HZ.12 İMAMLAR HUTBESİ HZ.12 İMAMLAR HUTBESİ





HZ.12 İMAMLAR HUTBESİ

(Ş. SEYYİD SAFİ & VİRANİ ABDAL BUYRUĞU 1)
Derleme ve Çeviri: Sefer AKKUŞ (Erzincanlı)
Fatıma Ana Yayınları

Fatıma Ana Yayınları: 17
Kitabın Adı:
Hz. 12 İmamlar Hutbesi (Ş. Seyyid Safi & Virani Abdal Buyruğu 1)
Yazarı:
Ş.Seyyid Safi & Virani Abdal
Derleme ve Çeviri:
Sefer Akkuş (Erzincanlı) irtibat Telefonu: 0538 334 92 40
Kapak & Mizanpaj:
Baskı:
Haziran 2008
İsteme Adresi:
Saadet Dere Man. 65. Sok. No: 12
Esenyurt-İstanbul Tel: (0212) 690 95 33

İTHAF

Bu kaynaklan derleyip bir araya getirmede yardımı olan dostlara arkadaşlara husulsen bu çalışma için bilgisayarlarında aylarca bizlere kolaylık sağlayan Dost radyo sahibi Aydın Can Ağyüz beye Babası Hamza beye, değerli radyo çalışanları arkadaşlara yardımlarından dolayı teşekkürü borç biliriz.

Hak, Muhammed ve Ali dostlarının taraftarlarının sevenlerinin himmet ve dualarını bekler hâsıl olan sevap ve hayırı Hakka yürümüş anne, babama diğer geçmiş taallukatıma ithaf ederiz.
Hak, Muhammed ve Ali, imamların, evlatlarının yolunda kalınız ki yolun sonu Kevser kenarıdır. Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.a) Kevser'dir. Saki Hazreti İmam Murtaza Ali'dir, Oniki İmamlardır.
SEFER AKKUŞ (Erzincanlı)


GİRİŞ

Tercümesi sunulan Hazreti Oniki imamlar hutbesi, Şeyh Seyyid Safi ve Virani Abdal risale buyruklarına geçilmeden önce buyruk sahipleri ve yaşantıları ve Anadolu'daki nüfuzları hakkında bazı bilgiler verilmesi uygun görülmüştür. Yüzyıllar evvel yazılı olan bu buyrukların sahiplerinin gerçek evliya ve mürşid-i kâmil olduklarını o günlerin şartlarında böyle bir düşünce ve inanç içinde olmaları, insanlara yol göstermeleri, onları yetiştirmeleri eğitip terbiye etmeleri ile irfanı bir mektep oluşturup neticede karanlıklara birer meşale olduklarını buyrukları okununca anlaşılmaktadır.

Şeyh Seyyid Safi inançları evrensel olarak belirlenmiş âleme tanıtılmış olan İslam'ın Ehlibeyt Oniki İmam inancı yolunu tanıtmış ve onların yolunda olanlara, bu sürekte inançta bulunanlara Hak ehli kimseler adı unvanını kullanmıştır.
Osmanlının idare, hükümet ve saltanat merkezi Anadolu'da Oniki İmam inancında olan dostlarının, sevenlerinin,

taraftarlarının ilmi merkezleri olamadığından ve inançsal mezhebi baskılar yüzünden inançlarını rahatça yaşayıp yollarını ve inançlarına dair ilim öğrenip öğretecekleri mekânları, ilim kurumları olamadığından Erdebil'den Anadolu'ya Oniki İmam inancında ve Ehlibeyt Mezhebinin isim atası

imam Cafer Sadık mezhebi itikadında olanlara küçük kısa ve özlü dini bilgilerden inançtan, itikattan, yoldan, erkândan bahseden bu risale buyruklarını pirler halifeler mürşitlerle göndermiştir.

Buyruklarda dinin temel itikadı ve ibadet noktalarında evrensel birliktelik ve anlayışla, ilkeleri ibadetleri malum olunan yanı sıra tasavvufi eylem hareketlerini de içeren ve tarikat sürek olarak isimlendirilen bu yolda önce kendi İnanç ve itikatlarının beyan olunup Oniki İmam yolu Ehlibeyt inancına uygun ibadet edilen taat,

ibadet mekânları mescitlerde ibadet ettikten sonra tarikat, tasavvuf maneviyatıyla ahlaklı, edepli, dürüst insan yetiştirip insani kâmil olma yolunda adımlar attıran, bu eylemde meydan denilen yer bulunmaktadır. Orada cemaati eğitme, marifeti öğretme, günahı hatası olanları ikaz etme, günahlarına ikrar ettirme ve bir daha tekrar ettirmeme

onları daha hatasız, günahsız hale getirip kâmil insan olma yollan.ni gösteren eylemde bulunulan külliyelerde tasavvuf mekânları bulunmaktadır. Ve bu mekânlarda post makamına oturan mürşidin, pirin, seyyidin veya âlimin buyruklarda da belirtildiği üzere şu sıfatlara sahip olması gerekmektedir. Hz. Ali'nin Zülfikar'ı bize yadigâr kaldı ve o serdestenin ismi dahi Zülfikar'dır.

Şimdi bir kimseye Zülfikar'ı verecek olsalar cemiyet erenleri o kimseye nazar edip göreler bir Âl-İ sıfatlarını öyle olsa Zülfikar'ı eline vereler. Bu dünyada bir Ali sıfatlı nerede bulunur ki; Sahip Zülfikar ve ehli vakar ola, hemen murat olunan O dur ki; Huyu, yaratılış ahlakı Ali'ye benzeye. İlim, hilim,

merhamet, şefkat, izzet, hürmet, hizmet, takva, kemalat, edep, erkân, fikir, feraset, mürüvvet, lütuf, kerem, inam, ihsan, izan, fazilet, güzel hitap etme sanatı, cömertlik, saadet, görünüm, heybet, kuvvet, kudret, erlik, dilâverlik ve hüner bunlar ki zikir olundu, Hz. Ali aleyhisselamın sıfatlarıdır.
Bu sıfatlar kimde bulunursa Zülfikar irfanı yol toplantılarda meydandaki sohbet halkalarında Zülfikar'ı temsilen kullanılan) ser desteyi (asayı) eline vereler...

Hazreti İmam Ali evladı neslinden olan Edebil diyarı arifi, alimi, mürşidi kamili Şeyh Seyyid Safi'nin cümle ayrı, ayrı inançta olan İslam fırkaları toplumlarını dahi kendi etrafında bu inanç etrafında toplayıp alemi kendine hayran ettiği gibi o kimse ve kimselerde alemi İslam'ın Ehlibeyt Oniki İmam inancına imam Ali evladı Seyyid Alevİlere tabi edip onları irşat ederler.

Şefaat ve himmetimiz Hz. Muhammed Nebi'den, Hz. İmam Ali Veliden, Şeyh Seyyid Safi, Virani Abdal gibi uludan diğer hak erenlerindendir. Hakkın selamı onlara olsun onların nuru himmeti bizlere olsun, hizmetlerimiz daim ve kaim ola...
Kitap elden geldiğince sadeloştirilmeye çalışılmıştır. Yazısı çok eski olup içerisinde Osmanlıca, Arapça ve Farsça kelimeler çok fazla bulunmaktaydı.

Onların yerine bugünün sade dili kullanılmış ve bazı yerlerde parantez içi ve not denilerek açıklamalarda bulunulmuştur. Osmanlıdan bugüne kadar kitapları, tefsirleri yeterince tercüme edilmeyen Anadolu'da ki Ehlibeyt Oniki İmamcı Alevi âlimlerin, mürşitlerin, pirlerin, dedelerin, seyyidlerin elinde bulunan bu kısa ve özlü dört kapı ve kırk makamı insanı kâmil olma yolunu gösteren buyruklarla inançlarını yaşamışlar ve yaşatmışlardır.

