İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ

İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ0%

İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ Yazar:
Grup: KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ
Sayfalar: 0

İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ

Yazar: Murtaza MUTAHHARİ
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 582
İndir: 111

Açıklamalar:

İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ
  • SЭZE VE ЭNANANLARA SELAM OLSUN

  • MEARЭC SURESЭ

  • MELEKLER VEYA TABЭAT ВLEMЭNЭN GЬЗLERЭ

  • KIYAMET GЬNЬNЬ ЭNKВR

  • ЭNSAN HAKKINDA BЭR KONU

  • ЭNSAN EРЭTЭMЭNDEKЭ FAKTЦRLER

  • NAFЭLELERЭ EDA ETMEK

  • MALI ЭNFAK ETMEK

  • CEZA GЬNЬNЬ KALBEN TASDЭK ETMEK

  • ЭLAHЭ AZAPTAN KORKMAK

  • MAHREM YERLERЭNЭ KORUMAK

  • TOPLUM EMANETЭ

  • CAHЭLCE ЬSTЬNLЬK ЭSTEMEK

  • KВFЭRLERE VAAT EDЭLEN CEHENNEM AZABI

  • DЭPNOTLAR

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 582 / İndir: 111
Boyut Boyut Boyut
İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ

İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ

Yazar:
Türkçe
İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ





MURTAZA MUTAHHARI
ÇEVİRİ: HASAN KANAATLİ
Cilvehayi Kemal-i İnsan
Bismillahirrahmanirrahim.
Elinizdeki kitap, merhum şehid Murtaza Mutahhari’ye aittir. Şehid Mutahhari, kısa bir ömründe, İslâm ile ilgili, kadın hakları, ilahi adalet,İslâm'ın toplumsal evri­mi, materyalizme eğilim nedenleri, iktisadi konular, son yüzyıldaki İslâmi hareketler, İslâmi dünya görüşü ve Kur'an'da insan gibi kitapları ve bunun gibi onlarca ki­tapları ve yüzlerce makaleleri yazmayı başardı.

Ayrıca Kur'an-I Kerim'i tümüyle tefsir etmeye vakti kifayet etmediyse de, küçük surelerin tefsirini fırsat buldukça izaha çalıştı. Bu kitap da o gibi çalışmalarının ürünlerin­den biridir.

Bu kitap, kendi hayatı döneminde kendi eliyle ya­zılmış eserlerinden değildir. Bant yayınından. aktarıldı­ğından dolayı, farsça aslında da birçok imla ve cümle hataları bulunmaktadır.

Biz tercüme ederken aslına bağlı kalmayı uygun gördük, bu nedenle Türkçeye çevrilir­ken cümlelerin akışında bazı düzensizliklerin baş göstereceğini göz önüne aldık.

Fakat bazı yerlerde konunun karışıklığını biraz olsun gidermek için de, ya parantez açtık veyahut ta dipnot olarak açıklık getirdik. Buna rağ­men, tüm problemleri hallettik diye bir iddiada bulun­mak, hata olur.

Bu kitabın ebat olarak küçük, mana ola­rak çok büyük ve yararlı olduğunu okuduktan sonra ka­bul edeceğinizi umarak, böyle bir çalışmaya teşebbüs ettik. Kitabın çevirisinde yardımları dokunan emeği geçen tüm kardeşlere teşekkürü bir borç bilir, siz aziz Müslüman kardeşlerime sağlık ve selametlikler dilerim.


SİZE VE İNANANLARA SELAM OLSUN

MEÂRİC SURESİNİN TEFSİRİ

Bismillahirrahmanirrahim.

1- İstekte bulunan biri, (muhakkak) gerçekleşecek (olan) bir azabı istedi.

2- Kâfirler için olan, bu (azabı) geri çevirecek Kim­se yoktur.

3- (Bu azab) Yüce makamlar sahibi olan Allah'tan­dır.

4- Melekler ve Ruh, O'na, süresi ellibin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.

