NaN%
ENFAL SURESİNİN BAZI AYETLERİNİN TEFSİRİ ENFAL SURESİNİN BAZI AYETLERİNİN TEFSİRİ







ENFAL SURESİNİN BAZI AYETLERİNİN TEFSİRİ

Ayetullah Murtaza MUTAHHARİ
Çev: Cafer Bayar


Takdim

Şehit Mutahhari'nin tefsir alanındaki çalışmalarının üçüncü bölümünü oluşturan bu eserde bir çok önemli konu Kur'ani bakış ile ele alınıp incelenmiştir. Özellikle toplum ve tarihe egemen olan ilahi sünnetler,

tekvanın anlamı ve etkileri, Şia fıkhındaki humus hükmünün Kur'ani açıklaması, ölüme vefat denilmesinin sebebi vb. konular üzerinde durulmuştur.
Şehit Mutahhari'nin her eserinde olduğu gibi bu eseri de derin ilmi tefekkür ve çabanın ürünüdür. Ve çok faydalı bilgileri içermektedir.
Bu serinin yayınlamaya muvaffak olmayı Allah'tan dilerken bu çabanın siz muhterem kardeşlerimiz için faydalı olmasını umarız.


"Hatırlayın o zamanı ki azınlıktınız, yeryüzünde hor, aciz tanınanlardandınız, insanların size saldırıp yok etmesinden korkuyordunuz. Derken sizi, şükredesiniz diye yer-yurt sahibi etti, yardımıyla kuvvetlendirdi ve tertemiz şeylerle rızıklandırdı.

Ey inananlar, Allah'a ve Peygambere hıyanet etmeyin ve bile-bile emanetlerinize de hıyanette bulunmayın.
Ve bilin ki mallarınız ve evladınız, sizin için bir sınamadır, ancak ve şüphe yok ki Allah katındadır büyük mükafat.
Ey inananlar, Allah'tan çekinirseniz hayırla şerri ayırt etme kabiliyetini verir size ve suçlarınızı örter, bağışlar sizi ve Allah, pek büyük lütuf ve ihsan sahibidir." Enfal Suresi( 26-29. ayetler)

Kur'an'ı Kerim, müminlerin kendi imanlarına güven duymalarını sağlamaya çalışmaktadır. Yani imanlı olmanın, gerçek ve hakiki Müslüman olmanın ne gibi iyi sonuçlar doğurduğunu anlatmak istemekte ve dikkati bu noktaya çekmeğe çalışmaktadır. Müslüman ve İmanlı olmanın sonuçlarını, sadece öbür dünyaya havale etmemektedir.

Yani halka "gelin şöyle yapın, ibadetin zahmetine katlanın ve imanınızın neticesini sadece öbür dünyada bizden isteyin; ibadetin ürünü, ancak öbür dünyada insana verilir" dememektedir. Kur'an'ın mantığı bu değildir. Tabii ki Kur'an'ın mantığı, maddi bir mantık da değildir ve her ektiğiniz tohumun ürününü de

bu dünyada alacak ve ondan yararlanacaksınız da dememektedir. Kur'an'a göre amaç sadece bu dünyadaki maddi çıkarları elde etmek değildir. Yani Kur'an'a göre, imanın ürünü hem bu dünyada görülür hem öteki dünyada; imanın sonuçları sadece ahirete ve öbür dünyaya mahsus değildir. İşte bu yüzden de imanın dünyadaki eserlerini hatırlatarak Müslümanların kendilerine olan güvenlerini artırmak istemektedir. Tabii ki muhatap o günkü Müslümanlardır.

Ey insanlar, Müslümanlığı kabul etmeden ve Allah'a iman etmeden önce güçsüz bir durumdaydınız kafirler sizi yok etmek istiyordu ama Allah sizi iman sayesinde güçlü kıldı ve işlerinizi düzene soktu. Azınlık idiniz; aciz bir durumdaydınız ve bir saygınlığınız da yoktu. İslam ve imanın bereketiyle çoğaldınız ve sayınız arttı.

Bu gün de bazı milletler var ki kimse onlara önem vermemektedir ama bazı milletler de var ki onlara önem verilir. Aciz olup kimse sizi hesaba katmadığı zamanı anın! Sadece başkaları size önem vermiyor değildi hatta zaaf ve güçsüzlüğünüzden dolayı kendiniz bile kendinizi hesaba katmıyordunuz.

Ama şimdi Müslüman olduğunuzdan ötürü herkes size önem vermektedir. Bir akbabanın bir kuşa saldırması gibi neredeyse bazı milletler size saldırıp yok edeceklerdi. Saldırıya uğrayıp varınızı yoğunuzu kaybetmekten korkuyordunuz. Ama iman edip, İslam ve Kur'an'ın emirlerine uyduktan sonra siz yer-yurt sahibi oldunuz.

İmanın neticelerini Allah bu dünyada da gösteriyor. Sizler aciz iken, kendi yardımıyla sizleri kuvvetlendirdi. Tertemiz nimetleri bu dünyada sizlere verdi. Başkalarının yararlandığı ama sizin mahrum olduğunuz nimetlerle dolu bu dünyadan tertemiz nimetler size nasip etti ve siz de onlardan yararlandınız. Fakat nihai amaç bu değildir

. Bu, sadece Allah'a ve ilahi nimetleri dikkate almak için bir mukaddimedir. Bu, Allah'a şükretmekten ibaret olan nihai hedefin başlangıcında verilen nimetlerdir.
Kur'an-ı Kerim'de "Şükür" kelimesiyle sık sık karşılaşmaktayız. Şükür, insanın kendisine gelen bir hayır karşılığında o hayrı yapan kimseye minnettar olduğunu bildirmesi, mesela "teşekkür ederim" demesidir.


Allah'a şükretmek sadece "Allahım sana şükürler olsun" demek midir? Hayır, bu yanlış bir düşüncedir. "Allah'ım sana şükürler olsun" sadece şükrün sözde kalan bir ifadesidir, şükür hakikati değildir. Şükrün gerçeği daha başka bir şeydir. Nitekim Estağfirullah ve etubu ileyh (Allah'ım sana tevbe ediyor ve sana dönüyorum) demek de gerçek tövbe değildir;

bu tabirler sadece tövbenin dildeki bir ifadesidir. Tövbenin gerçeği ise, işlenen günahtan pişmanlık duymak ve bir daha da günah işlememeye karar vermektir. Şükür'ün de çok zarif bir anlamı var ve o da minnettar olmak, kadir ve kıymet bilmektir. İşte bunun için de şükür hem Allah'a isnat edilir hem de kula.

