NaN%
Oniki İmam İnançları Oniki İmam İnançları


Oniki İmam İnançları

Nasır Mekarim Şirazi

eKitap:www.IslamKutuphanesi.com

Bu kİtap nİçİn yazIldI?

Bismillahirrahmanirrahim

1) Yaşadığımız çağda büyük bir tahavvül ve değişimle yüzyüzeyiz, semavi dinlerin en büyüğü olan "İslam'"dan kaynaklanan köklü bir değişim ve dönüşümdür bu.

Çağımızda İslam yeniden doğmuş, dünya Müslümanları uyanarak öz benliklerine dönmeye başlamışlardır. Nitekim sorunlarına başkaca hiçbiryerde bulamadıkları çözüm yollarını İslam emirlerinde ve bu dinin usul ve füruunda aramaya koyulmuş durumdadırlar artık.

Bu değişimin nedeni başlıbaşına incelenmesi gereken apayrı bir konudur, burada üzerinde durulması gereken konu bu köklü değişimin İslam ülkelerinde, hatta İslam dünyası dışında yarattığı muazzam etkilerin apaçık ortaya çıkmış olmasıdır.

Bu nedenledir ki bugün dünya insanlarının büyük bir çoğunluğu, İslam'ın ne dediğini merak etmekte ve İslam'ın insanlığa ne gibi bir mesaj ve öneri sunduğunu öğrenmek istemektedir.

Bu durumda bizlere düşen, elbette ki İslam'ı olduğu gibi, ne ekleme, ne azaltmada bulunmadan insanlığa sunup anlatmak ve bu dini ve ilgili mezheplerini öğrenmek isteyenlerin doğru bilgi edinmesini sağlayarak başkalarının müdahelesini önlemektir, zira ancak bu durumdadır ki başkalarının bizim adımıza karar vermeye kalkışması önlenebilecektir.

2) Diğer dinler gibi İslam'da da çeşitli mezheplerin ortaya çıktığı ve herbirinin kendine has akidevî ve amelî inançlar taşıdığı herkesçe bilinen bir gerçektir.

Ne var ki bu farklılıkların, sözkonusu İslam mezhepleri arasında yakın işbirliklerini imkansız kılacak bir hadde olmadığı da hatırlanmalıdır. Binaenaleyh bu İslamî mezhepler birbirleriyle uyum sağlayıp elele vermek ve yekdiğerini kardeşçe kucaklayıp elbirliğinde bulunmak suretiyle doğudan ve

batıdan esen fırtınalar karşısında varlıklarını koruyabilir ve hepsinin müşterek düşmanı olan İslam muhaliflerinin bütün planlarını suya düşürebilirler.

Bu birliktelik ve dayanışmanın en önemli şartlarından biri, hiç şüphesiz İslam mezhepleri ve çeşitli görüşlere mensup Müslümanların yekdiğerini gereğince ve yeterince tanıması ve birbirlerinin özelliklerini bilmesidir.

Zira ancak birbirini yeterince tanıma yoluyladır ki yanlış anlamalara yer kalmayacak ve çekinmeden elele, omuz omuza verebilerek kardeşçe aynı safta durabileceklerdir.

Yekdiğerini tanıyabilmenin en iyi yoluysa her mezhebin İslam usul ve füruuyla ilgili itikad ve görüşlerinin, o mezhebin en tanınmış ve en ileri alimlerine müracaatla öğrenilmesidir.

Zira bilgisizlere müracaat edilmesi ya da bir mezhep hakkındaki bilgilerin o mezhebe düşman veya karşı olanlardan alınması halinde sevgi ve nefretler işin içine girecek ve hakikate perde çekerek dostlukları engelleyip araya soğukluk düşürecektir.

3) Yukarıdaki gerçeklere istinaden Şia mezhebinin temel görüşlerini bu kitapçıkta toplayarak "Ehl-i Beyt İnancının Temelleri" başlığı altında sevgili araştırmacı kardeşlerimize sunmayı faydalı bulduk. Elinizdeki eserin şu özellikleri taşımasına özen gösterdik:

a) İlgili hususta gerekli bütün soruları giderecek öz bir bilgiyi aktarması ve merak sahibi araştırmacı bir okurun başka mütalaalara da gerek duymasına yer bırakılmaması.

b) Meselelerin hiçbir anlaşılmazlığa yer vermeyecek şekilde net ve sarih anlatılması ve bu nedenle de, gereğinde ilmî derinliğe de girilmesi, fakat yüksek dinî ilmiye medreselerindeki ortamlara mahsus karmaşık ve anlaşılması güç özel kelime ve deyimlerden kaçınılması.

c) Bu kitapçıkta amaç, Şia inancının sarih bir dille anlatılmasıdır, bu inancın ispat ve delillerinin sunulması gibi bir gaye elinizdeki kitapçıkta her ne kadar ana hedef olarak belirlenmemişse de bu tür öz ve

hülâsa ilmî çalışmaların kaçınılmaz neticesi olarak gerekli durumlarda bazı hassas mevzuların daha net açığa kavuşması için kısa da olsa kitap (ayet), sünnet ve aklî delillerin belirtilmesine özen gösterilmiştir.

d) Gerçeklerin ört-bas edilmeksizin açıklanması ve gereksiz tartışmalardan kaçınılarak hakikatlerin olduğu gibi ortaya çıkmasının sağlanması.

e) Bu tür bahislerde bütün İslam mezheplerine karşı saygılı bir dil kullanılmaya özen gösterilmesi.

Elinizdeki eser, yukarıdaki noktalara riayet edilerek bir Beytullah'il Haram seferinde hazırlandı; insan ruh ve canının baştanbaşa maneviyat ve ilahi aşkla yoğrulduğu bir yolculukta...

Mevzular, daha sonra çeşitli toplantılarda bir grup ulemanın da katılımıyla görüşülüp müzakere edildikten sonra tamamlandı. Bütün bu çabaların yukarıda belirttiğimiz gayelerin tahakkukuna yardımcı olmasını ve Müslümanların hakkı,

hakikati ve bu vesileyle de kendilerini daha iyi anlamasında olumlu rol oynamasını Rabb'ul Âlemin hazretlerinden niyaz etmekteyiz. Umarız bu naçiz eser, yeniden diriliş günü bizlere azık olur. Bu yüce gayeyle elimizi Rahman ve Rahim Allah'a açıyor ve şöyle diyoruz:

"Rabbimiz! Biz "Rabbinize iman edin" diye imana çağıran bir çağrıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de, iyilik yapanlarla birlikte öldür." (Âl-i İmrân, 193).

Muharrem-ul Haram 1417

Nasır Mekarim Şîrâzî


1. Bölüm

ALLAH'I TANIMA VE TEVHİD

1- Kâadİr-İ Müteâl'İn varlIğI

Biz inanıyoruz ki: Yüce Allah bütün varlık aleminin yegane yaratıcısıdır ve O'nun azamet, ilim ve kudretinin izleri kainattaki bütün mevcudatın alnının tam ortasındadır denilebilecek kadar apaçık ortadadır;

bizim varlığımızın derununda, canlılar dünyasının tamamında, hayvanlarla bitkilerden, göklerdeki samanyolları, gezegenler, yıldızlar ve yüksek alemlere varıncaya kadar bütün kainatta aşikar ve besbellidir.

Biz inanıyoruz ki: Bu dünyanın varlıklarının sırları üzerinde düşündükçe O'nun pâk zâtının azametini, ilminin ve kudretinin sınırsızlığını daha iyi anlamaktayız.

