NaN%
İNSAN VE KADER İNSAN VE KADER


İNSAN VE KADER
MURTAZA MUTAHHARÎ
Çeviri: Fatma Bostan

MÜSLÜMANLARIN YÜKSELİŞİ VE GERİLEMESİ
Kader konusu, felsefî bir karakterde olduğu için, bu özelliği göz önüne alınarak üzerinde tartışılması gereken bir konudur.

Bilimsel ve felsefî meseleler, temel konularına ve o alanda yapılan üretimlere göre belirlenen belli kategori­ler altında mütalaa edilir.

Felsefî, matematik ve tabiata ait birtakım konular; bu konularla ilgili birçok alt-gruplar, alt başlıklar dolayısıyla birbirlerinden çok ayrı, hiçbir şekilde birbirine bağlı ol­mayan kategorilere ayrılmıştır.

Felsefî bir mesele olarak kader konusu da yukarıda sayılanlara dâhildir. Ama burada, yukarıda anlatıldığı gi­bi bir kategorileştirmeye tabi tutulmayacaktır.

Kader konusu, «Müslümanların Gerilemesinin Sebep­leri» ana başlığı altında bir dizi mütalaa serdedilerek tar­tışılacaktır. Bu konu tarihsel, psikolojik, ahlakî, toplum­sal, dinî ve felsefî boyutları göz önüne alınarak, bu ana-başlıklar altında değerlendirilebilir.

Bu ayrı alanları birbirine bağlayacak olan şey, İslam toplumunun yükselişinde ve gerilemesinde pozitif veya negatif etkenlerin araştırılması olacaktır. Bu meseleyi gündeme getirmemizin esas sebebi, kadere inanmanın —felsefî akıl yürütme (muhakeme) prensipleri bağlamında—, buna inanan insan üzerinde tembelleştirici, atâlete sevk eden bir inanç olmasını gerektirip gerektir­mediğini irdelemektir. Gerektiği gibi öğretildiğinde bu tür istenmeyen sonuçlan vermeyecek bir inanç mıdır? İkinci sebep, İslam'ın bu konu hakkındaki hükmü ve bu hükümlerin Müslümanlar üzerindeki vuku bulmuş ve ola­sı etkilerini incelemektir. Temel mesele bu olduğu için yukarda serdedilen amaçla bağlantılı olmayan konular göz ardı edilecektir.

Müslümanların gerileme sebepleri konusunda ne za­man belli bir hükme vardığımı hatta bu konuyla kişisel olarak ne zaman ilgilenmeye başladığımı tam olarak ha­tırlamıyorum. Fakat bu konunun yirmi yılı aşkın süredir ilgimi çektiğini ve bu vesileyle bu süre zarfında konuyla ilgili eserleri tetkik ettiğimi söyleyebilirim.

Yukarıda zikrettiğim zaman süresince ne zaman bu konuyla ilgili bir yazı veya konuşmayla karşılaşsam bü­yük bir iştahla okur veya can kulağıyla dinler, yazarın veya konuşmacının bakış açısını, fikrini öğrenmeyi ister­dim. Birkaç yıl önce peygamberi geleneklerden biri olan yari didaktik yarı hitabet tarzı bir mütalâada konu bu noktaya geldi. Konuyla ilgili okuduklarım ve dinledikle-diklerim faydalı olmakla beraber tatminkar edici olmaktan uzaktı. Dinleyicilerin ve benim meseleye bir hayli yoğun ilgi gösterdiğimizi gördüğüm için bu meseleyi müm­kün olduğunca derinlemesine incelemeye karar verdim. Çünkü günümüz İslam dünyasını yeniden oluşturmanın formülü büyük ölçüde geçmişteki ve günümüzdeki geri­lemesini tanımaya bağlıdır. Bunu başarmak için ilk aşa­mada Müslüman veya Müslüman olmayanların bu konuy­la ilgili, faydalı olabilecek görüşlerini bilmek sonra mese­leyi sunmak gerekiyordu.

Konunun genişliğinin ve bu konuda yetkin ve felsefî bir araştırmanın olabilmesi için bir hayli fazla konu­nun araştırılması gerektiğinin f arkındaydım. Bütün bu ko­nuların araştırılması tek bir kişinin kapasitesinin kaldı­rabileceğinden çok uzaktı, daha az iddialı konuşursak en azından zamana ihtiyaç vardı. Buna rağmen elimdeki ma­teryalleri özetleme, bir sınıflandırma yapma ve içlerinden bir kısmını seçip örnek olarak üzerinde tartışma ve bu konuyla uğraşacak olanlara birtakım ipuçları temin etme kararım verdim. Nitekim çok yararlı ve sistematik değer­lendirmelere kapı aralayan önemli toplumsal İslamî me­seleleri tartışmak için işbirliği ve benzer halet-i ruhiye görülmeye başlanmıştır.

Hiç şüphe yok ki Müslümanlar çok şanlı, parlak bir maziye sahipler. O kadar süre dünyaya hükmet­meleri edibü'l memalik Ferahanî'nin ifadesiyle, «Kral­ları haraca bağlamakla» yönetmelerinden ileri gel­memektedir. Çünkü diğer insanlara baskı yapan fa­tihler, krallar uzun süre ayakta kalamamış, kısa süreli saltanat elde etmişlerdir. Sabun köpüğü gibi kısa sürede yok olup gitmişlerdir. Müslümanlarsa asırlar süren büyük ve parlak bir medeniyet kurarak insanoğluna bir meşale olmuş, dünya yüzünde büyük değişikliklere sebep olmuş­tur. Hatta şimdi bile medeniyet tarihindeki aydınlatıcı ro­lü dolayısıyla azametli olarak mütalâa edilir. Müslüman­lar yüzyıllarca bilim, endüstri, felsefe, sanat, ahlak ve toplumsal kurumlar konusunda dünya çapında üstünlüğü ellerinde bulundurdular. Bazı önyargısız batılı yazarlara göre tüm dünya üzerinde açık bir üstünlük kuran Avru­pa medeniyeti şanlı İslâm medeniyetinden ilham almıştır.

Gustave Le Bon «Arap ve İslâm Medeniyeti» adlı ki­tabında şöyle demektedir:

Bazı Avrupalılar bir grup dinsiz ve tanrıtanımazın, yani Müslümanların, Hıristiyan Avrupa’nın içinde bulunduğu cehalet ve zulmetten kurtulmasını sağladığını itiraf etme­ye utanırlar ve bu gerçeği gizlerler. Roma imparatorluğu­nu yerle bir eden Arapların İslâm'dan neş'et eden mane­viyatı, medenileşmemiş Avrupalıların hümanizme geçişi­ne önderlik etmiştir. Aynı şekilde bilim, teknik ve felsefe üzerinde Müslümanların katkılarından da tamamen ha­bersizdik. Kısacası Müslümanlar tam altı asır öğretmeni­miz olmuştur. (Arap ve İslâm Medeniyeti, 4. Baskı, s. 751)

Yine aynı doğrultuda Will Durant «Medeniyet Tari­hi» adlı eserinde şöyle der:

İslâm medeniyetinin yükselişi ve çöküşü çok önemli bir tarihsel olaydır. Beş asır boyunca —Hicrî 81 ile 597 yılla­rı arasındaki dönem— felsefe, tıp, bilim, edebiyat, sunu­lan dinî kolaylıklar (farklı görüşlere saygı anlamında), in­san haklan, yaşam standardının yükselmesi, sınırların ge­nişlemesi ve ahlakî alanlarda İslâm dünyaya öncülük et­miştir. (Medeniyet Tarihi, Cilt, 2, s. 317)

