EL-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN.c:8 EL-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN.c:8
ARAF SURESİ 1-206.Ayetlerin Mealİ
Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla
1- Elif, Lâm, Mîm, Sâd.
2- (Bu Kur'ân,) kendisi ile (insanları) uyarasın ve müminlere bir hatırlatma olsun diye sana indirilen bir kitaptır. O hâlde bundan dolayı sakın göğsün daralmasın.
3- Rabbiniz tarafından size indirilen mesaja uyun; O'nun dışında başka veliler edinip peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!
4- Biz nice kentleri yok ettik; azabımız onları geceleyin veya öğle uykuları sırasında yakalayıverdi.
5- Azabımız onları yakaladığı andaki tek feryatları, "Biz gerçekten zalimdik." demekten ibaret oldu.
6- Hiç şüphesiz, kendilerine (peygamber) gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen (peygamber)leri de sorguya çekeceğiz.
7- (Yanılmaz) bir bilgi ile onlara (her şeyi) anlatacağız. Biz, hiçbir zaman onlardan gaip değildik.
8- O gün tartı haktır. Kimlerin tartıları ağır gelirse, işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.
9- Kimlerin de tartıları hafif kalırsa, işte onlar, ayetlerimiz karşısında takındıkları zalimce tutumları yüzünden kendilerini ziyan edenlerdir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu sure, "Elif, Lâm, Mîm" harfleriyle başlayan surelerin amacının yanında, "Sâd" harfiyle başlayan surenin amacını da taşıyor. İnşaallah "Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kaf" (Şûrâ) Suresi'nin başında yapacağımız geniş açıklamaya kadar okuyucu bu konuyu hatırında tutsun.
Bu sure, Allah'a kulluk edeceğine, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayacağına dair Allah'ın insanlardan almış olduğu sözü temel almış gibidir. Milletler ve nesiller boyunca insanlığın gelişme süreci içinde bu taahhüt macerası inceleniyor. İnsanların çoğu, bu taahhüdü ya bozdu ya unuttu. Kendilerine bu sözlerini hatırlatan ayetler veya bu taahhüde çağıran peygamberler geldiğinde, ayetleri inkâr edip peygamberlere zulmettiler. Bu taahhüdü insanların çok azı hatırladı.
Şöyle ki, insanların Allah'a verdikleri bu söz, dinî çağrıların içeriklerinin özetidir. Bu çağrı insanlara indiğinde -insanların kabul ve reddetme yetenekleri farklıdır- indiği yerlere ve insanların içinde bulundukları durumlara ve şartlara bağlı olarak kaçınılmaz olarak değişik sonuçlara yol açtı. Fıtratın özüne bağlı kalan temiz vicdanlarda Allah'a ve onun ayetlerine iman etme sonucunu doğururken çoğunluğu oluşturan, toprağa yapışık ve dünyevî arzulara batmış nefislerde bunun tersine küfre ve isyana yönelmeyi doğurdu.
Bunun sonucu, müminler için özel ilâhî lütuflardır. Dünyada başarı, destek ve fetih; ahirette ise cehennemden kurtuluş, cennete ve oranın çeşitli nimetlerine kavuşma gibi. Bu sürecin kâfirlere yönelik sonucu ise, ilâhî gazap ve toplu helâke yol açan azaptır. Bu azapla soyları kurur, ocakları söner, tarihî bir hatıra olurlar ve parçalanarak dağılırlar. Ahiretteki azapları ise, daha perişan edici olur, hiçbir yardım edici bulamazlar.
Bu, Allah'ın kulları arasında geçmişte işleyen ve gelecekte de yürürlükte kalacak olan değişmez kanunudur. Hüküm veren Allah'tır, O'nun hükmünü gözden geçirecek kimse yoktur ve O, doğru yol üzeredir.
Bu kanunun ayrıntıları, Allah'a ve O'nun ayetlerine inanmaya çağırmak maksadı ile bir kavme anlatıldığı zaman, bu iş, onlara yönelik bir uyarma olur. Müminlere anlatıldığı zaman ise, onlar Rableri ve O'nun yüceliği hakkında belirli oranda bilgi ve marifet sahibi olduklarına göre, bu iş, onlara Allah'ın ayetlerini hatırlatmak ve gerektirdiği bilgileri öğretmek olur. Bu gerekli bilgiler; Allah'ı, O'nun güzel isimlerini, yüce sıfatlarını, dünyada ve ahirette geçerli olan kanunlarını bilmektir. Surenin ikinci ayetindeki "(bu Kur'ân) kendisi ile (insanları) uyarasın ve müminlere bir hatırlatma olsun diye..." ifadesi, buna işaret ediyor. Yani Kur'ân'ın amacı uyarma ve hatırlatmadır.
Bu sure -tartışmalı birkaç ayetin dışında- Mekke döneminde inen bir sure olduğu için, doğal olarak sözü, müşriklere ve Resul-i Ekrem'e (s.a.a) inanmış bir avuç kişiye yöneltmektedir. Nitekim başındaki ve sonundaki ayetlerde bunu gözlemlemekteyiz. Fakat buna rağmen, içerdiği deliller, öğütler ve ibret dersleri, Âdem Peygamber (a.s) ile İblis'in kıssası, Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb ve Musa peygamberlerin (hepsine selâm olsun) kıssaları ile bütün insanlara yönelik bir uyarıdır. Aynı zamanda müminlere yönelik de bir hatırlatmadır; onlara Allah'a, ahirete ve Allah'ın ayetleri niteliğindeki gerçeklere dair bilgileri içeren imanlarının özetini hatırlatmaktadır.
Bu sure, aynı zamanda ilâhî bilgilerin bazı seçkin örneklerini de içeriyor. Şeytanın ve yardakçılarının tanıtımı, kıyametin, mizanın, A'-raf'ın, zer (çekirdek) âleminin, Allah'a verilen sözün, Allah'ı zikredenlerin, arşın, ilâhî tecellinin, Allah'ın güzel isimlerinin, Kur'ân'ın bir tevili olduğunun anlatılması gibi.
