NaN%
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT

BİRİNCİ KISIM İTİKADÎ ESASLAR
ÖNSÖZ
Hepimizin bildiği gibi; mukaddes İslam dininin ilimleri itikadî esaslar, ahlak ve fıkhî ameller olmaz üzere üç kısma ayrılır.
Yine bilindiği gibi; itikadî esaslar, üç esastan oluşup dinin temelleri ve kökleri anlamına gelmektedir. İnsan bu üç şeyden birine iman etmezse dinden çıkar:
1. Tevhit: Yani âlemlerin rabbi olan Allah’ın bir olduğuna iman etmek demektir.
2. Nübüvvet: Yani sonuncuları Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) olmak üzere Allah’ın peygamberlerine iman etmek demektir.
3. Mead: Yani yüce Allah’ın bütün insanları öldükten sonra diriltip, amellerini hesap ederek iyilere mükâfat vereceğine ve kötülere de kötü amellerinden dolayı ceza vereceğine iman etmek demektir.
Ehli Beyt mezhebinden olan Müslümanlar tarafından bu üç esasa “İmamet ve Adalet” olmak üzere iki esas daha eklenmektedir. Ancak insan, bu iki esasa iman etmemekle İslam’dan değil; Ehli Beyt mezhebinden dışarı çıkar.
YARATILIŞIN BAŞLANGICINI ARAŞTIRMAK FITRÎDİR
İnsan, Allah’ın kendisine vermiş olduğu içgüdüden dolayı gördüğü her olayın ve her oluşumun var oluş nedenini merak edip araştırır. Hiçbir zaman kendi kendilerine ve nedensiz bir şekilde (tesadüfen) var olduklarına olanak tanımaz.
Arabası duran bir şoför aşağı inerek arabanın durmasının nedenini bulmak için bozulduğunu sandığı yeri incelemeye başlar. Hareket etmek için tam anlamıyla hazır bir halde olan arabanın, nedensiz bir şekilde durduğuna kesinlikle inanmaz. Arabayı hareket ettireceği zaman ise arabayı hareket ettirmek için gerekli olan araçlardan yararlanır ve hiçbir zaman “tesadüfen hareket edecek” ümidiyle arabanın içinde oturup beklemez.
İnsan acıkırsa aklına ekmek gelir. Susarsa suyu aramaya başlar. Üşüdüğü zaman ihtiyacını giderecek olan elbiseyi ve ateşi hatırlar. Hiçbir zaman “tesadüfen ısınacağım” ümidiyle sakin bir halde oturmaz.
Bina yapmak isteyen bir kimse, doğal olarak yapı malzemeleri, usta ve amele hazırlamaya koyulur. İsteğinin kendi kendine oluşacağı hususunda kesinlikle en ufak bir ümidi bile olmaz.
İnsan var olduğu günden itibaren dağlar, ormanlar ve büyük denizler de yeryüzünde onunla birlikte idiler. Her zaman gökyüzündeki güneşin, ayın ve parlak yıldızların sürekli ve düzenli hareketlerini görmüştür. Bilim adamlarının hepsi bıkmadan usanmadan kendilerini hayretlere düşüren varlıkların ve oluşumların var oluş nedenlerini araştırmaktadırlar. Hiçbir zaman “Bizler var olduğumuz günden itibaren onları aynı hal üzere görmekteyiz, dolayısıyla kendi kendilerine var olmuşlardır.” diye bir şey söylememektedirler.
İşte bu meraklılık ve nedenini araştırma içgüdüsü, insanı varlık âlemini ve onun sistemini araştırmaya zorlamaktadır. Bundan dolayı “Bütün kısımları birbiriyle irtibat halinde olan ve hakikatte büyük bir varlığı anımsatan şu büyük âlem, kendi kendine mi var olmuştur yoksa başka bir şeyden mi kaynaklanmıştır? Her yerinde (her köşesinde) değişmeyen sabit kanunların uygulandığı ve içindeki her şeyi kendi hedefine doğru yönlendiren şu şaşırtıcı âlem, sonsuz kudret ve ilim sahibi biri tarafından mı yönetiliyor yoksa tesadüfen mi böyle olmaktadır?” gibi konuları merak edip araştırmaya koyulmaktadır.
