HİDAYET ÖNDERLERI-2 HİDAYET ÖNDERLERI-2
HİDAYET ÖNDERLERI İMAM ALİ (A.S)
Müellif:Komisyon(Dünya Ehlibeyt Ehl-i beyt Kurultayı)
Tercüme:Vahdettin İNCE
Tashih - Tatbik:Abbas AKYÜZ
Seyyid Seccad KARAKUŞ
Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de EhlibeytEhl-i beyt Hakkında Şöyle Buyurmuştur:
"Allah sadece siz EhlibeytEhl-i beyt'ten tüm kötülükleri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister."
(Ahzâb / 33)
Resulullah (s.a.a) EhlibeytEhl-i beyt Hakkında Şöyle Buyurmuştur:
"Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum: Allah'ın Kitab'ı ve EhlibeytEhl-i beyt'im. Bu ikisine sarıldığınız sürece benden sonra asla sapmazsınız."
(Sahih ve Müsned kitaplar)
Önsöz
Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla
Hamd, her şeyi yaratan ve ona yol gösteren Allah'a mahsustur. Salât ve selâm Allah'ın kulları için rehber olarak seçtiği önderler, özellikle peygamberlerin sonuncusu, elçilerin ve Allah'ın dostlarının efendisi Ebu'l-Kasım Muhammed Mustafa (s.a.a) ile onun mübarek ve tertemiz EhlibeytEhl-i beyti'nin üzerine olsun.
Yüce Allah insanı yarattı ve onu akıl ve irade unsurları ile donattı. İnsan aklı ile gerçeği görüp ortaya çıkarır ve onu batıldan ayırt eder. İrade ile de yararına gördüğü, amaçlarını ve hedeflerini gerçekleştireceğini düşündüğü şeyi seçer.
Yüce Allah, bu ayırt edici aklı kulları için hüccet kıldı. Bu akıllara hidayet pınarından feyiz sunarak onları destekledi. Çünkü insana bilmediklerini öğreten, onu lâyığı olduğu kemal yoluna yönlendiren, ona uğruna yaratıldığı ve gerçekleştirilmesi için dünyaya getirildiği amacı bildiren O'dur.
Kur'ân-ı Kerim bize ilâhî hidayetin kriterlerini, ufuklarını, gereklerini ve yollarını açık nasları ile belirtti. Ayrıca bir yandan bu hidayetin gerekçelerini ve sebeplerini açıklarken, öbür yandan onun meyvelerini ve sonuçlarını gözler önüne serdi.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"De ki, asıl hidayet Allah'ın hidayetidir."[1]
"Allah dilediği kimseleri doğru yola iletir."[2]
"Allah gerçeği söyler ve O doğru yola iletir."[3]
"Kim Allah'a sarılırsa, o kesinlikle doğru yola iletilmiştir."[4]
"De ki, Allah hakka iletir. Hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa başkasının kılavuzluğundan yararlanmadıkça kendisi doğru yolu bulamayan mı?"[5]
"Kendilerine bilgi verilenler, Rabbinden sana indirilen mesajın gerçek olduğunu, üstün iradeli ve hamde lâyık Allah'ın yoluna ilettiğini görürler."[6]
"Allah'tan kaynaklanan bir yol gösterme olmaksızın keyfî arzusuna uyandan daha sapık kim olabilir?"[7]
Buna göre hidayetin kaynağı yüce Allah'tır ve gerçek hidayet O'nun hidayetidir. İnsanı elinden tutup doğru yola ve sağlam gerçeğe ileten O'dur.
Bunlar ilmin desteklediği, bilginlerin idrak edip bütün varlıkları ile boyun eğdikleri gerçeklerdir.
Yüce Allah, insan fıtratını kemale ve cemale eğilimli bir yapıda yarattı. Sonra onu lâyığı olduğu kemale yönlendirmekle ödüllendirdi ve ona kemale erdirecek yolu tanıma nimetini bağışladı.
Bu yüzden yüce Allah; "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."[8] buyuruyor. Nasıl ibadet edileceği bilinmeden bu görev gerçekleştirilemeyeceği için bilmek ile ibadet etmek kemal zirvesine erdirecek tek yol ve yegâne amaç olmuştur.
Öte yandan insanın kemale doğru hareketinde itici enerji olması için onu öfke ve hırs içgüdüleri ile donattığından dolayı, öfkenin ve hırsın ve bunlardan kaynaklanan ve bunların gerekleri olan arzu ve duyguların egemenliğinden kurtulmasından emin olunamaz.
Bundan dolayı insan aklının ve diğer bilgi edinme yöntemlerinin yanı sıra sağlıklı algılamayı ve görmeyi garanti edecek araçlara da muhtaçtır. Bu araçlar sayesinde yüce Allah'ın ona yönelik hücceti tamamlanmış, hidayet nimeti kemale ermiş ve böylece serbest iradesiyle iyilik ya da kötülük yolunu seçmesini mümkün kılacak bütün sebeplere sahip olmuş olur.
Bundan dolayı ilâhî hidayet yasası, insan aklını desteklemeyi gerekli gördü. Bu destek ilâhî vahiy ve kulları doğru yola yöneltme sorumluluğunu üstlenmek üzere Allah tarafından seçilen hidayet önderleri aracılığı ile gerçekleşti. Bu desteklemenin izlediği yol, gerekli bilgileri ayrıntılı şekilde sunmak ve hayatın her alanında gerekli olan yönlendirmeleri yapmaktır.
Tarihin başlangıcından itibaren bütün çağlar ve yüzyıllar boyunca peygamberler ile onların vasileri ilâhî hidayet meşalesini elden ele taşımışlardır. Yüce Allah kullarını hiçbir yerde, hiçbir zaman hidayete iletici hüccetsiz, doğru yolu gösterici mürşitsiz ve aydınlatıcı ışıksız bırakmamıştır.
Aklın delillerini destekler nitelikteki vahiy nasları açıkça belirtiyor ki, yeryüzü yüce Allah'ın kullara hitap edecek hüccetinden yana boş kalmaz. Çünkü böyle bir boşluk insanlar tarafından yüce Allah'a karşı bahane ve gerekçe olarak kullanılabilir.
Buna göre hüccet kullardan önce, kullarla beraber ve kullardan sonra hep vardır. Öyle ki, eğer yeryüzünde sadece iki kişi kalsa, onlardan biri hüccet olur. Kur'ân-ı Kerim bu ilkeyi şüpheye yer bırakmayacak şekilde şöyle vurguluyor: "Sen sadece bir uyarıcısın ve her kavmin bir yol göstericisi vardır."[9]
Yüce Allah'ın nebileri, resulleri ve onların yol gösterici vasileri doğru yola yöneltme görevini bütün aşmaları ile üstlenirler. Bu aşamalar şu maddelerde özetlenebilir:
1- Vahyi tam bir şekilde almak ve ilâhî elçiliği en ince ayrıntısına kadar kapsamak. Bu aşama elçiliği üstlenmek için tam bir hazırlanmışlığı gerektirir.