Yine bu surede, özet hâlinde bazı farzlara ve haramlara da değiniliyor. Şu ayetlerde olduğu gibi: "De ki: Rabbim bana ölçülü ve dengeli olmayı emretti." (29. ayet) "De ki: Allah sadece açık-gizli bütün çirkin işleri... haram etmiştir." (33. ayet) "De ki: Allah'ın, kulları için çıkardığı ziynetini ve temiz rızkları kim haram kılmıştır?" (32. ayet) Buradan bu surenin, içinde "De ki: Bana vahyolunanda... Allah'tan başkası adına boğazlanmış bir hayvan dışında, yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum." (En'âm, 145) ayetinin bulunduğu En'âm Suresi'nden önce indiğini anlayabiliriz. Çünkü bu ayetten anlaşıldığına göre, istisna edilen haramlar dışındaki yiyeceklerin mubah olduğuna ilişkin hüküm bu sureden önce inmiştir ve bu ayet o hükme işaret etmektedir.
Şu da var ki, bu surede yer alan hükümler ve şeriat kuralları, En'-âm Suresi'ndeki "De ki: Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım." (En'âm, 151) ayetinde açıklanan hükümlerden ve kurallardan daha kısa ve özet niteliğindedir. Bu da, bu surenin En'âm Suresi'nden önce indiğini teyit eder. Çünkü İslâm'ın bilinen hüküm koyma yönteminde, özetten ayrıntıya doğru giden bir tedricîlik vardır.
1-2) Elif, Lâm, Mîm, Sâd. (Bu Kur'ân,) kendisi ile (insanları) uyarasın ve müminlere bir hatırlatma olsun diye sana indirilen bir kitaptır. O hâlde bundan dolayı sakın göğsün daral-masın.
Ayette "kitap" nekire (belirtisiz isim) olarak geçiyor ve Peygamberimize indirilmiş olmak sıfatı ile sıfatlandırılıyor, fakat kimin onu indirdiği söylenmiyor. Bütün bunlar, (kitabı ve onu indireni) yüceltmeye yönelik ifade özellikleridir. Ardından bir sonuçlandırma olarak "O hâlde bundan dolayı sakın göğsün daralmasın." buyurulması, kitabın ve onu indirenin niteliğine bir dereceye kadar belirlilik getiriyor. Sanki şöyle denmek isteniyor: Bu kitap, Rabbinin sana indirdiği ve Allah'ın ayetlerini anlatan mübarek bir kitaptır. Bu kitap yüzünden göğsün (ruhun) sıkılmasın. Çünkü eğer bu kitap başka bir kitap olsaydı ve Rabbin sana onu sunsaydı, onu tebliğ etmenin ve içerdiği hidayete insanları çağırmanın zorluğu ve mihnetinden dolayı göğsünün daralmaya, ruhunun sıkılmaya hakkı vardı.
"kendisi ile uyarasın… diye" ifadesi, indirme ile bağlantılıdır ve gaye işlevi taşır. "müminlere bir hatırlatma olsun diye" ifadesi de öyledir. Hatırlatmanın sadece müminlere tahsis edilmesi, uyarmanın hem onları, hem de onlar dışında kalan bütün insanları kapsadığına delildir. Buna göre ifadenin anlamı şudur: Bu kitap, onunla bütün insanları uyarasın diye sana indirildi. O, aynı zamanda özellikle müminler için bir hatırlatmadır. Çünkü müminler bu kitaptaki ayetler ve ilâhî bilgiler sayesinde Rablerinin yüceliğini hatırlarlar ve böylelikle imanları artar ve sevinç duyarlar. Genel olarak insanlara gelince; bu kitap, Allah'ın ahirette zalimlere yönelik gazabını ve azabını içeren ayetleri ve dünyada eski ümmetlerin hikâyelerinde anlatıldığı gibi zalimleri ortadan kaldıracağı yönündeki haberleri aracılığı ile onlar üzerinde sadece uyarı etkisi meydana getirir.
Bazı tefsirciler, "kendisiyle uyarasın... diye" ifadesinin göğüs daralması ile bağlantılı olduğunu ve ifadenin anlamının, "bu kitap ile uyarma konusunda göğsün daralmasın." şeklinde olduğunu söylemişlerdir.[1] Fakat yaptığımız açıklamalardan, bu görüşün ayetin metni ile bağdaşmadığı ortaya çıkıyor. Üstelik daha önce söylediğimiz gibi bu ifadeyi, "müminlere bir hatırlatma olsun diye" ifadesinin izlemesi, söz konusu ihtimali ortadan kaldırmaktadır.
Bazı tefsirciler de, buradaki "müminler" tabiri ile, ayetin indiği sırada fiilen iman etmiş olanların yanı sıra, Allah'ın ileride iman edeceğini bildiği kimselerin de kastedildiğini ileri sürüyorlar ki, bu görüş de ayetle uyuşmaz. Çünkü ayette sözü edilen hatırlatma, sadece fiilen mü-min olanlar hakkında gerçekleşebilir.
3) Rabbiniz tarafından size indirilen mesaja uyun; O'nun dışında başka veliler edinip peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!
Yüce Allah, bir önceki ayette Kur'ân'ın insanları uyarmak maksadı ile Peygamberimize (s.a.a) indirilmiş bir kitap olduğunu bildirdiği için, Peygamber'e (s.a.a) yönelik hitabı bu ayette insanlara yönelterek uyarma işine başlıyor. Çünkü uyarma işi, normalde uyarılanlara hitap edilerek yapılır. Öte yandan Hz. Peygamber'e (s.a.a) hitap etmekteki maksat da gerçekleşmiştir.
İnsanlara, Allah tarafından kendilerine indirilen mesaja uymaları emredilerek hitap ediliyor. Bu mesaj, hak inanç ve hak ameli, yani Allah'a ve O'nun ayetlerine iman etmeyi ve salih amel işlemeyi emreden Kur'ân'dır. Bu hak inanç ve hak amel, Allah'ın Kur'ân'da uyulmasını emrettiği ve terk edilmesini yasakladığı iki görevdir. "Rabbiniz tarafından size indirilen mesaja uyun." cümlesi, kinayeli bir ifadedir. Bu ifade ile istenen şey, Allah'ın veliliği altına girmektir. Bunun delili, "O'nun dışında başka veliler edinip peşlerinden gitmeyin." cümlesidir. Çünkü verilen emrin tersinin ne olduğu bildirilirken, "Size indirilen mesajın dışında başka mesaja uymayın." denmiyor.
