İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR0%

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR Yazar:
Grup: TEMEL KAVRAMLAR
Sayfalar: 0

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR

Yazar: Allâme Muhammet Hüseyin TABATABAÎ
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 828
İndir: 190

Açıklamalar:

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR
  • Yazar:Allвme Muhammet Hьseyin TABATABAО

  • Зevirmen:Mahmut ACAR

  • BЭRЭNCЭ CЭLT ЦNSЦZ

  • DЭN

  • DЭNЭN YARARLARI

  • Эslam Dini

  • Kur’вn-э Kerim

  • Dipnotlar

  • BЭRЭNCЭ KISIM ЭTЭKADО ESASLAR

  • TEVHЭT

  • ADALET

  • NЬBЬVVET

  • Peygamberlerin Sayэsэ

  • Ulu-l Azim Peygamberler

  • Davetin Baюlangэcэ

  • Hicret

  • ЭMAMET

  • Aklо Bir Kanэt

  • Эmamlar on iki kiюidir. Hepsi de Kureюy’tendir.

  • On Dцrt Masum

  • On Эki Эmamэn Kэsaca Tarihзeleri

  • GENEL HATLARIYLA ЭMAMLARIN (ALEYHЭMUSSELAM) HAYATI

  • MEAD

  • ЭKЭNCЭ KISIM

  • AHKВM

  • NAMAZ

  • Farz Namazlar

  • Namazэn Цn Hazэrlэklarэ

  • 1-TAHARET

  • Necasetler

  • Temizleyiciler

  • Abdest ve Abdestin Hьkьmleri

  • Abdestin Farzlarэ

  • Abdesti Bozan Юeyler

  • Gusьl

  • Teyemmьm

  • Teyemmьm konusunda юu dцrt юey farzdэr

  • Teyemmьmьn Hьkьmleri

  • 2- VAKЭT

  • 3- ELBЭSE

  • 4-YER

  • 5-KIBLE

  • Namazэn Farzlarэ

  • Namazэn Rьkьnleri

  • Ayat Namazэ

  • Yolcu Namazэ

  • Cemaat Namazэ

  • Oruз

  • Dipnotlar

  • ЬЗЬNCЬ KISIM AHLAK

  • Эnsanэn Allah’a Karюэ Olan Gцrevi; Allah’э Tanэmak

  • Эnsanэn Kendine Karюэ Olan Gцrevi

  • BEDENSEL SAРLIK

  • RUHSAL SAРLIK

  • Adalet

  • Doрru Konuюmak

  • Dipnotlar

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 828 / İndir: 190
Boyut Boyut Boyut
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR

Yazar:
Türkçe
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR

Yazar:Allâme Muhammet Hüseyin TABATABAÎ
Çevirmen:Mahmut ACAR
BİRİNCİ CİLT ÖNSÖZ
DİN
Peygamberlerin, Allah tarafından insanları doğru yola iletmek için getirmiş oldukları itikadî esaslara, ilmî değerlere ve ahlakî buyruklara din denir.
Onların getirmiş oldukları itikadî esasları öğrenmek ve ahlakî buyruklarını yapmak, insanların iki dünyada da mutlu olmalarına neden olur.
Bizler, dindar olursak; Allah’ın ve peygamberin buyruklarına uyarsak; hem bu fani dünyada, hem de sonsuz olan öteki dünyada mutlu oluruz.
Açıklama: Yaşamını yanlışlar içinde geçirmeyen, güzel ahlaklı olan ve iyi işler yapan kişinin mutlu bir kişi olduğunu biliyoruz. Allah’ın dini bizleri, işte bu mutluluğa iletmekte ve şöyle emretmektedir: İlk olarak; doğru olan itikadî esasları aklınızla ve vicdanınızla kavramalısınız. Onları, saygın ve mukaddes saymalısınız. İkinci olarak; örnek ve güzel işler yapabilmeniz için güzel ahlaklı olmalısınız.
Dolayısıyla din üç kısma ayrılmaktadır:
1: İtikadî esaslar
2: Ahlak
3: Amel
1-İtikadî Esaslar
Aklımıza ve vicdanımıza başvurursak, çok şaşırtıcı bir düzene ve uyuma sahip olan varlık âleminin kendi kendine var olamayacağını, küçüğünden büyüğüne var olan düzenlerinin (sistemlerinin) düzenleyicisiz olmayacağını anlarız.
Dolayısıyla bu büyük varlık âleminin sonsuz kudrete ve sonsuz ilme sahip olan; evrendeki sistemleri, işlerin hepsinde karar kılmış olduğu değişmez yasalar vesilesiyle mükemmel bir adaletle ve eksiksiz bir dengeyle yöneten; bir yaratıcısı vardır.
Hiçbir şey boşuna ve hedefsiz yaratılmamıştır. Hiçbir varlık, Allah’ın yasalarının dışında değildir. Yarattığı varlıklara vermiş olduğu bunca lütuflara ve ihsanlara sahip olan böyle bir Allah’ın (genellikle heveslerinin esiri olan ve sonunda da sapıtıp bedbaht olan) insanları kendi hallerine başıboş bırakmış olduğuna inanmak olanaksızdır.
Bundan dolayı yanlış yapmaktan uzak olan peygamberler vesilesiyle, uyguladıkları zaman mutluluğa ulaştırması için insanlara yönelik bazı emirler göndermelidir.
Yaratıcının emirlerine ve buyruklarına uymanın ödülleri bu dünyada bütünüyle belli olmayacağından dolayı, güzel amel işleyenlerin amellerinin ödüllerini görmeleri ve kötü amel işleyenlerin de amellerinin cezalarını çekmeleri için, insanların amellerinin karşılıklarının ödeneceği başka bir âlem olması gerekir.
Sonraki sayfalarda geniş bir şekilde açıklayacağımız gibi; din, insanları işte bu ve buna benzer hak olan itikadî esaslara yönlendirip cehaletten ve gafletten sakındırmaktadır.
2-Ahlak
Din, bizlere şöyle söylemektedir: Yaşarken güzel sıfatlara sahip olun. Kendinizi övülmüş ve hoş özelliklerle süsleyin. Sorumluluk sahibi, hayırsever, barışsever, şefkatli, güler yüzlü ve adil olun. Hakkı savunun. Sizin için belirlenmiş olan sınırları aşmayın. İnsanların canlarına, mallarına ve namuslarına saldırmayın. İlim ve bilim öğrenme konusunda gerekli olan özveriden kaçınmayın. Netice olarak yaşamın bütün konularında adalet ve itidal (orta yol) sahibi olun.
3-Amel
Din, şöyle emretmektedir: Yaşarken kendinizin ve toplumun hayrına olan işler yapın. Fesada ve bozgunculuğa neden olan işlerden uzak durun… Yine şöyle söylemektedir: Yaratıcıya kulluk etmek unvanıyla, kulluğun ve itaatin alameti olan namaz, zekât v.b. gibi amelleri yerine getirin. İşte bunlar, dinin davet etmiş olduğu yasalar ve emirlerdir. Bilindiği gibi; bunların bazıları itikadî, bazıları ahlakî ve bazıları da ameli (eylemsel) konulardır.
Açıklandığı gibi; insanların yegâne mutluluk vesilesi, kabul etmek ve uygulamaktır. Çünkü bizler insanların gerçekçi olmak, hoş ahlak edinmek ve güzel amel işlemek dışında mutluluk sahibi olamayacaklarını biliyoruz.
DİNİN YARARLARI
Açıkladığımız şeylerden; dinin, bireyleri ve toplumları ıslah etme konusunda çok etkisi olduğu, hatta onların yegâne mutluluk vesilesi olduğu da anlaşılmıştır.
Dindar olmayan bir toplum, gerçekçi olmayı ve aydınca düşünmeyi yitirir. Değerli sermayesi olan ömrünü sapıklıklar ve zahiri şeyler içinde geçirir. Aklını ayaklar altına alarak hayvanlar gibi akılsız ve görüşsüz bir şekilde yaşar. Kötü ahlaklara ve çirkin işlere müptela olur. Böylece insani üstün özelliklerden mahrum kalır. Böyle bir toplum, ebedi ve sonsuz mutluluğa ulaşamamanın yanı sıra, bu fani ve geçici dünyada da sapıklığının kötü sonuçlarını erken veya geç mutlaka görür. Gafletten uyandığı zaman, yegâne mutluluk yolunun din olduğunu apaçık bir şekilde anlayıp yapmış olduğu işlerden pişman olacaktır.
Yüce Allah kitabında şöyle buyurmaktadır:
قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّئهَا وَ قَدْ خَابَ مَن دَسَّئهَا
Nefsini tezkiye eden kişi kurtulmuştur. Onu kirleten kişi ise ziyana uğramıştır.
Kuşkusuz bireylerin ve toplumların mutluluğunun, dinî buyrukları uygulamaya bağlı olduğunu bilmek gerekir. Yalnızca adını söylemek yeterli değildir. Çünkü değeri olan şey, hakikate davet etmek değil; hakikatin kendisidir.
Sahip olduğu kapkara bir kalp, kötü bir ahlak ve çirkin davranışlarla kendini Müslüman olarak adlandıran ve mutluluk meleği bekleyen bir kimse; doktordan reçetesini alıp cebine koyan ve sağlığın ayağına gelmesini bekleyen bir hastaya benzer. Böyle bir düşünceyle hedefe ulaşmak olanaksızdır.
Yüce Allah kitabında şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ الَّذِينَ ءَامَنُواْ وَ الَّذِينَ هَادُواْ وَ النَّصَرَى‏ وَ الصَّبِِينَ مَنْ ءَامَنَ بِاللَّهِ وَ الْيَوْمِ الاَْخِرِ وَ عَمِلَ صَلِحًا فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَ لَا خَوْفٌ عَلَيهِْمْ وَ لَا هُمْ يحَْزَنُونَ
Şüphesiz iman edenlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiilerden kimler, Allah’a ve ahiret gününe iman ederler ve iyi iş yaparlarsa, onların ecirleri Rableri katındadır…
Belki bu ayetin içeriğine bakarak “Allah’a ve ahiret gününe iman edenler ve iyi iş yapanlar, bütün peygamberleri veya bazılarını kabul etmeseler bile mutlu olacaklar” diye düşünmek mümkündür. Ancak âlemlerin rabbi olan Allah, Nisa suresinin 150. ve 151. ayetlerinde, peygamberlerin hepsini veya bazılarını inkâr eden kişileri kâfir olarak tanıtmaktadır.
Dolayısıyla yalnızca peygamberlerin hepsine iman eden ve iyi iş yapan kişi imanından yararlanacaktır.
İslam Dini
Mukaddes İslam dini, ilahi dinlerin sonuncusudur. Bundan dolayı dinlerin en mükemmelidir. İslam dininin gelişiyle, önceki dinler geçersiz kılınmıştır. Çünkü mükemmel olan şeyin varlığından dolayı, eksik olan şeye ihtiyaç duyulmaz.
Mukaddes İslam dini, Peygamberimiz Muhammet b. Abdullah (Sallellahu aleyhi ve alihi) vesilesiyle insanlar için gönderilmiştir. Bu mutluluk kapısı; insanların fikirsel bakımdan zayıf dönemleri geride bıraktıkları, insanî kemal sıfatları elde etmek için hazır oldukları, ilahî ilimleri ve yüce maarifleri kavrama konusunda layık hale gelip uygulama yeteneğine sahip oldukları bir zamanda insanların yüzlerine açılmıştır.
Bundan dolayı İslam; gerçekçi olan insanların anlayabilecekleri ilimler ve hakikatler, insanların üstünlüklerini belirleyecek olan güzel ahlaklar, bireysel ve toplumsal hayatın bütün işlerini düzenleyecek olan buyruklar getirerek bunları uygulamaları için insanlara tavsiye etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim
İlahî bir kitap, Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) peygamberlik senedi ve Yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı kerim, İslamî hakikatler ve marifetler pınarıdır. İşte burada bu mukaddes kitabın, indiği zamandan (on dört asrın bitmekte olduğu) içinde bulunduğumuz şu günlere kadar muhtelif yönleriyle çeşitli toplumlar içinde, sürekli saygın bir makama sahip olmuş ve her zaman öteki insanların da dikkatlerini çekmiş olmasına ilave olarak; İslam’a ve Müslümanlara göre önemini ve azametini de anlamak mümkündür.
Kur’ân Öğretileri
Kur’ân-ı kerim, Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) daveti döneminde yirmi üç yıllık bir süre içinde tedricen (peyderpey) nazil olup toplumların ihtiyaçlarına cevap vermiştir.
Kur’ân, açıklamalarıyla insanları mutluluk yoluna iletmekten başka hedefi olmayan bir kitaptır. Bireysel ve toplumsal mutluluğun temelleri olan sahih imanı, hoş ahlakı ve güzel işi çok açık ve net bir şekilde öğretmektedir:
وَ يَوْمَ نَبْعَثُ فىِ كلُ‏ِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا عَلَيْهِم مِّنْ أَنفُسِهِمْ وَ جِئْنَا بِكَ شهَِيدًا عَلىَ‏ هَؤُلَاءِ وَ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَبَ تِبْيَنًا لِّكلُ‏ِّ شىَ‏ْءٍ وَ هُدًى وَ رَحْمَةً وَ بُشْرَى‏ لِلْمُسْلِمِينَ
Sana, kitabı her şeyin açıklayıcısı olarak indirdik.
Kur’ân, İslami ilimleri özetleyerek beyan etmiştir. İnsanların bu (ve özellikle fıkıhla ilgili olan) ilimleri geniş bir şekilde öğrenmeleri için, peygamberlik evini göstermiştir. Nitekim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
وَ أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَينِ‏َّ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيهِْمْ وَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
Sana, Zikri ve kendilerine indirilen şeyi, insanlara açıklaman amacıyla indirdik. Umulur ki düşünürler.
وَ مَا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَبَ إِلَّا لِتُبَينِ‏َّ لهَُمُ الَّذِى اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَ هُدًى وَ رَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Sana, kitabı, içinde oldukları ihtilafları onlara açıklaman için indirdik.
Aynı zamanda Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Allah’ın kitabını tefsir etme ve dinî ilimleri açıklama konusunda, Ehli Beyti’nin sözlerini kendi sözleri gibi tanıtarak şöyle buyurduğunu da bilmek gerekir:
Kur-an ve Ehli Beyt’im, kıyamet gününe kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Kim, Kur-andan yararlanmak isterse Ehli Beyt’ime başvursun.
Kur’ân-a Göre Bilgi ve Bilgisizlik
Kur’an-ı kerimde ilim ve bilgi hakkında yapılan övgü; düşünme ve tefekkür etme hususunda yapılan teşvik; öteki ilahi kitapların hiçbirinde bulunmamaktadır. Aynı şekilde cehalet ve bilgisizliği kötülemesi de Kur’an-ın özelliklerindendir. Nitekim ilmi ve bilgiyi hayat, bilgisizliği de ölüm diye adlandırmıştır. İslam’dan önceki fesat dolu dönemi tanıtmak için ise “Cahiliyet dönemi” ismini kullanmıştır.
Zümer suresinin 9. ayetinden şöyle buyurmaktadır:
قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ
Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Enam suresinin 122. ayetinde şöyle buyurmaktadır:
أَ وَ مَن كاَنَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَهُ وَ جَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشىِ بِهِ فىِ النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فىِ الظُّلُمَتِ لَيْسَ بخَِارِجٍ مِّنهَْا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَفِرِينَ مَا كاَنُواْ يَعْمَلُونَ
(Ruhî ve itikadî bakımdan) ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?
فَإِنهََّا لَا تَعْمَى الْأَبْصَرُ وَ لَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتىِ فىِ الصُّدُورِ
Gözler kör olmaz; ancak (ilimden yoksun olan) göğüslerdeki kalpler kör olur.
وَ لَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الجِْنّ‏ِ وَ الْانسِ لهَُمْ قُلُوبٌ لَّا يَفْقَهُونَ بهَِا وَ لهَُمْ أَعْينُ‏ٌ لَّا يُبْصِرُونَ بهَِا وَ لهَُمْ ءَاذَانٌ لَّا يَسْمَعُونَ بهَِا أُوْلَئكَ كاَلْأَنْعَمِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئكَ هُمُ الْغَفِلُونَ
Onların kalpleri vardır; ancak (cehaletten ve bilgisizlikten dolayı) onlarla anlamazlar. Gözleri vardır; ancak (hakikatleri) onlarla görmezler. Kulakları vardır; ancak onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha sapıktırlar. (Çünkü hayvanlar kendilerindeki algılama vesilelerinden yararlanırlar; ancak onlar kendilerindeki algılama vesilelerinden faydalanmazlar.) İşte gafiller onlardır.
وَ مَا يَسْتَوِى الْأَعْمَى‏ وَ الْبَصِيرُوَ لَا الظُّلُمَتُ وَ لَا النُّورُوَ لَا الظِّلُّ وَ لَا الحَْرُورُوَ مَا يَسْتَوِى الْأَحْيَاءُ وَ لَا الْأَمْوَتُ
Körle gören bir olmaz. Karanlıkla aydınlık da bir olmaz. Gölge ile hararet de bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz.
Yüce Allah Kur’an-ı kerimin birçok ayetinde insanları düşünmeye ve tefekkür etmeye teşvik etmektedir. Göklerde, yerde, bu ikisinde var olan oluşumlar hakkında ve özellikle insanın yaratılışı hususunda düşünmeleri için kullarına emir vermektedir.
Yine kullarına çeşitli ilimlere ve bilimlere sahip olan geçmiş milletlerin ve ümmetlerin tarihlerini, eserlerini, adetlerini, geleneklerini ve örflerini araştırıp kendi hakiki mutlulukları için yararlanmaları konusunda da öğütlerde bulunmaktadır.
İlimsel konuları ve bilmî görüşleri araştırmanın yalızca şu birkaç günlük dünya hayatında daha iyi yaşamak için olmadığını ve bu dünya ile sınırlı tutulmayacağını bilmek gerekir. Çünkü ilmî araştırmalar esasınca sonsuz hayat mutluluğunu güvence altına almak gerekmektedir.
Kur-anın Âlemlerin Yaratıcısı Hakkındaki Öğretesi
قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَ فىِ اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَوَتِ وَ الْأَرْض‏
Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında da mı şüphe var?
Açıklama: Gündüz aydınlığında her şey göz önünde aşikârdır. Dolayısıyla kendimizi, başkalarını, evleri, şehirleri, ovaları, dağları, ormanları v.b. gibi şeyleri görürüz. Ancak gece karanlığı etrafı kapladığı zaman görünen her şey (görünmelerine neden olan) aydınlığını kaybeder. İşte o zaman aydınlığın onlardan olmadığını ve bir çeşit irtibat vasıtasıyla onları aydınlatan güneşe ait olduğunu anlarız. Güneş, kendi kendine aydın olup ışınlarıyla yeryüzünü ve onda olan her şeyi aydınlatmaktadır. Eğer aydınlık öteki şeylerin kendilerinden olsaydı hiçbir zaman onu kaybetmezlerdi.
İnsan ve öteki canlı hayvanlar göz, kulak ve diğer organlar yardımıyla eşyaları tanırlar. El, ayak ve diğer iç ve dış organlar yardımıyla da hareket ederler. Ancak bir süre sonra hareketleri ve duyuları biterek hiçbir şekilde etkinlik gösterememektedirler. Başka bir ifadeyle ölmektedirler.
Bizler bu sahneyi görünce şöyle bir yargıya varıyoruz: Bu canlılardan meydana gelen duyu, irade, tepki ve hareket bedenlerinden değil; ruhlarından ve canlarından kaynaklanmaktadır. Ruhlarının ve canlarının gitmesiyle de yaşamlarını ve etkinliklerini yitirmektedirler.
Eğer görmek ve duymak yalnızca göz ve kulakla sağlanmış olsaydı bu iki organ olduğu sürece görme ve duyma gerçekleşmesi gerekirdi. Hâlbuki böyle değildir.
Aynı şekilde varlık âlemindeki şeylerin varlıkları (biz de varlık âleminin bir üyesiyiz ve asla varlık âleminin varlığı hususunda kuşkulanamayız) eğer kendilerinden ve kendiliğinden olsaydı kesinlikle varlıklarını kaybetmezlerdi. Hâlbuki varlık âleminin üyelerinin arka arkaya varlıklarını yitirdiklerini, sürekli değişme içinde olduklarını ve şekillerini kaybedip başka bir hale girdiklerini görmekteyiz.
Dolayısıyla şöyle kesin bir hüküm vermek gerekir: Varlıkların var olmaları, onları yaratan başka bir şeyden kaynaklanmaktadır. Yaratan herhangi bir şeyle var etme ilişkisini kestiği an ise (o şey) yok olup gitmektedir.
Varlık âleminin ve dünyalıların (varlıklarının) dayanağı olan ezeli ve ebedi varlık “Allah” diye adlandırılmaktadır. O yok olmayan ve eksilmeyen bir varlıktır. Aksi takdirde öteki varlıklar gibi varlığı kendinden olmasaydı başka birine muhtaç olacaktı.
Dipnotlar
-------------------------------------
1-Şems: 9-10
2-Bakara: 62
3-Nahl: 89
4-Nahl: 44
5-Nahl: 64