Peygamber ve Ehlibeytin evlatlarına bağlılıkları yüzünden Hz. Peygamber'den sonra gelişen tarihi vakalar sebebiyle Ehlibeyt mezhebinin şiarı olarak Kerbela'da şehit edilen peygamber torunu

Hazreti İmam Hüseyin ve Kerbela şehitleri için Muharrem ayında meclisler kurup matem-i yas tutmuş ve aynı zamanda, matem orucu ile matem-i yası anmaktadırlar ki Ehlibeyt mektebinin erkânlarından biridir.

Nejat Birdoğan, Şah İsmail Hatayi adlı kitabında şöyle yazmaktadır: "Şah İsmail kurduğu devlete anısını yaşatmak için adını verdiği ulu dedelerinden Erdebil'li Safiyuddin İshak de doğmuştur. Şeyh Safiyuddin'in soyu on dokuzuncu göbekten yedinci İmam Musa Kazım'a ulaşmaktadır. 1334 yılında ölmüş, kurduğu Erdebil dergâhının avlusuna gömülmüştür.

Sonradan yerine geçen oğlu Sadreddin Musa Hacca gittiğinde Medine Sultanı Şehabeddin Ahmed bin Hüseyin'e altıncı atası Zerrin Külah Firuz Şah'ın soy zincirinin İmam Musa Kazım'a (a.s) ulaştığını beyan soruşturup onaylatmış ve Safevi'lerin seyyidliğini iyice belirginleştirmişti, Seyyid Şeyh Safi'nin torunlarından olan

Şah İsmail Hatayi Safevi Devletini kurdu.
Anadolu da birçok taraftar edindi ve Anadolu'daki yandaşlarına Erzincan'a gelmeleri için ulaklar yolladı. Kendisi de bir gece yola çıkıp Erivan, İğdır, Kağızman, Erzurum, Tercan üzerinden Sarı Kaya yaylasına geldi. On üç yaşında ki bu kişi Anadolu'yu sevinçten ve umuttan ayağa kaldırıyordu Anadolu Erzincan'a akıyordu Sivas, Amasya ve Tokat'tan Ustacalu, Şamlu, Rumlu, Türkmenleri, Antalya'dan Tekeli Türkmenleri, Maraş'tan Zülkadir Türkmenleri, Karamanlılar, Tarsus'tan Varsak Türkmenleri bölük bölük geliyorlardı.

İşte Safevi Devletini bu Orta ve Güney Anadolu Türkleri kurdular. 1501 yılında Safevi Devletini kurup, para kestirip Onİki İmam adına hutbe okudular. Anadolu Erdebil'e doğru yürümüş gidemeyenler de her yıl nezir adı altında bir tür vergi yollamışlardır..."

Vilayetlerimiz Erzincan kitabında şöyle denilmektedir: "Erzincan 1502 senelerinden sonra Safevi Devleti'nin etki ve gücünü yakinen tadan ve Şiilerin Anadolu'da ki başta gelen propaganda merkezi olmuştur. Nasıl ki, Şah İsmail İlk kez bu ile 1500 senesinde gelip Safevi müritleri ve

bu tarikata yatkın Türkmenleri toparlamış 1512 de Yavuz Selim'İn tahta çıkışıyla birlikte bir şeyler yapılması umuduyla Erzincan'ı karargâh seçip buradan bazı faaliyetlerin yapılmasını Nur Ali halifeye tevci etmiştir. Bu halifeler bir müddet Erdebil'de tarikat usul ve prensiplerini öğrenip Kızılbaş kitlelerin başına getirilen Şia lider kadrolarıdır. Başlıca görevleri mezhep ve tarikat usullerini öğretip yaymak, yaygınlaştırmak, taraftar temin etmek, nezir (adak) adı altında vergi toplayıp Erdebil'de ki merkeze göndermektir, baş halifeye "Halifetul hulefa" denilmekteydi."

Ziya Şakir Mezhepler Tarihi adlı kitabında bu risale buyrukları'nı yazıp gönderen büyük âlim arif kâmil Hazreti İmam Ali evladı Seyyid Şeyh Safi ile ilgili olarak şöyle yazmaktadır: "Safiyeddin babası Emineddin'in yerine geçtiği vakit İslam ilimlerinden başka o zamanın bilinen bütün ilimlerini okumuş ve kendisine tutulan özel hocalar tıp, felsefe, mantık, riyaziye ilmi heyet gibi o zamanın tutulan bütün ilimlerini öğretmişlerdi.

Esasen yaratılıştan çok zeki ayrıca fesahat ve belagata malik olan Seyyid Safi daha babası zamanında büyük bir ün kazanmıştı. Babası'ndan sonra onun postuna oturduğu zaman Erdebil tekkesinin müritleri gittikçe artıyordu. Seyyid Şeyh Safi zamanında orta Asya steplerinden Basra körfezine oradan Karadeniz, Adriyatik denizi ve okyanus kıyılarına kadar devam eden o geniş İslam dünyasında bir mezhep ve tarikat kaynaş-ması vardı. Türlü türlü batıl itikatlara ve hurafelere dayanan bu tarikat ve mezheplerin çoğu bir takım kurnaz siyasetçiler tarafından icat edilmişti.

Seyyid Şeyh Safi'nin amacı batıl itikatların yıkılması ve esasları imam Cafer Sadık tarafından konan mezhebin bütün Aleviler arasında yayılmasıydı. Çevre buna çok elverişliydi, köylerde küçük kasabalarda göçebe Türk Türkmen aşiretleri arasında Ehli-beyte sevgi vardı. Büyük şehirleri de tasavvuf cereyanları sarmıştı ve bütün aydın tabaka elinden geldiği kadar Şiilik propagandası yapmakta İdi esasen o zamanlar bütün aydın sınıf bu İşle meşgul idi."

Seyyid Şeyh Safi yeni bir mezhep veyahut tarikat kurmaktan çok bağnazlığı ortadan kaldırmak ve kitleleri İslam dininin aydınlatıcı, ileriye götürücü esasına döndürmek istiyordu. Onun propaganda ettiği mezhep imamı Caferi Sadık'ın mezhebiydi. Bu mezhep şu esaslar üzerine dayanmaktaydı:

1- Din ahlak üzerinde kurulmuştur. Ancak fazilet ve ahlak sahibi insanlar dindardır. Din sahiplerinin başında Hz. Ali ve Ehlibeyt bulunmaktadır bunların gittikleri yol gerçek iman yoludur.

2- Din başkanı ancak halka hizmet edendir. Şahsi menfaatini halkın menfaatlerinden üstün tutanlar din başkanı olamazlar.
3- Emil Dermenghem Hz. Muhammed'in hayatı adlı eserinde ünlü Alman filozofu Goethen'in şu sözlerini zikrediyor: "Eğer Müslümanlık bu ise biz hepimiz Müslüman değil miyiz?"

Seyyid Şeyh Safi'nin propaganda ettiği Caferi Mezhebi'nin bu esasları temiz ruhlu olan Türkler tarafından kolayca kabul edilmişti. Çünkü imam Ali ile evlatlarının ilim ve faziletlerine âşık olanlara bu kısa ve kesin prensip çok uygun düşmekte idi.
Seyyid Şeyh Safi'nin bu çalışmaları sonucunda ortalığı alt üst eden mezhep anarşisi azalmış, bir mezhep birliği vücuda gelmişti. Şeyh Safi'nin şöhreti her tarafa yayılmış, bilginler ve aydın tabaka kumandanlar ve hatta hükümdarlar bile onun müritleri arasına geçmişlerdi. Cengiz'in komutanlarından birçokları da onun müritlerindendi. Bunların İçinde Sultan Ebu Said ve Emir Çuban gibi iki büyük hükümdar da bulunuyordu.

Bir gün Emir Çuban, Şeyh Safi'yle konuşurken sormuştu; sizin müritleriniz acaba benim askerlerimden çok mudur az mıdır? Şeyh Safi alçak gönüllülükle gülümsemiş ve sizin askerlerinizin hepside benim müritlerimdir, cevabını vermiştir. İşte İmam Caferi Sadık tarafından esasları kurulan Caferi Mezhebini yaymasıyla birlikte ve aynı zamanda bir mezhep birliği vücuda getirdikten sonra hicretin 735 yılında 1334 de Seyyid Şeyh Safı kendi adını evlatlarına bırakmıştır.