Buna göre ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Sayıları çok olan Allah'tan başkalarına uyup onları Allah dışında veliler edinmeyin. Ne da az öğüt alıyorsunuz! Çünkü eğer öğüt alıp düşünseydiniz, rabbinizin Allah olduğunu, O'ndan başka rabbinizin olmadığını ve dolayısıyla O'nun dışında başka velilerinizin olmadığını anlardınız.
4) Biz nice kentleri yok ettik; azabımız onları geceleyin veya öğle uykuları sırasında yakalayıverdi.
Bu ayet, insanlara Allah'ın eski ümmetlerin müşrikleri hakkında işleyen kanununu hatırlatıyor. O milletler, Allah dışında veliler edindikleri için geceleyin veya gündüzün, başlarına indirilen bir azapla helâk edildiler ve başlarına azap inince zalim olduklarını itiraf ettiler.
Ayetin orijinalinde geçen "beyât" kelimesi, "tebyit", yani "geceleyin düşmana yürümek" anlamındadır. "Kailûn" ise, "kaylûle" kökünden, "gündüzün orta saatlerinde uyumak" anlamındadır. "Gece veya gündüz" demek yerine, "Geceleyin veya öğle uykuları sırasında" şeklinde bir ifade kullanılması, galiba adamlar uykuya dalmışken, kendilerini pusuda bekleyen şiddetli ilâhî azaptan habersizlerken Allah'ın azabına yakalandıklarına işaret etmek içindir.
5) Azabımız onları yakaladığı andaki tek feryatları, "Biz gerçekten zalimdik." demekten ibaret oldu.
Bu ayet, önceki ayetteki hatırlatmayı pekiştiriyor. Şunu açıklıyor: İnsan eğer Allah dışında veliler edinerek O'na ortak koşarsa, bu tutumu ile içinden, vicdanı ile zalimlik ettiğini fark eder. Eğer bu zalimliği isteyerek itiraf ederek Rabbinin yüceliğine boyun eğmez ise, Allah bu itirafı ondan azabın dehşeti ile alır. Bu, Allah'ın kesin kanunudur. Buna göre, müşrik kişi zulmünü kendi isteği ile itiraf etsin; yoksa bu itiraf kendisinden zorla alınacaktır.
6) Hiç şüphesiz, kendilerine (peygamber) gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen (peygamber)leri de sorguya çekeceğiz.
Daha önceki ayetler şunu bildiriyordu: İnsanlar Allah'ın birliğine iman etmekle yükümlü, O'nun dışında veliler edinmemekle görevlidirler. Yaptıkları yanlarında kalmayacak ve keyifleri ile baş başa bırakıl-mayacaklardır. Böyle olunca onlar emredildikleri imandan ve iyi amelden, yükümlü oldukları doğru söz söyleme ve doğruyu yapma zorunluluğundan sorumludurlar. Bu emrin ve yükümlülüğün iki tarafı vardır. Biri insanlara gönderilen peygamber ve öbürü kendilerine pey-gamber gelen insan topluluğu. Bundan dolayı az önceki kentleri yok etme ve müşriklere zalimliliklerini itiraf ettirme açıklamasının sonucu olarak, "Hiç şüphesiz, kendilerine peygamber gönderilenleri de sorgu-ya çekeceğiz, gönderilen (peygamber)leri de sorguya çekeceğiz." ayetine yer verilmiştir.
Bundan anlaşılıyor ki, "kendilerine peygamber gönderilenler"den maksat, insanlar ve "gönderilenler"den maksat da peygamberlerdir. Bazıları "kendilerine gönderilenler"den peygamberlerin ve "gönderilenler"den de meleklerin kastedildiğini ileri sürmüşlerdir. Fakat bu görüş, sözün akışı ile bağdaşmaz. Çünkü müşriklerden söz edildiği hâlde onları sorgu kapsamı dışına çıkarmak anlamsızdır. Üstelik bir sonraki ayet de bu görüşle bağdaşmaz. Ayrıca önceki açıklamada da ne doğrudan ve ne dolaylı biçimde meleklere değinilmemiştir.
7) (Yanılmaz) bir bilgi ile onlara (her şeyi) anlatacağız. Biz, hiçbir zaman onlardan gaip değildik.
Bir önceki ayette insanların, Rablerinin gözetimi ve tedbiri altında oldukları belirtilmişti. Bu denetimin sonucu olarak yaptıklarından sor-guya çekilerek yaptıklarının karşılıkları ile baş başa bırakılacaklardır. Bunun gerçekleşebilmesi için sorguya çeken makamın insanların yaptıklarını bilmesi gerekir. Çünkü sürekli hüsran ve ebedî helâk tehdidi ile özdeşleşen böylesine zor bir durumdaki bir kişinin kendine fayda sağlamak ve uğrayacağı zararı başından savmak için yalan söylemeyeceğinden emin olunamaz.
Bundan dolayı yüce Allah, "(Yanılmaz) bir bilgi ile onlara (her şeyi) anlatacağız." cümlesini, sorgulama açıklamasının sonucu olarak sunmuştur. Bu ifadede "ilim=bilgi" kelimesi belirsiz isim olarak kullanmıştır. Maksat, bu bilginin şanını yüceltmek, hataya düşmezliğini ve yanılmazlığını vurgulamaktır. Bundan dolayı bu cümle, arkasından gelen "Biz, hiçbir zaman onlardan gaip değildik." cümlesiyle pekiştiriliyor. Maksat, Allah'ın onları sürekli göz önünde tuttuğunu, hiçbir zaman onlardan habersiz kalmadığını, başlarına amellerini yazmakla görevli melekler dikmenin yanı sıra, bizzat kendisinin her şeyi bilgisi ile kuşatmış olduğunu vurgulamaktır.
8-9) O gün tartı haktır. Kimlerin tartıları ağır gelirse, işte onlar, kurtuluşa erenlerdir...
