Hz.Zeyneb "Kerbela Şahidi"

Hz.Zeyneb 0%

Hz.Zeyneb Yazar:
Grup: İSLAMİ ŞAHSİYETLER
Sayfalar: 0

Hz.Zeyneb

Yazar: Cihan Aktaş
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 719
İndir: 221

Açıklamalar:

Hz.Zeyneb "Kerbela Şahidi"
  • Hz. Zeyne

  • Doрumu

  • Zeyneb'in Soyu

  • Hz- Zeyneb'in Ьvey Anneleri

  • Fitne ve Kargaюa Ortamэnda

  • Эlk Mektup

  • (Zeyneb'in Kocasэ) Abdullah Niзin Kerbelв'ya Gitmedi?

  • Bir Utanз Levhasэ: Kerbelв

  • Kerbelв'dan Sonra

  • Zeyneb, ibn-i Ziyad'эn Sarayэnda

  • Юam'da

  • Hz. Zeyneb'in Yezid'in Sarayэndaki Konuюmasэ

  • "Ey Hьseyin'in oрlu!

  • Medine Yolunda

  • Mэsэr'a Gidiю

  • Mezarэ Etrafэnda Tartэюmalar

  • Zeyneb'in Mesajэ

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 719 / İndir: 221
Boyut Boyut Boyut
Hz.Zeyneb

Hz.Zeyneb "Kerbela Şahidi"

Yazar:
Türkçe
Hz.Zeyneb "Kerbela Şahidi" Hz.Zeyneb "Kerbela Şahidi"

Cihan Aktaş

Cihan Aktaş, 1960 Yılında Erzincan'ın Refahiye ilçesinde dünyaya geldi. İlköğrenimini Refahiye'de tamamladıktan sonra; Beşikdüzû Öğretmen Lisesi'ni (1978) ve istanbul D.G.Ş.A. Mimarlık Fakültesi'ni (1982) bitirdi.

Kısa bir süre mimar olarak çalıştı: Öğreticilik yıllarından başlayarak Yeni Devir ve Milli Gazete'de yazılar yazdı.

Yeni Devir'de iki sene kadar köşe yazarlığı yaptı. Mavera, Girişim, Aylık Dergi, Bu Meydan, Kitap Dergisi, Kadın ve Aile, Yeryüzü ve daha birçok dergide edebî ve fikrî çalışmaları yayınlandı.

Son yıllarda ağırlıklı olarak kitap çalışmalarına yönelen Aktaş, evli ve iki çocuk annesidir.

Yazarın bugüne kadar yayınlanmış eserleri şunlardır:

Sömürü Odağında Kadın, Bir Yayıncılık, 1984,

Hz- Fatıma, Beyan Yayanları, 1984.

Veda Hutbesi, Bir Yayıncılık, 1986.

Kadının Serüveni, Girişim Yayınları, 1986.

Pakistan Dosyası, Akabe, 1987.

Sistem İçinde Kadın, Beyan Yayınları, 1988.

Tanzimat'tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar Ive II, Nehir Y. 1989-90.

Tesettür ve Toplum /Başörtülü Öğrencilerin Toplumsal Kökeni Üzerine, Bir inceleme, Nehir Yayınları, 1991. '
Üç İhtilal Çocuğu, (Öykü), Nehir Yayınları, 1991.

Modernizınin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği, Beyan Yayınları, 1992.

Hz. Zeyneb, Beyan Yayınları'nm 61. kitabı olarak yayına hazırlandı; dizgi ve sayfa düzeni Baze (62115 16), kapak Yazıevi (517 82 64), baskı ve cilt Umut Matbaacılık (637 09 34) tarafından gerçekleştirildi ve Haziran 2004'de İstanbul'da yayımlandı. ISBN 975-473-047-4

Tel: +90.212. 512 76 97 - 526 50 10

Cihan Aktaş


Hz. Zeyne

BEYAN

Giriş

Elinizdeki kitap salt tarihî bir olayı anlatmakla kalmıyor. Tüm kanıtlar, deliller tarihten alındı ama okuyucuya belki gerçeküstü bir izlenim bıraktıracak denli "Olağanüstü" gelebilir. Hikayeye benziyor, değil oysa ki...

Bir destan mı? Yaşamın insanın en doğal sayılan ihtiyaçları üzerine oturtulduğu günümüzde, anlatacaklarımız destan izlenimi de uyandırabilecektir. Ne ki destan değildir, bütünüyle yaşanmış olaylar dizisidir kitabın içinde yer alacaklar.

Kanlı, acılı, utanç verici ve aslında güç, kuvvet, onur duyularını harekete geçirici olaylar anlatılacaktır. İşin en ilginç ve kayda değer yanı ise, olayın cereyan ettiği tarih kesiti olarak alınmalıdır.

Siz buna tarihin öğündüğü ve insanoğlu var oldukça da öğüneceği bir hanımın yaşam öyküsü gözüyle bakabilirsiniz. O, kısacık ömrünü acıyla; çileyle öfke ve eylemle yoğurmuştur.

Konumu İslam Tarihi ve insanlık açısından oldukça önemli biri; ismi, Hz. Zeyneb. Her vakit Kerbelâ olayı ile anılmakta olan ve geleceğe, yaşamına mal olan rahmet olarak gönderilmiş bir büyük Peygamber'in (s.a.a.) sevgili kızının kızı.

İslâm kadınının neler yapabileceğini ve kadın erkek denmeden tüm Müslümanların haksızlık, zulüm, yanlışlık, istismar karşısında kaldıkça nasıl bir tavır almaları gerektiğini öğretmiştir Hz. Zeyneb.

Tarihçilere bakılırsa "Kerbelâ olayı" nitelik açısından İslâm tarihindeki en korkunç katliamlardan birincisidir. Denilebilir ki Hz. Zeyneb'in görevi bu zehir gibi, acılı lokmayı yuttuktan sonra başlamıştır, içini kor gibi delen, yüreğini mengene gibi sıkıştıran, misyonunu göz önünde bulundurarak tarihe, geleceğin tarihine bırakacağı acısı değildir sadece.

O, İslâm'ın onurunu kendi onurundan, İslâm’ın varlığını kendi varlığından, İslâm’ın geleceğini kendi geleceğinden üstün tutmuştur. Kendi ömrünün senelerle sınırlı olduğunu, fakat bu sınırlı senelerin gelecekte olacak hatalar, ya da doğru eylemler için belirleyici olacağını bilmektedir.

Salt kendisi değil; kardeşi de, evladan da, akrabaları da, İslâm’ı, kendi nefislerinden önce düşünen bütün Müslümanlar da aynı kaygıyı paylaşacak; kalıcı olana geçici hevesleri, ebedî mutluluğa bir anlık saltanatı, doğruluğa yanlışlığı, sadakate ihaneti yeğlemeyeceklerdi. Zulme, kavmiyet taassubunun dirilişine, saltanat heveslilerinin baskısına ve haksızlıklarına canları; malları pahasına karşı duracaklardı.

Hz. Zeyneb salt Kerbelâ demek değilse de, Kerbelâ ile bir çetin sınav yaşamıştır. Bu bakımdan Onun asıl görevinin Kerbelâ vakası ile başladığı da söylenebilir.

Ortalığın sütliman olduğu, hiçbir açık tehlikenin korkutucu boyutlara vararak gözükmediği Sünnetullah'ın hükmünü sürdürür gibi gözüktüğü dönemlerde bir Zeyneb olabilmenin güçlükleri olsa da; zulmün, fesadın, baskının ve İslâm'a aykırı bir takım uygulamaların içinde Zeyneb olabilmenin güçlülüğü ve önemi daha bir yadsınamaz anlam taşır. İşte Zeyneb'i bu açıdan değerlendirmek gerekmekledir.

Bu O'nu, destansı, tarihe geçmiş kişiliğiyle anlatmak demek olacaktır. Demek ki Zeyneb her ne kadar günümüz insanı için destansı niteliklerle donatılmış gözükse de bir destan kahramanı değildir. Demek ki her insan veya her kadın içindeki zıtlıkları birbirinden ayırarak yeri geldiğinde Zeyneb kimliğine bürünebilir.

Bütünüyle gerçektir Zeyneb. Bu gerçeklik; acı olayın ardından kendini gösteren ızdırab yüklü günlerde daha somut ve belirgin olarak tespit edilebilir. Artık ne kardeşler; ne evlatlar, ne akrabalar...

Nerededir yığınlarla mektup yazarak övgü dolu sözcüklerle vefa ve dostluktan; sadakat ve bağlılıktan söz eden insanlar? Kimdir dinin önderi ve kimdir başı kesilen, işkence edilen insanlar? Tüm kavramlar karışmıştır bir anda ve Resülullah'ın irtihalinin üzerinden çok zaman geçmiş değildir.

Fakat cahiliye hortlamak istemektedir. Asırlardır Arapları, çöllerde yaşayan göçebe ve hatta vahşi bedevileri hükmü altında tutan, onları kendi ölçülerinde davranmaya mecbur eden cahiliye bütün yenginin, İslâm'ın kesin zaferinin öcünü almak için fırsat kollamaktadır.

Şeytan hep ayaktadır ve hep dolaşıp durmaktadır, insanlar, Müslümanlar arasında fitne çıkarmak, fesadla onları birbirine düşürmek için. İslâm hâkim olmuştur ama insanların bütünüyle teslim olmadıklarını gösteren işaretler de yok değildir. Münafıkların faaliyette bulunduklarını gösterir olaylar birbirini izlemektedir.

Resülullah'ın etrafında, O'nun varlığıyla bereketlenen ve ayrılığa düşmeyen Müslümanlar; O'nun bedensel varlığının yok oluşuyla birlikte meydana çıkan İslâm düşmanlarının sinsî ve amaçlı propagandalarına hedef olabilmektedirler. Artık mallar, evlatlar, kadınlar insanların bir takım yenilgilere düşmesine sebep olabilecektir. Artık Kur'anı Kerîm'de mü'minlere işaret edilen tehlikelerin birbirini izlemesi işten bile değildir.

Birbirini izleyen fütuhatlar, genişleyen İslâm toprakları; bir takım çelişik düşüncelerle kendini gösteren idarî anlaşmazlıklar ve hepsinden önemlisi de İslâm! Yönetim sisteminin tehdit altında tutulmasını getirmiştir.

Kavmi taassup hortlamış, idarî mekanizmalar bu taassubun hışmından kurtulamamış, İslâm ile iç içe olduğu kadar bir o kadar da İslâm’a ait olmayan anlayışlar peydah olmuştur. Bununla birlikte kim bilir kaç asır sürecek yozlaşmanın temeli atılmış, bid'at ve hurafeler için zemin hazırlanmıştır.

O dönem; İslâm’ın en canlı yaşandığı ve somut olarak devlet sistemini, yönetim biçimini ortaya koyduğu bir dönemin hemen ardından gelmektedir. Bu ikinci dönem gittikçe genişleyerek, asırlar sürecek bir çizgiye başlangıç olacaktır.

Bu bağlamda alınınca Zeyneb'in konumu ile herhangi bir Müslüman kadının konumu arasında doğrudan bir ilgi kurulabilir. Haksızlık karşısında durmak; doğruların savunuculuğunu yapmak; zulüm ve fitne ortamında dört duvar arasında kalmanın yetmeyeceğini görmek...

Düşünmeli ki Zeyneb kendilerine yapılan bir zulmün değil, İslâm'a, Peygamberin torunlarına, Müslümanların geleceğine karşı yapılmış bir suikastın; tahribatın hesabını sormaktadır.

Demek ki nefsî olmaktan öte sosyal ve asıl önemlisi de ilahî bir sorumluluktur bu. Bunu inkâr etmek mümkün olmayacağı gibi, bundan kaçınmak da gerçeklerin tevil edilmesine yol açmamalı.

O gün, öylesine zor koşullar altında onurlu insanlar için iki seçenek söz konusu edilebilirdi; başkası mümkün değil. Onurlu; (yani İslâmiyetten taviz vermeksizin) ölmek veya onurlu yaşamak;(İslâmiyetin doğrularım haykırarak).

Zeyneb'in kardeşleri onurlu ölümü yeğlemek zorunda kaldılar. Yaşamaları, belki yaşayacakları her fazla saniye İslâmiyetten verilmiş tavizler üzerine kurulmuş olacaktı. Evet, mümkündü belki uzun seneler nefes almaları, yemek yiyip, su içmeleri, görkemli bir yaşam sürmeleri...

Mümkündü bozuk temel üzerine kurulmuş saraylarda zevk ve sefa içinde geçecek bir yaşama ve sefahat âlemlerine dalmaları... Amma mümkün değildi. Peygamber mirasına ihanet etmek; Allah ve Resulü’nün çizgisinden uzaklaşmak, geçici eğlenceler için kalıcı, uzun vadeli olanı yeğlemek...

Peygamber torunlarının sevgili dedeleri, onlara baba kadar yakın olmuş İslâm Peygamberi, onları böyle bir sınava hazırlamış olmalıydı kuşkusuz. Ve bu sınav hakkıyla verilmeliydi.

Zeyneb bu sınavı verdi alnının akıyla. Üzerine düşeni sonuna kadar yerine getirdi. Kısa yaşamına yüklenen ağır çileleri Zeyneb ile yaşamış kadar bilebilir miyiz?

Annesinin, babasının vefatı, kardeşlerinin katliama uğratılışı, bunlardan belki daha da acı gelen Islâmiyetin üzerinde dolaşan karabulutlar Zeyneb'i nasıl etkilemişti, kim bilir?

Peygamber'in (s.a.a.) sade yaşamıyla özdeşleşen ve ondan sonra belki bir süre devam eden İslâmî yönetimin halkla kaynaşmış ve halktan destek alan gelişmesinin kaydettiği gerilemeler az mı üzücü ve az mı yaralayıcıdır?

Dostların düşman olması, düşmanların sinsi faaliyetlerini açıkça gösterme cesareti bulması ve Müslümanlar arasında ayrılık tohumlarının ekilmesi söz konusudur.

Tüm asırlara uzayacak, Müslümanların birlikteliğine imkân vermeyecek ve böylece İslâm düşmanlarının gelişimini sağlayacak fitne tohumlarının yeşermesine, beslenmesine sadece seyirci kalmak zorunda bırakılarak izlemek az mı ezicidir?

Demek ki Zeyneb Kerbelâ ile başlayıp bitmiyor. Zeyneb'in ömrü de aslında kendisinde başlayıp bitmiyor ya... Onun yaşadıklarını yaşayan, onun karşılaştığı zorluğu paylaşmayı göze alan ve onunla aynı çileyi çekmeye kendisini severek hazırlayan her insan, her kadın, Zeyneb'i tanıyabilir, anlayabilir.

Yoz kadına, tüketici ve gelenekçi kadına, anlamsız ve sadece cinsel cazibesi ile ilgi görmeyi becerebilen robot kadına, kadınlar adına anlamsız bir mücadele yüklenen ve onu çirkin bir çatışmaya iten feminist kadına, ilericilik ve serbestlik parolasıyla yola çıkarak batağa, gittikçe daha çok batağa saplanan şaşkın kadına karşı örnek bir kişiliktir Zeyneb. Anadır, eştir, evlattır, bacıdır, abladır...

Günü gelince zalimden hakkını isteyen, zulme uğramışların hesabını soran bir yaralı kartaldır. Tüm kırıklıklara rağmen yıkılmadan yürümesini beceren, kan ağlasa da içi, görevini yüklenen sorumlu insandır, insan içinde insan, kadın içinde hanımdır. Her kadın ne kadar kendisi ise, O da o kadar kendisidir; yani kadındır ama hem Müslüman'dır, hem de ismi Zeyneb'dir.

Salt kadın olmakla yetinmemekte, salt insanım diye diretmemekte, erkeklerle at başı mücadele diye inatlaşmamaktadır ama günü, zamanı gelince de hak yiyicilerden, insan kitlelerinden hesap sormakta geri kalmamaktadır.

Zeyneb'i anlatmanın hem yeri hem de zamanıdır. Her yeri kaplayabilecek konumu ve her zamana sığacak misyonu yüzünden, tüm yaşanmış zamanlar adına ve yaşanacak olanlara da bir kez daha Zeyneb'i anlatmalı, tanıtmalıdır.

Kişiliğini arayan çağ kadını için, çağına sığmak istemeyen ve çağının ölçüleriyle sınırlanmaktan ürken, yeni arayışlarla dolu kadın adına anlatılmalıdır Zeyneb. Ve kadınlar, hayatını onunla yaşar gibi olmalıdır. Hayatlar yeni biçimlerini bulmalıdır. Anlamsız ve tanımsız kadının tutsaklığı da kırılmaya başlanacaktır belki böylece.


Doğumu

Nübüvvet evi yeni bir çocuk beklemektedir. Hz. Peygamber'in öz evlatları gibi sevdiği ve soyunun onlar tarafından devam edeceğini söylediği Hz. Hasan ve Hüseyin de bu evde doğmuştur.

Peygamber'in sevgili kızı Hz. Fatıma'nın üçüncü çocuğu olacaktır bu. (Bazı kaynaklar Hz. Fatıma'nın üçüncü çocuğunun doğduktan sonra fazla yaşamayan oğlu Hz. Muhsin olduğunu kaydetmektedir.)

Mutlu evdeki sessiz ve heyecanlı bekleyişin ardından sevinçli haber kısa sürede yayılacaktır. Hz. Fatıma bir kız çocuğu doğurmuştur. Ne matemdir tutulacak ne de anne hakaret görecek; baba utanç duyacaktır. Kız çocuğunun doğumu bir utanç sebebi olmaktan çıkmıştır çünkü. Diri diri toprağa gömülmekteydi cahiliye döneminin bahtsız kız çocukları...

Varlıkları utanç bilinmekteydi; kusur görülmekteydi ailesi tarafından. Bu kiri, kötülüğü ancak toprağın temizleyebileceğini düşünürdü cahili toplumun insanı. Ve Kur'an-ı Kerîm, inmeye başlar başlamaz kız çocuklarına kaşı takınılan tutumu ele almış, bu kötü eylemden dolayı insanları uyarmıştı.

Nübüvvet Evi'nin kız çocukları cahiliye döneminde de utanç vesilesi oluyor değillerdi.

Hz. Peygamber'in kızları ile yakın bağı, onlara verdiği değer, gösterdiği saygı ve genelde bütün kadınların konumunu saygınlaştırmaya yönelik eylemi daha eski tarihlere dayanır. İlkin hanımı Hz. Hatice, sonra kızları ve Hz. Hatice'nin ardından çeşitli sebeplerle evlendiği hanımları, kadının yeni saygın konumu için en güzel örnekler olarak hatırlanmaktadır.

Şimdi de, yani Hicretin beşinci yılında, Cemadiyelevvel'in beşinci günü Hz. Peygamber’in bir kız torunu dünyaya gelmiştir. Peygamber dedenin torunu, yiğit ve bilge baba ile ince, cennet kadınlarının başı diye anılan bir ananın kızı Zeyneb. O, doğuşu ile kendisini böylesine kutlu, ışıklı bir ortam içinde bulacak; kötülük, fitne, fesad, İslâm'a aykırı her türlü eğilimden uzak ve arık yetişecektir.

Zeyneb'e adını Hz. Peygamber (s.a.a.) koymuştur. Bunun için çeşitli rivayetler varsa da en kuvvetlisi Hz. Peygamberin kısa bir süre evvel ölen kızı Zeyneb'in anısını yaşatmayı düşündüğüdür.

Peygamber kızı Zeyneb'in vefatı çok acı olmuş ve babasını yaralamıştır. Tarihçiler Hz. Zeyneb'in Medine'ye hicret ederken hamile olduğunu ve bu sırada müşriklerden birinin karnına bir darbe indirerek Hz. Zeyneb'in düşük yapmasına yol açtığını yazarlar.


Hz. Zeyneb, hicret sırasındaki imkansızlıklardan dolayı, şiddetli kanama geçirdiği halde tedavi görmemiş; vefat etmiştir. Bu yüzden Hz. Peygamber ilk kız torununun ismini Zeyneb koymuştur. Dedesi, peygamber torununa isim babası olmuştur.


Zeyneb'in Soyu

Anası: Zeyneb'in anası, Hz. Peygamber'e huy ve yaratılış bakımından son derece benzeyen ve Peygamberin (s.a.a.) en çok sevdiği kızı Hz. Fatıma (r.a.)'dır. Hz. Peygamber'in Fatıma'dan başka Zeyneb, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm adlı üç kızı daha vardı, ama en küçük olan Hz. Fatıma, babasına çok daha yakındı.

Annesinin vefatından sonraki dönemde baba kız birbirlerine oldukça yakın olmuşlardı ve Hz. Fatıma, en sıkıntılı, güçlüklerle karşı karşıya olduğu günlerde babasının yanında olup O'na yardım ederek "Babasının Kızı" veya "Babasının Annesi" diye adlandırılmıştı.