5- Şu halde, güzel bir sabır (göstererek) Sabret.

6- Çünkü gerçekten onlar, bunu oldukça uzak gör­mektedirler.

7- Biz ise, onu pek yakın görmekteyiz.

8- Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün,

9- Dağlar da (etrafa uçuşmuş) rengârenk yün gibi olacak.

10-(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz.

11-Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu günahkâr, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fid­ye vermek ister,

12-Kendi eşini ve kardeşini

13- Ve onu barındıran aşiretini (soyunun hepsini) de.

14-Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); son­ra bir kurtulsa.

15-Hayır, (böyle fidyeler kabul edilmez) Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir.

16-Başın derisini kavurup-soyar.

17-Yüz çevirip arkasını döneni çağırıp-durur.

18-(Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üst üste) yığmakta olanı

19-Gerçek şu ki, insan, 'bencil ve haris' olarak ya­ratıldı.

20-Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar.

21-Ona bir hayır da dokunulduğunda, engelleyici (kıskanç) olur.

22-Ancak namaz kılanlar hariç.

23-Ki onlar, namazlarında süreklidirler.

24-Ve onların mallarında belirli bir hak vardır,

25-Yoksul ve yoksun olan(lar) için.

26-Onlar, Din gününü de tasdik etmektedirler.

27-Onlar, Rablerinin azabına karşı (daima) bir kor­ku duymaktadırlar.

28-Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz.

29-Ve onlar ırzlarını (mahrem yerlerini) korurlar.

30-Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka, çünkü onlar (bunlardan dolayı) kınanmaz­lar.

31-Fakat bunun ötesini arayanlar, onlar artık sınırı çiğneyenlerdir.

32-(Birde) onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyen) riayet edenlerdir.

33-Şahitliklerinde de dosdoğru davrananlardır.

34-Namazlarını (titizlikle) koruyanlardır.

35-İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır.

36-Şimdi küfretmekte olanlara ne oluyor ki, boyun­larını sana uzatıp konuşuyorlar.

37-Sağ yandan ve sol yandan bölümler halinde.

38-Onlardan her biri, nimetlerle donatılmış Cen­nete gireceğini mi umuyor (tamah ediyor)?

39-Hayır, doğrusu biz onları bildikleri şeyden ya­rattık.

40-Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim, biz gerçekten güç yetirenleriz,

41-Onların yerine kendilerinden daha hayırlılarını getirip değiştirmeye, üstelik bizim önümüze geçilemez.

42-Şu halde sen, kendilerine vaat edilen (azap) gün­lerine kavuşuncaya kadar onları bırak, dalıp-oynasınlar, oyalansınlar.

43-Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onlar dikili bir şeye yönelmişler gibidirler.

44-Gözleri "Korkudan ve dehşetten düşük", yüzle­rini de zillet sarıp kaplamış, işte bu, kendilerine vaat edilmekte (kıyamet ve azap) günüdür.


MEARİC SURESİ

AZABI İSTEMEDE ACELECİLİK

1- "İstekte bulunan biri (muhakkak) gerçekleşecek olan bir azabı istedi."

Bu mübarek sure, kimi vakit başlangıcının (se ele) oluşu dolayısıyla (Se ele Suresi) diye adlandırılmış ve kimi vakit ise bu surede yer alan (mearic) kelimesi dola­yısıyla (mearic) Suresi adını almıştır. Şimdi yapacağımız tefsirde, her iki mana da açıklanacaktır.

Söz konusu sure birtakım olaylarla başlamıştır... Kur'an onun adına "azabı istemede acelecilik" diyor. "Azabı istemede acelecilik" sözünden maksat şudur, Hz. Peygamber (s.a.v.) milleti kıyamet ve dünya azabından korkuttuğunda (özellikle de kıyamet azabından), onlar­dan bir kısmı o hazretin huzurunda şöyle diyorlardı: "Eğer bu söylediğin sözler doğru ise, Rabbine söyle de hemen şimdi bu azabı bize göndersin."

