Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2
Ayetullah’il Uzma İmam Humeyni (ra)
Orjinal Adı: ÇEHEL HADİS
Çeviri: Kadri Çelik
MÜTERCİMİN ÖNSÖZÜ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
İrfan, felsefe ve mantık ilimleri, aklî ilimlerden olup, birçok zorlukları, anlaşılmazlıklan ve tabiatıyla da karışıklıkları içermektedir. Aslında bütün akli ilimlerde bu problem vardır.
Ama tabii ve nakli ilimlerde birtakım zorluklar varsa da dikkat edildiğinde bu zorlukların da o ilimlerin akli cihetinden kaynaklandığı görülecektir. Zaten aklî ilimlerdeki bu karışıklıktandır ki birçokları kınanmış, yersiz yere tekfir edilmiş ve dışlanmıştır.
Ama dikkuu edilecek olursa bu suçlamalar tabii ve nakli ilimlerde o kadar görülmemiştir. Örneğin, Hallac-ı Mansur, Beyazid-i Bestami, Muhyiddin-i Arabi vb. birçok arifler ile İbn-i Sina, Molla Sadra, Şeyh,-i İşraki vb. filozoflar tekfir edilirken şeyh Müfid Şeyh Seduk ve Şeyh Tusi gibi fakihler aynı saldırılara maruz kalmamıştır.
Eğer bazı fakihlere de şiddetle saldınlmışsa dikkat edildiğinde onların akli cihetleri sebebiyle suçlandığı görülür. Elbette ki bu fark akli ilimler ile nakli ilimler arasındaki farktan kaynaklanmaktadır.
İnsan da akli hususlarda nakli hususlara oranla daha fazla hata etmektedir. Özellikle de Kur'an ve Ehl-i Beytin kılavuzluğundan nasibini alamamış akıl, sayısız hatalara duçar olmuş ve de olacaktır.
Akıl ilahi nurla nurlandığı takdirde Allah'ın derunî elçisi sayılır ve insanın saadetine vesile olur. Ama ilahi nurla nur-lanmayan bir akıl şehvet ve nefsani isteklere mağlub düşer, dolayısıyla da insanın şekavet ve dalaletine sebep olur.
O halde aklî iilimlerde insanın mutlak bir şekilde tezkiye olmuş olması gerekir ki bu nuraniyet sayesinde tabii ilimlerin keşfedemediği birçok manevi gerçekleri keşfedebilsin. Özellikle de ilahi öğretiler hususunda irfan ve ilahi felsefe dallarında insanın tezkiyesi çok önemli bir ön şarttır.
Dünyada özellikle de akli alanda ortaya çıkan birçok sapık akımlar da şüphesiz ki bu ilahi nurdan ve tezkiyeden nasibini alamayan insanlarca ortaya çıkmıştır. Dünyadaki tüm sapık ekollerin mucidleri işbu tezkiye edilmemiş alimler ve bilginler arasından çıkmıştır.
0 halde irfan ve felsefe ilimlerinde ilk temel şart nefis tezkiyesidir. Ayrıca hadd-i zatında hicab olmasına rağmen insan bu ilimleri okumalıdır. Bugün Türkiye'de mevcut felse,-fi kitapların hiç birisi felsefe ilmi değildir.
Hepsi felsefe tarihi ile ilgilidir. Dolayısıyla her müslümanın bu ilmi tahsil için felsefe ilmini öğreten kitaplara başvurması ve okuması gerekir.
Örneğin Allame Tabatabai'nin Bidayetu'l-Hikmet, Niha-yetu'l-Hikmet kitapları ile Molla Sebzevari'nin Şerh-i Man-zume'sini, İbn Sina'nın işarat ve İlahiyat-i Şifa'sım ve Molla Sadra'nıh Esfar-ı Erbaa kitabını okumalıdır. Hakeza bu söylenenler irfan ilmi içinde geçerlidir. İnsan bu ilimleri bizzat okumadıktan sonra asla o ilimlerle ilgili kitapları tümüyle anlayamaz.
Bu mesele diğer bazı tabii ilimlerde de böyledir. Örneğin Fizik kimya hendese geometri vb. ilimleri ders olarak okumayan bir insan bu hususta yazılan tahlili kitapları tümüyle kavrayamaz.
İmam Humeyni (RA)'in birçok kitabı da felsefi ve irfani meseleleri ihtiva ettiğinden bu sorunla karşı karşıyadır.Do-layısıyla insanın İmam'ın bu ilmi kitaplarını okuması ve kavraması için mezkur ilimleri okuması gereklidir. Bu ilimler okunmadıkça bu ilimlerin neticesi olan kitaplar da anlaşıla-
maz ve insan gel gör ki bir kitabı okuyup anlamayınca da hemen yazarını ya da mütercimini suçlamaya kalkar. Dolayısıyla görüyoruz ki hiçbir irfani ve felsefi bilgisi olmayanlar ya Muhyiddin-i Arabi gibilerini ya da onların mütercimlerini yanlışlıklarla suçlar.
Halbuki insanın bu cehl-i mürekkepten kurtulması ve sonra da gerekli ilimleri tahsil etmesi gerekir. Hayatı boyunca bir tek mektup veya makale bile yazmamış veya yazamayan insanlar kalkıp da bu hususta en ağır ilmi kitapları yazarlarını veya mütericmlerini suçladığı, görülmüş bir gerçektir. Halbuki insan ilk önce kendi kusurlarıyla meşgulolmalı, kendi ayıplarını görmelidir.
İmam'ın "Kırk Hadis Şerhi" de irfani ve felsefi bir kitap olup birçok zor mana ve tabirleri ihtiva etmektedir. Özellikle de ikinci cildinin tercümesinde birçok zorluklarla karşılaştım.
Zaten aradan bunca zaman geçmesine rağmen tercüme edilememesi de bu zorluklar sebebiyle olsa gerek. Ama yine de hatasız bir tercüme ettim demiyorum. Elimden geldiğince metne sadık kalmaya çalıştım. Dolayısıyla da uyduruk kelimeler kullanmaktan mümkün mertebe kaçındım. Zaten "cevher" nedir bilmeyen bir insan için Türkçe karşılığı olan "töz" kelimesi de bir anlam ifade etmez. .
Dolayısıyla bu kitap bir ders kitabı olmalıdır ve birbilenin yanında okunmalıdır ki hakkıyla istifade edilebilsin. Aksi takdirde kitabın şanına layık bir faydalanma sözkonusu olmaz. Özellikle de son yedi hadisin şerhi okunurken çok dikkatle okunmalı ve bir bilenin hizmetinde tedris edilmelidir.
Allah'ım sen şahitsin ki bizler velilerinden biri olan İmamın bu dpğerli eserini sadece senin rızan ve müslüman-ların istifadesi için tercüme ettik. Dolayısıyla bizlerden bu naçiz hizmeti kabul buyur ve tüm müslümanlara faydalı kıl.
Kadri ÇELİK
Yirmibirinci Hadis ŞÜKÜR
"Ebu Basir İmam Bakır (as)'m şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bir gece RasuluUah (sav) Aişe'nin yanında idi. Aişe 'Ya Rasulallah, niçin nefsini zorluğa salıyorsun? Halbuki Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını affetmiş-tir." deyince RasuluUah (sav) şöyle buyurdu: "Ey Aişe, niçin şakir bir kul olmayayım ki?"
