CİHAD-I EKBER CİHAD-I EKBER
Büyük Cihad Nefisle Cihad
İMAM HUMEYNÎ (R.A)
Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla
«İş işten geçmeden, düşmanlar tüm dinî ve ilmi meselelerinize el atmadan düşününüz ve uyanık olunuz. Kalkınız, öncelikle nefsinizi terbiye ve tezkiye etmeye önem veriniz. Kendinize bir çeki düzen veriniz. Düzenli ve tertipli olunuz. İlmî müesseselerde nizamı ve intizamı sağlayınız»
«Her şeyimizi yağmalamak isteyen sömürgeciler, bırakmıyorlar ki dinî ve ilmî müesseselerimizde 'insan' yetişsin. Onlar insandan korkuyorlar. Eğer bir ülkede 'insan' yetişecek olursa bu onların huzurlarım kaçırmalcta ve çıkarlarını tehlikeye sokmaktadır»
(FARSÇA) YAYINCININ ÖNSÖZÜ
Büyük Cihad...
Mutluluk dolu ve insanlık unsurunu öne çıkaran bir yaşamın; ilerleme, daha iyi bir hayat sürme ve mutlu bir toplum meydana getirmek için çaba sarf etmek ve mücadele etmekten başka bir anlamı yoktur. Yemeyi, içmeyi, yapıp yıkmayı, gece gündüz mide için tekrar tekrar durmadan koşuşturmayı, silahların gölgesi altında bir yaşam sürmeyi, ilim ve yüceliğin parlak güneşinden, medeniyet ve ilerlemeden, ahlakî melekelerin nimetinden mahrum kalmayı insan için «şerefli bir yasam» kabul etmek mümkün değildir.
Hz. Hüseyin b. Ali, yaşamı; akide ve cihaddan başka bir şey olarak görmüyordu (Hayat, iman ve cihad'dır): İman ve akide yolunda yapılan bir cihad... Hürriyet ve bağımsızlık için yapılan bir cihad... Kaybedilmiş hakları tekrar almak için yapılan cihad... Ezilmişlere zulüm görmüşlere yardımı bayraklaştırmış bir cihad... Zalimlerin ve adaletsizlerin başını ezmek ve onları yok etme hedefini güden bir cihad... İlim, fazilet, ilerleme ve medeniyet yolunda yapılan bir cihad... Ve nihayet en önemlisi de nefisle yapılan ci-had... Hz. Peygamber (saa)'in deyişiyle, en büyük cihad»... (1).
Aslında Peygamberlerin gönderilme gayesi ve aziz İslam Peygamberi'nin (saa) risaletinin sebebi; güzel ahlakın tamamlanması, insan aklının, ruhunun ve iradesinin terbiye edilmesi, insanlığın aydınlığa, ilerlemeye ve medenileşmeye doğru olan yolculuğunda rehberlik edilmesidir (2). Peygamber'e (saa) göre bin insanın terbiye edilmesi ve olgunlaştırılması, onun üzerine güneş ışınlarının akmasından daha iyi ve yücedir (3). Öyle ki, Kur'an'î bakış açısına göre büyüklük ve şahsiyet sahibi olan kimse, üstünlük ve zühdlük melekelerini kazanma yarışında diğerlerini alt eden kimsedir (4).
Nefisle mücadele İslam'da o kadar önemli bir olgudur ki, insan yaşamındaki güzel davranışların mihverini ve hayatındaki nizamın temelini teşkil eder. Eğer hayat sadece maddî değerler üzerine oturarak maneviyattan, ruhaniyetten ve fazilet, melekelerinden mahrum kalacak olursa, karamsarlık, kayıtsızlık, kanun ve nizam tanımamazlık, başkalarına karşı güvensizlik meydana gelir ve bu kötü hasletler insanın yakasına yapışarak onu uçuruma ve yok olmaya sürükler. İnsan hayatındaki vahşîlik, yabanîlik, saldırganlık ve diğer tüm hayvani hasletler sürekli bir artış gösterir.
Bilimler, buluşlar, keşifler ve teknolojilerden gelen şeylerin insanlara hür bir yaşam temin etmesi ve onların sırtlarındaki yaşam yükünü hafifletmesi, insanı huzura kavuşturması beklenirken; dünya isteklilerinin ve bencillerin, çıkarlarına ulaşmaları için birer alet durumuna gelmektedirler. Hatta toplumları esaret zincirine bağlamak ve onları aldatmak için araç olarak bile kullanılabilmektedirler. Bu nedenledir ki, bugünün karanlık dünyası, hayatiyetini maddî temeller üzerine oturtmuştur. Kendisinde ahlakî karakterden ve insanlık özelliklerinden hiç bir şey yoktur. Görüyoruz ki, makine medeniyeti, teknolojik ilerlemeler, atomun keşfi, uydu yapımı, uzayın keşfi ve ay küresine gitmiş olmak; insanların hayvanı vahşiliklerinden bir şey azaltmadığı gibi, toplumu muzdarip eden dertlere de herhangi bir şekilde ilaç olamamaktadır.
Aksine ızdırap, başkaldırı, sarhoşluk, huzursuzluk ve sersemlik alabildiğine artmış; kara ifrit, savaşı ve kan akıtmayı bugünkü toplumda, barbarlık ve mağara döneminden daha çok hâkim kılmış ve dünyayı bir savaşın eşiğine getirmiş olarak, yuva söndüren, ocak yıkan birinin edasıyla karşıya geçmiş bu hali seyretmektedir. Dünya süper güçleri, tüm güçlerini daha modern ve daha iyi silahlar yapma yolunda harcamaktadırlar. Eğer geçmişte, gece karanlığı mesabesindeki cehaletler, iki ordu arasında savaşın patlak vermesine ve bir daha sona ermemesine neden olmuşsa, bugün de makine uygarlığı ve bilimsel canavarlığın sayesinde savaş gece-gündüz, ay-yıl tanımadan ve savaş meydanlarına bile sığmadan devam etmektedir.
Eğer Emilyanof'un (1820-1859 yılları arasında gayri resmi kurumlarda, silahsızlanma konusunda verdiği son konferansta) söylediklerine bakılırsa, meydana gelen 29 savaşta 800 bin insan can vermiştir. 19. yüzyılın son kırk yılında meydana gelen 106 savaşta ise öldürülenlerin sayısı 4.400.000'e ulaşmış bulunmaktadır. Atom çağı, uzay çağı denilen bugünkü asrımızın ilk yarısında meydana gelen 117 savaşta ölenlerin sayısı 5 milyon kişiye ulaşmıştır. İkinci dünya savaşında bombalar sonucu 2 milyon kişi ölmüştür.
Günümüzde ise Amerikan emperyalizmi sadece Vietnam savaşında 7 milyon kişiyi bombardımana tutmuş ve aynı miktarda askerî mühimmat kullanarak 90 bin kişiyi de kimyasal silahların bombardımanına maruz bırakmıştır. Bugünün cemiyeti bir tür sersemlik, şaşkınlık ve melankolik bir durum yaşamaktadır. Duçar olduğu bu makineli yaşamın mahvedici etkisinden, kendisini ölüme terk ederek sıyrılmaya çalışmaktadır. İntihar, kargaşa, cinnet kertesine varan başkaldırı, gün be gün artan delilikler ve beraberinde getirdiği bir sürü ilaçlar, hippi vb. onlarca isimle ortaya çıkan gruplar; maddi temeller üzerine oturarak maneviyattan ve ahlakî değerlerden uzak kalan makine uygarlığının yalnız başına insanlığı mutlu edemeyeceğini, huzura, fazilete eriştiremeyeceğini göstermektedir.
