El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
El-Mizân Tefsiri.Cilt:3
Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
AL-İ İMRAN SURESİ
( 1-120. Ayetler)7............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Elif, lâm, mîm.
2- Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, (yaratıklarını) koruyup yöneticidir.
3- O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti.
4- Daha önce, insanlara yol gösterici olarak. Furkan'ı (dini) da indirdi. Muhakkak ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah güçlüdür, intikam alıcıdır.
5-Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a hiç bir şey gizli kalmaz. 6- Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O'dur. O'ndan başka ilah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hikmet sahibidir.
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................ 8
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Surenin ana hedefi, mü'minlerin dinde ortak bir kelime etrafında birleşmeye, dinin ilkelerinin korunmasına yönelik çabalar bağlamında sabır göstermeye ve kararlılığa çağırılmalarıdır. Son derece hassas bir noktada bulunduklarına dikkatleri çekilerek, Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerden oluşan bir düşman çemberiyle kuşatıldıkları vurgulanıyor. Bu topluluklar bir araya gelmiş ve Allah'ın nurunu elleri ve ağızlarıyla söndürme kararını almışlardır.
Surenin bir kerede inmiş olması güçlü bir ihtimaldir. Çünkü iki yüz ayeti arasında başından sonuna kadar bir ahenk ve intizam olduğu, ayetler arasında güçlü bir bağ bulunduğu, maksatlarının birbiriyle bağlantılı olduğu açıktır.
Bu yüzden, zihnimizde şöyle bir bakış açısı ağırlık kazanıyor: Bu sure Peygamber Efendimize (s.a.a) indiği zaman, konumu henüz tam anlamıyla istikrar kazanmış değildi. Çünkü surede Uhud savaşından, Necran Hıristiyanlarıyla lanetleşmeden, Yahudilerin bazı tutum ve davranışlarından söz ediliyor. Müşrikler aleyhine mücadele etmeye ilişkin teşvik edici ifadelere yer veriliyor. Sabırlı olma gereği vurgulanıyor, birbirlerini sabra tavsiye etmeye ve aralarında birlik, beraberlik oluşturmaya ilişkin çağrılar yapılıyor. Bütün bunlar gösteriyor ki: Âl-i İmrân suresi indiği sıralarda Müslümanlar bütün güçleriyle ve tüm imkanlarıyla dinin varlığını savunma sınavıyla karşı karşıyaydılar. Bir yandan Yahudi ve Hıristiyanların kışkırtmaları sonucu, toplulukları içinde baş gösteren çözülme ve çatırdamalara karşı direniyor, kanıtlar gösteriyor, cevaplar sunuyorlardı. Bir yandan da müşriklerle savaşıyorlardı. Onlar savaş halinde ve can güvenliğinden yoksun bir ortamda yaşıyorlardı.
Çünkü İslam'ın çağrısı yankı uyandırmıştı. Bütün dünya; Yahudi'si ve Hıristiyan'ı, Arap müşrikleri, daha gerilerde Bizanslılar, İranlılar vb. İslam aleyhine harekete geçmişlerdi.
9............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
Yüce Allah, bu surede mü'minlere aracılığıyla hidayet buldukları dinin gönüllerini hoş tutacak, şeytanın kalplerine telkin ettiği şüphe ve vesveseleri giderecek, ehl-i kitabın saptırıcı kandırmalarını etkisiz hale getirecek gerçeklerinden bazılarını hatırlatıyor ve bu bağlamda şu gerçeği vurguluyor; Allah mülkünü idare etmekten gafil değildir. O'nun yarattığı varlıkların O'nu aciz bırakmaları söz konusu olamaz. O'nun dinini seçip kullarından bir grubu bu dine iletmiş olması öteden beri sürüp gelen teamüllerin ve kesintisiz bir sünnetin gereğidir. Sebepler ve illetler yasasıdır bu. Dolayısıyla mü'min ve kâfir sebepler yasasına göre hareket etmek durumundadır. Bir gün kâfirin lehine, bir başka gün de mü'minin lehine olur. Yurt sınav yurdudur. Bugün çalışma günüdür. Sınav ve çalışmanın karşılığı ise, yarın verilecektir.
(Al-i İmran / 1-2) "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Elif, lâm, mîm. Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, (yaratıklarını) koruyup yöneticidir." Ayet-el Kürsi'yi tefsir ederken, bu ifadeyle ilgili açıklamalarda bulunduk. Bu açıklamalarımızdan şu sonuç çıktı: Burada kastedilen, yüce Allah'ın var etme ve var ettiğini yönetme işini eksiksiz bir şekilde yerine getirdiği, varlıklar üzerinde yöneticikaim olduğudur. Şu halde varlıklar alemi, objeleri ve etkileriyle Allah'ın yönetimi, egemenliği altındadır. Bu, bilinçsiz doğal sebeplerinkine benzer salt etkiden ibaret bir egemenlik değildir. Tersine, ilim ve kudret gerektiren hayat nitelikli bir egemenlik söz konusudur.
Buna göre ilahi bilgi, varlıklar alemine nüfuz edicidir ve hiç bir şey bu bilginin kapsamının dışında kalamaz. İlahi kudret de varlıklar alemine egemendir. Bu alemde O'nun dileği ve izni olmadan hiç bir şey meydana gelmez. Bu yüzden iki ayetin ardından şu değerlendirme cümlesi yer almıştır. "Şüphesiz, yerde ve gökte Allah' a hiç bir şey gizli kalmaz. Döl yataklarında size dilediği gibi şekil veren O'dur." Âl-i İmrân suresinin başındaki bu altı ayet, surenin içerdiği ayrıntıları -kapsayıcı (surenin ana hedefinden söz etmiştik) bir özet-giriş niteliğindedir. Dolayısıyla bu ayet de, konuya hedefi sonuçlandıracak bir türde küllî açıklamayla giriş yapma
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................ 10
landıracak bir türde küllî açıklamayla giriş yapma konumundadır.
Nitekim "Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a..." cümlesiyle başlayan son iki ayet de, açıklama sonrası gerekçelendirme işlevini görüyor.
Buna göre, kapsamlı girişin tamamlanışını sağlayan söz, ortadaki iki ayet olarak ön plana çıkıyor: "Sana kitabı indirdi... üstün iradelidir, intikam alıcıdır." Dolayısıyla, şöyle bir anlam ortaya çıkmış olur ki, mü'minler şunu akıllarından çıkarmamaları gerekir: İman ettikleri Allah, uluhiyette tektir. Varlıklar üzerinde hayat sahibi bir egemendir.
Varlıkların idaresi O'nun tekelindedir. Mülkünde O'na üstünlük sağlanamaz. Evrende ancak O'nun dilediği ve izin verdiği şey olur.
Mü'minler bu gerçeği düşündükleri zaman, hakka ileten kitabı, hak ile batılı birbirinden ayıran ve aydınlatıcı Furkan'ı indirenin O olduğunu bilirler. Yüce Allah, yol gösterici kitabı indirirken, hiç kuşkusuz sebepler aleminde ve özgür seçim ortamına egemen olan yasaları yürürlüğe koymuştur. Kim iman ederse, ödülünü alacaktır; kim de inkar ederse, Allah ilerde onu cezalandıracaktır.