Will Durant eserine şöyle devam eder:

İslâm dünyasının Hıristiyan dünyası üzerinde çok bü­yük etkisi olmuştur. Avrupalılar yiyecek-içecek, ilâç, si­lah, endüstriyel teçhizat, ticaret, denizciliği Müslümanlar­dan öğrenmişler, bu alanlardaki Müslümanlar arasında geçerli olan terminolojiyi benimsemişlerdir. Müslüman bilim adamları Yunan matematiğini, tabii bilimlerini, kimyayı, astronomiyi ve tababet ve eczacılık ilimlerini ge­liştirip bu Yunan mirasını zenginleştirerek Avrupa'ya nakletmişlerdir. Arap fizikçileri Avrupa'da okunması o çağda yasak olan, unutulmuş Aristo'nun eserlerini koruyup geliştirerek Avrupa'nın Aristo'yu yeniden tanımasını sağladılar. Avrupa'da skolâstik felsefecileri aydınlatan İbn-i Sina ve İbn Rüşd Yunanlı olarak biliniyordu. İslam' in etkisi, ticaret yolları, Haçlı Seferleri, Arapçadan Latinceye yapılan binlerce kitap çevirisiyle, Guerbret, Edward Bani, Michael Scott ve diğer bilim adamlarının Endülüs'e yaptıkları seyahatlerle gerçekleşmiştir. (Medeniyet Tarihi, Cilt, 2, s. 319)

Will Durant bundan başka eserinde şu satırlara yer verir:

Tarihin altın çağlarında yalnızca bir toplum Hicrî dör­düncü asırda Harun el-reşid'den İbn Rüşd'e kadar süren çok kısa bir zaman diliminde olduğu gibi siyaset, edebi­yat, eğitim, astronomi, coğrafya, tarih, matematik, kimya, semantik, felsefe, tıp, eczacılık ve diğer alanlarda çok önemli şahsiyete sahip olabilmiştir. Bu çalışmaların bir kısmı Yunan klasiklerinden faydalanmışlarsa da çoğunlu­ğu özellikle de siyaset, şiir ve sanat alanlarında özgündür, çok değerli yenilikler getirmişlerdir. (Medeniyet Tarihi, Cilt, 2, s. 319)

Hiç şüphe yok ki İslâm Medeniyeti diye adlandırılan, şu anda sönmüş bulunan aydınlatıcı bir meşale, şanlı ve parlak bir olgu var olmuştur. Günümüzde Müslümanların şanlı mazileriyle ve diğer uluslarla kıyaslandığında bir duraklama ve gerilemeye maruz kaldığı görülür.

Doğal olarak bilim, endüstri konusundaki bu kadar ilerlemeden, bu kadar mesafe kat etmeden sonra Müslü­manların çöküşüne neyin sebep olduğu sorusu ortaya atı­lacaktır. Bu çöküş ve geriye gidişten kim ve ne sorumlu­dur? Belli kişiler, etnik gruplar veya şartlar mı Müslü­manları mükemmele ve gelişmeye dönük yönünden saptırmışlardır? Müslümanları hiç beklenmedik şekilde ken­di ilerleme yollarından alıkoyan özel faktörler mi vardır? Fakat her toplumun sınırlı bir gelişme ve ilerleme döne­minden sonra gerileyeceği ve çökeceği de tarihsel bir ku­raldır.

Müslümanların gerilemesi ve çöküşünden bazı fana­tik batılı Hıristiyan ve sömürgeci misyonerlerin iddia ettik­leri gibi İslâm’ı mı sorumlu tutacağız? Müslüman olma­yan toplumların ondört asır boyunca yaptıkları mı İslâm' in gerilemesine sebep olmuştur? Bu sorular kolayca cevaplandırılabilecek sorular değildir. Bir dizi derin araş­tırma ve derin tartışma gerektiren sorulardır bunlar.

İslâm toplumlarının yükselişi ve çöküşü ile ilgili mütalaanın sunulmasında ortaya konulacak çalışmanın aşa­ğıdaki konulan içermesi gerekiyor:

1. İslam medeniyetinin yükseliş temelleri

2. İslâm medeniyetinin itici gücünü oluşturan ku­rumları

3. Müslümanların çöküşünde İslam'ın etkisi

4. Modern Avrupa medeniyetinin İslam'dan aldıkları

5. İslam dünyasının günümüzdeki konumu

6. İslam medeniyeti yıkıldığı halde İslam en güçlü toplumsal ve devrimci güçlerle yarışabilecek, canlı, yayılma potansiyeline haiz güç olarak kalmıştır.

7. İslam milletlerinin uyanması ve tekrar yükselme­sine ramak kalmıştır.

Giriş mahiyetindeki bu değerlendirmeden sonra ayrı bir bölüm açarak tarih felsefesi ile ilişkilendirilen «zama­nın mahiyeti» konusunda temele inen, derin felsefî bir tar­tışma yapılması gerekiyordu. Bazı tarihçilerin iddia ettikleri gibi bir milletin ilerlemesine sebep olan etkenlerin aynı zamanda gerilemesinin de etkeni olup olmadığının görülmesi gerekiyordu. Başka bir deyişle, bu iddiaya göre yalnızca belli şart ve zamanlarda toplumun ilerlemesini temin eden faktörler fonksiyoneldir. Şartların, zamanın ve mekânın yeni bir tarihsel dönemin doğusuyla değiştiği durumlarda daha önce toplumun ilerlemesini temin eden faktör artık toplumu ileriye götürmemekle kalmaz, top­lumun duraklaması gerilemesi ve çöküşünün de sebebi olur.

Bu görüşü, yani her medeniyetin kurulduğu faktör­lerle yıkıldığı görüşünü doğru kabul edersek, medeniyetlerin yıkılışını izah için dış etkenler aramamıza gerek, kal­maz. Bu görüşe göre eski faktörler daima gerici ve reaksiyoner, yenileri ise ilericidir. Yeni toplumsal faktörler önceki medeniyetle çelişen yeni bir medeniyeti yaratır.

Bu kural doğru kabul edildiği takdirde İslam mede­niyetinin de doğal olarak bir istisna teşkil etmeyeceğinin kabul edilmesi gerekir. Bu yüzden de İslam medeniyetini yaratan etkenlerden farklı olarak, bu konudan soyutlaya­rak İslam toplumlarının gerileme sebeplerini aramak bo­şuna olur.

Yine bu kurala göre herhangi bir şahsı, milleti veya olayı İslam toplumlarının gerilemesinden sorumlu tutmak da gerekmez. İslam medeniyetinin çöküşü de er veya geç diğer medeniyetlerde olduğu gibi tahakkuk edecekti. Bu iddia, her canimin ölümle yüz yüze geldiği canlılar dün­yasında doğrulanmaktadır. İslam medeniyeti de doğdu, gelişti gençlik döneminden sonra olgunlaştı ve öldü. Onun restorasyonunu istemek bir ölünün dirilmesini istemek gi­bidir ki bu da insan yeteneklerinin üzerinde, tabiatüstü bir mucizeyle gerçekleşebilecek, tabiat kanunlarının nor­mal işleyişi çerçevesinde gerçekleşemeyecek bir istektir.

İslam toplumlarının yükselişi ve çöküşünü anlatan bir mütalaadan sonra çöküşle ilgili olarak felsefî ve tarih­sel değerlendirmeler yapılması ihmal edilmemesi gere­ken bir gereklilik arz ediyordu. Çünkü bu konuyla ilgili birçok sığ açıklama getirilmeye çalışılmış ve bunlara bir­çok kişi inanmıştı.

