SORUNLAR VE ÇÖZÜMLER SORUNLAR VE ÇÖZÜMLER
Fırka ve Mezhepler Arasında : SORUNLAR VE ÇÖZÜMLER
Yayına Hazırlayan : Kur'ân ve Ehl-i Beyt Mektebi
Kitabın Orijinal Adı : Bist Mesele
Yazarı : Seyyid Ali Hüseyni BOTİ
Türkçesi : Üveys Ali NEZİROĞLU
Dizgi:M.ALİ MUHACÎR
Baskı: 2002
İsteme adresi:Ferec yayınları / Zufurstr 20 90443 Nürnberg /ALMANYA
Tel: 0911-26690 Faks: 0911 - 265724
ÖNSÖZ
Hamd Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selam, efendimiz Muhammed'e (s.a.a) ve onun temiz Ehlibeyt'ine olsun.
Bilindiği üzere yerinde incelenip, araştırılması gereken konulardan biriside, İslam camiasında şekillenmiş olan mezhep ve fırkaların değerlendirilmesi mevzuudur.
Peygamber efendimizin (s.a.a) de "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak ve bunlardan sadece bir tanesi kurtuluşa erecektir." diye haber verdiği bu konu her alanda tüm yönleriyle kendini göstermektedir.
Bu münasebetle, dindar olan her şahsın, taklitten uzak tam bir gerçeklikle hakkı bulması ve bu hakla amel edebilmesi için söz konusu mezhep ve fırkaların düşünce yapısını da tanıması gerekir.
Zira Allah'u Teâlâ basiret temeline dayalı hareket etmeyi, yaşam tarzım bağımsız olarak seçebilmeyi kendi kulları için benimsemiş ve tavsiye etmiştir.
"Deki; işte benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah'a davet ederiz."(Yusuf: 108)
Şüphesiz hür irade sahibi her insanın, basiretli bir şekilde Muhammed'i düşünmesi, Muhammed'i görüş ve söylemlerle hareket etmesi, aziz ve yüce olmasını kaçınılmaz kılar. Eğer şahıs, muhtelif görüş ve düşüncelerden kopuk, habersiz bir biçimde yaşarsa ilahi yolda ilerlemesi oldukça güç bir hal alır.
Kur an’ı kerim, sözleri işitip en güzeline uyan kimseleri övmüştür. Bu övme insanları, değişik fikir ve düşünceleri öğrenip tanıdıktan sonra, gerçek olan hak yolu basiret ile seçmeye teşvik etmek olabilir.
Yukarıda belirttiğimiz nokta, insanın doğru yolu seçebilme ve benimsemesi aşamasıydı. Tebliğ konusu ise yukarıda değindiğimiz konudan daha hassastır ve sorumluluk gerektirmektedir.
Bir din öğreticisinin basiret ve hikmet temeline dayalı olarak gerçek olan hak mektebi savunabilmesi için çeşitli görüş, mezhep ve fırkaların inançlarını ilkeleriyle birlikte derinlemesine bilmesi gerekir.
Kitabımız bu doğrultuda Kum ilim havzası, tebliğ eğitimi merkezi "Mezhep ve fırkalar araştırma grubu" için kaleme alınmıştır. Bu çalışmanın, İslami mezhepler üzerine tartışmalar yapılabilmesi için atılan somut bir adım ve açık durumda bulunan bir kapı olduğuna da vurgulayabiliriz.
Kitabın hazırlamasında bir çok kaynak eserden yararlanılmıştır. Özellikle de üzerimde büyük emeği bulunan babam merhum Ayettullah Seyyid Halil Hüseyni'nin (k.s) yapıcı görüşlerinden,
Ayettullah Sübhani ve Hazreti Ayetllah Uzma Mekarim Şirazi'nin (Allah varlıklarını üzerimizden eksik etmesin) eserlerinden önemli ölçüde istifade edilmiştir.
Tevfik ve başarı Allah'tandır.
Seyyid Ali Hüseyni BOTİ
3/3/1379 Şemsi.M.2000
ÖNCELİKLİ KONULAR
İSLAM DÜNYASININ BİRLİĞİ BİR SLOGAN DEĞİL BİR GEREKSİNİMDİR.
Kur'an'ı Kerime dikkat eden, pak nebevi metodu inceleyen ve İslam tarihini başlangıç itibariyle iyiden iyiye bilen birisi, ilahi risalet görevinin yıkıcı husumet hastalığıyla,
İslam ümmetinin önceki ümmetlerin yapmış olduğu hatalara düşmemesi için nasıl amansız bir mücadeleye giriştiğini ne denli bundan sakındırdığım görecektir.
Kur'an'ı Kerim, büyük facialarla sonuçlanan düşmanlık ve ihtilaflara değinerek şöyle buyuruyor; "Allah'a ve resulüne itaat edin ve sakın birbirinizle çekişmeyin, sonra gevşekliğe kapılır dağılırsınız,
ardından gücünüz gider..."(Enfal: 46) Böylece Allah, ihtilaf ve çekişmenin güç kaybına, korku ve zayıflığa yol açacağını, bildiriyor. Öte yandan büyük bir nimet olan birlik ve beraberliği hatırlatarak şöyle buyuruyor;
"Topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ayrılığa düşmeyin ve Allah 'in üzerinizdeki nimetini anın. Sizler birbirinizin düşmanı iken kalplerinizde bir uzlaşma meydana getirdi.”(Al-i İmran: 103)
Acaba bütün Müslümanlar İslam ümmeti adı altında Kur'ân'ın izzet kazandıran bu emri ile hareket etmiş veya ediyorlar mı? Acaba! İslam'ın tüm ferdi, siyasi ve sosyal emirlerini kendi günlük yaşantılarında mümin bir sıfat kazanabilmeleri açısından "İzzet ancak Allah, Resulü ve müminlerindir."(Münafikun: 8)
Ayetine uygunluk sağlaması için bir çaba sarf ediyorlar mı? Yoksa Allah korusun dağılıp parçalanmış nefsi arzu ve isteklerine uyanı kabul, uymayanı veya uyulmasında zorluk çekileni ise reddetme gibi bir zihniyetle,
hiçte meşru sayılamayacak yönetimler altında kendilerinden oldukça farklı bulunan kafir ve fasıkların emri altına mı girmişler? Bu sorunun cevabını siz değerli okuyucularımıza bırakıyoruz.