Çünkü O, güçlüdür, intikam alıcıdır. Bu da şundan dolayıdır ki; O, Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur ki bu yönlerde hükmetsin. Kâfirlerin, mü'minlerin durumu O'ndan gizli kalamaz. Davranışları ve küfürleri O'nun iradesinin ve meşietinin dışında gerçekleşmez. (Al-i İmran / 3) "O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi." Daha önce, "tenzil" kelimesinin peyderpey indirme "inzal" kelimesininse bir kere de indirme anlamına geldiğini belirtmiştik.
Bu değerlendirmemiz, aşağıdaki ayetlerde geçen "tenzil" kelimesinin ifade ettiği anlam ile çelişiyormuş gibi görülebilir.
"Kur'an ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil miydi?" (Furkan, 32) "Bize gökten bir sofra indirebilir mi?" (Mâide, 112) "Ona bir ayet indirilmeli değil miydi?" (En'âm, 37) "De ki: Şüphesiz Allah, ayet indirmeye güç yetirendir." (En'âm, 37) [Bilindiği gibi bir ayetin indirilişi, ancak bir defada ve toplu olarak düşünülebilir.] Bu yüzden bazı tefsir bilginleri: Çelişkiyi ortadan kaldırmak için ifa
11............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
deyle ilgili olarak şöyle demek daha uygundur: "Sana kitabı indirdi" demek, "Onu bir indirmenin ardından tekrar indirdi" demektir." demişlerdir.
Bunu şöyle cevaplandırmak mümkündür: İndirişin peyderpey gerçekleştirilmesinden maksat, herhangi bir şeyin cüzlerinin indirilişi sırasında, bu cüzler arasında önemsenecek kadar bir zaman aralığının bulunması değildir. Bilakis, cüzlerinin varolmaları ile meydana gelen bileşik varlıkların bazen bütün cüzleri ile olan ilintisi göz önünde bulundurulur ki, bu durumda parçalara bölünmemiş tek bir şey olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda, "Gökten bir su indirdi." (Râ'd, 17) yâni yağmur yağdırdı, ayetinde olduğu gibi böyle bir varlık için bir kerede indirilişi ifade eden "inzal" kelimesi kullanılır.
Bazen de bileşik varlıklar, ardarda meydana gelmeleriyle kendilerini oluşturan cüzlerinin tümüyle değil de her birisiyle olan ilintisi göz önünde bulundurularak değerlendirilir. Cüzlerin ardarda varoluşları esnasında, aralarında uzun bir zaman aralığının bulunup bulunmaması hiç bir şeyi değiştirmez. İşte bu olaya "peyderpey oluş" denir ve böyle bir indiriliş "tenzil" kelimesiyle ifade edilir.
Şu ayette olduğu gibi "O'dur ki yağmuru yağdırır." (Şurâ, 28) Buradan çıkan sonuç şudur: Çelişkiye örnek olarak gösterilen ayetler arasında aslında çelişkiyi sergileyecek bir ayet yoktur.
Çünkü: "Kur'an ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil miydi?" ayetinden maksat, Kur'an'ın farklı işler, olaylar ve zamanlarla ilgili olarak ayetlerinin ardarda indirildiği gibi tümünün de uzun bir zaman aralığı olmaksızın, bitişik ve tek bir zamanda ayetlerin ardarda indirilişi şeklinde ona nazil olmasıdır. Bu, aynı zamanda yukarıda örnek gösterilen öteki ayetler açısından da geçerli bir cevaptır.
Yukarıda işaret ettiğimiz bazı tefsir bilginlerinin "Sana kitabı indirdi." cümlesiyle ilgili açıklamaları istihsan [şer'i delillerden birine dayanmaksızın sırf ilk nazarda hatıra güzel görünen şahsi görüş] olup kesin olarak kelimenin lügatteki anlamını belirlemede
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................12
caiz olmamakla birlikte, mezkur ayetlere dayanarak varsayılan çelişkiyi de ortadan kaldırmıyor. Tam tersine çelişki olduğu gibi söz konusudur. [Çünkü "bir indirmenin ardından tekrar tekrar indirdi" cümlesi tedrici indirmede kullanılan başka bir ifadedir ve bu ifadeyle ilgili olarak da tenzil kelimesi kullanılmalıdır. Sonuç olarak da söz konusu ayetlerde tenzil kelimesinin kullanılmış olmasının nedeni bu yorumla açıklığa kavuşturulamaz.] Verilen cevabın yetersizliği apaçık ortadadır.
Kur'an-ı Kerim'de, kitabın Peygamber Efendimize (s.a.a) indirilişi hem "tenzil" hem de "inzal" ifadesiyle anlatılmıştır. "İnme" (nüzul) eylemi, herhangi bir şeyin bir şekilde çıktığı yüksek bir makam veya mekanın yanı sıra, yönelip karar kılacağı aşağı bir makam veya mekanı da gerektirir. Yüce Allah, zatını yükseklik ve yüce derecelerle vasfetmiştir. Kitabını da kendi katından indirilme olarak nitelemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçekten o, yücedir, hikmet sahibidir." (Şura, 51) "Ne zaman ki, onlara Allah katından, yanlarında bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap geldi mi..." (Bakara, 89) Buna göre, vahyin Resulullah Efendimizin (s.a.a.) kalbinde yerleşip karar kılması bağlamında "iniş" (nüzul) lafzının kullanılması yerindedir.
"Hak" kavramı objeler dünyasında sabit, değişmez bir karşılığı olan haber ve bilgi, "doğruluk" (sıdk) kavramı ise, objeler dünyasındaki realiteye uyan haber ve bilgi şeklinde açıklanmıştır. Dolayısıyla, objeler dünyasındaki nesneleri ve reel olguları, tıpkı Yüce Allah'a ve reel olgulara söylendiği gibi "hak" diye nitelemek, bu nesne ve olguların kendileri hakkında verilen haber itibariyle "hak" oldukları anlamını ifade eder. Her halükarda, ayet-i kerimede geçen "hak" kavramı ile değişmez, geçersiz olmaz ve kalıcı şey kastedilmiştir.
Anlaşıldığı kadarıyla ayette geçen "hak" kelimesinin başındaki "ba" harf-i cerri birlikteliği ifade ediyor. Buna göre ayeti şöyle anlamak gerekir: O sana kitabı, hak ile birlikte, ondan ayrılmaz bir
13............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
şekilde indirdi." Hakkın birlikteliği, hak ile beraberlik, onun üzerine batılın sıçramamasını, içine batılın karışmamasını gerektirir.
Dolayısıyla, Allah tarafından indirilen kitap, batılın ona üstünlüğü, egemenliği açısından güvencededir. Demek ki, "O, sana kitabı hak olarak indirdi." ayeti kinayeli istiare sanatına örnek oluşturmaktadır.
"Hak" kelimesinin başındaki "ba" harf-i cerrinin anlamı ile ilgili başka şeyler de söylenmiştir; ancak bunların hiç biri tutarsızlıktan beri değildir.
