İBRETLİ ÖYKÜLER İBRETLİ ÖYKÜLER



İmam Hüseyin Medresesi

Dr. Seyit Halil Tabatabai

Cilt:1 Derleyen: Ali EKBERİ




BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ÖNSÖZ

İnsan hayatında ibretli öykülerin bir çok olumlu etkileri olduğunu herkes teslim etmektedir. Öyle ki insan bir öyküyü okurken onun doğru olup olmadığına bile bakmaksızın kendi peyınaa bir ders almak ister ondan. Elbette ki okunulan öykülerin sıhhat derecesi her ne kadar fazla olursa insan hayatındaki etkisi de o kadar çok olur.

Bazen yüzlerce yıl nasihat ve öğütlerden ibret almayan insanların dahi tarihte vuku bulmuş bir olaydan ibret alıp kendine gelmesi görülmüş bir şeydir.
İşte biz de bu maksatla hem kendimize ve hem de değerli okuyuculara faydalı olduğuna inandığımız bir takım iblet verici olayları bir araya toplamayı istedik. Bu öykülerin doğru ve gerçek öyküler olmasına da oldukça dikkat

BELA VE MUSİBETLERE SABRETMEK

İmam hasan-i Mücteba(as)'ın çocuklarından çoğu Mansur-i Devaniki'nin zindanlarında can vermiş, şehid olmuşlardı. Bu çocuklarından biri de Ali b. El-Hasan idi ki kendisine Ali-i Hayr veya Ali-i Abid de diyorlardı. İbadet, zikir ve sabır açısından çok büyük bir makama ulaşmıştı.

Mansur'un zindanlara doldurduğu müslümanların hepsi de namaz vakitlerini Ali-i Abid'in bu zikir ve virdleri vesilesiyle ayarlıyorlardı. Zira yaptığı zikir ve ibadetler o kadar düzenli ve munazzam idi ki onunla vaktin girip girmediğini anlıyor ve ona göre hareket ediyorlardı. Günün birinde Abdullah b. Hasan (Amcası) zindanın zorluğu ve zincirlerin ağırlığından ona şikayette bulundu.

Ali-İ Abid'e şöyle dedi: "Bizim ne hallere düştüğümüzü ve ne belalara duçar olduğumuzu görmüyormusun? Niçin Allah'a dua edip de bizleri bu musibet ve beladan kurtarmasını istemiyorsun? "Ali-i Abid biraz sustuktan sonra şöyle dedi: "Amcacığım, cennette bizler için bazı derece ve makamlar vardır ki biz onlara sadece bu ve benzeri musibet ve belalara sabretmekle
yetişebiliriz.

Hakeza Mansur için de cehennemde Öyle mertebeler vardır ki ona da sadece bize böyle zulmetmesi sebebiyle ulaşabilir. Eğer istersen bu belalara sabreder ve çok geçmeden de kurtuluruz. Zira şehadetimiz yakındır. Ve eğer istersen de kurtuluşumuz için dua edelim. Ama bil ki, o zaman da Mansur cehennemdeki o mertebelerine ulaşamaz."

Abdullah b. Hasan bunu duyunca "Ben sabretmeyi tercih ederim" dedi. Gerçekten de üç gün sonra şehadete erdiler. Ali b. El-Hasan secde halindeyken bu dar-ı faniden göçtü. Abdullah onun uyukladığını zannetmişti "Yeğenimi uyandırın" diye emretti. Ama o çoktan şehid olmuş idi. Allah'ın rahmet ve bereketi onun üzerine olsun ve zalimler İçin yaşasın cehennem!'

FISK VE DEDİKODUCULUK

Adamın biri Ömer b. Abdulaziz'in yanına gelerek birini kötülemeye başladı. Onun hakkında ağzına gelen her şeyi söyledi. Halife onu iyice bir dinledikten sonra şöyle dedi: "Eğer istersen bu dediklerini inceler ve iyice bir araştırırım. Eğer dediklerin yalan ve asılsız ise o zaman sen fasık ve günahkar birisin demektir.

Dolayısıyla da şu ayetin muhatabı olursun: "Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu etraflıca araştırın."
Ve eğer dediklerin doğru ise o zamanda dedikoducu ve kovucu sayılır ve de şu ayetin muhatabı olursun: "Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren" (Kalem/11)

Ve eğer istersen de seni bağışlar ve affederim." Mezkur şahıs dediklerinden pişman oldu ve halifeden af dileyerek bir daha ömrü boyunca artık hiç kimsenin gıybetini
yapmamaya söz verdi."

İSLAMİ OLMAYAN METODLARLA BİRYERE VARILMAZ

Peygamberin hanımlarından biri olan Marİye-İ kıbtiye ibrahim" adında bir çocuk dünyaya getirdi. Resulullah bu çocuğa büyük bir ilgi ve muhabbet gösteriyordu. Ama daha 18 ay gibi az bir zaman geçmişti ki, ibrahim dünyadan göçtü, peygamber bu hadiseden çok etkilendi ve gözyaşı dökerek şöyle buyurdu: "Ey ibrahim gönüller yanıyor ve gözler ağlıyor senin için. Biz senin için mahzunuz. Ama Allah'in razı olmadığı bir şeyi de söylemeyiz."

Tüm müslümanlar bu hadiseden etkilenmiş, rahatsz olmuşlardı. O gün tesadüfen güneş tutulması meydana geldi. Müslümanlar: "Güneş tutulması yukarıdaki alemlerin de aşağı alemler ve peygamberle uyum içinde olduğunun nişanesidir. Bu hadise peygamberin oğlunun vefatı için vücuda gelmiştir dediler."

Elbette bu hadisenin denildiği gibi peygamberin oğlunun vefatı sebebiyle olmasının hadd-ı zatında hiç bir mahzuru yoktur. Zira peygamber için tüm alemlerin bile alt- üst
olması mümkündür. Ama bu olay denildiği gibi değildi sıradan bir tabiat olayı idi sadece, peygamber bu sözleri duyunca çok üzüldü, sükutu caiz bilmeyerek minbere çıkıp muslumanlara güneşin ibrahim'in vefatı sebebiyle tutulmadığını, sıradan bir olay olduğunu söyedi.

işte peygamberler ve Allah'ın büyük velileri ile siyasetmedarların farkı da buradadır, siyasetmedarlar halka hükümet etmek için her türlü vesileden istifade etmeyi caiz ve mubah bilirler, onların tek hedefi hükümetin başına geçmektir. Hükümete giden yolda kendi inançlarından dahi tavız ve ödün vermekten ictinab etmezler.

Meşru ve gayr-i meşru her türlü fırsatı değerlendirir, ganimet bilirler. Halkın cehaletinden istifade eder, olmadık hadiseleri kendilerine nısbet verirler. Hatta baz, idarecilerin bazı tabii olayları dahi kendi yolunun haklılığının bir şahidi olarak gösterdikleri dahi görülmemiş bir şey değildir. Mesela saddam Hüseyin iran'la savaş halindeyken İranda vuk'u bulan deprem olayını iran'ın haksız, kendisinin ise haklı olduğuna bir delil kabul etmişti.