Allah İnancı ve Dinler
Bildiğimiz gibi; içinde bulunduğumuz çağda, insanların geneli dindardırlar. Dolayısıyla âlemi yaratan Allah’a inanıp ibadet etmektedirler.
Önceki asırlarda yaşayan insanlar da günümüzün insanları gibi idiler. Tarihî bilgilere göre; insanların çoğu dindar idiler ve varlık âlemini yaratan Allah’a inanmaktaydılar. Toplumlar arasındaki Allah inancı ile din farklı olmasına ve her kavim varlık âleminin başlangıcını kendisine has bir şekilde anlatmasına karşın; konunun esası hakkında ittifak etmekteydiler. Hatta ilk çağ insanlarına ait keşfedilen en eski tarihi eserlerde bile Allah inancı ve dinin izleri bulunmaktadır. Onların tabiat ötesine inandıkları hususunda başka alametler de mevcuttur.
Tarihî bilgilere göre eski dünya ile irtibatları saptanmamasına karşın; Amerika’da, Avustralya’da ve son çağlarda keşfedilen eski kıtalara ait adalarda yaşayan yerli halkların da Allah’a inanıp çok az farklarla varlık âlemi için başlangıç tayin etmekte oldukları ortaya çıkmıştır.
“Allah inancı insanlar arasında her zaman var olmuştur” konusu üzerinde düşünmek, Allah inancının insanın fıtratından kaynaklandığını ve insanın Allah’ın kendisine vermiş olduğu fıtrattan dolayı varlık alemi için her zaman Allah’a inandığını ortaya koymaktadır.
Kur-anı kerim, işte bu fıtrî özelliğe işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
وَ لَئنِ سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنىَ‏ يُؤْفَكُون‏
Eğer onlara “Kendilerini kim yarattı?” diye sorsan elbette “Allah” derler. O halde nasıl çevriliyorlar?
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ لَئنِ سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَوَتِ وَ الْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ
Eğer onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan elbette “Allah” derler.
Meraklı Olmanın İnsan Hayatındaki Sonuçları
Eğer insan fıtratı gereği üzere kaynaklanan âlemin ve sistemin yaratıcısı hususundaki sorulara olumlu bir cevap verirse, âlemin oluşumu ve şaşırtıcı sistemin hareketi için sonsuz bir başlangıç ispat edip, her şeyi onun sonsuz kudretinin ve ilminin dayandığı yenilmesi mümkün olmayan iradesine bağlar.
Bundan dolayı kalbinde ortaya çıkacak olan umut ve huzur bütün varlığını kuşatacaktır. Gündelik hayatta karşılaştığı sorunlar ve bütün çarelerin (kapıların) yüzüne kapandığı problemler hususunda, kesinlikle mutlak umutsuzluğa kapılmayacaktır. Çünkü sorunlar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar bütün sorunların yüce Allah’ın kudretli elinin içinde olduğunu ve her şeyin onun emrinin altında bulunduğu bilecektir. Böyle bir insan hiçbir zaman nedenlere ve illetlere kayıtsız şartsız bir şekilde teslim olmaz. Öte taraftan dünya şartları ne kadar da onun istediği gibi olurlarsa olsunlar gururlanıp kendini beğenmişlik taslamaz, dünyanın ve kendisinin hakiki durumunu unutmaz. Çünkü nedenlerin ve illetlerin kendi başlarına hareket etmediklerini, yüce Allah’tan aldıkları emirler gereğince hareket ettiklerini bilecektir. Sonuç olarak böyle bir insan varlık aleminde Allah’tan başka hiçbir şey karşısında boyun eğilmemesi ve Allah’ın emrinden başka hiçbir emir karşısında teslim olunmaması gerektiğini bilecektir.
Ancak adı geçen sorulara olumsuz bir cevap verirse ümit, gerçekçilik, engin fıtrî cesaret v.b. gibi özelliklere sahip olamaz. Bundan dolayı maddeciliğin kendilerine hâkim olduğu ülkelerde her gün intihar olaylarının arttığını ve zahiri nedenlere bağlı olan kişilerin küçücük bir olumsuz durum karşısında bile mutlu olamayacaklarını düşünüp hayatlarına son verdiklerini görmekteyiz. Ancak Allah inancına sahip olan kişilerin, ölümle karşı karşıya kalsalar bile ümitsizliğe kapılmadıklarına ve kudretli bir Allah’a iman ettikleri için umutlu olduklarına şahit olmaktayız.