"Şüphesiz ki Allah şükreden ve sabırlıdır". Yani Allah kullarının itaatine değer verir, itaatlerinin kıymetini bilir. Kulun yaptığı her itaatin bir değeri vardır. Allah kulunun mükafatını zayi etmez. Yani kulunun amelinin kıymetini bilir ve onu zayi etmez. Eğer kul, kadir-kıymet bilen ve şükreden bir kul olmak isterse Allah'ın nimetlerinin kıymetini bilmelidir. Yani her nimetin ne amaçla varolduğunu bilmeli ve o doğrultuda onu kullanmalıdır.

Şükrün tarifinde şöyle demişlerdir şükür: Bir şeyi yaratıldığı amaç doğrultusunda kullanmaktır. Allah'ın bizlere vermiş olduğu gözün şükrü "Allah'ım bize göz verdiğin için sana şükürler olsun" demek midir? Hayır. Akıl, fikir, duygu, muhabbet, evlat, mal, sağlık ve sahip olduğun her nimeti kendi yolundan saptırmaz

ve başka bir yolda kullanmazsan şükreden bir kulsun demektir. Mesela Allah bu dili boşuna yaratmamıştır. Bu dil ile hakikatler çarptırılabilir, yalan söylenebilir, bu dil halkı incitebilir, küfredebilir, halkın kötülükleri bu dille yayılabilir ve uydurma şeyler söylenebilir. Ama şunu iyice düşünmeliyiz ki bu dil iftira etmek, başkalarının kötülüklerini demek ve küfretmek için mi yaratılmıştır? Yoksa düşündüklerimizi başkalarına anlatmak için mi?

Düşündüklerimizi başkalarına anlatmak, başkalarına öğretmek, nasihat etmek ve onları aydınlatmak dilin şükrüdür. O halde nimetleri yaratıldıkları amaç uğrunda kullanmak gerekir. Mesela halkın büyük çoğunluğu fikir ve düşüncesini kötü yollarda kullanır halbuki fikir ve düşünce, gerçekleri kavramak ve halkın hayrına çalışmak için kullanılabilir.

Ey müminler, aciz ve mahrum idiniz. Allah sizlere nice nimetler verdi ve sizi düşmanlarınızın pençesinden kurtardı. Nimetleri hangi yollarda kullanmanız gerektiğini bilmek zorundasınız. "Şükredenlerden olasınız" ayetinin anlamı da budur, halkın dikkatini önceki döneme çekmek istiyor ve diyor ki bir zamanlar sayınız azdı, aciz idiniz, kendiniz de başkaları da sizi hesaba katmıyordu, Allah kendi yardımıyla sizi güçlendirdi, size nice nimetler verdi ki o nimetleri Allah'ın buyurduğu ve sizin de yararınıza olan yolda kullanasınız.

"Ey inananlar, Allah'a ve Peygambere hıyanet etmeyin ve bile-bile emanetlerinize de hıyanette bulunmayın." Bu ayet, Allah'a, Peygambere, Müslümanlara hıyanet etmekten ve kendilerinin kendilerine hıyanet etmesinden nehyetmiştir. İlahi hükümler sizin yanınızda emanettir. Onları terk ve tahrif etmeyin. Aynı şekilde, Peygamberin sünnetine, Müslümanlara ve kendinize de hıyanet etmeyin. Müslümanlara hıyanet etmek Allah'a ve Peygambere hıyanet etmek demektir.

Bu ayetin iniş sebebi şöyledir: Bedir savaşında zayıf imanlı biri kendi evladını ve malını korumak için Müslümanların ve İslam toplumunun bir sırrını düşmanlara açtı. Kur'an diyor ki "Allah'a, Peygambere ve kendinize hıyanet etmeyin". Peygamber (s.a.a) zaruret icap etmediği sürece siyasi sırları çok titizlikle gizli tutuyordu.

İşte bu yüzden de tarihte yazılmıştır ki: Peygamber (s.a.a) savaşa karar verdiği zaman hiç kimse bunu anlamazdı. Sadece "hazırlanın şu tarafa hareket edeceğiz" buyururdu. Ancak Tebük gibi bir takım özel koşullarda "altı yüz kilometrelik yolumuz var" veya "düşman güçlüdür, düşmanımız Kureyş ve Arap değil, Rumdur Tebük'e doğru hareket edin" buyururdu. Otuz bin kişi yeterli teçhizata hatta binecek merkebe sahip olmadan hareket ettiler. Bölge, ateş gibi yakıcı bir sıcaklığa sahip olan bir bölgedir.

Bu gibi bazı özel yerler hariç Peygamber (s.a.a) kimseyi kararından haberdar etmezdi. Bedir savaşında karar yayıldı. İmanı zayıf olan Müslümanlardan biri Peygamberin ve Müslümanların Kureyş ile savaşma kararını onlara haber verdi. Onun karısı, çocuğu ve malı Kureyşlilerin elindeydi. O da, eğer haberi onlara verirse onun ailesine ve malına dokunmayacaklarını düşünerek gidip onlara haber verdi. Ayet, belirli bir şahısı göz önünde bulundurarak umuma hitap etmektedir: "Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne hıyanet etmeyin."

Hz. Ali (a.s) valilerinin birine yazmış olduğu bir mektupta şöyle buyuruyor: "En büyük hıyanet ferde değil topluma yapılan hıyanettir."[1] Yanınızda bulunan birinin mal veya namusuna hıyanet ederseniz o şahsın yanı sıra, dolaylı olarak da topluma hıyanet etmiş olursunuz. Casusluk etmek topluma hıyanettir, en kötü ve en çirkin hıyanet de birinin, Müslümanların önderine hile yapmasıdır. Bu, ihlas ile gemiyi sahile götürmek isteyen bir kaptanı yoldan çıkarmaya, saptırmaya benzer. Böyle bir durumda kaptana hıyanet etmek, gemide bulunanların tümüne hıyanet etmektir.


Kur'an'ın toplumsal konulara ne kadar önem verdiği bu ayetten anlaşılmaktadır.
"Ve bilin ki mallarınız ve evladınız, sizin için bir sınamadır ancak ve şüphe yok ki Allah katındadır büyük mükafat."
Bilin ki bu mal ve servet imtihan vesilesidir. Yani, bütün derdiniz çoluk-çocuğunuz olmamalıdır. İşte burada Ahiret konusuyla karşılaşıyoruz.

Yani dünya hayatındaki nimetleri hedef olarak değil vesile olarak görmelisiniz.
Ey inananlar, Allah'tan çekinirseniz hayırla şerri ayırt etme kabiliyetini verir size ve suçlarınızı örter, bağışlar sizi ve Allah, pek büyük lütuf ve ihsan sahibidir.


