Hitap etmeyi düşündüğümüz okuyucu kitlenin aslî beslenme kaynağı bellidir. Temel prensibimiz, yayınlıya-cağımız eserlerin muhtevasının bu aslî kaynağın gösterdiği doğrultuda olmasıdır.
Okuyucuya fazla bir şey kazandırmayan, onun pratiğine katkıda bulunmayan, onları aslî kaynaktan uzaklaştırıcı, oyalayıcı, birbirinin tekrarı mahiyette eserler neşretmekten Allah'a (c.c.) sığınırız.
Bu ilk yayınımızın faydalı olması umuduyla
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
ŞEHİD ÜSTAD MUTAHHARİ'NİN HAYATI
Mütahhari, 1919 yılında Horasan iline bağlı Feriman kasabasında dünyaya gelmiştir. Babası bu ilde herkesin saygı duyduğu büyük din alimlerinden merhum Şeyh Muhammed Hüseyn Mutahhari'dir.
Mütahhari ilk öğrenimine Feriman Medresesinde başlamış, 1932 yılında henüz 12 yaşında iken Meşhed'e giderek İslâmî ilimlerin ilk eğitimi ile mantık, felsefe, İslâm hukuku ve Arap edebiyatı eğitimini bu şehirde sürdürmüştür. 18 yaşında Kum kentine girmiş, burada Ayetullah Munteziri ile aynı odayı paylaşmıştır. Üstad 1940 yılında; Ayetullah-el-Üzma İmam Humeyni'nin derslerine katılmaya başlamış ve oniki yıl boyunca onun yanında onun ilim ve irfanından yararlanmıştır.
Mütahhari 1952 yılında Kum'dan Tahran'a gitmiş, aynı yıl Horasan'ın meşhur alimlerinden Merhum Ayetullah Rohani'nin, kızı ile evlenmiş ve Tahran'daki Medrese-i Mervi'de «İslâm Felsefesi» dalında ders vermeğe başlamıştır.
Üstad'ın ilk makalesi 1953 yılında Kum kentinde yayınlanan «Hikmet» dergisinde çıkmıştır. 1955 yılında ise metnini Merhum Ayetullah Tabatabaî'nin ders notlarının oluşturduğu «Felsefe ve Realizm Metodu» adlı kitap üstadın önsöz ve dipnot açıklamaları ile basılmıştır.
Bu kitap o günkü aydınlar ve eğitim görmüşler arasında çok ilgi görmüştür. Aynı yıl (1955) Tahran Üniversitesince İlahiyat Fakültesinde «Maarif-i İslâmî» dersleri vermek üzere davet edilmiş, bu yıldan itibaren yirmi iki yıl boyunca İslâmî Felsefe, Hikmet ve diğer İslâmî ilimler dalında dersler vermiş ve yıllar boyu üniversitenin İslâmî Felsefe ve Hikmet Bölümü sorumluluğunu üzerine almıştır.
Üstat buhranlı geçen 1955 -1977 yılları arasında üniversiteli öğrenciler, İslâmî dernekler ve ilmî kuruluşların isteği üzerine çeşitli konferanslar düzenlemiş, birçok İslâmî meseleyi cesaretle ele alıp incelemiştir.
Özellikle toplumumuzun bugünkü ihtiyaçlarına tatbik edilebilecek meseleler hakkında geniş araştırmalar yapmış ve bu alanlarda çok sayıda değerli eserler yazmıştır. Birçoğu İngilizce ve Arapçaya da tercüme edilen bu eserlerden «Doğruların Öyküsü» adlı kitabı 1965 yılında Birleşmiş Milletler Unesko teşkilatınca ödül kazanmış ve yılın en iyi kitabı seçilmiştir.
Üstat 1963 yılında İmam Humeyni önderliğinde başlatılan «(5 Haziran) Kıyamı» sırasında Savak ajanlarınca yakalanarak hapsedilmiş, ancak halkın baskısı ve diğer kentlerden âlimlerin Tahran'a gelmesiyle rejim; hapishanelerdeki mahpusların serbest bırakılmasına zorlanmış ve Üstat Mutahhari de 45 gün sonra serbest bırakılmıştır.
1964 yılında «Mübariz Ruhaniler Topluluğu»na girmiş, aynı zamanda Tahran ve Kum İlim Havzası'nda İmam Humeyni'nin fikrî temsilciliğini de üstlenmiştir.
1979 yılı Behmen (Şubat) ayında Müslüman İran halkının mukaddes İslâm İnkılâbı’nı gerçekleştirdiği sırada inkılap rehberi İmam Humeyni tarafından, İnkılap Şurası üyeliğine tayin edilmiştir.
Nihayet; mutahhari gibi İslâmî düşünürlerinin varlığına tahammül edemeyen İslâm düşmanları (3 Mayıs 1979) gecesi saat 22.40'da Üstat Mutahhari'yi ümmetin meseleleri ile ilgili bir toplantıdan çıkarken şehid etmişlerdir.
GEREKSİZ İNKÂRLAR
Bismillahirrahmanirrahim
İlmin üç safhası olduğu yolunda hadis vardır. İnsan ilmin ilk safhasında kibir ve gurur duyar. Bilgisinin gösterişi onun aklını başından alır; kendisini her şeyden ve herkesten daha büyük zanneder. «Bu safha, bilince aşın bir tutkuyla bağlanıldığı ve bilinçsel görüşün savunulduğu bencillik safhasıdır.»
İkinci safhada bilgisi artmış yeni şeyler öğrenmiştir. Yaratılışın göz kamaştırıcı büyüklüğünü görerek bunu gerçekleştiren yaratıcının ve yaratılmışlardaki bunca sırrın yüceliği karşısında kendisini ve sahip olduğu bilgileri son derece yetersiz bulmaya başlar. Bu. onda alçak gönüllülük yaratır.
«Bu safha, onun için gerçekçilik ve evrensellik kavramlarının gündeme geldiği ve bir dünya görüşünden bahsedilen safhadır.» Bu evrede kendi bilgilerine göz atmak yerine evrene çevirir gözlerini, onu öğrenmeye ve sahip olduğu bilgilerle onu tanımaya başlar.
Evreni ölçebilirlilikten sonra üçüncü safhaya varır. Bu safhada, hiçbir şey bilmediğini anlar. «Bu, şaşkınlık ve hayret dönemidir.» O güne kadar geliştirilmiş olduğu düşünce ve tanıma ölçülerinin evreni tanımakta yetersiz kaldığım bu safhada görür.
Sahip olduğu bilim ve düşünce ölçülerinin sadece kendi yaşamındaki dev bir alan içinde uygulanabileceğini, bu sınırlı alanın dışında bilgi ve ölçülerimin son derece yetersiz kaldığını görür. Mevlâna, bunu şöyle dile getirir: «Yaşamının özeti, şu üç kelimeden öte bir şey değil: Hamdım piştim, yoğruldum » Bu arif kişi, geçirmiş olduğu ruhanî ve aklî davranış safhalarını, üç sözcükle ifade etmektedir. Hamlık, pişme ve yoğrulma safhası...
Hamlık, gurur, kibir ve bilimsel düşünce, birçok insanda vardır. Fakat kişinin pişme ve yoğrulma aşamalarına varması apayrı bir konudur.
Eksik İlmin Gururu:
İnsan nasıl bazen sahip olduğu malla övünür ve servet sahibi olma, onun aklım başından alırsa... Ve ele geçirdiği servetler ona artık hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı ve ölümsüz olduğu zannını verirse... Veya nasıl bazen eriştiği yüce makamlar ve ele geçirdiği mevkiler onun aklını başından alarak tüm benliğine nüfuz eder ve onu yeryüzünde bozgunculuk yapmaya sevk ederse...
Bir an gelir bilginin gururu da kuşatıverir insanın tüm benliğini ve alıverir akimi başından; Servet ve güç sahibi olmanın getirdiği kibir ve gururun nedeni servet ve gücün çokluğundandır. Oysa bilginin getirdiği kibir ve kendini beğenmişlik ise bilgi yetersizliği ve anlayış kıtlığındandır.
Derler ki her şeyin azma sahip olmak, aşırı derecede çoğuna sahip olmaktan iyidir. Bunun tek istisnası bilgidir. Hiç bilmemek^ eksik bilmekten daha iyidir. Çünkü eksik bilgi, delirticidir. İnsanın aklını başından alır, insanın başını döndürür, ona kendisini unutturur fakat bu sonuçlar servet ve ünün fazlalığından ortaya çıkar.
Bilgi konusunda ise bunun tam tersine, bilginin eksik ve yetersizliği nedeniyle bu olumsuz sonuçlar çıkar ortaya. Gerçeği kabul etmeyip tekzip etmekte bu olumsuz unsurların bir sonucudur.
Allah İle İnsan Arasında Antlaşma:
İmam Sadık (A.S.) şöyle der : «Allah’u Teâlâ, Kur'-ân-ı Kerim'de 2 ayetle insanı yersiz onay ve reddedişlerden menetmiştir.
Doğru ve hak olduğuna emin oldukları şeylerden başkasını Allah'tanmış gibi söylememeleri; «Şu haramdır, bu helâldir» gibi kendilerinden uydurmamaları için şu insanlardan «kutsal kitapta söz almadık mı? Allah, şunu şöyle demiş, şurada şöyle emretmiş» diye kendilerinden uydurmasınlar. Kur'an'da susulan yerde insanın da susması, kitaptaki «Sükût»'a uyması, kendilerinden olan bir sözü Allah'tanmış gibi söylememeleri, gereken yerde susmaları yolunda hüküm vardır.
İnsan, bazen onaylama illetine yakalanır. Kur'an'da hakkında kesin hüküm bulunmayan ve olumlu bir durumda davranış şekli insanın kendi iradesine bırakıldığı halde, birçok şey hakkında hüküm varmış gibi davranan ve kendinden hükümler uyduran insanlar vardır. Bu gibiler, kendi arzu ve isteklerini tatmin eden birçok kötü davranışı, Kur'an'dan bir hükümmüş gibi gösteriverirler. ([1])
Bu Allah'ın kullarından aldığı bir sözdür. Hakkında tam emir ve kesin bilgi sahibi olmadıkları konularda -«Allah şöyle buyuruyor» diye kendilerinden hükümler çıkarmamaları istenmiştir insanlardan.
Allah'la insan arasındaki ikinci, antlaşma ise şudur:
«Hakkında tam bilgi sahibi olmadıkları konulardaki hükümler için gururlarına yedirip te «bilmiyoruz, bunun hakkında bilgimiz yok» demezler. Gururları yüzünden var olan bir hükmü de reddeder, «böyle bir şey yoktur.» derler. Oysa onun hakkında hiç bir bilgileri yoktur.»
Bu konuda kanıtsız ve gereksiz onaylamalar hakkında büyük bilgin Ebu Ali Sina şöyle der : «Kendisine söylenen her sözü, kanıtı olmadığı halde kabullenmeye alışmış olan birisi, insanlık Özelliklerinden ve fıtratından uzaklaşmıştır. Ona insan demek mümkün değildir.» Kanıtsız inkâr ve reddediş hakkında ise şöyle der : «Sana acayip ve tuhaf gelen şeyleri, sırf sana öyle geliyor diye bilimsel bir kanıtı olmadıkça inkâr etme.»
Sınır Tanıma:
Madde ve vücut yapısı olarak bir insan nasıl sınırlı ve kısıtlıysa ruh, bilgi ve akıl bakımından da kapasitesi belirlidir, sınırlıdır, «insan, sınırsız değildir, haddini ve sınırını bilen kişidir.»
Bir kişi, evrendeki birçok şey hakkında bilgi sahibi olabilir, matematik, fen, sosyal bilimler, tarih v.s. bilim dallarında ilerlemiş olabilir. Dünyanın dört bir yanından haberi olabilir, geçmişi çok iyi bilebilir. Fakat aynı kişi, bir şeyi bilmeyebilir: Kendi kapasitesi, kendi sının...
Bu durumda kendi ruhunu ve düşüncesini ölçmemiş, yeterince tanıyamamıştır. Bildiği her şey, bilmediği bu gerçeğe oranla bir hiçtir. Burada, sadece bir tek şeyi bilmediği halde, bilmediği bu bir tek konu, binlerce bilinmeyene kaynak teşkil edecektir. Sadece bunu bilmemesi, yaratılışın gerçeklerini reddetmesine neden olacaktır. Gururların doğmasına sebep yine bu «bir bilinmeyen»dir.
Daha önceki konularda, insan düşünce mekanizmasının kısıtlı olduğundan etraflıca bahsetmiştik. İnsanın düşünce mekanizması öyle ayarlanmıştır ki, belirişinin son aşamasında bile eğer bir gerçeğin mukabil ve muhalif (eş ve zıt) noktaları bilinmiyor ve insan bu iki noktayı karşılaştıramıyorsa söz konusu gerçeği anlayabilmesi imkânsızdır.
Görüldüğü gibi bu bir tek gerçek; insanı gururun sarhoşluğundan kurtarır ve bilmediği bir gerçeği -bilmediği için- inkâr etmesini engeller. Yine daha önceki konularda yeryüzündeki dirilişi gösteren bahar mevsiminin Kur'an'da bazen Allah'ın birlik ve beraberliğine, delil olarak gösterildiğini, bazen de her şeyin başka bir şeye dönüştüğünü, canlılığın sürüp gittiği yaşama ve mahşere küçük bir örnek olarak gösterildiğini söylemiştik.
Allah (C.C.) insanlara tembih ve ihtar amacıyla şöyle buyurur; «Sizin yeryüzündeki küçücük yaşantımızda yılın belli bir mevsiminde toprağa atılan bir tohumun ve dikilen bir fidanın başka bir mevsimde topraktan çıkıp boy atması ve gelişip büyümesi gibi ölüm ve ardından gelen dirilişler vardır. Bir mevsimde toprağa düşen cansız bir tohumun, başka bir mevsimde canlanıp yeşerdiğini görürsünüz. Aynı şekilde daha geniş kapsamlı bir mahşer ve burada daha geniş kapsamlı, genel bir yeniden oluşma ve dirilme vardır.
«Her ümmetten ayetlerimizi yalanlayanları toplayıp ta bölük bölük sıraya dizdiğimiz gün, geldiklerimde Rableri onlara şöyle hitap eder : «Sizin bilginlerinizin anlayamadığı ayetlerimizi neden sizler reddettiniz?»
Fazla olan ve artık normalleşen her şey, ilgi çekici olmaktan çıkar. Toprağın ölümü ve dirilişi de böyledir. Bizim tabii ömrümüz öylesine gelip geçer ki. bu diriliş ve ölüm gibi gelenekselleşmiş değişimleri -kısacık hayatımızda yüzlerce tekrarlandığı halde- fark etmeyiz bile...
Biz insanlar, daha büyük ve daha küçük sistemlerin arasında bir yerdeyiz. Bir yandan önümüzdeki hiçbir kapıların nereye açılacağını bilmemekte, diğer yandan açılan her kapıda «bilmediğimizde karşılaşmaktayız. Bir yandan çok nisbi bir oranda hücre, atom ve -molekül sistemlerine varmış bulunmaktayız.. Ve bunda da nereye kadar ilerleyeceğimizi bilmemekteyiz. Diğer yandan, öncekine oranla daha geniş diyebileceğimiz bir alanda gezegenler ve gezegenleri kuşatan daha kapsamlı bir sisteme ulaşılmıştır.
Kaldı ki bu sistemden sonra nelerin var olduğunu, bunu hangi sistemlerin takip ettiğini ve bu bilinmeyenler zincirinin nereye vardığım, bizim ne kadarım öğrenebileceğimizi asla bilmemekteyiz. Konuyu bu açıdan ele alırsak insanlar ile içinde yaşadıkları evren arasındaki ilişkiyi bir elma ile içindeki kurtçuğun ilişkisine benzetebiliriz. Onun tüm dünyası ve atmosferi, içinde yaşadığı elma ile onun asılı olduğu daldır.
Bu elmanın, ağaç adlı sistemin küçük bir parçası olduğunu; ağacın da, sahibi ve bahçıvanı olan bir bahçenin küçük bir parçası olduğunu; bu bahçenin de kasaba sistemine ait bir parça olduğunu asla bilemez, anlayamaz. Kaldı ki tüm bunlar da uzayın sonsuzluğunda küçücük bir nokta olan dünya sistemi içindedirler... Bir evin tavanında yaşayan ve orada ölen bir örümceğin de yaşadığı odanın dışındaki bu sistemler silsilesinden asla haberi olmaz...
Doğal olarak örneklediğimiz canlıların idrak yetenekleri insana oranla son derece sınırlıdır. Herhangi bir insan için tamamen doğal ve anlaması kolay olan birçok şey, onlar için olağanüstü, hatta inanılmayacak şeylerdir, insan ile içinde yaşadığı evren arasındaki ilişki de bundan farksızdır.
Şu dalda dünyaya gözlerini açan şu kurtçuk,
Bir zamanlar bir fidan olduğunu bilebilir mi ağacın?
Bu bahçenin nereden geldiğini,
Ne zaman doğduğunu ve ne zaman yok olacağını
Sivrisinekçik nasıl bilebilir?
Şu evin nasıl meydana geldiğini insan bilir,
İçindeki küçücük örümcek ne bilsin?
Bu mısralar, dünyanın hacim ve genişliğini anlatmaktadır. Bizi tamamen kuşatan dünya ve yaşamımızın geleceğinin kendisine bağlı olduğu evren söz konusu olduğunda ise meçhuller alemi de bambaşka sistemler tarafından kuşatılmış olabilir. Sonsuz evrenin bile kaderini tayin edecek olan ve onu kuşatan böyle bir sistemi veya sistemleri anlayabilmek ise, bizim için rüya ile gerçek arasındaki mesafeyi kat etmek gibi bir şeydir.
Ruhunda meydana gelen dönüşüm ve büyük değişme ile ilgili olarak Gazali, rüyayı ele alır ve şöyle der: Biz rüyada başka bir dünya görür ve o anda rüya görmekte olduğumuzu bilmeyiz. Oysa rüya, bizim günlük yaşamımızın niteliklerinden biridir. Gerçek ve asıl olan ise uyanık olduğumuz âlem olup rüya bu âlemin sadece bir parçasıdır. Kaldı ki bizim dünyadaki hayatımızın, var olan daha başka bir hayat içinde böyle bir rüya olmadığını söyleyebilmek mümkün değildir. Bizim, yaşadığımız hayat hakkındaki bilgimiz, rüyadaki bilgimizden daha fazla değildir.
Rüyadan uyandığımız zaman «gördüklerimizin» hayal olduğunu, rüya olup gerçek olmadığını söylerken, bir anlamda ondan daha mükemmel bir hayatımız olduğunu, gerçek hayatın yaşadığımız âlem olduğunu, bu âlem içinde rüyanın «gerçek dışı» olduğunu ifade etmekteyiz.
Oysa rüya âlemi, kendi çerçevesi dâhilinde gerçek bir âlemdir! Nitekim bizim hayatımızın sürüp gittiği bu âlem de, kendisinden çok daha öte ve geniş olan âlemlere oranla rüyadan öte bir şey değildir, «gerçek dışıdır». Halbuki bizim yaşantımız ve bizim âlemimiz, bize göre gerçek bütündür.
Şu dünya yok mu? Pembe Bir
Rüya olan...
Onda uyuyan kişi kendisini ölümsüz sanır
Fakat ecel sabahı geliverince ansızın
Yanlış güvenin karanlığında kalakalır şaşkınlıkla.
Rüya dünyasında yaptığın herşeyin aslım,
Uyanınca anlarsın.
Ey Yusuf'ların gömleğini parçalayan,
Kurt olarak uyanacaksın
Şu sana pahalıya mal olan rüyadan.
Senin gibi kurtlar, parçalayacak sizi,
Öfkeden kudurmuşçasına tüm uzuvlarınızı...
»Bu dünyada eker, o dünyada biçeriz
Dünya, ahir etin tarlasıdır.»
«Feleğin yemyeşil tarlasını ve
Yepyeni, kocaman bir orak gördüm.
Ektiklerimi de
Biçip, harman zamanını hatırladım...»
Bazen insanın elinden farkına varmaksızın bir tohum düşer yere, toprağa karışır gider. Samanı buğdaydan ayırır. Sıvanın balçığına karıştırıverirler. Bir buğday taneciğinin sıvaya "karıştığını hiç düşünmezler. Fakat bahar mevsimi gelince o balçığın içinde kaybolup giden buğday tohumu, yeşererek topraktan fışkırıverir. Canlılığını haykırarak şöyle der : «Ben varım. Kaybolduğumu sandınız ha? Hayır, kaybolmadan, kaybolmak diye bir şey yoktur ki...»
«Tüm işledikleri amelleri kaydedilmiş, yazılmış ve hazırlanmış olarak karşılarında görünce şöyle derler: Nasıl da hazırlamışlar! En küçükten en büyüğüne kadar feepsini kaydetmişler, ne var ne yoksa toplamışlar bir araya...»
