NaN%
SON YÜZYILDAKİ İSLAMÎ HAREKETLER SON YÜZYILDAKİ İSLAMÎ HAREKETLER



AYETULLAH MURTAZA MUTAHHARİ

Çeviri: İbrahim Şahin

Özgün adı : Nehzethayı eslamî der sedsalı aher

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

AYETULLAH MURTAZA MUTAHHARİ (1921 - 1979)

Bir din bilgininin oğlu olan Murtaza Mutahhari, 2 Şubat 1919'da Meşhed'in Feriman kasabasında doğdu. Terbiye ve eğitiminde babasının büyük bir katkısı oldu.

Onyedi yaşına kadar Meşhed'de medrese tahsili gördü daha sonra Kum'a giderek tahsilini yüksek öğrenim düzeyinde sürdürdü, on-beş yıl Kum'da kaldı. Dönemin tanınmış bilginlerinin ve bu arada oniki yıl İmam Humeyni'nin derslerine devam etti. İslam’ı bir bütün olarak görüyordu bunun için sırf fıkhı de­ğil irfan ve felsefeyi de temelden kavramak istiyordu.

Allame Tabatabai'den yararlandı ve batı felsefesini kavramak için kendi başına da çabalarını sürdürdü, önemli çalışma­lar yaptı. Mirza Alî Akaa-i Şirazî'den «Nehc’ül Belağa» dersleri aldı.

1951'de yazarlığa başladı, 1953'de içtihat ica­zeti aldı. Derin bir İslamî bilinç ve olgunluğa varmıştı. 1954'de İlahiyat Fakültesinde öğretim görevine başladı. Şehid Mutahhari ömrü boyunca halka ve gençliğe gerçek İslam’ı tebliğ etmek için gayret gösterdi İran üniversite­lerinde ve radyoda konuşmalar yaptı.

Kısa sayılabilecek ömrünü sürekli öğrenmeye ve öğretmeye tahsis etti. Herkesin anlayabileceği bir dili kullanmaya özen gösterdi. 1962'de Şah rejimi aleyhine olan olaylara fiilen katıldı. «15 Hurdad» olayları nedeniyle birbuçuk ay tutuklu kaldı. Bu tarihlerde İmam Humeyni Kuzey Tahran'da bir evde göz hapsine alınınca Mutahhari ve diğer âlimler hareketin fiili önderliğini üstlendiler. İmam Humeyni Türkiye'ye sürgün edilince sorumluluğu daha da arttı.

Bu sırada Şah'ın baş­bakanı Mansur, Şehid Buharı tarafından öldürülünce, savak tarafından yakın takibe alındı. 1978'de İmam Humeyni Pa­ris'e sürgün edilince, Paris'e gidip önemli meseleler için İmam'la görüştü. İslam Devrimi Konseyini kurmakla gö­revlendirildi ve devrim konseyi başkanlığına getirildi.

İslamî çalışmaları, devrim düşmanı gizli güçlerce izlenen ve varlığı tehlikeli görülen Mutahhari İslam devriminden kısa bir süre sonra, 2 Mayıs 1979'da bir suikast sonucu şehid edildi. İmam Humeyni «çok değerli bir evladımı kaybettim» diyerek bu şehadet dolayısıyla İslam Ümmeti'ni tebrik etti. Kabri Kum şehrindedir.

Elli'nin üzerindeki eserleri her öğrenim seviyesindeki Müslümanlar arasında etki ve öne­mini sürdürmektedir. Türkçeye çevrilen bazı eserleri: Hicab, Tevhidî Dünya Görüşü, İslam Devrimi, Kur'an'da İn­san, İman ve İnsan, Materyalizme Yöneliş Nedenleri, İn­saniyet Mektebi, Adl-i İlahi, Tevhidî Görüş (İlahî Dünya Görüşü ve Maddeci Dünya Görüşü bölümü)... ve elinizdeki kitap.


Bismillahirrahmanirrahim

SON YÜZYILDAKİ İSLAMÎ HAREKETLER

OKUNMAYAN HİTABE ([1])

«Allah’ım, şüphesiz sen, bizim tarafımızdan olan şeyin, kudret kazanılması için bir rekabet olmadığını biliyorsun, belki senin yolunun işaretleri olan sünnetlerini geri getir­mek idi. Senin beldelerinde mazlum ve mahrum kullarının eman bulması için belli ve gözle görülen bir ıslah icra et­memiz ve senin yerde bırakılmış sınırlarını ve esaslarını yeniden ayakta tutmak içindir.» ([2])

Şaban ayının onbeşinci günü olan yarın dünyanın büyük ıslahçısı Hazreti Hüccet İbnul Hasan'ın (A.F) doğum yıl­dönümü günüdür. Bütün ülkemizde başlamış olan ıslah ha­reketinin çağdaş sosyal şartları, halkın ittifakı ile ortaya çıkmış olan bu ıslah isteği hareketi ve ruhu, bana ıslah ve ıslah isteği hareketini, özellikle son yüzyıldaki hareketleri incelemek için bir ilham bahşetti.

ISLAH KAVRAMI

Islah, sıhhat ve intizam bağışlamaktır, bozmak keli­mesinin tam karşıtı bir noktadır. Bozmak (ifsat) olumsuz şartlar meydana getirmek anlamındadır.
Islah ve bozmak (ifsat) Kur'an'ın iki karşıt kelimesi­dir, Kur'an'ın çeşitli yerlerinde tekrarlanarak gelmişlerdir. Karşıt kavramlar, yani birbirine zıt olan itikadî ve sosyal kavramlar, birbirlerinin yardımıyla daha iyi tanınmış olur­lar.

Mesela tevhid ve şirk, iman ve küfür, hidayet ve dalâ­let, adalet ve zulüm, hayır ve şer, itaat ve isyan, şükür ve nankörlük, ittihat ve ihtilaf, gayb ve apaçıklık ilim ve cehalet, takva ve fasıklık, istikbar ve istiz'af (zayıf bırakılmışlık) gibi.

Bu zıt kavramların bir kısmı şu açıdan birlikte kulla­nılıyorlar; birinin ret ve tard edilmesi diğerinin ise toplum­da gerçekleşmesi gerekir. Islah ve bozmak kelimeleri de bu cinstendir.

Islah kelimesi (şahısların kendi aralarında ıslahı), bazen aile çevresinin ıslah edilmesi, bazen büyük sosyal çevrenin ıslah edilmesi konularında kullanılmıştır. Şimdi konumuz, sosyal çevrenin ıslah edilmesidir.

Bu ko­nu, pek çok ayette söz konusu edilmiştir ([3]). Bundan sonra bu kavramı, sosyal düzeyde ıslah anlamıyla kullanmış ola­cağız, başka bir deyimle maksadımız sosyal ıslahtır.