TAKVA NEDİR VE FAYDALARI

Takva "veka" kökünden olup "korumak" anlamınadır. Kendini koruyabilecek olan bir kişiye "takvalı" denir. İlahi takva insanın kendisini Allah'ın rızası için kötü şeylerden korumasıdır.
Kur'an buyuruyor ki gerçek anlamda takvalı olmanın iki faydası vardır:

a: Takvanın manevi etkisi neticesinde işler kolaylaşır. Gerçekten de eğer bir insan takva üzere bir hayata sahip olursa hayatta kördüğümlerle karşılaşmaz, karşılaşsa bile onları çözebilir.

b: Takva insanın görüş ufkunu genişletir, insana bilinç ve basiret verir. Bunu anlamak önce insana güç gelebilir ve "basiretle takvanın ne ilgisi var?" diyebilir. Bilinç, beyine ve onun çalışmasına bağlıdır. Takvanın bilinçli olmayla ne alakası olabilir? Ama böyle bir şüpheye kapılmak yanlıştır. Takvalı bir insan daha aydın görüşlü ve daha basiretli olur. Çünkü takva insanın ruhuna parlaklık getirir, insanın basiretinin körelmesine neden olan engel ve karanlıkları yok eder.
Sanat gizli kalır garez gelince

Kalp ile göz arası asılır yüzlerce perde
Bir konu hakkında bağnazlık ederseniz, onu olduğu gibi anlayamazsınız. Takva, bağnazlığın tozunu-toprağını yok eder, kin ve nefret ateşini söndürür ve neticede de akıl özgürce düşünür.
Sa'di şöyle diyor:

Hakikat, donanmış bir saraydır
Heva ve heves ise yükselen bir toz
Görmez misin ki toz yükselince
Kör olmasa da insan gözü göremez
Kalbin kötülüklere açık oldukça
Gönül kulağına gayıptan sır gelmez

Bu hususta Hz. Ali (a.s)'den derin içerikli iki cümle naklederek konuyu tamamen aydınlatmak istiyoruz:
1- Tamah ve ihtiras kıvılcımının kalpte meydana geldiği çoğu zamanlar akılların sırtı yere değer.[AY1][2]
2- İnsanın kendini beğenmesi, aklı haset edenlerden biridir.[3]

r, Allah'tan çekinirseniz hayırla şerri ayırt etme kabiliyeti verir size ve suçlarınızı örter, bağışlar sizi ve Allah, pek büyük lütuf ve ihsan sahibidir.
Bu ayette hakikatte üç konuyu içeren bir konuya deyinilmiştir.

Takvanın etkileri: Bildiğimiz gibi takva Kur'an ve İslam'a ait bir kavramdır. Halkın dilinde takva ile taharet aynı anlamda kullanılır. Kur'an'ın dilinde ise takva ruhta yer alan bir haslet ve özelliktir. İnsan böyle bir huy ve özelliğe sahip olduğunda günah işleme fırsatı gelse bile, kendisine hakim olarak ondan kaçınabilir. Takva, Allah dostlarını, günahlar karşısında korur. Takva insanın ruhuna tesir ederek, onun günah işlemesini ve hata yapmasını önler.

1- Takvanın Dünyevi Etkileri: Kur'an'da takvanın üç etkisi zikredilmiştir. Bunların biri ruhi etkidir ve dünyada ortaya çıkar, diğer ikisi ise ahirette… Ayette de söylendiği gibi takva dünyada insana basiret verir ve böylece insan geniş bir ufka sahip olur. Etrafımızda aydınlık ve karanlık var olduğu gibi, içimizde ve kalbimizde de aydınlık ve karanlık mevcuttur. Bazılarının kalbi öylesine aydındır ki sanki kalplerine sürekli yanan bir lamba yerleştirilmiştir.

Bazı insanlar da var ki içlerindeki meşale söndüğünden dolayı kalpleri karanlıktır. Kalbi aydın olan kimselerin sahip oldukları ilk şey iyilik ve kötülükleri herkesten daha iyi anlamaları, hata ve eksiklikleri daha iyi görmeleri ve bunu itiraf etmeleridir. Ama kalbi karanlık olan kimseler en açık ve en büyük hatalarını bile görmezler ve bununla da kalmazlar. Filozoflar şu noktaya dikkat çekmişlerdir ki insanlar etraflarındaki olayları kendi iç aynalarında görürler.

Eğer görme aracımız tozsuz olursa, eşyaları ve alemi olduğu gibi tozsuz-dumansız görürüz, ama eğer karanlık olursa, dünyayı da karanlık ve siyah görürüz. Bu, dikkat edilmesi gereken önemli bir konudur. Mevlana Celaleddin Rumi şöyle diyor: "Bir kaç kez kendi etrafında dön ve daha sonra dur; göreceksin ki etrafındaki eşyalar dönüyor halbuki eşyalar değil senin başın dönüyor. Eğer insan takvalı, temiz ve basiretli olursa küçüğü küçük, beyazı beyaz ve siyahı da siyah görecektir.

Kur'an diyor ki takvalı olun ki batınınızdaki göz beyaz olsun ve evreni olduğu gibi görün. Eğer takvaya sahip olursanız, kalbiniz temiz olursa ve içinizdeki siyahlıkları dışarı atarsanız Allah size ayırt etme gücü verir ve böylece hakikatleri kolaylıkla ayırt edebilirsiniz; yani Allah size basiret verir. O halde insan takvanın sayesinde kalbini aydınlatır ve basiretli olur; basiretli olunca da kendisini olduğu gibi görür ve kendisini iyice ölçüp değerlendirir; kendini olduğundan ne fazla ve ne de az görür. Kendi hata ve yanlışlıklarını çok iyi bir şekilde anlar.

Ayrıca insan alemi kendi vücudunun bir parçası olan gözü ile gördüğü için, takvalı olursa ve vücudunun gözü temiz olursa, alemi daha iyi görür ve her şeyi daha iyi teşhis eder. Gerçekten de takvalı insanları takva hariç her yönden aynı olan diğer insanlarla kıyasladığımızda onların yargı ve yorumlarının diğerlerinden daha iyi olduğunu görürüz. İşte bu yüzden de takvalı insanların hakkında "bunlar temiz insanlardır, onlara ilham olmaktadır" diyoruz.

Bu, takvanın dünyadaki etkisidir.
2- Takvanın Ahiretteki Etkileri: Takvanın ahiretteki etkisi geçmiş günahların bağışlanmasına vesile olmasıdır. Yani geçmiş günahları silip atar. Ve geçmiş günahların tesirini yok eder. Çünkü gerçek takva tevbe ile beraber olmalıdır. Geçmişte bazı günahlar işlemiş olan kimse ancak işlediği günahlardan tevbe ettiği taktirde takvalı olur. O halde geçmiş günahların tesiri silinir ve uhrevi cezaları da yok olur. Yani artık Allah, takvalı bir kulunu geçmiş günahlarından dolayı cezalandırmaz.

Allah, pek büyük lütuf ve ihsan sahibidir. Kur'an-ı Kerim bu ayetlerde bize şunu anlatmak istiyor: eğer bizim imanımız gerçek iman olursa, eğer amelimiz gerçek İslami amel olursa ve toplumumuz gerçek İslami bir toplum olursa nice ilahi nimetlere sahip oluruz. Allah buyuruyor ki eğer takvalı olursanız basiretli olursunuz.