Doğrudur, bilim ve teknoloji denilen canavar bugün uydu yapabiliyor, ,uzayı keşfedebiliyor, insanı ay küresine gönderebiliyor. Ama insanı terbiye etmekten acizdir. Toplumu, öncekinden daha fazla maddiyat ve şatafata boğarak nefsi hevaları ve hayvani arzuları takviye etmektedir. Eğer bunlar İslam'ın maneviyatı, ruhaniyeti ile ve nefsi melekelerle, ahlakî seciyelerle birleştirilmezlerse toplum büyük zarar ve ziyana uğrar. Nitekim bugün birçok problemlerin, açmazların insanlığın yakasına yapıştığını görüyorsunuz. «...biz artık iyice anlıyoruz ki, bugün insanın bu yeni medeniyetten edindiği arzuları ve yönelimlerine karşın bu yeni medeniyet, henüz düşünen ve cesur insan yetiştirme sorumluluğunu üstlenmemiştir.
Bu nedenle insanı, önündeki tehlikeyle dolu olan yoldan kurtaracak bir ölçüyü bulmada ona rehberlik edememektedir. İnsanlar, sahip oldukları beyin yapılarının muntazamlığı oranında bir gelişme gösterememiştir. Özellikle de önderlerin fikrî ve ahlakî zaafı ve onların cehaleti, medeniyetimizin geleceğini tehlikeye düşürmektedir... Eğer Galile, Newton ve Lamazier, fikrî potansiyellerini insan ruhunun ve bedeninin incelenmesi üzerine harcamış olsalardı belki günümüzde dünyamız daha farklı olurdu... Gerçekte her şeyden önce insanı düzeltmek gerekiyor, Onun bozul- masıyla medeniyetin güzellikleri hatta yıldızlar aleminin yüceliği bile yok oluyor..» (5)
Nefisle mücadelenin, insan yaşamının temelinde ve nizamında çok önemli bir yere sahip olmasının yanı sıra, sömürgecilik karşıtı uyanışlarda ve hareketlerde de önemli bir işlevi vardır. Hatta insanın bütün diğer mukaddes savaşımlarının, büyük ölçüde nefisle mücadeleye bağlılığının bulunduğu söylenebilir.
İnsanın, nefisle olan hesaplaşmasından muzaffer olarak çıkmadıkça, diğer savaşımlarından da zaferle çıkacağına dair bir şahid bulmak müşkildir. Çünkü insanın, diğerleriyle mücadelede (eğer mukaddes ve müşahhas bir hedef uğrunda ise) fedakârlığa, sebata, birliğe, güvene ve savaşın öncelikli temel gereklerine mutlak ihtiyacı vardır. Aksi takdirde nefis, insanın kontrolü altına girmez. Bu amelleri yerine getirmek imkânsız olmasa da çok zor olsa gerektir. Bu tür hasletlere sahip olsa bile, temeli sağlam ve mükemmel olmadığı ve sallantıda olan çürük bir temele dayandığı için her zaman titreme halindedir. En ufak bir olayda da bozulmalar baş-gösterecektir.
Kendi nefsi ile mücadeleyi göze alamayan, nefsani arzularını ayakaltına alamayan kimse, buyruk verici (emmare) nefsi kontrol altına alamayan kimse, kısacası kendini «insan» yapamayan kimse, hedefe giden yolda ve inancı uğruna kendi şahsi menfaatlerinden vazgeçemez. Oysa «insan»;
— Şerefi ve makamı görmezlikten gelir,
— Bencillikten, gösterişten ve kendini beğenmişlikten sakınır,
— Düşmanla perde gerisinde anlaşmaktan sakınır,
— Diğer insanlara ihanet etmekten kaçınır,
— Doğruluğa, temizliğe ve başkalarıyla iyi geçinmeye saygı gösterir,
— Düşmana döndürülmesi gereken silahların namlusunu kendi arkadaşına ve kardeşine yöneltmez,
— Bu savaşımında yenilse bile kendisini hedefe gitmekten alıkoymaz,
— Onun arkadaşı ya da arkadaşları insanların sevgisini kazanmaktan daha ileride iseler, kin ve hased beslemez, iş bozan ve nifak çıkaran olmaz,
— Bu savaşımında zafere ulaşsa bile zevk sarhoşu kesilmez, ayağım yorganından fazla uzatmaz,
— Arkadan hançerlemez,
— Savaşta uyuşukluk göstermez,
— Geride kalanlardan da olmaz,
— Teslim olmaz,
— Düşmanla işbirliği yapmaz,
— Bozgun karşıtıdır,
— Ve...
Bu asil ve seçkin insani sıfatlar, sadece insanın kendi insanî yapısını kurması ve nefsiyle cihad etmesi sayesinde elde edilebiliyor. Bu sıfatlarla donanıp bunlarla ıslah olmayan kimse, hayatta başarının anahtarını kaybetmiş demektir. Er meydanına çıktığı zaman —ne kadar savaşçı ve ne kadar kahraman olursa olsun— yenilip rezil olmasa bile, hedefini ve gayesini doğru dürüst tekrar bulması ve savaştan muzaffer olarak dönmesi mümkün olamaz. Buna ilişkin denilmiştir ki, «savaşa girmek için sadece devrimci olmak yetmemektedir. Cesurca ve vakur bir başkaldırı kişinin ruhuna islemeli ve onun can dudağını pörsütmelidir» (6)
Devrimci bir kişiliğe sahip olan kimselerin toplumun huzuru ve hürriyeti için, emniyet, istikrar ve adaletin sağlanması için kıyam eden toplum rehberlerinin, her zaman, ilk kıyam eden fertlerin eğitilmesine, toplumların vicdanlarının uyanık tutulmasına ve inanılacak bir takım mukaddes değerler yaratılmasına önem verdiklerini görüyoruz. Bunu, zamanı geldiğinde istifade etmek için kendi uyanışlarının temeline yerleştirmektedirler.
Beşeriyetin büyük kurtarıcısı yüce Peygamber (saa) de gönderilişinin ilk yıllarında bütün gücünü ve gayretini, insanları kendi nefisleriyle cihada teşvik etmeye, onlarda mekarim ahlakı ortaya çıkarmaya, bütün insani faziletlerin ve değerlerin gözbebeği olan Allah'a imanı gönüllerde yaşatmaya adamıştı, Ta ki, her asıl ve ayrıntıya olan iman birbirlerini batıl göstermesin. Şanı yüce İslam Peygamberi'nin (saa) öğretimi ve eğitimi altında bulunan, tek «Allah'a inanan ve önlerinde hedefler belirten kimselerin neler yaptıklarını, tarihi ne tür iftihar sahneleriyle doldurduklarını biliyoruz. Şan, şeref, zenginlik, makam, kadın, çocuk, rahatlık ve huzur içinde yaşama istemi, onları kendi hedeflerine ulaşmaktan, fedakârlık etmekten vazgeçiremedi.
Tarih; Kur'an'î inkılâp mektebinin verdiği terbiyeden etkilenerek, yeni gelin olmuş kızların sıcak kucaklarından kalkıp savaş meydanlarına koşarak şehadet şerbetini içenlerin hikâyelerini kaydetmiştir. İslam tarihinin inkılabî, ibret verici ve öğretici simalarından biri olan Hz. Ali bk Ebi Talib, (düşmanın canını yaktığında) düşmanın kendisine reva gördüğü tüm çirkin davranışlara rağmen, şu tavrıyla her akıllı insanı düşünmeye ve Allah'ı yüceltmeye davet ediyordu.
İnsanlara, kendi kendini yetiştirmenin, nefsi dizginlemenin, ihlâslı amel işlemenin ne demek olduğunu öğretiyordu: Hz. Ali, düşmanın tüm küstahça cesaretine rağmen onu yere düşürdü. Hançeri boğazına dayayıp başını bedeninden ayırmakla kendi kızgınlığını dindirecek yerde, hedeflediği şeye nefsi arzusu karışmasın diye kızgınlığı ve gazabı dinmeden düşmanının başını kesmekten vazgeçerek üzerinden kalktı. Çünkü Hz. Ali'nin iman ettiği ve hayat bahşeden bir şiar olarak, onu yaymak için kıyam ettiği «lailahe illallah» şiarı, hedefe varmada her türlü şirki ortadan kaldırmış ve Allah'tan başkası için yapılan her şeyin ve her türlü amelin üzerine bir çizgi çekmişti.