İşte bu durum, insanın "inat derecelerinden" biridir. Buna "inat hastalığı" derler. Hastalıkların en kötüsü de budur. Diğer bir ayette Allah (c.c.) şöyle buyuruyor.

"Ey Allah'ımız, eğer bu (Kur'an) bir gerçek olarak senin katından ise, gökyüzünden üstümüze taş yağdır ve­ya acıklı bir azap getir (bakalım) demişlerdi." (Enfal Suresi.32)

Çok acayiptir ki, bir topluluk ellerini açıp şöyle di­yorlardı . "Ya Rabbi! Şayet bu Kitap hak ve Senden ta-raf gönderilmiş ise, öyleyse bizim üzerimize gökten taş yağdır-ki, artık yaşamayalım."

Halbuki şöyle demeleri gerekirken, "Ya Rab, şayet şu kitap hak ise, hak olduğunu bize göster ve bize ona tabi olmamızı terfiki inayet et. Şayet hak değil ise, se­nin nezdinden gelmemiş ise, bize basiret ver de, yolunu şaşıranlardan olmayalım." Şöyle demişler, "Şayet hak ise bizim artık onu görmeye tahammülümüz yoktur, da­yanamayacağız." İşte buna, "azabı istemede acelecilik" denir.

Bunun benzeri bir konu da hadislerde geçiyor: Hz. Peygamber (s.a.a.) Gadir hum gününde Hz. Ali (a.s.) hak­kında şöyle buyurdu.

"Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır." Muhtemelen Kureyş kabilesinden olan kitap ve ha­dislerde de öyle kaydedilen Numan b. Haris-i Seheri hak­kında şöyle nakledilmektedir:

"Araplar arasında yaşlılık ve aksakallığın itibar gör­düğü o dönemde, Numan b. Haris, Hz. Peygamber (s.a.a.) in huzuruna gelerek şöyle dedi.

"Ey Allah'ın Resulü! Sen bizlere "la ilahe illallah" deyip şehadet okuyun de­din ve "Allah'tan başkasına tapmayın" diye buyurdun, biz de kabul ettik. Senin peygamberliğini kabul etmemi­zi, namaz kılmamızı, oruç tutmamızı, zekât vermemizi istedin, bunların tümünü kabul ettik. Şimdi itaat etme­mizi istediğin bu genci (yani Hz. Ali (a.s.) kast ediyor) kendinden mi söylüyorsun, yoksa vahy mi geldi?"

Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurdular.

"Andolsun şeriki olmayan o Allah'a, bu sözü ben kendimden söylemiyorum, bu, ilahi bir vahyidir."

Anlaşıldığı gibi, o durumuna rağmen, o şahsın pey­gamberin vahyine itikadı var idi ki, bu sözü peygamber­den (s.a.a.) duyunca hemen ayağa kalkıp şöyle dedi, "Ya Rab! Şayet durum böyle ise, ben artık yaşamak is­temiyorum, bana gökten bir taş indir."

Aradan çok zaman geçmeden bir hadise ile karşılaş­tı ve tepesine bir taş düşüp onu helak etti.

(Bir istekli, Allah katından inkârcılara gelecek ve hiç kimsenin sayamayacağı azabı istedi).

Kur'an, "bi azabin yakin" diye söylüyor. 'Gelecek bir azap" diye bahsediyor. O azap ki gelecektir, gelmesi kesindir, onda şüphe etmek ve onda acelede bulun­mak kesinlikle yanlıştır.

ALLAH'A YAKINLIK DERECELERİ

2-3- “Kâfirler için olan, bu (azabı) geri çevirecek kimse yoktur. (Bu azap) Yüce makam sahibi olan Allah tan­dır.”

Bu azab Allah'tan olduğu için, hiç bir güç onu önleyemez. Anlamı şudur: "Bu azab Allah nezdindendir ki, def olunamaz. Eğer defedecek birisi var ise, O'da Allah’tır.

