NaN%
Kırk Hadis Şerhi-c:1 Kırk Hadis Şerhi-c:1





Ayetullah’il Uzma İmam Humeyni (ra)
Çeviri: Kadri Çelik
Orjirnal adı: ÇEHEL HADİS

MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ
Allah'ım, Muhammed ve Ehl-i Beyt'i (salavatullahi aley­him) hakkı için gönül aynamıza ihlas nuruyla aydınlık bağış­la. Gönül levhasından şirk ve seneviye pasını gider.

Bu dala­let ve hayret çölünün çaresizlerine, saadet ve necatın ana yo­lunu göster. Bizleri kerimane ahlak ile ahlaktandır. Dergahı­nın velilerine mahsus kıldığın o has cilve ve esintilerini biz­lere de nasib et.

Cehalet ve şeytan ordusunu kalpler memle­ketinden dışarı çıkar ve onların yerine ilim, hikmet ve rah­man ordularını yerleştir. Bizleri bu dünyadan kendinin ve dergahına has kullarının sevgisiyle al. Ölüm anında ve on­dan sonra bizlere rahmetinle davran. İşlerimizin sonunu sa­adetle eş kıl!...

Zayıf ve sermayesiz olan bu kul, bir müddettir ashab ve ulemanın -Allah onlardan razı olsun- muteber kitaplarında yer alan ismet ve taharet Ehl-i Beyt'inden (aleyhimi's-selam) menkul 40 hadisi bir araya toplamayı ve umumun haliyle bir münasebeti olsun diye de bu hadislerden her birini münasib bir şekilde şerhetmeyi düşünüyordum.

Farsça konuşan in­sanların da faydalanabilmesi için bu eseri Farsça olarak ka­leme aldım. Umulur ki, Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve alihi) .-"Ümmetimden kim kırk hadis hıfzederse..." (*) hadisi­ne şamil kılınırım.

Allah'a hamdolsun, vermiş olduğu güzel tevfikiyle işe ko­yuldum. Allah Teala'dan bu eserin tamamlanması için de inayet ve muvaffakiyet dilerim. Şüphesiz ki tevfik ve başarı Allah'tandır.

Ruhullah el-Musavî el-Humeynî

(*) Sahifetu'r-Rıza, 114. hadis, Uyumı ehbari'r-Rıza, C. 2., b. 31, 99. hadis.

Önsöz

Rahman ve Rahim olan allah'ın adıyla

"Erbain" (40 hadis) kitapları kırk hadisi veya hadiste kırk babı içe­ren kitapların adıdır, zahiren bu tür yazımlar H. 4. asırda başlamıştır. Bu kitapların yazım felsefesi ise "ümmetime faydalı olacak kırk hadisi hıfzeden kimseyi Allah Teala kıyamette fakihler ve alimlerle hasreder" hadisi olmuştur.

Ebu Bekir Kelabazî (Ö. 380) Ebu Abdurrahman Sele­mi, Ebu Naim Isfehanî, Şeyh Behaî vb. alimler bu babda değerli eser­ler kaleme almışlardır. Bazıları tevhid, bazıları zühd ve bazıları da iba­detlerle ilgili hadisleri cem etmiştir.

imam Humeyni (r)'in bu "Kırk Hadis Şerhi" de aslında kendi takri-ratı olup mezaminini Feyziye ve Molla Sadık medresesinde kendi öğ­rencilerine irad buyurmuşlardır. Daha sonra bu konuda bir kitap yaz­mayı kararlaştırdı ve "Kırk Hadis Şerhi" kitabını 1979 yılında sona er­dirdi. Bu hadislerden 33 tanesi ahlakî diğer yedi tanesi ise itikadı ha­dislerdir.

İmam (r)'in ahlakî ameli sahasında kaleme aldığı bu eser aslında kendi alanında bir şaheser durumundadır. İmam sadece ahlakî değer ve öğretileri bilen bir ahlak bilgini değil, aym^zamanda bir mürebbi ve pedagog konumundaydı.

Hayatı boyunca asla kendisinden bahsetmemiş hatta kendisiyle il­gili özel hususların zikrini bile hoş görmemişti. İmam, "Ben diyen şey­tandır" buyurarak Hürremşehr gibi önemli bir şehrin Saddam uşakla­rının elinden geri alınmasının karşısında da "Hürremşehri Allah kur­tardı" demiş ve ameli ahlakın en büyük tecellisini sergilemiştir.

İmam (ra) ümmetin rahmet ve şefkat dolu bir mürebbisiydi. Terbi­ye ettiği binlerce genç şehadet şerbetini içerek lika cennetine koşmuş, mahbubun visaline ermişlerdi.

Tarikatla gerçek İslamî bir irfanın ka­rıştırıldığı ve bu yüzden İslamî mücadelede büyük yenilgi ve gerileme­lere şahid olunduğu Türkiye'de böyle bir eserin faydasını, olumlu etki­lerini ve yapıcı yönlerini tartışmaya bile gerek görmüyoruz. Nitekim bu kitabın Farsçasmı görür görmez çok beğenmiş sevmiş ve tercüme etmeye başlamıştım.

Ama sadece bir bölümünü tercüme ettikten sonra bazı sebeplerden ötürü tercümesinden el çektim. Uzun bir müddet geç­tikten sonra bu değerli eserin Türkiye müslümanlarma kazandırılma­sının gereğine inandım.

En küçük bir fırsatını da elde edince yeniden tercüme etmeye başladım. İnşaallah 1. cildinin hemen ardından 2. cildi de yayınlanacak ve bu önemli eser Türkçeye kazandırılacaktır.

Aslında tercüme de bir sanat ve kabiliyet işidir. İnsan bir mütercim olarak yetişir ve tercüme ederse faydalı olur. Yoksa "dostlar pazarda görsün" kabilinden yapılan tercümelerin İslamî bir sorumluluk da ge­tirdiği bilenen bir gerçektir.

Hayatı boyunca bir tek irfanı ve felsefî ki­tap okumamış insanların kalkıp da bu dalda önemli eserler yazması muhal olduğu gibi böylesi ilmi kitapları sağlıklı tercüme etmesi de im­kansızdır.

"Körler diyarının şaşı kralları bazı mütercimler ne yazık ki piyasaya büyük ölçüde hakim durumda. İmam, Mutahhari, Ali Şeriati vb. mütefekkir insanların eserleri birbiri ardınca tercüme edilmekte­dir.

Uzun bir zamandır Farsçaya aşina olduğum, kırkın üzerinde kitap tercüme ettiğim ve bazı kitapların derkinde dahi zorlandığım halde bir de bakıyorsun bu kitaplar tercüme edilip piyasaya sürülüyor.

İmam, Mutahhari, Şeriatî vb. şahsiyetlerden haberi olmayan ve hatta onları sevmeyen insanlar kalemi eline alıp tercümeye koyuluyorlar.

İnsanın bilmediği işe burnunu sokmaması da bir erdemdir ki günü­müz Türkiye'sinin tercüme dünyasında bu erdemden mahrum durum­dayız. Şüphesiz ki günümüzdeki kavram ve terimler kargaşasında bu sözde mütercimlerinde payı vardır.

İran'da bile İmam, Mutahhari, Tabatabaî vb. insanların kitaplarını büyük ayetullahlar ve hücctülis-lamlar tercüme edip şerhederken Türkiye'de bunun tam tersi durum sözkonusudur.

Edebiyat zevkinden bile mahrum insanlar har vurup harman savuruyor ortalığı veryansın ediyorlar. Allah-u Teala tüm müslamanları gösteriş ve yersiz cehdden sakın­dırsın.


İMAM HUMEYNİ'NİN (R) KISA BİYOGRAFİSİ

İmam Ruhullah al-Musavi el-Humeyni 24 eylül 1902'de İslamî geleneğe sıkı sıkıya bağlı ve alimlerin olduğu bir ailenin çocuğu ola­rak Humeyn kasabasında dünyaya geldi. Humeyn kabasabı Tah-ran'ın birkaç yüz kilometre güney batısına düşen küçük bir kasaba­dır. Hem byük babası ve hem de babası alimdi. Ailesi köken olarak Hindistan'dan geliyordu.