Müslümanlar, İslam'ın başlangıcında, İslam'ın önderlerini harekete geçiren ve tek bir hakikat dışında her şeye cephe almayı salık veren yegane şiar olan «lailahe illallah» şiarı ile, kendi nefisleriyle cihad v£ peygamberin öğreticiliği altında kazandıkları üstün nitelikleri ile karanlık ve cehalet perdelerini yırtarak kendi bağımsızlıklarına^ kavuşabildiler. Çağlarındaki iki büyük imparatorluğa karşı (İran ve Rum) zafer kazandılar. İran ve Rum'un esir ve mahrum bırakılmış -milletlerine özgürlük, bağımsızlık, kültür, ilim ve yüce değerler (7) kazandırdılar. Nitekim bu şiara inanmalarıyla birlikte anladılar ki, kudreti yüce olan Allah'ın gücünün yanında bütün makamlar' ve kudretler, çok küçük ve önemsiz olan şeylerdir.
Onlar, bu gayelerinde yoldaş olan Allah'ın gücünden başka hiçbir güçten korkmuyorlardı. Onlar, mukaddes İslam ülküsünü ilerilere götürmekten başka hiçbir endişe ve ideal taşımıyorlardı. Onların yönetime katılma hakları ve bağımsızlıkları koruma altına alınmıştı. Huzur, sükûn ve kardeşlik içinde yaşıyorlardı. Ancak Müslümanlar ne zaman ki İslam'ın nuranî öğreti ve düsturlarından uzaklaştılar, sapıklık ve azgınlık yolunu seçtiler, gönüllerini şeytani arzular ve nefsanî hevesler doldurdu, dünyaperestlik ve şan-şeref düşkünlüğü tek Allah'a ibadetin yerini aldı...
İşte bunların ardından Müslümanlar için kara ve bahtsız günler başladı. Allah'tan habersiz diktatörler, hilafeti ve İslam hükümeti olma görevini gasp ederek İslam milletini ve Kur'an kanunlarının alın-yazısını kendi şehevî arzu ve istekleri doğrultusunda belirlediler. Onlar uzun yıllar boyunca İslam adı altında Kur'an'a ve Muhammedi düsturlara, telafisi mümkün olmayan öldürücü darbeler vurmuşlar ve İslam'ı kendi doğru mecrasından çıkarak hurafeler eklemişlerdir.
İslam milleti, henüz İslam karşıtı ve zalim Ümeyye Oğulları ile Abbasîler hükümetlerinden kurtulabilmiş değildir. Cinayet işlemeyi meslek haline getirmiş olan sömürgeciler, dünya meydanlarında milletleri zincirlere vurmak ve emeklerinin ürünü olan mallarına konmak için aktif haldedirler.
Sömürgeciler artık iyice anlamışlardır ki, milletler, manevi değerlerde ve ahlaki faziletlerde ayak diredikçe; sahip oldukları özgür olma ruhu, mertlik, gayret ve hamiyet canlılığını sürdürdükçe onları zincire vuramayacaklar, dolup taşan tabii kaynaklarını ve sermayelerini ele geçiremeyecekler, el emeklerini yağmalayamayacaklardır. İşte, yüce insani değerleri ne kadar ortadan kaldırabilirlerse, milletleri ne kadar fasit, zebun, isteksiz, bencil, ayyaş ve diğerlerinden farksız yaparlarsa sömürgecilerin saldırıları o ölçüde tepkisiz kalacak; söz konusu milletler kendiliklerinden bir harekete kalkışamayacaklar ve sömürgeciler herhangi bir engelle karşılaşmayacaklardır.
Bu yuva yıkan planlı taarruz, her şeyden önce milletlerin kültürlerini yok etmeye yönelik olmuştur. Sömürgecilerin öngördükleri planın uygulanmasıyla okullarda üniversitelerde nesillerin düşünce ve fikir düzeylerini o kadar aşağı düşürmüşlerdir ki, gençler, danstan, cinsel konulardan, modadan başka bir şey düşünemez hale gelmişlerdir.
Radyo, televizyon, sinema gibi propaganda araçları ülkeleri kontrolleri altına alarak, şehveti körükleyen program ve yayınlarla, kepazelik ve aşk hikâyeleriyle, utanç verici filmlerle, rezil resimlerin gösterilmesiyle, iffetsiz, derslerle fesadı ve fuhuşu ailelere öğretmişler, dolayısıyla toplumu fikri bozulmaya ve ahlaki düşüklüklere doğru sürüklemişlerdir. Gençler için alkollü içkilerin içildiği içki sofraları, danslı toplantılar, gece kulüpleri, tiyatrolar, özel partiler* gece eğlenceleri ve fesad saçan merkezler oluşturmuşlardır. Milyonlarca insanı afyon, eroin, esrar gibi uyuşturuculara müptela kılmışlar, İslam ülkelerinde Kur' an'a ve nurlu İslam hükümlerine karşı mücadele başlatmışlardır.
Bütün güçleriyle halkı Kur'an'î gerçeklerden uzaklaştırmaya gayret etmişlerdir. Geniş olarak hazırladıkları meşum planlarıyla, sömürgecilerin çıkar ve istekleri karşısında yıkılmaz çelik bir kale kuran ulemayı ve ilmi kurumlan, siyasetin ve toplumun dışına itmişlerdir. Halkı ulemadan, ulemayı da halktan uzaklaştırmışlardır. Nihayet bunun sonucunda da devrimci gerçekler ve Kur'an'î ilerleme, saldırgan sömürge kafalı grupların gayretleriyle, yavaş yavaş küller altında gizli kalmaya mahkûm edilmiştir. Âlimlik, toplum dışı edilmesiyle birlikte, kendi uzlet köşesine çekilmeye terk edilmiş, İslam' m mukaddes ülkülerinin gerçekleşmesi yolunda kullanması gereken misyonunu bu yolda kullanmaktan alıkonulmuştur.
Alim yetiştiren müesseselerde, bencillik, enaniyet, münzevilik ortaya çıkmış; ilmi kurumlara, ismen alim olan cahil, satılmış kimseler nüfuz etmeye başlamıştır. Bu kuruluşlar, manevi ve ruhani yönlerini kaybetmişlerdir. Ahlak ıslahı programlarını, İslam'ın inkılâbı hükümlerini halka anlatmak, minbere çıkarak öğüt vermek, ahlak dersleri vermek bazı ilim kurumlarında ayıp sayılmıştır. Ulemanın potansiyeli güçlendirmesi ve nefsi tezkiye etmesi gerekirken, sömürgecilerin çıkarlarıyla hiçbir şekilde çatışmayan kuru zikir, vird, şekilcilik ve klasik tasavvuf yaygınlık kazanmıştır.
Sonunda iş o dereceye varmıştır ki, bir köşeye çekilmek, münzevilik, suskunluk, donukluk, konuşmazlık, sönüklük, politik ve toplumsal meselelerde genel olarak avam gibi olmak vs., bunların hepsi de dinî bir mercii olmanın ve alimliğin, hatta adalet ve takvanın zorunlu şartlarından addedilmeye başlanmıştır. Siyasetten el etek çekmiş, sırtındaki elbisenin hakkını veremeyen kimseler âlim ve mercii, İslam'ın geleceğini tayin eden kimseler olmuşlardır. Nefislerinin kendilerini tahakküm altına almasıyla da artık bozulma baş göstermiştir!..