Bundan dolayı elçilerle ilgili seçim, tamamı ile Allah'a ait bir iştir. Kur'ân-ı Kerim'de bu gerçek şöyle ifade ediliyor: "Allah elçilik görevini kime vereceğini daha iyi bilir."[10], "Allah elçilerinden dilediğini seçer."[11]
2- İlâhî elçiliği insanlığa ve elçiliğin hitap ettiği kitleye ulaştırmak. Bu ulaştırma görevimisyonu, ulaştırma görevini, ulaştırmanın amaçlarını ve gereklerini bütün ayrıntıları ile kapsamada somutlaşan tam bir yeterliliğin yanı sıra yanlış yapmaktan ve sapmalardan korunmuş olmaya dayanır. Yüce Allah bu ilkeyi şöyle ifade ediyor: "İnsanlar.
tek bir ümmet idi. Allah peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm vermek üzere gerçeği içeren kitabı gönderdi."[12]
3- İlâhî risaletemisyona inanan bir ümmet oluşturmak ve bu ümmeti hidayete erdirici önderliğicülüğü destekleyip güçlendirmeye hazırlamak. Bu hazırlığın amacı ilâhî risaletinmisyonun amaçlarını gerçekleştirmek ve onun yasalarını hayata uygulamaktır.
Kur'ân-ı Kerim'in ayetleri bu görevi açık bir dille vurgularken tezkiye (arındırma) ve talim (öğretim) terimlerini kullanarak şöyle diyor: "Onları arındırıp yücelten, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi."[13] Tezkiye, insana lâyık kemal doğrultusundaki eğitimdir.
Bu eğitim, kemalin bütün unsurları ile donanmış, elverişli bir örneğin varlığını gerektirir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın Elçisi'nde sizin için güzel bir örnek vardır."[14]
4- İlâhî risaletimisyonu, onun için belirlenen süre boyunca bozulmadan, değişmeye ve kayba uğratmadan korumak. Bu görev de ilmi ve ruhsalbilimsel ve psikolojik yeterliliği gerektirir ki buna "ismet" (yanılgıdan ve hatadan korunmuşluk) denir.
5- Manevî misyonun amaçlarını gerçekleştirmek, fertlerin vicdanlarında ve toplumların kurumlarında ahlâkî değerleri kökleştirmek için çalışmak. Bu da ancak ilâhî kriterleri yürürlüğe koymakla, ilâhî misyonun kriterleri uyarınca ümmetin işlerini yönetmeyi üstlenen siyasî bir yapı kurarak hanif dinin yasalarını topluma uygulamakla mümkündür.
Bu yürütme görevi bilge bir yönetim kadrosu, üstün bir cesaret, büyük bir kararlılık, fertlerin psikolojileri ile toplumsal uygulamalarla, fikrî, siyasî ve sosyal akımlarla, yönetim, eğitim ve hayat tecrübeleri ile ilgili tam bir bilgiyi gerektirir. Bunların hepsini evrensel bir dinî devleti yönetmeyi sağlayacak ilmî yeterlilikle özetleyebiliriz.
Bu ilmî yeterliliğe dinî yönetimi her türlü sapmadan ve yanlış uygulamadan koruyacak ruhsalpsikolojik yeterlilikte ifadesini bulan "ismet" (yanılmadan ve hatadan korunmuşluk) sıfatını da eklemek gerekir.
Çünkü bu yönden bir yetersizlik psikolojik yokluğu hâlinde baş gösterebilecek olan sapmalar ve yanlışlıklar yönetimin uygulamaları ve ümmetin bu uygulamalara uyması üzerinde ilâhî risaletinmisyonun amaçları ile çelişen olumsuz etkiler meydana getirebilir.
Tarih boyunca gelen peygamberler ile arkalarından gelen seçkin önderler özveriyi gerektirenkanlı hidayet yolunu izlediler, meşakkatli eğitim yolunda yürüdüler, ilâhî elçilik görevini yerine getirme yolunda her türlü zorluğa katlandılar, ilâhî elçilik hedeflerinin gerçekleşmesi yolunda kendini ilkelerine ve inançlarına adamış birher insanın feda edebileceği her şeylerini feda ettiler. Bir an bile geri çekilmediler, göz açıp kapatacak bir süre kadar bile yerlerinde saymadılar.
Yüce Allah onların yüzyıllar boyu süren kesintisiz gayretlerini ve cihatlarını peygamberlerin sonuncusu olan Abdullah oğlu Muhammed'in (s.a.a) peygamberliği ile taçlandırdı, büyük emaneti ve bütün aşamaları ile hidayet sorumluluğunu ona yükledi, ondan bu emanetin hedeflerini gerçekleştirmesini istedi.
Bu en büyük peygamber bu sarp ve dikenli yolda müthiş adımlar attı, köklü değişimlere yol açan davetler ve inkılapçı hareketleryapı değiştiren hareketler ve devrimci misyonlar alanında son derece kısa sürede mümkün olan en büyük başarıyı gerçekleştirdi. Yirmi yıl kadar süren geceli gündüzlü çabalarının ve cihadının başlıca kazanımları şu maddelerde özetlenebilir:
1- İnsanlığa süreklilik ve kalıcılık unsurlarını içeren eksiksiz bir ilâhî mesajisyon sunmak.
2- Bu mesajımisyonu yozlaşmadan ve sapmadan koruyan unsurlarla donatmak.
3- İlke olarak İslâm'a, önder olarak Peygamberimize ve hayat yasası olarak şeriata inanan bir ümmet oluşturmak.
4- İslâm sancağını taşıyan ve ilâhî şeriatı uygulayan bir siyasî yapı, bir İslâm devleti kurmak.
5- Peygamberimizin önderliğinde örneğini bulan hikmetli ilâhî önderliğin aydınlık saçan yüzünü sunmak.
Bu ilâhî risalet ve görevinmisyonun hedeflerini eksiksiz bir şekilde gerçekleştirmek için şunlar zarurîdir:
a) Bu Bu iilâhî risaletinmisyonun uygulamasını ve onu yozlaştırıp yıkmak için sürekli fırsat kollayan komplolarından korumayı garanti edecek yeterlilikte bir önderliğin devamlı şekilde varolması.
b) İlmî ve psikolojik bakımdan yeterli eğitimci eli ile verilecek sağlıklı bir eğitimin nesillere boyunca sürmesi, bu yeterli eğitimcinin ahlâkta ve davranışta Peygamberimiz gibi örnek olması, ilâhî risaletimisyonu bütün yönleri ile kapsayıp bütün davranışlarında ve tutumlarında somutlaştırması.
Bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.a) ilâhî bir plân gereğince ehl-i beytine mensup bazı seçkinleri hazırlamakla ve bu seçkinlerin isimlerini ve fonksiyonlarını açıkça belirtmekle yükümlü kılındı.
Bu seçkin önderler, Peygamberimizin (s.a.a) başlattığı büyük hareketin ve kıyamete kadar hüküm sürecek olan ilâhî hidayetin dizginlerini yüce Allah'ın emri ile teslim alacaklar, yüce Allah'ın ebedîlik bahşettiği ilâhî risaletimisyonu cahillerin bozmalarından ve hainlerin tuzaklarından koruyacaklar, yüzyıllar boyunca ve dünya durdukça kriterlerini açıklamayı, sırlarını ve hazinlerini gözler önüne sermeyi üstlendikleri mübarek şeriatın değerleri ve kavramları uyarınca nesilleri eğiteceklerdi.
Bu ilâhî plân, Resulullah'ın (s.a.a) sözlerinde şöyle somutlaşıyor: "Ben size iki değerli emanet bırakıyorum. Bunlara sarıldığınız takdirde kesinlikle sapıtmazsınız. Bunlar Allah'ın kitabı ile benim EhlibeytEhl-i beyt'imdir. Bunlar Havuz'da yanıma gelinceye kadar birbirlerinden asla ayrılmayacaklardır."