Kur'an'ı Kerim tabirlerinde peygamberleri hep ıslah edi­ciler olarak sayıyor.

Tıpkı Şuayb peygamberin dilinden şöyle dediği gibi : «Ey milletim. Rabbimden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir rızık da verdiği halde, O'na karşı gelebilir miyim?
Söylesenize! size yasak ettiğim şeylerde aykırı hareket etmek istemem; gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım ancak Allah'tandır, O'na güvendim; O'na yöneliyorum» dedi.» (Hûd; 88)

Münafıkların ıslah iddialarının aksine, onların iddiasını şiddetle tenkit ediyor ve bunu kusurlu buluyor : «Kendile­rine : «Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın» dendiği zaman, «Bizler, sadece ıslah edicileriz» derler. İyi bilin ki, asıl boz­guncular kendileridir, lâkin farkında değillerdir.» (Bakara; 11-12)

Islah isteme, İslamî bir haleti ruhiyedir. Her Müslüman, Müslüman olması hükmünden dolayı ister istemez ıslahı isteyendir, en azından ıslah isteme taraftarıdır. Islah hem peygamberi bir durum unvanıyla Kur'an'da söz konusudur, hem de iyiliği emretme kötülüğü nehyetme ilkesinin doğrulayıcısıdır, İslam’ın sosyal öğretisinin rükünlerinden biri­dir.

Elbette iyiliği emretme, kötülüğü nehyetme ile ilgili her emrin sosyal ıslahı tasdik etmesi gerekmez, ama her sosyal ıslah, iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetmeyi tas­dik etmektedir.

O halde, iyiliği emretme kötülüğü nehyetme görevini tanıyan ve kendisini bununla sorumlu bilen her Müslüman’ın sosyal ıslaha karşı özel bir hassasiyeti (yöne­lişi) vardır.

Özellikle bir noktaya dikkat etmemiz gerekir; asrımız­da sosyal ıslaha karşı olumlu bir duyarlılık meydana gelmiştir, bu takdire şayan bir durumdur, ama bu yön muh­temelen ifrat şekline çekiliyor, ıslah ölçüsü ile tartılan her hizmet ve her şahsiyetin değeri, sosyal ıslaha olan müda­halesi ve katkısı ölçüsünde geçerli tanınmış oluyor.

Göze çarpan bu tarz düşünce doğru değildir, zira her ne kadar toplumun sosyal ıslahı hizmet ise de her hizmetin sosyal ıslah olması gerekmez. Verem ve kanser ilacının icadı hiz­mettir, ama ıslah değildir, sabahtan akşama kadar hastalan muayene eden her doktor sosyal bir hizmet yapıyor, ama sosyal ıslah yapmıyor.

Zira sosyal ıslah, toplumun istenilen düzeye getirilmesidir, doktorun işi, aynı şekilde değildir. Bu açıdan büyük hizmet görenleri, sosyal ıslahlarda bir fonksiyona sahip olmadıkları cürümü ile görmemezlikten gelmemek gerekir.

Şeyh Murtaza Ensari'nin yaptığı iş ve­ya Molla Sadra'nın yaptığı iş bir hizmettir, hem de büyük bir hizmettir, hâlbuki onların işleri ıslah sayılmıyor, kendi­leri de ıslah edici sayılmıyor.

Bu, bir âlimin inziva halinde yerine getirdiği bir iştir. Çoğu şahıslar, kendi bireysel tak­vaları ve kendilerinin gerçekten örnek şahsiyetler olmaları yoluyla, en büyük hizmetleri yapmışlardır, hâlbuki pratikte sosyal müdahalelere karışmamışlar bunlardan uzak dur­muşlardır. O halde salihler de ıslah edici sayılmamışlarsa bile tıpkı ıslah ediciler gibi kıymetlidir ve hizmet yapmış­lardır.

Nehcul Belağa'dan naklettiğimiz yukarıdaki cümleler­de Ali (R.A) sosyal faaliyetler karşısındaki rolünü ıslah edici unvanıyla açıklıyor. İmam Hüseyin (R.A) de, Muaviye za­manında hacc günlerinde büyük sahabelerden meydana ge­len bir topluluğa yaptığı geniş konuşmasının (Bu konuşma Tuheful Ukul'da vardır) muhtevasında, babasının bu cüm­lelerini söyledi, yani yapmak istediği işlerde kendi rolünü, «ıslah edici» olarak açıkladı.

İmam Hüseyin meşhur vasiyetnamesinde kardeşi Muhammed İbni Hanife'ye hitaben de kendi işine «ıslah», ken­disine de «ıslah edici» unvanını verdi. Vasiyetinde şöyle yazdı:

«Benim kıyamım şahsi makam ve mevki talep etme, mutluluk arama, bozgunculuk veya zalimlik kıyamı değildir. Dedemin ümmetinin ıslahını istemek ve aramak için ayaklandım. İyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek isti­yorum, dedemin ve babamın sîreti üzerine hareket etmek istiyorum.»

İSLAM TARİHİNDEKİ ISLAH HAREKETLERİ

Siret ve masum imamların hareketi, tamamen talim, irşad ve ıslah hareketleridir. Buna ilaveten İslam tarihinde diğer tarihlerin hiç birinden az olmayan, oldukça geniş ıs­lah hareketlerini görmek mümkündür.

Ama bu hareketler hakkında yeterli incelemeler yapılmadığı için, insan başlan­gıçta İslam tarihinin, tarihî ıslah isteği hareketleri açısın­dan durgun ve sessiz olduğunu düşünüyor.

Asgari bin yıldır Müslümanlar arasında (önce Ehl-i sün­nette sonra Şia'da her asrın başlangıcında bir din müceddidi ve ıslah edici zuhur edecektir, düşüncesi yerleşmiş­tir. Ehl-i sünnet bu konuda Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadisi naklediyor:

«Allah her yüzyılın başında ümmete onun dinini ihya edecek (ve ıslah edecek) bir adam gönderir.»

Her ne kadar bu hadis senet açısından ve tarihi açı­dan teyid edilmiyorsa da, biz bir başka yerde bu hadis konusundaki görüşlerimizi belirttik ([4]), ama Müslümanlar arasında bu düşüncenin kabulü, ilgi toplaması ve yaygınlığı, şu hakikati açıklamaktadır: Müslümanlar en azından bir asır zarfında bir ıslah ediciyi veya ıslah edicileri beklemişlerdir, pratikte bazı hareketleri, ıslah hareketleri olarak algılamışlardır.

Diyoruz ki: Islah, ıslah edici, ıslah hareketi ve son zamanlarda kavram edinilmiş olan, dinî fikrin yenilenmesi kavramları Müslümanların kulağına aşina gelen bir ahenge sahiptir.