Ayette geçen "musaddikan" kelimesi "tasdik" (doğrulama) kelimesinden, o da "sıdk" mastarından türemiştir. "Saddaktu makalen keza" falan sözü tasdik ettim; yâni, onun doğruluğunu onayladım, doğru olduğunu itiraf ettim, "saddaktu fulanen" falan adamın haber verdiği şeylerin doğru olduğunu kabul ettim, demektir.
"Kendinden öncekiler..."den maksat, Kur'an'dan önce indirilen Tevrat ve İncil'dir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik... Ona içinde hidayet bulunan İncil'i verdik... Sana da, önündeki kitapları doğrulayıcı olarak Kitab'ı verdik." (Mâide, 44-48) Bu ifade şuna delalet ve işaret ediyor: Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan Tevrat ve İncil'de yüce Allah'ın Hz. Musa ve Hz. İsa'ya (a.s) indirdiği ayetler bulunmaktadır, içinde bazı çıkartmalar ve tahrifler olsa da. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a.) devrinde Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan Tevrat ve İncil, Bugünkü Tevrat ile dört maruf İncil'di. Böylece Kur'an-ı Kerim'in mevcut Tevrat ve İncil'i tasdik ediyor olması sonucu ortaya çıkıyor; ancak bu, yüzde yüz bir tasdik değil, genel anlamda bir tasdiktir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de, Tevrat ve İncil'de tahrifat yapıldığını, bazı açıklamaların çıkarıldığını ifade eden ayetler vardır.
"Andolsun, Allah İsrail oğullarından kesin söz almıştı... ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. Kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular...
Ve biz Hıristiyanlarız diyenlerden kesin söz almıştık. Sonunda
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................14
onlar kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular." (Mâide, 12-14)
"O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti daha önce, insanlara yol gösterici olarak." "Tevrat" kelimesi, İbranice'de şeriat anlamına gelir. İncil ise, Yunanca bir kelimedir. Bazıları kelimenin aslının Farsça ve anlamının müjde olduğunu söylemişlerdir. "Gerçek şu ki, biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik..." (Mâide, 44) ayetlerini incelerken, iki kitap hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız. Kur'an-ı Kerim, ısrarla Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinin kitabını ‘İncil' şeklinde tekil olarak isimlendiriyor ve onun Allah katından indirildiğini vurguluyor. Oysa, bir çok İncil vardır. Ayrıca bugünkü tanınan dört İncil, Kur'an'ın inişinden önce ve indiği dönemde mevcuttu. Bu İncillerin yazarları Luka, Markos, Matta ve Yuhanna adlı şahıslardır. Bir çok İncil bulunduğu halde, adlandırmanın tekil yapılması ve onun da Allah katından indirildiğinin vurgulanması, eldeki İncillerde tahrif ve çıkartmaların bulunduğuna yönelik bir işarettir. Her halükarda surenin başlarında yer alan bu ayette, Tevrat ve İncil'den söz edilmiş olmasının, Yahudi ve Hıristiyanların tutumlarına, ileride işaret edileceği gibi Hz. İsa'nın doğumuna, peygamber oluşuna ve göğe yükseltilişine ilişkin tavırlarına itiraz yönlü iğneleyici üslubunu da göz ardı etmemek gerekir.
(Al-i İmran / 4) "Furkan'ı da indirdi." es-Sıhah adlı eserde belirtildiğine göre "furkan" hak ile batılı birbirinden ayıran şey demektir. Ancak kelime maddesi itibariyle, bu anlamdan daha geniş kapsamlıdır.
Yâni farklı iki şeyi birbirinden ayıran her şey için bu kelime kullanılabilir.
Bir ayette yüce Allah şöyle buyuruyor: "Furkan (ayrılma) günü, iki ordunun karşı karşıya geldiği günde" (Enfâl, 41) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Size bir furkan (doğruyu yanlıştan ayıran) verir." (Enfâl, 29) Allah katında istenen ayırım, hidayete erme anlamı ile ilintili olduğuna göre, burada kastedilen, inanç ve bilgiler bağlamında hak olanla batıl olanı birbirinden ayırma ve dünya
15............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
hayatı boyunca kişinin sergilediği ameller bağlamında kulluk görevi kapsamına giren davranışlarla, bu kapsama girmeyen davranışları ayırdetmedir.
Dolayısıyla, kullanılan kavramın anlamı, yüce Allah'ın vahiy yoluyla peygamberlerine indirdiği temel ve ayrıntı nitelikli bilgileri kapsar. İster bu vahiy kitapta açıklansın, ister kitapta olmayıp da peygamberler vasıtasıyla açıklansın. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Andolsun, biz Musa ve Harun'a Furkan (hak ile batılı birbirinden ayıran)'ı verdik." (Enbiya, 48) [Bu ayette Musa ve Harun'a indirilen şeylerin tümüne furkan adı verilmiştir.] Bir ayette de şöyle buyurmuştur: "...Musa'ya Kitab'ı ve Furkan'ı verdik." (Bakara, 53) [Tevrat'ın yanı sıra Musa'ya indirilen emirlere furkan denilmiştir.] Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: "Alemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan'ı indiren Allah ne yücedir." (Furkan, 1)
Yüce Allah Furkan kavramının ifade ettiği bu anlamı, mizan kelimesi ile de anlatmıştır. "Andolsun, biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik." (Hadid, 25) [Bu ayette kitap ve furkan yerine, kitap ve mizan denilmiştir.] Bu ayet aşağıdaki ayetle aynı anlamı ve mesajı içermektedir. "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi." (Bakara, 213) Şu halde mizan da tıpkı furkan gibi, insanlar arasında, içerdiği bilgiler ve kulluk görevleriyle birlikte, adaletle hükmetmek üzere gönderilen dinin kendisidir. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
Bir görüşe göre; furkan kavramı ile Kur'an kastedilmiştir. Diğer bir değerlendirmede furkan kavramı, hak ile batılın ayırdedilmesini sağlayan yol göstericilik şeklinde anlamlandırılmıştır. Bazılarına göre, furkan, Hz. İsa hakkında tartışanlara karşı
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................16
Peygamber Efendimizin (s.a.a) sunduğu kesin hüccet ve kanıt demektir.
Zafer ve akıl olarak anlamlandıranlar da olmuştur. Ancak en iyi açıklama bizim yukarıda anlattığımızdır.
"Muhakkak ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah güçlüdür, intikam alıcıdır." Denildiği gibi intikam almak, kötülük yapana kötülüğünün karşılığını vermek anlamında kullanılır; ama bu anlamın kin ve gayzı dindirmek, yüreği soğutmak gayesiyle gerçekleşmesi anlamını içermesi bir zorunluluk değildir.
Bu duygu, biz insanlar arasında geçerli olan intikam almalar için söz konusudur. Çünkü kötülük yapan kimsenin bu davranışı, bir eksikliğe ve zarara yol açar. Bu yüzden, yüreğimizi soğutacak, kinimizi dindirecek şekilde şiddetli bir cezalandırma yönüne gitmek suretiyle, uğradığımız zararı gidermek, bizim tarafımızda meydana gelen noksanlığı tamamlamak gereğini duyarız.