Bu iki ayet, tartı işleminden haber veriyor. Bu işlem, amelleri veya amellerin sahipleri olan insanları amelleri bakımından tartmaktır. Bunun delili, "Kıyamet günü adalet tartılarını kurarız... Hesap görücü olarak biz yeteriz." (Enbiyâ, 47) ayetidir. Bu ayette bu tartma işleminin, amellerin hesabının görülmesinin bir parçası olduğu bildiriliyor. Bu hususu, "O gün insanlar ayrı ayrı gruplar hâlinde Allah'ın huzuruna çıkarlar ki, yaptıkları kendilerine gösterilsin. Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmış ise, onu görür ve kim zerre ağırlığınca kötülük yapmış ise, onu görür." (Zilzâl, 6-8) ayetleri daha açık bir şekilde ifade etmektedir. Çünkü bu ayetlerde gerek iyi, gerek kötü amelden söz edilirken onun için bir ağırlıktan bahsediliyor.
Kısacası; tartılan ameldir, yoksa ameli işleyen kişi değildir. Dolayısıyla ayette iyilik ve kötülük şıkları ile amelin bir ağırlığı olduğu belirtiliyor. Fakat, "Bunlar, Rablerinin ayetlerini ve O'nun huzuruna çıkacaklarını inkâr edenlerdir. Bu yüzden onların (iyi) işleri geçersiz olmuştur. Artık onlar için kıyamet günü tartı kurmayız." (Kehf, 105) ayeti, amellerin geçersiz sayılmaları hâlinde -bu konuya ikinci ciltte değinmiştik- tartıya alınmayacağını bildiriyor. Buna göre, sadece yaptıkları geçersiz sayılmamış olanların amelleri tartıya alınır.
Buna göre, geçersiz sayılmayan iyi ve kötü ameller için tartılacak bir ağırlık söz konusudur. Fakat ayetler, iyilikler ve kötülükler için bir ağırlık öngörmekle beraber bu ağırlığı izafî bir ağırlık olarak öngörürler ve nihaî hükmün bu izafî ağırlığa göre verileceğine delâlet ederler. Yani, bu ayetlerden, iyiliklerin tartının ağır çekmesini, kötülüklerin ise tartının hafif çekmesini gerektirdiği anlaşılmaktadır. Yoksa ayetlerden, "İyilikler tartılır ve ağırlıkları belirlenir. Arkasından kötülükler tartılarak onların da ağırlıkları tespit edilir. Sonra iki ağırlık karşılaştırılır; hangisi daha fazla ise ona göre hükmedilir. Eğer iyiliklerin ağırlığı daha fazla ise cennetle, eğer kötülüklerin ağırlığı daha fazla ise cehennemle hükmedilir." şeklinde bir şey anlaşılmamaktadır. Ki böyle bir şey olsaydı, o zaman dünyada bizim kullandığımız terazilerde ve kantarlarda olduğu gibi, iki ağırlığın denk olması ihtimalinin de söz konusu olması gerekirdi.
Oysa ayetlerden anlaşılana göre, iyilik tartıda ağır olarak görülürken, kötülük hafiflik olarak ortaya çıkar. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Kimlerin tartıları ağır gelirse, işte onlar, kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif kalırsa, işte onlar, ayetlerimiz karşısında takındıkları zalimce tutumları yüzünden kendilerini ziyan edenlerdir." [A'râf, 8-9] "Kimlerin tartıları ağır gelirse, işte onlar, kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif kalırsa, işte onlar, kendilerini ziyan edenler ve temelli olarak cehennemde kalacak olanlardır." (Mü'minûn, 103) "Kimin tartıları ağır gelirse, o memnun edici hayat içindedir. Ki-min de tartıları hafif gelirse, onun anası (yeri) haviyedir. Onun (havi-yenin) ne olduğunu sen ne bileceksin? O, kızgın bir ateştir." (Karıa, 11) Görüldüğü gibi bu ayetler, her zaman iyilikler için ağırlıktan, kötülükler içinse hafiflikten söz ediyor.
Buradan anlıyoruz ki, amellerin tartılmasında kullanılan başka bir kriter vardır ki, ağırlık ona aittir. İyi amel, bu kritere uyar ve onunla tartılır. Tartının ağır gelmesinin anlamı budur. Kötü amel ise, bu kritere uymaz, onunla tartılmaz. Tartının hafif kalmasının anlamı da budur. Nitekim aynı durumu, kullandığımız tartı araçlarında da görürüz. Bu araçlarda ağırlık birimi olan bir ölçü bulunur. Mıskal gibi. Bu ölçü terazinin bir kefesine, tartılacak eşya ise öbür kefesine konur. Eğer tartılan eşyanın ağırlığı ölçünün ağırlığına denk gelirse, mesele yok, eşya alınır; denk gelmez ise, alınmaz, bırakılır. Gerçekte tartı, kendisi ile eşyanın ağırlığı belirlenen mıskaldir. Terazi, kantar ve baskül ise, mıs-kalin tartılan eşyanın ağırlığını belirlemesine yardımcı olan araçlardır. Nitekim zira' veya metre gibi bir uzunluk birimiyle de eşyanın uzunluğu ölçülür. Eğer ölçülen uzunluk, bu birim ile aynı uzunlukta olursa, mesele yok, kabul edilir; aynı uzunlukta olmazsa, bırakılır.
Aynı şekilde, ameller için de bir ölçü birimi vardır, ameller bununla ölçülür. Meselâ namazın ölçülmesinde kullanılan bir ölçü birimi vardır. Bu, eksiksiz namazdır ve gerçek namaz odur. Zekâtta ve infakta da aynı durum geçerlidir. Sözün ölçü birimi de batıl içermeyen gerçek sözdür. Bu kural, "Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öylece korkup sakının." (Âl-i İmrân, 102) ayetinde işaret edildiği üzere bütün ameller için geçerlidir.
Bu açıklamaya göre, "O gün tartı haktır." ifadesinden kastedilen anlam şudur: Amellerin tartılmasında o gün kullanılan ölçü, haktır. Ameller ne kadar hak içeriyorlarsa, o kadar muteber ve değerli olurlar. İyilikler, hakkı içerdikleri için ağırlıkları olur. Buna karşın kötülükler, batıldan başka bir şey olmadıkları için ağırlıkları olmaz. Yüce Allah o gün amelleri hak ile tartar. Amellerin içerdikleri hak oranı, onların ölçüsü ve ağırlığı olur.