DİNDE İHTİLAF VE DÜŞMANLIĞIN SEBEBLERİ
İhtilaf ve düşmanlığın köklü pek çok sebepleri olabilir. Ama genellikle iki nedenden kaynaklanırlar:
a- Nefsi arzular: Kibir, gurur, kendini beğenmişlik, kıskançlık, cimrilik ve maddiyat özlemi. Kısacası, "Allah ' korkusundan yoksun olma" gibi bir başlık ile özetleyebiliriz.
b- Cehalet ve bilgisizlik: Dini tanıyamama ve körü körüne başkalarını taklit etme unsuru, dinde ihtilafa yol açacak sebeplerden bir diğeridir. Doğru algılanabilirse ihtilaf ve ikiliğe din ve şeriatta yer olmaz. Kur'an'ı Kerim, bir çok yerde değindiğimiz bu iki noktaya işaret etmiştir.
Hz. Ali (a.s) de şöyle buyuruyor:
"İnsanlar bilmedikleri şeylere düşman kesilirler"([1])
Dünyanın gidişatını değiştiren, yüzyılımızın arifi, tabuları yıkan İmam Humeyni (r.a)'in de bu konuda oldukça manalı bir ifadesi vardır ki şöyle buyuruyor: "Eğer bütün Peygamberler tek bir zamanda yaşasalardı,
aralarında en ufak bir anlaşmazlık ve ihtilaf söz konusu olmazdı " Bunun tek nedeni de yukarıda belirttiğimiz cehalet ve takvasızlığın enbiyanın mukaddes benliğinde bulunmamasıdır.
ÜMMETİN BİRLİĞİ NE ŞEKİL VE NASIL MÜMKÜN OLABİLİR
Bazen şöyle bir soruyla karşılaşılabilir; Acaba bu denli değişik ahlak, akıl sahipleri ve bilgili insanlarda da oldukça fazla görülen fikir ve inanç farklılıklarına rağmen, daha da açacak olursak, böylesi dil, renk ve ırklara sahip olan ümmetin bir çatı altında birleşmesi mümkün olabilir mi?
Bu sorunun cevabını aydınlığa kavuşturabilmek için ümmetin birliğinden kastın ne oluğunu sormak gerekir. Kesinlikle şahsi arzu ve isteklerinde bir bütün olmaları beklenilemez.
Çünkü insanların ahlak, zekâ ve idealleri göz önünde bulundurulursa bunun imkânsız olduğu görülecektir. Burada asıl kast edilmek istenen din ve şeriatta bir bütünlük oluşturma istemidir ve bu ise belirtilmiş olan ölçülere tutunmakla mümkün olabilir.
Zira Dinden maksat, ilahi fıtrat üzere yaratılan insanın bu fıtrata uygun olan gerçek ve hak yolda yer alma gereksimidir. "O halde bir hanif olarak yüzünü dine yönelt Allah'ın insanları kendi fıtratı üzerine yarattığı fıtrata,"(Rum: 30)
Öte yandan yaratıcı ve emir verici olan Allah'tan başkası değildir. "İşte bu sizin ümmetiniz Tek ümmet ve ben sizin rabbinizim! Artık benden sürekli olarak korkun."(Mü’minun: 52)
BİRLİK NASIL OLUŞUR
Müslümanlar, içerisinde batılın bulunmadığı, hiç bir yolla batılın kendisine sızamayacağı "Ona ne önünden ne de ardından batıl yanaşamaz...”(Fussilet: 42) hiçbir tahrif elinin de ona uzanamayacağı "Şüphe yok ki Kur'ân'ı biz indirdik ve koruyucusu da bizleriz.”(Hicr: 9)
mukaddes Kur'ân'ı kerime, onun açıklayıcısı olan Resul-i Ekrem(s.a.a)'in sünnetine ve Ehl-i beyt'e sahiptirler.
Hiçbir şeye muhtaç olmayan tek bir ilaha inanır, Peygamberleri Hz. Muhammed bin Abdullah'ı vahyin emin ve koruyucusu bilir, Kur'ân ve sünnete itaatte bulunur, Ehlibeyt(a.s)in yüce makamını itiraf eder,
aym kıbleye yönelerek namaza dururlar. Ayrıca birçok helal ve haram konusunda da ortak görüştedirler. Ama bazı ilmi ve mezhebi ayrıntılarda görüş farklılıklarına varmaları doğal bir hak ve ilmi tartışmaların kaçınılmaz özelliklerindendir.
Bundan dolayı, görüş ayrılıklarının hiç bir surette bu ümmetin evlatlarım tefrikaya düşürecek boyutlarda olmaması gerekir.
Peygamber (s.a.a) ve onun Ehl-i beyti'nin bulunmadığı ve şeriat hükümlerinin direk olarak onlardan öğrenilmesinin imkânsız olduğu bir dönemde, şer'i hükümlere onların bize öğrettiği şekliyle ulaşabiliriz.
Bu yoldaki tek a-zığımız ise kitap, sünnet ve o yüce insanlardan öğrendiğimiz kurallardır. İşte tam bu noktada Özelliklede sosyal yaşam dairesinin genişlemesi, yeni oluşumlar, ortaya atılan yeni iddialar ve yeni konuların ortaya çıkmasıyla mezheplerin ilmi ve fikhi görüş ayrılıkları şekilleniyor.
Bu durum ilmi bir gerçek olmakla beraber zorunluda olsa içtihad babında kendini gösterir. Çünkü müçtehitlerin tüm "gerçek şer'i hükümleri" eksiksiz olarak elde etmeleri mümkün değildir.
İçtihad eden birisi bazen doğru bir hüküm elde ederken bazen de edemez. Müçtehit şer'i kurallar dâhilinde hareket ettiği müddetçe sorumluluk altına girmez, aksine kendisine mükâfat bile var elbette İslam dünyasının önde gelen âlimleri,
içtihad kapısının açık olmasını fırsat bilerek, tek kaynak olan Kur'ân ve sünnet ışığında ilmen kabul edilmiş usul dâhilinde yapılacak araştırma ve tartışmalarla bu sorunu genel kural ve başlıklar altında belirleyebilir,
yine Kur'ân ve sünnet çerçevesinde taassuptan uzak, yersiz polemiklere girişmeksizin, asılsız fikir ve eğilimlerden kaçınarak, zayıf hadis ve senetsiz rivayetleri gerçeklerinden ayırt edebilir ve söz konusu ihtilafı sorunlarını geride bırakıp tam bir görüş birliğine varabilirler.
