Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR
Önsöz
Âlemlerin gerçek sahibine şükürler olsun. Onun salâtı, selamı ve rahmeti peygamber ve resullerin en yücesi olan efendimiz Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem) ve onun tertemiz Ehlibeyt'ine (aleyhimü's-selam) olsun.
Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurur: "Allah katında âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından daha hayırlıdır."[1]
Bu yüzden her yazar birlik, beraberlik, barış ve huzur adına insanları hidayet edici şeyler yazar; bu yolla onları karanlıktan aydınlığa çıkarmaya çalışır. Çünkü Allah'ın dinini tebliğ etmek ve adaleti hâkim kılmak için canını feda eden ve şehit düşen bir kimse, sadece kendi çevresinde toplanan insanlara etkili olabilir. Ama insanlara ders veren ve onlar için bir şeyler yazan kimse, gerek yetiştirdiği öğrencilerle, gerekse yazdığı bilgilerle bunu nesilden nesle aktaran insanlar aracılığıyla daha fazla bir kitleye etki eder. Bu hayır, kıyamete kadar onunla birlikte olur. Her şey harcandıkça azalır, ama ilim harcandıkça (aktarıldıkça) daha da artar. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Eğer Allah bir kişiyi senin elinle hidayet ederse, bu, senin için güneşin değdiği her şeyden veya dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır."[2]
Nice yazarlar var ki yıllar önce ölüp gittiler ve kemikleri çürüdü. Ama düşünceleri ve bilgileri geride bıraktıkları kitaplarıyla hâlâ yaşıyor. Bunlar arasında yüzlerce kez, tekrar tekrar basılan ve insanlar arasında onlara ışık tutmaya devam eden kitaplar var.
Eğer şehit yaşıyor ve Allah katında çeşitli nimetlerle nimetlendirili-yorsa, âlimler de halkı aydınlattıkları için Allah katında canlıdırlar ve halkın gözünde aynı konuma sahiptirler. İnsanlar onları rahmetle anıyor ve onlar için hayır dualarda bulunuyorlar.
Ama ben âlim değilim ve böyle bir iddiam da yok. Bencillikten Allah'a sığınırım. Bilakis ben, onların hizmetkârıyım ve onların birikimlerinden faydalanıyorum. Sofralarındaki kırıntıları topluyor, adım adım onları izliyorum.
Yüce Allah beni Nasıl Hidayete Kavuştum[3] kitabını yazmaya muvaffak edince birçok yazar ve araştırmacı arkadaşım, Doğrularla Birlikte[4] adlı kitabı da yazmam için beni teşvik etti. Bu kitap da yoğun ilgi gördü. Tüm bunlar beni daha çok araştırma yapmaya sevk etmişti. Derken üçüncü kitap olarak Zikir Ehline Sorun adlı kitabımı yazdım. Bu kitapta İslam'ı ve İslam Peygamberini savundum. Peygamberimize edilen iftiralara cevap verdim. O dönemde kendisine ve Ehlibeyt'ine reva görülen birtakım oyunları belgeleriyle okuyucuya sundum.
Arap ve İslam dünyasından sevgi, saygı ve kardeşlik içeren çok sayıda dostane mektuplar aldım. Ardından, dünyanın çeşitli yerlerinde konferans ve panellere davet edildim. Amerika, İran, İngiltere, Pakistan, Kenya, Doğu Afrika ve İsveç'te düzenlenen konferanslarda hazır bulundum.
Ne zaman tahsilli ve aydın görüşlü birileriyle karşılaşsam şaşkınlıklarını, mutluluklarını ve okuduklarından daha fazlasını istediklerini görüyordum. Onlar benden daha çok şey bekliyorlar, sürekli "Yeni bir kitabınız daha var mı?" diye soruyorlardı.
Beni daha önceki çalışmalarımı tamamlamaya muvaffak ettiği için Allah'a şükrettim ve yeni bir kitap daha yazabilmek için tekrar Allah'tan yardım diledim.