1
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR

BİRİNCİ KISIM İTİKADÎ ESASLAR
TEVHİT
لَوْ كاَنَ فِيهِمَا ءَالهَِةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَنَ اللَّهِ رَبّ‏ِ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ(22)
Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de bozulup gitmişti.
Açıklama: Puta tapanların dedikleri gibi âlemi birkaç tane ilah yönetmiş olsaydı, âlemin her bir kısmını başka bir ilah yönetecek ve yeryüzünün, gökyüzünün, denizin, ormanın v.b. gibi şeylerin kendine özgü birer ilahı olacaktı. İlahların farklı olmasından dolayı âlemin her bir yerinde ayrı bir sistem kurulacak ve zorunlu olarak âlem bozulup gidecekti. Ancak gördüğümüz gibi; âlemdeki varlıklar mükemmel bir uyum içinde olup yalnızca bir sistemin parçasını oluşturmaktadırlar. Dolayısıyla şöyle söylemek gerekir: Âlemin yaratıcısı birden fazla değildir.
“İlahlar akıllı oldukları ve ihtilaflarının âlemi bozacağını bildikleri için birbirlerine karşı ihtilafa düşmüyorlar” şeklinde düşünmemek gerekir. Çünkü böyle kabul edilirse birbirlerinin işlerinde etki sahibi olacaklardır ve ilahların her biri öteki ilahların iznine muhtaç olduğu için tek başına hiçbir iş yapamayacaktır. Hâlbuki Allah (noksan sıfatlardan münezzeh olduğu için) hiçbir şeye muhtaç olmamak zorundadır.
Allah’ın Kudreti
وَ لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَتِ وَ الْأَرْضِ وَ مَا بَيْنَهُمَا يخَْلُقُ مَا يَشَاءُ وَ اللَّهُ عَلىَ‏ كلُ‏ِّ شىَ‏ْءٍ قَدِيرٌ
Göklerde, yerde ve ikisinin arasında bulunan her şey o’nundur. O, dilediğini yapar. Allah her şeye kadirdir.
Açıklama: “Falan adam araba satın alma gücüne sahiptir” dediğimiz zaman kast ettiğimiz şey şudur: Araba satın almak için gerekli olan şeye (yeterli miktarda paraya) sahiptir. “Filan adam 60 kiloluk bir taşı kaldırma gücüne sahiptir” dediğimiz zaman ise kast ettiğimiz şey şudur: O adamda 60 kiloluk bir taşı kaldırma gücü vardır.
Bundan dolayı bir şey hakkında güç sahibi olmak, o şeye gerekli olan vesileye sahip olmak demektir. Varlık âleminde bulunan her oluşumun var olabilmesi ve yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan ihtiyaçlar (vesileler) Allah tarafından karşılandığı için şöyle söylemek gerekir: Yüce Allah’ın her şeye gücü yeter. Çünkü varlık âleminin (hayat) kaynağı onun münezzeh zatıdır.
Allah’ın İlmi
أَ لَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَ هُوَ اللَّطِيفُ الخَْبِيرُ
Yaratan bilmez mi?
Açıklama: Var olmaları ve varlıklarını sürdürmeleri konusunda Yüce Allah’ın sonsuz varlığına muhtaç olan varlıklar ile Yüce Allah arasında bir perde ve engel olduğunu, perdenin ve engelin Yüce Allah’tan gizlendiğini düşünmek olanaksızdır. Çünkü her şey onun için aşikârdır. O her şeyin içini ve dışını kuşatmıştır.
Öteki Kemal Sıfatları
وَ رَبُّكَ الْغَنىِ‏ُّ ذُو الرَّحْمَةِ ‏
Rabbin zengin (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan), (yarattığı şeylere karşı) rahmet sahibidir.
Açıklama: Âlemde var olan bütün güzellikler ve iyilikler, düşündüğümüz bütün kemal sıfatlar, Yüce Allah’ın yaratmış olduğu varlıklara hediye ettiği ve onların vasıtasıyla yaratıklarının ihtiyaçlarını giderdiği nimetlerdir. Kuşkusuz Yüce Allah adı geçen kemal sıfatlara sahip olmasaydı başkalarına vermekten aciz kalır ve kendisi de ihtiyaçlar konusunda başkalarına ortak olurdu.
Dolayısıyla Yüce Allah bütün kemal sıfatlara kendi kendine sahiptir. Kemal sıfatlardan birini dahi başkalarından almaksızın veya muhtaç elini başkalarına uzatmaksızın hayat, ilim, kudret v.b. gibi bütün kemal sıfatlarla kendi kendine sıfatlanmıştır. Güçsüzlük, cahillik, ölüm, çaresizlik v.b. gibi muhtaç olmayı gerektiren eksik sıfatlardan da münezzehtir.
ADALET
Yüce Allah adildir. Çünkü adalet, kemal sıfatlardan biridir ve âlemlerin rabbi olan Allah kemal sıfatların hepsine sahiptir. Ayrıca Kur-anı kerimde defalarca adaleti övüp zulmü de kötülemiştir. İnsanlara adaletli olmayı emredip zulüm etmeyi de yasaklamıştır. Bir şeyi kötü sayıp sonra onunla sıfatlanmak veya bir şeyi iyi sayıp sonra ona sahip olmamak mümkün müdür?
Nisa suresinin 40. ayetinde şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّة
Allah zerre miktarı zulüm etmez.
Yine Kehf suresinin 49. ayetinde şöyle buyurmaktadır:
وَ لَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا
Rabbin hiçbir kimseye zulüm etmez.
Yine Nisa suresinin 79. ayetinde şöyle buyurmaktadır:
مَّا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللَّهِ وَ مَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَّفْسِك‏
Sana gelen bütün iyilikler Allah’tandır, sana gelen bütün kötülükler de kendindendir.
Yine Secde suresinin 7. ayetinde şöyle buyurmaktadır:
الَّذِى أَحْسَنَ كلُ‏َّ شىَ‏ْءٍ خَلَقَه‏
O yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır.
Dolayısıyla her varlık özü itibariyle mükemmelliğin zirvesinde yaratılmıştır. Bazı varlıklarda görünen eksizlik, çirkinlik, bozukluk v.b. gibi şeyler orantılandırma ve karşılaştırmadan dolayı kaynaklanmaktadır. Örneğin; yılan ve akrep insana oranla çirkindirler. Çünkü diken gül ile karşılaştırılırsa güzel olmaz. Ancak özleri itibariyle çok şaşırtıcı ve baştan aşağı çok harika yaratıktırlar.
Rahmet
Güçsüz muhtaç bir kimseyi gördüğümüz zaman gücümüz yettiği kadar ihtiyacını gideririz. Çaresiz zavallı bir kimseye yardım etmek isteriz veya kör bir insanın elinden tutup gitmek istediği yere ulaştırırız. Bu tür davranışları “şefkat ve rahmet” şeklinde sayıp güzel bir amel olarak kabul etmekteyiz.
Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan yüce Allah’ın yapmış olduğu işler de rahmetten başka bir şey olamaz. Çünkü bağışlamış olduğu sayısız nimetlerle her şeyi faydalandırmaktadır. Hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı halde her bir bağışı ile varlıkların ihtiyaçlarının bir kısmını gidermektedir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
وَ إِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللَّهِ لَا تحُْصُوهَا
Eğer Allah’ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız.
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ رَحْمَتىِ وَسِعَتْ كلُ‏َّ شىَ‏ْءٍ
Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.
NÜBÜVVET
Yüce Allah hiçbir şeye muhtaç olmamasına karşın, sonsuz kudretiyle varlık âlemini ve ondaki çeşitli varlıkları yaratarak sayısız nimetlerinden faydalandırmıştır.
İnsan ve öteki canlı veya cansız varlıklar, var oluşlarının ilk gününden son gününe kadar onun eğitim beşiğinde yer alarak ve sürekli onun ihsanından yararlanarak, özel bir sistemle ve kendine özgü bir programla belirli bir hedefe doğru ilerlemektedirler.
Yalnızca kendi yaşadığımız (bebeklik, çocukluk, gençlik ve yaşlılık) dönemleri değerlendirecek olsak bile vicdanımız “Yüce Allah bize sonsuz ihsanlarda bulunmaktadır” şeklinde tanıklık edecektir. Aklımız “Âlemlerin rabbi olan Allah, yarattığı varlıklara karşı herkesten daha şefkatlidir” diye hüküm verecektir. İşte bu şefkatten ve ihsandan dolayı sürekli onların çıkarlarını göz önünde bulundurmaktadır. Hikmetsiz ve maslahatsız, işlerinin bozulmasına razı olmamaktadır.
İnsan türü, Yüce Allah’ın yaratıklarından bir türdür. İnsanın mutluluğunun gerçekçi ve salih amel (doğru inanç, hoş ahlak ve güzel davranış) işlemekte olduğunu biliyoruz.
Belki bir kimse “İnsan, Allah’ın kendisine vermiş olduğu akılla iyiyi ve kötüyü tanıyıp çukur ile yolu ayırt edebilir” şeklinde bir şey söyleyebilir.
Ancak aklın tek başına düğümü çözemeyeceğini ve gerçekçi (ve salih amel işleyen) bir insana kılavuzluk edemeyeceğini bilmek gerekir. Çünkü insanlar arasında görünen bunca beğenilmeyen sıfatlar ve kötü işler, ayırt etme ve akıl özelliğine sahip olan kişilerden meydana gelmektedir. Böyle kişilerin akılları bencillik, çıkarcılık ve şehvetperestlikten dolayı mağlup olmuş ve sonunda kendileri de sapıtmışlardır.
Dolayısıyla Yüce Allah başka bir yolla, nefsanî isteklere mağlup olmayacak bir vesileyle ve kılavuzluk konusunda hiçbir zaman yanlış yapmayacak birileriyle bizleri mutluluk yoluna davet etmelidir. Bu, Nübüvvet yolundan başka bir yol değildir.
Peygamberler
Aklımız “Nübüvvet yolu insanların yüzüne açık olması gerekir” diye hüküm vermektedir. Bu olay pratikte de böyle gerçekleşmiştir; “Peygamber” unvanıyla insanlardan olan bir grup, Yüce Allah tarafından seçilerek insanların imanları ve amelleriyle ilgili olan bazı yasalar getirip onları dosdoğru yola davet etmişlerdir.
Bu grup, davetlerinin doğruluğunu ve dinlerinin hakkaniyetini anlaşılabilecek yollarla insanlar için ispat edip, eğitim okullarında da birçok iyi insan yetiştirmişlerdir.
Peygamberlerin Sayısı
Dinler tarihi, peygamberlerin sayısının çok olduğunu ve Yüce Allah’ın binlerce peygamberi (meşhur olan görüşe göre; yüz yirmi dört bin) bir olan ilaha ve hak dine çağırmaları için insanlara gönderdiğini açıklamaktadır.
Peygamberler iki grupturlar. Birinci grup; yüce Allah tarafından kitap ve şeriat sahibi olan “Ulu-l Azim” peygamberden oluşmaktadır. İkinci grup ise yeni bir kitap ve şeriat sahibi olmayan; ancak önceki Ulu-l Azim peygamberlerin kitaplarına ve şeriatlarına göre yaşayan peygamberlerden oluşmaktadır.
Ulu-l Azim Peygamberler
Kitap ve şeriat sahibi olan Ulu-l Azim peygamberler, beş tanedir;
1. Hazreti Nuh (Aleyhisselam)
2. Hazreti İbrahim (Aleyhisselam)
3. Hazreti Musa (Aleyhisselam)
4. Hazreti İsa (Aleyhisselam)
5. Hazreti Muhammet b. Abdullah (Sallellahu aleyhi ve alihi)
Hazreti Muhammet b. Abdullah (Sallellahu aleyhi ve alihi)
Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammet’in (Sallellahu aleyhi ve alihi) yaşantısı tarihsel bakımdan öteki peygamberlerin yaşantısından daha açıktır. Çünkü zaman sürecinin çok olmasından, tarihsel değişikliklerden, onların kitaplarına ve şeriatlarına uzanan ellerden dolayı yaşamları belirsiz bir şekle bürünmüştür. Dolayısıyla İslam’ın ilahi kitabının vesilesiyle, Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) açıklamalarıyla ve Ehli Beyt’in (Aleyhimusselam) beyanatlarıyla bize ulaşan konulardan başka bir yolla açıklığa kavuşan bir şey yoktur.
Ancak Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) özel yaşantısını yeteri derecede açıklayacak tarihsel bilgiler bulunmaktadır.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) on dört asır önce Mekke’de Arapların en asaletli sülalelerinden biri sayılan bir ailede (Haşim oğulları) dünyaya gelmiştir. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) çocukluk dönemini yetim olarak geçirmiştir. Okumayı ve yazmayı öğrenmemiştir. Gençlik döneminin başlarında zengin kadınlardan birinin (Hazreti Hatice (sa) yanında ticaretle meşgul olmaya başladı. Sahip olduğu doğruluk, dürüstlük ve güvenilirlik gibi özellikler zengin kadının ona evlilik teklifinde bulunmasına neden olmuştur. Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) de kabul ederek onunla evlenmiştir.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hayatının başlangıcından kırk yaşlarına kadar insanlar arasında normal bir şekilde yaşıyordu; ancak putlara tapmıyordu. Doğru sözlü, dürüst işli, akıllı ve takvalı idi. Bundan dolayı insanlar onu “Emin” diye adlandırıp emanetlerini ona teslim ediyorlardı.
Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) kırk yaşlarında iken yüce peygamberlik makamına nail olmuş ve Yüce Allah tarafından insanlara kılavuzluk etmesi için seçilmiştir. Yaklaşık yirmi üç yıllık geriye kalan ömründe insanları tevhide davet ederek hak ve adalet kurumunu sağlamlaştırmıştır.
Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) peygamberliğe seçildiği gün küfür, şirk, cahillik, zulüm v.b. gibi şeyler bütün dünyayı kuşatmıştı. Rum devletinin saltanatta olduğu yerlerde Hıristiyanlık, İran’da ateşe tapıcılık ve dünyanın öteki ülkelerinde (onlardan biri olan Arabistan’da) ise puta tapıcılık hâkim idi.
Davetin Başlangıcı
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) davetinin başlangıcında puta tapıcılığı yok edebilmek için çok çaba sarf etmiştir. Bu konuda, zulümden ve vahşilikten başka bir şey bilmeyen cahil Mekke insanlarının ve etrafındaki halkın birçok baskısına maruz kalıp dayanılmaz işkenceler ve zulümler görmüştür; ancak kavminin ona yapmış olduğu zulümler ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın direniş gösteriyor ve kendisine iman edenlere de sabırlı olmalarını emrediyordu.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) daveti konusunda on üç yıl dimdik bir şekilde ayakta kalınca ve kâfirlerin tehditleri çelikten iradesini kıramayınca, kabile liderleri ve Mekke halkı onu öldürmek için karar verip evini kuşattılar.