Böylesi bir yaklaşım ve yöntem düşünülür veya uygulanırsa bir diğerinin fikirlerini benimsemeseler dahi, en azından birbirlerini hoş karşılar ve tüm bu görüş ayrılıklarına rağmen karşılıklı saygı anlayışla tek bir safta yer alabilirler.
Örnek vermek gerekirse;
Eğer Hanefi mezhebi uleması, İmamiye Şia'sı ve Şafii mezhebi müntesiplerinin, kazanma gücü bulunan şahısların zekâttan yararlanamayacağı veya bedenden kan sız-masıyla abdestin bozulmayacağı fetvalarım içeren ve bunların sahih deliller ile gerçek sünnete uygun olduğu şeklindeki beyanatlarıyla karşılaşırlarsa,
her ne kadar kendi mezheplerinde bunun aksi ise de, söz konusu durum herhangi bir sorun yaratmayacaktır.Aynı şekilde.
İmamiye Şia'sı ve Hanbelî mezhebinin namazdaki birinci teşehhüdün vacip olduğuna dair delil göstererek vermiş oldukları fetva, diğer mezheplerce vacip olmamasına rağmen, onların nefret ve hışmına uğrayacağı anlamına da gelmez.
Yine aynı duyarlılıkla hareket edilirse, cemaat namazını farz bilen Hanbelî mezhebine, bu hükmü farz olarak değil de müstehap olarak kabul eden Şia, Şafii, Maliki ve Hanefi mezhepleri tarafından herhangi bir sataşma söz konusu olmayacaktır.
Allah'u Teâla'nm da razı olacağı bu tarz devam ettirilirse, İmamiye Şia'sının, Kur'ân ve sünnetten kâfi deliller göstererek, bu delillere dayandırdığı ve şartlan oranında helal sayılabilecek muta nikahı ve yahut din, can,
mal ve haysiyetin korunması için, yapılan araştırmalardan sonra vacip olabilen takiye mevzusu ki, bunların hepside kitap, sünnet, akli delil ve müminlerin yaşantılarına bakılarak kabul edilmiştir,
diğer bir mezhep mensubu veya uleması tarafından doğru kabul edilmese bile herhangi bir sorun yaşatmayacaktır. Çünkü bu fetvaların kaynağı ve çıkış noktası İslam ulemasının, kabul ettiği bir kaynaktır.
Kur'an, sünnet ve gerçek temel esaslar göz önünde bulundurularak şer'i hükümler çıkarmak, İslam'ın gerçeklere ulaşabilmek için vesile kılıp, tasvip ettiği ilmi bir konu ve meşru bir yöntemdir.
Bütün İslam âlimleri ve araştırmacılarının da, böylesi bir yöntemi esas alarak, bu şiar paralelinde çalışmaları gerekir. Böyle bir tutum sergilemek yüce dinimizin, büyük ilim erbabı şahsiyetleri ve sönmeyen parlak yıldızları tarafından, caiz görülmüştür ve (Dörtten az veya çok gibi bir sınırlamayı) kabul etmemişlerdir.
Bu münasebetle çağımızın hür düşünürlerinden "Mısır el- Ezher Üniversitesi" yüksek öğrenim kurulu başkanı değerli alim şeyh Muhammed Şaltut, Şia'nın da hüküm çıkarma konusunda kabul gördüğü kaynaklara dayanarak,
dört Ehl-i sünnet mezhebine hitaben yayınlamış olduğu fetvasında İmamiyc şiasının da diğer mezhepler gibi taklit edilmesinin caiz olduğunu belirtmiş ve bu fetvası yine aynı üniversitenin öğretim görevlisi olan Dr. Şeyh Muhammed Fehham tarafından da teyit edilmiştir.
Şeyh Şaltut; Halkın bir kısmı, Müslüman bir şahsın sağlıklı bir şekilde ibadet ve İslam hükümlerini uygulayabilmesi için dört mezhepten birine tabi olması gerektiğini söylüyor.
Acaba siz bu konu hakkında ne düşüyorsunuz? Diye kendisine yöneltilen soruya verdiği yanıtla tarihi sayılabilecek fetvasını vermiş oldu: Caferi adıyla meşhur olan Şia'nın oniki imam mezhebi, diğer mezhepler gibi hak ve ona uymak diğer Ehl-i sünnet mezheplerinden birine uymak gibi caizdir."
Evet, eğer bu şekil İslami ve meşru bir üslup ile olayların üzerine gidilir ve bu tarzda bir yaklaşım kullanırsa ve bunda da ısrarlı olunur ise ıslah edici alimler ve bir takım Müslümanlar,
ayet ve rivayetlerden yola çıkarak ve hiçbir aykırılık taşımadığı halde kabul edilir bir üslup kullanmalarına rağmen inandıkları "recat"([2]) akidesinden dolayı bu derece rencide edilmezdiler.
Yine eğer Allah tarafından da kabul görülen bu yöntem örnek alınırsa Müslüman âlimlerce büyük bir çoğunluğunun ayet ve rivayetlere dayandırıldığı, yöneltilen sorulan incelikle cevaplandıran, şüpheleri bertaraf edip sorunları kökünden çözen "beda"([3]) konusunun böylesi eleştiri ve saldırılara maruz kalmaması gerekirdi.
Eğer bazı Müslümanlar, eldeki rivayet ve hadislere uygun olarak "sakaleyn" hadisine inanıyor ve fıkıhta da Peygamber (s.a.a)'in Ehl-i beyt'ini taklit ediyorlar ise beşinci mezhep adı altında onlardan kaçmamak gerekir.
Yüce Allah'ında hoşuna gidecek bu haklı yaklaşımla sevgi ve nefretin ölçüleri belirtilir, usuli ve dini kurallar ile Kur'ân'ı Kerim ve Peygamber(s.a.a)'in sünneti çerçevesinde "Meselelere"([4]) yaklaşılırsa, ümmetin birliği sağlanmış olur ve bu birlik karşısında hiçbir bağnaz düşman tutunamaz.
Bu haklı görüş ile yazmış olduklarımız konunun sadce bir bölümünü oluşturuyor.
BİRLİĞİN ODAK NOKTASI
Sosyal alanda uzlaştırıcı olan hak ve adalet taraftarı her bireyin, ümmeti birliğe sevk edecek yollan bulması ve yapabildiği kadarıyla da bunda ısrarlı olması gerekir.
Böylelikle insan suratlı şeytanların küçük ve ehemmiyetsiz sayılabilecek meseleleri büyük göstermelerine fırsat verilmemiş, çamurlu suda balık avlamaları engellenmiş olacaktır.