Bu bakımdan Hz. Fatıma ile Hz. Peygamber'in bir baba kız ilişkisinin çok ötesinde yahut da gerçekte olması gereken, ihmal edilmiş bir baba-kız ilişkisini sergilediklerini söyleyebiliriz.

Hz. Fatıma hakkında övgü dolu çok sözü vardır Hz. Resul'ün. Ama bunların içinde en kayda değer olanı şudur: "Cennet kadınlarının en üstünleri, Huveylid kızı Hatice, Muhammed'in kızı Fatıma, İmran hızı Meryem ve Firavun'un zevcesi, Muzahım kızı Asiye'dir." (Tabakaat).

Aynı şekilde Hz. Peygamber zaman zaman sıkıntı ve darlığa düşen kızına "Âlemdeki kadınların en ulu'su olmaya razı değil misin?" diyerek Onu teselli etmiştir.


Bunlardan başka Hz. Peygamber Hz. Fatıma'yı bedeninin bir parçası olarak nitelemiş; O'nu incitenin kendisini inciteceğini sözlerine eklemiştir. Nitekim Peygamber'in kutlu soyu bu kızı aracılığıyla sürecektir.

Babası: Zeyneb'in babası da Hz. Peygamber'e yakınlık açısından hiç de anasından geri kalmayan Hz. Ali (k.v.)'dir. Hz. Ali, Peygamber (s.a.a,)'in amcası oğlu olmakla kalmayıp, daha küçük yaşlarda yanına alarak yetiştirdiği ve kardeşim diyerek yakınlık derecesini bildirdiği, İslâm Dini ile ilk şereflenen insanlardan biridir.

Cesareti ve takvası; ilmî düzeyi üzerinde tartışılmayan ve Peygamber tarafından ilmin kapısı diye adlandırılan Hz. Ali, aynı zamanda oldukça güçlü bir hatip olarak da tanınmaktadır.

Resul-ü Ekrem, Hicret edeceği gece Hz. Ali'yi kendi yatağına yatırmış; Hz. Peygamber'e suikast yapmaya gelenler yatakta Hz. Ali'yi bulmuş, Hz. Peygamber'in nereye gittiği hakkında ağzından tek söz alamamışlardır.

Hicretten sonra Hz. Fatıma ile evlenmiş, bunun ardından Hz. Peygamber'e kâtiplik etmiş, Hz. Fatıma ile yoksul denilebilecek sade bir yaşantı sürdürmüştür. Hz, Ali, hem Peygamberle birlikte hem de ayrı olarak birçok savaşa katılmış ve hepsinde de olağanüstü başarılar göstermiştir.

İslâm’ın 4. Halifesi olan Hz. Ali, Küfe Mescidi'nde sabah namazı kıldığı sırada Mülcem adlı bir Haricî tarafından zehirli kılıçla basından yaralanarak vefat etmiştir. Geride Hz. Zeyneb, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi çocuklar bırakarak sevgili hanımı Hz. Fatıma'ya kavuşmuştur.

Hz. Zeyneb sadece Hz. Peygamber gibi bir büyükbaba ve Hz. Fatıma gibi anne ile Hz. Ali gibi babaya sahip olmakla kalmamaktadır. O, aynı zamanda Hz. Hatice gibi Cennet kadınlarının en üstünü olduğu bildirilen ve İslâm'la ilk şereflenen bir hanımın da torunudur. Kuşkusuz gerek anasından, gerek babasından ve dedesinden birçok özellikler almıştır Zeyneb.

Ancak Hz. Hatice'den de, İslâm yolunda fedakârlık yapmak, mal ve canını esirgememek, milyonlarını bir kenara iterek Şeyb'de üç sene süresinde iktisadî ambargo altında bırakılmaya tahammül edebilmek, açlıkla, ölümle yıldırılmamak gibi bir takım özelliklerin bir araya toplandığı sağlam bir, karakter miras kalmıştır O'na.

Bu kararlılık, ne yaptığından ve neyi seçtiğinden emin adımlarla ilerleyiş ve duygu ile mücadele gücünü aynı potada yoğu-ruş;

Hz. Zeyneb'in geleceğinde de görülecek ve hep hatırlanacaktır. Elbette ki bu benzerlikte en önemli etkenlerin biri Hz. Peygamber'in kutlu kişiliği etrafında bulunma onuruna erişmiş olmaktır.

Ne var ki Hz. Peygamberin ardından kısa sürede unutulan, askıya alman, değiştirilmek istenen çok şey olmasına karşılık; kanı ve ölümü pahasına sonuna kadar yolunda yürümüştür Zeyneb.

Hz. Zeyneb'in dedesi de Ebu Talib'dir. Peygamber'i büyüten, Onu küçücük; öksüz ve yetim bir çocukken kanatları altına alarak koruyan Ebu Talip olmuştur.

Mekke'deki gücü kardeşleri Ebu Cehil ve Ebu Leheb'ten daha aşağı kalmayan Ebu Talib, diğer amcalarının Peygamberimize ettiği kötülüklere, düşmanlıklarına rağmen sonuna kadar O'nu koruması altında tutmaya devam etmişti. Kardeşi Abdullah'ın oğlunu koruyarak, büyükleriyle çatışmaya girmekten, konumunu tehlikeye atmaktan kaçınmamıştı.

Babaannesi Fatıma Bint-i Esed, Peygamber Efendimiz annesini yitirdikten sonra O'na analık etmişti. Resülullah (s.a.a.) O'nun hakkında; "Bu, beni doğuran anamdan sonraki anamdır." diye buyurmuştur. Hz. Peygamberin Medine'ye hicretlerinin ardından o da çok geçmeden Medine'ye hicret etmiştir.

İslâm'ı kabul eden kadınların on birincisi olduğu söylenmektedir. Hz. Resul'e beyat eden kadınların ilkidir. Vefatının ardından Peygamberimiz gerçekten çok üzülmüş ve "Anam vefat etti" demiştir.

Namazını Peygamberimiz kılmış; mezara verilişinin ardından O'nunla birlikte bir süre mezarda yatmıştır, ibn-i Hişam ve İbn-i Sa'd Ebu Abbas'dan şöyle nakletmektedirler: "Hz. Ali'nin anası Hz. Fatıma öldüğünde Peygamberimiz kendi gömleğini O'na giydirdi ve mezarına girerek O'nun yanında yattı.

Ashab dedi; Ya Resul, bu kadına yaptığını hiç kimseye yapmadın. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem; "Ebu Talib'den sonra kimse bunun kadar benim iyiliğimi istememiştir; ben gömleğimi O'na giydirdim ki Cennet takıları taksınlar ve mezarında yattım ki mezardaki güçlükler O'nun için kolaylık olsun."

İşte Hz. Zeyneb böyle'bir ailenin çocuğu idi ve böylesine yakındı Hz. Resul'e dört bir yandan. Bir Zeyneb oluşturacak koşullarda yetişmekteydi elbette. Ama yeteneği, gayreti, imanı, itilası, özgüveni ve bilinci bu koşullardan gereğince yararlanmasını daha bir mümkün kılacaktı.

Fatıma'nın Resul'e (s.a.a.) komşu evinden, bir gül goncası yetişecekti ansızın. Bu gül goncasından yayılan koku sadece zamanıyla kalmayarak gelecek nesillere de erişecek ve O'nun kimliğini tanıtacaktı.

Bu gül goncasını yıpratmaya, hırpalamaya uğraşanlar olacak, ama dosta değil düşmana, mü'mine değil münafığa batan dikenleriyle saldıracaktı Zeyneb... Diliyle, eliyle, gücü nasıl yeterse, kime yeterse...

Susmayacaktı yalnızca, onları küskünlükle sineye çekmekle yetinmeyecekti Zeyneb, tüm ezen ve ezilenlere böylece tarihî dersini verecekti.

Acılarla yoğrulu ömrü, kısalığına, rağmen en yoğun olaylara sahne olacak, boş ve durağan, hepsi birbirine benzeyen günler geçirmekle övünç duyan insanların yaşayacağı asırlarda da örnek özelliğini koruyacaktı.

Zulmün konuştuğu, korkunun kol gezdiği, bedenlerin öfkeyle ürpererek susmayı yeğlediği dönemlerde; erkeklerin saraylara gizlendiği ya da parayla susturulduğu, kadınların ise eski cahili anlayış düzeyine indirgenmek istendiği günlerde Zeyneb konuşacaktı.

Hüzünlü Çocuk

Hz. Zeyneb ve kardeşleri daha doğdukları andan itibaren açlık, yoksulluk ve çeşitli zorluklarla karşı karşıya gelmişlerdir. Doğumu Hicretin beşinci yılma, yani Müslümanların büyük sorunlarla karşı karşıya bulundukları önemli bir mücadele dönemine rast gelmiştir Zeyneb'in.

Peygamber kızının çocuğu oluşu, yaşıtları arasında O'na ancak daha çok sıkıntı çekme hakkı sağlamıştır. Birçok çocuksu isteklerinin dudaklarında donuk kaldığı ve çoklukla aç kaldığı söylenebilir Zeyneb'in, Çeşitli rivayetler Peygamber kızının evinde süre-giden yoksulluğu, açlığı, bir lokma ekmekle tutulan oruçları bildirmektedir.

Fakat Zeyneb ve kardeşleri için asıl acı duyurucu etkenler açlık ve yoksulluk olmamıştır. O dönemde Müslümanlar zaten refah içerisinde yaşamıyorlardı ve zaten Müslüman olmayı yeğlemekle çeşitli yokluklarla baş başa kalacaklarım, ekonomik ambargolarla tehdit edileceklerini bilmekteydiler.

Ama Müslümanlar için aç, çıplak, evsiz barınaksız kalmaktan daha acı gelen olay, Zeyneb henüz beş yaşını tamamlamışken vuku buluyor ve sevgili dedesi, Hz. Peygamber'in ebediyete irtihaline tanık oluyordu.

Sadece Zeyneb için değil, bütün Müslümanlar için kendilerini kimsesiz, korunmasız, sahipsiz hissettikleri bu olayla Müslümanlar büyük bir paniğe kapılıyor ve İslâm düşmanları tarafından sevinçle karşılanan bir kargaşa meydana geliyordu.

Hz. Zeyneb Müslümanlar arasında sürüp giden çeşitli ihtilaflara tanık oldu. O, annesi ve babasını yaralayan çeşitli olaylardan diğer kardeşleri gibi nasibini aldı.

Peygamber'in kutlu varlığıyla şenlenen, bereket ve bolluk kazanan evleri artık gamlı, sıkıntılı ve bekleyiş dolu bir havaya bürünmüştü. Zeyneb, annesinin beklediğini biliyordu. Annesi, sevgili biricik annesi bir an önce ölmek, bu dünyayı, eşini, çocuklarını terk ederek, sevgili babasına kavuşmak istemekteydi.

O'na mutluluk veren, yüzündeki hüzün dolu ifadeyi değiştirebilen sadece bu düşünce ve bu bekleyişin biteceği umuduydu. Çünkü Hz. Peygamber, vefatından az evvel kızı ile konuşarak, ölümüne üzülmemesini, yakınları arasında O'na ilk kavuşacak olanın kendisi olduğunu müjdelemişti.

Ama ne kadar sürecekti bu bekleyiş ve Peygamber kızı ne zamana kadar güç yetirecekti etrafında olup bitenlere? Fitne odakları boş durmuyor ve Peygamber'in irtihalinin hemen ardından harekete geçerek bu ortamı, Müslümanların ruh halini değerlendirmeye gayret ediyordu. Bunun için de en fazla etkilenenler doğal olarak Peygamber'in (s.a.a.) yakınları oluyordu.

Hz. Fatıma Peygamber (s.a.a.)'in irtihalinden sonra çeşitli sebeplerle gerçekten oldukça üzüntülü günler yaşamış ve denilebilir ki bu ölümüne kadar sürmüştür.

Bu üzüntüleri tek tek sıralamak mümkün değil. Unutulmamalıdır ki hem Hz. Fatıma hem de Peygamber (s.a.a.)'in öteki yakınları aynı sıkıntıyı paylaşmışlar; farklı açılardan da olsa oldukça karmaşık ve kimi zaman içinden çıkılamayacak denli uzun süren açmazlarla karşı karşıya kalmışlardır.

Bütün olup bitenlerin ardından Hz. Fatıma oldukça yıpranmış ve birçok sahabiye kırılmıştır. O dönemler denilebilir ki hem Hz. Fatıma hem de ailesi için çok zorlu geçmiştir.

Gerek Hz. Zeyneb; gerekse kardeşleri annelerinin bu üzüntü ve kırgınlığına ortak olmuş, ister istemez küçük kafalarını büyük meselelerle yormuşlardır. Bu dönemlerin, hem Hz. Zeyneb'in hem de kardeşlerinin yetişme ve olgunlaşmaları açısından oldukça etki ettiği gelecekte görülecektir.

İslâmiyet’in üzerinde, fitne ve fesad yaylalarının kara rüzgarlar estirdiği günlerde Zeyneb ve kardeşleri İslâm Peygamberi'nin dilediği doğrultuda eğitim görmekte ve Peygamber ocağının eşsiz terbiyesiyle büyümektedirler. Dedeleri Hz. Peygamber hayatta yoktur ama anneleri sağdır ve babaları, ilim ve irfanda eşi benzeri bulunmadığı Hz. Peygamberce vurgulanan Hz. Ali, çocuklarının eğitimi ile ilgilenmektedir.

Gerek Hz. Fatıma'nın gerekse Ali’nin maddî durumları iyi değildi. Hz. Fatıma, annesi Hz. Hatice'den kendisine kalan tüm mirası babasına vererek İslâm yolunda harcanmasını istemiş;

Hz. Ali de zaten varlıklı olmadığı gibi, seferlere katılma dışında salt Peygamber'in kâtipliğini yapmakta ve ilimle uğraşmakta olduğu için para kazanmaya vakit ayıramamış; dolayısıyla ömürleri hemen hep sıkıntı ve darlıkla geçmişti. Hz. Peygamber'in vefatının ardından da durumlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır.

Çünkü babası Peygamber olduğundan ve O'na dayandırılan bir Hadîs-i Şerife göre bıraktıkları mîras değil, sadaka işlemi görecek ve yakınları bunlardan yararlanamayacaklardı.

Ne ki çekilen maddî sıkıntılar Peygamber torunlarının üzerinde olumsuz etki yaratmaktan uzak izler bırakmıştır. Yoksulların acısını gönülden duymak, açlıktan midesi kemirilenlere yakınlaşmak, her zaman mazlumun ve ezilenin yanında olmak için onların duygularını tatmış olmaktan daha iyi yol var mıdır?

Nitekim acılar Peygamber'in vefatıyla kalmayarak, daha altı ay geçmeden Hz. Fatıma vefat edecek, çocukları annesiz, babalan da O'nun gibi bir eşten yoksun kalacaklardı.

Beş yaşında dedesini yitiren Zeyneb, beşbuçuk yaşında da annesiz kalarak büyük ölçüde kendi kendine yetmesini öğrenecek; anne sıcaklığı ve güveni yerine sorunları kendi başına çözümlemeye sığınacaktı.

Annesini yitiren Zeyneb'in yaşı küçüktür ama bilinçli olduğu, annesinin O'na söylediği bazı rivayetlerle bildirilen şu sözlerle bellidir; "Kardeşlerine dikkat et, iyi bak Zeyneb.

Bundan sonra onların annesi sensin." Böylece Zeyneb içinin acısını bir yana koyarak kardeşlerinin acısını dindirmeye, onların sorumluluğunu yüklenerek küçük bir anne olmaya çalışacaktır.

Nitekim annesi de öyle yapmamış mıdır? Hz. Hatice'nin vefatının ardından Hz. Peygamber, minicik kızının kendisine annelik ettiğini görecek ve bu küçük kıza "Babasının annesi" denilecekti.

Evlenme çağma kadar Hz. Zeyneb'in yaşamı çeşitli sorumlulukları en iyi şekilde yerine getirme çabalarıyla geçmiştir. Bu çabalar içinde hem iyi bir abla ve evlat olmak, hem de iyi bir Müslüman hanım gibi kendini yetiştirmek, bunların dışında bir de Peygamber torunu ve Hz. Fatıma'nın kızı oluşunun verdiği bir ciddiyetle durumuna lâyık olmak için dikkat göstermek de yer alır.

Genç kızlığı, Hz. Peygamberin vefatının ardından başlayan kargaşanın çeşitli yansımalarla etkilediği bir toplum içinde geçer Zeyneb'in. Cahiliye toplumunun kadını değişmiş, yerine Kur'an'da ölçüsü verilen ve Peygamberin düzeltmeleriyle belirginlik kazanan kadın gelmiş olmalıdır.

Bu değişimde hiçbir şey hazır değildir kadınlara da, erkeklere de... Sahabe hem ilk Müslümanlardan olmanın, Peygamber'e yakın olmanın gücüne sahip; hem de tamamıyla değiştirilmek istenen bir toplum yapısı yerine yeni bir örgü kurmak sorumluluğunun ağırlığını taşımakta. Gelecek Müslüman nesillerinin ve İslamiyet'in iyi anlaşılır kılınır olmasının, bu dönemden aktarılacak örneklerle doğrudan ilgili olacağının hesabı yapılmaktadır kuşkusuz.


Hz- Zeyneb'in Üvey Anneleri

Annesinin rahatsızlığı sırasında Zeyneb büyük kız olduğu için hem annesine bakıyor, hem de, kardeşleriyle ilgileniyordu. Annesinin yerini tutmak için oldukça gayret sarf eden Zeyneb'in olgunlaşmasında o günlerin rolü büyüktür.

Daha sonraları, annesi vefat ettikten sonra da Zeyneb, annesinin vasiyeti uyarınca kardeşlerine ablalık edecek ve onların bütün sorunlarıyla ilgilenmeye, aralarındaki kardeşlik bağının en güzel şekilde korunmasına çalışacaktı.

Hz. Farıma'dan sonra her ne kadar zor da olsa Hz. Ali, çeşitli defalar evlenmek zorunda kalacak, bunu en başından itibaren sevgili hanımı Hz. Fatıma'nın hatırı için yapacaktı.

Hz. Fatıma kocasının kendisine bağlılığını ve sevgisini bildiğinden ölümünden sonra, ne kadar sürebileceği belli olmayan hayatı boyunca onun yalnız ve çeşitli sorunlarla içice yaşamasına razı olmamış ve ilk evleneceği hanımı da vasiyet etmişti.

Hz. Ali'nin bu evlilikleri zamanın sosyal ve ekonomik ve hatta büyük ölçüde siyasî şartlarından ileri geldi de denilebilir.

Hz. Ali'ye eş, Hz. Zeyneb ve kardeşlerine de üvey anne olan bu hanımların isimleri şöyle sıralanabilir:[1]

1- Ümmü'l-Benîn Bint-i Hizam

Bu hanımdan Hz. Ali'nin Cafer, Abbas, Abdullah ve Osman adlı dört oğlu olmuştur. (Dördü de Kerbelâ'da şehid olacaktır.)

2- Leyla Bint-i Mesut.

Bu hanımdan doğan Abdullah ve Ebubekir isimli oğulları da Kerbelâ'da diğer kardeşleri gibi şehid olacaktır.

3- Esma Bint-i Ümeys

Esma, Hz. Ebubekir'in hanımı iken O'nun vefatı üzerine Hz. Ali ile evlenecek ve O'na, Muhammed Asgar ile Yahya isimli iki evlad verecektir.

4- Rebii Teğlebi'nin kızı Sehba'dan da Ömer ve Rukiyye isimli iki çocuğu olur Hz. Ali'nin.

5- Ebu'l As îbn-i Rebii'nin kızı Emame.

Bu hanımdan Hz. Ali'nin Muhammed Evsat isimli bir oğlu olur.

6- Caferi Hanefi'nin kızı Havle'den, Muhammed-el Ekber, Ibn-i Hanife isimli iki kızı olur.

7- Ümmü Saîd Bint-i Urve'den Ümmü Hasan ve Remle-i Kübra isimli iki kızı olur.

8- Amr el Kays'ın kızı Fakbah'dan ise Hz. Ali'nin bir kızı olur, hemen ölür.

Bu hesaba göre Hz. Zeyneb’in dördü öz olmak üzere 19 kardeşi bulunmaktaydı. Ancak birçok kaynakta bunların dışında Hz. Ali'nin bütün evlatlarının sayısının otuzu aştığı ve hatta 48'e kadar yükseldiği bildirilmektedir.

Bunlardan bazıları Kerbelâ'da, Hz. Hüseyin ile birlikte şehid olacak, bir kısmı da esir edilerek Kufe'ye götürüleceklerdi. Kaynaklarda Kerbelâ olayının ardından Ehl-i Beyt'ten erkek olarak sadece Hz. Hüseyin'in oğlu Zeynül-Abidin Ali, Muhammed Bakır ve Hasan'ın oğulları Zeyd, Ömer ile Hasan-ı Müsenna ve bunların yanı sıra Ukbe adlı bir kölenin kaldığı yazılmıştır.