EhlibeytEhl-i beyt İmamları (hepsine Allah'ın selâmı olsun) Peygamberimizin (s.a.a) Allah'ın emri ile kendinden sonra ümmetin önderliğini üstlenmek üzere tanıttığı en hayırlı kimselerdir.
On iki EhlibeytEhl-i beyt imamının hayat çizgisi, Peygamber (s.a.a) döneminden sonraki İslâm'ın gerçek çizgisini yansıtır. Onların hayatlarını kapsamlı biçimde incelemek, köklü İslâm hareketinin kapsamlı bir portresini gözlerimiz önüne sürer.
O İslâm hareketi ki, Peygamberimizin (s.a.a) vefatının arkasından ateşli enerjisi zayıflamaya yüz tuttuktan sonra ümmetin derinliklerinde içten içe yol almaya başladı.
Bu süreçte Masum İmamlar (s.a) ümmeti bilinçlendirmeye, ümmetin enerjisini Peygamberimizin (s.a.a) kutsal devrimini kavrama doğrultusunda harekete geçirmeye çalıştılar. Fakat yönetimin ve ümmetin tutumlarına egemen olan evrensel yasaların müsaade ettiği ölçüde ilerleyebildiler.
Bu râşid İmamların hayatlarında dikkat çeken ortak özellikler şunlar oldu: Peygamberimizin (s.a.a) açtığı çığırı ısrarla izlediler. Ümmet, teveccühünü onlara yönelterek onlarla kaynaştı, onları Hidayet Önderleri ve müminlerin yolunu aydınlatan yıldızlar olarak benimsedi.
Onlar Allah'a ve O'nun rızasına ulaştıran kılavuzlar, Allah'ın emrinin kararlı uygulayıcıları, Allah sevgisinde kemale erdirenler, Allah özleminin ateşinde eriyenler, imrenilen insanî kemalin zirvelerine yönelik tırmanışta birbirleri ile yarışanlardır.
Onların hayatı cihadın, sabırla Allah'a itaat etmenin, zalimlerden gelen cefanın çeşitli örnekleri ile doludur. Öyle ki, yüce Allah'ın hükümlerini yürürlüğe koyma uğrundaki kararlı direnişin en üstün örnekleri oldular.
Bu direnişin arkasından onurlu şehitliği, onursuz hayata tercih ederek yüce bir mücadelenin ve büyük bir cihadın arkasından Allah'a kavuşma başarısını elde ettiler.
Tarihçiler ve yazarlar, bu İmamların hayatlarını her açıdan ele alıp tam anlamı ile incelediklerini iddia edemezler. Bundan dolayı bizim bu girişimimiz onların hayatlarından bazı kesitler, kişilikleri, davranışları ve tutumları hakkında tarihçilerin kaydettikleri ve araştırma kaynaklarında bulabildiğimiz bazı alıntıları sunmaktan ibarettir. Yüce Allah'ın bu çalışmamızı faydalı kılmasını umarız. Hiç şüphesiz başarının sahibi O'dur.
Ehlibeyt hareketi hakkındaki bu incelememiz, İslâm Peygamberi ve elçilerin sonuncusu Abdullah oğlu Muhammed Mustafa (s.a.a) ile başlayıp, vasilerin sonuncusu ve beklenen Mehdi Muhammed b. Hasan Askerî ile son buluyor. Yüce Allah onun ortaya çıkışını çabuklaştırsın ve yeryüzünü adaleti ile aydınlatsın.
Bu kitap, Resulullah'tan (s.a.a) sonra Ehl-i beyt İmamları'nın birincisi ve masum hidayet önderlerinden ikincisi olan Ali b. Ebu Talib'in hayatını incelemeye ayrıldı. İmam Ali (a.s) masum hidayet önderlerinden ikincisidir. O, hayatının bütün alanlarında İslâm'ı tüm boyutları ile somutlaştırdı. Resulullah'tan (s.a.) sonra İslâm'ın parlak nuru, aşılmaz kalesi ve tüm insanlığa üstün bir örnek idi.
Bu kutsal projenin gerçekleştirilip gün ışığına çıkarılması için yoğun gayretleri ile katkıda bulunan bütün kardeşlerimize, özellikle Seyyid Munzir Hakim'in (Allah onu belâlardan korusun) denetiminde çalışan yazarlar kurulunun üyelerine şükranlarımızı sunmalıyız.
Son sözümüz bizi bu kutsal projeyi gerçekleştirmeye muvaffak eden yüce Allah'a dua ve şükürlerimizi sunmak olacaktır. O, kâfidir ve ne güzel yardımcıdır.
Dünya Ehl-i beyet Kurultayı
1. BÖLÜM
Birkaç Satırda İmam Ali (a.s)
İmam Ali'nin (a.s) Şahsiyetinden İzlenimler
İmam Ali'nin (a.s) Kişiliğinden Görünümler
Birkaç satırda
İMAM ALİ B. EBU TALİB (a.s)
O, müminlerin emiri, vasilerin efendisi ve -Allah'ın emri ve Peygamber'in (s.a.a) açık sözü gereğince- Resulullah'ın (s.a.a) hidayete götürücü, yol gösterici halifelerinin ilkidir.
Kur'ân onun masum olduğunu ve her türlü kötülükten arındırıldığını açık bir dille ifade etmiştir. Resulullah efendimiz (s.a.a) onu, eşini ve iki oğlunu yanına alarak Necran Hıristiyanlarıyla lânetleşmeye gitmişti.
Peygamber'imiz (s.a.a), onun sevilmesi vacip olan akrabalarından olduğunu vurgulamış, defalarca onun Kur'ân-ı Kerim'le ilahi görevmisyon itibariyle eşdeğer olduğunu, ikisine sarılmanın kurtuluşa, onlardan uzaklaşmanın ise alçalmaya neden olacağını dile getirmiştir.
İmam çocukluğunun ilk dönemlerinden itibaren Allah Resulü'nün (s.a.a) bağrında yetişti. Onun hidayet pınarından beslendi. Bütün yükümlülüklerini eksiksiz yerine getiren bir öğrenci ve zeki bir kardeşti.
İman edenlerin ve namaz kılanların ilkiydi. Rabbinin yoluna kendini adayanların en samimisiydi. Gerek Mekke'de, gerek Medine'de, hem Peygamber'in (s.a.a) yaşadığı dönemde, hem de Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra, her türlü görünümüyle azgın cahiliyeye karşı verilen çetin mücadelede nebevî risaletin başarısı için kendini feda etmekten bir an bile geri durmadı; onun ilkeleri, risaletimisyonu, mesajları ve bütün değerleri içinde fena bulmuştu.
Hakkın tüm cebheleriyle her türlüsünün somut bir numunesiydi. Bir parmak ucu kadar bile hakta yanılmadı, bir kıl kadar gerçekten sapmadı.
Dırar b. Damre el-Kinanî, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın yanında onu vasfetmiş, sonunda hem Muaviye'yi, hem de orada bulunanları ağlatmıştı. Öyle ki Muaviye ona rahmet okumak durumunda kalmıştı. Şöyle demişti Dırar:
"Allah'a yemin ederim ki Ali, ileri görüşlü ve çok güçlü biriydi. Konuştuğu zaman hakkı batıldan ayırır; salt adaletle hükmederdi. Her tarafından bilgi akardı. Söz ve davranışları hikmeti dile getirirlerdi.