Kısacası sömürgecilik, her ne kadar âlimleri bir piskopos, bir papaz ve bir keşiş haline getirmediyse de; kendi kirli emellerini yerine getiren bir memur kılmak için, onları, bencil, riyakâr, inzivacı, insanlardan uzak duran, siyaset ve toplumsal meselelerle ilgilenmeyi günah sayan kimseler haline getirdi. Aralarına nifak tohumu saçtı. Sonuç olarak da ilmi müesseseler çöküntüye doğru sürüklenmişler, İslam toplumunu Kur'an gerçeğinden ve hakikatinden uzaklaştırmışlardır. Böylece de kendi kirli sömürgeci çıkarlarına, amaçlarına ulaşabilmişlerdir, «...şimdi öyle bir yere gelindi ki, konuşmak, bir âlim için düşünülemeyecek bir şeydir.
Bir âlimin, bir müçtehidin (bu sıfatları kazanabilmeleri için) konuşmayı bilmeyen biri olması lazımdır. Bir şey konuşsa bile bu, sadece 'lailahe illallah' diyebileceği anlamına gelmektedir. Onlar İslam'ın gücünün Avrupa'yı etki altına aldığını görmektedirler. Onlar da İslam'ın gerçekte mevcut statünün karşısında olduğunu anladılar. Yine onlar anladılar ki, âlimler üzerinde bir nüfuz kuramıyorlar; onların fikirlerine tasarruf edemiyorlar. İşte bunun içindir ki, ilk günden beri kendi dünyalarına götüren yol üzerindeki bu engeli aşma gayretine düştüler...
Bu yüzden de İslam toplumlarının başında bulunan âlimleri, fakihleri töhmetle ya da başka bir yoldan lekeleyerek onlar(ın işlevini) yok etmek taraftarıydılar. Onları ortadan kaldırmaya güçleri yetmeyince toplumsal fonksiyonlarını azaltarak, bunların yerine, konuşmaktan başka bir işlevlerinin olmadığını söyleyen kimseler getirme yoluna gittiler. Onlar, dinin siyasetten ayrı olduğunu âlimlerin hiç bir şeye karışmayacaklarım söylüyorlardı. Bizler bunları hep birlikte tasdik ettik. Netice olarak, sömürgecilerin istediklerinin, şimdi de istiyor olduklarının ve isteyeceklerinin hep aynı şeyler olduğunu görüyoruz...
Eğer biz Müslümanlar olarak namaz, dua ve zikirden başka bir şey yapmayacak olursak onlar (sömürgeciler) hiç bir zaman bize dokunmayacaklardır. Siz ne kadar namaz kılmak isterseniz isteyin onlar sizin petrolünüzü istemeye devam edeceklerdir. Onların, sizin namazlarınızla ne alıp veremedikleri var M? Onlar bizim madenlerimizi istemektedirler. Onlar bizim 'insan' olmamamızı istemektedirler. Onlar 'insandan' korkmaktadırlar...» (8).
Sömürgecilerin bütün bu mahirane desiselerine ve etkilerine ve İslam önderlerini siyasi işlerden uzak tutmak için uzun süreli uğraşlarına rağmen aydın görüşlü İslam fakihleri, Kur'an-ı Kerim'in gerçekliği ve ruhu ile tam bir tanışıklığı olan İslam fakihleri hiç bir zaman yabancıların aldatmalarına kanmamışlar, onların tuzağına düşüp onların oyunlarına gelmemişlerdir. Kendi mukaddes İslami hedeflerine yürümekten hiç bir zaman geri durmamışlardır. Bunlar, İslam inkılâbının en ön safında çarpışanlara, özgürlük uyanışlarına bağlı ve sömürgenin karşısında olan kimseler olmuşlardır. Gerici rejimlere, sömürgecilere karşı olan haklı kıyamlara iştirak etmişler, insanlar uyuşuk bir halde oturuyorlarken onları ayağa kaldırmışlar ve kaldırmaktadırlar.
Büyük İslam Önderi Hz. Ayetullah el-Uzma Humeynî, İslam'ın eskiden beri düşmanı olan sömürgeye karşı uzlaşma kabul etmeyen bir mücadele vermiştir. Bu yolda zindana girmiş sürgün edilmiştir. O, sömürgecilerin ücretli işçilerine açıkça şunu ilan ediyordu: «...ben şimdi sizin süngüleriniz için kendimi hazırlamış durumdayım. Ancak sizin zorbalıklarınız ve tiranlıklaranız karşısında boyun eğmeye hiç bir zaman hazır olmayacağım.» (9) İftihar dolu yaşamı boyunca büyük İslam Peygamber'ine (saa) uymaktan, güzel ahlaktan ve ulema topluluğundaki manevî mirası aydınlatarak canlı tutmaktan bir an bile geri durmamıştır. Meşum sömürgenin tesiri ve yabancıların etkisiyle kısır bile hale gelen İslam milletini ve âlimlik müessesesini İslam'ın nuranî gerçekleri ile tanıştırmıştır.
O, Kum'daki medreselerde bulunduğu dönemlerde, Kum medreselerini susturarak ıssız ormana çevirmek isteyen sömürgeci kafalıların kendisine yönelttikleri baskılara rağmen, kendisine has konuşma üslubu ile âlimlere ve talebelere, kendilerini yetiştirmelerini, faziletli ve maneviyattı olmalarım öğütlüyordu. Onları, bugünün dünyasındaki âlimin ne kadar ağır ve tehlikeli bir sorumluluğu olduğu konusunda uyarıyordu. Her ne kadar Hazretin nasihatlerinden ibaret olan derslerini karşı propaganda ve taarruzlarla önlemeye çalıştılarsa da, O'nun canlı ve canlılık bahşeden sesini susturamadılar. İnsanları terbiye etmek için yükselen maneviyat dolu feryadını boğamadılar. O, her öğretim yılının başında ve sonunda yapıcı konuşmalar irad ediyordu. İnsanlara aydınlık bahşeden nağmeleri bu insanların kulaklarını mırıldıyordu.
Ta ki, sonunda Kum semalarının üzerinden vahşet yüklü siyah bulutları tamamen dağıtarak isyana dönüşen bir kavgayı başlatmış oldu. Kum medresesini İslam İnkılâbının başkenti, Müslüman İran milletine kurtuluş bahşeden bir merkez yaptı. Bugün de sürgünde bulunduğu şerefli Necef teki (10) ilim medreselerinde ilim talebelerini aydınlatmaktan, onları terbiye etmekten asla geri durmamaktadır. Uygun fırsat buldukça onları uyarmak için gayret sarf etmiştir. Kur'an düşmanlarının, İslam ve ulema için uygun gördükleri uykuyu ve yabancı etkilerini insanlara açıklamış, âlimlerin ağır vazifelerini onlara hatırlatmıştır. Sıcaklık ve ateş dolu uyarıcı sözlerle onları içinde bulundukları gaflet uykusundan uyandırmıştır.
Onlara devamlı şu noktayı hatırlatmıştır: Toplumu ıslah etmek için ve topluma rehberlik etme iddiasıyla yola çıkan kimselerin, zafere erişme yolunda, başarılı- olma yolunda, insanî faziletlerle donanma ve kendini yetiştirme yolunda bu iddialarını gerçekleştirebilmeleri için amellere önem vermeleri gerekmektedir. Bu yolda henüz rüşdünü ispat edememiş olanların, toplun: hidayete sevk etmek için yol göstericilik yapmaları mümkün değildir. Zaten bu durumda genel olarak da bu iddiada bulunan kimselerin bizzat kendileri toplumun sapıtmasına ve derin fesat ve sapkınlık kuyularına düşmesine sebep oluyorlar. Şiir:
Gerçekte kendisi «varlık»tan nasibini almamış iken.
Nasıl olur da «varlık bahşeden» olur ki biri?