İslam dönemindeki ıslah hareketlerinin dikkatli bir şe­kilde incelenmesi, ilmî yönden tahlil edilmesi çok faydalı ve oldukça hayatîdir. Yetkin şahısların böyle bir başarı­ya ulaşacaklarını, kendi araştırma ve incelemelerinin neticesini ilgilenenlerin emrine arz edeceklerini ümit edi­yorum.

Islah iddiası taşıyan hareketlerin hepsinin aynı ve eşit olmadığı apaçıktır. Bazıları ıslah iddiası taşımışlar ve ger­çekten de ıslah edici olmuşlardır. Bazıları ise aksine ıslah bahanesiyle ifsat etmişlerdir, fesat çıkarmışlardır. Diğer bazıları ise başlangıçta ıslah yönü taşımışlar sonunda ıs­lah yolundan sapmışlardır.

Alevilerin, Emevi ve Abbasi dönemindeki ayaklanma­ları, kıyamları ekseriya ıslah kıyamları olmuştur. Aksine Babek-ı Hurremdin ve bunun gibi diğer bir kaç hareket, o kadar kötülüğe bulaşmış ve aşağılık idi ki, İslam dünyası için ters bir sonuç verdi, yani Abbasi halifelerinin cefasına karşı başlamış olan harekete halkın duyduğu ilgiyi azalttı.

Abbasi hükümetinin bir oranda devamı, Babek isyanı gibi isyanlara da bağlıdır. Gerçekten bu isyanlar Abbasilerin şan­sıdır. Şuubiye kıyamı başlangıçta ıslah mahiyeti taşıyordu, zira Emevi ayrıcalığının aleyhine idi. «Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız.

Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmek­ten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.» (Hucurat; 13) şiarı ile başladı. Çünkü Şuubiye ayrıcalığın ve özel muamelenin aleyhine isyan etmişti, bunun için «Ehli Tesviye» (Eşitleştirme ehli) olarak isimlendirildi yukarıdaki ayeti kerimeyi slogan olarak seçtikleri için «şuubiye» ola­rak isimlendirildiler.

Ama maalesef şuubiye, uğruna ayak­landığı yoldan saptı. Yani ırkçılık ve kavmiyetçilik aleyhi­ne olan düşüncelerin gidiş yolundan saptı. Bu nedenle ha­kikati arayan, takva sahibi mü'min unsurların kendilerinden nefret etmelerine sebep oldular. Şuubiye'nin ilk ıslah yo­lundan sapmasını da gerçekten Abbasilerin «Şansı» hane­sine koymak gerekir.

İranlıların İslamî adalet isteği yolun­dan sapıp, ırkçılık yoluna sapmalarında Abbasilerin rolünün de olması mümkündür. Abbasi halifelerinin tarih boyunca aşırı şuubileri şiddetli şekilde desteklemeleri bu teoriyi açıkça kuvvetlendirmektedir.

İslamî ıslah hareketlerinin bir kısmı fikrî, bir kısmı sosyal olmuştur, bir kısmı ise hem fikrî hem de sosyal ol­muştur. Gazalî'nin hareketi kendine özgü bir fikrî hareket idi ([5]), o İslamî ilimlerin ve İslamî düşüncelerin felakete uğramış olduğunu düşünüyordu, bu maksatla «İhyau ulu-muddin»i yazdı. Hz. Ali'nin neslinden olanların hareketleri veya «Serbedaran» hareketi zamanın hükümetlerinin aleyhhine olan hareketlerdi. İhvan-us Safa hareketi hem fikrî idi hem de sosyal bir hareketti.

Adı geçen hareketlerin bazıları ilerici ve öncü hare­ketlerdir, bazıları ise dördüncü asırdaki Eş'ari hareketi ve onikinci asırdaki (Şiadaki) Haberlere Yöneliş hareketi Cebbarilik) gibi gerici hareketlerdir.

Bütün bu hareketler, ister fikri ve pratik, isterse ilerici ve gerici olsun genellikle hepsi geniş bir inceleme ve tahlile muhtaçtır. Özellikle şuna dikkat edilmelidir; Sonunda bazı fırsatçılar mevcut boşluktan istifade etmişlerdir, «emirlere» uygun olarak, «gönüllerinin istediği şekilde, İslamî dönemdeki hareketleri tahlil ediyorlar ve habersiz halk kitlesine sunuyorlar.

Şimdi son yüzyıldaki İslamî ıslah hareketlerini kısa bir şekilde inceleyeceğiz. "Bizimle ve pratik hayatla yakın bir bağlılığı olan, içinde bulunduğumuz, netice alınması aşa­masında olan zamanımızdaki ve asrımızdaki İslamî hareket ve ıslah hareketini inceleyeceğiz.

Hicri onüçüncü asrın ikinci yarısı, yani miladi ondokuzuncu asrın ikinci yarısı civarında İslam dünyasında bir ıslah hareketi başlamıştır. Bu hareket, Türkiye, Afganistan ve Hindistan'ı kapsıyor. Bu ülkelerde, ıslaha davet edenler ortaya çıkmıştır ve ıslah düşüncelerini ortaya koymuşlardır.

Bu hareketler bir kaç asırlık durgunluğun ardından şe­kil aldı, bir sınıra kadar batının siyasi, iktisadi ve kültürel sömürüsünün saldırısına uğradı. Bu hareketler İslam dün­yasında bir çeşit uyanış ve «rönesans» (hayatın yenilen­mesi) sayılıyor.


SEYYİD CEMALEDDİN

Hiç şüphesiz İslam ülkelerinde, son yüzyıldaki ıslah kımıldanışları ve hareketleri dizisini, Afganî diye meşhur olan Seyyid Cemaleddin Esadâbadi başlatmıştır. Müslüman­ların toplumsal dertlerini kendine özgü gerçekçi bir görüş­le tekrar söyledi, ıslah ve çare arama yolunu gösterdi.

Seyyid Cemaleddin hakkında çokça söylenmiş ve ya­zılmıştır, ama onun «ıslah tezi» hakkında daha az konuşul­muştur veya ben daha az görmüş ve işitmişim. Her halü­kârda Seyyid Cemaleddin'in İslam toplumu hakkında nasıl bir teşhis yaptığını ve hangi çare yolunu çözüm olarak önerdiğini bilmemiz güzel olacaktır. Kendi ıslah hedefleri­ne ulaşmak için hangi yolları seçmiştir?

Seyyid Cemaleddin'in hareketi hem fikri hem de sos­yal idi. O, Müslümanların hem düşüncelerinde hem de ha­yat düzenlerinde bir kıyam meydana getirmek istiyordu. O, bir şehirde, bir ülkede, hatta bir kıtada bile durmadı.