Nitekim ailesinin bir bölümü hala Hindis­tan'da yaşamaktadır. Ayetullah Mustafa Ruhullah'ın doğumundan beş ay önce katledilmiş, bu nedenle Ruhullah'ın bakım ve terbiyesi­ni annesi ve teyzesi üstlenmişti. 16 yaşma geldiğinde hem annesini ve hem de teyzesini kaybetti.

Eğitimini, daha sonraki yıllarda aye­tullah Pesendide adıyla tanınacak olan büyük ağabeyi Seyyid Mür-teza üstlendi. Ayetullah Pesendide daha sonraları bu yılları anlatır­ken ayetullah Huneyni'nin ciddiyeti ve zekasına herkes tarafından takdirle karşılandığını da büyük bir övgüyle anlatacaktı, ayetullah Humeyni 19 yaşına gelince dini bilimler alanında eğitim görmek üzere Şeyh abdulkerim Hairi'nin yanına Arak kentine gitti.

Hem Arak şehri ve hem de Şeyh Hairi, Şii mezhebinin en önemli eğitim merkezi ve en önemli Şii bilginiydi özellikle de burada tedrisatta bulunan Mirza Hasan Şirazi daha sonraki dönemlerinde İmam'ı et­kileyecek olan en önemli şahsiyetlerin başında geliyordu.

Şeyh Hai­ri genç Humeyni üzerinde geleneksel bilgi donanımı yönünden etki ettiği gibi siyasal aktivite açısından da oldukça etki gösterdi. İmam bu yüksek değerdeki hocalarından aldığı bilgileri kafasının süzge­cinden geçirerek pratiğine yansıtıyordu.

Hairi daha sonraki yıllarda eğitim merkezini İran'daki Kum kentine "taşıdı, kum kenti tarihi boyunca dini bilimler merkezi olmuştu.

Ama Hairi Kuma ulaştığında buradaki eğitim düzeninde bir dizi değişiklik gerçekleştirerek burada alman din eğitimini en üst seviyeye çıkardı. Onun yaptığı değişiklikler sonucunda Kum kenti İslamî İran'ın ruhu haline geldi. Tüm bu incelemelerin sonucu İmamın Şahın monarşisine karşı 1962 yılında başlattığı kıyam ile alındı.

İmam'm daha sonraki yıllarda elde ettiği başarının özünde bu­rada aldığı eğitimin büyük payı vardı kuşkusuz. Hairi'nin öğrencile­ri içinde aklı, zekası ve kavrayış gücüyle hemen ön sıralara çıkan Humeyni özellikle irfan konusunda yaptığı araştırma ve bu alanda ileri sürdüğü görüşleriyle tanındı. 27 yaşma geldiğinde ise ilk telif eserini kaleme aldı.

Arapça kaleme alman bu eser Misbah el-Hida-ye adını taşımaktaydı. Ayetullah Humeyni bu döneminde daha son­ra devrim yıllarında ve sonrasında yakınında olacak birçok insanı da çevrisene toplamış, onlarla sık sık felsefi sohbetler yapmaya baş­lamıştı. Bu sohbetlere yüzlerce insan katılarak fikir adamlarından ileri sürdüğü görüşlerden yararlanmıştı.

İmam'a bir "Devrim Önderi" sıfatı verecek özelliklerbu yıllarda ortaya çıkmaya başlamıştı. O hem iyi bir öğretmen hem iyi bir alim olurken aynı zamanda siyasi aktivitesi ile bir lider olarak kendini yetiştirmeye çalışıyordu.

İmamın devrime kadar geçen hayatını kapsayanbeîli başlı çizgi de özünü İslam ahlak ve irfanının belirlediği çizgi olmuştur. O daha 19301u yıllarda yaptığı konuşma ve münazaralarda sık sık bu temel öğelerden bahsederek bir müsiümanm hayatını oluşturacak çizgi­nin ne olması ve nasıl olması gereğini anlatmıştır.

Dinleyicilerin sorduğu sorulara verdiği cevaplarda ve onların herhangi bir konu­daki problemlerini çözerken izlediği yöntemle de bu çizgiyi koruma­ya gayret göstermiştir.

İmam Humeyni'nin Kum ketinde aktif an­lamda faaliyet gösterdiği yıllar İran'da Rıza Han Pehlevi Hanedanı­nı kurduğu yıllara ratlamaktadır.

Rıza han İran monarşisinde yap­tığı değişikliklerle bu monarşiyi acımasız çağdaş bir diktatörlük ha­line getirmiş, İslam'a karşı geliştirilen bu komplo üzerine İmam Kum kentinden Meşhed, İsfehan, Tebriz kentlerine gönderdiği araş­tırmaları, fetvalarıyla karşı bir tavır alıyordu, imam o yıllarda bu

tür bir yönetimin nerelere gelebileceğini tahmin ederek kendini uzun soluklubir mücadele için hazırlıyordu. Pehlevi Hanedanının ikinci ve son temsilcisine karşı yürüttüğü mücadele taktiklerini kullandı.

Yani oğul Şah'a karşı yürüttüğü mücadelenin derslerini baba Şah'a karşı yürütürken geliştirmişti. Imam'ın politik içerikli ilk kitabı da 1941 yılında kaleme aldığı keşful Esrar adlı kitabı idi.

Bu kitapda dine karşı olan akımların bir eleştirisini yapıyor, ama satır aralarında verdiği mesajlarda Pehlevi hanedanını eleştirip yerden yere vuruyordu.

1937 yılında Şeyh Hairi vefat etti. Kum kentinde ki din eğitimi­ni yürütmek üzere Ayetullah Sadr Hüccet ve Hansari'den oluşan birüçlü alimler kurulu oluşturuldu. Daha sonra Hairi'ni rolünü üst­lenebilecek yetenekte bir alim olan Ayetullah Burucerdi din eğitimi­nin liderliğini üstlendi.

Ayetullah Burucerdi döneminde imamın si­yasal aktivitesi durmadı, aksine daha da gelişti. Burucerdi hem en üst düzeyde bir alimde ve hem de öğrencilerini monarşiye karşı po­litik anlamda bilinçlendiren bir liderdi.

Burucerdî'nin bu açık şah muhalefetine karşı imam kendi mücadelesini Burucerdî'nin vefatı­na kadar kapattı sadece Burucerdi'nin muhalefet hareketine destek oldu. 1962 yılında Burucerdi vefat edince O'nun tüm görevlerini üstlendi.

Bu tarihte Ayetfullah Humeyni dışında en üst dini makama ge­çecek başka kimse yoktu ve dolayısıyla bu makama o seçildi. Bu ay­nı zamanda Şah monarşisine karşı yürütülecek mücadeleni de gide­rek artan boyutta öne alınması anlamına da geliyordu. İlk adım şa­hın ülkeye getirmek istediği İslam dışı bazı düzenlemeler nedeniyle başlatıldı.

İmam her tarafa gönderdiği mesajlarıyla yeni hazırlanan ve İslam'ın özüne karşı olan hukuksal düzenlemenin toptan redde­dilmesini istiyor, bu konuda halkı direnmeye çağırıyordu.

Bir anda ülkenin her tarafında öyle bir muhalefet rüzgarı esmeye başladı ki şah bile halkna böyle birtepki beklemediği için tasarıyı geri çekti ama ilerisi için karşısında olacak kişiyi de tanımıştı artık.

İkinci adım ise çok geçmeden geldi. 1963 yılında Şah, adına "Be­yaz Devrim" dediği bir dizi değişikliği gerçekleştirmek üzere ülke­nin sosyal, ekonomik, siyasal ve dini kurallarını değiştirmek istedi.

26 Ocak 1963 yılında bu değişikliğe ilişktin bir referandum yapıla­cağı açıklandı. Bu aslındaİran'ın ABD, güdümünde bir devlet olması için uygulamaya konulmak istenen bir değişiklikti.

Başbakan mu-şaddık bir CIA darbesiyle devrilince ülkede halk ayağa kalktı. İmam o dönemde Kum kentinde yaptığı bir konuşmayla halkı ayağa kaldırdı. Verdiği mesajda özellikle "devrim" kelimesi arkasına sığı­narak gerçekleştirilmek istenenlerin ne olduğunu anlattı.

Şah rejimi buna kayıtsız kalamazdı. 22 Mart 1963 yılında askeri güçleriyle Feyziye medresesine saldırma emri verdi. Bu saldırı sıra­sında birçok öğrenci katledildi.