Hz. Zeyneb'in Evliliği

Hz. Zeyneb evlenme çağına geldiğinde Hz. Ali, O'nun için en iyi hayat arkadaşını seçmekte oldukça titizlik gösterir. Hz. Zeyneb'in kişiliği oldukça gelişmişti ve evleneceği erkeğin de buna paralel olarak oldukça olgun bir kişiliğe sahip olması beklenmekteydi.

Bunun için damat adaylarını sıkı bir elemeden geçirecektir Hz. Ali. Ancak Zeyneb'i kiminle evlendireceğini de bilmektedir. Zeyneb için Ben-i Haşim ve Kureyş'ten gelenler arasında en uygun Abdullah lbn-i Cafer görülmüştür.

Arada mevcut akrabalık, tarafların birbirini çok iyi tanımasını getirmektedir. Damat adayı Abdullah'ın babası Cafer îbni Talib, Hz. Ali'nin kardeşidir bilindiği gibi.

Cafer aynı zamanda Hz. Peygamber'in en sevdiği kimseler arasındadır da... Dürüst kişiliğinden dolayı O'na Zülcenaheyn (iki kanatlı) veya Ebu'l Mesakin (yoksulların babası) demekteydiler. Ebu Hureyre, Hz. Cafer hakkında "Peygamber (s.a.a.) efendimizden sonra Cafer îbn-i Talib'den daha iyisi yoktur " der.

Cafer bilindiği gibi İslâm'ın ilk geldiği dönemlerde Mekke'de oldukça kötü davranışlara, işkence ve alaylara, kötülüklere maruz kalarak Habeşistan'a hicret eden Müslümanlardandır.

Cafer'in Habeşistan'dan dönüşü Hayber Zaferi ile aynı tarihe rastlamaktadır. Döndüğünde Hz. Peygamber Cafer'i kucaklayıp öpmüş ve: "Bilmiyorum. Cafer'in gelişine mi sevineyim, Hayber'in fethine mi?" demiştir. Bunun ardından Cafer, Rum diyarına gönderilen ordu ile sefere çıkmıştır. Bu sırada Mute isimli bir köyün yakınlarında İslâm tarihinin önemli savaşlarından biri olur.

Bazı rivayetler ordu komutanının Cafer olduğunu, bazıları da komutanın ilk olarak Zeyd, O ölünce de Cafer olduğunu bildirir. Zeyd'in ölümünün ardından sancağı Cafer kapar; müşrikler sancağı tutan sağ elini düşürünce, sancak sol eline geçmiştir Cafer'in. Sol eli de kesilen Cafer sancağı kucaklamaktadır artık. Ve ardından şehid olur.

Abdullah îbn-i Cafer'in annesinin adı Enes'in kızı Esma'dır. Esma, Peygamber'in hanımı, Mü'minlerin Annesi Meymune'nin ve Hz. Hamza'nın hanımının kardeşidir. Cafer'in Esma dışındaki hanımlarından çocuğu olmamıştır. Cafer'in şehadetinin ardından Esma, Hz. Ebubekir ile evlenir. Bu evlilikten Yahya ve Muhammed Asgar adlı iki çocuğu olacaktır.

Abdullah, Habeşistan'da doğar. Orada doğan ilk Müslümanlardan birisi de Abdullah'tır. İbn-i Hacer, El-Esabe adlı kitabında Peygamberimizden şu sözleri nakletmektedir: "Abdullah yaratılış olarak bana çok benziyor.


Allah'ım Cafer'e salih çocuklar ver ve O'nun ticaretine hayır ver." Peygamberimiz bu sözleri üç kere tekrarladıktan sonra şöyle devam eder: "Ben dünyada ve ahirette onların dostlarındanım."

Abdullah'ın Hz. Zeyneb ile evlenme önerisi Hz. Ali tarafından çok düşünülmeden kabul edilecektir. Kuşkusuz Hz. Zeyneb'in de kararı önemlidir ve O da babasının kararına karşı çıkmaz.

O güne kadar değişik evlilik önerileriyle karşılaşmıştır Hz. Zeyneb. Ancak Abdullah'ın kişiliği, karakteri ve imanı, O'nun seçilişinde önemli bir rol oynayacaktır.

"Bu evlilikten dördü erkek olmak üzere beş çocuğu olacaktır Abdullah ve Zeyneb'in. Bunlar;

1- Ali

2- Muhammed

3- 3-Un-ul Ekber

4- Abbas

5- Ümmü Gülsüm olarak sıralanabilir.

Muaviye, Ümmü Gülsüm'ü siyaset icabı oğlu Yezid'e almak için girişimlerde bulunmuştu. Ancak Hz. Ali, kızının evlenme sorumluluğunu Hz. Hüseyin'e vermiş, O da Muaviye'nin isteğini kabul etmemişti.

Yezid'in gençliğinden itibaren sürdürdüğü sorumsuz, İslâmi yasaklara aldırışsız davranışları ona karşı güven duymalarını engellemekteydi.

Hz. Zeyneb'in evleneceği erkeğin İslâm'ı bütünüyle yaşamasının gerektiği gibi, karakter olarak da uygun olmasını istiyordu Hz. Hüseyin. Sonuçta amcaoğlunun teklifi kabul edildi ve Hz. Zeyneb, Abdullah ile evlendi.

Evlenmesi Zeyneb'in ailesinden kopmasına yol açmayacaktı. Zaten evleri de baba ocağına uzak değildi. Abdullah, amcasını çok seviyor ve sayıyor, bu yüzden ona yakın yaşamayı yeğliyordu.

Hz. Ali'nin görevi icabı Kufe'de kalırlar. Abdullah amcasının katıldığı savaşların hepsinde bulunur. Sıffin savaşındaki komutanlardan birisi de Abdullah'tır. Abdullah işlerinde de yakındır amcasına...

Bir çiftçi, Hz. Ali'ye bir dileğini iletmek ister Ve Abdullah'tan aracılık yapmasını rica eder. Abdullah yardım eder ve adam tutup zamanın parasıyla 40.000 dirhem vererek teşekkür etmek ister Abdullah'a..,

Abdullah'ın tepkisi oldukça sert olur. "Biz iyiliği satmayız" diye cevap verir adama ve dostluğunu sürdürmez.[2]

Hz. Zeyneb'in bu dönemdeki yaşamıyla ilgili fazla kaynak bulunmamaktadır. Zeyneb'in genç kızlığı sırasında İslâmî tesettür kurallarına oldukça dikkatle uyduğu rivayet edilir.[3] Ancak Kerbelâ savaşı sırasında Zeyneb'in örtüleri savaş meydanında düşmanlarınca yırtılır, parçalanır ve Zeyneb ömrü boyunca acısını taşıyacağı bu olayın daha da derin yaralar açtığını duyar içinde.

Onu perişan, saçı başı karmakarışık bir durumda açılmış görenler "Güneş gibi parlamakta olan bu hanım da kimdir, şu çadırdan öbürüne giriyor?" diye sorarlar birbirlerine.[4] Hz. Ali'nin kızı olduğunu öğrenince de şaşırırlar.

Evet, Zeyneb'i görmüş, tanımışlardır daha önce ama İslâmî tesettürü onun kadın güzelliğinin ortaya çıkmasını saklamıştır hep. Abdullah îbn-i Eyyubî Ensari, O'nu Mısır'a gittiğinde görür, şaşkınlıkla "Andolsun Allah'a ki O'nun gibi bir hanım görmedim, yüzü ay parçası gibiydi" der. Oysa o sırada Hz. Zeyneb 55 yaşında, yaşlanmaya başlamış bir hanımdı.

Bu da gösteriyor ki çektiği sıkıntılardan etkilenmeyecek kadar güzeldi Zeyneb ve bir bakıma bu güzelliği sağlam karakterinin ve iç ahlakının yansılanışıydı bedenine... Annesi Hz. Fatıma'nın yüzünü parlatan nurdan bir şeyler almıştı mutlaka...

Hz. Zeyneb'in Abdullah ile olan evliliğinin geleceği ile ilgili bir takım farklı rivayetler vardır. Bazı rivayetlere göre Hz. Zeyneb ile Abdullah, Kerbelâ olayının öncesinde birbirlerinden ayrılmışlardı ve bunun için Hz. Zeyneb Kerbelâ'ya kocası olmaksızın çocuklarıyla gitmişti.

Başka rivayet ise bu evliliğin sürdüğünü, ancak söz konusu ayrılıkların Abdullah ile Zeyneb arasında evliliklerinin öncesinde yapılmış bir anlaşmayla gerçekleştiğini, bildirmektedir. Bu anlaşma, Hz. Zeyneb'e kardeşleri ve ailesiyle dilediğince yakın olma serbestliğini veriyordu.


Fitne ve Kargaşa Ortamında

Dönem, fitne ve kargaşanın yeniden hâkim kılınması, kurulan dengenin tersine döndürülmesi için yoğun uğraşıların olduğu, büyük dolapların döndürüldüğü ve sinsi insanların çirkin yüzlerini göstermek için maskelerini çıkarttığı dönemdir.

Zaman, tarihin hiçbir döneminde bu kadar somut olarak ortaya konmamış bir hak düzeninin, uygulamada yüzde yüze yakın basarı gösterdiği ve daha da güçlenmeye doğru koşar adımlarla ilerlediği ışıklı, nurlu bir zaman...

Ortam, ilk bakışta hep aynı ortam ve yüzeysel düşünenler için de ortalık süt liman... Çünkü kimse Peygamber'e ve getirdiklerine somut olarak karşı çıkıcı sözler söyleyememektedir, görünürde kimsecikler çıkıp da Kur'an'ın hükümlerini reddetmeye cesaret edememektedir.

Camiler tıklım tıklım dolmakta, fütuhatlar yapılmakta, mal varlığı üst üste yığılmaktadır.

Kısacası bu öyle bir geçiş dönemidir ki ne suçlanacak bir kimse ve bir suç, ne de huzur ve onur duyulacak bir gidişin öncülüğünü yapanların yokluğu çekmektedir dikkatleri.

Böyle bir ortamda akıl ve izan sahiplerinin, sağduyu ile yorum yapabilecek düzeye erişmiş yetişkinlerin, sorumluluk sahibi aydınların dikkatini çekerek onları uyaracak çok şey vardır mutlaka...

Çünkü hiçbir yozlaşma ansızın gelmez ve başıbozukluk yerden bitmişçesine gelip dayanmaz kapıya. Bu yüzden o dönemde de Hz. Peygamber'in sünnetine sımsıkı yapışmanın ve üst üste getirilmek istenen bid'atların toplumu etkilemesinin önüne geçilmesinin gereğine inanan vicdan ve akıl sahibi Müslümanlar harekete geçtiler.

Kısa bir süre öncesine göz atalım. Yani Hz. Zeyneb ve kardeşlerine karşı girişilen büyük katliamı hazırlayan koşulların değerlendirmesini yapalım.

Hicretin kırkıncı yılında, o büyük cihadın ardından bu kadar çok ve aynı zamanda az zaman geçmişken daha kutlu Ramazan aylarından birinde Hz. Zeyneb ve kardeşleri ye bütün Müslümanlar, İslâm’ın Dördüncü halifesini yitireceklerdir.

Ramazan ayının on dokuzuncu günü, sabah namazı sırasında Ibn-i Mülcem isimli bir Harici, Hz.Ali'yi vuracak, Hacca, isimli arkadaşı, Muaviye'yi ve Amr isimli diğer arkadaşı da Asoğlu Amr'ı öldürmeye çalışacaktı.

Kader yerini bulacaktır. Mübarek başı Mülcemoğlu'nun kılıç darbesiyle yaralanan Hz. Ali, bir kilime yatırılarak evine götürülecek, baş uçunda merakla bekleyen çocuklarına teselli verecek, vefat ettiği gece kendisine sunulan bu bardak sütün yarısını içip yarısını da Mülcemoğlu'na gönderecek ve Mülcemoğlu "zehirlidir" diye bu sütü içmeyecektir.

Hz. Ali daha sonra çocuklarına vasiyet ederek öç almalarını yasaklayacak ve Ramazan'ın 21. günü vefat edecekti. Hz. Hasan, babasının cesedini yıkayıp kefenleyecek, namazına imamlık edecekti.

Mülcemoğlu, definden sonra kendisini çağıran Hz. Hasan'a, kendisini bırakmasını; suikasttan kurtulan Muaviye'yi öldürmesi için izin vermesini söyler.

Ne ki Hz. Ali, eğer ölürse Mülcemoğlu'nun kılıç darbesiyle öldürülmesini buyurmuş, affetmelerinin de mümkün olabileceğini söylemiştir. Hz. Hasan, Mülcemoğlu'nu bir kılıç darbesi ile öldürdükten sonra halk ölüsünü yakar.

Artık Hz. Ali yoktur. Peygamber kızı ye Hz. Ali... Ehl-i Beyt'in bu kutlu üyeleri birbirlerinin ardından dünyadan göçüp gitmiş, arkalarında belirsizlik ve soru işaretleriyle dolu bir ortam bırakmışlardır.

Hz. Hasan, Hüseyin, Zeyneb ve diğerleri... Peygamber’in torunları, soyunun devam edeceği mübarek insanlar bu ortamda nasıl bir tavır almalı ve fitneye karşı kimin yanında, neye rağmen durmalıdırlar? Hz. Ali'nin varlığı sırasında da hemen hemen aynı sorunlar vardır fakat gidilen yol, çizilen çizgi oldukça nettir.

Şimdi ise hem Hz. Hasan ve Hüseyin hem de diğer kardeşleri için ağır bir sorumluluk halinde karşılarına dikilen soru, ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiği olacaktır.

Hz. Ali'nin vefatının ardından aynı gün Hz. Hasan, Küfe Mescidi'nde halka bir konuşma yapar ve halk koşarak O'na beyat eder. Beyatın ardından Ibn-i Mülcem öldürülecek ve kargaşalıklar büyük ölçüde patlak vermeye devam edecektir. Ordu da kendi içinde bölünerek Haricîlerin propagandalarının etkisinden kurtulamayacaktır.

Bir kısmı yağma ve talana dalacak ve böylece Hz. Hasan'ın Muaviye ile uzlaşması zorunluluk haline gelecektir. Ne ki bu uzlaşma, hiçbir zaman İslâm’dan herhangi bir taviz verme anlamını taşımayacağından, sonuç olarak Muaviye uzlaşma koşullarına uymayacak ve Hz. Ali'nin çocuklarına karşı yapılan haksızlıkları görmezden gelmeyi yeğleyecektir.

İslâmî hilafetin saltanata dönüştürüldüğü evrede Hz. Ali ve oğlu Hasan öldürülmüştür. Sırada İslâmî hilafetin savunuculuğunu canı ve kanı pahasına savunacak olan; Peygamberin diğer torunları, torunlarının çocukları, hanımları vardır.

Peygamberin omzunda gezdirdiği, öpüp koklamaya kıyamadığı torunları birbirleri ardı sıra İslâmî kıyamlarından taviz vermemek için öldürüleceklerdir. Hz. Zeyneb gibi öldürülemeyip esir alınanlar, pazarlarda cahiliye düzeni esirleri gibi teşhir edilerek gezdirilenler ise ölümden de beter bir yaşama zorlanacaklardır.

Susturulmaya, gerçekleri, haksızlıkları sonuna kadar haykırmak yerine halinden memnun ve durumu onaylamış görünmeye mecbur edilmenin zilletine katlanamayacaklar, bu yüzden de ölünceye kadar rahat bir nefes alamayacakları koşullara itileceklerdir.

Hz. Hasan, Hüseyin, Zeyneb.... Hasan öldürülmüştür, sırada Hüseyin vardır. Zeyneb de kendisine yönelik düşmanlıklardan payını alacaktır bir gün. Fitne odaklarının tahrikleri sürmektedir. Saltanat mekanizmasının işlerliğinin sağlanması için çıkar çevrelerinin işbirliği de öyle...

Egoizmi aşarak insanların birliği ve eşitliği üzerine kurulan İslâmî yönetim, cahiliyet devrindeki asabiyetin yeniden canlanması, sömürü mihraklarının iştahının kabartılması, rahatlama ve gevşeme ile birlikte yayılan zevk düşkünlüğü ile sarsılmaktadır.

Kur'an hükümleri isteklere uydurulmaktadır. Peygamberin izini sürmekte direnenler çeşitli bahanelerle sindirilmekte ve yönetimin kilit noktaları cahili zihniyet taşıyan saltanat meraklılarınca parsellenmektedir.

Hatta öyle bir noktaya gelinmiştir ki, zulme ve haksızlıklara karşı çıkanlar İslâm ve Kur'an ve hatta Peygamber düşmanlığıyla suçlanarak halkın gözünde karalanmakta ve ayrılıkçı güçler diye tanımlanmaktaydılar.

Peygamber torunları ve Müslümanlar mahzun oluyorlardı elbet. Ama üzülmek gam çekerek tasalanmak neye yarardı? Harekete geçmek doğruyu bildirip yanlıştan sakındırmak, tüm tehlikeleri göze alarak İslâm’ın karartılmaya çalışılan geleneğini ışıklandırmak zorundaydılar.

Artık İslâmî devletten söz etmek mümkün olamadığına göre kendi başlarına harekete geçmeliydiler. Yezid, babasının faaliyetlerinin sonucunda saltanat makamına getirilmiş ve hilafet makamını gasp etmeden önce de çeşitli ahlaksızlıklarıyla tanınmış biridir. Halk zorla O'na beyat ettirilmiş, etmeyenler acımasızca öldürülmüş ve tehdit edilmişlerdir.

Hz. Hüseyin de Medine valisi Velid tarafından Yezid'e beyat etmeye davet edilir. Aksi halde boynu vurdurulacaktır, Yezid'in emri budur. Hüseyin beyat etmez ve Velid de tüm tahriklere rağmen Hz. Hüseyin'i serbest bırakır, O'nun kanını akıtmanın vebalinden çekinir.

O dönemde Medine ve çevresinde Hz. Hüseyin ve kardeşleri için hiç de güvenilecek bir hava esmemektedir. Irak'tan davet mektupları gelmekte, halk torbalarla mektup göndererek Hz. Hüseyin'i çağırmakta, O'na beyat edeceklerini bildirmektedir.

Ümmü Seleme (r.a.) O'nun Irak'a gitmesinin önüne geçmek ister. Olacağın önüne kim geçebilir? Hz. Hüseyin de, kardeşleri de bilmektedirler neler olabileceğini ve aşağı yukarı kestirmektedirler olacakları.

Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da Peygamber torunlarının kafilelerle yola çıkmasını önlemek ister. Korkulu, tehdit dolu, acılı bir rüzgâr esmektedir. Irak'tan çağrılar sıklaşmaktadır.

O ortamda baskı ve zulmün sistemleştirildiği ve aksi eylemlerin önünün derhal alındığı şartlarda kesinkes bir tavır almanın mümkün olamayacağının bilincindedir Hz. Hüseyin. Hz. Zeyneb de kardeşini destekler.

Zaten iki kardeş bütün işlerinde birbirleriyle müşaverede bulunmakta olduklarından, aldıkları karar da hemen hemen aynı olmuştur. Madem ki susmamak, harekete geçmek, mevcut saltanatı zorlamak gerekmektedir ve madem ki Medine'de bunu sağlamak oldukça zordur; öyleyse gidilmesinde hayır ve yarar vardır.

Bunun üzerine ön çalışmalara başlarlar.

1
Hz.Zeyneb "Kerbela Şahidi" Hz.Zeyneb "Kerbela Şahidi"


İlk Mektup

Küfe'den gönderilen ilk davet mektubu, tövbeci-ler diye tanınan meşhur grubun başkanı Süleyman b. Sured'e aittir. Mektup şöyledir:

"Selam olsun sana.

Senin düşmanlarını mağlup eden ve öldüren Allah'a hamdolsun. Düşmanın haksızca bu millete hakim olup hakimiyeti ele geçirdi. Senin hakkını çiğnedi. Milletin rızası olmaksızın millete hükmetti.

Kavmin özgürlük yanlılarını ortadan kaldırmak isteyerek rahmetinden nasipsiz kalmıştır Evet... İmamı ve önderi olmayan bizlerin yardımına koş ki;

Allah da senin sayende bizleri doğru yola ulaştırsın...

Numan b. Beşr (Ibn-i Ziyad'dan önceki Küfe valisi) hükümetin bir elemanı olup sarayda oturmaktadır. Bizim pnunla ilişkimiz yoktur. Cuma ve bayram namazlarını onunla kılmayız- Ziyaretine de gitmeyiz. Eğer senin bize geleceğini bilirsek, onu şehirden sürüp çıkartır, Şam'a geri yollarız, înşaallah."