Bir insan, her şeyden önce kendi türü açısından fikir ve düşünce kapasitesinin ne olduğunu yani, bir insanın düşünce kapasitesinin ne olduğunu iyice anlayabilmeli; şahsî açıdan ne kadar bilgisi olduğunu ölçebilmeğidir. Böylece kendi yapabilirlilik sınırlarını öğrenebilir. Ancak böylece herhangi bir şeyi kabul, ret veya inkâr edebilir. Hata yapmaktan ve sapmaktan kurtulmasının tek yolu budur, bunu becerebilirse hatasız olur insan...
TEVBE-1
Bismillahirrahmanirrahim
Bir önceki bahsimiz ibadet ve dua hakkında idi. İki önce arz etmiştim ki; eğer ibadet ve ubudiyet (Kulluk) doğru bir şekilde gerçekleşirse, ister istemez insanın Zatı akidesi ilahi'ye gerçek bir yakınlığını gerektirecektir, insan ubudiyet, vasıtası ile her hangi mecazi bir sahibe olmaksızın, Allah'a yakınlaşır. Başka bir deyimle ubudiyet; (Allah'a kulluk etmek) bir «Sülük» (dinî terimde Allah'a yakınlaşma davranışı diye bilinmektedir) tür, harekettir, Allah'a doğru gidiştir.
Bu gece «Sülük»ün ilk durağı hakkında konuşmak istiyorum. însan eğer Allah'a yakınlaşmak istiyorsa mutlaka bu durak, bu nokta ve bu merhaleden başlamalıdır. Bize gereken de budur zaten. Bu yolda hiç bir adım atmayan bizler için, saliklerin yüce makamı hakkında konuşmak yarar sağlamaz. Ama eğer amel ehli isek; Allah'a yakınlaşmak için ilk olarak hangi duraktan geçmemiz gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Hangi merhaleyi katet-meli, ibadet ve ubudiyete nereden başlamalıyız?
Allah'a yakınlaşmanın ilk durağı tövbedir.
Bu geceki konuşmamı tövbe hakkında sürdürmek istiyorum.
Tövbe ne demektir? Psikolojik açıdan tövbe insan üzerinde nasıl bir durum meydana getirir ve manevi açıdan ne gibi yararları vardır. Birçoğumuzun görüşünde tövbe çok normal bir iştir. Hiç bir zaman tövbeyi psikolojik açıdan incelemeyi düşünmemişiz. Aslında tövbe, insanların hayvanlara karşı taşıdığı özelliklerden biridir. Yani insanın sahip olduğu, özellikler, istidatlar ve seçkinliklerin hiç biri hayvanlarda mevcut değildir, İnsanda mevcut olan bu yüce istidatlardan biri de tövbedir.
«Tevbe»; (anlamım ileride genişçe açıklayacağım) «Estağfirullahe Rabbi ve etübü îleyhi» cümlesini dille söylemek değildir. Tövbe; İnsanda meydana gelen, psikolojik, Ruhî bir durum, ruhî bir inkılaptır. Estağfirüllah... cümlesi bu durumu beyan eder, bu durumun kendisi değildir.
Bunun gibi birçok deyiş vardır ki, gerçeğin kendisi değil gerçeğin açıklayıcısıdır. Biz günde bir kaç kez? «Estağrifüllah...» söylüyorsak, günde bir kaç kez tövbe ettiğimizi sanmayalım. Eğer günde bir kere gerçek tevbe etmiş olursak muhakkak ki Allah'a yakınlaşmak için • bir merhale kat etmiş oluruz.
Bu konuya bir önsöz söylemek istiyorum dikkat buyurun!
Cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar arasında belli bir fark vardır. Şöyle ki; Cansız varlıklar, hareket ettikleri yönde, kendi iradeleri ile yön değiştirme istidadına sahip değiller. Yer küresinin güneş etrafında ve kendi etrafında dönmesi gibi. Veya diğer yıldızların hareketi gibi Veyahut yukarıdan atacağınız bir taşın yere-inerken kat ettiği hareket gibi.
Bu kesindir. Yani; yukarıdan bıraktığınız taş belli bir yöne doğru hareket etmektedir. Bu taşın kendiliğinden yön değiştirmesi mümkün değildir. Taşın yönünü değiştirmek için harici bir etkenin bulunması gerekir. Bu etken ister cisim olsun ister dalga. Meselâ uzaya gönderilen bir «Apollo» : Hareket ettiği yönde hiçbir zaman içten bir değişiklik kaydedemez.
Ancak dıştan yönlendirilmesi gerekir. Ama canlı varlıklar hareket yönlerini değiştirme istidadına sahiptirler. Yani yaşamları ile bağdaşmayan şartlarla karşılaştıklarında yönlerini değiştirebilir. Bu durum hayvanlarda çok açıktır. Örneğin bir koyun veya güvercin hatta bir sinek bile hareket ederlerken bir zorlukla karşılaştıklarında derhal yön değiştiriyorlar. Yüz seksen derecelik bir dönüş yapabilirler.
Yani, önceki hareketinin tam tersine hareket edebilirler. Bitkiler de böyledir. Ağaçlar ve bitkiler belli şartlarda ve sınırlı olarak içlerinden kendilerini yönlendire-biliyorlar. Yer altında hareket eden bir ağaç kökü sert bir kayaya vardığında kendi yönünü değiştirebiliyor. Artık daha fazla gidemeyeceğini anladığında yönünü değiştiriyor. Açıktır ki, insan da bitki ve hayvanlar gibi yön değiştirebilir.
Tövbe, İnsanın yön değiştirmesidir. Ama bitki gibi sade bir yön değiştirmek değil veya hayvanın yön değiştirmesi gibi değil. Bu sadece ve sadece insana özel bir yön değiştirmedir.
Tövbe, bir nevi iç inkılâptır, bir çeşit kıyamdır. Bir çeşit inkılâptır: İnsanın kendisinden kendisine karşı yapılan bir kıyam. Bu insana özel bir yön değiştirmedir. Bitki yönünü değiştiriyor, ama kendisine karşı hiçbir zaman kıyam etmez. Bu ilginç yetenek bitkilerde var, cansız varlıklarda yoktur. Hayvanlarda da var. İnsanda ise daha da ilginç bir yetenek vardır. Kendi içinde kendisine karşı ayaklanıyor. Gerçekten ayaklanıyor.
Kendisine karşı inkılâp ediyor. Örneğin bir memlekette bir grup insan ülke yönetimini ele alıyor. Bir süre sonra ayrı bir grup onlara karşı devrim yapıyorlar. Hiç bir mani yoktur, onlar ayrı bir grup ayrı insanlardı. Bunlar da ayrı bir grup ayrı insanlardır. Onlar bunlara zulüm etmiş, haksızlık etmiş, bunların isyanına, ayaklanmasına sebep olmuş, bunlar da ayaklanmış, isyan etmişler. Aniden bunlar devrim yapıyor ve ülke yönetimini ele geçiriyorlar.
Bu gayet normaldir. Ama insanın kendi içinden kendisine karşı kıyam etmesi ayaklanması nasıl gerçekleşebilir? Olur mu ki, bir şahıs kendisi kendisine karşı ayaklansın? Evet, olur. Nedeni şudur ki, tek bir şahıs tek bir gövde değil mürekkeptir basit değil. Yani, bu şurada tek başımıza oturduğumuzda, aynen hadisi şerifin tabiri ile bir cansız oturmuş, bir bitki oturmuş, şehvetli bir hayvan, yırtıcı bir hayvan, bir şeytan, bir melek oturmuştur sanki, şairlerin dediği gibi tüm hasletler onda bir araya gelmiştir. Yani insan bir oluşumdur.
Bazen, Domuzun sembolize ettiği şehvetli hayvan, insan vücudunun tüm kontrolünü ele geçiriyor, diğer şeytanî ve melekî sıfatlara fırsat vermiyor. Bir anda bunların biri tarafından ona karşı ayaklanma oluyor. Her şey alt üst oluyor ve insan vücudunda yeni bir yönetim ortaya çıkıyor. Günahkâr insan, vücudundaki aşağılık sıfatlar (hayvan veya şeytanın) kendisine musallat olandır. Burada bir takım melekler de mahpustur, burada bütün bir güç tutukludur.
Tövbe, yani iç ayaklanma; İnsan vücudunun yüce ve ulu makamları, insan vücuduna hükmeden alçak ve kötü makamlara karşı inkılâp yapıyor ve vücut iç yönetimini ele geçiriyor. Onları hapsediyor, kendi güçleri ile kendi orduları ile kontrolü ele geçiriyorlar bu bir halet (durum) dir; Hayvanlarda ve bitkilerde yoktur. Aynı şekilde akside mümkündür. Yani insan vücudundaki alçak ve kötü makamlar, ulu makamlara karşı ayaklanıp devrim yapar, iyi hasletleri yakalayıp hapseder ve vücut iç yönetimini ele geçirir. Eğer tecrübe etmişseniz: Bazı kişiler eğitim, metodunu bilemiyorlar.
İnsan eğitiminde tüm bu güçlerin birer hikmet olduğunu bilmiyorlar. Eğer bizde şehvani istekler varsa, anlamsız ve boşuna değildir. Biz bu şehvani istekleri tabii ihtiyaç kadar doyurmalıyız. Bunun bir sınırı var, bir hakkı var, bunların hakkını miktarınca vermek gerekir. Meselâ diyelim ki siz evinizde bir hayvan, at, eşek, köpek veya kedi saklıyorsunuz. Atı binmek veya köpeği bekçilik için besliyorsunuz. Bunların yiyeceğe ihtiyacı var, yiyeceğini vermelisiniz. Şimdi, bazı yanlış tutumlu insanlar vardır ki, kendilerine veya bakmakla yükümlü bulundukları çocuklarına baskı yapmaktadır.
Çocuk oyun oynamaya ihtiyaç duymaktadır. Bu oynama ihtiyacı Allah'ın bir hikmetidir. Çocuk, vücudunda biriken enerjiyi sadece oynamakla tüketebilir. Çocuk oynamak için özel bir istek duymaktadır. Bazı insanları görüyoruz ki, çocuğumu eğitmek istiyorum diyor. Peki nasıl eğiteceksin?
Beş altı yaşındaki çocuğun oyun oynamasına izin vermiyor, gittiği her yere çocuğunu da götürüyor eğitiyorum diye. Gülmesini önlüyor, yemesini önlüyor veya bazı insanlar vardır ki; (Biz görmüşüz) meselâ kendisi din âlimidir, sekiz yaşındaki çocuğuna da din adamı elbiseleri giydiriyor, kendisi gittiği her yere çocuğunu da götürüyor. Çocuk böylece tabii ihtiyaçları giderilmeden büyüyor. Bu çocuğa hep; Allah, kıyamet cehennem ateşinden söz etmişler.
Çocuk bu şekilde büyüyüp yirmi beş yaşma geldiğinde görüyorsunuz ki, vücudunda birikmiş bu güçler, doyurulmamış şehvetler, giderilmemiş istekler birden bire zincirleri koparıyor. Babasının telkini ile oniki yaşındayken namazları yirmi dakika süren gece namazlarını bile ihmal etmeyen bu çocuk, yirmibeş yaşında fasık bir facir olup çıkıyor meydana. Neden? Çünkü siz, yüce ruhî makamlar bahanesiyle çocuğun diğer isteklerini ezdiniz.
Elbette ki çocukta Allah duygusu, kıyamet ve ibadet duygusu vardır. Ama siz bu Allah ve ibadet duygusunu, diğer isteklerin önüne geçerek, hapsederek, inciterek, hakkını vermeyerek takviye ettiniz. Bu çocuk gençlik çağma geldiğinde bir fırsat kollamaktadır. Bir film seyrettiğinde veya bir kızla tanıştığında, o ana kadar hapsolunan duygular, istekler birden bire zincirleri koparıyor, babanın onun vücudunda yanlış kurduğu yapıyı yıkıp dağıtıyor, tam bir barut gibi patlıyor.
Tövbe, bunun tam tersidir. Günah işleyen, şehvet içinde yüzen, yırtıcılığın son haddine varan bir insan bütün bunlardan doymayınca birden bir patlama oluyor.
Ben de, sen de insanız. Bizim bir ağzımız yok. Eğer sadece yemek yemeğe j^arayan sadece bir ağzımız olduğunu sanıyorsan yanılıyorsun. Senin yüzlerce ağzın var.
Aşkın beş yüz başı var bu başında... Senin beş yüz başın var, beş yüzde ağzın var, bunların hepsine yemek yetişmeli. Bu ağızlarından biride ibadettir. Sen ruhunu ibadetle razı etmelisin yani; bu hakkı ona vermeli, bu hazzı ona tattırmalısın. Sen melekütî sıfatlı bir varlıksın, O âleme doğru uçmalısın.
Bu meleği hapsettiğin zaman, nasıl bir rahatsızlıklar doğuracağını biliyor musun? Bazen görürsünüz ki, her şeye sahip olan bir genç bir bahaneyle intihar ediyor. Herkes diyor ki, neden intihar ettiğini bilmiyoruz. Efendim, bu çok anlamsız bir nedenden dolayı niçin intihar etsin? Bilmiyor ki onun vücudunda mukaddes güçler tutuklu idi, mahpus idi.
O mukaddes güçler bu yaşam tarzından rahatsız oluyorlardı. Dayanamıyorlardı, neticede bu şekildeki bir kişinin her şeyi var ama eziyet çekiyor, rahatsızdır, mutsuzdur.
Görüyorsun ki, bağ, bahçe içinde yaşıyor, yaşamak için gerekli her şeye sahiptir, ama mutsuzdur, yaşamdan memnun değil:
Lezzet yolunu içte ara dışta değil, Saray ve köşklerde arayanı ahmak bil,
Çünkü bir takım lezzetler var ki içte onlarla ilgilenmeli dışta değil. Bunlar manevî lezzetlerdir.
Demek ki, «Tövbe»; İnsan ruhunun yüce, ulu ve mukaddes makamlarının, insanın hayvani ve alçak makamlarına karşı tepkisidir. «Tövbe; İnsanım melek sıfatlı güçlerinin, şeytanî ve yırtıcı sıfatlı güçlerine karşı mukaddes inkılâbıdır. Tövbenin mahiyeti budur. Şimdi, bu pişmanlık ve düğüm noktası insanda nasıl meydana gelir?
Evvelâ şunu bilmelisiniz ki; insan vücudunda; Bu mukaddes unsurları işlemez hale getirebilecek bir şeyler vuku bulsa veya, serbest olamayacak şekilde zincirlerle bağlanmış olsa, o insana tövbe nasip olmaz. Bir ülkede inkılâp yapılabilmesi için bir takım temiz unsurların bulunması gerektiği gibi, insan vücudunda da temiz ve mukaddes unsurlardan bulunmalı ki, tövbe edebilsin. Aksi takdirde hiç bir zaman tövbe etmeye muvaffak olamaz.
însan hangi şartlarda dönüş yapar tövbe eder? Eğer Allah'ı tanıyorsa O'na dönüş yapabilir. Eğer Allah'ı tanımıyorsa başka bir duruma düşer belki aklını oynatır, çıldırır veya başka bir duruma düşer.
Söyledik ki; «Tövbe.» bir çeşit tepkidir. Elinizdeki topu yere doğru vurduğunuzda tekrar size dönüyor, topun yere doğru hareketi sizin gücünüzle gerçekleşiyor. Ancak yerden yükselişi yere vurulmasının bir tepkisidir.
C bir fiildir, bu ise tepki, yere vurduğunuz top ne kadar havalanır? Bu, o fiilde kullanılan gücün miktarına veya yerin sertlik derecesine bağlıdır. Yer ne kadar düz ve sert olursa tepki de o kadar fazla olur. Demek ki tepkinin ölçüsü, sizin kullandığınız güç miktarı ve yüzeyin düzlük ve sertlik derecesine bağlıdır.
İnsan ruhunun günahlara karşı tepkisi iki şeye bağlıdır: Birincisi fiilin şiddetine, yani günahın şiddetine ruhumuzun alçak sıfatlarının, ruhumuzun ulvi makamlarına indirdiği darbenin şiddetine bağlıdır. Eğer insanın işlediği günah daha az ve küçük olursa, insan ruhunda daha az tepki meydana gelir, günah büyüdükçe tepki de büyür. Bu nedenledir ki, cani ve taş yürekli insanların bile işledikleri cinayet çok büyük ve korkunç ise ruhu tepki gösterir.
Hiroşima'ya Atom bombası atan pilotu göz önüne alalım: Bombayı Hiroşima'ya attıktan sonra dönüp yaptığı işe bakıyor; Bir şehri topyekûn harabeye çevirmiş, kadın, erkek, çocuk, yaşlı hepsi cehennem ateşinde yanıyor. Oracıkta vicdanı sızlamaya başlıyor, harekete geçiyor, hâlbuki böyle kişileri genellikle en acımasız ve taş yürekli insanların içinden seçiyorlar.
Ülkesine döndüğü zaman çiçeklerle karşılıyorlar, boynuna çiçek takıyorlar, terfi ettiriyorlar, madalya veriyorlar, aylığını artırıyorlar, fotoğrafını gazetelerde yayınlıyorlar. Ama suç ve günah O kadar büyüktür ki; vicdan bunun gibi bir taş yürekliyi bile sızlatıyor.
Yani ruha inen darbe o kadar şiddetlidir ki, böyle acımasız bir insanın bile ruhunda tepki icat ediyor. Bu adam toplantılarda oturduğu zaman yaptıklarını gülerek anlatıyor; Böyle yaptım, şöyle yaptım, ama yatağına çekilip tek başına kaldığı zaman, birden bire nasıl bir cinayet işlediğinin farkına varıyor: Eyvah ne büyük bir cinayet işlemişim? Aynı adam neticede delirip tımarhaneye kaldırılıyor. Neden? Çünkü cinayet çok büyüktür. "
İnsan ruhunun tepki göstermesinin ikinci unsuru da, darbe inen yüzeyin, düz ve sert olmasıdır. Yani insanın vicdan, iman ve fıtratının güçlü ve sağlam olmasıdır. Bu durumda darbe zayıf olsa bile tepkisi fazla olacaktır. Bunun içindir ki, güçlü ve sağlam imana sahip olan kişiler, çok küçük günahlar, hatta günah sayılmayan mekruhları bile işlediğinde ruhu tepki gösterir.
O ameller ki, ben ve siz günde yüzlercesini işliyor ve bir günah işlediğimizin farkına bile varmıyoruz. Ama temiz insanlar, bir mekruh davranışta bulunduklarında peş peşe tövbe ediyorlar. Üstadım Hacı Mirza Ali Ağa Şirazi İsfahanî (geçen ramazan ayında da kendisini rahmetle andım) çok çok büyük bir maneviyat sahibi idi.
Ömrümde gördüğüm en büyük mana ehli idi. Bir gece Kum'da benim misafirimdi. Bizi birlikte ehli füzeladan birinin evine davet ettiler. Bazı şair ve edebi kişilerin de bulunduğu o davet şiir ve edebiyattan söz açılmıştı. Ben o gece bu zatın nasıl bir şiir ve edebiyat ehli olduğunu yeni anlıyordum. Diğerleri, Hafız ve Sadi'den bir şiir okurken, oda başka bir şiir okuyordu. Bu şiir o şiirden daha güreldir, anlamı daha geniştir, falan böyle demiş, filan, böyle demiş...
Şiir okumak günah değil hele bu tür şiirler hiç günah değil, ancak gece şiir okumak mekruhtur. Allah şahittir ki, dışarı çıktığımızda bu adam titriyordu: «Kendi kendime geceleri şiir okumayacağım diye söz veriyorum. Yine de önüne geçemiyorum» diyordu. Durmadan istiğfar ediyordu; Sanki büyük bir günah işlemiş gibiydi. Allah göstermesin biz içki içmiş olsak belki bu kadar üzülmezdik. Bu tür şahıslar Allah'ın sevgilisi oldukları için Allah tarafından özel bir mükâfat kazanmaktadırlar. Ben ve sen bu mükâfata lâyık bile değiliz.
Bu adam her gece sabah ezanına en az iki saat kala uyanıyordu. «Allah dostları gece uyumazlarsın anlamını o zaman anladım. İbadetin ne demek olduğunu orada anladım. Allah'ı tanımanın, tövbe etmenin anlamını onda buldum. Bu zat o gece uyandığında sabah ezanı vakti idi. Allah cezalandırmıştı onu. Bizi de uyandırdı; İşte dün geceki şiirlerin eseri budur dedi.
İşte bundan böyle sağlam bir imana sahip olan bir ruh, en ufak bir darbeye karşı, yani ruhun kötü duygularının ulvî duygulara karşı giriştişi en ufak bir saldırıya dahi tepki gösteriyor, rahatsız oluyor, hatta cezalandırılıyor. Şöyle ki, gecenin iki saatini şiir okumakla geçiren bir adam, Allah'la iki saat münacat etmeğe layık değildir.
Size başka bir misal arz edeyim: Çok temiz bir aynayı, iyice silerek, çok beğendiğiniz temiz bir havada bir masanın üzerine bıraksanız, bir saat sonra üzerine toz konduğunu göreceksiniz. Bu tozu siz önceden fark etmiyordunuz, masanın üzerinde duvarda da fark etmiyordunuz. Duvar ne kadar kirli olursa, siyah lekeleri o kadar az gösterir. Bir de siyah olursa, gaz lambasının isini bile fark ettirmez.