Şimdi şükürler olsun ki, varlığı son bulmayacak olan Allah'ın yardımıyla büyük İslam önderinin Necef'te uygun şartlarda yapmış olduğu aydınlatıcı ve hayat bahseden sözlerini toplayabiliyor ve insanımızın istifadesine sunabiliyoruz. Böylece gerçeğin arayıcıları ve Hazreti Humeynî'nin uyanık evlatları iş işten geçmeden bu semavî ve ruhanî çağrıyı dikkate alarak hayatlarım aydınlatıp cilalamaları, maneviyatlarım kuvvetlendirerek marifet ve aydınlığı kendilerine dayanak ittihaz etmeleri, âlimlik havzasındaki kara bulutları ve pislikleri kendilerinden uzaklaştırabilmeleri mümkün olabilecektir.
Olur ki, ilmi araştırmalar ve İslamî ilimleri tahsil eden kimseler bu hayat ve saadet veren öğüt dolu sözlerin kendilerine verdiği mesajları anlayarak, kendilerinin ağır sorumluluklarının daha fazla farkına varır ve toplumun meselelerine çareler bulurlar. İslam'ın ideolojisini ve dünya görüşünü bir bakış açısıyla kapsamlı olarak incelerle, ilmi müesseseleri durgunluk ve donukluktan, bozukluktan, fesat ve köşesine çekilmişlikten kurtararak, tarih boyunca İslam'ın düşmanı olmuş kimselerin ve sömürgeciliğin, aksini arzu etmelerine rağmen, onların karşısına birer çelik kale ve yalçın siperler olarak çıkmasını sağlarlar.
Olur ki dini ilimlerle meşgul olan âlimler ve İslam milleti, asrımıza yeni bir soluk getiren ve yüce Rabbimi-zin bize değerli bir ihsanı olan büyük İslam lideri İmam Humeynî'nin değerli ve ustaca rehberliği altında tüm bu bozukluklardan, çarpıklıklardan, zilletten ve sömürü hayatı yaşamaktan kurtulurlar. Sömürgenin kara zincirlerini paramparça eder, kaybetmiş olduğu istiklaline, şerefine ve azametine tekrar kavuşur. Olur ki bu vesile ile yüce Rabbimiz kendimize gelmemizde, nasihat almamızda ve nefislerimizle Cihad etmemizde hepimize yardım eder. O Dua edenin duasını işitendir.
İMAM HUMEYNÎ
İran halkının büyük İslamî kıyamının Rehberi Hz. İmam Humeynî, Hicri-Kamerî 1320 yılında Humeyn kasabasında doğdu. Babası, merhum Hacı Mustafa, eğitimini Necef’te tamamlamış ve içtihat makamına ulaşmıştı. Ulema yanında saygınlığı ve halk nezdinde de güvenilirliği vardı. Hz. İmam'ın annesi merhume Hacer Ahmedî, merhum Ağamirza Ahmed Müctehid'in kızı idi. Çok muttaki ve cesaretliydi. Nitekim kocası öldükten sonra altı oğlunu yalnız başına büyüttü.
İmam Humeynî altı aylıkken babası dünyadan ayrıldı. Ailenin sonuncu çocuğu olan İmam, küçüklüğünde merhum İftiharu'l Ulema'nın huzurunda eğitim gördü. Onaltı yaşında, eğitimine devam etmek için Erak'a gitti. Orada, Ayetullah Hairî adıyla meşhur olan Şeyh Âbdulkerim'in yanında eğitimini sürdürdü. Tahsil yıllan boyunca üstadı ile olan ilişkisini sağlamlaştırdı. Hatta bütün seyahatlerinde üstadına yol arkadaşı olurdu. Ayetullah Hairî Kum'a gittiğinde ve orada ikamet etmeye başladığında, İmam Humeynî de O'na katıldı ve üstadının hayatının sonuna kadar, yani Hicrî-Şemsî 1304 yılma kadar (İmam o sıra 24 yaşındaydı) O'ndan bir an olsun ayrılmadı.
İmam Humeynî Şemsi 1306 yılında, Tehran'ın meşhur dinî rehberlerinden biri olan merhum Ağamirza Muhammed Sakafi'nin kızı ile evlendi. Bu evlilikten iki erkek ve üç kız çocuğu oldu.
Büyük oğlu şehid Ayetullah Mustafa, babası ve dedesi gibi ulema dünyasına adım attı ve «ayetullah» makamına ulaştı. Ancak kırk yaşında, Pehlevî rejiminin kuklaları eliyle şehadete ulaştı.
İranlı Müslümanların rehberi olan ve fakat tüm nüfuzuna rağmen siyasetten uzak duran Ayetullah Burucerdi vefat ettiğinde, dini rehberlerin çoğu, O'nun yerine İmam Humeyni'yi seçmek için çaba sarf ettiler.
Bu hedefe sahip kişiler, merhum Burucerdi'nin siyasete karışmamasının İran'da dinin zayıflamasına yol açtığını, bugün kendisini siyasetten uzak tutmayacak bir rehbere ihtiyaçları bulunduğunu ve bu kişinin de İmam Humeynî' den başkası olamayacağını söylüyorlardı.
Bu sahada gösterilen çabalar, İmam-ı Ümmetin o dönemde 59 yaşında olması nedeniyle bir sonuca ulaşamadı. Bunun üzerine Ayetullah Hakîm, merhum Ayetullah Buru-verdi'nin yerine seçildi.
Aynı dönemde, o zamanın Amerika Cumhurbaşkanı Kenedynin emriyle hain Şah tarafından «Ak Devrim» adı altında bir program gündeme getirildi. İmam-ı Ümmet, kesin bir tavır takınarak bu Amerikancı harekete karşı çıktı.
1341 yılı Behmen ayında hain Şah tarafından malum devrim için bir referandum düzenlendiğinde İmam-ı Ümmet bir kere daha, bu referandum aleyhinde olmak üzere sesini yükseltti. Halktan, bu referandumu boykot etmelerini istedi.
İmam referandumu protesto ederek 40 günlük genel yas ilan etti ve 1342 Nevruz'unda kendi rehberliği altında bulunan Kum Fevziye medresesinde bir yas merasimi düzenledi. O tarihte devletin memurları medreseye hücum ettiler ve dinî ilimler talebelerinden pek çoğunu şehid ettiler. Hatta bazılarını medresenin üst katından aşağıya attılar.
Bu saldın dini rehberlerden bir grubun siyasetten çekilmelerine sebep oldu. Ama İmam-ı Ümmet, medresesinin kapılarım sığınmak isteyen herkese açık tuttu.
İmam-ı Ümme, bundan sonra rejimin gerçek yüzünü ifşa etmek için çaba sarf etmeye devam etti. O günlerde kendisine yöneltilen tehditler karşısında; «ben, kalbimi süngü ile delik deşik etmelerine kendimi hazırladım. Hiçbir zaman en ufak bir korkuya geçit vermeyeceğim. Bana, bu saldırıların ve işkencelerin Şah'ın emriyle aynen devam edeceğini söylediler. Başımıza gelecek her şeye karşı hazırım» diyordu.
İmam-ı Ümmetin, Şah'm komplolarına karşı muhalefeti o kadar yoğunlaştı ki ülkenin her tarafında büyük karışıklıklar ortaya çıktı. Bunun ardından İmam rejim tarafından tutuklandı ve rejim, karışıklıkları kontrol altına alabilmek için İmam'ı idam edecekleri tehdidinde bulundu. Bununla birlikte olaylar devam etti. Rejim çaresiz; İmam-ı Ümmet'i serbest bırakmak zorunda kaldı... Ancak henüz birkaç gün geçmeden İmam sürgüne gönderildi.
İmam, Türkiye'deki sürgün günlerinde faaliyetlerine devam etti. Bu faaliyetler kendisinin Türkiye'den Irak'a sürgün edilmesine sebep oldu.
O dönemde Irak ve İran'ın tağuti rejimleri arasındaki hassas ilişkiler nedeniyle meydana gelen elverişli ortamda İmam-ı Ümmet mücadelesini Irak'tan sürdürdü.