Her zaman değişik bir ülkede kaldı, Asya, Avrupa ve Afrika’yı daima dolaştı. Her ülkede çeşitli gruplarla temas halindey­di, yazdıkları gibi bazı Müslüman ülkelerde askerlerin kalp­lerine nüfuz etmek için fiilen orduya gitti.

Seyyid Cema­leddin'in çeşitli İslam ülkelerine seyahatleri, onları tekrar ziyaret etmesi bu ülkeleri yakinen tanımasına, bu ülkeler­deki akımların ve şahsiyetlerin mahiyetini öğrenmesine sebep oldu.

Böylece dünyayı dolaşması, ölçmesi özellikle batı ülkelerinde nispeten uzun süre kalması, ilerlemiş dün­yada olup bitenleri, Avrupa medeniyetinin mahiyetini, o medeniyetin ileri gelenlerini tanımasını sağladı. Seyyid Cemaleddin, hareketinin ve araştırmasının neticesi olarak, hem kendi zamanını hem zamanındaki dünyayı tanıdı, hem de tedavi etmek arzusunda olduğu İslam ülkelerinin dert­lerini inceden inceye tanıdı.

Seyyid Cemaleddin, İslam toplumunun en önemli ve en müzmin derdinin, iç istibdat ve dış sömürü olduğunu teşhis etti, bu ikisiyle savaştı,' sonunda canını da bu yolda kaybetti. O bu felç edici iki faktörle mücadele edilmesi için siyasi bilinci ve Müslümanların aktif bir şekilde siya­sete katılmasını vacip ve gerekli saydı.

Müslümanların el­den gitmiş azametinin ye büyüklüğünün tekrar elde edil­mesi için, dünyada onlara uygun olan bir makamı elde et­meleri ve ilk İslam’a geri dönmeleri gerekir, onların yarı ölü kalıplarına hakikaten gerçek İslam ruhunun girişini acil ve hayatî bir mesele olarak biliyordu.

Bidatçilikten ve hu­rafeden arınmayı, bu dönüşün şartı sayıyordu. İslam birliğini tebliğ ediyordu. Nifak yaratan mezhebi, dinî ve gayrı dinî ihtilaflarda sömürgecilerin görünen ve gizli ellerini görüyordu.

İKİ SEÇKİN ÖZELLİK

Seyyid Cemaleddin'in en seçkin özellikleri, Sünni ve Şii ruhaniyetin iki çeşitliliğini ve farklarını iyi idrak etmiş ol­masıdır, O, Sünni ruhaniyetin bağımsız ulusal bir kurum olmadığını, istibdat ve sömürü kudretlerine karşı bir kud­ret sayılmadığını biliyordu. Sünni ruhaniyeti (uleması), asır­larca kendisinin topluma,«ululemr» diye tanıttığı hükümetlere bağlıdır.

Bunun için Sünni toplumda, ulemanın ardın­dan gitmiyordu, doğrudan halkın ardından gidiyordu. Onun nazarında Sünni din âlimlerinin sömürü ve istibdada karşı bir üs ve karargâh olma özellikleri yoktur, bu yönden on­lardan faydalanılamaz, özel bir imtiyaza sahip değillerdir.

Ama Şia ruhaniyeti (uleması) böyle değildir, şia ru­haniyeti bağımsız bir kurumdur, ulusal bir kudrettir, daima halkın yanında hükümetlere ve idare edenlere karşı olmuş­tur. Bu açıdan Seyyid Cemaleddin Şia toplumunda, önce ulema sınıfının ardından gitti ve onları şuurlandırmaya başladı, bu sınıfın sömürü ve istibdatla mücadele etmek ve savaşmak için en iyi sınıf olduğunu teşhis etti.

Seyyid Cemaleddin'in Şia âlimlerine gönderdiği mektupların muhtevasından, özellikle büyük lider merhum Hac Mirza Hasan Şirazi'ye (Allah makamını yüceltsin) gönderdiği mektubu ve şia ulemasının önde gelenlerine, tanınmış olanlarına, mümtaz olanlarına bir genelge şeklinde gönderdiği mektu­bu, (bunu Tahran, Meşhed, İsfahan, Tebriz, Şiraz ve diğer şehirlerdeki ziyaretgâhlardaki âlimlere ve diğer alimlere yazmıştır) bu istenen şey tam olarak bellidir.

Şia ruhani-yetinden bazı şahıslar eğer kendi zamanlarının istibdatçıları ile muhtemelen yakın bir ilişkiye girmişlerse, buna rağmen halk ve ruhaniyet ile bağlılıklarını korumuşlarsa, Seyyid Cemaleddin bunların fıkıhta söz konusu olan aslı, yani «düşman üssünden halkın faydasına istifade etme» esasını takip etmiş olduklarını teşhis etmişti.

Eğer muh­temelen gerçekten bağımlı şahıslar olmuşsa (ki, elbette ol­muşlardır) istisnai bir durum teşkil etmişlerdir. Bunun için Şia halkı, bütün tarihi boyunca ruhaniyet ile olan kuvvetli bağını koparmamıştır ([6]).

Seyyid Cerhaleddin'in şia ruhaniyeti ile olan ilişkile­rindeki metodu geniş bir etki meydana getirdi. Hem ule­manın kendine özgü vesile oluşu ile meydana gelen, iç istibdadın ve dış sömürünün ağzına demir bir yumruk gibi vurulan Tömbeki kıyamında geniş bir etki gösterdi.

Hem de ulemanın liderliği ve te'yidi île oian İran Meşrutiyet ha­reketinde geniş bir etki gösterdi. Devrimci ve bilinçlî bir müslüman şahsiyet olarak Seyyid Cemaleddin'in ruhaniye­ti ezdiği ve zayıflattığı asla görülmemiştir. Bazı bilgisiz­liklerin etkisiyle, kendisi şahsen bazı zararlar ve eziyetler de görmüştür.

Tabatabaî bey şöyle yazıyor;

«Seyyid Urvetul vuskayı neşrettiği birinci Avrupa seyahatinde, ıslahatın yerine getirilmesi için, ruhanilerin nüfuzunun önemini anlamıştı. O sıralarda,

Mısırda mukim olan İranlılardan birine Avrupa’dan yazdığı mektupta (o zat kendini İranlı memurlardan kurtarmak için Dağıstanî diye isimlendirmişti) açık olarak diyor ki, «İran uleması kendi görevlerini yerine getirmede kusur etmemiştir, İran halkının ve ülkenin geri kalmasına, çaresizliğine, eziyet çekmesine, daima İran’ın devlet memurları (devlet idareci­leri) sebep olmuşlardır.

Tahran'da yaşadığı sırada hiç bir şekilde ruhanilere karşı bir durumu görülmedi. Belki aksine ulemaya güzel an­layış ile yaklaşmak ve bağlılığını artırmak için çaba göste­riyordu. Ulemaya karşı hüsnü anlayış göstermiştir.