İnsanoğlunun ilim ve teknikteki ilerlemeleri neticesinde her gün O'nun ilim ve hikmetinden yepyeni kapılar açılmaktadır insanlığın ufkuna. Bu da düşünce ufuklarımızı genişletmekte ve bu tefekkür ve idrak O'na olan ilgi ve aşkımızı günbegün artırmakta ve O'nun zât-ı mukaddesine adım adım yaklaşmamızı sağlayarak celal ve cemalinin nurunda garkolmamızı mümkün kılmaktadır.


Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

"Yakîn arayanlar için yeryüzünde ayetler, işaretler vardır ve bizzat sizin kendi varlığınızda da (böyle ayetler vardır.) Yine de görmez misiniz?"[1]

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten (apaçık ve besbelli) ayetler, işaretler vardır.

Onlar ayaktayken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler (ve derler ki:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın..."[2]

2- O'nun Celal Ve Cemal SIfatlarI

Biz inanıyoruz ki: Yüce Allah'ın pâk zâtı her nevi kusur ve noksandan beri ve münezzeh olup bütün kemallerle süslüdür, dahası, O, "mutlak kemal" ve "kemalin tümü"dür, başka bir deyişle varlık alemindeki bütün kemaller ve güzellikler O'nun temiz ve yüce zâtından kaynaklanmaktadır:

"Öyle bir ilahtır ki Allah; O'ndan başka ilah yoktur, asıl malik, egemen ve asıl sahip O'dur, her nevi eksiklik ve kusurdan kesinlikle münezzehtir, kimseye zulmetmez, huzur ve güvenvericidir,

her şeyi kollamakta ve gözetlemektedir, öylesine yenilmez bir güçlüdür ki karşı konulması imkansız iradesiyle her şeyi ıslah edip düzene koyar, büyüklük ve azamete lâyıktır O, kendisine eş koşulan şeylerden münezzehtir O;

yaratan Allah'tır O, eşsiz bir yaratıcıdır O, emsalsiz bir şekil ve suret verendir O, O'nun içindir güzel isimler (ve her nevi kemal sıfatlar), göklerde ve yerde olan her şey O'nu tesbih eder, O Aziz (mutlak galip) ve Hakim (hüküm ve hikmet sahibi)dir."[3]

Yukarıdaki ayetlerde geçen bu sıfatlar Hak Teâla hazretlerinin celal ve cemal sıfatlarının sadece bir kısmıdır.

3- Mukaddes ZâtI SInIrsIzdIr

Biz inanıyoruz ki: Allah Teâla hazretleri her açıdan sonsuz ve sınırsızdır. İlim ve kudret, ebedi hayat ve ezeli hayat açısından sonu ve nihayeti olmayan bir varlıktır O. Bu nedenle de zaman ve mekana sığmaz;

(çünkü zaman ve mekan neticede sınırlı şeylerdir) buna rağmen her yerde ve her zaman vardır ve hazırdır O, zira zamanın ve mekanın ötesinde (aşkın) bir varlıktır O'nun varlığı:

"Göklerde ilah olan O'dur, yerde ilah olan O'dur, O hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir."[4]

"... Siz her nerede iseniz O sizinle beraberdir, Allah, yapmakta olduklarınızı görendir."[5]

Evet, O, bize bizden yakındır, canımızın ta içindedir O, her yerdedir O, hiçbir mekanı olmaksızın: "Biz, ona kalbinin damarından (şahdamarından) daha yakınız."[6]

"Evvel O'dur, Ahir O'dur, Gizli O'dur, Görünen O'dur, O her şeyi bilendir."[7]

Binaenaleyh Kur'an'da "Arşın sahibidir, Mecid (pek yüce ve pek büyük)dir"[8] buyrulurken (ki burada geçen "Arş", bazılarının zannettiği gibi, şahların kullandığı görkemli tahtlar gibi bir oturma mekanı değildir) veya "Rahman Allah, Arş'ta oturmuştur"[9] şeklinde tarif edilirken O'nun belli bir mekanı olduğu söylenmemektedir, bilakis,

O'nun egemenlik ve hakimiyetinin madde ve maddeötesi bütün varlık alemlerini kapsadığı vurgulanmaktadır. Aksi takdirde bu, O'nun sınırlandırılması demektir ki bu da yaratıcının değil,

mahlukatın sıfatlarının O'na atfedilmesi ve O'nun da herhangi bir varlık mesabesinde telakki edilmesi demektir, halbuki: "O'nun benzeri gibi olan hiçbirşey yoktur."[10] ve: "...Hiçbirşey O'nun dengi değildir."[11] diye buyrulmuştur Kur'an-ı Kerim'de.


4-O cİsİm değİldİr ve asla görülmez

Biz inanıyoruz ki: Allah Teâla hiçbir zaman gözle görülemez, zira birşeyin gözle görülebilmesi demek onun cisim, mekan, yer, renk, şekil ve yönü olması demektir ki bütün bunlar yaratıklara mahsus olgulardır. Allah Teâla ise, yaratıklara mahsus sıfatlara sahip olmaktan uzak ve münezzehtir.

Binaenaleyh Allah Teâla'nın gözle görülebileceğine inanmak bir nevi şirktir, ayette de buyrulduğu üzere: "Gözler O'nu göremez, ama O, bütün gözleri görür; O Lâtif (lütuf sahibi) ve her şeyden haberdardır."[12]

Yine bu nedenledir ki İsrailoğullarının bahanecileri Hz. Musa'dan (a.s) Allah'ı kendilerine göstermesini isteyip de "...Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayız."[13]

dediklerinde Hz. Musa (a.s) onları Tur dağına götürmekte ve kavminin isteğini Rabbi'ne bildirdiğinde şu cevabı almaktadır: "...Beni asla göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin.

Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa bayılarak yere düştü. Kendine geldiğinde: "Sen ne yücesin (Rabbim!) Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim" dedi."[14]

Böylece Allah Teâla'nın asla görülemeyeceği gerçeği de anlaşılmış oldu!

Biz inanıyoruz ki: Bazı ayet ve İslamî rivayetlerde Allah Teâla'nın görülmesinden (likaullah) sözedilmesinin nedeni, gözle değil can gözü ve bâtınla görebilmektir, zira Kur'an ayetleri daima yekdiğirinin müfessiridirler: "Kur'an'ın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder."[15]

Hz. Ali (a.s) kendisine "Ey müminlerin emiri, sen Rabbini gördün mü?" diye soran bir adama "Görmediğim bir tanrıya tapar mıyım ben?" diye cevap verir ve ardından şöyle ekler: "Gözler asla O'nu göremez, ama gönüller iman gücüyle görür O'nu."[16]

Biz inanıyoruz ki: Allah Teâla için mekan, zaman, yön cismiyet, görülme vb. gibi yaratığa mahsus sıfatları kâil olmak, insanı Allah'ı tanımaktan uzaklaştırıp,

şirke bulaşmasına neden olur. Hak Teâla hazretleri mümkünatın tamamından yüce ve onlara ait bütün sıfatlardan münezzehtir, zira "O'nun eşi ve benzeri yoktur."

5- Tevhİd, Bütün İslam Emİrlerİnİn Ruhudur

Biz inanıyoruz ki: Allah'ı tanıma hususunda en önemli mesele tevhid meselesini anlamak ve O'nun pâk zâtının bir ve tek olduğunu bilebilmektir. Gerçekte tevhid sadece dinin esaslarından biri değildir,

aynı zamanda İslam akaid ve inançlarının tamamının ruhu ve temel mayasıdır. Sarahatle diyebiliriz ki: İslam'ın usulü ve füruu hep "tevhid"de şekillenmektedir.