Allah da bunu defetmeyecektir. Zira söz konusu azab, ilahi sünnetlerdendir. İlahi Kaza'dır. Bundan dönüş yoktur. Burada Allah-u Teâlâ, kendisi hakkında çok anlamlı bir kelime getirmiştir:

"(Bu azab) Yüce makam sahibi Allah'tandır" Mearic, "uruç" kelimesindendir. Uruc ise "yukarı gitmek ve yücelmek mahalli" anlamındadır. Allah, kısan­ların yukarı çıkması ve yücelmesi için bir kısım makam­lara, derecelere ve basamaklara sahiptir. Bu mana Kur-an-ı Kerim in birçok ayetlerinde gelmiştir, örneğin:

"Allah katında onlar derece derecedir. Allah yapmakta olduklarını görendir."(Al-i İmran:163)

"Allah sizden iman etmekte olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin."(Mücadele Suresi: 11)

Dikkat ediniz ki biz, bu kelimeyi çok ağzımıza alı­yoruz veya kalpten niyet ediyoruz, örneğin, "bu nama­zı kılıyorum 'kurbeten ilallah" diye söylüyoruz. Yani, "Allah'a yaklaşmak ve ona takerrübde bulunmak için."

İnsanlar, örf ve güncel hayatlarında yararlandıkları mana ve anlamları, yanlışlıkla Allah hakkında da kulla­nabilir ve bu mana ve mefhumların Allah’la ilgili olarak doğru olduğunu sanabilirler. Hâlbuki Allah hakkında hakikattir, itibari ve arazi değildir.

Örneğin biz şöyle diyoruz, "Falan şahıs filan maka­ma çok yakındır." Bu sözdeki maksadımız, acaba o şah­sın o makama "mekân" yönünden yakınlığı mıdır? Me­kan yönünden mi herkesten daha yakındır?.. Eğer öyle olacak olsaydı, o makamın hademesi o makama herkes­ten daha yakın olurdu. Oysaki mekân itibariyle o ma­kamdan kilometrelerce uzakta olan birisinin, o makama daha yakın olması mümkündür.

Burada söz konusu "yakınlık" tan maksat, o şahsin daha fazla (mevrudi inayet) öncelik hakkına sahip oluşu­dur. Örneğin. "Hz. Peygamber (s.a.a.) Allah'a diğer in­sanlardan daha yakındır" diye söylenildiğinde, Allah'ın ona lütuf ve ihsanının daha fazla olduğu kast edilmektedir. Öyle zannediyorlar ki Allah'a yakınlık ve uzaklık o anlamdadır.

Sadece insanlar değil, melekler dahi böyledir. Hiç bir melek mekân yönünden diğer melekten daha yakın değildir. (Yakınlık lütuf ve inayetten ibarettir). Oysaki mana âleminde, gerçekten yakınlık dereceleri vardır.

Du­rum sadece bununla sınırlı olmayıp, âlem-i melekût ve âlem-i gayb, gerçekte rütbe ve dereceleri ihtiva etmektedir. Ne sadece inayet ve lütuf azlığı ve çokluğu söz konusudur'.

Gerçekte insan ibadetinin eseri ile Allah'a taraf yüceliyor. Her derece yakınlaştıkça, vücudu daha çok hak oluyor, hangi yöne vücudu daha hak olur ise, daha çok o yöne değişim gösteriyor. Vaziyeti, şekli, maneviyatı ve her şeyi değişiyor. Hatta biz amelimizle var olu­yoruz.

"Hoş kelimeler ancak O'na yükselir, kabul olunur. Salih ameli de hoş kelimeler yükseltir." ( Fatır Suresi: 10)

Teyyib" sözünden maksat "pak itikattır." Demek ki "teyyib söz" O'na (Allah'a) doğru yukarı gidiyor. Ve "pak itikadı" yukarı götüren de "salih amel"dir. Veya "salih ameli" yukarı götüren "tayyip söz"dür.