Artık imam bu olayla birlikte müca­delenin yeni bir boyut kazandığnı görüyordu. Çünkü mücadelede Şah silah kullanma emri vermiş ve kan dökülmüştü. Aslında med­reseye yaptığı saldırıyla Şah müslüman halkın bağlı olduğu sembo­lik değerlerin tümüne saldırabileceğini, asıl amacının Islamî değer­leri yok etmek olduğunu göstermişti.

1963 sonbaharında İmam Şaha karşı yayınladığı bir bildiriyle ülkenin bir ABD kuklası olması için ne gerekiyorsa yapıldığını buna karşı çıkılması gerektiğini, ABD ve İsrail ile müslüman İran'ın hiç­bir şart altında bir araya gelemeyeceğini belirtti.

Aynı yılın 10 Mu­harrem günü Şaha gönderdiği bir mektupta bunları anlattı ve şah­tan ya İslamî ilkelere dönmesini ya da sonunu babası gibi olacağını belirtti. Mektubun gönderilmesinden iki gün sonra evinde iken tu­tuklanıp Tahran'a götürüldü.

İmamın şaha karşı başlattığı muhalefet hareketi her yerde yan­kısını buluyordu. Kum'da, Meşhed'de, Şiraz'da, İsfahan'da, Tah-ran'da, Kaşan'da yapılan gösterileri Şah yine ordusunu kullanarak bastırmaya kalktı.

Ordu birliklerinin halkın üzerine açtığı ateş so­nunda en az 15.000 kişi hayatını kaybetti. Bu, tarihe 15 Hordad olarak geçecek olan büyük katliamdı.

Bu andan sonra artık İmam Şah'a karşı muhalefetin güçlü sesi ve lideri durumuna geldi. Öyle ki yaptığı konuşmalar ülkenin içinde ve dışında binlerce kişiyi hareke­te geçirmeye yetiyordu.

1978-79 İslam Devrimine kadar 15 Hordad artık İran için önceden planlanmayan fakat en çok kişinin katıldığı eylem günü haline geldi. Bu olaylı yıllarda ülkeyi terketmek zorunda kalan şah ABD'ni

desteğiyle yeniden İran'a geldi. Artık ABD'nin direkt desteğini sağ­layan Şah saldırganlığını daha da artıracak muhaliflerini ezmek için her türlü aracı kullanacaktı. 4 Kasım 1964 yılında İmam Türki­ye'ye sürgüne gönderildi.

Önce Ankara'da tutulan İmam daha sonra Bursa'ya gönderildi. Türkiye'deki sürgün yıllarında da şahın baskısı devam edince Ekim 1965 yılında İmam Irak'ın Necef kentine gitmeye karar verdi.

Böy­lece 13 yıl sürgün yaşamı süreceği Irak'ın Necef kentine yerleşti. Şah bu sürgün döneminde de İmam üzerinde baskısını artırarakr sürdürdü.

İmam ise yaptığı açıklamalarıyla İran'da özellikle halk üzerinde etkinliğini giderek artırmaya devam ediyordu. Buradan halkı zalim şah rejimine karşı kıyama davet etmeye devam etti.

Bu sürgün döneminde sık sık hacc görevini ifa etmek üzere Mek­ke'ye giden İmam orada dünyanın her yerinden gelen müslümanlar ve alimlerle fikir teatisinde bulunuyor, dünyanın ve özellikle de müslümanlarm sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları aramaya de­vam ediyordu.

İsim olarak ve şahsiyet olarak İmam Humeyni İran'da hiçbir za­man unutulmamıştı. Halk onu seviyor ve onun gösterdiği ilkeler doğrultusunda yaşamaya gayret ediyordu.

İmamın yerleştirdiği mu­halefet hareketi giderek hem sayıca ve hem de nitelik olarak artma­ya devam ediyordu. Yetiştirdiği öğrencileri sayesinde gençlik ve ilim okuyanlar arasında etkisi İran'da yaşadığı dönemden daha etkili hale geliyordu.

23 Kasım 1977'de İmam'm oğlu Hac Mustafa necef te aniden öl­dü, aslında olay ABD'nin gizli servisi CIA ve onun güdümünde olan İran gizli servisi SAVAK tarafından gerçekleştirilmişti. Gerçi bu olay İmamı çok fazla etkilememişti ama İran'da halk sokaklara dö­külerek durumu protesto etti.

8 Ocak 1978 yılında ABD başkanı olan Jimmy Carter İran'ı ziya­ret etti ve bu ülkenin bölgede ABD'nin jandarması olduğunu açıkla­dı. Bu dönemde şahın kontrolündeki basın yayın organları imamı yabancı güçlerin ajanı ilan etti.Akabinde kum kentinde protesto gösterileri başladı ve bir çok insan yaşamını yetirdi.

1978 yılının yaz ve bahar aylarında İmam çeşitli vesilelerle yapmış olduğu açıklamaları, demeçleri ve kutlama mesajları sayesinde ülke içindeki muhalefet hareketlerine direktif­ler vererek onları yönlendirmeye devam etti.

Nihayet imam yaptığı çıklamalarmda İran'da şah monarşisinin yıkılmasından sonra İran'da bir İslam Cumhuriyeti kurulacağını açıkladı. Artık imam Devrim hareketinin odağı haline gelmişti.

Halk ayağa kaldıran sloganlar hep İmam lehine olan onu yücelten sloganlardı. Irak'taki BAAS rejimi şahın da bakışıyla İmamın Irak'tan ayrılmasını istedi. Bunun üzerine İmam Fransa'ya gitmek zorunda kaldı.

İran'da ise bu dönemde artık muhalefet hareketi bir devrim hareketine dönüşerek şahın iktidarını sarsmaya başlamıştı. İmam Fransa'dan yolladığı mesajlarla İslam Devriminin önderliğini yerine getiriyordu. İran'da kıyam eden halk adeta kulağını Fran­sa'ya açmış oradan, İmam'dan gelecek işareti bekliyordu.

Şah'm ülkeyi terketmesiyle artık İslam Devrimi başarıya ulaş­mış ve Devrimin önderinin işaret ettiği gibi ülkede bir İslam Cum­huriyeti kurulma çalışmaları başlamıştı.

Doğumundan vefat ettiği güne kadar İmam'm hayatı incelendiğinde görülür ki onu başarıla­rında temel çizgi İslam'la kendi arasında kurduğu sıkı ve kopmaz bağdır.

Hayatının her alanında, gündelik yaşamından ailesiyle olan ilişkilerine kadar her noktada bu bağın örnekleriyle hareket etmesi onun başarısının temel motifi olmuştur. İmam hem bir önder, hem bir devlet idarecisi hem müctehid hem arif hem filozof hem ahlak mürebbisi hem de şefkat dolu bir babaydı.

Nihayet 4 kHaziran 1989 yılında mahbubunun çağrısına leb-beyk diyerek icabet etti. Fena aleminden beka alemine göçtü.

Allah bizleri onunla mahsur kılsın, şefaatine nail kılsın.

Cennet olsun mekanı, nur içinde yatsın.

KADRİ ÇELİK

Birinci Hadis NEFSLE CİHAD

KIRK HADİS ŞERHİ
Sekunî'nin Ebu Abdullahi's-Sadık'tan naklettiğine göre hazret şöyle buyurdu:

Rasulullah (günün birinde) bir seriyye gönderdi. Seriyye geri döndüğünde onlara şöyle buyurdu: "Aferin küçük cihadı yerine getirip de (üzerinde) büyük cihadı baki kalanlara." Denildi ki, "Ya Rasulullah! Büyük cihad da neyin nesi? Hazret, "nefs ile cihad" buyurdu. (*)

ŞERH

Bil ki insan iki ayrı neş'et ve aleme sahip ilginç bir var­lıktır. Onun bedeni olan zahirî, mülkî ve dünyevî neş'et ile diğer bir aleme ait olan batını, gaybî ve melekutî neş'et. Gayb ve melekût alemine ait olan nefs ise birçok makam ve

(*) Kafi, C. 5, Kitab ve Cihad, Cihad Çeşitleri Babı. h. 3. 18

NEFSLE CİHAD

derecelere sahiptir ki, bazen genel olarak yedi, bazen dört, bazen üç ve bazen de iki kısma ayırmışlardır.