Her alanda tevhid ve "bir"lik geçerli ve sözkonusudur. Örneğin: Allah Teâla'nın pâk zatının vahdeti, O'nun sıfat ve fiillerinde tevhid ve başka bir açıdan enbiyanın çağrılarının bir oluşu, ilahi din ve çağrının vahdeti,

bizim kıble ve semavi kitap vahdetimiz, bütün insanlar için Allah'ın hüküm ve emirlerinin vahdet ve birliği ve sonuç olarak Müslümanların saflarında vahdet ve yine mead gününün birliği!

Bu nedenledir ki Kur'an-ı Kerim, Allah'ın bir olduğu (tevhid-i ilâhi) inancından her nevi sapma ve şirke yönelmeyi affedilemez bir günah saymakta ve şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Allah,

kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan daha aşağısını, dilediği (ve layık bulduğu) herkes için affeder. Allah'a eş ve ortak (şirk) koşan, doğrusu büyük bir günah işlemiş ve iftirada bulunmuş olur." [17]

"Andolsun ki sana ve senden önceki peygamberlere vahyolundu ki: "Eğer şirk koşacak olursan şüphesiz bütün amellerin boşa çıkacak ve bu durumda hüsrana uğrayanlardan olacaksın."[18]


6- Tevhİdİn DallarI

Biz inanıyoruz ki: Tevhidin türlü dalları ve çeşitleri vardır, bunların en önemlisi aşağıda belirtilen dört daldır:

a) Zâtta Tevhid: Yani O'nun pâk zâtı ve benliği tektir ; hiçbir eşi, benzeri ve emsali yoktur.

b) Sıfatta Tevhid: İlim, kudret, ezeliyet, ebediyet vb. sıfatların tamamı onun zatında biraradadır ve bunlar O'nun eşsiz zâtıyla tamamen aynı ve birdir.

Yani mahlukat ve yaratılmışlarda olduğu gibi her sıfatı diğer sıfatından ayrı ve varlığının zatı ve özbenliği de yine bu sıfatlardan apayrı değildir. Bu arada Allah Teâla'nın sıfatlarıyla O'nun mukaddes zâtının ayniyeti

(tıpatıp aynılığı) meselesini anlayıp, idrak edebilmek için çok dikkatli ve hassas bir düşünce ve tefekkürün gerekli olduğunu da hemen hatırlatalım.

c) Fiil ve Eylemlerde Tevhid: Yani kâinatta vuku bulan her şey, bütün hal, hareket, davranış ve oluşumlar hep Hak Teâla'nın irade ve takdirinden kaynaklanmaktadır:

"Allah her şeyin yaratıcısıdır, O her şey üzerinde vekildir ve her şeyi gözetleyip denetleyendir."[19][CB1]

"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur (O'nun kudret ellerindedir)."[20]

Evet, varlık dünyasında Allah Teâla'nın münezzeh zâtından başkaca hiçbir etken yoktur.

Ancak, bu, amel ve davranışlarımızın kaçınılmaz olduğu ve bizim "mecbur" olduğumuz anlamına gelmez, bilakis, biz irade ve karar verme hususunda hür ve serbestiz: "Biz onu (insanı) hidayet ettik (ve ona doğru yolu gösterdik) isterse kabullenip şükredenlerden olur, isterse reddeder ve nankör olur."[21]

"Doğrusu insan için kendi gayret ve çabasından başka birşey yoktur."[22]

Bu Kur'an ayetleri, insanın hür bir iradeye sahip bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Ancak, hem hür irade ve hem iş yapma gücünü Allah Teâla'dan almış olduğumuzdan bizim bütün irade ve davranışlarımız neticede Allah Teâla'ya dönmekte ve

O'nun varlığına dayanmaktadır. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, bu gerçeğin, yaptığımız işler ve davranışlar karşısında mesuliyet ve sorumluluğumuzu zerrece azaltmayacağıdır.

Evet, O bizim bütün davranışlarımızı serbestçe ve hür bir iradeyle yapmamızı ve böylece bizi sınav ve denemelere tabi tutarak tekamül yolunda ilerlememizi sağlamak istemiştir.

Zira insanoğlunun tekamülü (kemal ve olgunluğa ermesi) ancak hür bir iradeyle Allah'a itaat etmesi ve kendi tercihiyle O'na yönelebilmesiyle mümkündür.

Zira bir insanın cebren ve zorla yaptığı şeyler ne onun iyi olduğunu gösterir ne de kötü olduğunu!

Esasen biz insanlar eylem ve davranışlarımızda böyle bir cebre muhatap ve mecbur bırakılmış olsaydık bu durumda semavi kitaplarla peygamberlerin hiçbir gereği kalmayacak, dînî emir ve vazifelerin yapılıp yapılmaması hiçbir şey ifade etmeyecek ve Allah'ın ödül veya ceza vermesinin de mantığı ve anlamı kalmayacaktı.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mübarek Ehl-i Beyt'inden (a.s) öğrendiğimiz gerçektir bu, onlar "Ne mutlak cebir doğrudur, ne de sorgusuz sualsiz tam bir serbestlik (tefviz), bu ikisinin ortası bir durum geçerlidir." buyurmuşlardır.[23]

d) İbadette Tevhid: Yani ibadet sadece Allah Teâla'ya mahsustur, O'nun mukaddes zatından başka mabud (ibadete layık) yoktur. Tevhidin en önemli dallarından biridir bu.

Peygamberler de en ziyade bu noktayı vurgulamışlardır: "Onlar (peygamberler) dini yalnızca Allah'a halis kılan hanifler (Allah'ı birleyenler) olarak sadece Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekat vermekten başkasıyla emrolunmadılar. En doğru ve ebedi kalıcı din budur işte."[24]

Ahlak ve irfanda kemale erişebilmek için tevhid, bundan da derin bir hal alır ve insanın sadece Allah'ı düşünmesi, O'ndan başka şeye gönül vermemesi, O'ndan başka hiçbirşeye kendisini kaptırmamasını gerekli kılar;

tevhidde varılan kemalin bu noktasında kulun Allah'tan başka hiçbir arzusu kalmaz, O'ndan başka hiçbirşeyi düşünmez ve hiçbir şey onu Allah'tan alıkoymaz: "Seni kendisine meşgul edip Allah'tan uzaklaştıran her şey senin putundur!"

Biz inanıyoruz ki: Tevhidin dalları bu dördünden ibaret de değildir, "mülkiyette tevhid" bunun bir diğer dalıdır, yani her şey Allah'ındır: "Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır..."[25]; keza "hakimiyet ve egemenlikte tevhid" de dallarından birisidir,

egemenlik tevhidi, yegane egemen olarak Allah'ı tanımak ve O'ndan başka kanunkoyucu tanımamaktır: "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır."[26]


7- Bİz İnanIyoruz kİ:

Fiil ve eylemlerde tevhidin aslı, gerçekte şunu da vurgulamaktadır: Büyük peygamberlerin gösterdiği mucizeler ve evliyaullahın kerametleri sadece "Allah Teâla'nın izniyle" gerçekleşmektedirler.

Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Hz. İsa Mesih (a.s) için şöyle buyrulmaktadır: "Doğuştan kör olanı ve iyileşmesi artık imkansız olan alacalıyı benim iznimle iyileştiriyordun ve yine benim iznimle ölüleri diriltiveriyordun!..."[27]

Yine Kur'an-ı Mecid, Hz. Süleyman'ın (a.s) vezirlerinden biri hakkında şöyle buyurmaktadır: "Yanında Kitap'tan bir ilim bulunan kimse dedi ki: "Ben, gözünü açıp kapamadan onu sana getirebilirim." Derken,

Süleyman o tahtı kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu, Rabbimin fazlındandır, O'na şükürde mi bulunacağım, yoksa nünkörlük mü edeceğim diye beni denemekte..."[28]

Binaenaleyh Kur'an'da da açıkça belirtildiği gibi Hz. İsa Mesih'in (a.s) Allah Teâla'nın izniyle, çaresiz hastaları iyileştirdiğine ve ölüleri dirilttiğine inanmak tevhidin ta kendisidir.

8- Allah'In Meleklerİ

Biz inanıyoruz ki: Allah Teâla'nın özel görevlerle görevlendirmiş olduğu melekleri vardır ki bunlardan bazısı peygamberlere vahyi iletmekle vazifelendirilmişlerdir.[29]

Bir kısmı da insanların amellerini korumak (zaptedmek) için görevlidirler.[30]

Bir kısım meleklerse ruhları kabzetmekle görevlidirler.[31]

Bir kısım meleklerse dirençli ve yılmaz müminlere yardım etmekle görevlidirler. [32]

Bir kısmı savaşlarda müminlere yardım ederler. [33]

Bir kısım melekse Allah'a isyan eden tuğyankar kavimleri cezalandırırlar[34] ve varlık dünyasında daha başka birçok vazifeyle görevlidirler.

Bu görev ve vazifeler Allah Teâla'nın izni ve O'nun kudreti sayesinde gerçekleştiğinden "fiillerde tevhid" ve "Rububiyet tevhidi" aslıyla asla çelişmemekte, bilakis, bu aslı önemle vurgulamaktadır.

Aynı şekilde bundan da anlaşılacağı üzere peygamberler, masumlar ve meleklerin şefaatleri de yine Allah Teâla'nın izni ve O'nun kudretiyle olacağından tevhidle çelişmemekte, tevhidin bir parçası sayılmaktadır: "O'nun izni olmadıkça kimse şefaatçi olamaz."[35]

Bu mesele ve "tevessül" meselesi hakkında detaylı bilgiyi "peygamberler" bahsinde aktarmaya çalışacağız inşaallah.

9- İbadet Sadece Allah'a Mahsustur

Biz inanıyoruz ki: "İbadette tevhid" bahsinde de belirttiğimiz üzere ibadet sadece Allah Teâla'ya mahsustur, bu nedenle de kim O'ndan başkasına taparsa "müşrik"tir. Bütün peygamberlerin davetlerinin müşterek ana eksenlerinden biridir bu.

"Allah'a ibadet ediniz, O'ndan başka mabudunuz ve ilahınız yoktur!" buyruğu Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin dilinden defalarca aktarılmaktadır.[36]

Nitekim biz Müslümanlar her namazda Hamd Suresi'ni okurken İslam'ın bu önemli prensibini tekrarlamakta ve "Biz sadece sana ibadet eder, sadece senden yardım dileriz" demekteyiz.

Kur'an'da belirtildiği üzere peygamberlerle meleklerin Allah'ın izniyle şefaatçi olabileceğine inanmanın "ibadet" anlamında olamayacağını da hemen belirtelim.

Aynı şekilde kulun peygamberlere herhangi bir sorununun çözümlenmesini Hak Teâla'dan talepte bulunmaları için tevessül etmesi ve onları aracı kılması "ibadet ve tapınma" olmadığı gibi ibadet ve

"fiiliyat tevhidi"yle de asla çelişmemekte, bilakis, kulun Allah'a yönelebilmesi için açık bırakılan nice kapılardan birisi olarak kabul görmektedir. Daha ileriki bahislerimizde "peygamberlik" mevzuunu işlerken bu konuyu da etraflıca ele alacağız inşaallah.

10- O'nun Pâk ZâtInIn Künhüne Kİmse Varamaz

Biz inanıyoruz ki: Hak Teâla hazretlerinin varlığının izleri ve işaretleri bütün varlık alemini baştanbaşa kuşatmışsa da O'nun yüce varlığının hakikati hiçkimseye aşikar değildir ve kimse O'nun mukaddes zâtının künhüne varamaz. Çünkü O'nun münezzeh varlığı her açıdan sınırsız ve sonsuzdur, bizse her açıdan sınırlı ve mahdut.

Bu durumda "kısıtlı" bir varlığın "kısıtsız, sınırsız ve sonsuz bir varlığı" büsbütün kuşatamayacağı ve esasen O'nun varlığının sınırlarına ulaşabilmesinin mümkün dahi olmayacağı apaçık ortadadır: "Gerçekten O, her şeyi sarıp kuşatandır."[37] "Allah onların hepsini kuşatmıştır."[38]

Düşünceyle varamazsın O'nun künhüne

Ne akıllar alır, ne bilge bilir

Samançöpü dalabilse derine

Sen de O'nu kavrayabilirsin demektir!

Nebevî hadiste de buyrulduğu üzere "Biz, sana, layık olduğun vechiyle ibadet edebilmiş değiliz, seni hakkıyla tanıyabilmiş de değiliz biz."[39]Ancak bu arada O'nun zatını tamamiyle kavramanın imkansız olması nedeniyle O'nu nisbeten ve ana hatlarıyla tanımaktan da vazgeçilmesi ve

bizim için hiçbirşey ifade etmeyecek olan bazı kelimelerin zikriyle yetinilmesi gerektiği şeklinde bir yanlış anlamaya da meydan verilmemelidir, zira bu, "marifetulah"ın büsbütün tatil edilmesi demektir ki biz buna karşıyız,

zira başta Kur'an gelmek üzere bütün semavi kitaplar marifetulah için inmiş, Allah'ı tanımamız ve O'na yönelmemiz için nazil olmuşlardır.

Bu hususta çeşitli örnekler verilebilir, mesela biz ruhun aslının ve hakikatinin ne olduğunu bilmiyoruz, ama bu hususta elbette ki kısa ve öz bir bilgiye sahibizdir, nitekim ruhun var olduğunu bilmekte ve onun izlerini açıkça müşahede etmekteyiz.

İmam Muhammed Bâkır hazretlerinden (a.s) ulaşan şu hadis pek ilginçtir: "Aklınıza ve tasavvurunuza sığdırabileceğiniz her şey ve her düşünce sizin zihninizin yaratığıdır ve

( yaratık olma açısından) o da tıpkı sizin gibidir ve size döner. Allah Teâla sizin o azami düşünce mahlukunuzdan elbette ki münezzeh ve O'ndan çok daha üstün ve yücedir."[40]

Hz. Ali'den (a.s) ulaşan bir başka hadiste de Allah Teâla'yı tanıma bilimi (marifetullah) pek güzel ve sarih bir tabirle şöyle ifade edilir: "Münezzeh Allah Teâla hazretleri, sıfatının künhü ve sınırlarını akıllara bildirmemiş (ama) bu hususta onları gerekli bilgiden mahrum da bırakmamıştır."[41]


11- Ne Tatİl, Ne Teşbİh

Biz inanıyoruz ki: Allah Teâla'yı tanıma, O'nun sıfatlarını bilme ve marifetullah'ın mümkün olmadığını söylemek ve tatile inanmak ne kadar yanlışsa "teşbih" yoluna gitmek de bir o kadar yanlıştır ve insanı "şirke" götürür.