Böylece salih amel yukarı gidiyor. Âlem-i gayb'da da bu hissedilebilen gerçekler (oluşumlar) dışında, bir kısım oluşumlar (vakiiyyetler) vardır. İşte Kur'an-ı Kerim'deki "e'ela iliiyyin) ve (esfele safilin) (yani yukarıların yukarısı ve aşağıların aşağısı) gibi sözler de bu vakalara işarettir.

Kur'an, şöyle buyuruyor:

"O Allah ki kendi katında makamları ve derece­leri vardır." Melekler, Hayvanlar, Mevcudat, İnsanlar, her kes ve her şey, hususi bir makamda yerlerini almışlardır.

Şia ve Sünnilerin kabul ettikleri ve güvenilir kitapların yazdığı, ayrıca güvenilir kitabımız Usul-ü Kâfi’de de kay­dedilen, bir dünya kadar da geniş manası olan bir Hadis-i Kutsi vardır. İmam o hadisi şöyle naklediyor:

“Allah’ın kulları daima nafilelerin vasıtasıyla O’na doğru yücelirler”

Bu hadiste "Bihin nevafil" (Nafileler ile) buyurmuş, "Bihil feraiz" (Farzlar ile) buyurmamıştır.

"Benim kulum daima ve sürekli olarak nafileler(l) vasıtasıyla bana yakın olup yaklaşırlar. Hatta öyle bir merhaleye yetişiyorlar ki benim muhabbetime mazhar oluyorlar."

Elbette bu sözden maksat, "diğer kulların Allah'ın muhabbetinden uzak kaldıkları" anlamında değildir. Yü­ce Allah şöyle buyurmak istiyor, "Bizim bir kısım Rah­met ve Rahmaniyetimiz vardır ki, tüm insanların halini ihtiva eder. Bir kısım Rahmet ve Rahmaniyetimiz de vardır ki, hususi kullarımızın haline şamil olur."

Rahmet ve Rahmaniyetten kasıt, insanın belirli bir merhaleye ulaşmasıdır. (Farz ediniz ki örneğin bir insan bir merkeze ulaşmak istiyor).

Müşahhas hududa ulaşma­dığı müddetçe, kendi ayakları ile ileri gitme mecburiye­tindedir. O müşahhas hududa varınca da merkezin kendi cazibesi onu kendine cezp ediyor (çekiyor). (Yani) öyle bir merhaleye ulaşıyor ki, Allah'ın muhabbeti onu cezp ediyor, onu kapsıyor ve ilahi muhabbet eli onu kendine doğru çekiyor.

(Hatta uhubbehu) -ki onu ben dost edi­niyorum artık- (fe iza ehbebtuhu) -onu ben dost edinince onun benliğinden ve hüviyetinden bir şey kalmıyor.

Onun her şeyi ben oluyorum. (Fe iza ehbebtuhu kuntu sem'uhullezi yesmeu bihi, ve beşeruhullezi yebsuru ve yedihillezi...) işiten kulağı ben oluyorum. Onun tutan eli ben oluyorum. Bu tertiple o, her şeyden vazgeçiyor ve her şeyi terk ediyor, onun için artık bir şey kendine kal­mıyor.

Maksadım şudur ki, sözünü ettiğimiz dereceler, yü­celikler ve mertebeler işte bunlardır. O mertebeler ki in­san ona doğru yüceliyor, her ne kadar gitse bile, nihayeti yoktur.

İla nihayet gitse, ebedi olarak gitse dahi, bir mer­haleye varıp ta orada bitecek gibi bir cinsten değildir. Zarfiyeti büyüktür, kendisi de sonsuzdur...


MELEKLER VEYA TABİAT ÂLEMİNİN GÜÇLERİ

4-5- "Melekler ve ruh,.Ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. Şu halde güzel bir sabır (göste­rerek) sabret."