Yüce Allah'a gelince O, kulların davranışlarından dolayı yararlanmaktan veya zarara uğramaktan münezzehtir. Bunun yanında O, kulları arasında hakkı yerine getireceğini vaat etmiştir (O'nun vadi de hakkın ta kendisidir) Kulların yaptıkları hayırsa, hayır olarak, şerse şer olarak karşılığını verecektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah hak ile hükmeder." (Mü'min, 20) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Ta ki, kötülükte bulunanları, yaptıkları dolayısıyla cezalandırsın, güzel davranışta bulunanları da daha güzeliyle ödüllendirsin." (Necm, 31) Bu böyledir, çünkü O, kutsiyetinin çiğnenmesinden münezzehtir, mutlak olarak azizdir (üstündür).
Bu tür girişimleri kesin olarak engeller. Bir görüşe göre, Aziz kelimesinin anlamının temelinde engelleme gücüne sahip olma yatmaktadır.
"Muhakkak ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir a- zap vardır." ayetinde azap kavramı mutlak olarak kullanılmıştır ve ahiret günüyle yada kıyametle sınırlandırılmamıştır. Dolayısıyla bu ifadede ahiret azabı bağlamında bir tehdit söz konusu olduğu gibi, dünya azabı bağlamında da bir tehdit söz konusudur. Aslında bu,
17............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
Kur'an'ın kapsadığı temel gerçeklerden biridir; ancak araştırmacıların çoğunluğu bunu gerektiği şekilde açıklayamamışlardır. Bunun nedeni, biz insanların ancak bedene acı veren şeyleri, maddi nimetlerde bir eksilme veya bozulmayı, malların heder olması, sevilenlerin ölümü ya da bedenin takatsızlaşması gibi şeyleri azap olarak algılamamızdır. Oysa Kur'an-ı Kerim, bilgileri aracılığıyla bize bundan ötesini anlatmaktadır.
KUR'AN'DA AZAP KAVRAMININ İFADE ETTİĞİ ANLAM
Kur'an-ı Kerim, Rabbini unutan kimselerin hayatlarını, geçimlerini onca genişliğine ve bollu görünüşlü olmasına rağmen sıkıntılı ve zor bir hayat olarak nitelemektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar ve sıkıntılı bir geçim vardır." (Tâhâ, 124) Nimet ve afiyet olarak algıladığımız mal ve çocukları, Kur'an-ı Kerim azap olarak nitelemektedir. "Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah onlara dünyada bunlarla azap etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor." (Tevbe, 85)
"Ve dedik ki: Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş." (Bakara, 35) ayetini tefsir ederken, ana hatlarıyla açıkladığımız gibi, işin aslı şudur: Birincisi; insanın sevinci, neşesi, hüznü, tasası, arzusu, korkusu, azap duyması ve nimetlenmesi onun mutluluk veya mutsuzluk olarak algıladığı olgular etrafında odaklaşmaktadır. İkincisi; gerek nimet, gerekse azap ve bunlara yakın olgular, izafe edildikleri şeyin durumuna göre farklılık gösterirler. Örneğin, ruhun ken- dine göre bir mutluluğu ve bir mutsuzluğu vardır. Bedenin de bir mutluluğu ve mutsuzluğu vardır. Aynı şekilde bu bağlamda insanın kendine özgü bir konumu ve hayvanın da kendine özgü bir konumu vardır. vs.
Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmanyan, yüzü dünyaya dönük materyalist insan, Allah'ın edebiyle edeplenmediği için, asıl mutluluğu maddi mutluluk olarak algılar ve manevi mutluluk olarak ifade
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................ 18
edilen ruhsal mutluluğa itibar etmez. Bu yüzden mal, evlat, ve mevki sahibi olmaya uğraşır, iktidar ve kudretini yaygınlaştırmanın yollarını arar. Bu insan, nefsi aracılığıyla arzuladığı bu şeyleri, yalnızca hayalinin kendisine tasvir ettiği nimetlenmeye ve lezzete ulaşmak için belirtmiştir. Arzusuna kavuşunca da, bir lezzetin gerisinde bin acının gizli olduğunu görür. Bunlara kavuşmadığı zaman, içinde hasret ve umut besler, kavuştuğunda ise, arzuladığından farklı bir durumla karşılaşır. Çünkü bir takım eksiklerinin olduğunu görecektir, beraberinde acılar taşıdığını fark edecektir.
Kalbi güven ve huzur bulacağı sebepler ötesi Allah'a ilgi duymadığından güvenip dayandığı sebeplerin kendisini yüz üstü bıraktığını acı bir deneyim olarak anlayacaktır. Sonunda yine hasret, yine tatminsizlik onu beklemektedir. İnsan, elde ettiği şeyler bağlamında sürekli acı duyar, ondan yüz çevirir, ondan daha hayırlısını ister, belki kalbinin tasası ve acısı bu sayede dinsin. Elde etmediği şeyler konusunda da sürekli hasret, acılar ve yürek sızıları içinde yüzer. İşte insanın elde ettiği ve kavuşamadığı şeyler bağlamındaki gerçek durumu...
Kur'an insanı, sonsuz ruhla, dönüşebilen ve değişkenlik özelliğine sahip bedenin bileşiminden ibaret bir varlık görür. İnsan Rabbinin huzuruna varıp sonsuzluğa kavuşuncaya kadar, bu özelliğini sürdürür. Dolayısıyla, ilim ve benzeri şeyler gibi sırf ruhu için mutluluk aracı olan olgular onun için de mutluluk kaynağı oluştururlar.
Aynı şekilde, hem bedenin, hem de ruhun mutluluğuna sebep oluşturan mal ve evlat gibi olgular da, onu Allah'ın zikrinden uzaklaştırmadıkları ve yerin değerlerine çakılıp kalmasına sebep olmadıkları sürece, onun için de mutluluğa sebep olurlar ve ne de güzel mutluluktur bu. Bunun yanında, Allah yolunda öldürülmek, bu uğurda malın harcanması gibi bedene acı veren ama ruhu mutlu kılan şeyler de insanın mutluluğu sayılırlar. Bu tıpkı, sağlığı uzun süre korumak için insanın ilacın acı veren tadına tahammül göstermesine benzer.
19............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
Bedene mutluluk verdiği halde ruha acı veren şeyler, insan için mutsuzluk ve azap sebebi olurlar. Kur'an-ı Kerim, tek başına badenin mutluluğunu, fazla önemsenmemesi gereken az bir yararlanma olarak nitelendirir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "İnkar edenlerin ülke ülke dolaşıp dönmeleri seni aldatmasın. Bu az bir yararlanmadır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir.