"Yer, Rabbinin nuru ile parlar, kitap ortaya konur, peygamberler ve şahitler getirilir ve aralarında hak ile hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez." (Zümer, 69) ayetinde işaret edilen hak ile hükmetme işlemi herhâlde budur. O gün hüküm vermek için ortaya konacağı bildirilen kitaptan maksat, "Bu bizim kitabımızdır. Size hakkı söyler." (Câ-siye, 29) ayetinde sözü edilen kitaptır. Söz konusu kitap, hakkı ve ameldeki oranını belirler. Tartı da ağırlığın miktarını ortaya koyar.
Buna göre ayetteki "vezn=tartı", tartmak anlamında değil, tartmaya yarayan ağırlık anlamında kullanılmıştır. "Kimlerin tartıları ağır gelirse" ve "Kimlerin de tartıları hafif kalırsa" cümlelerinde tartıların çoğul olarak kullanılmasının sebebi ise şudur: Bir kişinin o gün çok sayıda tartısı olacaktır. Çünkü ameller değiştikçe, onları tartacak hak da (kriter de) değişecektir. Meselâ, namazla ilgili gerçek namazdan ibaret olan hak, zekât, oruç, hac ve diğer ibadetlerle ilgili haktan başkadır. Bu açıktır. Az önceki açıklamadan çıkan sonuç budur.
Tefsircilerin çoğu ise, "O gün tartı haktır." cümlesinin anlamı hakkında şöyle demişlerdir: "Cümledeki 'el-vezn' kelimesi müpteda, 'yevmeizin' kelimesi (zaman bildiren) zarf, ve 'el-hak' kelimesi ise (mahzuf olan) 'el-vezn' kelimesinin sıfatı ve müptedanın haberidir. Buna göre cümlenin anlamı şöyle olur: O gün tartı, hak tartıdır, yani adalettir." Bu anlamı, "Kıyamet günü adalet tartılarını kurarız. " (Enbiyâ, 47) ayeti de doğrulamaktadır.
Bazı tefsircilerin dediklerine göre ise, ayetteki "el-vezn" kelimesi müptedadır ve "yevmeizin" ifadesi bu müptedanın haberi ve "el-hak" kelimesi "el-vezn" kelimesinin sıfatıdır. Buna göre cümlenin anlamı, "Hak tartı, ancak kıyamet günündedir." şeklindedir.[2]
el-Keşşaf tefsirinin yazarı ise şöyle diyor: "el-Vezn kelimesi müp-tedadır, 'yevmeizin' onun haberi ve 'el-hak' kelimesi onun sıfatıdır. Yani: 'Tartı, Allah'ın ümmetleri ve onlara gönderilen peygamberleri sorguladığı gündedir.' Hak tartıdan maksat da, adalettir." (el-Keşşaf-tan alınan alıntı burada sona erdi.)[3] el-Keşşaf'ın açıklama amaçlı son cümlesinin orijinal metninde bir tuhaflık var ki, ancak yukarıdaki şekilde anlamlandırdığımız takdirde ortadan kalkar.
"Kimlerin tartıları ağır gelirse" ifadesinin orijinalindeki "meva-zîn", önceki açıklamalarımızdan anlaşılacağı gibi "mizan"ın çoğuludur. Az önce yer verdiğimiz "Kıyamet günü biz adalet tartılarını kurarız." ayeti de bunu teyit eder. Ama çoğu tefsircilerin, "O gün tartı haktır." cümlesine verdiği anlama en uygun gelen ihtimal, bu ifadedeki "mevazîn" kelimesinin "mevzun=tartılan" kelimesinin çoğulu olmasıdır. "Mevzun=tartılan" ise amelden ibarettir. Gerçi bu kelimeyi "mizan=tartı, terazi" kelimesinin çoğulu kabul etmek ve tartıların (terazilerin) çok sayıda olmasını, tartılan amellerin çok sayıda olması ile izah etmek de mümkündür.
Fakat çoğu tefsircilerin "hak tartı"nın "adalet"ten ibaret olduğu yönündeki görüşüne göre, iyiliklerin tartıların ağır gelmesine, kötülüklerin de tartıların hafif kalmasına sebep olduğunun nasıl tasavvur edilebileceği hususunda söylenecek söz vardır. Çünkü bu durumda iyi ve kötü şıkları ile amellerin hangi tartıyla (kriterle) tartılacağı belirsizdir. Sözünü ettikleri adalet de, yüce Allah'ın işi olan tartma işleminin niteliğidir.
Bunun böyle olduğu, "Kıyamet günü adalet tartılarını kurarız. Artık kimseye en ufak bir haksızlık edilmez. İşlenen amel bir hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz. Hesap görücü olarak biz yeteriz." (Enbiyâ, 47) ayetinden anlaşılmaktadır. Bu ayetteki "kimseye en ufak bir haksızlık edilmez." ifadesinden, Allah'ın kullarına haksızlık etmeyeceği anlaşılır. Buna göre adalet, O'nun adaletidir. Dolayısıyla o günkü tartı adalet değildir, tartıların kurulması adalet üzerinedir. Bu inceliği iyi kavramak gerekir.
Bu nedenledir ki, bu tefsirciler, tartıların ağırlığını bir tür zorlama ile baskın gelme anlamında yorumlamışlardır. Bu yaklaşıma göre tartıların ağırlığı, iyilik olmaları sebebi ile amellerin baskın olmaları, tartıların hafifliği ise, kötülük olmaları sebebi ile amellerin baskın gelmemeleri anlamındadır. Buna göre ayete şöyle bir mana vermişlerdir:
"Tartı o gün adalettir. Yani adil bir şekilde tercih yapılacaktır. Kimlerin iyilikleri üstün olduğu için amelleri baskın gelirse, onlar kurtuluşa ermişlerdir. Kimlerin kötülükleri üstün olduğu için amelleri baskın gelmezse, onlar nefislerini kaybetmişlerdir. Yani ana sermayeleri olan nefisleri gitmiştir. Çünkü ayetlerimizi yalanlamak suretiyle onlara zulmediyorlardı."