Hicret
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Allah’ın emriyle, Ali b. Ebi Talip’i (vasisini ve ona göre insanların en saygın olanını) kendi yatağına yatırarak Mekke’den dışarı çıkıp Medine’ye doğru hicret etmiştir.
Birçoğu daha önceden iman etmiş olan Medine halkı, Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) liderliğini saygıyla kabul ettiler. Böylece Medine şehri Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) gelişiyle İslam’ın ilk şehri unvanını almış oldu.
Medine halkı mallarını ve canlarını, İslam’ın ilerlemesi ve hak kelimesini canlandırmak için Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) emrine amade kıldılar. Mekke’de kalan Müslümanlar ise peyderpey oradan hicret ederek Medine’ye geldiler. Bunlara “Muhacir” ve Medine halkına ise “Ensar” denir.
Davetin İlerleyişi
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hayatının sonuna kadar Medine’de kalmıştır. İlahi görevini yerine getirmek için yorulmaksızın ve gevşeklik göstermeksizin gece gündüz çaba göstermiştir. Netice olarak Yüce Allah’ın yardımıyla, Muhacirler ve Ensar’ın fedakârlıklarıyla İslam dinini Arap yarımadasına yayıp puta tapıcılığın kökünü kazımıştır. Rum Kayseri, İran Şahı, Mısır Kıralı, Habeş Sultanı v.b. gibi zamanının büyük padişahlarını İslam dinine davet ederek vefatından sonra, çeyrek asırdan daha az bir süre içinde, adı geç en ülkelerin birçok bölgesinde mukaddes İslam dininin yayılmasını sağlamıştır.
Yüce Allah, Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) yirmi üç yıllık daveti süresinde, ilahi kitabı olan Kur-anı kerimi, ona nazil kılıp İslam şeriatını kemale erdirmiştir. Yüce Allah kelamında Hazreti Muhammet’in (Sallellahu aleyhi ve alihi) son peygamber, getirmiş olduğu dinin dinlerin sonuncusu ve evrenseli, kitabının da ilahi kitapların sonuncusu olduğunu ilan etmiştir.
مَّا كاَنَ محَُمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَ لَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَ خَاتَمَ النَّبِيِّنَ وَ كاَنَ اللَّهُ بِكلُ‏ِّ شىَ‏ْءٍ عَلِيمًا
Muhammet, sizin erkeklerinizden birinin babası değildir. O, Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Sünneti
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sünnetini ve metodunu “hakkı izlemek” ve “adaleti uygulamak” diye iki kelimeyle özetlemek mümkündür.
Peygamberliği ve daveti süresince (hem Mekke’de müşriklerin zulümleri altında ve hiçbir amel özgürlüğü yokken hem de İslam’ın hızlı ilerleyişine beşiklik eden Medine kalırken) her gün gücüne güç eklenmesine karşın; hiçbir zaman hakka ve hakikate yardım etmekten kaçınmamıştır. Nitekim Yüce Allah’ın Kur-anı kerimde de “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” diye buyurduğu gibi her zaman hak yolunda direnç göstermiştir.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) adaleti uygulama konusunda hiçbir zaman gevşeklik göstermemesine karşın; hiçbir kimseden de intikam almayıp haklarını bağışlamıştır. İlahi hükümleri uygulama ve insanların haklarını geri alma konusunda ise en ufak bir bağışı bile göz önünde bulundurmamıştır. İlahi hükümleri uygulama konusunda akraba, yabancı, güçlü, güçsüz, büyük ve küçük ona göre eşit idiler.
Defalarca şöyle buyurmuştur:
Katımda insanların en sevimlisi olan kızım Fatıma (sa) bile hırsızlık yapmış olsa elini keserim.
Yüce Allah’ın Kur-anı kerimde ona buyurduğu gibi; adaleti yayma konusunda çok çaba harcamıştır. Bu bakımdan Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Müslümanlar arasında genel kardeşlik ve genel eşitlik karar kılarak İslami bir toplum içinde saygınlık ve üstünlük yalnızca takvalı insanların oldu. Dolayısıyla hiçbir kimse mal, güzellik, soy ve sop bakımından başkalarına üstünlük aramaya kalkışamamıştır.
Aynı şekilde ırka ve makama dayalı üstünlüklerin hepsi ortadan kaldırıldığı için hiçbir kimse mevkisine dayanarak başkalarının haklarını çiğneyememiş veya zararına sonuçlanan kanunları uygulamaya engel olamamıştır.
Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendisinin de yaşam bakımından öteki insanlardan hiçbir ayrıcalığı yoktu. Bu konuda ötekilerden ayırt edilemiyordu. Oturma, kalkma, uyuma, yeme, içme v.b. gibi şeyler konusunda çok sade idi. Eline geçen her şeyin yalnızca ihtiyaç olunan miktarını alıyor ve geriye kalan kısmını ise fakirlere dağıtıyordu. Aynı zamanda kendisi aç kalarak başkalarını doyurduğu birçok olay da gerçekleşmiştir.
İMAMET
Bir ülkede toplumun işlerini idare etmek için kurulan bir devlet kurumu, (otomatik olmadığından dolayı) kendisini korumak ve yönetmek amacıyla liyakatli kişilerden oluşan bir grup olmaksızın ayakta kalamaz ve insanları kendi nimetlerinden yararlandıramaz.
Toplum içinde kültürel, ekonomiksel v.b. gibi kurulan bütün kurumlar da aynı hükme sahip olup hiçbir zaman liyakatli ve dürüst yöneticilerden yoksun değildirler. Aksi takdirde kısa bir süre içinde parçalanıp yok olacaklardır. Bu, bütün insanların kabul ettiği çok açık bir hakikattir. Öte taraftan onun hakikatine elde edilen deneyimler de tanıklık etmektedirler.
Dünyanın en geniş kurumu olarak isimlendirmenin mümkün olduğu İslam dini kurumu da aynı hükme sahip olup ayakta kalabilmek için muhafıza ve yöneticiye muhtaçtır. Dolayısıyla onun ilimlerini ve yasalarını insanlara ulaştıracak, hassas yasalarını İslami bir toplum içinde uygulayacak ve onu koruma konusunda en küçük bir gaflette bile bulunmayacak liyakatli ve dürüst kişiler gerekmektedir.
Aklî Bir Kanıt
Nübüvvet hakkında olan kanıtta da söylediğimiz gibi; yaratılış hedeflerinden biri insanları doğru yola iletmektir. Merhametli olan yüce Allah yarattığı bütün varlıkların ihtiyaçlarını karşılayıp olgunlaşma ve ilerleme vesilelerini hazır bir hale getirdiği gibi; doğru bir iman, hoş bir ahlak ve güzel bir davranışa sahip olabilmek için gerekli olan ihtiyaçları da peygamberler göndererek ve haberler bildirerek gidermek zorundadır.
Merhametli olan Allah, işte bu kanıttan dolayı, peygamberin vefatından sonra dini koruması ve insanları doğru yola iletmesi için imam ve rehber belirlemelidir. İnsanları, genellikle nefsanî arzulara yenik düşen akıllarıyla baş başa bırakmamalıdır. Peygamberi bireysel ve toplumsal ihtiyaçların ve sıkıntıların hepsi konusunda bilgili kılıp bütün yanlışlardan ve günahlardan koruduğu gibi; ilim ve ismet vererek dinin imamını ve rehberini de korumalıdır.
Bu aklî kanıtın yardımıyla, peygamberin vefatından sonra insanları doğru yola iletmek, dini korumak ve yasalarını uygulamak için yüce Allah tarafından bir imamın belirlenmesi gerektiği belli olmaktadır.
Aklî Başka Bir Kanıt
Peygamber Efendimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) , kendisinden sonra İslam ümmetine imamlık ve rehberlik yapacak kişiler hakkında çeşitli kanallardan birçok rivayetler nakledilmiştir.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Sünniler ve Şiilerin naklettikleri meşhur bir hadiste şöyle buyurmuştur:
İmamlar on iki kişidir. Hepsi de Kureşy’tendir.
Meşhur olan başka bir rivayette daha Cabir Ensari’ye “İmamlar on iki kişidir” şeklinde söyledikten sonra birer birer isimlerini sayıp Cabir’e şöyle buyurmuştur:
Sen, imamların beşincisini göreceksin. Onu gördüğün zaman selamımı ona ilet.
Bunlara ilave olarak Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendi yerine özellikle Ali b. Ebi Talip’i (Aleyhisselam) belirlemiştir. Ali (Aleyhisselam) de kendisinden sonraki imamı tanıtmıştır. Böylece her imam kendinden sonraki imamı belirlemiştir.
On Dört Masum
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) , kızı Fatıma Zehra (sa) ve on iki imam (Aleyhimusselam) on dört masum diye adlandırılmaktadırlar. Bu on dört kişinin Peygamber Efendimiz, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (Aleyhimusselam) olmak üzere beş kişisi “Al-i Aba” ve “Ashab-ı Kisa” şeklinde isimlendirmişlerdir. Çünkü Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bir gün üzerine bir örtü çektikten sonra adı geçen dört kişiyi örtünün altında toplayıp dua etmiş ve yüce Allah da duasını kabul ederek onlar hakkında tathir ayetini nazil kılmıştır.
إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَ يُطَهِّرَكمُ‏ْ تَطْهِيرًا
Ey Ehli Beyt! Allah sizden, her türlü pisi gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.
On İki İmamın Kısaca Tarihçeleri
Birinci İmam: Ali (Aleyhisselam) , Şiilerin birinci imamıdır. Lakabı, Müminlerin Emiri’dir. Hicretten yirmi üç yıl önce Recep ayının on üçüncü gününde dünyaya gelmiş ve hicretin kırkıncı yılında Ramazan ayının yirmi birinci gününde de şehit olmuştur. Kabri Necef şehrindedir.
İkinci İmam: Birinci imamın oğludur. Adı Hasan ve lakabı Mücteba’dır. Hicretin ikinci yılında Ramazan ayının on beşinci gününde dünyaya gelmiş ve hicretin ellinci yılında Safer ayının yirmi sekizinci gününde de şehit olmuştur. Kabri Medine şehrindedir.
Üçüncü İmam: Birinci imamın oğludur. Adı Hüseyin ve lakabı Şehitlerin Efendisidir. Hicretin üçüncü yılında Şaban ayının üçüncü gününde dünyaya gelmiş ve hicretin altmışıncı yılında Muharrem ayının onuncu gününde (Aşura günü) de şehit olmuştur. Mukaddes kabri Kerbela şehrindedir.
Dördüncü İmam: Üçüncü imamın oğludur. Adı Ali, lakabı ise Seccad ve Zeynel Abidin’dir. Hicretin otuz dokuzuncu yılında Şaban ayının beşinci gününde dünyaya gelmiş ve hicretin doksan beşinci yılında Muharrem ayının yirmi beşinci gününde de şehit olmuştur. Kabri Medine şehrindedir.
Beşinci İmam: Dördüncü imamın oğludur. Adı Muhammed ve lakabı Bakır-ul Ulum (ilimleri yaran) dur. Hicretin elli yedinci yılında Safer ayının üçüncü gününde dünyaya gelmiş ve hicretin yüz on dördüncü yılında Zilhacce ayının yedinci gününde de şehit olmuştur. Kabri Medine şehrindedir.
Altıncı İmam: Beşinci imamın oğludur. Adı Cafer ve lakabı Sadık’tır. Hicretin seksen üçüncü yılında Rebiul Evvel ayının on yedinci gününde dünyaya gelmiş ve hicretin yüz kırk sekizinci yılında Şevval ayının yirmi beşinci gününde de şehit olmuştur. Kabri Medine şehrindedir.
Yedinci İmam: Altıncı imamın oğludur. Adı Musa ve lakabı Kazım (öfkesini yutan) dır. Hicretin yüz yirmi sekizinci yılında Safer ayının yedinci gününde dünyaya gelmiş ve hicretin yüz seksen üçüncü yılında Recep ayının yirmi beşinci gününde de şehit olmuştur. Kabri Kazımeyn şehrindedir.
Sekizinci İmam: Yedinci imamın oğludur. Adı Ali ve lakabı Rıza’dır. Hicretin yüz kırk sekizinci yılında Zilkade ayının on birinci gününde dünyaya gelmiş ve hicretin iki yüz üçüncü yılında Safer ayının son günlerinde de şehit olmuştur. Şiilerin ziyaretgahı olan kabri mukaddes Meşhet şehrindedir.
Dokuzuncu İmam: Sekizinci imamın oğludur. Adı Muhammed, lakabı ise Taki ve Cevat’tır. Hicretin yüz doksan beşinci yılında Recep ayının onuncu gününde dünyaya gelmiş ve hicretin iki yüz yirminci yılında Zilkade ayının sonlarında da şehit olmuştur. Kabri Kazımeyn şehrindedir.
Onuncu İmam: Dokuzunu imamın oğludur. Adı Ali, lakabı ise Naki ve Hadi’dir. Hicretin iki yüz on ikinci yılında Zilhacce ayının yirmi üçüncü gününde dünyaya gelmiş ve hicretin iki yüz elli dördüncü yılında Recep ayının üçüncü gününde de şehit olmuştur. Kabri Samerra şehrindedir.
On Birinci İmam: Onuncu imamın oğludur. Adı Hasan ve lakabı Askeri’dir. Hicretin iki yüz otuz ikinci yılında Rabius Sani ayının onuncu gününde dünyaya gelmiş ve hicretin iki yüz sekseninci yılında Rabiul Evvel ayının sekizinci gününde de şehit olmuştur. Kabri Samerra şehrindedir.
On İkinci İmam: On birinci imamın oğludur. Adı Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) adı ve lakabı Mehdi’dir. Kutlu doğum günü, hicretin iki yüz elli altıncı yılı Şaban ayının on beşinci günüdür. Mehdi (Aleyhisselam) babasının şahadetinden sonra imamet makamına ulaşmıştır; ancak gözlerden gizlenmek zorunda kaldı. Dört kişi olan özel naipleri vasıtasıyla Şiilerle irtibat kurdu. Bu döneme “Kısa süreli gizlilik dönemi” denir. Bu dönemden sonra, Allah’ın emriyle ortaya çıkıp dünyayı adaletle dolduracağı güne kadar “Uzun süreli gizlilik dönemi” sürecektir.