Ne kötü bir yataktır o!" (Âl-i İmrân, 196-197)
Kur'an-ı Kerim, bedene ve ruha birlikte mutsuzluk veren şeyleri de azap olarak nitelendirir, tıpkı insanların bunu azap olarak algılamaları gibi. Ancak, meseleye bakış açısı farklıdır. Bu tür bir durum insanların yanında azap konumundadır, çünkü bedene eziyet vermektedir. Kur'an'a göre de azaptır, çünkü ruha eziyet etmektedir. Geçmiş toplulukların üzerine inen azap türleri bunun birer örnekleridirler. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"Rabbinin Ad kavmine ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Ki onlar şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmış-artırmışlardı. Bundan dolayı Rabbin onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir." (Fecir, 6-14)
Bilinç sahibi varlıklar açısından mutluluk ve mutsuzluk olguları duyumsamaya ve algılamaya dayanır. Örneğin biz, elde ettiğimiz ama algılamadığımız lezzetli bir şeyi kendimiz için mutluluk olarak değerlendirmeyiz. Aynı şekilde acı verdiği halde duyularımızla algılamadığımız bir şeyi de mutsuzluk saymayız. Bundan anlaşılıyor ki, Kur'an'ın bu mutsuzluk ve mutluluk olgularına ilişkin öğretisi maddi öğretilerin yaklaşımından farklıdır. Bundan dolayı maddeye tutkuyla bağlı olan insanın, öyle bir eğitimden geçmesi gerekir ki, insan için gerçek mutluluğun Kur'an'ın somutlaştırdığı mutluluk olduğunu ve gerçek mutsuzluğun da Kur'an'ın mutsuzluk olarak nitelendirdiği şey olduğunu bilsin. Kur'an bu amaçla men
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 .....................................................................................20
suplarına gönüllerini Allah'tan başkasına bağlamamalarını telkin eder. Onların, Rablerinin her şeyin sahibi tek egemen olduğunu, hiç bir şeyin O'nsuz meydana gelmediğini, O'nun dışında hiç bir şeyin hedef edinilmeyeceğini bilmelerini ister.
Böyle bir insan, nefsi için dünyada sadece mutluluk görür. Oysa bazı şeylerde hem bedenin, hem ruhun, bazı şeylerde de sadece ruhun mutluluğu söz konusudur. Bunun dışındaki şeyleri de sadece azap ve felaket olarak değerlendirir. Nefsinin tutkusuna ve dünyanın maddi hayatına bağlı olan insan, her ne kadar sahip olduğu dünyanın çekici süslerini, kendisi için mutluluk, hayır ve lezzet olarak görüyorsa da, o, çok geçmeden yanıldığını anlayacaktır, mutluluk sandığı şeyin gerçekte mutsuzluk olduğunu görecektir.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Şu halde sen, kendilerine vadedilen azap günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak; dalıp oynasınlar, oyalansınlar." (Meâ-ric, 42)
Bir diğer ayette şöyle buyuruyor: "Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte biz de senin üzerindeki örtüyü açıp kaldırdık. Artık Bugün görüş gücün keskindir." (Kâf, 22)
Bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "Şu halde sen, bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir. İşte onların ulaşabilecekleri bilgi (sınırı) budur." (Necm, 29-30)
Şu da var ki, dünyaya tutkuyla bağlı olan insanlar, bütünüyle tasadan ve sıkıntıdan arınmış bir mutluluğu tatma imkanı hiç bir zaman elde edemezler.
Buradan anlaşılıyor ki: Allah ehli, özellikle Kur'an değerlerine göre düşünen insanların sahip oldukları kavrayış ve düşünce tarzı, diğer insanların sahip oldukları kavrayış ve düşünce tarzından farklıdır. Aynı türe, yâni insanlık türüne mensup olmalarına rağmen bu durum böyledir. Ayrıca, bu kavrayış ve düşünce tarzının da kendi içinde değişik mertebeleri vardır. İnsanların bir kısmı, ilahi
21............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
eğitim ve terbiye sürecini henüz tamamlamadıkları için farklı bir konumda olabilirler.
Yüce Allah'ın sözünden azap kavramına ilişkin olarak bunu algılıyoruz. Bununla beraber, ilahi kelam bedeni mutsuzluğu da azap olarak nitelemekten kaçınmaz. Ancak nihayetinde, bedensel mutsuzluk bedenle sınırlı ruha ulaşamayan bir azap aşamasıdır.
Yüce Allah Eyyüp peygamberin lisaniyle şöyle buyuruyor: "Şeytan, bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu." (Sâd, 41) Bir diğer ayette ise şöyle buyuruyor: "Hani size azabın en kötüsünü yapan, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı öldüren Firavun ailesinden sizi kurtarmıştık. Bunda Rabbinizden sizin için büyük bir imtihan vardı." (A'râf, 141) Bu ayette yüce Allah Firavun'un onlara yaptıklarını kendisinden bir imtihan ve yapılanı özü itibarıyla azap olarak nitelendiriyor. Kendisi tarafından gönderilen bir azap olarak nitelendirmiyor.
* * * *
(Al-i İmran / 5)"Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a hiç bir şey gizli kalmaz." Bundan önce yüce Allah ayetlerini inkar edenlere yönelik azabını, güçlü ve intikam alıcı oluşuyla gerekçelendirdi. Ne var ki, bu gerekçelelendirme, anlatılmak istenen anlamın tam olarak anlaşılması için bir ek açıklamaya muhtaçtır. Çünkü güçlü ve intikam alıcı olan birisi, inkar edenlerden bazılarının küfrünün farkında olmayabilir. Dolayısıyla, küfürlerinin farkında olmadığı kâfirleri azaplandırmaya-bilir. Bu nedenle ifadenin sonunda şöyle bir cümle yer alıyor: "Allah'a hiç bir şey gizli kalmaz..." Bununla yüce Allah, duyu organlarının algıladığı ve algılamadığı hiç bir şeyin kendisinden gizli kalmayacak şekilde güçlü, üstün iradeli olduğunu vurguluyor.
Yerde ve gökte bulunanlar ifadesiyle, bedenin organları tarafından sergilenen davranışlar ve kalpte gizli kalan duygular olabi
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 .......................................................................................22
lir. Bu hususta: "Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onunla sorguya çeker..." (Bakara, 284) ayetini tefsir ederken yeterli açıklamalarda bulunduk.
(Al-i İmran / 6) "Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O'dur." Ayetin orijinalinde geçen "yusavvirukum" kelimesinin mastarı olan "tasvir" kelimesi, bir şeye suret, biçim vermek demektir. Suret ise, heykel gibi gölgesi olan ve olmayan şeyler için kullanılan bir ifadedir. Döl yatağı olarak tercüme edilen "erham" kelimesi ise, dişilerde embriyonun varoluş sürecini tamamladığı yer anlamındaki "rahim" kelimesinin çoğuludur.