Dünyadan ve dünyanın çekici güzelliklerinden kaçardı. Geceye ve gecenin yalnızlığına sığınırdı. Çok ağlar; uzun tefekkürlere dalardı. (üzüntüden) Aavuçlarını ovuştururters çevirir ve, kendi nefsine hitap ederdi. Elbisenin kısasından ve yiyeceğin kurusundan hoşlanırdı. Aramızda herhangi birimiz gibiydi.
Yanına geldiğimiz zaman bize yaklaşırdı, bir şey sorduğumuz zaman cevap verirdi. Davet ettiğimizÇağırdığımız zaman bize gelirdi. Bir haberi sorduğumuz vakit, haberi aktarıp bizi aydınlatırdı.
Allah'a yemin ederim ki, ona yakın olmamıza ve kendisinin de bize yakın durmasına rağmen, onun heybetinden yanında neredeyse konuşamaz hâle gelirdik. Gülümsediği zaman, dişleri dizilmiş inciler gibi belirirdi. Dindar insanlara büyük saygı gösterir, yoksulları kendisine yaklaştırırdı. Güçlü olan, batıl işinde ondan cesaret alamaz, zayıf kimse de onun adaletinden umut kesmezdi."[15]
İmam davetin ilk gününden itibaren Resulullah'ın (s.a.a) yanından ayrılmadı. Peygamber'le (s.a.a) beraber, kutlu davetin tarihi boyunca eşi görülmemiş bir cihad örneği sergiledi.
Arabın kurtları ve ehlikitabın azgınları tarafından hedef alınmasına rağmen, Ggeceden şafak yarılıncaya ve sırf hakikat bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıp dinin önderi hakkı dile getirinceye, şeytanların çığlıkları kesilinceye, kadar bu misyonunu önemli görevini eksiksiz yerine getirdi. Daha önce Arabın kurtları ve Ehlikitab'ın inkârcılarıyla sınavdan geçirilmişti.[16]
Resul-i Ekrem (s.a.a) bu kısa süre içerisinde cahiliye toplumunu değiştirmek üzere o müthiş adımları atmaya başlarken İslâm'ın önünde, büyük hedeflerine ulaşmak için meşakkatli ve uzun bir yol vardı. Bu ise eksiksiz bir stratejiyi ve akıllı bir önderliği kaçınılmaz kılıyordu.
Nitekim bBu önderlik, davanın birinci dereceden lideri Peygamber'den (s.a.a) iman, olgunluk, ihlâs, dirayet ve deneyim bakımından eksik olmamalıydıdeğildi. Son risaletin, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde sürüp gelen bütün nebevî davetlerin özü, mücadele ve cihatlarının varisi sayılan bu davetin geleceğini de plânlaması doğaldı...
Nitekim öyle de oldu. Hz. Resul (s.a.a) Allah'ın emri uyarınca, bütün varlığını davetin varlığına adapte etmiş, davetin hedeflerinde kaybolmuş, cahiliyenin her türlü kalıntısından kurtulmuş, bütün cahilî tortulardan arınmış, bilinç, iman, ihlâs ve Allah yolunda fedakârlık bakımından yeterliliğin en yüksek derecesine yükselmiş bir kişiliği seçerken, davetin geleceğini plânlıyordu.
Resulullah'ın (s.a.a), kendisinden sonra düşünsel ve siyasî yetkili merci görevinimisyonunu yüklenmesi için özel olarak yetiştirdiği, yerine geçmeye hazırladığı kişi Ali b. Ebu Talip'ti. Ali'nin görevimisyonu, Resulullah'ın (s.a.a), kendisi için hazırladığı muhacir ve ensardan oluşan bilinçli tabana dayanarak uzun değişim sürecini sürdürmekti.
Fakat toplumun derinliklerine kök salmış cahiliye, Bedir ve Hüneyn savaşlarıyla, veya on yıllık bir akitle veya herhangi bir mücadele ve savaşla kazınacak değildi. İslâmî sembollerin arkasına gizlenmiş olarak yeniden sahneye çıkması doğaldı. Belli bir süre geçtikten sonra bile olsa toplumsal sahnede yeniden görünebilmesi için İslâmî bir görünüme bürünmesi gerekiyordu. Ayrıca cahiliyenin, doğrudan veya dolaylı olarak önderlik makamına sızması da doğaldı.
Böyle bir durumda, her taraftan tehlikelerle kuşatılmış, tabanı istenen bilinç ve olgunluk düzeyine ulaşmamış genç İslâm toplumunun meşru önderlik makamının arkasına gizlenerek cahilî kavram ve geleneklere dönüş yapılması ihtimal dahilindeydi. Daha doğrusu az da olsa siyasî ve toplumsal bilinç sahibi bir önderlik böyle bir olayın gerçekleşebileceğini hesap edebilir. Peygamberlerin sonuncusu Allah Resulü (s.a.a) bunu hesap edemez miydi?
Toplumun cahilî pratiğini değiştirmeyi, dönüştürmeyi hedefleyen İslâm risaletinin, bu olguyu bütün boyutlarıyla ve bütün derinlikleriyle göz önünde bulundurması kaçınılmazdı. Uzun ve kısa vadeli kapsamlıevrensel değişim projelerini ortaya koyması zorunluydu...
Nitekim öyle de oldu. Risalet kurumu, teşriî mantığında belirlediği İslâmî hareket için doğal çizgiyi çizdi. Ümmeti düşünsel ve siyasal olarak, her türlü cahiliye kirinden ve pisliğinden arındırılmış masum imamlara yöneltti. Bunun ilk adımı olarak Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi (a.s) Gadir-i Hum'da müminlerin emiri olarak atadı. Müslümanların tümünden onun adına biat alarak bu atamayımisyonunu pekiştirdi.
İleriye dönük bu plân, Peygamber efendimizin (s.a.a) de beklediği gibibir hadiseyle, doğru önderliğin koruyucu ve güvenilir tabanı olması gereken ümmetin bilinç noksanlığından kaynaklanan çok zararlı bir hadise ve akımla karşı karşıya geldi.
Çünkü Müslümanların geneli, cahiliyenin, perde gerisinden kendilerinin ve genç İslâm devriminin aleyhine komplolar kurmakta olduğu gerçeğini derinliğine kavrayabilmiş değillerdi.
Meselenin, liderlik makamında olan bir kimseyi devirip onun yerine bir başkasını getirmek kadar basit olmadığının bilincine varmamışlardı. Mesele, Muhammedî inkılapçıdevrimci çizginin, İslâm görünümlü cahiliye çizgisiyle yer değiştirmesiydi.
Böylece "Sakife insiyatifi" Peygamber'in (s.a.a) meydanda olmadığını görünce, ileriye dönük nebevî plânı sonuçsuz bıraktı. Dolayısıyla Kur'ân'ın önceden haber verdiği bir olay da gerçekleşmiş oldu: "Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz.?!!"[17]
Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi mesajının, ümmetinin ve devletinin temsilcisi ve emini olarak atamıştı. Onu risaleti ve şeriatı korumakla yükümlü kılmış, genç ümmetin eğitimi ve henüz derinlere kök salmamış devleti koruma ve kollama görevini ona vermişti.
İma Ali (a.s) "Sakife insiyatifi"ne ve sonuçlarına karşı çıkarak, biat etmekten kaçınarak ve komplolara karşı durarak gelişmeleri doğal mecrasına döndürmek için uğraştıysa da, bunun bir yararı olmadı.
Artık devletin siyasî ve kurumsal olarak yıkılması ya da yetersiz önderlerin kontrolünde dahi olsa korunması arasında bir tercih yapmasını gerektiren bir ortam oluşmuştu.