Diğer üç kitapla aynı doğrultuda olan bu kitabı da hakkı arayan Müslümanlara armağan ediyorum. İnanıyorum ki, bu kitap, doğruyu arayan araştırmacılar için faydalı olacaktır. Araştırmacılar şunu bilsin ki, düşmanların hedef noktası olan tek mezhep varsa, o da Şia'dır. Fırka-i Naciye (kurtuluşa erecek olan grup) odur ve gerçek sünnet ehli Şiîlerdir. Burada sünnetten kastım, Hz. Muhammed'in (s.a.a) kaynağını vahiyden aldığı sünnettir. O, öyle bir kimsedir ki heva ve heves üzere bir şey söylemez. Söylediği her şey vahiydir.
Ben, ilerleyen konularda okuyuculara gerçekleri aktaracak ve bunları ispatlayacağım. Onlar görecekler ki, Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Şia karşısında oluşturulan ve "sünnet" adı altında uydurma şeylere sarılan bir fırkadır. Allah, Kurân'da böyle bir şey buyurmamıştır ve Peygamber'i de onlardan uzaktır. Zira Peygamberimize (s.a.a) isnat edilen çok sayıda yalan hadis uydurulmuş, gerçek sözleri, davranışları ve ikrarı Müslümanlardan esirgenmiştir.
Onlar bunu yaparken bir bahanenin arkasına sığınmışlardı. "Allah'ın kelamıyla Peygamber'in sözleri birbirine karışsın istemiyoruz!" diyorlardı. Ama bu iddia, örümcek ağından bile daha zayıf bir iddiadır. Çünkü birçok hadis çöplüğe atılmış ve değer verilmemişken, sonraları zanlara ve safsatalara dayalı hükümler vermişlerdi.
Birçok saygın insan, tarih onların büyüklüğüne şahitlik etmesine rağmen Peygamber'in vefatının ardından unutuldu ve tarihe gömüldü. Hatta çeşitli karalama oyunlarına maruz kalarak tekfir ve telin edildi. Nice aşağılık insanlar da vardı ki, alınlarında küfür damgası yazılı olmasına rağmen büyük görüldü, baş tacı yapıldı.
Bugün nice bilinçsiz insanlar var ki, birtakım kabirleri ziyaret ediyorlar, ama içinde yatanın ateşte olduğundan habersizler. Yüce Allah tüm bunları en iyi biçimde şöyle açıklamaktadır:
"İnsanlardan öylesi var ki dünya yaşayışı hakkında söylediği söz, seni şaşırtır, imrendirir, kalbindekine de Allah'ı tanık tutar. Hâlbuki o, düşmanların en yamanı, en inatçısıdır. Bir işe koyuldu mu yeryüzünde çalışır çabalar, orayı bozmak, ekini, soyu-sopu helak etmek için uğraşır. Allah ise bozgunculuğu sevmez. Ona, Allah'tan sakın, kork dendi mi günahla ululanmaya çalışır. Oysa onun hakkından cehennem gelir. Orası, gerçekten de ne kötü, ne pis yataktır!"[5]
Eğer ben "Ters çevir, düzelsin" deyimini bir nasihat olarak alacak olursam, belki de yanlış yapmış sayılmam. Hakikat peşinde olan bir araştırmacı her zaman için olayları iyice düşünmeli, bazen tersini ele alarak işe bir de diğer taraftan bakmalıdır. Böylece hakkı daha rahat bulabilir. Siyasî oyunlar neticesinde gizli kalan gerçekler ancak böyle ortaya çıkar. Çokluk, hiçbir zaman insanları aldatmamalıdır. Nitekim yüce Allah Kurân-ı Kerim'de şöyle buyurur:
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırır; çünkü onlar, ancak zanna kapılırlar ve onlar, ancak yalan söylerler."[6]
Bazen insanları aldatmak için batıla hak giysisi giydirir, çoğunlukla da başarılı olurlar. Çünkü halkın geneli hoşgörülü veya sade düşüncelidir. Bazen de batıl, kendisine yardımcı bulduğu için başarılı olur. Hak ise, bir köşeye çekilip ilahî vaadin gerçekleşmesini bekler. Çünkü Allah, şöyle vaat eder:
"De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Zaten batıl yok olmaya mahkûmdur."[7]
Bunun en bariz örneği de yine Kurân-ı Kerim'de, Hz. Yakup ve oğulları kıssasında mevcuttur:
"Akşam olunca ağlaya ağlaya babalarına geldiler. Baba, dediler; biz yarışa gitmiştik, Yusuf'u da elbiselerimizin başında bırakmıştık, bir kurt gelip yemiş onu, fakat biz doğru söylesek de sen bize inanmazsın!"[8]
Eğer doğru insanlar olsalardı, "Sen bize inanmazsın, çünkü biz yalancıyız!" derlerdi. Bir peygamber olan ve Allah'tan vahiy alan Hz. Yakup, onların bu batıl tutumları karşısında teslim oldu ve Allah'tan güzelce sabredebilmeyi diledi. Hâlbuki Hz. Yakup, onların yalan konuştuklarını çok iyi biliyordu.