Bu makam ve derecelerden biri için kendisini en yüce me-lekut alemi ile saadete davet ve cezb eden rahmani ve aklanî ordular olduğu gibi, kendisini en alçak melekût alemi ile şe-kavete davet ve cezb eden şeytanî ve cehlanî ordular da var­dır. Bu iki ordu arasında daima cidal ve niza vardır. İnsan bu iki taifenin savaş meydanı konumundadır.

Eğer rahmanı ordular galip gelecek olursa insan saadet ve rahmet ehli olur. Melekler sulûkunda bulunur, enbiya, evliya ve salihler zümresine katılır ve onlarla mahsur olur ama cehalet ordusu galip gelirse, gazap ve şekavet ehli olur ve şeytanlar, kafirler ve (Allah'ın rahmetinden) mahrumlar zümresiyle haşrolur.

Bu sayfalarda Allah izin verirse tafsilata kaçmadan nefsin bazı makamlarına işaret edecek, onun saadet ve şekavet şe­killerini icmalen beyan edecek ve aynı makamda nefsle ciha­dın keyfiyetini de açıklamaya çalışacağız.


Birinci Makam

Fasıl

Nefsin Zahirî ve Mülkî Makamı

Bil ki, nefsin ilk makamı ve en düşük menzili, mülk, zahir ve dünya menzilidir ki, bu hissedilir beden ve zahirî bün­yeye O'nun gaybî nurları ve ışıkları saçılmış, bu da ona yer­sel bir hayat bağışlamış ve bu bedende ordular teçhiz etmiş­tir.

Nefsin savaş meydanı işte bu bedendir. Zahirî kuvvesi ise yedi mülkiye iklimine yayılan ordu, yani kulak, göz, dil, mide, tenasül organı, el ve ayaktan ibarettir.

Bu yedi iklime yayılan bütün dağınık güçler ise vehm makamından nefsin tasarrufunda bulunmaktadır. Zira vehm, nefsin bütün zahirî ve batınî kuvvetlerinin sultanıdır.

O halde eğer vehm şeyta­nın veya kendisinin tasarrufuyla onların üzerinde hükümet kuracak olursa bu kuvvetler şeytan orduları şekline dönüşür ve bu memleket şeytanın sultası altına girer, akıl ve rahman orduları izmihlale uğrar, insan dünya ve mülk neş'etinden yenik olarak ayrılır, hicret eder ve orası şeytana ait bir mem­leket haline gelir.

Ama eğer vehm, akıl ve şeriat nezaretinde bu güçler üzerinde tasarrufta bulunur, bu güçlerin hareket ve sükunetleri akıl ve şeriatın disiplini altına girerse o za­man da bu memleket rahmanı ve aklanî olur ve şeytan tüm ordularıyla birlikte ayrılır, çekip gider.

Öyleyse büyük bir cihad olup Allah yolunda öldürülmekten de yüce olan nefsle cihad, bu makamda insanın kendi kuvvetlerine galebe çal­masından, onları yaratıcısının emir ve fermanı altına sokma­sından ve bu memleketi şeytan güçlerinin ve ordusunun pis­liklerinden temizlemesinden ibarettir.

Fasıl Tefekkür

Bil ki, nefsle mücadele ve Hak Teala'ya doğru hareketin ilk şartı tefekkürdür. Ahlak alimlerinden bazısı, kitaplarının Bedayet (*) kısmında tefekkürü beşinci mertebede ele almış­lardır ki, bu da kendi makamında doğru bir davranıştır. Bu

(*) Galiba kastedilen şahıs, tanınmış ahlak alimi arif (Abdullah Ensarî'dir. Bu alim Menazilu's-Sairîn isimli kitabında Seyr'i on kıs­ma ayırmış, bu Jsısımların ilki olan bedayet'ın taksiminde ise tefek­kürü beşinci mertebede zikretmiştir.

makamda tefekkür, insanın her gece ve gündüz az da olsa bir miktar, kendisini bu dünyaya getiren, rahatlığı için her türlü vesileyi hazırlayan, kendisine salim bir beden ve her birinin kendine has bir faydası olan bunca kusursuz güçleri ve herkesi hayrete düşüren aklı ihsan eden mevlamız Mali-ku'1-Mülûkun (Allah) bunca rahmet ve nimetleri gönderdiği bunca peygamberleri, nazil kıldığı kitapları, ettiği kılavuzluk ve davetleri karşısında ne gibi bir vazife ve sorumluluğu ol­duğunu düşünmesi ve derince bir fikretmesinden ibarettir.

Acaba bütün bu işler, tüm hayvanlarla ortak yönümüz olan bu şehvetlerin tatmini ve dünyevî hayat için mi öngö­rülmüştür? Yoksa başka bir maksat mı var işin içinde?

Aaba mükerrem nebilerin, muazzam velilerin, büyük hakimlerin, milleti akıl ve şeriat kanunlarına davet eden ve onları hayvani şehvetler ve bu fani dünyadan sakındıran değerli alimlerin insanlara bir düşmanlığı mı vardı veya vardır? Yoksa şehvetlere dalmış biz çaresizlerin ıslah yolunu bizim kadar mı bilmiyorlardı?

Akıl sahibi bir insan biraz düşüne­cek olsa bütün bu işlerden maksadın başka birşey olduğunu hemen anlar. Bu yaratılıştan maksat, daha yüce ve büyük bir alemdir. Bu hayvanî hayat asıl maksat değildir.

Akıllı in­san kendini düşünmeli, çaresizliğine acımalı ve kendisine şöyle hitap etmelidir. Ey uzun yıllar boyunca şehvetler pe­şinde koşmakla ömrünü tüketen şaki nefs!

Şimdiye kadar eline ne geçti ki? Biraz da kendine acı, Maliku'l-Mülük'tan haya et ve biraz da ebedi hayat ve daimî saadete sebep ola­cak olan aslî maksad yolunda yürü. Ebedî saadeti, büyük zahmetler ve takat sınırını aşan meşakkatler sonucu ele ge­çen ve fani olan birkaç günün şehvetleriyle değiştirme ve on­ların çektiği zahmet ve meşakkatlerin, elde ettikleri rahat-

bklar karşısında ne kadar da büyük ve yüce olduğunu müla­haza et. Halbuki bu rahatlık ve boşluk da herkes için müyes­ser değildir. İnsan suretinde, (ama) şeytan ordusundan ve onun elçisi olan insan, seni şehvetlere doğru çağırmakta ve "maddî hayatımızı temin etmeliyiz" demektir.

Biraz da onun halini gözönünde bulundur ve onu sorguya çek, bak bakalım kendisi bu durumdan razı mıdır? Yoksa kendisi mübteladır da başka birisini de mübtela kılmak mı istij'or?

Her halinde, tam bir acziyet ve yakarışla Allah Teala'dan seninle O'nun arasında amaç olması gereken vazifelerine seni aşina kılma­sını temenni et. Şeytan ve nefs—i emmare ile mücahede maksadıyla yapılan bu tefekkürün senin için başka bir yol açması ve böylece de mücahede menzillerinden bir diğerine geçmekte muvaffak olman ümid edilir.

Fasıl Azim

Tefekkür menzilinden sonra mücahid bir insan için azim menzili sözkonusudur. (Bu menzil, Şeyhu'r-Reis'in İşarat (*) 'ta ariflerin derecelerinin ilki olarak kabul ettiği iradeden başka birşeydir.)

Bazı şeyhlerimiz -Allah ömür versin- buyuruyorlar ki, azim insaniyetin cevheri ve insanın imtiyaz ölçüsüdür. İnsa­nın derece farklılığı da işte bu azim farklılığından kaynak­lanmaktadır.

Bu makamda sözkonusu olan azim ise, günah­ları terketmek üzere karar almak, farzları yerine getirmek ve hayattayken vaktinde eda edemediği ibadetlerini kaza et­mekten ibarettir. Bilahare azim, insanın kendi suret ve zahi-

(*) İbn-i Sina'nın İşarat adlı meşhur kitabı.

NEFSLE CİHAD

rini aklî ve şer'i bir insan şekline sokabilmesidir ki, şeriat ve akıl da zahire hükmederek bu şahsın bir insan olduğunu söyleyebilsin. Şer'î insan, şeriatın istediği tarzda hareket eden, zahirini Resul-i Ekrem'in (sav) zahiri gibi kılan ve tüm hareket ve sükûnetinde, bütün fiillerinde ve terkettiklerinde hazrete uyabilen kimseden ibarettir.

