NaN%
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7


Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)

EN'ÂM SURESİ(Tamamı:1-165)

En'âm Sûresi / 1-3 ............................ 7

AYETLERİN MEALİ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla

1- Hamd, Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.

2- O, sizi çamurdan yarattı, sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır. Böyleyken siz hâlâ kuşkulanıyorsunuz.

3- O, göklerde de, yerde de Allah'tır. Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve ne kazandığınızı da bilir.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

En'âm Suresi'nin amacı, en genel anlamıyla tevhidi, yüce Allah'ın birliğini duyurmaktır. Yani, insanların bir Rabbi vardır ve bu Rab aynı zamanda bütün âlemlerin de Rabbidir. Her şey O'ndan başlar, O'nda biter ve O'na döner. O, müjdeciler ve uyarıcılar olarak elçiler göndermiş, rububiyetinin egemenliği altında bulunan kullarını onlar aracılığıyla hak esaslı dinine yöneltmek istemiştir. Bu yüzden surenin içerdiği ayetlerin büyük bir kısmı, tevhit, ahiret günü ve peygamberlik misyonu çerçevesinde müşriklerle girişilen tartışma ortamına sürülen kanıt nitelikli materyaller olma özellikleriyle belirginleşmektedirler. Bunun yanı sıra, şer'î görevler ve dinsel yasaklar bazında genel açıklamalar kapsamaktadırlar.

Surenin akışı üzerinde düşünüldüğü zaman görüleceği gibi- bütünlük arz etmektedir. Surenin bölümler hâlinde indiğini kanıtlayacak şekilde, bölümler arası farklı ifade tarzı söz konusu değildir. Bu, surenin bir kerede ve bir bütün olarak indiğini gösterir. Ve yine surenin bu özelliği, onun Mekke inişli olduğunun da kanıtıdır. Büyük bir kısmında ve hatta bütününde hitabın müşriklere yöneltildiği akışın belirgin özelliği, bunu gösterir mahiyettedir.

Tefsir bilginleri ve raviler, surenin Mekke döneminde indiği hususunda görüş birliği içindedirler. Bu görüş birliği sadece bazı ayetlerde söz konusu değildir. Örneğin, bazılarına göre şu altı ayet Medine inişlidir:

8 .... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

"Allah'ı şanına yaraşır biçimde takdir etmediler (ululamadılar)..." (Mâide, 91) ayeti ile sonrasındaki iki ayet ve "De ki: Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım..." (Mâide, 151) ayeti ile sonrasındaki iki ayet.

Bir görüşe göre de, surenin tamamı Mekke döneminde inmiştir, sadece "De ki: Gelin..." diye başlayan ayet ile ondan sonraki ayet Medine döneminde inmiştir.

Bazılarına göre de, En'âm Suresi'nin tamamı Mekke döneminde inmiştir; yalnızca iki ayeti Medine'de ve bir Yahudi hakkında inmiştir. Söz konusu Yahudi, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi..." [En'âm, 91] demişti.

Bir diğer görüşe göre ise, surenin tamamı Mekke inişlidir; sadece bir ayeti Medine döneminde inmiştir. O da şu ayettir: "Eğer biz onlara melekleri indirseydik..."

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, surenin akışının bütünlüğünü ve aynı üslûba sahip oluşunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu görüşleri kanıtlayacak bir ipucu bulmak mümkün değildir. İleride bu hususu, elimizden geldiğince açıklayacağız. Ehlibeyt İmamlarından, ayrıca Übey, İkrime ve Katade'den, surenin bir bütün olarak bir kerede Mekke'de indiği rivayet edilmiştir.

1) Hamd, Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti.

Sure, yüce Allah'a yönelik bir övgüyle başlıyor. Bu açılış, surenin akışı içinde açıklanması amaçlanan tevhidin anlamına ilişkin bir giriş, bir mukaddime niteliğindedir. Bu nedenle söz konusu övgü, surenin ana hedefinin özünü içermekte ve böylece bu konudaki ayrıntılı açıklamaların ön hazırlığı yapılmaktadır. Yine bu nedenle müşriklerin tutumları karşısında bir şaşkınlık, tevhit yerine şirki tercih edişlerinden dolayı kınanmaları, Allah'ın birliği hususunda kuşkuya düşmelerinin yadırganması dile getirilmekte ve böylece surenin akışı içinde geniş biçimde sunulacak öğüt, uyarı ve korkutma nitelikli ifadelere bir hazırlık yapılmaktadır.

İlk üç ayetin kapsadığı bu övgüyle şeriatın özünü oluşturan gerçek bilgiler noktasında dinî davetin dayandığı üç temel düzene işaret eEn'âmdilmektedir:

Sûresi / 1-3 ............................ 9

Bunların ilki, genel evrensel düzendir ki, ilk ayette buna işaret ediliyor.

İkincisi, insanın varoluş düzenidir ki, ikinci ayette buna işaret ediliyor.

Üçüncüsü de, insanın davranışlarına egemen olan düzendir ki, üçüncü ayette buna işaret ediliyor.

Dolayısıyla üç ayetin bütününden şu anlam özetlenmektedir: İnsanın da içinde yaşadığı büyük evreni yarattığı, insanın balçıktan başlayıp belirli bir süre ile son bulan sınırlı varoluşundan ibaret olan küçük âlemi yarattığı ve insanın gizlediklerini, açığa vurduklarını ve kazandıklarını bildiği için övgü yüce Allah'ındır.

Üçüncü ayetin başındaki, "O, göklerde de, yerde de Allah'tır." ifadesi, önceki iki ayetin içeriğinin açıklaması niteliğinde olmasının yanı sıra, yüce Allah'ın insanın gizlediklerini, açığa vurduklarını ve kazandıklarını bilmesine ilişkin açıklamaya da bir hazırlık mahiyetindedir.

Dolayısıyla, "Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti." ifadesi, evrene egemen olan genel düzene işaret etmektedir. Sayısız varlık, onca farklılıklarıyla bu düzenin kapsamında idare edilmektedir.

Şu, yürürlükteki sağlam düzeniyle bizim âlemimiz, yer âlemidir ki, onca genişliğiyle gök âlemince kuşatılmıştır. Sonra bu âlemimiz üzerinde aydınlığın ve karanlığın etkinliği geçerlidir. Gözlemlenen âlemin yaşadığı dönüşüm ve olgunlaşım sürecinin ruhunu da aydınlık ve karanlık fenomenleri oluşturmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, an geçmiyor ki, bir şeyden başka bir şey doğmasın, bir şey başka bir şeye dönüşmesin, bir şey açığa çıkarken bir başka şey gizlenmesin, yeni oluşup eski çürümesin. Birbirinden farklı özellikler arz eden bu hareketlerin buluşmasından da büyük evrensel hareket meydana gelmektedir.

Varlıkların ağırlıklarını taşıyan ve onları kendi yörüngelerinde yürüten de bu evrensel hareket sistemidir.