Babası Seyyid Şeyh Safi'nin ölümünden sonra onun yerine geçen oğlu Sadreddin de yüksek bir zekâya, büyük bir ilim ve irfana sahipti. Erdebil'de büyük bir ilim ocağı açarak adını Darul irşat (Uyandırma Evi) verilen bu ocakta her türlü ilim ve fen ilimleri öğretilerek batıl akidelerin ve hurafelerin esassızlığı

ispatlanarak, bu ocaktan çıkan yol ehli mensupları etrafa dağılır, Şia'nın ve Caferi Mezhebi'nin esaslarını yaymaya çalışırlardı. Sadreddin'in nüfuz ve ünü babasından aşağı değildi. Ünlü Türk fatihi Timurlenk onun sevenleri arasındaydı. Sadreddin'de babası gibi insaniyete hizmetler etmişti. Mesela Timurlenk'fe Beyazıt'ın çarpışmalarında Timurlenk Anadolu'dan esir olarak götürdüğü yüz binlerce Türkü Sadreddin'in isteği üzerine serbest bırakmıştı.

Şah İsmail Hatayi döneminde (Dış İlişkilerinin Tarihi) adlı kitapta şöyle denilmektedir: Şah İsmail Safevi silsilesini 1500 yılında kurdu ve adını da ceddi Şeyh Safiyuddin Erdebili'den alarak Safevi Devleti adını verdi. Ceddi Şeyh Seyyid Safi'nin nesebi silsilesi yedinci imam Musa Kazıma (a.s)'dan

Hz. Peygamberin amcasının oğlu ve damadı Hz. İmam Ali'ye ulaşmaktadır. Doğumu 1252 yılıdır bütün evliyalar hakkında söylenildiği gibi onun hakkında da çok şeyler yazılmış söylenmiştir. Seyyid Safi daha çocukluğunda diğer çocuklarla beraber oturup kalkmak yerine, gününü namaz ve oruçla geçiriyordu.

Cenabı Hak gönlünden hicabı kaldırınca bir rüya gördü Melekler turna suretiyle insan suretine bürünüp kendisiyle sohbet ediyorlardı, bazen abdal veya derviş kılığında ona yaklaşıp müjde verip gönül sahipliğine ulaşacağını söylüyorlardı. Murat yüzü göreceğini kavimlerin kıblesi cihanın amellerinin Kâbesİ olacağı, herkesin ona yönelip geleceğini tesellisini

veriyorlardı. Bu tertiple Seyyid Safi fazilet kesbine ve mana âlemine seyri sü-lük için gayret sarf ediyordu böyle bir kemale ulaşmak içinse irşatsız ve mürşidi kâmile ulaşmayınca bunun gerçekleşmeyeceğini biliyordu.

İyi bir mürşidi kâmil ararken Fars Şeyhlerinden, Seyyidler zümresinden ve kemal erbablanndan Emir Abdullah adlı birinin vesilesiyle Şeyh Zahid Geylani'nin yanına gitti Şeyh Seyyid Safı, Şeyh Zahid Geylani'nin yanında mücahede ve riyazetle irfan ve seyri sülükle yüce bir makama erişti. Güzel hizmetinden dolayı Şeyh Zahid Geylani'nin kızı bibi Fatıma ile evlenerek onun damadı oldu.

Şeyh Zahit Geylani vefat edince vasiyeti üzere Seyyid Safi tarikatın rehberliğine geçti ve tarikatın adı Safeviye tarikatı olarak nam saldı. Halkı irşat ederek halkı tebliğ ve irşat için halife ve pirleri sağa sola gönderiyordu Seyyid Safi'nin makamı sevgisi hırka ve irşadı halkı günden güne kendine bağlıyordu.

Iraktan, Diyarbakır'dan, Azerbaycan'dan, Şirvan'dan birçok mürit onun yanında toplanmaktaydı. Seyyid Şeyh Safi'nin kerametleri hakkında da çok şeyler yazılmıştır. "Safvetulsefa" adlı kitapta Seyyid Şeyh Safinin şöyle dediği kayıtlıdır; "Yakın bir zamanda benim neslimden biri dünyaya gelecektir ve Allah'ın düşmanlarını mağlup edip Ehlibeyt Mezhebini zahir edip yayacaktır."

Bir gece Hazret! Şah Seyyid Safi rüya âleminde şöyle gördü; Mübarek başına bir taç koyup beline kızıl bir kılıfla kılıç bağlıyorlar tacı başından kaldırınca taç güneşe dönüşüyor ve güneşin şulelerinden bütün âlem aydınlanıyor. Uykudan uyanınca Şeyh Zahid Geylani'nin hizmetine varıyor.

Şeyh Zahid'in gözü Seyyid Safi'yi görünce diyor ki; Ey oğul gayp âleminden sana verilen bu devlet mübarek olsun Seyyid Safi dedi ki, bütün himmetler şeyhtendir. Şeyh Zahid dedi ki; Rüyada gördüğünü sen mi anlatacaksın ben mi söyleyeyim? Hazreti Seyyid Safi dedi ki; Emir olursa ben söyleyeyim ve rüyasını anlattı. Şeyh Zahid dedi ki; Sana müjdeler olsun evlatlarından biri padişah olacak ve hak mezhep Hazreti Oniki İmam mezhebini âleme yayacaktır... (Yani Seyyid Şah İsmail Hatayı)

Seyyid Şeyh Safi ömrünün sonuna yaklaşınca oğlu Sadreddin Musa'yı yerine tayin etti ve yolunu ona bıraktı. Bütün mesuliyeti ona teslim ederek Cenabı Hak dergâhında fakir fukaraya ihsan etmek mesuliyetini de ona verdi. Seyyid Şah Safi 12 Muharrem 1334 de vefat etti. Oğlu Sadreddin babasının hem maddi hem manevi mirasçısı oldu.

Şeyh Seyyid Sadreddin Musa da 1391 yılında vefat etti Erdebil'de Safevi hanedanı kabris-tanına babası Seyyid Safi'nin yanına defnedildi. Sadreddin Musa'dan sonra oğlu Hace Ali yolu sürdürdü sonra İbrahim sonra onun oğlu Sultan Şah Cüneyt sonra oğlu Sultan Şah Haydar, Şah Haydar kendi zamanında kendi mezheplerini

ve inançlarını belli etmek açısından Oniki İmam adına Oniki terekli taç giymeye ve giydirmeye başladı ki diğer mezhep ve güruhlardan ayrılsınlar belli olsunlar. Ondan sonra oğlu Şah İsmail ceddi Peygamber evlatlarının yolunu Oniki İmam yolunu Caferi Mezhebini devletin resmi mezhebi olarak ilan etti.

Bu tertiple umumen Şiaiar Şia Mezhebine mensup olanlar aşikâre bir şekilde "İmamiye Mezhebine" yani Oniki imamlar mezhebinin kervanına katılıp coşkuya geldiler. Bazı kimseler bu olan bitenden rahatsız oldular. Şia Mezhebi'nin komutanlarından ve âlimlerinden bazıları Şah İsmail'i bu olaydan haberdar ettiler ve dediler ki:

Tebriz'in üç yüz bin nüfusu var ve bunun iki yüz bini Ehlisünnettir. Mescitlerde Hazreti Oniki İmamlar adına hutbe okumak halkın tepkisine sebebiyet verebilir...

Şah İsmail onlara şöyle dedi: Beni bu işle görevlendirmişlerdir. Cenabı Hak ve Masum Oniki İmamlar benim yar ve yardım-cılarımdır, benim kimseden korkum yoktur. Eğer bir söz söylerlerse Allah'ın tevfikiyle kılıç çekerim bir kişiyi bile sağ bırakmam, deyip cuma hutbelerini Oniki İmam adına okutup Bağdat hâkimi Ebul Haris Aslan bin Abdullah tarafından okunmasına izin verilmeyen Şia ezanında ki; "Aliyyen Veliyullah" (Hz. Ali Allah'ın velisidir) şehadetini tekrardan okutturmaya başladı.