Şiiler ve Sünniler bu konu hakkında Peygamber Efendimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) birçok hadis nakletmişlerdir. Aynı şekilde İmamlardan (Aleyhimusselam) da bu konu hakkında birçok rivayet nakledilmiştir.
GENEL HATLARIYLA İMAMLARIN (ALEYHİMUSSELAM) HAYATI
Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) beş yıllık zahiri hilafet zamanı ve imam Hasan’ın (Aleyhisselam) babasının şahadetinden sonra hilafet görevini üstlendiği altı aylık halifelik dönemi dışında, öteki imamlar (Aleyhisselam) insanları yönetememişlerdir. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefatından sonraki dönemler içinde insanlar arasında ameli bakımdan özgür bırakılmayıp zamanın halifelerinin çok sıkı kontrolü altında yaşamak zorunda kalmışlardır. Kendileri ve dostları, düşmanların işkence ve eziyetlerine karşı hiçbir güvenceleri yoktu. Bazen bu tür işkenceler karanlık ve dar hapishanelerde gerçekleşiyordu. Bunlara rağmen imamet ve rehberlik görevlerini yerine getirme konusunda gevşeklik göstermeyip insanları doğru yola iletmekten ve dostlarına yardım etmekten geri kalmamışlardır. İslami ilimleri yayma ve Allah’ın dininin hakikatlerini açıklama konusunda bir an bile gaflet etmemişlerdir.
Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam)
Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) , ilk üç halifenin yirmi beş yıllık hilafet dönemlerinde evinde oturmak zorunda kalmıştır. Zahiri hilafet görevini üstlendiği beş yıllık dönemde ise iç savaşlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Beliğ ve fasih açıklamalarıyla İslam dünyasını hakikatler ve maariflerle doldurup Kumeyl, Meysem, Malik, İbni Abbas v.b. gibi birçok ilim adamı yetiştirmiştir. Ali (Aleyhisselam) , Emevi ve Abbasi halifelerinin altı yüz yıllık saltanatları döneminde yok etmek için çok çaba gösterdikleri; ancak yıkamadıkları Ehli Beyt mektebinin ve gerçekçi düşüncenin temellerini sağlamlaştırmıştır.
Muaviye ve (Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar) öteki Emevi halifelerinin emirleriyle kürsülerde Ali’ye (Aleyhisselam) kötü sözler söylemişlerdir; ancak çok geçmeden kötü sözlerin yerini dini hizmetlerini ve faziletlerini açıklayan sözler almıştır. Hatta düşmanları bile onun faziletlerini itiraf etmek zorunda kalmışlardır.
İmam Hasan (Aleyhisselam) ve İmam Hüseyin (Aleyhisselam)
İmam Hasan (Aleyhisselam) ve İmam Hüseyin (Aleyhisselam) , babalarından sonra Muaviye sorunuyla karşılaşıp Ehli Beyt’in ve dostlarının en karanlık günlerini geçirdikleri bir dönemde yaşamalarına ve dinî hakikatleri yayma gücüne sahip olmamalarına karşın; güzel, hoş ve örnek davranışlarıyla insanları dosdoğru yola hidayet etmişlerdir.
İmam Hasan (Aleyhisselam) yirmi beş defa yürüyerek Allah’ın evini ziyaret etmiştir. Ayakkabılarına varıncaya kadar (kendisi için bir çift ayakkabı ayırıp) iki defa bütün malını fakirlere dağıtmıştır.
İmam Hasan (Aleyhisselam) çok şaşırtıcı bir sabra ve bağışa sahipti. Bir kimse ona kötü bir söz söylese onu bağışlayıp şefkatli bir şekilde davranırdı.
İmam Hasan (Aleyhisselam) , Muaviye’nin kışkırtması sonucunda karısının vermiş olduğu ağıdan dolayı zehirlenip ölüm yatağına düştüğü ve hayatının son anlarını geçirdiği anlarda, onu öldürmek isteyen kişiyi açıklamasını istediler; ancak açıklamaktan kaçınmıştır.
İmam Hüseyin (Aleyhisselam) fakirlere ve yoksullarla yardım etme konusunda hiçbir telaştan kaçınmazdı. Bir yoksula yüzlerce altın dinar vermesine karşın; az olduğunu düşünüp, yüzünü ondan gizlerdi. Babası ve kardeşi gibi; bizzat kendisi yoksulların kapısına giderek onlara yardım ederdi.
İmam Seccad (Aleyhisselam)
Çok üzücü Kerbala hadisesinde, şehitlerin efendisi imam Hüseyin’i (Aleyhisselam) ve ailesiyle dostlarından oluşan yetmiş iki kişiyi acımasız bir şekilde şehit ettikten sonra, imam Seccad’ın (Aleyhisselam) da içinde bulunduğu ailesini esir alarak şehitlerin başlarıyla birlikte Şam’a götürdüler.
Ümeyye oğulları galip gelmelerinden dolayı Ehli Beyt konusunda yapılacak olan zulümlerin hiçbirinden korkmuyorlardı. Dördüncü imamın (Aleyhisselam) kanını dökmek ve Peygamberin (Sallellahu aleyhi ve alihi) soyunu yok etmek için bahane peşinde dolanıyorlardı.
Bundan dolayı İmam Seccad (Aleyhisselam) Medine’de Kerbala vakıasından sonra Ümeyye oğullarına küçük bir bahane fırsatı dahi vermeyecek bir şekilde davranmıştır. Son derece kötü şartlar altında bulunmasına karşın, imamet ve hidayet görevlerini de yerine getirmiştir.
Önceki imamlar gibi; imam Seccad (Aleyhisselam) da İslami ahlaka sahip olan en mükemmel örneklerden biriydi. Düşkünlerle oturup kalkardı. Bizzat kendisi yoksulların evlerine giderek yiyecek, içecek v.b. gibi ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı.
İmam Muhammed Bakır (Aleyhisselam) İmam Cafer Sadık (Aleyhisselam)
İmam Muhammed Bakır (Aleyhisselam) ve İmam Cafer Sadık (Aleyhisselam) zamanında, zamanın hükümetleri iç savaşlar ve iç sorunlarla uğraşmak zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla iki imam İslami ilimleri yayma konusunda yeteri kadar fırsat elde ederek insanları eğitme ve yetiştirme hususunda birçok faaliyet göstermişlerdir. Birçok insan yetiştirmişlerdir. İslami ilimlerin çeşitli dallarında görüşler belirtmişlerdir. Nitekim Şii mezhebi “Caferi mezhebi” olarak adlandırılmıştır.
İmam Kazım (Aleyhisselam)
Hazreti Musa b. Cafer (Aleyhisselam) babasından sonra Abbasi halifelerinin dördüyle aynı dönem içinde yaşamıştır. Hayatı boyunca (özellikle son dönemlerinde) sürekli baskı ve işkence altında yaşamak zorunda kalmıştır. Harun Reşit’in emriyle yıllarca bir hapishaneden başka bir hapishaneye gönderilmesine karşın; dinî ilimleri yayma ve insanları yetiştirme konularında hiçbir şekilde gevşeklik göstermemiştir. Bulunduğu şartlar ve ortamlar içinde birçok insanı hidayet etmiştir.
İmam Kazım (Aleyhisselam) , kendisine kötülük eden ve kendisini öldürmek için uğraşan insanlara dahi yanına çağırıp birçok mal verecek oranda sabra, affa ve sükûnete sahipti. Hazret affının, sükûnetinin ve öfkesini yutmasının çokluğundan dolayı Kazım (öfkesini yutan) şeklinde meşhur olmuştur.
İmam Rıza (Aleyhisselam)
İmam Rıza (Aleyhisselam) babasından sonra bir süre Harun Reşit ile birlikte ve ondan sonra da Abbasi halifelerinin en akıllısı olarak kabul edilen Harun Reşit’in oğlu Memun ile birlikte aynı dönemde yaşamıştır. Bundan dolayı, imamlardan hiçbirinin karşılaşmadığı korkunç ve çirkin bir siyasetle karşılaşmıştır. Adı geçen korkunç ve çirkin siyaset şöyle gerçekleşmiştir:
Memun, Ehli Beyt’e baskı yapmak ve zulüm etmek olan önceki halifelerin siyasetlerini sevgiye ve muhabbete çevirmeye karar verdi. Dolayısıyla imam Rıza’yı (Aleyhisselam) yanına çağırarak o günlerin çirkin yönetim işleriyle onun pak adını kirletmek istedi. Böylece şunları elde edecekti:
a: İmam Rıza’yı (Aleyhisselam) sürekli gözaltında bulunduracaktı.
b: Ehli Beyt dostlarının imam Rıza’ya (Aleyhisselam) olan sevgisini ve ilgisini yok edecekti.
Kuşkusuz bu hedeflere ulaştıktan sonra imam Rıza’yı (Aleyhisselam) yok etmek Memun için sorun değildi. Bundan dolayı imam Rıza’yı (Aleyhisselam) , kendinden sonra halife olma önerisini kabul etmeye mecbur etti.
İmam Rıza (Aleyhisselam) önkoşulda da belirttiği gibi; atama, azletme v.b. gibi hilafet konularının hiçbirine karışmamıştır. Eline geçen yetkinin genişliğinden dolayı daha çok düşkünlere yardım edip ihtiyaçlarını gidermeye çalışmıştır. Halifenin dünya bilginlerini ve çeşitli dinlerin liderlerini bir araya getirdiği ilmi toplantılarda, İslami ilimleri ve dini hakikatleri beliğ bir şekilde açıklamıştır. İnsanlarla çok çabuk kaynaşan mütevazı birisiydi. Yemek yiyeceği zaman kölelerinin ve hizmetçilerinin hepsini yanına oturturdu.
Bundan dolayı, Memun yanlış bir siyaset uyguladığını anlamıştı. Nihayet imam Rıza’yı (Aleyhisselam) öldürmeyi planlayıp zehirlemiştir.
İmam Cevat (Aleyhisselam)
İmam Rıza’nın şahadetinden sonra, oğlu küçük bir yaşta olmasına karşın imamet makamına ulaşmıştır.
İmam Cevat (Aleyhisselam) zamanın halifesi tarafından çok şiddetli bir şekilde kontrol altında tutulmasına rağmen; dinî ilimleri, çeşitli mezhep liderleriyle yaptığı söyleşilerde yaymaya çalışıp kendisini izleyenlere birçok dinî bilgi öğretmiştir. İmam (Aleyhisselam) , bağış ve hediye konusunda çok cömert olduğu için Cevat (çok cömert olan kişi) lakabıyla meşhur olmuştur.
İmam Hadi (Aleyhisselam) ve İmam Askeri (Aleyhisselam)
İmam Cevat’tan (Aleyhisselam) sonra, oğlu imam Hadi (Aleyhisselam) ve ondan sonra da onun oğlu imam Askeri (Aleyhisselam) imamet makamına ulaşmışlardır. İki imam imamet görevlerini Samerra şehrinde yapmışlardır. Onların eğitimi ve öğretimi vasıtasıyla birçok Şii âlimi yetişmiş ve Ehli Beyt ilimlerini içeren birçok da kitap yazılmıştır. İmam Mehdi’nin (Aleyhisselam) kısa süreli gizlilik döneminde naiplik görevini yerine getiren dört kişi, bu iki imamın dostlarındandırlar.
Konunun Özeti
Tarihin on iki imamın (Aleyhisselam) hayatıyla ilgili kayıt altına aldığı bilgileri aşağıdaki cümlelerle özetlemek mümkündür.
Masum imamlar (Aleyhisselam) , yüce Allah tarafından nazil olan İslam şeriatını güçlendirip korumaktan başka bir hedefleri olmamıştır. Söyleriyle ve davranışlarıyla marifet esaslarını, yüce ahlakları ve dini hükümleri yayıp birçok yetenekli insan yetiştirmişlerdir.
MEAD
Önceden de açıkladığımız gibi; şefkatli yaratıcı, yarattığı varlıklara karşı sahip olduğu sonsuz merhamet ve ihsandan dolayı, onları doğru yola iletmek amacıyla, kendilerini izleyerek doğru bir imana, hoş bir ahlaka ve örnek bir amele sahip olup cehaletten, esaretten ve bilgisizlikten kurtulacakları peygamberler göndermiştir.
Kuşkusuz dini kabul etmek ve emirlerini uygulamak özgür bir seçimle olması gerekiyor. Çünkü zorla, iyi kötüden ve iyi bir insan da kötü bir insandan ayırt edilmez.
Bundan dolayı yüce Allah insanları bu konuda özgür bırakıp irade sahibi karar kılmıştır. Bu bakımdan bu dünyada mukaddes dinî emirleri uygulamanın yararlarının bütünüyle ortaya çıkmayacağı çok açıktır. Bu dünyada ne iyi insanlar yaptıklarının ödüllerine ulaşabilirler ne de kötü insanlar amellerinin cezalarını görürler. Zulümlerinin ve kötülüklerinin çoğunun cezası verilemeyecektir.
Allah’ın merhametli ve adaletli olduğunu göz önünde bulundurarak, akıl şöyle hüküm vermektedir: İnsanların yaptıklarının karşılığını alacakları başka bir dünya olması gerekir. Ölüm, insanın yok olması anlamına gelmemelidir; yalnızca bu dünyadan başka bir dünyaya geçiş anlamına gelmesi gerekir.
İKİNCİ KISIM
AHKÂM
Kitabın başlarında söylediğimiz gibi; Allah’ı tanıdıktan sonra namaz, oruç v.b. gibi kulluğun ve itaatin belirtileri olan amelleri yerine getirmemiz gerekir. Şimdi namazın ve ondan sonra orucun hükümlerini açıklayacağız.
NAMAZ
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
مَا سَلَكَكمُ‏ْ فىِ سَقَرَ قَالُواْ لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّين‏
(Cehennemliklere şöyle sorarlar:) sizi şu yakıcı ateşe sürükleyen şey nedir? “Biz namaz kılanlardan değildik” derler.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmuştur:
Namaz, dinin direğidir. Namaz âlemlerin yaratıcısının katında kabul edilirse öteki ameller de kabul edilir. Namaz kabul edilmezse öteki ameller de kabul edilmez.
Gece gündüz beş defa ırmağın içinde yıkanan bir kimsenin bedeninde kir kalmayacağı gibi; günde beş defa namaz kılan bir kimsenin de günahları silinir.
Namaza önem vermeden namaz kılan bir kimsenin, namaz kılmayan bir kimse gibi olduğunu bilmek gerekir.
Yüce Allah Kur-anı kerimde şöyle buyurmaktadır:
فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ‏الَّذِينَ هُمْ عَن صَلَاتهِِمْ سَاهُون
Vay şu namaz kılanların haline! Onlar namazlarından gaflet ederler.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bir gün mescide girince rükû’larını ve secdelerini düzgün bir şeklide yerine getirmeden namaz kılan bir adam gördü. Peygamber (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurdu:
Bu adam bu şekilde namaz kılarak dünyadan giderse, dünyadan Müslüman olarak gitmemiş demektir.
Dolayısıyla insan namazı (Allah’tan) korkarak ve ona saygı göstererek yerine getirmelidir. Namaz kılarken kimin karşısında konuştuğuna dikkat etmelidir. Namazın yüce sonuçlarından faydalanabilmesi için rükû’larını, secdelerini v.b. gibi öteki amellerini doğru bir şekilde yerine getirmelidir.