Irak ve İran arasındaki ilişkilerin iyileştiği 1345 yılında İran devletinin baskılan sonucu, Irak, İmam-ı Ümmet' in İran rejimini teşhir etme faaliyetlerini önlemek için sınırlamalar getirdi. Irak rejiminin baskılarına aldırmadan çalışmalarını sürdüren İmam'ın bu davranışı sonucu Irak'a tahakküm eden faşist rejim İmam'ı sınır dışı etti. İslam ülkelerine tahakküm eden rejimlerin, mücadelesine resmen muhalefet etmeleri sonucu İmam Paris'e gitmek zorunda kaldı. İran'ın Müslüman milletinin mücadelesini oradan yönetmeye başladı. İran'ın Hizbullah ümmetinin fedakârca mücadelesi Pehlevî rejiminin yıkılmasıyla son buldu.
İmam-ı Ümmet, daha sonra İslam Cumhuriyeti'nin Rehberliği, Muhammedi (saa) İslam'ın yerleştirilmesi ve Amerikancı İslam'ın defedilmesiyle fiilî olarak İslam Devrimi'nin evrenselleşmesi yolunda adım attı.
Mustazaflar dünyasının Rehberinin İmam Humeynî’nin acı kaybı dolayısıyla tüm dünya mustazaflarına tesliyet ve tâziyetimizi sunarız.
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd Âlemlerin Rabbı olan Allah'adır...
Salât, yaratıkların hayırlısı olan Muhammed'e
ve o'nun Âl'ine olsun...
Ömrümüzden bir yıl daha geçti. Siz gençler yaşlanırken biz ihtiyarlar da ölüme doğru gidiyoruz. Bu bir yıllık tahsiliniz boyunca, belli bir ilmî birikime sahip oldunuz. Malumunuz, ne kadar çok eğitim görürseniz ilmi temellerinizi de o kadar çok yükseltmiş olursunuz.
Ancak, ahlakın güzelleşmesi, dini davranışın tahsili, ilahi marifetler ve nefsin tezkiyesi ile ilgili olarak neler yaptınız? Bu yolda ne gibi müspet adımlar attınız? Acaba hiç aklınıza kendinizi ıslah etme fikri, ahlakınızı güzelleştirme fikri geldi mi? Bununla ilgili bir program yapmayı düşündünüz mü?
Üzülerek belirteyim ki, bu konuda yaptığınız gözle görülür bir şey yoktur. Kendi kendinizi düzeltme ve terbiye etme yolunda fazla bir adım atmamışsınız.
İLMİ MÜESSESELERİN FAZİLETLERLE DONANIP REZİLLİKLERİ TERKETMEYE OLAN İHTİYACI
İlmi kuruluşlarda, ilmi meselelerin yanı sıra ahlaki ve manevi meselelerin de öğretilip, öğrenilmesine ihtiyaç vardır. Ahlaki bir öndere, ruhani terbiyecilere, nasihat meclislerine ihtiyaç vardır. Ahlak, ıslah, terbiye ve ahlakî temizlik derslerinin Peygamberler (a.s.)'in gönderilişlerinin asıl nedeni olan ilahi marifetin öğretildiği derslerin ilmi müesseselerin müfredatlarına ders olarak konulması lazımdır.
Maalesef ilmi merkezlerde, bu tür gerekli ve lazım olan meselelere daha az önem verilmektedir. Ruhi ve manevi ilimlerde bir düşüş göze çarpmaktadır. İlmi müesseselerin, gelecekte ahlak âlimlerini, terbiyeci olabilecek ve ilahi ahlak ile ahlaklanmış kimseleri yetiştirememe tehlikesi baş göstermiştir. Klasik derslerin tahkiki ve incelenmesi; Kur'an-ı Kerim'in, Nebi'nin (saa), diğer Nebilerin ve evliyanın teveccühüne mazhar olan asıl meselelerin incelenmesine imkan bırakmıyor.
İlmî camianın teveccühüne mazhar olmuş büyük fakihler ve otorite olan müderrisler, ahlak dersleri sırasında, fertlerin ahlaklanmasını ciddi olarak ele almışlar, ahlaki ve manevi meselelere daha fazla önem vermişlerdir. Aynı şekilde ilmi müesseselerde tahsil gören talebelerin de, fazilet melekelerini kazanmak için ve nefislerini temizlemek yolunda gayret göstermeleri gerekmektedir. Omuzlarında yüklü olan görevlerine ve tehlikeli sorumluluklarına önem vermeleri gerekmektedir.
Sizler bugün bu ilmi kurumlarda öğrenim görmektesiniz. Yarın toplumun önderliği ve yol göstericiliği sorumluluğunu yüklenmek istiyorsunuz. Zannetmeyiniz ki, şimdi sadece bir takım ıstılahları öğrenmekle mükellefsiniz. Sizin bunun dışında görevleriniz de vardır. Siz bu müesseselerde kendinizi öyle yetiştirmelisiniz ve terbiye etmelisiniz ki, yarın herhangi bir şehre veya köye gittiğinizde oraların halkını da doğru yola çağırabilesiniz ve onları ahlaki andırabilesiniz.
Sizden beklenen, insanları, İslam'ın ahlak düsturlarına uygun olarak terbiye edip yetiştirebilmeniz için bu kurumlardan kendinizi yetiştirmiş ve «ahlaklanımş» olarak çıkmanızdır. Fakat Allah göstermesin, eğer sizler bu ilim merkezlerinden kendinizi düzeltmeden, maneviyat kazanmadan çıkarsanız, gittiğiniz her yerde —Allah korusun— insanların sapıtmasına ve İslam'ın, âlimliğin insanlar nazarında kötü görünmesine sebep olursunuz.
ÂLİMLERİN TEHLİKELİ SORUMLULUĞU
Sizlerin oldukça ağır vazifeleriniz vardır. Eğer bu medreselerde kendi sorumluluklarınızı yerine getirmezseniz, kendi nefsinizi temizleme işine girişmezseniz, buradaki çalışmalarınızı sadece fıkıh, usul ve birkaç ilmî ıstılah öğrenmeye hasrederseniz —Allah göstermesin— ileride İslam ve Müslümanlar için tehlikeli birer kimse olursunuz. Allah korusun, insanların sapmasına sebep olan kimselerden de olabilirsiniz. Sizin uygunsuz hareketlerinizden ve gidişatınızdan dolayı eğer bir kişi sapacak olursa, İslam’dan dönecek olursa, büyük bir günah işlemiş olursunuz.
Bu durumda tövbenizin kabul olunup olmayacağı bile şüphelidir. Rivayete göre, sizin vesilenizle birinin hidayete erişmesi, onun üzerine sabah güneşinin doğmasından daha hayırlıdır. Sizlerin oldukça ağır sorumluluklarınız vardır. Sizlerin görevi ile sıradan insanların görevi aynı değildir. Sıradan insanların yapması caiz olurken, sizin için caiz olmayan, hatta haram olması bile mümkün olan birçok şey vardır. Öyle ki, insanlar sizden bir çok mubah şeyleri dahi yapmamanızı bekliyorlar. Allah etmesin sizden sadır olacak herhangi gayri meşru ve kötü bir hareket, insanların, İslam'a ve din âlimlerine karşı kötü gözle bakmalarına sebep olacaktır.
Problem buradadır. Eğer insanlar, beklemedikleri bir ameli işlediğinizi görürlerse dinden soğurlar, din âlimlerinden yüz çevirirler. Mesele, onların sırf bir şahıstan yüz çevirmeleri meselesi değildir. Keşke sırf bir şahıstan yüz çevirseler de sadece ona kötü gözle baksalar! (ama mesele şahıs meselesi değildir.)