Bu, herkes için müyes­ser olan birşeydir. Zira zahirini efendimiz gibi kılmak, Al­lah'ın tüm kulları için makdur (güç yetirilebilecek) birşeydir. Bil ki insan ilk etapta şeriatın zahiriyle işe başlamadığı müddetçe ilahî marifet yolunda bir tek adım olsun ileri gide­mez.

Hak şeriat adabıyla edeblenmediği müddetçe de güzel ahlaklardan hiç birisine (hakkıyla) sahip olamaz ve ilahî ma­rifet nurunun onun kalbinde tecelli etmesi, batın ilminin ve şeriat sırlarının ona keşfolması da mümkün değildir. Haki­katin keşfi ve marifet nurlarının kalbinde tecelli etmesinden sonra da zahirî adabla edeblenmiş olarak kalması gerekir.

Öyleyse bazılarının, "zahir terkedilse de batın ilmi elde edile­bilir" veya "batın ilmi elde edildikten sonra artık zahirî edeblere riayete gerek yok" diye iddia etmeleri yanlış ve batıl birşeydir. Bu iddia, sahibinin ibadet makamlarına ve insani­yet derecelerine olan cehaletini göstermektedir. Ben de Al­lah'ın izniyle muvaffak olursam bu sayfalarda onun bazı ma­kam ve derecelerini beyan etmeye çalışacağım.

Fasıl Azmin Afatı

Ey aziz, azim ve irade sahibi olabilmek için (ciddi bir şe­kilde) çalışmalısın. Allah göstermesin, eğer bu dünyadan azimsiz olarak göçecek olursan, batın'm keşif ve sırların zu-

hur mahalljf olan o alemde akılsız, şeklî bir insan olursun. Günah işlemeye cüret etmek ise, insanı yavaş yavaş azimsiz kılar ve bu değerli cevheri insandan çekip alır.

Değerli üsta­dımız -gölgesi başımızdan eksik olmasın- buyuruyorlardı ki, "insanın irade ve azmini her şeyden daha fazla yok eden şey, tağanniyata kulak vermesidir." Öyleyse ey kardeş, günahlar­dan sakın, Allah'a doğru hicret etmeye azmet, zahirini, insan zahiri kıl, şeriat ehli kimselerin sulûkuna koyul, halvet köşe­lerinde Allah Teala'dan bu maksadında sana yardımcı olma­sını dile, sana tevfık vermesi ve meydana gelmesi muhtemel sürçmeler karşısında elinden tutması için de Resul-i Ekrem'i (sav) ve Ehl-i Beyt'i şefaatçi kıl.

Zira insanın hayatında o kadar derin sürçmeler vardır ki, bir an içinde felaket uçuru­muna düşmesi ve böylece de kendisi için hiçbir şey yapamaz bir hale gelmesi mümkündür. Belki de artık kendisi için bir çare bile düşünemez hale gelir ve o zaman da Allah korusun şefaatinden mahrum kalır.

Fasıl

Muşarete, Murakabe ve Muhasebe

Mücahid bir insan için gerekli ve lüzumlu işlerden biri de muşarete, murakabe ve muhasebedir. Muşarete, insanın, mesela her günün başlangıcında "bugün Allah Tebarek ve Teala'ya karşı muhalefet etmeyeceğine" dair kendisiyle şart­laşması ve bu hususta ciddi bir karar alması demektir.

Ma­lumdur ki, insanın bir gün muhalefet etmemesi oldukça ko­lay bir şekilde uhdesinden gelebileceği bir iştir. Sen azmet, şartlaş ve tecrübe et de bunun ne kadar kolay bir şey olduğu­nu gör.

NEFSLE CİHAD

Şeytan ve bu melunun orduları mezkur işi senin gözünde abartıp büyütmeye çalışabilir, ama bil ki bu şeytanın bir hi-lesidir. Ona kalben ve gerçek bir şekilde lanet et, batıl ev­hamlan kalbinden dışarı sür ve bir gün (olsun) tecrübe et, o zaman (bu işin ne kadar da kolay olduğunu) sen de tasdik edeceksin.

Bu muşareteden sonra da murakabe menziline girmeli­sin. Bu da kararlaştırıldığı üzere amel etmeye dikkat etmek ve kendini bu hususta yükümlü bilmekten ibarettir.

Allah göstermesin eğer Allah'ın emrinin hilafına olan bir işe bu­laşmak gönlünden geçerse, bil ki bu şeytan ve onun ordusun-dandır ve seni şartlaştığm husustan saptırmak, kaydırmak istemektedirler. Onlara lanet et ve şerlerinden Allah'a sığın.

O batıl hayalleri kalbinden çıkar ve şeytana de ki: "ben bu­gün Allah Teala'nın emrinin hilafına davranmayacağıma dair kendimle şartlaştım.

Velinimetim uzun yıllardır ki ba­na nimet vermiş, sıhhat, selamet ve emniyet bağışlamış ve ebediyyete kadar kendisine hizmet edecek bile olsam şükrü­nün uhdesinden gelemeyeceğim merhametler ihsan etmiştir. Ümid edilir ki Allah'ın izniyle şeytan tardedilsin, el çektiril­sin ve böylece de rahman ordularıgalib gelsin."

Bu murakabenin, kazanç, seyahat, tahsil ve benzeri işle­rinden hiç birisiyle herhangi bir zıddiyet ve aykırılığı yoktur. Akşama kadar da bu hal üzere kal ki artık muhasebe vakti­dir.

Bu da "Allah ile şartlaştığm hususlara riayet ettin mi ve­ya bu cüz'î muamelede velinimetine ihanette bulundun mu? diye nefsini hesaba çekmenden ibarettir.

Eğer gerçek birşe-kilde vefa etmişsen bu tevfik sebebiyle Allah'a şükret ve bil ki bir adım ilerledin, ilahî nazar altına girdin. Artık Allah Teala dünya ve ahiret işlerinin ilerlemesi için sana kılavuz-

luk edecek, böylece de yarınki işin daha bir kolaylaşacaktır. Bir müddet bu hal üzere kal. Ümid edilir ki, bu artık senin için bir meleke olsun ve oldukça rahat ve kolay bir iş haline gelsin.

O zaman da artık Allah'a itaat etmek ve günahlardan kaçınmaktan (bu dünyada) lezzet alırsın. Burası mükafat ve eza alemi olmamakla birlikte yine de lezzet alırsın ve ilahi mükafat işe karışıp seni lezzetlere boğar adeta.

Bil ki, Allah Teala sana ağır tekliflerde bulunmamış, uh­desinden gelemeyeceğin ve güç yetiremeyeceğin şeyleri sana tahmil etmemiş, yüklememiştir. Ama şeytan ve ordusu bu işi senin gözünde büyütmekte ve zor birşeymiş gibi göstermek­tedir.

Allah göstermesin, muhasebe esnasında şartlaştığm hususta bir gevşeklik ve zaaf gösterecek olursan Allah Tea-la'dan özür dile ve artık yarın için şartlaştığm üzere amel edeceğine dair yeniden söz ver. Bu hal üzere kal, ta ki Allah Teala tevfik ve saadet kapılarını üzerine açsın ve seni insan­lığın doğru yoluna ulaştırsın.

Fasıl Tezekkür

Nefs ve şeytanla mücahedede insana tam bir destek sağ­layan ve müeahid bir insanın daima dikkat etmesi gereken şeylerden birisi de tezekkürdür. Ve biz onu da zikrederek, birçok konuya değinilmediği halde, bu makamın beyanına son vereceğiz. Bu makamda tezekkür, insanın daima Allah Teala'yı yad etmesi ve kendisine merhamet buyurduğu ni­metleri hatırlatmasıdır.

Bil ki, insanın ihsan sahibi birine ihtiram göstermesi, fıtrî ve yaratılıştan gelen bir özelliktir. Kendi zat kitabım iyice bir mütalaa eden herkes, orada insanın kendisine herhan­gi bir nimet ihsan eden kimseye karşı ihtiram ve saygı gös­termesi gerektiğinin yazılmış olduğunu görür.