Bir insanın veya bir toplumun basiretli olması çok büyük bir başarıdır. Bazen Kur'an bu doğrultuda bazı kıssaları naklederek İslam tarihindeki bazı olayları anlatmaktadır. Peygamber ve beraberindeki müminler hak yolunda olduklarından, Allah'ın yolunda ve takva yolunda olduklarından ötürü Allah'ın yardım ve teyidine mazhar olmuş ve birçok zorluklardan kurtulmuşlardır. Onların düşmanları ise onca göz kamaştırıcı güç ve heybetlerine rağmen yok olup gitmişlerdir. İşte Kur'an bu olayları anlatmakla Müslümanların bundan ders almasını istemektedir.


"Hani bir zaman, kafir olanlar, seni bağlayıp hapsetmek, yahut öldürmek, yahut da yurdundan çıkarmak için düzenlere baş vurmuşlardı. Onlar, bu düzeni kurarken Allah da cezalarını hazırlamadaydı ve Allah hilekarları cezalandıranların en hayırlısıdır." Enfal:30

Bu ayette İslam tarihinin en hassas bölümlerinden birini açıklamakta ve Allah'ın, İslam ve Müslümanları nasıl kurtardığını göstermektedir. Neden? Çünkü o zaman gerçek İslam ve iman hüküm sürmekteydi. O çok zor koşullardan biri Peygamber sallâ'llâhu aleyhi ve alih'in hicret konusuydu. Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih' in Mekke'den Medine'ye hicret etmesine neden olan konu çok ilginçtir. Peygamber sallâ'llâhu aleyhi ve alih, bisetinin ilk on yılında

Hz. Ali aleyhi's-selâm'ın babası Ebu Talib'de hayattayken -Ebu Talib, Beni Haşim kabilesinin reisi ve herkes tarafından sayılan biriydi- Peygamber, Ebu Talib'in himayesinde olduğu için daha az eziyet görüyordu. Ebu Talib'in vefatından birkaç gün sonra da değerli zevcesi Hz. Hatice aleyha's-selâm'ı kaybetti. Bu kadın gerçek bir gam yoldaşıydı. Ruhi açıdan da Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih ile öyle bir uyumluluk içindeydi ki dünyada onun benzeri yoktur.

Hem de, çok fedakâr ve akıllı idi. Canını, malını, mutluluğunu ve her şeyini Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih 'e feda etti. Ebu Talib ve Hatice'nin vefatından sonra Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih' e yapılan eziyetler son haddine vardı.
Bu arada Allah ilginç bir zemin hazırladı.

Medine halkı Avs ve Hazrec diye iki kabile idiler ve daima da birbirleriyle savaş halindeydiler. Onlardan As'ed İbn-i Zürare adında biri Kureyş'den yardım almak için Mekke'ye gelip Kureyş'lilerden biri ile karşılaşır. Kabe, eskilerden beri mabed idi -o zaman Kabe puthane idi- Hz. İbrahim aleyhi's-selâm'ın zamanından varola gelen tavaf o zaman da yapılıyordu. Mekke'ye gelen herkes Kabe'nin etrafını tavaf ediyordu.

Bu şahıs da Kabe'nin ziyaretine gitmek isterken onu evinde konuklayan Kureyş'li dedi ki: "Dikkatli ol. Aramızdan bir büyücü çıkmış ve bazen de Mescid-i Haram'a gelip çok çekici ve ilginç sözler söyler. Sakın onun sözlerini dinleme, aksi halde ona kapılırsın. Onun sözleri sihirlidir." Tesadüfen bu Medine'li Kabe tavaf etmeye gittiğinde Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih de Kabe'nin kenarında Hicr-i İsmail'de oturmuş Kur'an okuyordu.

Bu adam kulağına pamuk tıkadığından hiçbir şey duymuyordu. Tavaf esnasında Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih' in çekici siması onun dıkkatini çekti; kendi kendine "bu, onların dediği şahıs değil mi? "Kulaklarımı pamukla kapatmam deliliktir?" diye düşündü. Ben de insanım, onun sözlerini dinlemeliyim deyip kulağındaki pamuğu çıkardı.

Kur'an-ın ayetlerini dinleyip ona meyil etti. Ve bu da Medine halkının Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih ile tanışmasına sebep oldu. Daha sonra gelip sohbet etti ve daha sonraları da gelip gizlice Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih ile görüştüler ve sonuçta onlardan bir grubu Mekke'ye

geldi ve hac mevsiminde on ikinci gece herkes uykudayken Mina çölündeki Akabe-i Vüsta'daki yamaçların birinde Resulullah ile görüşmeleri kararlaştırıldı. Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih orada onlara buyurdu ki ben sizi bir olan Allah'a ibadet etmeye davet ediyorum, eğer siz iman ederseniz ben de sizin şehrinize gelirim.

Onlar da kabul edip Müslüman oldular. Böylece de Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih, Mekke'den Medine'ye hicret etmesinin ortamı hazırlanmış oldu. Bu, ilk hadise idi. Daha sonra Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih, Musaab b. Umeyr'i Kur'an öğretmesi için Medine'ye gönderdi.

Mekke'ye gelen ilk Medinelilerin sayısı çok az idi ama bu büyük tebliğci sayesinde bir çokları da Müslüman oldular ve böylece de Medine'nin ortamı müsait oldu. Kureyş de gün geçtikçe baskısını çoğalttı ve sonunda Resulullah'ı öldürmeğe karar verdiler. Bu kararı Dar-ün Nüdve'de toplanarak aldılar ve bu ayet de bu konuya değinmektedir.

Dar-ün Nüdve, Mekke'de bulunan bir senato hükmündeydi. Mekke'nin ne cumhuriyet ve ne de padişahlık şeklinde bir hükümeti vardı ve ne de bir merkeze bağlıydı. Kabile büyüklerinin oluşturduğu bir hakimiyet mevcut idi. Kabileler arasındaki bir karar gereğince, kırk yaşından aşağı olmamak

gibi bazı özel şartlara sahip bir kaç kişi her kabileden bir araya gelerek karşılaşılan zorluklar hakkında birbirleriyle istişare edip bir karara varıyorlardı ve Kureyş halkı da bu karara uymak zorundaydı. Dar-ün Nüdve, Mescid'i Haram'ın etrafındaki odalardan biriydi. Şimdi ise o yer yıkılarak Mescid-i Haram'a eklenmiştir.