Yani o mukaddes zât'ın hiçbir şekilde bilinip tanınamayacağını ve bizim O'nu (kendi haddimiz ve kapasitemizin elverdiği ölçüde) tanıyabilmemizin kesinlikle mümkün olamayacağını düşünmek yanlış olabileceği gibi O'nu herhangi bir şeye benzetebilmek ve

"şöyle olabilir" diyebilmek de doğru değildir. Birinci yolun "ifrat" ikinci yolun da "tefrit" olacağını önemle belirtmekte fayda vardır.

2. Bölüm

ALLAH'IN PEYGAMBERLERİ GÖNDERMESİ

12- Peygamberlerİn Gönderİlİş Felsefesİ

Biz inanıyoruz ki: Allah Teâla insanoğlunu hidayet ve kemale ulaştırıp, sonsuz saadete kavuşmasını sağlamak amacıyla peygamberler ve elçiler göndermiştir. Bu elçi ve peygamberler gönderilmemiş olsaydı,

insanın yaratılış gayesi gerçekleşmeyecek ve insanoğlu sapıklık, eksiklik, hata ve günah batağında kalakalacaktı. Bu ise Allah'ın öngördüğü amaçla çelişen bir olgudur: "Peygamberler müjdeci ve

korkutucular olarak gönderildiler ki onlardan sonra insanların Allah'a karşı öne sürebilecekleri özür ve bahaneleri kalmasın (ve peygamberler saadetin yolunu herkese göstererek son görevlerini de tamamlamış ve gerekeni yapmış olsunlar). Allah üstün ve güçlü olandır, hikmet ve hüküm sahibidir."[42]

Biz inanıyoruz ki: Bu peygamberlerin beşi "Ululazm" peygamberdir; yani yeni bir şeriat ve kitapla gelmişlerdi, gönderilişleri sırayla şöyleydi: Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa (Allah'ın selamı onlara olsun) ve risaletin son halkası olan Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem).

"Hatırla; biz peygamberlerden kesin söz almıştık (bu cümleden olmak üzere) senden de, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryemoğlu İsa'dan da (peygamberlik ve elçilik görevini gereğince yerine getirip, Allah'ın hükmünü insanlara tebliğ edeceklerine dair) kesin söz almıştık."[43]

"Artık sen sabret, azim sahibi (Ululazm) peygamberlerin sabrettiği gibi."[44]

Biz inanıyoruz ki: Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberlerin sonuncusu olup, onun getirdiği şeriat kıyamete kadar bütün insanları bağlayıcıdır; yani İslam dininin getirdiği hüküm, emir, eğitim ve prensipler,

maddi ve manevi sahalarda insanoğlunun kıyamete kadar bütün ihtiyaçlarını giderebilecek ve bütün sorunlarını halledebilecek kapasite ve niteliktedir, ondan sonra peygamberlik ve elçilik iddiasına girişecek olan herkesin iddiası batıl ve kesinlikle geçersizdir:

"Muhammed, aranızdan hiçbirinin babası (babalığı) değildir, ancak o, Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur, Allah her şeyi bilendir (bu nedenle de gerekli her şeyi son peygamberinin emrine vermiştir)."[45]

13- SemavÎ Dİnlerİn MensuplarInIn Bİrlİkte YaşamasI

Biz inanıyoruz ki: Yüce İslam dini, ilahi dinlerin kamili ve bu nedenle de gönderildiği andan itibaren artık bütün dünya insanları için geçerli yegane "İlâhî resmî" dindir, ancak Müslümanlar,

ister İslam ülkesinde, ister başka ülkelerdeki bütün diğer semavî dinlerin mensuplarıyla barış içinde yaşamak ve barışçı münasebetlerde bulunmakla mükelleftirler; ama Müslümanlarla mücadeleye kalkışan ve İslam'la savaşanlar bu kuralın dışında kalırlar:

"Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi menetmez, çünkü Allah adaletle davrananları sever."[46]

Biz inanıyoruz ki: Mantık ve akla dayalı makul bahislerle İslam'ın hakikat ve hükümlerini insanlara anlatıp açıklayabilmek pekalâ mümkündür. İslam, doğru anlatılması ve sahih usullerle açıklanması halinde insanlarca kolaylıkla kabul görecek bir dindir,

bilhassa çağımız insanlığının İslam'a duyduğu güçlü eğilim ve ilgi bunun en bâriz göstergesidir.

Yine bu nedenledir ki biz, İslam'ın zorla ve baskıyla başkalarına kabul ettirilmemesi gerektiği inancındayız:

"Dinde zorlama ve baskı yoktur,[47] gerçek şu ki, doğru yol, doğru olmayan yoldan apaçık ayrılmış (ve ikisi de besbelli ortaya çıkıp anlaşılmış)tır artık."[48]

Biz inanıyoruz ki: Müslümanların, İslam'ın emirlerine uygun bir yaşayış ve davranış sergilemeleri İslam'ı tebliğ ve tanıtmanın en mükemmel yoludur, binaenaleyh zorlama ve baskıya gerek olmayacağı apaçık ortadadır.

14- Peygamberlerİn HayatlarI Boyunca Masum OlmasI

Biz inanıyoruz ki: Bütün peygamberler masum ve günahişlemezdirler. Yani ister peygamberlikle görevlendirilmeden önce, ister peygamberlikleri sırasında olsun, hayatları boyunca her nevi hata,

yanlış ve günahtan beri ve uzaktırlar ve Allah Teâla'nn özel koruması altındadırlar. Aksi takdirde, onların bir tek hata veya günah işlemesi halinde insanların bir "peygamber" olarak onlara olan güven ve

itimadı sarsılacak ve Allah'la kendi aralarındaki bu iletişime güvenleri kalmayacak, onları bir ömür boyu kendilerine örnek alıp tartışılmaz kılavuzlar olarak kabullenemeyeceklerdir.

Bu nedenledir ki, Kur'an'ın bazı ayetlerinde bazı peygamberler için serzeniş yollu ifadeler kullanılması ve onlara "hata veya günah" nisbet edilmesinin nedeni, "terk-i evlâ"da bulunmaları; yani

"iyi" olan iki şeyden "daha iyi"yi seçecekleri yerde "daha az iyi"yi seçmiş olmalarıdır. Ya da başka bir deyişle bu: "İyilerin yaptığı iyi davranışlar (bazen) mukarrebler (yaklaştırılmış insanlar) için günah telakki edilir"[49] sözüne dayalıdır; çünkü herkesin, kendi şanına uygun davranması beklenir.

15- Peygamberler Allah'In İtaatkâr KullarIdIrlar

Biz inanıyoruz ki: Peygamberlerin en büyük iftiharları, Allah'a itaat eden ve O'nun emir ve nehiylerine kesinlikle uyan kullar olmalarıydı. Bu nedenledir ki her gün, yevmiye namazlarımızda "Şehadet ederim ki Muhammed (s.a.a) Allah'ın kulu ve elçisidir" demekteyiz.

Biz, Allah'ın gönderdiği peygamberlerden hiçbirinin ilahlık iddiasına kalkışıp, insanları kendilerine tapınmaya davet etmediğine inanmaktayız:

"Allah'ın kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği vermiş olduğu hiçkimsenin, insanlara "Allah'ı, bırakıp, bana kulluk edin" demesi yakışmaz."[50]

Hz. İsa Mesih de (a.s) insanları kendisine tapmaya davet etmemiş ve kendisinin Allah'ın bir kul ve O'nun elçisi olduğunu hatırlatmıştır daima:

"Mesih de, Allah'a yakınlaştırılmış (yüksek derece sahibi) melekler de, Allah'a kul olmaktan asla çekinmediler."[51]

Nitekim hıristiyanlık tarihine ait belgelerde de itiraf edildiği üzere teslis (üçlü tanrı) inancı hıristiyanlığın ilk yüzyılında yoktu, bu batıl inanç daha sonra türetilmiştir.