Bu mektuplar sayılamayacak kadar çoklukta ve birbirini takip ederek Hz. Hüseyin'i harekete geçmeye zorluyor; O da kendisini büyük bir sorumluluğun altına girmiş sayarak bu görevden kaçamayacağım biliyordu.

Bir rivayete göre Hz. Hüseyin'e bu içerikte tam 12 bin mektup gönderilmiş Kufe'ye gelmesi için. Bu davet mektuplarına karşılık Hz. Hüseyin sessiz kalamazdı elbette ve ilk önce bir cevap mektubu yazmıştır;

"Hani ve Said mektubunuzla birlikte buraya geldiler. Bunlar bugüne kadar benimle buluşan ikinci elçilerinizdir. Evet... Topluluğunuza hak yolda önderlik edecek kimsenin bulunmadığından haberdar oldum.

Şimdi ben, kardeşim, amcamın oğlunu, en güvendiğim kimseyi, Müslim b. Akil'i sizin ileri gelenlerinizin görüşlerini öğrenip bana bildirmesi için size gönderiyorum. Eğer sizin temsilcilerinizin sözleri ve yazdığınız mektuplarla O'nun göndereceği rapor birbiriyle aynı olursa, hemen Kufe'ye doğru hareket edeceğim."

Görüldüğü gibi Hz. Hüseyin bilinçli davranmakta, geleceğin neyi getireceğini aşağı yukarı bilse dahi etrafında bulunan yakınlarının hayatlarını tehlikeye atmaktan kaçınmakta, bunun için harekete geçmeden önce durumu bilmek ve kendisine verilen sözlerin mahiyetinden, ciddiyetinden emin olmak istemektedir. O, yola yalnız çıkmayacaktır.

Yanı sıra kardeşleri, çocukları, yeğenleri, hanımı ve diğer yakın akrabaları ve O'na candan bağlı olan birçok Müslüman da harekete geçmek üzere hazırlık yapmaya başlamışlardır.

Hz. Zeyneb, kardeşinin yanında olmak ve O'na hem maddî hem de manevî güç vermek için her zaman hazırdır zaten. Hz. Hasan'ın öldürülüşünden sonra kardeşler birbirlerine daha bağlanmış, olacakları biliyormuşçasına hüzünlü bir sevgiyle birlikte hareket etmeye alışmışlardı.

Şimdi Hüseyin bütün davranışlarıyla Hz. Ali'nin çocuklarına örnek ve destektir. Babaları da vasiyetinde Hasan ve Hüseyin'den kardeşlerini korumalarını, onlarla ilgilenmelerini söylemiştir,.

Artık Hasan yoktur ve koruyuculuk görevi Hüseyin'e aktarılmıştır. Zeyneb ise kadın oluşunun verdiği yetkinlikle aile çevresinde otorite sahibidir.

Fiziki ve manevi güçlülüğü, olgun ve kendisinden emin kişiliği salt aile çevresiyle kalmayarak tüm tanıyanlar üzerinde saygın bir etki uyandırmaktadır ve konuşma alanındaki başarıları yaygın bir üne kavuşmasına yol açmıştır.

Şimdi; ne zamana kadar süreceği ve nasıl biteceği bilinmeyen bir yolculuk beklemektedir onları. Medine'den göç etmek anlamına gelecek bu yolculuk;

İslâm'ın geleceği kurtulsun, Müslümanların başında dolaşan kara bulutlar dağılsın, fitne ve fesad odakları yerle bir olsun diye çeşitli fedakârlıklarla, çetin koşullar altında yapılacak, etraflarını çevreleyen düşmanlar maskelerini takmaya gerek görmeksizin türlü tuzaklar kurarak yollarına çıkacaktı.

Onlar bunu biliyor ve yine de mevcut durumun devamı anlamına gelen sessizliği kırmak için harekete geçmeyi kaçınılmaz bir görev olarak görüyorlardı.

Hz. Hüseyin'in elçisi Müslim îbn-i Akil, Kufe'ye varınca İmam Hüseyin adına beyatları kabul edip, ordu hazırlamaya başladı, imam Hüseyin taraftarları ve Yezid'in zulümle dolu uygulamalarından bıkan bir kısım halk büyük bir coşku içinde Hz. Hüseyin'in temsilcisi Müslim îbn-i Akil'e beyat ettiler.

Müslim'in çevresi kısa zamanda genişleyerek yeni ve kalabalık grupların da katılımına açılır. Müslim bu durumu ayrıntılarıyla Hz. Hüseyin'e rapor edip Mekke'ye gönderir.

Zamanın Küfe Valisi Ubeydullah b. Ziyad, zulüm ve dalaverelerle yönetimini sürdürme gayretinde olan Emevilerin desteklediği biridir. Halk bu valinin yaptığı haksızlıklardan ve islâm dışı uygulamalardan bıkkınlık getirmiş, Müslim îbn-i Akil'in varlığını fırsat bilerek onun etrafında toplanmıştır. Ibn-i Ziyad doğal olarak bu durumdan hoşlanmayacaktır.

Çünkü O şimdiye değin İslamî hükümleri başarıyla çarpıtarak dilediğince, hüküm sürmesini becermiş, kendisine karşı çıkan tek tük grupları komplolarla dağıtmış, yüzeysel bir İslâmî anlayışın hâkim olduğu bir topluluk oluşturma yolunda büyük hizmetler vermiş saltanat yanlısı biriydi. Bu seferki gruplaşmaları da ilk etapta önemsemedi Vali.

Nasıl olsa bunları da ya baskı ve zulümle, ya da mal ve para, olmazsa mevki vaadiyle kandıracak ve etrafındaki çıkarcılar kalabalığının büyümesi ile varlığını güvence altına alacaktı. Sarayda yapılan hesaplar buydu ve azımsanmayacak sayıdaki adamıyla İbn-i Ziyad halkın heyecanını bastırmak için çeşitli yöntemler deneyecekti bu kez de.

Kabile taassubunu körüklemek, cahili kavramları gün yüzüne çıkartmak, zorbalık ve mal varlığıyla üstünlük temin etmek, saltanat makamlarının başlıca silahıdır. Peki ya mü'minin silahı?

O, imanı ve takvası ile üstün olabileceğinin bilincinde olduğundan silahları Kur'anî kavramlarla donatılmıştır. Hile, yalan, dolan, fitne ve entrika, terör ve toplu katliamlar, çıkar unsurları ve her ne olursa olsun işkence yoktur mü'minin silahları arasında...


Ancak birden bire köpürerek valiye karşı ayağa kalkan Küfe halkı, saraydaki hesapların çarşıya uyup uymayacağını kısa zamanda gösterecekti. O halk, çok geçmeden, salt saraya değil, altın ve gümüşe de kanarak, Hz. Hüseyin'e, Hz. Zeyneb'e ve bütün Müslümanlara verdikleri sözü unutacaklardır.

Müslim'in etrafı ansızın boşalacak, halk yüzüne bakmayacak, savunmasız kalan Hz. Hüseyin'in elçisi, İbn-i Ziyad tarafından tutuklattırılarak kafası kesilecek, kesilen bu kafa saltanatın durumunu sergilercesine sarayın çatısından aşağı atılacaktı.

Gericilik, zulüm ve baskının defterine kaydedilecek bir zafer olacaktı bu. Dolayısıyla Resülullah'ın gerçekleştirdiği tüm yeniliklerin çarpıtılması için de önemli bir adım olarak anılacaktır.

Küfe'de bütün bunlar olup biterken; kendisine biat edildiğine dair ayrıntılı mektubu almanın huzuru ve güvencesi ile Hz. Hüseyin ve ailesi yola çıkış hazırlıklarım tamamlamışlardır.

Hz. Hüseyin, Medine'den Mekke'ye gitmiş; burada da üstüne düşen görevleri yerine getirmek istemiştir. Kur'an ve Allah'ın Resulü’nün gösterdiği yola halkı yeni baştan çağıran Hz. Hüseyin; helalleri haram, haramları da helal yapanlara karşı bilinçli bir mücadele baş-latılmasını istemektedir orada.

Hacc mevsimidir ve insanlar akın akın Mekke'ye doğru gelmektedir. Bu atmosfer içerisinde bir süre Mekke'de kalan Hz. Hüseyin, Haccını yarıda bırakarak Arafe günü Küfe yolunu tutar.


(Zeyneb'in Kocası) Abdullah Niçin Kerbelâ'ya Gitmedi?

Hz. Hüseyin, Kerbelâ'ya gitmek istediğinde Hacc mevsimiydi. Hz. Hüseyin, Mekke'den ayrılırken dostları onu engellemeye çalıştılar. Bu sırada Abdullah îbn-i Abbas şunları söyledi: "Ey amcamın oğlu, bazı kişiler senin Irak'a gitmek istediğini söylemekteler.

Bu gerçek midir?" Hz. Hüseyin olumlu cevap verdiğinde Abdullah, "Ben bu işin şerrinden sizi Allah'a emanet ediyorum. Söylesenize, siz önderlerini öldürenlerin tarafına mı gitmektesiniz?

Eğer sizi çağıranlar doğruysa, buna sözüm yok. Ama başlarındaki yöneticiler onlardan fazlasıyla vergi alıp çıkarlarını zedelediği için sizi çağırıyorlarsa, korkarım içtenlikleri doğru değil ve sizi yalnız bırakacaklardır."

Hz. Hüseyin'in cevabı şöyle olur: "Ben kendi hayrımı Allah'tan isterim."

Eniştesi ve amcasının oğlu Abdullah da itiraz eder Hz. Hüseyin'e... O sırada Hz. Zeyneb çocuklarını hazırlamış, kardeşleriyle Kerbelâ'ya gitmek için harekete geçmiştir.

Abdullah onlarla Hz. Hüseyin'e bir mesaj gönderir. Bu durum kafalarda bazı soru işaretleri uyandırmaktadır. Abdullah niçin kendisi gitmemiştir de mektup göndermeyi yeğlemiştir acaba?

Hasta mıdır, yoksa Hz. Hüseyin'in tutumunu onaylamamakta mıdır? Bunların ikisi de değildi. Öyleyse neydi sebep? Ibn-i Esir ve Taberi, Abdullah'ın mektubunun aslını şöyle naklederler.

"Size Allah adına and veririm ki, mektubumu okuduğunuzda Kufe'ye gitmekten vazgeçeceksiniz. Çünkü gittiğiniz yol sizi yok olmaya ve askerlerinizin dağılmasına doğru götürmektedir. Benim yüreğim yanıyor şimdi. Çünkü siz yol bulanların bayrağısınız ve mü'minlerin ümidisiniz. Gitmekte acele etmeyiniz. Cevabınızı bekliyoruz, selamlar..;"

Neden Abdullah mektubu kendisi götürmemiştir de çocuklarıyla göndermiştir? Bir kırgınlık yok arada belli ki... Anlaşıldığı kadarıyla Abdullah işleriyle meşguldür ya da öncelikle Mekke Valisi ile görüşüp bir durum değerlendirmesi yapmak istemiştir.

Nitekim Abdullah, Yezid tarafından atanan Vali Emru îbn-i Sa'd'ın yanma gider ve bu görüşmede Vali'nin Hz. Hüseyin'in Mekke'den çıkmasını engellemek için bir mektup yazmasını ister.

Emru, Abdullah ne yazarsa yazsın imzalayacağını söylemiştir. Abdullah bu mektubu Hüseyin'e götürüp gitmesini önlemek isteyince Hüseyin bunu reddeder ve der ki: "Ben artık hayatımdan vazgeçmiş ve Allah'ın buyruğunu yerine getirmek için kesin karar vermiş durumdayım."

O sırada Zeyneb ve çocukları Hz. Hüseyin ile bu ölüm yolculuğuna çıkmış bulunmaktadırlar. Abdullah'ın niçin gitmediğini ise hiçbir tarih yorumcusu bildirmemiştir bugüne dek.

Ama kalbi Hz. Hüseyin ile birlikte olan Abdullah'ın niçin gitmediğini anlamak zor değildir. O, hanımını, çocuklarını, bütün sevdiklerini göndermeyi göze almış, kendisi hakkında muhtemelen yapılacak suçlamaları da hesaba katmıştır kuşkusuz.

Hz. Hüseyin'in ve üç çocuğunun şehadetinin ardından uzun süre acı çekecektir Abdullah. Oğulları Muhammed ve Un-ul Ekber dayıları ile birlikte şehid düşer Kerbelâ'da.

Abdullah ise Hz. Hüseyin ile birlikte giden dostları tek tek şehid olduktan sonra, İslâmî doğruların gündemde tutulması ve Hz. Hüseyin'in kıyamının amacını hatırlatmak için devreye girecektir.

Peygamber Torunları Küfe Yolunda

Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden Hz. Hüseyin, çocukları, hanımı ve yakınları, kız kardeşi Zeyneb ve diğer kardeşleri artık Küfe yolundadır. Hepsi birlikte Medine'den ayrılarak Mekke'ye gelmiş ve oradan da kafile halinde Kufe'nin yolunu tutmuştur.

Hz. Hüseyin Mekke'den ayrılırken kardeşi Muhammed Hanefi'ye bir vasiyetname bırakır. Bu vasiyetnamede çıkılan yolculuğun ana hedefleri belirtilmektedir;

"Ali b. Hüseyin'den kardeşi Muhammed Hanefi'ye bir vasiyettir:

Allah'ın birliğine, Muhammed Mustafa'nın risaletine, cennet ve cehennemin hak olduğuna, kabir ehlinin yeniden dirileceğine şehadet ederim.

Ben şimdi Medine'den ayrılmak üzereyim. Ben, hükümdarlık elde etmek, makam ve mevki ele geçirmek için değil, ancak marufu emr, münkerden nehy, Müslüman topluluğun ıslahı ve dedemin sünnetini diriltmek için kıyam ediyorum.

Her kim bana karşı gelirse ve dinden yüz çevirirse; Allah onlarla bizim aramızda hüküm verinceye dek sabreder, beklerim. Şimdi benliğim ortada, hak ve hakikat için kıyam da ortada; ilahî başarı da..."

Bu vasiyetnamede Peygamber torunlarının Küfe yolculuğunun amaçları anlatılmaktadır. Amaç ne saltanat ne de kuru bir askerî başarı... Sadece Allah'ın hükümlerinin uygulanması ve Peygamberin sünnetinin korunmasını sağlamak...

Bu amacı en iyi kanıtlayan hareketi, İmam Hüseyin'in Küfe'deki son gelişmeleri işittiği halde geri dönmeyerek yoluna devam edişidir.

Kervan Kufe'ye doğru yol alırken, Kufe'den Medîne'ye gitmekte olan bir şair, "Kufelilerin kalbi seninle, kılıçları Yezid'dedir" şeklinde bir beyit okur. Bu arada Hz. Hüseyin'le kardeşleri,-Müslim'in şehid edildiğini, Kufelilerin sözlerinden döndüklerini öğrenir.

Ne ki artık geriye dönmeyecek ve salt akrabalarıyla sayılı dostlarından oluşan kervanları acı sona doğru ilerleyecektir.

Bu kararlı gidiş, Hz. Hüseyin'in kıyamının ölüm kalım savaşı olmaktan öte, yüce, kutlu bir mahiyet taşıdığını ortaya koyacaktır. Kimse bu gidişe itiraz etmemektedir kervanda...

Hz. Zeyneb her ne olursa olsun kardeşini bırakmamaya kararlıdır. Zaten bu sadece Hz. Hüseyin'in değil, O'nun da, yanındakilerin de kıyamıdır.

Kervan Küfe yakınlarındadır. Kervanın yöneticileri Hz. Ali bin Hüseyin Zeynelabidin ve kız kardeşi Zeyneb, fedakârlık ve mücadele dolu saatlere sessizce hazırlanmaktadır, İbn-i Ziyad'ın ordusu çok geçmeden karşılarına çıkar.

Ordu komutanı Hürr bin Yezid Riyahi'dir. Hürr, Hz. Hüseyin'i Kufe'ye götürerek Yezid'e biat ettirmekle görevlendirilmiştir ve Hz. Hüseyin'e durumu bildirir. Artık kervan Küfe yolundan ayrılmak zorunda kalmıştı.

Hürr, Hz. Hüseyin'e saygılı, O'nu incitip gücendirecek herhangi bir hareket yapmaktan şiddetle kaçınarak kervan ile birlikte hareket eder.

Fırat nehri kenarına doğru yaklaşırlar ve Ibni Ziyad'ın Hürr'e gönderdiği mesaj bu sırada devreye girer; "Bu mektup sana ulaştığında O'nun kafilesini durdur ve onların su ve ottan uzak kalmalarını sağla." Hürr bu emri yerine getiremeyecektir. İbn-i Ziyad durumu haber alarak Kerbelâ'ya doğru 30 bin kişilik bir ordu gönderir.

Kumandan Ömer bin Sa'd'dır. Bu ordu Hürr'ün yapmadığını yapar ve Fırat nehri kenarını tutarak Hz. Hüseyin ve Zeyneb'in kafilesini sudan mahrum bırakır. Hz. Peygamber'in öpüp kokladığı yüzler susuzlukla sararıp solmakta,

O'nun ağzına alıp emdiğinin söylendiği diller damaklarına yapışmaktadır. Peygamber torunlarının kafilesi susuzlukla sınava tutulmuştur.

Hz. Hüseyin'in kardeşi Abbas, ablukayı kırarak kafileye bir miktar su getirmeyi başarır. Bu arada Ömer b. Sa'd ile Hz. Hüseyin arasında görüşmeler başlar.

Hz. Hüseyin, üç seçenek önermiştir, 1) Bırakılarak geldiği yere dönmesi, 2) Durumunun Yezid tarafından karara bağlanması, 3) Sınırda herhangi bir yere gitmesine izin verilmesi. Bu doğrultuda Ibn-i Ziyad tarafından bir mektup yazılır.

Şimr isimli elçi bir mektupla Ömer b. Sa'd'a gönderilir. Bu mektupta Hz. Hüseyin yanındakilerle birlikte teslim olursa onunla savaşmamaları ve canlı olarak kendisine göndermeleri;

bunu kabul etmeyip karşı koyarlarsa Hüseyin'in öldürülüp kesik başının kendisine gönderilmesini yazmıştır İbn-i Ziyad. Hüseyin adına bir müsamaha gösterilmesi yasaklanıyor, Hz. Hüseyin asi olarak niteleniyor ve gerekirse cesedinin atlara çiğnetilmesi söyleniyordu.

Olaylar bu şekilde gelişirken Hz. Hüseyin düşmanın yalnız kendi canıyla ilgilendiğini öne sürerek yakınlarını kurtarmak isteyecek ve onlara daha vakit varken geri dönmelerini söyleyecektir.

Özellikle amcası oğlu Müslim b. Akil'in daha acılarını içlerinden atamamış yakınlarına gitmeleri hususunda ısrar edecektir. Ama başta Hz. Zeyneb olmak üzere bütün yakınları O'na şöyle söyleyecektir:

"Eğer biz çekilip gidersek, herkes efendimizi, imamımızı ve yeğenimi terk ettiğimizden dolayı bizi suçlayacaktır. Hiç ok atmadık, mızrak kullanmadık ve kılıç çekmedik diye bizi eleştirecektir. Asla...

Hiçbir zaman yapmayız bunu. Malımızı, hayatımızı ve çoluk çocuğumuzu feda edeceğiz. Seninle birlikte çarpışacağız. Senin kaderini paylaşacağız.

Sen dünyayı terk ettikten sonra Allah bizi yaşatmasın." (Hz. Hüseyin, Bir Uyarı Bir Sembol; Mevlana Ebu'l-Kelam) Hz. Hüseyin'in diğer yakınları, arkadaşları da aynı sözleri tekrarlayarak O'na ve kıyamına bağlı kalacaklarını vurguladılar.

Hz. Hüseyin'in hasta oğlu Zeyn'ül Abidin durumdan oldukça etkilenmiş, Hz. Zeyneb ise olacakları düşünerek sarsıla sarsıla ağlamaya başlamıştır.

O ana kadar omuz omuza yürüyerek Kerbelâ'ya varma kararını birlikte alan kardeşinin bu halini görünce Hüseyin şunları söyleyecektir: "Ne oluyor bacım? Korkarım ki duygularımız ve şeytanî güçler inancımız ve sabrımızdan ağır basacak." Hz. Zeyneb ise kardeşinin bile bile ölüme gitmesi karşısında dayanmanın, metin olmanın güçlüğünü ileri sürer ve Hz. Hüseyin, "Allah böyle diliyor" karşılığını verir.

Ne var ki Zeyneb'i teselli etmek artık mümkün değildir ve Hz. Hüseyin der ki: "Bacı... Allah'tan kork. Teselliyi Allah'ın merhametinde ara. Her insan ve her yaratık kesinlikle ölecektir.