İmam Ali b. Ebu Talip (a.s), tarihin de kaydettiği gibi ilkesel bir tavır takındı. Şöyle diyor: "İnsanların kitlesel olarak İslâm'dan dönmeye başladıklarını, Muhammed'in (s.a.a) dinini yeryüzünden silmeye yönelik bir çağrı seslendirdiklerini gördüğüm zaman, elimi çektim.
İslâm'a ve İslâm ehline yardım etmezsem, İslâm'ın gövdesinde bir gedik açılacağından veya bir tarafı yıkılacağından ve bundan dolayı uğrayacağım felâketin, sizin başınıza geçme fırsatını kaçırmış olmaktan dolayı uğrayacağım felâketten daha büyük olacağını gördüm. Çünkü sizin başınıza yönetici olmak, birkaç günlük bir metadır. Serabın geçip gitmesi veya bulutların dağılması gibi geçip gider."[18]
Büyük İmam'ın yirmi beş yıllık bu süreç içinde sergilediği tavır, geçici bir süre için meşru hakkından ödün vermek, halifelere danışmanlık etmek, onlara öğüt vermek pahasına da olsa, İslâm ümmetinin birliğini korumak ve nebevî devletin başına bir felâket gelmesini önlemek için, -kendi deyimiyle- ebu cehil karpuzundan daha acı olan sabrı yalamak suretiyle sıkıntı ve zorluk çekmek şeklinde özetlenebilir.
O bu süreçte kendini Kur'ân'ı toplamaya ve tefsir etmeye, Kur'ânî kavramlar doğrultusunda ümmeti aydınlatmaya ve Kur'ânî gerçeklerle onları bilinçlendirmeye, bu arada bazı Müslüman grupların rol oynadıkları komploların gerçek mahiyetleri üzerindeki perdeyi açmaya vermişti.
Yöneticilerin İslâm şeriatının hükümlerini anlama ve uygulama noktasında sergiledikleri yanlışlıkları düzeltmek, İslâmî önderliğe taban oluşturacak ve ileriye dönük nebevî plânın güvencesi olacak salih bir kitle oluşturmaya teksif etmişti tüm ilgisini. Gece gündüz İslâm'ı yayacak, tebliğ edecek, İslâm'ın uygulanması ve egemen kılınması için kendisini feda etmekten kaçınmayacak bir kitle...
İmam, sabır ve emekle geçen yirmi beş seneden sonra, çabasının meyvesini devşirebildi. Artık perde gerisindeki gerçekler gün yüzüne çıkmıştı.
Ümmetin yeni kuşağı, hilâfete başkasının değil, Ali'nin (a.s) lâyık olduğunu anlamıştı. Ümmet, ortamın karışık, kalplerin bölük pörçük olmasına, dosdoğru hak yoldan sapma açısının gittikçe genişlemesine rağmen bozulan tarafları sadece onun düzeltebileceğinin bilincine varmıştı.
Nitekim şöyle demişti: "Allah'a yemin ederim ki, hilâfete yönelik bir arzum yoktu. Sizin başınıza geçmek gibi bir ihtiyaç da hissetmiyordum. Fakat siz beni buna çağırdınız ve bu görevi bana yüklediniz."[19]
İmam, izleyeceği siyaseti şöyle duyurdu: "Biliniz ki, bu çağrınıza uyduğum zaman, size bildiğim şeyleri yükleyeceğim. İleri geri konuşanların sözlerine ve kınayanların kınamasına kulak asmayacağım."[20] Yine bu bağlamda şöyle demişti: "Allah'ım! Hiç kuşkusuz bizim mücadelemizin iktidar kavgası ya da nimetlerin döküntülerini kapma çabası olmadığını biliyorsun.
Bizim çabamız dininin alametlerini yeniden hâkim kılmak, ıslâhı senin beldelerinde ortaya çıkarmak, dolayısıyla mazlum kullarının güvencede olmasını sağlamak ve senin koyduğun hükümlerden rafa kaldırılanları yeniden yürürlüğe koymak içindir."[21]
İmam (a.s), eğriliği olmayan bir yol izleyerek insanlar arasında sosyal ve siyasal adaleti egemen kılmak için çaba sarf etti. Ümmetin birliğini korumanın yanında, can güvenliğinin, özgürlüğün, huzur ve istikrarın hâkim olması için mücadele etti. Ümmeti eğitme, bilgi düzeyini arttırma ve ümmetin her ferdine tüm haklarını eksiksiz verme savaşımını verdi.
Bozuk idarî mekanizmayı temsil eden kişileri görevden uzaklaştırıp, onların yerine salih kimseleri veya toplum nezdinde salih olarak bilinen kimseleri vali ve yönetici olarak atadı. Onları çok sıkı denetimlere tâbi tuttu.
Bu yüzden fırsat kollayıcılar ve ihtiras sahipleri sorumluluk makamından ümitlerini kestiler. Her alanda açık sözlü olup, hakkı ve doğruyu ortaya koyardı. Aldatma ve istismar mümkün değildi. Ali (a.s), kardeşi ve amcazadesi Resulullah'ın (s.a.a) metodunu izliyordu.
Bunun sonucu, siyasal, sosyal ve ekonomik imtiyazlarını kaybeden fırsatçı, rantiyeci ve muhteris güçler İmam'a karşı harekete geçtiler. Düne kadar bir şekilde Osman'ın katledilmesine katkıda bulunan, insanları onun aleyhine kışkırtan gruplar, omuz omuza vermiş, Osman'ın kanını isteme bayrağını açmaya başlamışlardı.
İmam'ın hikmet esaslı ve şaibelerden beri siyasetini eleştiriyorlardı. Neticede bir grup biatini bozdu, bir diğeri zulme saptı, bir üçüncüsü de okun yaydan fırladığı gibi dinden çıktı. Derken İmam acılarla dolu bir mücadele sürecinden sonra şehit düştü. Nebevî hicretin 40. senesinde, Kadir Gecesi, Kûfe Mescidi'nde mihrapta ibadet ederken mübarek bedenleri kana bulandı.
Bu, şahadet zaferini kazanmaktı. Eşsiz risalet değerleri üzere sebat etme zaferi... apaçık hak üzere, din prensiplerinin kökleşmesi uğruna mücadele verme hususunda sebat etme zaferi... Bu, ilâhî değerlerin, bütün biçim ve dallarıyla cahiliye değerlerine karşı gerçekleştirdiği görkemli bir devrimdi.
Ey müminlerin emiri! Ve ey yüzü akların öncüsü! Selâm sana doğduğun gün, risalet bağrında terbiye edildiğin gün, İslâm bayrağı dalgalansın diye cihad ettiğin gün, sabrettiğin ve öğüt verdiğin gün, biat edildiğin ve iktidara getirildiğin gün, cahiliyenin İslâmî şiarların gerisine gizlenmiş kirli pençelerinin üzerindeki perdeyi parçaladığın gün, şehit düşerek yükselen İslâm ağacını kanınla suladığın gün, (Allah katındaki) en yüce makamlara ait zafer nişanlarınıdamgalarını en yücelerde taşıyarak dirileceğin gün... Selâm sana...