Bu ayet, önceki iki ayetin anlamını ileriye götürmeye yöneliktir. Önceki iki ayetten şu sonuç çıkıyordu: Allah ayetlerini inkar edenlere azap eder. Çünkü O, güçlüdür, üstün iradelidir. İntikam alıcıdır. Gizliyi de, açık olanı da bilir. İşinde asla alt edilmez. Tam tersine O, işinde galip olandır. Bu son ayetten ise, şu sonuç çıkıyor: Aslında mesele bundan daha da büyüktür. Şöyle ki; Allah'ın ayetlerini inkar eden, O'nun emrine karşı çıkan kimseler, kendi başlarına ve kendi güçlerine dayanarak inkar edemeyecek kadar basit ve aşağılıktırlar, zelildirler. Allah izin vermeden böyle bir şey yapmaları mümkün değildir. Allah'ın emrinde üstünlük sağlamaları, yüce Allah'ın yaratılış sistemine egemen kıldığı en güzel yasayı etkisiz hale getirmeleri, iradelerini Rablerinin iradesinin önüne geçirmeleri söz konusu değildir. Tam tersine, bu hususta da onlara izin veren yüce Allah'tır. Şu anlamda: O, evreni ve yaratılış sistemini öyle bir yasaya dayandırmıştır ki, bu sistem insana bir tür seçme hakkını tanıyor. İnsan bu niteliği sayesinde, iman ve itaat yolunu izleyebildiği gibi, küfür ve günah yolunu da izleyebiliyor. Burada amaç, imtihan ve deneme hikmetinin gerçekleşmesidir. Bundan sonra dileyen inansın, dileyen inkar etsin. Ancak alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe onlar dileyemezler.
23............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
O halde hiç bir küfür, iman ve buna benzer bir tavır yoktur ki, yüce Allah'ın ezeli planlamasına göre olmasın. Allah'ın ezeli plan- laması, yâni takdir, eşyayı yöneldikleri amaca varmaları mümkün olan bir şekilde düzenlemesi demektir. Varlıklar ilk önce amaçlarını kendine özgü veyahut imkanların ulaşılmasını sağladığı şekle uygun bir biçimde tasvir ederler. Daha sonrada çaba göstererek amaçlarına varırlar. Hiç kuşkusuz, yüce Allah, emrinde galip olandır, üstün ve kahredici irade sahibidir, yarattığı varlıkların üzerinde tartışmasız egemenliği tekelinde bulundurmaktadır. İnsanlar dilediklerini yaptıklarını ve istedikleri gibi tasarrufta bulunduklarını, bu davranışlarıyla, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı yasalar sistemini kesintiye uğrattıklarını ve sonuçta ilahi takdire galip geldiklerini sanırlar. Oysa bunun bizzat ilahi takdir ve kader gereği oluştuğunun farkına varmazlar.
"Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O'dur." ifadesiyle kastedilen de budur. Yâni vücudunuzun parçalarını, işin başında, izin verdiği sona doğru götürecek şekilde düzenleyen O'dur. Dolayısıyla insanların kesin ve tartışılmaz bir iradeleri söz konusu değildir.
Bu ayetlerde, yürürlükteki kaderin insanlarla ilgili boyutu özel olarak gündeme getirilmiş ve tüm evren üzerinde egemen olan boyutuna değinilmemiştir. Bunun nedeni, üzerinde durulan konuyla aralarında uyumun sağlanmasıdır. Ayrıca Hz. İsa ile ilgili gerçek açıklamalarla son bulacak bu ayetler grubunun daha önce, bir bakıma Hıristiyanların o hazretle ilgili değerlendirmelerine yönelik bir itiraz niteliğinde olduğunu belirtmiştik. Çünkü Hıristiyanlar o- nun ana rahminde şekillendiğini inkar etmiyorlar. Yâni Hz. İsa'nın kendi kendini meydana getirdiği şeklinde bir iddiaları yoktur.
Özel nitelikli (Peygambere yönelik) hitabın ardından genel nitelikli bir hitaba yer verilmiş olması, yâni "sana indirdi" ifadesinden sonra "size suret veren" ifadesinin gelmiş olması, mü'minlerin imanlarının da tıpkı kâfirlerin küfrü gibi kaderin egemenliğinin
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................ 24
dışında olmadığını vurgulamaya yöneliktir. Böylece mü'minlerin gönülleri hoş tutuluyor, İlahi rahmet ve bağışın kendilerine dönük yansıması ile yüreklerini ferah tutmaları amaçlanıyor. Aynı şekilde, kâfirlerin küfründen dolayı duydukları öfkeyi yatıştırıcı bir unsur olarak kaderin etkinliği hatırlatılmak suretiyle onlara moral veriliyor, teselli bulmaları sağlanıyor.
"O'ndan başka ilah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hikmet sahibidir." Burada yeniden ayetlerin başındaki tevhid konusuna dönüş yapılıyor. Bir anlamda, kanıtı pekiştirmeye dönük bir özetleme niteliğindedir.
Yukarıda sözü edilen bu meseleler, yâni var edildikten sonra varlıkların doğru yola iletilmeleri, Kitap ve Furkan'ın indirilmesi, kâfirlerin azaba çarptırılmaları suretiyle evrensel sistemin sağlamlaştırılması gibi meseleler, onları düzenleyecek bir ilaha dayanmak zorundadırlar. Madem ki yüce Allah'tan başka ilah yoktur, şu halde insanları doğru yola ileten, kitap ve Furkan'ı indiren, ayetlerini inkar eden kâfirleri azaba çarptıran da O'dur. O, doğru yola iletme, Kitap ve Furkan'ı indirme, intikam alma ve takdir etme gibi olguları üstün iradesi ve hikmeti doğrultusunda yapar.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma-ul Beyan tefsirinde el-Kelbî, Muhammed b. İshak ve Rebi b. Enes'ten şöyle rivayet edilir: "Surenin başından seksen küsür ayetin sonuna kadar ki kısım Necran'dan gelen heyet hakkında inmiştir. Bunlar altmış atlıdan ibaretti. Resulullah Efendimizle (s.a.a) görüşmeye gelmişlerdi. İçlerinde on dört tanesi, kavimlerinin ileri gelenlerindendi. Bu on dört tanenin içinde üç kişi vardı ki, bunlar, kavmin öncüleri konumundaydı. Birisinin adı, Akip'ti. Kavmin emiri ve istişare merciiydi. O'nun sözünün dışına çıkmazlardı. Ona ayrıca Abdülmesih derlerdi. Diğerinin adı, Eyhem'di.
Zengin, itibarlı ve bu yolculuğun masrafını üstlenen bir kimseydi. Üçüncüsünün adı da Ebu Harise b. Alkame idi. Bu adam onların
25............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
keşişi, din bilginleri, önderleri ve okullarının yöneticisi konumundaydı. Aralarında onurlu bir mevkide bulunuyordu, çeşitli dini konularla ilgili kitapları öğreten bir kimseydi. Bilgisinden ve içtihadından dolayı, Bizans kralları, ona saygı gösteriyor, dini lider olarak görüyorlardı. Onun için kiliseler yapmışlardı.
İşte bu heyet, Medine'ye Peygamberimizle (s.a.a.) görüşmeye gelmişti. İkindi namazını kılıp bitirdiği bir sırada, Mescide girdiler.
Hepsinin üzerinde din bilginlerine özgü giysiler vardı. Göz alıcı cübbeler, değerli hırkalar giymişlerdi. Haris b. Kaab oğullarının adamlarını andırıyorlardı. Onları gören bazı sahabeler: "Bugüne kadar onlar gibi etkileyici bir heyet görmedik" demişlerdi. Heyetin ibadet vakti gelmişti. Bunun üzerine çan çalmaya başladılar. Kalktılar ve Resulullah'ın mescidinde ibadet ettiler. Ashaptan bazıları:
Ya Resulullah, bunlar senin mescidinde mi ibadet ediyorlar?' dediler.