İmam Hüseyin (Aleyhisselam) her taraftan ok yağmuruna ve kılıç darbelerine maruz kaldığı hayatının son saatlerinde defalarca şöyle buyurmuştur:
Bana isabet eden bu kötü musibeti, yalnızca yüce Allah’ın amellerime hazır ve nazır olduğunu bilmem kolaylaştırıyor.
Kur-anı Kerimin Tevhit Konusundaki Metodu
Eğer insan temiz fıtratıyla ve huzur dolu bir kalple varlık âlemine bakarsa, her yerde münezzeh yaratıcının varlığı hakkında deliller görecek ve her taraftan onun hakikati konusunda sesler duyacaktır.
İnsan’ın bu dünyada karşılaştığı şeyler, yüce Allah’ın yarattığı oluşumlardır veya onlarda karar kıldığı özelliklerdir ya da ilahi emir üzere varlıklarda uygulanan sistemlerdir. İnsanın kendisi de onlardan biridir ve bütün vücuduyla adı geçen hakikate tanıklık etmektedir. Çünkü varlığı insanın kendisine ait değildir, kendi iradesiyle herhangi bir özellik (varlık) ortaya çıkarmamaktadır, (herhangi bir varlık için) oluşumunun başlangıcında kendi iradesiyle çizdiği herhangi bir hayat programı yoktur, varlık âlemindeki sistemin rastlantı sonucu gerçekleşip birbirlerinden ayrıldıklarını sayamaz, varlık âlemindeki ve kendi vücudundaki sistemi içinde var olduğu ortama nispet veremez. Zira adı geçen ortamın varlığı ve ona hâkim olan yasaların hepsi, adı geçen ortamın yaratıkları değildirler ve rastlantı sorunu da var olmamışlardır. Bu bakımdan insanın varlık âlemi hususunda varlıkları yaratıp onları terbiye eden, her varlığa varlık veren ve ondan sonra onların (ayakta kalıp) yaşabilmeleri için özel bir sistem çerçevesi içinde kendilerine mahsus kılınmış kemale yönlendiren bir başlangıca inanmaktan başka bir çaresi yoktur.
İnsan, varlık âlemindeki şeyleri birbirlerine bağlı ve varlık âlemindeki sistemi bir tane gördüğü için şöyle hüküm vermek zorundadır: Varlık âleminin başlangıcı ve onun sahip olduğu sistemi sahibi, birden fazla olamaz.
İnsan Bu Hakikati Bazen Niçin Kabul Etmiyor?
Bu hakikat, birazcık dikkat sayesinde insan için aydınlanır ve belirsiz hiçbir şey kalmaz. Ancak insan ara sıra aklî gücünün tamamını gündelik hayatla mücadele konusunda harcayacak kadar veya zamanının hepsini gündelik yaşam hususunda tüketecek kadar günlük sorunların içine dalmaktadır. İşte o zaman artık bu tür şeyleri düşünmek için güç (fırsat) diye bir şey bulamaz. Bundan dolayı bu hakikatten gaflet eder veya doğanın aldatıcı zahirî çekiciliğine kapılıp nefsanî heveslerine uyar. Bu hakikate bağlı olmak birçok maddî esaretlere kapılmayı önlediği için, doğal olarak adı geçen hakikati incelemek, v.b. gibi konulardan kaçınıp kabul etmeye yanaşmayacaktır.
Bundan dolayı Kur-anı kerimde varlık âlemi, içindeki varlıklar ve bunlar arasında uygulanan yasalar (sistemler) hususuna daha çok dikkat edilip çeşitli şekillerde deliller verilmiştir. İnsanların birçoğu (özellikle doğanın zahirî çekiciliğine aldanan ve mutluluğu dünya hayatını hoş geçirmekte gören kişiler) maddî şeyleri sevdiklerinden dolayı felsefî düşünce ve aklî görüşleri inceleme güçlerini yoktur.