Söz konusu toplantıda, birtakım öneriler ortaya atıldı ve nitekim dediler ki Muhammed sallâ'llâhu aleyhi ve alih'in özgürlüğünü kısıtlamalıyız. Ya onu öldürmeliyiz, ya hapse atmalıyız ve yahut da onu sürgüne göndermeliyiz, istediği yere çekip gitsin onun şerrinden kurtulalım, dediler. Şia ve Ehl-i sünnet alimleri şu şekilde yazmışlardır: burada yaşlı biri, kalkıp -halbuki Kureyş'ten başkasının oraya girmeye hakkı yoktu- "Ben Necd ehlindenim" dedi.

"Sen burada ne arıyorsun?" dediler. "Kureyş'in toplandığı konu hakkında benim de bir görüşüm var" dedi. İzin alıp içeri girdi. Hadislerde, bu yaşlı adamın yaşlı bir insan kılığına girmiş şeytan olduğu bildirilmiştir.

Bu adam tarihte "Necd'li yaşlı" diye meşhurdur. Bu yaşlı adam o toplantıda kendi görüşünü söyledi ve onun görüşü onaylandı. "Bir adamı gönderin Peygamberi öldürsün" görüşü reddedildi. Yaşlı adam dedi ki bu iş böyle olmaz; çünkü Beni Haşim kabilesi Muhammed'in intikamını almak için onu öldüreni muhakkak öldürür. Öldürüleceğini kesin bilen biri böyle bir işe girişmez. O halde Muhammed'i hapsedelim dediler.

Yaşlı adam dedi ki bu da sizin maslahatınıza değil çünkü Beni Haşim, kendilerinden birinin hapsedilmesine dayanamazlar, tek başlarına size zor edemeseler de hac mevsiminde halk bir araya toplandığında onlardan da yardım alarak Muhammed'i hapisten çıkarabilirler. Muhammed'i sürgüne gönderelim denildi. Yaşlı adam dedi ki bu hepsinden daha tehlikelidir. O hoş simalı ve hoş konuşan biridir. O, şimdi bu şehirde tek başına sizin adamlarınızı kendine çekmektedir. Eğer başka bir yere gönderilirse Arap kabileleri arasında binlerce kişiyi kendine çekip sizin peşinizi bırakmaz.

Sonunda onun öldürülmesi önerildi ve herkes tarafından da kabul edildi. Ama öldürülme planı farklıydı. Şöyle ki her kabileden bir kişi seçilecekti ve Beni Haşim'den de bir kişi seçilecekti (Beni Haşim'den olan Ebu Leheb onların arasındaydı) ve bunlar toplu halde Peygamberi öldüreceklerdi ve böylece onun kanı da hiç olacaktı.

Beni Haşim bir şey iddia ederlerse, sizin kabilenizin de bu işte parmağı vardı deriz. En fazlası onlara diyet veririz, on kişinin diyetini isteseler bile onlara veririz.

Bunların karar verip bu gizli kararı icra edecekleri gece peygambere, Musa aleyhi's-selâm gibi "büyükler bir araya gelip seni öldürmek hakkında istişare etmekteler, hemen şehirden çık" diye vahiy geldi.


"Hani bir zaman, kafir olanlar, seni bağlayıp hapsetmek, yahut öldürmek, yahut da yurdundan çıkarmak için düzenlere baş vurmuşlardı. Onlar, bu düzeni kurarken Allah da cezalarını hazırlamadaydı ve Allah hilekarları cezalandıranların en hayırlısıdır."

Ebu Leheb onlara engel olup "gece birinin evine baskın yapmak doğru değil çünkü evde kadın var, çoluk-çocuk var onlar korkar veya yanlışlıkla onlara zarar verilir. Sabah oluncaya kadar sabretmeliyiz dedi." Onlar da kabul ettiler. Peygamberin evinin etrafını sarıp hava aydınlandığında Peygamber'in evine saldırmak için sabaha kadar beklediler.

Peygamber, Ali aleyhi's-selâm'ı sesleyip "bu gece benim için fedakarlık etmelisin" dedi. Ali aleyhi's-selâm "emrettiğiniz her işi yaparım" dedi. Buyurdu ki "bu gece benim yatağımda yatmalısın ve uyuduğumda başıma örttüğüm parçayı da başına örtmelisin." Ali aleyhi's-selâm' da bunu kabul etti. Bütün hadisçiler ve tarihçiler

ittifakla bunları kabul etmiş ve hatta onlardan biri bile bu olayda şüphe etmemiştir. Ali aleyhi's-selâm ile Hind b. Ebi Hale, Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih'ın gidip saklanacağı yeri yani "Sur" mağarasını önceden gidip belirlemişlerdi. Çünkü Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih mağarada saklandığı sürece onunla gizli irtibat

kurulacak ve Ali aleyhi's-selâm ile Hind b. Ebi Hale Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih'e merkep ve yiyecek götüreceklerdi. Geceleyin Ali aleyhi's-selâm gelip Peygamberin yatağında yattı ve Peygamber de dışarı çıktı. Peygamber yolda gittiği sırada Ebu Bekir ile karşılaştı, Ebu Bekir'i de kendisiyle götürdü. Mekke'nin batısına yakın bir yerde

"Sur" adında bir mağara vardır. Medine'ye gitmek isteyen biri o yoldan gitmez. Peygamber özellikle yolunu değiştirip Ebu Bekir ile gidip o mağaraya saklandılar. Kureyş ise sabahı bekliyordu ki sabah olunca toplu halde eve saldırıp hançer ve bıçaklarla Peygamberi öldürsünler; ve kim öldürdü diye sordukları zaman, 'her kes elindeki hançerle Peygambere bir darbe vurdu' desinler; özellikle kılıçla öldürmek istemediler; çünkü kılıçla öldürselerdi Peygamberi bir kişi öldürmüştür denilirdi.

Hava aydınlanınca, Peygamber'in evden çıkmaması için çok dikkatliydiler. Aniden biri yataktan kalktı ama o Peygamber değil Ali idi."Dostun hani?" dediler." Bana mı teslim etmiştiniz ki şimdi benden istiyorsunuz?" dedi. "O ne oldu, nereye gitti?" dediler. "Siz, kendiniz onu şehrinizden çıkarmak istiyordunuz şimdi

ise kendisi çıkıp gitmiş" dedi. Çok üzüldüler, onun yerine Ali'yi öldürelim dediler. Onlardan biri "onu bırakalım gitsin, gençtir; Muhammed onu aldatmıştır" dedi. Ali aleyhi's-selâm ant olsun Allah'a eğer benim aklımı dünyadaki insanlar arasında dağıtsalar, onların hepsi deli olsalar bile akıllanırlar. Hepinizden daha akıllıyım ben" dedi.

Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih'i izlemeye başladılar. Peygamberin ayak izini takip ederek mağaranın önüne kadar gittiler. Fakat mağaranın girişinde bir örümcek ağı ve bir de yuvasında duran bir güvercin gördüler. Kimse buraya girmiş olamaz dediler. Mağaraya öylesine yaklaştılar ki Peygamber ve Ebu Bekir onların sesini duydular. Tam bu sırada Ebu Bekir çok perişan oldu, korktu ve kalbi vurmaya başladı. Bu, ayetle de sabittir:

"Siz ona yardım etmezseniz hatırlayın o zamanı ki kafirler, onu yurdundan çıkardıkları zaman yardım etmişti ona. O, iki kişinin ikincisiydi ancak ve hani ikisi de mağaradaydılar, arkadaşına korkma demişti, şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir. Şüphe yok ki Allah, ona manevi bir kuvvet ve huzur vermişti ve onu, sizin görmediğiniz ordularla kuvvetlendirmişti."[4] Tevbe:40

Allah bu ayette buyuruyor ki, Allah, Peygambere huzur verdi rahmetini Peygambere indirdi ve Peygamberi teyit etti. Her ikisini teyit etti diye buyurmuyor.

Kureyş mağaranın önüne gelince, kimsenin mağaraya girmediğini sanıp oradan döndüler. "Nasıl olduğunu anlayamadık? Göğe mi çıktı yere mi girdi? anlayamadık" dediler. Bir süre dolaştılar ama hiçbir şey bulamadılar. Peygamber sallâ'llâhu aleyhi ve alih, üç gün veya üç günden fazla o mağarada kaldı.

Gece yarısı olunca Hatice'nin yüce ve değerli oğlu Hind b. Ebi Hale gizlice mağaraya yiyecek götürüp bırakıyor ve geri dönüyordu. Önceden planladıkları üzere iki merkep hazırlayıp geceleyin götürüp mağaranın yanına bıraktılar, Peygamber ve Ebu Bekir de onlara binip Medine'ye doğru yol almaya başladılar.


Kur'an buyuruyor ki görün işte Allah Peygamberini bu zor şartlardan nasıl kurtardı nasıl yardım etti ona. Onlar düşünüp plan kurdular ama Allah, onların planını suya düşürdü.
"Hani bir zaman, kafir olanlar, seni hapsetmek, yahut öldürmek, yahut da yurdundan çıkarmak için düzenlere baş vurmuşlardı."
Kureyş, kendi plan ve tuzaklarına çok güveniyor ve böylece onu öldürebileceklerini ve kanının yerde kalmasını

sağlayacaklarını sanıyorlardı ama ilahi takdir ve iradenin bunların üstünde olduğunu unutmuşlardı. Eğer bir kul Allah'ın lütuf ve ihsanına mazhar olursa hiçbir güç onu yok edemez.


"Mekr" hedefi bilinmeyen tuzak ve düzene denir. Eğer bir insan bir plan yapar ve bu planla da belirli bir hedefi göz önünde bulundurur; ancak halk bu planı gördüğü zaman ve hedefini anlamaz ve hedefin daha başka bir şey olduğunu sanırlarsa, işte böyle bir plan ve düzene Arapça da "mekr" denir.

Allah da bazen bazı olayları öyle bir şekilde gerçekleştirir ki insan bu olayın şu amaçla gerçekleştiğini sanır ama gerçekte daha başka bir amaçla o olay gerçekleşmiştir. Bunun için Allah da bazen "mekr" eder yani bazı olayları gerçekleştirir ki onların zahiri bir şekildir ama asıl hedef daha başka bir şeydir. Onlar "mekr" eder, Allah da "mekr" eder ama Allah "mekr" edenlerin hepsinden çok üstündür.

"Onlara ayetlerimiz okunurken dediler ki: Duyduk, dilersek biz de buna benzer sözler söyleriz ve bu, eskilerin masallarından başka bir şey de değil." Enfal:31

Bildiğimiz gibi Peygamberin en önemli mucizesi Kur'an idi. Peygamberin Kur'an gibi hiç bir desteği yoktu. Peygamber, tek başına peygamberlik vazifesini Allah tarafından üstlenmiş Kur'an-ın gücüyle tedricen insanları kendine çekmiş ve onlardan bir güç oluşturmuştur. Bu yüzden Kureyş, Peygamberin elindeki bu mucizeyle mübareze etmek zorundaydı. Peygamber diyordu ki bu kitap Allah'ın sözüdür, insan sözünün ötesindedir. Onlar da buna cevap vermek zorundaydılar.

Kur'an'ın, mucize olan yönlerinden biri, Kur'an'ın güzelliği, fesahat ve belagatı idi. Başka bir yönü de Peygamber'in geçmiş peygamberler hakkında haber vermesi ve onların kıssalarını anlatmasıydı ki Kureyş, tamamen onlardan habersiz idi. Peygamberle mübareze etmek için onların büyükleri bazen gelip bazı iddialarda bulunuyorlar ama asla dediklerine amel etmiyorlardı.
"Ayetlerimiz onlara okunduğunda derler ki duyduk, istesek biz de onların benzerini söyleriz ama biz söylemek istemiyoruz." Çok ilginç bir şeydir bu. Çünkü eğer bunu yapabilselerdi, ilk andan itibaren yaparlardı.

Babam şöyle bir olay anlatıyordu: Bir inşaat ustası vardı, eve tavan yapması için onu getirdik. Gelip evin tavanını yaptı ama bitirdikten sonra tavan çöktü. İlk defası olduğu için hata yaptı ama ikinci defa böyle olmaz dedik. İkinci defa başladı tavanı yapmaya, bitirdikten sonra yine tavan çöktü.

Üçüncü defa işe başladı ve sonuç yine aynı oldu. Babam bu olaya çok sinirlenip demiş ki "bilmiyorsan halkı niye uğraştırıyorsun ki kardeşim? Bilmiyorsan baştan de ki bilmiyorum. Bak hem kendini yordun hem de bizi uğraştırdın." Usta da şöyle demiş: "Hacı amca bu da denilecek söz mü, ben istersem yaparım ama kendim istemiyorum." Görüyorsunuz işte, nasıl bir istek ki ne zaman doğacağı belli değil.


Bunlar da dediler ki eğer istersek biz de Kur'an'ın benzerini söyleriz ama istemiyoruz. Bu sözü söylemekle bazı avam halkı aldatmak istediler. Muhammed'in anlattığı efsaneden başka bir şey değil. Biz de eski efsanelerden anlatabiliriz. Kureyş'ten olan Nazr b. Haris bu amaçla İran'a geldi,

(Kureyş büyüklerinin İran'la ilişkileri vardı) Rüstem, İsfendiyar, Keykavus ve Cemşid gibi eski İran efsanelerinden bir çoğunu toplayıp dedi ki: Ey millet, gelin size efsane anlatayım, eğer Muhammed efsane anlatabiliyorsa ben de anlatabilirim. Ama kimse onun sözlerini dinlemeye gitmedi. Çünkü Kur'an'ın kıssaları efsane değil, gerçek hayat öyküleridir. Dediler: İstersek biz de onun sözünün benzerini söyleriz ama istemiyoruz. Bunlar efsanedir ve efsanenin de bir önemi yoktur.
- 3 -
"Hani Allah'ım demişlerdi, bu, senin katındansa ve gerçekse başımıza gökten taş yağdır, yahut da bize elemli bir azap ver." Enfal:32
Kur'an, bu ayette kafirlerin kişilik ve şahsiyetlerini sergiliyor.