Fakat yine de söz, hangi kritere göre iyiliklerin kötülüklere baskın geldiği meselesine geliyor. Özellikle de amellerin birbirine karıştığı, iyiliklerle kötülüklerin bir arada oldukları zaman, iyilikler ile kötülüklerin büyüklük ve küçüklük bakımından birbirinden farklı olduklarını göz önünde bulundurarak, bu ikisinden hangisinin öbüründen üstün olduğu hangi ölçüye göre bilinecektir?
Yüce Allah'ın tartı işleminin adalete uygun şekilde gerçekleşeceğini bildirmesi, bu tartma işleminin o gün kulları tatmin edecek şekilde hiçbir itiraza fırsat vermeyecek netlikte gerçekleşeceğini gösterir. Buna göre, ortada iyilikte bulunan ve kötülükte bulunmayan bir unsurun var olması gerekir ki, baskınlık bu unsur sayesinde gerçekleşsin, çok sayıda iyilikler ve kötülükler bir araya geldiğinde ağır olanın hafif olana, iyiliğin kötülüğe üstün geldiği bilinsin. Yoksa keyfîlikten söz etmek kaçınılmaz olur.
Bunların hepsi, yukarıda ileri sürdüğümüz amellerin hak ile tartılması ihtimalini doğruluyor. Adil tartma da böyle olur. Bu adil tartma sonucunda kimlerin tartıları amellerinin içerdiği hak sayesinde ağır basarsa, onlar, kurtuluşa ermişlerdir. Buna karşılık kimlerin tartıları, amelleri kullukta gerekli olan hakkı içermediği için hafif gelirse, onlar, yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayarak onlara karşı zalimce bir tavır takındıkları ve o gün için gerekli olan azığı hazırlamadıkları için kendilerini ziyan etmişlerdir. Böylece azap yurdu olan cehennemde yerlerini hazırlayarak kendilerini helâk etmişlerdir. Orası ne kötü bir barınaktır!
Söylediklerimizden çıkan sonuçlar şunlardır:
Birincisi: Kıyamet günü amellerin tartılması; her bir amelin o amelle ilgili hakka uyarlanması, onunla mukayese edilmesidir. Ameller, o haktan ne kadar içeriyorlarsa, o kadar sevaba sebep olurlar. Eğer o haktan hiçbir şey içermiyorlarsa, sonuç helâk olmaktır. İşte tartma işlemindeki adalet budur. Bu anlam, bu konudaki ayetlerin zahirinden çıkıyor, tevile başvurmak gerekmiyor.
Bazı tefsircilere göre, tartıdan maksat adalet ve baskının ağır bas-masından maksat da amelin baskın gelmesidir. Bu yorum için bu konudaki ayetleri istiare kuralına göre anlamlandırmak gerekiyor. Buna yukarıda değinmiştik.
Başka bir görüşe göre Allah, kıyamet günü dili ve iki kefesi olan bir terazi kurar ve bu terazi ile kulların iyiliklerden ve kötülüklerden oluşan amelleri tartılır. Bu tefsirciler, amellerin tartılması konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çünkü bu ameller yapılır yapılmaz yok olurlar ve söz konusu tefsircilere göre yok olan arazların geriye getirilmesi mümkün değildir. Üstelik arazların ağırlıkları da yoktur.
Bu nedenle bazıları şöyle demişlerdir: "Amellerin kendileri değil, yazılı oldukları sayfalar tartılır." Bazıları, "İyilik ve kötülük şıkları ile amellerin birtakım eserleri, kendilerine has belirtileri olur ve insanların gözleri önünde bu belirtiler tartılır." demişler. Kimileri, "İyilikler güzel bir surette, kötülükler ise çirkin bir surette görünür ve bu suretler tartılır." demişler.
Kimileri, "İyilik ve kötülük şıkları ile ameller değil, müminlerin veya kâfirlerin nefisleri tartılır." demişler. Bazıları da şöyle demişlerdir: "Tartma, insanın değerinin ortaya çıkmasıdır. Tartının ağır basması, insanın saygınlığı ve değerinin yüksekliği, tartının hafif gelmesi ise, insanın horluğu ve alçaklığıdır."[4]
Bu görüşler, birbirleri ile çelişmelerinin yanı sıra bu konudaki ayetlerin sözlerinden kaynaklanan herhangi bir delile dayanmazlar. Üstelik hepsi, anlatılan tartı işlemini keyfîliğe bağlıyor. Bu tür bir tartı ile kullar tatmin edilemez, aleyhlerindeki hüccet tamamlanmaz. Bu noktaya daha önce işaret etmiştik.
İkincisi: Her insanın amellerinde kriter olarak kullanılan birçok tartı vardır. Daha önce söylediğimiz gibi her tür amelin kriteri, o a-melin içerdiği haktan ibarettir. Çünkü kıyamet gününde tek egemen değer, hak ve yetkili otorite, hak olan Allah'tır. Şu ayetlerde buyruldu-ğu gibi: "İşte bu, hak gündür." (Nebe', 39) "Orada egemenlik, hak olan Allah'a aittir." (Kehf, 44) "Orada herkes geçmişte yaptıklarının ne olduğunu görür. Artık onlar, hak mevlâları olan Allah'a döndürülmüşler ve uydurdukları şeyler (düzmece ilâhlar) yanlarından kaybolmuştur." (Yûnus, 30)
AYETLERİN HADİSLER IŞIGINDA AÇIKLANMASI
ed-Dürr'ül-Mensûr'da şöyle denir: İbn Zureys, Nahhas -en-Nâsih adlı eserinde-, İbn Mürdeveyh ve Beyhakî -ed-Delâil adlı eserinde çeşitli kanallarla- İbn Abbas'tan şöyle naklederler: "A'râf Suresi Mekke'de inmiştir." [c.3, s.67]
Ben derim ki: ed-Dürr'ül-Mensûr'da bu rivayet İbn Mürdeveyh kanalıyla İbn Zubeyr'den de nakledilmiştir.
Yine aynı eserde şöyle denir: İbn Münzir ve Ebu'ş-Şeyh Katade-den şöyle naklederler: "A'râf Suresi'nin bir ayeti Medine'de inmiştir. O da, 'Onlara deniz kenarındaki kasabanın durumunu sor...' (163. ayet) ayetidir. Surenin diğer bütün ayetleri ise Mekke'de inmiştir." [c.3, s.67]
Ben derim ki: Bu, Katade'nin kendi görüşüdür. İleride bu konu ele alınacaktır.