İMAM ALİ B. EBUTALİB'İN (a.s) ŞAHSİYETİNDEN İZLENİMLER
İmam Ali (a.s), başladığı günden, Allah Resulü'nün (s.a.a) vefatıyla birlikte kesildiği güne kadar vahiyle beraber oldu. Bu açıdan onur verici ve gıpta ile bakılan bir konumu vardı. Yirmi üç yıl boyunca süren kesintisiz bir cihatla Allah Resulü'nü ve risaleti savundu. Sapmalardan beri hanif İslâm'ın ilke ve sınırlarınımahremiyetini ölümüne korudu. Onun bu tavırları, başarıları ve erdemleri hikmet dolu Kur'ân'ın ayetlerinde yankısını buldu. Peygamber'in (s.a.a) hadislerinde ondan ve onun erdemlerinden söz edildi.
İbn-i Abbas şöyle der: "Üç yüz ayet Ali hakkında inmiştir."[22] "Ey İman edenler!..." ifadesiyle başlayan ne kadar ayet varsa Ali onların emir ve en şereflileri konumundadır."[23] "Yüce Allah Kur'ân'daki birçok ayette Hz. Muhammed'in (s.a.a) ashabını azarlamış; fakat Ali'den hep hayırla söz edilmiştir."[24]
Ali (a.s) hakkında o kadar çok ayet nazil olmuştur ki, ilk kuşak ve son kuşak alimlerden bazıları sırf Ali hakkında inen ayetleri derledikleri özel eserler kaleme almışlardır. Aşağıda, hadis alimlerinin, Ali hakkında indiklerini açıkça beyan ettikleri bazı ayetlere işaret edeceğiz:
1- İbn-i Abbas'tan rivayet edilir: "Ali b. Ebu Talib'in yanında sadece dört dirhem parası vardı. Başka da parası yoktu. Bu paranın bir dirhemini geceleyin, bir dirhemini gündüz vakti, bir dirhemini gizlice ve bir dirhemini de açıktan sadaka olarak yoksullara verdi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler."[25]
2- Yine İbn-i Abbas'tan rivayet edilir: "Ali rükûda iken parmağındaki yüzüğü bir yoksula sadaka olarak verdi. Hz. Peygamber (s.a.a) dilenciye, 'Bu yüzüğü kim sana verdi?' diye sordu. 'Şu rükûdaki adam.' dedi. Bunun üzerine yüce Allah, 'Sizin veliniz ancak Allah, Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir.' ayetini indirdi."[26]
3- Tathir ayeti[27] Ali'yi (a.s), her türlü kirden temizlenmiş vahyin hane halkından (Ehlibeytinden) saymış, mübahele (lânetleşme) ayeti[28] de onu Peygamber'in (s.a.a) kendisi (nefsi) olarak nitelendirmiştir.
4- İnsan Suresi Ali'nin ve ev halkının ihlâsına, Allah'a karşı derin bir korku ve ürperti duyduklarına tanıklık eder. Bu bağlamda onların cennet ehlinden olduklarına ilişkin rabbanî bir tanıklık içerir.[29]
"Sahih" adıyla tanınan eserlerin müellifleri ve diğer muhaddisler, Ali'nin (a.s) erdemlerine işaret eden Peygamber (s.a.a) hadislerini topladıkları özel bölümler ayırmışlardır eserlerinde.
İnsanlık tarihi, ortaya çıktığı günden bu güne, Resulullah'tan (s.a.a) sonra Ali'den (a.s) daha üstün, daha erdemli birine tanık olmamıştır. Emevî saltanatı boyunca minberlerde sövülmesine ve alay edilmesine rağmen, tarihte, onun için kaydedilen faziletler, başka hiç kimse için kaydedilmiş değildir.
Ona öfke duyanlar sürekli olarak kusurlarını bulmaya çalışmışlar, fakat dillerine dolayabilecekleri bir kusurunu bulamamışlardır. Ömer b. Hattab Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiç kimse Ali'nin kazandığı faziletin, üstünlüğün aynısını kazanabilmiş değildir. Onunla birlikte olanı hidayete eriştirir ve sapmaktan kurtarırı."[30]
Ali'ye (a.s) soruldu: "Neden Resulullah'ın (s.a.a) ashabı içinde en çok sen hadis rivayet ediyorsun?" Dedi ki: "Ona bir şey sorduğum zaman, bana cevap verirdi. Ben sustuğum zaman, o kendiliğinden açıklamaya başlardı."[31]
İbn-i Ömer'den rivayet edilmiştir: "Peygamberimizin (s.a.a), ashabı arasında kardeşlik uygulamasını başlattığı gün, Ali gözü yaşlı olarak geldi. Peygamber'imiz (s.a.a) Ali'ye (a.s) dedi ki: Sen benim dünya ahiret kardeşimsin."[32]
Ebu Leyla el-Gıfarî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: "Benden sonra fitne çıkacaktır. Fitne çıktığı zaman Ali b. Ebu Talip'ten ayrılmayın. Çünkü o bana iman edenlerin ilkidir.
Kıyamet günü benimle ilk musafaha edecek kişi de odur. O en büyük doğrulayıcı (sıddık)dır. Bu ümmetin Faruk'u (hak ile batılı birbirinden ayıranı) odur. O müminlerin önderidir. Münafıkların önderi ise dünya malıdır."[33]
Bütün halifeler Ali'nin sahabenin en alimi ve hüküm vermede en isabetlisi olduğunu itiraf etmişlerdir. Ali olmasa helâk olacaklarını söylemişlerdir. Hatta Ömer'in şu sözü bir darbımesel hâline gelmiştir: "Eğer Ali olmasaydı, Ömer helâk olurdu."[34]
Cabir b. Abdullah Ensarî'den şöyle rivayet edilir: "Biz münafıkları ancak Ali b. Ebu Talip'ten nefret etmeleriyle tanırdık."[35]
Ali'nin (a.s) öldürüldüğü haberi Muaviye'ye ulaşınca şöyle dedi: "Ebu Talib'in oğlunun ölümüyle birlikte fıkıh ve ilim de gitti."[36]
eş-Şa'bi şöyle der: "Bu ümmet içinde Ali b. Ebu Talib'in konumu, İsrailoğulları içinde Meryem oğlu İsa'nın (a.s) konumu gibidir. Onu bazıları sevdiler ve bu sevgileri yüzünden küfre girdiler. Bazıları ona buğz ettiler ve bu buğzlarından dolayı küfre girdiler."[37]
Ali, insanların en cömerdiydi. Bu hususta Allah'ın sevdiği bir ahlaka sahipti. Cömert ve eli açıktı. Kendisinden isteyenlere "hayır" dediği vaki değildir.[38]
Kendisine biat edildiği gün, Sa'saa b. Sûhan, Ali b. Ebu Talib'e der ki: "Allah'a yemin ederim ki, ey müminlerin emiri! Hilâfeti süsledin. O seni süslemedi. Onu sen yücelttin, o seni yüceltmedi. Senin ona muhtaç olduğundan çok, o sana muhtaçtır."
İbn-i Şibrime'den şöyle rivayet edilir: "Ali b. Ebu Talip'ten başka hiç kimse minbere çıkıp 'bana sorun...' diyemez."[39]
Ka'ka' b. Zürare Ali'nin (a.s) kabrinin başında durmuş ve şöyle demiştir: "Allah senden razı olsun, ey müminlerin emiri! Allah'a yemin ederim ki, senin hayatın hayrın, iyiliğin anahtarıydı.
Eğer insanlar seni kabul etselerdi, başlarının üzerinden dökülen ve ayaklarının altından fışkıran nimetlerden yerlerdi. Ama onlar nimete karşı nankörlük edip dünyayı tercih ettiler."[40]
Hıristiyan yazarlardan Corc Cordak "İmam Ali, İnsanî Adaletin Sesi" adlı eserinde şöyle der: "Ali b. Ebu Talip nadir bulunan eşsiz insanlardan biridir.