Onun, Nietzsche ile ilgili risalesi, Arapçaya tercüme edilmiş Beyrut’ta yeni yayınlanmıştı, o sırada Cemaleddin İran’a gel­mişti, risalenin bazı nüshalarını temin etmişti,- bunları öğrencilere ve âlimlere hediye ediyordu.

Nakledilen makul müderrislerle yapmış olduğu konuşmalarda ve toplantılar­da gurur ve beğenilmişlik hissi verebilecek bir sözün söy­lenmemesine çaba gösteriyordu. Şunu işitmiştim; Merhum Celve birinci konuşmada Seyyid Cemaleddin'e «Sizin Mı­sırda Şeyhin sözlerini tedris ettiğinizi işittim» demişti. Ce­maleddin tevazu göstermek için uygun bir cevap vermişti, merhum Celve'nin de kendine muhalif olmamasını sağla­mıştı ([7]).

Aynı kaynaklar diyorlar ki:

«Seyyid Cemaleddin dili ve kalemiyle bir ortam mey­dana getirdi. Memleketin ruhani ulemasının zihninde yeni meşrutiyet hükümetinin asıl kabul planını hazırladı.

Tahran'ın ve ziyaretgâhların büyük âlimleri meşrutiyet hareke­tini yapan unsurla ilgili hüsnü zannında ve isabetli tahmi­ninde yanılmadığı belli oldu. Tömbeki kıyamı hareketin­den,

Kum'a hicrete kadar ve ulemanın Bağ-ı Şah askeri dar­besine karşı meşrutiyet isteyenleri desteklemesi, her yer­de birinin önder bir makamda yer alması, onun ruhunun kılavuzluk etmesiydi.» ([8])

Seyyid Cemaleddin'în diğer imtiyazı şudur; tabir yerindeyse yenilikçi bir şahıs idi. Müslümanlara yeni bilimlerin yeni tekniklerin, yeni batı medeniyetinin iktibas edilmesi­nin gereklerini söylüyordu.

Müslümanların okuma yazma bilmemesi, bilgisizliği, teknik ve sanayi açısından acizliği­ne karşı savaş başlatmış idi, aşırı yenilikçiliğe yönelişlerin tehlikelerini anlıyordu. O Müslümanların batının ilimlerini ve sanayisini almalarını istiyordu, ama Müslümanların dü­şünce yöntemi, yani onların dünya görüşü batı dünya gö­rüşüne dönüşmemelidir. Müslümanların dünyayı batının gördüğü gözlükle görmesine karşıydı.

O, Müslümanları ba­tı ideolojilerine bağlanmadan batı ilimlerini almaya davet ediyordu. Seyyid Cemaleddin batının siyasi sömürüsü ile savaştığı gibi, batının kültürel sömürüsüyle de mücadele halindeydi.

Dünyayı, muhtemelen Kur'an'ı, İslamî kavram­ları, batılı görüş açısı ile tefsir eden modernistlerle mü­cadele ediyordu. Kur'an'ın tabiat ötesi kavramlarının te'vil ve açıklanmasını, onların duyusal ve maddî işlere tatbik edilmesini caiz görmüyordu.

Seyyid Cemaleddin Mısırdan Hindistan’a gidip bir za­manların Hindistan’daki İslamî ıslah kahramanı sayılan Sör Seyyid Ahmed Han Hindî'nin fikirleri ile tanıştı.

Onun ta­biat ötesi meseleleri, ilim ismi ve bahanesiyle tabiî bîr şe­kilde açıklamak istediğini gördü. Sör Seyyid Ahmed gaybı ve ma'kulu hissedilen ve gözle görülen olarak sayıyordu, Kur'an'da nass ile sarih olarak bulunan mucizelere doğal ve adi renkler veriyordu, Kur'an'ın semavî tabirlerini maddileştiriyordu.

Cemaleddin bütün bunlara karşı şiddetli bir şekilde durdu. Çağdaş yazarlardan biri Seyyid Cemaleddin'in Hind seyehati ve Seyyid Ahmed Han'a karşı olan konumu ile ilgili şunları yazıyor:

«Seyyid Ahmed dinin ıslahından bahsettiği zaman, Seyyid Cemaleddin bazı ıslahçıların aldatmalarından ve ıs­lahta ifratın tehlikelerinden bahsediyordu, Seyyid Ahmed Müslümanlar için yeni düşünceleri geniş tutmanın zarure­tinden bahsettiği zaman, Seyyid Cemaleddin dinî inanç­ların diğer her faktörden önce, insanlara doğru gidişatta kılavuz olduğunu söylüyordu, Seyyid Ahmed Müslümanların terbiyede yeni tarzları takip etmelerini söylediği zaman, Seyyid Cemaleddin bu tarzları Hind halkının dini ve kavmi için zararlı olarak gördüğünü söylüyordu.

Böylece o zama­na kadar yeni düşüncelerin ve bilgilerin taraftarı olarak tanınmış olan Seyyid Cemaleddin Hind'de ikameti sırasın­da, Seyyid Ahmed gibi yenilik isteyen düşünürlere karşı zorunlu olarak Müslümanların eski geleneklerinin ve inanç­larının muhafızlığı ile meşhur oldu. Bu dönemde de bu vasfı ile dinî fikrin hareketlenmesi hakkındaki önceki gö­rüşünden yüz çevirmedi» ([9]).

Seyyid Cemaleddin'in İslam toplumunda teşhis ettiği dertler şunlardan ibaret idi :

1- Devlet adamlarının istibdadı

2- Müslüman halkın cehaleti, bilgisizliği, ilim ve medeniyet kervanından geri kalması

3- Hurafe inançların Müslümanların düşüncesine nüfuzu ve onların ilk İslam’dan uzaklaşmaları

4- Bir mezhebe mensup olma veya mensup olma­ma (dindar olma veya olmama) unvanlarıyla, Müslümanlar arasındaki tefrika ve ayrılık.

5- Batı sömürüsünün nüfuzu

Seyyid bu dertlere ve talihsizliklere çare bulmak için mümkün olan bütün araçlardan, seyahatlerden, görüşmeler­den, konuşmalardan, kitap yayınından, dergi cemaat ve ce­miyet teşkil edilmesinden, askere giriş ve orada hizmetten faydalandı.

Atmış senelik ömründe ([10]) evlenmedi, aile kurmadı. Zira sahip olduğu sabit olmayan durumuyla, her zaman başka bir ülkede kalıyordu, bazen sürgün halindeydi veya gözaltında idi, bir aile kurmanın sorumluluğunu uh­desine alamıyordu.

Seyyid Cemaleddin teşhis ettiği dertlerin çaresini aşağıdaki işlerin yapılmasında görüyordu:

1- İstibdatçıların, istibdadı ve bencilliği ile mücadele.