Ancak herhangi bir din adamının uygunsuz, nezaket kurallarına aykırı bir hareketini gördüklerinde bir tahlile ve ayırıma gitmezler: Esnaf arasında dürüst olmayan, haksızlık yapan kimseler olduğu gibi, yine dairelerde çalışanlar arasında fesatçı ve işinin ehli olmayan kimseler görülebildiği gibi, din adamları arasında da uygunsuz davranan, ehil olmayan bir iki kişinin bulunması mümkündür. Bunun içindir ki bir dükkancı gayri meşru bir iş yaptığında ona «Falanca esnaf uygunsuz bir iş yapmış» der geçerler.
Ya da bir attar (koku satan) kötü bir iş yapsa «Falan attar kötü bir iş yapmış» der geçerler. Ama bir âlim, bir din adamı uygunsuz bir harekette bulunacak olursa, «falan din adamı yanlış bir hareket yapmış» demezler de «İşte tüm din adamları böyledir. Kıyamet hacıdan hocadan kopacakmış» derler. İlim ehlinin oldukça ağır görevleri vardır. Ulema'nın sorumluluğu diğerlerinden daha fazladır.
Usul-i kâfi ve Vesail gibi kitapların, âlimlerin vazifeleri ile ilgili bölümlerine bakacak olursanız, orada ilim ehlinin çok ağır ve tehlikeli olan sorumluluklarının açıklandığını görürsünüz (11).
Bir rivayete göre âlimin canı boğazına ulaştığı vakit, onun için artık tövbe etmesi yersizdir. Bu durumda artık onun tövbesi kabul edilmeyecektir. Çünkü Allah’u Teâlâ ancak cahil olan kimselerin son dakikadaki tövbelerini kabul edecektir (12).
Diğer bir rivayette ise âlimin bir günahı (tövbesi sonucu) af edilene kadar cahilin yetmiş günahının affedileceği bildirilmektedir (13). Çünkü âlimin günahı, İslam için ve İslam toplumu için oldukça zararlıdır. Avam ve cahil olanlar günah işlediklerinde ancak kendilerine zarar vermektedirler. Kendi bahtlarını karartmaktadırlar (14).
Yine rivayet edildiğine göre Cehennem ehli, ilmi ile amel etmeyen âlimin çirkin kokusundan rahatsızlık duyacaklardır (15). Bundan dolayıdır ki, bu dünyada topluma zararlı ya da faydalı olma bakımından âlim ve cahil arasında büyük farklar vardır. Eğer âlim bozulmuş birisi ise toplumun da bozulmasına sebep olacak, toplumun kokuşmasına yol açacaktır. Eğer Âlim edepli ve ahlaklı olursa, İslamî adaba ve ahlaka riayet ediyorsa, toplumu da ahlaklı bir toplum yapıp hidayete erişmesine sebep olabilecektir.
Eskiden yaz aylarında (ziyaret için) bazı şehirlere gidiyordum. Oralarda halkın şer'i adaba sıkı sıkıya bağlı olduklarına şahid oluyordum. Bunun sebebi, aralarında salih ve takvalı olan bir âlimin bulunmasıdır. Eğer bir şehirde ya da eyalette, muttaki dürüst bir Âlim bulunsa ve fakat zahiren bir tebliğ yapmasa, o beldelerin halkı, sadece o âlimin varlığı sebebiyle bile ahlaklı ve hidayete erişen kimseler olurlar (16).
Biz öyle kimseler gördük ki, onların sadece varlığı bile ibret ve nasihat yerine geçiyor. Onlara bakıp onları görmek bile öğüt almaya sebep oluveriyor. Şimdi genel olarak bildiğime göre, Tahran'daki mahalleler bile birbirlerinden farklıdır: Uyaran, muttaki bir âlimin yaşadığı bir semtte, salih ve imanlı kimseler bulunuyor. Diğer yandan bozulmuş, fesatçı, kafasında sangı ile cemaate imam olmuşa dük-kancılık yaparak kendi işi gücü peşinde olan bir kimsenin yaşadığı semtte ise, onun insanları dolandırdığını, onları saptırdığını ve karışıklık çıkarttığını görürsünüz.
İşte cehennem ehlini rahatsız eden, buradaki bozukluğun kokusudur. Bu dünyada insanlara kokusu ile yük olan, ilmi ile amel etmeyen sapık ve kötü bir âlimin bu kokusu, öbür dünyada da cehennemlikleri rahatsız edecektir. Bu koku ona öbür dünyada ilave edilen bir şey olmayıp, bu dünyada kendi kendisine hazırladığı bir kokudur. Bize amelimizin karşılığı dışında bir şey vermiyorlar. Bu dünyada fesat çıkaran ve kötülük peşinde olan bir âlimin toplumu kokuşturmasının verdiği koku hissedilmez. Ancak ahiret âleminde onun verdiği pis koku duyumsanacaktır. Fakat sıradan biri İslam toplumunu böyle karışıklığa ve fesada uğratamaz. Halk hiçbir zaman, imamet ve Mehdi'nin yoluna tabi olmaya davet eden birinin ilahlık ve peygamberlik iddia etmesine izin vermez. Dünyayı fesada boğan, fasit âlimdir. «İza fesedel alimu, fesede'l alemu», âlim bozulduğu zaman alemde bozulur.
ÂLİMLİK KİSVESİ ALTINDA DİN ÜRETİCİLERİNİN MESLEĞİ
Birtakım sunî dinler üreterek toplumun ve grupların sapmasına, bozulmasına sebep olan kimselerin birçoğu ilim ehlinden olup, bazıları da ilim merkezlerinde tahsil ve riyazet yapmaktadırlar. Batıl fırkalardan birinin reisi de bizim medreselerimizden birinde tahsil görmüştür. Fakat tahsilini nefis tezkiyesi ve terbiyesi ile birlikte yürütmediği, yol alırken Allah'ın yolunda ilerlemediği, kötülükleri kendisinden uzaklaştırmadığı için rezil rüsva olmuştur.
Eğer insan, pislikleri kendi tabiatından uzaklaştırmamışsa, ne kadar ders okursa okusun, ne kadar tahsil yaparsa yapsın bir faydası olmadığı gibi zararı dahi dokunabilir. İlmin merkezine, yani bu köke bir pislik sirayet edecek olursa, ağaç, dallarıyla, yapraklarıyla birlikte pislenmiş olur.
Bu tür ilmi mefhumları ahlaklanmamış kara bir kalbe yığdıkça kalbin kararmasında artış olur. Terbiye edilmemiş bir nefiste ilim ancak kapkara bir örtü mesabesindedir. «İlim (kalb için) en büyük örtüdür». Bundan dolayıdır ki basit bir âlimin İslam'a karşı işlediği şer başkalarının şerrinden daha fazladır ve daha çok tehlikelidir. İlim bir nurdur. Ancak kara bir gönülde, fesada uğramış bir kalbte sadece zulmet ve siyahlık alanını genişletir. İnsanı Allah'a yaklaştıran ilim, dünya isteklilerinin nefsinde, onları zü'l celal'in dergâhından daha fazla uzaklaştıran bir' şeye dönüşür.
Aynı şekilde tevhid (kelam) ilmi de Allah'ın (rızası) dışındaki şeyler için öğrenilirse (insanın kalbinde) zülmani örtülerden bir örtü olur. Çünkü bu durumda «masiva'llah» (Allah dışı) şeylerle uğraşılmış olmaktadır. Eğer biri Kur an-ı "Kerim'i Allah1 m rızası dışında bir şey için, ondört kıraata göre de okusa, ezberlese onun hanesine, Allah ile kendisi arasında Allah'tan uzaklaştıran bir perde olmaktan başka yazılan bir şey olmaz.
Sizler, burada tahsil görmüş olabilirsiniz. Hatta bir sürü zahmetlere katlanarak âlim de olabilirsiniz. Ancak âlim ile, insanları ıslah eden bir müeddib arasında fark olduğunu bilmeniz gerekmektedir. Bizim üstadımız —Allah ondan razı olsun— şöyle buyuruyorlardı: «bazılarının; 'molla olmak çok kolaydır, adam olmaksa zordur' şeklindeki sözleri doğru değildir. Bunu şöyle söylemek gerekir; 'molla olmak çok zordur, adam olmaksa imkânsızdır'.»