---Ama peygamberler ve Allah'ın velileri böyle değildir Onlar hükümeti bir vesile olarak düşünürler. Asıl amaçlar, Allah'tır onların. Allah'ın rızasına uygun olmayan her metodu red eder ve sadece o'nun razı olduğu yolları dener ve kullanırlar peygamber halkın cehaletinden istifade ederek bu tabu olayı da kendine mal edebilirdi. Bu yolla bazılarının iman etmesi ve bazı müslümanların ise imanının güçlenmesi mümkündü. Ama peygamberin metodu bu değildir peygamberler daima ilim ve hikmet üzere hareket ederler

ilim ve hikmet üzere olmayan her türlü metodu reddederler.
işte burada islam'ı, parti yoluyla hakim kılmaya çalışan kimselerin yolunun da batıl olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Taguti metodlardan istifade ederek islamı hakim kılmaya çalışanlar, hakikatte peygamberi metodu terkedenlerdir. Bunların mantığına bakılırsa haşa peygamber bile orda akıllıca hareket etmemişti. Halkın cehaletinden istifade ederek kendi otoritesini sağlamaya çalışmalıydı!

peygamber (sav) islam'ın ruhuna uymayan hiç bir metodu kullanmamış, caiz bilmemiştir. Nitekim bazı arap kabileleri de peygamberin (sav) huzuruna varıp şöyle dediler: Ya Resulullah, bizim şu üç şartımızı kabul edersen biz de müslüman oluruz:
1) İzin verin, bir yıl daha kendi putlarımıza tapalım.

2) Namaz bizlere çok ağır geliyor, izin verin biz kılmayalım.
3) Bizlerden o büyük putumuzu kırmamızı istemeyiniz, "peygamber onlara cevab olarak şöyle buyurdu:"
Sadece üçüncü şartınızı kabul ediyorum (Yani eğer siz kırma sanız biz kırarız.)

Ama diğer iki şartınızı asla kabul etmiyorum."Görüldüğü gibi peygamber "Bunca arap kabilesi yanıma gelmiş müslüman olmak istiyor ben de şu anda bu şartları kabul edip hakimiyetimi güçlendirir ve daha Ondadan bu şartları reddederim." dememiştir. Belki açıkça böyle bir metodu asla tecviz etmemişlerdir.

Samimi müslümanlar da tıpkı peygamberler gibi davranmalı ve islami olmayan tüm metod ve vesilelerden ictinab etmelidir. Amacına ulaşmak için her türlü yolu meşru bilen kapitalist ve menfaatçi düşünceden uzak durmalıdır, peygamberin metodunu izlediği için zafere ulaşan iran islam inkılabını kendine

örnek edinerek inkılabı bir metodu takib etmelidir. Aksi taktirde daima kandırılacak, aldatılacak ve mahir siyasetmedarların siyasi kulislerinde oynatılan bir kukla olmaktan Öteye geçemeyecektir. Peygamberler ile tağutların hesaplaşması ilim hikmet ve silahların gölgesindedir; siyasi kulislerde değil...


HARAM SOFRADAN YEMENİN SONU

Şerik b. Abdullah-i Nahdi HZ. asrın ilim ve takvasıyla meşhur fakihlerinden biriydi. Abbasi halifesi Mehdi b.Mansur, ona kadılık makamını teklif etti. Ama Şerik, Abbasi hükümetinin onca cinayet ve hiyanetlerine ortak olmamak için bu görevi kabul etmedi. Zira bir maslahat üzere gerçekleşmeyen her türlü işbirliği zalimlerin yaptığı zulüm ve cinayetlere ortak olmak demekti. Halife bir defasında da şerik'e kendi çocuklarının Öğretmeni olmasını teklif etti. Ama şerik bunu da kabul etmedi ve izzet içinde geçen sade hayatını zulüm üzere inşa edilen sarayın işret dolu hayatına tercih etti.

Birgün halife şerik'i huzuruna celbederek ona şöyie dedi. "Bugün bu üç işten birini, Ya kadılık makamını ya çocuklarıma öğretmenlik yapmayı ya da öğle yemeğini benimle birlikte yemeği kabul etmen gerekir."

şerik b. Abduliah-i Nahdi zor bir durumda kalmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Hangisini kabul etsindi? kadılık makamını kabullenmenin vebal ve günah olduğunu çok iyi biliyordu. Halife'nin çocuklarına öğretmenlik yapmak da zor ve ağır bir işti. zira ister istemez saraya gidip gelecek ve adı saray mollasına çıkacaktı, sonunda kendi aklınca hareket ederek zalim halifeyle bîr öğle yemeğini yemeği kabul etti. Ona göre bunun hiç bir sakıncası yoktu.

Ne de olsa bir defaya mahsustu. Ama zavallı haram lokma yemenin insanın ruhunda ne gibi kötü etkiler yarattığını bilemiyordu? şerik'in üçüncü şartı kabul ettiğini öğrenen halife sarayın aşçı basısına" Bugün şerik için çok lezzetli ve nefis yemekler hazırla" diye emretti. Aşçıbaşı da halifenin emri üzere rengarenk, çok nefis yemekler hazırladı. Ömrü boyunca böylesi çeşitli ve lezzetli yiyecekler görmemiş olan şerik,

büyük bir iştahla yemeğe koyuldu. Bu manzarayı gören aşçıbaşı halifenin kulağına "Allah'a andolsun ki, artık bu adam kurtuluş yüzü görmeyecektir" diye fısıldadı. Zira aşçıbaşı haram yemenin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Haram lokmayla beslenen bir kalbin artık İslahının çok zor olduğunu yakinen derkediyordu.
Nitekim de Öyle oldu. Çok geçmeden şerik hem öğretmenlik ve hem de kadılık makamını de üstlendi. Kendine halife tarafından bir de maaş bağlandı.

Bir gün Mutemed ile tartışırken kendisine "Bize buğday mı sattın bu kadar ısrar ediyorsun?" dendiğinde, Şerik şöyle dedi: Ben size buğdaydan daha değerli bir şey, yani dinimi sattım."*1J
Evet islam alimleri bu hususta çok dikkatli olmak zorundadır. Zalimlerden uzak durmalı ve islam'ın haysiyetini lekelememelidirler. Zalimlerin her türlü hile ve desiselerine karşı uyanık olmalı, bir an olsun gaflet etmemelidirler.

Müslüman da yediği lokmaya çok dikkat göstermelidir. Çoluk çocuğuna verdiği her lokmanın hesab kitabını yapmalı, onlara şekkettiği şeyleri dahi yedirmemelidir. Bir lokma dahi olsun haram mal yiyen insan, o ölçüde de sürçecek, doğru ve salim bir şekilde hareket edemeyecektir. Özellikle de her tarafta haram mal yemenin kurnazlık olarak telakki edildiği güya çağdaş dünyada, müslümanlar bu önemli meseleye çok özen ve dikkat göstermelidirler.