İmam Bakır (as) daha sonra şöyle buyurdu: RasuluUah ayak parmakları üzerinde durduğu bir esnada Allah Teala şu ayeti indirdi:
"Tâ, Hâ Biz sana bu Kuranı güçlük çekmen için indirmedik." (Kafi, C. 2., s. 95. Kitabu'1-İman ve'1-Kufr. Şükür babı, 6. hadis.) ŞERH
KIRK HADİS ŞERHİ
"Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını affetmiş-tir" ibaresi Fetih süresindeki şu ayete işarettir: "Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyleki Allah senin geçmiş ve gelecek her günahını bağışlasın." (Fetih Suresi, 1-2)
Bil ki alimler (rıdvanullahi aleyhim) ayet hakkında birtakım açıklamalar yapmışlar ki Nebiyy-i Ekrem'in ismet ma-kamıyla çelişmesin. Biz Allame Meclisi'nin naklettiği gibi bazılarını ele alacağız ve daha sonra da marifet ehlinin kendi görüşleri doğrultusunda beyan ettikleri şeyleri icmalen zikredeceğiz.
Merhum Meclisi şöyle diyor: "Şia alimleri bu ayetin tevili hakkında çeşitli şeyler söylemişlerdir. Bunlardan biri şudur ki, günahtan maksad ümmetin günahıdır.
Ümmet de Rasulullah'ın şefaatıyla bağışlanacaktır. Günahın Rasulul-lah'a isnadı ise Hazret ile ümmet arasındaki ilinti ve bağ sebebiyledir. Bu ihtimalin delili ise Mufazzal b. Ömer'in İmam Sadık (as)'dan naklettiği şu rivayettir:
"Adamın birisi imama bu ayeti sorunca imam şöyle buyurdu: Allah'a andolsun ki onun hiçbir günahı yoktur. Allah ona Ali'nin taraftarlarının geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışlayacağını va'detmiştir."Ömer b.Yezid de İmam Sadık (as)'dan şöyle nakletmiştir:"Onun hiçbir günahı yoktur. Asla günah işlemeye yelten-medi.
Ama Allah taraftarlarının günahını ona atfetti ve sonra da onun için günahlarını affetti."Yazar diyor ki bu açıklamanın irfan ilminde de güzel bir tutarlılığı vardır ki icmalen işaret etmenin faydası vardır.
Bilmek gerekir ki yerinde isbat edildiği gibi kamil insanın "ayn-i sabit"i (özdeği, misdakı, mazharı, dış alemdeki varlığı) isim imamlarının imamı olan ism-i azamın yani Allah'ın mazharıdır.Diğer varlıkların özdeği ise ilim ve özdek alemde kamil insanın özdeğinin gölgesinde mukarrar ve özdek ile tahakkuk aleminde mevcud durumundadır.
O halde vücud dairesinin tüm özdekleri kamil insanın özdeğinin, özdek alemdeki mazharıdır. Diğer tüm varlıklar onun cemal ve celalinin zuhur alemindeki mazharlarıdır. O halde alemde vücuda gelen her eksiklik ve mazharlarda görülen her günah ister tekvini olsun ister teşrii günah, zahir ve mazhar hükmünce gerçekten (mecazen değil) zahire mensubdur.
"Sana isabet eden her şey nefsindendir denilmişse de "Deki: Hepsi Allah indindedir." ayeti de vardır. (Nisa, 81)Birçok rivayetler de buna işaret etmektedir.
Nitekim şöyle buyruîmuştur:"Biz yaratılışın ilki ve sonuyuz." Hakeza: Adem ve gayrisi haşir günü benim bayrağım altında olacaklardır." (Bihar c. 16. s. 402)Hakeza "Allah'ın ilk yarattığı şey ruhumdur (veya nu-rumdur).Hakeza: "Biz Allah'ı teşbih ettik daha sonra da melekler teşbih etti.
Biz Allah'ı kutsadık daha sonra da melekler kut-sadı." (Uyun-u Ahbar-i Rıza, c. 1. s. 263)"Biz olmasaydık Allah bilinmezdi." Hakeza, "sen olmasaydın ben alemleri yaratmazdım." Hakeza, "bizler Allah'ın vechi (yüzü)yiz."Bir hadiste yeraldığı üzere Rasulullah (sav) bir ağacın koli kü konumundadır.
Hidayet imamları (as) ise bu ağacın dallarıdır. Taraftarları ise bu ağacın yapraklarıdır. Tertemiz ağacın meyvesi ise mazharlar üzerinde velayet hakkıdır. Dolayısıyla bir mazharda herhangi bir noksanlık vaki oldu mu mezkur tertemiz ağaçta da bir noksanlık vaki olur. O halde tüm mevcudatın günahları mutlak velinin (Rasulullah.
Çev) günahı sayılır. Allah Teala, tam rahmetiyle ve kapsamlı mağfiretiyle Rasulullah (sav)'e merhamette bulunmuş ve "gelmiş geçmiş tüm günahlarını tam bir mağfiretle bağışlamıştır. "Senin şefaatinle tüm vücud alemi kamil saadete erecektir" diye buyurmuştur.
"Şefaat edenlerin en sonuncusu, merhamet edenlerin en merhametliyidir."
Bir görüşe göre şu ayet-i kerime de buna delalet etmektedir:
"Elbette Rcbbim sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın." (Duna 5; Ki bu ayet Kur'an'da en ümit verici ayettir. Bu görüşe göre geçmiş günahlar geçmiş ümmetlerin günahı da olabilir; zira tüm ümmetler bu mukaddes zatın ümmetidir ve nebilerin tüm davetleri son şeriata ve mutlak velinin mazharlarına yapılan davettir.
Dolayısıyla da Adem ve gayrisi ise bu velayet ağacının yapraklarıdır. ikinci açıklama ise Seyyid Murtaza (radiyallahu anh)'in açıklamasıdır ki bu hadisteki zenb (günah) kelimesi masdar-dır.
Dolayısıyla fail veya mef ula izafe olması caizdir. Burada ise mef ula izafe olmuştur. Günahtan maksat ise Mekkeli müşriklerin peygamberi Mekke'ye girmekten alıkoymaları ve Mescidu'l-Haram'a girmesine engel olmalarıdır. Bu tevil üzere mağfiretin manası ise müşriklerin hükümlerini nes-hetmesidir.
Yani Allah bunu fetih esnasında izale edecek ve setredecektir. Bu lekeyi Mekke'nin fethiyle örtecektir.O halde şu anda Mekke'ye girmen erkendir. Bu yüzden de bunu cihadın mükafatı ve fetih olarak değerlendiriyorlar.
Seyyid (radiallahu anh) buyurmaktadır ki, eğer maksad günahları mağfiret olsaydı ayet için makul (anlakalır) bir mana edilemezdi. Zira günahları affetmenin fetih ile hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla onun garaz ve faydası da olamaz. Ama geçmiş ve gelecek günahlardan maksadın müşriklerin eskiden Rasulullah'a ve müslümanlara reva gördükleri çirkin fiiller olmasının hiçbir mahzuru yoktur.
Üçüncü açıklama da şudur ki "eğer geçmiş ve gelecekte herhangi bir günahın olursa ben o günahım bağışladım". Ama bilindiği gibi kuşullu önerme (kaziye-i şartiye) sıdk ve iki tarafın (konu ve yüklemin) gerçekleşmiş olmasını gerektirmez. (Yani "eğer günahın olursa bağışlarım" cümlesi muhatabın illa da bir günahının olmasını gerektirmez, müt.)
Dördüncü açıklama ise şudur ki günahtan maksat müste-habları terketmektir. Zira Rasulullah farzları hiç terketme-miştir. RasuluUah'm makamı yüce olduğundan başkaları için günah olmayan şeyler onun için pekala günah olabilir.
Beşinci açıklama da şudur ki bu ayet Rasulullah'ı tazim etmek için nazil olmuştur. Dolayısıyla da hüsn-i hitab maka-mmdadır. "Allah seni affetsin." demeye benzer.