Böylece taç giyerek Tebriz'de devletin resmi mezhebi "İsna Aşere'dir. Hazreti Oniki İmamlar yolu mezhebi, Caferi Mez-hebi'dir"diye ilan etmiş ve Safevİ devletini ilan etmiştir.

Şah İsmail Hatayi'nin mübarek türbesi Erdebil'de dedesi Şeyh Seyyid Safi'nin mübarek türbesinin yanındadır. Hakkın selamı peygamber soyu olan evladı resul seyyidlere imam Ali evladı Alevilere olsun ki, onlar yolun gerçek erleri, pirleri, mürşitleri olmuşlardır. Kamil mürşitiikle bütün halkları cezp etmişlerdir. Ehlibeyt ve Cemaat yolu Oniki imam Cafer Sadık Mezhebi'ni âleme hak olarak ilan etmişlerdir.

Kutladı huri melek her birisi şad oldu
Ehli Şia sevinip cümlesi dil şad oldu
Üzülüp kavmi yezit hüzün ile naşad oldu
Mümin kalbine la şek (seksiz) nur ile iman geldi
Hak Muhammed Ali yol erkân kurdu
Nefsi gaza eder kolun üstünde
Ne durursun gafil kalk Özün arıt
Nahak (haksız) sitem sürme kulun üstüne
İmam Cafer Mezhebi 'ne uymayan
Mürebbisin yolun izin gütmeyen
Üstadın hakkını tamam etmeyen
Aşamazda kalır belin üstünde
İmam Cafer Mezhebine uyanlar
Mürebbisin yolun izin güdenler
Hünkâr Hacı Bektaş'ı Veli diyenler
Hakka doğru gider kılın üstünde

İnanmışım hakka gümanım yoktur
Süfyan'a Mervan'a lanetim çoktur
Mahremoğlu Haydar gözcümüz haktır
Hazır nazır durur yolun üstünde

Şah İsmail Hatayı de dedeleri Seyyid Şeyh Safi'nin bulunduğu Erdebil'de ki ebedi istirahatgahta toprağa verilmiştir. Dedesi Seyyid Safi'nin nurani türbesinde şu sözler yazılmıştır. Cenabı Hak kudsi hadiste buyurur: "Bütün insanlar Ali'nin imamlığı velayeti altında toplanıp birleşselerdi cehennemi yaratmazdım"
Şah İsmail deyiş ve şiirlerde ki yüceliğiyle yedi Alevi ulusundan biri sayılmıştır ve dedesinin nurlu kabrinin yanında bulunan kabrinde şöyle yazmaktadır.

Mahsus beayeyi Yedullah Ali est
Mensus benessi Esedullah Ali est
Damadı Resul şafi-i ruz-u ceza
Vallahi Billahi Tellahi Ali est


YEDULLAH AYETİ ALİ'YE MAHSUSTUR

(Müminler Hz. Peygambere beyat ederken "Allah'ın kudret, nzalık eli o beyat edenlerin eli üzerindedir." ayetinde ki, Cenabı Hakkın kudret elinin üzerinde olduğu kimse imam Ali'dir.)

Rivayetlerde sabit olmuştur ki: "Esedullah'tan kastedilen Allah'ın galip yenilmez arslanı İmam Ali'dir"
Hz. Resulün damadı ve kıyamet gününün şefaatçisi vallahi, billahi, tellahi İmam Ali'dir.

Şah İsmail (Hatayı) Oniki İmam yolu Caferi Mezhebi'ni devletin resmi mezhebi olarak resmen İlan ettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Doğudan ta batıya kadar her yer imam olsa ve imam ile dolu olsa, Ali ve onun evlatları bize imam olarak yeter. Hz. İmâm Ali Haydarın eteğine yapış ve endişelenme!

Nuh ile oturanın Nuh tufanından ne gam ve kederi olabilir ki!"
Şeybek Han, Özbek Horasan bölgesini istila edince Şah İsmail'e mektup yazarak elinde bulunan diğer yerleri de istila edeceğini, Mekke ve Medine'yi de alacağını söylemiştir. Biz harap olmuş Irak mülküne tamah etmiyoruz. Eğer Mekke ve Medine'yi de almazsam bir şeye yaramaz hesap sayılmaz.

Buna karşılık Şah İsmail, Özbek Şeybek Han'a şöyle mektup yazar: "Her kim canı gönülden Ebu Türap İmam Ali'ye kul köle olmazsa yüz Mekke ve Medine de bir şey sayılmaz, hesap değildir."
Yine Şah İsmail'in dedesi Şeyh Seyyid Safi'nin babası Seyyid Cebrail Emineddin'in türbesinde şöyle yazmaktadır: "Velisi Mevlası İmam Ali Haydar olan kimsenin mahşer gününde ne korkusu olabilir ki?"

Ey gönül! Cihan Şahı İmam Ali'nin kulu kölesi ol imamlığına bağlan ve şah ol her an ve daim Allah'ın lütfü himayetin de ol.
Yine Avrupalı araştırmacılardan Marya Ancellu sefer namesinde Seyyid Şah İsmail Hatayi hakkında şöyle demiştir: "Çok güzel yüzlü, ahlaklı, yumuşak huylu, tabi ve doğal biriydi.

Münasip boylu, düzgün vücutlu, omuzları geniş, saçları kızıla çalardı ve sadece bıyık bırakmıştı. O solak olmasına rağmen dövüş horozları gibi mücadeleci, mert, yiğit, atılgandı ve emri altında ki bütün emirlerden, komutanlardan, savaşçılardan ve yiğitlerden daha yiğit, kuvvetli, gözü pek, cesurdu ve hepsinden daha kuvvetli idi."

Başka bir Sefer Name'de Şah İsmail hakkında şöyle denilmiştir: "O Hazret'in saltanatı müddetince vezirleri, emri altında bulunanlarla, halkıyla; adalete, şefkate ve sevgiye riayet ederek yaşardı. Onun bu samimi ve insancıl tavırlarından dolayı yanındakiler de halktan kimseye zorbalık haksızlık yapamıyordu, 38 yıllık yaşantısında 24 yılı saltanat ve savaş meydanlarında hançerini, kılıcını çıkarırdı,

merdi meydan olurdu. Söz ve irfan meclisinde bulut gibi olur, meclisi duygulandınrdı. Gözleri nemlendirir, ağlatırdı. Menfiliğinden, cömertliğinden, eli bolluğundan onun nazarında tam ayar altınlar ve bir pare taş aynıydı. Hazinesini yoksula dağıtırdı. Hazinesinde uzun müddet bir şey kalmazdı ve ava çok düşkündü,

avlanmayı severdi."
Rivayet edilir ki Erzincan Tercan Sarıkaya'ya geldiği zaman bölge halkını rahatsız eden, cana mala zarar veren bir ayı'yı öldürüp halkı rahatlatmış. Bu yüzden ahalinin gözünde iyice yücelmişti. Kendisine aslan haberini verene bir at hediye ederdi
Kaplan haberi verene ziynetler süslü atlar verirdi. O Hazret ilim,

irfan erbabını çok sever pek değer verirdi. Şiir ve beyit deyişleri çok mükemmel söylerdi. Hem Türkçe hem de Farsça şiirler söylerdi. Birçok Şah İsmail Hatayi divanı bulunmaktadır. Edebiyat onu şiirleriyle güç ve güzellik bulmuş renk almış ve kök salmıştır.