Yüce İslâm Peygamberi 25 kere istiğfar etmeden bir mecliste oturmazdı. Nedir bütün bunlar? Biz ne diyoruz ne anlıyoruz. Buyuruyordu ki, kalbimin üzerinde bulanıklık eserleri görüyorum, bu bulanıklığı gidermek için günde yetmiş kere istiğfar ediyorum. Nedir bu bulanıklık? Bu bulanıklık bizim için bir aynadır, bir nurdur.
O'nun açısından bulanıklıktır. O bizimle konuştuğu zaman, Allah için bizimle kavuşmuş olsa bile bizim vücudumuzun aynasında Allah'ı görse bile bu onun nazarında bulanıklıktır.
«Ümmü Seleme» ve diğerleri demişlerdir ki; Hazretin vefatına iki ay kala istiğfar etmeden hiç bir yere oturmuyor ve hiç bir yerden kalkmıyordu. Neden Peygamber, her an teşbih ediyor, istiğfar ediyordu.
Ama biz bedbahtların kalbi, kara bir duvar gibidir. Hep günah üstüne günah işlememize rağmen ruhumuzda en ulak bir tepki göstermiyor. Bilmiyorum, ruhumuzun melekleri nerede ve ne kadar hapsolmuşlar? Nasıl bir zincirle bağlanmışlar ki, en ufak bir sarsıntı duymuyor. Efendiler, ubudiyetin ilk durağı tövbedir.
Eğer ruhunuzda bir sarsıntı, bir pişmanlık görüyorsanız, geçmişinizi karanlık, şimdiye kadar kat etmiş olduğunuz yolun yanlış ve kötü olduğunu anladıysanız, Allah'a doğru dönmeniz gerektiğini hissettiyseniz; İbadet ve ubudiyetin ilk durağına varmış sayılırsınız, oradan başlayabilirsiniz. Eğer bayırsa, hayır...
Bir kişi Hz. Ali (A.S.)'ın huzuruna gelerek, ya Ali! Bana nasihat et dedi. Hz. Ali ona çok nasihat etti. Ben sadece ilk iki cümlesini arz ediyorum: Buyurdu ki, sana nasihatim şudur : «Ahirete ümit bağlayıp ta, oraya amel-siz gitmek isteyenlerden olma.» Biz de sadece Ali bin Ebu Talib'i sevmenin yeterli olduğunu söylüyoruz. Üstelik bizim sevgimiz gerçek sevgi değil, eğer gerçek sevgi olsaydı amelle birlikte olurdu. Zahiri bağlılığın yeterli olacağını sanıyoruz. Yalandan İmam Hüseyin'e ağlamanın yeterli olacağını sanıyoruz.
Eğer senin Ali (A.S.)a olan sevgin amel etmeye sürüklüyorsa, bil ki bu sevgin sadık ve gerçektir. Eğer imam Hüseyin'e ağlaman seni amel etmeye sevk ediyorsa, o zaman bil ki, gerçekten Ali oğlu Hüseyn'e ağlıyorsun. Eğer değilse, demek ki şeytanı aldatıyorsun, İkinci cümle şudur : Ey şahıs! Vücudunda tövbeyi hissedip de henüz erkendir, daha vakit var, diyenlerden olma. Ey kardeş! Eğer bugün Ali yaşasa, ben ve sen huzuruna gittiğimizde bize nasihat öğütecektir.
Efendim, ne zamana kadar, daha erkendir, zamanımız var diyeceğiz. Henüz biz genciz, yirmi yaşındaki bir gencin tövbe etme zamanı mı? Ne kadar ilginçtir ki, bazı yaşlı kişiler, genç bir adamın ibadete yönelerek, günahlarının farkına varıp tövbe ettiğini, pişmanlık duyduğunu görünce diyorlar ki; daha sen gençsin, bu sözlerin zamanı değil. Hâlbuki gerçek tövbe etmek için en uygun zamandır. Bir ağaçtan yeni ve yaş iken daha kolay eğilir.
Büyüdükçe, kurudukça sağa sola eğilmesi güçleşir. Kim bu gence yaşlanıncaya kadar, yasayacağını garanti eder? Gençken daha erkendir diyoruz, yaşlandığımız zaman, hiç bir günah işlemeye gücümüz yetmediği zaman tövbe ediyoruz. Ama yanıldığımızı, yanlış davrandığımızı bilmiyoruz. O zaman, tövbemiz tövbe sayılmaz.
O zaman artık tövbe edecek imana sahip değiliz. Günah işleye, işleye belimiz bükülmüş, kalbimiz tövbe etmeye hazır değil. Bir gencin gönlü tövbe etmek için yaşlının gönlünden daha hazırlıklıdır.
Mevlana bu konuda bir misal veriyor: Bir şahıs halkın yolunun üzerine bir diken ekmişti. Diken yeşerdi ve büyümeye başladı. Dikeni kopar dedikleri zaman, daha erkendir, diken ağacıdır, koparılır diyordu. Bir süre sonra yine henüz erkendir gelecek yıl koparırım diyordu. Yıllar geçtikçe diken ağacı büyüyor.
Ancak dikeni koparıp, sökecek olan yaşlanıyordu. Yine de koparmıyordu. Erkendir, erkendir diyordu. Yıllar geçerken, diken ağacı biraz daha büyüyor, kök atıyor, gövdesi kalınlaşıyor, dikenleri sertleşiyor, tehlikesi daha da artıyordu. O şahıs ise gittikçe yaşlanıyor, gücü azalıyor ve çöküyordu.
Söylemek istiyor ki; kötü huylar ve kötü ahlâk günden güne, diken ağacı gibi vücudunda büyümekte, gelişmekte, daha fazla kök atmakta, gövdesi kalınlaşmakta, dikenleri daha sert ve tehlikeli olmaktadır. Ama sen günden güne yaşlanmakta ve gücün eksilmekte ve zayıflamaktasın. Fakat sen bugün genç ve güçlüsün. İstersen, yeni bir fidanı kökünden söker atarsın. Ancak güçsüz bir ihtiyar olduğunda köklü bir ağacı söküp atamazsın, gücün yetmez.
Allah'a andolsun ki, bir günde bir gündür, bir saatte bir saattir, eğer bir gece dahi ertelemiş olsak hata yapmış sayılırız. Bu gece Ramazan ayının yirmi üçüdür, yarın gece kadir gecesidir deyip de yarın geceye bırakmayın. Hayır, bu gece, yarın geceden iyidir. Bu saat, sonraki bir saatten iyidir.
Her an bir sonraki andan iyidir İbadet tövbesiz olmaz. Önce tövbe etmelisin. Biz tövbe etmeden namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, tövbe etmeden hacca gidiyoruz. Kur'an okuyoruz. Tövbe etmeden zikrediyor, zikir toplantılarına katılıyoruz. Ne oluyor efendim? Allah'a andolsun ki; tövbe ediniz, tövbe ederek bir gün namaz kılınız. O bir gün sizi on yıl öne götürecek, sizi Allah'a yakınlaştıracaktır.
Bir kişi Hz. Ali (A.S.)'ın yanında istiğfar etti. O da bizim gibi «Estağfirullah Rabbi ve etübü ileyh» demekle tövbe ettiğini sanıyordu. Hz. Ali. Bu şahsın ne kadar bedbaht olduğunu anlamış ve çok ender görülen sinirli bir halle : «Anan yassına otursun, bilir misin istiğfar ne demektir? İstiğfar ulu kişilerin sahip olduğu bir derecedir. Tövbe mukaddes bir haldir.» Siz de tövbe ediniz, kendinizi mukaddes bir ortamda bulursunuz.
Allah'ın inayet ve lütfü ruhunuza serinlik kazandırır. Sanki bir grup meleğin sizi sardığını hissedersiniz, temizlenmiş olursunuz. Çünkü insan tövbe halinde, egoistlikten uzak olur, kendini kontrol eder, günahlarını dikkate alır. İslâm’da denilmiştir ki, eğer tövbe etmek istiyorsan, Molla’nın (Din adamı) yanma gitmen günahlarını ona söylemen gerekmez.
Günahlarını sadece kendi Allah'ına söyle, itiraf et. Neden bir beşere ikrar edesin? Allah buyuruyor ki: «Ey benim israfçı kullarım (günahkâr kullarım) benim rahmetimden ümidinizi kesmeyin, gelin bana doğru (tövbe kanalıyla, tövbe fezasına girin) ben sizi affede-derim.» Şu Hadisi Kudsi'ye bakın ne kadar güzel anlatıyor tövbeyi: «Benim yanımda günahkârların iniltisi, tesbih edenlerin tesbihinden daha sevimlidir.» Gidin, Allah'ın dergâhına nâle edin, bu gece, yarın gece, her gece günahlarınızı hatırlayın, günahlarınızı kimseye söylemeyin zira günahı başkasına söylemekte günahtır.
İçinizde kalsın kendiniz biliyorsunuz ya, siz kendiniz yargıç olun, kendinizi, kendiniz cezalandırın. Günahlarınızı göz önüne alın, Allah'ın huzuruna götürün, suçlarınızı söyleyin O'na, inleyin, bağışlanma dileyin Allah sizi bağışlar, ruhunuzu tertemiz eder. Gönlünüze sefa inayet eder, kendi lütfundan size bahşeder.
İşte o zaman vücudumuzda bir zevk, bir lezzet icat olur. İbadetin tatlılığını tadarsınız. İşte o zaman günahlar nazarınızda küçülür, küçülür ve bir daha günah işleme isteğiniz olmaz. Artık filan şehvet filmini bir daha izlemezsiniz, başkalarının namusuna dokunmazsınız, gıybet etmez, yalan söylemez halka iftira etmezsiniz. Bütün istekleriniz iyi ve temiz işlere olacaktır.
Bakınız şu en iyiler en temizlere. Allah ile konuşmaktan zevk alıyorlar. Hep kendi suçlarını, kendi ihmallerini dile getiriyorlar. Onların günah diye dile getirdikleri şey bize nispeten, iyiyi terk etmeleridir. Ebu Hamza duasını okuyun. Bakın ki, bu duada Hz. Ali Bin Hüseyin (A.S.) Allah'ı ile nasıl konuşuyor? Nasıl inliyor? Ebu Hamza duası baştan sona Ali Bin Hüseyin'in iniltisi dir. Bu, Allah'ın temiz kulunun iniltisini tanıyalım biraz.
Bunlar Allah ile konuştukları zaman, kenar fakirliklerini, yokluklarını, ihtiyaçlarını, küçüklüklerini, ihmallerini dile getiriyorlar. Hep diyorlar: Allah'ım biz hep ihmal ediyoruz, sen lütfet, merhamet et. Âli Bin Hüseyin şöyle diyor: Allah’ım! Mevlam! Gözüm günahlarıma takıldığında bir korkudur içimi kaplıyor. Ama sana bakıp rahmetini gördüğümde rica ve ümit ışıkları beliriyor kalbimde. Ben her zaman korku ile ümit arasındayım; bir gözümle günahlarıma baktığımda korku beni sarsıyor, ancak diğer gözümle sana baktığımda ümit bana galip oluyor... Evet onlar böyleydiler.
Size biraz da Kerbela acısından zikredeyim:
Tasua günü, Ömer Saad ordusu Ubeydullah Ziyad emriyle saldırıya geçti. Hemen o gece İmam Hüseyin (A.S.) ile savaşmak istiyorlardı, imam Hüseyin Kardeşi Ebul fazl aracılığı ile O geceyi mühlet vermelerini istiyor. Bu gece bana müsaade etsinler, yarın savaşırım. Ben teslim olanlardan değilim, savaşırım. Ancak bu ge-cî bana mühlet versinler.
Daha sonra, Hüseyin zaman geçiştirmek istiyor demesinler diye kardeşine şöyle diyor: Kardeş Allah biliyor ki, ben O'nunla münacat etmeyi severim. Bu gece ömrümün son gecesi olarak Allah'ımla münacat etmek istiyorum. Bilseniz, o Aşura gecesi nasıl bir geceydi? Miraç gecesiydi. O gece kendilerini temizliyorlardı.
Tanzif adında bir çadır vardı bir kişi içerde iki kişi de dışarıda nöbet tutuyorlardı. Zahiren dışındakilerden biri Büreyr idi. Şaka yapıyordu. Arkadaşı bu gece şaka gecesi değil diye söylediğinde; Bende aslında şaka ehli değilim ancak bu gece şaka gecesidir, dedi.
Hz. Hüseyin (A.S.) : Bu gece, tövbe istiğfar etmek istiyorum diyordu. Acaba bizim tövbeye ihtiyacımız yok mudur? Onların ihtiyacı varda, bizim ihtiyacımız yok mudur? Evet, Ali oğlu Hüseyin o geceyi böyle geçirdi. İbadet etti, kendisi ve ailesinin işleriyle ilgilendi. O gece ashabına meşhur «Garira» hitabesini okudu.
Size, Kerbela'da gerçekleşen, makbul bir tövbe ve çok çok ciddi bir tövbekardan bahsedeceğim: Hürr Bin Yezit Riyahi. Hürr, cesur ve güçlü bir insandı. Übeydullah Bin Ziyad, İlk olarak İmam Hüseyin'in karşısına bin asker göndermek istediğinde, komutanlığa onu seçmişti. Hürr, peygamber ailesine zulüm ve eziyet etmişti.
Arz etmiştim ki; günah ne kadar büyük olursa vicdanın tepkisi de o kadar büyük olur. Bakınız ruhun ulu makamları, alçak duygulara nasıl bir tepki gösteriyor? Ravi diyorki; Hürr bin Yezid Riyahi'yi Ömer Sa’d'ın ordusunda söğüt gibi titrediğini gördüm. Çok hayret etmiştim, yanma giderek, ben seni çok cesur biri olarak tanırdım, Küfe'de en cesur kimdir deselerdi seni gösterirdim. Sen nasıl korkarsın, vücudun korkudan titrer? dedim.
Bana dedi ki: Ben kendimi iki yolun başında görüyorum, bir tarafta cennet, diğer tarafta cehennem. Bilmiyorum bundan mı gideyim ondan mı? Ama sonunda cennet yolunu tuttu. Kimse amacının ne olduğunu anlamayacak şekilde atını ordu dışına sürdü. Artık kimsenin önüne geçemeyeceği bir yere geldiğinde aniden atını kırbaçladı, imam Hüseyin'in çadırına varıyor, imam Hüseyin'in yanma yaklaştığında söylediği ilk cümle şuydu: Bu asi köpeğin tövbesi kabul olur mu? Buyurdu evet tabi ki kabul olur.
Hüseyin'in keremini görün: Efendi, bu ne tövbedir? Bizi bu duruma sen sürükledin, şimdi tövbe mi ediyorsun? Ama Hüseyin böyle düşünmüyor, o hep halkı hidayet etme düşüncesindedir. Eğer bütün gençleri öldürdükten sonra, Ömer Sa’d'da tövbe ediyorum deseydi tövbesi kabul edilirdi.
Çünkü Yezit, Kerbela olayından sonra Şam'da Hüseyin oğlu Ali'ye, acaba ben tövbe edersem kabul olur mu? Diye sorduğunda, O evet kabul olur demişti. Ama Yezit tövbe etmedi Hürr, İmam Hüseyin'e, ağam izin ver meydana gidip canımı sana feda edeyim, dediği zaman imam Hüseyin, sen-benim misafirimizsin, atından in misafirimiz ol buyurdu.
Hürr; İzin verirseniz ben gideyim daha iyidir dedi. Bu adam utanıyordu. Neden? Çünkü kendi kendine şöyle diyordu: Allah'ım ben senin sevdiklerini titreterek, Peygamberinin evlatlarını korkuttum. Bunun için imam Huseyn'in yanında oturmaya razı olmadı. Çünkü İmam Hüseyin'in çocuklarını görürse utançtan boğulacağını düşünüyordu.
1
İNSANİYET MEKTEBİ İNSANİYET MEKTEBİ
T Ö V B E -2
Bismillahirrahmanirrahim
Bütün Kâinatı yaratan, âlemlerin Rabbine hamd olsun, Salât ve Selâm'ı O'nun kulu, habibi, sırrının koruyucusu, emirlerinin tebliğlisi yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.Â.A.)e ve onun temiz evlatlarına olsun.
Eûzü billahi mineşşeytaniraciym : «Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bize rahmet edip günahlarımızı bağışlamazsan, muhakkak ki, hüsrana uğrayanlardan oluruz.» (A’raf: 23)
Geçen geceki konumuz tövbe hakkında idi. Arz ettik ki, tövbe ibadet ehlinin ilk durağıdır. Eğer, bir kimse Allah'a yakınlaşmak istiyorsa, önce karanlık geçmişinden sıyrılıp tövbe etmelidir.
Hz. Ali (A.S.)'ın, tövbenin şartları ve merhaleleri hakkında buyurduğu açıklamayı beyan edeceğime dair söz vermiştim. Hazret'in sözüne geçmeden önce mukaddime olarak bir soruya cevap vermek istiyorum. Soru şudur: Tövbe ne zaman kabul edilir? İnsan ne zamana kadar tövbe edebilir?
İnsan, hayatta olduğu sürece, ölüm kendisini yakalayıncaya kadar tövbe edebilir. Ancak, insan ölümün pençesinde kıvranırken ve artık hiç bir ümidi kalmamışken yaptığı tövbe kabul edilmez. Yani, hadis diliyle «Muayyen Saat» diye tabir edilen ve son, yani insanın ölümü ve başka bir dünyayı gözüyle gördüğü an İnsanın hâlâ yaşamasına rağmen, öbür dünyayı da gördüğü andan önceki tövbesi kabuldür. Ama O anda yapılan tövbenin anlamı yoktur.
İnsan, her ne kadar orada tövbe edebilecek durumda olamayacağına rağmen, tövbe ettiği var sayılırsa bile kabul olmayacaktır. Çünkü bu gerçek tövbe sayılmayacağı gibi sadece zahiri bir olay olacaktır. Bu neden böyledir? Bunun cevabı, dün geceki konuşmamın tamamlayıcısıdır.
Bu nedenle bu gece bu konuya değinmek istedim. «Muayyen» anda tövbenin neden kabul olmadığı, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle açıklanmıştır : «Bizim korkumuzu hissetikleri zaman, Allah'a iman ettik ve O'na şirk (ortak) koştuğumuz şeylere karşı kâfir olduk dediler» (Mü’min: 84) Yani, «bizim intikamımızı gördükleri zaman tövbe etmek isterler, ancak tövbelerini kabul etmeyiz.»
İntikamımız erdiği vakit, İman edip tövbe gösterisi yapmalarının yararı yoktur. Neden? Çünkü tövbe sadece pişmanlık ve dönüş değildir. Yani, insanın herhangi bir nedenle yanlış yoldan dönmesi tövbe sayılmaz. Tövbe; sadece ve sadece insan vücudunda bir iç inkılâbın gerçekleşmesi ile olur. Tövbe insan vücudundaki şeytanî ve şehvanî güçlere karşı ayaklanıp vücut yöntemine el koymakla olur. Kısacası, tövbe insanın iç inkılâbıdır.
İnsan, ilâhî azabı görüp ölümün pençesine yakalandığını hissettiği zaman çaresizce iman ettiğinde bu iman mukaddes iç inkılâp değildir. Kur an-ı Kerim, firavun olayından bahsederken şöyle diyor : «O, boğulacağını anladığı vakit; Beni İsrail’in iman ettiği Allah’tan başka Allah olmadığına iman ettim, dedi» (Yunus: 90)
Firavun dünyada yaşadığı müddetçe, hiç bir istidlale kani olmaz. Hiç bir öğüdü kabul etmez, Söhre ile Musa arasında savaş başlatır, Söhre iman ederken o daha fazla tuğyan eder. Musa ve Kavmini yok etmek amacıyla onları takibe koyulur. Ancak, Nil'in sulan etrafını sarınca, artık hiç bir kurtuluş yolu kalmadığım anlar ve Musa'nın Allah'ına iman ettim der.
İşte burada artık tövbe kabul edilmez. Peki, neden Allah bu tövbeyi kabul etmiyor? Hayır, tevbe olursa kabul eder, bu tövbe değildir, mukaddes bir iç inkılâp değildir: Denizin ortasında, her tarafını suyla çevrili gören bir şahsın, vicdanı alt üst olmamış, Fıtratı canlanmamış, kendi aleyhine kıyam etmemiştir. Çaresiz ve muzdarip olduğu için teslim olmak zorunda kalıyor.
Bu durumda ona derler ki, neden bir saat önce özgür iken böyle konuşmadın? Eğer bir saat önce özgür iken bunu söyleseydin, içinde mukaddes inkılâp gerçekleştiği anlaşılırdı. Ama şimdi bunu söylüyorsun, bu mukaddes inkılâp değil çaresizliktir. Dünyada, adaletin pençesine yakalandığından pişman olmayan bir cani var mıdır? Ancak bu pişmanlık ve ıslah olma değildir.
Eğer cani yakalanmadan önce henüz cinayet işleme imkânı varken, cinayetten vazgeçiyorsa, içinde inkılâp gerçekleşmiştir. İşte bunun adı gerçek tövbedir.