Bu dünyada her şey ölümlüyken, ölüm düşüncesiyle bunca üzüntü ve keder niye? Peygamberin hayatı her Müslüman için bir örnektir. Bu örnek bize neyi öğretiyor? Sabır ve metanet sahibi olmamız gerektiğini, değil mi? Hem, Allah'a güvenmemizi ve Allah'ın iradesine teslim olmamızı da öğretiyor. Biz bu prensipten ayrılamayız." (Yakubî ve İbn-i Cerir)

Artık söylenecek söz kalmamıştır. Zeyneb, kalbinin değil beyninin sesini dinlemek ve meseleye geniş açıdan bakmak zorunluluğunu bir kez daha duyacak, kendisini, kardeşlerini ve bütün yakınlarını meydana gelecek olaylara hazırlamayı üstlenecektir.

Söz bitmiş, yerini eyleme terk etmiştir. Gece dua ile, ibadet ile geçer ve düşman askerlerinin çemberi altında kanlı olaylara sahne olacak 10 Muharrem'in sabahına varılır.


Bir Utanç Levhası: Kerbelâ

Kerbelâ'da meydana gelen olaylar tüm Müslümanlar için utanç vericidir. Üzerinden asırlar geçtiği halde hala bu olayın ağırlığı Müslümanlarca duyulmakta; Kerbelâ faciasının sorumluları nefretle anılmakta, olayın baş müsebbiblerinden Yezid'in adı, çirkinliği ve zulmü çağrıştırmaya devam etmektedir.

O döneme kadar Müslümanlar birçok şehid vermişlerdi. İslâmiyet’in ilk yayılmaya başladığı yıllarda kavmiyetçi ve puta tapar Araplar Müslümanlara olmadık eziyetler etmişler, akıl almaz işkencelerle onları yollarından döndürmeye çalışmışlar, gerektiğinde de Müslümanlar arasına fitne ve fesad sokmayı denemekten geri kalmamışlardı.

Ama Müslümanlar açısından bunun utanç duyulacak ve azab çekilecek bir yanı yoktu doğrusu.

Çünkü savaş küfre karşı verilmekteydi ve düşman somut olarak Müslümanlara cephe almış durumdaydı. Resülullah ve halifeleri devrinde Müslümanların kalbi ortak çarpıyor; bozguncu güçlerin ve cahili taassubun ayaklanmasına fırsat vermeyecek kesinlikte bir tavır alınarak gelişme programı belirleniyordu.

Şimdi ise hem kavramlar hem de konumlar karmakarışık edilmişti. İslâmi hilafet ehil olmayan kimselerin elinde eğilip bükülen bir çıkar aracı durumuna düşmüştü.

Soy sop savunuculuğu, saltanat hevesi ve atalardan kalma mirasa bağnazca sahip çıkma eğilimi hortlamış; buna karşı çıkan Müslümanların varlık gösteremeyeceği bir ortamın oluşumu için İslâmî adlı devletin güçleri seferber edilmiş; Kur'an ve Sünnet hükümleri zorbaların çarpıtılmasıyla kullanılır hale gelmiştir.

Ne düşman bellidir çarpışacak ne de Müslümanlar bu belirsiz düşmana kaşı tek vücut halinde direnecek yeterliliğe sahiptirler. Hz. Hüseyin'in savaşı böylesine zor koşullar altında cahiliye dönemini aratarak yürümektedir.

Hilafet makamını işgal eden ve halkı entrikalarında kullanan zalim hükümdarın elinden İslâmî hükümlerin kurtarılması yolunda kaçınılmaz kıyamı başlatan Hüseyin; 10 Muharrem günü bu çetin sınavın zirvesinde İslâm için ölüm kalım savaşı verecektir.

Ömer b. Sa'd komutasındaki saltanat ordusu karşısında Hz. Hüseyin'in 72 kişiden oluşan ordusu... Hüseyin'in bayraktarlığını kardeşi Abbas b. Ali yapmaktadır. Hüseyin savaşı ilk başlatan olmak istememektedir.

Allah'a dua etmekle başlar savaşa. Düşman yaklaştığı sırada Kur'an-ı Kerîm önünde olduğu halde düşman kuvvetlerine uzun bir konuşma yapar.

(Hz. Hüseyin - Bir Uyan Bir Sembol; sf: 47) Burada Hz. Hüseyin, Müslüman adını taşıyan insanların bir Peygamber torunu olan kendisine karşı haksız yere açtıkları savaşı kınamakta ve bu davranışın hesabını sormaktadır.

Düşmandan ses alamayan Hüseyin, Küfe halkının önde gelenlerinin isimlerini çağırarak, kendini Kufe'ye çağıranların onlar olduğunu söyler ve karşısındakiler bunu inkâr ederek Hüseyin'e teslim olmasını haykırırlar.

Hüseyin teslim olmayı kabul etmeyecektir.[5] Çünkü bu teslimiyetin mahiyeti İslâmiyet adına verilen bir taviz olacak ve bu tavizin ağırlığı kıyamete kadar Müslümanların peşini bırakmayacaktır.

Artık savaş başlamıştır ve 72 kişilik Hüseyin ordusu düşmanın kalabalık kuvvetlerine karşı var gücüyle kıyam etmektedir. Kimler yoktur ki bu ordunun içinde? Küçük çocuklar, kadınlar, gençler, kalbi Allah'ın yasakladığı bir eylemi yapanlara karşı koyma hevesi taşıyan 72 kişilik bir ordu...

Küçük ordu, yavaş yavaş parçalanmakta, çocuklar can vermekte ve sıra Hz. Hüseyin'e gelmektedir. Sinan b, Enes adlı bir Necefli, Hz. Hüseyin'in başını gövdesinden ayırarak zaferini çığlıklarla ilan ettiği sırada Hz. Hüseyin'in vücudunda toplam 687 kılıç ve mızrak yarası olduğu Cafer bin Muhammed b. Ali tarafından nakledilmektedir.

Hz. Hüseyin'in isminin ölümsüzleştiği ve İslâmî doğrular için ne denli bir kıyam verileceğinin simgesi olan bu olayın ardından Hz. Zeyneb'in kıyamı başlayacaktır.

Kardeşini, yeğenlerini, çocuklarını, bütün sevdiklerini Kerbelâ Çölü'nde kan ve revan içinde yitiren Zeyneb'in Kıyamı da kardeşininkini aratmayacak çetin şartlarda sürecek ve zulmün, İslâmî hilafetin yerini alan monarşinin, sapma ve yozlaşmanın karşısında bir Müslümanın nasıl tavır alması gerektiğini anlatan yaşanmış bir destan olup çıkacaktır.

Yezid'e ve zamanın tüm Yezidlerine karşı Hüseyinlerin ve Zeyneblerin karşı koyuşlarının sınırı yoktur ve tüm sorun sorumluluk bilincinin dünyevî çıkarların üstünde tutularak son noktaya dek taşınabilmesinde toplanmaktadır.

Kerbelâ hem bir utanç levhası hem de bir onur abidesi... İslâmî hilafetin hanedan saltanatına dönüştürülüşü karşısında Peygamber ocağında yetişmiş bir Müslüman olan Hz. Hüseyin'in kıyamı da derinliğine taşıdığı anlamla bu abideyi kurmuştur.

Yezid'in, babasının yerine halife olarak atanışı, İslâmî devletin geleceği açısından inkar edilemeyecek bozulmalara yol açmaya başlamasıyla birlikte Hüseyin, kıyamını başlatmıştır.

Mü'minlerin işleri bir sultana yüklenemezdi ve bunu anlatmak hiç de kolay değildi. Nasıl anlatmalıydı doğruları? Hz. Hüseyin hak ile batılın ortaya çıkması uğruna hiç bir taviz vermeksizin kanıyla yazdı kıyamını ve Kerbelâ Çölü, ailesiyle birlikte Hüseyin'in kanıyla sulandı.

Ne ki İslâm'ın geleceğine, tüm umutsuz manzaralara karşılık ölümsüz bir örnek bırakacaktı bu kanlı levha. Bir utanç levhasının aynı zamanda onur abidesi olarak yükselişine ender olarak tanık tutulacaktı tarih.

Zeyneb, Kerbelâ'nın Kahramanı

Aşura'dan bir gün önce Hz. Hüseyin, çadırı önünde yorgun ve düşünceli oturmuş, ardından uykuya dalmıştır. Zeyneb her zaman olduğu gibi kardeşinin yanında, onu gelecek tehlikelerden korumak peşindedir.

Kervanı kuşatan ordudan sesler yükselir birden, Zeyneb kardeşini uyandırır, dikkat kesilirler. Hüseyin uyanır derin uykusundan. Rüyasında annesini görmüştür ve annesi O'na: "Sen de gelip bize katılacaksın" demiştir.

Hz, Hüseyin, kardeşi Abbas'ın kuşatmacılardan gidip bir gecelik izin istemesini ister. Ordu komutanı bu teklif üzerine düşünür ve kabul eder. O gece Hz. Hüseyin, tüm yakınlarını etrafına toplar.

Onların bağlılık ve vefasından duyduğu derin memnuniyeti dile getirir. Ancak, onların gece karanlığından yararlanarak düşmanın elinden kaçmalarını istemektedir Hüseyin...

Ancak dostları bu teklifi şiddetle geri çevirirler. O sırada Zeyneb tartışmaları dinlemekte, sonucu beklemektedir. Gece bu konuşmalarla, dualarla sürüp gider. Ertesi gün savaş meydanında bir bir can verecektir bu yiğitler.

Önce Hz. Ali'nin oğlu Ali Ekber... Zeyneb dehşetle izlemektedir. Kardeşinin öldürüldüğünü görünce koşup onu kurtarmak ister, Hüseyin buna engel olur. Artık Zeyneb'in yapacağı bir şey kalmamış gibidir.

Peş peşe çocuklarının, yeğen ve akrabalarının, dostlarının öldürülüşüne tanık olmaktadır. Kadınlar perişan ve çaresiz bakakalmışlardır kan ve ölüm meydanına. Kerbelâ'nın son kahramanı da şehid olur ve sıra düşmanın ganimetleri yağmalamasına, esirleri toparlamasına gelmiştir.


Kerbelâ'dan Sonra

Hicri 7 Fin Aşurasında güneş batarken Kerbelâ Çölü kan deryası haline gelmişti. Peygamber torunlarının, zalim sultanların saltanatları için birer engel teşkil eden vücutları serilmişti çölün kumlarına. Bulutlar çekilmiş, ay aydınlatmıştı ortalığı.

Zeyneb yanma diğer kadınları da alarak cesetlerin arasında dolaşmakta, yakınlarının vücutlarının belirsiz parçalarını tanımaya çalışmaktadır.

Kiminin kolu, kiminin bacağı yoktur, kiminin de başı ve iç organları dağılmıştır orta yere. İbn-i Ziyad'ın ordusu, bu kesin zaferin tadını çıkarmakta, eğlenerek ganimetleri bölüştürmektedir. Ortalığı bir çığlık kaplar o sırada.

"Sen Hüseyin'in başını mı kestin? Bil ki O Peygamberin kızının oğluydu. Sen Arapların saltanata karşı çıkanını öldürdün. Hemen Yezid'in yanına git ve O'ndan mükâfat iste... Eğer o bütün hazinesini sana bağışlasa bile az gelir."

Zeyneb dehşetle tartışmaları dinlemektedir. Artık başsız kalan kervanın başına geçmiş, gelirken ağabeyi ile yönettiği kervanı tek başına yönetmektedir. Kardeşinin hasta oğlu Ali'ye bakmaktadır ve kervan Kufe'ye doğru ilerlemektedir.

Esir ve yetimlerin kervanıydı bu... Hz. Hasan'ın iki oğlu, ufak oldukları için öldürülmediklerinden bu kervanda bulunuyorlardı. Hz. Hüseyin'in bir oğlu ve Hz. Zeyneb'in kız kardeşi Fatıma, Hz. Hüseyin'in kızı Sekine ve yanlarında Ben-i Haşim'den bir yığın esir kadın ve çocuk hüzünle bilmedikleri bir sona götürülüyorlardı.

Kervan Kûfe'de

Acılı kervan Kufe'de İbn-i Ziyad'ın sarayına doğru götürülürken, bir yığın Kufe'li yollara dizilmiş bu manzarayı seyretmekteydiler. Bazı kadınlar tiz çığlıklar koparıp Peygamber çocuklarının başına gelen bu duruma ağıt yakmaktaydılar.

Zeyneb ve dostları bu feryatlara, ağıtlara dayanamadılar, bağırdılar onlara... Onları görmek, seslerini duymak dahi zordu. Çünkü onlar ne sözler vererek çağırmışlardı Hüseyin'i Kufe'ye ve nasıl da bir çırpıda dönüvermişlerdi sözlerinden, hem de söz verdiklerini bile inkar ederek.

Hz. Zeyneb, Küfe halkının çığlıklarını susturup onlara şunları söyledi:

"Allah'a hamd ve babam Muhammed'e selam olsun O'nun pak ve mukaddes Ehli Beytine...

Ey Küfe halkı, siz yalancılar... Siz hainler, siz bozguncular... Siz ey günahkârlar, dövünün artık... Asla dindirmesin Allah göz yaşlarınızı ve kalbiniz ebediyen acıyla sızlasın, kederle için için yansın.

Biliyor musunuz kime benziyorsunuz? Elindeki ipini özene bezene saran, sonra da yeniden çözen ve enerjisini çarçur eden kadınlara benziyorsunuz.

Doğruluktan, içtenlikten nasibi yokmuş o yalan yeminlerinizin, Biliniz ki sizin başkasına verecek hiçbir şeyiniz yoktur; asılsız palavralarınızdan, sahte kuruntularınızdan, hilekârlığınızdan, dönekliğinizden, madrabazlığınızdan ve dalkavukluğunuzdan başka sermayeniz yoktur sizin.

Biliniz ki siz bir kepazeler ve karaktersizlikler sürüşüsünüz. Adi ve düşmüş kölelerden ne farkınız var sanki? Husumet ve garazkârlık kanınıza işlemiş, lağım çukurlarında yetişen bitkiler ne kadar menfulse öylesine iğrençsiniz. Eski mezarlar üstündeki çürümüş sıvalara ne kadar benziyorsunuz.

Bakınız, Allah'ın asla razı olmayacağı çok pis bir işe bulaştınız. Öte dünya için çok az bir azık bıraktınız elinizde. Ağlayın artık kardeşime, ağlayın en pervasız feryatlarınızı salarak.

Evet, çok ağlayınız, ama az gülünüz; çünkü Hüseyin'e karşı giriştiğiniz alçaklığın pis suyu ile sırılsıklam oldunuz. Kanının lekeleri hala ellerinizde duruyor ve artık isteseniz de silemezsiniz o lekeleri. Allah'ın son Resulü’nün ocağını söndürmek, O'nun halefini ve salihler içinde Seçilmiş bir salihi katletmek davasından beraat etmeyi de silin kafanızdan.

Siz, felaketler anında imdadınıza koşan bir insanı, en büyük dayanağınız olan bir insanı, hükümde ve amelde rehberiniz olan bir insanı şehid ettiniz, kudretinizin ulu burcunu şehid ettiniz.

Unutmayınız ki iğrençlikte sınırsız ve kötülükte dizginsiz ve dünyada bir eşi daha bulunmayan bir suçun sorumluluğunu yüklendiniz. Duruşma günü hazırladığınız o değersiz şeyler sizi ancak maskara eder.

Allah'ın gazabına uğrayasıcalar, perişan olasıcalar, kahrolasıcalar sizi... Emekleriniz hepten heder oldu işte ve her geçen gün, düne göre daha sefil düşüyorsunuz. O yüce emelleriniz tek tek sönüyor ve siz yalnızca bütün dünyanın nefretine heder olmuş değilsiniz.

Siz aynı zamanda Allah'ın ebedî düşmanlığını da kazanmış bir topluluksunuz... Yazıklar olsun sizlere ey Küfe halkı. Muhammed’i en çok neresinden vurduğunuzu biliyor musunuz? Nasıl bir yemindir bu bozduğunuz ve kimin kanıdır bu akıttığınız?

Allah'ın hangi ayetlerini çiğnediniz? Gerçekten, öylesine iğrenç, öylesine menfur bir şey ki bu yaptığınız; gökyüzü yere kapaklanabilir, yeryüzü yarık yarık yarılabilir ve dağlar kül olup dağılabilir.

Unutmayınız... Evet, unutmayınız ki sizin cezanız hem yeğin, hem çetin olacak. Hesap Günü'nden önce bir an bile dönüp bakmayınız bu tertibinize. Suçun işlenişi ile cezanın uygulanışı arasına bir sürelik bir zamanın girmesi, cezanın ertelenmesinden başka bir şey değildir. Her şeyin ölçüsünü Allah daha iyi bilir.

Biliniz ki Allah sizi gözetlemektedir ve hep gözetlemektedir."[6]

Küfe halkı bu konuşmadan oldukça fazla etkilenecektir. Öyle ki halkta İbn-i Ziyad'a karşı çıkma cesaretini gösterenler bile olacaktır. İbn-i Ziyad'in Hz. Hüseyin'den yalancı diye söz etmesi üzerine Abdullah bin Arif isimli bir ihtiyar ayağa kalkarak: "Yalancı sensin, baban ve seni bize egemen kılan Yezid'dir.

Resülullah'ın evladını öldürüp de Müslümanların minberine oturup küstahça böyle sözler zırvalıyorsun. Halkı devamlı aldatacağını zannetme. Onlar yakında gerçekleri anlayacaklar ve seni rüsva edecekler" dîye haykırır. Bu konuşmasından sonra Abdullah tutuklanarak İbn-i Ziyad tarafından öldürülür.

Zeyneb'in konuşmasını duyan bir Kufe'li der ki "Gerçekten ben Zeyneb gibi konuşan kimse görmedim. Sanki babası Hz. Ali'nin dili Zeyneb'in ağzındaydı..." Konuşması sırasında Kufelilerin ağlayışı daha da arttı ve vicdan azabı içlerini kemirmeye başladı. Gerçekten de büyük bir suç işlemişlerdi ve cezasını çekmeleri gerekiyordu.


Zeyneb, ibn-i Ziyad'ın Sarayında

Esirler kafilesi büyük bir coşku içindeki askerler tarafından götürülüyordu İbn-i Ziyad'a... Zeyneb bu şehri, her sokağını ve binasını ezbere biliyordu adeta. Senelerce yaşamışlardı burada.

Valilik konağında da aynı hüzün içini kapladı Zeyneb'in. Konak, babasının döneminde bir adalet merkeziydi ve burada bilmediği köşe yoktu. Gözyaşlarını zor tuttu Zeyneb.

Düşmanın karşısında dirençli, güçlü ve sağlam durmalıydı. Büyük salona girdiler. O salonda Hz. Ali, bir zamanlar çeşitli bölgelerin valileriyle toplantılar yapardı ve şimdi O'nun yerinde İbn-i Ziyad fitne ve fesad çıkarıcı emirler vermekle meşguldü.

Zeyneb perişan kılığıyla salona dalınca İbn-i Ziyad kızdı ve etrafındakilere "Bu kadın da kimdir?" diye sordu. Onlar da "Ali'nin kızı, Hüseyin'in kardeşidir" diye cevapladılar bu soruyu.

İbn-i Ziyad bunun üzerine sevinerek "Şükürler olsun Allah’ıma ki, sizi rezil ettim ve öldürdüm ve sizle ilgili hallerin yaları olduğunu kanıtladım." Hz. Zeyneb, Ibn-i Ziyad'a şiddetle şu cevabı verdi: "Fasık ve fasit insanlar rezil olurlar. Sizler yalancı ve fasığın ta kendilerisiniz." Bunun üzerine İbn-i Ziyad dedi ki;

"Sizin aileniz hakkında Allah'ın hükmü nasıl oldu, görmedin mi?" Zeyneb umursamazlık ve cesaretle cevapladı bu soruyu;

"Ölüm onların kaderiydi. Onun içindir ki şecaatle katledilecekleri yere gittiler. Ve Allah seninle onları yakında aynı yere toplayacak. Ta ki Allah yanında hesaba çekilesiniz."

"Gerçekten Allah senin asi kardeşini diğer asilerle birlikte öldürerek kalbimi rahatlattı." dedi. Zeyneb ise;

"Evet, yemin ederim ki canıma, benim yaşlılarımı öldürdün ve ailemi perişan ettin. Dalımı yaprağımı keserek kökümü kazıdın. Bunlarla rahatlayacaksa kalbin, iyice rahatlamış demektir."

Bu sözler iyice kızdırdı İbn-i Ziyad'ı ve alay edercesine şöyle dedi:

"Bu da şairdir, babası gibi."

"Kadının şiirle ilgisi ne olur? Benim boş sözlerle uğraşacak vaktim olmadı hiç."[7]

lbn-i Ziyad, Zeyneb'i sözle küçültmenin mümkün olmayacağını görünce, orada bulunanların dikkatini dağıtmak için Zeyneb'den yüzünü çevirdi. Esirleri tek tek, dikkatle süzerken gözü Ali îbn-i Hüseyin'e takıldı, sordu:

"Sen kimsin?"