Bu mücadeleyi kimin yapması gerekir? Halkın. Halkı mü­cadele meydanına nasıl sokmak gerekir? Acaba haklarım hatırlatmak, ayakaltı oldukları yola karşı şuurlandırmak yoluyla mı? Hiç şüphesiz bu gereklidir, ama yeterli değildir. O halde ne yapmalı?

Temel iş; Halkın siyasi mücadelenin ve siyasi savaşın şer'i ve dini bir vazife olduğuna iman etmeleridir, (bu imanı bulmaları gerekir). Sadece bu yolla, hedefe ulaşana kadar oturmayacaklardır. Halk gaflet içerisindedir, İslam’a göre din siyasetten, siyaset de dinden ayrı değildir. O halde halkın, din ve siyasetin birbirine bağlı olduğunu anlaması­nı sağlamak gerekir.

Din ve siyasetin birbirine bağlı olduğunu ilanı, Müslüman fert için siyasi bilincin şer'i zaruretini ilanı, onun kendi ülkesinin ve İslam toplumunun siyasi kaderine müdahalesi, Seyyid'in mevcut dertlere çare aramak için planlarından birisiydi. Seyyid zamanın istibdatçıları tarafından fiilen muhasara edilmişti. Müritlerini mücadeleye teşvik ediyordu. Öyle ki Nasruddin Şah'ın öldürülmesi onun tahriki ile ilgili görüldü.

2- Yeni ilim ve tekniklerle mücehhez olmak.

Seyyid bu konuda zahiri olarak medrese kurulması veya ilmî encümenler kurulması gibi, pratik adımlarda bu­lunmamıştır. Bu konudaki çabaları, hutbelerinde ve yazıla­rında halka okuduklarından ibarettir.

3- İlk İslam’a Dönüş.

Hurafelerin, iftiraların, bütün tarih boyunca İslam’a yapıştırılmış ilavelerin ve tavizlerin atılması. Seyyid'e göre Müslümanların ilk İslam’a dönüşleri, Kur'an'a, muteber sünnete, selef-i salihin'in siretine dönüş anlamındadır.

Seyyid İslam’a dönüşte, sadece Kur'an'a dö­nüşü söz konusu etmemiştir, zira o Kur'an'ın kendisinin sünnete müracaat edilmesini gerekli saydığını îyi biliyordu. Buna ilave olarak o her asırda ve zamanda İslam’ı unuttur­mak için bir bahane olmuş olan «hasbuna kitabullah»ın (Kur'an dışında İslamî kaynak kabul etmemenin) tehlikeler rini iyi biliyordu, bunu tam olarak izlemişti.

4- Mektebe iman ve güven. Seyyid hutbelerinde ve yayınlarında Müslümanları derin şekilde mü'min yapmaya gayret gösteriyordu. İslam, bir mektep ve ideoloji unvanıyla Müslümanları kurtarmaya, iç istibdada ve dış sömürüye son vermeye, bilahare Müslümanlara izzet ve saadet bağışla­maya muktedirdir. Müslümanların kendi saadetlerini temin etmek için, diğer bir ideolojiye muhtaç olmadıkları konu­sunda mutmain olmaları gerekir, diğer bir ideolojinin ta­rafına el uzatmamaları gerekir.

Bu açıdan eserlerinde ve yazılarında, İslam’ın meziyet­lerini zikrediyordu: Akıl, burhan ve istidlale itibar etmesi, İslamî öğretilerin insanın şerefliliği ve kabiliyetinin nü­büvvet hariç her yükselişe ulaşmasına müsait olduğu esa­sına dayanması, İslam’ın ilim olması gibi. İslam amel dinidir, zorluklarla mücadele dinidir, cihad ve mücadele dinidir. Islah dinidir, fesatla mücadele, iyiliği emretme ve kötülü­ğü nehyetme dinidir. İzzet dinidir, zilleti kabul etmeyen bir dindir, sorumluluk dinidir...

Seyyid, özellikle İslamî tevhid üzerinde duruyordu.

İslam, tevhidi kesin ilkelere dayanan kabul edilmiş kafi bir delilden başka bir şey olarak kabul etmiyor. Tevhid, bü­tün batıl inançların kökünü kazıyan kesin bir delil ve istid­laldir.

Seyyid pek çok dayanağa sahipti; inanan toplumun en temel inançlarını zan, tahmin, başkasına kulluk ve taklit ile değil yeterli elde etme ile sağlaması gerekir. Zira hu­rafe ve evham yükünün gitmemesi durumunda halkı apaçık bir delil olan tevhide davet etmek gerekir ki din nazırında akla itibar ve saygı, onlar için açıklığa kavuşmuş ve tescil edilmiş olsun.

Bu açıdan Seyyid İslamî ilahî felsefenin değerine ina­nıyordu, felsefe tahsil ediyordu. Kendisini takip edenleri, İslamî ilahî hikmeti öğrenmeye teşvik ediyordu. Vefalı ta­lebesi Muhammed Abduh'u felsefe mütalâa etmeye teşvik etti, Abduh'un İbni Sina'nın «işarât»ından iki cildi kendi el yazısıyla yazdığını, bu ciltlerden birini Seyyid'i överek bi­tirdiğini söylüyorlar. Zahiren Seyyid'in bu teşvikinin etki­si ile Abduh, bazı felsefî kitapları basmaya ve yayınlamaya başladı.

İbni Sina'nın «Necat»'nı yine bunun gibi İbni Şeh­lan Saveci'nin «El-Besairul Nusayriyye»sini, İbni Sina'nın «Mantıkul Maşrikiyyin» eserinin bir kısmını ilk defa o bas­tı ve yayınladı. Ahmed Emin «İslam’ın zuhuru» kitabın­da ([11]), «felsefe, Şia fikrine Sünni fikrinden daha uygun­dur» diyor. Sonra şöyle delil getiriyor:

«Şii olan ve Mısıra hükmeden Fatımîler döneminde, Mısırda felsefe revaçta idi, Fatımîlerin gitmesi ve Sünni ruhunun girişi ile felsefe Mısır'dan gitti ve öldü. Son asır­da Şia’ya yönelişi olan Seyyid Cemaleddin Mısıra gelince, bir defa daha felsefe Mısırda ilgi buldu.»

İslamî tekrar derli toplu, muhtaç olmayan bir ideoloji olarak tanıtmak istediği bu programın ardından, Avrupa’da İslam’a karşı yöneltilen tenkitlere karşı İslam’ı savunmaya başladı.