Böyle insanları taklit düzleminin ötesinde gerçek mahiyetleriyle tanıdığın zaman, onların büyüklüklerinin eksenini, insanın saygınlığına, onun onurlu ve özgür bir hayatta kutsal hakkınalara sahip oluşuna; insanların sürekli ve sonsuza dek göz önünde bulundurulmaları gerektiğineduklarına; geçmişte veya içinde bulunulan zamanda belirenyaşanan donukluk, gerileme veya duraklama, ölüm uyarısından ve yok oluş habercisinden başka bir şey olmadığına yönelik mutlak imanlarının oluşturduğunu anlarsın."[41]
Şibli Şemil şöyle der: "İmam Ali b. Ebu Talip büyükler büyüğü bir şahsiyettir. Tek bir nüsha gibidir. Doğuda ve batıda, ne geçmişte, ne de bu gün bu aslî suretin bir başka nüshası görülmüş değildir."[42]
Ali bir sembol, bir önder ve pratik hayatıyla bir örnekti. İlk büyük sahabe nesli ile birlikte gerçek anlamda yani yol göstericilik, dünyayı hak ve adalet yoluna sevk etme, dünyayı ıslâh uğruna canı feda etme anlamında İslâm'a bağlı biri idi. Diğer bir ifadeyle Ali açısından din, sürekli ve kesintisiz bir inkılaptı.devrimdi.
Muaviye ise Ali'ye karşı başlattığı mücadelesinde, yeni Müslüman kuşağın temsilcisi olarak belirginleşiyordu. Bu yeni nesli, bir açıdan gerçekleştirilen fetihler iktidarın doruklarına ulaştırmıştı. Bu yüzden bunlar, gelişmelere, maddî kazanımları koruma iç güdüsüyle yaklaşırlardı.
Böylesine inatçı, böylesine sert, böylesine parçalayıcı ve böylesine öldürücü bir yüzleşme iledir ki Muaviye güçlü dünyevî, seküler duyguları harekete geçirebildi, Müslümanların birliğini parçalayabildi, bilinçlerini ve kavrayışlarını ters yüz edebildi. Bu sayede egemenlik ve iktidar merkezli devletçilik siyasetiyle nebevî ve inkılapçıdevrimci ruha karşı çıkarak kendine geniş bir egemenlik ve etkinlik alanı bulabildi."[43]
Üstad Haşim Maruf ise şunları söylüyor: "İmam Ali b. Ebu Talib'in kendisi, doğduğu andan, son nefesini verdiği ana kadar, insan doğasının ve alışkanlıklarının alışık olmadığı tarihî bir hadiseydi.
Dünyaya Kâbe'de gözlerini açmıştı. Bu mekanda dünyaya gelmiş olması tarihî bir hadiseydi; ondan önce hiç kimse burada dünyaya gelmediği gibi, ondan sonra da böyle bir olaya rastlanmamıştır. Dünyaya Allah'ın evinde adım attığı gibi, yine Allah'ın evinde dünyadan ayrıldı..."
Yazar devamla şöyle der: "Onunla ilgili meydana gelen hadiseler ve gelişmeler bir başka insanın başına gelmemiştir. Şiileri ve sevenleri kadar ona inanmayanlar, onu düşünce önderleri ve çağları aşan dahiler kategorisine soktular. Onu sevenlerden ılımlı olanlar, onu nebi ve resullerin yanındaki sıraya kategorisine yerleştirdiler. Onu aşırı derecede sevenler (gülat) ise, tanrı düzeyine çıkardılar."[44]
İMAM ALİ'NİN (a.s) KİŞİLİĞİNDEN GÖRÜNÜMLER
Bütün mükemmellikler İmam Ali b. Ebu Talib'in şahsında toplanmıştı. Övgüye değer bir görünüm ve huya sahipti. Yüksek bir soydan geliyor, onurlu bir mensubiyeti vardı. Tertemiz bir fıtrata, güvene ermişrazı olunmuş bir nefse sahipti. Bu özellikler, az bulunur yüksek şahsiyetlerden hiçbirinde bu yoğunlukta bulunmuyordu.
En şerefli bir sülâlenin çocuğuydu. En temiz boylardan birinden geliyordu. Babası, Kureyş'in ileri gelenlerinin en büyüğü Ebu Talip'ti. Dedesi Mekke'nin emiri ve Betha'nın (Mekke çevresinin) efendisi Abdulmuttalip'ti. Her şeyden önce Haşimoğulları'nın liderlerinden ve eşraflarından biriydi."[45]
Resulullah'ın (s.a.a) en yakın akrabasıydı. Amcasının oğlu, kızının kocası ve en çok sevdiği aile ferdiydi. Bunun yanında Peygamber'in (s.a.a) vahiy katibiydi ve Peygamber'in (s.a.a) fesahat ve belâgatına en yakın kimselerden biriydi. Peygamber'in (s.a.a) sözlerini ve değerli kelimelerini en çok ezberleyen kimseydi.
Kalbinde başka bir inanç yer etmeden ve aklına şirke dair herhangi bir tortu bulaşmadan Peygamber'in (s.a.a) dizinin dibinde Müslüman oldu. Genç bir delikanlı olarak Peygamber'den hiç ayrılmadı. Sabah akşam hep onunla beraberdi. Savaşta ve barışta Peygamber'in (s.a.a) hemen yanı başındaydı. Nihayet Peygamber'in ahlakının aynısına sahip oldu.
Onun nitelikleriyle bezendi. Ondan dinin derinliklerini öğrendi, Ruh'ul-Emin'in indirdiği vahyi derinliğine kavradı. Peygamber'in ashabının içinde dini kavrayışı en derin, yargılama melekesi en gelişkin, (Kur’an ve hadisi) ezberleme gücü en ileri, en çok davet eden, hüküm vermede en dikkatlisi ve doğruya en yakın olanıydı. Hatta Ömer b. Hattab onun hakkında şöyle demişti: "Ebu'l-Hasan olmazken bir problemle karşı karşıya kalmayayım."[46]
Deneyimli ve hikmetli bir alim, ufku geniş bir eleştirmendi. Duyuları, algılama kapasitesi son derece hassastı. Özü berrak bir kimseydi. Aydınlatıcı bir kişiliği vardı. Kusursuz bir anlayışa sahipti. Görüşleri doğru, yöntemi güzel ve kısa zamanda soruları cevaplayangizlilikleri açan bir yetenek ve zekası vardı. Bilgileri kısa zamanda hatırlar ve gelişmelerin önemini bilen ve kavrayan biriydi.[47]
İbadeti ve Takvası
Ali b. Ebu Talip takvasıyla ün salmıştır. Kendi nefsiyle, yakınlarıyla ve insanlarla kurduğu münasebetlerin bir çoğunun temel etkeni takvaydı... Birçok insanın ibadet etmesinin gerisindeki neden, nefsinin eksikliğini kapatmak olarak belirginleşir. Bazen de insanlar hayatla ve canlılarla yüzleşmekten korktukları için kendilerini ibadete verirler.
Bazen ibadet etme isteği kalıtsal olarak bir insanda uyanır, sonra bu heves, insanların ve toplumun miras kalan her değeri kutsama eğiliminden kaynaklanan bir başka hevesle desteklenir. Ama İmam'da ibadet, bütün güç kaynaklarına tutunma çabası olarak belirginleşir. İbadet, yaratılış halkasına bağlanmanın, göklere ve yere doğru uzanmanın yolu olarak kendini gösterir. İmam nezdinde ibadet, varlıkları her türlü hayra ulaştırmaya yönelik cihad yöntemlerinden biridir.