Meclisi şöyle naklediyor: Ali b. Muhammed b. el-Cehm şöyle diyor: "Me'mun un yanına vardığımda İmam Rıza (as)'ın da orada olduğunu gördüm. Me'mun İmam'a şöyle dedi:
"Ey Ibn-i Rasulullah (sav) acaba sen tüm peygamberlerin masum olduğunu söylemiyor musun? İmam "Evet" diye buyurdu. Me'mun da o zaman sözkonusu ayeti sordu, imam şöyle buyurdu: "Müşrikler nezdinde Rasulullah'tan daha günahkar kimse yoktu. Zira müşrikler üçyüz altmış puta tapıyordu.
Rasulullah gelince onları ihlas kelimesine davet ettiğinde bu onlara ağır geldi ve dediler ki: Acaba ilahlarımızı bir tek ilah mı yaptın? Bu gerçekten ilginç birşey." Allah Tea-la Rasulullah'a Mekke'nin fethini nasib edince de ona şöyle buyurdu: Allah senin müşrikler nezdinde günah sayılan tevhide davet suçunu bağışladı."
Böylece Mekke müşriklerinden bazısı iman etti bazısı da Mekke'den ayrıldılar. Mekke'de kalanlar da açıkça tevhidi inkar gücüne sahip değildi. Rasulullah onları davet edince de onlara galebe çalmakla müşrikler nezdindeki günahları bağışlanmış oldu." Bu sözler karşısında Me'mun da "Ne de güzel dedin Ey Ebu'l-Hasan" dedi. (Bihar, C 17. s 89.
Yazar diyor ki, bu açıklama mezkur ayet hakkında yapılan altıncı açıklamadır. Özetle şu ki ayette geçen günahtan maksat Rasulullah'in müşriklere göre günah sayılan fiilleridir.
Ayet-i Şerife'nin İrfani Yorumu
Bil ki irfan ehli ve kalb ashabı kimselerin de mezkur ayet hakkında bir açıklaması vardır. O halde ilk önce onlar nezdinde mütedavil olan "üç fethi" zikretmek gerekir.
Onlar nezdinde fetih, kapıları kapalı olduktan sonra Allah tarafından mükaşefe; ilimler ve marifet kapılarının açılmasıdır. İnsan nefsin karanlık beytinde kaldığı ve nefsanî ilgilere esir olduğu müddetçe tüm marifet ve mükaşefe kapıları yüzüne kapalı durur .Ama riyazet gücü ve hidayet nuruyla bu karan-
lık beytten çıkınca ve nefsin menzillerini katedince kalp kapısını fetheder ve kalbinde marifetler zuhur eder. Dolayısıyla da "kalb" makamına erer. Bu fethe "Feth-i Karib" (Yakın fetih) diyorlar. Zira bu fetihlerin ilki ve en yakın olanıdır. Allah Teala'nın şu ayeti de buna işarettir diyorlar:
"Allah'tan yardım ve zafer (nusret ve yakın bir fetih.)" (Saf, 13)
Elbette bu ve diğer fetihler Allah'ın yardımı, hidayet nuru ve o mukaddes zatın (Rasulullah'ın) cezbesiyle gerçekleşir. Salik, kalb aleminde olduğu müddetçe ve kalbi tecellilere mahkum kaldığı sürece isim ve sıfat kapıları yüzüne kapalı durur.
İsmi (Adsal) ve fiilî (edimsel) tecelliler sayesinde kalp aleminin tecellileri fani olur ve bu tecelliler kalbin sıfat ve kemallerini fani kılınca feth-i mubin gerçekleşir.
Böylece ilim ve sıfatlar babı yüzüne açılır önceki nefsi adetler ile sonraki kalbi tecelliler fani olur. Dolayısıyla da isimlerin gaffariyet ve settariyeti altında bağışlanmış olur. Bu fethe işaret eden ayetin de şu ayet olduğunu söylüyorlar.
"Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyle ki Allah senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın." (Fetih, 1-2)
Yani biz esma ve sıfatlar aleminin apaçık fethini sana verdik ki, ilahi isimlerin gaffariyeti altında önceki nefsi ile sonraki kalbi günahların bağışlansın. Bu fetih de velayet kapısının fethidir.
Salik, ismi ve sıfatı kesret hicabında kaldığı müddetçe zatî tecelli kapılan yüzüne kapalı durur. Ama Zatî- ahadi tecellilere mazhar olur .Tüm yaratışsal ve emri adetleri fani kılar ve bu kulu ayn-i cem (fena müt.) deryasına boğarsa o za-
man da "mutlak fetih" gerçekleşir. Ve "mutlak günah" bağışlanır. Ahadi tecelli sayesinde tüm günahların mebdei olan günahlar gizli kalır.
"Senin vücudun, hiç bir günahla mukayese edilmez bir günahtır."
Allah Teala'nın şu sözünün de buna işaret ettiğini söylüyorlar:
"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman." (Nasr, 1)
O halde Feth-i karib sayesinde kalbi marifet kapıları açılır ve nefsi günahlar bağışlanır. "Feth-i mübin" sayesinde velayet kapıları ve ilahi tecelliler açılır ve geriye kalan önceki nefsi günahlar ile sonraki kalbi günahlar bağışlanır. "Mutlak fetih" sayesinde de ahadi-zatî tecelliler fethedilir ve mut-lak-zati günahlar bağışlanır.
Bilmek gerekir ki feth-i karib ve feth-i mübin evliya enbiya ve marifet ehline oranla genellik arzeder. Ama "mutlak fetih" Rasulullah'a özgü bir makamdır ve başkası için hasıl olsa da onun şefaatiyle hasıl olur.
Hakeza bilmek gerekir ki, günahların da dereceleri vardır ve bazı günahlar, iyi insanların iyilikleri sayılırken, bazıları halis insanlar için günah sayılır. Nitekim Rasulullah'm da şöyle buyurduğunu söylüyorlar:
"Kalbim bulanıyor ve şüphesiz ki ben günde yetmiş defa Allah'tan yarlıganma diliyorum."
Bu bulanıklık kesrete teveccühten de olabilir. Ama hemen gelip geçici bir şey olduğu anlaşılıyor. Rivayetlerde de yer aldığına göre Rasulullah bir meclisten ayrılınca yirmibeş defa tövbe ederdi.
Bu rivayetten de anlaşıldığı üzere istiğfar, sadece ismete avkın olan günahlara özgü birşey değildir. Dolayısıyla mağfiret ve günah sadece halk dilinde mütedavil olan birşey değildir. O halde bu ayet-i şerifenin manevi makamlarla hiç bir çelişkisi yoktur. Aksine onları tekid etmektedir. Zira manevi sülukun aşamalarını katetmenin ve insanî kemallerin doruğuna ulaşmanın gereği, makam ve derecelerin gereği olan günahların bağışlanmış olmasıdır.
Zira bu alemde var olan her varlık, mülki ve cismanî-maddi alemin çocuğudur. Aynı zamanda mülkî, hayvanî, beşeri ve insani tüm özelliklere sahiptir.
Ama bazısı bilkuvve, bazısı ise bilfiildir.Bu alemden başka bir aleme, oradan da "mutlak kurb" (yakınlık) makamına göçmek isterseniz bu aşamaları katetmeli orta aşamadan geçmelisiniz. Ulaştığınız her aşamada da önceki aşamanın günahları bağışlanmış olacaktır. Sonunda ise ahadi-zatî tecelliler sayesinde tüm günahlarınız bağışlanır.
Böylece tüm günahların menşei olan vücudî günah da ahadî kibriya-mn sayesinde gizli kalır. Bu da varlığın ulaşabileceği en son kemal derecesidir.Bu makamda tam fena ve ölüm makamına erilir. Nitekim fetih suresi nazil olunca Rasulullah (sav) "Bu sure benim ölümümü haber vermektedir" demiştir. (Yine de en iyisini Allah bilir.)