Eğer insan gerçekçi olursa, "Allah'ım eğer hak buysa, hak söz buysa eğer bu doğruysa, Allah'ım onu bize göster" demesi gerekir. Ama ayet şöyle devam ediyor eğer bunlar doğruysa başımıza gökten taş yağdır ve bizi yok et veya bize elemli bir azap gönder. Yani bu hakikati duymaya ben tahammül edemem; ben bunlar doğruysa ve hakikatse hemen başımıza taş yağdır ki böyle bir günü görmek istemiyorum; kendi istediğim şeylerin doğru olmasını

isterim aksi halde hakikatten nefret ederim.
Kur'an, onların içinden geçenleri böyle dile getiriyor. Hz. Ali (a.s) İslam nedir? sorusuna şöyle cevap veriyor: İslam, teslim olmaktır. Ama neyin karşısında, bir şahsın mı? Hayır. İslam hakkın karşısında teslim olmaktır. Yani, hak ile karşılaştığında isyan etmemek ve boyun eğmektir. Dinin asılları ile fer'ileri arasındaki fark şu ki fer'iler, insanın amel etmesi gereken şeylerdir, asıllar ise insanın yakin etmesi gereken şeylerdir.


Acaba usul-u din'de yakin yeterli midir? Hayır, kesinlikle yeterli değil. İlim ve inanç da gereklidir. Akıl bir şeyi anlamadıkça onu kabul etmez. Ama itikattan başka usul-u din karşısında teslim olmak da yani isyan etmemek de gereklidir. İslam, yani isyan etmemek. "Eğer bu hakikatse beni öldür" demek iman değildir, çünkü iman doğrunun ve hakikatin karşısında teslim olmaktır.

Şeytan kafir midir mümin mi? Şeytan kafirdir. Şeytanın Allah'ın varlığına yakiyni var mıdır? Evet, yakiyni vardır; hem de onun yakiyni bizden daha çok idi. Allah'ın karşısında diyor ki "Ant olsun senin izzetine kullarının hepsini yoldan çıkaracağım."[5] Aynı şekilde şöyle diyor: Rabbim, ölüleri dirilteceğin güne dek öldürme beni."[6]. Allah'a ve kıyamete inanıyordu. İnanmak ve bilmek, iman için yeterli değildir, bunun yanı sıra insan inandığı bir şeye karşı teslim de olmalıdır.
"Kendileri de bunlara adamakıllı inandıkları, bunları iyice bilip anladıkları halde zulümle, ululanmayla inadına inkâr ettiler."[7]

Kendimizi tanımalıyız, eğer bir şeyin hakikat olduğunu bilip inkar edersek mümin olmadığımızı bilmeliyiz. İnsanın bir şeyi bilmesi, onun mümin olmasında yeterli değildir, insan bilmenin yanı sıra teslim de olmalı ve isyan etmemelidir.
"Peygamber sizin aranızda olduğu müddetçe, istiğfar ettiğiniz sürece Allah size azap etmez." Enfal: 33


Nehc-ül Belağa'da Allah'ın iki eman ve güvencesi olduğu söylenmiştir: Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih ve tevbe etmek. Ey insanlar biri gitti ama öbürü mevcuttur ve onu kendi aranızda ihya edin. Azaptan maksat nedir? Tefsir alimleri azabın iki kısım olduğunu söylemişlerdir. Bir kısmı, normal olmayan azaplardır. Yıldırım, fırtına, vb. Diğer bir kısmı da bu özelliğe sahip olmayan, başka türlü olan azaplardır. Bu tür azap bir çok ayetlerde beyan edilmiştir. Bir kavmin başka bir kavme musallat olup onları zelil etmeleri gibi.

"De ki: Üstünüzden, ayaklarınızın altından size azap göndermeye, yahut sizi bölük-bölük edip bir kısmınızın azabını bir kısmınıza tattırmaya gücü yeter onun."[8]
Bu ayette açıklanan azap, güçlü bir kavmin diğerine musallat olmasıdır, ayakların altından çıkan azap ise alçakların topluma musallat olmasıdır.

"Savaşın onlarla da Allah, ellerinizle onları azaplandırsın, aşağılatsın onları, onlara karşı yardım etsin size."[9]
"Peygamber sizin aranızda olduğu müddetçe, istiğfar ettiğiniz sürece Allah size azap vermez." ayetinde geçen azaptan maksat nedir? Maksat Lüt kavmine gönderilen azab türünden bir azap mıdır, yoksa birtakım zorluklar ve sıkıntılar şeklinde görülen azap mıdır? Bunların her ikisi de ayetten anlaşılmaktadır.

"Peygamber sizin aranızda olduğu sürece"den maksat Peygamber'in cismi midir? Zahiren maksat onun cismidir ama maksat onun sünneti, ahkam ve öğretileri de olabilir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: Peygamber onların arasında olduğun sürece -senin öğretilerin ve sünnetin onların arasında olduğu müddetçe- veya tevbe ve istiğfar ettiğiniz ve pişman olduğunuz sürece Allah size azab vermez. Ayetin zahirinden anlaşılan şu ki İslam ümmeti,

Âd ve Semud kavmine gönderilen azaplardan güvencede olsalar bile diğer azaplardan güvencede değillerdir. Peygamber dünyadan göçtükten sonra azap gelebilir. Kur'an, güçlülerin zayıflara musallat olması ve daha da önemlisi ihtilafa düşüp birbirine karşı savaşması ve böylece düşmanı hoşnut etmesi gibi azaplar zikretmiştir. Bunlar da ilahi azaplardır. Buna göre, Peygamber onların arasında olduğu sürece veya Peygamber'in kendisi, onların arasında olmasa da öğretileri, onların arasında bulunduğu sürece Allah onlara azap etmez.

"Ne diye Allah onları azaplandırmasın ki! Onlar, hizmetine layık olmadıkları halde halkı Mescid-i Haram'dan mene diyorlar, onun hizmetine layık olanlar, ancak çekinenlerdir." Enfal:34

Bu ayet özellikle Kureyş'e hakkındadır ama, Kureyş'ten sonrakilere de şamildir. Kureyş kendisini Kabe ve Mescid-i Haram'ın yöneticileri biliyor ve Kabe bizimdir istediğimize girmesi için izin verir ve istediğimize de engel oluruz diyorlardı. Bunlar Mekke'de oturdukları için evlerin ve yerlerin kendilerine ait olduğunu düşünüyorlardı. Kur'an böyle bir düşünceyle mücadele edip diyor ki kıyamete kadar hiç bir kimse ben Mescid-i Haram'ın ve Kabe'nin idarecisi ve yetkilisiyim diyemez. Kabe ve Mescid-i Haram bütün Müslüman ve takvalılara ait yerlerdir.