Bu felsefî mütalaanın tamamlanması için İslam'ın ça­ğın şartlarına uyum gösterip gösteremeyeceği konusuyla bağıntılı bir dizi tartışmayla ilgilenilmesi gerekiyordu. Bu tartışmanın birinci cephesi özellikle felsefî; ikinci cephesi ise İslamî yön üzerinde duracak bir mütalaayı gerektiri­yordu. Bu iki boyut, «İslam ve hayatın gerekleri» çerçe­vesinde araştırılabilir.

Bu değerlendirmeden kaçınırsak yukarda bahsettiği­miz tarih felsefesi prensibini kabul etmemiş, Müslüman­ların düşüş ve başarılarının sebeplerini göz önüne alma­mış olacağız. Müslümanların duraklama, gerileme sebep­leri üzerinde çalışmaya, konu üzerinde söylenenleri an­latmaya geçebiliriz.

Konu üzerinde görüş serdedenler, Müslüman olsun olmasın benzer şekilde davranarak meseleyi üç ana bölü­me ayırarak incelemişlerdir: İslam, Müslümanlar ve dış etkenler.

Her bölüm kendi içinde birçok konuyu içermektedir. Meselâ, İslam bölümünde kimileri Müslümanların gerile­mesinde İslam inanç ve düşünüşünün etkin olduğunu söy­leyebilir. Bir başkası İslam ahlakının, saflığın gerileme sebebi olduğunu iddia ederken, diğerleri İslam'ın, toplum­sal kurallarının Müslümanların düşüşüne sebep olduğu­nu iddia edebilir, bu örnekleri çoğaltabiliriz.

Tesadüfe bakın ki bazı İslamî inanç ve fikir sahiple­ri tarafından da, İslam'ın önerdiği kimi ahlak kaideleri ve toplumsal hayatı düzenleyen kurallar Müslümanların düşüşünden sorumlu tutulmuştur.

«Müslümanlar »in ve «dış etkenler »in ele alındığı bölümler de tartışılması gereken birçok bölümden oluşmak­tadır.

İslamî inanç ve düşünüşün ele alındığı bölümde aşa­ğıda belirtilen özellikler bu durumdan, yani Müslüman­ların çöküşünden sorumlu tutulmuştur:

1. Kadere inanma.

2. Ahiret Gününe inanma ve bu dünyaya ait mesele­lerin hafife alınması.

3. Şefaat.

4. Takiyye.

5. Mehdi beklentisi.

Bu özelliklerden ilk üçü Şiî ve Sünnilerde ortak, di­ğer son iki madde Şiilere mahsus olan özelliklerdir.

Müslümanların gerilemesine çoğu kere kadere olan derin inancın sebep olduğu söylenir. Veya kıyamet günü­ne ve Ahiret hayatına verilen büyük önemin, bu dünyanın ikincil önemde olduğunun vurgulanmasının Müslümanla­rın bu dünyaya ait meselelerle ciddî olarak ilgilenmesine engel teşkil ettiği söyleniyor. Bazen de şefaate olan inan­cın (çok yakında ortaya çıkan ve çok az sayıda bir grup müstesna bu inanç İslam tarihinin her döneminde varola-gelmiştir) Müslümanları, diğer insanlar üzerinde olumsuz yönde etki bırakacak günah işleme konusunda dikkatsiz davranmaya sevk etmiştir denir. Şefaate güvenmek insan­ların kötülük yapmasını kolaylaştırmıştır.

Şiî Müslümanlara yöneltilen suçlama ise takiyye ve Mehdi beklentisine sahip olmadır. Takiyyenin ikiyüzlülü­ğü öğrettiği ve Şiilerin, zayıf ve olayların üstesinden gelemeyecek bir yapıda bulunmalarına yol açtığı söylenir. Yine Mehdi beklentisinin de Şiileri, gelişme ve düzeltme fikirlerinden yoksun bıraktığı belirtilir. Diğer milletler nasıl ilerleyeceğiz diye düşünürken, Şiilerin görünmeyen bir elin ortaya çıkıp işleri düzeltmesini bekleye geldikleri ifade edilir.

İslam ahlakındaki zahidlik, halinden memnun olma, sabır, boyun eğme, teslimiyet ve güvenmenin Müslüman­ların gerilemesine sebep olduğu da sıkça tekrarlanır.

Bazıları bu önemli meselede Müslümanların sorumlu­luğu ve görevlerinden çok, İslam'ın önerdiği hükümet ve hükümete bağlı kurumların incelenmesi gerektiğini (İs­lam sadece Müslümanların yükümlülükleriyle sınırlı de­ğildir diyerek) öne sürmüşlerdir.

İslam ceza hukuku asırlarca ihmal edilmiş, bu yüzden birçok İslam ülkesi başka ülkelerin kanunlarını benimse­miştir. İslam ceza hukuku da tartışılan konulardan birini oluşturmuştur.

İslam medenî hukuku da kadın haklan, özel mülki­yet, miras gibi kendilerine muhalefet edilen konuları içer­mektedir.

İslam'ın; Müslümanların Müslüman olmayan kişiler­le ilişkilerini belirleyen birtakım kısıtlamaları, mesela Müslümanların Müslüman olmayanlarla evlenmesi, inanç­sızların pis addedilmesi ve uluslararası ilişkileri ilgilen­diren birtakım kurallar dikkate alınmaktadır bazı çevre­lerce. Bunları Müslümanların gerileme sebepleri olarak mütalaa etmektedirler.

Bütün bu konular, İslam konulu bölümde yeterince incelenmesi gereken meselelerdir.

Şükürler olsun ki bu araştırmaların yapılması imkânına sahibiz. Bu meseleleri açıklığa kavuşturduktan son­ra gençliğin ve entelektüellerin zihinlerinde beliren şüp­heleri giderebilecek ve bu yolla inançlarını kuvvetlendirebileceğiz.

«Müslümanlar» bölümünü tartışırken ilgimizi Müslümanların kendilerinde odaklaştıracağız. Yani İslam, Müslümanların gerilemesinden sorumlu tutulmayacak, Müslümanların İslamî öğretiden sapmaları gerileme se­bebi olarak değerlendirilecektir.

Bu bölüm de çeşitli alt bölümleri içinde barındırır: öncelikle sapma noktaları, İslam'dan olup toplum tarafın­dan benimsenmeyen ve İslam'a ait olmayıp toplum tara­fından kabul edilen noktalar belirlenmelidir. Sonra da bu çöküşten yalnızca bir grubun mu yoksa tüm Müslüman­ların mı sorumlu olduğuna bakmamız gerekecektir.

İslam Araplar arasında doğmuş, ama İran, Mısır, Hin­distan, vb. gibi Arap olmayan toplumları da kendi sanca­ğı altında bulundurmuştur. Bu milletlerin her biri ırkî, ah­lakî ve tarihsel özellikler bakımından kendilerine mah­sus kimliklere sahiplerdi. Bu yüzden farklı milletlerin ırkî sebepler veya onlara mahsus birtakım özellikler do­layısıyla İslam'ın orijinal yolundan ayrılıp ayrılmadıkları­nı tespit etmek zorundayız. Yani İslam diğer milliyetlere, mesela Avrupa'da bulunan milletlere yayılsaydı Müslü­manların akıbeti değişik mi olacaktı, Müslümanların bu süreçte hiçbir rolleri yok mudur. Veya Müslümanların başına gelen her şey belli bir Müslüman grubun veya yö­netimde bulunanların ve din adamlarının yaptıklarıyla açıklanabilir mi, türünden sorulara cevap bulmak zorun­dayız.