Şükrün Hakikati Beyanında
Bil ki şükür, velinimeti takdir etmekten ibarettir. Bu takdirin etkileri kalb, dil ve amelde ayrı ayrı bir şekilde tecelli eder.Ama kalpte huzu, huşu, muhabbet, haşyet vb. etkileri vardır.
Dilde ise sena, medh ve hamd gibi eserleri vardır. Organlarda ise itaat ve bu organların velinimetin rızası doğrultusunda kullanılması gibi etkileri vardır. Rağıb-ı İsfahani ise
şükrün, nimetin tasavvuru ile izharı olduğunu söylüyor. Bazıları da "keşr" fiilinin maklubu (değiştirilmişi) olduğunu ve "keşf' manasına geldiğini söylemişlerdir. Şükrün zıddı ise küfürdür.
Küfür ise nimeti unutmak ve gizlemektir. Şekur hayvan ise şişmanlığıyla sahibinin nimetlerini izhar eden hayvana derler. Bunun aslı ise "aynun şekra" yani "dolu" manasınadır. Dolayısıyla şükür; velinimetini zikretmekle dolu olan demektir.
Şükür ise üç kısımdır. Birincisi kalbi şükürdür ki nimeti tasavvur etmek demektir. İkincisi dil ile şükürdür ki velinimeti övmektir, üçüncüsü diğer organlarla yapılan şükürdür ki o da istihkakı oranında nimetlerin mükafatıdır, karşılığıdır."
Arif, Muhakkik Hace Ensarî şöyle diyor: "Şükür nimeti tanımak için var olan bir isimdir. Zira şükür velinimeti tanıma yoludur."
Şarih-i Muhakkik ise şöyle diyor: "Nimetin velinimetten olduğunu tasavvur etmek ve onun nimeti olduğunu bilmek şükrün ta kendisidir. Nitekim rivayet edildiği üzere Davud (as) şöyle buyurmuştur: Ey Allah'ım sana nasıl şükredeyim ki? Zira şükür de ayrı bir nimettir ve o da bir şükür gerektirir.
Allah Teala ona şöyle vahyetti: "Ey Davud, nimetlerin benden olduğunu bildiğin takdirde bana şükretmişsin demektir. "
Yazar diyor ki, bu muhakkiklerin zikrettiği manalar müsamahadır. Zira şükür, kalbin marifeti, dilin izharı ve organların amel etmesidir.Yani, nefsanî bir haletten ibarettir ki bu halet de velinimeti ve nimeti bilmek ile nimetin velinimetten olduğunu anlamaktır. Bu haletin semeresi ise, kalbi
ve kalıbı (organik) amellerdir. Nitekim bazı muhakkikler de bu manaya işaret etmişlerdir. Ama bu da aslında bir müsamahadan başka birşey değildir. Şöyle buyurulmuştur: "Bil ki şükür nimete söz fiil ve niyet ile karşılık vermektir. Bunun da üç rüknü vardır.
Birincisi velinimeti ve ona layık sıfatları bilmektir.Ama bu da yani nimeti bilmek de bir nimettir ve bu bilme sadece tüm gizli-açık nimetlerin Allah'tan olduğunu ve gerçek velinimetin Allah olduğunu ayrıca var olan tüm aracıların da Allah'ın emrine müsahhar olduğunu bildikten sonra kemale erer.
İkincisi ise bu marifetin haletidir. Mezkur halet ise nimet sebebiyle huzu, huşu ve sevinç haletidir. Zira bu Allah'ın sana inayetini gösteren bir hediyedir. Bunun alameti ise Allah'a yakınlaşmana sebep olan şeyler dışında hiç bir şeye se-vinmemendir.
Üçüncüsü bu haletin semeresi olan bir ameldir. Zira bu halet kalpte vücuda gelince, Allah'a yakınlaşmaya sebep olan amel için kalpte bir neşat oluşur. Bu ise kalb, dil ve diğer organlara ait olan ameldir.
Kalbin ameli, velinimeti, temcid, tahmid ve tazim etmeyi kastetmek, sanat, fiiller ve lütfünün eserleri üzerinde tefekkür etmek ve tüm kullarına hayır ve ihsanda bulunmayı kastetmektir. Ama dilin ameli tahmid temcid, teşbih ve tahlili izhar etmesi, iyiliği emretmesi, kötülükten sakındırması vb. şeylerdir.
Ama dış organların ameli ise zahir ve batın nimetlerini Allah'ın itaat ve ibadetinde kullanmak ve günahlardan sakınmakta onlardan yardım almaktır. Örneğin gözleriyle Allah'ın yaratıklarını incelemek, Kur'an okumak, enbiyadan ve evsiyadan menkul ilimleri öğrenmektedir. Hakeza diğer organların durumu da aynıdır.
Şükrün Keyfiyeti
Bil ki Allah'ın zahiri ve batınî nimetlerinin şükrünü eda etmek ubudiyet ve kulluğun bir gereğidir. Herkes gücü oranında bunu yerine getirmeye çalışmalıdır. Gerçi hiçbir kul Allah'a hakkıyla şükredemez. Şükrün nihayeti ise hakkıyla şükredemeyeceğini bilmektir. Nitekim, kulluk ve ubudiyetin son derecesi de kulluktan aciz olduğunu bilmektir.
Bu yüzden Rasulullah (sav) da acziyetini itiraf etmiştir.Halbuki kullardan hiçbirisi o mukaddes zat gibi, şükür ve ubudiyette bulunamaz. Zira şükrün noksanlık veya kemali nimet ve velinimet hususundaki bilginin, noksanlık ve kemaline tabidir. Bu yüzden hiç kimse hakkıyla şükredemez.
Kul sadece Allah ile yaratıkları arasındaki ilişkiyi Allah'ın rahmetinin ilk yaratılıştan sona dek yayıldığını, nimetlerin birbiriyle olan irtibatını, vücudun ilk ve sonunu bildiği takdirde şekur olabilir. Bunun marifeti ise en eşref ve efdali Rasulullah olan muhles veliler için dahi sözkonusu olamaz.Diğer kullar ise bunun bazı mertebelerinden hatta en çok ve en büyük mertebesinden gaflet içerisindedirler.
Kulun kalbinde Hakkın uluhiyet-te seyrinin hakikati tecelli etmedikçe ve "vücutta Allah'tan başka bir müessir yoktur" hakikatine iman etmedikçe ve kalbinde şek ve şirk bulanıklığı olduğu müddetçe hakkıyla şükredemez.
Sebeplere teveccüh eden varlıkların bağımsız tesirine inanan ve nimetin velinimetten olduğundan gaflet eden bir insan, Allah Teala'ya küfranı nimette bulunmuştur. Birtakım putlar yapmış ve bunların tesiri olduğuna inanmıştır.
Bu yüzden de bazen amelleri kendisine isnad etmektedir, hatta bazen işlerde kendisinin tasarruf ettiğine inanmaktadır.
Bazan da yaratılış alemindeki tabiatları müessir kabul etmektedir. Bazen de nimetleri suri (şeklî) ve zahirî esbabına isnat etmekte ve hakkın tasarrufunu görmezlikten gelmektedir.
Allah'ın elinin bağlı olduğunu söylüyorlar: 'Yahudiler "Allah'ın eli sıkıdır" derler. Onların elleri bağlandı ve söylediklerinden dolayı lanetlendiler." (Maide, 64) Hakkın tasarruf eli açıktır ve bütün tahakkuk dairesi, hakikaten ondandır. Ve başkasının bu hususta hiçbir etkinliği yoktur.
Bütün zuhur alemi onun nimet ve kudretidir ve onun rahmeti herşeye şamildir. Bütün nimetler ondandır, başkası için herhangi bir nimet sözkonusu değildir ki velinimet sayılsın.