Şu noktayı hatırlatmak gerekir ki; Burada istenilen sıradan bir birlik ve beraberlik değil, sadece hak etrafında olması arzulanan bir beraberlik ve ittifak isteğidir.
Kur ân'ı Kerim 'in "Topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve sakın ayrılığa düşmeyin..." ayetiyle bu birlik ve beraberliğin ölçüsü belirtilmiştir. Uzlaştırıcı şahsiyetlerin de bu beraberlik için ölçü aldıkları tek şey hak ekseninde olması ölçüsüdür.
Kur'an-ı Kerim ve Peygamber (s.a.a), bazı çözümleri belirterek ümmeti ihtilafa düşmemeleri için uyarmıştır.
İki temel çözüm
1- İslam ümmetinin fikir ve şer'i ihtilaflarını halledebilecek temel esaslardan ilki Kur'ân-ı Kerim ve sahih sünnettir. Yüce kitabımız; "...Eğer bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz,
artık onun hükmünü Allah ve resulüne bırakın..."(Nisa: 59) diye buyurmaktadır. Bunun dışında daha birçok ayet ve rivayetlerde de bu konuya işaret edilmiştir.
2- İkinci temel esas ise, belirlenen şartlara haiz olan emir sahibi "Veliyi emr" dir ki; Peygamber (s.a.a) efendimiz tarafından direk, vahyin diliyle ise şahsen veya sıfatlarla belirtilmiştir. Veliyi emr ise, kitap ve sünnetle amel ederek şeriat emirleri çerçevesinde ümmetin maslahatı için bir gözetleyicidir.
Kur'an-ı Kerim; "Allah'a resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz... "(Nisa: 59) diye buyurmaktadır. İlahi vahiy, ümmeti oluşturan bireylerin heva ve heveslerine yenik düşebileceği,
kitap ve sünnet'in anlaşılmasında görüş ayrılığına sahip olabilecekleri varsayımını göz önünde bulundurarak, böylesi anlaşmazlığın yaşanmaması için Kuran ve sünnet dışında Veliyi emir gibi yüce bir olguyu, bu iki unsurun doğru anlaşılabilmesi ve hükümlerinin tüm boyutları ile icra edilebilmesi doğrultusunda bir gö-zetleyici olarak karar kılmıştır.
Ayrıca mukaddes şeriat, kendisine baş vurulması ve itaat edilmesini her asır itibariyle Müslümanlar için vacip kılmıştır. Bunun neticesinde Veliyi emir esas alınarak perakende durumundaki görüş ve fikir ilkeleri masaya yatırılır, ortak bir sosyal, siyasi platform İslami kamuoyuna hâkimiyet sağlayabilir.
Bu konuya ilişkin olarak kabul edilir mütavatir birçok hadis, sahih bilinen kitaplarda mevcuttur. Bunlardan, Hz. Peygambere (s.a.a) ait meşhur şu hadis ki şöyle buyuruyor;
"Kendi zamanın imamını tanımayan cahiliye ölümü üzere ölmüştür." Ve bir başka hadiste ise; "Her kim kendi zamanının imamı ile biatleşmeden bu dünyadan göçerse cahiliye ölümü üzerine ölmüş sayılır." buyurmaktadır.
Yine aynı şekilde Peygamberin (s.a.a) Kur'ân ve Ehl-i beyt'e itaat edilmesi hususunda buyurdukları "sakaleyn" hadisi de bu konuyu teyit eder niteliktedir.
BİRLİĞİN FAKTÖR VE ETKENLERİ
a- İhtilaf ve ayrılığa yol açacak işlerden kaçınıp, birliğe götürecek alanlar oluşturmak Bunlardan bir kaçını şöyle özetleyebiliriz; İlim ve bilgi üretiminin artırılması, cehalet ve bilgisizliğin yok edilmesi, mantıksız kuru ta-assupçuluktan kaçınılması, alim ve aydın kimselerin birbirleriyle irtibatta olmaları ve kardeşçe söyleyişler gerçekleştirmeleri,
körü körüne taklitten uzak durulması, ortak görüşlerin genişletilmesi, takvaya riayet etmekle nefsi arzuların terk edilmesi, taraflarca kutsal kabul edilenlere töhmet ve iftira edilmesinden şiddetle kaçınılması ve muhalif görüşlere alçak gönüllülük örnek alınarak tahammül edilmesi vb...
Kur'ân-ı Kerim ve şeref arz eden hadisler böylesi konuların analizinde çok dakik ve ilham verici bir tavır içerisindedirler. Pek çok kez bu duruma dikkat çekerek beyan etmişlerdir.
Mesela; Haşr süresinin on dördüncü ayeti tefrikaya yol açan sebeplerden birinin cehalet ve bilgisizlik olduğunu şu sözlerle bildiriyor; "...sen onları toplu sanırsın. Oysa kalpleri dağınıktır.
Bu onların aklını kullanamayan bir topluluk olmalarındandır.” Ayeti Kerim'e, bu münasebetle bazı insanların her ne kadar dış görünüşlerinde daha değişik bir görüntü içerisinde olsalar bile ayrı olduklarım, tefrika, gizli nifak ve gönüllerin perakende hale gelmelerini cehalet ve bilgisizliğin bir ürünü olduğunu vurguluyor. (Kalpleri dağınıktır. Bu da onların bilgisizliğindendir.)
Çünkü Cehalet şirke düşmeye, şirk dağılıp parçalanmaya, dağılıp parçalanmak ise yenilmeye neden olur. Bunun tam tersi olan ilim ve bilgi ise, inançta tevhide, tevhidte ittifak ve birliğe götürür. Bu da bir nevi zaferler kazanmanın ilk adımıdır.
b- Dini ve ilmi meseleler hususunda Allah ve resulü (s.a.a) tarafmdan belirtilen ölçülere uymak;
Örneğin; Salt İslami anlayışın belirlenmesi için gösterilen en önemli ölçü Kur "ân ve sünnettir. Muhammed (s.a.a) ümmeti müntesiplerinin inanç, ahlak, edep ve her türlü işlerinde kitap ve sünneti ölçü alarak düzeltmeleri ve pratikte uygulamaları gerekir.
Kendileri veya başkalarının fikri görüşlerini esas alarak Kur'ân ve sünneti buna göre değerlendirmek, yapılabilecek en büyük yanlışlık olacaktır. Söz konusu ölçüler kayda alınmaksızın yapılan işler, doğru yoldan saptıran bir hata olduğu dile getirilmelidir.
c- Dini hükümlerin belirlediği emir sahibine itaat etmek;
Acaba Allah resulünden (s.a.a) sonraki emir sahibi kimdir?