Ali îbn-i Hüseyin cevaplamadı bu soruyu. Ibn-i Ziyad bir daha tekrarladı sorusunu ve yine cevap alamadı.

"Neden konuşmuyorsun?" diye bağırdı lbn-i Ziyad.

Ali îbn-i Hüseyin bunun üzerine kaçamak bir cevap verdi:

"Bir kardeşim daha vardı benim, O'na da Ali derlerdi. Ve halkın aracılığıyla katledildi."

"O'nu Allah öldürdü" dedi. Ibn-i Ziyad, böylece bütün yaptığı suçları, işlediği cinayetleri Allah'a yükleyerek suçsuz göstermek istiyordu kendisini. Delikanlı istemeyerek de olsa, İbn-i Ziyad'ın bu sözü üzerine, konuştu.

"Allah, ölüm zamanında, ölenin ruhunu alır." (Zümer-42) ayetini okuyarak Allah'ın ruh alıcı olduğunu ve bu büyük cinayeti, Yezid ile Ibn-i Ziyad'ın ortaklaşa işlediğini vurguladı. Bu sözlerle iyice çileden çıktı Ibn-i Ziyad:

"Sen de onlardansın, sana yazıklar olsun" dedi. O'nu da ölümle tehdit etmekteydi şimdi. Etrafındakilerin kendisini haklı görmesini istiyordu:

"Bakın nasıl anlıyor her şeyi, Allah'a andolsun ki ben onu çocuk değil, yetişkin erkekler gibi görüyorum." Ve ölüm emrini verdi. Daha çocuk sayılacak bir yaşta bulunan Ali îbn-i Hüseyin'in öldürülmek istenmesi Zeyneb'i harekete geçirdi.

"Ey Ziyad'ın oğlu, artık çek ellerini üzerimizden. Kamınızı içmeye doyamadın mı hala? İçimizden başka kimi bıraktın? O'nu öldürmek istersen, önce beni öldürmen gerekecek."

Ali îbn-i Hüseyin de konuştu burada:

"Ey lbn-i Ziyad, beni ölümle mi korkutuyorsun? Acaba öldürülmenin bizim mirasımız ve şehadetin de karakterimiz olduğunu hala bilmiyor musun?" lbn-i Ziyad söyleyecek söz bulamayınca:

"Aile bağlılığınıza şaştım doğrusu" dedi. "Andolsun Allah'a, eğer O'nu da şu genç adamla öldürmeye kalksam, buna hazır."

Delikanlının, kadınların bulunduğu toplulukla birlikte esirler kafilesinden ayrılması istendi bunun ardından. Halkın gittikçe bu konuşmaların etkisi altında kaldığını gören lbn-i Ziyad, meseleyi daha fazla kurcalamak istemedi.

Ancak yine de Hz. Hüseyin'in başının bir ağaç çubuğa takılarak Kufe'de dolaştırılmasını buyurdu. Hemen ardından esirler kafilesi Şam'a doğru harekete geçmek üzere hazırlandı.


Şam'da

Şam, senelerce Beni Ümeyye'nin hilafet merkezi olmuştu. Bu yüzden gerek Hz. Ali, gerekse çocuklarına dostça duygular beslemiyordu buranın halkı.

Kuşkusuz bu durum Hilafet makamında bulunanların, uzun zamanlar boyunca yaptığı propagandalarla ilgilidir. Bu yüzden de Şam'da Yezid'in Hz. Peygamberin torunlarına karşı işlediği cinayetlerin iç yüzünü sergilemek bir hayli güçtü.

Halkın elleri ve ayakları bağlanmış bir şekilde şehre sokulan esirler kafilesine bakışında net bir görüş veya herhangi bir tepki sezinlemek imkânsızdı.

Yezid'in Sarayında

O sırada, Kervan daha Şam'a gitmek üzere yola çıkarılmamışken bile Yezid'in sarayı bir büyük şölene hazırlanmışçasına canlıydı. Saraya halktan önemli kişiler, yabancı ülkelerin elçileri ve ülke yetkilileri toplanmıştı.

Hz. Hüseyin'in kesik, kanları üzerine yapışmış başı altın bir kapta, Yezid'in tahtının önünde duruyordu. Yezid bu kafaya işaret ederek dedi ki:[8]

"Bunun durumu tıpkı Hüseyin Ibn-i Hamam'ın dediği gibidir;

Akrabamız hakkımızı tanımadı.

Bu yüzdendir, keskin ve kan akıtıcı.

Kılıçlarımızla aldık hakkımızı.

Zorluk çıkaran kafalar parçalandı.

Daha da bozguncu, zalimdi onlar."

Gözlerini kanlı başa dikti Yezid:

"O'nun kim olduğunu biliyor musunuz? O, "Benim babam Hz. Ali, Yezidin babasından daha iyidir; annem Hz. Fatıma Onun anasından ve ceddim, Peygamberin soyu Onunkinden iyidir; ben de O'ndân daha iyi ve hilafete Ondan daha layıkım" diyordu.

Bakın, O, babasının benim babamdan daha iyi olduğunu söylüyor. Şimdi O'nun babası ve benim babam davalarını Allah'ın yanında görmekteler ve halk bilir Hakkın kimin yanında olduğunu. Amma O'nun annesinin benim annemden iyi olduğuna gelince...

Canıma yemin ederim ki, Fatıma, Hz. Resul’ün kızı benim anamdan çok daha iyiydi. Cedlerimize gelince... Canıma yemin ederim, Allah'a ve Hesap Gününe iman eden herkes bilir ki Peygamber Efendimizin bir eşi yoktur ve O bizim aramızda olduğu süre içinde adaletin dışında bir şeyle hükmetmedi.

Hüseyin'e gelince... Şer'an O'nun için hüküm gelmiştir. O, buna dikkat etmedi, O hüküm şu: "De ki: Allah'ım, Hükümranlık Senin içindir. Dilediğine verirsin hükümranlığını ve dilediğinden alırsın." (Kur'an-ı Kerîm)

Daha sonra esirlerin salona alınmasını buyurdu Yezid. Meclistekiler Beni Haşim ailesinin acıklı durumlarını görmek için dikkatle bakınmaktaydılar.

Düne kadar çok saygın ve İslâmî giyim kurallarına son derece uymalarıyla tanınan bu hanımların büyüklüğünü, şerefini hatırlayan çokları, gözlerini yerden kaldırıp da bakmadılar bu perişanlığa, dağınıklığa.

Toplulukta bulunanlardan kırmızı yüzlü ve iri yarı bir Şam'lı ısrarla gözlerini dikmiş, Hz. Ali'nin kızı Fatıma'ya yiyecek gibi bakıyordu. Fatıma bu bakışlardan kurtulmak için başka yana uzaklaştı. Adam, Yezid'in yanına gidip dedi ki:

"Ya Emir-el Mü'minin, O'nu bana bağışla." Bu sözler üzerine Fatıma nefret ve korkuyla titreyerek halası Hz. Zeyneb'in yanına kaçtı. Zeyneb yeğenine sarılarak Şamlı adama haykırdı:

"Allah'a yemin ederim ki sözlerin yalan. O ne sana ne de Yezid'e aittir."

Bu sözler Yezid'i kızdırdı:

"Allah'a yemin olsun ki yalancı sensin. Çünkü ben artık onun sahibiyim ve dilersem onu bu adama bağışlayabilirim."

Zeyneb:

"Yemin ederim Allah'a, bunu hiç bir zaman yapamazsın sen. Allah bu işi yapabilmek için sana güç vermemiştir. Allah'ın dininden çıkmadan bunu yapamazsın ve bunu yapmak için başka dine geçmen gerek" dedi.

Küplere binen Yezid karşı çıktı Zeyneb'e:

"Benimle nasıl böyle küstahça konuşabiliyorsun? Dininden çıkanlar senin kardeşinle babandır." Zeyneb, bunun üzerine haykırdı:

"Ey Yezid. Sen, baban ve deden; Allah'ın ve benim kardeşimin, babamın, dedemin dinine dönmüştünüz."

Artık çileden çıktı Yezid:

"Ey Allah düşmanı, yalan söylüyorsun."

Zeyneb, Yezid'i küçümseyerek süzüp alay edercesine başını sallayarak şunları söyledi:

"Sen bir sultansın, zalimce yönetiyorsun halkı ve hükümranlığına dayanarak halka zulmediyorsun."

Sustu Yezid. Meclise ağır bir sessizlik hâkim olmuştu. Bu durum Şamlı adamın tekrar Hz. Fatıma'ya baktıktan sonra konuşmasına kadar sürdü:

"Ya Emir-el Mü'minin... Bu köleyi bana bağışlayacak mısın?"

Yezid bu yılışık adama da bağırdı: "Defol, Allah canını alsın senin."

O sırada tüyleri diken diken eden manzara meydana geldi. Kerbelâ şehidlerinin başı, Yezidin önüne getirilerek dizilmişti ve üzerlerine de bir örtü çekilmişti. Yezid bu kanlı başları örten örtüyü çekip alarak konuyu dağıtmak, değiştirmek istedi.

Elindeki çubukla Yezid, Hz. Hüseyin'in kanlı başına, dişlerine vurmaya başlamıştı. Ve konuştu:

"Keşke bizim Bedir'deki yaşlılarımız görselerdi bunu. Ve Hazrec'in ağlayışlarını, bağırışlarını, okların, kılıçların gürültüsünden duyabilselerdi. O vakit seslerini yükseltip gülerek 'Yezid eline sağlık' deseydiler bana..."

Esir topluluğu içinde yer alan kadınların bu manzaraya dayanacak takatleri kalmamıştı artık. Hz. Zeyneb'in dışındakiler ağlıyor, baygınlıklar geçiriyorlardı. Hz. Zeyneb de bağırarak konuşmaya başlıyordu:

2
Hz.Zeyneb "Kerbela Şahidi" Hz.Zeyneb "Kerbela Şahidi"


Hz. Zeyneb'in Yezid'in Sarayındaki Konuşması

"Her şeyi bilen, her şeyi yaratan Allah'ın adıyla... Allah'ın selamı Resullerin güvencesi olan dedemin üzerinden eksik olmasın.

Allah aynen şöyle diyor: "Allah'ın ayetlerini yalanlayandan ve onlardan yüz çevirenden daha zalim kimdir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden dolayı kötü bir azapla cezalandıracağız." (E'nam: 157)

Ey Yezid!

Bizi aç ve sefil bıraktığına, bizim varlığımızı tehlikeye soktuğuna mı inanıyorsun gerçekten? Bağlanmış ve zincire vurulmuş halimizle huzurunda bizi el pençe divan durdurmakla bizi zavallı tutsaklar durumuna düşürdüğüne ya da bu yolla bizim üstümüzde egemenlik kurduğuna mı inanıyorsun?

Allah katında bizim itibarımızı yitirdiğimizi, gözden düştüğümüzü, buna karşılık sizin de yüceldiğinizi, şereflendirildiğinizi mi düşünüyorsun? Sizin dış görünüşteki başarınızın yüce şerefinizden ya da üstün konumunuzdan ileri geldiğini mi sanıyorsun?

Kibirli ve basiretsiz kılığına bakmadan buna mı dikmişsin gözünü? Dünya âlemi elde ettiğine, bütün cihan üstünde nüfuz sahibi olduğuna mı inanmaya başladın yoksa? Dalavere işlerinizin düzlüğe çıktığını ve kendini ülkenin efendisi, devletin de yöneticisi olduğunu mu sanıyorsun?

Bekle, bekle... Cahilin cühelanın aklını çeliyorsun. Allah'ın 'inkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz sürenin sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara ancak, günahları çoğalsın diye süre veriyoruz Küçültücü azab onlaradır' (Âl-i İmran: 178) diyen buyruğunu nasıl da unutursun?

Ey Âzâd edilmiş kölelerin zürriyetinden olan!.

Sizin kadınlarınız perdelerin arkasında saklanacak da, Resûlullah'ın kızları, onlar hep tutsak edilecek ve pazar pazar, kapı kapı dolaştırılıp halka teşhir edilecek öyle mi?

Bu mu sizin adaletiniz? Bizim hicaplarımızı açtırmakla Resûlullah'ın Ehl-i Beyt'inin masumiyetini gerçekten ayaklar altına düşürdün. Senin kaprislerin yüzünden kent kent dolaştırıldık.

Dağlarda yaşayanların, yol kıyılarında, Pınar başlarında çadır açanlarıyla varlıklısıyla, yoksuluyla, şereflisiyle, şerefsiziyle, yaşlısıyla genciyle herkes, binbir çeşit insan, uzak demeden, yakın demeden bizi seyretti.

Eli iş tutan bir erkeğimiz yok ki yardıma gelsin, bir yakınımız yok ki imdada yetişsin.

Yezid!.

Bu yaptıklarında Allah'a karşı kibirlilik davası güttüğünü en kesin biçimde kanıtladın. O'nun Rasulü'nü tanımamak. Kutsal Kitab'ın ilkelerini ve Allah'ın Resul’üne indirdiği öğretiyi reddetmek...

Ama bunlar ne diye garip karşılanacakmış ve ne diye şaşırtacakmış? Kutlu bir soydan gelen ve Resûlullah'ın mübarek kurultayında terbiye gören ilk İslâm şehidlerinin (Örneğin Hz. Hamza'nın) ciğerlerini dişleriyle yiyenlerin soyundan gelen birisi değil misin sen? Senin ataların değil midir ordular hazırlayıp da bizzat Resûlullah'ın kendisine kılıç çekenler?

Böylesi adamların torunlarının zulümde, hilede ihanette, fitneye ve fesada yol açmakta, Allah'a ve O'nun Resûlü'ne karşı girişilen her hareketin başını çekmekte Araplar içerisinde şöhret bulmaları oldukça doğaldır.

Şunu bil ki senin bu âdi, bu iğrenç, bu pis hareketlerin, sizin ruhunuza işlemiş olan inançsızlığınızın tâ Bedir Savaşı'ndan beridir kalbinizde alev alev yanan intikam hırsının dışa vurmasından başka bir şey değildir.

Bize karşı kin, garez ve intikam beslersin, Resûlullah'ın Ehl-i Beyt'ine karşı olan düşmanlığını açıkça ilan etmekten de çekinmezsin.

Sen Resulullah'ı hiçe sayarsın ve damlara çıkıp göğsünü gere gere, övünerek haykırırsın, dersin ki, "Bana Yezid derler, Resûlullah'ın oğlunun katili ve kasabı benim. Aile bireylerini tutsak eden benim." Sen yaparsın bunu; sence bunun kötü bir yanı yoktur asla...

Senin bu şeytanî başarını ataların görebilseydiler, atılırlardı hemen ve 'Aferin sana Yezid. Bileğine kuvvet, intikamımızı iyi aldın' diyerek sana cesaret verirlerdi.

Yezid!

Şu meclisin huzurunda zevkten dört köşe olarak ve ağzın kulaklarına değerek, elinde asayla Ebu Abdullah el-Hüseyiri'in dişlerine vuruyorsun. O dişlerin, o dudakların Resülullah'ın öpüp sevdiği dişler ve dudaklar olduğunu biliyor musun bari?

Yemin ederim ki güzellikte Gençliğin Efendisi'ni, Resülullah'ın ve Ali'nin oğlunu, Abdulmuttalib sülalesinin nur saçan tek ışığını söndürmekle bizi derin bir eleme boğdun.

Yezid!

Otur da kendini dinle bir an. Son derece menfur ve dehşet verici olan şu işlerini şöyle bir gözlerinin önünden geçirmen bile kollarının bileklerinden kesilmesini candan istemene ya da anandan doğduğuna pişman olmana yetecektir, çünkü düşünürsen bir an, Allah'ın sana karşı gazaplandığını ve Resülullah'ın sana düşman kesildiğini kavrarsın.

Ey yüce Allah'ım!.

Hakkımızı bize geri ver. Bize zulmedenlerden intikamımızı al ve kanımıza girenlerin, yeminlerini bozanların, bütün erkeklerimizi kılıçtan geçirenlerin ve masumiyetimizi kirletenlerin başlarına gazap yağdır.

Ey Yezid!

Sen ancak sizin o sulanmış kuş beyinlerinizin düşünebileceği bir şey işledin. Ama unutma ki, bu suçu işlemekle kendi derinizi dilmiş, kendi etinizi parça parça etmiş oldun. Gerçekten çok kısa bir zaman sonra bu büyük günahınla birlikte, varisinin kanları henüz ellerinden silinmemiş olarak Resülullah'ın huzurunda bulacaksın kendini.

Onların şereflerine ve manevî makamlarına karşı işlediğin suçlar da cabası. Bütün Peygamber sülalesinin bir araya toplanacağı ve onların düşmanlarına hüküm biçileceği bir zamandır bu zaman.

Yezid!

Bu vahşi azgınlığın günahı üstüne, bu katliam üstüne cümbüş yapma. Canlarım hak yolda sebil edenlerin, Allah'ın şanı uğrunda kurban olanların öldüğünü sanmayasın sakın. Hayır, onlar diridirler. Allah'tan gıdalarını aktadırlar. Onlar, yaratıcıları tarafından kendilerine bağışlanan yüce şehadetin kutsallığıyla mest olmuşlardır.

Senin defterini dürmek için yalnızca Allah yeterlidir; davacınsa Resülullah olacaktır; ve sana karşı bizim yardımcımız, koruyucumuz da Cebrail olacaktır.

Seni devlete başkan yapanlar ve Müslümanların sırtına zorba saltanatını yükletenler çok geçmeden görecekler başlarına nelerin geldiğini. Mezalimin meyvesi ancak nefrettir ve her taşkınlığın ardında bir acı yatar, içinizden hanginiz fark edebilirsiniz, kimin azıttığını, kimin sapıttığını?

EyYezid!.

Konuşmam sırasında bütün kötülüklerini sayıp döktüm, gelecekte seni nelerin beklediğini tüm berraklığıyla ortaya sererek yaptıklarına lanet okudum. Müslümanları facialarla bunaltıp onların gönlünde onulmaz yaralar açtığından dolayı bir anlık pişmanlık duyacağını ummak boşunadır. Bunu düşünmek bir hayalden ibarettir;

çünkü sen kalpleri katılaşmış; fıtrattan kokuşmuş, tipleri bozulmuş olanların ve varlıkları hem Allah'ın hem de Resulünün gözünde hiç bir değer taşımayanların takınmadansın. Senin gibilerin kalbine şeytan yuva yapmıştır da murdar yumurtalarını hep oraya yığıp durmaktadır. Gerçekten de senin karakterin Şeytanın en çirkin eserlerindendir.

Resullerin torunlarının ve Resullerin varislerinin ve ihlâslı insanların, alçak kölelerin ve hainlerin ve münkirlerin torunları tarafından kılıçtan geçirildiğini gördükçe, bunların ellerinin onların kanıyla boyandığını gördükçe, doğrusu insanın küçük dilini yutası geliyor.

Onların kutsal ve pak bedenlerinin oklarla delik deşik edilişlerini, ateş gibi kumların üzerine seriliverişlerini, linç edilmiş halleriyle oracıkta kabirsiz ve gömülmemiş olarak terk edilişlerini düşünmek ne kadar zor geliyor insana...

Yezid!

Bu aşikâr kepazelikleri hala savunacak kadar körsün. Unutma ki, Duruşma Günü'nde bu kepazeliklerin cezasını mutlaka çekeceksin. Allah, kullarına asla zulmetmez, biz ancak O'na dayanmaktayız. O'na inanmaktayız. Bizi korumaya Allah tek basma yetecektir; tek sığmağımız O'dur bizim, bütün umudumuz O nadir.

Gerçek çehreni saklamak istediğin için istediğin kadar hileye başvur. Kitabını bize indiren Allah üzerine yemin ederim ki, siz bizim sahip olduğumuz şeref ve mertebeye asla ulaşamayacaksınız.

Ne bize bırakılan mirası ortadan kaldırmaya, bizim ışığımızı söndürmeye gücün yetecek, ne de bize karşı giriştiğin iğrenç ve alçakça hareketlerinle kendi hesabınıza kaydettiğiniz rezaletleri silip yok etmeye gücün yetecektir."[9]

Konuşmasının burasında susar Zeyneb... Meclistekiler de, Yezid ve çevresinde bulunanlar, sanki kafalarında kuş oturmuşçasına hareket etmeksizin susuyorlardı. Meclis'te oturanlardan birisi, yaşlı bir adam, Yezid'in hala, elindeki değnekle Hz. Hüseyin'in kanlı başıyla ve dişleriyle oynadığını görünce bağırdı:

"Yezid, Allah'tan kork, senin bu ağaçla vurduğun yeri ben defalarca Hz. Peygamberin koklayıp öptüğünü gördüm. Öteki Dünyada O'nun şefaatçisi Hz. Peygamber olacak. Senin ki de İbn-i Ziyad, bunu bil."