İbadet, her hâlükârda, bozgunculuğa bir başkaldırıdır, her taraftan fesada saldırmanın yollarından biridir İmam'a göre. Bozgunculukla beraber nifaka, iki yüzlülüğe, istismarcılığa, kişisel çıkarlar uğruna savaşım vermeye karşı bir başkaldırı hareketidir... Alçalmaya, fakirliğe, düşkünlüğe ve zayıflığa karşı da. Bunun ötesinde ibadet, İmam'ın karmaşık ve bunalımlı çağında belirginleşen tüm olumsuzluklara karşı bir savaş ilânı olarak belirginleşmiştir.
İmam'ın ibadetini gözlemleyen biri görecektir ki Ali, ibadeti ve takvasıyla bir isyancıdır. Siyasî yöntemi ve yönetim anlayışıyla bir isyancı olduğu gibi. Onun ibadetinde, berrak nefsi ve dopdolu kalbiyle varlık aleminin bütünü karşısında duran bir şairin duygularına benzer duygular vardır.
keskin bir bilinç vardı ki, bu bilinç sayesinde berrak nefsi ve dopdolu kalbiyle geniş varlık bütününe sirayet ederdi. Nihayet evrenin güzellikleri önüne açılı verir; ve bu güzellikler evrenin onun yapısındaki seslerle, gölgelerle ve dengelerle etkileşim içine girerdi.
Ve o bu parlak ayeti, bu ve göz kamaştırıcı işaret ve ilkeyii algılardı ki, biz, bunda özgür kimselerin takvasına ve büyük şahsiyetlerin ibadetine dair kusursuz bir düstur algılayabiliyoruz: "Bazı kimseler birtakım menfaatler umarak Allah'a ibadet ettiler; bu, tüccarların ibadetidir.
Bazı kimseler bir şeylerden korktukları için Allah'a ibadet ettiler; bu da kölelerin ibadetidir. Bazı kimseler de teşekkür maksadıyla, şükür sunma amacıyla ibadet ettiler. İşte bu, özgürlerin ibadetidir."[48]
İmam'ın ibadetinde, korkup ürken kimsenin veya menfaat peşinde koşan tüccarın olumsuzluğundan bir ize rastlamak mümkün değildir. Nitekim ibadet edenlerin, kendini ibadete verenlerin genelinin bu davranışlarının gerisinde bu tür olumsuzluklar vardır. Bilâkis, onun ibadetinde deneyimli bir bilgelik, hikmetli bir akıl ve duyarlı bir kalp temeli üzere olan ve kendini koruma bilincinde olan büyük insanın pozitifliği belirginleşiyordu.
Takva ve ibadet kavramlarına ilişkin bu anlam açısından Ali, insanları, insanlığın genel hayrı uğruna Allah'tan korkup sakınmaya (takvaya) yöneltirdi. En azından, ahiret nimetlerine kavuşmak için ibadet eden tüccar anlayışından daha yüce bir değer uğruna takva sahibi olmaya ve ibadet etmeye çağırırdı.
İnsanları takva sahibi olmaya çağırırdı ki, zalimler karşısında mazlumların haklarını korusunlar, onlar açısından adaleti egemen kılabilsinler. Şöyle derdi: "Allah'tan korkun!... Dosta düşmana karşı adil olun"[49] İmam'a göre, hakka tanıklık etmeden önce hakkı kabul etmeni sağlamayan, sana kin güdenden öç almanı ve günah işlemeni engellemeyen bir takvada hayır yoktur. İbadet kavramına ilişkin bu anlam bağlamında, meta edinmek için hayat istenmez, geçici bir lezzete kavuşmak uğruna yaşamak arzu edilmez.
Zühdü
Ali dünyayı terk etmiş, dünyanın çekici süslerinden uzak durmuştu. Eliyle gerçekleştirdiği her olayda, kalbinden sadır olan her düşüncede ve dilinden çıkan her sözde doğru olduğu gibi zühdüyle, dünyadan uzak duruşuyla da doğruydu, sadıktı. Dünya lezzetlerinden, zenginlik ve devlet sebeplerinden ve iktidar etkenlerinden, kısacası başkalarının ulaşmak için can attığı, varoluşlarının ana ekseni gördüğü her şeyden uzak duruyor, kaçınıyordu. Mütevazı bir evde oturuyordu.
Bu evde halifelik yapıyordu, kırallık değil. Valileri Şam'ın güzellikleri, Mısır'ın bereketleri ve Irak'ın nimetleri içinde yaşarken o, eşinin kendi elleriyle öğüttüğü arpa ununu yiyordu. Çoğu zaman eşinin öğütmesine izin vermez, Emir'ül-Müminin olarak kendisi öğütürdü. Dizinde kırdığı kuru ekmek yerdi. Soğuktan titrediği, hava sertleştiği zamanlarda, soğuğa karşı kendisini koruyacak kalın giysiler giymez, yazlık giysileriyle yetinirdi. Bu, onun tasavvufimistik ruhunun bir göstergesiydi.
Harun b. Antere babasından rivayet eder: Bir gün Havarnak'da bulunan Ali'nin yanına gittim. Mevsim kıştı. Üzerinde eskimiş (tüysüz) kadifeden bir elbise vardı ve bu elbisenin içinde titriyordu.
Dedim ki: "Ey Müminlerin Emiri! Allah bu malda senin ve ailen için de bir pay öngördüğü hâlde, neden kendine böyle davranıyorsun?" Dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, sizin malınızdan kendime bir pay ayırıp onu eksiltmem. Medine'den alıp getirdiğim şu kadifeden başka bir giysim yoktur."[50]
Bir gün birisi Ali'ye palûze denilen çok güzel ve tatlı bir yiyecek getirdi. Ali yiyeceği yemedi. Şöyle bir baktı, sonra dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki, hoş bir kokun var, rengin de güzel, tadın da güzeldir; ama ben nefsimi, alışık olmadığı bir şeye alıştırmak istemiyorum."[51]
Andolsun, Ali'nin bu zühdü, bazılarınca birbirinden farklı şeyler olsa da, yiğitliğinin anlamlarından ve mizacından, karakteristik özelliklerinden başka bir şey değildir.
İmam Ali'nin bu özelliği- iktidarda kaldıkları sürece Ali hakkında kötüleyici sözler söyleyen, minberlerde ona sövülmesini gelenek hâline getiren Emevî sülalesine mensup halifelerden biri olan- Ömer b. Abdulaziz'i şunu söylemek durumunda bırakmıştır: "Şu dünyada insanların en zahidi, Ali b. Ebu Talip'tir."[52]
Ali'nin Kûfe'de kendisi için hazırlanan sarayda ikamet etmeyi reddettiği meşhur bir hikayedir. O, sazlıklardan kesilmiş kuru kamıştan yapılan derme çatma kulübelerde yaşayan çok sayıdaki yoksulların meskenlerinden daha yüksek bir yerde oturmayı kabul etmemişti.
Aşağıdaki sözleri, onun hayat tarzının çarpıcı bir ifadesidir: "Müminlerin çektiği acılara, zorluklara ortak olmadığım hâlde 'Şu, müminlerin emiridir.' denilmesini nasıl içime sindirebilirim?"[53]