Malumdur ki, ihsan edilen nimet ne kadar büyük olur ve ihsan sahibi kim­senin de bunda (herhangi bir) garazı olmazsa fıtrat gereği böyle bir kimseye ihtiramın da aynı oranda fazla ve gerekli olduğuna hükmedilir. Mesela size bir at veren kimsenin ihti­ram ve saygınlığı ile, minnet bile etmeden size bir köy ver­mek isteyen birinin ihtiram ve saygınlığı arasında oldukça bariz fark vardır. Mesela eğer bir doktor sizi körlükten kur­taracak olursa fıtrat gereği hemen ona ihtiram gösterirsiniz.

Eğer sizi ölümden kurtaracak olsa daha fazla ihtiram ve say­gı gösterirsiniz. Ama gel gör ki, tüm cin ve insanlar Maliku'l-Müluk'un bizlere ihsan ettiği zahirî ve batmî nimetlerden sa­dece birini bile veremezken bizler yine de kalkmış tüm bun­lardan gaflet etmekteyiz. Mesela gece gündüz teneffüs ettiği­miz şu hava ve kâinattaki tüm mevcudatın hayatı da ona bağlıdır.

Eğer hava onbeş dakika kadar kısa bir zaman bile olmayacak olsa hiçbir canlı hayatta kalmaz. Bu (hava) o ka­dar büyük bir nimettir ki bütün cin ve insanlar onun bir ben­zerini bizlere vermeye kalkışsalar şüphesiz ki bundan acze düşerler. Biraz da, beden selameti kabilinden ilahi nimetleri, zahirî kuvvetler kabilinden göz, kulak, tatma ve dokunma organlarını ve batını kuvvetler kabilinden hayal, vehm, akıl ve sayısız faydası bulunan diğer ilahi nimetleri hatırla.

Mali-kül-Müluk bütün bu nimetleri bizler istemeden ve üzerimize hiçbir minnet de koymadan inayet etmiştir. Hiçbir itaat ve ibadetimize ihtiyacı yokken ve kendisi için bizlerin itaat ve masiyeti de hiç mi hiç fark etmezken yine de verdiği bunca nimetlerle yetinmemiş, bizlere enbiya ve peygamberler göndermiş, kitaplar nazil buyurmuş, saadet ve şekavet ile cen­net ve cehennem yolunu göstermiş, dünya ve ahirette ihtiyaç duyduğumuz şeylerin tümünü bizlere inayet etmiş ve sadece bizim yararımıza olan bir takım emir ve nehiylerde bulun­muştur.

Cüz'iyyatı şöyle dursun, külliyatını bile saymaktan tüm insanlığın aciz kaldığı bu nimetleri ve diğer binlerce ni­meti zikrettikten sonra acaba sizin fıtrat (ve vicdanınız da) böyle bir ikram sahibine ihtiram ve saygı göstermek gerekti­ğine hükmetmiyor mu? Acaba böyle bir velinimete hıyanette bulunmanın akla göre hükmü nedir?

Büyük ve azamet sahibi şahıslara ihtiram gösterilmesi hadisesi de fıtrat kitabında sabit ve yazılı olan bir şeydir. Halkın dünyaya, servete, sultanlara ve büyük şahsiyetlere karşı kail olduğu ihtiram ve saygı da onları büyük ve azim olarak teşhis ettikleri sebebiyledir.

Acaba Malikul-Müluk'un azamet ve büyüklüğünden daha üstünbir azamet düşünüle­bilir mi? O'nun değersiz ve en alçak yaratığı olan şu dünya bile en küçük bir alem ve en dar neş'etler (diyarı) olmasına rağmen şimdiye kadar hiç bir mevcudun aklı ona ermemiş, hakikatine ulaşamamıştır.

Diğer güneş sistemlerinden daha küçük ve öbür güneşlere nisbeten hisedilir bir değere de sa­hip olmayan şu bizim güneş sistemi karşısında bile dünya­nın en büyük kâşifleri hiçbir şey söyleyememiş ve şimdiye kadar da hakikati hususunda yeterli bir malumat edineme­mişlerdir.

Acaba bir tek işaretle bütün bu alemleri ve diğer binlerce gaybî alemi yaratan azim ve azamet sahibi bir kud­rete ihtiram ve saygı göstermek akıl ve fıtrat nazarında ge­rekli ve lüzumlu bir şey değil midir?

Hatta insanın huzurunda hazır bulunan bir kimseye ihti­ram göstermek de fıtrat kitabında yer alan bir husustur. Mesela, Allah göstermesin insan birisinin gıyabında kötü laflar etse de huzurunda kendisine fıtrat ge eği ihtiram göster­mekte ve karşısında sükût etmektedir.

Malumdur ki, Allah Tebarek ve Teala her yerde hazır ve nazırdır ve tüm varlık memleketi onun nazarı altında sevk ve idare olmaktadır. Belki hepsi de bizzat huzur olup tüm alemler onun nazarı altında idare edilmektedir. Bütün alemler rububiyyet mah­zarıdır.

Şimdi söyle bakayım ey yazarın habis nefsi, böyle aza­metli ve büyük bir zatın mukaddes huzurunda bizzat kendi­sinin ihsan etmiş olduğu bir nimet olan şu kuvvelerinle gü­nah ve masiyet işlemekten daha büyük bir zulüm ve suç dü­şünülebilir mi? Acaba bir tek hardal tanesi kadar bile hayan olsa utançtan erimen ve yere yıkılman gerekmez mi?

Öyleyse ey aziz, Allah'ının azametini daima hatırında tut. O'nun nimet ve merhametlerini an ve her zaman-mekan içinde O'nun huzurunda olduğunu aklından çıkarma. O'na karşı günah işlemeyi ve isyankarlığı terket.

Bu büyük savaş­ta şeytan ordularına galebe çal, kendi memleketini rahmanı ve hakkanî bir memleket kıl ve şeytan orduları yerine Hak Teala ordularının karargahı haline getir.

Böylece Allah Te­barek ve Teala başka bir makamda yapacağın mücahedede ve önünde duran daha büyük bir savaş meydanında sana tevfik inayet etsin. Bu da (mezkur meydan) nefsin ikinci ma­kamı sayılan batın aleminde nefsle cihad'dan ibarettir ki Al­lah izin verirse biraz da ona işaret etmeye çalışacağız.

Şunu da yine hatırlatmalıyım ki, Allah Teala'dan başka hiç kimse­nin elinden birşey gelmez diyerek kendi kendine ümitlenme-melisin, tam tersine, ağlayıp yakararak bizzat Allah Tea­la'dan bu mücahedede sana tevfik inayet etmesini dile, olurki inşaallah galib gelirsin.Şüphesiz ki, tevfik verici sadece Allah'tır.


İkinci Makam

Nefsin Batıni ve Melekutî Makamı

Fasıl

Nefsin Batındaki Şeytanî ve Rahmani Ordularının Nizası

Bil ki, insan nefsi için başka bir memleket ve makam d#-ha vardır. O da batın memleketi ve melekut neş'etidir ki, nefs orduları oradan daha fazla ve zahir memleketine nisbe-ten daha da bir öneme sahiptir.

Orada rahmani ve şeytanî ordular arasında var olan niza ve cidal daha da büyük ve o neş'ette galibiyetler daha fazla ve ehemmiyetlidir. Hatta za­hir memleketinde var olanlar da oradan inmiş ve mülkte zu­hur etmiştir. Şeytanî ve rahmanı ordulardan birisi orada ga­lib gelecek olursa bu memlekette de galib gelmiş demektir.

Ahlak ve sülük ehli büyük şeyhlerin nezdinde bu makamda nefsle cihad, oldukça büyük bir öneme sahiptir. Belki bu ma­kamı bütün saadet ve şekavetlerin, derece ve basamakların kaynağı olarak değerlendirmek de mümkündür. Dolayısıyla da insan bu cihadda kendisine oldukça dikkat etmelidir.

Al­lah göstermesin bu memlekette rahmani ordular mağlub olur da iş bu mekan şeytan ordusundan birtakım gasıp ve ehliyetsizler tarafından işgal edilecek olursa insan daimi bir helakete doğru sürüklenir ki, artık bunu telafi edebilmek de müyesser olmaz, şefaatçilerin şefaati kendisine şamil kılınmaz.

Allah korusun Erhamu'r-rahimin ona gazab ve öfke na­zarıyla bakar ve belki de şefaatçiler bile sonunda onun düş­manları oluverir.

Şefaatçisi onun düşmanı olan kimsenin vay haline! Allah biliyor ya, bu ilahî gazab ve gerçek velilerin düşmanlığının ardında o kadar azaplar, zulmetler, zorluklar ve bahtsızlık­lar vardır ki cehennemin tüm ateşleri bütün zakkumla yılan­lar ve akrepler bile onun yanında bir hiç kalmaktadır.