Saffat Suresi 164. ayetin hükmü gereği melekler der ki, "Bizden her birimiz için belli bir makam vardır" Me­leklerin de kendilerine has makam ve yücelikleri vardır ki, o makama tecavüz etmezler.

Allah'ın emri gereği ve ilahi irade doğrultusunda, bu âlemin tedbiri onlara bıra­kılmıştır. Âlem ki bir tabiat âlemidir, kendi zatında hedefi idrak eden şuur, nizam ve bunun gibi şeylere sa­hip ki, Allah o güçlerden "melek" diye tabir ediyor. Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyuruyor:

"Kendini bilen Rabbini bilir." Çok yüce manası olan bir hadistir bu.

Hayret verici bir olay ki, insan yaşadığı müddetçe, bu ruh ve hayat gücü onda var olduğu sürece, onun vücu­du bir nizama sahiptir. Bu nizam on yıl, yirmi yıl, yetmiş yıl, iki yüz yıl aynı şekilde kalıyor.

Organlardan her biri kendi görevini yapıyor. Göz, kulak, burun her biri kendi yerinde görevlerini tamamlıyorlar. Fakat insan ölünce bu nizamların hepsi bozuluyor.

Beden dökülmüş ve kokuş­muş bir vaziyetten sonra ortadan kalkıyor. Buradan anla­şıldığına göre, öldükten sonra artık vücutta diğer güçler yoktur. Âlem de aynen beden hükmündedir. Bizim bede­nimizin nizam ve hayatı, bir güç vasıtasıyla ayakta dur­maktadır.

Tabiat âleminde de durum böyledir. Âlemin haya­tını ve düzenini üstlenen bir güç vardır. Güneş, yıldızlar, Ay ve Yer, her biri kendi görevini yapıyorlar. Onların tü­mü bir güç hükmüne tabidirler. İşte bu Kur'an o güç ve kudretin adını "Melaike" koymuştur.

Kur'an diyor ki, nasıl ruh bedenden ayrılınca, cisim olan beden dökülüyorsa, Âlem’in ruhu gidince de âlem dökülecektir.

Kur'an da geçen ayetlerinin tefsirinde (müfessirler arasında) ihtilaf vardır. Acaba bu ruh, ((Ruhul Kudüs) dediğimiz Cebrail midir? Yoksa melek sınıfından başka bir hakikat midir? Bu "ruh" nedir?

Müfessirlerden Allame Tabatabai inanıyorlar ki söz konusu "ruh" meleklerden başka bir varlıktır. Hakikatta melekler, insanda bulunan ruh gibi âlemin hayat gücü­dürler.

Nasıl ruhlar kıyamet günü cisimleri terk edip ken­di âlemlerine döneceklerse, Âlemin de hayat gücü olan ruhu (melekler) o gün âlemi terk edecektir. İşte o gün, tabiatın harap olma günüdür. Artık ne bir balık, ne bir yıldız, ne de bir güneş olacaktır...

İşte bu nedenledir ki (melekler ve ruh O'na çıkacaklardır) diye buyuruyor.

KIYAMET

KIYAMET GÜNÜNÜN UZUNLUĞU

Burada akla şu soru geliyor, "Kur'an'ın sözü" gere­ği, kıyamet gününde ne güneş, ne ay, ne yıldızlar ve nede hiçbir şey kalmayacak... O halde bu ellibin yıl ne içindir? İşte müfessirler şunu söz konusu etmişler ki "o günün uzunluğunu şayet bugün elimizdeki ölçekler ile ölçecek olursak ellibin yıl kadar ediyor."

İkinci olarak, acaba şu "ellibin yıl" hadisesi herkes için mi geçerlidir. Başka bir deyişle, kıyamet günü ellibin yıllık mesafeyi kat etmek herkes için söz konusu mudur?

Hz. Muhammed (s.a.a.)'den şöyle sordular.

- Ey Allah'ın resulü! (o gün) çok müthiş uzun bir gündür.

Peygamberimiz (s.a.a.) şöyle buyurdular:

- Âlemlerin Rabbine yemin olsun ki, o gün mü'min için, bir vakit namazın kılındığı vakit kadar çok çabukgeçecektir."

Bu ayet aslında kâfirlerle alakalıdır.

Zamanla ilgili konuda dikkat edilecek bir husus var­dır, şöyle ki, "zamanın geçmesi, tümüyle insanın içinde bulunduğu ortamla ilgilidir. Şayet insan iyi bir ortamda ise, zamanın nasıl geçtiğini anlamaz ve zamana karşı du­yarsız olur.

Şayet insan çok zor bir durumda ise, o insa­na zamanın her cüz'ü öylesine zor geçer, örneğin insanı ŞO derecelik kaynamış bir suyun içerisine koysalar ve orada on dakika kalmasını söyleseler, o dakikaların her bir saniyesi bir saatten uzun gelir.

Bu nedenledir ki, za­manı mutlak bir şey olarak tanımlamak doğru olmaz. Buna göre "kıyamet gününün ellibin yıl" oluşu, herkes için eşit değildir. İşte Hz. Peygamber (s.a.a.) buyuru­yor ki:

- Mü'min için bir namaz vakti kadardır."

Bir mü'minin namaz kılışı ne kadar çabuk geçiyor!

HAKKA KARŞI İNATÇI OLMAK

5- Şu halde, güzel bir sabır (göstererek) sabret.

6- Çünkü gerçekten onlar, bunu oldukça uzak gör­mektedirler.

7- Biz ise, onu pek yakın görmekteyiz.

8- Gökyüzünün erimiş maden gibi, olacağı gün,

9- Dağlarda (etrafa uçuşmuş) rengârenk yün gibi olacak.

10-(Böyle bir günde) Hiç bir yakın dost, bir yakın dostu sormaz.

11-Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu günahkâr, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fid­ye olarak vermek ister;

12-Kendi eşini ve kardeşini,

13-Ve onu barındıran aşiretini (soyunun hepsi­ni) de,

14-Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); son­ra bir kurtulsa.

İlk iki kısa ayette Kur'an-ı Kerim insanın Hakka karşı inatçı tutumuna işaret buyurdu. Oda "isteklinin azabı istemedeki aceleciliğidir..."

Ben o hadiseyi açıklarken şu ayeti de naklettim.

“Bir vakit de Ey Allah! Eğer bu, senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize daha acıklı bir azab ver” demişlerdir." (Enfal Suresi. 32)

Müfessirlerden bazısına göre bu ayet ile o olaylar arasında bir bağ vardır. Hatta bu ayetin o olaylara işaret ettiğini söylemişlerdir. Bir kısım insanlar ellerini açıp şöyle dua ediyorlar; "Ya Rabbi!

Şayet şu Kuran hak ise ve senden gelme ise, bize gökten bir taş gönder ki, bizim artık tahammülümüz yoktur." Bu çok feci bir sözdür. Bizlere şunu öğretiyor, "bir vakit insanlar hakka karşı inatlaşırsa "Hakkı görmektense ölmek iyidir" dedirtiyor.

Bizler de bazı vakitler bilinen şu sözleri söylüyoruz, "falan gerçek veya falan olay beynime iğne gibi saplan­dı." Yani "hak olduğunu anladığım an, beynime iğne gibi saplandı.''

Üzerinde bahsedilmeğe değer başka güzel bir cümle daha vardır; (Hak acıdır) cümlesi. Oysaki hakkın acı olmasının hiçte anlamı yoktur. Aksine "batıl" acı olmalıdır. "Acılığın" bir yönden bir şeyin keyfiyeti oluşu gerçektir.

Tat alma duyusu onu hissediyor. Fakat şuna da dikkat etmeliyiz ki tat alma duyusu bazı zaman­lar yanılgıya düşebiliyor, örneğin; acıyı tatlı ve tatlıyı da acı olarak algılayabilir.