Bütün varlık alemi ondandır ve başkası için herhangi bir varlık yoktur ki ona isnad edilsin. Ama ne yazık ki gözler kör, kulaklar sağır ve kalpler mahcubtur. Bu hususta Mevlana şöyle diyor: "Bir göz istiyorum ki (hicaplarda) gedik açsın, her-şeyi kökünden silip atsın."
Bu ölü kalpler ne zamana kadar Hakkın nimetlerine küf-randa bulunacak; alem, evzâ ve şahıslara mutaallik olacaktır?
Bu taallukat ve teveccühat mukaddes zatın nimetlerine küfrandır. Ve O'nun rahmetini gizlemektir. Buradan da anlaşılıyor ki şükrün hakkını eda etmek her insanın işi değildir.
Nitekim Allah Teala da şöyle buyuruyor: "Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır." (Sebe, 13). Hakkın nimetlerinin bilgisini, marifetini hakkıyla bilen çok az insan vardır ve bu yüzden şükür görevini hakkıyla yerine getiren kullar da oldukça azdır.
Bilmek gerekir ki Allah'ın kullarının marifetleri muhtelif jlduğu gibi şükürleri de muhteliftir. Ve hakeza başka bir açıdan da şükrün mertebeleri muhtelif ve farklıdır. Zira şükür, nimet sahibinin verdiği nimete senada bulunmaktır. O halde eğer o nimet zahiri nimetlerden olursa bir şükrü vardır.
Ve eğer batını nimetlerden olursa ayrı bir şükrü vardır. Eğer marifet ve ilim türünden nimetler olursa şükrü de başka bir şekilde olur. Bu nimet ismi tecelliler türünden olursa şükrü de ayrı bir çeşittir. Ve eğer ahadî ve zatî tecelliler kabilinden bir nimet olursa, şükrü de başka bir şekildedir.
Nimetlerin bütün mertebeleri kullardan çok azı için cem ve bir araya gelmiştir. Şükrü bütün mertebeleriyle yerine getirmek kullardan çok azına nasip olmaktadır. Sadece muhles velilerdir ki bütün batını ve zahirî mertebelerin hafızıdır. Bu cihetten onların şükrü de zahiri, batını ve sırrî olmak üzere bütün çeşitleriyle tahakkuk etmektedir.
Gerçi şükrün, ammenin makamından olduğunu söylemişlerdir. Zira velinimetin ceza iddiası ile iç-içedir. Bu bir nevi su-i edep sayılmaktadır. Ama bu iç-içelik ve yakınlık velilerden başkaları için geçerlidir. Veliler özellikle de mükemmel veliler, bütün kesret ve vahdet makamının hafızı insanlardır.
Bu yüzden Şeyh-i Arif Hace Ensarî şükrü ammenin makamından saydığı halde şöyle demiştir: "Şükrün üçüncü derecesi kulun sadece velinimetini görmesidir. Velinimetini müşahede de üç halet sözkonusu olmaktadır. Bir kul olarak velinimetini görünce ister istemez onun nimetlerini büyük-ser ve büyük sayar.
Ama sevgi dolu bir kalpte müşahede edince bütün zorluklar onun için kolay gelir. Tefriden (yani ismi tecelliler olmaksızın) müşahede ederse artık ne bir nimet ve ne de bir şiddet görür."
O halde anlaşıldı ki saliklerin makamlarının her birinde makamların evveli amme sebilindendir. Amme yolundan geçmektedir. Ve makamların sonu ise muhles hatta mükemmel velilere hastır.
Tekmile
Şükrün Nakillerde Yeralan Fazileti Beyanında
Biz bu makamı da şükürle ilgili menkul hadislerden birkaçını zikretmekle sona erdireceğiz.
Hz. Sadık (as) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: Rasulul-lah (sav) şöyle buyuruyor: "Alah'ın nimetlerini yiyip şükreden kulun ecir ve sevabı Allah yolunda oruç tutan kimsenin ecir ve sevabı gibidir.
Afiyet ve selamet içerisinde olup şükreden kulun sevabı ise herhangi bir belaya mübtela olan ve sabreden bir kulun ecri gibidir. Kendisine nimet verilen ve buna karşı şükreden kulun ecri ise nimetten mahrum olan ama Allah 'm kendisine verdiklerinden kani ve razı olan bir insanın ecri gibidir."
Hz. Peygamber (sav) ise şöyle buyurmuştur:
"Üç şey vardır ki onlara hiçbir şey zarar veremez. Şiddet anında dua, günahlardan dolayı yarlıganma dileme ve nimetlere şükretmek."
Hz. Sadık (as) ise şöyle buyuruyor:
"Sizden birisi su içtiğinde Allah Teala onun vasıtasıyla kendisine cenneti farz kılmaktadır." Daha sonra şöyle buyurdu: "Zira o su içen insan bardağı kaldırmakta, ağzına götürmekte ve Allah 'm ismini zikrederek o suyu içmekte, ve sonra o bardağı içmeye meyilli olduğu halde ağzından uzaklaştırmaktadır. Ve Allah'a hamdetmektedir. Sonra yeniden ağzına
götürmekte ve içmektedir ve sonra da Allah'a hamdetmekte-dir. Böylece Allah Teala'da bunun vasıtasıyla ona cenneti farz kılmaktadır." Allah'a hamdetmek şükür ile birliktedir. Nitekim rivayetlerde yer aldığı üzerf* insan "elhamdülillah" deyince Allah'a şükretmiş sayılmaktadır.
Hz. Sadık (as) yine şöyle buyurmuştur:
"Her nimetin şükrü her ne kadar o nimet büyük de olsa Allah'a hamdetmektir."
Hakeza İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur: "Nimetin şükrü haramlardan uzaklaşmaktır. Şükrün kemali ise insanın "Elhamdülillchi rabbi'l-alemin" demesidir."
Hammad b. Osman şöyle diyor:
Hz. Sadık (as) mescidden dışarı çıkınca merkebinin kaybolduğunu gördü ve şöyle dedi: "Allahu Teala eğer o merkebi bana geri döndürürse ona hakkıyla şükrederim." Çok geçmeden kendisine merkebini getirdiler.
İmam o zaman şöyle buyurdu: "Elhamdülillah." Orada olanlardan birisi şöyle dedi: "Sana feda olayım acaba siz Allah'a hakkıyla şükredeceğinizi söylememiş miydiniz?" imam "Acaba benim elhamdülillah dediğimi duymadınız mı?" dedi. Bu rivayetten de anlaşılıyor ki Allah Telaya hamdetmek lisanî şükrün en üstünüdür.
Şükrün eserlerinden biri de nimetin çoğalmasıdır. Nitekim ayette de şöyle buyurulmaktadır.
"Andolsun, eğer şükrederseniz şüphesiz size artırırım." (İbrahim, 7) Kafi'de yer alan bir hadiste İmam Sadık (as) şöyle buyuruyor: "Şükrü eda eden bir kimseye nimet çokluğu inayet edilir." Allah Teala şöyle buyuruyor: "Eğer şükrederseniz şüphesiz size artırırım."
Aişe zannediyordu ki ibadetlerin sırrı azaptan korkmak veya kötülükleri yok etmektedir. Rasulullah'ın ibadetinin de diğer insanların ibadeti gibi olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden kendisine itiraz ederek niçin bu kadar ibadet ettiğini ve bu derece zahmetlere katlandığını sordu. Bu onun ibadet ve ubudiyet makamından bilgisizliğini gösterir.
Eğer nübüvvet ve risalet hakkında bilgisiz birisi olmasaydı kul ve kiralık insanların ibadetinin o mukaddes zatın makamından uzak olduğunu da bilirdi. O bilmiyordu ki Allah'ın azametinin ve onun sonsuz nimetlerinin şükrü Rasulullah'ta huzur ve rahatlık diye birşey bırakmamıştır.