Demek ki, insanın ömrünün en son anında tövbesinin kabul olmayışının nedeni, bunun tövbe sayılmamasıdır. Ancak insanın öbür dünyada tövbesinin neden kabul olmadığına gelince, bunun cevabı evvela; yukarıdaki cevaptan da anlaşılmaktadır. O dünyada da insan her şeyi gözüyle görmektedir. Orada da Allah'ım ben pişman oldum dediği zaman, bu bir gerçek pişmanlık değil, mukaddes iç inkılâp değildir.
İkinci olarak; insan öldükten sonra, ağaçtan kopan bir meyve hükmündedir. Meyve ağacın üzerinde iken, ağacın hükmüne tabidir. Eğer büyüyor, gelişiyorsa ağacın vasıtasıyladır. Eğer ona su ulaşıyorsa ağacın kökleri aracılığı iledir. Eğer hava alıyorsa, tatlılaşıyorsa yine ağacın vasıtasıyladır.
Meyve ağaçtan kopar kopmaz tüm imkânlarını kaybediyor, bir saat öncesine kadar ağacın üzerinde bulunan yarı yetişmiş elma, ağacın üzerinde iken daha fazla büyüme, kızarma, tatlılaşma imkânlarına sahipti. Ama ağaçtan düşer düşmez bütün bu imkânlarını kaybediyor.
İnsan, tabiat ağacının dünya ağacının meyvesidir. Bizim için mevcut olan tüm imkânlar, bu dünyada mevcuttur. İyi olmamız bu dünyada mümkündür. Kötü ve daha kötü olmakta bu dünyada mümkündür. Biz bu dünyada olduğumuz müddetçe tabiat ağacının meyvesiyiz. Bu tabiat ağacının üzerinde olduğumuz sürece tüm imkânlara sahibiz.
Eğer ibadet edersek, yetişmekte olan bir meyve gibi olgunlaşırız. Eğer günah işlersek, afete uğramış bir meyve gibi bedbaht oluruz. Tövbe de bu imkânlardan biridir. Tabiat ağacı yoluyla bize ulaşması gereken su ve gıda gibidir. Bu nedenledir ki, öldüğümüz zaman artık bize ulaşmıyor. Neden? Çünkü arz ettiğim gibi tövbe mukaddes bir inkılaptır.
Bütün değişiklikler, inkılâplar, yön değiştirmeler, hareketler bu dünyada olur. Yükselmek, düşmek, inmek bu dünyada olur. O dünyaya olur. O dünyaya ayak attığımız zaman her ne-redeysek, hangi yöndeysek, nereye doğru isek orada dururuz. Artık fiiliyat sona ermiştir.
Başka bir misal: Bir çocuk ana rahminde olduğu sürece anne vücuduna bağlıdır. Sağlığı ve hastalığı anne tarafından kaynaklanır. Ancak doğar doğmaz bağımlılığı sona erer. Onun yaşamına başka bir düzen hâkimdir. Artık bir an bile rahim düzeni ile yaşayamaz. Aynı şekilde insan bu dünyadan göç ettiği vakit, dünyası tamamen değişiyor.
Bu dünyadaki düzenlerden zerre kadar yarar sağlaması mümkün değildir. Amel, tövbe, ilerlemek, gerilemek, yükselmek ve düşüş kaydetmek, hepsi bu dünyaya aittir.
İşte Hz. Ali (A.S.) buyuruyor : «Ey insanlar bu gün amel günüdür, hesap değil, yarın ise hesap günüdür amel değil.» Dünyada hiç bir şekilde mükâfat yoktur demek istemiyor. Bu dünyada bazı ameller mükâfatlandırıldığı gibi, bazı amellerde cezalandırılır. Her türlü ameli Allah bu dünyada cezalandıracaktır sanmayın.
Binaenaleyh, insan bu dünyada hiç cezalandırılmazsa hesabının temiz olduğu anlamına gelmez. Veya insan bu dünyada her belâya duçar ise veya sel her şeyini aldı götürdüyse, bu amelinin her kötü olduğu anlamına mıdır? Yani, Allah onların hesabını bu dünyada mı görmüştür? Hayır, böyle değildir.
İslam bize öğretmiştir ki, dünya amel yeridir, hesap ve teftiş yeri değil. Tersine ahiret sadece hesap ve teftiş yeridir o kadar. İnsan tövbesinin ölümü idrak etmesinden önceye ait olduğunun, o anda Firavun gibi tövbesinin kabul olmayacağının ve aynı şekilde öldükten sonra ahirette de tövbesinin kabul olmayacağının ne demek olduğunu işte size arz ettim.
O halde şu neticeye varıyoruz ki; Hz Ali'nin «bu gün amel günüdür» buyruğunu değerlendirerek bu fırsattan yararlanmalıyız. Henüz erkendir deyip tövbeyi erteleyenlerden olmayalım. Henüz ömrümüz var, yüz gülden bir gül açmamış vaatleri şeytanın vaatlerindendir. İnsan hiç bir zaman tövbeyi tehir etmemelidir.
Benim ön sözüm burada tamamlandı. Şimdi tekrar Hz. Ali (A.S.)'ın buyruğuna dönelim. Hz. Ali, huzurunda istiğfar eden bir şahsın gerçek istiğfar (Allah'tan af dileme) etmediğini, istiğfarın manasını dahi bilmediğini gördüğünde sinirlenerek; «Annen senin yasında oturup ağlasın, istiğfarın ne demek olduğunu biliyor musun? İstiğfar en yüce ilâhi makama erenlerin derecesidir. İstiğfar ve tövbe altı ilke üzerine kurulmuş bir cümledir».
İslâm uleması Hz. Ali'nin buyurduğu bu altı ilkeyi şöyle yorumlamıştır: İlk ikisi tövbenin temelini, ikinci ikisi tövbenin kabul olma şartını ve son iki tövbenin kemale ermesinin şartını teşkil eder. Bu altı ilke şunlardır:
Birincisi, geçmişe pişmanlık duymaktır. Tövbenin ilk şartı, geçmişte olan şeylere karşı pişmanlık duymak, içten rahatsız olmaktır. Ne demek yani? Yani, siz eski karanlık geçmişe baktığınızda, içinizde derin pişmanlık, olağanüstü bir üzüntü ve pişmanlık doğmalıdır. Yaptığınız işten ötürü kalbiniz ateş gibi yanmalıdır.
Siz de görmüşsünüzdür ki, insan bazen kendisine yarar sağlayacak diye bazı işler görür, ama sonunda kendisine binlerce liralık zarar verdiğini anlayınca, ah ben ne yaptım diye üzülür. İşte buna pişmanlık diyorlar. Bazen bu pişmanlık o kadar derin oluyor ki, adam; efendim yaptığım işten dolayı o kadar pişmanım ki «eğer boynuzum olsaydı boynuz çıkarırdım.» Tövbe etmenin ilk şartı böyle bir pişmanlık duymaktır.
Allah göstermesin, insan bazen günah işlediğinde, meselâ içki içtiği vakit birdenbire Kur'an'ın içki hakkında ne buyurduğunu hatırlıyor :
«Ey iman edenler; içki, kumar ve fal okları putperestlerin yaptıktan işler şeytan amelinden bir necis (pislik)tir. Eğer saadet ve mutluluk istiyorsanız; bunlardan uzak durunuz» (Maide: 90) İçki içmek saadet ve mutlulukla bağlaşmıyor. Kumar İslâm’da haramdır. Büyük günahlardandır, her ne şekilde olursa olsun Müslüman kumar oynamaz.
Bizimki de Müslümanlık mı? İslâm’ın büyük günah saydığı davranışlarda bulunuyoruz. Şu bizim aramızda yaygın bulunan, gıybet ve töhmet hakkında Kur'an daha ne kadar feryat etsin. İnsan, halk arasındaki bir töhmetlerden taaccüp ediyor. Töhmetin ne demek olduğunu biliyor musunuz? Birine derecede iki büyük günahımız vardır; biri yalan söylemek ve diğeri gıybet etmek. Büyük günah, insana cehennem azabı kaşandıran bir günahtır.
«... Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin; hangi biriniz kardeşinin etini yemekten hoşlanır?» (Hucurat: 12) Ölü eti ne kadar nefret ettiricidir. Özellikle insan ölüyü tanıyor ve sevdiği biri ise... Bundan daha büyük bir tabir var mı? Töhmet gıybet ile yalan ikisi birlikte. Bu iki günah birleştiği zaman ismi töhmet oluyor.
Ve töhmet aramızda ne kadar yaygındır. Hatta bazı kuru mukaddesçilik edenler, bir başkasına töhmet nispet vereceği zaman sözünün başına bir «söylüyorlar» kelimesi getiriverir. Suçu üzerinden atmak için. Allah'ı aldatabileceğimizi mi sanıyoruz? Falan adam böyledir, şöyledir diyorlar, diyoruz. Bunu bizden duyan bir başkası da; diyorlar ki, falan şahıs böyledir, şöyledir, diyor. Kur'an bunu da önlemiş, gıybeti büyük günahlardan addetmiştir.
«İman edenler hakkında kötü bîr sözü yaymak isteyenler, şiddetli azaba duçar olacaklardır.(Nur: 19)
Diğer günahlar da böyledir meselâ: gözüyle başkasının namusuna ihanet edenler bilmelidirler ki; Peygamberimiz «başkasının namusuna bakmakta zinadır.» buyurmuştur. Namaz kılmayanlar oruç tutmayanlar. Bilmiyorum biz nasıl Müslüman’ız. İnsan Ramazan ayında bu caddelerde yürümeye utanır, cadde ortalarında açıkça sigara içiyorlar.
Her yıl da polis uyarıyor; «oruç yiyenlere itiraz etmeye kimsenin hakkı yoktur. Emniyetin kendisi bu işi yapıyor.» Şimdiye kadar bir tek polisin oruç yiyeni uyardığını görmedik. Açıkça oruç yemek, İslâm’a hakarettir. Yiyeceksen git evinde ye. Evinde orucunu yerken büyük bir günah işlemiş olursun. Ama halkın arasında açıkça yersen, hem orucunu yemiş hem de İslâm’a küfretmiş sayılırsın.
Tövbe ne demektir? Tövbe ederken, geçmişte yaptığımız gıybetlere, içtiğimiz içkilere, oynadığımız kumarlara, söylediğimiz töhmetlere, bayanlar da çıplak dolaşmalarına şöyle bir dikkat etmelidir. Yüce İslâm Peygamberi buyurdu ki; Ben Miraç’ta, saçlarından asılıp, ateşli kırbaçlarla kırbaçlanan kadınlar gördüm (7).
Şaşırmış bir halde Cebrail'e sordum kimdir bunlar? Bana dedi ki: Saçlarını namahremden sakınmayan senin ümmetinin kadınlarıdır. O zaman hicapsızlık yoktu ya, ama Peygamber batını gözüyle gördü.
Bütün bunlar bindörtyüz yıl önce kitaplara yazılmıştır. Buyurdu ki; memelerinden asılan kadınları gördüm bunlarda vücudunu namahremden sakınmayan ümmetimin kadınları idi. Bu dört günlük dünya insan için ne kadar değerlidir ki, insan bunun karşılığında ebedi azabı satın alıyor? Ne zamana kadar bu böyle devam edecek? Allah'a karşı ayaklanmalar, Peygamber'e küfretmeler ne zamana kadar sürecek?
Bir memleket ki, baştan sona kadar Peygamber'e açıkça küfreden kitaplar yayınlanır, üstelik resmi numara da verilirse, yayın izni de verilirse, artık insan ne söyleyebilir? Kendinize gelin azıcık düşünün. Kalplerimizin Allah'ı anmak için yumuşayacağı, huşu edeceği, Allah tarafından hak olarak gönderilen Kur'an'a itina göstereceği eğitimlerine önem vereceği bir zaman değil midir?
Hep muharrem ayı geliyor, toplantılar düzenliyor ve bir kaç damla gözyaşı akıtıyoruz. Vallahi bu yeterli değil. Kendimizi, İslâm’ımızı esaslı bir şekilde düşünmeliyiz. Çocuklarımız elden gitti toplumumuz elden gitti, bir şeyler düşünelim, tövbe edelim.
Buyurdular ki: Her şeyden önce ruhun ateş almalı alevlenmeli, pişmanlık ve hasret içinde boğulmalısın. Günahlarını göz önüne getir. Yaptığın işleri hesapla, bak gör ki, günde kaç günah işlemişsin. Şeyh Bahaî bir mısrasında şöyle diyor:
Ceddin senin cennet mekân Âdem idi
Tüm kutsiler O'na secde ederdi
Bir günah işledi, yeter dediler
Günahkârsın, günahkâr git buradan dışarı
Sen, bir kaç günahla mı arzularsın,
Cennete girmeyi ey yüzü kara?
Tövbenin ikinci şartı nedir? : «Geri dönmemeğe azmetmek: Bir daha kötü bir iş yapmayacağına dair ciddi ve erkekçe bir karar almalısın. Sakın ola ki, bu okuduğun şiirle ümitsizliğe kapılmayasınız. Allah'ın rahmetinden meyus olmayın. Bütün günahlarınıza tövbe edin, Allah tövbeleri kabul edendir.
Tövbenin bütün şartları zikredilmiş ama günah için bir sınır koymamışlar. Günahların filan miktarı astımı tövbe kabul olmayacaktır, dememişler. Tövbe et, kabul olur, demişler. Ama gerçekten tövbe etmek kaydıyla, içinde ateş tutuşacak, mukaddes inkılâp gerçekleşecek, bir daha hiçbir günah işlememeğe karar alacaksın.
Böyle olursa tövben kabuldür. Gerçek bir karar alman şarttır. Bugün ne kadar kötü bir iş yaptım diye üzülüp, yarın unutursan olmaz. Bu hiç bir işe yaramaz. Ve daha da kötüdür. İmam buyurdu ki; tövbe edipte tekrar günah işlemek, tövbe etmemekten daha kötüdür. Çünkü bu tövbeyi alaya almaktır. Allah'a karşı istihzadır.
Bu ikisi tövbenin rüknüdür. Evvelâ pişman olacaksın, işlediğin suçtan dolayı için tutuşacaktır. İkinci olarak; bir daha kesin olarak günah işlememek için karar alacaksın. Ancak iki şartı daha vardır:
1 — Halkın hakkını geri vermelisin. Allah adildir, kullarının hakkından vazgeçmez. Eğer halkın malını gasp etmişsen, onu geri vermeli en azından mal sahibinin rızasını almalısın. Eğer başkasının gıybetini yapmışsan, o şahsı bulup falanca, ben senin gıybetini yaptım deyip razılık almalısın.
Benim başımdan geçen bir olay var. Burada söylemek doğru olur mu bilmiyorum; Talebe idim, ancak talebe arasında gıybet çok az olur. Bazen bu üstadın, o hocanın arkasından gıybet edilir. Merhum Ayetullah Hüccet, (Allah gani gani rahmet eylesin) benim çok saygı duyduğum değerli hocalarımdandı. Bir defasında benimde bulunduğum küçük bir toplantıda, bu zatın gıybeti edildi. Bir ara bunun doğru olmadığını hissettim. Kendi kendime neden böyle oldu diye sitem ediyordum.
Bir yaz gecesi o merhumu, İmamzade Abdülazim'in türbesinde gördüm. Ertesi gün öğleden sonra evine gidip kapısını çaldım. Kapıyı açıp beni içeri aldılar. Başında bir takka bir yastığa yaslanmış oturuyordu, (Vefat etmeden iki sene önce idi.) Dedim ki; efendim bir konuyu size arz etmek için geldim. Nedir dedi. Ben çok az gıybetinizi ettim, ama çok da duydum. Ben bir daha sizin gıybetinizi etmemeğe ve kimseden dinlememeğe karar verdim.
Beni bağışlamanız için burada bulunuyorum. Bu saygı değer zat dedi ki; bizim gibilerin gıybetini yapmak iki türlüdür: Bazen İslam’a ihanet şeklinde olur. Bazen de şahsımıza yönelik olur. Ben ne demek istediğini anladım. Bunun üzerine; hayır, ben İslam’a ihanet olabilecek bir gıybette bulunmadım. Hepsi şahsınıza aittir. O zaman affettim dedi.
Eğer insan tövbe etmek istiyorsa, hakkını, borcunu Ödemelidir. Kendisine zekât farz olup ta vermeyen şahsın boynunda halkın hakkı vardır. Ödemesi gerekir. Rüşvet yiyen şahıs, sahibine geri ödemelidir. Her kim haram yoldan ne kazanmışsa geri vermelidir. Eğer bir cinayet işlemişse, sahibinden de rızalık almalı.
Hz. Ali (Â.S.) buyuruyordu ki: Tövbe etmenin bir şartı da halkın hakkını ödemendir. Meselâ; başkasının malını yemiş, ama geri ödeyecek durumda değilsin veya adam ölmüştür. O zaman istiğfar et, o şahsa da dua et, inşallah Allah onu razı eder. Allah'ın hakkını da eda etmelisin. Nedir Allah'ın hakkı? Meselâ, oruç Allah'ın hakkidir. Yediğin oruçları kaza etmelisin, yeniden tutmalısın. Kılmadığın namazların kazasını kılmalısın.
Hacc sana farz olduğu zaman yerine getirmediğin, hacca gitmelisin. Yani, bir kimsenin üzerine hacc farz olursa, Hacca gitmek için bütün imkânlar müsait olurda hacca gitmezse, bu dünyadan Müslüman olarak göç etmeyecektir, öleceği zaman Allah'ın melekleri ona derler ki; sen ki İslâm’ın önemli bir rüknünü ifa etmedin, şimdi muhayyersin, ister Yahudi, ister nasrani olarak öl, Müslüman olamazsın.
Nasıl olur ki, insan Müslüman olur da namaz da kılmaz mı? Bir kaç gece önce yine böyle bir konuşma yaparken bir bayan bana bir mektup vererek, eğer dinleyicilerinize saygı duyuyorsanız bunu toplantınızda okuyun dedi. Ben de bunu okumamda her hangi bir sakınca görmüyorum. Hatta yararlı bile olur.
Söz konusu bayan, mektubunda şöyle yazıyor: Ben bu toplantıya ilk kez geliyorum. Ve şiddetli bir şekilde etkilenmiş bulunmaktayım. Her zaman gelmeye de kararlıyım. Bu gece geldim ve her gece de geleceğim. Siz Füzeyl Bin Ayyaz'dan bunca söz ettiniz. Bir ayet okudu ve hidayete erişti. Namaz ve kalp huzuru ile ilgili bunca sohbet ettiniz.
Ama Bedbaht olan ben, Kur'an'ın manasım anlamıyorum. Ne yapayım? Namazın ne demek olduğunu bilmeyen benim için huzuru kalbin ne anlamı Var?» Yazısına şöyle devam ediyor : «Biz ilkokul, orta, lise ve üniversiteyi okuduk. Ama bize Kur'an okumayı öğretmediler.
Siz burada Arapça öğretilmesini sağlayınız. Halk Kur'an'ın ne demek istediğini anlayabilsin. Namazı anlasın, en azından namazı kendi ruhu ile kılsın, Kur'ân'ı kendi ruhu ile okusun. Okunan bir ayeti arılayabilsinler.
Önce bu bayana bir cevap vermek istiyorum: Müslümanların mutlaka Arapça öğrenmeleri gerektiğini hep söyleyip durmuşuzdur. Arapça öğrensinler ki, kıldıkları namazı, okudukları Kur'an ayetlerini anlayabilsinler. Ama ne yapılmalıdır? Dünya hırsı o kadar içimizi kaplamış ki, İngilizce bütün maddiyatın ve kazancın anahtarı olduğu için yedi yaşındaki çocuğumuza dahi İngilizce öğretmeye çalışıyoruz. İngilizce bilmeyen çok az aile vardır.
Ancak Arapça kursları düzenleyip de Allah için, Kur'an için öğrenmeye hazır değiliz. Defalarca ilân etmişiz ki; biz burada hem bayanlar hem de erkekler için Arapça kursları düzenlemeye amadeyiz. Gelsin, isim kaydı yaptırsınlar, erkekler ayrı, kadınlar ayrı sınıflarda başlasınlar. Bu müessese (Hüseyniye-i îrşad), Arapça öğretmek için ücretsiz olarak tüm imkânları sağlamaya hazırdır. Çünkü vaciptir.
Hz. Ali (A.S.) daha sonra gerçek tövbenin kemale ermesi için iki şart daha buyurmuştur: «Tövbe o zaman tövbe olur ki, haramdan kazandığın bu vücut etlerini, vücudundan atasın». Bunlar insan eti değildir. Yani; eğlence hayatında edindiğin bu etler, kemikler, haramdır. Bütün bunları vücudundan atıp yeniden helâl yolla kazanmalısın.
Babam anlatıyordu: Horasan'ın büyük din âlimlerinden olan, Şair ve Filozof merhum Hacı Mirza Habib Horasani'nin büyük bir gövdesi vardı. Ve çokta şişmandı. Bu adam ömrünün sonlarında, mana da hakikat ehli bir zatla tanışıyor. Hacı Habib onca şöhretine ve ilmi makamına rağmen, gidip bu adamın önünde diz çöküp oturur. Babam diyordu: Bu zatı öldüğü vakit çok zayıflamış, çökmüş olarak gördük. Aynen Hz. Ali (A.S.)'ın buyurduğu gibi (hâşâ ben bu zata hakaret etmek istemiyorum) gaflet anında edindiği bu et ve kemiği tamamen gidermişti.