Peygamberimiz (s.a.a): "Bırakın ibadet etsinler" buyurdu. Onlar doğuya dönerek ibadetlerini yaptılar. Liderleri olan Akib ve Eyhem Peygamberimizle konuştular. Peygamberimiz onlara: "Müslüman olun" dedi.
Onlar şu cevabı verdiler: Biz senden önce Müslüman olduk. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Yalan söylediniz, Allah'a oğul isnat etmeniz, haça tapmanız ve domuz etini yemeniz Müslüman olmanızı engeller." buyurdu.
Onlar şu karşılığı verdiler: Şayet Allah'ın oğlu yoksa, o halde İsa'nın babası kimdir? Böylece Hz. İsa hakkında Peygamberimizle tartıştılar.
Peygamberimiz onlara şöyle dedi: "Siz bilmiyor musunuz ki, bir oğul mutlaka babasına benzer?" Onlar "Evet" dediler. Ardından Peygamberimiz: "Siz bilmez misiniz ki, Rabbimiz diridir, ölümsüzdür ve İsa fanidir?" buyurdu.
Onlar: "Evet" dediler. Sonra Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Siz bilmez misiniz ki, Rabbimiz her şeye egemendir, her şeyi korur ve her canlıya rızkını verir?"
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................26
Onlar: "Evet" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara şu soruyu yöneltti: "İsa bunları yapabilir mi?"
Onlar: "Hayır" dediler. Peygamberimiz şöyle dedi: "Bilmez misiniz ki, yerde ve gökte olan hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz?"
"Evet" dediler. Peygamberimiz: "İsa Allah'ın kendisine bildirdiğinin dışında herhangi bir şey bilebilir mi?" diye sordu. Onlar: "Hayır" dediler.
Bunun üzerine Resulullah Efendimiz şöyle buyurdu: "Rabbimiz İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirdi. Rabbimiz yemez, içmez ve defi hacet etmez." Onlar: "Evet söylediğin gibidir." dediler.
Ardından Peygamber Efendimiz onlara şu soruyu yöneltti: "Siz bilmiyor musunuz ki, İsa'ya annesi herhangi bir kadın gibi gebe kaldı, sonra herhangi bir kadın gibi onu doğurdu. İsa'yı herhangi bir çocuk gibi besledi? Aynı şekilde İsa da yiyiyor, içiyor ve defi hacet ediyordu." Onlar: "Evet" dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a.) şöyle dedi: "Böyle bir insan nasıl sizin iddia ettiğiniz varlık olabilir?" Bu soru karşısında Hıristiyanlar verecek cevap bulamadılar. Yüce Allah, bu olay üzerine Âl-i İmrân suresinin başından seksen küsür ayete kadar ki kısmını indirdi. (c.1, s.406, Beyrut baskısı.)
Ben derim ki: Aynı anlamı ifade eden bir rivayeti de Suyuti ed- Dürr-ül Mensûr adlı tefsirinde (c.2, s.3), Ebu İshak, İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir kanalıyla Muhammed b. Cafer b. Zübeyir'den ve İbn-i İshak'tan o da Muhammed b. Sehl b. Ebu Emame'den rivayet et- miştir. Kıssayı ileride nakledeceğiz. Surenin baş tarafının bu heyetle ilgili olarak nazil olduğu şeklindeki çıkarsamanın onların bir içtihatları olduğunu düşünüyoruz. Nitekim daha önce bu surenin bir bütün olarak bir defada indiğini belirtmiştik.
27............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
Peygamber Efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Mutsuz, annesinin karnında mutsuz olandır. Mutlu, annesinin karnında mutlu olandır." (Nehc-ül Fesaha, s.375)
el-Kafi adlı eserde, İmam Bakır'ın (a.s.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Yüce Allah, Adem'in sulbündeyken kendisinden misak aldığı veya onunla ilgili olarak bedâ (değiştirme) gerçekleşecek olan bir nütfeyi yaratmayı dilediği ve onu ana rahmine yerleştirmeyi istediği zaman, erkeği eşiyle cinsel birleşme için harekete geçirir. Ana rahmine de: "Kapını aç ki, yarattığım, yürürlükteki hükmüm ve kaderim içeri girsin." der. Bunun üzerine ana rahmi kapısını açar ve nütfe rahme ulaşır. Burada kırk gün dolaşır, sonra kırk gün boyunca kan pıhtısı olarak kalır. Ardından kırk gün boyunca embriyo haline gelir. Bunu izleyen süreçte, içinde birbirine girmiş damarlar bulunan et haline gelir. Ardından yüce Allah, yaratıcı iki melek gönderir. Bunlar rahimde yüce Allah'ın dilediği şeyleri yaratırlar. Bunlar, kadının rahmine kadının ağız yoluyla girerler.
Oradan ana rahmine ulaşırlar. Rahimde, erkeklerin sulbünden ve kadınların rahimlerinden nakledile gelen kadim ruh bulunur. Bunlar orada ona hayat ve kalıcılık ruhunu üflerler. Allah'ın izniyle, ceninin kulaklarını, gözlerini, organlarını ve karındaki tüm organları meydana getirirler.
Sonra yüce Allah bu iki meleğe şöyle vahyeder: "Onun üzerine hükmümü, kaderimi ve geçerli emrimi yazın. Ancak bedâyı yâni yazdıklarınızın değiştirilmesinin de benim yetkim dahilinde gerçekleşebileceğini kaydedin." Bunun üzerine melekler: "Ya Rabbi, ne yazalım?" diye sorarlar. Yüce Allah onlara şöyle vahyeder: "Başlarınızı annesinin başına doğru kaldırın." Onlar da başlarını yukarı doğru kaldırdıklarında, annesinin alnında, bir levhanın parladığını görürler. Bu levhaya bakarlar ve orada çocuğun ilerideki şeklini, süslerini, ecelini, misakını, mutlu mu, mutsuz mu olacağını ve hakkındaki her şeyi görürler. Bu meleklerden biri, gördüklerini arkadaşına yazdırır. Böylece annesinin alnında parlayan levhada
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 .......................................................................................28
gördüklerinin tamamını yazarlar ve yazdıklarının yeniden değiştirilebileceğini yâni bedâyı şart koşarlar. Sonra yazdıklarını mühürleyip iki gözünün arasına yerleştirirler. Cenini annesinin karnında ayakları üzere tutarlar. Ancak bir çok cenin kayıp yuvarlanır ve altüst olur. Bu durum sadece isyankâr ve günahkâr olacak insanlar için geçerlidir.
Çocuğun tam zamanında veya vaktinden önce dışarı çıkmasının zamanı gelince yüce Allah ana rahmine şöyle vahyeder: "Kapını aç, ki yarattığım insan dışarı çıksın, geçerli kıldığım emrim yerine gelsin. Çünkü onun dışarı çıkmasının zamanı gelmiştir." Bunun üzerine ana rahmi, çocuğun dışarı çıkması için kapısını açar. Bu sırada çocuk devrilir, ayakları yukarı, başı da aşağı doğru düşer.