"...karanlıkları ve aydınlığı var etti." ifadesinin orijinalinde geçen "ca'l" sözcüğü "yaratma" anlamına gelir. Ne var ki, yaratma anlamına gelen "halk" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle, elbisenin yıpranması anlamını içerdiğinden, çeşitli ögelerin bileşiminden bir şey meydana getirmek anlamını ifade eder. "Ca'l" için ise böyle bir ayrıntı söz konusu değildir. Belki de, göklerin ve yerin yaratılışından söz edilir-

10 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ken "halk" sözcüğünün kullanılması, buna karşın, karanlığın ve aydınlığın yaratılmasından söz edilirken de "ca'l" sözcüğünün kullanılması, karanlık ve aydınlığın aksine, göklerin ve yerin varoluşunda terkip olgusunun söz konusu olmasından kaynaklanmış olabilir. Bu yüzden karanlık ve aydınlığın yaratılışından söz edilirken "ca'l" sözcüğü kullanılmıştır.

Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.

İfadede "karanlıklar" çoğul, buna karşın "aydınlık" tekil olarak geçiyor. Bunun nedeni, belki karanlığın aydınlığa kıyasla oluşan bir kavram olmasıdır. Çünkü karanlık, aydınlığın olabileceği bir yerde aydınlığın yokluğundan ibarettir. Dolayısıyla aydınlığa yakınlığı veya uzaklığı açısından karanlığın çoğalması söz konusudur. Aydınlıksa, bundan farklıdır. Çünkü aydınlık, varoluşsal bir olgudur; varoluşsal bir olgunun yokluğundan ibaret olan karanlığa kıyasla oluşmaz. Karanlıkla düşünsel olarak mukayesesi sonucu aydınlığın düşünsel olarak çoğalması, gerçek olarak da çoğalmasını gerektirmez.

Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.

Kınamayla karışık bir hayret ifadesidir. Yani, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden yüce Allah, tek ilâh ve tek rab-dir.

Hiçbir şey O'na benzemez, hiçbir şey O'na ortak olmaz. Hâl böyleyken, egemenliğin gerçek anlamıyla, yaratma ve yönetme yetkisinin tanrı edindikleri putlara değil, sırf Allah'a ait olduğunu itiraf eden kâfirlerin, putları başta olmak üzere başkalarını Allah'a denk tutmaları, kulluk sundukları heykelleri Allah'a eşit görmeleri şaşılacak bir şeydir.

Tutup bunları O'na eş biliyorlar! Allah, onların bu yakıştırmalarından münezzehtir. Gerçekten kâfirler, bu korkunç tutarsızlıklarıyla kınanmayı hak ediyorlar.

Buradan hareketle, ifadenin akışı içinde, erteleme ve gecikme anlamını ifade eden "sümme=sonra" edatının kullanılmasının hikmetini de kavrıyoruz. Sanki konuşmacı, yüce Allah'ın tekliğini yaratma ve var etme nitelikleriyle, ulûhuyet ve rububiyet alanındaki birliğiyle pekiştirirken, müşriklerin ve putperestlerin, "Şu ağaçtan ve taştan yontul-muş heykeller, âlemlerin Rabbine denktirler." şeklindeki iddialarını hatırlamış da, bundan duyduğu şaşkınlıktan ötürü bir süre duraklamış, konuşmaya ara vermiş, ardından tekrar konuşmasına

En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 11

devam etmiş, bu arada bir süre duraksamasının nedenini açıklarcasına, onların bu tür asılsız iddiaları karşısında duyduğu şaşkınlıktan dolayı bir süre konuşmaya ara vereme durumunda kaldığını ima ederek, "Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar." demiştir.

2) O, sizi çamurdan yarattı, sonra da hayatınıza bir süre koydu.

Büyük âlemin yaratılışına işaret edildikten sonra, şimdi de insanın varoluşunu temsil eden küçük âlemin yaratılışına işaret ediliyor. Bu çerçevede, insanı yaratanın ve yönetenin yüce Allah olduğu belirtiliyor, yüce Allah'ın insanın dünyadaki zahirî varlığı için belli bir süre öngördüğü bildiriliyor. Şu hâlde insan, sınırlı bir varlıktır. Buna göre insan, "İnsanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, bir hakir suyun özünden yaptı." (Secde, 7-8) ayetinde işaret edildiği gibi, neslinin varlığını üreme yasasına göre devam ettirse de, ilk varlığı itibariyle türünün başlangıcını oluşturan balçık ile ölümle birlikte baş gösteren ecel arasında sınırlandırılmış varlıktır. Yüce Allah, ecelin, insanın dünyevî varlığının sonu olduğuna şu ayette işaret ediyor: "Her can, ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz." (An-kebût, 57)

Ecel kavramıyla, insanların, ölümden sonra diriltilerek yüce Allah'ın huzuruna döndürüldükleri an da kastedilmiş olabilir. Çünkü, Kur'- ân'da yer alan bazı ifadelerden, ölümle haşir arasındaki ara dönemin (berzah) dünya hayatının bir devamı gibi görüldüğü sezinlenmektedir. Şu ayetlerden böyle bir çıkarsamada bulunmak mümkündür: "Buyurdu ki: 'Yeryüzünde yıllar sayısınca ne kadar kaldınız?' 'Herhâlde bir gün, yahut günün bir kısmı kadar kaldık; sayanlara sor.' dediler.

Buyurdu ki: Sadece az bir zaman kaldınız; keşke bilseydiniz." (Mü'minûn, 112-114) "Kıyamet koptuğu gün, suçlular, dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. İşte onlar, böyle çevriliyorlardı. Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki: Andolsun siz, Allah'ın kitabında belirtildiği gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu da dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz." (Rûm, 55-56)

"Sonra da hayatınıza bir süre (ecel) koydu." ifadesinde "ecel" sözcüğü belirsiz kullanılmıştır. Bununla ecelin, insan açısından bir meçhul ol-

12 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

duğuna, insanın normal bilgiler aracılığıyla onu bilmesinin mümkün olmadığına işaret ediliyor.

Belirlenmiş süre de O'nun katındadır.

Bu ifadede geçen orijinal anlatım, "adı konulmuş ecel" şeklinde anlamlandırılabilir. Bununla sürenin belirlendiği anlatılıyor. İnsanlar arası ilişkilerin dayandığı geleneğe göre, sözleşme ve borç mukavelelerinde süre belirlenir ve bu sürenin tamamı veya sonu, adıyla zikredilir.

İşte adı konulmuş süre derken, bu kastediliyor. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın." (Bakara, 282) Burada, "ecel" sözcüğü, belirlenen sürenin sonu anlamında kullanılmıştır. Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: "Kim Allah ile buluşmayı umarsa, Allah'ın belirlediği sürenin sonu gelmektedir." (Ankebût, 5) Yüce Allah, Musa Peygamber ve Şuayb Peygamber kıssasının bir yerinde şöyle buyuruyor:

"Dedi ki: 'Bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer süreyi on yıl olarak tamamlarsan, artık o senin tarafından bir iyiliktir...' Dedi ki: Bu, seninle benim aramda bir sözleşmedir; hangi süreyi tamamlarsam, bana düşmanlık yok." (Kasas, 27-28) Bu ayetlerde de "ecel" sözcüğü belirlenen sürenin tamamı anlamında kullanılmıştır.