İslami büyük şahsiyetlerin hepsinin de valideyninin haram lokma yememiş takvalı insanlar oluşu tesadüfi bir şey değildir. Belki hepsi de İlahi bir ölçü ve kanun çerçevesinde gelişmekte ve belli bir hasaba dayanmaktadır. Çocuklarının büyük şahsiyetler Olmasını isteyen valideyn, onların yiyecek ve içeceğine çok dikkat etmelidir ki.islam alemi yeni şerikler'e şahit olmasın.

KİLİSE DE YIKILIR!

Mir Eb-ul Kasım Fendereski adındaki büyük bir alim, seyahati esnasında küffar beldelerinden birine vardı, o şehrin büyük keşiş ve papazlarıyla sohpet ve tartışmalarda bulundu.
O şehrin ruhbanları dediler ki: "Bizim bu kilisemiz tam üçyüz yıl önce bina edilmiş Ama gördüğünüz gibi asla harab olmamıştır, sizin mescid ve camilerinizin çoğu yüzyıl bile dayanamadan hemen yıkılıyor. Herşeyin hakkaniyeti o şeyin koruyucusu olduğu esasını da göz önünde bulunduracak olursak bizim dinimizin hak olduğu açıkça anlaşılır. Eğer sizin dininiz hak olsaydı camileriniz masun kalır harabeye dönmezdi:"

seyyid Fendereski onlara dedi ki: Bizim camilerimizim yıkılması sizin kiliselerinizin ise baki kalması sizin dininizin hak olduğunu göstermez. Belki durum tam tersinedir. Zira bizim camilerde sahih bir şekilde namaz kılınmakta, Allah'a ibadet edilmektedir. Allah'ın adı ise azametli ve büyüktür.

Binalar buna tahammül edememektedir. Bu yüzden de çok geçmeden yıkılmaktadır. Ama sizin kiliselerde Allah'ın Zikri diye bir şey yoktur. Hatta orada bazı bozuk ve kötü ameller bile işliyorsunuz. Bu yüzden de binalarınız salim kalmaktadır. Eğer bizim o sahih ibadet ve zikirler olmasaydı bizim camilerimiz sizin kiliselerinizden daha dayanıklı olurdu. Hakeza Allah'ın adı sizin kiliselerinizde de anılacak olsa kiliseleriniz yıkılır yerle bir olur."

Ona dediler ki: Bunu denemek çok kolay bir iştir. Sen bizim kilisemize gir ve istediğin şekilde ibadet et ki yalan mı doğru mu dediğin belli olsun."
Seyyid Fendereski kabul etti. Allah'a Tevekkül ve tahir ecdadına tevessül ve temessük ederek abdest aldı ve Allah'ı zikretmek için onların büyük ve muhkem kilisesine

girdi.
Ahaliden bir çoğu orada toplanmış, olacakları bekliyordu, seyyid, ceddi Resulullah gibi ezan ve kamet getirdikten sonra niyet etti ve yüksek bir sesle tekbir getirdi. Tekbir getirdikten hemen sonra kiliseden dışarı çıktı. Çok geçmeden kilise korkunç bir sesle yıkıldı ve oradakileri büyük bir hayret ve şaşkınlığa düşürdü..."

RİYASET SEVGİSİ İNSANI KÖR VE SAĞER EDER

Memun diyor ki: "Birgün babamın yanında oturmuştum ki imam musa b. Cafer (as) çıka geldi. Babam (Harun) koşarak imamı kucakladı ve onu Meclisin üst yerine oturttu. Babam imamın heybeti karşısında zelil bir köle gibi oturmuş, bir türlü konuşmaya cesaret edemiyordu. İmam gitmek isteyince babam bana ve kardeşime onu evine kadar uğurlamamızı emretti.


Ben babama: "O Kim idi ki ona bu kadar ihtiram gösterdin? dedim. Babam, "O hilafetin asıl sahibidir" dedi. Ben "o halde hilafet makamını neden ona vermiyorsun?" dedim. Babam dedi ki:
"Oğlum, eğer hilafetim aleyhine kıyam edeceğine ihtimal versem seni bile öldürürüm" dedi.



KİBİRLİ ZENGİN OLMAK İSTEMEM

İmam sadık (as) buyurdu ki: Bİrgün zengin bir adam Resulullah'ın yanına oturmuştu ki, bir fakir gelip o zengin şahsın yanına oturdu. O zengin şahıs elbiselerini topladı. Resulullah şiddetli bir şekilde kızarak ona şöyle buyurdu:
"caba onun fakirliğinin sana da sirayet edeceğinden mi yoksa servetinin ona geçeceğinden mi korktun?"

O zengin şahıs yaptığı işe pişman olarak özür diledi ve şöyle dedi: "Ya Resulullah bu kötü amelimi telafi edebilmek için emvalimin yarısını ona vermek istiyorum" Hazret fakir şahsa "Acaba kabul ediyor musun?" diye sordu. Ama fakir şahıs red ederek şöyle dedi;
"Hayır kabul etmiyorum. Zira yarın ben de tıpkı onun gibi fakirlere hakaret gözüyle bakacağımdan korkuyorum!"'



İRŞAD VE TEBLİĞİN ÖNEMİ

Birgün Davud (as) tekbaşına sahraya çıktı. Allah-u Teala kendisine: "sana ne oldu da böyle tek başına sahraya çıktın?" diye sordu.
Hz Davud (as), Allah im seni mülakat etme aşkı benim ile kulların arasında bir engel oldu ve ben de bu yüzden tek başıma geldim." diye cevap verdi, kendisine hitab edildi ki:

"Ey davud insanların arasına geri dön. (Ve insanları irşad etmekle meşgul ol.) Eğer sapık bir insanı hidayete kavuşturur veya günahkar bir insanın elinden tutar da onu günah çukurundan kurtaracak olursan, seni beğenilmiş kullarımdan biri olarak yazarım."'1'

KÖLE MEVLASINDAN KORKAR

Mahallede saz ve eğlence sesi duyuluyordu. Evin Önünden geçen herkes içeride ne olduğunu tahmin edebilirdi. İşret sofrası açılmış şarap kadahleri, birbiri ardınca boşalıyordu. Evin hizmetçisi ise evin çöpünü dökmek için dışarı çıkmıştı. O anda yüzünde ibadet izleri görülen ve alnından uzun secdelerin eseri müşahade edilen bir zat da ordan geçiyordu. Mezkur şahıs cariyeye, "Bu evin sahibi kola midir yoksa hür mü"? diye sordu.

Cariye, "Hürdür" diye cevap verdi. O zat, "Hür olduğu halinden malumdur. Eğer köle olsaydı sahibi ve maliği olan Allah'ından korkar ve böylesi işret meclisleri tertib etmezdi.