Yüce Allah Kur-anı kerimde namaz hakkında şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ الصَّلَوةَ تَنهَْى‏ عَنِ الْفَحْشَاءِ وَ الْمُنكَر
Namaz, (insanları) kötü ve iğrenç şeylerden alıkor.
Kesinlikle bu şekildedir. Çünkü namazın adabı, namaz kılan kişi uyduğu zaman kötülükler etrafında dönmesini engelleyecek şekildedir.
Örnek olarak namazın adaplarından biri şudur: Namaz kılan kişinin, namaz kıldığı yer ve üzerindeki elbise gasp edilen bir şey olmamalıdır. Hatta eğer elbisesinde gasp edilen bir ip bile olsa, namazı doğru olmayacaktır. Dolayısıyla bu şekilde haramlardan sakınmak zorunda olan namaz kılan bir kişi, haram bir malı kullanması veya bir kimsenin hakkını zayi etmesi olanaksızdır.
Aynı şekilde insan hırs, haset v.b. gibi rezil sıfatlardan uzak durması koşuluyla namazı kabul edilir. Bu çirkin sıfatların bütün kötülüklerin kaynağı olduğu çok açık bir konudur. Kendisini bu tür çirkin sıfatlardan arındırarak namaz kılan bir kimse, kesinlikle bütün kötülüklerden ve çirkinliklerden uzak duracaktır.
İnsanların bazıları namaz kılmalarına karşın kötü işler yapıyorlarsa, namazdan dolayı gerekli olan koşullara uymuyorlar demektir. Sonuç olarak namazları kabul edilmediği için yüce neticelerinden de yararlanamıyorlar.
Mukaddes İslam dini, ölüm halinde bile olsa insana namazı kılmayı farz kılıp diliyle okuyamazsa kalbinden geçirerek; savaş, düşmandan korku, zorda kalınan bir durum v.b. gibi kıbleye doğru namaz kılmanın olanaksız olduğu hallerde bile olsa mümkün olan tarafa doğru kılarak; namazı yerine getirmesi gerektiğini belirtip namaza ne kadar önem verdiğini göstermiştir.
Farz Namazlar
Farz namazlar altı tanedir:
1. Günlük namazlar.
2. Ayat namazı.
3. Cenaze namazı.
4. Farz olan tavaf namazı.
5. Büyük erkek evlada farz olan anne ve babanın kaza namazları
6. Ücret karşılığı, adak, yemin ve söz nedeniyle farz olan namazlar.
Namazın Ön Hazırlıkları
Namazı (yani âlemlerin Rabbi’nin huzurunda yer alarak kulluk etmeyi) yerine getirmek için bazı ön hazırlıklar yapılması gerekir. Eğer bunlar olmazsa namaz doğru olmaz. Bu ön hazırlıklar şunlardır:
1. Taharet
2. Vakit
3. Elbise
4. Yer
5. Kıble
Şimdi bu ön hazırlıklar sırayla geniş bir şekilde açıklanacaktır:
1-TAHARET
Namaz kılan kişi namaz kılarken taharetli (temiz) olmak zorundadır. Yani içinde bulunduğu koşullara uygun bir şekilde namazı abdestli veya gusüllü ya da teyemmümlü olarak yerine getirmelidir. Aynı zamanda bedeni ve elbisesi de necasetli olmamalıdır.
Necasetler
Necasetler aşağıdaki şeylerden oluşmaktadır:
1 ve 2- Kanı sıçrayarak akan eti haram olan hayvanların küçük dışkıları ve büyük dışkıları necistir. Yani (can) damarını kestikleri zaman kanı sıçrayarak akan hayvanların dışkıları necistir. Örneğin; kedi, tilki, tavşan v.b. gibi hayvanlar. Eğer tavuk veya başka bir havyan necaset yiyerek eti haram olmuşsa, onların küçük dışkıları ve büyük dışkıları da necistir.
3- Eti ister helal olsun ister haram olsun, kanı sıçrayarak akan hayvanın leşi necistir. Ancak hayvan leşinin yün, kıl, tırnak v.b. gibi ruhu olmayan kısımları paktır.
4- Eti ister helal olsun ister haram olsun, kanı sıçrayarak akan hayvanın kanı necistir.
5 ve 6- Karada yaşayan köpek ve domuz necistirler. Bunların bütün parçaları hatta kılları dahi necistir.
7- Şarap veya sıvı olup insanı sarhoş eden her şey necistir.
8- Arpa suyu.
Temizleyiciler
Necis olan şeylerin pak olmasına vesile olan her şeye temizleyici denir. Temizleyiciler şunlardır:
1. Su. Su, necis olan her şeyi temizler. Ancak bu olay su mutlak olduğu zaman gerçekleşir. Dolayısıyla karpuz suyu, armut suyu v.b. gibi muzaf sularla necaset temizlenmez. Buna benzer sularla alınan abdest ve gusül de sahih değildir.
2. Yer. Yer ayakaltını ve ökçeyi temizler.
3. Güneş. Güneş, necis olan yeri ve hasırı ışınları vasıtasıyla kurutup temizler.
4. İstihale. Necis bir taşın, tuk madenine düşerek tuza dönüşmesi örneğinde olduğu gibi; necis bir şeyin başka bir şeye dönüşerek pak olmasına denir.
5. İntikal. İnsan kanının veya kanı sıçrayarak akan hayvanın kanının, kanı sıçrayarak akmayan başka bir hayvanın vücuduna girmesine denir. İnsan kanının sinek, sivrisinek v.b. gibi kanı sıçrayarak akmayan hayvanların vücuduna girmesi örnek olarak gösterilebilir.
6. Hayvanın dışından veya insanın içinden necis olan şeyi yok ederek temizlemek. Hayvanın sırtında veya insanın burnunda kan varsa kanı yok ederek temizlemek örnek olarak gösterilebilir. Böyle durumlarda su ile yıkamaya da gerek yoktur.
7. Tebeiyyet. Necis olan bir şeyin pak olmasıyla, necis olan başka bir şeyin daha pak olmasına denir. Bir kâfirin Müslüman olarak pak olmasından dolayı, çocuğunun da pak olması örnek olarak gösterilebilir.
8. Noksan. Üzüm suyunun üçte ikisinin azalmasına denir. Eğer üzüm suyu kaynarsa necis olur. Kaynamaya devam eden üzüm suyunun üçte ikisi buhar olursa geriye kalan miktar pak olur.
Abdest ve Abdestin Hükümleri
Abdestten önce dişleri fırçalamak ve gargara yapmak (temiz suyu ağzın içinde dolaştırmak) müstehabdır. Aynı şekilde temiz suyu burna çekmek de müstehabdır.
Abdestin Farzları
Abdest alırken yüzü kafa saçlarının başladığı yerden çeneye kadar ve elleri de dirseklerden parmak uçlarına kadar yıkamak gerekir. Başın ön kısmını ve ayakların da üzerini mest etmek gerekir. Abdest konusunda aşağıda açıklanacak olan şeylere uyulmak zorundadır.
1. Abdest organları temiz olmalıdır.
2. Abdest suyu pak, mutlak ve mubah olmalıdır.
3. Niyet. Abdest Allah’ın rızasını kazanmak için alınmalıdır. Dolayısıyla serinlemek amacıyla veya başka bir neden için alınan abdest sahih değildir.
4. Tertip. Önce yüzü, sonra sağ kolu, sonra sol kolu yıkamak gerekir. Ondan sonra başı ve ayakları mest etmek gerekir.
5. Muvalat. Abdest işlerini arka arkaya yapmak gerekir. Organları yıkarken veya mest ederken bir önceki organın kurumasına neden olacak kadar fasıla vermemek gerekir. Ancak abdest işlerini peş peşe yapmasına rağmen havanın çok sıcak olmasından, bedenin hararetinden v.b. gibi şeylerden dolayı ıslaklık kurursa, alınan abdest sahihtir.
Açıklama: Başı mest ederken derinin üzerine mest etmek gerekli değildir. Başın ön kısmındaki saçların üzerine mest etmek yeterlidir. Ancak başın öteki kısımlarındaki saçlar, başın ön kısmında toplanırsa, oradan uzaklaştırmak gerekir. Aynı şekilde başın ön kısmındaki saçlar tarandığı zaman yüz bölgesine ulaşacak kadar uzun olursa, saç diplerini veya saçı ayırarak başın derisini mest etmek gerekir.
Abdesti Bozan Şeyler
Abdesti batıl eden şeylere abdesti bozan şeyler denir ve sekiz tanedir:
1. Küçük dışkı.
2. Büyük dışkı.
3. Yellenmek. Bu olay doğal yerinden gerçekleşmelidir. Veya hastalık ve ameliyat nedeniyle karar kılınan yerden olmalıdır.
4. Baygınlık.
5. Sarhoşluk.
6. Gözün görmesine ve kulağın da işitmesine engel olan uyku. Dolayısıyla göz görmez; ancak kulak duyarsa, bozulmaz.
7. Delilik.
8. Cenabet veya gusül almayı gerektiren öteki şeyler. Aynı şekilde kadınların ara sıra gördükleri istihaze de abdesti bozar.
Gusül
Guslü, tertibi ve irtimasi olmak üzere iki şekilde yapmak mümkündür.
Tertibi gusül başı, boynu, bedenin sağ ve sol tarafını sırayla yapmak suretiyle gerçekleşir.
İrtimasi gusül ise insanın bütün bedenini bir defa suya sokması suretiyle gerçekleşir.
Gusül, farz ve müstehab olmak üzere ikiye ayrılır.
İslam dininde bir çak müstehab gusül vardır; ancak farz gusüller yedi tanedir:
1. Cenabet guslü.
2. Cenaze guslü.
3. Ölüye dokunma guslü. Eğer insan soğumamış ve yıkanmamış cenazeye dokunursa (herhangi bir yeri ona dokunursa) gusül almak zorundadır.
4. Adak adamak veya söz vermek ya da yemin etmek suretiyle farz olan gusül.
5. Hayız guslü.
6. Nifas (loğusa) guslü.
7. İstihaze guslü.
İlk dört gusül hem erkekler hem de kadınlar içindir; ancak son üç gusül yalnızca kadınlara aittir.
Cünüp olan kişiye haram olan şeyler ise şunlardır:
1. Bedenin herhangi bir yerini Kur-an yazısına veya Allah’ın, Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve imamların (Aleyhimusselam) isimlerine dokundurmak.
2. Mescid-ul Haram’a (Kabe’ye) ve Medine mescidine girmek.
3. Öteki mescitler içinde durmak veya onların içine bir şey bırakmak.
4. İçinde farz secdesi olan Necm, Alak, Fussilet ve Secde surelerinden herhangi biri okumak.
Cenabet, hayız, nifas ve istihaze’nin öteki hükümlerini risale kitaplarından öğrenmek gerekir.
Açıklama: Abdestte olduğu gibi; gusül konusunda da niyet şarttır. Beden gusül almadan önce temiz olup suyun bedene ulaşmasına engel olacak hiçbir şey olmamalıdır.
Teyemmüm
İnsan vaktin kısıtlığı, hastalık, suyun olmaması v.b. gibi nedenlerden dolayı namaz veya buna benzer bir şey için abdest ya da gusül alamazsa, teyemmüm etmelidir.
Teyemmümün Farzları
Teyemmüm konusunda şu dört şey farzdır:
1. Niyet.
2. İki elin avuç içini birlikte toprağın yüzeyine veya üzerine teyemmüm edilmesi sahih olan herhangi bir şeyin yüzeyine vurmak.
3. İki elin avuç içini kafa saçının başladığı yerden kaşlara ve burnun yukarısına kadar olan alın bölgesine sürmek. Elleri kaşlara sürmek daha iyidir.
4. Sol elin avuç içini sağ elin üstüne, sonra sağ elin avuç içini sol elin üstüne sürmek.
Abdest yerine alınan teyemmüm hususunda açıklanan bilgiler yeterlidir; ancak gusül yerine alınan teyemmüm hususunda elleri bir kez daha yerin yüzeyine vurduktan sonra ellerin üstlerini tekrar mest etmek gerekir.
Teyemmümün Hükümleri
1- Toprak bulunmazsa kumun üzerine, kum bulunmazsa kurumuş çamura, kurumuş çamur da bulunmazsa taşın üzerine teyemmüm etmek gerekir. Bunlardan hiçbiri bulunmadığı takdirde bir yerde toplanmış olan toza ve toprağa teyemmüm etmek gerekir.
2- Alçı (kireç) ve madenden çıkarılan şeylerin üzerine teyemmüm etmek sahih değildir.
3- İnsanın çok yüksek bir değere satılan suyu satın alma gücü varsa teyemmüm edemez. Suyu satın alıp abdesti veya guslü yerine getirmelidir.
2- VAKİT
Öğle ve ikindi namazlarının özel ve ortak vakitleri vardır. Öğle namazının özel vakti, öğlenin başlangıcında dört rekâtlık namaz kılınacak kadar olan zaman dilimidir. Bir kimse bilerek bu vakit içinde ikindi vaktini kılarsa, namazı batıldır.
İkindi namazının özel vakti ise akşamdan önce dört rekâtlık namaz kılınacak kadar olan zaman dilimidir. Bir kimse bu vakte kadar öğle namazını kılmamışsa öğle namazı kazaya kalmıştır. Dolayısıyla ikindi namazını kılması gerekir. İkindi namazının özel vakti, öğle ve ikindi namazının ortak vakitleridir. Bir kimse bu vakit içinde yanlışlıkla öğle namazından önce ikindi namazını kılarsa namazı sahihtir ve öğle namazını ikindi namazından sonra kılması gerekir.
Akşam ve yatsı namazlarının da özel ve ortak vakitleri vardır. Akşam namazın özel vakti, akşamın başlangıcında üç rekâtlık namaz kılınacak kadar olan zaman dilimidir.
Yatsı namazının özel vakti ise gece yarısından önce dört rekâtlık namaz kılınacak kadar olan zaman dilimidir. Bir kimse bu vakte kadar akşam namazını kılmamışsa, önce yatsı namazını sonra akşam namazını kılmalıdır.
Akşam namazının özel vakti ile yatsı namazının özel vakti arasındaki zaman, akşam ve yatsı namazlarının ortak vakitleridir. Bir kimse bu vakit içinde yanlışlıkla yatsı namazını akşam namazından önce kılarsa namazı sahihtir. Dolayısıyla akşam namazını ondan sonra kılmalıdır.
Sabah namazının vakti ise Fecri Sadık’ın başlangıcından güneş doğuncaya kadar olan zaman dilimidir.
3- ELBİSE
Namaz kılan kişinin elbisesinin bazı şartları vardır:
1. Mubah olmalıdır. Yani namaz kılan kişini kendi malı olmalı veya kendi malı değilse sahibi onunla namaz kılınmasına razı olmalıdır.
2. Necis olmamalıdır.
3. Eti ister helal olsun ister haram olsun, leş derisi olmamalıdır.
4. Eti haram olan hayvanın kürkü, kılı veya yününden olmamalıdır; ancak sansar (ın kürkü, kılı veya derisinden elde edilen) elbise ile kılınabilir.
5. Namaz kılan kişi erkek ise elbisesi ipek ve altından olmamalıdır. Altın takı ile kendini süslememelidir. Namaz dışında da erkeklerin ipek elbise giymeleri ve altın takı ile süslenmeleri haramdır.
4-YER
Namaz kılan kişinin namaz kıldığı yerin birkaç tane şartı vardır:
1. Mubah olmalıdır.
2. Hareketsiz olmalıdır. Otomobil, gemi v.b. gibi hareket eden şeyler üzerinde namaz kılmak zorunda kalınırsa sakıncası yoktur; ancak bu tür vasıtalar kıbleden başka bir tarafa döndükleri zaman kıbleye dönülmesi gerekir.