Öyle anlaşılıyor ki, sürenin sonu anlamına gelen "ecel" sözcüğü, kullanım itibariyle, sürenin tamamı anlamına gelen "ecel" sözcüğünün bir ayrıntısı mahiyetindedir. Yani sürenin sonu anlamındaki "ecel", ön-celeri "biten, tamamlanan süre" anlamında "ecel-i makziy" şeklinde kullanılmış, daha sonra nitelik hazfedilerek nitelenenle yetinilmiştir. Dolayısıyla "ecel" (süre) dendiğinde akla "biten süre" anlamı gelmiştir. Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki:

"İnsanın hayatı için öngörülen süreye 'ecel' denir. Dolayısıyla, 'Eceli geldi' dendiğinde, bunun anlamı, 'Ölümü yaklaştı'dır. Sözcüğün asıl anlamı, sürenin tamamlanmasıdır." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Her hâlükârda, ayetin akışından anladığımız kadarıyla, ayette geçen "süre" ve "belirlenmiş süre"den maksat, insan hayatının sonudur, sü

En'âm Sûresi / 1-3 ................................ 13

renin tamamı değil. "Allah'ın belirlediği sürenin sonu gelmektedir..." ifadesinden de bunu algılamak mümkündür.

Bununla da anlaşılıyor ki, iki türlü ecel vardır. Biri, belirlenmemiş, müphem ecel; diğeri ise, adı konulmuş, belirlenmiş ecel. Bu ikincisi Allah katındadır. Bu ecel, "O'nun katında" ifadesiyle kayıtlı olduğu için, kesinlikle değişikliğe uğramaz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın katında olan kalıcıdır." (Nahl, 96) Allah'ın katındaki ecel, kesindir; değişmez, dönüşmez. Yüce Allah bir ayette, bu hususa şöyle işaret etmektedir: "Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler." (Yûnus, 49)

Dolayısıyla adı konulmuş, belirlenmiş ecel ile, adı konulmamış, belirsiz ecel arasındaki ilişki, kesin ve hükme bağlanmış bir şeyle birtakım koşullara bağlı, muallakta tutulan şey arasındaki ilişkiye benzer.

Bu bakımdan, bağlı bulunduğu koşulların gerçekleşmemesinden dolayı, koşullara bağlı bulunan şey de gerçekleşmeyebilir. Fakat kesin ve sonuca bağlanmış olan için böyle bir şey söz konusu değildir, gerçekleşmemesi diye bir şey düşünülemez.

Tefsirini sunduğumuz ayetleri, "Her sürenin bir yazısı vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır." (Ra'd, 38-39) ayetleriyle birlikte incelediğimiz zaman, göreceğiz ki adı konulmuş kesin ecel, "kitabın aslı"na konulandır; adı konulmamış belirsiz ecel ise, "silme ve silmeden bırakma levhi"nde yazılı olan eceldir.

İleride İnşaallah, "kitabın aslı"nın, etkisini göstermekten hiçbir zaman geri durmayan genel sebeplere dayanmaları açısından gerçekleşmesi kaçınılmaz olan olaylara, "silme ve silmeden bırakma levhi"nin ise, "gerektirici sebepler" de dediğimiz eksik sebeplere dayanmaları açısından herhangi bir engele takılarak gerçekleşmeme ihtimali de bulunan olaylara uyarlanabileceğini açıklamaya çalışacağız.

Tam sebeple, eksik sebep olgularını daha iyi kavramak için güneşin yeryüzünü aydınlatması olayı örnek gösterilebilir. Örneğin; biz biliyoruz ki içinde bulunduğumuz şu gece, birkaç saat sonra bitecek, üzerimize güneş doğacaktır. Güneş, ışığıyla yeryüzünü aydınlatacaktır.

Fakat bunun bir bulut tarafından veya araya Ay'ın girmesi nedeniyle

14 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ya da başka bir engel tarafından engellenmesi mümkündür. Bu engellerden herhangi birisinin, güneşin yeryüzünü aydınlatmasını engellemesi ihtimali her zaman vardır. Fakat güneş ufukta görüldüğü zaman, arada da varsaydığımız türden bir engel yoksa, kaçınılmaz olarak yeryüzünü aydınlatacaktır.

Buna göre, aydınlatma bağlamında tek başına güneşin doğması, "silme ve silmeden bırakma levhi" konumundadır. Vakti geldiğinde doğması ile birlikte, yeryüzüyle arasına girebilecek herhangi bir engelin bulunamaması durumu ise, aydınlatma bağlamında, "levh-i mahfuz" adı verilen "kitabın aslı" konumundadır.

Aynı şekilde insanın özel yapısı, bunun yanında sınırlı etkinliklere sahip temel fonksiyonları, doğal bir ömür sürdürmesini gerektirmektedir. Ki bunun yüz veya yüz yirmi yıl dolaylarında olduğu söylenmektedir.

İşte sözgelimi bu süre, "silme ve bırakma levhi"nde yazılıdır. Ne var ki, evrenin bütün unsurları, insanın varlığıyla bağlantılı ve onun üzerinde etkili olmaktadır. Dolayısıyla sayısını bilemediğimiz bu sebepler ve engeller, zihnî kapasitemizle kuşatamadığımız etkileşimlerle insanın doğal ömrü tamamlanmadan ecelinin dolmasına neden olabilirler. Ki biz buna "beklenmedik ölüm" diyoruz.

Bu durum, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı düzeni çerçevesinde, varlık için "adı konulmuş ecel" ve "adı konulmamış ecel" belirlemesine yönelik ihtiyacı zihinsel olarak tasavvur etmemizi kolaylaştırmaktadır.

Dolayısıyla adı konulmamış ecelin müphemliği, adı konulmuş ecelin belirlenmişliğiyle çelişmemektedir. Adı konulmamış ecel ile, adı konulmuş ecel kimi zaman denk gelebilecekleri gibi, kimi zaman da birbirinden ayrılabilirler. Ki bu durumda gerçekleşen ecel, kesinlikle "adı konulmuş, belirlenmiş ecel" olur.

"Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır."

Ayeti üzerinde düşündüğümüz zaman varacağımız sonuç budur.

Bu arada tefsir bilginleri, ayette işaret edilen iki ecel ile ilgili olarak garip yorumlarda bulunmuşlardır.

Birine göre: Ayette geçen ilk "ecel" sözcüğüyle yaratılış ile ölüm arasındaki süre, ikinci "ecel" sözcüğü ile de ölümle diriliş arasındaki süre

En'âm Sûresi / 1-3 .................................. 15

kastedilmiştir. İlk kuşak müfessirlerden birçoğu bu görüştedir. Benzeri bir görüş İbn-i Abbas'tan da rivayet edilmiştir.