Cariye İle mezkur şahıs arasındaki bu konuşma cariyenin gecikmesine sebeb oldu. Eve döndüğünde sahibi, niçin bu kadar geç kaldın?" diye sordu.

Cariye başından geçenleri bir bir anlatıverdi. Evin sahibi bu olanları duyunca bir müddet derin derin düşünmeye başladı, özellikle de "köle olsaydı sahibinden korkardı sözü bir ok gibi kalbine işlemişti.

Gayr-İ ihtiyari bir şekilde yerinden sıçradı ve ayakkabısını giymeye zaman bile bulamadan yalın ayak o zatın peşine düştü. Bu sözlerin sahibi imam Musa ibni cafer'i (as) buluncaya kadar sokak sokak koşturup durdu. Hazreti imam musa b. Caferi bulunca tövbe etmek için ellerine sarıldı O

gün yalın ayaklarla hidayet bulduğu için de artık ömrü boyunca bir daha ayakkabı giymez oldu. O güne kadar Bişr b. Haris b.Abdurrahman-i Mervezi diye tanınıyordu, ondan sonra kendisine "El-Hafi" yani,yalın ayaklı" demeye başladılar. Artık tüm Ömrü boyunca tövbesini bozmadı. Böylece O güne kadar bir ayyaş olan Hafi, artık dindar ve müslüman şahsiyetler arasında yer aldı.("

GAYRETİNİZ YOK MU?

Muaviye'nin askerleri Enbar şehrine saldırdılar. Şehrin valisi Hessan b. Hessan-i Bekri öldürdüler. Askerler tüm şehri ele geçirdiler. Muaviye'nin bazı askerleri müslüman ve gayr-i müslimlerin evlerine girdiler. Kadınların bilezik, kolye, küpe vb. şeylerini zorla çıkararak yağma ettiler. Onlar ise askerlere yalvarıp yakarmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Daha sonra Muaviye'nin askerleri büyük bir ganimet ile şehirden dışarı çıktılar.

Hiç kimse onlara mukabelede bulunmaya cesaret edememişti. Öyle ki, Muaviye'nin askerlerinden birinin burnu bile kanamamıştı.
Hz. Ali(as)bu üzücü ve acı olayı duyunca oldukça üzüldü. Hemen ateşli bir konuşma yaparak durumu müslümanlara bildirdi. Hazret konuşması esnasında şu manalı sözü buyurdu:
"Eğer bir müslüman bu acı olay sebebiyle ölecek olursa asla kınanmaz. Belki bana göre böyle bir ölüm (müslümana) yakışır bir ölümdür."

Şimdi de günümüze gelelim: Müslüman bir kadın için en değerli ziynet olan baş örtüsüne el uzatan islam düşmanları karşısında vurdumduymaz davranan ve es geçen kimselere ne demeli? Hz.Ali (as) mûslüman kadının mücevheratına el uzatan Muaviye'nin askerleri karşısında ölümü temenni ediyor ve ölümü yaşamaya tercih ediyordu.

İslam ve kur'an'ın mukaddesatından biri olan mûslüman kadının başörtüsüne el uzatan islam düşmanları karşısında alnını bile buruşturmayan müslümanların gayretine ne oldu? Eğer Hz.Ali yaşamış olsaydı kimbilir biz müslümanlara ne derdi?
Tüm müslümanların gayrete geldiği ve islam mukaddesatına uzanan ellerin kırıldığı günleri görmek ümidiyle..."


HANGİ DAVETE İCABET ETMEMELİYİZ?

Hz.Ali'nin hükümeti zamanında Basra'nın valisi Osman b. Hanif-i Ensari idi. Basra'nın eşraf ve a'yan takımından birisinin evinde ziyafet veriliyordu. Rengarenk yemekler, çeşit çeşit içecekler sofralara ayrı bir güzellik ve çekicilik kazandırmıştı. Köle ve cariyeler yemekleri elden ele gezdiriyor, habire gidip geliyorlardı. Bu düğün ziyafetine sadece zenginler çağrılmıştı. Bir tek fakir kimse göze çarpmıyordu.

Yemeğe davet edilenlerden birisi de Basra'nın valisi osman b.Hanif-i Ensari idi. Osman da kimin valisi olduğundan gaflet ederek bu daveti kabul etmiş ve ziyafete katılmıştı. Zira o eğer Hz.Ali'nin valisi olduğunu hatırlamış olsaydı asla bu daveti kabul etmezdi. İslam ve Kur'an'ın gerçek savunucuları olan fakir ve kimsesizlerin davet edilmediği bir ziyafete katılmak müslüman bir idareciye yakışır bir şey değildir.

Hz.Ali bu haberi duyunca çok üzüldü. Hemen Osman'a bir mektup yazarak onu sert bir dille kınadı ve tüm müslümanlara hayat dersi veren şu veciz sözü buyurdu:

"Ben fakir ve fukaranın olmadığı, sadece zenginlerin davet edildiği bir ziyafete katılacağını hiç tahmin etmiyordum!
Biz müslümanlar da işte böyle olmalıyız. Sadece zengin ve eşraf takımının davet edildiği her türlü toplantı ve celeselere katılmamalıyız. İslam'ın gerçek savunucuları her zaman fakirler ve yalın ayaklılar olmuştur.

İslam inkılabı da işte bu mustaz'af İnsanlar eliyle kuruldu. Nitekim İmam Humeyni (r.a)bir konuşmasında şöyle buyuruyor:
"Toprak ve ahşap evlerde yaşayan şu yalınayaklı fakirlerin bir tek saç telini bütün bu saraylarda oturanlara değişmem"


CENNETLİK ADAM

Enes diyor ki; "Birgün Resulullah'ın yanında oturmuş, sohbet ediyorduk. Resulullah bir ara şöyle buyurdu: "Az sonra cennetlik birisi buraya gelecek" Az sonra sağ eliyle abdestini kurulayan ve sol elinin baş parmaklarına da nalinlerini asan yaşlı birisi geldi ve selam verdi. Ertesi gün ve daha sonraki günde hazret aynı şeyi buyurdu ve o yaşlı adam gelip selam verdi.

Her üç gün de orada hazır bulunan Abdullah b.Amr b.As o yaşlı adamın evine gidip amellerini ve manevi makamını yakından görmek istedi.
Abdullah o yaşlı adamın yanına gidip şöyle dedi:Ben babamla küstüm. Tam üç gün eve dönmemeye and içtim. izin verirseniz sizin yanınızda kalmak istiyorum. "Yaşlı adam Abdullah'ın bu isteğini kabul etti ve Abdullah da yaşlı adamın evine gitti.


Abdullah şöyle diyor: "Bu üç gün zarfında yaşlı adamın bir defa dahi olsun kalkıp da özel bir ibadette bulunduğunu görmedim. Sadece yatağa uzanınca Allah'ı zakrediyordu. Gece boyunca dinleniyordu. Sabah namazı için kalkıyor ve abdest alıp namazını kılıyordu o kadar. Ama bu müddet zarfında ondan hiç kimse hakkında kötü bir söz işitmedim.