ŞİRVAN ŞAHI ŞAH FERRUH YESAR İLE ŞAH İSMAİL (HATAYİ) ARASINDAKİ MÜNAZARA

Şirvan Şahı Şah Ferruh Yesar da Şah İsmail'e karşı olanlar arasında idi. Şah Ferruh Yesar olağanüstü bir şey yapmak istemişti. Dağılan askerlerden bir kısmını toplayarak Şah İsmail'in karargâhını alt üst edeceğini ve Kızılbaş ordusunda bir panik yaratacağını ümit etmişti. Fakat talih artık ondan yüz çevirmişti etrafı derhal çevrilmiş sonunda kendiside ele geçirilmişti. Şah

Ferruh Yesar kendini tanıtmak istememişti hatta Şah İsmail'in sorularına kaçamak cevaplar vermişti.Şah İsmail sormuştu:
-İhtiyar bu yaşında niçin savaşa geldin. Evinde rahat etseydin daha iyi değil miydi?
-Sende çocuk yaşında burada ne arıyorsun arkadaşlarınla ceviz oynasan daha iyi değil miydi?
-Sen kimsin?

-Ben mi? İşte görüyorsun ya memleketi savunmaya gelmiş olan bir askerim.
-Şahınız nereye kaçtı?

-Şahımızın kaçtığını sanmıyorum çünkü kaçmak âdeti değildir belki geri çekilmiştir
Bu anda Şah İsmail'in ihtiyar kumandanlarından biri ileri atılmış Şah Ferruh Yesar'ı omzundan tutarak ortada yanan alevlere doğru çevirerek yüzüne dikkatle bakmıştı ve sonra

çılgın bir sesle tanıdım bizzat şahın kendisi gülistan kalesinin önünde savaşırken yakından gördüğüm bu yüzü henüz unutmadım diye bağırmış. Şah Ferruh Yesar da bu sözler karşısında başını eğmişti. Orada bulunan komutanlar sevinçle titremişlerdi. Bunun üzerine Şah İsmail ile Şah Ferruh Yesar arasında ki konuşma şöyle devam etti;
-Bu sözler doğrumu sen Şah mısın? -Evet
sana?
?Şu halde niçin yalan söyledin yalan söylemek yakışır mı
-Savaş meydanındayız burada her şey caizdir.
-Dedemi, babamı sen mi öldürdün?
-Elimden gelseydi seni de öldürecektim. Hatta bütün etrafındakileri de.
-Peki, biz sana ne yaptık? Neden benim dedemi, babamı öldürdükten sonra beni de öldürmek istiyorsun?
-Siz Kızılbaşları öldürmek sevaptır da ondan. -Kızılbaş ta ne demektir? Bize niçin Kızılbaş diyorsunuz? -Neden başınıza kırmızı sardınız?

-Yüzyıllardan beri dökülen kanların ve mazlumların intikamını almak, kara taassubu ortadan kaldırmak için başa kırmızı sarmakla dinden çıkılmaz ya!
-Din ile sizin ne ilginiz var. Mukaddesatı ağzınıza almayınız.

-Şah İsmail (Hatayi) bu söz üzerine etrafındakilerin öfkeyle titrediklerini görmüştü, fakat soğukkanlılığını bozmayarak sözüne devam etti. Bizim dinsiz olduğumuzu nereden biliyorsunuz? Biz Allah'a inanırız, Hz. Muhammedi Peygamber tanırız, ona inen Kuran'a iman ederiz, Hz. Ali'yi Allah'ın velisi biliriz, Namaz kılarız, Oruç tutarız, halkı iyiliğe teşvik eder, fenalıktan men ederiz. Bizi neden dinsizlikle itham ediyorsunuz?

-Neden kendinize Şia adını veriyorsunuz? Neden Tevella veTeberrayı dinin esaslarından biliyorsunuz?
-Şia adını biz icat etmedik. O İslam Peygamberi zamanında da vardı. Bir Müslüman için Tevella ve Teberra lazımdır. Tevella Allah'ın, Peygamberinin sevdiklerini sevmek, Teberra ise Allah'ın ve Peygamberinin sevmediklerini sevmemek demektir.
-Allah'ın sevmedikleri kimlerdir?

-Onlar hile ile din başkanlığı taslayanlar, Müslümanların Halifesi'yiz diyerek zavallı halkın kanını dökenler ve malını helal bilenlerdir. Onlar Yezit, Muaviye ve Mervan gibi kimselerdir.
O zamana kadar itidalle konuşan Ferruh Yesar, Şah İsmail'in

bu son sözü üzerine birden bire parlamış "sus Hazreti Muaviye razıyallahu anhın adını ağzına alma dinsiz adam" diye bağırdı.
Şah İsmail, Ferruh Yesar'ın bu hareketi üzerine ben sana gerçeği anlatmak istedim. Seni ölümden kurtarmak istiyordum, sen ise inadına direniyorsun ey mutaassıp cahil, demiş ve eliyle bir işaret vermişti.

O anda Şah İsmail'in yanında dimdik duran Şamlı aşiretinin başkanı Hüseyin Bey'in kılıcı yanan ateşin alevleri karşısında şimşek gibi parlamıştı. İnen darbe ile Ferruh Yesar'ın kesik başı birkaç adım öteye yuvarlanmış gövdesi de sırt üstü yere düşmüştü. Şah İsmail hiçbir şey söylemeden oradan uzaklaşmıştı.

Şeyh Safi Ocağı Erdebil Tekkesinin yeşil sancağını Şirvan kalesinin üzerine dikmişlerdi, bayrağın üzerinde "Lailaheillallah, Muhammed Resulullah, Aliyyen Veliyullah" yazılıydı. Ve bayrağın üstünde bir el bulunmaktaydı. Bu Kızılbaş Şiiliğin bir simgesidir. Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatıma,

Hz. Hasan, Hz. Hüseyin'den ibaret beş sevgiliyi göstermekteydi.1
Hüseyin Soysal "Alevinin Sesi Velayet" dergisinde ki yazısında Şeyh Seyyid Safi ile ilgili makalesinde şöyle demektedir: "632'de Ebu Bekir'in halife olması İslam dünyasını derinden etkilemiş ve çok başlı bir İslam'ın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Özellikle Ömer döneminin uygulamaları

'Mevali' adıyla anılacak olan Arap olmayan Müslümanlar kavramını İslam literatürüne yazdıracaktır. Hakları olan imamet makamının gaspının ardından, Ehlibeyt İmamları(a.s), onların çocukları ve taraftarları Arap Yarım Adası'nda bir tecrit politikasına uğramışlar; dini, ilmi, içtimai hayatta hüccetlikleri reddedilmiştir. İslam dünyasının kalbi olan Kabe süreç içerisinde İbrahim'in (a.s) evlatlarından arın-dırılmış ve

hamiliği ehil olmayan insanlara teslim edilmiştir. Ehlibeyt İmamları ve taraftarlarına yapılan tecrit ile 'Mevali' kavramının oluşturulmasına sebep olanların mahrum bıraktığı insanlar İslam'ın kalbinden uzak diyarlara hicret ettirilmek zorunda kalmışlardır. Peygamberin kızına, damadına, torununa olmadık eziyetleri reva görenler aynı zamanda yeni Selmanlar'a, Sühey! bin Rumilere ve Bilal-i Habeşilere de tahammül edememişlerdir.

Bu noktada Hz. Peygamberin (s.a.a) gerçek mesajından zerrece ayrılmayan Oniki imamlar (a.s) cedlerinden aldıklarını insanlığa en zor şartlarda dahi götürmüşler ve bu çağrı mazlum yüreklerde yankısını bulabilmiştir. İşte bu çağrının muhataplarından en önemli kısmı 'Mevali' dediğimiz insanlar olmuşlardır.


Kimlerdir Mevaliler: Kısaca belirtmek gerekirse Ömer'in beytülmaldan üçte bir oranında faydalandırdığı ve bu adaletsizliğin incittiği insanlarla başlar Mevalilik. Arkasından diğer coğrafyalarda ki insanlarda belli dönemlerde bu muamelelere tutulur. Hindu, Kürt, Türk, Acem, Peştu v.b insanlara (Arap olmayan Müslümanlara) Mevali adı verilmiştir.

Coğrafi bir kayma yaşayan İslam dünyası Ehlibeytin pak ve imamlarının (a.s) mesaj alanlarının değişik bölgeleri de etkisi altına almasını engelleyememiştir. Büyük öğretmen güzel ahlakın tamamlayıcısı Hz. Muhammed'in (s.a.a) evlatları ona vahiy edileni halklara götürürken kendileri de coğrafik bir değişimi yaşamışlardır.