Birine göre: İlki, dünya ehlinin ölünceye kadar geçirdikleri süre; ikincisi ise, sonu olmayan ahiret hayatının süresi anlamında kullanılmıştır. Bu görüş Mücahid, Cübbaî ve diğer bazı kişilere atfedilmiştir. Birine göre: Ayette geçen ilk "ecel" sözcüğü, geçmişlerin yaşadıkları süre; ikincisi ise, geride kalan kuşakların yaşayacakları süre anlamında kullanılmıştır. Bu görüş de Ebu Müslim'e atfedilmiştir.

Bir diğerine göre: Biricisiyle uyku, ikincisiyle de ölüm kastedilmiştir. Diğer birisi ise şu görüşü savunmuştur: Aslında ayette geçen iki "ecel" sözcüğüyle de aynı anlam kastedilmiştir. Buna göre ayetin anlamı şu şekilde belirginlik kazanmaktadır: Sonra bir ecel öngördü. Bu, O'nun katında adı konulmuş, belirlenmiş eceldir.

Bu görüşlerin doğru olup olmadıklarını araştırma gereğini duymuyorum. Bu hem sınırlı olan vaktimize sığmaz, hem de son derece kısa olan ömrü böylesine gereksiz bir şeyle harcamaya değmez.

Böyleyken siz hâlâ kuşkulanıyorsunuz.

İfadenin orijinalinde geçen "temterûn" kelimesi, "mirye" kökünden türemiştir ve kuşku, şüphe anlamına gelir. Ayetlerin akışında, üçüncü şahsa yönelik hitap tarzından ikinci çoğul şahsa yönelik hitap tarzına doğru bir geçiş yapılıyor. Bu şekilde, edebî sanatlardan "iltifat sanatı" nın bir örneğinin sergilenmesinin gerisindeki gerekçe şu olsa gerektir: İlk ayet, genel yaratma ve yönetmeden söz ediyordu. Bu, kâfirlerin yüce Allah'a başkalarını denk tutmamalarını gerektiren bir olguydu.

Dolayısıyla, bu noktaya dikkat çekmek için, onlara üçüncü şahıs sıygasıyla hitap edilmesi yeterliydi. Buna karşın ikinci ayette, özellikle insan varlığında somutlaşan yaratma ve yönetmeden söz ediliyor. Bu ise, muhataplarının tutumlarına hayret eden, onları bundan dolayı kınayan konuşmacının, hitabı doğrudan onlara yöneltmesini ve değerlendirmelerini onların yüzüne karşı bir yanıt gibi sunmasını gerektirmektedir. Âdeta şöyle der gibi: Hadi şu göklerin ve yerin yaratılması, karanlıkların ve aydınlığın var edilmesi hususuyla ilgili gafletinizi mazur gördük, genel olgular oldukları için sonuçlarını, ge-

16 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rektirdiklerini fark etmemiş olmanızı normal karşıladık; ya sizi yaratan, sizin için bir yaşama süresi, bir de adı konulmuş ecel belirleyen Rabbinizden kuşku duymanıza ne demeli?!

3) O, göklerde de, yerde de Allah'tır.

Önceki iki ayette, genel olarak âlemlere, özel olarak da insana yönelik yaratma ve yönetmeden söz edildi. Bu, yüce Allah'ın yaratma ve yönetme hususunda ortağı olmayan tek ilâh olduğunun farkına varılması için yeterli idi.

Buna rağmen, insanlar başka ilâhlar edindiler, değişik niteliklere sahip şefaatçilerin varlığından söz ettiler. Her birine evrensel yönlendirmede bir misyon biçtiler. Hayat tanrısı, rızk tanrısı, kara tanrısı, deniz tanrısı gibi... Yine varlık türlerine, uluslara ve kavimlere ayrı ayrı tanrılar öngördüler. Göklerin tanrısı, falan topluluğun tanrısı, feşmekân milletin tanrısı gibi... İşte bu tür asılsız iddialar, şu kesin ifadeyle olumsuzlanıyor: "O, göklerde de, yerde de Allah'tır."

Bu açıdan ayeti, "O gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır. O, hikmet sahibidir, bilendir." (Zuhruf, 84) ayetine benzetebiliriz. Burada, yüce Allah- 'ın gökleri ve yeri kapsayan, aşılmaz ve sınırlandırılmaz ulûhiye-tinin egemenliğinin evrenselliğine işaret ediliyor. Dolayısıyla bu ifade, kendisinden önceki ifadelerin açıklaması ve kendisinden sonraki ifadenin de hazırlık nitelikli ön açıklaması konumundadır.

Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve ne kazandığınızı da bilir.

Gizlilik ve açıklık, karşıt iki kavramdırlar ve insanların davranışlarını niteleme amacıyla kullanılırlar. Dolayısıyla, insanların gizlisi, gizlice yaptıkları amelleri; açığı ise, örtme gereği duymadan açıktan yaptıkları amelleri ifade eder.

İnsanların kazandıklarına gelince; bu, ruhsal bir durumdur. İnsan, gizli ve açık olarak işlediği amellerle, bu ruhsal durumu edinir. Amellerinin iyi veya kötü nitelikli olması bu açıdan fark etmez. Şu hâlde, - yaptığımız açıklamalardan da anlaşıldığı gibi- sözü edilen gizlilik ve açıklık kavramları, objeler dünyasında sergilenen amellerin özlerinin şekilsel nitelikleri konumundadırlar. İnsanların kazandıkları şey ise, ruhsal ve soyut bir durumdur ve insanların nefisleriyle kaimdir. Dola

En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 17

yısıyla insanların gizlide ve açıkta sergiledikleri ameller, şekilsel bir olgu iken, bu amellerle kazanılan şeyler, manasal bir gerçektir. Belki de yüce Allah tarafından bilinen bu iki şeyin özleri itibariyle farklı oluşları, "Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve ne kazandığınızı da bilir." ayetinde "bilme" ifadesinin tekrarlanmasını gerektirmiştir.

Bu bakımdan ayet, biraz sonra üzerinde durulacak risalet (peygamberlik) misyonu ve ahiret ile ilgili ayetlere bir giriş, bir hazırlık işlevini görmektedir. Buna göre yüce Allah insanların gizli ya da açıktan yaptıkları amelleri ve hayır ve şer nitelikli amelleri sonucu kazandıkları ruhsal durumu bildiğinden, ayrıca terbiye, eğitim, yönetim ve yönlendirme yetkisi O'nun elinde olduğundan, putperestlerin peygamberlik misyonuna ihtiyaç duymadıkları yönündeki çırpınışlarına rağmen insanları doğru yola iletme amacına yönelik olarak hükme bağladığı, yasalaştırdığı din desteğinde resuller göndermek de O'nun yetkisi dahilindedir. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur: "Doğru yola iletmek bize aittir." (Leyl, 12)

Aynı şekilde yüce Allah, amelleri ve bu amellerin insan nefsi üzerindeki etkilerini bildiğinden, hiç kimsenin gözden kaçırılmayacağı bir günde onları sorguya çekmek de O'nun yetkisi içindedir. Nitekim bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?" (Sâd, 28)