Herkesin hayrını İsterdi.
Nihayet üç gün sona eriyordu. Yaşlı adamın ibadetleri gözümde o kadar naçiz ve az idi ki, neredeyse onu tahkir edecektim. Onu tahkir etmemek için kendimi zor tutuyordum. Kendisinden ayrılırken şöyle dedim:Ben babamla küsmüş değildim. Resulullah senin hakkında şöyle-böyle buyurdu ve ben de sizleri yakından tanımak İstedim.

Ama senin fazla bir ibadetinin olmadığını gördüm. Bilemiyorum seni bu makama ulaştıran nedir? Resulullah'ın senin hakkında öyle buyurmasına sebeb olan nedir?"

Yaşlı adam şöyle cevap verdi: "Evet benim fazla bir ibadetim yoktur. Ne varsa gözlerinle gördün. Bundan başka bir ibadetim yok benim." Abdullah o yaşlı adamın yanından uzaklaşırken yaşlı adam arkasından kendisine şöyle seslendi:

Benim zahiri ibadetlerim gördüğün şeylerden ibarettir. Ama hiç bir müslümana karşı kin ve öfke beslemedim. Allah'ın kendisine nimet verdiği birisini asla kıskanmadım. Hiç bir müslümanın kötülüğünü istemedim."
Abdullah da şöyle dedi: "Seni Allah'ın rahmet ve lütfuna nail kılan da işte bu hüsn-i niyyetin ve hayır sever bir kimse olmandır. Biz asla senin gibi temiz kalpli ve diğergam olamayız."

BEHLÜL VE ALİMİN BİRİ

Günün birinde Behlül bir alimin ders verdiği yerden geçiyordu. O alim talebelere ders vermekle meşgul idi. Mezkur alim ders esnasında talebelerine şöyle diyordu:
"İmam sadık bir takım şeyler söylemektedir ki ben bunları kabul etmiyorum. Mesela o diyor ki Şeytan cehennemde yanacaktır. Bu olacak şey midir? Zira Şeytan ateşten yaratılmıştır. Dolayısıyla da ateş ile azab görmesi makul bir şey değildir. Belki o başka bir şeyle azap görecektir. Hakeza İmam Sadık diyor ki, Allah görülmez.

O gözle görülmekten münezzehtir. Halbuki bu da doğru değildir. Zira Allah da mevcuttur. Vücudu olan bir şeyin gözle görülememesi kabul edilir bir şey değildir. Hakeza İmam Sadık diyor ki, insanın amellerinin faili bizzat kendisidir. Bana göre bu da doğru değildir. Zira bir çok delillerden de anlaşıldığı gibi her şey Allah'tandır. Dolayısıyla insanın amellerinin faili de Allah (cc)tır."

Behlül bu saçma sözleri duyunca yerden taşlaşmış bir çamur parçasını alarak o alime attı ve kaçtı. Behlülün attığı bu taşlaşmış çamur parçası alimin alnına isabet etti ve alnını yaraladı. O alimin talebleri Behlül'ün ardına düşerek onu yakaladılar ve Harun-ur Reşid'in yanına götürdüler. O alim halifeye dediki:

Behlül bana taşlaşmış bir taş parçası atarak alnımı yaraladı. Ondan şikayetçiyim. "Behlül alime, acaba bana çektiğin acıyı gösterebilir misin? diye sordu. Alim, "sen aklını mı kaçırdın, dert hiç görülür mü? "dedi.

Behlül,o halde derdin yok demektir. Zira eğer mevcut ve var olsaydı mutlaka görülürdü. Sen de bunu söylemiyor muydun? Üstelik sen de topraktan yaratılmış değil misin? Sen demiyor muydun ki hiç bir şey kendi cinsinden olan bir şeyle azab görmez. Ben de sana kendi cinsinden olan bir şeyi attım. O halde canının acımaması ve dert çekmemen gerekmez mi? Üstelik sen insanların amelinin faili de Allah'tır demiyor muydun? O halde seni inciten de ben değilim, belki Allah'tır." diye cevap verdi.
Behlül böylece bir taşla üç kuş vurmuş oluyordu. Bir hareketiyle o alimin üç tane hatasını gözler önüne serdi.
Behlül'ün aklına şaşan Harun-ur Reşit, için İçin güldü ve onu serbest bıraktı."



AKİL'İN İSTEĞİ

Savaik-i Muhrike kitabında şöyle yer almıştır: "Akil (Hz.Ali'nin (a.s) kardeşi) birgün hazretin huzuruna vararak ondan yardım İstedi ve şöyle dedi: Ben muhtacım bana bir şey bağışla ve elimden tut. "Hazret Ali (a.s) ona, "Biraz sabret önce beytulmalı müslümanlar arasında taksim edeyim daha sonra kalırsa sana da veririm." Dedi. Ama Akil ısrar etti ve yine ondan yardım istedi. Hazret Ali (a.s) yanındakilerden birine şöyle buyurdu:

"Akil'in elinden tut ve onu pazarın orta yerine götür. Sonra da ona bir dükkan göster anahtarını kırsın ve içinde ne varsa alıp götürsün!" Akil hiç beklemediği bu durum karşısında, "sen benim bir hırsız olarak yakalanmamı mı istiyorsun?" dedi. Ali (as) ona cevab olarak şöyle buyurdu: "Sen de benim beytulmalden çalmamı istemiyor musun?" Akil de cevab olarak "Ben de Muaviye'nin yanına giderim" dedi. Hazret "beni ilgilendirmez.

Sen bilirsin ve Muaviye" diye buyurdu. Akil de Muaviye'nin yanına gitti. Ondan yardım istedi. Muaviye de ona yüzbin dirhem para verdi ve ona dedi ki, "şimdi de minbere çıkıp Ali'nin sana yaptığını anlat ve sonra da benim sana ihsan ettiğimi söyle" dedi. Akil İse minbere çıkarak halka şöyle dedi: "Ey insanlar, ben Ali'den yardım İstedim, ama o dinini koruyarak bana yardımı reddetti. Ama Muaviye'den yardım istedim o beni dininden Öne geçirdi. Dinini bırakarak bana sarıldı!""'

HALİFENİN YEMEĞİ

Günün birinde Harun Reşid yediği yemeğin bir miktarını kölelerinden biri vasıtasıyla Behlul'e gönderdi. Köle de yemeği alarak Behlülün yanına vardı. Behlül, kölenin bütün ısrarlarına rağmen bir türlü yemeği kabul etmiyor ve yemeyeceğini ifade ediyordu. Köle fazla ısrar edince de Behlül ona şöyle dedi: "Ben yemiyorum,

eğer istiyorsan şu fırının arkasındaki köpeklerin önüne at ki, o zavallı hayvanlar doysunlar. "Köle BehlüTün bu sözüne kızarak şöyle dedi: "Ey ahmak insan, bu halifenin özel yemeğidir. Eğer bu yemeği vezir ve devlet adamlarından birine götürmüş olsaydım bana hediye bile verirlerdi. Ama sen böyle konuşuyor ve halifenin yemeğine karşı küstahlık ediyorsun?"
Behlül ise gayet sakin bir halde ona şöyle dedi: "Yavaş konuşsan olmaz mı?Eğer köpekler bile bu yemeğin halifenin olduğunu duyacak ofurlarsa asla yemezler.