"(Yakup) dedi ki: Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürükledi. Artık tek çarem güzelce sabretmektir. Söylediklerinize karşı ancak Allah'tan yardım istenir!"[9]
Hz. Yakup ne yapabilirdi ki? On bir evladı el birliği etmiş ve kanlı gömlekle perişan bir görünüm sergilemişlerdi. Üstelik kaybettikleri kardeşlerinin ardından için için ağlıyorlardı.
Acaba Yakup (a.s) onların yalanını ortaya çıkarmalı, batıl olduklarına hükmetmeli, kuyuya gitmeli, ciğerparesini oradan dışarı çıkarmalı ve sonra yaptıkları bu çirkin davranıştan dolayı evlatlarını cezalandırmalı mıydı?
Hayır, asla! Bu, Allah'ın hidayetinden nasibi olmayan cahillerin işidir. Oysa Yakup (a.s) bir peygambere yaraşır biçimde akilâne davrandı. Nitekim Allah, onun hakkında şöyle buyurur:
"Şüphe yok ki Yakup, kendisine öğretmiş olduğumuzdan dolayı bir bilgiye sahipti, fakat insanların çoğu bilmez."[10]
İşte o, bu bilgiden dolayı yüzünü evlatlarından çevirdi ve:
"Ey beni tükenmez, sonu gelmez kederlere salan Yusuf, demeye başladı; kederden gözleri ağardı ve artık derdini içine gömdü."[11]
Eğer Yakup (a.s) daha önce sözünü ettiğimiz gibi davranmış olsaydı, yani Hz. Yusuf'u kuyudan çıkarıp diğer evlatlarını cezalandırsaydı, hiç kuşkusuz onların Yusuf'a olan düşmanlığı daha da artacaktı. Belki de bu iş, babalarını öldürmeye kadar varacaktı. Belki de aşağıdaki ayet bu konuya işaret ediyordur:
"Dediler ki: Vallahi sen, Yusuf'u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin!"[12]
Demek ki sessiz kalmak bazen daha hayırlı olabiliyor. Bu, batılla muhalefetin kargaşaya ve birçoklarının ölümüne neden olduğu durumlarda geçerlidir. Aynı şekilde, çoğu insanın menfaati de bunda olabilir. Hal böyleyken Resul-i Ekrem'in (s.a.a) "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" sözünü Kurân'a ve akla ters düşmeyecek şekilde yorumlamak gerekir.
Eğer Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hayatına göz gezdirecek olsak, İslam'ın ve Müslümanların menfaati doğrultusunda birçok yerde sükûtu tercih ettiğini görürüz. Herkesçe bilinen Hudeybiye'deki tavrı, bunlardan sadece biridir.
Amcasının oğlu Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatının ardından sükût eden Müminlerin Emiri Hz. Ali'ye selam olsun! Hani o, şöyle demişti: "Ben, iki şey arasında kalmıştım. Düşündüm; kesilmiş elimle hamle mi edeyim; yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öylesine bir körlük ki ihtiyarları tamamıyla yıpratır; çocuğu kocaltır; inanan da Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlıkta zahmet çeker. Gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim ama gözümde diken vardı, boğazımda da kemik."[13]
Eğer İmam Ali (a.s) hakkı olan hilafet konusunda sessiz kalmayı tercih etmeseydi ve yine İslam'ın ve Müslümanların menfaatini düşünmeseydi, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra İslam, Allah ve Resulü'nün istediği biçimde ikame olmazdı. Bu hakikati bugün birçokları bilmemektedir. Bu yüzden de şöyle diyorlar: "Ebubekir ve Ömer'in hilafetleri hak idi. Çünkü Ali (a.s) onların hilafeti karşısında susmuştu." Bazen de şöyle diyorlar: "Eğer Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali'yi halife seçseydi, onun sessiz kalması doğru olmazdı. Çünkü hilafet onun doğal hakkı olurdu. Hakkı söylemekten çekinen kimse ise dilsiz şeytandır."