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Hasan b. Ali b. Ebu Hamza'dan şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "En'âm Suresi bir bütün olarak bir kerede indi. Sure Peygamberimize (s.a.a) ininceye kadar yetmiş bin melek ona eşlik ediyordu. Siz de ona saygı gösterin ve onu önemseyin. Çünkü yüce Allah'ın ismi, bu surenin yetmiş yerinde geçmektedir. Eğer insanlar bu sureyi okumanın sağladığı yararları bilselerdi, onu okumaya hiç ara vermezlerdi." [c.2, s.622] Ben derim ki: Ayyâşî de bu hadisi İmam Cafer'den (a.s) mürsel olarak rivayet etmiştir. [c.1, s.354]

18 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 Tefsir'ul-Kummî'de, müellif şöyle der: Bana babam anlattı, o da Hüseyin b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (a.s) dinlemiş: "En'âm Suresi bir kerede ve bir bütün olarak indi. İndiği sırada yetmiş bin melek ona eşlik ediyordu. Sürekli tesbih (subhanellah), tehlil (lâ ilâhe ilellah) ve tekbir (Allah-u ekber) getiriyorlardı. Kim bu sureyi okursa, o melekler kıyamet gününe kadar onun için Allah'tan bağışlama dilerler." [c.1, s.193]

Ben derim ki: Mecma'ul-Beyan adlı eserde de, müellif aynı hadisi Hüseyin b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (a.s) rivayet eder. Ancak rivayetin bu versiyonunda şu ifade yer alır: "...kıyamet gününe kadar onun için Allah'ı tesbih ederler." [c.3, s.6, Beyrut basımı]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'den şöyle rivayet edilir: İmam Cafer'in (a.s) şöyle dediğini duydum: "En'âm Suresi bir kerede ve bir bütün olarak indi. Bu sure Resulullah'a (s.a.a) indirilirken yetmiş bin melek ona eşlik etti. Siz de ona saygı gösterin ve onu ululayın. Çünkü yüce Allah'ın ismi, bu surenin yetmiş yerinde geçmektedir. Eğer insanlar bu sureyi okumanın sağladığı yararları bilselerdi, onu okumaya ara vermezlerdi." [c.1, s.353]

Tabersî'nin Cevami'ul-Cami' adlı eserinde şöyle deniyor: Ubey b. Kâ'b Peygamberimizden (s.a.a) şöyle rivayet eder: "En'âm Suresi bana bir kerede ve bir bütün olarak indirildi. Yetmiş bin melek sureye eşlik ediyordu ve sürekli olarak tesbih ve tahmid çekiyorlardı (subhanellah ve elhamdülillah diyorlardı). Kim bu sureyi okursa, bu yetmiş bin melek bir gece ve bir gündüz En'âm Suresi'ndeki ayetlerin sayısınca ona salât okurlar, esenlikler dilerler." [s.122]

Ben derim ki: Bu hadis, ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde birçok kanaldan Peygamberimizden (s.a.a) rivayet edilmiştir. [c.3, s.302]

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Mahbub'-dan, o da Ebu Cafer el-Ahvel'den, o da Selâm b. Müstenîr'den, o da İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah ateşi yaratmadan önce cenneti yarattı, günahı yaratmadan önce itaati yarattı, gazaptan önce rahmeti yarattı, kötülükten önce iyiliği yarattı, gökten önce yeri yarattı, ölümden önce hayatı yarattı, Ay'dan önce Güneş'i yarattı ve karanlıktan önce aydınlığı yarattı." [c.8, s.127, h: 116]

En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 19

Ben derim ki: Karanlığın aydınlığa nispeten yokluk konumunda olduğu dikkate alınarak aydınlığın yaratılmasının karanlığın yaratılmasından önce olmasının anlamı açıktır. Öte yandan bu rivayette, yaratma eyleminin itaat ve günaha izafe edilmesi, insan iradesinin, insan seçme yeteneğinin geçersiz kılınmasını, olumsuzlanmasını gerektir- mez. Çünkü insan iradesinin, insanın seçme yeteneğinin geçersiz kılınması, iptal edilmesi, bizzat itaat ve günahın iptali anlamına gelir. Dolayısıyla onların yaratma eylemine konu olmasının da bir anlamı olmaz. Dolayısıyla, itaat ve günahın yaratılması ile, yüce Allah'ın evrende olan her şeye sahip olduğu, her şeyi egemenliği altında tuttuğu gibi, bu ikisine de sahip olduğu, bu ikisini de egemenliği altında tuttuğu anlatılmak istenmiştir. O'nun mülkünde, kuşatıcılığının ve egemenliğinin dışında, iradesinden ve izninden bağımsız bir şeyin meydana gelmesi mümkün müdür?!

Yaratmayı salt aracısız var etme, meydana getirme eylemiyle sınırlandırmanın da bir kanıtı yoktur. Ki yaratma bağlamında yüce Allah'a izafe edilen her şeyin, O'nun tarafından her şeyden bağımsız olarak icat edildiği anlamını ifade etsin ve örneğin, "Allah adaleti veya adam öldürmeyi yarattı" denildiğinde bu, adil insanın veya katil insanın iradesinin iptal edildiği, dolayısıyla adalet ve adam öldürmenin O'ndan başka hiç kimseyle ilgili olmadığı, aradaki tüm aracıların kaldırıldığı anlamına alınsın! Bu örnekle konunun daha iyi anlaşılacağını umuyoruz.

Kitabımız birinci cildinde, bu konuyla ilgili uzun açıklamalarda bulunduk.

Benzeri bir açıklama ile, yaratma eyleminin hayır ve şerre izafe edilmesinin gerisindeki anlam da belirginlik kazanır. Varoluşsal olgular veya eylemler bazındaki hayır ve şer bu açıdan farklılık arz etmez.

İtaatin günahtan, aynı şekilde iyiliğin kötülükten önce yaratılmış olmasına gelince; bu hususla ilgili olarak, aydınlığın karanlıktan önce olması ile ilgili olarak söylediklerimiz aynen geçerlidir. Orada demiştik ki: Bu ikisi arasındaki nispet, bir şeyin varlığı ile yokluğu arasındaki nispettir. Bir şeyin yokluğunun gerçekleşmesi, onun varoluşuyla ilintili bir olgudur. Buradan hareketle hayatın yaratılmasının ölümden önce olmasının da anlamı anlaşılmış olur.