EN FAZİLETLİ AMEL

Allah-u Teala Hz. Musa'ya şöyle hitab etti: "Ya Musa ömrün boyunca benim için bir tek iş yaptın mı?"
Hz. Musa şöyle arzetti: "Yarabbi, ben senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekat verdim ve de daima seni zikrettim."
Allah-u Teala şöyle buyurdu: "Namaz seni cennete götüren bir kılavuzundur. Oruç ise seni ateşten koruyan bir kalkandır. Zekat da senin için bir nurdur. Zikir ve virdin ise senin için süslü cennet sarayları şeklinde tecessüm edecektir."
Hz.Musa arzetti: "Allahım o halde beni kendine mahsus olan şeye hidayet et."

kendisine şöyle hitab edildi: "Allah'ın dostlarına dost ve düşmanlarına karşı da düşman ol"
Böylece Hz. Musa da anladı ki İbadet ve amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve de Allah için buğzetmektir.

MİSAFİRPERVERÜK

Adamın birisi Resulullah'ın yanına vararak aç olduğunu söyledi. Resulullah da onu hanımlarının yanına gönderip kendisine birşey ihsan etmelerini emretti. Ama Resulullah'ın hanımları evde sudan başka bir şeyin olmadığını ifade ettiler. O zaman da peygamber:

"Bu adamı bu gece ağırlayacak kimse yok mu? diye buyurdu. Hz.Ali (as): "Onu bu gece ben ağırlayacağım" diye arzetti.
Hz,Ali (a.s) o misafiri de yanına alarak eve gittiler. Ali (as), Hz.Fatıma(as)'a evde misafire verilecek bir şeyin olup olmadığını sordu. Hz.Fatıma(as) "Evde çocuklar için ayırdığım bir miktar yiyecek var, ama misafiri çocuklarıma tercih ederim" dedi.

Ali (a.s) "o halele çocukları uyut ve çırağı söndür dedi. Hz. Fatıma da çocukları uyuttu ve çırağı söndürüp yemeği misafirin önüne koydu. Hz. Ali (a.s) de ağzını hareket ettirerek adeta birşeyler yiyiyormuş gibi yapıyordu. Böylece misafir Hazretin de yemek yediğini sanıp rahat bir şekilde

yemeğini yemekli meşgul oldu. Misafir doyuncaya kadar yedikten sonra yemekten el çekti. Ama henüz (Allah'ın bereket ve fazlıyla) tabak yemek ile dop-dolu duruyordu. Sabah olunca Ali (as) namaz farizesi için camiye gitti. Namaz kıldıktan sonra peygamber Hz. Ali'ye baktı ve gözlerinden yaşlar döküldü.

Sonra da ona şöyle buyurdu: "Allah-u Teala sizin bu amelinizi çok beğendi ve şu ayeti nazil buyurdu: "Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler." (Haşr/9)
Ayetin muhatabı olanlar ise Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin idi. Allah-u Teala bizleri dünya ve ahirette onların muhiplerinden karar kılsın ve ahirette de onların şefaatinden mahrum etmesin...

İMAM MUHAMMED TAKİ (A.S)VE ALİMLERİN HASEDİ

Abbasi halifesi Mu'tasım zamanında kadı, Ahmed b.Ebi Davud'un çok yakın bir dostu olan Zerkan şöyle diyor: "Günün birinde Ahmed, halifenin yanından dönünce oldukça öfkeli ve kızgın olduğunu gördüm. Kendisine, "Niçin bu kadar öfkeli ve kızgınsın" diye sordum. Ahmed, "Şu imam cevad'ın (Muhammed Taki) elinden bıktım usandım doğrusu, keşke yirmi yıl önce ölseydim de bugünü görmeseydim!" dedi. Ben "Niye ne oldu ki?" diye sordum. Ahmed şöyle devam etti: "Halifenin huzuruna hırsızlık yaptığını kabul ve itiraf eden bir hırsızı getirdiler.

Halife Mutasım haddın nasıl uygulanması gerektiğini sordu. Halife bu soruya cevab vermeleri için tüm alimleri celbetti. Bu sebeble İmam Cevad'ı da davet etmişlerdi. Halife haddin nasıl uygulanması icab ettiğini sorunca biz "Bilekten kesilmelidir" diye cevab verdik. Halife o zaman "deliliniz nedir?" diye sordu. Biz dedik ki, "Zira el kelimesi hem parmaklara ve hem de avucun içine şamil olmaktadır." Nitekim teyemmüm ayeti de buna delalet etmektedir: "Yüzlerinize ve ellerinize sürün" (Nisa/43) Alimlerin çoğu da bizleri teyid ettiler.

Alimlerden bir kısmı da şöyle dediler: "Dirsekten kesmek gerekir. Zira Allah-u Teala da "Ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. (Maide/6) ayetinde elleri dirseklere kadar tayin etmiştir.

"Diğer bazı alimler de ellerinin omuzdan kesilmesi gerektiğini ifade ettiler. Onlar da örfte elin parmak uçlarından omuza kadar delalet ettiğine istidlalde bulundular. Halife bu esnada İmam cevad'a (as) "Bu hususta senin görüşün nedir?" diye sordu. İmam ilkönce halifeden kendisini mazur görmesini istedi. Ama halife ısrar edince imam (as) şöyle buyurdu: "Alimlerin dediklerinin hiç birisi de doğru değildir. Hırsızın baş parmağı dışındaki dört parmağı kesilir.

Halife imama da "delilin nedir?" diye sordu. O da şöyle dedi: peygamber (as) bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Secdede insanın yedi uzvu yere değmelidir. Bu yedi yer şunlardır: Alın, iki el,iki diz ve ayakların iki başparmağı. Eğer siz hırsızın elini bilekten veya dirsekten ya da omuzdan kesecek olsanız secde için bir şey baki kalmaz ki? Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyuruyor: "Şüphesiz meseldir (secde mahalleri) Allah'a aittir, (cin/18) Allah için olan bir şey ise asla kesilmez.
Mutasım bu hükme sevindi ve de isnamsn fetvası üzere o hırsızın parmaklarını kestiler.

Zerkan daha sonra şöyle diyor: Bu olaydan üç gün sonra Ahmed halifenin huzuruna çıkarak şöyle dedi: "Ya Emir-el müminin sana nasihat etmeye geldim. Zira sana bir hususta nasihat etmeyecek olursam küfran-i nimet suçundan cehemnem ateşinden yanmaktan korkuyorum. "Halife o nasihat nedir?" diye sordu.