Gerçi bu sorunun cevabını imamet ve hilafet konusunda ele almamız gerekir. Ama şimdilik bu kadarını söyleyebiliriz ki; günümüzde Veliyi emir derken "Adil, güncel meseleleri iyi bilen, belirlenen şartlara uygun ve İslam toplumunun idaresini yapabilecek kapasitede olan âlim" in kastedilmek istendiğini anlıyoruz.
Her ne kadar Ehl-i sünnet uleması "Velayeti fakih" başlığı altında bu teoriyi incelemeyip irdelememişler ise de, imkân ve şartlar dâhilinde bu görevin âlim ve fakihlerce üslenilmesini şart koşmuşlardır.([5])
Bu sebeple günümüz Müslümanlarının bakış açısıyla şer'i emirden kastın velayeti fakih, olgusu olduğunu söyleyebiliriz. Şia'nın velayeti fakih masum imamın naibidir şeklindeki inancını kabul etmesi, Ehl-i sünnet'in ise böyle bir inancının bulunması farklılığına rağmen.
d- İslam ümmetinin birliği için oldukça önemli sayılabilecek faktörlerden birisi de; Allah resulünün (s.a.a) Ehl-i beytine duyulan sevgidir.
Nitekim Kur’an ve Peygamberi seven bir kimse Ehl-i beyti de sevmekte ve onlara özel bir saygı göstermektedir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim ehli beyte sevgi beslenilmesini risalet görevinin bir karşılığı olarak farz kılmıştır.
1 Peygamberin (s.a.a) sahih ve mütavatir sakaleyn hadisi de onları Kuran ile eşit göstermiştir. Ehl-i beyt öyle kimselerdir ki; Tathir ayeti onlar hakkında indirilmiş, yine hakla batılın ayırt edilmesi için onlar ölçü karar kılınmıştır.
e- Birliğin gerçekleşmesinde etkili olabilecek diğer bir faktör ise; üzerinde görüş birliği sağlanan konuları esas kabul etmek, diğer yan meseleleri ise ikinci plana bırakmaktır.
Mesela; Herkesin kabul ettiği gibi, her kim olursa olsun tüm insanlar dünya ve ahirette yapmış oldukları iyi ve kötü işlerden kendileri sorumludur. İster şu anda yaşayanlar olsun, ister yüzyıllar sonra doğacak olanlar olsun, ister Peygamber (s.a.a) in ashabı olsun, ister tabiinden olsun hiç fark etmez, istisnasız her kes bu yasa karsısında birdir.
Haklı veya haksız bir kişiye duyulan sevgi, yapmış olduğu hatayı görmezlikten gelmemize ve kurallar karşısında şahsım kayırmamıza ve yahut istisna göstermemize neden olmamalıdır. "Bu kaide ve kural doğrudur.
Ama filan şahıs veya şu bu kişiler dışında, " diyerek bir ayınm yapmamalıyız. Bunun için herkesçe kabul görülen söz konusu kural ölçü alınırsa ümmeti birlik ve beraberliğe götürecek yolda aktif bir adım atılmış olacaktır.
Allah resulü (s.a.a)'de şöyle buyurmuştur: "Ümmetim delalet ve batıl üzere bir araya gelmez."
f- Özel bir grubun rivayetlerinin aksine üzerinde ittifak edilen hadisleri kabul etmek, ümmeti birleştirebilecek etkenlerden bir diğeridir;
Örneğin: "sakaleyn" hadsini incelersek, bu hadiste Kur'ân ve Ehl-i beyt (a.s) yönlendirici iki senet olarak belirtilmiştir. Değişik mezheplere mensup kişiler bu hadisi rivayet etmiş ve görülen o ki resulallah (s.a.a)da bu hadisi söylemiştir.
Ama bunun karşısında daha başka yollarla özel bir fikir veya mezhep sahipleri tarafından "sakaleyn " hadisiyle muhalefet arz eden rivayetler getirilir ve delil gösterilirse,
bu surette o rivayetin itibarı şüphe altına girmiş olur ve böyle bir durumda da üzerinde ittifak edilen hadise başvurulması gerekir. Buna benzer birçok konuda da ki, bunların sayısı hiçte az değildir; aynı tutum sergilenmelidir.
Değindiğimiz bu son kuralda birliğin sebeplerinden olabilecek önemli bir unsurdur. Ve ümmet bu kurallara tutunmakla sayısız birçok faydalar görebilir.
" Ve deki çalışın! Çünkü yaptıklarınızı hem Allah, hem Resulü hem de mü’minler görecektir." (Tevbe/105)
ŞİA([6])
Arapça harflerinden oluşan Şia kelimesi, lügat itibari ile taraftar, grup, cemaat ve yardımcılar anlamına gelir.
Nuh (a.s)'un Şia'sı:"Şüphesiz İbrahim'de onun (şia'sındandı) taraftarlarındandı"(Saffat: 83)
Musa (a.s)'nın Şia'sı: "...Biri kendi taraftarlarından,(Şia'lanndan) diğeri ise düşmanın taraftarlarındandı..."(Kasas: 15)
Ali (a.s) nin Şia'sı: "Şüphesiz Ali ve taraftarları (Şia'sı) kurtulmuş olanlardır.”([7]) Hadiste buyrulduğu gibi,
Ümmeyeoğulları Şia'sı: "Ey Ümmeyeoğulları taraftarları! (Şia'sı) Eğer dine inanmıyor ve kıyametten de korkmuyor iseniz, hiç olmazsa dünyanızda hür kişiler olun. "([8])
Istılah anlamında ise Müslümanlardan olan bir fırkanın Peygamber (s.a.a) den sonra halifelik görevini üstlenen oniki imama inanıp, bağlı kalanlarına verilen adtır. Bu imamlar Hz. Ali (a.s) ve onun onbir oğludur.
Şia, enbiyaların sonuncusu olan Hz. Peygamber (s.a.a)den sonra velayet makamına bu oniki imamın geçtiğine inanır. Söz konusu bu mezhep her asır itibariyle çeşitli içgüdülere sahip insanın,
masum ve Allah tarafından belirtilmiş olan, kişiyi hatasız bir şekilde doğru yola sevk edebilmesi için, böyle bir önderin varlığının gerekliliği inancını taşıyor.