Muhles velilerin ibadeti mahbubun sonsuz tecellilerinin zuhurudur. Nitekim Mi'rac namazında buna işaret edilmiştir. Büyük veliler Allah'ın celal ve cemalinde mahv olmalarına, sıfat ve zatında fani olmalarına rağmen ubudiyyetin hiçbir aşamasından da gaflet etmemişlerdir. Onların bedenlerinin hareketi, ruhanî ve aşki hareketlerine bağlıdır.
Ve o da mahbubun cemalinin zuhurunun keyfiyetine bağlıdır. Ama Onun gibilerine ikna edici cevap vermekten başka bir çare de yoktu. Bu yüzden de en düşük mertebelerinden birini de buyurdu ve bu da ibadetinin sadece bu dinî işler için olmadığı idi.
Hamd Allah'a mahsustur.
Ali b. İbrahim kendi tefsirinde Hz. Bakır ve Hz. Sadık (as)'dan şöyle nakletmişlerdir: "Rasulullah namaz kılınca kıyam ediyor ve ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Allah Teala bunun üzerine Taha suresini nazil buyurdu. "Ta-
ha" ise "Tayy" lügatma göre "Muhammed" manasına gelmektedir.
İmam Sadık (as) da başka bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Taha", nebinin isimlerinden biridir ve manası hakkı arayan ve insanları hakka doğru hidayet eden demektir. İbn Ab-bas'tan ve diğer bazılarından da nakledildiği üzere "Taha" yani ey insan demektir.
Ehl-i Sünnet'ten bazılarından da nakledildiği üzere "Ta" Rasulullah'ın kalbinin Allah'tan gayrisinden tertemiz olduğuna işarettir. "Ha" ise Rasulullah'ın kalbinin Allah'a doğru hidayet olduğuna işarettir. Ve denilmiştir ki "Ta", cennet ehlinin sevincidir ve "Ha" ise cehennem ehlinin horluğudur.
Tabersi (ra) şöyle demiştir: Hasan'dan nakledildiği üzere "Tah" diye okunmuştur. Eğer bu kıraat doğru olursa aslı Ta'e idi. Hemze Ha'ya dönüşmüştür. Dolayısı ile manası şudur: "Tail arze bikademike camian", yani "bütün yeryüzünü ayaklarınla katet."
Bilcümle surelerin önündeki mukattaa harflerinde birçok ihtilaflar sözkonusudur. Ama genelde kabul edilen görüşe göre muhib ve mahbub arasında birtakım rumuz ve sırlardır. Ve hiçkimse bunun ne olduğunu bilememektedir. Bazı mü-fessirler kendi tahminleri üzere birtakım görüşler ileri sür-müşlerse de genelde bunlar kaynağı olmayan soğuk tahminlerdir.
Süfyan-ı Sevıî'den nakledilen bir hadiste de huruf-u makattanm rumuz ve birtakım sırlar olduğu beyan edilmiş-tir.Hakeza beşer hafızasının almayacağı birtakım işlerin olması da uzak bir ihtimal değildir.
Olabilir ki Allah Teala bunları sadece muhatabına özgü kılmıştır.Nitekim müteşabi-hin varlığı da herkes için değildir. Belki onları sadece bunun tevilini bilmektedirler. "Şeka" ve "şekavet" ise saadetin zıd-
dıdır. Zahmet anlamınadır.Cevheri bu hususta şöyle diyor: "Şeka" ve "şekavet" saadetin zıddıdır."
Tabersi ise İhticac adlı kitabında İmam Musa b. Cafer (as)'dan naklen o da babasından naklen şöyle buyurmaktadır. "Hz. Ali (as) şöyle buyuruyor: Rasulullah (sav) tam on yıl ayak parmakları üzerine durdu.
Öyle ki sonunda ayak parmaklan şişti ve ayağının yüzü sararmaya başladı. Bütün gece boyunca ayakta duruyor ve namaz kılıyordu. Sonunda Allah Teala şu ayeti nazil etti: "Taka, Biz sana bu Kur'an'ı güçlük çekmen için indirmedik." (Taha, 12)
Hz. Sadık (as) ise şöyle buyurmuştur: Rasulullah (sav) ibadet ederken ayaklarından birini yerden kaldırıyordu ki zahmeti daha da çok olsun. Allah Teala böylece şu ayeti nazil buyurdu. "Taha, biz sana Kur'an'ı güçlük çekmen için indirmedik." (Taha, 1-2)
Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ayeti şerife müşriklerin verdiği cevaptır ki, onlar Rasuhıllah'ın zahmete düştüğünü ve kendi dinlerini terkettiği için büyük zahmete katlandığını iddia etmişlerdir. Bunun üzerine mezkur ayet indi.
Şeyh-i Arif ve kamil şeyh Abadî (dame zılluhu) şöyle buyuruyor: Rasulullah bir süre müşrikleri davet etti, ama etkili olamadı.Rasulullah (sav)'ın istediği şekilde onlar davetini kabul etmediler. Bunun üzerine Rasulullah kendi davetinde birtakım eksikliklerin olabileceğini düşündü.
Dolayısıyla tam on yıl ibadet ve riyazetle uğraştı ki sonuçta ayakları şişti. Bunun üzerine ayet-i şerife nazil olarak ona bu kadar meşakkate düşmemesini söyledi. Ona temiz olduğunu ve davetinde hiçbir eksikliğin bulunmadığını söyledi. Aksine eksiklik ve noksanlığın halkta olduğu beyan edildi. "Gerçek şu. ki sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin." (Kasas, 56).
Velhasıl ayet-i şerifeden anlaşılmaktadır ki, Rasulullah (sav) uzun bir süre riyazet ve zahmetli ibadetlere yönelmişti. Müfessirlerin sözünden de bu mana istifade edilmektedir. Gerçi bunun keyfiyetinde ihtilaf vardır. Ve bu ümmet için bir ödev olmalıdır.Hususen ilim ehli için ki onlar Allah'a devet etmek istemektedirler.
Rasulullah kalbi taharet ve kemalatı-na rağmen yine de büyük zahmetlere katlanarak ibadet ve riyazetle meşgul oluyordu ki Allah Teala sonunda mezkur ayeti nazil buyurdu ve bizler bütün bu günah ve hatalarımızda asla ahiretimizi dahi düşünmüyoruz.
Adeta sanki bizler için cehennemden kurtuluş beratı ve azaptan emanda olma belgesi verilmiştir. Bütün bunlar dünya sevgisinden ve Allah'ın enbiya ve velilerinin sözlerine kulak asmamamızdan kaynaklanmaktadır.
Yirmiikinci Hadis ÖLÜMDEN HOŞLANMAMAK
"Hz. Sadık (as) şöyle buyuruyor: Birisi Ebu Zer'e şöyle dedi: "ey Ebu Zer bizlere ne olmuş ki ölümden tiksiniyoruz?" Ebu Zer şöyle dedi: "Zira sizler dünyayı bayındır, kıldınız ahireti ise virane. Dolayısıyla da bayındır yerden virane yere gitmeyi hoş karşılamıyorsunuz." Daha sonra şöyle sordu: "Şimdi de bizim Allah'ın huzuruna nasıl varacağımızı söyle?" Ebu Zer şöyle dedi: Sizden iyi olanlar ehlinden uzak olanların ehlinin yanına varması gibi Allah'ın huzuruna varacaklardır.
Ama kötü olanlar ise mevtasından kaçan bir kölenin yeniden mevlasına döndürüldüğü gibi Allah'ın huzuruna varacaktır." O şahıs "O halde bizim Allah indindeki halimizi nasıl görüyorsun?" diye sordu.