Ahmed şöyle dedi: HSen üçgün önce alimlerin hepsini bir araya topladın ve onlardan bir hususta görüşlerini izhar etmelerini söyledin. Sonunda da hepsinin görüşünü reddedip onca görüş ve fetva arasında İmam Cevad'ın görüşünü seçtin ve beğendin. Şu anda da İmamın taraftarı olan bir sürü kimse var. Onların bir fırsatını bulup kıyam etmelerinden ve hilafeti Beni Abbas'tan alarak ona vermelerinden korkuyorum."

Halife bu sözleri duyunca çok öfkelendi. Ahmed'e teşekkür etti. Yazarlardan birine bir ziyafet vermesini ve yine bu ziyafete imam cevad'ı da davet etmesini emretti. İmam bu ziyafete davet ettiklerinde İlkönce kabul etmedi. Ama ısrar ettikleri İçin sonunda kabul ederek ziyafete katıldı

.zalimler imam'ın yemeğine zehir katmışlardı. İmamı yemekten bir lokma alınca yemeğin zehirli olduğunu hemn anladı zehir çok güçlüydü. Hemen İrnam'ın mübarek bedenine etki yaptı. Nitekim İmam bir gün sonra da Allahın rahmetine kavuştu.
Böylece imam hasud bir alim ve zalim bir halifenin eliyim Allah dünya ve ahirette bizleri Kur'an ve Ehl-i beytten ayırmasın..

PEYGAMBER EFENDİMİZİN AHLAKI

Peygamber (as)günün birinde bir yerden geçerken o mahallenin çocukları hazretin etrafını sararak ona şöyle dediler: "Bizi de omuzlarına bindir. Hasan ve Hüseyin'e deve oluyor ve omuzlarına bindirerek gezdiriyorsun. O halde bizi de omuzlarına bindirip doyuncaya kadar gezdirmelisin. Aksi taktirde seni serbest bırakmayız."
Peygamber (s.a.v) orada hazır bulunan Bilal'e şöyle buyurdu: "Çabuk eve git,ne bulursan getir de fidye vererek kendimi bunlardan kurtarayım."

Bilal Hz. Resulullah'ın evine gitti ve az sonra elinde sekiz tane ceviz olduğu halde geri döndü, peygamber-i Ekrem o sekiz cevizi kendisini rehin alan çocuklar arasında taksim etti ve böylece özgürlüğüne kavuştu. Hazret bu esnada latife ederek şöyle buyurdu: "Allah-u Teafa kardeşim Yusuf'a rahmet etsin, onu az bir parayla sattılar, beni de sekiz tane cevize değiştirdiler..."1


İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN ÖLÇÜSÜ

Günün birinde Hz.Ali (as) ashabına dönerek şöyle buyurdu: "Ben Ömrüm boyunca hiç kimseye ne iyilik ettim ve ne de kötülük" Orada olanlar şaşırıp kaldılar. Nasıl olurdu bu? İslam'ı kabul ettiği çocukluk döneminden şimdiye kadar tüm ömrünü islam ve müslümanlara hizmet ile geçiren bir İnsan nasıl olur da "Ben hiçkimseye iyilik etmedim?" der. Hiç kimseye kötülük etmediği doğrudur. Zira tarih hazretin hayatı

boyunca bir tek (velev ki küçük olsun) hata ve haksızlığına şahid olmamıştır. Ama hazretin hiç kimseye İyilik etmediği inanılır şey değildi. Ashab düşündü taşındı, ama bir türlü bu sözün manasının ne olduğunu bulamadı. Sonunda hazrete "Ey emir-el Müminin biz bu sözün manasını anlayamadık. Bize izah eder misin?" dediler. Hazret ise onlara şu güzel ve ibret dolu sözü söyledi "Herkim birine İyilik ederse bunun mükafat

ve karşılığı kendisine aittir. Hakeza birine kötülük eden kimse ise o kötülüğün cezasını Hindisi görecektir. O kötülüğün kötü akıbeti kıyamette onu Çepeçevre saracak kuşatacaktır.

O halde hakikatte mezkur şahıs kendi kendine iyilik etmiş veya kötülükte bulunmuş olmaktadır. Dolayısıyla da başka birine iyilik veya kötülükte bulunmuş sayılmaz."Hazretİn bu zarif ve binlerce nükte gizli sözünü duyanlar parmaklarını ısırmaktan kendilerini alamadılar. Nitekim Kur'an-i kerim de bu hususta şöyle buyuruyor:

"Artık kim bir zerre ağırlığı hayır yapmışsa görür onu. Ve kim bir zerre ağırlığı şer yapmışsa görür onu" (zilzal/7-8)
O halde birine iyilik eden bir İnsanın ona karşı minnet etmesi ve yaptığı hayrı karşı tarafın daima yüzüne vurması islami bir davranış olamaz ve değildir de.

Belki iyilik eden bir insan, hakikatte kendi nefsine iyilik ettiğini düşünerek sevinmeli, mutluluk duymalıdır. Hakeza insanlara zulmeden zalimler de bununla gurur duymamalı; belki hakikatte kendine kötülük etti diye oturup ağlamalı yaptığı cinayet ve kötülüklerden el çekmelidir. Amellerin tecessümü hakikati de Kur'an ayetleri ve bir çok hadislerin ortaya koyduğu inkar edilmez bir hakikat olup hazretin bu sözünü de teyid ve tekid eder bir konumdadır.

BABAYA SAYGISIZLIĞIN CEZASI

Hz. Yusuf gömleğini kardeşleriyle birlikte babasına gönderince babası o gömleği gözlerine sürdü ve böylece yeniden gözleri açıldı. Hz.Yakub yeniden gözlerine kavuşur kavuşmaz hemen oğullarına Mısır'a doğru harekete geçmelerini emretti. Hz.Yakub oğullarıyla birlikte tam dokuz günlük uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Mısır'a ulaştı.

Yusuf büyük bir şevket ve azametle Mısır'dan dışarı çıktı. Mısır halkından binlercesi de Hz.Yusuf'un ordusuyla birlikte şehrin dışına çıkmışlardı. Hz.Yakub oğlu Yusuf'u bu halde görünce tanıyamadı ve oğlu yehuda'ya "Bu şahıs Mısır'ın firavunu mudur?" diye sordu, yehuda, "Hayır babacığım, bu senin öz oğlun yusuf'tur" diye söyledi.

Hz.Sadık(as) bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Yusuf babasını görünce ona ihtiram olsun diye atından inmek İstedi. Ama kendi celal ve haşmetine bir teveccüh edince vazgeçti. Görüşme merasimi sona erince Cebrail Hz.Yusuf'a nazil olarak ona şöyte buyurdu; "Ey Yusuf Allah-u Teala buyuruyor ki sana ne oldu da bizim salih kulumuzun ihtiramına atından aşağı İnmedin? Şimdi de ellerini aç ve gör!