Onlar ha bire böyle söyleyip duruyorlar. Bu yaklaşım, bencilce bir yaklaşımdır. Hakkın sadece kendi istekleri doğrultusunda olmasını istiyorlar. Sükûtun faydasını ve uzun zamana yayılan menfaatini göremiyorlar. Bu faydaları, bir anlık menfaatle karşılaştıracak olsak, sükûtun ne kadar geniş ve uzun süreli faydası olduğunu anlayacaklardır. Acaba bunu hiç mi düşünmüyorlar? Batılın taraftarı ne kadar çok olursa, onunla anlık yüzleşmenin faydası da o kadar az olur. Oysaki hakikatin gün yüzüne çıkması için belirli bir zamanın geçmesi daha faydalı olacaktır. Nitekim zaman aşımıyla hakikatler bir bir gün yüzüne çıkmaktadır da.
Hudeybiye Savaşı'nda Peygamberimizin susması ve batıl karşısında hakkı söylememesi Ömer b. Hattab'ı öfkelendirmişti. "Sen hak üzere gönderilen Peygamber değil misin? Biz hak, onlar da batıl değiller mi? O halde neden kendi dinimizde zilleti kabullenelim?" dediler.
Peygamber efendimizin (s.a.a) sessizliği Ömer ve diğer sahabeler tarafından olumsuz olarak karşılansa da, görüyoruz ki bu yaklaşım, İslam ve Müslümanlar adına çok faydalı olmuştu. Her ne kadar anlık faydasını göstermese de, Müslümanlar bunun faydasını bir yıl sonra gördüler. Ertesi yıl, hiçbir savaş ve çatışma olmadan Müslümanlar Mekke'yi fethettiler. İnsanlar gruplar hâlinde İslam'a yöneldiler. Derken Peygamberimiz (s.a.a), Ömer b. Hattab'ı çağırıp Hudeybiye'de neden sessiz kaldığını ve bu sessizliğin nasıl sonuç verdiğini anlattı.
Bizim bu delilleri sunmaktaki gayemiz şudur ki; eğer batıl kendisine yardımcı bulacak olursa, hakka galip gelebilir ve bu, kaçınılmaz bir gerçektir. Nitekim Ali (a.s) haklıydı ve daima hak üzereydi. Ama yeterince yardımcı bulamadığı için batıl olan Muaviye ile mücadelesini sonlandıramadı. Çünkü onun taraftarı daha fazlaydı ve hakka karşı üstünlük sağlamışlardı. Onlar hakkı istemiyorlar, batılın galip gelmesini arzu ediyorlardı. Çünkü hak, acı ve sıkıcı; batıl ise kolay ve rahat bir yoldu.
"Hayır, onlara hak ile gelmiştir. Hâlbuki onların çoğu haktan hoşlanmaz."[14]
Batıl olan Yezid de bu yüzden azınlıktaki Hz. Hüseyin ve askerleri karşısında zafer elde etti. Emevî ve Abbasî halifeleri de, sessizliği tercih eden, İslam ve Müslümanların korunmasını hedefleyen Ehlibeyt imamlarını (a.s) bu yüzden şehit ettiler. Ehlibeyt imamlarının sonuncusu Hz. Mehdi de (a.f) bu yüzden gaybet perdesi arkasında yaşıyor ve hakkın yardımcıları yeterli ölçüye ulaşmadıkça zuhur etmeyecek. Ne zaman yardımcıları hazır olsa o zaman Allah ona zuhur izni verecek, batılı devirecek ve adaletsizlikle dolan yeryüzünde evrensel adalet düzenini hâkim kılacaktır.