Yine aynı eserde, "Hiç şüphesiz, kendilerine (peygamber) gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen (peygamber)leri de sorguya çekeceğiz." ayeti ile ilgili olarak şöyle denir: Ahmed (b. Hanbel), Muaviye b. Hayde'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Rabbim beni çağırarak bana, 'Mesajımı kullarıma tebliği ettin mi?' diye soracak. Ben de O'na, 'Rabbim, ben mesajını onlara tebliğ ettim.' diye cevap vereceğim. Burada olanlarınız, söylediklerimi burada olmayanlara iletsinler. Sonra siz de ağızlarınıza gem vurulmuş olarak huzura çağrılacaksınız. Hakkınızda ilk açıklama yapacak olan organlarınız, dizleriniz ve avuçlarınız olacaktır." [c.3, s.68]
Yine aynı eserde şöyle denir: Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbn Mür-deveyh, İbn Ömer'den şöyle rivayet ederler: Peygamberimiz (s.a.v) buyurdu ki: "Hepiniz birer çobansınız. Herkes sürüsünden sorumludur. Hükümdar, halktan sorumludur. Erkek, ailesinden sorumludur. Kadın, kocasının evinden sorumludur. Köle, efendisinin malından sorumludur." [c.3, s.69, Beyrut basımı]
Ben derim ki: Bu anlamda çok sayıda rivayet vardır. Kıyamet gününün sorgusu ile ilgili her iki mezhep (Şia ve Sünnî) kanalı ile gelen rivayetlerin sayısı çoktur. İnşaallah başlıcalarına uygun yerleri gelince değineceğiz.
Yine aynı eserde şu bilgiye yer verilir: Ebu'ş-Şeyh, Cabir'den Peygamberimizin (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kıyamet günü mizan (terazi) kurularak iyilikler ile kötülükler tartılır. İyilikleri kötülüklerine baskın gelenler cennete, kötülükleri iyiliklerine baskın gelenler ise cehenneme girer." [c.3, s.70]
Yine aynı eserde şöyle denir: İbn Ebi'd-Dünya el-İhlâs adlı eserinde İmam Ali b. Ebî Talip'ten şöyle buyurduğunu nakleder: "Kimin dış görünüşü iç yüzünden daha baskın ise, kıyamet günü tartısı hafif olur. Kimin iç yüzü dış görünüşünden baskın ise, kıyamet günü tartısı ağır olur." [c.3, s.70]
Ben derim ki: Bu iki rivayetin içerikleri hakkında söylenecek bir şey yoktur. Yalnız yukarıdaki iki ayeti tefsir etmeye elverişli değildirler ve bunun için varit olmamışlardır. Çünkü her ikisinde de hem iyilikler ve hem de kötülükler için baskınlıktan söz edilmektedir.
Yine aynı eserde şu bilgiye yer verilir: İbn Mürdeveyh, Ayşe'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah'tan (s.a.v) duydum, şöyle buyurdu: "Allah, mizanın (terazinin) kefelerini gök ile yeryüzü gibi yarattı. Melekler, 'Ey Rabbimiz, bununla kimi tartacaksın?' dediler. Yüce Allah, 'Onunla istediğim kimseyi tartarım.' buyurdu. Yüce Allah, sıratı kılıç ağzı gibi keskin yarattı. Melekler, 'Ey Rabbimiz, bunun üzerinden kimi geçireceksin?' dediler. Yüce Allah, 'Onun üzerinden istediğim kimseyi geçiririm.' buyurdu." [c.3, s.70]
Ben derim ki: Bu rivayetin bir benzerini de Hâkim, Sahih'inde [el-Müstedrek Ala's-Sahihayn adlı eserinde] nakletmiştir. Bu rivayete göre, ahirette amellerin ağırlıklarını belirleyecek olan terazi, bizim dünyada bildiğimiz terazilerle aynı nitelikleri taşımaktadır. Bu anlama işaret eden başka rivayetler de vardır. Fakat aşağıda değineceğimiz diğer rivayetlerden anlaşılacağı üzere bu ifade, sıradan insanlara anlayış kolaylığı sağlamak için kullanılmıştır.
el-İhticâc adlı eserde Hişam b. Hakem'e dayanılarak verilen bilgiye göre, zındığın biri İmam Cafer Sadık'a (a.s), "Ameller tartılacak değil mi?" diye sordu. İmam ona şu cevabı verdi: "Hayır; ameller somut cisim değildirler, onlar yapılan işlerin sıfatlarıdır. Ayrıca, eşyanın sayısını, ağırlık ve hafiflik derecelerini bilmeyenler, o şeyleri tartma ihtiyacı duyarlar. Oysa hiçbir şey Allah'a gizli değildir." Zındık, "Peki, mizanın anlamı nedir?" diye sordu. İmam, "Mizan, adalet demektir." dedi. Zındık, "Peki, 'Kimlerin tartıları (mizanları) ağır gelirse' ayetinde bu kelimenin anlamı nedir?" diye sordu. İmam, "Yani, kimin ameli baskın gelirse" cevabını verdi... [c.2, s.98, Necef basımı]
Ben derim ki: Bu rivayette, tartı hakkında yaptığımız yorumu teyit eden unsurlar vardır. Bunların en latifi, İmam'ın "Ameller yapılan işlerin sıfatlarıdır." şeklindeki sözüdür. Bu sözü ile şu gerçeğe parmak basıyor: Bu alanlardaki amellerden maksat, insanların yaptıkları doğal hareketler değildir. Çünkü bu hareketler ibadetlerde de, günahlarda da müşterektirler. Maksat, bu hareketlere gelenekler, sosyal ve dinî kanunlar uyarınca yüklenen sıfatlardır.
Meselâ doğal yapısına göre "cinsel birleşme" adı verilen hareketler bütününü ele alalım.
Bu hareketler, eğer sosyal gelenekler veya şer'î izin ile uyuşursa, "meşru ilişki" adını alır. Eğer bunlara aykırı olursa, "zina" adını alır. Oysa hareketlerin doğal yapısı aynıdır. İmam (a.s), sözlerini kanıtlamak için iki yöne başvuruyor: Birincisi; ameller ağırlıkları olmayan birtakım sıfatlardır. İkincisi; yüce Allah'ın nesneleri tartmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü O, bunları bilmiyor değildir.