Müslümanların gerilemesini dış etkenlerle açıklama­ya çalışacağımız bölümde göz önüne almamız gereken bir­çok konu var. En başından beri İslam çok inatçı iç ve dış muhalefetle karşılaşmıştır. Müslümanların içinde bulu­nan ve onları arkalarından vuran Yahudiler, Hıristiyanlar, büyücüler ve Orijinal dini saptıran sapıklar var olagelmiştir. Bu gruplar yeni adetler tesis ederek, farklı tarikler oluşturarak ve Müslümanlar arasındaki ihtilafları körük­leyerek gerçeği saptırmada çok etkin oldular.

İslam tarihinde gayri Müslimlerin İslam'ı zayıflatmak gayesiyle Müslümanlar arasındaki birçok politik ve dinî hareketi destekledikleri görülmüştür.

İslam dünyası başlangıçtan beri muhaliflerin çok şid­detli taarruzlarına maruz kalmıştır. Haçlı Seferleri ve Mo­ğol istilaları bu durumun en güzel örneğidir. Bu iki taarruzun Müslümanların gerilemesinde çok önemli etkileri ol­muştur.

Hepsinden tehlikelisi, Müslümanların yakın tarihin­de baskı altında ezilmelerine sebep olan, adeta Müslüman­ların kanını emen batı koloniyalizmidir.

Yukarıda söylenenleri gözden geçirdiğimizde hakkın­da değerlendirme yapmamız gereken konular şöyle sıra­lanabilir:

1. Müslümanların yükselişi ve düşüşü, Diğer değer­lendirmelere bir giriştir.

2. İslam ve tarihsel şartlar. Bu değerlendirme, birin­cisi tarih felsefesiyle, ikincisi İslam kurallarının değişen şartlara uyum sağlama kabiliyetiyle ilgili olan iki bölümden oluşmaktadır. Bu bölüm de bi­zi diğer bölümlere hazırlamaktadır.

3. Kaza ve kader. Elinizdeki kitabın asıl konusunu oluşturmuştur.

4. Yeniden dirilmeye 'Ba'su ba'del mevt'e inanma ve bu inancın toplumun yükselişi veya gerileyişi üzerindeki etkilerinin incelenmesi.

5. Şefaat.

6. Takiyye.

7. Mehdi beklentisi.

8. İslam ahlakı.

9. İslam'da hükümet.

10. İslam Ekonomisi.

11. İslam Ceza hukuku,

12. İslam'da kadın hakları

13. İslam'da uluslararası ilişkiler hukuku.

14. Sapma noktalan.

15. Adet ve gelenekleri çarpıtma, değiştirme ve yeni adetler tesis etme. '

16. Şiî-Sünnî muhalefeti ve bunun Müslümanların düşüşüne etkisi.

17. Eş'arî ve Mutezile.

18. Belli bir kalıpta donma ve hayatın gerekleri.

19. Mistik felsefe.

20. İslam dünyasındaki yöneticiler.

21. Din adamları.

22. İslam dünyasında azınlıkların yıkıcı faaliyetleri

23. Şuûbî Hareketi.

24. Haçlı Seferleri.

25. Endülüs'ün yıkılışı.

26. Moğol istilası.

27. Koloniyalizm.

Bence sıralanan bu konular çalışmamızın içinde mut­laka bulunması gereken bahislerdir. Ne meseleleri çok iyi bir şekilde aktarabileceğimi, ne de bunların en uygun şekilde aranjmanını yapabileceğimi iddia ediyorum. Yine benim bilmediğim fakat böyle bir çalışmanın mutlaka içer­mesi gereken başka konular da bulunabilir. Aslında konuyla ilgili bütün meseleleri değerlendirmeye ne gücüm, ne de vaktim ve fırsatım var. Bu konularla ilgili birtakım notlarım var ve bunları belli bir düzen içinde bu konula­ra ilgi duyan kişilerin önüne getirebileceğimi umuyorum.

Yirmi yıl kadar önceydi. Kum'daki ilahiyat merkezinde dinî araştırmalarda bulunduğum sıralarda ilk defa olarak, batılıların, Müslümanların gerilemesinde en önem­li sebep olarak kaza ve kadere inanmayı gördüklerinin farkına vardım.

Dr. Muhammed Hasan Heykel'in yayınladığı Ebu'l Kasım Payende'nin tercüme ettiği «Muhammed'in Hayatı» isimli kitabın ikinci cildini okudum. Kitabın sonunda şu iki değerlendirmenin yer aldığı sonuç bölümü vardı:

1. Kur'an'da tarif edilen İslam medeniyeti.

2. Oryantalistler ve İslam medeniyeti.

İkinci konunun yer aldığı bölümde tanınmış Ameri­kan yazarı, İslam peygamberinin hayatı üzerine bir kitap yazan Washington Irving'den bir alıntı yapılmıştı. Dr. Heykel'in yaptığı alıntıda Washington Irving İslam hu­kuk doktrinlerini tarif etmiştir. Allah'a, Meleklere, Ki­taplara, Peygamberlere ve Ahiret Gününe imanı belirt­tikten sonra;

Altıncı ve son şart İslam hukukunda kaderciliğe-determinizme iman olduğunu gösterir. Muhammed, mücadelesin­de bu doktrini kullanmıştır. Çünkü bu doktrine göre dün­yada cereyan eden bütün olaylar Allah'ın takdiriyle ol­maktadır ve bütün bunlar daha dünya yaratılmadan önce kişilerin alınlarına yazılmıştır. Her bireyin doğumu, ölü­mü yani kaderi belirlenmiştir, hiçbir şekilde değiştirile­mez. Bu noktalar Müslüman indinde kabul görmekte Müslümanlar bunlara inanmaktadırlar. Bu inanç dolayı­sıyla savaş anında korkusuzca düşman önüne atılabilmektedirler. Onlar için savaşta ölmek, kendilerine cennet vaat edilen şehidler olmak demektir. Yani düşman tarafın­dan mağlup edilip öldürüldüklerinde bile kazançlı çıka­caklarından emindirler. Bazı Müslümanlar, insanoğlunun günahtan ve dolayısıyla cezadan korunamayacağını ve bireyin hür iradesinin bulunmadığım kabul ettiği için deter­minizmin Allah'ın adaleti ve merhametiyle çeliştiğine inanmaktadırlar. Birçok düşünce bu inancı değiştirmek üzere ortaya çıkmıştır. Fakat bunlar azınlıktadır ve Pey­gamber geleneğinin (Sünnet) izleyicilerinden sayılmazlar. Hiçbir inanç cahil ve inatçı bir orduyu savaşa götürüp, sağ kaldıklarında ganimet kazanacaklarını, öldürüldükle­rinde cennete yerleştirileceklerini garanti edemezdi. Bu inanç onları öyle cesur ve güçlü yapar ki hiçbir düşman onlarla rekabet edemez. Ne ilginçtir ki bu inanç İslam'ın etkinliğinin ortadan kalkmasında da aynı etkiyi doğur­muştur Peygamberin halefleri askerî hareketleri, fetihle­ri durdurdukları ve orduları dağıttıklarında determiniz­min bu yıkıcı karakteri ortaya çıktı.