Ancak insan, netice olarak varlık âleminin bir parçası ve varlık âleminin bir üyesidir. Varlık âleminde uygulanan genel ve özel yasalardan bir anlık bile olsa müstağni değildir. Bu bakımdan aklını varlık âlemine ve onda uygulanan yasalara yönelterek âlemlerin yaratıcının ve terbiye edicisinin varlığını tanıyabilir.
Yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ فىِ السَّمَوَتِ وَ الْأَرْضِ لاََيَتٍ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَ فىِ خَلْقِكمُ‏ْ وَ مَا يَبُثُّ مِن دَابَّةٍ ءَايَتٌ لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ وَ اخْتِلَفِ الَّيْلِ وَ النهََّارِ وَ مَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِن رِّزْقٍ فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتهَِا وَ تَصْرِيفِ الرِّيَحِ ءَايَتٌ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُون‏
Şüphesiz göklerde ve yerde iman edenler için ayetler (işaretler) vardır. Sizin yaratılışınızda ve (yeryüzüne) yaymakta olduğu canlılarda kesin olarak iman edenler için ayetler (işaretler) vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten rızık (sebebi olarak) indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesinde, rüzgârları estirmesinde aklını kullanan bir toplum için ayetler (işaretler) vardır.
Açıklama ve Örnek
Kur-anı kerimde insanı gökler, güneş, ay, yıldızlar, yeryüzü, dağlar, denizler, bitkiler, hayvanlar, insanların yaratılışı hususunda düşünmeye çağırarak bunlarda uygulanan çok şaşırtıcı yasaları (sistemleri) hatırlatmaktadır.
Varlık âlemindeki çeşitli faaliyetleri fıtrî hedeflerine ve yaratılış amaçlarına doğru sürükleyen yasalar bütünü, gerçekten de çok şaşırtıcıdır.
Toprağın içinde yetişen bir buğday tanesi veya bir badem çekirdeği, birçok buğdaydan oluşan bir başak veya birçok meyvesi olan bir ağaç olmaktadırlar. Toprağın içine konduktan bir süre sonra yarılarak dışarıya yeşil bir filiz çıkarmakta ve beyaz kökünü de toprağın dibine doğru göndermektedir. Hedefine ulaşıncaya kadar aklın büyüklüğüne ve enginliğine şaşırıp kalacağı daha birçok muazzam ve muhteşem olay gerçekleşmektedir.
Yapısal ve değişken hareketlere sahip olan ve kendilerinde gizli (bilinmeyen) güçler bulunduran gökteki yıldızlar, ışık saçan güneş, parlak ay, yeryüzü aynı şekilde buğday tanesi ve badem çekirdeğine verilmiş olan esrarengiz güçler, yılın mevsimleri, atmosferin durumu, bulutlar, yağmur, rüzgâr, günler, geceler v.b. gibi şeyler bir başağının oluşması için hep birlikte çalışmaktadırlar. Eğitim beşiklerine yatırdıkları bu yeni oluşumu, gelişip hedefine ulaşması için çocuk bakıcıları ve ebeler gibi elden ele dolaştırmaktadırlar.
Aynı şekilde bir bitkinin veya başka bir şeyin oluşmasından daha ilginç olan bir insan çocuğunun varlığı da milyonlarca hatta milyarlarca yıllık varlık âleminin şaşırtıcı faaliyeti ve dakik yasalarının ürünüdür.
Bir insanın (dış dünya ile olan irtibatına ilave olarak) gündelik hayat akışı, asırlardır bilim adamlarının düşüncelerini çok şaşırtıcı zahirî görüntüsüyle meşgul etmekte olan varlığının derinliklerindeki olağanüstü yasalar (sistemler) bütününden kaynaklanmaktadır. Her gün yeni bir perde kaldırılması karşın; yine de bilinenler bilinmeyenlere karşısında çok azdır.
Konunun Neticesi
Şu muazzam varlık âleminin birbirine bağlı olan üyelerini, varlık âlemindeki şaşırtıcı hareketleri, her tarafında var olan ve birbirlerine bağıl olarak hareket eden olağan üstü özel sistemleri (yasaları), özel hedeflerine doğru kendilerine özgü bir sistemle (yasayla) hareket eden oluşumları görmek; akıllı insanlar için şunu ortaya çıkarmaktadır. Varlık âlemi ve onda olan şeyler var olup varlıklarını sürdürebilmek için, sonsuz kudretiyle ve sınırsız ilmiyle kendilerini yaratan ebedî bir varlığa muhtaçtırlar. O yarattığı varlıkları kendine özgü terbiye (eğitim) beşiğinde karar kılıp, özel rahmetiyle uğruna yaratıldıkları yüce hedeflerine doğru yönlendirmektedir. Onun varlığı fanî değildir. Onun her şeye gücü yeter ve O her şeyi bilir.
Yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır:
لَهُ مُلْكُ السَّمَوَتِ وَ الْأَرْضِ يحُْىِ وَ يُمِيتُ وَ هُوَ عَلىَ‏ كلُ‏ِّ شىَ‏ْءٍ قَدِيرٌ هُوَ الْأَوَّلُ وَ الاَْخِرُ وَ الظَّهِرُ وَ الْبَاطِنُ وَ هُوَ بِكلُ‏ِّ شىَ‏ْءٍ عَلِيم‏
Göklerin ve yerin mülkü onundur. Yaşatır ve öldürür. O her şeye kadirdir. O ilktir, sondur, zahirdir, batındır. O her şeyi bilir.
Konunun Başka Bir Neticesi
Adalet
Bir önceki açıklanan konunun anlamı başka bir ifadeyle şöyledir: Varlıklar, var oluşları ve varlıklarını sürdürebilmeleri konusundaki eksiklikleri kendileri gideremezler. Rastlantı sonucu ve tesadüfen de giderilmez. Bundan dolayı görünen varlık âleminin ötesinde bir varlıktan temin edilmesi gerekir.
Bu bakımdan O (Allah) bütün eksikleri ve ihtiyaçları giderir. Kuşkusuz O bütün eksiklerden ve ihtiyaçlardan münezzehtir. Aksi takdirde onun eksiklerini ve ihtiyaçlarını giderecek başka bir başlangıç gerekecektir. Sonuç olarak o da varlık âleminin fakirlerinden biri olacaktır.
O sonsuz kudretiyle ve sınırsız ilmiyle varlık âlemindeki her oluşuma varlık bağışlamaktadır. Varlık âlemini ve varlıkları kemale ermeleri için değişmeyen yasalar vesilesiyle uğruna var oldukları hedeflere iletmektedir.
Bu açıklamalardan aşağıdaki iki sonuç elde edilmektedir:
1- Yüce Allah varlık âlemine kayıtsız şartsız bir şekilde hâkimdir. Var olan bütün varlıklar ve meydana gelen bütün oluşumlar, onun emriyle var olmaktadırlar. Nitekim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ
Mülk (hâkimiyet) yalnızca ona aittir ve hamt yalnızca ona mahsustur.
Çünkü bütün güzellikler ve iyilikler, onun yaratmasıyla gerçekleşmişlerdir.
Yine şöyle buyurmaktadır:
إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لله‏
Hüküm, yalnız Allah’a mahsustur.
2- Yüce Allah adildir. Çünkü hüküm verme ve hükmü uygulama konusundaki adalet istisna ve ayrımcılık kaldırmaması (sahibi olmaması) gerekir. Dolayısıyla hüküm vermeyi içine alan konularda her zaman aynı hüküm sabit olmalıdır ve hükmün uygulanması gereken konularda ise her zaman aynı hüküm uygulanmalıdır. Varlık âlemi ve varlık âlemindekiler, umumîsine illiyet ve maluliyet kanunu denilen bir takım sabit yasalarla idare edilmektedirler. Örnek olarak; ateş özel koşullar altında siyah kömür, elmas, kuru odun, elbise v.b. gibi yanma özelliği olan cisimleri yakar.

Buna ilave olarak adaleti terk eden bir kimse, ihtiyacını gidermek için kötü bir iş olan zulmü işlemeye başlar. Söz konusu olan ihtiyaç, başkalarının mallarını çalarak birikimlerini artırmak isteyen bir kimse örneğinde olduğu gibi maddî bir ihtiyaç da olsa veya başkalarının haklarına saldırıp güç ve hâkimiyet göstermekten lezzet alan bir kimse örneğinde olduğu gibi manevî bir ihtiyaç da olsa zulmü işler.