Şia, kimi zaman tanınan ve bilinen, kimi zamanda ğaybet döneminde olup sadece halkın kendisini açıkça göremediği bu ilahi önderlerin bulut ardında saklı bir gü- ' nesin ışıklan gibi insanlara doğru yolu bulabilmeleri için kılavuzluk yaptıkları ilkesini benimsemiştir.
Günümüzde İmam Hasan Askeri (a.s)in oğlu Peygamberin (s.a.a) onikinci halifesinin İmam Mehdi (a.s) nin yaşamakta, lakin ğaybet döneminde olduğu Şia'lar tarafından kabul edilmiştir.
Şia " Hüküm ancak Allah'ındır. " Emrini, dini ve şer-i hükümlerin meşru bir yapıya oturtulması için Peygamberler ve onların halifeleri tarafından uygulanması gerekliliğini benimsemiştir.
Eğer Şia ğaybet döneminde İslam hükümetinin sürekliliği için "Velayeti fakih"i kabul ediyorsa; bu görüş belirlenen şartlara haiz olan din âliminin masum imamın naibi konumunda bulunması ve velayeti direkt olarak değilde masum imamın velayeti ekseninde olunması gerekliliğinden dolayıdır.
Bu inanç felsefesi, veliyi fakihin masum imamın izni ile zuhur için hazırlanmış ortam oluşturmak mantığı ile hareket etmesidir. Böyle bir yöntemin kullanılması da veli fakihin hükümetine meşruiyet sağlamış olacaktır.
Peygamber (s.a.a) Döneminde Şia ve Şiiler:
Peygamber (s.a.a) "Şia" kelimesini gerçek ve samimi Müslümanlar için kullanmıştır. Hz. Resullullah (s.a.a), "Hizbullah " (Allah'ın partisi) ve " Hayrul beriye " ( insanların en hayırlıları) tabirlerini
" Allah'a yemin ederim ki bunlar Ali ve onun Şia'larıdır." şeklinde beyan etmişlerdir.([9]) İddia edildiği gibi Şia, siyasi otoritelerin veya Abdullah bin Sebe gibi hayal ürünü şahısların kurmuş olduğu bir mektep değildir.
Şia, Peygamber (s.a.a) in yaşadığı dönemde de vardı. Ve onun ilk temel taşlarını ensar ve muhacirden olan Ebu zer, Selman, Ammar ve benzeri sahabeler oluşturuyordu.
EHL-İ SÜNNET’İN FIRKA VE MEZHEPLERİ
Günümüzde Ehl-i sünnet dünyasında dört fıkhi mezhep ikide kelami fırka yaygındır.
Fıkhi Mezhepler:
1- Hanefiler; " Ebu Hanife " lakabı ile meşhur Numan bin Sabiti (80-151- h.) taklid ediyorlar.
2- Malikiler; Malik bin Enes'i (95-179- h.) taklid ediyorlar.
3- Şafiiler; Muhammed bin İdris-i Şafii (151-204 h.) taklid ediyorlar.
4- Hanbelîler; Ahmet bin Hanbel’i (164-241 h.) taklid ediyorlar.
Yukarıdaki mezhepler ahkâm ve şer-i konularda birbirleriyle ile oldukça fazla görüş ayrılığı ve ihtilaf içerisindedirler. Aynı şekilde ahkami meseleleri öğrenmek ve hükmünü belirlemek noktasında da bu durum aynıdır.
Hanefi mezhebinin esası " kıyas" ve " isühsan" temeli üzerinedir. Malik ve Hanbel, hadislerin zahirini ele alır, analız ve tahlillerini gerçekleştirmeden,
olduğu gibi kabul ederler. Şafii ise, hadislerin incelenmesi gerektiği mantığını kullanarak, mezhebinin temel esasını bunun üzerine bina etmiştir.
EHL-İ SÜNNET FIRKALARI
1- Eşaire: Ehl-isünnetin büyük bir çoğunluğunu oluştururlar. "Ebul Hasan Ali bin İsmail-i Eş'ari" nin takipçileridirler. Ebul Hasan, hakem olayında bulunan Ebu Mu-sa-i Eş'ari'nin soyundandır. Bu sebeple Eş'ari adıyla şöhret kazanmıştır. Basra'da dünyaya gelmiş, Bağdat'ta vefat etmiştir.
Eş'ari, mutezilenin önde gelenlerinden Ali bin Cubai'nin öğrencilerinden olmasına rağmen daha sonraları ondan ayrılmıştır.([10]) "Ehl-i hadis" fekasma katılan Eş'ari " El İbane an usul-id diyane" adı altında yazmış olduğu kitabında Ehl-i hadis fırkasının Allah'a "Tecsim"([11]) şekil, yön ve hareket isnat eden tüm akide ve inançlarını teyit etmiştir.
Daha sonraları "El-lume" adlı yazmış olduğu kitabı ile hadis fırkasının inançlarını da red etmiş ve kendi özellikleri ekseninde kelami bir mezhep oluşturmuştur. Değinilmesinde yararlı olacak bir başka nokta ise, Eş'ari'nin kelami mezhebi, hayatı döneminde değil, vefatından sonra yaygınlaşmıştır.
Lume kitabında değinilen Eş'ari inançlarından bazıları:
1- Allah'ı yaratılmışlara benzetmekten tenzih etmek
2- Allah'ı cisimlendirmekten sakınmak
3- Allah'ın mukaddes yüce zatına, sıfatları kabul görmek
4- Ezel itibariyle ilahi sıfatlan kabul etmek
5- "Haberiye" sıfatlarında Allah'ın yön ve keyfiyet ve teşbihinin olmadığı inancı.([12])
6- Fiili yapan insandır, fiili yaratan ise Allah'tır.
7- Kıyamet gününde Allah'u teala'nın görünmesi.
8- Kur ân'ı Kerim'in mahlûk olmadığı inancı.
9- Şeriatın iyi ve kötü bildiği şeyleri kabul etmek» aklın iyi ve kötü bildiği şeyleri ise red etmek.