Çocuğun aldığı bu pozisyon, rahimden dışarı çıkmanın, hem anne hem de çocuk için kolay olsun diye yüce Allah'ın öngördüğü bir tasarruftur. Bu sırada yüce Allah, "zacir" (sıkan, engelleyen) adında bir melek gönderir. Melek çocuğu sıkar. Çocuk bunun etkisiyle korkar. Eğer dünyaya gelmezse, melek bir kez daha onu sıkar. Çocuk yine korkar ve sıkmanın etkisiyle korkmuş, ürkmüş bir halde ağlayarak yere düşer. (Furu-u Kafi, c.6, s.13, Tahran baskısı)
Ben derim ki: "Bir nütfeyi yaratmak istediği zaman" yâni, nütfeyi normal bir insan olarak yaratmak istediği zaman...
İmamın buna "Kendisinden misak aldığı" şeklinde bir ifadeyle kayıtlandırma getirmesi, ileride ayrıntılı olarak açıklanacak olan şu hususa yönelik bir işarettir: Şu dünya hayatında varolan insan ve burada sergilediği davranışları, daha önce başka bir varoluşla vücut bulmuştur. Dünya hayatındaki varoluş, bunu izleyen ve bunun devamı niteliğindeki bir varoluştur. Bu olay nasların dilinde "zerr ve misak âlemi" olarak ifade edilir. Dolayısıyla, zerr âleminde misak alınan her şey değişiklik kabul etmeden hiç kuşkusuz, bu dünya hayatında yaratılır. Ve bu dünya hayatında olup biten her şey hiç bir değişiklik kabul etmeden, zerr âleminde onunla ilgili misak alınan bir olgudur. Dolayısıyla zerr âleminde takdir edilen
29 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
her şey, kesin bir hüküm niteliğindedir. Bu yüzden İmam konunun iki şıklı olduğunu ifade eden "veya onunla ilgili olarak bedâ (değiştirme) gerçekleşecek olan..." şeklinde bir ifade kullanmıştır. Bu cümleyle yaratılışının tamamlanması ile ilgili olarak yüce Allah için bedâ (değiştirme) gerçekleşecek ve düşük olacak cenin kastedilmiştir. Dolayısıyla daha önce de söylediğimiz gibi, bunun tam aksi durumundaki cenin için, böyle bir durum yâni bedâ söz konusu değildir. İmamın "onu ana rahmine yerleştirmeyi" sözü "bir nütfeyi yaratmayı..." sözüne atfedilmiştir.
"Bunlar kadının rahmine kadının ağzından girerler." Kadının ağzından girmek sözünün raviye ait olması mümkündür. Zahir ismin zamirin yerine konulmuş olması da bunu pekiştiriyor. [İmamın sözü olmuş olsaydı, "kadın" kelimesi iki kez tekrarlanmaz, ikincisinin yerine zamir kullanılır ve şöyle denirdi: Bunlar kadının rahmine ağzı yoluyla girerler.] Şayet, bu söz İmama ait ise, bu durumda, ifadeyi, meleklerin kadının karnına, bir cismin diğer bir cisme girmesi şeklinde algılamamaya yönelik bir şahittir. Çünkü, ana rahmine girmek için, damarların dışındaki tek yol varjinadır. Ana rahmine açılan damarlardan biri de, aybaşı kanını akıtan damardır. Bu yol, rahmin duvarlarından içeri girmekten daha kolay değildir. Dolayısıyla ağzından girmenin, daha kolay bir yol olduğu için tercih edilmemiş olması ve bunun dışında başka bir sebebi olması gerekir ki bu da açıkça ortadadır.
"Rahimde erkeklerin sulbünden ve kadınların rahimlerinden aktarıla gelen kadim ruh bulunur." Bana öyle geliyor ki, bununla beslenmenin ve gelişmenin başlangıcı konumundaki bitkisel ruh kastedilmiştir.
"Ona hayat ve kalıcılık ruhunu üflerler." İfadenin zahirinden, zamirin kadim ruha dönük olduğu anlaşılıyor. O halde hayat ve kalıcılık ruhu, bitkisel ruha üflenmiş olur. Eğer zamirin embriyoya dönük olduğu varsayılsa, bu durumda, bitkisel ruhla canlı olan embriyoya dönük olur ki bu durumda hayat ve kalıcılık ruhu, bitki
Âl-i İmrân Sûresi .1-6 ........................................................................................30
sel hayata sahip embriyoya üflenmiş olur. Her halükarda, İmamın bu sözlerinden, insanî ruhun üflenmesinin, hakikatte bitkisel ruhun güçlendirilerek ona bir tür ilerleme ve dinamizmin kazandırılması olduğu anlaşılmaktadır. [Cevherî hareket yâni eşyanın özünü oluşturan moleküllerin hareket halinde olduklarını kabul ettiğimizde, bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur.]
Böylece, kadim ruhun erkeklerin sulbünden ve kadınların rahimlerinden aktarılıp gelmesiyle neyin kastedildiğini anlamış oluyoruz. Buna göre ruh, bir açıdan bedenle aynı varlığa sahiptir, varlıkları birdir. Bedenden kastedilen nütfe ve nütfeyle birleşen hayız kanıdır; o ikisi de anne ve babanın bedenleriyle birdir ve onlar da nütfe ile beraberdirler. Bu zincir böylece devam edip gider. Dolayısıyla, insanın başına gelen her şey atalarının ve annelerinin toplamında bir bütün olarak belirlenmiştir ve onların kişiliklerinde önceden beri gözlemlenmektedir. Bu olay bir açıdan hazırlanmış bir kitaptan alınıp giriş kısmına konulan fihristi andırmaktadır.
Buradan hareketle, İmamın: "Allah o iki meleğe, başınızı kaldırıp annesinin başına bakın diye vahyeder" sözünün hangi anlamda kullanılmış olduğunu anlıyoruz. Çünkü, çocuğun kaderi ve onunla ilintili hükmün ayrıntıları bağlamında babanın varlığında somutlaşan kısmı, spermanın ayrılıp ana rahmine yerleşmesiyle birlikte kesintiye uğrar. Onunla sadece annenin somut ve organik bir ilişkisi kalır. İmamın: "Annesinin alnında bir levhin parladığını görürler" şeklindeki sözlerinden kastedilen bu anlamdır. Levhin alında parladığına gelince; alın, insanın tüm organlarının toplandığı bir noktadır; yüzün önüdür. Melekler, çocuğun annesinin alnında parlayan levhaya bakar, orada, çocuğun şeklini, güzelliğini, hayatının ne kadar süreceğini, misakını, mutlu veya mutsuz oluşunu ve görüp geçireceği tüm durumları görürler. Böylece biri diğerine yazdırır. Görüldüğü kadarıyla iki meleğin birbirleriyle olan ilişkisi, bir fail ve onun fiillerini kabul eden bir başka kişinin ilişkisini an