Anlaşıldığı gibi; âlemlerin yaratıcısının mukaddes zatının hiçbir şey ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla varlık âlemini koruma konusunda gerekli olan genel maslahatların temini için verilmiş tekvinî bir hüküm olsa da veya kulların mutluluğu için verilmiş teşriî bir hüküm olsa da, azametli makamından hâsıl olan bütün hükümler varlıkların menfaatleriyle ilgilidir. Yüce Allah bu konuda kelamında şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ
Kuşkusuz Allah zerre miktarı zulüm etmez.
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ مَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِّلْعِبَاد
Allah kullara zulüm etmek istemez.
NÜBÜVVET
Kitabın başlangıcında açıklandığı gibi; nübüvvete iman etmek, İslam dininin üç itikadî esasından biridir. İslam dininin gereklerinden (şartlarından) biri olan nübüvvetin anlamı şudur: Yüce Allah insanları doğru yola iletmek için bazı kulları vesilesiyle bir takım buyruklar göndermiştir. Gönderilen buyruklara “din” ve onları getirenlere ise “peygamber veya nebi” denir. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) son peygamber ve İslam da son dindir.
Nübüvvetin Kanıtı
Tevhit konusunda açıkladığımız bilgiler ışığında aydınlandığı gibi; varlıkları yaratmak ve onları terbiye etmek, yalnız yüce Allah’a mahsustur.
Daha açık bir ifadeyle; var oldukları ilk günden itibaren ayakta kalıp ihtiyaçlarını gidermek için çalışmaya başlayan, ihtiyaçlarını ve eksiklerini arka arkaya gideren, mümkün olduğu kadar kendilerini mükemmelleştirip müstağni olan, ayakta (hayatta) kalma çizgisi olarak gösterilen düzgün yolu kendi varlıklarıyla sürdüren varlık alemindeki oluşumların yaşam yollarını düzenleyen ve bir aşamadan öteki aşamaya kadar (sürekli) onlara yol gösteren yüce Allah’tır.
Bu bakımdan şu şekilde katî bir netice elde edilmektedir: Varlık âlemindeki oluşum türlerinin her birinin yaşayabilmek için kendilerine özgü çalışmalarıyla uyguladıkları özel tekvinî programları vardır.
Başka bir ifadeyle; varlık âlemindeki oluşumların, yaşamlarını sürdürebilmeleri için, yüce Allah tarafından iletilen (ilham edilen) bir takım özel görevleri vardır. Nitekim Kur-anı kerim bu hakikate işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
رَبُّنَا الَّذِى أَعْطَى‏ كلُ‏َّ شىَ‏ْءٍ خَلْقَهُ ثمُ‏َّ هَدَى
Rabbimiz, her şeye (özel) yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir.
Varlık âleminin üyeleri, bu genel hüküm konusunda ortaktırlar. Kesinlikle istisna diye bir şey söz konusu değildir. Gökyüzündeki yıldızlar, ayağımızın altındaki yeryüzü, bu ikisinde var olan unsurlar, başlangıç oluşumlarını oluşturan terkipler, hayvanlar v.b. gibi her şey bu konuda ortaktırlar.
İnsan da yalnızca bir farkla bu genel hüküm konusunda öteki varlıklar gibidir.
İnsan ile Öteki Varlıklar Arasındaki Farkın Açıklanışı
Milyonlarca yıl önce yaratılan yeryüzü kendinde saklı olan enerjiler bütününü harekete geçirerek, kendine özgü varlık alanında muhalif etkenlerin izin verdiği ölçülerde faaliyetlerini sürdürüp, yapısal ve değişken hareketleri dairesi içinde vücudunun eserlerini ortaya çıkarmakta ve böylece varlığını garanti altına almaktadır. Eğer güçlü muhalif bir etken önüne geçmezse faaliyetlerini sürdürmeye devam edip, görevlerini yapmaktan da vazgeçmeyecektir.
Badem ağacı, eğer güçlü muhalif bir etken yoluna geçmezse, çekirdeğin ortasından çıkıp büyük bir ağaç haline geldiği güne kadar beslenme, gelişme, büyüme v.b. gibi (kendine özgü çizgisi üzerindeki) görevleri yerine getirme hususunda tembellik göstermez. Tembellik göstermesi de mümkün değildir. Öteki varlıkların durumları da böyledir.