Bugün dahi nice insanlar var ki batılı seviyor, onun ardından gidiyorlar. Sadece hakkın taraftarlığını yapan az sayıda insan var. Bunlar, Allah'ın yardımı ve mucize olmaksızın batıla galip gelemezler. Nitekim Kurân da böyle buyurur:
"Nice az bir topluluk var ki, Allah'ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir."[15]
Az oldukları için sabır gösteren kimselere Allah, mucizesiyle yardımcı olur. Onlara meleklerini gönderir ve savaşlarda onların yanında olurlar. Eğer Allah doğrudan yardımcı olmazsa, hak batıla galip gelemez.
Biz, bugün, bu acı gerçeği yaşıyoruz. Gerçek müminler yenik düşüyorlar, eziliyorlar, kaçıyorlar ve bir türlü saadet yüzü göremiyorlar. Oysaki Allah'ı tanımayan batıl ehli her yerde hüküm sürüyor. Milletlerin canları ve geleceğiyle oyun oynuyorlar. Azınlık halindeki mazlum mümin topluluğu, çoğunluğu oluşturan asi küfür topluluğu karşısında zafer elde edemez. Rivayet edilir ki, bu yüzden Hz. Mehdi'nin (a.f) zuhuru döneminde çok sayıda mucize gerçekleşecektir.
Tüm bu anlatılanlar tembellik ve olumsuz bekleyiş anlamında değildir. Nasıl bu anlama gelsin ki? Hakkın zaferinin ancak yeterli ölçüde yardımcıya sahip olmasıyla gerçekleşeceğini hepimiz biliyoruz. Bu ise ancak gerçek müminlerin Ehlibeyt'i (a.s) sevmekle sahip olabileceği doğru bir İslamî düşünceyi benimsemeleri, iki ağır emanet olan Allah'ın kitabına ve Peygamber'in Ehlibeyt'ine sarılmaları ve böylece beklenen Mehdi'nin yardımcıları arasına girmeleriyle mümkündür.
Ben, bu sözleri söylerken dahi yüce Allah'tan af diliyorum. Çünkü bir zamanlar ben de çoğunluğa tâbi idim ve yanlış yoldaydım. Şimdi azınlığın yanında, hak yolda ilerliyorum. Bu yolda çoğunluğun kınamasından korkmuyor, azınlığın övgüsünden dolayı gururlanmıyorum. Çünkü ben, Allah'ın (c.c), Peygamber'inin (s.a.a) ve Ehlibeyt imamlarının (a.s) rızasını umuyorum.
Halkın rızasını elde etmek zor bir şey değildir. Çünkü insanlar hoşlandıkları şeyi ister ve nefislerinin arzuladığına yönelirler.
"Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur, giderdi."[16]
Halkın çoğu hakka uymaktan kaçındığı için kendilerine gönderilen peygamberlere düşmanlık etmiş, onları öldürmekten geri kalmamıştır.
"Demek, size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldüreceksiniz, öyle mi?"[17]
Bazılarının bana hakaret etmesi veya beni lanetlemesi yeni bir olay değil. Çünkü kitaplarımda yazdığım gerçekleri tahammül edemiyorlar. Köşeye sıkışınca da acizliklerinin belirtisi olarak küfre ve hakarete başvuruyorlar. Zaten cahillerin alışageldiği şey de budur.
Ben, hak bildiğim bir davada kimseyle muamele etmem. Korkmam ve açgözlülük etmem. Dilim, ayaklarım, kalemim ve mürekkebimle Allah resulünü ve onun pak Ehlibeyt'ini (Allah'ın salâtı ve selamı onlara olsun) tüm gücümle savunurum. Bununla onları hoşnut etmeyi ve saadete ermeyi dilerim. Başarıyı verecek olan Allah'tır. O'na tevekkül ederim. Dönüşüm de O'nadır.
Şia'nın Manası
Takiye etmeksizin ve taassuba yönelmeden Şia'yı[18] tanımlamak istersek, şöyle dememiz gerekir: Şia, Peygamber efendimize (s.a.a), Hz. Ali'ye (a.s) ve onun on bir evladına inanan İslamî bir mezheptir. Gerek ibadetler, gerekse muameleler gibi fıkhî meselelerde onlara uyarlar. Peygamber efendimizden (s.a.a) başka hiç kimseyi Ehlibeyt imamlarından üstün görmezler.
Bu, Şia'nın kısa ve öz tanımıdır. Öyleyse Şiîleri İslam düşmanı veya Hz. Ali'nin (a.s) peygamberliğine inanan veyahut da Yahudi Abdullah b. Seba'nın takipçileri olarak tanımlayan yalancıların sözlerine kulak asmamak gerekir.