Canı iyice sıkılmış olan Yezid adamlarına bu adamı Meclis'ten atmalarını buyurdu. Zeyneb'in konuşmalarına bozulmuştu Yezid. Çevredeki havanın değiştiğini de hissediyordu. O sırada Ali İbn-i Hüseyin'i zincirlere vurulmuş halde içeriye getirdiler. Ali haykırdı:

"Eğer Allah'ın Resulü beni böyle zincirlere vurulmuş görseydi, hemen serbest bırakılmamı isterdi."

Yezid, aklı hâlâ Zeyneb'in konuştuklarına takılı cevapladı:

"Doğru söylüyorsun."

Ve Eli ibn-i Hüseyin'in zincirlerinin çıkarılmasını emretti. O'nu yanına çağırdı, sonra;


"Ey Hüseyin'in oğlu!

Görüyorsun ki, baban ailelerimiz arasındaki bağı iyice kopardı ve bana ait hakları tanımamakta direndi. Benim hükümetime karşı savaş açtı ve bunun için de Allah O'na gördüğün sonu hazırladı."

Ali İbn-i Hüseyin de:

"Biz hükmü yerde ve gökte câri olan ilâhî kazadan başka bir şey görmedik."

Yezid:

"Sen, Allah tarafından öldürülenin oğlusun" diyerek, tıpkı Ibn-i Ziyâd gibi suçunu Allah'ın iradesine yıkmak istedi. Ali İbn-i Hüseyin yine karşı çıktı ve dedi ki:

"Ben, senin tarafından zulümle öldürülenin oğluyum."

Yezid bir an ne diyeceğini şaşırdıysa da, Ali İbn-i Hüseyin'in yanında susarak etrafındakilere küçük düşmek istemediği için aklına gelen bir Ayet-i Kerime ile karşılık vermek istedi hemen:

"De ki: Allah'ım, hükümranlık Senin içindir. Dilediğine verirsin hükümranlığını ve dilediğinden alırsın." (Kur'an-ı Kerîm)

Ancak hemen susmak zorunda kaldı Yezid... Çünkü içeriden kadınların ağlayışları, feryatları geliyor, bunlar gittikçe yükselerek kulakları tırmalıyordu. Toplantının fazla uzaması mümkün değildi.

Zaferim ve üstünlüğünü kutlamak için etrafına topladığı adamları nasıl dağıtacağını bilemedi Yezid. Ezici askerî başarısı olarak göstermek istediği olay gittikçe kendi aleyhine dönüşmekteydi.

Halk vicdan azabı duyuyor, Hz. Hüseyin'in başına gelenlerden dolayı kendilerini sorumlu tutuyor ve bu olayın baş müsebbibi olarak gördükleri Yezid'e karşı bir tavır almaya doğru gidiyordu.

Muaviye'nin yakınmalarından, o günlerde gerek Küfe, gerek Şam ve öteki şehirlerde Hz. Hüseyin'in başına gelenlere ağlamayanın kalmadığı söylenir nitekim. Üç gün sürdürülür bu yas.

Yezid, olayın geniş boyutlara ulaşmasının önüne geçmek ister ve esirler kervanını Medine'ye göndermek için harekete geçer. Bu sırada Yezid'in duygularının nasıl olduğunu kestirmek zor.

Ancak Yezid'in esirler kafilesi yola çıkmadan önce Ali îbn-i Hüseyin'e, söylediği şu sözler dikkate değer:

"Allah Mercane'nin oğluna lanet etsin. Allah'a yemin ederim ki babanın karşısında ben olsaydım, her ne isteseydi verirdim O'na ve bütün gücümle ölümü O'ndan uzaklaştırmaya çalışırdım. Keşke çocuklarımın bazıları ölseydiler bunun için... Ama bil ki bunların hepsi Allah'ın istekleri doğrultusunda olmuştur." Ve ekler Yezid; "Benden her ne istersen, çekinmeden isteyebilirsin."

Ne isteyebilirdi Ali îbn-i Hüseyin? Babasının, kardeşlerinin, yakınlarının geri gelmesi mümkün müydü? O isteyeceklerini ancak Allah'tan isteyebilir ve bunun için dua ederek Allah yolunda çalışarak ferahlayabilirdi artık.

Dünyevi herhangi bir dilek kandıramazdı çocuk ruhunun açlığını, susuzluğunu. Yezid de bunu biliyordu ya, karşısında gittikçe büyüyecek bir muhalefet cephesine şimdiden dostça yaklaşmak mı istiyordu, kim bilir?

Sözleri bir bakıma pişmanlığını ifade ediyordu ama, halkın büyüyen öfkesi karşısında bir uzlaşma sağlama umudu da olabilirdi onu böylesine konuşturan.

Esirler kafilesi Medine'ye doğru yol alırken, Yezid evine yollanıyor ve kulaklarında Zeyneb'in sözleri çınlıyordu hala... Bu sözler, etrafını çeviren dalkavukların ona yaptığı tüm işleri haklı gösteren riyakârlıklarından öte bir gerçeği yansıtıyordu.

Artık Yezid de anlıyordu sonuna değin dilediğince ve ölçüsüz davranmasının mümkün olamayacağını.

Şam'da, Yezid'in camide düzenlediği toplantıda Kerbelâ cephesinin ikinci mücadelesi başarıyla sona ermişti. Yezid'in gönlüne kuşku düşmüş, bu kuşku O'nu, dilediğince davranma hususunda tedirgin etmiş, esirler kafilesi, Zeyneb ile Ali başkanlığında yeni bir yolculuğa, yeni mücadelelere doğru yola çıkmıştı. Bir başlangıçtı Kerbelâ ve son bulmayacaktı yankıları...


Medine Yolunda

Esirler kafilesi bir muhafızla çıktı yola. Bu muhafız başlangıçta, daha yola çıkılmadan çok önce kafileyi gözetmekle görevlendirilmişti. Kerbelâ şehitlerinin kesik başlarını Şam'da gömerek ortadan kaldırmak da bu muhafıza düşmüştü. Neden sonra, yola çıkıldığında muhafız kafilede bulunanlara oldukça saygılı davrandı.

Özellikle hanımların herhangi bir rahatsızlık duymamaları için, çevrede görenlerin çirkin tezahüratta bulunabileceklerini de göz önünde bulundurarak geceleri yola çıkmayı yeğledi.

Herkes, önde, muhafızın denetimi altında gece karanlığında gidiyorlardı. Kafile dinlenme molası için durduğunda uzaklaşıyordu muhafız oradan ve serbest bırakıyordu esirleri. Herhangi bir ihtiyaçları varsa hemen temin ediyor, sonra saygıyla çekiliyordu arka taraflara.

Yolculuk sırasında Zeyneb, içinde gittikçe büyüyen bir merak ve arzuyla Muhafıza, onları Kerbelâ'dan geçirip geçiremeyeceğini sordu. Muhafız oldukça üzgün, kabullendi bu isteği.

Kervan harekete geçti, uzunca bir yol aldılar ve Kerbelâ'ya vardılar. Kanlı olayların oluşundan bu yana 40 gün geçmişti. Çarpışmaların olduğu ve başların uçurulduğu topraklarda hala kırmızı kan izleri göze çarpıyordu.

Kafilenin hanımları bu manzara karşısında 40 gün önce olanları yeniden yaşar gibi sarsılmış ağlıyor ve cevap almak umuduyla şehidlerine sesleniyorlardı. Üç gün üç gece kaldılar Kerbelâ topraklarında.

Medine'ye doğru tekrar yola çıktıklarında. Hz. Ali'nin kızı Fatıma, ablası Zeyneb'in yanma geldi:

"Abla" dedi, "Bu gardiyan bize ne kadar iyi davrandı, görüyorsun. Ona bir şey vermek istiyorum, izin verir misin?"

Hz. Zeyneb:

"O'na verebileceğimiz bir şeyimiz yok ki, kardeşim" dedi. "Ancak toplasak belki bir kaç bilezik verebiliriz teşekkür için."

Bilezikleri toplayıp verdiler muhafıza ve pek değerli olmayan bu hediye için özür dilediler. Muhafız bilezikleri geri çevirdi hemen.

"Bu bilezikler benim için gerçekten de çok değerli, paha biçilmez bir hediye. Çok sevindirdiniz beni. Ne var ki, Allah'a yemin ediyorum, ben sizin için ne yapmışsam O'nun için yaptım ve bir karşılık ummadım.

Sizin Peygamber (s.a.a.)'le olan bağınızdı beni bağlayan, o kadar."

Sustu Zeyneb ve içi ilk defa sevinçle aydınlandı. Hiçbir zaman umudunu yitirmemişti ya, böylesine yeniden doğuyormuş gibi de olmamışta kırk gündür.

Demek ki hala Allah'tan gerçekten korkanlar vardı bu topraklarda ve demek ki Peygamber ailesinin saygıyla karşılandığı topluluklar yok değildi. Kur'an-ı Kerîm'den ayetler geçti gözlerinin önünden bir bir...

Yüce Allah dinine sıkı sıkı sarılan mû'minleri ne olursa olsun koruyor ve gözetiyordu, imanını zedelememeliydi mü'min her ne olursa olsun ve Allah'tan ümit kesmemeliydi iyi bir Müslüman, hiç bir zaman.

Beklenen Kervan

Medine'de, Peygamber (s.a.a.)'in hicret beldesinde Hüseyin'in gidişinin ardından uzun bir sessizlik egemen olmuştu ortalığa. Herkes Peygamber torununun sonunun ne olacağını merakla bekliyor, bir haber almak için çırpmıyordu.

Ortalığı çeşitli söylentiler kaplamıştı bu ara. Ne var ki kimse inanmak istemiyordu duyduklarına ve Hz. Hüseyin'in kafilesinin gittiği gibi döneceğini ummak istiyordu hepsi...

Onca bekleyiş bir gözcünün kervanı görmesiyle son buldu. Ama bu kervan yola çıkardıkları kervan değildi. Ali îbn-i Hüseyin ve teyzeleri, halaları kervandaydılar ya, neredeydi Hz. Hüseyin ve diğerleri?

Yoksa söylentiler doğru muydu? Kısa sürede haber her yere yayıldı. Medine sokaklarından Uhud'a, oradan da Bald'ye hemen ardından Küba Camii'ne iletildi kara haber. Ortalığı matem havası bürümüştü.

Medine kadınları örtülerine sarılarak sokaklara dökülmüş, Hz. Zeyneb'i karşılayarak gerçeği öğrenmeye koşuyorlardı.

Zeyneb acı içindeydi, Ne diyecekti kardeşini soranlara, yakınlarını soranlara? Nasıl anlatacaktı Kufe'yi, İbn-i Ziyad'ın sarayını, Yezid'in Camii'de topladığı zafer meclisini ve Şam topraklarında bıraktıkları şehid başlarını?

Kafilenin bir kısmı esir, bir kısmı da ölüydü. Ama artık anlaşılmıştı acı gerçek... Bir ses, sanki çok uzaktan gelirmişçesine derinden ve içli haykırıyordu oracıkta:

"Ey Hüseyin'i bilinçsizce öldürenler, size azabı müjdelerim.."

Peygamberin Medine'si hiç böylesine acı ve elemli bir gün yaşamış mıydı? Müslümanlar böylesine derinden yaralanıp ah çekmişler miydi? Kadın erkek bir arada ağlamış mıydı böylesine kanlı gözlerle? O günlerde Medine'de ağır bir yas havası kaplamıştı ortalığı.

Hz. Zeyneb'in kocası Abdullah evindeydi, oğullarını kaybetmenin acısı bir yanda, Hz. Hüseyin'in ve yakınlarının acısı öte yanda, ziyaretine gelenlerin konuşmalarını dinliyordu.

Oğulları Un’ul Ekber ve Muhammed, amcasının oğlu Hüseyin, ötekiler, bütün şehitler bir bir geçiyordu gözlerinin önünden. Hizmetçilerinden biri bir söz söyledi o sırada; "Bu başınıza gelenlerin, hepsi Hüseyin'in yüzündendir."

Abdullah bu söz üzerine öfkeyle titredi. Nasıl böyle düşünürdü hizmetçisi? Yanı başındaki ayakkabısına ilişti gözü ve onu alıp fırlattı hizmetçisinin üstüne.

"Hüseyin hakkında böyle konuşma bir daha... Allah'a yemin ederim ki, ben O'nun yanında olsaydım, ölünceye değin ayrılmazdım yanı başından. Yemin ederim ki çocuklarımın yerine ölmeyi yeğlerdim.

Çocuklarımın ölümünden duyduğum acıyı, onların Hüseyin'in yanında ölmelerinden dolayı duymuyorum bile" dedi. Abdullah, etrafındaki kalabalığa döndü ardından; "Hüseyin'in şehadeti benim için çok üzücü oldu.

Gerçi onun yanında olamadım, acısını yüreğimde duysam da, yükünü paylaşamadım ama iki oğlum yardımcı oldular O'na, bundan teselli buluyorum şimdi."

Zeyneb'i Abdullah'ın evinde görmüyoruz o sırada... Bunu O'nun yorgunluğuna bağlamak mümkün. Daha sonra Zeyneb görünüyor... Sanki bir şeyler yapmayı kuruyor, ya da bir şeyler arıyor...

Artık dinmiş gözyaşları, gözleri sadece korlu bir alev gibi parlıyor, o kadar... Ağlamanın daha ötesinde yüklendiği sorumlulukları var Zeyneb'in. Akan kanlan düşünüyor, onların boşuna akmadığını akla getiriyor.

Bu kanların vurguladığı bir mesaj olmalı mutlaka... Zeyneb, kendisine düşen görevler olduğunun bilincinde. Halkın kendisine nasıl baktığını da hissediyor. Sözleri kıldan ince, kılıçtan keskin bir kadın O. Konuşmaları kalplere yerleşiyor, halkı coşkuya getiriyor her zaman. O günde, yüreğini kaplayan acının verdiği bir hırsla ne istese söyleyebilir ve etkileyebilir halkı, biliyor.

Medine halkı zaten acılı, yaralı ve O'na kulak vermeye hazır. O günler kritik günler... Patlamaya hazır, bir kıvılcım bekleyen barut fıçısı gibi Medine. Ve Zeyneb susuyor. Sonradan pişmanlık duyacağı ve altından kalkamayacağı olayların meydana gelmesinden korkuyor belki.

Medine'yi çok sevdiğini sık sık tekrarlamıştır Zeyneb... Nasıl dedesi Hz. Muhammed (s.a.a.) Mekke'ye gönülden bağlı ve içinde hep bu kentin özlemi yanarak yaşamışsa, Zeyneb de her gittiği şehirde Medine'ye olan sevgi ve bağlılığın şiddetini duymuştur. Yaşamının son anma kadar Medine topraklarında yaşamak, dedesinin mezarına yakın olup o havayı solumak isterdi mutlaka.

Ancak Kerbelâ esirlerinin durumu hiç de iç açıcı gelmiyor yönetim merkezine... Onların bir aradaki varlığı halkı bir isyana götürür kuşkusu gittikçe büyüyor.

Buna çok geçmeden bir çözüm bulmak zorundadır artık Yezid. Esirlerin birbirinden ayrılması, ayrı ayrı şehirlere sürülmesi akla yatkın bir fikir gibi geliyor O'na. Medine Valisi Hz. Zeyneb için özel bir emir veriyor o sırada. Nereye gitmek isterse serbesttir, seçip gidebilecektir. Peki ya Zeyneb'in tepkisi?

"Başımıza neler getirildiğini Allah bilir" diyor heyecanla. "En iyi adamlarımızı öldürdükleri yetmiyormuş gibi, geriye kalanlarım da şehirden şehire hayvan sürüsü gibi sürmekteler. Allah'a yemin ederim ki hiçbir zaman kendi isteğimle çıkmam Medine'den. Hatta kanımı akıtsalar bile bu yolda..."

Kadınlar etrafını alıyorlar Zeyneb'in. Yezid'in şakası yok, biliyorlar. O'nu kandırmak için dil döküyor Beni Haşim'in kadınları, genç kızları. Zeyneb'in sonunu iyi görmüyorlar hiçbirisi. Akilin kızı Zeyneb; amcasının kızım kandırmak için;

"Allah bize vaatte bulunmadı mı?, Yeryüzünün her bir yanı mü'min kullar için yaratılmamış mı? İstediğimiz yerden yararlanmak hakkımız olmalı. Allah zaten çok yakında cezasını verecek o zalimlerin" diyor.

Gerek kadınların konuşmaları gerekse bu yolda sürüp giden istekler Zeyneb'in bir karara varmasını getirecekti. Sonunda Mısır'a gitmeye ve orada yaşamaya karar verir.

Artık Medine'yi terk edecektir Zeyneb. Dedesine kucak açan şehirden, Peygamber şehrinden gidecektir. Çocukluğunun geçtiği sokakları, her taşında, ağacında bir anısını sakladığı yolları, genç kızlığının unutulmaz günlerini yaşadığı şehri ardında bırakarak gidecektir.

Oysa bu şehir bir zamanlar dedesi ve babasına kucak açmış, her çıktıkları seferin ardından onları coşkuyla bağrına basmıştı. Buraları arkadaşlarına bırakarak gitmek zorunda kalmak elinde olmadan üzüyordu Zeyneb'i ve içini buruk bir hüzün kaplıyordu.

Ancak çoktan karara varmıştı. Ne kadar acı da olsa bu ayrılık, değil mi ki, kaçınılmazdı, Zeyneb güçlü olmasını bilerek karşılayacaktı onu.

Değil mi ki Allah'ın arzı genişti ve Mü'minlere bütünüyle açıktı, burada yaşaması zorlaştırılıyorsa, konuşması susturuluyorsa, inandığını yaşayıp söylemesi mümkün kılınmıyorsa; O da gidecek ve sonuna kadar sürdürecekti doğrulan haykırmayı.


Mısır'a Gidiş

Bitmez tükenmez gibiydi yolculuk Zeyneb için. Ömrünün şu döneminde sanki hep yollarda geçirmiş gibiydi günlerini, işte yine bir çırpıda değişiyordu yaşamı ve ne olup biteceğini yalnız Allah biliyordu. Hicri 61 senesinde. Şaban Ayında bir gün, içi buruk ve titreyerek vardı Mısır'a Zeyneb.

Zeyneb'i karşılamaya gelmişti bir çokları. Gittikçe daha da artıyordu kalabalık. O'nun geldiğini işiten kadınlı erkekli grup grup insanlar kervanına katılıyor, duygularını paylaşmaya çalışıyordu.

Bir sevgi ve dostluk çemberiyle sarılıvermişti çevresi. Belbis Köyü'ne varıncaya değin sürdü bu katılmalar. Başkentten gelip katılanlar bile vardı onlara.

Başlarında Mısır'ın Hâkim’i Müslim îbn-i Muhled Ensari bulunuyordu ve daha tanınmış, önemli birçokları... Zeyneb'i gören başlıyordu ağlamaya. Mısırın başkentine kadar sürdü bu böyle.

Başkente varınca Müslim, bu acılı yolculuktan bîtap düşmüş Zeyneb'i kendi evine davet etti ve orada kalmasını rica etti kendisinden.

Kaynaklar Zeyneb'in bir sene kadar bu evde kaldığını ve Mısır'a alışmaya çalıştığını göstermekte. Ondan sonra ne yaptığı ve nasıl yaşadığı hakkında net bir bilgi bulmak mümkün değil.

Ancak geçirdiği yoğun acılarla dolu günlerin derinden etkilediği Zeyneb, bir daha kendini toparlayamamıştır anlaşıldığı kadarıyla. İnsanlardan kaçmakta ve kimselerin gözüne ilişmek istememektedir artık. Ölümü beklemektedir Zeyneb, tıpkı bir zamanlar annesi Fatıma'nın beklediği gibi...

Ölümü

Zeyneb Mısır'da çok fazla yaşamaz. Birçok ravi gelişinden bir buçuk sene kadar sonra Hicrî 63 senesinde Receb Ayının on dördünde ebediyete irtihal ettiğinde hemfikirdir.

Mezarı, Mısır'a geldiğinde ilk geldiği evde, Müslim'in evindedir aynı kaynaklara göre. Ancak bazı kaynaklarca Zeyneb'in mezarının Mısır'da değil, Şam yakınlarında Zeynebiye denilen yerde olduğu bildirilmektedir.

Mısırlı yazar -ki Ehl-i Beyt uzmanı diye tanınmaktadır- Dr. Ayşe Bint-i Şatti'nin kanaatine göre mezarı Mısırdadır.

Zeyneb ve Abdullah İbn-i Cafer

Dr. Ayşe Bint-i Şatti, Hz. Zeyneb'in gerek yalnız başına Kerbelâ'ya gittiği, gerekse Mısır'a geldiği için kocasından ayrılmış olması ihtimali üzerinde kuvvetle durmuştur. Yani O'na göre Hz. Zeyneb dul bir kadındı.