20 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 Yine buradan hareketle, rahmetin gazaptan önce yaratılmasının da ne anlama geldiğini anlıyoruz. Çünkü rahmet, itaat ve hayırla; gazap ise, günah ve şerle ilintilidir. İtaat ve hayırsa, günah ve şerden öncedirler. Yerin gökten önce yaratıldığını ise, şu ayetten anlıyoruz: "Yeri iki günde yarattı... Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza, 'İsteyerek veya istemeyerek gelin.' dedi. 'İsteyerek buyruğuna geldik.' dediler. Böylece onları iki günde yedi gök yaptı." (Fussilet, 9-12) Güneş'in Ay'dan önce yaratıldığı yönündeki bir anlamı aşağıdaki ayetten çıkarsamak uzak bir ihtimal değildir: "Güneş'e ve onun sabahına andolsun. Onu izleyen Ay'a andolsun." (Şems, 1-2) Bugünkü bilimsel araştırmaların sonucunda ağırlıklı olarak kabul edilen görüşe göre, Dünya Güneş'ten, Ay da Dünya'dan ayrılmıştır.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Cafer b. Ahmed'den, o da Ömer Key b. Ali'den, o da Ubeydî'den, o da Yunus b. Abdurrahman'dan, o da Ali b. Cafer'den, o da İmam Musa Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Her namazın iki vakti vardır. Cuma namazının vakti de güneşin tam diklikten batı tarafına döndüğü zamandır." Sonra şu ayeti okudu: "Hamd, Allah'a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar." İmam bu-yurdu ki:

"Karanlıkla aydınlığı, zulümle adaleti denk tutuyorlar." [c.1, s.354] Ben derim ki: İmam'ın bu açıklaması, ayete ilişkin başka bir anlam şeklindedir ve bu anlamın esasını da "Rablerini" ifadesinin "denk tutuyorlar" ifadesi yerine, "inkâr edenler" ifadesiyle ilintilendirilmesi oluşturmaktadır.

el-Kâfi adlı eserde, Muhammed b. Yahya'dan, o da Ahmed b. Muhammed'den, o da İbn-i Faddal'dan, o da İbn-i Bukeyr'den, o da Zürare'den, o da Hamran'dan, o da İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: İmam'a, "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır." ayetinin ifade ettiği anlamı sordum, buyurdu ki: "Burada iki ecele işaret ediliyor; biri kesin ecel, öbürü bazı şartlara bağlı ecel." [c.1, s.147, h: 4]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Hamran'dan şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'a (a.s), "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de

En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 21

O'nun katındadır." ayetinin anlamını sordum, buyurdu ki: "Burada iki ecele işaret ediliyor. Biri bazı şartlara bağlıdır, o hususta Allah dilediğini yapar. Diğeri de kesindir." [c.1, s.354]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Mes'ade b. Sadaka'dan, o da İmam Cafer Sadık'- tan (a.s), "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'- nun katındadır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Adı konulmamış ecel, muallaktadır; bu hususta Allah dilediğini yapar. Adı konulmuş ecel ise, yüce Allah'ın Kadir Gecesi'nde, bir dahaki senenin Kadir Gecesi'ne kadar olmasını kararlaştırdığı şeylerle ilintilidir. İşte yüce Allah'ın şu sözü, bu gecede indirilen kararlarla ilgilidir: Ecelleri geldiği zaman ne bir an ertelenirler, ne de ileri alınırlar." [c.1, s.354]

Aynı eserde Hamran'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: İmam'a, "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır." ayetini sordum, buyurdu ki: "O gecede ölüm meleğine adları konularak belirlenen süreler, adı konulmuş eceldir.

Yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: 'Ecelleri geldiği zaman ne bir an ertelenirler, ne de ileri alınırlar.' Burada kastedilen ecel, Kadir Gecesi'nde ölüm meleğine adlandırılan sürelerdir. Diğer ecel ise, yüce Allah'ın iradesine bağlıdır. Allah dilerse, öne alır, dilerse erteler." [c.1, s.354]

Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de Ehlibeyt İmamlarından aktarılmıştır. Adı konulmuş ecel ve diğer belirsiz ecel ile ilgili bu manayı yukarıda sunduğumuz ayetlerden de istifade et- Tmeifşstiirk'u. l-Kummî'de şöyle deniyor: Bana babam anlattı, ona Nadr b. Süveyd anlatmış, o da Halebî'den duymuş, ona Abdullah b. Miskan İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarmış: "Hükme bağlanan ecel kesindir.

Yüce Allah onu hükme bağlar ve kesin olarak gerçekleştirir. Adı konulan ecel ise, Allah'ın dilemesine bağlıdır, dilediğini öne alır, dilediğini de erteler. Kesin olan ecel açısından öne alma veya erteleme söz konusu olmaz." [c.1, s.194]

Ben derim ki: Rivayeti aktaranlardan biri yanlışlık yapmış. Böylece anlatılmak istenenin aksine bir anlam çıkmış, adı konulmuş ecel ile öbür ecelin her biri diğerinin anlamıyla açıklanmış ki, bu bir yanılma-

22 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

dır. Kaldı ki, rivayet, ayeti tefsir etme amacına yönelik değildir. Dolayısıyla kabul edilmesinin pek sakıncası yoktur.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Husayn'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Birinci ecelden maksat, yüce Allah'ın meleklere, resullere ve nebilere bildirdiği eceldir. İkinci ecelden maksat da, yüce Allah'ın yaratılmışlardan gizlediği eceldir." [c.1, s.355, h: 9]

Ben derim ki: Bu rivayetin içeriği ile, bundan önceki rivayetlerin içerikleri arasında bir çelişki gözlemlenmektedir. Ancak "bildirdiği..." ifadesinden hareketle, bununla kastedilen hususun şu olduğunu söylemek mümkündür: Yüce Allah, adı konulmamış, belirsiz ecellerin çıkarsandığı temeli onlara bildirir; adı konulmuş kesin ecelleri ise hiç kimsenin bilgisine sunmaz, kesin ecellerin çıkarsanacağı temeli kimseye bahşetmez. Bununla birilikte yüce Allah dilediği zaman bu bilgiyi ölüm meleğine veya peygamberlerine ya da resullerine verebilir.

Tıpkı yüce Allah'ın kendine has kıldığı gayb bilgisi gibi ki yüce Allah, bu bilginin kapsamında olan bazı şeyleri, dilediği zaman resullerinden dilediği kimselere bildirebiliyor.

Tefsir'ul-Burhan'da İbn-i Babeveyh'den, o da kendi rivayet zinciriyle Müsenna el-Hannat'tan, o da Ebu Cafer'den -Muhammed b. Nu-man olabilir- şöyle rivayet eder: "İmam Cafer'den, 'O, göklerde de, yerde de Allah'tır.' ayetinin ne anlama geldiğini sordum, buyurdu ki: 'O her yerde öyledir.' 'Bizzat mı her yerdedir?' diye sordum, bana şu karşılığı verdi: Vah olsun sana! Mekânlar ölçülebilir varlıklardır. O bizzat bir mekândadır, dediğin zaman, O şu ölçülere sığıyor, gibi şeyler de söylemek durumunda kalırsın."