Barış ve sükûnet Müslümanların cesaretini kırdı. Bu sonuçta maddî gerekler, İslam'ın Hıristiyanlıktan çok farklı bir din olması, saflığı ve zahidliği yüceltmesi de et­kili olmuştur. Müslümanlar gerilemelerini kaderlerine bağlayıp, gayret ederek bu duruma başkaldırmalarının hiçbir işe yaramayacağını düşündüler. Peygamberden son­ra gelenler «.Kendinize yardım edin, Allah da size yardım edecektir» prensibini unutup bunun tam tersine inandılar. Yine bu sebepler yüzünden Haç Hilal üzerinde etkin bir güç olmuştur. Hilal'in Avrupa'da günümüzde de etkinli­ğinin devam edebilmesi ancak Hıristiyan yönetimlerin bu şekilde karar vermeleriyle mümkün olacaktı. Başka bir deyişle, Hilal'in Haç üzerinde etkin olması Hıristiyan güç­lerle olan rekabet gücünden kaynaklanıyordu. Kısaca «kim ki kılıç gücüyle bir şeyi kazanmıştır o şey ancak kı­lıç gücüyle geri alınabilir» kuralına dayanan bir İslam et­kinliği söz konusuydu.

Bu Amerikan yazarına Dr. Heykel kendi görüş ve dü­şünceleri doğrultusunda ayrıntılı bir şekilde cevap veriyor. Bu cevaplarda doğru noktalar bulunmasına rağmen, felsefî disiplinden yoksun oldukları için kolayca eleştiri­lip reddedilebilinirler.

Elinizdeki kitapta Irving ve diğer batılı yazarların bu konudaki görüşlerinin ne kadar temelsiz olduğunu gös­termeye çalışacağız. Her şeyden önce söylenmesi gereken şey İslam'ın kader anlayışıyla determinizm arasında bü­yük bir uçurum bulunduğudur. Irving'in inatçı ve cahil olarak nitelediği İslam'ın ilk ordusunun ağırbaşlı bir öğ­retmenin yol göstericiliği altında bulunduğunu bazı olay­lardan çıkarabiliyoruz, her ne kadar Irving anlamasa da.

İkincisi, yüce Kur'an birçok ayette hür iradeyi ve in­sanın özgürlüğünü teyid etmiştir. Özgür iradenin olduğu­nu düşünen, determinizmi Allah'ın adalet ve merhametiyle bağdaştıramayan kişiler (Mutezile ve Şia), her ne ka­dar Oryantalistler öyle olduğunu iddia etseler de Kur'an' m emirlerine karşı gelmiş olmuyorlar. Ve amaçları da Kur'an'ın ayetlerini «düzeltmek» değildir. Onlar Kur'an doğrultusunda görüş benimsemiş kişilerdir.

Üçüncüsü, Dr. Heykel'e göre fanatik bir Hıristiyan olan ve Hıristiyanlığı dünya meselelerine önem vermediği için fedakârlık dini olarak niteleyen yazarımız, İslam'ı ay­nı meselelere gösterdiği hassasiyet dolayısıyla mahkûm etmektedir.

Allah'ın ebediyeti bildiğini inkâr etmek mümkün mü? Allah'ın ebediyete kadar olacakları bildiğini belirtmek Kur'an'ın eksikliği midir?

Dördüncüsü, Irving «Peygamberden sonra gelenler 'kendinize yardım edin Allah da size yardım eder' emrini dikkate almadılar» der.

- Yazarımız kendini yüce Kur'an'ın mealini bir kere bile okumak için yormamış anlaşılan, aksi takdirde böyle bir iddiayı ileri süremezdi. Kur'an hiçbir tartışmaya yer vermeyecek net bir şekilde şöyle emretmektedir:

«Dünyayı isteyene hemen veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız, yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer.»

«Ahireti isteyip bu konuda inanmış olarak çalışan kişiler imanları ve çalışmaları nedeniyle razı olunacaklardır.»

«Onların ve bunların her birine Rabbinin nimetinden ulaş­tırırız. Esasen Rabbinin nimeti kimseye kapatılmış değildir.» (İsra, 18-20)

Muhammed'in (SAA) izleyicileri çok daha güzel bir emirden haberdar idiler. Bu emir:

«Ey inananlar! Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.» idi. (Muhammed, 7)

Kişisel bir yarar anlamına gelebilecek 'Kendinize yar­dım edin' yerine 'Allah'a yardım' ifadesi kullanılmıştır. Bu ise çok daha genel ve tüm halkın menfaatini içeren bir ifadedir.

Washington Irving'e göre kesin olan Haçın Hilal üze­rindeki zaferinin sırrı konusunu sırası gelince tartışaca­ğız.

Aslında bu görüş açısı sadece Irving'e mahsus değil­dir. Bu konuda yazan Batılı yazarların çoğunca işlenen bir konudur. Belli bir dereceye kadar görüş farklılıkları görülse bile benzer bir görüş açısı fark edilebilir. İslam'ı bütünüyle determinist bir din olarak görmektedirler. Ayrılık, bir grubun, Müslümanların gerilemesinde deter­minizm inancının etkin olmadığını söylemesi ve fakat di­ğer gruplarca bu inancın ana faktör olarak görülmesinden ortaya çıkıyor.

«Medeniyet Tarihi» kitabında Will Durant, İlahî İrade ve İlahî Bilgi'yle ilgili bazı ayetlerde geçen kavramları belirttikten sonra determinizmin İslam ideolojisinin gerek­lerinden biri olduğunu söyler. Buna ilaveten; «Bu inanç dolayısıyla inananlar bin bir güçlüğe sabırla katlanabilmişlerdir. Fakat yakın tarihte bu inanç Arap gelişmesini engelleyen ve bireylerin beynini felce uğratan bir etkide bulunmuştur.» der. (Medeniyet Tarihi, Cilt 2, s. 42)

Başlangıçta, Müslümanların yükselişi ve düşüşü ile ilgili bütün konuları kitabın giriş bölümünde anlatmayı düşünmüştüm ama sonra kararımı değiştirdim. Bu konuy­la ilgili bütün konuları ayrı bir kitapta toplamaya karar verdim. Gerekli bütün detayların yazılması halinde giriş bölümünün asıl kitaptan uzun olacağını gördüğüm için bu kadarlık bir girişle yetinmeyi uygun buldum.

Kitapta başlıca amacımız Müslümanların gerileme­sinde kaza ve kadere olan inancın etkisini araştırmak ol­du için kaza ve kaderle ilgili olan tüm konular tartışıl­mamıştır, bu konuyla ilgili olmayan mevzular göz ardı edilmiştir.

Kader konusu Müslümanlar arasında en baştan beri irdelenmiş bir bahis olmuştur. Müfessirler, Vaizler, Filo­zoflar, sufiler hatta şair ve kalem ehli tarafından tartışıl­mış bir konudur. Çok farklı ilgi alanları tarafından irdele­nen bu konunun irdelenme sürecini anlatmak bile ayrı bir kitap konusu olabilecek boyuttadır. Ayrıca, bu konuy­la ilgili ayetlerin ye nakillerin çokluğu da bu konuya İs­lam ideolojisinde verilen önemi göstermesi bakımından iyi bir örnektir. İslam öncesi Yunan felsefecileriyle kıyas­lanmayacak şekilde İslam filozofları için ayet ve nakiller yol gösterici olmuş ve İlahî İslam Felsefesini zenginleşti­rip, ona yeni bir soluk vermişlerdir. Bu ayet ve nakille­rin incelenmesi uzun ve ilginç bir çalışma olacaktır.