Ebu Zer (ra) şöyle dedi: Amellerinizi Alah'ın kitabına arzedin Allah Teala şöyle buyuruyor: "İyiler nimetler cennetindedir, günahkarlar ise cehennemde." O şahıs "O halde Allah'ın rahmeti nerededir?'-diye sordu. Ebu Zer şöyle dedi: Şüphesiz ki Allah'ın rahmeti iyilere yakındır."
İmam Sadık (as) şöyle buyurdu: Adamın birisi Ebu Zer'e (ra) şöyle yazdı: "Ey Ebu Zer, bana ilimden bir hediye gönder!" Ebu Zer de ona şöyle yazdı: Şüphesiz ki ilim çoktur. Eğer sevdiğine kötülük etmemeye kadir isen etme." O şahıs dedi ki: "Acaba, sevdiğine kötülük edeni hiç gördün mü?" Ebu Zer de dedi ki: Evet senin nefsin sana nefislerin en sev-
gili olanıdır. Ama sen Allah'a isyan edince nefine kötülük etmiş olursun." (Kafî, C 2., s. 458. Kitabul-İman ve'1-Küfr, Babu Muhasebeti'1-AmeL 20. hadis.)
Bil ki ölümden hoşlanmamak ve korkmak oldukça farklılık arzeden birşeydir. Hakeza temel ve asılları da farklılık içindedir. Ebu Zer'in beyan ettikleri ise orta insanların halidir. Biz de nakıs ve kamil insanların halini kısaca beyan etmeye çalışacağız.
O halde bilmek gerekir ki biz nakısların ölümden kork-.ması önceki sayfalarda işaret ettiğimiz bir nükte sebebiyledir. O da şudur ki insan, Allah vergisi, fıtratı ve asli hilkati itibariyle hayatı ve bekayı sevmektedir.
Ölüm Ve yokluktan ise nefret etmektedir. Bu ilgisi ise mutlak beka ve ebedi-dai-mi hayata yöneliktir. Yani içinde fena ve zeval olmayan bir hayat! Bazı büyükler bu fıtrat ile ahireti isbat ediyorlardı ki burası şu anda beyan yeri değildir.
İnsanda bu sevgi ve o nefret olduğu için beka ve hayatın olduğunu sandığı her alemi de sever ve aşık olur ona. Dolayısıyla bunun mukabilindeki alemden de nefret eder.Bizler de ahirete iman sahibi olmadığımızdan ve kalbimizin o alemin bekası ile ezeli hayatına itmi'nanı olmadığından bu alemi seviyor ve o fıtrat esasınca ölümden kaçıyoruz. Daha öncede açıkladığımız gibi aklî idrak ve tasdik, kalbi itmi'nan ve imandan apayrı bir hakikattir.
Bizler nazile, zulmani ve mülkî neşetten, daimi hayat ve nuranî alem ile yüce, baki ve melekutî neşet olan ahirete intikalin ifadesi ölümün, aklî idrakimiz veya taabbüdî tasdiki-
miz ile hak olduğunu biliyoruz. Ama kalplerimizin bu marifetten hiç bir nasibi yoktur. Gönüllerimiz bundan habersizdir. Kalbimiz tabiat ve mülkî aleme gömülmüş ve haya+m bu mülkî, hayvanî ve düşük hayat olduğunu sanmaktadır .Ama ahiret ve hayat alemi olan diğer alemin hayat ve bekasına inanmamaktadır. Bu yüzden bu aleme güveniyor ve o alemden korkuyor, nefret ediyoruz.
Bütün musibetlerimiz de bu iman noksanlığı ve itmi'nan yokluğundandır. Eğer dünya hayatına var olan itmi'nanımız kadar ve bu alemin hayat ve bekasına olan imanımız kadar hatta bunun onda biri kadar dahi bir itmi'an ve imanımız olsaydı ahirete daha fazla bağlanır, dolayısıyla da ahiret yolunu ıslah ve tamir etmeye çalışırdık.
Ama ne yazık ki iman çeşmemizde su yoktur ve yakin binamız su altında kalmıştır. Ve çaresiz ölümden, fenadan ve zevaldan korkar hale gelmişiz. Bunun yegane çaresi ise fikir, yararlı zikir, ilim ve salih amelle kalbimize imanı sokmaktır.
Orta insanların ölümden korkusu ve kerahati yani ahiret alemine iman etmeyenlerin ölümden korkusu kalplerinin dünyayı tamire müteveccih olmaları ve ahireti tamirden gaflet etmeleridir.
Bu yüzden abad ve bayındır olan yerden harap olan yere intikal etmeyi hoş göremiyoruz. Nitekim Ebu Zer (ra) böyle buyurmuştu. Bu da iman ve itmi'nanın noksanlığından kaynaklanmaktadır. Yoksa kamil bir iman sahibi olan insan ahireti tamirden asla gaflet etmez ve dini, dünyevî işlerini yapmakla meşgul olmaz.
Bilcümle bu korkular ve ölümden tiksinmeler amellerimizin doğru olmaması ve Allah'a muhalefet etmiş olmamızdandır. Eğer hesabımız doğru olsaydı ve kendi kendimizi muha-
sebe etmiş olsaydık asla hesaptan korkmazdık. Zira orada hesap adil bir şekilde yapılmakta ve hesap eden de adil bir zattır. O halde hesaptan korkmamız kendi kötü hesabımız sebebiyledir. Yoksa muhasebeden korktuğumuz için değil.
Kafî'de yer alan bir hadis-i şerifte Hz. Musa b. Cafer (as) şöyle buyuruyor: "Her gün nefsini muhasebe etmeyen kimse bizden değildir. Eğer iyilik etmişse Allah'tan bunun fazlalığını istemeli ve eğer kötülük etmişse Allah'tan yarlığanma dilemelidir ve tevbede bulunmalıdır." O halde hiçbir musibete maruz kalmazsın ve ondan asla korkmazsın.
Hakeza diğer alemin helak edicileri ve durakları da bu alemdeki amellerimize bağlıdır. Eğer bu alemdeki nübüvvetin doğru yoluna ve velayetin müstakim tarikine yönelmiş ve bu yolda yürümüş isen, Hz. Ali'nin velayet caddesinden sapmamış isen hayatında herhangi bir sürçme görülmemişse; sırattan geçiş hususunda hiçbir korkun olmamalıdır.
Zira ahiretteki sıratın hakikati velayetin batini suretidir. Nitekim rivayetlerde de Hz. Ali'nin sırat olduğu yer olmaktadır. Başka bir hadiste ise "Biz sırat-ı müstakimiz" diye buyrulmuştur. Camie adlı mübarek ziyaretnamede ise şöyle yer almıştır: "Sizler en büyük yol ve en sağlam sıratsınız" Herkes bu sıratta yürür ve kalp ayağı sürçmezse o, sıratta da sürçmez ve düşmez.
Bir yıldırım gibi sırattan geçer. Hakeza ahlak melekeleri adilane olur ve nuraniyet içinde bulunursa kabir, berzah ve kıyametin zulmetlerinden ve o alemdeki korkunç şeylerden emanda ka lir.
O alemdeki hiçbir şeyden korkmaz. O halde bu makamda dert kendimizden, devası da kendimizdendir. Nitekim Hz. Ali (as) kendisine isnad edilen bir şiirde şöyle buyurmuştur: "Devan sendedir ama bilemiyorsun Hastalığın da sendedir ama göremiyorsun."
Kafî'de yer alan bir hadiste Hz.Sadık (as) şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki sen nefsinin doktoru karar kılınmışsın, ve senin için hastalığın ne olduğu açıklanmıştır. Sana sıhhat delilleri tanıtılmıştır ve sana ilacı da gösterilmiştir. O halde nefsini nasıl İslah ettiğine bak." Sende fasit olan birtakım ahlak ve ameller vardır.