"Fakat O, yarattıklarından ayrıdır, onları bilgi ve kudretiyle kuşatmıştır, egemenliği tümünü kapsamına almıştır. O'nun yerde olanlara ilişkin bilgisi, gökte olanlara ilişkin bilgisinden az değildir. Hiçbir şey O'- na uzak değildir. Eşya; bilgi, kudret, egemenlik, mülk ve irade bakımından O'nun yanında eşit konumdadırlar." [c.1, s.517]

-------------------------

EN'ÂM SURESİ(Tamamı:1-165)

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 23

AYETLERİN MEALİ

4- Onlara Rablerinin ayetlerinden hiçbir ayet gelmezdi ki, ondan yüz çevirmesinler. 5- Kendilerine geldiğinde hakkı da yalanladılar. Fakat alay ettikleri şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecektir.

6- Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Hem onlara, yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik, göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık ve ırmakları ayaklarının altından akar kılmıştık. Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik ve onların ardından başka bir nesil yarattık.

7- Eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da ona elleriyle dokunsalardı, yine inkâr edenler, "Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir." derlerdi.

8- "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" dediler. Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi.

9- Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.

10- Senden önce de peygamberlerle alay edildi. Fakat içlerinden alay edenleri, alay ettikleri gerçek kuşatıverdi.

11- De ki: "Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş, bir görün."

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Ayetlerde, kâfirlerin Peygamber ile birlikte gönderilen hakkı yalanlamaları, hakkı yalanlamacı tutumlarında ısrarlı olmaları ve yüce Allah'ın ayetlerini alay konusu yapmaları hususuna işaret ediliyor. Sonra kendilerine öğüt veriliyor; korkutuluyorlar ve uyarılıyorlar. Bu arada apaçık gerçeği inkâr ederken kendilerince kanıt olarak ileri sürdükleri anlamsız, mesnetsiz gerekçelerine susturucu cevaplar veriliyor.

4) Onlara Rablerinin ayetlerinden hiçbir ayet gelmezdi ki, ondan yüz çevirmesinler.

24 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bu ayet gösteriyor ki, büyüklük kompleksi iyice ruhlarına sinmiş, nefislerinde kök salmıştır. Bunun sonucunda, Allah'ın hakka delâlet eden ayetlerinden yüz çevirirler, Allah'ın ayetlerinden hiçbirine dönüp bakmazlar, ayetler arasında bir ayırım da yapmazlar. Çünkü onlar, ayetlerin ortak hedefi olan hakkı peşinen inkâr etmişlerdir. "Kendilerine geldiğinde hakkı da yalanladılar." ayeti, onların bu karakteristik yönelimlerine işaret etmektedir.

5) ...Fakat alay ettikleri şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecektir.

Korkutma ve uyarma amacına yönelik bir ifadedir bu. Onların alay konusu yaptıkları şey, haktır. Hak ise, bir gün mutlaka üstün gelir, açığa çıkar. Haber konumundan reel bir olgu konumuna geçer. Ulu Allah bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Allah batılı yok eder, hakkı sözleriyle yerleşik kılar." (Şûra, 24) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur:

"Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır. O, elçisini hidayet ve hak din ile gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da, onu bütün dinlere üstün getirsin." (Saff, 8-9) Verdiği bir örnekte de şöyle buyurmaktadır:

"Allah, hak ve batılı böyle benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır." (Ra'd, 17)

Bilindiği gibi, hak üstünlük sağlayıp belirginleştiği zaman, mümin, kâfir, hakka itaat edenle, onu alay konusu yapan kimse aynı konumda olmazlar. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmiştir: Mutlaka zafere ulaştırılanlar, kendileri olacaktır. Ve galip gelenler, mutlaka bizim ordumuz olacaktır.

Bir süreye kadar onlardan dön. Onları gözetle; yakında göreceklerdir. Bizim azabımızı mı acele istiyorlar? Fakat azap yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur." (Sâffât, 171- 177)

6) Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Hem onlara, yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik, göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık... Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik...

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde [ayetin orijinlinde geçen "karn=nesil" ifadesi ile ilgili olarak] der ki: "Karn, aynı zamanda yaşayan kavim demektir. Çoğulu 'kurûn'dur."

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 25

Yine der ki: "Yüce Allah, 'Göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık.', 'Göğü üzerinize bol bol boşaltır.' buyuruyor. [Orijinalde geçen] 'Midrâr' kelimesinin aslı 'derr' ve 'dirre'dir ve süt anlamına gelir. Bu kelime, devenin isimleri ve sıfatlarının istiare yollu başka anlamlarda kullanılmasından hareketle yağmur anlamında kullanılmıştır. Araplar, 'Lillahi derruhu=Ne cömert adam!' ve 'Derre derruke=Hayırlı olsun, ne güzel yaptın!' derler. Yine aynı sanatın bir yansıması olarak, 'Lissuki derretun=Çarşı ilgi gördü, bol alışveriş yapıldı.' derler." (el-Müfredattan alınan alıntı burada sona erdi.)

"Hem onlara, yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik." Burada, önceki üçüncü çoğul şahıs sıygasını esas alan ifade tarzından ikinci çoğul şahıs sıygasına yönelik bir dönüş yapılıyor. İfade tarzı bazındaki bu değişikliğin zahirî gerekçesi, zamirin döneceği yerle ilgili kapalılığı gidermektir. Eğer "size vermediğimiz imkânları..." ifadesinde ikinci çoğul şahsa geçiş yapılmış olmasaydı, ayetin akışından zamirin, "Hem onlara... imkânları vermiştik." ifadesindeki zamirin dönük olduğu yere dönük olduğu vehmi uyanırdı. Yoksa, surenin girişini baz alırsak, ifade tarzının aslını, üçüncü şahıs sıygası oluşturmaktadır.

Daha önce de, "O, sizi çamurdan yarattı..." ifadesi itibariyle gerçekleştirilen hitap değişikliğinin nedenleriyle ilgili olarak açıklamada bulunmuştuk.

"Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik..." ifadesi gösteriyor ki, insanların uğradıkları genel nitelikli musibet ve sıkıntılar üzerinde onların işledikleri kötülüklerin ve günahların etkisi vardır. Aynı şekilde, işlenen iyiliklerin ve ibadetlerin de, bol nimetlere kavuşma ve bereketlerin yağması üzerinde etkili olduğunu ifade eden birçok ayet vardır.

7) Eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da ona elleriyle dokunsalardı, yine... derlerdi.

Bu ifade, ruhlarında taşıdıkları büyüklük kompleksinin iflâh olmaz bir düzeye ulaştığını göstermektedir. Öyle ki üzerlerine gökten kâğıda yazılı bir kitap indirilse, bu kitaba elleriyle dokunsalar, görme ve işitme duyularıyla onun bir kitap olduğunu algılasalar, bu algılama hususunda duyu organları birbirlerini onaylasa, yine de faydası olmaz. O

26 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

zaman diyeceklerdir ki: "Bu apaçık bir büyüdür." Dolayısıyla onların, "Sen bizim üzerimize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin çıkmana da inanmayız." (İsrâ, 93) şeklindeki boşboğazca sarf ettikleri sözlerini de ciddiye almamak gerekir.