Ben, Şia'yı İslam dışı ve kafir olarak tanıtan birçok kitap ve makale okudum. Nedense bu eserlerin sahipleri kitaplarını bu ithamlarla doldurmuşlar.[19] Oysaki onca yazılanlar yalandan ve iftiradan başka bir şey değil. Bu sözlerinin ispatı için hiç bir delilleri yoktur. Sadece geçmişte yaşayan Ehlibeyt düşmanlarının Şia hakkındaki sözlerini tekrar edip duruyorlar. Bu sözler, halka zorla musallat olan, Peygamber Ehlibeyt'ini katleden, onları süren, karalamaya çalışan ve bu amaçla onlara çeşitli lakaplar takan Nasibîlerin kuru iddialarından başka bir şey değildir.
Bu lakaplardan biri de Şia düşmanlarının kitaplarında çokça geçen, Rafızî veya Revafız lakabıdır. Okuyucular, Şiîlerin Revafız (muhalifler) diye adlandırılmalarına gerekçe olarak, onların İslam'ın usulü veya Peygamber efendimizin (s.a.a) risaletiyle muhalif olduklarını zannedebilirler. Ama bu varsayımlar doğru varsayımlar değildir. Şiîlerin revafız (muhalifler) diye adlandırılması, Emevî-Abbasî halifeleri ve saray mollaları tarafından yapılan lekeleme politikalarından kaynaklanmaktadır. Şiîler Hz. Ali (a.s) hilafeti dışında ne Ebubekir'in, ne Ömer'in, ne Emevîlerin, ne de Abbasilerin hilafetlerini kabul etmez.
Bu halifeler, sahte hadisçiler ve sünnet uydurukçularının vesilesiyle sahabe arasında şu ayetin kendileri hakkında nazil olduğunu ve Allah'ın emriyle kendilerinin halife olduklarını yaymışlardı:[20]
"Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne ve sizden emir sahiplerine itaat edin."[21]
"Bu ayet, falan kişiler hakkında nazil olmuştur, çünkü onlar emir sahipleridir; dolayısıyla onlara itaat etmemiz gerekir" diyorlardı.[22]
İşte bu halifeler, bazı kimselere para yedirerek aşağıdaki gibi uyduruk hadisleri Peygamber efendimize (s.a.a) yakıştırıyorlardı. Güya Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştu:
"Bir adım dahi olsa padişahın emrinden çıkan kimse, cahiliyet üzere (dinsiz olarak) ölür.[23]"
Demek ki, hiçbir Müslüman'ın padişaha karşı gelmemesi gerekiyor! Onlar zalim ve gaddar dahi olsalar!
İşte buradan, Şia'nın neden hep ezildiğini ve hakarete maruz kaldığını daha iyi anlıyoruz. Çünkü Şiîler, hiçbir zaman onların buyruğu altına girmediler; halifelerin, Ehlibeyt'in hakkını gasp ettiğini savundular.
Tarih boyunca halifeler ve padişahlar, Şiîleri İslam'ı yok etmek isteyen bir grup olarak tanıtmaya çalışmış, kendini âlim zanneden yazarları da devreye sokarak bu konuda ellerinden gelen tüm çabalarını göstermişlerdir.
Bu kurnazca oyunu dikkatle izleyecek olursak, işte o zaman, İslam'ı yok etmek isteyenlerle zalim yönetimi yok etmek isteyenler arasında ne kadar fark olduğunu daha iyi anlarız. Şiîler hiçbir zaman İslam'a muhalif olmadılar. Sadece zalim yöneticilere ve padişahlara muhalif oldular. Onlar sadece hakkın sahibine geri verilmesini istiyor, böylelikle adil İslam yönetiminin sağlanmasını umuyorlardı.
Sonuçta diğer kitaplarımızdan da anlaşıldığı gibi, fırka-i naciye (kurtuluş fırkası) sadece Şia'dır. Çünkü iki ağır emanet olan Kurân ve Ehlibeyt'e (a.s) sadece onlar sahip çıktılar. Bu hakikati bazı Ehlisünnet âlimleri de beyan etmişlerdir.