Bundan başka İslam'da bu konuyla ilgili başka bahis­ler de mevcuttur. Bir yanda mantıklı düşünme kaidelerini diğer yanda nakil çalışmalarını göz önünde tutmak ko­lay açıklanamaz. Mesela, Kadir Gecesi yüce Kur'an'da çok açık bir Şekilde belirtilmiş, hem Şia ve hem de Sünniler üzerinde ittifak etmişlerdir. «Tekvin» meselesi de Şia'nın Kur'an orijinli bir inancıdır.

Determinizm fikri; hür irade, insanın özgürlüğü ve çok çeşitli psikolojik, ahlakî, felsefî ve toplumsal yönleri üzerinde durulacak olursa bir hayli yer tutacak bir konu olacaktır.

Takdir edileceği gibi bu kitapta irdelenmesi teklif edi­len konular çok kaim bir kitap oluşturmayı gerekli kıl­maktadır ve «Müslümanların Gerileyiş Sebepleri» ismiyle de çok fazla uyuşmayacaktır.

Kitap bu konudaki otoritelerin ilgisini çeker ve ta­mamlanması gereken yerler bulunursa bu ekler sonraki baskılarda, İnşallah yer alacaktır.

Allah'ın selam ve rahmeti üzerimize olsun

Tahran, 23/Ferverdin 1345

20 Zilhicce 1385 (1966)

Murtaza Mutahhari


KORKU

Kaza ve kader insanoğlunun bu zamana kadar duy­duğu hemen hemen en korkunç iki kelimedir. İnsan ruhu hiçbir zaman özgürlüğünün elinden gittiği, çok güçlü biri tarafından mağlup edilip mahkûm edildiği, bu gücün ken­di üzerinde mutlak bir otoritesi olduğunu hissettiği za­manki kadar sıkıntı içinde olamaz.

Her zaman, özgürlüğü insanoğluna verilen en kıymetli nimet olduğu söylenir. Bu yüzden insan şahsiyetinin ayak­lar altına alındığı köleleştirme işlemi insan için büyük bir acıdır. İnsanın kendisini; her şeyinin, uyumasının, ye­mesinin, yaşamasının hatta ölümünün belirlenme gücünü elinde bulunduran bir çobanın elinde koyun gibi hisset­mesine sebep olur.

Vahşi bir aslanın pençeleri arasında tam bir teslimi­yetten başka hiçbir seçeneğinin olmadığı bir ortamda in­sanın tek yapacağı şey teslim olmaktır. Bu andaki duru­mu, insan ruhu açısından, çok kızgın bir ateşin yapabile­ceğinden çok daha tahrip edicidir.

Bu söylenen insandan daha güçlü bir hayvan karşı­sında mağlup edildiği anda kişinin hissedebilecekleridir. Peki, bu üstün gücün görülmediği ve onu yenip kurtulma imkânının hiç olmadığı durumda ne hissedilir? Şüphesiz yüzbin kere daha şiddetli bir acı duyulacaktır.

İnsanın ilgisini en çok çeken konulardan biri, dünya üzerinde vuku bulan olayların önceden ayarlanmış, de­ğişmez bir plana göre belirlenip belirlenmediğidir. Kaza ve kader diye adlandırılan, dünya üzerinde cereyan eden tüm olayları belirleyen çok güçlü, mutlak bir kuvvet var-mıdır? Şu anda vuku bulan ya da gelecekte vuku bulacak her şey önceden belirlenmiş midir? İnsanın doğumu ve ölümü belli bir zorunluluk mudur yoksa böyle bir zorun­luluk yok mudur? Geçmişi, şu anı ve geleceği belirleme gücüne sahip midir? Dünya mahlûkatından biri olan in­san özgür müdür? Kendi kaderini kendisi belirleyebilir mi? Yoksa kader bütün dünya olaylarını kontrol etmekte, etkisini istisnasız her olayda göstermekte midir? Bu nü­fuz öylesine karşı çıkılamaz ve önünde durulamaz ki in­sanın özgürlüğüne en ufak bir zarar vermeyecek durum­da mıdır? Eğer bu tez doğru kabul edilirse haklılığı nasıl ispatlanacaktır?

Kaza ve kader konusu en karmaşık felsefî konular­dan biridir. Birtakım sebepler yüzünden meselenin felse­fî boyutunu sonra açıklayacağız. Hicri birinci asırda İs­lam düşünürlerinin bu konuda çok farklı görüşler ileri sürmeleri İslam dünyasında birçok grubun, tarikatın ve çelişkinin ortaya çıkmasına sebep oldu. İleri sürülen gö­rüşlere dayanan birçok tarikat ve mezhep ondört asır bo­yunca İslam dünyası üzerinde çok büyük bir etkiye sahip olmuştur.


KONUNUN GENEL VE UYGULAMALI YÖNÜ

Metafizik bir konu olarak adlandırılmasına felsefe ve metafizikle alakalandırılmasına rağmen bilimsel ve toplumsal bir düzlemde değerlendirilebilecek bir konu­dur kaza ve kader mevzuu. Çünkü kaderle ilgili bir dün­ya görüşü kişinin toplumsal davranışlarını, hayatı boyun­ca karşı karşıya kaldığı olaylara göstereceği tepkiyi belir­leyecektir.

Tabiidir ki özgür olarak doğduğuna inanan birisiyle, kaderinin esiri olduğuna inanan birisi arasında büyük farklar bulunacaktır.

Evrenin ebedî olup olmadığı, sebep-sonuç ilişkileri, bu kadar çok şeyin bir tek şey tarafından yaratılmasının imkan dâhilinde olup olmadığı, eşyanın sırrını kavrama, Allah'ın takdirinin hikmeti... gibi birçok felsefî konu in­san hayatını etkilemediği için kaza ve kader meselesiyle aynı mahiyette değildir.

Kaza ve kader meselesine bulunacak bir çözüm genel olduğu kadar pratik anlama da sahip olacaktır.

Rüzgârın önünde kuru bir yaprak mıyız, yoksa kader denilen bir şey yok ve insan kendi yolunu kendisi belir­leyebilir mi? Bu mevzu felsefenin diğer problemlerinden hem önerdiği çözümler, hem de insanların ilgisini çekme açısından çok farklıdır. Bu iki sebep yüzünden kaza ve kader meselesi pratik, genel ve sosyal veçheleri incelen­mek üzere üçe ayrılabilir:

Geçmişte meselenin tatbikî ve sosyal yönlerine ilgi duyulmamış» mesele sadece retorik ve teorik bir görüş açısıyla sunulmuştur. Günümüzün bilim adamları daha çok meselenin sosyal ve tatbiki yönleriyle ilgilenmekte, meseleye kişilerin ve ulusların görüş açılarını, onların yükseliş ve düşüşlerini etkileme noktasından yaklaşmak­tadırlar.

İslam'ı kritik eden bazı kişiler Müslümanların gerile­mesinde asıl sebebin onların kaza ve kadere inanmaları olduğunu iddia etmişlerdir. Böyle bir şey söylendiğinde hemen şu soru akla geliyor: madem kaza ve kadere inanç, toplumun veya bireylerin bozulmasına sebep oldu neden ilk Müslümanlar üzerinde böyle bir etki nasıl olmadı? Onlar kaza ve kadere inanmamışlar mıydı, İslam'ın bu temel öğretisine katılmıyorlar mıydı? Onların kaza ve ka­dere olan inançları hür irade, özgürlük ve sorumluluk fi­kirleriyle çatışmıyor muydu?