İnsani faziletlerin ve güzel huyların kazanılması ve insani ölçülerin korunması, omzunuzdaki çok büyük ve müşkül olan görevlerdendir. Şimdi şer'î ilimlerle ve fıkıh gibi değerli bir ilimle meşgul olduğunuz için kendinizi rahat ve «kendine yönelik teklif ve vazifeleri yerine getiren kimseler» zannetmeyiniz. Eğer ihlâs ve (Allah'a) yakınlaşma niyeti yoksa eğer sizin tahsiliniz —Allah'a sığınırız— Allah rızası için değil de, nefsanî istekler, makam ve mevkii, etiket ve şöhret kazanmak içinse, kendiniz için çalışıp çabalayıp, kendinizi vebalin ağırlığına bıraktıysanız bu ilmin size hiçbir yararı yok demektir.
Öğrendiğiniz bu ıstılahlar Allah'tan başka bir şey içinse vebali bir ağırlıktır. Bu ilmi tabirlerin daha fazla öğrenilmesi, eğer ahlaki ve takva gelişimi ile paralel gitmiyorsa, Müslümanların dünyada ve ahirette zarara uğramalarına yol açar. Bu (ilmî) tabirleri bilmenin başlı başına bir etkisi yoktur. Kelâm ilminin öğrenilmesi bile eğer nefsi aklanmayla içice olmazsa sadece bir vebal olacaktır. Kelam ilminde bilginleşen nice kimseler vardır ki toplumları saptırmışlardır.
Sizin sahip olduğunuz bilgilere daha iyi yollardan sahip olan öyle kimseler vardır ki, kendilerindeki «sapma» ve «ıslah olmama» yüzünden, topluma girdiklerinde birçoklarını saptırmaktadırlar.
Öğrenilen kurul ilmi ıstılahlar takvadan ve nefsin arındırılışından yoksun olursa, bunlar insan zihninde yığıldıkça nefis dairesinde kibir ve büyüklenme daha da yaygınlaşır. Gururun yenilmesini tatmış olan kara yazgılı âlimin kendisini ve toplumu düzeltmeye gücü yetmez. Ve İslam'a, Müslümanlara zarardan başka bir yük yüklemez.
Şer'î maksatla yıllarca ilim tahsil ettikten sonra, İslamî haklardan yararlandıktan sonra, İslam'ın ve Müslümanların ilerlemelerine engel olur. Halkların sapıtmasına sebep olur. Bu derslerden, araştırmalardan, ilmi müesseselerde bulunmaktan dolayı elde edilen ürün, İslam'ın tanıtılmasına Kur'an'î gerçeklerin dünyaya sunulmasına elverişli olmamış olur. Hatta onun varlığı, toplumun din âlimlerini ve İslam'ı tanımasına engel dahi teşkil edebilir.
ÖĞRETİM EĞİTİM (TERBİYE) İLE İÇİCE OLMALIDIR
Ben «tahsil yapmayın», «ders okumayın» demiyorum. Dikkat ederseniz, eğer istiyorsanız İslam ve toplum için faydalı ve tesirli olan bir «üye» olunuz; halka rehberlik ederek onları İslam'a yöneltiniz, İslam'ın esaslarım savununuz diyorum. Bunlar gereklidir. Fakihliğin temelini kuvvetlendirmede katkısı bulunan kimseler olunur. Allah etmesin, ders okumadan medreselerde kalmanız bile haramdır.
Bu durumda şer'î hukuktan ve İslamî ilimleri tahsil etmiş kimselerden istifade edememiş olursunuz. Elbette ki ilim tahsili gereklidir. Ancak fıkhî meseleler ve usulü öğrenmede nasıl zahmet çekiyorsanız, kendinizi ıslah etme yolunda da gayret gösteriniz. İlim tahsili yolunda attığınız her adımla birlikte nefsanî isteklerin ezilmesi ve manevi potansiyeli kuvvetlendirmek için, ahlaki güzelliklerin elde edilmesi için, maneviyatın ve takvanın tahsili yolunda da adımlar atınız.
Gerçekte bu ilimlerin tahsil edilmesi, nefsin arındırılması ve faziletlerin elde edilmesi; ilahi adab ve marifet için bir «mukaddime» durumundadır. Ömrünüzün sonuna dek, sonucu «zaferle» noktalamak için «mukaddime»de kalmayınız.
Siz, Allah'ı tanımak ve nefsi arındırmaktan müteşekkil olan yüce ve mukaddes hedefiniz için bu ilimleri öğreniniz ve «öz»de, işinizde sonuca ulaşmayı ve ürün elde etmeyi hedefleyiniz. Esaslarınıza ve gayenize ulaşmak için ciddi olunuz. Medreseye girdiğinizde her şeyden önce kendinizi ıslah etmeyi ön plana çıkarınız. Medresede tahsil için bulunduğunuz süre içinde ve medreseden çıkıp da şehirlere ya da diğer bölgelere dağılarak insanlara rehberlik etme işini üzerinize aldığınızda, insanların sizin davranışlarınızdan, sizin ahlaki faziletlerinizden istifade edebilmeleri için, sizden öğüt alabilmeleri, ıslah olmaları için kendi nefsinizi arıtınız. Toplumla yüz yüze gelmeden önce kendinize çeki-düzen yeriniz, kendinizi terbiye ediniz. Şimdi üzerinizde yük* yokken kendinizi düzelterek terbiye etmezseniz, toplumla yüz yüze geldiğinizde artık kendinizi düzeltemezsiniz.
Birçok şey vardır ki insanı öğrenmeden ve terbiyeden alı-koyar. Bunlardan biri de, bazıları için bu sakal ve sarıktır. İmame (sarık) biraz büyük olacak olsa ve sakal da uzamış olsa, kişi ise ahlaklı biri değilse onu tahsilinden alıkor. Onu kayıt altına alır. Nefs-i emmare'yi ayakaltına alarak birinin ilim derslerinde bulunmak zordur. Şeyh Tusî (rahmet üzerine olsun) elliiki yaşında iken hocadan ders okumaya gitmiştir. Oysa bazı kitaplarını yirmi ile otuz yaşları arasında yazmıştı. «Tehzib» kitabı da bu dönemde yazdığı kitaplardandır. O'nu bu makama, elliiki yaşında iken merhum Seyyid Murtaza'nın derslerine katılmış olması getirmiştir.
Allah etmesin fazilet melekelerini kazanmadan ve manevi potansiyelleri kuvvetlendirmeden önce insanın sakalı biraz ağaracak olsa ve sarığı da biraz büyük olsa, bu durum ondan ilmen ve manevi olarak istifade edilmesine ve tüm bereketlere engel olur. Siyahlıklar beyaza dönüşmeden önce çalışınız. İnsanların dikkatleri üzerinize çevrilmeden kendi durumunuzu düşününüz.
Allah etmesin, insan kendine çeki-düzen vermeden önce toplumla yüz yüze gelirse ve onlar arasında belli bir şahsiyet ve nüfuz kazanırsa bu durum onu kendisini düzeltmekten alı-koyar, kendisini kaybeder. Seçme dizgini elinizden alınmadan önce kendinizi düzeltiniz ve ıslah ediniz. Güzel ahlakla güçleniniz. Ahlaki düşüklükleri kendinizden uzak tutunuz. Dersleriniz de ve araştırmalarınızda ihlâslı olunuz ki sizi Allah'a yaklaştırsın. İşlerde eğer niyet halis olmazsa, (bu) insan'ı Rabb'in kapısından uzak tutar. Allah'a sığınırız, yetmiş yıl sonra amel defterimizi açtıklarında yetmiş yıl Allah'tan (c.c.) uzak bir ömür geçirdiğimizi görmüş olmasınlar.