3. Yer, necaseti bedene veya elbiseye ulaşmayacak kadar kuru bir halde necis olursa; kuru olsa bile alnın secdeye gittiği yer necis olursa; namaz batıl olur.
4. Alnın secdeye gittiği yer, dirseklerden ve ayak parmaklarının ucundan, birleşik dört parmaklık bir ölçüden daha aşağıda veya yukarıda olmamalıdır.
5-KIBLE
Kıble, Mekke-i Mükerreme’de bulunan Kabe olup ona doğru namaz kılmak gerekir. Uzakta olan bir kimsenin “Kıble’ye doğru namaz kılıyor” diyecekleri bir şekilde durması veya oturması yeterlidir. Kurban etmek v.b. gibi kıbleye doğru yapılması gereken ameller de böyle yapılması gerekir.
Oturarak dahi olsa namaz kılamayan bir kimse, bedeninin ön kısmı kıbleye doğru olacak bir şekilde sağ tarafının üzerine yatması gerekir. Böyle yapması mümkün değilse, bedeninin ön kısmı kıbleye doğru olacak bir şekilde sol tarafının üzerine yatması gerekir. Bu şekilde de yapamıyorsa, ayakları kıbleye doğru olacak bir şekilde sırt üstü yatması gerekir.
Namaz kılan kimse araştırdıktan sonra kıblenin yönünü anlayamazsa Müslümanların mihraplarından, kabirlerinden v.b. gibi şeylerden elde ettiği sanıya göre amel etmelidir.
Namazın Farzları
Namaz içinde yapılması gereken şeylere namazın farzları denir ve on bir tanedir:
1. Niyet.
2. Tekbiretul İhram.
3. Kıyam.
4. Kıraat.
5. Rükû.
6. Secde.
7. Teşehhüt.
8. Selam.
9. Tertip. Yani namazı belirlendiği şekil üzere kılıp (sırasını) değiştirmemek gerekir.
10. Tume’nine. Yani namazı vakarlı ve huzurlu bir şekilde kılmak gerekir.
11. Muvalat. Yani namazın kısımlarını arka arkaya yerine getirip aralarında fasıla vermemek gerekir.
Bu on bir şeyin beş tanesi rükündür. Eğer bilerek veya bilmeyerek azalırlarsa ya da fazlalaşırlarsa, namaz batıl olur. Öteki kısımları ise rükün değildirler ve yalnızca bilerek azalırlarsa veya fazlalaşırlarsa namaz batıl olur.
Namazın Rükünleri
Namazın rükünleri şunlardır:
1. Niyet.
2. Tekbiretul İhram.
3. Tekbiretul İhram’ı söylerken ve rükû’a giderken kıyamda durmak.
4. Rükû.
5. İki secde.
Niyet
Niyet, insanın namazı yakınlaşmak (âlemlerin Rabbinin buyruğunu yerine getirmek) için yerine getirmesine denir. Niyeti kalpten geçirmesi veya dil ile “Öğlen namazının dört rekâtını kılıyorum, kurbeten ilallah” şeklinde söylemesi gerekmez.
Tekbiretul İhram
Ezanı ve kameti okuduktan sonra, niyetle birlikte “Allah-u Ekber” deyince namaz başlar. Tekbir söylendiği için yemek, içmek, gülmek, kıblenden başka bir tarafa dönmek v.b. gibi şeyler haram olur. Bu tekbire “Tekbiretul İhram” denir.
Tekbiretul İhramı okurken elleri yukarı kaldırmak müstehabdır. Bu amelle yüce Allah’ın ululuğunu göz önünde bulundurup, onun dışındakileri küçük sayarak arkamıza atıyoruz.
Kıyam
Tekbiretul İhramı söylerken ve rükû’a giderken kıyamda (ayakta) durmak namazın rüknüdür; ancak fatihayı ile sureyi okurken ve rükû’dan sonra ayakta durmak rükün değildir. Dolayısıyla rüku’ yapmayı unutan bir kimse secdeye varmadan önce hatırlarsa doğrulup ayakta durmalı ve sonra rüku’ yapmalıdır. (Ayağa kalkmadan) eğik bir halde rükû’a dönerse, rükû’a bitişik olan kıyamı yapmadığı için namazı batıl olur.
Rükû
Kıraati (fatihayı ve zammı sureyi) okuduktan sonra ellerin dizlere ulaşacağı bir şekilde eğilerek yapılan amelin adına rüku denir.
Rüku’da bir defa “Subhane rabbiyel azimi ve bihamdihi” veya üç defa “Subhanellah” demek gerekir. Rükû’dan doğrulup ayakta durduktan sonra secdeye gidilmelidir.
Secde
Secde ederken alnı, elleri, dizleri ve ayak başparmağının uçlarını yere koymak gerekir. Bir defa “Subhane rabbiyel e’la ve bihamdihi” veya üç defa “Subhanellah” söylenmelidir. Oturduktan sonra ikinci defa secdeye gidilmeli ve bir önceki zikir tekrar edilmelidir.
Teşehhüt ve Selam
Namaz iki rekâtlık ise, iki secdeyi yaptıktan sonra ayağa kalkarak fatiha ve zammı sureyi okumak gerekir. Sonra kunut duası okunmalıdır. Rükû’dan ve iki secdeden sonra teşehhüt okunmalı ve selam verip namaz bitirilmelidir.
Namaz üç rekâtlık ise, teşehhütten sonra ayağa kalkarak bir defa fatiha suresi okunmalı veya üç defa “Subhanellahi vel hamdulillahi vela ilahe illallahu vellahu ekber” diye söylenmelidir. Sonra rüku, secde, teşehhüt ve selam yerine getirmelidir.
Namaz dört rekâtlık ise, dördüncü rekâtı da üçüncü rekât gibi kıldıktan sonra teşehhüt’ü okuyup ve selamı verip namaz bitirilmelidir.
Ayat Namazı
Ayat namazı aşağıdaki dört şeyden dolayı farz olur:
1. Güneş tutulması. Az bir kısmı tutulmuş olsa ve hiçbir kimse korkmasa bile.
2. Ay tutulması. Az bir kısmı tutulmuş olsa ve hiçbir kimse korkmasa bile.
3. Deprem. Hiçbir kimse korkmasa bile.
4. Yıldırım, şimşek, karayeller, kırmızı yeller v.b. gibi şeyler. İnsanların çoğu korktuğu zaman farz olur.
Ayat Namazının Kılınış Şekli
Ayat namazı iki rekâttır ve her rekâtında beş rükû vardır. Ayat namazı şöyle kılınır: İnsan niyet ettikten sonra tekbir getirerek bir defa fatiha suresini ve bir defa da herhangi bir zammı surenin tamamını okumalıdır. Sonra rükû’a gitmelidir. Başını rükû’dan kaldırdıktan sonra bir kez daha bir defa fatiha suresini ve bir defa da zammı sureyi okuyup rükû’a gitmelidir. Bunu beş defa tekrar etmelidir. Başını beşinci rükû’dan kaldırdıktan sonra secdeleri yerine getirmelidir. Sonra ayağa kalkıp ikinci rekâtı da birinci rekât gibi kılmalıdır. Sonra teşehhüt’ü okuyup ve selamı verip namazı bitirmelidir.
Şöyle kılmak da mümkündür: İnsan Ayat namazını kılarken niyet ettikten, tekbir getirdikten ve fatiha suresini okuduktan sonra bir surenin ayetlerini beşe bölerek bir ayetini veya daha fazlasını okuyup rükû’a gitmelidir. Sonra doğrulup fatiha suresini okumadan aynı surenin ikinci kısmını okuyup rükû’a gitmelidir. Bu şekilde beş rükû yapıp surenin geri kalan kısmını okumalıdır. Beşinci rükû’dan doğrulduktan sonra secdeleri yerine getirmelidir. İkinci rekâtı da birinci rekât gibi kılıp namazı bitirmelidir.
Yolcu Namazı
Yolcu olan bir kimse aşağıdaki altı tane koşul gerçekleştiği zaman dört rekâtlı namazları iki rekât kılmak zorundadır.
1. Yolculuğu ister dört fersah gidiş dört fersah da geliş olsun toplam sekiz fersahtan daha az olmamalıdır.
2. Yolculuğun başlangıcında sekiz fersahlık mesafeye gideceğine niyet etmiş olmalıdır.
3. Yolculuk esnasında niyetinden vazgeçmiş olmamalıdır.
4. Yolculuğu günah için yapılan bir yolculuk olmamalıdır.
5. İşi yolculuk olmamalıdır. Dolayısıyla şoför gibi işi yolculuk etmek olan bir kimse namazlarını eksiksiz kılmalıdır. Aksi takdirde on gün kendi evinde kalırsa üç defa yolculuk edinceye kadar dört rekâtlık namazlarını iki rekât kılmalıdır.
6. Ruhsat verilen sınıra ulaşmalıdır. Yani vatanından veya on gün kalmaya niyetlendiği yerden, şehrin duvarlarını duymayacak ve ezan sesini işitmeyecek kadar uzaklaşmalıdır.
Cemaat Namazı
Müslümanların günlük namazlarını cemaatle birlikte kılmaları müstehabdır. Cemaat namazının sevabı, tek başına kılınan namazın sevabından birlerce defa daha fazladır.
Cemaat Namazının Şartları
1. Cemaat imamı mükellef, mümin, adil ve helal zade olmalıdır. Namazı doğru bir şekilde kılmalıdır. İmama uyan kişi erkek ise imam da erkek olmalıdır.
2. İmam ile imama uyan kişi arasında onu görmesine engel olacak perde v.b. gibi bir şey olmamalıdır; ancak imama uyan kişi kadın olursa perde v.b. gibi şeylerin olmasında bir sakınca yoktur.
3. İmamın yeri, imama uyan kişini yerinden daha yüksekte olmamalıdır; ancak çok az (dört parmak yüksekte veya aşağıda) olursa sakıncası yoktur.
4. İmama uyan kişi, imamın arkasında veya onun hizasında olmalıdır.
Cemaat Namazının Hükümleri
1. İmama uyan kişi fatiha ve zammı sure dışındaki namazın her şeyini kendisi okumalıdır; ancak onun birinci veya ikinci rekatı, imamın üçüncü veya dördüncü rekatı olursa fatiha ve zammı sureyi de okumalıdır. Eğer zammı sureyi okuyacağı için imamın rüku’suna yetişemeyecekse, yalnızca fatihayı okuyup rüku’a giden imama yetişmelidir. Eğer yetişemezse tek başına niyetini alıp namazını tamamlamalıdır.
2. İmama uyan kişi rüku, secde v.b. gibi namazın öteki amellerini imamla birlikte veya imamdan hemen sonra yerine getirmelidir. Ancak Tekbiretul İhramı ve selamı imamdan sonra yerine getirmek zorundadır.
3. İmama uyan kişi, imam rüku’da iken uymuşsa namazı sahih olup bir rekat hesaplanır.
Oruç
Oruç, mukaddes İslam dininin füru’atından (şartlarından) biridir. Ramazan ayında oruç tutmak her mükellefe farzdır. Yani alemlerin rabbinin buyruğunu yerine getirmek amacıyla sabah ezanından akşam ezanına kadar orucu bozan şeylerden kaçınmalıdır.
Orucu Bozan Şeyler
Orucu birkaç şey bozar ve onlardan bazıları şunlardır:
1. Yemek ve içmek. Yenilen ve içilen şey toprak ve ağaç pekmezi gibi doğal bir şey dahi olmasa oruç bozulur.
2. Allah’a, Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve Peygamberimizin vasilerine (Aleyhimusselam) herhangi bir yalanı nispet vermek.
3. Koyu bir haldeki toz toprağı boğaza ulaştırmak.
4. Başın tamamını suyun altına daldırmak.
5. Bilerek kusmak.
Orucu bozan öteki şeyleri öğrenmek için risale kitaplarına bakılması rica edilir.
Dipnotlar
-----------------------------------
1-Vesail-uş Şia: 27/34
2-Hac: 46
3-Araf: 179
4-Fatır: 19-22
5-İbrahim: 10
6-Enbiya: 22
7-Maide: 17
8-Mülk: 14
9-Enam: 133
10-İbrahim: 34
11-Araf: 156
12-Türkçe anlamı "büyük makam sahibi" demektir.
13-Ahzab: 40
14-Hud: 112 (??????????? ????? ???????)?
15-Mizan-ul Hikme: 1/556
16-Bihar-ul Envar: 36/231, h. 11 ve Müsned-i Ahmet b. Hanbel: 5/87
17-Bihar-ul Envar: 23/289, h. 16 ve İhticac: 1/87
18-Ahzab: 33
19-Müddessir: 42-43
20-Kâfi: 2/19, h. 3 ve 3/268, h. 4
21-Maun: 4-5
22-Sevab-ul E'mal: 229
23-Ankebut: 45
24-Günlük farz namazlar şunlardır: İki rekât sabah namazı, dört rekât öğle namazı, dört rekât ikindi namazı, üç rekât akşam namazı ve dört rekât yatsı namazı.
Küçük dışkı yeri yalnızca su ile temizlenir. Büyük dışkı yeri ise su, üç parça taş v.b. gibi şeylerde temizlenir. Kuşkusuz bu olay dışkı, dışkı yerinde olduğu zaman böyle olur. Aksi takdirde sudan başka bir şeyle temizlenmez. Aynı zamanda büyük dışkı üç parça taş ile temizlenemezse, dışkı yeri temizleninceye kadar taş izafe etmek gerekir.
25-Su, Kur ve Kalil olmak üzere ikiye ayrılır. Kur su, 128 Tebriz men'inden (bir çeşit ağırlık birimi) 20 miskal daha azdır ve yaklaşık 384 kg. dır. Eğer bu suya necaset bulaşırsa necis olmaz. Kalil su ise Kur sudan daha az olan suya denir. Dolayısıyla bu suya necaset bulaştığı zaman necis olur ve şu şekilde pak olur: Akarsu veya yağmur suyu ile birleştirilmesi gerekir. Ya da bir Kur su miktarı izafe edilmesi gerekir.
26-Su abdest alan kişinin olmalı veya suyun sahibi abdest alınmasına razı olmalıdır.
27-Bir sopa veya buna benzer bir şey dikey bir şekilde yere dikili iken güneş doğarsa, gölgesi batı tarafında ortaya çıkar. Güneş yükseldikçe gölge de azalır. Gölge öğle vaktinde en küçük haline girer. Öğle geçince gölge doğu tarafına yönelir. Güneş batıya gittikçe gölge de uzar. Dolayısıyla gölge en küçük haline ulaşıp tekrar büyümeye başladığı zaman öğle vaktinin girdiği anlaşılır. Ancak Mekke gibi bazı şehirlerde gölge öğle vaktinde bütünüyle kaybolmaktadır. Buna benzer şehirlerde gölge ikinci kez ortaya çıktığı zaman, öğle vaktinin girdiği anlaşılır.
28-Akşam, güneşin batışından yaklaşık on beş dakika sonradır. Alameti ise güneş battıktan sonra doğu tarafında beliren kırmızılığın yok olmasıdır.
29-Şer'i gece yarısı, öğleden on bir saat on beş dakika sonradır.
30-Sabah ezanı okunmadan önce doğu tarafından yukarı doğru bir beyazlık hareket eder. Bu beyazlığa Fecri Evvel veya Fecri Kazib denir. Beyazlık yayıldığı zaman ise Fecri Sadık yani sabah namazının ilk vakti girer.
31-Fatiha ve zammı sureyi okuduktan sonra elleri yüz hizasına kaldırarak istenilen zikirlerden biri okunmalıdır. Örnek olarak şöyle söylenebilir; "Rabbena atina fid dünya haseneten ve fil ahireti haseneten ve kına azab ennar"
32-Teşehhüt şu cümleleri söyleyerek yerine getirilir; "Eşhedu enla ilahe illallahu vahdehu la şerike leh ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu Allahumme salli ala Muhammedin ve a'li Muhammed"
33-Selam şu şekilde söylenir; "Esselamu aleyke eyyu henne biyyu ve rahmetullahi ve berakatuhu, Esselamu aleyna ve ala ibadillahis salihin, Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu"
2
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR

ÜÇÜNCÜ KISIM AHLAK
Kitabın başında açıklandığı gibi; mukaddes İslam dini, toplum içinde uygulanarak insanlık gemisini cehalet ve bedbahtlık girdabından çıkarıp sahile ulaştırması ve insanların iki dünyada da mutlu olmaları için yüce Allah tarafından peygamberlerin sonuncusuna (Sallellahu aleyhi ve alihi) nazil olan evrensel bir programdır.
Din “hayat programıdır” ilkesinden dolayı, yaşamla ilgili olan her şey hakkında insanın görevini belirleyip yapılmasını istemek zorundadır.
Yaşamımız genel olarak üç konuyla ilgilidir:
1. Bizi yaratan, üzerimizdeki nimet hakkı bütün haklardan daha büyük olan ve onun hakkındaki vazifeleri tanımanın bütün fazlardan daha farz olduğu yüce Allah.
2. Kendimiz.
3. Kendileriyle birlikte yaşamak ve işlerimizi onların yardımıyla yapmak zorunda olduğumuz bizim gibi kişiler.
Dolayısıyla bizim genel olarak üç vazifemiz vardır:
a: Allah’a karşı olan vazife.
b: Kendimize karşı olan vazife.
c: Başkalarına karşı olan vazife.
İnsanın Allah’a Karşı Olan Görevi; Allah’ı Tanımak
Yüce Allah’a karşı olan vazifemiz, temiz bir kalple ve ihlasla bir niyetle yapmamız gereken görevlerin en önemlisidir. Bütün insanlar yaratıcısını tanımak zorundadırlar. Çünkü yüce Allah’ın varlığının, var olan her şeyin, her oluşumun ve her hakikatin kaynağı olması gibi; onun mukaddes varlığını tanımak ve bilmek de her oluşum için aydınlık nedeni olacaktır. Bu fıtri hakikate önem vermemek; bütün cehaletler, basiretsizlikler ve sorumsuzlukların ortaya çıkmasına neden olur. Hakkı tanıma konusunda ilgisiz olan bir kimse, kendisinin fıtratındaki aydınlık lambayı öldürmüş ve gerçek mutluluğu elde etmek için hiç yolu kalmamış demektir.
Nitekim yüce Allah’ı tanımaktan yüz çevirip bu hakikate önem vermeyen bir kimsenin, insani maneviyatlardan uzaklaşıp otçul ve yırtıcı hayvanların mantığından başka bir mantığa sahip olmadığını görmekteyiz.
Yüce Allah kendi kelamında şöyle buyurmaktadır:
فَأَعْرِضْ عَن مَّن تَوَلىَ‏ عَن ذِكْرِنَا وَ لَمْ يُرِدْ إِلَّا الْحَيَوةَ الدُّنْيَا
Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların erişebilecekleri bilgi budur.(Çünkü onlar dünyada yemekten ve uyumaktan başka bir bilmezler.)
Kuşkusuz gerçekler ve deliller peşinde bir varlık olan insan için Allah’ı tanıma konusunun zorunlu olduğunu hatırlatmak gerekir. Çünkü yüce Allah’ın kendisine vermiş olduğu şuurla, varlık aleminin neresine bakarsa baksın, alemlerin Rabbinin varlığını, ilmini ve kudretini görmektedir.
Dolayısıyla Allah’ı tanıma konusunun anlamı, insanın kendisinden Allah’ı tanıma konusunda bir şeyler üretmesi anlamına değil; insanın, hiçbir perdeyle örtmenin mümkün olmadığı bu aydın hakikate ilgisiz bir gözle bakmaması, her an kendisini Allah’a davet eden fıtratına olumlu cevap vermesi ve bu marifeti izleyerek kalpteki bütün kuşkuları temizlemesi anlamına gelir.
Allah’a Kulluk Etmek
Allah’ı tanımaktan sonraki ikinci vazifemiz Allah’a kulluk etmektir. Çünkü Hakkı tanımakla birlikte, yegâne hedefimiz olan mutluluğun, yüce Allah’ın bizim için belirleyip elçileri vasıtasıyla göndermiş olduğu programları uygulamak ve amel etmek olduğu hakikati aydınlanmaktadır. Dolayısıyla yüce Allah’ın buyruklarına itaat etmek ve ona kulluk etmek vazifesi, bütün görevlerin kendisi karşısında naçiz ve küçük kaldığı görevdir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ قَضىَ‏ رَبُّكَ أَلَّا تَعْبُدُواْ إِلَّا إِيَّاه‏
Rabbin yalnızca kendisine tapmanızı emretti.
Yine şöyle buyurmaktadır:
أَ لَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَبَنىِ ءَادَمَ أَن لَّا تَعْبُدُواْ الشَّيْطَنَ إِنَّهُ لَكمُ‏ْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ وَ أَنِ اعْبُدُونىِ هَذَا صِرَطٌ مُّسْتَقِيم‏
Ey Âdemoğulları! Ben size “Şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın, dosdoğru yol işte budur” diye ant (emir) vermedim mi?
Dolayısıyla kulluk makamını ve ihtiyaçlarımızı tanımak, Allah’ın sonsuz ululuğunu göz önünde bulundurmak, her açıdan bizleri kuşattığını bilip buyruklarına itaat etmek zorundayız. Yine yüce Allah’tan başkasına tapmamak, âlemlerin Rabbinin emrinden dolayı Peygamberimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve hidayet imamlarından başkasına (Aleyhimusselam) itaat etmemek zorundayız.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
يَأَيهَُّا الَّذِينَ ءَامَنُواْ أَطِيعُواْ اللَّهَ وَ أَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَ أُوْلىِ الْأَمْرِ مِنكمُ‏ْ
Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resul’e ve sizden olan buyruk sahiplerine de itaat edin.
Kuşkusuz Allah’a ve Allah’ın velilerine itaatin neticesi olarak, Allah’a ilişkin olan her şey konusunda saygılı olmaya dikkat etmek gerekir. Yüce Allah’ın mübarek adını ve Allah’ın velilerinin adını edepli bir şekilde anmak gerekir. Allah’ın kitabı Kur-anı kerime, Kâbe’ye, camilere ve Allah’ın veli kullarının mukaddes türbelerine karşı saygılı olmak gerekir. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
ذَلِكَ وَ مَن يُعَظِّمْ شَعَئرَِ اللَّهِ فَإِنَّهَا مِن تَقْوَى الْقُلُوب‏
İşte böyle kim Allah’ın nişanlarına saygı gösterirse, kuşkusuz bu kalplerin takvasındandır.
İnsanın Kendine Karşı Olan Görevi
İnsan, kendi yaşamı içinde izlemiş olduğu her yöntem ve gittiği her yolla gerçekte mutluluktan ve başarıdan başka bir şey istememektedir. Bir şeyin mutluluğunu tanımak, o şeyin ayrıntısını tanımak olduğu için; bizler kendimizi tanımadıkça, mutluluğumuzun giderilmelerine bağlı olduğu hakiki ihtiyaçlarımızı tanıyamayız.
Dolayısıyla mutluluk vesilelerini anlayabilmesi, elinde olan imkânlarla ihtiyaçlarını gidermeye çalışması ve yegâne sermayesi olan değerli ömrünü boşuna harcamaması için insanın kendini (öz benliğini) tanıması vazifelerin en gereklisidir.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmaktadır:
Kim kendini tanırsa, Allah’ı da tanır.
Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) şöyle buyurmaktadır:
Kendini tanıyan, marifetin en yüksek makamına ulaşmıştır.
İnsan kendini tanıdıktan sonra, en büyük vazifesinin özündeki insanlık cevherine saygı göstermek olduğunu anlayıp, tatlı ve leziz sonsuz bir hayata ulaşmak için, böyle nurlu bir cevheri nefsanî heveslerin ayakları altında çiğnetmeyecek ve onun zahiri ve batini sağlığı konusunda çaba sarf edecektir.
Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) şöyle buyurmaktadır:
Kendine değer veren bir kimseye göre nefsanî şehvetler naçiz ve küçük olur.
İnsan ruh ve beden olmak üzere iki şeyden oluştuğu için, iki unsurun da sağlıklarını ve sıhhatlerini koruma konusunda çalışmak insanın vazifesidir. Nitekim mukaddes İslam dininde, ruh ve beden unsurlarının sağlıklarının korunması için uğramak konusunda hassas ve yeterli birçok buyruk vardır.
BEDENSEL SAĞLIK
Zararlı Şeylerden Sakınmak
Mukaddes İslam dini bazı yasalarla bedensel sağlığı yeteri oranda garanti altına almıştır. Örneğin; kanı, leşi, bazı hayvanların etini ve zehirli yiyecekleri yemeyi yasaklamıştır. Sarhoş edici içkileri ve pis suları içmekten sakındırmıştır. Çok uyumayı ve bedene zarar vermeyi menetmiştir. Başka buyrukları da vardır; ancak bu bölümde hepsini açıklayacak kadar yer yoktur.
Temizliğe Dikkat Etmek
Temizlik, sağlığın en önemli esaslarından biridir. Bundan dolayı mukaddes İslam dininde bu esasa çok önem verilmiştir. İslam dininde temizliğe verilen önem, öteki dinlerin hiçbirinde bulunmaz. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmuştur:
Temizlik imandandır.
İslam, genel olarak temizliği emretmesinin yanı sıra özel temizlik konuları hakkında da tavsiyelerde bulunmuştur. Örneğin; el ve ayak tırnaklarını kesmek, başın ve bedenin fazla kıllarını temizlemek, yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, gargara yapmak, burna su çekmek, günde birkaç defa dişleri fırçalamak, evi süpürmek, yolları, evlerin önünü ve ağaç altlarını temiz tutmak v.b. gibi
İslam’ın, bu buyruklara ilave olarak sürekli temiz olmayı gerektiren şer’i ibadetleri de bulunmaktadır. Örneğin; bedeni ve elbiseyi necasetlerden temizlemek, namaz kılmak için günde birkaç defa abdest almak, namaz kılmak ve oruç tutmak için çeşitli gusüller almak v.b. gibi
Gargara Yapmak ve Dişleri Fırçalamak
Yemek bölgesi olan insan ağzı, yemekten dolayı kirlenir. Yemek artıkları dişlerin arasında, dilin yüzeyinde ve ağzın öteki bölgelerinde kalır. Sonuç olarak kirlenip kokmaktadır. Bazen yemek parçacıkları arasında meydana gelen kimyasal değişiklikler ve mayalanmalardan dolayı zehirli maddeler oluşup yemekle birlikte mideye gitmektedirler. Bunlara ilave olarak böyle bir kişinin toplum içinde iken nefes alıp vermesi oranın temiz havasını bozarak incinmelerine neden olmaktadır.
Bundan dolayı mukaddes İslam dini Müslümanlara “Her gün (özellikle her abdestten önce) dişlerinizi fırçalayın ve temiz suyla gargara yaparak ağzınızı artık maddelerden arındırın” diye emretmiştir.
Burna Su Çekmek
Nefes almak, insanın yaşaması için gerekli olan şeylerden biridir. Hava genellikle insanların toplu olarak yaşadıkları yerleşim yerlerinde toz, toprak ve pisten yoksun değildir. Kuşkusuz böyle bir havayı solumak solunum organlara zarar verir.
Yüce Allah bu tür zararları önlemek için insanın burnunun içinde toz ve toprağın ciğerlere gitmesine engel olan kıllar yaratmıştır. Böyle olmasına karşın; bazen toz ve toprağın burnun içinde birikmesinden dolayı, burun kılları görevlerini tam anlamıyla yapamamaktadırlar. Bu bakımdan mukaddes İslam dini Müslümanlara “Her gün abdest almadan önce birkaç defa burna su çekiniz. Burnunuza su çekerek solunum yollarıyla ilgili olan sağlığınızı koruyunuz” diye emretmiştir.
RUHSAL SAĞLIK
Ahlakı Düzeltmek
İnsan, yüce Allah’ın kendisine vermiş olduğu fıtrat yardımıyla güzel ahlakın değerini anlayıp bireysel ve toplumsal önemini kavramaktadır. Bundan dolayı insanlar arasında güzel ahlakı övmeyen ve övülen ahlak sahibine saygı göstermeyen hiçbir kimse bulunmamaktadır.
İnsanın güzel ahlaka vermiş olduğu önemi açıklamaya gerek yoktur. İslam’ın ahlak konusunda vermiş olduğu geniş emirler yelpazesini de herkes bilmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ نَفْسٍ وَ مَا سَوَّئهَا فَأَلهَْمَهَا فجُُورَهَا وَ تَقْوَئهَا قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّئهَا وَ قَدْ خَابَ مَن دَسَّئهَا
Nefse ve onu şekillendirene, ona bozukluğunu ve korunmasını (isyanını ve takvasını) ilham edene yemin olsun ki; Nefsini tezkiye eden kişi kurtulmuştur. Onu kirleten kişi ise ziyana uğramıştır.
İlim Öğrenmek
İlim sahibi olmak, övülmüş sıfatlardan biridir. Bilgili bir kişinin bilgisiz bir kişiye olan üstünlüğü de güneşten daha aydındır. İnsanı öteki hayvanlardan ayırt eden özellik, akıl gücü ve ilim süsüdür.
Öteki hayvanların hepsinin yaşamları konusundaki ihtiyaçlarını kendileri vasıtasıyla giderdikleri hiçbir zaman değişmeyen içgüdüleri bulunmaktadır. Onların hayatta kesinlikle ilerleme ve kalkınma diye bir umutları yoktur. Kendilerinin ve başkalarının yüzlerine açabilecekleri yeni kapılar da bulunmamaktadır.
Akıl gücü vasıtasıyla her gün eski bilgilerine yeni bilgiler ekleyen varlık yalnızca insandır. İnsan, tabiat ve tabiat ötesi yasaları keşfederek, her gün maddi ve manevi hayatına yeni bir değer ve güzellik katmaktadır. Geçmiş tarihlere bakarak, kendisinin ve başkaların geleceği için yatırımlar (yasalar) yapmaktadır.
İslam, ilim öğrenimi konusunda birçok tekitlerde bulunmuştur. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
İlim öğrenmek, her Müslüman’a farzdır.
Yine şöyle buyurmaktadır:
Çin’de de olsa ilmin peşine koşun.
Yine şöyle buyurmaktadır:
Beşikten mezara kadar ilim öğrenin.
İslam, yaratılışın sırlarını öğrenme; gökler, yer, insan doğası, ulusların tarihi ve geçmiştekilerin (felsefe, matematik, fizik v.b. gibi) eserleri konusunda düşünmeyi tavsiye etmektedir. Aynı şekilde insan hayatına çeki düzen veren ahlaki ve şer’i (İslami ahlak ve hukuk) konuları öğrenme konusunda da birçok tekitlerde bulunmuştur.
Peygamber Efendimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) göre ilim çok değerli idi. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) , Bedir savaşında kâfirlerin bir kısmı Müslümanlara esir oldukları zaman, çok yüksek bir miktar para karşılığında özgür olabileceklerini emretmişti. Ancak okuma yazması olan esirler, Müslüman gençlerden on kişiye okuma yazma öğretmeleri koşuluyla bu emirden muaf tutulmuşlardı.
İslam’a Göre İlim Öğrenen Kişinin Önemi
Bir hedefe ulaşma konusunda gösterilen çaba, aynı hedefe verilen önem oranında gerçekleşir. Bütün insanlar, yüce Allah’ın kendilerine vermiş olduğu fıtratla ilmi ve bilgiyi âlemde var olan her şeyden daha değerli bildikleri için, ilim öğrenen kişinin değerini de değerlerin en büyüğü olarak kabul etmektedirler. İslam dini de fıtrat temelleri üzerine kurulduğu için, ilim öğrenen kişiye değerlerin en büyüğünü vermektedir.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmaktadır:
İlim tahsili yolunda olan kimse, Allah’ın sevdiği kimsedir.
Cihat, dinin direklerinden biri olmasına ve peygamber ya da imam cihat konusunda emir verdiği zaman bütün Müslümanların savaşa katılmaları gerekmesine karşın; dini ilimler tahsiliyle uğraşan kişiler bu emirden muaf tutularak Müslümanlardan belli bir grubun ilmi merkezlerde ilim tahsiliyle uğraşmak zorunda oldukları belirtilmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
وَ مَا كاَنَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنفِرُواْ كَافَّةً فَلَوْ لَا نَفَرَ مِن كلُ‏ِّ فِرْقَةٍ مِّنهُْمْ طَائفَة لِّيَتَفَقَّهُواْ فىِ الدِّينِ وَ لِيُنذِرُواْ قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُواْ إِلَيهِْمْ لَعَلَّهُمْ يحَْذَرُون‏
İman edenlerin hepsinin toptan savaşa çıkmaları gerekmez. Her kabileden bir grubun dini iyice öğrenmeleri ve dönüp kavimlerine geldikleri zaman (Allah’ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez mi?
Muallimin ve Öğretmenin Önemi
İslam’a göre ilim ve ilim öğrenen kişinin önemi hususunda açıklanan bilgiler ışığında, öğretmenin değeri de ortaya çıkmaktadır. Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Bana bir şey (harf) öğretenin kölesi olurum.
Yine şöyle buyurmaktadır:
İnsanlar üç gruptur. Birinci gruptakiler âlim dindarlardır. İkinci gruptakiler kendilerini ve başkalarını kurtarmak için ilim öğrenenlerdir. Üçüncü gruptakiler ilimden ve bilgiden yoksun olanlardır. Bunların (üçüncü gruptakilerin) durumu; hayvanların yüzlerine ve başlarına konan, esen her rüzgârla yönleri değişen, pislik kokusunu aldıkları yerlere hızla koşan sineklere benzer.
Öğretmenin ve Öğrencinin Görevi
Kur-anı kerim, ilmi ve bilgiyi insanın gerçek hayatı olarak tanıtıp bilgisiz bir insanla ölü bir insanın arasında hiçbir farkın olmadığını belirtmiştir.
Dolayısıyla öğrenci öğretmenini gerçek hayatı kendisinden öğrendiği yaşam sorumlusu olarak tasavvur etmelidir. Bu bakımdan kendisini onun bir parçası olarak kabul edip ona karşı saygı ve hürmet konusunda ilgisiz davranmamalıdır. Sinirli bir şekilde anlatsa bile onun öğrettiği şeyleri kabul etme konusunda dik kafalı olmamalıdır. O varken veya yokken, yaşarken veya öldükten sonra, ona saygı gösterme konusunda gevşeklik göstermemelidir.
Aynı şekilde öğretmen de kendisini öğrencinin yaşam sorumlusu olarak tasavvur edip onu kıvanç verici canlı bir insan örneği haline ulaştırmadan yorulmamalıdır. Eğer öğrenci ara sıra onun öğrettiği şeyleri kabul etme konusunda tembellik gösterirse ondan soğumamalıdır. Eğer öğretilen şeyleri öğrenme konusunda hızlı bir aşama kaydederse onu takdir etmelidir. Eğer ağır davranırsa onu teşvik edip neşelendirmelidir. Hiçbir zaman kendi davranışlarıyla öğrencinin ruhsal sağlığını bozmamalıdır.
İnsan’ın Anne ve Babasına Karşı Olan Görevi
Anne ve baba, insanın yaratılmasına ve eğitim görmesine vasıta olan kişilerdir. Bundan dolayı mukaddes İslam dininde onlara itaat etme ve saygı gösterme hususunda birçok tavsiyelerde bulunulmuştur. Nitekim yüce Allah kendi kelamında tevhit’i zikrettikten hemen sonra anne ve babaya iyilik etmeyi tavsiye ederek şöyle buyurmaktadır:
وَ قَضىَ‏ رَبُّكَ أَلَّا تَعْبُدُواْ إِلَّا إِيَّاهُ وَ بِالْوَلِدَيْنِ إِحْسَنًا
Rabbin, yalnızca kendisine tapmanızı ve anaya babaya iyilik etmenizi emretti.
Büyük günahları açıklayan bir rivayette, şirkten sonra anneye ve babaya kötü davranmak beyan edilmiştir.
Yine yüce Allah bir önceki ayetin devamında şöyle buyurmaktadır:
إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبرََ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُل لهَُّمَا أُفٍ‏ّ وَ لَا تَنهَْرْهُمَا وَ قُل لَّهُمَا قَوْلًا كَرِيمًا وَ اخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلّ‏ِ مِنَ الرَّحْمَةِ
İkisinden birisi yahut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırlarsa sakın onlara “Öf” bile deme! Onları azarlama! Onlara güzel söz söyle. Onlara karşı şefkatle küçülme (alçak gönüllülük) kanadını indir.
Mukaddes İslam dininde, farzlardan birini terk etmeyi veya haramlardan birini yapmayı emretmeleri dışındaki konularda anne ve babaya itaat etmek farzdır. Anne ve babasını inciten insanların hayatları boyunca mutlu ve huzurlu olamadıkları görülmüştür.
