye ve O'ndan ümit etmeye sevk eden" ibadettir.

Yine aynı şekilde, "insanın dikkatini kendine veren, kendi nefsani günah ve suçlarına sevk eden" bir ibadettir, işte böyle bir ibadet, insani eğitimde en önemli bir yoldur. Allah namazı niçin farz kılmıştır? Namaz bizi oluştursun, eğitsin diye, sebep budur...

İslâm eğitim ve öğretiminde çok geniş bir kapı vardır. 0 da, "insan, kendi amelinin oluşumudur" düşün­cesi prensibidir. Başka bir deyişle, "insan, insanın kendi yapıtıdır." Buna göre insan, kendi ameli ile yapılmış-olgunlaşmış olur.

Nasıl amel ederse, öyle yapılaşır. (O yön­de mesafe kaydeder -çeviren-). (Bir söz var ki) Avrupa felsefesinde yeni yeni söylenmektedir. Ona, "praktis" adını vermişler.

Yani, "amel felsefesi" oysaki bu söz Kur'an açısından 1400 yıl önce ortaya konmuştur. İnsan kendi amelinin oluşumudur. İnsan, hem kendi amelini -hareketini- yapan ve hem de bu amelle oluşan bir yara­tıktır.

Namaz insanı oluşturur -eğitir- niçin? Çünkü Kur­an şöyle buyuruyor.

"Ey iman edenler! Sabır ve namazdan güç ve yar­dım alınız."

(Hadiste gelen sabrın ilk kapsamı oruçtur). Yani; sabırdan (oruç.'tan) ve namazdan güç ve yardım alınız. Aynen namazın zahiri adabını alınız, sonra batini adabı­na gidiniz. Yani namazın sahih ve kabul olma şartlarını düşününüz.

İnsana şöyle söylediklerinde, "Eğer namaz kılıyor­san, gasp edilmiş toprağın üzerinde kılma, aksi halde na­mazın batıl olur. Eğer evin gasp olursa, evinin sergisi gasp olursa, namazın batıldır.

Üzerindeki elbiseler ile namaz kılabilmen için, gasp olmaması gerekir. Hatta borçluysan, borcu ödeme vakti de gelmiş ise, borç sahibi de va­kit vermiyor ise, acelecilik yapıp namaz kılmana müsaade etmiyor ve namaz vakti de bol ise, ilk önce borçlu oldu­ğun şahsın borcunu ödemelisin.

Sonra namaz kılmalısın. Yani ilk önce Allah'ın kulu ile irtibatını doğru yapmalı, kul hakkına riayet etmeli, sonra Allah'a yönelmelisin." işte bunlardan her biri, insani eğiten faktörlerdir.

Bir de şu konuya dikkat etmek gerekir, "acaba bu şartların tümü yerine getirilse, insanın namazı kabul olur mu? Diyorlar hayır. Namazın sahih olduğu doğrudur. Fakat kabul edilmesi başka şartlara bağlıdır.

0 da; gü­nahlardan sakınmaktır. Sakınmalısın ki namazın kabul görsün. Durumun ve dikkatin Allah'a yönelmeli ki, na­mazın yukarı çıksın. Kalbin huzurlu olmalı ve dikkat ile kılmalısın.

Yani (ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dilerim) diye söylediğinde, namazının kabul ol­ması için ümit içerisinde olmalı ve kendini muhtaç his­setmelisin.