"Kâğıt üzerine yazılı bir kitap" ifadesinde "kitap" sözcüğünün belirsiz bırakılması, bu kitabın ancak bölüm bölüm ve aşamalı olarak indirilebilecek bir kitap olabileceğini anlatmak içindir. Kitabın kâğıt üzerinde yazılı olmakla kayıtlandırılması ise, yaptıkları öneriye yakın ve içlerindeki kuşkuları giderici özellikte olması içindir. Çünkü onların zihninde Peygamber efendimize (s.a.a) inen ayetlerin, aslında onun kendi düşüncesinin ürünü olduğu yönünde fikirler dolaşıyordu. Onlara göre, bu ayetleri Emin Ruh (Cebrail) Peygamber'e indirmiyordu. Oysa yüce Allah, ayetlerin Emin Ruh tarafından indirildiğini belirtmiştir: "Onu Emin Ruh indirdi; senin kalbine; uyarıcılardan olman için; apaçık Arapça bir dille." (Şuarâ, 195)

8) "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" dediler. Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi.

"Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" demeleri, akıllarınca Peygamber efendimizi (s.a.a) zor duruma düşürmek, âciz kılmak içindir.

Oysa Peygamberimiz (s.a.a) kendilerine okuduğu ayetlerin değerli bir melek tarafından Allah katından kendisine indirildiğini haber vermişti. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "O, değerli bir elçinin sözüdür. O elçi güçlüdür, arşın sahibi katında yücedir. Orada itaat edilen, güvenilendir." (Tekvîr, 19-21) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.

Şu hâlde, onların bir meleğin indirilmesini istemeleri, yüce Allah'ın onlardan aktardığı sözlerden algıladığımız kadarıyla şu iki hedeften birine yöneliktir:

Birincisi: Kendilerine bir melek indirilsin ve bu melek Peygamberimizin (s.a.a) kendilerini korkuttuğu azabı bir an önce getirsin. Nitekim aşağıdaki ayetlerde Peygamber efendimizin onları semavî bir azapla tehdit ettiği anlatılmaktadır: "Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Ben sizi Ad ve Semud'un başına düşen yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyardım."

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 27

(Fussilet, 13) "De ki: O, büyük bir haberdir... Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor." (Sâd, 67-70)

Meleğin indirilmesi; gaybın, görünmezin, görünene, gözlemlenene dönüşmesi anlamına geleceğinden ve bundan sonra da yapılacak bir şey kalmayacağından, inanmayacak olurlarsa -ki içlerinde değişmez bir karaktere dönüşen büyüklük kompleksi yüzünden kesinlikle inanmayacaklardır- aralarında adalet ilkesi uyarınca hükmedilecektir.

Bu demektir ki, helâk edilmeleri kaçınılmaz olacaktır. Nitekim yüce Allah buna şu ifadelerle işaret etmiştir: "Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi." Kaldı ki, madde ile yatıp kalkan, doğa yurdunda yaşayan insanlar, kendilerine melekler inse ve melekler aralarına karışsa, yine de onları çıplak gözlerle görmeye güç yetiremeyeceklerdir. Çünkü insanların yaşadıkları ortam meleklerin yaşadıkları ortamdan farklıdır. Eğer insanlar meleklerin bulundukları ortama geçecek olurlarsa bu, içinde bulundukları maddî ortamın ötesine taşınmalarıyla mümkün olabilir ki, bunun adı ölümdür. Nitekim yüce Allah bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, 'Bize melekler indirilmeli değil miydi? Yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?' dediler.

Andolsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar. Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur ve onlara, 'Size sevinmek yasaktır yasak!' derler." (Furkan, 21-22) Burada işaret edilen ortam, ölüm veya ölüm sonrası yaşamdır. Bunu şu ifadeden anlıyoruz: "O gün cennet halkının kalacakları yer daha iyi, dinleyip safa sürecekleri yer daha güzeldir." (Furkan, 24)

Yüce Allah, bu ayetin hemen arkasında, ifadenin zahirinden, ahiret gününün kastedildiği anlaşılan bir ayette de şöyle buyuruyor: "Göğün bulutları parçaladığı ve meleklerin bölük bölük indirildiği gün, işte o gün, gerçek mülk, Rahman'ındır ve o gün, kâfirler için çetin bir gündür." (Furkan, 25-26) Belki de şu ayette de bunu kastediyorlardı: "Yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin." (İsrâ, 92)

Kısacası, "Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olurdu..." ifadesi, onların kendilerine azap edecek meleğin indirilmesi yönündeki

28 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

önerilerine bir cevap niteliğindedir. Yüce Allah'ın İslâm ümmetine yönelik azap erteleme vaadini de bu ifadelerle bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Yûnus Suresi'nde yer alan bazı ayetlerde bu hususa şöyle işaret edilmiştir: "Her ümmetin bir elçisi vardır; elçileri gelince aralarında adaletle hükmolunur, onlara hiç haksızlık edilmez.

Diyorlar ki: 'Doğru söylüyorsanız, bu bizi tehdit ettiğiniz azap ne zaman?' diyorlar. De ki: 'Ben kendime dahi, Allah'ın dilediğinden başka, ne bir zarar, ne de bir yarar verme gücüne sahip değilim. Her ümmetin bir süresi vardır...' 'Sahiden o gerçek midir?' diye senden soruyorlar? De ki: Evet, Rabbim hakkı için, o gerçektir. Siz onu önleyemezsiniz." (Yûnus, 47-53) Aynı anlamı içeren başka birçok ayet vardır. İnşaallah başka bir sureyi tefsir ederken bu hususta yeterli açıklamalarda bulunacağız.

Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Oysa sen içlerinde bulunduğu sürece Allah, onlara azap edecek değildir ve onlar istiğfar ediyorlarken de Allah, onlara azap edecek değildir." (Enfâl, 33) Buna göre, ayetten şu anlam çıkıyor: Onlar, üzerlerine melek indirilmesini istiyorlar, ama biz onların bu isteklerine cevap vermeyeceğiz. Çünkü eğer melek indirilecek olursa, işleri bitmiş olur ve artık bekletilmezler.

Oysa yüce Allah, onların bir süre bekletilmelerine hükmetmiştir. Daldıkları hayatlarına bir süre daha dalsınlar, ta ki kendileri için öngörülen gün gelip çatıncaya kadar. O gün istedikleri eksiksiz yerine getirilecek ve Allah aralarında adalet ilkesine göre hükmedecektir.

Ayetin anlamının başka bir şekilde algılanması da mümkündür. Buna göre onlar, üzerlerine bir meleğin indirilmesini, kendilerine azap indirmesi için değil, Peygamberin sunduğu mesajın doğruluğuna işaret olması için istemiş olabilirler. Bu ihtimale göre onlara verilen cevapla söylenmek istenen de şudur: Üzerlerine melek de indirilse, yine de içlerinde kökleşen alçak tıynetten ve büyüklük kompleksinden dolayı inanmayacaklardır. O zaman da aralarında adalet ilkesi doğrultusunda hüküm verilerek işleri bitirilecek ve kendilerine mühlet verilmeyecektir. Onlarsa böyle bir şeyi istemezler.