İlk Müslümanların kaza ve kader anlayışı, insanın kontrolü altına alabildiği, onu değiştirme gücüne sahip olduğu bir kader anlayışıdır. Böyle bir görüş açısına sa­hiplerse, bu bakış açısının dayandığı temeller nelerdir?

İlk Müslümanların bu konuyu yorumlayış şekline bakmadan, İslam bilim adamlarının bu konuyla ilgili dü­şüncelerinden faydalanmadan, bu konuyla ilgili bir görüş açısı seçmeden önce Kur'an'ın bu meseleler çevresinde söylediklerini inceleyeceğiz.


KUR'AN AYETLERİ

Kaderin belirleyici olması, dünyadaki hiçbir olayın İlâhî İrade'nin dışında vuku bulmaması, bütün olayların bir kitapta yazılı olduğu Kur'an'ın şu ayetleriyle çok açık biçimde te'yid edilmektedir.

«Yeryüzünde hiçbir şey ve sizin başınıza gelen hiçbir mu­sibet yoktur ki biz onu ortaya çıkarmadan önce kitapta yazılı olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır.'»(Hadid, 22)

«Gaybın anahtarları onun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprak, yerin karanlıklarında olan dane, yaş ve kuru her şey apaçık kitaba ([1]) kaydedil­miştir.» (En'am, 59)

«... 'Bu işte bizim bir fikrimiz var mı?' diye sana soruyor­lardı. De ki 'Bu iş tümüyle Allah'ındır.' Sana söylemeye cesa­ret edemedikleri şeyleri içlerinde gizliyorlar. (Kendi kendileri­ne) şunu söylüyorlar. 'Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı burada öldürülmezdik'. De ki 'Evlerinizde olsaydınız bile haklarında ölüm yazılı olan kimseler yine öleceklerdi.'» (Âl-i İmrân, 154)

«Hazinesi bizim katımızda olmayan bir şey yoktur. Fakat biz onu belli bir ölçüye göre indiririz.» (Hicr, 21)

«Allah her şeyi belli bir ölçüye göre var etmiştir.» (Talâk, 3)

«Gerçekten de Biz yarattığımız he şeyi belli bir ölçüye göre yaratmışızdır.» (Kamer, 49)

«Allah dilediğini saptırır dilediğini de doğru yola eriştirir.» (İbrahim, 4)

«De ki Mülkün Sahibi olan Allah'ım, Mülkü dilediğine ve­rirsin, dilediğinden çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın, bütün iyilikler elindedir. Doğrusu Sen her şeye ka­dirsin.» (Âl-i İmran, 26)

Şu Kur'an ayetleri de insanın özgür iradeye sahip ol­duğuna, kaderi üzerinde etkin olabileceğine, onu değişti­rebileceğine delalet eder.

«Bir millet kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez.» (Ra'd, 11)

«Allah size güven ve huzur içinde olan kasabayı misal ve­rir. Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler, bu yüzden Allah onlara yaptıkla-rtnın karşılığı olarak açlık ve korku belasını tattırdı.» (Nahl, 112)

«.Onlara Allah zulmetmiyordu, onlar kendilerine zulmedi­yorlardı.» (Ankebut, 40)

«Rabbin kullarına karşı zaman adaletsiz davranmaz.» (Fussilet, 46)

«Biz ona yolu gösterdik, ister şükredenlerden isterse (nef­sine uyarak) nankörlerden olur.» (Dehr, 3)

«Bırak isteyen iman etsin isteyen inkâr etsin.» (Kehf, 29)

«Karada ve denizde fesat, insanların elleriyle işledikleri şeyler yüzündendir.» (Rum, 41)

«Ahiret kazancını isteyenin kazancını artırırız, bu dünya­nın kazancını isteyene de ondan veririz.» (Şura, 20)

«Bu dünyanın geçici şeylerini isteyenlere —istediğimiz kim­seye dilediğimiz kadar— ondan hemen veririz. Sonunda ona Ce­hennemi hazırlarız, yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Ahir eti isteyip inanmış olarak onun için çalışanlara gelince, on­lar çalışmaları (Allah katında) kabul edilmiş kişilerdir. Rabbi­nin nimetini her iki gruba da ulaştırırız. Esasen Rabbinin nime­ti kimseye kapalı değildir.» (İsra, 18-20)

Kur'an'da iki gruba da girebilecek başka ayetler de vardır. Bu kadarım vermekle yetiniyoruz.

Müfessirlere ve retorik teologlara göre bu iki ayet grubu birbiriyle çelişmektedir. Bunlar, ilk gruptaki ayet­leri kabul edip diğer gruptaki ayetleri birincilere göre te'vil etmek gerektiğine inanırlar. Hicrî ilk asrın son ya­rısından sonra bu konuda iki görüş ortaya çıktı. Kaderin belirleyici olduğunu iddia eden ve ikinci grup ayetleri bi­rincilere göre te'vil eden "kişiler determinist (cebriye) di­ye anıldılar. İnsanın özgürlüğünün bulunduğunu, özgür iradesinin varlığını iddia eden ve birinci gruptaki ayetleri ikinci grup ayetlere göre te'vil edenler de fatalist (Kaderiye) diye anıldılar. Bu iki skolastik din görüşü (Eş' ari ve Mutezile) yavaş yavaş determinizm ve fatalizm me­selelerinin ötesinde birtakım meseleler hakkında da gö­rüşlerini serdetmeye başladı. Böylece determinist (cebri­ye) ve fatalist (Kaderiye) olmak üzere iki ekol (Eş'ari ve Mutezile adıyla) ortaya çıktı. Bundan sonra artık Eş' arî ekolü determinizmi, Mutezile ekolü de fatalizmi des­teklediler, bu iki farklı teolojik görüş iki ekole münhasır kaldı ve bağımsız kimliklerini kaybetti.


KADER KELİMESİ

İnsanın özgürlüğünün ve hür iradesinin varlığını id­dia edenleri fatalist (Kaderiye) diye adlandırmamızın se­bebi, birçok tanınmış teolojik kaynakta bu şekilde geçmiş olmasıdır. Nakilde ve gelenekte de kelime aynı manada kullanılmış. Retorik dilinde ve bazı gelenek ve nakillerde fatalist kelimesi için determinizme gönderme yapılmak­tadır. Genellikle kaderin belirleyiciliğine inanıp determi­nizmi savunanlar da, hür iradenin varlığını iddia edip fiillerde kaderin belirleyiciliğini inkar edenler de kendi­leri için fatalist (Kaderiyyun) kelimesini kullanmaktan ka­çmıyor. Her iki grup yekdiğerini fatalist (Kaderiyyun) di­ye adlandırıyor.

Fatalist (Kaderiyyun) kelimesini kendileri için kul­lanmaktan kaçınmaları, Hazreti Peygamberin bir hadisin­den kaynaklanmaktadır: «Fatalistler (Kadere karşı olan­lar) ümmetimin arasındaki büyücülerdir.» Deterministler, 'fatalizm' (Kaderiyye) kelimesinin Allah'ın iradesinin be­lirleyiciliğini inkâr edenlere atfedilmesi gerektiğini iddia ederler. Karşı taraf ise bu kelimenin kaderi inkâr edenle­re atfedilmesinin, Eş'arî ekolünün yaygın propagandası­na, muhaliflerin azınlıkta kalmasına bağlı olduğunu iddia ederler. Sihirbazlar İlahî iradeyi sınırlandırma yanında kötü şeyleri kaderin dışında mütalaa ederler. Onlara göre kötü işlerin sebebi Şeytan (Ehrimen)'dir.