Bunun da en önemli sebebi gerçeğin temsiliyetine talip olan insanların Ehlibeyt'e kucak açmalarıdır. Örneğin: İmam Rıza'nın (a.s) Makam-ı Âlisi İran-Meşhed'de ise İnsanlar biraz düşünmelidir. İmam Ali'nin (a.s.) ki ise Irak-Neceftedir. Oysa bunların yeri cedlerinin yanı olmalıydı.
Konuyu dağıtmadan ana meseleye dönelim, burada anlatmamız gereken öz şudur.

Coğrafik olarak Suriye'den Hazar denizi kıyılarına, Kızıl denizden Anadolu'ya kadar uzanan bir Alevi-Ehlibeyt havzası vardır. Bunun tarihsel süreçteki oluşumunun temelleri yukarıda belirtîiğimiz kader birliği ve Peygamber'in (s.a.a) evlatlarına gereken önemi ve kıymeti vermemektedir.

Merkez diyeceğimiz Hicazın zalim sultanların İşgalinde bulunması, yönelişler bakımından yukarı sınırlarını çizmeye çalıştığımız, Alevi havzasının çekim gücünü artırmış her ne kadar buralarda da zaman zaman tiranlar olsa da halk inançlarını ihyada kutsal topraklarda (işgal altına) yaşayanlardan daha rahat olmuşlardır.


Ehlibeyt inançlarının yayılması ve yaşatılması için bu havza da çok önemli merkezler oluşmuştur ve çok önemli insanlar zihni donanımlarıyla kendilerini göstermişlerdir. Mevali'ler içerisinde gelişen Ehlibeyt düşüncesi Arap olan Ehlibeyt taraftarları açısından da moral değer olmuş onların da Mevaliler'le birlikte ortak İnanç dünyası oluşumunda paydaş hareketliliğini getirmiştir.

İşte önemli olan husus: Mevalı gücünün Arap toplumundaki Ehlibeyt taraftarlarıyla buluşmasıdır ki, bu andan itibaren coğrafyanın Akdeniz'e kadar uzandığını görüyoruz. Arap olan ya da olmayandan çıkıp mümin coğrafyası Kuran ve Ehlibeyt'tir anlayışına gelmiştir. Yukarıda belirttiğimiz homojenlik burada sağlanmış,

tüm Ali (a.s) yarenleri aynı kaynaktan beslenmişlerdir. Bu beslenme onların coğrafya tanımını netleştirmiş, ruh ve inanç coğrafyasında sağlanan birliktelik yeryüzünün fiziki yapısında da kendisini göstermiştir.

Bu durum Fatimiler, Büveyhi-oğulları, Safeviier gibi devlet oluşumlarını da beraberinde getirmiştir. Üzerinde yaşadığımız topraklara gelmeden evvel incelememiz gereken ve bu gün hala mirasını yediğimiz ve teselli bulduğumuz inanç önderlerinin birkaçına bakmakta yarar var.

Ulus devletlerin şekillenmediği sınırların sadece kâğıt üzerinde olduğu dönemlere bakmak mutlaka Anadolu Alevi tarihinin netleşmesi açısından önemlidir ve gereklidir. Osmanlı Öncesinden Selçuklular devrinden itibaren bir değerlendirme yaparsak karşımıza iki önemli şahsiyet çıkıyor.

1- Hasan Sabah

2- Şeyh Safiyuddin-İ İshak Erdebili
Şüphesiz aldığımız tarih 11. yüzyıl sonrasından başlasa da öncesinde ve sonrasında çok önemli şahsiyetler varlıklarıyla kültür inanç dünyamıza çok şey katmışlardır.2 Erdebil tekkesi Anadolu'nun kaderinde önemli bir yerdir. Şeyh Safi Hazretleri de hakeza.

(1252-1253) yıllarında doğan Şeyh Safi 1301 yılında Erdebil tekkesine Mürşid-i Kamil oldu. Her ne kadar bazı araştırmacılar Erdebil tekkesindeki Alevi etkisinin Aladdİn Ali ile başladığını söyleseler de dönemin ağır koşulları bazı şeylerin yüksek sesle söylenmesini engellediği için Erdebil Tekkesi'nde Sünnilerden çok Alevilerin bulunduğu gerçeğinden hareketle Alevileşmenin Şeyh Safi ile başladığını kabul etmemiz gerekiyor. Tabi ki bu kanı değişebilir.

Bu tekkenin etki alanı İbrahim Arslanoğlu'na göre batıda Suriye, İrak, Anadolu'nun doğu ve güney kesimleri ile doğuda İran, Belh ve Buhara'ya kadar yayıldı. Bu kadar yayılmanın sebebi ise bu tekkenin tüm devletler tarafından barış ve kardeşlik ortamı sağladığından dolayı bir eman beldesi olarak kabul edilmesidir.

Şeyh Safi'nin kişiliği ile özdeşleşen ve Anadolu'da "Safiyan Süreği" olarak bildiğimiz ve hala ülkemizde ocakları bulunan bu süreğin İslam dünyasında kendisini Alevi kimliği ile deklaresi Aladdin Ali ile başlar ve sırasıyla Şeyh İbrahim, Şeyh Cüneyt, Şeyh Haydar, Yar Ali Sultan (çok kısa bir süre) ve devletleşmenin başladığı nokta olan Şah İsmail'dir.

Erdebil Şeyhleri birçok bölgeye Halife, Pir adını verdikleri dervişleri yollayarak 12 İmam (a.s) düşüncesinin yayılması için mücadele vermişlerdir, Erdebilin çağrısına yaşadığımız topraklardan da yankı gelmiş özellikle Türkmen kabileleri kendilerine kadar ulaşan Türkmen pirlerinin getirdiği, mesajı çabuk kavramış ve hızlı bir Alevileşme yaşamışlardır. Bu dervişlerden ilk akla gelen isimler Şah Kulu Sultan, Hz. Pir Sultan (r.a) gibi halk önderleridir.

Teoman Şahin'in de belirttiği gibi 15 yy. ortalarından sonra Anadolu Alevileşme sürecine girmiştir. Daha doğru bir ifade ile süreç hızlı bir ivme kazanmıştır. İşte Anadolu Alevi halk önderlerinin mücadele sahasına çıkmaları da o dönemlere rastlar. Alt yapı olarak malum birçok ülkenin sınırları

içerisinde kendilerini ifade etmeye başlayan Alevi toplumu Osmanlının sınırları içerisindeki sorunlara kayıtsız kalamazdı. Vatandaş olma mücadelesinde her türlü adaletsizliğe, dayatmalara ve keyfi esas baskılarına karşı ilk tepkiyi veren insanlar Aleviler olmuştu.

Usul-u dinlerinde "Adalet" olan bir toplumdan başkaca bir hareket beklemek zaten mantıksızlıktır. Acılardan gelen ve tarihsel mazlumiyetlerine yeni bir mazlumiyet eklemek istemeyen İnanmış insanlar hamurunu yoğurdukları ve pişirdikleri bu topraklarda da şerrin Allah'tan olduğuna inanmamışlar ve bu cebriye mantığına karşı, çıkmışlardır.

Yani Ehlibeyt muhipleri her çağda öz dinamiklerini korumuşlar ve bu da onlara zillet altında yaşamaktansa izzet ile ölmeyi beraberinde getirmiştir.

Tarih kaynaklarına baktığımızda, o dönemlerde Alevi isminin hiç kullanılmadığını görüyoruz. Alevi kavramı son iki yüz yıl içerisinde ortaya çıkan bir kavram olup, Ehlibeyt taraftarları için İsna-Aşeriyye, Batını, Rafizi, Şii, İmamiye gibi isimler verildiğini görmekteyiz. O dönemde bu isimler kullanılsa da

Anadolu'da Ehlibeyt dostlarına Rafizi, Kızılbaş gibi isimlerin verildiğine tanık oluyoruz Alevi kavramı son iki yüz yılı saymazsak bizzat Ehlibeyte ve Seyyidlere verilen unvandır. Örneğin; İmam Sadık'ın (a.s) ya da diğer imamların lakaplarının Alevi olduğunu da tarihi kaynaklardan öğreniyoruz. Caferi Sadık-ul Alevi gibi... Bu ayrıntıyı aktardıktan sonra devam edelim.