Avrupa’da: İslam’ın bir cebr, kaza ve kader dini olduğu, ferdin hürriyetini reddettiği, Müslümanların yıkıl­ma sebebi; onların cebre ve körü körüne kaza ve kadere inanmalarıdır, ([12]) şeklinde İslam aleyhine propaganda ya­pılıyordu. İslam ilme karşıdır diyorlardı. Müslümanların ilimden uzaklığını İslam’ın kendi öğretilerinde aramak ge­rekir diyorlardı.-

Seyyid, Urvetul Vuska dergisinde ve müs­takil bir makalesinde İslam’ın kaza ve kader hakkındaki na­zariyesini savundu, onun İslamî şekliyle sadece yıkılma se­bebi olmamakla kalmadığını, aksine yükselme ve ilerleme faktörü olduğunu söyledi ([13]). Yine bunun gibi çağdaşı olan ve İslam’a saldırıp, islam’ı Müslümanların yıkılma sebebi sayan, İslam’ın ilme karşı olduğunu söyleyen Fransız filo­zofu Ernest Renan'a cevap verdi ([14]).

5- Dış sömürü ile mücadele;

Bunun en genel şekli Müslüman ülkelerin iç meselelerine müdahale eden siyasi sömürü idi. İktisadi sömürü ise, zalimce imtiyazların elde edilmesi ve İslam ülkelerinin mali, iktisadi kaynaklarının yağma edilmesi ile sonuçlanıyordu.

Kültürel sömürü ise, İslam kültürünün bir çeşit giderilmesi ve yok edilmesi şek­linde olmuştur, bu sömürü onları kendi sahip olduklarına ve geçmişte sahip olmuş olduklarına karşı inançsız yapı­yordu, aksine batı kültürünü ise biricik, insanî ve mutlu­luk bağışlayan kültür olarak tanıtıyordu.

Öyle ki bazı Müslüman aydınlar bir doğulu medeni olmak istiyorsa, saç çiz­gisinden ayak tırnağına kadar Avrupaî olması gerekir diye inanmaya başladılar. Yazısının batılı yazısı, lisanının batılı lisanı, giyim tarzının batılı giyim tarzı, adabı, merasimi, edebiyatı, akaidi, felsefesi, sanatı ve ahlâkının hep batılı olması gerekir diye inanmaya başladılar.

Seyyid Cemaleddin din ve siyasetin birbirine bağlı olma­sı planını iki cephe için gerekli görüyordu: İç istibdat cep­hesi ve dış sömürü cephesi. İstibdat ve sömürü ile müca­dele edilmesi için, Müslümanların dinî şuurunu uyandır­mak için, çok geniş bir gayret gösterdi, bu programın di­ğer her ıslah programından önce gelen, bir öncelik hakkına sahip olduğuna inanıyordu.

Sonraları sömürü temsilcileri tarafından din ile siya­setin birbirinden ayırt edilmesi yönünde gösterilen çabalar (Sekularizm) «ilmaniyyet» ([15]) adıyla tanınmış oldu... (mevcut yasal çerçevenin sınırlamasından dolayı bu cüm­le verilmemiştir okuyucularımızdan özür dilerim - Ç) İlma­niyyet düşüncesini Arap dünyasında Hıristiyan Araplar teb­liğ ettiler.

Din ve siyasetin bağlılığının aslı apaçık olarak anlaşılırsa, Arap Hıristiyanların toplumda artık bir fonksiyon taşımayacakları açıktır. Ama sadece Arap Hıristiyanlar il­maniyyet düşüncesinin propagandasını yapmadılar bazı Müslümanlar da bunun şiddetli taraftarı oldular. Hem de bunlar dindar aydın Müslümanlardı. Niçin?

Bu Müslümanlar hakikatte başka bir akımdan ızdırab çekiyorlardı. O da şuydu; Sünni aleminde halifeleri ve sul­tanları «ululemr» olarak biliyorlardı, onlara itaati dini yön­den vacip sayıyorlardı, dinin siyaset ile bağlılığı, dinin si­yasetin hizmetinde olması şeklinde kararlaştırılıyordu, di­nin siyasetten ayrılmasına taraftar olanlar böyle bir ayrı­lık istiyorlardı. Yani Osmanlı halifeliğinin ve Mısır devlet başkanlığının dünyevî bir makam olarak tanınmasını isti­yorlardı, dinî bir makam olarak değil.

Halkın dinî ve ulusal vicdanının onu tenkit etmede hür olmasını istiyorlardı. Seyyid Cemaleddin ve benzerlerinin ortaya koydukları din ve siyasetin birbirine bağlılığı doğru bir sözdü. Kevakibi'nin deyimi ile siyasi istibdadın kendine (dinî kutsiyet» vermesi anlamında değildi. Belki aksine şu anlamdadır; Müslüman halkın kendi siyasi kaderine müdahaleyi önemli bir dinî görev ve sorumluluk sayması gerekir. Din ile si­yasetin bağlılığı, dinin siyasete bağımlılığı anlamında de­ğildir, siyasetin dine bağımlılığı anlamındadır.

İlmaniyyeti (secularizmi) dinin siyasetten ayrılması gerektiğini savunan bazı Müslüman Araplar, halkın siyase­te müdahalesini dini bir vazife unvanıyla inkâr etmek is­temiyorlardı, siyasi makamların dinî ve mezhebi itibarını reddetmek istiyorlardı. Elbette dinin siyasetten ayırt edil­mesi... İran’da uygulanan şekliyle dinin siyaset sahnesin­den uzaklaştırılması anlamında idi, bu İslam’ın en aziz or­ganlarından birinin İslam’ın vücudundan ayrılması ile aynıdır.

Bildiğimiz kadarıyla yukarıda söz konusu olan kavramı ile dinin siyasete bağımlılığı, yani devlet başkanlarının kutsal bir makam taşıması Sünni âlemine mahsustur. Şia’da böyle bir kavram, hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. Şia'nın «ulul emri» tefsir etmesi asla yukarıdaki şekilde olmamıştır.

6- İslam birliği (ittihad-ı İslam):

Batıya karşı, İslam birliği sesini açık olarak ilk defa Seyyid Cemaleddin yük­seltmiştir. ([16]) İslam birliğinden maksat, pratik olmayan, bir emir olan mezhebi bir birlik değildi. Birlikten maksat cephesel ve siyasi bir birlikti, yani yağmacı düşmana karşı bir tek safın teşkil edilmesiydi. ([17])

Seyyid, «Haçlı ruhu» Hıristiyan batıda, bilhassa İngiltere’de canlı ve alevli bir şekildedir» diye Müslümanları uyarıyordu. Buna rağmen batı, bize hür tabiatlı olduğunu müjdelemeye kalkışıyor ve taassubu azaltıyor, hâlbuki ken­disi taassup tuzağının şiddetli tutkunu olmuştur (özellikle Müslümanlar aleyhine dini taassubun).