İbn-i Menzur, Lisanü'l-Arab kitabında Şia'yı şöyle tarif etmiştir: "Şia, Peygamber efendimizin (s.a.a) Ehlibeyt'ini (a.s) seven bir grubun adıdır."[24]
Dr. Said Abdulfettah Aşur, Lisanü'l-Arab kitabında bu konuyu incelerken şöyle yazmıştır: "Peygamber efendimizin (s.a.a) Ehlibeyt'ini (a.s) sevmek Şiîlik ise, hangi Müslüman Şiî olmak istemez ki?"
Artık özgürce düşünülebilen aydın bir zamandayız. Gençlerimiz gözlerini iyi açmalılar. Kendileri bizzat Şia'nın kitaplarını bulmalı, dikkatle okumalı ve Şia'nın âlimleriyle hakikatleri görmek için konuşmalılar. Şimdiye kadar duydukları birçok sözün tatlı ve hoş olduğunu, ama aslı-astarı ve herhangi bir dayanağı olmadığını göreceklerdir.
Bugün artık herkes istediği yere ve istediği kimseye rahatça ulaşabiliyor. Dünyanın her yerinde Şiî var. Şia hakkında araştırma yapmak isteyenler, Şiîlerin muhaliflerinden bilgi istememeliler. Çünkü düşmanlık güden muhaliften, ihanetten başka ne beklenir ki?
Şiîler, kimsenin ulaşamadığı ve haklarında bilgi edinilemeyen bir yeraltı grubu değildir. Şianın kitapları ve inançları tüm dünyada yaygınlaştırılmıştır. Medreseleri var; konferanslar düzenliyor, ders verip konuşmalar yapıyor, tüm dünya Müslümanlarını birliğe davet ediyorlar.
Ben insaflı bir Müslüman'ın, ciddi bir incelemeden sonra hakikati göreceğine ve aldanmayacağına inanıyorum. Ne yazık ki kimi zaman Şia muhaliflerinin hileleri ve aldatmacaları, kimi zaman da bilinçsiz bir Şiî'nin hal, hareket ve davranışları, bazı hakikatlerin üstünün örtülü kalmasına sebep oluyor.[25] Bazen sadece bir yanlışı düzeltmek veya bir soruyu cevaplandırmak, bir Şia muhalifini sempatizana çevirebilir.
Şimdi, aklıma Ümeyye oğullarının hilelerine kanan bir Şamlı geldi. Bu Şamlı, Medine'ye Peygamber efendimizin mübarek kabrini ziyarete gittiğinde, heybetli birinin at üzerinde olduğunu ve bir grup insanın da onun etrafında, ona hizmet için topladığını görmüş.
Kendi kendine "Yeryüzünde Muaviye'den daha heybetli biri nasıl olur?" diye düşünmüş. Merakla kalabalığa, "Bu adam kim?" diye sormuş. "Ali b. Ebu Talib'in oğlu Hasan (a.s)" cevabını alınca "Bu harici, Ebu Turab'ın oğlu Hasan mı?" diye şaşkınlığını dile getirmiş. Sonra da haddini aşarak O'na ve O'nun babalarına sövmeye başlamış. Bunun üzere İmam Hasan'ın (a.s) dostları, kılıçlarını çekip onu öldürmek istemişler, ama İmam Hasan (a.s) buna izin vermemiş. Atından inerek Şamlıya "Hoş geldin, ey Arap kardeş! Galiba sen bu şehirde yenisin?" demiş.
Şamlı: Evet, ben, müminlerin emiri ve Müslümanların önderi Mua-viye b. Ebusüfyan'ın takipçilerindenim" demiş.
İmam, ona tekrar hoş geldin dedikten sonra; "Sen bugün benim misafirimsin" demiş. Şamlı, kabul etmemiş, ama İmam ısrar edince bu teklifi geri çevirememiş.
Üç gün İmam Hasan'ın (a.s) evinde kalmış. Dördüncü gün, Şamlıda pişmanlık ve tövbe belirtileri görülmeye başlamış. Yaptığı hatalardan dolayı İmam'dan özür dilemiş. Çünkü yapmış olduğu onca hakarete rağmen İmam'ın (a.s) ona çok iyi davrandığını düşünüp eziklik hissetmiş.