Sıhhatin alametleri ise enbiyanın ve aklın nurlarının reçeteleridir.Nefislerin ıslah ilacı ise onları tasfiye etmek için teşebbüste bulunmaktır. Bu ise orta insanların makamıdır. Ama mükemmel mümin ve itminan sahibi kimselere gelince, onlar asla ölümden korkmazlar. Gerçi birtakım korkuları vardır.
Onların korkusu Allah'ın azameti ve celali sebebiyledir. Nitekim Rasulullah (sav)'da şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününün dehşeti nasıl olacaktır.!" Nitekim Hz. Ali de 19. gecede oldukça dehşet içerisindeydi. Halbuki Hz. Ali'de bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Allah'a andolsun ki Ali b. Ebi Talib ölümü çocuğun annesinin memesine olan sevgisinden daha çok sevmektedir." Bilcümle onların korkusu başka şeylerdendi.
Onların korkusu bizim gibi dünyada fani olmuş ve arzu ve emellerine bağlı kalmış insanların korkusu gibi değildir. Velilerin kalpleri de birbirlerinden oldukça farklılık içerisindedir. Bunları, kapsamlı bir şekilde yazmak mümkün değildir.Sadece bunlardan bazısına işaret edeceğiz.
Velilerin kalpleri isimlerin tecellilerini kabulde farklılık içindedir, Bazılarının kalpleri aşk ve şevk içindedir. Yani kalpleri aşk ve şevk kalpleridir. Allah Teala bu gibi kalplerde cemal isimleriyle tecelli etmektedir.
O tecelli şevkle içice olan bir heybet getirmektedir.Heybet, azametin tecellisi ve derkinden korkmaktır. Aşığın kalbi maşukla görüşme anında tepinmekte ve korkmaktadır. Ama bu korku ve dehşet sıradan korkular gibi değildir.Bazı kalpler
ise korku ve hüzün kalpleridir. Allah-u Teala bu kalplerde celal ve azamet isimleriyle tecelli etmektedir.Bu da korkuyla karışık bir susuzluk ve hüzünle karışık bir hayret getirmektedir.
Hadisde yer aldığı üzere Hz.Yahya (as) Hz. İsa'nın güldüğünü görünce kızarak şöyle dedi: "Yoksa sen Allah'ın azabından emanda mısın?" Hz. İsa şöyle cevap verdi: "Sen de Allah'ın fazl ve rahmetinden ümitsiz misin?" Ve Allah Teala da onlara her ikisinin de kendisine hüsn-i zan içinde olduğunu ve kendi katında sevgili olduklarını vahyetti.
Zira Hz. Yahya'nın kalbinde Allah Teala celal isimleriyle tecelli etmişti. Her zaman korkuyordu.Dolayısıyla da Hz. İsa'ya kızarak hitapta bulundu. Hz. İsa ise rahmet tecellileri gereğince ona öyle cevap verdi.
"Dünyayı bayındır kıldınız ama ahireti harap ettiniz." hadisinin zahiri şudur: Ahiret ve cennet mamur ve bayındırdır, ama bizim amellerimizle harap olmaktadır.Bilindiği gibi bundan maksat tabirlerdeki benzerliktir.
Çünkü dünya hakkında "tamir" kelimesi tabir edildiğinden bu münasebetle ahiret içinde tahrib kelimesi tabir edilmiştir. Cehennem ve cennet gerçi mahluktur ama cennet diyarı ve cehennemin yakıtmaddeleri ehlinin amellerine bağlıdır.
Rivayetlerde yer aldığı gibi cennetin zemini düzdür ve bina maddeleri ise insanoğlunun amelleridir. Bu burhanla ve mükaşefe ehlinin keşfiyle de mutabıktır.Nitekim bazı muhakkik arifler şöyle demişlerdir. "Bil ki cehennem, yaratıkların en büyüğüdür ve o Allah'ın ahiretteki zindanıdır. Ona çok derin olduğu için cehennem demişlerdir. Nitekim derinli-
ği çok olan kuyulara cehennem kuyusu diyorlar." Cehennemde hem soğuk ve hem de sıcak vardır. Oranın hem soğukluğu ve hem de sıcaklığı sonsuzdur. Derinliği ile üstü arasındaki mesafe 750 yıllık yoldur. Ve insanlar bunların mahluk olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir, cennet hususunda da ihtilaf etmişlerdir; ama biz mükaşefe ve marifet ehline göre her ikisi de mahluktur.
Hem mahluktur ve hem de mahluk değildir. Bu daha çok şuna benzemektedir: Bir insan ilk etapta bir ev yapmak istemektedir. Ama ilk önce ev yapmak istediği alanı, muhiti bir duvarla çevirir, bu duvarı dışarıdan gören insan burada bir evin olduğunu zanneder.
Ama içeriye girildiğinde sadece duvarın olduğu göze çarpar. Daha sonra oradaki yaşamak isteyen insanların istekleri doğrultusunda ev ve ev için gerekli olan şeyler yapılır.
Hadiste yer aldığı üzere Rasululîah (sav) miraca çıktığı zaman cennette birtakım melekler gördü ki bazen bina yapmakta bazen de işten elçekmekteydiler.
Hazret bunun sebebini Cebrail (as)'a sorunca Cebrail şöyle dedi: "Bunların yaptığı binanın maddeleri ümmetin zikirleridir, zikir ettikleri zaman onlar için birtakım maddeler hasıl olur ve melekler de bina yapmakla meşgul olurlar. Ama onlar zikirden geri kalınca bunlar da çalışmaktan geri kalırlar. (Biharu'1-En-var, C 90., s 169-170.)
Bilcümle cismanî cehennem ve cennetin sureti insanoğlunun iyi ve kötü amellerinin suretidir. O alemde bu ameller kendilerine dönmektedir. Nitekim şu ayet-i şerifede de buna işaret edilmiştir. "Yapıp ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır."'(Kehf, 49)
Olabilir ki cennet ve cehennem iki bağımsız neş'et ve alemdir, insanoğlu cevheriyye hareketi ve meiekutî şevki ile
iradi amelî ve hulkî hareketiyle o tarafa doğru seyir etmektedir. Gerçi onlardan her birinin nasibi de kendi amellerinin suretidir.
Bilcümle melekut-i a'la alemi cennet alemidir ki kendisi de bağımsız bir alemdir. Ve oraya saadete ermiş nefisler sev-kedilmektedir. Cehennem alemi ise en aşağı melekut alemidir ki şekavet ehli nefisler oraya doğru seyretmektedir.
Ama o alemde kendilerine rücu eden tek şey ya iyiliklerin güzel suretleri ya da kötü amellerin korkunç suretleridir. Bu beyanla Kur'an'daki zahiri farklılıkta giderilmiş olmaktadır. Hakeza bu burhan ve marifet ehlinin görüşü ile de mutabık ve muvafık durumdadır
Şüphesiz ki Ebu Zer (ra)'m bu makamdaki sözü kapsamlı ve muhkem bir sözdür. İnsan buna dikkat etmelidir. Hz. Ebu Zer amellerin kitaba arzedilmesini buyurduktan sonra şu ayeti okudu: "İyiler nimetler cennetindedir. Kötüler ise cehennemde. "
O adam da Ebu Zer'in bu cevabı karşısında rahmete sarıldı ve dedi ki: "O halde Allah'ın rahmeti nerededir?" Ebu Zer rahmetin de boş bir şey olmadığını ve rahmetin iyilere yakın olduğunu söyledi.
Bil ki mel'un şeytan ve habis nefsi emmare insanı birçok şeyle mağrur etmekte ve ebedi helakete sürüklemektedir. Şeytanın kemanında bulundurduğu en son ok insanı Allah'ın rahmetiyle mağrur kılmaktır.
İnsan bu gurur sebebiyle amel etmekten geri kalmaktadır. Allah'ın rahmetine olan bu güven şeytanın hilelerinden biridir. Bunun delili ise şudur: