İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İKİNCİ CİLT-2 İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İKİNCİ CİLT-2
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İKİNCİ CİLT-2
ÖNSÖZ
İSLAM DİNİ VE İLAHÎ KİTABI
İslam dini evrensel bir dindir. İslam, uygulanmalarıyla insanın dünya ve ahiret mutluluğunu garanti altına alacak olan itikadî konular, ahlakî yasalar ve ameli değerler bütünüdür.
Alemlerin yaratıcısı tarafından gönderilen İslam dininin kanunları, onları uygulayan her birey veya her toplum için hayat şartlarının en güzelinin ve insani kemalin en yücesinin sağlanmasına neden olacak bir şekildedir.
İslam dini güzel eserlerini (yararlarını) eşit bir şekilde herkese ve her topluma bağışlar. Büyük küçük, bilgili bilgisiz, kadın erkek, beyaz siyah ve doğulu batılı bütün insanlar istisnasız bu pak dinin faydalarından ve meziyetlerinden yararlanıp ihtiyaçlarını en güzel ve en olgun şekilde giderebilirler. Çünkü İslam dini, ilimlerini ve kanunlarını varlık aleminin temelleri üzerine karar kılmış, insanın ihtiyaçlarını göz önünde bulundurup onları gidermeye çalışmaktadır. İnsanın fıtratı ve yapısı da çeşitli kişiler, çeşitli ırklar ve farklı zamanlarda sürekli bir olmuştur. Çünkü insanlık camiası (doğudan batıya kadar) bir tür ailedir. Yani hepsi aynı türden insandırlar. Büyük küçük, erkek kadın, bilgili bilgisiz, beyaz siyah hepsi bu ailenin üyeleri ve organlarıdır. İnsanlık binasının esasları ve değişmezleri konusunda ortaktırlar. Çeşitli bireylerin ve farklı ırkların ihtiyaçları aynıdır. Gelecekteki insanlar çocuklar ve torunlar da bu ailedendirler. Dolayısıyla onların ihtiyaçlarına ve gereksinimlerine varis olacaklardır.
Sonuç olarak İslam, insanın fıtratındaki gerçek ihtiyaçları gidermeye çalışan bir dindir. Dolayısıyla herkes için yeterli ve her zaman için zinde olacaktır.
Bu bakımdan yüce Allah İslam dinini fıtrat dini olarak adlandırıp, insanları insani fıtratı canlı tutmaya davet etmektedir. Dinin büyükleri şöyle buyurmuşlardır:
İslam, insana zorlaştırmayan kolaylaştıran bir dindir.
Yüce Allah, İslam dinini fıtrat üzerine kurmasına ve konularının geneli herkes için anlaşılır olmasına karşın; ilimlerinin ve kanunlarının esaslarını ilahi kitapla birlikte Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’e (Sallellahu aleyhi ve alihi) nazil kılmıştır. Bu ilahi kitabın adı “Kur-anı kerim”dir.
Kur-anı Kerimin Önemi
Kur-anı kerim, islam dininin evrensel olmasını garanti altına alan ilahi bir kitaptır. İslami ilimlerin geneli bu kitap içinde harika bir beyanla açıklanmıştır. Bu bakımdan onun değeri ile Allah’ın dininin değeri birdir. İnsanın hakiki mutluluğunun kendisine bağlı olduğu din ise her şeyden daha değerli ve daha önemlidir. Hatta hiçbir şey değer bakımından onunla karşılaştırılamaz. Bunlarla birlikte Kur-anı kerim yüce Allah’ın kelamı ve Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sonrakiler için bıraktığı mucizedir.
Kur-an Mucizedir
Arap lügati, insanın içindeki hedefleri en açık ve en dakik bir şekilde beyan eden çok güçlü ve çok geniş bir dildir. Bu bakımdan dillerin en mükemmelidir.
Tarih vasıtasıyla şöyle ispat olmuştur: Genellikle çadırlarda yaşayan, medeniyetten uzak kalan ve uygar bir yaşamın nimetlerinden mahrum olan İslam’dan önceki cahiliyet Arapları, sözü açıklama ve beyan etme konusunda büyük bir makama sahiptiler. Nitekim tarih sayfalarında onların rakibini bulmak olanaksızdır.
Arap edebiyatında, fasih ve beliğ bir söz çok değerli idi. Güzel ve edebi sözlere çok saygı gösterirlerdi. Putlarını ve ilahlarını Kâbe’ye dikip astıkları gibi; şairlerin güzel şiirlerini de Kâbe’nin duvarına asarlardı. Geniş bir dil olmasına karşın; bütün alametleri ve ince dilbilgisi kuralarını en ufak bir yanlış ve en ufak bir hata yapmadan uygularlardır. Sözü süsleme konularında aşırıya kaçarlardı. Peygamber Efendimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) Kur-an ayetlerinin nazil olup insanlara okunduğu ilk günlerde, Araplar ve şairler arasında büyük bir yankı yapmıştı. Kur-anın mana dolu çekici açıklamaları, bütün fasih sözlüleri unutturacak ve söz üstatlarının “Muallikat” adıyla Kâbe’ye asılan cıvık şiirlerini indirtecek kadar kalplerde yer ederek akıl sahiplerini hayretler içinde bırakmıştı.
Bu ilahi sözler, sonsuz güzelliği ve çekiciliği ile bütün insanları büyülüyordu. Tatlı uyumu ile tatlı dilli ağızlara sessizlik mührü vuruyordu.
Öte taraftan müşrik ve puta tapan bir kavim için ise çok acı ve çok kötü idi. Çünkü açık beyanıyla ve kati delilleriyle, tevhit dinini ispat edip şirki ve puta tapıcılığı kötülüyordu. İnsanların ilahlar diye adlandırdıkları, muhtaç ellerini kendilerine uzattıkları, kendileri için kurban kestikleri ve sonuç olarak taptıkları putları kötüleyip, onları cansız ve esersiz taş ve tahta heykeller olarak tanıtmaktaydı. Kibir ve bencilliğin kendilerini baştan aşağı kaplayıp hayatlarını eşkıyalık ve cinayet esasları üzere kuran Arap bedevileri Hakka tapıcılığa, adalete ve insan haklarına saygı göstermeye davet ediyordu. Fakat Araplar düşmanlık ve savaş ile karşılık verdiler. Bu hidayet meşalesini söndürmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalıştılar; ancak uğraşılarının kendilerine umutsuzluktan başka bir faydası olmadı.
Risalet görevinin başlangıcında Peygamber Efendimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) söz (şiir) uzmanlarından biri olan Velid adındaki birinin yanına götürdüler. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Fussilet suresinin başından birkaç ayet okudu. Velid kibirli ve gururlu bir şekilde dinliyordu. Nihayet Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Eğer yüz çevirirlerse de ki; Ben sizi Ad ve Semud’un şimşeğine benzer bir şimşekle korkutuyorum” ayetine gelip okuyunca, Velid’in hali değişmeye ve bedeni titremeye başladı. Nitekim kendinden geçti. Toplantı birbirine karıştı ve cemaat da dağılıp gitti.
Ondan sonra bir grup Velid’in yanına gelerek “Bizi Muhammed’in önünde rezil edip boynumuzu büktün” diye kınamaya başladılar. Velid şöyle dedi: Allah’a yemin ederim ki, sizler benim hiçbir kimseden korkmadığımı ve tamahımın olmadığını bilirsizin. Söz (şiir) uzmanı olduğumu da bilirsiniz. Muhammed’den duyduğum sözlerin insan sözlerine benzer hiçbir yanı yoktu. Onlar çok çekici ve etkileyici sözlerdi. Ancak onları şiir ve nesir olarak adlandırmak mümkün değil. Çok anlamlı ve özlü sözlerdi. Eğer benim bu konu hakkında bir hüküm vermem gerekiyorsa, düşünmem için bana üç gün mühlet verin. Üç gün sonra yanına geldiklerinde Velid şöyle dedi: Muhammed’in sözleri kalpleri (insanları) büyüleyen büyü ve sihirden başka bir şey değildir.
Müşrikler, Velid’in yol göstermesiyle Kur-anı büyü ve sihir olarak adlandırdılar. Dolayısıyla onu duymaktan çekiniyorlar ve insanlara da onu dinlemeyi yasaklıyorlardı. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Kâbe’de (ara sıra) Kur-an okuduğu zamanlar, Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sesini halkın duymaması için kendi seslerini yükseltiyorlar ve davul çalmaya başlıyorlardı.
Bunlarla birlikte gönüllerini Kur-anın fasih ve beliğ beyanına kaptırdıkları için sakin olamıyorlardı. Gece karanlığından yararlanarak Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) evinin etrafında toplanın gizlice Kur-an dinliyorlar ve yavaşça birbirleriyle şöyle söylüyorlardı: Bu sözlere mahlûk sözü demek olanaksızdır.
Yüce Allah bu konuya işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
نحَّْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَسْتَمِعُونَ بِهِ إِذْ يَسْتَمِعُونَ إِلَيْكَ وَ إِذْ هُمْ نجَْوَى إِذْ يَقُولُ الظَّلِمُونَ إِن تَتَّبِعُونَ إِلَّا رَجُلًا مَّسْحُورًا
Biz onların, seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi aralarında konuşurlarken de o zalimlerin “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini gayet iyi biliyoruz.
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Kabe’nin yanında Kur-an okuduğu ve insanları dine davet ettiği zamanlar, onun önüne geçmek isteyen Arap edipleri (şairleri) görünmemek ve tanınmamak için eğilip saklanıyorlardı. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
أَلَا إِنهَُّمْ يَثْنُونَ صُدُورَهُمْ لِيَسْتَخْفُواْ مِنْه
İyi bilin ki, onlar ondan (Peygamberden) gizlenmek için göğüslerini bükerler.
Peygamber Efendimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) Atılan Töhmet
Kafirler ve müşrikler Kur-anı büyü olarak adlandırmalarının yanı sıra Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) davetine de sihir diyorlardı. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) insanları Allah’ın yoluna davet ettiği, hakikatleri onlara hatırlattığı ve öğüt verdiği zaman şöyle diyorlardı: “Büyü yapıyor.” Halbuki Allah’ın kendilerine vermiş olduğu fıtratla ve insani şuurla anladıkları bütün konuları aydınlatıyordu. İnsanların mutluluğunu kendisinde gördükleri ve kabul etmemek için hiç bahanelerinin olmadığı doğru yolu ve nurlu metodu gösteriyordu. Dolayısıyla böyle konuları sihir olarak adlandırmak olanaksızdır.
Acaba “Elinizle yonttuğunuz taşlara ve tahtalar tapmayın. Çocuklarınızı onlar için kurban etmeyin. Hurafelerin peşine düşmeyin.” v.b. gibi sözler sihir midir? Acaba doğruluk, dürüstlük, hayırseverlilik, barışseverlilik, barış, sefa, adalet, insan haklarına saygı v.b. gibi güzel ahlakları sihir olarak adlandırmak mümkün müdür?
Yüce Allah kendi kelamında bu konuya işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
وَ لَئنِ قُلْتَ إِنَّكُم مَّبْعُوثُونَ مِن بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُّبِين
Eğer sen “Öldükten sonra dirileceksiniz” desen, inkâr edenler mutlaka “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir” derler.
Kur-an Müşriklerden Benzerini Getirmelerini İstiyor
Puta tapıcılık inancının kalplerine kök saldığı müşrikler ve kafirler, İslami daveti kabul edip hak ve hakikat karşısında alçak gönüllü olma konusunda hazır değillerdi. Bundan dolayı Peygamber Efendimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) yalanlayıp şöyle dediler: O yalancıdır. Allah’a nispet verdiği Kur-an kendi sözüdür.
Kur-anı kerim bu töhmeti mahvetmek için atağa geçerek fesahat ve belagat meydanının öncüleri olan Arapları mücadele etmeye çağırdı. Onlardan peygamberi yalanlama konusunda doğru sözlüyseler, bu söz gibi bir söz getirmelerini bu vesileyle peygamberin davetinin asılsız olduğunu ispat etmelerini istedi.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
أَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَل لَّا يُؤْمِنُونَ فَلْيَأْتُواْ بحَِدِيثٍ مِّثْلِهِ إِن كاَنُواْ صَدِقِين
Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? Hayır, onlar iman etmezler. Doğru iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.
Yine şöyle buyurmaktadır:
أَمْ يَقُولُونَ افْترََئهُ قُلْ فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّثْلِهِ وَ ادْعُواْ مَنِ اسْتَطَعْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ إِن كُنتُمْ صَدِقِين
Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söylüyor iseniz haydi onun benzeri bir sure getirin ve (bu konuda) Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.”
Fesahat ve belagat mülkünün üstatları olan Arap kâfirler ve müşrikler, söz sanatı konusunda sahip oldukları onca kibir ve gurura karşın; bu teklifi kabul etmekten kaçınıp yarışmaya cesaret edemediler. Dolayısıyla söz mücadelesini kanlı mücadeleye çevirdiler. Yani onlar için ölmek, karşı karşıya gelip rezil olmaktan daha kolay idi. Arap edipleri (şairleri) Kur-anla mücadele etmekten korkmuşlardı.
Kur-anın nüzul çağında yaşayanlara ilave olarak, Kur-anın nüzul çağından sonra ortaya çıkanlar da hiçbir şey yapamadılar. Güç denemesinden sonra hepsi geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Çünkü insan doğası, insanları (boks, ip atlama v.b. gibi insanların hayatları hususunda direkt olarak en ufak bir etkisi olmayan şeyler bile olsa) başkalarının ortaya çıkardığı bir hünerin veya dikkatleri üzerine toplayan bir sanatın benzerini veya daha iyisini bulup yarışmaya ortak olmaya teşvik etmektedir. Bundan dolayı bir grubun Kur-an konusunda pusuya yattıkları belli olmaktadır. Eğer bu ilahi kitapla karşı karşıya gelmek için bir açık kapı bulsalardı, ondan geçmek için bir an bile olsa oturup düşünmezlerdi.
Onların karşı karşıya gelmeye güçleri yoktu. Sihir ve büyü adını da bahane karar kılıp “Kur-an bir sihirdir. Çünkü sihir özü itibariyle hakkı batıl, batılı da hak gösteren ve yalanı doğru, doğruyu da yalan yapan bir iştir.” şeklinde bir şey de söyleyememişlerdir. Eğer Kur-an harika lehçesiyle ve fasih deyişleriyle kalpleri (insanları) avlıyorsa; onun doğal harika tabiatından kaynaklanıyor ve sihirle de hiçbir ilgisi yok demektir. İnsanları kelâm vesilesiyle bir takım hedeflere davet ediyorsa; onlara Allah’ın verdiği fıtratla ve insani şuurla anlayacakları bir takım marifetleri hatırlatıyorsa; onları aklıselim kişilerin kabul edip övecekleri bir takım davranışlara yönlendiriyorsa; hakikati açıklayan beyandan başka bir şey değil demektir.
Onlar aciz kalıp “Kur’ân,insan sözünün zirvesinde yer alan bir kelamdır. Dolayısıyla güzellikte, etkilemede, fesahatte ve belagatte rakibi yoktur. Bunlar ise Allah kelamı olduğu hususunda delil olamaz.” diye bir şey söyleyemediler.
Başka bir ifadeyle cesaret, yiğitlik, okumak, yazmak v.b. gibi ilerleme kabiliyeti olan her sıfat veya sanat insanlık tarihinde yarışmayı kazanan birinci unvanıyla bir dâhiye sahip olmak zorundadır. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) de Arap kelamında özel deyişleriyle belagat ilminin birincisi olmasının hiçbir sakıncası yoktur. Bu bakımdan onun kelamı, insan kelamı olmasına karşın; kendisiyle mücadele edilemeyen bir kelamdı.
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) çağında yaşayan edipler (şairler) böyle bir söz söylememişlerdir. Kur-an iddiacılarından da hiçbir kimse böyle bir söz söyleyememişler veya ispat edememişlerdir. Çünkü dâhilerden birinin vesilesiyle zirveye ulaştırılan her sıfat veya sanat, ne olursa olsun, sonuç olarak insan yeteneklerinden kaynaklanan ve insanın doğasıyla meydana gelen bir oluşumdur. Bundan dolayı dâhinin açmış olduğu yolu başkalarının da açmaları, gerekli olan çalışma ve telaşla dâhinin yapmış olduğu işin (her yönüyle ona benzemese bile) aynısını veya benzerini, onun gibi hatta ondan da güzelini yapmaları mümkündür. Dolayısıyla ilk defa kapıyı açan (buluş yapan) dahi için yalnızca öncü adı kalacaktır. Örneğin cömertlik konusunda Hatem-i Tayi’nin önüne geçmek olanaksızdır; ancak onun gibi bir iş yapmak mümkündür. Güzel yazı konusunda Mir’den ve resim konusunda da Mani’den öncülüğü almak mümkün değildir; ancak yeteri kadar çalışmayla ve telaşla Mir’in yazdığı gibi bir kelime yazmak ve Mani’nin çizdiği gibi küçük bir tablo çizmek mümkündür.
Bu genel yasadan dolayı, eğer Kur-anı kerim insan kelamının en beliği olsaydı, başkalarının ve dünyanın meşhur ediplerinin alıştırma yaparak aynı onun gibi bir kitap veya en azından Kur-an surelerine benzer bir sure yazmalarının imkânı vardı. Kur-anı kerim muhaliflere hitap ederken ondan daha güzelini değil; aynısı getirmelerini istemiştir.
فَلْيَأْتُواْ بحَِدِيثٍ مِّثْلِهِ إِن كاَنُواْ صَدِقِين
Doğru söylüyor iseler onun gibi bir söz getirsinler.
قُلْ فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّثْلِهِ وَ ادْعُواْ مَنِ اسْتَطَعْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ إِن كُنتُمْ صَدِقِين
Doğru söylüyor iseniz onun gibi bir sure getirin.
فَأْتُواْ بِعَشْرِ سُوَرٍ مِّثْلِهِ مُفْترََيَتٍ
Öyleyse siz de onun gibi on uydurulmuş sure getirin.
قُل لَّئنِِ اجْتَمَعَتِ الْانسُ وَ الْجِنُّ عَلىَ أَن يَأْتُواْ بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْءَانِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَ لَوْ كاَنَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
De ki; “Andolsun eğer insan(lar) ve cin(ler) şu Kur-anın benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine ark ol(up yardım et)seler de (bunu yapamazlar)”
Konunun Neticesi
Konunun sonunda, şu konuya dikkat edilmesi gerekir: Kur-an başkalarını yalnızca fasih deyişleriyle aciz kılmamıştır. Buna ilave olarak insani ihtiyaçların hepsine gerçekçi çözümlerle cevap vermesiyle, bildirmiş olduğu gaybi (gizli) haberlerle, açıkladığı hakikatlerle ve içinde parıldayan öteki özelliklerle de aciz kılıp bütün insanlara onun bir benzerini getiremeyeceklerini ilan etmektedir.
BİRİNCİ BÖLÜM İTİKADÎ ESASLAR
KUR-ANA GÖRE ALLAH’I TANIMA YOLU
Elini annesinin göğsüne koyarak süt emmeye çalışan bir bebek, süt istemektedir. Yine eğer bir şeyi yemek için eline alıp ağzına götürüyor ise onun asıl hedefi yemektir. Yanlış yaptığını görüp aldığı şeyin yiyecek olmadığını anlayınca, uzağa atmaktadır. Aynı şekilde insan da peşine düştüğü her hedefin gerçek olanını ister. Yanlış yaptığını anladığı zaman ise hata yaptığı yolu gözden geçirip üzülür ve yanlış bir hedef yolunda çekmiş olduğu zahmetlerden dolayı kederlenir. Bu bakımdan insan yanlışlardan ve hatalardan sakınıp gerçeğe ulaşmak için uğraş verir.
Burada bizim için, insanın fıtratı nedeniyle gerçekçi olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani insan istese de istemese de sürekli gerçeğin peşinde ve hakkın yanındadır. Bu içgüdü duygusunu hiçbir kimseden öğrenmemiş ve hiçbir yerden de almamıştır.
İnsan ara sıra inatçılık edip hakkı kabul etmiyorsa, yanlışa müptela olup hak ve hakikat kendisine aydınlanmamasından dolayı böyle yapıyor demektir. Eğer aydınlansaydı yanlış yapmazdı.
İnsan ara sıra da nefsanî heveslere uymasından dolayı ruhsal bir hastalığa yakalanmaktadır. Dolayısıyla hakkın leziz tadı acı olarak görünmektedir. İşte o zaman hakkı tanımasına karşın; ona itaat etmez. Hakkın doğruluğunu ve hakka itaat edilmesi gerektiğini itiraf etmesine karşın; ona karşı isyan eder. Birçok defa gerçekleştiği gibi; insan, zararlı ve kötü şeylere alıştığı için, zarardan kaçıp tehlikesini önlemesine yardım eden insani içgüdüsünü ayaklar altına almakta ve zararlı olduğunu bildiği işi yapmaktadır. Örneğin; sigara, alkol ve uyuşturucu maddesi kullananlar gibi.
Kur-anı kerim insanı gerçekçi olmaya ve hakka itaat etmeye davet etmektedir. Bu konuda çok ısrarlı davranıp, çeşitli açıklamalarla insanlardan gerçekçi olan ve hakkı izleyen içgüdülerini korumalarını istemektedir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
فَمَا ذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَلُ
Haktan sonra sapıklıktan başka ne var?
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ الْعَصْرِ إِنَّ الْانسَنَ لَفِى خُسْرٍ إِلَّا الَّذِينَ ءَامَنُواْ وَ عَمِلُواْ الصَّلِحَتِ وَ تَوَاصَوْاْ بِالْحَقِّ وَ تَوَاصَوْاْ بِالصَّبر
Asra andolsun ki, insan ziyan içindedir. Ancak iman edip iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiyeler başka.
Yüce Allah’ın bütün bu tavsiyeleri şunun içindir: İnsan gerçekçi olan ve hakkı izleyen içgüdüsünü korumazsa, hak ve hakikate uymaya çalışmazsa, mutlu olmayacaktır. Nefsanî arzulara dayalı sözleri ve davranışları izlerse, boş düşüncelere ve batıl fikirlere müptela olacaktır. İşte o zaman yoldan çıkan dört ayaklı bir hayvan gibi; insani sermayesinden çıkıp nefsanî arzuların, cehaletin ve bilgisizliğin kurbanı olacaktır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
أَ رَءَيْتَ مَنِ اتخََّذَ إِلَهَهُ هَوَئهُ أَ فَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلاً أَمْ تحَْسَبُ أَنَّ أَكْثرََهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلَّا كاَلْأَنْعَمِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلا
Arzusunu ilah edinen kimseyi gördün mü? Onun üstüne sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini yahut düşündüklerini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidirler, hatta onlar yolca daha sapıktırlar.
Kuşkusuz insanın gerçekçi olan içgüdüsü canlanıp hakkı izleme duyguları harekete geçtiği zaman, hakikatler onun için arka arkaya ortaya çıkacaktır. Bulduğu her hakkı ve her hakikati gönül rahatlığıyla kabul edecektir. Her gün mutluluk yolunda bir adım daha atacaktır.
Yaratanın Varlığının İspatı
İnsanın gerçekçi olan içgüdüsü harekete geçtiğinde, âlemin neresine bakarsa baksın, âlemlerin yaratıcısının varlığı hakkında birçok delil görecektir. Çünkü insan gerçekçi olan içgüdüsüyle baktığı zaman varlık nimetine sahip olan, isteyerek veya istemeyerek belirli bir yolda hareket eden ve bir süre sonra yerini başkalarına teslim eden varlıkların kendi kendilerine var olmadıklarını, kat ettikleri düzgün yolu kendilerinin kendileri için var etmediklerini ve varlık çizgisini düzenleyip oluşturma konusunda en ufak bir müdahalelerinin olmadığını anlar. Çünkü insan, insanlık özelliklerini kendisi için seçmemiştir. İnsan, yaratılmıştır ve ona insanlık özellikleri bağışlanmıştır.
Aynı şekilde insanın gerçekçi olan içgüdüsü, bütün varlıkların kendi kendilerine ve rastlantı sonucu var olduklarını da kabul etmez. İnsan fıtratı, düzgün bir şekilde üst üste sıralanmış tuğlaların kendiliklerinden sıralandıklarını kabul etmediği gibi; âlemde var olan dakik sistemin de hesaplanmaksızın kendiliğinden ortaya çıktığını kabul etmez. İnsanın gerçekçi olan içgüdüsü “Varlık âleminin kesinlikle bir dayanağı vardır. O, varlık âleminin kaynağı ve yaratıcısıdır. Cihanı O ayakta tutmaktadır. O sonsuz ilim ve kudret kaynağı olan Allah’tır. Varlık düzeni, onun vücudunun okyanusundan kaynaklanmaktadır.”
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
رَبُّنَا الَّذِى أَعْطَى كلَُّ شىَْءٍ خَلْقَهُ ثمَُّ هَدَى
Her şeye yaratılışını verip sonra doğru yola iletendir.
İşte bu içgüdüden dolayı (tarihin aydınlattığı geçmiş dönemlere kadar) insan toplumlarının çoğu âlemin bir Allah’ı olduğuna inanmışlardır. Hıristiyanlık, Yahudilik, Mecusilik, Budizm v.b. gibi İslam dışındaki öteki dinler de aynı inancı ve aynı kaderi paylaşmaktadırlar. Yaratıcının varlığını inkar eden kişilerin ise olumsuz bir delilleri yoktur ve asla da olmayacaktır. Onlar hakikatte “Yaratıcının olmadığı hususunda bir delilimiz vardır” şeklinde söylememektedirler. Onlar “Yaratıcının varlığı hakkında bir delilimiz yoktur” şeklinde söylemektedirler. Materyalist kimse “Yok” diye bir şey değil; “Bilmiyorum” şeklinde bir şey söylemektedir. Materyalist kimse, inkarcı değil; kuşkucudur.
Yüce Allah kendi kelamında buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
وَ قَالُواْ مَا هِىَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَ نحَْيَا وَ مَا يهُْلِكُنَا إِلَّا الدَّهْرُ وَ مَا لهَُم بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّون
Dediler ki: “Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi zamandan başka bir şey yok etmiyor.” Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar.
YÜCE ALLAH KEMAL SIFATLARIN HEPSİNE SAHİPTİR
Kemal Nedir?
Bir ev, oturmak için yeteri oranda oda, misafir odası, yemek yapmak için mutfak, lavabo, su v.b. gibi bir ailenin ihtiyaçlarının hepsini giderecek olan şeylere sahip olduğu zaman kâmil bir ev olur. Bu ihtiyaçlara sahip olmadığı oranda ise eksik ve nakıs bir ev olur.
Aynı şekilde bir insan, normal bir insanın vücut yapısında niyaz olan şeylere sahip ise kâmil bir insan olur. Eğer onlardan biri eksik olur ise (örneğin; eli, ayağı veya gözü yok ise) eksik ve özürlü bir insan olur.
Açıklanan bilgilere dayanarak, bir varlığın ihtiyaçlarından ve eksikliklerinden herhangi birini gideren şey kemal sıfatı olmaktadır. Örnek olarak, ilim sıfatı cehalet karanlığını yok edip bilgiyi âlim için ortaya çıkarır. Kudret sıfatı, bir kişinin ulaşılması güç olan isteklerini ve hedeflerini ulaşılması mümkün bir hale getirip ona hâkim kılar. Hayat sıfatı, ihata sıfatı v.b. gibi sıfatlar da böyledir…
Vicdanımız (fıtratımız) şöyle hükmetmektedir: Âlemlerin yaratıcısı (yani varlık âlemini ve varlıkları yaratan, akla gelen bütün ihtiyaçları gideren ve bütün nimetleri (güzellikleri) bağışlayan varlık) bütün kemal sıfatlara sahiptir. Çünkü gerçekçi olan görüşe göre; bir kimsenin sahip olmadığı bir nimeti başkalarına bağışlamasını veya sahip olduğu bir eksikliği başkalarından gidermesini tasavvur etmek olanaksızdır. Yüce Allah da kendi kelamında kendisini bütün kemal sıfatlarla övüp, eksikliklerden münezzeh ve pak olduğunu şöyle buyurmaktadır:
وَ رَبُّكَ الْغَنىُِّ ذُو الرَّحْمَةِ
Rabbin (mutlak) zengin, rahmet sahibidir.
Yine şöyle buyurmaktadır:
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْأَسْمَاءُ الحُْسْنى
Allah, kendisinden başka ilah yoktur. En güzel isimler (sıfatlar) onundur.
Dolayısıyla yüce Allah’ı bütün kemal sıfatlara sahip olarak bilip onun mukaddes zatını bütün eksik sıfatlardan münezzeh ve pak kabul etmek gerekir. Çünkü eğer herhangi bir eksikliği olsaydı, aynı konuda (başka bir ilaha) muhtaç olacaktı. Böylece ondan daha yüce olan ilah onun ihtiyacını gidermesi gerekecekti.
سُبْحَنَهُ وَ تَعَلىَ عَمَّا يُشْرِكُون
O onların ortak koştukları şeylerden uzak ve yücedir.
NÜBÜVVET
Adına Aklı Ameli de denilen Aklı Maaş, yani hayatımızı kendisi vesilesiyle idare ettiğimiz bilinç; bize gök, hava, yer, deniz, ova, tahta, ateş, su, bitkiler, bitkilerin tohumları, ağaçlar, meyveler, yapraklar, tahtalar, hayvanlar, et, süt, deri, yün v.b. gibi yararlanılması mümkün olan her şeyden faydalı bir şekilde yararlanmamıza izin vermektedir. Aynı şekilde muhtaç olduğumuz birçok konuda öteki insanların çalışmalarından yararımıza olacak bir şekilde faydalanmamıza da izin vermektedir.
Bize bütün bu şeylerin kullanılmalarını ve tasarruf edilmelerini aklımız ve bilincimiz verip izinli olduklarını imzalamaktadır. Bundan dolayı bir kimse bize “Acıktığın zaman niçin yemek yiyorsun?” veya “Susadığın zaman su mu içiyorsun?” ya da “Niçin havayı soluyorsun?” v.b. gibi sorular yöneltecek olursa çok komik gelir.
Ancak öteki insanların çalışmalarından ve işlerinden yararlanmak amacıyla ilk defa onlarla temasa geçtiğimiz zaman onların da bizim gibi olduklarını hissederiz. Bizim onların işlerinin ürününden yararlanmak istediğimiz gibi; onlar da bizim işlerimizin ürününden faydalanmak isterler. Bizim işlerimizin ürününü onlara bedava vermeye hazır olmadığımız gibi; onlar da kendi işlerini ürününü bize hedefsiz bir şekilde vermeye hazır değildirler.
Bu bakımdan, ortak sosyal konulara boyun eğip öteki insanlara karşılığında bize yardım etmeleri amacıyla gündelik ihtiyaçlarını gidermeleri için yardım etmeliyiz.
Bireyler işte bu ihtiyaçtan ve gereksinimden dolayı bir araya gelip birbirlerinden faydalanmaktadırlar. Hakikatte bireylerin çalışmaları ve işleri birleşmektedir. Sonra herkes sosyal konumuna ve işine göre onlardan yararlanmaktadır.
Toplum, Kanun ve Yasa İster
Açıklandığı gibi; insan çaresiz olduğu için ortak sosyal bir hayatı kabullenmektedir. Aksi takdirde doğası nedeniyle yalnızca kendisinin çıkarlarını düşünür ve yeterli görür.
Dolayısıyla fırsatı eline geçirdiği zaman kendi çıkarlarından bir şey verip adaleti sağlamaksızın başkalarının çıkarlarına saldırır. Bu bakımdan bütün toplumlarda kendilerine uyularak bireylerin toplumsal değerlerini koruyacak ve zulümleri önleyecek kanunlar ve yasalar hükümet etmelidir. Kanunlar ve yasalar, bütün insanların özel ve genel görevlerini tanımaları için bireylerin ittifak etmeleriyle veya çoğunluğun kabul etmesiyle onaylanmış olmalıdır.
Kanunların ve Yasaların Tekvini Kökü
Kanunlar ve yasalar, türü aynı olan yaşam maslahatlarını korumak için yapılmış görevlerdir. Bu bakımdan bunların değerleri, doğal ve tekvini değil; sosyaldir. Yani doğada hüküm süren kanunların kendi kendilerine hiçbir etkileri yoktur. Eğer insanlar onları uygularlarsa anlam kazanmaktadırlar. Aksi takdirde etkisiz bir efsane gibi olacaklardır.
Aynı zamanda, sosyal kanunlar ve yasalar, doğa ve tekvin ile irtibatsız da değildirler. İnsanın fıtratından ve doğal ihtiyaçlarından kaynaklanan tekvini kökleri bulunmaktadır. Yani yaratan insanı istese de istemese de toplumsal fikirler bütünü oluşturup yararlanacağı ve tekvini yaşamını onlara tatbik edip uğruna var olduğu hedeflere ulaşacağı bir yapı üzere yaratmıştır.