Âlimlerden biri bu rivayetle ilgili olarak şunları söylemiştir: "Hak olan inanca göre, ahirette ameller somut cisimler hâline gireceklerdir. İyi amelin ağırlık oluşturması da mümkündür. Amelleri tartmanın hik-meti de, günahkârları korkutup rezil etmek, itaatkârları müjdeleyip sevinçlerini arttırmak ve adalet amacını açığa vurmak olabilir. Bununla birlikte, rivayette bazı problemli noktalar vardır ki, mümkün olanı tevil etmek, mümkün olmayanı da bir yana bırakmak veya takiyyeye yormak gerekir."[5]
Ben derim ki: Amellerin ahirette somutlaşması konusunu daha önce incelemiştik. Hesaplaşma sırasında amellerin somutlaşması imkânsız olmadığı gibi, ameller hakkında hüküm verecek olan ilâhî adaletin de, amellerin somutlaşmış biçimi olan eşyayı ve nesneleri tartacak bir tartı biçiminde zuhur etmesi mümkündür. Bu rivayet de bunu reddetmiyor. Onun reddettiği şey, amellerin ahirette yerçekimi kanununa tâbi, ağırlık ve hafiflik şeklinde belirecek dünyevî cisimler şekline girecekleri faraziyesidir. Bu bir.
İkincisi; bu konudaki problem, amelleri tartmanın iyilikleri terazinin bir kefesine, kötülükleri öbür kefesine koyup, sonra onları tartıp karşılaştırmanın farz edilmesinden kaynaklanıyor. Oysa daha önce ayetin buna delâlet eden hiçbir yönünün olmadığını açıkladık.
et-Tevhid adlı eserde, Ebu Muammer es-Sa'danî'ye dayanılarak verilen bilgiye göre İmam Ali (a.s), uzun bir hadisin bir bölümünde şöyle buyurur: "...'Kimlerin tartıları ağır gelirse' ve 'Kimlerin de tartıları hafif kalırsa' ayetlerinin anlamı ise şudur: İyilikler ve kötülülükler, iyilikler ile tartılır. Buna göre iyilikler mizanın ağırlığı ve kötülükler mizanın hafifliğidir." [s.259, Tahran basımı]
Ben derim ki: Bu sözlerin yaptığımız yorumu desteklediği açıktır. Çünkü bu sözler iyiliği kriter olarak alıyor. Bu da, hiç şüphesiz başka amellerin kendisi ile ölçüleceği bir birimdir. Bu birim, hak amelden [olması gereken gibi olan amelden] ibarettir.
el-Maanî adlı eserde Minkarî'ye dayanılarak verilen bilgiye göre Hişam b. Salim şöyle der: "İmam Cafer Sadık'a (a.s), 'Kıyamet günü adalet tartılarını kurarız. Artık kimseye en ufak bir haksızlık edilmez.' [Enbiyâ, 47] ayetinin anlamını sordum. Bana, 'Bu ayetteki tartılardan maksat, peygamberler ile onların vasileridir.' cevabını verdi." [s.31, İn-tişarat-i İslâmî basımı]
Ben derim ki: Bu rivayet, el-Kâfi adlı eserde de, Ahmed b. Mu-hammed ve İbrahim Hemedanî yolu ile merfu olarak İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakledilmiştir. Rivayetin anlamı, ayeti tefsir ederken yaptığımız açıklama ışığında açıktır. Çünkü ölçü, hak amel ve hak inançtır ki, bu da o zatlarda (hepsine selâm olsun) vardır.
el-Kâfi'de Said b. Museyyib'e dayanılarak verilen bilgiye göre İmam Zeynelabidin (a.s) bir vaazı sırasında şöyle buyurdu: "Sonra yü-ce Allah sözü günahkârlara, suçlulara getirerek, 'Rabbinin azabının en hafif bir fiskesi onlara değse, kesinlikle, 'Eyvahlar olsun, biz gerçekten kendimize zulmetmişiz!' derler.' [Enbiyâ, 46] buyuruyor. Ey insanlar, eğer yüce Allah bu ayette kendisine ortak koşanları kastediyor derseniz, bu nasıl olur? Oysa yüce Allah, 'Kıyamet günü adalet tartılarını kurarız. Artık kimseye en ufak bir haksızlık edilmez. İşlenen amel bir hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz. Hesap görücü olarak biz yeteriz...' [Enbiyâ, 47] buyuruyor. Ey Allah'ın kulları, şunu bilin ki, Allah'a ortak koşanlar için mizan kurulmaz, onlara amel defteri dağıtıl-maz. Onlar doğrudan bölük bölük cehenneme gönderilirler. Sadece Müslümanlar için mizan kurulur ve sadece onlara amel defteri dağıtılır..." [c.1, s.419]
Ben derim ki: İmam (a.s), "Artık onlar için kıyamet günü tartı kurmayız." [Kehf, 105] ayetine işaret ediyor.
Tefsir'ul-Kummî'de verilen bilgiye göre İmam (a.s), "O gün tartı haktır..." ayeti hakkında, "Yani, o gün amellerin karşılıklarını vermek haktır. Eğer amel iyi ise, karşılığı iyi olur. Eğer amel kötü ise, karşılığı kötü olur." demiştir. [c.1, s.224]
Ben derim ki: Bu sözler, ayetleri sonuçları ile tefsir etmektir.
Yine aynı eserde verilen bilgiye göre İmam (a.s), "Ayetlerimiz kar-şısında takındıkları zalimce tutumları yüzünden..." ayeti hakkında, "Yani, İmamları inkâr etmeleri yüzünden." demiştir. [c.1, s.224]
Ben derim ki: Bu açıklama, örnek verme kabilindendir. Açıkladığımız bu konuların her biri hakkında başka rivayetler de vardır.
---------------------
[1]- [el-Menâr, c.8, s.305]
[2]- [Ruh'ul-Beyan Tefsiri, c.3, s.137]
[3]- [c. 2, s.88, Beyrut basımı]
[4]- [Mecma'ul-Beyan tefsirinden naklen, c.4, s.299]
[5]- [Ruh'ul-Beyan Tefsiri, c.3, s.137]