Başka bir kaynakta bu iddia reddedilmekte, Abdullah îbn-i Cafer'in Kerbelâ'ya gitmemesi üzerinde durulmayarak başka sebebe bağlanmaktadır.

Buna göre Abdullah îbn-i Cafer'in Kerbelâ'ya gitmemesinin sebebi; Muaviye, oğlu Yezid ve Medine Valisi'ne karşı duyduğu kişisel dostluktu.

Nitekim bu çatışma içinde yer almak istemeyen kişilerin sayısı çoktu. Daha sonraları, Hz. Hüseyin'in şehit edilişinin ardından Abdullah îbn-i Cafer Kerbelâ'ya gitmediği için son derece pişmanlık duymuş ve oğullarının Hüseyin'in yanında şehit olarak onu yalnız bırakmayışlarından dolayı teselli bulmuştu.

Şurası bir gerçek ki Abdullah'ın Yezid ve babasına karşı duyduğu dostluk, Hz. Hüseyin'e karşı taşıdığı sevgi ve bağlılığın yanında hiç kalırdı.

Abdullah'ın Kerbelâ'ya gitmeyişi ve Zeyneb'in kocası gitmediği halde bu tehlikeli yolculuğa çıkmayı göze alışı da yanlış yorumlanmış ve ikisinin boşandığı şeklinde açıklanmıştır. Oysa bunu ileri sürenler Zeyneb ile Hz. Hüseyin arasındaki bağın ne denli kuvvetli olduğunu unutmuşlardır. Zeyneb, Hüseyin'in yanından bu karanlık günlerde ayrılamazdı.

Bunun için annesine ve babasına söz vermişti üstelik. Münafıkların Hüseyin'e karşı planlarının mahiyetini bilen Zeyneb'in kocasıyla evlenirken ileri sürdüğü şarta göre, kocasının bu yolculuğa karşı çıkması mümkün değildi, iki oğlu ile birlikte giden Zeyneb'e kocası değil itiraz etmek, yardımcı bile olmuştur.

Arada herhangi bir sorun olmadığı, Zeyneb'in Şam'dan geldikten sonra kocasının evine gitmesiyle açığa çıkmaktadır.

İhtilaflar ve tartışmalar sadece Zeyneb'in özel yaşamıyla bitmemiş, Kerbelâ'nın ardından ilginç gelişmeler olmuştur.

Ancak bu gelişmelerin tümüyle olumlu olduğunu söylemek bir yana, olumsuzlukların baskın çıktığını ve Yezid'in hükümetini kurtarmak için kanlı baskı yöntemlerini geliştirdiğini söylemek, bir fikir vermek açısından yeterlidir sanıyorum.


Mezarı Etrafında Tartışmalar

Dr. Ayşe Bint-i Şatti'nin kanaatine göre Hz. Zeyneb'in Mısır'da bulunması gereken mezarının asıl yeri hakkında öteden beri çeşitli tartışmalar yapılmaktadır. Bu tartışmalarda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.

Bu görüşler şöyle sıralanabilir:

İtimâdü's Saltane, Hayrât-ü İhsan isimli kitabında Hz. Zeyneb'in mezarının sahîh rivayetlerden yola çıkılarak Şam yakınlarında bir köyde olduğunu ve halen bu mezarın Müslümanların ziyaretlerine açık tutulduğunu kaydetmektedir. Evet ama Hz. Zeyneb'in Şam'da ne işi vardır? Şöyle açıklanmaktadır bu iddia:

Medine'de baş gösteren kıtlık her şeyin, giyecek ve yiyecek maddelerinin son derece pahalanmasına yol açmıştır. Zaten varlıklı olmayan Zeyneb ve ailesi oldukça büyük sıkıntıların içine düşmüşlerdir.

Abdullah îbn-i Cafer'in ise Şam yakınlarında bir köyde bağı vardır ve Hz. Zeyneb'i alarak bu bağa götürür. Ancak çok geçmeden, çeşitli hastalıkların ve sıkıntıların içinde zayıf düşen Hz. Zeyneb, dünyaya gözlerini kapatacaktır.

Bu rivayet, Hz. Zeyneb ile kocasının boşanmış olduğuna dâir iddiaları da çürütmektedir. Buna göre Hz. Zeyneb'in Mısır'a gitmiş olması da mümkün değildir ve Ehl-i Beyt uzmanı diye tanınan Mısırlı yazar Dr. Ayşe Bint-i Şatti bu iddialara katılmamaktadır.

Öte yandan Hacı Şeyh Abbasî Gûmî, Hâdiye el-Zâirîn (Ziyaretçilere hediye) isimli kitabında mezarın Şam'da olduğuna dâir iddiayı doğrulamaktadır.

Bu kitapta yer alan bazı rivayetler, Hz. Zeyneb'in Şam'a gidişinin tutuklanarak olduğuna dâir ileri sürülen görüşü de çürütmektedir. Böylece başka bir rivayet de, Terâzü'l Mezheb Muzaffarî kitabında ileri sürülen Hz. Zeyneb'in mezarının Medine'de olduğuna dâir görüş de çürütülmektedir sözü geçen kitapta. Medine'de olduğunu ileri sürenler, Hz. Zeyneb'in Medine'ye geldikten sora öldüğünü söylemektedir:

Meşâng el-Ansâr isimli kitapta Hz. Zeyneb'in mezarının Mısır'da olduğu iddiası doğrulanmıştır. Bu tartışmalardan anlaşılan, mezarın;

1- Mısır,

2- Şam,

3- Medine'de olduğuna dair muhtelif görüşlerin, çeşitli doğruluk dereceleriyle birlikte öne sürüldüğüdür.

Zeyneb'in Ardından

Hüseyin'in şehadetinin ardından çok yaşamadı Zeyneb. Bir buçuk sene sonra gözlerini yumdu dünyaya. Fakat bu kısa süre içinde bile, yorgun ve hasta vücuduna rağmen yoğun bir mücadele için değerlendirmeyi bildi hayatını.

Elbette ki Hz. Hüseyin'in ve yakınlarının ölümü, mevcut hükümetin dilediğince hüküm sürmesi için yetmedi. Sadece kadınların kaldığı görünen muhalif gurubun verdiği ferahlık da çabuk tükenecekti.

Sorun neydi aslında? Yezid ne istiyor, İslâmî hükümet kisvesi altında nasıl bir yönetimle hükmetmeyi amaçlıyordu. Bu soruda tartışmasız ortak cevap, Yezid'in geleneksel, kavmiyat taassubunun (asabiyet) ağır bastığı cahiliye yönetimlerine özendiğidir.

Hz. Hüseyin ise, cahiliye geleneklerinin geri gelmesi, İslâm'ın mesajının canlılığını ve berraklığım koruması için kıyam verirken, kendi başı; yakınlarının, en sevdiklerinin başı gitse bile, İslâm’ın mesajının bir noktada kesinlikle kaybolmayacağını, kıyamete kadar akıp gideceğini ve unutulmaz bir ders vereceğini biliyordu.

Zeyneb, O'nun mücadelesinin amacını biliyordu Ve kadınca bir sezgiyle, duyarlılıkla olacakları da kestiriyordu aşağı yukarı. Ama olacakları değiştiremeyeceğini de, ne gerekiyorsa onun sonuna kadar yapılmasının kesinliğim de biliyordu.

Kardeşinin ölümünün ardından her şeyin bitmediğini bir köşeye çekilip susmamanın gerektiğini de biliyordu Zeyneb. Ne ki yorgundu vücudu ve az çekmemişti..

Ancak yine de sürdü direnişi. Hiçbir zaman yanlışla uzlaşmadı ve taviz vermedi inancından. Yezid ve efradının neşesi, Zeyneb ve efradının sessiz-sesli direnci ile çok geçmeden zillete çevrildi.

Bu arada Yezid kendisini kurtarmak, aklanmak için gayret bile sarf etti. O'nun gözünde ve tüm olanlardan önce Allah'ın iradesini, sonra da Mercane'nin oğlu Ziyad'ı sorumlu tuttu. Ömrünün geri kalan günlerinde şurası muhakkak ki saltanatının mutluluğunu dört dörtlük tadamadı Yezid.

Zeyneb'in kıyam çağrısı, Hüseyin'in kıyamının devamıydı bir bakıma. "Hüseyin'in hesabını soran yok mu?" sesi uzun süre yankılandı İslam coğrafyasında. Bu sese üç sene sonra Küfe halkı cevap verecekti.

Bundan sonra olaylar birbirini izleyecekti. Hükümetin tavrı, baskı yöntemlerini genişleterek olayların genişlemesini önleme yönünde kendisini gösterecekti. Ancak işkence, dayak, öldürme ve hapis olayları ne denli önleyebilirdi ki olacakları? Nitekim Kerbelâ olayının baş sorunlularından Ubeydullah îbn-i Ziyad, bu olayda öldürülecek, yanı sıra Ömer Sa'd ve oğlu Hafes de vurulacaktı.

Bu sefer kesilen başlar Şam'a değil Medine'ye gönderilir. Ömer îbn-i Ebulneş, Ali Muhammed adlı kitabında bu kesilen başların Ali îbn-i Hüseyin'e gönderildiğini yazarken Taberî ise başların Muhammed Hanefî'ye gönderildiğini kaydeder.

Korkunç olaylar birbirini izler. Ekilen kin tohumları yeşermiş ve İslâm Ümmeti için hiç de iç açıcı olmayan günlerin yaşandığı bu dönem, kendisinden önceki İslâmî olmayan yönetimin hazırladığı dönemin ürünü olarak ortaca çıkmıştır.

Hüseyin'in ve yakınlarının öldürülüşünde payı olan hemen herkesin bu olaylar sırasında cezalandırıldığı söylenir. Hele Küfe halkı..? Sanki kardeşinin ölümünün ardından Küfe halkına yaptığı bir konuşma sırasında ağlayanlara Zeyneb'in yaptığı dua yerine getirilmiştir:

"Ağlıyor musunuz?" demişti Zeyneb "Ağlayın ve gözyaşlarınız hiç dinmesin." Kufelilerin gözyaşları dinmiyor ve senelerce şiddetli çatışmaların odak noktası durumunda kalarak kanlı yaşlar dökmeyi sürdürüyordu.

Şöyle demişti Zeyneb onlara:

"Evet, yemin olsun ki Allah'a, çok ağlayın ve az gülün. Çünkü utanç kaynağı oldunuz. Ve bu lekeyi hiçbir zaman temizleyemezsiniz. Çünkü siz Hz. Peygamber'in torunu ve cennet gençlerinin baş tacını öldürdünüz."

Ve Küfe halkı, Zeyneb'in duasına yürekten katılarak "amin" diye hep bir ağızdan haykırmıştı o zaman. Sanki dua kendileri için yapılmıyordu ve sanki Hüseyin'in ölümü onların hatasının, dönekliğinin ürünü değildi. Bir Kufe'li kalkıp:

"Hz. Peygamber'in kızının oğlunu davet ettik ama canımızı O'nun yolunda vermeyi göze alamadık. Ne elimizle ne de dilimizle yardımımız olmadı O'na" diye söyleniyor, başkaları da onu destekliyordu bu sırada. Oysa daha yeni şehit edilmişti Hüseyin ve köprülerin üstünden çok sular akmamıştı daha.

Bu suçlamalar hep sürüp gitti. Küfe halkı birbirini suçluyor ve herkes Hz. Hüseyin'in kanlı ölümünün sorumluluğunu karşısındakine yıkmaya çalışıyordu. Ordular oluşturuluyor, silahlar toplanıyordu bunun için.

Tarihte o dönemde kurulan ordular "Tevbe Orduları" diye adlandırılır. Artık açıktan açığa kendini gösteriyordu bu hareketler. Bu ordunun mensupları Hz. Hüseyin'e karşı işledikleri ihanet suçu için Allah'a şöyle ya-karıyorlar-dı:

"Allah'ım, şehid oğlu şehide rahmetlerini yağdır. Biz O'nun dini üzerinde olduğumuzu ve bağlılığımızı itiraf ediyoruz. Onları öldürenlerin düşmanı ve dostlarının da dostuyuz artık" diyorlardı.

Bir kısmı da:

"Hz. Peygamber'in kızının oğlunu yalnız bıraktık, suçlarımızı affet Allah'ım ve kabul et tevbemizi... Eğer affetmezsen suçlarımızı ve bize rahmetini esirgersen zarar edenlerden olacağız mutlaka" diye yalvarıyorlardı.

O dönemde, ihanet suçunun ağırlığını üzerinden atmak isteyenlerin en büyük dileği ölmek, Allah yolunda ölmekti. Böylece şehit olarak bu büyük günahın ezici ağırlığından kurtulmayı umuyorlardı.


Karmaşa ortamının, çeşitli grupların türemesinde ve birlik beraberlik bilincinin olmamasında etkisi olmuştur muhakkak. Ancak kesin olarak söylenecek olan, Hz. Hüseyin'e karşı ihanetlerinin sırtlarına bir yük gibi bindiğini duyan Kufe'lilerin bir kaos dönemi yaşadığıydı.

Zeyneb, Kerbelâ olayından sonra çok yaşamadı. Ancak bu acı olayın ilk yıldönümünde ağlayıp ağıt yakarak o günü andığı, şehitler için dualar okuduğu söylenmektedir.

Daha sonraları bu anma oldukça yaygınlaştırılmış, Kerbelâ olayının hatırlarda kalması için ayrıntılı bir tören haline getirilmiştir. Özellikle Şia'ların bu günlerde siyahlara bürünerek matem tuttukları törenler yaptıkları ve aynı acıyı yaşamak için çeşitli yollara başvurdukları bilinmektedir. Bu, bugün de sürmekte ve değişik görünümlerle çıkabilmektedir karşımıza.


Zeyneb'in Mesajı

Her büyük devrimin iki cephesi vardır ve her büyük oluş iki yönüyle kendisini tamamlar. Geleceği değiştirme ve bugünü düzeltme iddiası, yanı sıra kan ve haber olmadıkça kalıcı ve geçerli olamaz.

İlk haberi Hz. Hüseyin verdi. O ve dostları Kerbelâ'da akıtılacak kanları pahasına bir büyük oluşun kıvılcımını tutuşturdular. Zeyneb. ise bu kıvılcımın söndürülmemesi görevini üstlendi. Akıtılan kanların ne anlam taşıdığını haber vermek O'nun sorumluluğundaydı artık.

Neydi bu haber, düşünelim... Ölüler arasında dirinin, kanlar içinde heyecanın verdiği bu haber, Zeyneb'in ince ve hassas omuzlarına yüklenmiş bir emanetti. Kardeşi ölümü seçmişti, Zeyneb kalmıştı geride..

Ama kolay mıydı yaşamak ve her şeye rağmen katlanmak olacaklara? Ardında esir kervanı, önündeyse düşman safları giderken, kardeşinin mesajı da sırtında ağırlaşan bir yük gibi duruyordu Kufe'de, pazarda, halkın arasında; sarayda, İbn-i Ziyad'ın huzurunda... Derken asıl amaçlanmış hedef, Şam'a varacaklardır.

Onları bekleyen, yıkılmışlığı, pişmanlığı, beyat olmasa da en azından yenik düşmüşlüğü ve sessizliği bekleyen Yezid'dir. Kudretin, donukluk ve acımasızlığın, zulüm ve ihanetin merkezinde, cinayet planlarının saltanatı korumak amacıyla tezgâhlandığı otağa gitmektedir bu yolun sonu... Develerin adımları bile isteksizce, yavaştır.

Zeyneb ise isteksizliğin ne olduğunu düşünememekte, akıp giden saatlerin sayısını hesap edememekte, sadece sorumluluğunu düşünmekte, taşıdığı emanetin sorumluluğunu ve haberin korkunç ağırlığını duymaktadır.

Öylece varır Şam'a ve haykırır Yezid'e, sarayda:

"Hamd-ü Sena Allah'a ki bize bunca yüceliği ihsan etti... Peygamberliği, şehadeti nasip etti..,"

Şehidler ne demek isterlerdi o sırada... Rabb'leri katında rızıklandırılan, ölü değil diri olan şehidlerin dilidir, yüreğidir Zeyneb... içinde çarpan bir tek yürek değildir, onlarca yürektir sanki.

Bu kanın neden döküldüğünü haber vermezse hem şehitler mahzun olacaktır hem de gelecek zaman... Bu kanın neden döküldüğünü nesillerin bilmesini istiyordu. Hüseyin ve dostları ve anlatacaktı, anlattı Zeyneb.

Güç bir haberdi vereceği... Tüm insanlara ulaştırılması gereken bir borçtu ve Hüseyin'in şehadetine ağlayanların işitmesi gerekiyordu bunu. "Yaşam ancak bir cihaddır; başka bir şey değil demişti" Hüseyin.

Buna nasıl inandığına, hayata nasıl sırtını döndüğüne tanık olmalıydı insanlar; inananlar ve inanmayanlar. Ve Zeyneb bu haberi verirken diyordu ki: "Ey duyanlar. Peygamber (s.a.s.)'in risaletine inananlar; her asırda, her zamanda, nerede olursanız olun Kerbelâ şehidlerinin haberini dinleyin, duyun" diyordu Zeyneb.

Hüseyin'in habercisiydi Zeyneb. Her büyük oluşta da sorumluluk sahipleri iki görevden birini yüklenmek zorundadırlar. Ya kanlı ölümle karşı karşıya kalarak buna rağmen yıkılmaksızın ölüme koşmak; ya da haberciliğin ağır sorumluluğuna gönülden sahip çıkmak...

Ya Hüseyin gibi can vermek, dosttan gibi sakınmadan gitmek ölüme, ya da diri kalmışken Zeyneb gibi, her türlü zor şartlarda ne pahasına olursa olsun haberciliğini sürdürmek...

Bunlardan birisini yapmak, kirli tarihi aklayacak ve ışıklandıracaktır geleceğe uzalı yollardan birini. Her ikisinden dışlanmak ise, günü gelince yaşamdan dışlanmakla noktalayacaktır ömürleri.

Zeyneb'in yaşam öyküsü, bir noktayla son bulmayacaktır ama. Zeyneb gibi yaşamak, soluk almadan, susmadan yaşamaktır çünkü... Hala konuşuyorsa Zeyneb, hala anlatıyorsa haberi ve övülüyorsa haberciliği, yaşam öyküsü de son bulmamış anlamına gelmektedir bu.

Onun yaşam öyküsünden alınacak ders, yaşamın kaçınılmaz ve tartışılmaz mücadelesinde en doğru yörüngeyi tespit etmenin ve bu yörünge etrafında söz konusu edilebilecek tüm görevleri katıksız bir ödev bilinciyle üstlenmenin gerekliliği olmalı. Ölmek elbette ki çok zaman yaşamaya yeğlenebilir.

Ancak bu ölümün niteliğine bağlıdır çök zaman. Zeyneb'in yaşaması, zilletle geçmesi istenen bir ömrün çilelerine katlanmasını getirebilirdi.

Kendisinden istenen uzlaşmaya uymak, ölümden de beter bir acıyı tattırabilirdi O'na. Ne var ki Zeyneb'in uzlaşmaya yanaşması, bunun için sonuna kadar direnmesinde toplanır tüm sorun ve bu odaklanışa dikkat çekilmesi gün gelir zorunluluk haline gelir tüm insanlar için.

Gereğince ve yeterince öğrenilmesi için bu dersin, gereğinden ve yeterinden az olmayan bir çaba, mücadele, özveri istenir. Kimi zaman sayfalara sığdırılması mümkün olmayan kavram ve tanımlamaları anlamak ve açmak için bir insan, bir soluk ve bir saatlik ders yeterli olabilir.

Bu kavrayışın ve sahiplenişin yaygınlık kazanması için verilen bir mücadele destanının kadın kahramanıdır Zeyneb. O'nun gibi kadınların az olmadığını göstermiştir tarih ve gösterecektir de...

Dualarımız ve onlarla bütünleşen eylemlerimiz buna koşmaktadır.

[1]- Dr. Ayşe Bint-i Şatti'den

[2]- El Esabe'den nakleden Muhammed îbn-i Seyreyn

[3]- Dr. Ayşe Binti Şatti

[4]- Tarih-i Taberi'den

[5]- lbn-i Cerîr

[6]- Aylık Dergi'den

[7]- O dönemlerde, eski Arap şiir geleneğine ve şairlere normal bir insan gözüyle bakılmadığı ve onların sözlerinin ciddiye alınmadığı unutulmamalı.

Şair, boş sözler söyleyen ve bunların ilhamını cinlerden, gizli güçlerden alan güvenilmez tipti. Kur'an-ı Kerim bu konuda kesin bir ayrım vermiştir

[8]- Bir Arap Şairi

[9]- Ashâb-ı Uhdud


3