16- Mucİzeler ve Gayb İlmİ

Peygamberlerin seçkin birer "kul" olmaları, onların, Allah'ın izniyle geçmiş, gelecek ve şimdiki zamana ait bazı gaybî olaylardan haberdar olmalarına asla engel değildir:

"Oysa, gaybı bilendir, kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz, ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtiği) kimseler başka..."[52]

Nitekim Hz. İsa Mesih'in (a.s) mucizelerinden biri de, insanlara bazı gizli şeyleri haber vermesiydi: "Yediklerinizi ve evlerinizde zahîre olarak sakladıklarınızı size haber veririm..."[53]

Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz de (s.a.a) Allah Teâla'nın izniyle birçok gizli olayı haber verip bildirmişlerdir: "(Ey Muhammed) bu sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir..."[54]

Binaenaleyh Allah'ın elçileri ve resulleri olan peygamberler, yine Allah'ın izni ve O'nun bildirmesiyle (vahy yoluyla) gerektiğinde pekâla gaybdan haberler verebilirler: "De ki, size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size, bir melek olduğumu da söylemiyorum, ben, bana vahyedilenden başkasına uymam...

"[55] gibi bazı ayetlerdeki beyanların nedeni ise "Peygamberin kendiliğinden gaybı bilemeyeceği"dir; ayetin devamında da vurgulandığı üzere peygamber, kendisine vahyle bildirilmesi halinde gaybı elbette ki bilebilir. Bu arada Kur'an ayetlerinin birbirini tefsir ettiğini ve açıkladığını da hemen hatırlatalım.

Binaenaleyh biz şuna inanıyoruz ki peygamberler, Allah Teâla'nın izniyle olağanüstü şeyler ve büyük mucizeler yapabiliyorlardı. Allah'ın izniyle böyle bir vak'anın vuku bulabilmesi pekâla mümkün olup,

bu yüce hakikate iman etmek de elbette ki şirk olmaz; peygamberlerin Allah'ın izniyle mucize göstermeleri onların bir kul olmasıyla çelişen bir olgu değildir.

Nitekim bizzat Kur'an'da da açıkça belirtildiği üzere Hz. İsa Mesih (a.s) Allah'ın izniyle ölüleri diriltiyor, çaresiz hastalıkları Allah'ın emriyle iyileştiriveriyordu: "...ve Allah'ın izniyle, doğuştan kör olanı, alaca hastalığına yakalanını iyileştirir ve ölüyü diriltirim..."[56]

17- Peygamberlerİn Şefaat Edebİlmesİ

Biz şuna inanıyoruz: Başta İslam peygamberi Hz. Resulullah (s.a.a) gelmek üzere, Allah'ın göndermiş olduğu peygamberler, şefaat makam ve derecesine sahiptirler ve bazı özel günahkârlar için Allah katında şefaatte bulunacaklardır; ancak, bu da yine Allah Teâla'nın izniyle mümkün olmaktadır elbette: "Allah Teâla'nın müsaadesi olmadıkça hiçkimse şefaatçi olamaz..."[57] ve: "...İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kim olabilir?..."[58]

"Ey iman edenler! Onda (mutluluk ve kurtuluşun parayla satınalınabileceği) hiçbir alış-verişin ve (yekdiğerini kurtarabilmek için) hiçbir dostluğun ve (Allah'ın izni olmaksızın) hiçbir şefaatin olmadığı gün gelip çatmadan size rızık olarak verdiklerimizden infak edin."[59] mealindeki ayette buyrulan da "Allah'ın izni olmaksızın ve kendiliğinden şefaatte bulunabilme gücü"dür,

keza, şefaat liyakati taşımayanları kapsar, zira daha önce de belirttiğimiz üzere Kur'an'daki ayetler yekdiğerinin açıklayıcısı ve müfessiridirler.

Biz inanıyoruz ki: Şefaat meselesi bireyleri eğitip yetiştirme, günahkârları doğru yola çevirme; dürüstlük, doğruluk, takva ve iyiliğe teşvik edip, onlara ümit aşılama yolunda pek önemli bir olaydır. Hem, şefaat,

rastgele bir olay da değildir, sadece şefaate layık olanları kapsar; yani kendilerine şefaatte bulunacak olanla irtibatlarının tamamen kopmasına yolaçacak kadar haddi aşmamış olanlar içindir şefaat.

Başka bir deyişle "şefaat" günah işleyenlere ciddi bir uyarıdır. "Arkanızdaki köprüleri büsbütün yıkmayın, bütün dalları kırmayın; geriye dönebileceğiniz bir köprü, tutunabileceğiniz bir dal bırakın ki size şefaatte bulunabilsin!" demektir günahkârlara.


18- Tevessül

Biz inanıyoruz ki: Tevessül konusu da şefaat konusu gibidir; maddi veya manevî bir sorunu olanlar, Allah'ın izniyle bu sorunlarının hallini Allah Teâla'dan istemeleri için Allah'ın velilerine müracaat ederler.

Yani bir taraftan bizzat kendileri Hakk'ın dergâhına yönelip yakarır, diğer taraftan da Evliyaullah'ı aracı kılarlar: "...Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlanma dileselerdi ve peygamber de onlar için bağışlanma dileseydi elbette Allah'ı, "tevbeleri kabul eden ve esirgeyen" olarak bulurlardı."[60]

Yine Kur'anda Hz. Yusuf'la (a.s) kardeşleri anlatılırken şöyle geçer: "(Yusuf'un kardeşleri, babalarına tevessülde bulunup onu aracı kılarak) "Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile.

Biz gerçekten hataya düşenler idik" dediler. (İhtiyar babaları Hz. Yakup (a.s) onların bu dileğini kabul ederek) "İleride sizin için Rabbimden bağışlanma dilerim, çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir" dedi."[61]

Bu ayetler, geçmiş ümmetlerde de tevessülün bulunduğunu göstermektedir.

Ancak, Evliyaullah'a tevessülde bulunmanın haddi budur ve bu haddi aşmamak gerekir: Evliyaullah ancak Allah'ın izniyle vesile olurlar, onları bu hususta Allah'tan müstakil zannetmek kesinlikle "şirk" ve "küfür"dür.

Keza, tevessül, Evliyaullah'a ibadete de dönüşmemelidir; aksi takdirde bu da kesinlikle "küfür" ve "şirk" olacaktır. Zira onlar Allah Teâla'nın izni ve gücü olmaksızın herhangi bir zarar veya yarara malik değildirler: "De ki: Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiçbir şeye) malik değilim..."[62]

Ancak, bütün İslam mezheplerinde, avam arasında tevessül meselesini ifrat veya tefrit noktalarına götürenler de çıkmaktadır ki, bunların şefkatle irşad ve hidayet edilmesi gerekir.

19- Bütün Peygamberlerİn Davet Usulü Bİrdİr

Biz inanıyoruz ki: Bütün peygamberlerin müşterek bir hedefi vardı: Allah'a, ahirete ve hesap gününe inanmak, sahih bir dînî eğitim ve terbiyeden geçirmek ve insan toplulukları arasında ahlakî prensipleri güçlendirmek yoluyla insanlığı saadete ve mutlu bir yaşama kavuşturmak!