Altıncı şartta ise şöyle buyuruyor : «Günah uğruna onca zevk tattırdığın bu vücudunu, ibadet ve itaat ederek eziyete sokmalısın.» Süt maması olmaktan kurtul. Süt maması olmakla Allah'a kulluk etmek bağdaşmaz. Oruç tutacaksın, zordur. Özellikle zor olduğu için oruç tut. Sabaha kadar ibadet etmek istiyorsan et.
Zor olduğu için ibadet et. Bir ara kendine eziyet et. Zorluklara katlan, kendini tedip et. Kur'an'da birbiri ardına zikredilen iki tabir vardır. Bunlardan biri; tövbeyi, temizleme ile birlikte zikrediyor.
«Allah tövbe edenleri sever ve temizlenenleri de sever» (Bakara: 222) Kur'an ne söylemek istiyor? Tövbe et ve bu tövbe ve su ile yıka. Temizlik sadece vücutça olmaz. Her gün duş alıyoruz. Bir kaç günde bir vücudumuzu sabunla yıkıyoruz, gömlek değiştiriyoruz. Üstümüze başımıza çeki düzen veriyoruz. Neden? Çünkü temiz olmak istiyoruz. O halde kalbini, gönlünü ve ruhunuzu da tövbe suyu ile yıkayınız. Temizleyiniz.
«Her kim günahtan sonra tövbe eder, kendini ıslah ederse, Allah'ta onun tövbesini kabul eder, Allah bağışlayan ve affedendir.» (Maide: 39)
Dün gece arz ettim ki; insanın yarısı diğer bir yansına karşı isyan eder. Ve yine arz ettim ki bazen insanın aşağılık duyguları, gazap, şehvet, şeytanî duygulan ayaklanır. Bazen de insanın ulu duyguları, ruhu, aklı, vicdanı, fıtratı, insanın derinliklerinde gizli kalan duygular kıyanı eder.
Dün geceki konuşmamda da belirttiğim gibi, kutsiyet ve takva adına şehevi mahrumiyet çeken insanların aniden dağıldığını, kendini kaybettiğini görürsünüz. İşte bu şahsın aşağılık (burada aşağılık ve ulu duygulardan maksadımız, mukaddes ve gayri mukaddestir.) duyguları ayaklanır, içinde büyük bir patlama olur.
Bu insan vücudundaki mukaddes unsurların icat ettiği inkılâp ve kıyamın aksinedir. Aklın ve ilâhi fıtratın insan vücudunda meydana getirdiği hareket mukaddes bir inkılâptır. Islah ile karışık mukaddes inkılâp eskinin bütün kötülüklerini silip götürür.
Arz ettim ki; Hz. Ali (A.S.): «Haramdan kazandığın vücut etlerini gidermelisin» buyurmuştur. Bu kısasın aynısıdır. Nefsanî şehvetlerden intikam almaktır. İşte inkılâp mukaddes oldumu tüm kötü eserleri silip atmak ister ve atar. Bu nedenledir ki, Kur'ân-ı Kerîm tövbe ile Islahı birlikte, içiçe zikretmiştir.
Dün gece de arz etmiştim bu gece Kadir gecesidir, Kur'an-ı karşımıza, alıp dualar okumamız gerekiyor. Bu nedenle sözlerimi kısa keseceğim. İnsanın özelliklerinden birisi de tövbe etmektir. Yön değiştirmek insanın özelliklerinden değildir. Bu yön değiştirmek hayvanlarda mevcuttur. Hatta bazı bitkilerde de vardır. Ancak adı tövbe olan ve bir çeşit mukaddes iç inkılâp sayılan yön değiştirme sadece insanın özelliklerindendir. Bunu unutmayın.
Peygamberin özelliklerinden birisi şudur ki; diğer beşeri liderler, bir inkılâp yaptıkları zaman en fazla, toplumun bir kitlesini diğer kitlesine karşı ayaklandırmaya muvaffak oluyorlar. Toplumda iki sınıf oluşturup, söz gelimi bir sınıfın eline silah verip diğerinin üzerine saldırtabiliyorlar. Bu bir yerde iyidir.
Şöyle ki: Toplumda bir zalim ve bir mazlum sınıfı oluştuğunda, mazlumu, zalimden hakkını olmaya davet etmek insanî bir davranıştır, İslâm’da bu vardır. Peygamberler de böyle yapıyorlardı. Özellikle İslâm’ın programlarında mazlumu zalime karşı teşvik etmek vardır. Hz. Ali (A.S.) oğulları Hasan ve Hüseyin'e yaptığı vasiyette buyuruyor ki:
«Her zaman zalime düşman ve mazluma yardımcı olun.» Ancak dünyada peygamberlerden başka hiç bir liderin başaramayacağı bir şey vardır. Beşerin kendisini, kendisine karşı ayaklandırmak, iç inkılâp yapmasını sağlamak, işte bunun adı tövbedir. Siz, peygamberlerden başka, insanı kendi kötülüklerine karşı aşağılandıran bir kimse bulamazsınız.
Peygamberler sadece mazlumu zalime karşı ayaklandırmakla kalmıyor, zalimi kendisine karşı ayaklandırmayı da başarıyor. Eğer İslâm tarihini inceleyecek olsanız göreceksiniz ki, İslâm, hem mazlumları, mahrumları, toplumun yoksullarını zalim Ebu Süfyanlar ve Ebu cehillere karşı ayaklandırmış, hem de Ebu Süfyanların sınıfından olanları kendilerine karşı ayaklandırmış ve mustazafların, mahrumların safına yerleştirmiştir. Bu artık sadece Peygamberlerin ve Evliyanın gücü dâhilindedir.
Beşeri kendi kötülüklerine karşı ayaklandırmaya peygamberler ve muvahhit imamlardan başka kimsenin gücü yetmez. İmam Musa bin Cafer, bir gün Bağdat çarşısından geçerken, bir evden müzik, çalgı, kahkaha sesleri yükseliyordu. Kapının önünde, elinde yiyecek dolu bir tepsi bulunan bir hizmetçi gördü. İmam, hizmetçiden bu ev rahibinin köle mi, hür mü? Olduğunu sordu. Bu soruya çok şaşıran hizmetçi:
Elbette ki özgürdür. Şehrin tanınmış ileri gelenlerinden falanca şahıstır, dedi. İmamla hizmetçi arasında başka soru cevaplarda geçmiş olabilir, ancak tarihte yazılı değil. Bu kadarını yazmışlar. Hizmetçinin eve dönüşü biraz uzun sürer. Geri döndüğünde, ev sahibi neden geç kaldın? Diye sorunca; hizmetçi, kapının önünde gördüğü adamı anlatır.
Hizmetçiye sordukları ve kendisinin verdiği cevapları anlatır. Sonunda bana dedi ki; bellidir bu ev sahibinin köle, kul olmadığı, eğer kul olsaydı bunca ses seda yükselmezdi...
Ev sahibi hizmetçinin anlattıklarından o adamın İmam Musa bin Cafer olduğunu anlamıştı, İşte iç inkılâp icat etmek ve tövbeye sevk etmek budur. Bunu sadece peygamberler ve evliyalar başarır. Bunu duyan ev sahibi, ayakkabılarını giymeye bile fırsat bulamadan sokağa koşar. İmam'a yetişip ayaklarına kapanarak:
Efendim, siz doğru söylediniz ben kulum, köleyim, ama bunun farkında değilim. Efendim, bu saatten itibaren gerçek kul olmak istiyorum. Sizin aracılığınızla tövbe etmeğe geldim. Oracıkta tövbe edip döner. Her şeye son verir. Ve o günden sonra da ayağına ayakkabı giymez. Nedeni sorulduğunda; İmam Musa bin Cafer (A.S.)'ın huzurunda bana tevfik nasip olurken ayağımda ayakkabı yoktu, bu nedenle artık ayakkabı giymeyeceğim diye cevap verir.
Bin Kureyze ve hadisesinde, İslâm ve Müslümanlara ihanet ettiği için, Peygamber Bin Kureyze kabilesinin işini bitirmek istiyordu. Yahudiler, Ebu Lebabe'yi bize gönderin, o bizimle anlaşmalıdır, onunla meşveret edelim, dediler. Peygamber Ebu Lebabe'yi gönderdi. Ebu Lebabe Yahudilerle meşverete oturduğunda onlarla, özel ilişkilerinden dolayı, İslâm ve Müslümanların zararına ve yahu-dilerin yararına olan bir cümle sarf etti. Geri döndüğünde ihanet ettiğini anladı.
Hiç kimse onun ihanet ettiğini bilmiyordu. Ama o Medine’ye doğru attığı her adımda içinde ateş tutuşuyordu. Evine geldi, ama çoluk çocuğunu görmek için değil. Evinden bir ip alıp doğru camiye gitti ve kendini bir direğe sıkıca bağladı. Ve Allah'ım benim tövbem kabul oluncaya kadar kendimi çözmeyeceğim, dedi.
Yalnızca namaz kılmak ve ihtiyaç gidermek için kızı ipi çözüyor, sonunda tekrar bağlıyordu. Durmadan inliyor ve yalvarıyordu: Allah'ım yanlış yaptım, günah işledim, İslâm ve Müslümanlara ihanet ettim, peygamberine ihanet ettim, tövbem kabul olana kadar kendimi çözmeyeceğim.
Durumu peygambere ilettiler. Peygamber buyurdu ki; eğer o direk bana gelseydi ve bana açıkça itiraf etseydi, ben tövbesinin kabul olması için dua ederdim. Ama o direk Allah'a yöneldi Allah ona teveccüh eder. Bu olaydan iki gün geçti geçmedi, Peygamber, Ümmü Seleme'nin yanında iken Ebu Lebabe'nin tövbesi kabul oldu diye vahy geldi. Peygamber Ümmü Seleme'ye söyleyince, Ümmü Seleme Ya Resulallah izin verirseniz bu müjdeyi Ebu Lebabe'ye ben ileteyim.
Peygamber, sakıncası yoktur buyurdu. Peygamber'in odalarının her birisinden bir kapı açılıyordu camiye. Ümmü Seleme, kapıdan Ey Ebu Lebabe müjdeler olsun tövben kabul oldu, diye seslendi. Bu söz top gibi Medine'de çınladı. Allah, Ebu Lebabe'nin tövbesini kabul etti. Müslümanlar Ebu Lebabe'yi çözmek isterken o, hayır kimse bu ipleri açmasın, ben istiyorum ki, peygamber bu ipleri kendi elleriyle çözsün. Bu istek Peygambere iletildi.
Ve Peygamber bizzat kendisi Ebu Lebabe'nin iplerini çözdü. Ve çözerken de : «Ya Ebu Lebabe Allah senin tövbeni kabul etti. Sen şimdi anadan yeni doğmuş bir çocuk gibisin», buyurdu. Medine'ye gidenler Mescidün Nebi'de bir direğin üzerine «Ebu Lebabe sütunu» yazılı olduğunu görmüştür. İşte bu o direktir. O zaman ağaçtı ama şimdi yeri değişmemiş, aynı yerdir.
Ebu Lebabe daha sonra Peygambere, eğer izin verirseniz, tövbemin kabul olması şerefine bütün servetimi Allah yolunda sadaka vermek istiyorum. Peygamber olmaz dedi.
O halde izin buyurun üçte ikisini vereyim. Yine Peygamberin cevabı hayır oldu. Yarısını vereyim, hayır. Üçte birini vereyim, Peygamber sakıncası yoktur, dedi. İşte İslâm. Her şeyin hesabı kitabı var. Neden servetinin hepsini veya yarısını Allah yolunda sadaka veresin? Çoluk çocuğun ne yer ne içer? Üçte birini ver, gerisini sakla.
Müslümanlardan biri vefat etmişti. Peygamber efendimiz cenaze namazını kıldıktan sonra; kaç tane çocuğu var, onlara ne bırakmış diye sordu. Ya Resulullah, biraz serveti vardı ancak ölmeden önce hepsini Allah yolunda hibe etmiş, dediler. Peygamber efendimiz buyurdu ki; «eğer bunu önceden bana söyleseydiniz, ona namaz kılmazdım geride aç çocuklar bırakmış.»
Diyorlar ki, ölmeden önce, mallarımı Allah yolunda harcayın diye vasiyet etmek istiyorsan, üçte birine vasiyet et. Çünkü üçte birinden fazlası geçerli değildir.
İşte gerçek tövbe buna denir. Elbette ki, tövbenin dereceleri vardır. Hiç bir zaman meyus olmamalıyız. Bu tövbe konusunu özellikle bu gecelerde açtım. Çünkü bu geceler dua ve ibadet gecelerdir. Kardeşlerim, ilk merhalede bağışlanmanızı dileyin, tik merhalede, geçmişin günahlarından kurtulmaya çalışın.
İkinci kere günah işlememeğe karar verin. Halkın hakkını geri vermeye karar verin. Allah'ın hakkını kendisine iade edin. İşte temizlenmek budur. Eğer kendinizi temizlerseniz, bütün dualarınız kabul olur.
Allah'ım kendi lütuf ve kereminle günahlarımızı affet.
Allah'ım bizi bu mukaddes gecelerin feyzinden mahrum etme.
İNSANİYET MEKTEBİ
Bismillahirrahmanirrahim
Konumuz insaniyet mektebidir. Bizim (Kısa süre önce) tanıdığımız ve dünyada yegâne araştırmacı ve muhakkik olan insan. Kendisi, daima kendi bahis konularından biri ola gelmiştir. Yani; İnsanın bahis konusu ettiği meselelerden biri de kendisi olmuştur.
İnsaniyet kelimesinin anlamı, bir çeşit yücelik ve kutsiyet taşımaktadır. Nasıl ki, insanın hayvan üstü özellikleri mukaddesat olarak tanınmakta; Bilim, Adalet, Özgürlük, Ahlâkî vicdan ve bunlar gibi.
O halde insan ve insaniyet bir bütün olarak mukaddes bir varlık şeklinde tanınmış ve tanınmaktadır. Yani beşerî mukaddesatın bir çoğu hakkında şüpheye düşülmüş hatta inkâra kadar gidilmişse de dünyada henüz hayvan üstü boyutlar taşıyan insaniyet özelliklerinden dolayı insanı küçümseyen ve takdis etmeyen bir mektep zahiren mevcut olmamıştır. Mevlâna meşhur mısrasında şöyle dile getiriyor.
Göster yüzünü ki, bağ ve gülistanım arzular.
Aç dudaklarını ki, yığınla şekerim arzular.
Yakup gibi hep söylerim va esefa!
Kenan'ın Yusuf'unu iyi görmeyi arzular.
Bu uyuşuk yoldaşlarla yüreğim sıkıldı.
Allah aslanı ve Rüstem destanı arzular.
Başka bir şiirinde de şöyle diyor:
Dün şeyh, geziyorken şehir civarını
Yürek sıkıntısından bir insan arıyordu.
Dedim, bulunmaz aramışız biz,
Söyledi, işte bulunmayan, arzumdur.
Sadi «Teyyibat»mda bir karşılama yapmış veya bir cevaptır vermiş:
Candan çıkmamış canan arzundur
İçindeki ateş sönmede iman arzundur.
Ne görmüş ne mertlik etmişsin,
O zaman mertlik sofrası arzularsın
Firavun gibi hep söylersin Enel-hak
O zaman Musa yakınlığı arzularsın.
Her halükârda beşer edebiyatının, gerek dinî gerekse gayri dinî bir kısmını insaniyet meselesi ve tahlili teşkil ediyor, özellikle İslâm edebiyatında gerek Arapça ve gerekse Farsça çehresinde bu dalda bir çok konu mevcuttur, timin büyük bir ilerleme kaydettiği son asırda, insaniyet, eski beşeriyetin tanıdığı mukaddes makamdan, çok ezici bir şekilde bir derece düşüş kaydetmiştir.
Çünkü bir varlık ne kadar yükseliş kaydederse, bu yükselişten düşüşü ister istemez ezici bir düşüş olacaktır. İnsan tam bir yarı ilâhî makama ermişti. Edebiyatımızda insanın yarı ilâhî bu makamından ne kadarda söz edilmiştir:
Kudüs bağı kuşuyum, nasıl söyleyeyim gurbeti,
Neden bu dönen hadise dünyasına düşmüşüm.
Ve Hafız diyorki :
Arş kongresinden sesliyorlar seni
Bilmem ki, nedir düşen şu tuzağa,
Son iki üç asırda insan, kendisi kendisine varsaydığı ulu makamdan bir derece çok ezici bir şekilde sukut etmiştir. Beşer ilk olarak Heyeti Âlem meselesini keşfetmiştir. Yer küresinin, dünyanın merkezi ve diğer yıldızların onun etrafında döndüğünü kabul eden eski düşünce bir derece değişmiş ve dünya güneşin etrafında dönmesi gereken küçük bir yıldız oluvermiştir. Oysa güneşin kendisi bile yıldızlar dünyasında pek fazla ehemmiyete haiz değildir.
Bu durumda, yaradılış amacının merkezi olan insan şiddetle şüphe ve inkâra maruz kalmıştır. Artık hiç kimse cesaret edip de: Ey insan, sen daire-i imkânın merkezi, bütün yaratılmışların en beğenilmişi, lahutî mücevheratın şahsın, diyemiyor. Demek ki bizim insan hakkında hayal ettiğimiz gibi değilmiş. İnsan, yer küresinin yıldızlar ve Eflâkin merkeziyeti düşüncesi ile dolduğu fikir merkeziyetini bu ilmî darbe ile kaybetmiştir.
Daha sonraları insan üzerine çok daha ezici birçok darbe inmiştir. Bunlardan biri, insanın kendisini takriben semavi bir ırk, Allah halifesi İlâhî bir nefes olarak tanımlıyor. Allah'ın Ruhunun, bu gövdeye üflenmesiyle insan vücuda gelmiştir.
Çeşitli varlıkların değişkenliği konusundaki biyolojik araştırma, insan ırkını, bir kez daha insanın aşağı ve hakir saydığı bu hayvanlara bağlamıştır. Dedi ki; Ey insan, Sen maymun ırkındansın veya maymun ırkından olma-san bile, herhangi bir hayvanı nesildensin. Diğer hayvanlar gibi aynı ırktansın Bu sözde ilahi boyut böylece insandan alınmış oldu. Bu da insan kutsiyetine inen ayrı bir darbedir.
O çok etkili darbelerden birinde, insanın, zahiren parlak olan geçmişine indirildi. Yani, insan kendi çabalarında, tüm kötülüklerden arınmış temiz, sadece ilâhi aşk besleyen, iyilik ve ihsandan başka birşey düşünmeyen, adî, hayvani boyutlardan arınmış faaliyetlerde bulunabileceğini göstermiştir. Aniden varsayımlar ortaya çıkarak; Denildi ki; Hayır, insanın kendine hazırladığı bu dosya, böyle ter temiz ve mukaddes değildir.
Beşerin, ilim severlik, sanat, güzellik, ahlâk, vicdan diye adlandırdığı, takdis ederek yücelttiği ve onlara tabiatüstü boyutlar kazandırdığı tüm çabaları hayvanlarda da bulunabilen, faaliyet türündendir. Ancak, bir takım mekanizma ile daha karışık, bir şekil almıştır.
Biri bütün bunların kaynağının kadın olduğunu söylerken; Bizim Sa'di de; «insanoğlunun zevk ü safa kaynağı kadındır.» diyor. Ama diğer bir grup da der ki; kadın sadece insanın zevk ü sefa kaynağı değil, düşüncesinin ve gönlünün de kaynağıdır. Diğer birileri de; Bu makamı insan için çok Ulu bulmuş, biraz daha aşağı inerek; kadından da aşağıdır, demişlerdir.
Demek ki: İnsan dosyası parlak geçmişine nazaran takdis ve takdire şayan faaliyetleri, bir takım darbelerle bozguna uğratılmış ve ortadan kaldırılmıştır. Yavaş yavaş iş o yere vardı ki: Gelin bu varlığı inceleyelim dediler, bu varlık ki; Kendisini bir gün yaradılış, dünya ve âlemin merkezi addediyor, ilâhi ruhun bir örneği var sayıyor. Kendi davranışlarına olağan üstü bir kutsiyet ve hayvan üstü boyutlar tanıyan bu varlık aslen nedir?
Bunun gövdesini ne teşkil ediyor? Yine başka bir varsayım ortaya çıkarak; Bu iddia dolu varlık ile bitkiler hatta cansız varlıklar arasında hiçbir fark yoktur. Dokunuş, düzen ve şekil açısından farklıdır. Ancak bunları meydana getiren madde ve köken açısından herhangi bir fark yoktur, ince dokunmuş bir parça, ile, bir çuval farkı gibidir. Her ikisi de iplikten dokunmuştur. Ancak çuval daha kaim ipliklerle dokunurken, kumaş parçası çok daha ince ipliklerle dokunmuştur. Evet, insan ile bitki veya cansızlar arasında zarafet, dokunma ve daha birçok şeylerde fark vardır.