Hasan Sabbah ve Şeyh Safİ'nin kişiliklerini anlatırken Hasan Sabbah'ı kısa geçtiğimizi fark etmişsinizdir. Bizim asıl üzerinde durmamız gereken, bizi en çok ilgilendiren ve Aleviliğimizi temellendirdiğimiz odak Şeyh Safi ve Safİyan süreğidir.
Osmanlı Devleti, kendi topraklarında meydana gelen kıpırdanmaları kimi uzmanlara göre yüzde altmışa varan Alevi nüfusunu Erdebil etkisinden kurtarmanın yollarını aradı İlk akla gelen o

güne kadar pek müdahale etmediği inanç dünyasına el atmaktı ve kendisini Ortodoks Sünni, Maturidi, Hanefi çizgiye çekerek bunun sancaktarlığına soyundu. (Ortodoks; katı, tavizsiz merkeziyetçi anlamında kullanılmıştır) Karşısındaki muhalefet ya da güç dengesi Sünni olsaydı yüzde altmış Alevi nüfusuna güvenerek Alevi bile olabilirdi.

Bu katı yapılanma özellikle 1517 de Yavuz'un hilafeti ele geçirmesi ile pekişerek Osmanlı sultanlarına "Halife-i ruy-i zemin" diye anılmasını başlattı. Hilafetin getirilmesinin maksadı Sünni dünyanın önderliğini ele geçirip rahat hareket etme imkânı vererek, gelişmekte olan ve sınırları aşmış bulunan Ehlibeyt inançlarının önünü alabilmekti.

Artık kudsiyeî kazanan Osmanlı saltanatı yaptığı her işi meşru göstermeye ve o meşhur fıkıh hükmü olan "Sultan fasık ta olsa ona uymak farzdır" düşüncesini hayata geçirmeye başladı. Bu Sünni toplum üzerinde etkili olabilirdi ve oldu da. Ama Alevi toplumu için Osmanlı ya da başka bir sünni dini otorite hiçbir zaman meşru olmadı.

Ta 632 Yılından bu yana, hatta Ehlibeyt hakkını iade iddiası İle gelenler bile Abbasiler örneğinde olduğu gibi, Ehlibeyt açısından bir meşruiyet kazanamadı. Artık Osmanlı için isyanlar çağı dediğimiz çağ başlamakta idi. Bu isyanlar; inançsal olduğu kadar ekonomik kaygıların beslenmesi ile Sünni toplumu da etkisi altına almıştır.

Sosyal çalkantıların başlaması, Osmanlı'nın büyüme hızına da endekslidir diyebiliriz. Büyüdükçe halktan uzaklaşan, toprağa bağlı yaşyan halkın toprak rejimine dikkat etmeyen, savaş ve saray masrafları İçin her gün yeni bir vergi koyan bir devletin tebaası padişahının "samur ve amber" ihtiyacı için özel vergiler istemesine ne kadar dayanabilirdi ki! Birde madalyonun diğer yüzü var; öyle bir yüz ki orada kimler var kimler.

Ebu Suudlar, İbni Kimaller, Aziz Mahmut Hüdailer, Müftü Hamzaiar, Kadı Zadelar, Kara Çelebi Zadeler, Kara Kadılar, Sarı Kadılar, Kuyucu Muratlar, Idris Bitlisi'ler vs...


Özelde Alevi genelde tüm Anadolu halklarının itirazlarını bastırmak için kurulmuş bir üçgen! Padişah fetva İster, Şeyhul İslamlar verir. Kuyucular, Bitfisiler uygular. Tarih şahittir ki, İdris Bitlisi'nin taşeronluğunda gelişen kıyım hareketleri halkı canından bezdirmiş, ölüm öylesine aranır olmuştur ki deftere kaydetmeler zindanların dolmasına, genç kızların namuslarının kirletilip Müslüman sayılmadıkları için cariye muamelesi görmelerine,

çoluk çocukların katline, Evladı Resul kadın ve kızların develer üzerinde köle pazarlarında satılmasına kadar varmıştır. Seyyidlerin değişik dönemlerde kesilen sakalları (hakaret amacıyla) bu işin cabası. İdris Bitlisi'nin tek başına ortaya koyduğu bilanço resmi olarak seksen beş binlere (85.000) ulaşıyor,

seksen beş bin aziz şehide. Osmanlı'nın o dönemki nüfusu en fazla üç dört milyondur. Çünkü 1830'larda yapılan sayımda Ahmet Lütfi'nin verdiği rakam "Müslim, Gayri Müslim Beş milyona yakındır" diyorsa bizim verdiğimiz rakam çok iyimserdir. Sadece kendisi gibi düşünmediği, tek tipliliği reddettiği için öldürülen insanlar

ve halkını kanlı fetvalarla öldüren bir devlet "Bir halk devletinden tahammül ve şefkat bekler" mantığı yanlış ve tutarsızdır. Devlet halk için vardır hizmet için vardır. Kuruluşunun yedi yüzüncü yılı kutlanan Osmanlı devleti sürekli bir "hoşgörü abartısı ile" sunularak makyaj tazelettiriyor...

Gerçekten Osmanlı Devleti, sınırları içerisinde yaşayan gayri Müslimlere karşı oldukça hoş görülüdür. (Bu sadece Osmanlının değil tüm Müslüman ülkeler için geçerli bir kuraldır) Bunun se-bebi İslam fıkhındaki "Zımmi" kavramıdır. Ztmmilerin hukuku bellidir bu uygulanır... Ama Aleviler... Maalesef Alevi toplumu bir hukuksuzluğun

acısını çekmiştir. Bir halk tabiri ile "Gâvura göre Müslüman" bile olamamışlardır. Mülhid ve zındık muamelesi bir demokles kılıcı gibi başlarında sallanıp durmuştur. Bu sorun sadece Osmanlı'nın değil tüm İslam tarihi boyunca kurulan Sünni devletlerin sorunudur.

Çoğu zaman keşke zımmi olarak tanınılmış olsaydı dememek elde değil. 1492 yılında İspanyadaki katliamlardan kaçıp gemilerle Osmanlı'ya sığınan İspanyol Yahudileri sürekli Osmanlı hoşgörüsüne örnek veriliyor. Oysa aynı tarihlerde Sivas'ta ya da başka bir belde de Alevi olmanın ne anlama geldiğini en güzel ifade eden Pir Sultan Abdal'dır.

Ulu pirin şiirlerini okuyanlar o dönemi kolayca çözebilirler. "Ben Musa'yım sen Firavun" diyen Pir Sultan çizgiyi gayet netleştirmiştir. Yavuz döneminde ilgi çekici çok önemli bir emirname vardır. Emir yine İdris Bitlisi'ye verilmiş ve başarıyla uygulanmıştır. O da şudur: Alevilerin Necef, Kerbela, Meşhed gibi önemli Alevi inanç merkezlerine, kutsal saydıkları mekânlara gidişi engelleme harekâtıdır...


Bununla yapılmak istenen şey en basit tanımlamayla Alevileri kısır bir adaya hapsetmek ve inançsal erozyonların oluşmasını sağlamak. Bundan itibaren çok farklı bir araştırma konusu başlıyor. Alevi toplumunun inançlarını koruma uğruna verdiği mücadeleler nelerdir? (bu başka bir yazıda incelenecektir) ama ana konumuz üzerinde söyleyeceğimiz birkaç sözü de ilave edelim... Anadolu'nun İslam coğrafyasının

bir parçası haline gelmesini sağlayan Horasan erenleri adıyla bilinen ilk Alevi inanç önderleri, bu toprakların mayasını Ehlibeyt aşkıyla vermişlerdi. Köprülerin altında akan nice sular birçok değişimi belli bir hızla hayata soktu. Geçmişe dönüp baktığımızda anlamlandırdığımız olguların, olayların her geçen gün arttığını görüyoruz.Sular daha da durulacaktır. İmam Hüseyin'in (a.s) Kerbela'daki mesajında geçen "Özgür İnsan" kavramına layık olanlar ve olmayanlar net olarak görülecektir.