"Hazret ellerini açınca ansızın avuçlarından bir nur yükseldi. Hazret Cebrail'e "bu neydi?" diye sordu. Cebrail "Bu nübüvvet nuru idi. Baban Yakub'a ihtiram göstermediğin için bu nübüvvet nuru senin sulbünden alındı. (Artık senin soyundan peygamber çıkmayacaktır.)

Allah-u Teala babasına saygısızlık ettiği İçin peygamberlik makamını Hz.Yusuf'un soyunda değilde de babasına çok saygılı olan Yusuf'un kardeşi Lavi'nin soyunda karar kıldı. Nitekim Lavi Hz. Musa'nın (as) üç göbek öteden dedesidir.'i"

MEĞERSE HARUN'A AĞLIYORMUŞ?

Günün birinde Behlül Harun'un sarayına girdi. Harun'un tahtını boş görünce hemen geçip onun tahtına oturdu. Aniden Harun'un muhafızlarından biri içeri girmez mi? Behlül'ü Harun'un saltanat tahtında görünce küplere bindi. Hemen Üzerine saldırarak kamçılarla onu dışarı attılar. Behlül ise dışarıda bir köşeye oturup hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Harun Behlül'ün ağladığını görünce muhafızlardan birine onun niçin ağladığını sordu. Muhafız, "Ben içeri girince onun küstahlık edip sizin saltanat tahtınıza oturduğunu gördüm ve bu sebeble de onu kamçılayarak dışarı attım." dedi.
Harun Behlül'ün yanına gidip ona teselli vermeye ve onun kırık gönlünü almaya çalıştı. Ama Behlül gayet temkinli bir halde ona şöyle cevap verdi: "Ben kendim için ağlamıyorum.

Belki senin için ağlıyorum. Zira ben bir kaç dakika o zulüm tahtına oturdum diye bunca dayak ve hakarete uğradım. Şimdi ben de seni düşünüyorum, zira sen yıllardır bu zulüm tahtına oturuyorsun, bu yüzden Allah bilir basına neler gelecek! İşte ben buna ağlıyorum.

ASIL PEHLİVAN KİMDİR?

Günün birinde Allah'ın velilerinden birisi yoldan geçerken dev gibi iri ve cüsseli bir pehlivanı gördü, pehlivan sinirden deliye dönmüş, küplere binmişti. Ağzı köpüklenmiş gözleri kıpkırmızı olmuştu. Onu o şeklide gören bir insan ister istemez ve dehşete kapılmaktan kendini alamıyordu.

Allah dostu olan veli oradaki birine "ne olmuş, bizim pehliva kudurmuş mu?" diye sordu. Adam, "birisi ona sövmüş de, ona kızmış!" dedi. Veli gülerek şöyle dedi: "Bu adam bir ton ağırlık kaldırır da bir tek söze tahammül edemez mil?

ASIL HIRSIZ KİMDİR?

Abbasilerin 7.halifesi Me'mun'a bir dervişin açıkça hırsızlık yaptığını haber verdiler. Me'mun o dervişi yanına celbetti. Dervişin alnında uzun secdelerin ve sürekli İbadetlerin eseri vardı. Me'mun "Bunca ibadet ve secdeye rağmen hırsızlık ettiğin doğru mudur? diye sordu. Derviş, "Ben mecbur kaldığım için bu işe mürtekip oldum.

Zira sen beni hums ve beytulmalden mahrum ettin!" Dedi. Me'mun, "Senin hums ve beytulmalden ne hakkın var?" diye sordu. Derviş ona cevab olarak şöyle dedi: Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri muhakkak Allah'ın Resulün yakınların, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. eğer Allah'a hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün (bedir'de) kulumuza indirdiğimize iman ediyorsanız (ganimeti böyle bölüşün) (Enfal/41)

Derviş daha sonra Me'mun'a şöyle dedi:Ben de yolda Kalmış bir insanım o halde niçin bana humstan ve beytulmalden vermedin?"
Me'mun ona şöyle dedi: "Allah'ın hırsızlık için tayin ettiği haddin uygulanmasını bekle ve de bu boş sözlerini kendine
Derviş ona şöyle dedi; "İlkönce kendini temizle sonra başkasını temizle. Allah'ın haddini ilkönce kendine uygula sonra başkasına!" Me'mun orada hazır bulunan İmam Rıza'ya (as) bakarak şöyle dedi:

"Bu ne demek istiyor?" İmam, MO diyor ki sen de hırsızlık etmişsin, işte bu yüzden ben de hırsızlık ettim." Me'mun şiddetle kızarak şöyle dedi: "Allah'a andolsun ki elini keseceğim." Derviş, "Sen benim kötem olduğun halde bana bunu yapabilir misin?" diye sordu. Me'mun küplere binerek, "Yazıklar olsun bana, ben mi senin kölenim?" diye sordu. Derviş şöyle dedi: "Senin anneni müslümanların beytulmalından aldılar o halde sen

tüm möslümanların köiesisin. Onlar seni azad etmedikçe köle sayılırsın. Ben de onlardan biri olarak seni azad etmiyorum. Ama sen beytülmali çalarak Ehi-i Beyti ve beni hakkımızdan mahrum ettin. Üstelik günahkar bir insan başka bir günahkarı temizleyemez. Belki günahkarı takva sahibi birisi temizlemelidir.

Boynunda had (şer'i bir ceza) olan birisi kendine had cari kılmadığı müddetçe başkasına had uygulayamaz. Acaba Allah'ın şu kelamını duymadın mı: "Sîz İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi mi unutuyorsunuz? Oysa siz kitab okumaktasınız. Yine de akıllanmayacak mısınız?" (Bakara/44).
Me'mun bu arada yine imama dönerek, "Bu şahıs

hakkındaki görüşünüz nedir?" diye sordu. İmam Rıza (as)şöyle buyurdu: "Allah-u Teala peygamberine şöyle buyurdu:" Deki "En üstün ve apaçık delil Allah'ındır." (En'am/149) Öyle ki, hiç kimse için bir özür ve bahane bırakmamaktadır. Bu da alimin ilmiyle anladığı gibi cahilin de cahil olmasına rağmen anladığı ve derkettiği bir hüccettir. Dünya ve ahiret delil ve hüccet üzere bina edilmiştir. Bu şahs güzel bir delil getirdi."

Me'mun da sonunda o dervişi serbest bırakmak zorunda kaldı. Ama çok geçmeden tüm tağut ve zorbaların ayrılmaz bir parçası olan zor ve kaba kuvvet mantığına başvurarak İmam Rıza'yı ve onun bazı dostlarını şehid etti. Zalimler tarih boyunca hep aynı metoda başvurmuşlardır. Akıl ve hikmet karşısında bir sözü kalmayınca hak ve hakikat ehlini zindan, işkence vb. vesilelerle susturmaya çalışmışlardır. Onlar bu hareketleriyle Allah'ın nurunu Ötürükle söndurebiteceklerini zannetmişlerdir.

-------
1- Hikuyeler ve ibretler c.2 S.86-87