Yalnız bunları meydana getiren asıl maddede biç-bir fark yoktur. Başka bir ruh ve ilâhi bir nefha mevcut değildir. İnsan, diğer makineler gibi bir makinedir. Yani makine cinsindendir. Elbette ki; Makineler arasında fark vardır, senin kolundaki saat da benim cebimdeki saat da bir maktadır. Bir bisiklet, bir otomobil de birer makinedir. Üç milyon parçadan oluştuğu söylenen Apollo da bir makinedir. Daha büyük ve daha karmaşık, ama bununda diğer makineler gibi olduğuna ve başka boyutları olmadığına şüphe yoktur. Bunun insaniyet gövdesine indirilen en büyük darbe olduğu görülüyor.
Ancak bütün bunlarla birlikte, bütün insanî değerler, barış, özgürlük, maneviyat, adalet ve acıma gibi anlamları ciddiye almayan bir gurup felsefeler ve felsefî sistemler dışında yüzde yüz mahkûm edilmemiştir. Ondokuzuncu asrın ortalarında, yirminci asrın ikinci yarısında bulunduğumuz bu zamana kadar insaniyet iki kere zuhur etmiş, asaletine kavuşmuş, dünyada insanî hatta insanperest, adıyla mektepler ortaya çıkmıştır.
İnsan geçmişte mabut değildi, büyük bir ayet ve büyük bir maneviyat kapısı idi. Kuşkusuz ki Kur'ân-ı Kerîmde maneviyat için insanı, Allah'ı ve tabiat ötesi varlıkları tanımak için başkaca her ayetten saha uygun görmüştür. «Yakından ayetlerimizi af akta ve nefislerinde onlara göstereceğiz». (Fussilet: 53) Fussilet Afak ve enfüs (nefisler) kelimelerini ayrı ayrı zikretmiştir. Arifler, edipler ve şairler arasındaki, afak ve enfüs Istılahları işte bundan kaynaklanmıştır. Yeryüzünde meleküt ve gaybı müşahede etmek için ayetler, belirtiler vardır.
Özellikle sizin vücudunuzda (bu sizin vücudunuzda kelimesini ayrı zikrediyor.) Görüyor musunuz? Yani niçin basiretiniz yok? Neden dikkat etmiyorsunuz? Kendi kendinize dikkat edin, bakınca görün. Geçmişte büyük bir ayet ve insanın kendinden ilâhi maneviyat, gaybe iman ve maleküte doğru bir geçiş kapısı olan (insan) yine konu ediliyor. Ama bu kez ayrı bir şekilde konu edilmiştir. Öyle bir şekildeki; tezatlardan kurtulmadığı gözleniyor.
İşte en önemli mesele ve sorun budur. Yani beşeriyet Yeniden kutsiyetine kavuşmak istiyor. Yeniden amaç ve gaye olacak şekilde kendisini bulmak istiyor. Ancak eski ölçüler ortaya atılmadan kendisine ilâhi ve gayri ilâhi boyutlar kazandırılmadan «yeryüzünde olanların hepsi insan için yaratılmıştır.» Meselesi dikkate alınmadan, O’na ruhumdan üfledim.» Ortaya konulmadan. Allah kendi ruhundan yani bu dünyadan olmayan, ayrı bir dünyadan bir şey yüklemiştir ona, yani o bir uluhuyet mazharıdır. Hayır, bunlar artık ortaya atılmamalıdır.
Hatta insanın iç duygulan ve insana hareketlilik kazandıran boyutlar üzerinde dahi konuşulmamalıdır. Ama aynı zanlında da insan ve insan şuuru mukaddes ve saygı değer olmalıdır. Şimdi sizde görüyorsunuz ki, herkes hangi ideolojiyi benimserse benimsesin, ben barış taraftarıyım, özgürlük yanlışıyım, beşer severim, adaletçiyim, halkçıya n ve insan haklarını destekliyorum, diyor.
Hatta insan hakları bildirileri «zâti insan haysiyetine saygı» ile başlıyor: Yani beşere, saygı ve takdire lâyık daha sonraki eğitime esas olabilecek bir zâti haysiyet kazandırmak istiyorlar. Öyle ki; ben zâtı âlinize saygı ve takdise layık bir zatî haysiyete sahip biri olarak tanınmalıyım ki, sizin zatî kutsiyetinize iman edeyim.
Bu inanışa rağmen ben sizin hukukunuza tecavüz edebilirim. Siz de aynı şekilde bende böyle bir zati kutsiyetin varlığına inanıyorsunuz, buna rağmen benim hukukuma tecavüz edebinsiniz. Ancak sizin, benim bu zatî kutsiyetime inanışınız benim haklarıma ve özgürlüğüme tecavüz etmenize engel olmuyor, insan sever felsefe taraftarı olanlar eski ölçülere göre olmayan bir felsefe istiyorlar. İşte buradaki önemli ve esas sorun karşımıza çıkıyor, beşer yaşamında, düşüncesinde ve hiç bir dayanağı olmayan mantığında büyük tezat meydana gelmiştir.
Evvela küçük bir noktayı arz edeyim : Dünya araştırmacılarından, insan severliği genel barış anlamını taşıyan şekilde açıklayabilen olacağını sanmıyorum. Elbette ki, normal fertler arasından bazı kişiler beşeriyet ve insan sevgisinden söz edildiği zaman: Efendim, herkes beşeridir, buna göre herkes eşit olmalı ve herkese aynı gözle bakılmalıdır, diyenler vardır. Biz diyoruz ki tüm insanlar, insanî değerler açısından eşit değillerdir.
Biri bilgili diğeri bilgisizdir. (Burada diyebilirsiniz ki, bilgisizliğin nedeni, ilmi imkânların kendisine sağlanmamasıdır.) Bir beşer, temiz ve perhizkâr, diğeri ise kirli ve kötüdür. Biri zalim, diğeri mazlumdur. Biri hayırsever, diğeri kötülük yapandır.
Acaba, insan severlik hükmüne dayanarak herkes beşerdir, bizim için hiç fark etmez diyebilir miyiz? Biz insana saygı duyarız; ama bilgisiz mi, imanlı mı, imansız mı, takvalı mı, takvasız mı, iyimser mi, kötümser mi, ıslah edici mi, zarar verici mi, fesatçı mı? Bizi ilgilendirmez, biz genel barışçı ve insan seven olmalıyız.
Artık bir insanın herhangi bir meslek ve mektebe bağlı oluşu bizim için fark etmemelidir. Zamanımıza ait uzak bir kıtadan örnek veriyorum: Lomomba bir insandı, Musa Çomba da bir insandı. Biyolojik açıdan Lomomba'nm ırkı ile Musa Çom-ba'nm ırkı arasında hiçbir fark yoktur.
Musa Çomba'nın kan grubunun, Lomomba'nın kan grubu ile farklı olduğu varsayılsa bile, eğer siz bunların birinden nefret ediyorsanız bu kan grubundan ötürü değildir, başka bir nedene dayanmaktadır. Ama siz, bir insan sever olmak isterken bu iki kişiye karşı her ikisi de insandır, diye tarafsız kalabilir misiniz?
İnsan olduklarına göre ne fark eder, Lomomba'yı, Çomba'yı sevdiğim kadar, Çomba'yı da Lomomba'yı sevdiğim kadar seviyorum. Eğer nefret etmem gerekiyorsa, her birisinden bir miktar nefret ederim. Ama böyle değildir. İnsanla hayvan arasında köklü bir fark vardır. Şöyle ki, insan bir hayvandan daha çok bil-kuvve ve daha az bilfiildir. Yani: Bir bilfiil attır. Yani (bir atda bulunması gereken bütün her şeye sahiptir. Çok az bir miktar eğitimle atlığa ekleniyor.
Bir at bilfiil at olarak dünyaya geliyor. Kedi, bilfiil kedi olarak dünyaya geliyor ve... Ancak şu insandır ki, yüzde yüz bilkuvve olarak dünyaya geliyor. Yani, dünyaya geldiği zaman, gelecekte ne olacağı henüz belli değildir. Belki de gelecekte bir kurt gerçeğine dönüşecektir.
Şeklen insandır ama gerçek bir koyundur. Aynı şekilde gerçekte bir insan da olabilir. İranlı büyük İslâm filozofu Sadr-ül-Müteallimin, ısrarla insan fertlerinin hepsi bir çeşittir diyenlerin yanıldıklarını söylüyor. Ona göre, ne kadar insan varsa o kadar da çeşit vardır. Çünkü insan cinstir çeşit değil.
Elbette ki o bir filozoftur. Biyolojik açıdan bakmıyor. Sadece endam ve dış görünüşe bakan bir biyolog'a göre tüm insan fertleri bir çeşittir. Ama insanı mütalaa eden filozof, insan gerçeğini meleklere ve insaniyet diye adlandırılan şeye bağlıyor. Bu nedenle tüm insan fertlerinin aynı çeşit olabileceğine inanamıyor.
İnsan sayışma göre de çeşit vardır, diyor. Bunun içindir ki insan değerlerinin bilkuvve olduğunu söylüyoruz. Bazı insanlar, gerçek insanî makama erişirken birçoğu da bu gerçek makamı elde edemiyorlar. Hz. Ali (A.S.)'ın tabiri ile «Şekil insan şeklidir, ancak içi bir yırtıcıdır», bir kaplandır, bir domuzdur, bir aslandır, bir kurttur. Ama ne var ki içi de dışı da aynı olan yani gerçek bir insan olma, tüm insan fertlerinde mevcut değildir.
Dedik ki, dünya iki kez büyük çapta insaniyet mektebine doğru yönelmiştir. Yani, dünyada insaniyet felsefesi adında bir takım felsefeler ortaya çıkmıştır. Belki de bunların en ilginci şudur: Ondokuzuncu asrın ortalarında August Comt adında biri insaniyet dinî adında yeni bir teori ortaya koymuştur.
Bu adam, bir yandan Jul ve düşüncesi, diğer yandan gönlü ve vicdanı arasında ilginç bir çıkmazda karar kılmıştı. Bunun üzerine sonraları, insaniyet dinî adında bir teori ortaya atmıştır. Din beşer için çok zaruridir, toplumda görülen tüm fesatlar, din hafife alındığından dolayıdır.
Eski din (O her zaman Katolik mezhebini dikkate alıyormuş) bu günkü beşer dinî olma salahiyetine haiz değildir. O kendi görüşüne göre üç dönem teşhis etmişti : Tabiat ötesi Rabbani dönem, aklî ve felsefî dönem, ve müspet ilim dönemi.
Ona göre Katolik mezhebi, beşerin tabiat ötesi düşünce tarama yöneliktir. Bugün artık bilim çağıdır, beşer bugün tabiat ötesi düşünceyi kabul etmiyor, tcad ettiği yeni dinine diğer dinde olan gelenekleri, amelleri, ilkeleri kabul etmişti. Hatta kendi dinine Keşiş bile tayin etmişti.
Hatta Onun, Katolik mezhebinden iktibas ettiğini de söylemişlerdir. Katolik Mezhebinde olan gelenekler ve amelleri kendi insaniyet dinine de yerleştirdi.
Bazıları ona, biz ilâhi kökeni olmayan bir dinle ilgilenmiyoruz diye itirazlar etmişlerdi: «Katolik mezhebini kabul etmiyor isen, bir âlim nazarında hurafe sayılabilen bu teşrifatı neden kabul ediyorsun? Sen Allah'ı kabul etmiyor ama O'nun buyurduklarını uyguluyor ve kabul ediyorsun vb.» Bir bakıma oda haklıydı: Beşer ibadet etmeye, tapmaya muhtaçtır.
Bir takım adet ve adabı uygulama ihtiyacını hissetmektedir. İşte o bunları ayrı anlam ve unvanla getirdi. O beşer arasına gaybi kökeni olmayan ama bir takım ibadet ve gelenekleri içeren bir din getirdi. İlginçtir ki, bazı kitaplar bu adamın Amerika ve Avrupa da birçok mensubu olduğunu da yazmıştır. Hatta bu adamın icat ettiği dinin bugün bile birçok taraftarı olduğu ve evinin, taraftarlarınca Kâbe kabul edildiğini yazmışlardır.
Okuduğum Arapça bir kitapta: Bu adamın birisinin karısına âşık olduğu, sevgilisinin kocasının tutuklanarak ömür boyu hapse mahkûm olduğu ona kavuşmadan kadının öldüğü, bu nedenle söz konusu kişinin akıl dünyasından gönül ve duygu dünyasına geçtiği ve bunun neticesinde insaniyet dinini icat ettiği yazılmıştı. Yine bu kitaba göre, bu dinin taraftarları bu adamın sevgilisini icat ettiği dinin Meryem’i olarak kabul ediyorlar.
Yani, Hıristiyanların Meryem'e duydukları Kutsiyet ve saygıyı, bunlar da Augus Comt'un insaniyet dininde sevgilisine duyuyorlar. Ancak sonraları, insaniyet mektebi, başka bir deyişle beşer asaleti başka şekillerde ortaya çıkmıştır ki, bugün görüyor, okuyor ve duyuyorsunuz. Bütün konuyu bir konuşmaya sığdırmam gerektiği için çok kısa ve özet olarak arz ediyorum. İnsan ve insan asaleti bölümünün konusu çok geniştir. En azından bunları sorular halinde arz etmeye çalışacağım:
İnsan hakkında yöneltilen sorulardan biri de insanın özgürlüğü, yetkisi, sorumlulukları alanı ve görevidir. Acaba insan gerçekten özgür ve muhtar bir varlık mıdır? Yerine getirmesi gereken sorumluluk ve ifa etmesi gereken görevi var mıdır? İslâmi mantık açısından cevap veremezseniz, yüzde yüz söylememiz gerekiyor. Kur'an-î Kerîm'de «Eddahr» da denilen 'İnsan' adında bir sure vardır. Bu sure insan adıyla başladığı için insan suresi diye adlandırılmıştır. Bu surenin başlangıcında insan adından söz edilirken, insanın özgürlüğü, yetkisi, görevi ve sorumluluğu da dile getiriliyor:
Buna göre insan, yaratanın karşısında mecbur bir varlık değildir. Yaratan ondan ne istemiştir? Ondan özgürlük istemiştir, onu özgür, görev ve sorumluluk, yüklenen bir varlık olarak yaratmıştır. Hatta sizin bundan daha büyüğünü bulamayacağınız bir tabir kullanmıştır insan hakkında Kur'ân-ı Kerîm: «Allah halifesi» diye buyuru]muştur.
Kuşkusuz ki, hiç bir kitap Kur'an kadar insanı takdis etmemiştir. Buyuruyor ki : «İnsanı ilk yarattığımızda meleklere duyurduk ki, ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.» Melekler soru mahiyetinde bir itirazda bulundular. Allah buyurdu ki : «Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.» (Bakara: 30) «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,» Yani ilâhi dediğimizden kast edilen budur. Bu neyi anlatıyor? Bu varlığın vücudunda mevcut olan çok sayıda istidadı.
Ve Âdeme tüm isimleri öğretti.
Bakınız, kendisi bir insaniyet mektebi olan islâm, felsefi boyutlarda insana nasıl bir makam tanımış.
Bütün ilimlerin isimlerini: Bir şeyin ismini bilmek bir şeyi tanımanın anahtarı olduğuna göre bütün ilimlerin anahtarlarım ona öğrettik. Sonra yukarı alemin meleklerini bu insanla yarış meydanına getirdik, insan kazandı. Daha sonra onlara dedim ki ey melekler! söylemedim mi? Benim bildiğimi siz bilmiyorsunuz.
Siz madalyonun öbür yüzünü okudunuz dediniz ki; bu yaratık şehvet ve gazap sahibidir, adam öldürür kan döker. Ama madalyonun öbür yüzünü okumadınız. Hepsi itiraf ettiler: Allah'ım biz bilmiyoruz, biz ancak senin öğrettiğini biliyoruz, işte o zaman meleklere bu mevcudun karşısında huşu ile secde etmelerini emrettik.
«Meleklere, Âdeme secde edin dediğimizde hepsi secde ettiler,» (Bakara: 34)
Her halükârda insana özgürlük, yetki ve görev tanıması açısından Hâk halifesi kavramı çok önemlidir. Ben Allah, kendim yaratanım, yaratıcılığımdan bir kısmım senin uhdene bıraktım. Sen ifa etmelisin. Sen, benim yaratıcılığım ve faaliyetimin mazharısın. İnsan konusunda diğer bir mesele de, insanın zevk ve saadetidir.
Bunu da özet olarak açıklayayım: İnsan zevk peşinde koşuyor, haliyle bunu nerede aramalıdır? Zevki, içte mi dışta mı aramalıdır? Yoksa hem içte hem dışta mı? Zevki kendi dışlarında arayanlar ve sürekli olarak, hayattan tat alma hayalinde olanlar kendilerini bir insan olarak tanımıyorlar.
Yani, kendileri lezzet ve zevk merkezi olan (ki, zevk insanın içinden kaynaklanıyor) biri olarak tanımıyorlar. Zevki nerede aramaya çalışıyor? İçki kadehinde ve pavyonlarda mı? Ne güzel demiş Rumî Molla içki içerek iyiliğe sevk ve kötülükten alıkoymak isteyen adam : «Sen hoşsun iyisin, hoşluğun merkezisin de neden bade minnetine katlanıyorsun?»
Ancak dış dünya ile tüm ilişkileri keserek bütün zevkleri içte aramak doğru değildir. Mevlana bazı şiirlerinde bu konuda belki de mübalağa etmiştir:
Zevk yolunu içte ara, dışta değil.
Anane ve gelenekte arayanı ahmak bil.
Bir zindan köşesinde şen ve şad iken,
Diğer kendi bağında oldu bir murad.
2
İNSANİYET MEKTEBİ İNSANİYET MEKTEBİ
Maksat dış ilişkileri tümüyle koparmak değildir. Demek istediği, insan eğer. zevk istiyorsa, bütün zevkleri dış maddiyatta bulacağını sanmasın, asıl zevk merkezi kendi vücudundadır. Veya en azından ikisi arasında eşitlik sağlamalıdır.
İnsan hakkında, daha birçok konu vardır.
Ben ancak kısaca size arz ediyorum. Kendini insaniyet mektebi addeden tabiatıyla bir takım soruları cevaplandırmalıdır. Eğer bu sorulara cevap verebiliyorsa, ancak o zaman gerçek anlamda insaniyet mektebi olabilir. Şunu arz etmekte yarar görüyorum: Arz ettiğim gibi, insan maneviyat dünyasına bir kapıdır.
Yani, beşer aslında kendi vücudunda maneviyat ve insaniyet, din ve insaniyet birbirinden ayrılmaz iki parçadır. Yani, ya din ve insaniyeti) bir arada bırakmalıyız veya birini tutmak istiyorsak öbürüne de tutmalıyız. Dinî tutup da, insaniyet ve kutsiye-tini bırakamayız. Veya insaniyeti tutup da dinî bırakamayız. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz ve iç içedir. Bizim beşeri asalet mekteplerinde iddia ettiğimiz tezat işte budur.
Esas şudur ki, insaniyet geçmişte düşüşe uğradıktan sonra -ki, bu yanlış bir düşüştü- Yani: Batlimuscu heyetin değişikliği, bizim insanın yaratılışının gayesi olan yüce makamı hakkında şüpheye düşmemize sebep olmamalıdır. Yer küresi ister dünyanın merkezi olsun ister olmasın, insan dünyanın amacıdır.
Dünyanın amacıdır ne demek? Yani; kendi gelişme yolunda akıp gitmekte, ister insanî kendi basma bir varlık kabul edelim, ister hayvan neslinden olsun: Bu, bizim onun ilâhi ruha sahip olduğunu kabul etmemizde veya etmememizde bir şey fark etmez dedi, «Üfledim ona kendi ruhumdan» ama O insan Allah ırkından meydana gelmiş dememiştir.
Eğer insan hakkında: Meselâ, onun maddesi başka bir dünyadan getirilmiş deseydi o başka dünyadan getirilen madde, onu yüce ve mukaddes bir varlık kılardı: Ey felsefesi beşer, sevgisi ve iman konusu beşeriyet olanlar: Biz diyoruz ki, insanda ihsan, iyimserlik ve hizmet diye bir duygu var mı, yok mu? Eğer hiç bir şekilde yok diyorsanız ki, beşeri davet etmek yanlış, bir taş veya hayvanı davet etmek gibi olur. Hayır, vardır ama bu var olan nedir?
Belki birisi, bizde de var olan, diğerlerine karşı hizmet duygusu karşılıklıdır, diyebiliriz. Bize göre insan severlik duygusu, bizden güç kazanıyor: Gidelim onları eğitelim, hizmet sunalım, mazlumları kurtaralım. Derler ki eğer iyi dikkat edersek, insan kendini onların yerine koymuş, önce onu kendi yerinde, kendisini de onun yerinde görmeyi düşünüyor, sonra kendisini onun yerinde görüyor. Daha sonra kendisini savunması gerektiğini emreden egoist duygu ile mazlumu savunmaya kalkıyor.