Hal böyleyken Şamlıyla İmam Hasan (a.s) arasında şöyle bir konuşma geçmiş:
İmam Hasan (a.s): Kardeşim, sen hiç Kurân okudun mu?
Şamlı: Evet, ben Kurân hafızıyım.
İmam: Allah'ın tertemiz kıldığı Ehlibeyt'in kimler olduğunu biliyor musun?
Şamlı: Evet, onlar Muaviye ve Ebusüfyan soyudur!
Orada bulunanlar bu söze çok şaşırmışlar. Ama İmam Hasan (a.s) tebessüm ederek şöyle devam etmiş: "Ben, Ali'nin (a.s) oğlu Hasan'ım; babam, Allah Resulü'nün amcasının oğludur; annem, âlemlerdeki bütün kadınların hanımefendisi olan Fatıma'dır (s.a); dedem, peygamberlerin efendisi ve en üstünü olan Hz. Muhammed'dir (s.a.a); amcalarım, şehitlerin efendisi Hamza ve diğeri Cafer Tayyar'dır. Allah'ın tertemiz kıldığı ve sevgimizi her Müslüman'a farz kıldığı Ehlibeyt biziz. Allah ve meleklerinin selam gönderdiği ve Müslümanların da selam göndermeleri emredilen Ehlibeyt, bizleriz. Ben ve kardeşim Hüseyin (a.s) cennet gençlerinin efendileriyiz."
İmam Hasan (a.s), Ehlibeyt'in (a.s) faziletlerini ve hakikatleri Şamlıya bir bir anlatmış. Şamlı kendine gelmiş ve ağlamaya başlamış. Bir yandan ağlarken bir yandan da özür dilemiş. İmam'a şöyle demiş: "Andolsun Allah'a, Medine'ye geldiğim gün en nefret ettiğim kişi sizdiniz. Ama şimdi en çok sevdiğim kişisiniz. Sizin sevginiz vesilesiyle Allah'a yaklaşmak istiyorum ve sizin düşmanlarınızdan uzağım."
İmam Hasan (a.s) yanındakilere dönerek; "Siz bu günahsız adamı öldürmek istiyordunuz. Oysaki hakkı tanımış olsaydı ona düşmanlık etmezdi. Şam halkının çoğu bunun gibidir; hakkı tanısalar takip ederler"[26] demiş. Sonra da şu ayeti okumuş: "İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost olur."[27]
Evet, bu, insanların çoğunun haberdar olmadığı şeydir. Bundan dolayı insanlar hakikate karşı düşmanlık ediyor. Ama bir gün perdeler kalkacak ve onlar tövbe edecekler. Bu, her insanın vazifesidir. Çünkü hakka dönüş, üstünlük ve büyüklüktür.
Asıl problem şudur; bir grup insan, hakikati açıkça görüp tüm vücutlarıyla hissetmelerine rağmen, şu değersiz dünyayı elde etme gayreti ve içlerindeki kinden dolayı bu hakikatleri neden inkâr edip onlara karşı adeta savaş açıyorlar? Bu tip insanlar hakkında Allah-u Taâla şöyle buyurmaktadır: "Onları uyarsan da uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar"[28]
Böyleleri için vakit ayırmak ve onlar için üzülmek faydasızdır. Biz bütün gücümüzü insafı olan ve hakkı arayan insanlar için harcamalıyız. Allah-u Taâla bunlar hakkında da şöyle buyurmuştur: "Sen ancak zikre (Kurân'a) uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele."[29]
Yeryüzündeki bütün Şiîlerin, vakitlerini ve güçlerini İslam ümmetine hakkı tanıtmak için harcamaları gerekir. Çünkü Ehlibeyt imamları sadece Şia'nın imamları değildir. Onlar, bütün Müslümanların rehberleri ve yol göstericileridir.
Ehlibeyt imamlarının Müslümanlar tarafından, özellikle de Ehlisünnet'in şuurlu ve kültürlü mensupları tarafından tanınması, tamamen bizim sorumluluğumuz altındadır. Tıpkı Allah'ın sağlam dini İslam'ı ve O'nun yüce Resulünü tanıtmak, bütün Müslümanların ortak sorumluluğu olduğu gibi, bu da öyledir.