Hacc suresinin 25. ayeti şöyle buyuruyor:
"Kafir olanlar ve halkı Allah'ın yolundan çıkaranlar ve insanlar için ibadet yeri olarak var ettiğimiz ve orda yurt tutanla orayı ziyaret için gelen hakkında aynı hükümleri yürüttüğümüz Mescid-i Haram'dan menederse... Ve kim orda nehyedilmiş bir şeyi zulmederek yapmak isterse ona elemli azabı tattırırız."

Mekke evleri hakkındaki sıkıntılardan biri evin kirasının çok pahalı olmasıdır. Ehl-i sünnetin fıkhında bile bu gibi işler haramdır. Kusem b. Abbas Hz. Ali aleyhi's-selâm tarafından Mekke'nin valisi iken Ali aleyhi's-selâm ona bir mektup yazıp şöyle buyuruyor: Mekkeliler oraya gelen yabancılardan kira almamalıdırlar çünkü orası vakıf hükmündedir.[10]


Başkalarının gelmesine de engel olmaya hakları yoktur. Hatta Peygamber emretmişti ki Mekke'nin kapıları iki kanatlı olmalıdır. Çünkü Mekke, dünyadaki bütün Müslümanlara aittir ve kimse bu şehre gelenlere engel olmamalıdır.
"Ne diye Allah onları azaplandırmasın ki! Onlar, hizmetine layık olmadıkları halde halkı Mescid-i Haram'dan menediyorlar, onun hizmetine layık olanlar ancak çekinenlerdir, fakat çoğu bilmez bunu."


Bugün gördüğümüz Mescid-i Haram asr-i saadette bugünkü kadar büyük değildi. Mescid-i Haram takriben 32×32 metre idi. Kabe'nin ise eni dört metre ve uzunluğu da dört metreden biraz fazla idi. Asr-i saadetten sonra Kabe'nin etrafındaki evleri satın alıp Mescid-i Haram'ı genişlettiler.

Üçüncü Abbasi halifesi Mehdi'nin zamanında yeniden onu genişletmeye karar verdiler. İslam halifeleri onu genişletirken halkın evini zorla almamaya dikkat ediyorlardı. Üçüncü Abbasi halifesi Mehdi onu genişletmek istediğinde halkın bazısı evimizi satmıyoruz dedi. Ehli Sünnet fakihlerinden bazıları dediler ki "evet, kendi evleridir isterlerse satarlar, istemezlerse satmazlar." Diğer bazıları da

"Mescidi Haram için alındığından dolayı zorla da alınabilir" dediler. Genelde böyle zorluklarla karşı karşıya geliniyordu, bu yüzden de Ehl-i Beyt'e müracaat ediyorlardı. İmam Bakır aleyhi's-selâm, bu hususta çok önemli ve dakik bir istidlal ederek "Mescid-i Haram'ın maslahatı icap ederse halkın razı olması

şart değildir" dedi. İmam Bakır aleyhi's-selâm şöyle buyurdu: Kabe önceden burada mevcuttu ve halk da Kabe için buraya geldiler; halk gelip yerleştikten sonra Kabe'yi yapmadılar. Mesela bazıları gelip bir proje hazırlar ve bir takım evler yaparlar daha sonra da derler ki bir yeri de cami yeri olarak vakfedelim.

Önce halka yere sahip olurlar ve daha sonra da yerin bir kısmını cami yapılması için ayırırlar. O halde cami yeri ikinci planda yer almış olur. Dünyadaki bütün camiler böyle olmuştur, hatta Mescid-i Nebi de böyledir. Bütün dünyada sadece bir yer var ki önce orada mescit kurulmuş daha sonra da o mescit, o yeri ihya etmiştir.


O yer de Mekke'dir. Çünkü Mekke, kurak ve ekilip-biçilmeyen bir vadi idi ve sahipsizdi. ilk olarak İbrahim aleyhi's-selâm gelip halk için orada Kabe'yi yaptı ve orayı ibadete mahsus kıldı ki kıyamete kadar herkes gelip orada ibadetini yerine getirsin. O halde önce İbrahim aleyhi's-selâm gelip orayı yaptı daha sonra da halk geldi. Böylece, Kabe ve Mescid-i Haram'ın hakkı mahfuzdur. Halkın yeri ve yer alması Mescid-i Haram ve Kabe'yi zor durumda bırakmadıkça, ona engel olmadıkça hiçbir sakıncası yoktur. İmam Bakır aleyhi's-selâm'ın bu açıklamasını herkes kabul etti.

Kur'an da bu mantığı izlemiştir. Kur'an buyuruyor ki, onlar azabı hak etmişlerdir çünkü Mescid-i Haram'ın idarecisi ve yetki sahibi onlar değil bütün dünya Müslümanlarıdır ve orası tüm Müslüman ve takvalılara aittir.
Başka bir ayet:

"Kabe'ye karşı namazları, ancak ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibaretti. Artık kafir olmanıza karşılık tatın azabı" Enfal:35
Bu ayet önceki ayeti tamamlamaktadır. Kur'an, kendilerinin Kabe'nin yetkilisi olarak tanıtan bu şahısları Kabe'ye karşı nasıl bir muamelede bulunduklarını bu ayette ortaya koymaktadır. İbrahim aleyhi's-selâm, Allah'ın emriyle Kabe'yi yaptı ve Allah da "evimi tavaf edenler için, rüku edenler ve secde edenler için temiz tutun."

Bunlar ise işi nereye getirdiler? Kabe'de yapılması gereken amellerden biri namazdır. "İbrahim makamında namaz kılın"[11] dedi. Bunlar namazı ıslık çalmaya ve el çırpmaya çevirdiler. Halbuki ibadetler, nicelik ve nitelik açısından değiştirilmemeli ve beyan edildiği gibi azaltılmadan ve çoğaltmadan yerine getirilmelidir.

İbadetlerde neden ve niçin söz konusu değildir. Bir grubun, Arapça, bir grubun da Farsça ve diğerinin de Türkçe namaz kılması doğru değildir çünkü bu, namazı şeklini değiştirmektir. Eskiden yolculukta dört rekatlık namazlar iki rekat olarak kılınıyordu ama bugün uçak var ve uçakla da yolculuk etmek zorluk getirmez o halde dört

rekatlık namazlar dört rekat olarak kılınmalıdır demek de yanlıştır. Çünkü bu da keyfiyet açısından namazın değiştirmektir. İbadetlerde şahsi veya milli görüşlere, zevk ve seçeneklere yer yoktur. Aksi halde ibadet hakikatini yitirir ve tamamen değişik bir şey ortaya çıkar.