Yoksa insanda, mazlumu savunmasını gerektiren herhangi bir asalet mevcut değildir. İnsaniyet mektebi, cevap vermelidir. Evvelâ böyle bir duygu var mıdır, yok mudur? Acaba insanda böyle bir şerafet var mıdır, yok mudur? Biz vardır diyoruz : «... İlham etti ona kötülüklerini ve iyiliklerini». Allah halifesi insanı ilâhi iyilik ve cömertlik sembolü eden hükme göre o insan mazharıdır. Yani, insan, egoist olmasıyla birlikte kendi hayatım korumak için, çalışmakla da görevlidir. Ama tüm varlığı egoistlik olamaz. Hayırsever, ahlâklı ve vicdanlı olmalıdır.
Bu yıl bir süre önce, Şiraz'da bulunduğumdan, mutlular müessesesi adıyla kurulmuş bir müessese tanıttılar bana. Bir grup insan sadece şahsi imanları ve iyimserlikleri ile bir müessese kurmuş ve bir takım sağır ve dilsizleri burada toplamışlardı, gittim burayı gördüm, gerçekten bizim gibi ince yapılı kişilerin orada bir saat durmaları, hatta gidip görmeleri bile güçtür. İnsan bakıyor o çocuklara; bir kelime söylemek istediğinde ağzını gözünü eğip eğriştiriyor.
Kendisi de seyyid (Peygamber soyundan gelen) idi. Gördüm ki: Bu adam nasıl bir şefkat, sevgi ve ilgi ile halkın sağır ve dilsiz çocuklarının üzerine titriyor ve onlara okuma yazma öğretmeye çalışıyor. (Oysa orada edindiğim bilgiye göre o adamın aldığı aylık normal bir öğretmenin aldığı aylıktan azdı, çünkü o kurumun bütçesi yoktu) Meselâ, burası diyeceği zaman, ağzım öyle bir şekilde eğiyordu ki, ona bakan çocuklar, 'burası' demek istediğini arılıyor ve tahtaya burası yazıyorlardı, bunun gibi şeyler.
Bu nasıl bir duygudur beşerde? İşte bu insaniyet mazharı ve insaniyet asaleti göstergesidir. Genel olarak iyilere karşı iyimserlik ve kötülere karşı nefret duygusu, çok eski tarihlerde yaşamışlarsa bile, nedir acaba? Şimr ve Yezit işledikleri onca cinayetlerle birlikte yanımızda anıldığında diğer yandan İmam Hüseyin ve Kerbela şehitleri anılırken, kendimizde, birinci guruba karşı nefret ve ikinci gruba karşı saygı hissi duyuyoruz.
Bu nedir? Acaba, gerçekten yine sınıf meselesi midir? Biz düşünüyoruz: Kendimizi Kerbela şehitlerinin yanında görüyoruz, düşmanlarımızı da öbür grupta, Şimr ve Yezid'e duyduğumuz nefret kendi düşmanımıza duyduğumuz nefretin aynısıdır. Kerbela şehitlerine duyduğumuz saygı duygusu kendimize duyduğumuz saygının aynısıdır.
Yani, kendimize karşı gösterdiğimiz temayülü onlara karşı da duyuyoruz. Eğer böyle ise, kendine düşman saydığın kimse ile aranda hiç bir fark yoktur ki. Pekâlâ, o da Şimr ve Yezid'i sevip saygı duyup, Kerbela şehitlerinden nefret edebilir. O da kendi sınıfından olanın yanında yer alıyor. Senin, ona karşı nefret ve buna karşı saygı duyduğun hükmüyle o da senin nefret ettiğine saygı ve senin saygı duyduğuna nefret duyuyor.
Veyahut hayır, siz bu arada başka bir kapıdan, ferdi olmayan, şahsi olmayan insaniyet kapısından insaniyet dünyasına bağlısınız. Burada artık ben ve nefret bulunmuyor. Gerçek vardır. Kerbela şehitlerine karşı saygı ve düşmanlara karşı nefret duyan ben, şahsi ben değildir, genel ve çeşitsel bir bendir.
Beşeriyete asalet tanıyan insaniyet mektebi bu soruya cevap vermelidir. Bunlar nedir ve neden kaynaklanıyor? Aynı şekilde beşersin, teşekkür ederken taşıdığı sadık aşk gibi diğer meseleler, insan kendisine iyilik yapan birine teşekkür etmek ister. Bu, başlı başına bir meseledir. İnsan değerleri asalet bulduğu zaman, insanın öz meselesi ortaya çıkıyor.
Sadece değiniyorum: Böylesine asaletlere sahip olan insan gerçekten materyalizmin dediği gibi bir kökene mi sahiptir? Bir makine bir Apollo mu? Makine ne kadar büyükse sadece büyük müdür? Apollo büyüklüğünde bir makine yapılsa adına ne, diyeceğiz? Sadece, ne kadar ilginç ve çok büyük mü? Ne kadar şereflidir diyebilir miyiz?
Hayır, mukaddestir diyebilir miyiz? Hayır. Eğer milyonlarca Apollo büyüklüğünde olsa milyarlarca parçası bile olsa yine de sadece olağanüstü, ilginç büyüklüktedir diyeceğiz. Hiç bir zaman ona mukaddes, şerefli ve zatî haysiyet sahibisin diyebileceğimiz bir makama erişemez.
Beşer hakları bildirisi, aynı şekilde komünist filozoflar, çeşitli şekillerde insan asaleti taraftarı olanlar beşer vücudunda «üfledim ona kendi ruhumdan» inanmandan zatî haysiyet ve kutsiyetten nasıl söz edebilirler? Bu değerlerin asaletini kabul ettikleri zaman insanın öz asaletine, bir başka soruyu da kısaca arz edeceğim.
Çünkü biliyorum saat ikide dersiniz var ve gitmeniz gerekiyor: Çok güzel, insan değerleri asaletinden, insanın öz asaletine varıyoruz. Acaba, bu sonsuz karanlık dünyada yalnız insan mı var? Bir Avrupalının dediği gibi bir zehir okyanusu içinde bir damla tatlı mıdır? Bu tatlı damlacık, tatlı okyanusun temsilcisi midir? Bu nur zerreciği nur dünyasını mı temsil ediyor? Burada insan asaletinin Allah ile ilişkisi açıklığa kavuşuyor.
Yani: Bu ikisi birbirisinden hiç bir zaman ayrılmaz «Allah göklerin ve yerin nurudur». Allah dediğimizde Aristo'nun ilk muharrik diye addettiği Allah'ı kast etmiyoruz. Aristo'nun ilk muharriki İslâm'ın Allah'ından başka şeydir. O dünyadan ayrı ve yabancı bir varlıktır. İslâm'ın Allah'ı: «İlk ve son, zahir ve batın»dır. Allah deyince dünya ayrı bir görünüm arz ediyor. Vücudunuzda hissettiğiniz tüm değerler yani, bir anlam ve mana kazanıyor.
Amaç kazanıyor. Anlamaya çalışın: Siz eğer bir nur zerreciği iseniz, bir nur dünyası var gibidir. Eğer bir damla tatlı iseniz, uçsuz bucaksız bir okyanus var gibidir. Canınızda onun bir ışığı vardır. İslâm, İnsanî bir mekteptir, yani, insanî ölçüler üzerine kurulmuştur. Şöyle ki; İslâm’da insanlar arasında yanlış ayrıcalıklar mevcut değildir.
Yani, İslâm’da iklim yok, ırk yok, kan ayrıcalığı, bölge ve dil ayrıcalığı yok. Bunların hiç biri İslâm’da imtiyaz ölçüsü değildir. İslâm’da insanlara imtiyaz sağlayan tek şey insanî değerlerdir.
Bir insaniyet mektebi olan İslâm insana asalet kazandırdığı için insanî değerlere saygı duyuyor ve dünyaya asalet tanıdığı için insana asalet kaimdir. Yani, Yüce Allah'a inanıyor. Bu nedenledir ki, doğru bir mantık üzerine kurulmuş olan tek insaniyet mektebi İslâm’dır. Dünyada başkaca insaniyet mektebi de yoktur.
SORUNLAR VE ZORLUKLAR
Bismillahirrahmanirrahim
Önceki toplantıda şu konuya değinmiştim; İnsan nefsinin olgunlaşmasına, ahlâkının tasfiye edilmesine ve vücudunda gizli bulunan güçlerin harekete, geçmesine sebep olan ve insan vücudunu tahrik eden bir güç hükmünde olan her konu, acı olaylar, zorluklar ve sorunlardır. Şimdi bu konu dolayında biraz açıklama yapmak istiyorum.
ALLAH'IN LÜTUFLARI - ZORLUKLAR
Kur'ân ayetleri ve hadis-i şeriflerde şu konu sürekli göze çarpmaktadır: Allah, falan Peygamber veya Salih kulunu belalar ve zorluklara maruz bıraktı. Veya Allah bela ve zorluklan, özel lütuf ve rahmetine şamil kıldığı kullarına yöneltiyor. Veyahut belalar ve sorunlar Allah'ın hediyeleridir.
Örneğin bir hadisi şerifte şöyle zikredilmektedir : «Bir kişi seyahate çıktığı vakit hediyeler göndererek ailesini hatırladığı gibi, Allah’u Teâlâ da bela göndererek mümin kulunu hatırlamaktadır.» Bir başka hadiste de : «Allah’u Teâlâ bir kulunu sevdiği zaman onu belalar içinde gark eder.» denilmektedir.
Veya hadisler arasında şöyle bir şey göze çarpıyor : «Peygamber efendimiz, bela, zorluk ve sorunlara duçar olmayan bir kimsenin yemeğini yemezdi.» Bunu, onun kabiliyetsizliği ve Allah'tan uzak oluşunun bir belirtisi addederdi.
Evvelâ şu soru akla geliyor: Nasıl olur da Allah'ın bir kimseye karşı gösterdiği lütuf ve sevgi, o şahsın bela ve zorluklara duçar olmasını gerektiriyor? Sevgi ve muhabbetin gereği, refah ve iyi yaşamayı temin etmektir. Zorluk ve sorunlar temin etmek değildir.
Yine Kur'ân ve sünnet dilinde başka bir tabir daha vardır ki, başka bir soru akla getiriyor: Tabir şudur: Allah, kullarını sorunlar ve belalarla imtihan eder. Ne demek yani? Allah kullarının içini bilmiyor mu ki imtihanla onları anlamaya çalışsın? Böyle değil midir ki? Kur'ân-ı Kerîm'de, varlıklar âleminde var olan büyük, küçük her türlü hareketi ve her şeyi Allah bilir, denilmemiş midir? O halde imtihan ne demek oluyor?
ZORLUKLARIN YAPIMCILIĞI
Belalar, zorluklar ve sorunların insan vücudunda ne gibi bir etki bıraktığı ve taşıdıkları felsefe anlaşıldığı zaman, ancak bu iki sorunun cevabı anlaşılmış olur. Bilinmelidir ki, yaratılış kanunu hükmüyle, birçok kemal ve tekâmül ancak zorluklar, bela ve sorunlara karşı mücadele vermek, olaylara karşı meydanlarda savaşmakla elde edilir.
Belalar yalnızca birtakım gerçek değerlerin ortaya çıkmasına vesile olmaz. Yani her kimsenin gerçek bir cevheri vardır. Toprakla örtülü bir maden gibi üstü kapalıdır. İşte belalar bu gizli kalanları ortaya çıkarır, başka bir etkisi yoktur: Hayır, böyle değildir. Daha da üstündür.
Belalar, zorluklar, sorunlar, tekmil edici tebdil edici bir etkiye sahiptir. Bir kimyadır. Bir madeni başka bir madene dönüştürür. Yapıcıdır, bir varlıktan başka bir varlık yaratıyor. Zayıftan güçlü alçaktan ulu, hamdan yetişkin vücuda getiriyor. Tasfiye edici özelliğe sahiptir, lekeleri ve pasları temizler. Güçlendirici ve tahrik edici güce sahiptir. Uyanıklık ve duygusallık meydana getiriyor, zaaf ve uyuşukluğu gideriyor.
O halde bütün bunları, hışım ve kahır addetmemek gerekir. Kahır şeklinde bir lütuftur. Şer sıfatında hayırdır. Hikmet görünümünde bir nimettir.
Cefan senin rahatlıktan iyi,
İntikamın senin candan sevgili,
Ateşin böyle ise, nurun nasıldır?
Matemin bu ise, neşen nicedir?
Aşığım, lütfuna ve kahrına senin.
Ev acep aşığım iki zıtta ben.
Bu arada, kabiliyetli unsurlar, bu kahır görünümündeki nimetlerden mümkün olduğu kadar yararlanmaktadırlar. Bu tür şahıslar mevcut sorunlardan sadece yararlanmakla kalmayıp, sorunlara karşı bir çeşit maceracıdırlar. Belaları istikbale gidiyor. Kendilerine bela yaratıyorlar.
Mevlana, belalardan kemal bulan, gelişen ve güçlenen bu kabiliyetli unsurlara şöyle bir misal veriyor:
Bir hayvan var adı asgar,
Dersin ki, dayak yedikçe şişmanlıyor
Dayak attıkça iyileşiyor durumu,
Dayak yarasından daha da şişmanlıyor.
Bu sebeple enbiyaya yüklenen eziyeti ve sorunu
Tüm dünya halkından daha çoktur.
Canlan, canların en güçlüsü oldu
O kavim artık bir daha görmedi bela.
Allah, dostlarını nasıl belalara duçar eder sorusunun cevabı böylece anlaşılmış oldu.
ÎLÂHİ İMTİHAN
İkinci soruya gelince, bu konularda imtihanın ne anlamı vardır?
Bu sorunun cevabı, yukarıda söylediklerimizden biraz anlaşılmaktadır. Ama biraz daha açıklanmalıdır:
Bir meçhulü açıklığa kavuşturmak için bir şey imtihana tabi tutulur. Bunun için de bir ölçü kullanırlar. Bir malın ne kadar olduğunu anlamak için terazide tartılması gibi. Terazi sadece tartış aracıdır. Sadece cismin gerçek ağırlığını belirler.
Cismin arttırılıp eksiltilmesin -de hiç bir etkisi yoktur. Diğer ölçülerde aynı şekildedir. Derece hava veya vücut sıcaklığını ölçer. Metre bir şeyin uzunluğunu belirler. Ölçü bilimi olarak bilinen mantık ilmi, istidlal şekillerini ölçmek içindir. İstidlal şekillerinde bir bozukluk görülürse mantık kaideleri ile düzeltilir.
İmtihan, eğer meçhul bir şeyi keşfetmek için bir ölçü, mizan anlamında kullanılırsa tabi ki, Allah hakkında kullanılması doğru olmaz.
İmtihanın başka bir anlamı daha var; teoriden pratiğe geçirerek kemale erdirmektir. Allah'ın belalar aracılığı ile imtihan etmesi demek, bunların aracılığı ile istediği kimseyi layık olduğu makama eriştirmesi demek. Belaların felsefesi, sadece tartı, derece ve miktar ölçmek değildir, ağırlığı fazlalaştırmak, dereceyi yükseltmek ve miktarı artırmaktır.
Allah, bir kimseyi gerçek manevi derecesi ve şahsiyet ölçüsü belli olsun diye imtihan etmiyor, belki o kulun gerçek manevî derecesi ve şahsiyeti artsın diye imtihana tabi tutuyor. Yani, belalara maruz kılıyor. Gerçek cennetlik ile gerçek cehennemlik belli olsun diye imtihan etmiyor. İmtihana tabi tutup bela ve zorluklarla baş başa bırakıyor ki, cennete gitmek isteyen bu belalar doğrultusunda cennete lâyık duruma gelsin, eğer lâyık değilse otursun oturduğu yerde.
Hz. Ali (A.S.) Basra Valisi Osman Bin Hüneyfe, nimetlerin başına konmaması, görevini ihmal etmemesi konusunda nasihat edip, kendisinin lüksten nasıl uzak kaldığı, arpa ekmeğine nasıl kanaat ettiği ve her türlü nazlı büyümeden naşı uzak kaldığını hatırlattıktan sonra şöyle buyuruyor: Bazı kimseler, Ali bu yemeklerle çok güçlü düşmanları nasıl yenebiliyor diye hayret ediyor. Genelde bu tür yaşama ile daha zayıf ve güçsüz olmalıdır.
Bu soruyu yine kendisi cevaplıyor. Bunlar yanılıyorlar, insanı zor yaşama güçsüz kılmaz. İnsanı güçsüz kılan nimetler içinde nazlı büyümesidir. Bahçıvan terbiyesi görmeyen çöl ve orman ağaçlan daha sağlamdır. Ama bahçıvan bakımında büyüyen daha parlak ve güzel ağaçlar ince ve dayanıksız olurlar.
Vahşi çöl bitkileri, ev göklerine nazaran hem ateşleri daha güçlü hem de yanış süreleri daha fazladır. Ayni şekilde çeşitli zorluklara katlanmış, belalar geçirmiş, sıcağı soğuğu tatmış kişiler nimetler içinde nazlı büyüyen kişilerden daha güçlü ve dayanıklıdırlar, içten kaynayan güçle, dışarıdan yardım gören güç arasında fark vardır. Önemli olan beşerin batini sonsuz, sınırsız güç ve yeteneğinin ortaya çıkmasıdır.
Hz. Ali (A.S.) : «Allah'ım, sorun ve belalardan sana sığınıyorum» demeyin. «Allah'ım, sorun ve belaların saptırıcı yönlerinden sana sığınırım» deyin diye buyuruyor.
NAZLI BÜYÜME
Zorluklar, sorunlar ve belalarla karşılaşmak eğitici, kemale erdirici, kimya gibi eseri olduğu ölçüde perhiz etmenin de yan etkisi vardır. Bu nedenledir ki, bilginler; Anne ve Babanın çocuğa karşı gösterdiği en büyük düşmanlık, sevgi diye çocuğa aşırı derecede ilgi göstermek, zorluklarla karşılaşmasını engellemek, her istediğini vererek nazlı büyütmektir. İşte çocuğu zavallı eden güçsüz kılan bu durumlardır.
Yaşama savaşma karşı onu silahsızlandırıyor. En ufak bir sertliğe karşı koyamayacak bir duruma düşürüyor. Aynen şuna benzer: Bir kimse ömründe hiç suya girmemiş, denize girmemiş, aniden kendini denizde buluyor ve yüzmek zorundadır. Yüzme bilmeyen birisi denize düştüğünde muhakkak ki boğulur. Yüzme, evde dershane köşesinde kitap okumakla öğrenilmez, suya girmeli denize girmeli ve uygulanarak öğrenilmelidir.
Konuşmanın başında okuduğum hadisi şerifte kullanılan (gatt) kelimesi suya dalmak anlamınadır. Yani, Allah bir kimseyi seviyorsa belalar ve zorluklara daldırır. Neden? Çünkü zorluklardan kurtulmayı öğrenmeli, denizde nasıl yüzmesi gerektiğini öğrenmelidir. Bundan başka yolu yoktur.
Allah'ın lütuf ve sevgisidir ki, insana olaylarla dolu okyanustan nasıl kurtulması gerektiğini, belalarla karşılaştırarak öğretmektedir. O halde bu kesin olarak lütuf ve muhabbet belirtisidir.
Bazı kuşlar hakkında deniliyor ki, anne kuş, kanadı yeni gelişen yavrusuna uçuş öğretebilmek için, yavrusunu kanatlarının üzerine alıp çok yükseklere çıkartıp bırakıyor, yere doğru düşen yavru kuş can havli ile çırpınırken kanat çırpmasını öğreniyor.
Ancak kanatlan yorulup tam yere düşecekken anne kuş yavrusunu tekrar kanatları üzerine alarak kurtarıyor. İkinci kere tekrar çıkarıp yukarıdan bırakır, yavru kuş aşağı-yukarı derken yavaş yavaş kanat çırpmayı öğrenir, yine kanatları yorulup düşeceği sıra anne kuş yavrusunu kurtarır. Böylece yavru uçmayı öğrenmiştir.
Bu tabii ilke insan oğlunun eğitilmesinde de kullanılmalıdır. Çocuk başından beri zahmete, eziyete, zorluklara katlanmayı öğrenmelidir. Ancak yaratıkların en üstünü genellikle bunun tersine davranır. Varlıklı kesim, çalışmanın sadece fakirliği gidermek için olduğunu zannederek zorluk ve eziyetten kaçınıp kendi evladını zavallı, güçsüzün biri kılıyor.
Jan jak Ruso «Emil» kitabında bu tür eğitim hakkında şunları kaydediyor : «Eğer halklar ömürlerinin sonuna kadar doğdukları ülkede kalsaydılar. Eğer bütün yıl bir mevsim olsaydı, kişiler hiç bir zaman alın yazılarını değiştiremezlerdi ve bu tür eğitimler bir bakıma iyi olurdu;
Eğer beşerin süratle değişen durumunu dikkate alırsak ikrar etmeliyiz ki, bundan daha yanlış ve anlamsız bir tutum olamaz. Şöyle ki; Çocuğun evden çıkmasına hiç bir zaman izin vermeyelim, her zaman etrafında hizmetçiler dönsün dolaşsın, eğer bu bedbaht bir adım dışarıya atacak olursa yok olacaktır.»