Bu nedenledir ki gönderilen bütün peygamberler bizim nazarımızda saygın ve muhteremdirler, hepsinin bütün insanlığın boynunda hakkı vardır ki bu hakikati bizzat Kur'an'dan öğrenmekteyiz: "...Allah'ın peygamberleri arasında hiçbirini diğerinden ayırdetmeyiz."[63]

Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki zamanla insanoğlu ilerlemiş ve daha ileri eğitimlere hazır hale gelmiş olduğundan ilahi dinler de buna paralel şekilde giderek mükemmelleşmiş ve getirdikleri usul,

prensip ve kurallar gittikçe daha ileri ve daha derin bir hal almış ve nihayet sıra en mükemmel, en son ve en ileri din olan İslam'a gelmiştir: "...Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size (mükemmel ve kalıcı) din olarak İslam'ı) seçip beğendim."[64]

20- Geçmİş Peygamberlerİn Getİrdİklerİ Haberler

Biz inanıyoruz ki: Geçmiş peygamberlerin çoğu, kendilerinden sonra gelecek olan peygamberleri haber vermişlerdir, bu cümleden olmak üzere Hz. Musa ve Hz. İsa Mesih de (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) İslam peygamberi Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) geleceğini bildirmişlerdir ki bu haberlerin bir kısmı halâ bu dinlerin kitaplarında mevcuttur:

"Ki onlar, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılı bulacakları (okuma yazması olmayan) ümmü (ama bilgili ve bilinçli) haber getirici (nebi) olan peygamber (Resul)e uyanlardır... Kurtuluşa erenler işte bunlardır."[65]

Nitekim tarih bu hakikati şöyle kaydetmiştir: İslam peygamberinin (s.a.a) zuhurundan bir süre önce çok sayıda yahudi Medine'ye gelip yerleşmiş ve sabırsızlıkla o hazretin zuhurunu beklemeye başlamışlardı.

Çünkü kendi kitaplarından, onun bu diyarda (Medine'de) zuhur edeceğini anlamışlardı. Derken o hazret zuhur etti ve bekledikleri güneş olanca parlaklılığıyla doğuverdi,

ama onu bekleyenlerin sadece bir kısmı ona iman edip, şahsi çıkarlarını tehlikede gören bir diğer kısmıysa bile bile hakkı ayaklar altına alıp o hazrete karşı çıktı!

21- Peygamberler Ve YaşamIn Bütün BoyutlarInda Olumlu Değİşİm

Biz inanıyoruz ki: Allah'ın peygamberlerine nazil olan semavi dinler (bilhassa İslam dini) sadece bireyin şahsî hayatını ıslah edip düzeltmekle veya sırf ahlakî ve manevî meselelerle sınırlı kalmamış;

bilakis, bireyin ve toplum hayatının istisnasız bütün boyutlarının ıslahını hedeflemiş ve böyle bir yeterlilik ve kapsamla gönderilmişlerdir. Hatta insanlar, güncel yaşamlarında ihtiyaç duydukları birçok bilgi ve bilimi de onlardan öğrenmiştir ki bunların bir kısmına Kur'an'da değinilmiştir.

Biz inanıyoruz ki: Gönderilen peygamberlerin en önemli hedeflerinden biri, insanlığı adalete yöneltmekti: "Andolsun biz, peygamberlerimizi apaçık olan belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye onlarla birlikte kitabı ve mizanı (hakkı batıldan ayırma kabiliyeti ve âdilâne kanunlar) indirdik."[66]

22- IrkçIlIk, Kavİm Ve Kabİle AyrIcalIğInIn Reddİ

Biz inanıyoruz ki: Başta İslam peygamberi gelmek üzere, gönderilen peygamberlerden hiçbiri ırkçılık ve kavmiyetçiliği onaylamamış, bilakis bütün ırk, dil, kavim ve milletlere bir gözle bakmışlardır.

Zira Kur'an-ı Kerim'de de buyrulduğu üzere: "Ey insanlar! Gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler haline getirdik (ama bunlar asla üstünlük sebebi değildir). Hiç şüphesiz Allah katında sizin en üstün olanınız, takvaca en ileri olanınızdır..."[67]

Meşhur bir hadiste, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bir hac merasimi sırasında Mina'da bir devenin üzerinde halka hitaben şöyle buyurduğu geçer:

"Ey insanlar! Biliniz ki hepinizin Allah'ı birdir, babası bir! Ne arabın aceme (arab olmayana) bir üstünlüğü vardır, ne de acemin araba! Ne siyah derilinin buğday tenliye bir üstünlüğü sözkonusudur,

ne buğday tenlinin siyah deriliye! Tek üstünlük takvadadır! Ey insanlar, bana emredileni size hakkıyla iblağ etmiş oldum mu?! (herkes "evet!" diye bağırınca) "Bu söylediklerimi duyanlar duymayanlara duyursun!" buyurdular.[68]


23- İslam Ve İnsan FItratI

Biz inanıyoruz ki: Ana hatlarıyla Allah'a, tevhide ve gönderilen nebilerin öğrettiği usul ve prensiplere inanmak ve uymak, her insanın yaradılışında varolan fıtrî bir eğilimdir.

İlahi peygamberler bu verimli tohumları vahy nehriyle sulayıp şirk, küfür ve sapma şeklindeki zararlı otlardan temizlemişlerdir: "...Yüzünü, Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine,

Allah'ın o fıtratına çevir ki, insanları bu (temiz fıtrat) üzere yaratmıştır, Allah'ın yaratışında hiçbir değişiklik yoktur (ve bu fıtrat bütün insanlarda sabittir). İşte hep kalıcı ve sapa sağlam din budur, ama insanların çoğu bilmez."[69]

Bu nedenledir ki din, tarih boyunca daima insanlar arasında varolagelmiş ve büyük tarihçilerin de itiraf ettiği üzere dinsizlik ve inançsızlık her zaman bir istisna ve fantezi olmuştur.

Hatta uzun yıllar boyunca en yoğun dinsizlik propagandalarına maruz bırakılıp, inançlarından vazgeçmeleri için en sert baskılara tabi tutulan milletler bile üzerlerindeki bu baskılar kalkıp da hürriyetlerine kavuşunca,

inanılmaz bir süratle dine yönelmekte ve maneviyata koşmaktadırlar. Ancak, geçmiş kavimlerin birçoğunun kültür seviyesinin aşağı olması, dinî inanç ve kuralların türlü hurafe ve bâtıl inançlarla karışıp bozulmasına yol açmış ve bu bozulmaların düzeltilip insan fıtratının kir ve paslardan temizlenmesi için çeşitli dönemlerde ilahî peygamberler gönderilmiştir.

3. Bölüm

KUR'AN VE SEMÂVÎ KİTAPLAR

24- Semâvî KİtaplarIn İnİş Felsefesİ

Biz inanıyoruz ki: İnsanoğlunun hidayeti bulup doğru yola yönelmesi için Allah Teâla nice mushaf ve kitaplar göndermiş; bu cümleden olmak üzere Hz. Nuh'la (a.s) İbrahim'e (a.s) mushaflarını,

Hz. Musa'ya (a.s) Tevrat'ı, Hz. İsa'ya (a.s) İncil'i ve Hz. Resul-i Ekrem efendimize (s.a.a) de Kur'an-ı Kerim'i nazil etmiştir. Bu kitaplar ve bu peygamberler gönderilmemiş olsa,

insanlar Allah'ı tanıma ve O'na ibadette bulunma hususunda türlü hatalara kapılacak; takva, ahlâk, eğitim ve terbiye prensipleriyle; ihtiyacı olan sosyal kural ve prensiplerden uzak düşmüş olacaktı ki bu da insanlığın felaketi demekti.