Bu fırkanın yayılmasında etkili olan isimler:
a-Ebu Bekir Baklani (ö.403.h.)
b-Abdulkahir Bağdadi, (ö.429.h)
c- İmam-ul Haremeyn Cuveyni (ö.478.h)([13])
d- Ebu Hamid Gazali (ö.505.h.)
e- "Mevakıf" kitabının sahibi Azududdin İci (ö.756.h.)
f- "Mekası-ut talihin ve açıklaması" adlı eserin sahibi Teftazani. (ö.791.h)
g- "Şerhi Mevakıf kitabının sahibi Seyyid Şerifi Curcani (ö.816.h)
h- Kuşçu. Fıkıhta Hanefi mezhebinden idi. Aynı zamanda Hace Nesiruddin'i Tusi'nin "Tecrid-u kalem" adlı kitabına şerh düşmüş, yazılarının hemen başında da kitabın sahibinin çok değerli ve övgüye layık bir Şia âlimi olduğunu vurgulamıştır. (ö.879.h.)
2- Maturidiye:
Bu fırka akide ve inançta Muhammed bin Muhammed Ebu Mansur maturidi-i Semerkandi-i örnek alır ve ona uyarlar. Matoridi, sahabe olan Ebu Eyüp Ensar'inin soyundan olup "Maturid" şehrinde dünyaya gelmiş, fıkıh ve usul alanlarında Ebu Hanife'yi taklid etmiştir.
Ölümünden sonra Maturidiye akidesini yayan alimler ve bu fırkaya ait eserlerden bir kaçı:
a- Usul-i din kitabının sahibi Bezdevi.(ö.478.h.)
b- Tebsiret-ul edille kitabının yazarı Nesefi.(ö.502.h.)
c- el-Akâid-un Nesefıye kitabının sahibi Ebu Hafs Necmeddin (ö.537.h.)
d- el-Mesaire kitabımn sahibi ibni Hemam (ö.861.h.) e- İşaret ul meram min eşartul imam kitabının sahibi onbirinci asrın alimlerinden Beyyazi-i Hanefi.
Eşaire ve Matoridiye fırkaları inanç ve kelami meselelerin incelenmesi konusunda birçok görüş aynhklarma sahiptirler. Bu ihtilaflardan kırk tanesi araştırmacılar tarafından kaleme alınıp sıralanmıştır.
Eşaire ve Matoridiye fırkaları arasındaki görüş farklılıklarından bazıları:
Matoridiye, kelami meselelerin incelenmesi yönteminde daha çok " Akılcılığa" ağırlık verir. Eşaire fırkası ise nakil ve rivayetlere dayanır. Akide de matoridiye şu inançları taşır:
1- Allah'ı tanımak aklen vacip'tir.
2- Allah arşın üzerindedir. Sözü tasarruf sahibi olması anlamına gelir.
3- Akli güzellik ve çirkinlikleri de kabul eder.
4- İnsan gücünün kaldıramayacağı mükellefiyetin caiz olmadığına inanırlar.
5- Allah'ın kendiişlerinde hedef ve amaç gözettiğine inanırlar.
6- İnsanların işlemiş oldukları fiiller kendilerinden kaynaklanır.
7- Allah'ın sıfatları zatının aynıdır.
Bu ve buna benzer birçok konuda, Eşaire fırkası Maturidiye ile muhalefette bulunmuş ve aksini iddia etmiştir.
3- Ehl-i Hadis:
Hicri 280 yılında ölen Darmi, aynı takvimin 311- yılında dünyaya gelen Huzeyme ve hicri kameri 213 yılında doğan Abdullah bin Ahmed-i Hanbel bu fırkanın ileri gelenleri, vahabiler de söz konusu fırkanın bir uzantısıdırlar.
Ehli hadis fırkası İsrailiyat ve uydurulmuş olan hadislere tutunmak suretiyle, kendilerine has bir akide taşırlar.
İnançlarından bir kaçı şöyledir:
1- Allah cisimdir, belirli bir mekânı vardır ve insani sıfatlara sahiptir. Nitekim; Allah'ın başı, kıvırcık saçları, sakalı, göğsü, gözü, eli... vb. bir çok uzvunun olduğunu iddia ederler.
2- Cebr'e inanır ve şöyle söylerler: Kulların işlemiş olduğu hayır ve şer ameller Allah tarafmdandır. Allah günahkârları da cezalandıracaktır.
3- Tamamıyla "aklı" bir kenara itmiş, onun için herhangi bir rol biçmemişlerdir.
4- Melek ve Peygamberlere günah sayılan saygınsız işlen yakıştırırlar.
Bu fırkaya ait eserlerin birkaç tanesi:
a- Abdullah bin Ahmet bin Hanbel'in es- Sürme adlı kitabı
b- Hicri 311 yılında doğan Huzeyme'nin kaleme aldığı et -Tevhid adlı kitap.
Yukarıda zikrettiğimiz bu kitap Suudi Arabistan'daki Vahhabiler tarafından bastırılmıştır.
c- Hicri 321 yılında ölen Ebu Cafer Tahavi-i Mısri tarafından yazılan "el Akide-tu Tahaviye". Bu kitap 105 temel esası içermekte ve Ahmet bin Hanbel'in kitabına benzer bir şekil verilerek Ehl-i hadis tarzına uygun olarak hazırlanmıştır.
d- Hicri 324 yılında ölen Eş"ari'mn yazdığı el-ibane an usul-id Diyane adlı kitap. Bu eseri mutezileden ayrılıp "Lume"([14]) adlı kitabım yazmadan önceki döneme aittir.
e- "et Tenbih ve red" adlı kitap Hicri 337 yılında ölen Ebul Hasan mulettiye aittir.
4-Mutezile:
Bu fırkamn müntesipleri, Hicri 80 ile 131 yıllan arasında yaşamış olan "Vasıl bin Eta" ya uyarlar.([15]) Mutezile "Basra ve Bağdad" adıyla iki kola ayrılır ve bu iki kol arasında da ihtilaflar vardır.
İbni Ebil Hadid Nehc-ul Belağa'mn şerhinde, söz konusu fırkanın iki dalı arasında bulunan ihtilafları belirtmiştir.
Mutezile, kurulduğu yıldan sonra, asırlar boyu oldukça fazla rağbet görmüş, ama günümüzde fırka veya cemaat adıyla herhangi bir taraftar kitlesine sahip değildir.
Hicri dördüncü yüzyıldan önce, Ehl-i sünnetin fıkhi mezhepleri ve kelami fırkalarının sayısı elliyi buluyordu. Ama daha sonraları halifeler, kendi menfaatlerini gözeterek veya ihtilali sorunların azaltılabilmesi için bu sayıyı,
dört fıkhi, ikide kelami fırka "Eşaire ve Matoridiye " olmak üzere, elliden altıya indirmişler ve bunların dışında herhangi bir mezhep veya fırkayı taklit etmeyi de yasaklamışlardır, sonraki yüzyıllarda,
özellikle de altıncı yüzyılın başlarında bu altı fıkhi ve kelami mezhepler Ehl-i sünnet arasında resmiyet kazanmış, bunun dışında kalan fırka ve mezhebi akımlar ise ortadan kaldırılmıştır.