Ancak insan kendine özgü çalışmalarını seçerek yapmaktadır. Yaptığı işler, düşüncesinden ve kararından kaynaklanmaktadırlar.
İnsan, yüzde yüz yararına olan ve muhalif bir etkenin de önüne geçmediği bir işi yapmaktan çekinmez. Öte taraftan yüzde yüz zararına olan bir işi bilerek ve anlayarak seçer. İnsan, bazen güzel bir içeceği içmekten sakınır; ancak zehir dolu bir bardağı içip kendini de öldürebilir.
İlahî genel yönlendirmenin (hidayetin), seçme özgürlüğüne sahip bir şekilde yaratılan bir varlık hakkında zorla uygulanmayacağı çok açık bir konudur. Yani peygamberler hayır, şer, mutluluk, bedbahtlık v.b. gibi yüce Allah tarafından bildirilen konuları insanlara duyurmaktadırlar. Dindar olanlara sevap müjdesi verip, yaratıcının rahmeti hususunda ümitlendirmektedirler. Asileri ve bozguncuları ise Allah’ın azabı konusunda korkutmaktadırlar. Dindarlar ve asiler, bu iki yoldan birini seçme konusunda özgürdürler.
Evet, insanın akıl vasıtasıyla hayrı ve şerri, yararı ve zararı bir noktaya kadar anlaması mümkündür; ancak aynı akıl genellikle nefsanî isteklere yenilip onları izlemektedir. Ara sıra da doğru yolda hareket etmektedir.
Dolayısıyla ilahî yönlendirme (hidayet), akıla ilave olarak, kesinlikle başka bir yolla daha yapılması gerekmektedir. Söz konusu olan yol hatadan ve yanlıştan korunmalıdır. Başka bir ifadeyle; yüce Allah’ın akıl vasıtasıyla genel olarak ulaştırdığı buyruklar, başka bir yolla daha onaylanmalıdır.
Bu yol, yüce Allah’ın mutluluk verici buyruklarını vahiy vasıtasıyla kullarından birine bildirdiği; emirlerini kullarına ulaştırmakla görevlendirdiği; kullarını ümit, korku, teşvik ve tehdit vesileleriyle emirlerine uymaya davet etmesi gereken; nübüvvet yoludur.
Yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır:
إِنَّا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ كَمَا أَوْحَيْنَا إِلىَ‏ نُوحٍ وَ النَّبِيِّنَ مِن بَعْدِهِ وَ أَوْحَيْنَا إِلىَ إِبْرَهِيمَ وَ إِسْمَعِيلَ وَ إِسْحَقَ وَ يَعْقُوبَ وَ الْأَسْبَاطِ وَ عِيسىَ‏ وَ أَيُّوبَ وَ يُونُسَ وَ هَرُونَ وَ سُلَيْمَنَ وَ ءَاتَيْنَا دَاوُدَ زَبُورًا وَ رُسُلًا قَدْ قَصَصْنَهُمْ عَلَيْكَ مِن قَبْلُ وَ رُسُلًا
لَّمv نَقْصُصْهُمْ عَلَيْكَ وَ كلََّمَ اللَّهُ مُوسىَ‏ تَكْلِيمًا رُّسُلًا مُّبَشرِِّينَ وَ مُنذِرِينَ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلىَ اللَّهِ حُجَّةُ بَعْدَ الرُّسُلِ وَ كاَنَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik… Resuller geldikten sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmaması için, resulleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik...
Nebi’nin Özellikleri
Bir önceki açıklamadan da anlaşıldığı gibi; bir peygamber şu özelliklere sahip olmak zorundadır:
1- Görevini yerine getirme hususunda yanlış yapmaktan korunup masum olmalıdır. Kendisine vahiy olan şeyleri doğru bir şekilde algılayıp, algıladığı şeyleri hatasız ve yanlışsız bir şekilde insanlara ulaştırabilmesi için unutkanlık v.b. gibi zihinsel sorunlarla karşılaşmaktan korunma. Aksi takdirde ilahî yönlendirme (hidayet) hedefine ulaşmayacaktır. Genel yönlendirme yasası, genellikten çıkıp insanlar hususunda etkisiz bir hale gelecektir.