Bu semâvi kitaplar, tıpkı rahmet bulutları gibi insanların gönül tarlasına yağarak takva, dürüstlük, Allah aşkı, ahlâk, ilim ve hikmet tohumlarının yeşerip, boy atmasına neden oldular:

"Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, müminler de. (Müminlerin) Tümü, Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına ve Peygamberlerine inandı..."[70]

Her ne kadar zaman aşımında ve cahillerle ehil olmayanların yersiz ve zararlı müdaheleleri sonucu, semâvî kitapların çoğu tahrif edilip, asıl ve orjinal hallerinden koparılarak batıl düşüncelerle kirletildiyse de,

son kitap olan Kur'an-ı Kerim, ileride belgelerini de belirteceğimiz üzere bu tür tehlikelerden özel olarak korunmuş ve Allah Teâla'nın takdiriyle zerrece değişime uğramaksızın bütün asırlar ve bütün çağlara aydınlık saçan sönmez bir güneş misali parlamayı sürdürmüştür:

"...Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır."[71]
25- Kur'an, İslam Peygamberİnİn (s.a.a) En Üstün Mucİzesİ

Biz inanıyoruz ki: Kur'an, Hz. Resulullah efendimizin (s.a.a) en önemli mucizesidir. Sadece fesahat ve belagatte bir edebiyat şaheseri olup kolay anlaşılır,

akıcı ve çok cazip bir beyan tarzı taşıması değil, akaid ve kelam kitaplarında tafsilatıyla geçen daha birçok özelliği nedeniyle de Kur'an nice mucizeleri kapsayan istisna bir kitaptır.

Bu nedenle de şuna inanmaktayız: Kimse Kur'an'ın bir benzerini, hatta ondaki surelerden birinin bir benzerini getirmeye kâdir değildir. Kur'an, kendisinden şüpheye kapılanlara bunu defalarca meydan okumakta ve onlara bu hakikati sürekli hatırlatarak şöyle buyurmaktadır:

"De ki eğer bütün insanlarla periler (cin ve ins) bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere toplansa (onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile) onun bir benzerini getiremezler."[72]

"Eğer kulumuza (Hz. Peygamber'e (s.a.a), indirdiğimizden (Kur'an'dan) şüphedeyseniz, (en azından) ona benzer bir sure getirin ve eğer doğru sözlüler iseniz Allah'tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) da çağırın."[73]

Keza zaman geçtikçe Kur'an'ın eskimeyeceğine, hatta onun şaşırtıcı özelliklerinin zamanla da net bir şekilde anlaşılıp, ortaya çıkacağına ve insanların Kur'an'ın büyüklük ve azametini daha iyi anlayacağına inanmaktayız.

İmam Sadık (a.s) hazretlerinden ulaşan bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:

"Yüce Allah Teâla, Kur'an'ı belli bir zaman veya belli bir kesim için göndermiş değildir; bu nedenle de her zaman yepyeni ve kıyamete değin her kesim için taptazedir o."[74]


Kaynakça ve Dipnotlar

-----------------------------

[1]- Zâriyat / 20, 21.

[2]- Âl-i İmrân / 190, 191.

[3]- Haşr / 23 - 24.

[4]- Zuhruf /84.

[5]- Hadid / 4.

[6]- Kâf / 16.

[7]- Hadid / 3.

[8]- Buruc / 15.

[9]- Bazı ayetlerden Allah Teâla'nın Kürsüsünün bütün gökleri ve yeri kapsadığı anlaşılmaktadır. "O'nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır." (Bakara/255) Buna göre O'nun "Arş"ı bütün kainatı kuşatmıştır. (Çünkü Arş, Kürsüden daha kapsamlı bir olgudur).

[10]- Şûarâ / 11.

[11]- Tevhid (İhlas) / 4.

[12]- En'am / 103.

[13]- Bakara 55.

[14]- A'raf / 143.

[15]- Bu rivayet pek meşhurdur ve İbni Abbas'tan ulaşmıştır, ancak, Nehc'ul Belagâ'da da aynı anlam da ibare vardır: "Şüphesiz Kur'an'ın bir kısmı, bir kısmını doğrular...

" (Nehc-ul Belga, 18. hutbe) Yine 103. hutbede de Kur'an'ı şöyle tanıtmıştır: "Kur'an'ın bir kısmı, bir kısmıyla konuşur; bir kısmı diğer bir kısmına tanıklık eder."

[16]- Nehc-ul Belaga, 179. hutbe.

[17]- Nisâ / 48.

[18]- Zümer / 65.

[19]- Zümer / 62.

[20]- Şûrâ / 12.

[21]- İnsan / 3.

[22]- Necm / 39.

[23]- Usul-ü Kâfi, c: 1, s: 160 "el-Cebru vel-kaderu vel-emr-u beyn'el emreyn" babı.

[24]- Beyyine / 5.

[25]- Bakara / 284.

[26]- Maide / 44.

[27]- Maide / 110.

[28]- Neml / 40.

[29]- Bakara / 97.

[30]- İnfitar / 10.

[31]- A'raf / 37.

[32]- Fussilet / 30.

[33]- Ahzab / 9.

[34]- Hud / 77.

[35]- Yunus / 3

[36]- A'raf / 59, 65, 73, 85...

[37]- Fussilet / 54.

[38]- Buruc / 20.

[39]- Bihar-ul Envar, c: 68, s: 23.

[40]- Bihar-ul Envar, c: 6, s: 293.

[41]- Gurer'ul Hikem.

[42]- Nisâ / 165.

[43]- Ahzab / 7.

[44]- Ahkaf / 35.

[45]- Ahzab / 40.

[46]- Mümtehine / 8.

[47]- İslam veya hiçbir din, kimseye zorla kabul ettirilemez, ama her insan, kabul ettiği dinin ve bu cümleden olmak üzere her Müslüman da İslam'ın bütün emirlerine uymak zorundadır.

Zira kabulden sonra ahit vardır ki bu da bağlayıcıdır. Dinin kısmen kabulü sözkonusu edilemez, tamamına uyulmalıdır, bkz: Ahzab / 36 - çev).

[48]- Bakara / 256.

[49]- Merhum Meclisi, Bihâr-ul Envar'da bu cümleyi bazı masumlardan aktarmış, ancak isim zikretmemiştir, bkz: Bihâr, c: 25, s: 205.

[50]- Âl-i İmran / 79.

[51]- Nisa / 172.

[52]- Cinn / 26- 27.

[53]- Âl-i İmran / 49.

[54]- Yusuf / 102.

[55]- En'am / 50.

[56]- Âl-i İmran / 49.

[57]- Yunus / 3.

[58]- Bakara / 255.

[59]- Bakara / 254.

[60]- Nisâ / 64.

[61]- Yusuf / 97-98.

[62]- A'raf / 188.

[63]- Bakara / 285.

[64]- Maide / 3.

[65]- A'raf / 157.

[66]- Hadid / 25.

[67]- Hucurat / 13.

[68]- Kurtubi Tefsiri, c: 9, s: 6162.

[69]- Rum / 30.

[70]- Bakara / 285.

[71]- Maide / 15, 16.

[72]- İsrâ / 88.

[73]- Bakara / 23.

[74]- Bihar'ul Envar, c: 2 s: 280, 44. hadis.