ÇELİŞKİ

Görüldüğü gibi, birçok müfessir ve teologa göre, in­sanın kaderi, insanın özgürlüğü, hür iradeye sahip olup olmadığı meselesiyle ilgili ayetler çelişki arz etmektedir, bu yüzden bir grup ayetin te'vil edilmesi yani söylediği­nin tersine yorumlanması gerekir.

Genel olarak iki tür çelişkinin bulunduğunu söyleye­biliriz. Bazen bir ifade diğerini çok açık biçimde redde­der. Mesela, birisinin «Peygamber sefer ayında vefat et­miştir» dediği, diğerinin «Peygamber sefer ayında ölme­di» dediği durumda olduğu gibi. Burada ikinci ifade birin­cisini tamamıyla reddetmektedir. Bazen de ikinci ifade birinciyi tamamen reddetmez, ama kendisinin doğruluğu birincinin yanlış olmasını gerektirir. Mesela, birisinin «Peygamber sefer ayında vefat etmiştir» dediği diğerinin de «Peygamber Rebiüevvvel ayında vefat etmiştir» dedi­ği durumda olduğu gibi. Peygamberin Rebiüevvel ayında vefat etmiş olduğu sözünün doğru olması için sefer ayın­da ölmemiş olması gerekir.

Şimdi, insanın kaderiyle, özgürlüğüyle ilgili Kur'an ayetlerinde hangi çeşit çelişkinin bulunduğuna bakalım. Çelişki, birbirini çok açık biçimde reddeden birinci türde midir, yoksa birinin kabul edilebilmesi için diğerinin red­dedilmesini gerektiren türde midir?

Bu konuyla ilgili Kur'an ayetlerinin birbirini açık bir şekilde reddetmediği yani ayetler arasındaki çelişkinin birinci türde bir çelişki almadığı söylenebilir. Çünkü konuyla ilgili Kur'an ayetlerine baktığımızda birinci grup ayetin, her şeyin daha önce belirlendiğini söylerken di­ğer ayet grubunun her şeyin daha önceden belirlenme­diğini belirtmesi gibi bir durumla karşılaşmıyoruz. Birin­ci grup, her şeyin Allah'ın bilgisinin kontrolünde olduğu­nu söylerken diğer grup, her şeyin Allah'ın bilgisinin kontrolünde olmadığını söylememektedir. Yine birin­ci grup ayet insanın kendi meselelerinde özgür olduğunu iddia ederken diğer grup ayet bu konuda özgür olmadı­ğım iddia etmemektedir. Birinci grup her şeyin İlahi İrade'ye bağlı olduğunu söylerken diğer grup her şeyin Al­lah'ın iradesine bağlı olmadığını söylememektedir.

Bu iki ayet grubunun birbiriyle çeliştiği tezi, bazı müfessir ve teologların; «her şeyin İlahî İrade'ye bağlı ol­duğunu ileri sürmek aynı zamanda insanın özgür olmadı­ğım kabul etmektir» görüşüne dayanmaktadır. Özgürlük ve önceden takdir bir arada bulunamaz, her şeyin Allah' m bilgisi doğrultusunda vuku bulduğuna inanmak her şe­yin hür iradenin müdahalesi olmaksızın zorunlu olarak vuku bulduğuna inanmayı gerektirir. Zira aksi takdirde Allah'ın ilmi her şeyi kuşatamayacaktır.

Diğer taraftan mutluluğunu ve mutsuzluğunu, kade­rinin kötü veya iyi olmasını belirlemede insanı etkin bir faktör olarak gören anlayış da hiçbir şeyin daha önceden belirlenmediğini varsaymaktadır.

Bu yüzden iki grup ayetten bir grubu te'vil edilmek durumunda kalıyor. Birçok Eş'arî ve Mutezile kitabı te' villerle doludur. Mutezile kaderle ilgili ayetleri te'vil ederken Eş'arî hür iradeyle ilgili ayetleri te'vil etmiştir. Eş'arî görüşünden Fahru'r-Razi'nin tefsiri, Mutezile gö­rüşünden Zemahşerî'nin Keşşafı örnek olarak gösterile­bilir. Allah'ın mutlak iradesi, O'nun her şeyi kuşatan il­mi ve mutlak İlahî takdir (kaza ve kader konusunda) ile kişilerin kendi kaderlerini kendileri belirleme özgürlüğü ve hür irade arasındaki görünürdeki bu çelişkiyi çözecek üçüncü bir görüş bulunabilirse bu iki grup ayeti te'vil et­meye gerek kalmayacaktır.

İlerideki sayfalarda göreceğimiz gibi iki ayet grubu arasında hiçbir çelişki görmeyen üçüncü bir görüş mev­cuttur. Bu tür çelişkiler yalnızca sığ görüşlü kimi teolog­ların ve bu tür çelişkileri yaratan bazı müfessirlerin dü­şüncelerinde var olmuştur.

Esasında İlahî Kitapta çelişki olduğunu düşünmek ve ayetlerin bir kısmını esas anlamlarından farklı şekilde yorumlamak (te'vil etmek) manasız bir iştir. Aslında Kur' an-ı Kerim'de te'vil etmeyi gerektiren hiçbir ayet yok­tur. Bu konu kendi başına incelenmeyi gerektirecek uzun­luktadır.



KARAMSAR GÖRÜŞ

Eş'ârî'nin benimsediği determinist ekol insanın öz­gür olmadığını, hür iradeye sahip olmadığını kabul ettiği için birtakım olumsuz toplumsal tesirleri olmuştur. İnsa­nın iradesini ve ruhunu adeta felce uğratmıştır. Zalim­lerin eline zalimlik yapmaları için fırsatlar yermekte, za­limleri cezalandırma yollarını tıkamaktadır. Haksız yol­larla bir mevkiiye geçmiş veya halkın mallarını zor yoluy­la eline geçirmiş bir kimse, insanların ellerinde bulunan her şeyin Allah tarafından verildiğini, bu yüzden kendi elindekilerin veya bulunduğu konumun Allah'ın ihsanı, Allah'ın cömertliği sonucu olduğunu söyler. Mal-mülk denizim zenginlere, yoksulluk gemisini fakirlere veren Allah'tır. İnsanların ellerinde bulundurduklarının meşru­luğunu Allah temsil etmektedir.

Allah'ın ihsanından yoksun kalan kişi ise kaderini, yani Allah'ın iradesine karşı çıkamayacağı için İlahî İra­deye teslim olmak zorundadır. Zalimler ve tiranlar gasp eylemlerini sürdürebilmek için halkın bu kader inancını kötüye kullanabildiler. Çünkü bu sayede kişi intikam al­mak, cezalandırmak istemeyecek, yani zalimin zalimlik yapmasına müsamaha göstermiş olacaktır. Neyle karşıla­şırlarsa karşılaşsınlar bunlara Allah'ın sebep olduğunu düşünecekler, kendileri için belirlenen kadere karşı sa­vaşmak şeklinde değerlendirdikleri için zalimlere karşı savaşmanın boşuna, hatta ahlaksızlık olduğuna kendileri­ni inandıracaklardır.

Determinizme inanan bir kimsenin kişiliğini geliştir­mesi, ahlakını yükseltmesi ve hareketlerini kontrol etme­si imkânsızdır. İnsan kötü ve iyi talihi arasındaki, ahlakî ve manevi yapısı ile kendisi ve hareketleri arasındaki sebep-sonuç münasebetlerini inkar ettiği için her şeyi kade­rin eline bırakır.