Yaşam Kanunlarına Doğru Tekvini Yönlendirme
Bizler, yüce Allah’ın eksiksiz ihsanından ve sonsuz şefkatinden dolayı, varlık türlerinin her bir türünü uğruna var oldukları hedeflere ulaştırdığını bilmekteyiz. İnsan türü de bu genel yasanın dışında değildir. Dolayısıyla yüce Allah, insanı, uygulanmaları vesilesiyle insanların maslahatlarını ve çıkarlarını garanti altına almak için hayat yolunu şekillendirecek bir takım kanunlara ve yasalara yönlendirmek zorundadır. Bunu elde etmek için yalnız akıl yeterli değildir. Çünkü akıl ara sıra algılama konusunda yanlış yapar. Akıl, genellikle genler yoluyla ulaşan bir sıfat veya bir taklit ya da bir alışkanlığın etkisi altında kalıp, nefsanî arzulara yenilerek insanı helak etmektedir. Çünkü önceki satırlarda da öğrendiğimiz gibi; akıl, insanı çıkarcı ve faydacı bir kanuna yönlendirmektedir. Eğer başkalarının haklarını göz önünde bulunduruyor ve genel kanunlara uyuyor ise başka çaresi olmadığı ve şahsi çıkarlarını garanti altına almak için böyle yapmaktadır. Bundan dolayı iktidara ulaşan insanlar, kendilerinin karşısında bir rakip veya tehlike görmezlerse bütün kanunlardan ve yasalardan yüz çevirmektedirler. Başkalarının mallarını el koyup yasal haklarını ayaklar altına almaktadırlar.
Dolayısıyla yüce Allah insanları her türlü yanlıştan ve hatadan korunan bir vesileyle hayat yasalarına yönlendirmek zorundadır. Bu vesile nübüvvettir. Yüce Allah’ın akıl vesilesi dışında, başka bir vasıtayla (vahiy vasıtasıyla) bazı kullarına bir takım ilimleri ve hükümleri öğretip, uygulanmalarıyla insanları gerçek mutluluğa yönlendirmesine Nübüvvet denir.
Konunun Neticesi
Açıklanan beyanlardan şöyle anlaşılmaktadır: Yüce Allah gaybi (gizli) öğretiler vesilesiyle kullarının bazılarına insanların mutluluk garantisi olan bir takım kanunları ve ilimleri öğretip onlara göndermelidir.
Allah’tan haber getiren insana “Peygamber” ve “Allah’ın elçisi” denir. Allah’tan insanlara getirmiş olduğu haberler (vahiyler) bütününe din denir.
Yine şöyle anlaşılmaktadır: Azamet sahibi Allah tarafından gelen dini ilimler ve ilahi kanunlar doğru dürüst bir şekilde tahrip olmadan ve değişmeden insanlara ulaşmak zorundadır. Yani Allah’ın elçisi ilahi vahyi öğrenme konusunda yanlış yapmamalıdır. Onu koruma konusunda unutma v.b. gibi hatalara düşmemelidir. Onu insanlara ulaştırma konusunda hata yapmamalı veya ihanet etmemelidir. Çünkü önceden de söylediğimiz gibi; insanları gerekli ilimlere ve hayat kanunlarına yönlendirmek, insanın yaradılış yasalarından ve hedeflerinden biridir. Yaradılış ve hilkat ise yolunu geçme konusunda hiçbir zaman yanlış ve hata kabul etmez. Örneğin; yaradılış ve hilkat yasaları, insanın soyundan taşın veya bitkinin dünyaya gelmesini sağlamaz. Veya buğday danesini yetiştirerek hayvan olmasına yardımda bulunmaz. Ya da özel göreviyle ve şu andaki haliyle insan gözünün, midenin veya kalbin işini yapmasını sağlamak olanaksızdır.
Bundan dolayı şöyle anlaşılmaktadır: Allah’ın peygamberleri masum olmalıdırlar. Yani farz bildikleri işi terk etmemelidirler. Günah bildikleri işi yapmamalıdırlar. Çünkü biz insanlar grubu vicdanımız vesilesiyle, söylediği şeye amel etmeyen kimsenin ona inanmadığını biliriz. Bu bakımdan sonra tövbe etse ve pişman olsa bile eğer bir peygamber günah işlerse kalbimiz teslim olmayacaktır. Sonuç olarak bildirinin maksadı (sonucu) özürlü olacaktır.
Yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır:
عَلِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلىَ غَيْبِهِ أَحَدًا إِلَّا مَنِ ارْتَضىَ مِن رَّسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِن بَينِْ يَدَيْهِ وَ مِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا لِّيَعْلَمَ أَن قَدْ أَبْلَغُواْ رِسَلَتِ رَبهِِّمْ وَ أَحَاطَ بِمَا لَدَيهِْمْ وَ أَحْصىَ كلَُّ شىَْءٍ عَدَدَا
Gaybı (gizliyi) bilen odur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. Çünkü o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar. Ki onların rablerinin kendilerine verdiği emirleri duyurduklarını bilsin.
Dipnotlar
---------------------------------
1-Kafi: 5/494, h. 1 ve Vesail-uş Şia: 8/116, h. 1
2-Fussilet: 13 (?????? ??????????? ?????? ?????????????? ???????? ??????? ???????? ????? ?? ??????
3-İsra: 47
4-Hud: 5
5-Hud: 7
6-Tur: 33-34
7-Yunus: 38
8-Tur: 34
9-Yunus: 38
10-Hud: 13
11-İsra: 88
12-Yunus: 32
13-Asr: 1-3
14-Furkan: 43-44
15-Taha: 50
16-Casiye: 24
17-Enam: 133
18-Taha: 8
19-Yunus: 18