2- Sözleri ve davranışları hususunda hatadan ve günahtan korunmalıdır. Günahın varlığından dolayı tebliğin hiçbir tesiri olmaz. Çünkü insanlar, davranışlarıyla sözleri farlı olan bir kimseye değer vermezler. Hatta davranışlarını yalancılığı ve sahtekârlığı hususunda kanıt gösterip “Eğer doğru sözlü olsaydı söylediği şeye amel ederdi” diye söylemektedirler.
Bu iki konuyu “Davetin doğru ve etkili olması için, peygamberin yanlıştan ve günahtan korunması gerekir” diye bir ifade altında birleştirmek de mümkündür.
Yüce Allah Kur-anı kerimde bu konuya işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
عَلِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلىَ‏ غَيْبِهِ أَحَدًا إِلَّا مَنِ ارْتَضىَ‏ مِن رَّسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِن بَينْ‏ِ يَدَيْهِ وَ مِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا لِّيَعْلَمَ أَن قَدْ أَبْلَغُواْ رِسَلَتِ رَبهِِّمْ وَ أَحَاطَ بِمَا لَدَيهِْمْ وَ أَحْصىَ‏ كلُ‏َّ شىَ‏ْءٍ عَدَدَا
Gaybı (gizliyi) bilen odur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. Çünkü o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar. Ki onların rablerinin kendilerine verdiği emirleri duyurduklarını bilsin.
3- İffet, cesaret, adalet v.b. gibi ahlakî faziletlere sahip olmalıdır. Çünkü bunların hepsi güzel sıfatlar olarak sayılmaktadırlar. Bütün günahlardan korunan ve yalnızca dini izleyen bir kimse, hiçbir zaman ahlakî rezaletlerle (kötü sıfatlarlarla) kirlenmez.
İnsanlar Arasındaki Peygamberler
Tarih vesilesiyle elde edilen bilgilere göre; kesinlikle insanlar arasında peygamberler var olmuştur ve insanları (ilahî) dine davet etmişlerdir. Ancak bu bilgiler ışığında yaşamları aydınlığa kavuşmamaktadır. Belirsizlikten uzak olan yalnızca Hazreti Muhammed’in (Sallellahu aleyhi ve alihi) hayatıdır. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) getirdiği ilahî kitap olan ve dinî yüce hedefleri içinde bulunduran Kur-anı kerim, geçmiş peygamberlerin davetlerinin konusunu açıklayıp maksatlarını ve hedeflerini beyan etmektedir.
Kur-an kerim, yüce Allah tarafından birçok peygamberin geldiğini ve tevhit kelimesi üzerinde birleşip hak dine davet ettiklerini açıklamaktadır. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
وَ مَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رَّسُولٍ إِلَّا نُوحِى إِلَيْهِ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدُون‏
Sende önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona “Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.
Şeriat Sahibi Peygamberler
Kur-anı kerim, bütün peygamberlerin ilahî bir kitaba ve bağımsız bir şeriata sahip olmadıklarını ve “O size, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı.” ayetinde de işaret edildiği gibi, peygamberler arasındaki beş peygamberin hepsinden (makam bakımından) daha büyük olup, ilahî kitap ve şeriat sahibi olduklarını beyan etmektedir:
1. Hazreti Nuh (Aleyhisselam)
2. Hazreti İbrahim (Aleyhisselam)
3. Hazreti Musa (Aleyhisselam)
4. Hazreti İsa (Aleyhisselam)
5. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi)
Bu büyük peygamberlerin şeriatları bir önceki şeriatın tamamlayıcısıdır.
Dipnotlar
-------------------------------
1-Zuhruf: 87
2-Lokman: 25
3-Bihar-ul Envar: 45/46
4-Casiye: 3-5
5-Hadid: 2-3
6-Teğabün: 1
7-Yusuf: 40
8-Nisa: 40
9-Ğafir (Mümin): 31
10-Taha: 50
11-Nisa: 163-165
12-Cin: 26-28
13-Enbiya: 25
14-Şura: 14 (?????? ????? ????? ???????? ??? ?????? ???? ?????? ?? ??????? ??????????? ???????? ?? ??? ?????????? ???? ??????????? ?? ??????? ?? ?????? ???? ?????????? ???????? ?? ??? ?????????????? ????)?