Seyyid, batıcıların «taassubu» kınamalarının aksine taassubun kötü olmadığını iddia ediyordu, taassup da diğer her şey gibi ifrat, tefrit ve itidal durumlarına sahiptir. Taassupta ifrat, insanda man­tıksız ve kör bir taraf tutma duygusu meydana getiriyor ve kötüdür. Ama «katılaşma» anlamındaki taassup, mutedil olursa makul ve mantıki itikadı olanları himaye etmede sertleşme sadece kötü olmamakla kalmıyor, çok güzel bir şeydir. Seyyid diyordu ki :

«Avrupalılar Müslümanlar arasındaki dinî inançları en sağlam bağlılık olarak biliyorlar, taassuba muhalefet adıyla bu bağlılığı gevşetmek istiyorlar, ama kendileri her grup ve her ülkeden daha çok taassuba tutkundurlar. «Gladston Petres» rahibin ruhuna bir tercümandır, yani haçlı sefer­lerinin tekrar görünüşüdür.» ([18])

Seyyid'in gerçekçi bir görüşe sahip olduğu, yarım asır sonra güzel bir şekilde açıklığa kavuştu. Yahudi ordusunun komutanı Avrupalı subay, Arapların, İsrail ile olan birinci savaşlarında Beytul Mukaddesi (Mescidül Aksa'yı Müslümanlardan alıp, Yahudilere teslim ettiği ve Siyonist İsrail devleti kurulduğu zaman dedi ki : «Şimdi haçlı seferleri sona erdi.»

Kavmiyetçilik ve ırkçılık düşünceleri, nasyonalizm kav­ramı ile: «Panarabizm», «paniranizm», «pantürkizm», «panhinduizm» v.b şekillerde Müslüman ülkelerde sömürü aracılığı ile tebliğ edildi.

Yine bunun gibi şiddetli Şia ve Sünni mezhep kavgaları siyaseti, böylece İslam topraklarının kü­çük ve ister istemez birbirlerine rakip ülkelere ayrılması... Bunların hepsi sömürünün kökünü kazan o düşünce ile, yani «İslam birliği» düşüncesi ile mücadele için olmuştur ve oluyor.

7- İslam toplumunun yarı canlı kalıbına cihat ve mü­cadele dolu bir ruhu liflemek: Seyyid Cemaleddin Mesihvari bir şekilde bir sefer daha Müslümanların vücuduna İslam’ın gerçek ruhunu üflemek ve onlardaki İslamî gayreti coşturmak istiyordu.

Cihadın unutulmuş aslını ön plana çı­kardı, bu esasın unutulmuş olmasını Müslümanların yıkıl­masında büyük bir faktör olarak algıladı. Eğer batılının damarında ve bağlılığında henüz haçlı ruhu varsa, Müslüman mücahit ruhunu niçin unutsun? Arap siyasi düşünce­sinde bir seyir kitabı şöyle yazıyor:

«Seyyid İngiltere'yi sadece sömürgeci bir güç ola­rak değil, belki Müslümanlara karşı bir «haçlı düşman» olarak ta görüyordu, İngiltere’nin hedefi İslam’ı yok etmek­tir, bir defasında şöyle yazmıştı:

İngiltere, Müslümanlara İslam dinini takip ettikleri için düşmandır, İngiltere daima çeşitli hilelerle İslam topraklarının bir kısmını alıp, başka kavimlere vermek için çaba sarf etmiştir ([19]). Sanki din ehli olanlara düşmanlık yapmayı seviyor, kendi saadetini onların düşkünlüğünde ve yok olmasında arıyor... Seyyid'in İngiltere’ye karşı olan düşüncesinin bir sonucu şu idi; İslam’ı bir savaş ve mücadele dinî olarak biliyordu.

Bu açıdan cihad farizası üzerinde çok duruyordu ve onu te'kid ediyordu. Ona göre; islamı yok etmek için azimli olan bir hükümete karşı, Müslümanların zora başvurmaktan başka bir yolu yoktur. ([20])


Dipnotlar

-----------------------------

[1]- Bu hitabenin hicri kameri 1398 yılında ikindi vakti genel bir kon­feransta okunması düşünülüyordu, fakat polisin engel olması ne­deniyle okunamadı

[2]- Nehcul Belağa'dan

[3]- Bakara suresi 11 ve 220. ayetlere, A'raf suresi 56, 85 ve 170. ayet­lere, Hûd suresi 88 ve 111. ayetlere ve Kasas suresi 19. Ayete bakınız

[4]- On Konuşma - Dinî fikrin ihya edilmesi makalesi. (Şehit Mutahhari'nin bir eseri- Çeviren)

[5]- Gazali'nin hareketi elbette bazı yönlerden ilerici ve öncü olmuştur, fakat diğer bazı yönlerden değil. Merhum Feyz'in «Mahcetul Beyza» kitabı Gazali'nin yaptığı işin iki yönünü de açıklığa kavuşturmak­tadır.

[6]- «İran Meşrutiyet hareketinde öncü ruhaniyetin fonksiyonu» kita­bına müracaat ediniz. Te'lif: Hamid Algar, Tercüme: Ebul Kasım Sırrî

[7]- Seyyid Cemaleddin'in doğunun uyanışındaki rolü sayfa 39-45

[8]- Seyyid Cemaleddin'in doğunun uyanışındaki rolü sayfa 52

[9]- Dr. Hamid İnayet, Arap siyasi düşüncesinde bir seyir, sayfa 86

[10]- Doğumu kameri 1254, vefatı (şehadeti) 1314 yılında olmuştur

[11]- 1. cild sayfa 190

[12]- İnsan ve alın yazısı kitabına bakınız. Te'lif: Murtaza Mutahhari

[13]- Seyyid Cemaleddin Hüseyni’nin o kitabı ve belgesi, İslamî ha­reketlerin temelleri, te'lif: Sadr Vasıkî

[14]- İslam ve ilim risalesine bakınız, yazarı; Seyyid Hadi Hüsrevşahi

[15]- Bu kelime yukarıda belirtilen anlamdadır, her ne kadar Arapça kökenli gibi görünüyorsa da sözlükte buna dair bir işaret bula­madık

[16]- Üstad, M. Tabatabaî «Doğunun uyanışında Seyyid Camaleddin'in rolü» kitabında, bu konuda ilginç bir hususu incelemiş ve onu öncü biri saymıştır

[17]- Allame Emininin hatıraları kitabının «Gadir ve İslamî vahdet» makalesine, M. Tabatabai'nin «Doğulunun uyanışında Seyyid Cemaleddin'in fonksiyonu» (S. 77, 128) kitabındaki konulara mü­racaat ediniz

[18]- Arap siyasi düşüncesinde bir seyir, sayfa 102

[19]- İngiltere'nin Balfur bildirisi ile, Filistin konusunu Siyonistlerin lehine sonuçlandırmasında olduğu gibi

[20]- Arap siyasi düşüncesinde bir seyir, sayfa 101-102