Allah göstermesin de hakimler, arifler, riyazet ve sülük ehli kimse­lerin bu azaplar hakkında verdikleri haberler biz mustaz'af ve çaresizlerin başına gelmesin. Öyle ki tasavvur edebildiği­niz tüm azaplar onun yanında kolay ve rahattır. Düdüğü­nüz tüm cehennemler onun yanında rahmet ve cennettir.

Genellikle Allah'ın kitabı ile enbiya ve evliyanın haberle­rinde vasfedilen cennet ve cehennem, amel cenneti ve cehen­nemidir ki, iyi ve kötü amellerin cezası (karşılığı) için hazır­lanmıştır. Bazen örtülü bir şekilde daha önemli olan ahlak cenneti ve cehennemine, bazen de herşeyden daha mühim olan lika cenneti ile firak (ayrılık) cehennemine işaret edil­miştir.

Ama hepsi de perde arkasında ve o da ehli için... Ben ve sen ise ehli değiliz, ama hiç olmazsa inkar etmeyelim ve Allah Teala ile velilerinin dediklerine iman edelim.

Olabilir ki, bu icmalî imanın da bizler için bir faydası olsun. Bazen de mümkündür ki, yersiz inkar ile ilim ve idrak olmaksızın za­mansız edilen redler insan için büyük zararlara yol açabilir.

Ve bu dünya zaten o zararlara iltifat alemi değildir. Mesela falan hakim ya da falan arif veya falan dervişten senin be­ğenmediğin ve hoşlanmadığın birşey söylediğini işitecek olursan hemen batıl ve hayal olduğunu söyleme. Olabilir ki, o konunun kitab, sünnet ve aklî bir menşeî vardır da siz ona rastlamamış, görmemişsinizdir.

Ne farkeder ki, bir fakih me­sela az gördüğünüz diyetler babında bir fetva veriyor, ama siz kaynağına müracaat bile etmeden hemen onu reddediyor­sunuz veya salik-i ilallah ya da arif-i billah olan kimselerden biri ilahi marifetler veya cennet ve cehennemin hali hakkın­da bir söz söyleyince sizler medrek ve kaynağını bile araştır­madan hemen onu red ve inkar etmeye kalkışıyorsunuz.

Yoksa hakaret ve cesarette bulunmak daha mı kolaydır? Olabilir ki o vadinin ehli ve o fennin sahibi olan mezkur şah­sın Allah'ın kitabından veya hidayet imamlarından (masum imamlar) nakledilen hadislerin birinden bir medrek ve kay­nağı vardır da sizler ona rastlamamışsınızdır. O zaman da siz Allah ve rasulünü inkar etmiş olursunuz.

Dolayısıyla öz­rünüz de kabul edilmez. "Bana göre doğru değildi" veya "il­mim buraya ermemişti" ya da "minber ehlinden onun hilaf ve aksini işitmiştim" gibi özürler kesinlikle makbul değildir. Biz yine de maksadımızdan uzaklaşmayalım; ahlak ve mele­keler cenneti ile ahlak ve melekeler cehennemi hakkında söylenenler, duymaya bile takatimizin olmadığı büyük bir musibet konumundadır.

Öyleyse ey aziz, biraz olsun düşün, bir çaresine bak, ken­din için necat yolunu ve kurtuluş vesilesini bul, "Erhamu'r-rahimîn" olan Allah'a sığın.

Karanlık gecelerde ağlayıp ya-kararak o mukaddes zattan bu nefs cihadında sana yardım inayet etmesini iste, böylelikle inşaallah galip gelesin, mem­leketi rahmani kılasm, şeytan ordularım oradan dışarı çıka­rıp evi sahibinin eline veresin.

Böylece Allah da sana o kadar saadet, mutluluk ve rahmetler ihsan etsin ki, cennet, huri ve köşklerin nitelikleri hakkında duyduğun her şey onun yanın­da hiçbir değer ifade etmesin. Bu (rahmet), evliyaullah'm bu hak dine bağlı olan millete haber verdiği genel ilahî salta­nattır ve aslında o şeylerden daha da yücedir ki ne bir kulak işitmiş, ne bir göz görmüş ve ne de bir insanın kalbinden geç­miştir.

Fasıl

Bazı Batınî Kuvvetlere Kısaca Bir İşaret

Bil ki, Allah Tebarek ve Teala kendi kudret eli ve hikme-tiyle gayb aleminde ve nefsin batınında sayısız menfaatleri bulunan bir çok kuvvetler yaratmıştır. Bizim burada bah­setmek istediğimiz ise vahime, gazabiyye ve şeheviyye kuv­veleridir.

Bu kuvvelerden her birinin, tür ve şahsın muhafa­zası ile dünya ve ahiretin imarı hususunda ulemanın da zik­rettiği sayısız menfaatleri vardır ki şu anda onları zikretme­yi gerekli görmüyoruz. Uyarı makamında söylenmesi gere­ken şey ise bu üç kuvvenin, tüm güzel ve kötü melekelerin kaynağı ve gaybî-melekutî suretlerin menşeî olduğudur.

Bu­nun kısaca izahı şudur: Allah Tebarek ve Teala'nın nihaî bir güzellik, zerafet ve harika bir terkible yarattığı bu insanın dünyada mülkî-dünyevî bir sureti vardır ki, bütün filozof ve büyük şahsiyetlerin aklını hayrete düşürmüş, anatomi ilmi ise şimdiye kadar onun hakkında sağlıklı ve yetkin bir bilgi edinememiştir.

Allah insana yaratıkları arasında belirli bir imtiyaz, boy-pos ve oldukça güzel görünümlü bir cemal ihsan etmiştir. Aynı şekilde insanın melekutî- gaybî birsuret ve şekli de vardır ki (ister berzah alemi olsun isterse kıyamet) ölümden sonraki alemde nefsin melekeleri ile batmî huyları­na tabiidir.

İnsanın batınî hulku (huyu) ve derunî melekesi insanî olursa, onun melekutî sureti de insanî bir suret olacaktır.

Ama eğer melekeleri insanî olmazsa (melekutî sureti de) insanî olmaz ve derunî melekeye tabi olur. Mesela eğer in­san, batini şehvet ve hayvanlık melekesine mağlub düşecek olursa batın memleketinin hükmü de hayvani bir hüküm ha­line gelir. İnsanın melekutî sureti de hulk ve huyuyla müna-sib bir hayvan şekline bürünür.

Ve eğer batınına gazap ve yırtıcılık melekesi galebe çalacak olursa, batın memleketinin hükmü yırtıcılık hükmü olur ve gaybî-melekutî sureti de yır­tıcı hayvanlardan biri haline gelir. Eğer vehm ve şeytanlık onda meleke haline gelir, batını şeytanî melekelere sahip olur ve derunu hile, sahtekarlık, koğuculuk ve gıybet kabi­linden şeytanî melekeleri haiz bulunursa o zaman gayb ve melekutî sureti de onunla münasib şeytanlardan biri sureti­ne bürünür.

Bazen de iki veya birkaç melekenin terkibi, melekutî suretin menşeî olabilir. O zaman artık hiçbir hay­vanın şekline bürünmez; tam tersine oldukça garib bir sure­te bürünür ki bu alemde ondan daha korkunç ve vahşetli bir suret bulabilmek mümkün olmaz.

Peygamber (sav) bir hadi­sinde şöyle buyuruyor: "Bazı insanlar kıyamet gününde maymun ve şempazeden daha çirkin bir surette haşrolacak-tır." Bazen de mümkündür ki, bir insan için o alemde birkaç suret peydahlansın. Zira o alem, herşeyin sadece bir surette göründüğü bir alem gibi değildir ve bu mesele burhan ile de mutabıktır, bu ayrıca açıklama getirilmesi gereken bir konu­dur.

Bil ki, sadece birinin insan olduğu bu muhtelif suretler hususunda ölçü, nefsin bu bedenden çıktığı ve berzah mem­leketi ile evveli berzahta olan ahiret sultanının galebesi pey­dahlandığı zaman sözkonusudur.