Alevi toplumu; düzmece, düzdürmece ve hayal ürünü masallardan kurtulup, yeniden ikinci bir ihya hareketi başlatabilecek alt yapıya sahiptir. Kaynak belirleme ve yazılı sahih kaynaklara yönelme en önemli adımdır. Cumhuriyet, Alevi toplumu için ancak bu şekilde fazilete dönüşebilir. Cumhuriyetin getirdiği kazanımlar geride yaşadığımız

"acı yıllarından" çok daha iyi durumdadır. Geçmişteki tepkiler hep adalet sosyal barış ve Aleviler açısından hukuki tanınmanın mücadelesiydi. Huzursuz ortamlardan gelen Alevi düşüncesi tarihinin en rahat dönemlerinden birini yaşamaktayken bazı çevreler Alevilerin demokratik katılımını engellemeye çalışıyorlar.

Bazı çevreler de tam tersi refleksler göstererek kargaşa yaratmak istiyorlar. Oysa Alevi toplumu huzur ve sükûnet içerisinde kendini anlamlandırmaya çalışıyor. Bugün Alevi camiasındaki yüzlerce vakıf ve dernek bu anlamlandırmanın sonucudur. Aleviliği folklor olarak görmekten kurtarıp, inanç boyutunun açığa çıkarılması herkesin boynuna borçtur.

Temel ve sahih kaynaklar demiştik; İşte orada başta Alevi toplumu ye diğer toplumlar gerçeği ve özü bulacaklardır. Örneğin İmam Ali (a.s) Nehc'ül Belağa'da Allah, İman, Ahiret, Adalet, Kader, Dünya, İnsan vb. konularda ne diyor? İnsanlığa nasıl bir mesaj sunuyor? İslam dünyası ya da İslam diye lanse edilen inançlar ne kadar sağlıklı? Sorunların çözümü için çok çabaya ihtiyaç var, yitik malını ararcasına;
1250-1450 yılları
1450-1650 yılları
1650-1826 yılları
1826-1920 yılları
1923-1999 yılları

Bu tarihler ayrı ayrı incelendiğinde, Alevi tarihinin dönüm noktaları daha yi aydınlanacaktır. 1250-1450 yılları barış, huzur ve sükûnetin bulunduğu Alevi ve Sünni kavramlarının çekişme unsuru olarak görülmediği, Oniki İmam (a.s) inançlarının ihya edilerek mesajının insanlara ulaştığı yıllardır.

1450-1650 yılları kelimenin tam anlamıyla hüzün yıllarıdır. Kan ve gözyaşının hâkim olduğu bu dönem dünya insanlık tarihinin en yaslı yıllarıdır. Bir araştırmacının ifadesi ile San Bartelemi katliamlarından daha kötüdür.
1650-1826 yılları inançsal ve tepkisel erozyonun verim vermeye başlamasının tarihidir.
1826-1920 yılları "Son bir darbe daha" edasıyla gerek fiziki gerekse ilmi yıkımların yaşandığı temel Alevi kaynaklarının topluca yakıldığı yıllardır.

1920-1999, belki de konuşmamız gereken nokta, verdiğimiz son tarihtir. Geçmişi bilme olarak attığımız adımlar geleceği kurmada bize neler kazandıracak ve Alevi toplumu nasıl bir gelecekle karşı karşıya...'Tanımlama Denemeleri" yaparken "Yarınlama Denemeleri" yapabilmemiz için "Bugünlerin Denemesini" de iyi yapmak gerekiyor, O zaman hatalar en aza indirgenir. Cumhuriyet döneminde yargılanacak olan devlet değil bu kez halktır.

Halk derken kastımız "Önderlik" iddiasında bulunan dini önderlerdir. Halkın kanalizesinde pervasız davrananlar inançlardan ödün verenler. Alevi toplumu adına (bir seyyid dedenin güzel bir tabiriyle) yol yezitliği yapanlar bu günün müsebbipleridir.3

Yüzyıllarca Anadolu'da İmam Ali'nin ve evlatlarının imamlığına bağlanan ve taraftar olan Alevilere inançta ve kültürde yol gösterip onların inançta temel noktalarını ve inanç yaşamlarını beyan eden bu buyruklar ve Şeyh Seyyid Safi hakkında o kadar beyit vardır ki bu kadar beyite övgüye karşı bugün niçin, bu zat yeteri kadar tanınmamakta ve bilinmemektedir. Bunun da Alevilerin başından geçen tarihi sürecin ne kadar yıkımlara, tahrifatlara, baskılara uğradığının açık bariz delillerindendir.

Bu kitap; Erdebil Dergâhı'nın Mürşid-i Kamil'i Evlad-ı Resul Seyyid Alevisi, Şeyh Seyyid Safi ve yolu, inancı ile ilgili bu mektebin erlerinin, ozanların, gönül dostlarının, âşıkların, sadıkların gönüllerinden gelip dillerinden dökülen beyitlere ve şiirlere yer verilmiştir.

Şahı Merdan Ali 'nin âlim evladıyım
Zülfikar ve Taç ve Düldül üç nişanı bendedir
Dinim Dini Muhammed Mezhebim Caferi yakin
Lafeta illa Ali bu penhan (saklı gizli) sır bendedir
Ben Şaha bu canımı sıdk ile kurban etmişem
Eğer kabul eylese velayet iyd (bayram) ve kurban bendedir
Çün Hatayiyim Şahın methini vasfını daim söylerem
Sıdk ile bel bağlaram defterle divan bendedir
* * *
Agahiyem Alevi, mezhebim Şia Kızılbaşım
Kerbela 'nin fırkatındandır gözümden akan yaşım
Hüseyin 'in derdini hiç kimseden sorma karındaşım
Dile Zeynel Abadan sor Dile Zeynep Anadan sor
Kulak tut sözüme Hevayı nefsi şehvetten geri ol
Özün pak eyleyip gel rah-ı aşka hakikat can-ı dilden Caferi ol

Evvel ol Allah 'in adı söylenir Cümle ibadetin başıdır tevhit
Pirim Şeyh Safi 'den bize kalmıştır Sofi kardeşlerin kanıdır tevhit
Her kim Şeyh Safi 'nin emrini tutmaz Yorulur bu yolda

menzile gitmez Gayri millet ona itibar etmez Cümle ibadetin başıdır tevhit
Tevhit ile bitmez işler bitmiştir Tevhit ile dünya karar tutmuştur
Tevhit ile talip hakka yetmiştir' Dermansız dertlerin dermanı tevhit
Mürebbisiz, müsahipsiz, damensiz İkrarından dönen yanar
imansız Yakin ihlâs ile çağır gümansız Şeyh Safi'nin armağanıdır tevhit
Can Hatayim tevhit derya denizdir Tevhit etmeyenler bizim nemizdir
Pirim Şeyh Safi'den sermayemizdir Oniki imamın erkânı tevhit

Yalancı kişiden yer gök bezer
Dünyadan ahrete bulmaz
Fethullah İkrarına sahip değilse
Ona hışım eyler Hak Habibullah
Rehber emrince gitmese Musahip
özünü teslim etmese Rızasız
gezip sözünü tutmasa
Türlü kanlara uğratır Allah
İki musahibin sırrı açılsa
Rehber buyruğundan kaçılsa
Sır içinde sır açılsa
Derdine derman yoktur mahşerde billâh
Dört kapı emrince olmasa
bir bacı Dünyadan ahrete çeker ol
göçü Şefaat etmez ona oddan
Naci Hak Muhammed Ali eyler Hışmullah
Şah Hatayım muhiptir can sufiye
Menziline ermiş olmuş Naciye
Gelip girmez erkânı Şeyh Safi'ye
Yüzleri karadır mahşerde Vallah Billâh
* * #