Günümüzde Ehl-i sünnetin([16]) büyük bir çoğunluğu akâid'te Eş'ari fırkasmdandırlar. Ama Hanefilerin bir kısmı Matoridiye yi kabul etmişlerdir.
EHL-İ SÜNNET VE ŞİA ARASINDAKİ AKİDE FARKLILIKLARI
Ehl-i sünnet fırkalarının kendi aralarında bir çok akide ve inanç farklılıkları olduğu gibi, Şia ile de bazı konularda görüş ayrılıkları vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Peygamber (s.a.a) efendimiz tarafından kendinden sonraki halifenin belirtilmesi hususunda şöyle diyorlar: Allah Resulü (s.a.a) kendinden sonra yerine geçecek kişi
yi belirtmemiş ve bu konuyu halka bırakmıştır.
2- Bir an dahi olsa Peygamberi (s.a.a) görüp, müslüman olarak ölmüş herkesin sahabe olduğunu ve tüm sahabelerin de " günaha bulaşmış olsalar dahi" adil, ayni zamanda söz ve fiillerinde hüccet sayıldığı fikrini kabul ediyorlar.
3- Ehl-i sünnetin çoğunluğu ilk üç halifeyi Hz. Ali (a. s) Men üstün görür ve halifelik görevini de bu üstünlüğe göre şekillendirirler.
4- Onıki Ehl-i beyt (a.s) imamının ilmi derecelerinin yüksek,, olduğunu, bununla beraber yüce bir takvaya sahip olduklarım itiraf ederler. " Oniki halife" ve sakaleyn hadislerini rivayet etmelerine rağmen, imamların Peygamberin (s.a.a) belirtilmiş halifesi ve masum oldukları inancını benimsemezler.
5- Ehl-i sümıet, amelde içtihad kapısının kapalı bulunduğunu, ölü müçtehidin taklid edilmesinin caiz olduğunu savunarak, bilinen dört müctehidlerini bu esasa göre taklid ediyorlar.
Ama Şia'nın akidelerine gelince:
Peygamber (s.a.a) in kendinden sonra yerine geçecek halifeyi belirtmiş olduğuna, Hz. Ali (a.s) ın ilmi mertebesi ve yapmış olduğu cihadlar sebebiyle ashabın en üstünü olduğuna inamrlar.
Ayrıca istisnasız, Kur ân-ı ölçülerin dışında, hiç kimse için adalet sıfatını kabul etmezler. İster ashap'tan olsun ister bir başkası fark etmez. Ehl-i beyt (a.s) imamlarının imametini ve ismet sıfatım kabul ederler.
Aynı şekilde içtihad kapısının açık olduğuna ve ölü müçtehidi taklid etmenin caiz olmadığına inanç beslemişlerdir. Ölü müçtehidi taklid etmenin şartlarına ve yerine göre caiz olabileceği vurgusunu da yapmışlardır.
TEVHİD
Tevhid sadece din usullerinden biri değil, İslam akidesinin ruhunu ve özünü teşkil eden en önemli inançtır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim, ilahi tevhid inancında yaşanabilecek sapmaları,
şirke eğilimin bir göstergesi ve bağışlanmaz bir günah olduğu uyarısını yapmıştır.([17]) Kuran ayetleri, insanları tevhide sarılmaları ve şirkten uzak kalmaları konusunda devamlı olarak uyarmıştır. Ayrıca Allah'u teala bu öze davet için Peygamberler göndermiştir.([18])
Tevhidin oldukça fazla aksam ve bölümleri vardır. Bunların en önemlileri aşağıda değineceğimiz dört tanesidir. ([19])
1- İbadi Tevhid: İlahi Peygamberlerin üzerinde ısrarla durdukları bu tevhid çeşidi, ibadetin sadece Allah'a olduğu anlamını taşıyor "Ve ancak tevhide yönelerek Allah 'a ibadet etmeleri emredildi."(Beyyine: 5)
2-Zati Tevhid: Yani; Allah'ın yüce zatı birdir. Eşi ve benzeri yoktur.
3- Sıfati Tevhid: Bu tevhid çeşidi, ilim, kudret, ezeliyet ve ebediyet vb. sıfatların Allah'ın yüce zatı ile bir olduğunu, zatı ve sıfatı birbirinden ayrı olan yaratılmışlarınkine benzememesini içeriyor.
Elbette Allah'ın zatı ile sıfatlarının bir olduğu hakkında dikkatli ve ince bir düşünce kullanmak gerekir. Eğer Allah'ın sahip olduğu sıfatların zatından ayrı olduklarım söylersek, bu noktada Allah'ın sıfatlarının onun ortağı durumunda bulunduğunu iddia etmiş olacağız.
Hâlbuki hiçbir muvahid Allah'ın ortağmınolduğunu kabul etmez. Ama eğer Şia ve Matoridiye'nin inandığı şekliyle sıfatların zatının aynı olduğu görüşünü kabul edecek olursak,
bu görüş belki bazıları için tasavvur edilmesi güç olacak ve şöyle bir soru ilk etapta sorulacaktır: Nasıl olurda ilim ve kudret yaratıcının zatı ile aynı olabilir?
Oysa görüyoruz ki; yaratılmışlarda zat sıfattan ayrıdır.([20]) Öte yandan incelediğimizde Allah'ın ilim, kudret vb. sıfatlarının evvel ve ezel suretiyle olduğunu görürüz...
Eşaire fırkası, böylesi bir sorundan kurtulabilmek için Allah'ın yedi ezeli sıfata sahip olduğu görüşünü ortaya atmış,([21]) bu sıfatların, zatından ayrı, zatı ile de bir olmadığını söylemişlerdir.
Öyle görülüyor ki; bu sentez, sorunları daha bir artırmıştır. Allah'ın zatı sıfatları her ne kadarda derk edilmesi zor bir mesele gözükse de halledilemeyecek bir konuda değildir.
Dikkatli ve itinalı bir yaklaşımla bu sorun çözülebilir. Ama eğer Allah'ın sıfatları zatının aynı değil, ondan ayrıda değil gibi bir mantıkla meselenin üzerine gidilirse elbette ki konunun anlaşılması da güçleşecektir.