(Nefs) bedenden çıktığı zaman dünyadan hangi melekeyle ayrılmışsa ahiretteki sureti de o melekeye göre şekillenir ve melekutî-berzahî gözü onu görmektedir. Eğer gözü olursa bizzat kendisi de berzahî gö­zünü açtığında olduğu gibi bizzat kendisini müşahede et­mektedir, insanın bu dünyada sahip olduğu surete ahirette de sahip olması diye bir zorunluluk yoktur.

Allah Teala haşr zamanında bazılarının şöyle dediğini haber veriyor: "Al­lah'ım, niçin beni kör olarak hasrettin, halbuki benim dün­yada gözlerim vardı." Onlara şöyle cevap verilecek: "Sen ayetlerimizi unuttuğun için bugün de bizzat kendin unutul­dun." (*)

Ey zavallı, sen sadece zahiri gören mülkî göze sahihtin, ama batının ve melekutun kör idi, körlüğünü şimdi mi idrak ettin? Halbuki sen daha önce de kördün. Allah'ın ayetlerini gören batını basiret gözünden mahrum idin. Ey zavallı, sen boylu-poslu ve mülkî endamlı birisin. Ama melekut ve batın ölçüsü başka birşeydir.

Batınî istikamete sahip olmalısın ki, melekutte de doğru endamlı biri olabilesin. Berzah ve ahiret aleminde insanî bir surete sahip olabilmek için ruhun insanî bir ruh olmalıdır. Yoksa sen sırların keşfi ve melekelerin zu­hur alemi olan batın ve gayb aleminin de karışıklık ve yan­lışlıklarla dolu iş bu zahirî dünya alemi gibi olduğunu mu sa­nıyorsun? Göz, kulak, el, ayak ve sair organların hepsi melekutî suretlerle yaptıklarını bir bir haber verecektir.

Uyan ey aziz, kalb kulağını aç, himmet kemerini kuşan ve kendi bahtsızlığına acı ki, kendine insanî bir suret edine-bilesin, necat ve saadet ehli olabilmek için bu alemden insanî bir surette aynlabilesin. Sakın bunları salt bir öğüt ve hitabe olarak değerlendirme.

Bütün bunlar büyük filozofların felsefî burhanı ve riyazet sahibi kimselerin keşfi ile sadık ve masumların verdiği haberlerin bir neticesidir. Ama bu sayfalarda burhan ikamesine, haber ve eserlerin nakline ni­yetli değiliz.

(*) Taha Suresi, 124-125.

Fasıl

Enbiyanın, Tabiatların Aşırılığını Önlemesinin Beyanı

Bil ki vehim, gazab ve şehvet kuvvelerini akl-ı selime ve büyük enbiyaya teslim edecek olursan bu kuvveler rahmani ordular arasına katılır ve insanı saadet ve mutluluk sahibi bir insan kılar. Eğer başıboş bırakır ve dizginlerini kaçırarak vehmi bu iki kuvveye hakim kılacak olursan o zaman da şeytanî ordulardan olur.

Şu da açıklanmalıdır ki, büyük en­biyadan (as) hiç biri gazab, vehm ve şehveti tamamıyla önle­memiş ve Allah yolunun davetlilerinden hiçbiri de şimdiye kadar "şehveti tamamen yok etmek gerekir, gazab ateşi tama­mıyla söndürülmeli ve vehm tedbiri bütünüyle terkedilmeli-dir" diye birşey dememiştir.

Tam tersine hepsi de "aklî mi­zan ve ilahî kanun gözetiminde vazifesini hakkıyla yapabil­mesi için sadece önü alınmalıdır" diye buyurmuşlardır. Zira bu kuvveler, velev ki fesad ve karışıklığa sebep olsun kendi işini yapmak, kendi maksadına erişmek istemektedir.

Al­lah'ın evi Kabe'de evli bir kadınla zina etmek pahasına bile olsa şehvete gömülü hayvani nefis, dizginlerini koparmak ve kendi maksadına erişmek istemektedir. Gazablı nefs de, evli­ya ve enbiyanın katline sebep bile olsa kendi başına buyruk istediğini yapmak istemektedir. Şeytanî vahime sahibi nefs ise, yeryüzünde fesada ve alemin alt-üst olmasına sebep olsa da kendi istediğini yapmak istemektedir.

Enbiya (a.s) geldiler, kanunlar getirdiler ve onlara sema­vi kitaplar da nazil oldu ki, tabiatların kayıtsızlık ve aşırılı­ğını önlesinler, insanî nefsi, akıl ve şeriat kanunu altına sok­sunlar ve akıl ve şeriat ölçüsüne muhalif davranmasın diye de onu zahid ve edebli kılsınlar.

Öyleyse kendi melekelerini ilahî kanun ve aklî ölçülere uydurabilen kimse saadetli ve necat ehli bir kimsedir. Aksi takdirde kendisini bekleyen şe­kavetler, bahtsızlıklar, zulmetler ve zorluklar ile iliğine işle­miş fasid bir ahlak ve melekelerin tabii bir neticesi olup ber­zah, kabir, kıyamet ve cehennemde de kendisiyle birlikte olacak olan o korkunç ve dehşet dolu suretlerden Allah'a sı-ğmmalıdır.

Fasıl

Hayalin Önlenmesi

Bil ki, bu makamda ve diğer makamlarda mücahid için şeytana ve şeytan ordusuna galibiyetin menşeî olabilecek ilk şart hayal kuşunun kontrol altına alınmasıdır. Zira bu ha­yal her an yeni bir dala konan ve uçmakta mahir olan bir ku­şa benzemektedir. Bu ise birçok bahtsızlıkların kaynağı ve sebebi olmaktadır.

Hayal, şeytanın bir bahanesidir ki, insanı onunla zavallılaştırmakta ve şekavete davet etmektedir. Kendisini ıslah etmek isteyen, batınını sefalı kılıp, İblis or­dusundan temizlemek isteyen mücahid, hayalin dizginlerini ellerine almalı, onu istediği yere uçmaktan alıkoymalı ve (kendisini) günah ve şeytanlık gibi fasid ve batıl hayallere kapılmaktan korumalıdır.

Hayalini daima şeref ve izzet dolu işlere yöneltmelidir. Bu iş ilk başlarda biraz zor gözükse veya şeytan ve orduları onu (gözlerde) büyük gösterse de az bir murakebet ve kollama sayesinde oldukça kolay bir iş haline gelecektir.

Tecrübe olarak sen de bir müddet hayalini disipline ede­bilir ve sıkı bir denetim altına alabilirsin. Alçak ve hasis bir emre yöneldiğini görünce onu bu işten alıkoymaya çalış ve onu helallere veya asil-tercih edilir işlere yönelt. Eğer bir ne­tice aldığını görecek olursan bu tevfîk sebebiyle Allah Tea-la'ya şükret ve bu işi sürdürmeye çalış.

Belki Allah kendi rahmetiyle sana melekut aleminden bir yol açar da insanlı­ğın doğru yoluna hidayet edilirsin ve Allah'a doğru sülük işi senin için daha da bir kolaylaştınlır.

Dikkatli ol ve bil ki, kabih ve fasid hayaller ve batıl ta­savvurlar şeytanın ilka ve telkinleridir ve senin batın mem­leketine kendi ordularını yerleştirmek istemektedir.

Şeytan ordularıyla savaşan bir mücahid olduğun ve nefs sayfasını ilahî-rahmanî bir memleket kılmayı istediğin için de o lanet­linin (şeytan) hile ve tuzaklarına dikkat etmeli ve Hâk Tea-la'nm rızasının hilafına olan evhamları kendinden uzaklaş­tırmaksın.

Ta ki, Allah'ın izniyle bu iç savaşta oldukça önemli olan bu mevziyi şeytan ve ordularının elinden alabile-sin. (Zira) bu mevzi hudut konumundadır. Eğer burada galip gelecek olursan ümiüi ol.

Ey aziz, her zaman Allah Tebarek ve Teala'dan yardım dile, mabud dergahında yalvarıp yakar ve tam bir acziyet ve ısrarla (şöyle) arzet: İlahî, şeytan öyle büyük bir düşmandır ki (hatta) senin büyük enbiya ve evliyanda dahi gözü vardır ve hala da var.

Bizzat sen; kuruntu, batıl vehimler, hayaller ve atıl hurafelere kapılan bu zayıf kuluna yardımcı ol ki, bu güçlü düşmamn hakkından gelebilsin. Bu savaş meydanında