Büyüklere Saygı Göstermek
Yaşlı kişilere de saygı göstermek gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Yaşlılara saygı göstermek, Allah’a saygı göstermektir.
İnsanın Yakınlarına Karşı Olan Görevi
(İnsanın anne ve babası vesilesiyle soy bakımından irtibatı olduğu) doğal nedenlerle kurulan yakınlık (akrabalık), kanların ve hücrelerin ortak olmasından dolayı, insanı bir ailenin üyesi karar kılmaktadır.
İslam bu doğal irtibattan ötürü, Müslümanlara akraba ziyareti yapmayı emretmektedir. Kur-anda ve dinin öncülerinin hadislerinde bu konu hakkında birçok tekitlerde bulunulmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ اتَّقُواْ اللَّهَ الَّذِى تَسَاءَلُونَ بِهِ وَ الْأَرْحَامَ إِنَّ اللَّهَ كاَنَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا
Adına birbirinize dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmaktadır:
Ben, ümmetime akraba ziyaretinde bulunmayı tavsiye ediyorum. Akrabalar arasında bir yıllık yol mesafesi bile olsa birbirleriyle olan bağlarını koparmamaları gerekir.
İnsanın Komşularına Karşı Olan Görevi
Komşuların evleri birbirlerine yakın olduğu için daha çok irtibat halindedirler. Bu bakımdan doğal olarak büyük bir aile hükmünde yer almaktadırlar. Onlardan birinin güzel ahlaklı veya kötü ahlaklı olması, başka insanlara oranla öteki komşular arasında daha çok etki yapar.
Evinde geceyi gürültü patırdı içinde gündüz eden bir kimse, şehrin öbür tarafındaki kişiye zarar veremez; ancak komşusunda da huzur diye bir şey bırakmaz.
Güzel sarayında (evinde) günlerini yiyerek içerek geçiren bir zengin, uzaktaki yoksulların gözünden uzaktadır; ancak toprak kulübesinin içinde yaşayan fakir komşusunun kalbini sürekli yakar. Böyle bir kişinin, kesinlikle amelinin cezasını çekeceği bir gün gelecektir.
Bundan dolayı mukaddes İslam dini komşu haklarını koruma konusunda birçok tavsiye bulunmuştur.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) defalarca şöyle buyurmuştur:
Cebrail bana komşu konusunda, yüce Allah’ın komşuyu varislerden biri karar kılacağını sanacağım kadar birçok tavsiyede bulunmuştur.
Yine defalarca şöyle buyurmuştur:
Allah’a ve kıyamet gününe iman eden bir kimse, hiçbir zaman komşusuna zulüm etmez. Eğer komşusu ondan borç isterse ona verir. Sevinçte ve üzüntüde ona ortak olur. Komşu kafir bile olsa onu incitmemek gerekir.
Yine şöyle buyurmaktadır:
Komşusunu inciten bir kimse cennet kokusu koklamayacaktır. Komşusunun haklarına dikkat etmeyen bir kimse bizden değildir. Komşusunun aç olduğunu bildiği halde kendisi tok olan ve ona bir şey vermeyen kimse, Müslüman değildir.
Yoksullara ve Çaresizlere Karşı Olan İnsanlık Görevi
Toplumun oluşmasının amacının, bireylerin ihtiyaçlarını gidermek olduğu hususunda şek ve şüphe yoktur. Toplum organlarının hepsinin en önemli görevi, yoksulların ve çaresizlerin ellerinden tutmaktır; Kendi ihtiyaçlarını gidermeye gücü yetmeyen kişilerin ihtiyaçlarını gerekli olan şekilde gidermektir.
Zenginlerin fakirlerin sorunları karşısında ilgisiz olmaları, bir toplumu mahvedebilecek ve ilk başta da zenginlerin kendilerini kurban edebilecek tehlikelerin en büyüğü olduğu hususu günümüzde aydınlığa kavuşmuştur.
İslam, on dört asır önce bu tehlikeyi göz önünde bulundurup şöyle emretmiştir: Zenginler her yıl servetlerinin bir kısmını fakirler arasında dağıtmalıdırlar. Eğer bu şekilde ihtiyaçları giderilmezse, Allah yolunda fakirlerin yaşamlarını kalkındırmak amacıyla infak etmeleri müstehabdır.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
لَن تَنَالُواْ الْبرَِّ حَتىَ‏ تُنفِقُواْ مِمَّا تحُِبُّون‏
Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe (harcamadıkça) asla iyiliğe eremezsiniz.
İnsanlara hizmet etmek hususunda nakledilen hadisler ise sayısızdır. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) defalarca şöyle buyurmuştur:
İnsanların en iyisi, insanlara herkesten daha çok faydası dokunan kimsedir.
Yine defalarca şöyle buyurmuştur:
Allah’ın kullarına yardım etme konusunda herkesten daha çok adım atan kimsenin makamı, yüce Allah katında kıyamet gününde daha yüksek olacaktır.
İnsanın Topluma Karşı Olan Görevi
Bildiğimiz gibi; bireyler birbirlerine yardım ederek çalışmaktadırlar. Bunun sonucu olarak birbirlerinin çalışmalarından yararlanıp ihtiyaçlarını gidermektedirler. Bireylerden oluşan bir toplumlar büyük bir insan ve bireyler ise bu büyük insanın organlarından bir organ gibidirler.
İnsan bedenindeki organlarının her biri, kendine mahsus olan işi yapar ve öteki organların yararlarını göz önünde bulundurarak kendi işinden yararlanır. Yani kendi çalışma bölgesinde, öteki organların yararlarını dikkate alarak kendi yararlarını garanti altına alır. Böylece ötekilerle birlikte yaşamaya devam eder. Eğer organlardan biri bencillik yapsaydı ve ötekilere yararı dokunmasıydı (örneğin; el ve ayak çalışırken, göz bakışlarıyla onlarla işbirliği yapmasaydı veya ağız yalnızca yemekleri çiğneyip lezzet almakla yetinseydi ve midenin ihtiyaçlarını gidermek için yemeği mide tarafına göndermeseydi) insan hemen ölürdü. Sonuç olarak bencillik yapan organ veya organlar da ölmek zorunda kalırlardı.
Bireylerin toplumlara karşı olan görevleri de insan bedenindeki organların görevlerine benzemektedir. Yani insan, toplumun yararlarını göz önünde bulundurarak kendi yararlarını düşünmelidir. Kendi zahmetinden yararlanabilmesi için işi ve emeği konusunda toplumun çıkarlarını düşünmelidir. Kendisi faydalanabilmesi için herkese faydalı olmalıdır. Kendi haklarının çiğnenmemesi için başkalarının haklarını savunmalıdır.
Bunlar, yüce Allah’ın bize vermiş olduğu fıtratla anladığımız hakikatlerdir. Fıtrat esasları üzere kurulu olan mukaddes İslam dininin de bundan başka bir görüşü ve hükmü yoktur.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmaktadır:
Müslümanlar birbirlerinin kardeşleridir. Düşmanlar karşısında ise bir el, bir kalp ve bir taraf menzilesindedirler.
Yine şöyle buyurmaktadır:
Müslüman, öteki Müslümanların kendisinin elinden ve dilinden güven içinde oldukları kimsedir.
Yine şöyle buyurmaktadır:
Müslümanların işlerine önem vermeden sabahlayan bir kimse Müslüman değildir.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Tebük savaşında İslam ordusuyla birlikte Rum sınırlarına hareket etmişti. Savaşa katılmayan Müslümanlardan üç kişi, savaştan dönen orduyu karşılamaya gidip Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) selam verdiklerinde Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) mübarek yüzünü onlardan çevirmiş ve selamlarına cevap vermemiştir. Aynı şekilde Müslümanlar da onlardan yüz çevirmişlerdir. Medine şehrinde (kendi eşleri de dâhil) hiçbir kimse onlarla konuşmamıştır. Sonuç olarak çaresiz kalıp Medine dağına sığındılar ve tövbe etmeye başladılar. Nihayet birkaç gün sonra yüce Allah tövbelerini kabul edince Medine şehrine geri dönmüşlerdir.
Adalet
Adalet, Kur-anda ve din önderlerinin hadislerinde bireysel ve toplumsal olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Mukaddes İslam dini bu adalet türünün her ikisine de son derece önem vermektedir.
Bireysel Adalet
İnsanın yalan, gıybet v.b. gibi büyük günahlardan kaçınmasına; öteki işlediği günahlarda ısrar etmemesine; bireysel adalet denir. Bu özelliğe sahip olan kişiye ise adil kimse denir. İslam yasalarına göre; yargıç, yönetici, taklit mercii v.b. gibi öteki toplumsal konularda görev almasında hiçbir sakınca yoktur. Ancak bu özelliğe sahip olmayan bir kimse ise böyle görevlerden yararlanması olanaksızıdır.
Toplumsal Adalet
İnsanın başkalarının haklarını çiğnememesine ve çiğnenmesine de müsaade etmemesine; bütün insanları ilahi kanunlar karşısında eşit bilmesine; dini kanunları uygulama konusunda hakkın sınırlarını aşmamasına; duygularının etkisi altında kalmayıp dosdoğru yoldan sapmamasına; toplumsal adalet denir.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْل‏
Kuşkusuz Allah adaletli olmayı emreder.
Birçok ayette ve hadiste, sözler ve davranışlar hususunda adaletli olmak emredilmiştir. Yüce Allah kendi kelamında zalimleri açıkça lanetlemiştir.
Ahlak ilmine göre; adalet, nefsanî sıfatlar ve melekeler hususunda orta halli olmaya denir. Bu sıfata sahip olan kimse, bireysel ve toplumsal adalete uyar.
Doğru Konuşmak
İnsan toplumunun esası olan bireylerin birbirleriyle irtibatı, konuşma vesilesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla gizli bir hakikati insan için ortaya çıkaran doğru söz, toplumun ihtiyaç duyduğu gereklerden biridir. Toplumun her zaman kendisine ihtiyaç duyduğu önemli faydalar, doğru konuşmak vesilesiyle garanti altına alınır.
Doğru konuşmanın yararlarını aşağıdaki gibi birkaç cümleyle açıklamak mümkündür:
1. Doğru konuşan bir kimse öteki insanların güven duygusunu kazanır ve böylece ondan duydukları her sözü araştırmanın önünü almış olur.
2. Doğru sözlü bir kimse, kendi vicdanına karşı başı diktir ve yalanın oluşturacağı sıkıntılardan da uzakta kalır.
3. Doğru sözlü bir kimse, verdiği sözü yerine getirir. Kendisine verilen emanete hıyanet etmez. Çünkü davranışlardaki doğruluk ile sözlerdeki doğruluk birbirlerinden ayrı şeyler değildirler.
4. Doğru konuşmak vesilesiyle birçok ihtilaf ve çatışma yok olur. Çünkü birçok kargaşa, kavga eden taraflardan birinin veya her ikisinin de hakkı ve hakikati inkâr etmelerinden kaynaklanır.
5. Ahlakî ayıpların büyük bir kısmı ve ilahi yasaların çiğnenmesine neden olan davranışların çoğu kendi kendine yok olur gider. Çünkü insanların çoğu bu tür ayıpları ve davranışları gizlemek için yalan söylemektedirler.
Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Gerçek Müslüman, doğru söylemeyi kendi zararına olsa bile menfaatini göreceği yalana karşı tercih eden ve bu tercihten de huzur duyan kimsedir.
Yalanın Zararları
Doğru konuşmak bölümünde açıklanan bilgilerle yalan söylemenin zararları da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Yalancı bir kimse, toplumun düşmanıdır. Büyük bir cinayet olan yalanıyla da toplumun yok olması için çalışmaktadır. Çünkü yalan, toplumun anlama ve algılama gücünü öldürüp hakikati gizleyen uyuşturucu maddeye veya insanları sarhoş edip akıl gücünün iyiyi kötüden ayırt etmesine engel olan alkollü içkiye benzer.
Bu bakımdan İslam yalanı büyük günahlardan sayıp yalan söyleyen kişinin dindar olmayacağını bildirmektedir.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Namaz kılsalar ve oruç tutsalar bile şu üç grup münafıktırlar; yalancı, verdiği sözü yerine getirmeyen ve emanete hıyanet eden.
Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) şöyle buyurmaktadır:
İnsan, imanın lezzetini tattığı zaman şaka bile olsa yalan söylemeyi terk eder.
Karşılıklı Güzel Davranmak
Toplum içinde yaşayan insan, istese de istemese de halkla birlikte yaşamak zorundadır. Toplu olarak yaşamak; insanın toplumsal konumunu koruması, günden güne hem maddi hem de manevi bakımdan ilerlemesi ve hayat sorunlarını daha kolay bir şekilde halletmesi içindir.
Dolayısıyla insanlara sevilmeye neden olacak bir şekilde davranmak, gündün güne sosyal yönü artırmak ve arkadaş sayısını çoğaltmak gerekir. Çünkü insanlar biriyle karşılaşmaktan rahatsızlık duyarlarsa, kalplerinde nefret ve üzüntü oluşacaktır. Nihayet herkesin ondan kaçacağı bir gün gelecektir. Böyle bir kimse toplum tarafından nefret edilip dışlanacaktır. Toplum içinde kendi haline terk edilecek ve öz vatanında garip kalacaktır. Bu durum, insanın içine düşebileceği en acı ve en kötü örneklerden biridir.
Bundan dolayı mukaddes İslam dini Müslümanlara birbirlerine karşı güzel davranmayı tavsiye edip en güzel adapları ve en güzel emirleri açıklamıştır. Örneğin; “Müslümanlar birbirleriyle karşılaştıkları zaman birbirlerine selam vermelidirler ve fazilet önce selam verenindir” diye emretmiştir.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) selam verme konusunda herkesten önce davranırdı. Hatta kadınlara ve çocuklara bile selam verirdi. Bir kimse ona selam verirse, selamının cevabını ondan daha güzel verirdi.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
وَ إِذَا حُيِّيتُم بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّواْ بِأَحْسَنَ مِنهَْا أَوْ رُدُّوهَا إِنَّ اللَّهَ كاَنَ عَلىَ‏ كلُ‏ِّ شىَ‏ْءٍ حَسِيبًا
Bir selam ile selamlandığınız zaman, ondan daha güzeliyle selam verin veya verilen selamı aynen iade edin.
Yine “İnsan halkla karşılaştığı zaman mütevazı olup alçak gönüllü davranmalıdır ve herkese sosyal konumuna yaraşır bir şekilde saygı göstermelidir” diye emretmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ عِبَادُ الرَّحْمَنِ الَّذِينَ يَمْشُونَ عَلىَ الْأَرْضِ هَوْنًا
Rahmanın kulları, yeryüzünde mütevazı olarak yürüyen kişilerdir.
Şu konuyu da hatırlatmak gerekir ki; mütevazı ve alçak gönüllü olmak, insanın kendisini başkalarının gözünde rezil edip şahsiyetine zarar vermesi anlamına gelmez. Mütevazı ve alçak gönüllü olmak; sahip olduğu üstünlükleri ve meziyetleri insanların yüzlerine vurmamak, başkalarının abartılı meziyetlerini sahiplenmemek, halkı küçük ve naçiz saymamaktır.
Aynı şekilde insanlara saygı göstermek de onlara yağcılık yapmak ve dalkavukluk etmek anlamına gelmez. Saygı göstermek; bütün insanlara dinî ve sosyal meziyetlerine göre değer vermek, büyüklere büyüklüklerine göre hürmet etmek, başkalarına da insanlıklarına göre ihtiram etmektir.
Yine insanlara saygı göstermek ve hürmet etmek; kim kötü bir iş yaparken görülse ağzını kapatıp geçip gitmek, bir toplantıda insanlık şerefine aykırı bir şekilde davranan veya dini kurallara muhalif işler yapan kişileri onaylayıp onların içine karışmak, rezil olma korkusundan dolayı onların renklerine bürünmek anlamına gelmez. Çünkü insanlara saygı göstermek, boya posta saygı göstermek anlamına değil; onların insanlık şereflerine ve dinî meziyetlerine hürmet etmek anlamına gelir. Dolayısıyla bir kimse eğer insanlık şerefini ve dinî meziyetlerini yitirirse, ona saygı göstermek için hiçbir delil kalmamaktadır.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Başkalarına boyun eğmek (saygı göstermek) amacıyla, Allah’a isyan etmemek gerekir.
İyilerle Oturup Kalkmak
İnsan, insanların birçoklarıyla karşılaşmasına karşın; hayatın gerektirdiği bazı nedenlerden dolayı bazı insanlarla daha çok oturup kalkmak zorundadır. Böyle kişilere “Arkadaş” denir.
Kuşkusuz arkadaşlık ve dostluk iki kişi veya birkaç kişi arasında var olan ahlak, tarz, huy, meslek v.b. gibi uyumlardan dolayı oluşmaktadır.
Beraber oturup kalktıkları için arkadaşlardan biri ötekine yavaş yavaş ahlakını ve görgüsünü aşılar. Bundan dolayı insan, iyi arkadaşlar seçmek zorundadır. Çünkü onların güzel ahlakı ona da sirayet edecektir. Onların şaibesiz arkadaşlıklarından ve hayır severliliklerinden yararlanacaktır. Onların arkadaşlıklarının kalıcılığı konusunda umut dolu olacaktır. Bunlardan daha önemlisi, insanların gözünde kendisinin sosyal yönünü ve değerini artıracaktır.
Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) şöyle buyurmaktadır:
Arkadaşların en iyisi, seni hayırlı şeylere ileten kişidir.
Yine şöyle buyurmaktadır:
Kişi, arkadaşıyla ölçülür.
Kötülerle Oturup Kalkmak
Kötülerle ve fasıklarla oturup kalkmak, birçok bedbahtlığa ve kötü sonuca neden olur. Bu konunun açıklığa kavuşması için katillere ve suçlulara (hırsız, eşkıya v.b. gibi) doğru yoldan sapmalarının nedenini soracak olsak hepsinin de “Kötülerle oturup kalkmak bizi bu günlere düşürmüştür” diye cevap verecek olmaları yeterlidir. Bin tane kötü insan arasında isteyerek kötü yolu seçmiş birini bulmak olanaksızdır.
Müminlerin Emiri Ali (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmaktadır:
Kötülerle oturup kalkmaktan sakın. Çünkü kötü arkadaş seni kendine benzetir. Seni kendine benzetmedikçe (arkadaş olup) sana bağlanmaz.
Yine şöyle buyurmaktadır:
Kötü arkadaştan sakın. Çünkü seni değersiz bir şeye satar.
Son
Hicrî Şemsî Mehrmah – 1342
Milâdî, Ekim Ayı – 1963
Dipnotlar
---------------------------------
1-Necm: 29
2-İsra: 23
3-Yasin: 60-61
4-Nisa: 59
5-Hac: 32
6-Bihar-ul Envar: 2/32, h. 22
7-Uyun-ul Hikem vel Muvaez: 434
8-Ğurer ve Durer: Amedi, 9130
10-Mustedrek-ul Vesail: 16/319, h. 9
11-Şems: 7-10
12-Kâfi: 1/30, h. 1, 2, 5
13-Vesail-uş Şia: 27/27, h. 20
14-Keşf-uz Zunun: 1/78
15-Mustedrek-ul Vesail: 17/301, h. 51
16-Tevbe: 122
17-Bihar-ul Envar: 74/165, h. 192
18-Nehcul Belağa: Kelime-i 147
19-İsra: 23
20-İsra: 23-24
21-Kâfi: 2/165, h. 1
22-Nisa: 1
23-Kafi: 2/151, h. 5
24-Bihar-ul Envar: 73/167, h. 6
25-Mustedrek-ul Vesail: 8/424, h. 14
26-Kâfi: 2/668, h. 11-14
27-Al-i İmran: 92
28-Mustedrek-ul Vesail: 12/391, h. 14
29-Bihar-ul Envar: 58/150, h. 29
30-Kafi: 2/235, h. 19
31-Kafi: 163, h. 1
32-Tefsir-u Mecma-il Beyan: 5/79
33-Nahl: 90
34-Araf: 44 ve Hud: 18
35-Nehcul Belağa: Kelime-i 458
36-Bihar-ul Envar: 69/206, h. 6
37-Kafi: 2/240, h. 11
38-Nisa: 86
39-Furkan: 63
40-Vesail-uş Şia: 16/154, h. 7
41-Ğurer ve Durer: Amedi, 2026
3