Yine o diyor ki «Eğer cisim; çok rahat olursa ruh bozulur. Dert ve eziyeti tanımayan bir kimse şefkat ve acımanın zevkini bilemez. Böyle bir kimsenin kalbi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu nedenle de beraber yaşanmaya lâyık olmayıp, insanlar arasında bir dev gibidir.»
ZOR GÖREVLERİN FELSEFESİ
Mukaddes İslâm dininde mükerrer emrolunan ibadet ve denemeler, bir çeşit ruhsal spordur. Bir nevi zorluklara dayanmadır. Bu ibadetlerden bazıları gerçekten zordur.
Bu ibadetlerden biri de cihaddır. Açıktır ki, cihad nazlı büyüme ile uyum sağlayamaz. Hz. Peygamber buyuruyor ki: «Her kim, dinî için cihad etmemiş veya kalben bunu arzulamamıştır, dünyadan bir çeşit nifak içinde göç edecektir.» Bazı üstün ahlâklar ancak savaş meydanlarında elde edilir. Yiğitlik ve kahramanlık kitap okumakla, köşelere çekilmekle elde edilemez.
İbadetlerden biri olan ve gücü yeten her Müslüman’ın en az ömründe bir defa yerine getirmesi gereken hac farizasının de bir takım zorluklan vardır.
Hz. Ali (A.S.) Kâbe hakkında buyuruyor ki; «Allah, halkın etrafında tavaf etmesi gereken evi yer küresinin sıcak ve kuru bir bölgesine yerleştirmiştir. Eğer isteseydi yeşillik, çiçekleri bol, meyve ağaçları fazla olan yerde yapılmasını emrederdi. Ama o zaman imtihan ve deneme, zorluklara katlanma söz konusu olamazdı.
Halk gezi amacı ile gelir ve mukaddes amaç gerçekleşmezde Allah kullarını çeşitli zorluklar ve eziyetlerle karşılaştırıyor. Güçlüklere karşı çaba sarf etmek zorunda bırakıyor, rahatlık tabiatına uymayan çeşitli görevler yüklüyor ta ki, tekebbür ve gurur yüreklerinden şilinsin, nefisleri Allah'a kulluk etmeyi öğrensin. Bunlar, Allah'ın rahmet ve inayeti için birer vesiledirler.»
ZAHMET VE EZİYET
Sözlerimin sonunda kısaca bir noktaya değinmek istiyorum. Diyebilirsiniz ki, «İslâm’da zahmet ve eziyet yoktur.» deyimi ile bu konu nasıl bağdaşıyor?
Her ikisi de ayrı ayrı konulardır. Mukaddes İslâm dinî kurallarının zorluklar üzerine kurulmadığı doğrudur. Bu kurallara uymak beşeriyete zahmet ve eziyet getirmez. Ancak bu İslâm terbiyesinin nazlı ve zayıf büyütme üzerine kurulduğunu kanıtlamaz. Nazlı ve neticede zayıf eğitim ayrı bir konudur. İslâmî görevlerin zahmet, eziyet ve zorluklar yüklemediği de ayrı bir konudur.
İMAN VE ETKİLERİ
İman babında genellikle iki konu dikkati çekmektedir: Biri şu; iman ve dinî inanç nerden kaynaklanıyor? Beşeri, iman ve dine doğru sevk eden öge nedir? Acaba bu öğe dâhili midir? Yoksa harici midir? Yani beşerin fıtratından mı kaynaklanıyor? Yoksa bir takım dış etkenler mi beşeri bu yöne sevk ediyor? Ve bu duyguda ne kadar gerçek payı vardır? Diğeri ise; din ve imanın etkileri ve yararlarıdır. Bunların her biri başlı başına bir konu olup ilginç ve dikkate değerdir.
SERMAYE VEYA YÜK
Bu günkü bahsimiz, iman ve dinin (dinî inancın) nasıl bir etkiye sahip olabileceği konusudur. Bir kişi hem gerçek inançlı bir mümin oluyorken hem de imansız ve dinsiz olabiliyor. Söz konusu edilmesi gereken şudur: acaba iman ve dinî inanç önemli bir varlık mıdır?
Ki, beşer onu kaybedince yaşamında önemli bir sermaye kaybetmiş oluyor? Yoksa onu bağımlı kılan bir yük müdür? Onu kaybedince hiç bir şey değişmeyeceği bir yana yükü sırtından atınca hafiflemiş mi olur?
Çağımızın büyük yazar ve düşünürlerinden olan dünyaca ünlü Tolstoy diyor ki : «İman, insanın onunla yaşadığı bir şeydir». Demek istiyor ki, İman yaşamın en değerli sermayesidir. İnsan onu kaybedince yaşamının en değerli varlığını kaybetmiş olur.
Birçok şey yaşama sermayesi olabilir. Sağlık bir yaşam sermayesidir. Aynı şekilde; güvenlik, servet, ilim, marifet, sosyal adalet eş ve çocuklar, samimi ve lâyık dostlar, iyi bir eğitim, ruh sağlığı bunların hepsi yaşamın değerli birer sermayesi sayılmaktadır. Bunlardan her birinin olmayışı bir nevi bedbahtlık sayılır.
İman bu sermayelerden biri belki de en üstünüdür. Kur'ân-ı Kerîm bu konuda şöyle buyurmaktadır : «Ey insanlar size acı veren işkencelerden kurtarabilecek bir ticarete doğru yol göstereyim mi; Allah'a ve Peygamberine iman ediniz.»
Gördüğünüz gibi Kur'ân-ı Kerîm Allah'a ve Peygamberine imam ticaret ve kazanç olarak zikretmiştir.
Evvela şu konuyu söylemek gerekiyor ki, beşer maddiyatı maneviyattan önce tanımaktadır. Bunun sırrı ise çok açıktır. Mesela; servet bir yaşam sermayesidir. Onu herkes çabucak tanıyor ve değerini anlıyor. Belki de ona değerinden daha çok önem veriyor. Hırs ve tamahla sarılıyor, sonuçta da topluma baş ağrısı icat ediyor.
Diğer taraftan güzel ahlâk, doğru eğitim, iyi terbiye görmek de bir yaşam sermayesi olup saadet, gelişme ve kemale ermeğe vesile olur. Ancak etkisi servetten daha üstündür. Fakat beşer onu geç tanır ve değerini geç anlar. İnsan ya doğal olarak çok akıllı ve uyanık olmalıdır ki, güzel ahlâk ve üstün eğitimin önem ve değerini anlayabilsin.
Veya birisi tarafından bunların önemi ve değeri ona öğretilmeli, Öğretmenleri ve büyüklerinden duymalıdır. Hz. Ali (A.S.) gibi ki; «güzel ahlâk en iyi dosttur» veya «nice azizler var ki, kötü ahlâk onları rezil etmiş ve nice zeliller var ki güzel ahlâk onları aziz kılmış», buyuruyor.
İman da böyledir. Nice insanlar var ki, bu büyük değerden yararlanmış ve bunun sayesinde iyi bir yaşam sürdürmekteler. Cinsî ve ruhî sağlığını, ömrünün uzunluğunu bu imana borçludur. Birçok kişide bunun tam tersidir. Bir ömrü eziyet, korku ve endişe ile geçirmiş, cismi ve ruhî sağlığı kaybetmiş, çabuk yaşlanmış ve yenilgiye uğramışlardır.
Bütün bunların sebebi yaşam sermayelerinden önemli birine sahip olmamalarıdır. Bu konu ancak iman ve etkilerini dikkate almakla incelenebilir.
AHLÂK DESTEĞİ
İmanın ilk etkisi ahlâka destek oluşudur. Yani, yaşamın büyük bir sermayesi olan ahlâk, iman olmadan sağlam bir temele sahip olmamaktadır. Tüm ahlâkî ilkelerin mantığı, temel yapısı ve bütün maneviyatın başı dini inanç ve Allah'a imandır.
Keramet, şerafet, takva, iffet, emanet, doğruluk, fedakârlık, ihsan, insanlarla barış içinde olmak, adalet taraftarlığı, insan hakları savunuculuğu beşeri fazilet sayılan ve bütün milletlerin takdis ettiği her şey iman ilkelerine dayanmaktadır. Çünkü bunların hepsi çıkarcılık ilkesine ters düşmektedir.
Her birisi bir takım maddî mahrumiyet gerektirir. İnsanın maddî bir mahrumiyete rıza göstermesi için bir nedeni olmalıdır. Bu da maneviyatın değerini anladığı, zevkini tattığı zaman mümkün olur. Her manevî düşüncenin temelinde Allah'a iman yatmaktadır. Allah'a imanın en az etkisi mümin bir insanın; iyi işlerin, güzel ahlâkın, Allah indinde zayi olmayacağından emin olmasıdır.
Gerçekten beşer önünde iki yoldan fazlası bulunmamaktadır. Ya çıkarcı ve egoist olmalı hiç bir mahrumiyete teslim olmamalı veya Allah'a inanmalı ve ahlâk diye tahammül ettiği mahrumiyetleri mahrumiyet saymamalıdır. «İnsaniyet, iyilik İlâhi takva ve rıza üzeri ne kurulmamışsa tehlikeli bir uçurumda sayılır.»
İşini Allah rızası ve takva üzerine kuran bir kimse mi daha iyidir yoksa işini uçurumun kenarında kuran mı?» Ahlâkî dayanağı Allah'tan başkası olan kimse, uçuruma doğru adam atan bir insan gibidir. «Allah'tan başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer.
Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi.» (Ankebut:4) Bu ayet şunu anlatmak istiyor: Allah'tan başka dayanak edinilmemelidir. Allah'tan başka dayanak olabilir. Ama temelsiz ve çürük olur. Bazı kişileri geçici olarak bazı telkin ve taklitlerle fedakâr biri olarak yetiştirmek de mümkündür. Ama bu bir çeşit aldatmaca olur.
Herkesi her zaman sağlam olmayan yoldan götürmek mümkün olmaz. Bütün kâinatın başlangıç noktası zatî akdes olduğu gibi Allah'a iman da bütün maneviyatın, ahlâki faziletlerin başlangıcıdır. Allah'a inanmadan edinilen maneviyat teminatı olmayan banknotlar gibidir, değersiz kâğıttan başka bir şey değildir.
Kur'ân-ı Kerîmde buyuruyor ki , «Allah, temiz sözü (temiz inancı), kökü yerde, dalları havaya kalkmış, Allah'ın izniyle sürekli meyve veren sağlam bir ağaca benzetmektedir. Allah, halka misaller getirir, belki anlarlar diye.»
Bu emsale göre, eğer insaniyet ağacı meyve veren bir ağaç olmak istiyorsa, tevhid ve iman köküne sahip olmalıdır.
Daha sonra başka bir misal daha zikrederek buyuruyor ki : «Habis (temiz olmayan) söz (batıl inanç) kökü yerde olmayan sebatsız bir ağaç gibidir.» Başka bir ayette de , «Allah İman ehlini, inananlar daima hak ve doğru söz üzerine, sabit, yerleşik ve sarsılmaz bir halde korur, hem dünyada ve hem de ahirette.»
Yine imansızlık hakkında şöyle buyuruyor : «Dini yalanlayan, öksüze acımayıp kovan, yoksulları doyurmayan, diğerlerini de yoksullara yardıma çağırmayan kimseyi gördün mü?» (Maun: 1-3) Demek istiyor ki; dine sırt çeviren bütün faziletlere sırt çevirmiştir. İnsan mantığının temeli olan iman ve dinî duyguyu kaybeden, insanî duyguları da kaybetmiş olur.
Manevi işler mutlaka bir takım mahrumiyetlere katlanmayı gerektiriyor. Doğru ve gerçek bir neden olmadan beşer mahrumiyete tahammül etmez. Maddî düşüncenin en doğal ürünü maddî ahlâk, yani; çıkarcılık ve egoistliktir.
«Adalet ayrıca ayakta tutun, Allah için tanıklık yapın, başka düşüncelerle değil, her ne kadar kendiniz, baba, ana ve yakınlarınızın aleyhine olsa bile». (Nisa: 135) Veya «Allah için kıyam edin, adalet üzere tanıklık edin, sakın ola ki bir kavme karşı düşmanlığınız (dinî bile olsa) hak ve adaletten sapmanıza sebep olmasın, her halükarda adaletli olun, ki; adalet takvaya daha yakındır.» (Maide: 8) Emirleri, sadece din tarafından verilen ve sadece din tarafından uygulanabilen emirlerdir.
Demek ki; ahlâk, sosyal adalet, sosyal güvenlik, insaniyet bütün sermayeleri kazanmak ve korumak için iman adında başka bir sermayeye daha ihtiyaç duyuyor.
Hz. Ali (A.S.) buyuruyor ki; Hayırlı sıfatlardan birine sahip olan bir kimsenin diğer sıfatlarına tahammül gösterir affederim, ancak iki sıfatını affetmeni. Biri akılsızlık, diğeri imansızlıktır. «Din iman olmayan yerde güven de kalmamıştır. İmansız bir adama hiç bir şey itimat edilemez.
İtimat ve güven olmazsa sağlıklı yaşam da olmaz. Daima endişe korku, ızdırap ve perişanlık olur. İnsan, sürekli dostları tarafından ihanete uğramaması için dikkat kesilmelidir. Akıl olmayan yerde hayat ve yaşama olmaz, ölüm olur, insan öyle bir yerde yaşayan ölü olur.»
Genel olarak ahlâki sıfatlarda, beşeri tamamen koruyabilecek takva ve iffet istiyoruz. Güçlü ve kuvvetli iken elinin altındaki güçsüzlere karşı adalet, zorbaya karşı yiğitlik ve cesaret, dayanıklılık ve doğruluk, başkalarına değil kendine güven istiyoruz. Vefa, samimiyet ve sevgi istiyoruz. Bütün bunlar iman ışığında elde edilebilir.
RUH VE VÜCUT SAĞLIĞI
İmanın diğer bir etkisi de ruh ve cisim sağlığıdır. Hz. Ali (A.S.) takva ile ilgili olarak «Ruhsal ve fiziksel hastalıkların ilacıdır» diyor. Elbette ki iman bir iğne, ilaç, hap değildir. Ruh ve vücut sağlığında; insan, imanlı bir kişinin ruhî bir güven, sağlam bir sinir ve kalbe sahip olduğunu bildiği vakit etkisini gösterir.
Ne yiyip ne içeceğini düşünmez, başkalarını kıskanarak haset ateşi ile tutuşmaz. Hırs ve tamah ateşi yüreğini kaplamaz. Sinirsel hastalıklar onu mide ve bağırsak hastalıklarına yakalatmaz. Aşırı şehvet onu güçsüz kılmaz, ömrü daha uzun olur.
Ruh ve sinir sağlığı daha çok imana bağlıdır. Ruhsal hastalıkların her gün biraz daha artması ve hastaneleri doldurması günümüzde sosyal sorunların başında gelmektedir. İstatistikler göstermektedir ki, bu tür hastalıklara yakalananların çoğunluğunu imandan nasibini almayan sınıf teşkil etmektedir. Bu ruhsal hastalıkların kaynağı sosyal mahrumiyetlerdir. İman ilk müdahale ilacı hükmündedir. İman, her türlü mahrumiyete teslim olup rıza göstermek demek değildir. Şu demektir ki; imanı olan kimseyi mahrumiyet sarsmaz.
ÇEVREYE UYUM SAĞLAMAK
İmanın diğer bir etkisi de toplum fertleri arasında uyum sağlamaktır. Biyolojinin belli başlı ilkelerinden biri de, bir varlığın yaşamını sürdürmesinin ilk şartı yaşayacağı ortam şartlarının o varlığın özel yapısı ile uyum içinde olmasıdır. Eğer uyum sağlamıyorsa, yaşamını sürdürebilmek için bulunduğu, ortama uyum sağlayabilecek değişiklik icat etmelidir. Ama ortama uyabilecek bir değişiklik icad etmezse o varlık yok olmaya mahkûmdur.
Beşer de doğal yaşam noktası açısından ayna durumdadır. Eğer uygun olmayan bir ortamda bulunuyorsa, buyandan iç organları onu ortama uydurabilmek için çalışmalarını sürdürürken, diğer yandan da kendisi kendi yaratıcılığı ile tabiat ve ortam unsurları ile mücadele ederek onları kendisine uydurmaya çalışır.
İnsanın doğal ortamdan başka sosyal ortamı da vardır. Bu ortamla da uyum sağlamalıdır. Sosyal unsurlar; Çeşitli sıfatlardaki toplum fertleri, davranışları, bu toplumda hüküm süren kanun kural ve geleneklerden ibarettir. İnsanın toplumsal bir ortamda yaşayabilmesinin şartları ise şahsi istekler ve gereksinimlerden ibarettir.
Bu ikisi birbirine uymalı. Gerek toplum gerekse fert uyum sağlamalıdır. Toplumun uyumu, camianın çıkarlarını koruması ve camia çıkarları çerçevesinde dönmesidir. Ferdin uyumu ise toplumun çıkarlarına rıza göstererek şahsi isteklerinden vazgeçmesidir. Birinci aşamada fert ile toplum arasında tabii olarak hiç bir uyum mevcut değildir.
Çünkü çeşitli insanlardan oluşan toplumda her ferdin değişik görüş ve istekleri vardır, diğer fertlerin görüş ve isteğine ters olarak, aralarında uyumsuzluk ve tezat vardır. Her iki tarafta aynı istek olmalı ki uyum sağlanabilsin. Din bu uyumun asıl sağlayıcısıdır. Zira din topluma adalet, ferde ise rıza ve teslimiyet bahşediyor.
RIZA VE TESLİMİYETİN ANLAMI
Rıza konusu geçince bazıları, ferdin, toplumun kendisine vereceğine rıza göstererek kanaat etmesi iyi değildir, donukluk ve hareketsizlik nedenidir, oysa göstermemek hareketlilik kazandırır, diyebilirler.
Arz edeyim: Rıza göstermek iki kısımdır; Birisi şu ki, fert kendi hakkına razı olmalı, istenen de budur. Hiç kimse her şey benim olmalı dememelidir. Kendi hakkına razı olmalıdır. İkincisi ise; zulüm ve haksızlığa rıza göstermektir, işte bundandır ki, isyan edip rıza göstermemek kemale erişmenin bir gereği sayılır. Dinî açıdan bu konularda rıza göstermek sadece sevilmeyen bir şey olmayıp günahtır da.
NEFSE TASALLUT
İmanın diğer bir özelliği de tam anlamıyla nefse hâkim olmaktır. Nefse hâkim olmanın dinî bir anlam taşıdığı, din olmazsa nefse hâkim olanın da gerekmeyeceği şeklinde düşünülmemelidir. Bu batıl bir düşüncedir. Nefse hâkim olmak, adalet ve doğruluk gibi ahlâki mefhumlardır. Dine inanmayan bile bunları inkâr edemez. Bunlar dinin füruatı değil ve din bunları icat etmemiştir. Belki, din bunları daha iyi bir şekilde uygulamaya koymuştur.
Çağımızın ünlü düşünürlerinden biri diyor ki; İnsanın önünde üç düşmanı var ve üç cephede savaşmaktadır; tabiat cephesi, diğer fertler cephesi, dahili ve nefsi cephe.
Birinci aşamada bir noktaya kadar başarılı olmuştur. Soğuk, sıcak, hastalıklar ve belalara karşı korunmada başarılı olmuştu. Her ne kadar deprem ve kanser gibi belalara karşı başarılı olmamışsa bile diğer fertlerle mücadele devam etmektedir. Hepsinden önemlisi nefisle mücadeledir. Herkes kendi içinde bir takım geçimsizlikle karşı karşıyadır.
Yüce peygamberimizden naklolunan ünlü; «Küçük cihadı başarıyla ifa edip büyük cihadı üstlenenlere merhaba» hadisi şerifi bunu ifade etmektedir. Ancak insanı nefsine musallat kılarak onu kontrol altına aldırabilen tek şey iman ve dindir.
Ünlü şair Şeyh Sadi diyor ki: Bir yaşlıya sordum; «Düşmanların arasında en tehlikelisi iki omuzun arasında karar kılan nefsindir» hadisinden ne anlıyorsun? Ne verirsen ver sana karşı çıkan doymak bilmeyen nefsi anlıyorum diye cevap verdi.
İLİM VE BAŞARI
Dikkat edilmesi gereken bir başka konu daha vardır, oda şu ki, imanın büyük bir sermaye olduğu doğrudur. Ancak bu sermayeden yararlanmak da diğer sermayeler gibi ilim ve başarı ister. Belki insan gerektiği gibi yararlanamayabilir. Veya bundan farkında olmadan su istifade edebilir.
Veya başka bir kimse insanın dinî duygularından su istifade edebilir. Bu kendi başına geniş bir konudur ki başka bir yerde tafsilatı ile anlatacağız.
[1]- Ne zaman kötü bir iş görseler «babalarımızdan böyle gördük, onlar da böyle yapardı, Allah'da böyle buyurmuştur bize. Şüphe yok ki Allah, kötü işlerin yapılması için emir vermez. Bilmediğiniz halde Allah'a iftira mı ediyorsunuz?»