İnsan, hakkın zıt yönünde hareket ettiği zaman hak insan için acı olur. İşte o vakit hak onunla zıtlaşır. Var­lığı ve duygularıyla hakka karşı zıtlaşma bulur.

Herhangi bir şahıs ile bir mal üzerinde görüş ayrılı­ğına düştüğünüzü farz ediniz, ihtilafınızı halletmek için Kâdı'nın yanına gidiyorsunuz, orada sizin için iki durum söz konusudur:

1- Ya siz gerçekten hak talep bir insansınız, araş­tırıcısınız, o malın size mi yoksa diğerine mi ait oldu­ğunu öğrenmek istiyorsunuz. Böyle bir durumda kadı her ne şekil hükmederse siz ona razı kalırsınız.

Şa­yet, "mal size ait değil" derse, siz, "Allah razı olsun, kadı beni rahatlattı" ve eğer, "hak sizindir" derse, yine ona "çok teşekkür ederim, beni rahatlattınız" dersiniz.

2- Şayet hakkın sizin ile ilgili olup olmadığına dik­kat etmez iseniz, bütün çabanız “kâdı'nın sizin lehinize” hüküm vermesi olur. Şayet bu durumda kadı sizin iste­ğiniz dışında hüküm verirse, işte o zaman siz hakkın karşısına geçersiniz, ona zıt düşersiniz.

Anlaşılıyor ki; hakkın acı oluşu insanın durumuna bağlıdır. Eğer insan yücelik bulursa ve gerçek imana sa­hip olursa, hiç bir surette hak onun için acı olmaz.

Kendi zahirlerimizi hak ehline nispet vermeyle, hak ehli olduğumuzu zannediyoruz, örneğin ismimizi "Ali" koymakla, Ali (a.s.) gibi Ehl-i hak olduğumuzu düşünüyoruz. Oysaki Ali'nin Ali oluşu (Ali hak iledir, hak da Ali ile) oluşuyla alakalıdır.

Hak Ali iledir. Hak Ali'den ayrılmaz, çünkü Ali haktan ayrılmıyor. Böyle değil ki; Ali haktan kaçsın ve hak da Ali'nin ardından koşsun. Ali hak iledir, çünkü hak da Ali'yle beraberdir.(2)

Acaba Hz. Ali (a.s.) gibi bir insan için de (Hak acıdır) sözü geçerli midir? Yoksa onun için hak, her tatlıdan daha tatlı değil midir? Şu "acılık", insanın kendindendir, ne ki hakkın kendisi acıdır!..

Defalarca şu konuyu söyledik ki, Kur'an'ın beşerden taraf sergilediği en güzel tablo, beşerin hak ile mücanip (zıt) olduğu yer­lerdir. Yani hak ve hakikat onun muhalif yönünde yer almıştır. Böyle bir yönde yerini aldığı için de her zaman ona acı olmuştur.

Bazı vakitler hak ve hakikat insan için o kadar acı oluyor ve o kadar acı oluyor ki; o insanın yaşayıp da onu görmesi mümkün olamaz. "Hak bu ise, yaşayıp da onu germek istemiyorum" der. Böylece de öylesine bir hadde varmış olur ki, onun hakkı arayan fıtratı, kendisi için bir azab oluverir.

İnsan niçin kendini öldürmeye razı oluyor? Niçin azabın gelip onu helak etmesine rızayet gösteriyor? Bu­radan anlaşılıyor ki, hayat ve yaşantı kendisi için o ka­dar acı ve dert verici oluyor ki, artık tahammül gücü kal­mıyor. Şimdi aynı insanın öldükten sonra ki halini ta­hayyül ediniz. (3)

Âlimler, insanoğlunu dünya hayatı içerisinde bulun­duğu müddetçe manevi lezzeti olduğu gibi tadamadığına inanmaktadırlar. Başka bir deyişle, "(insanın) kendi (nefsine) vücuduna olan dikkati, kendisi için bir tehdit oluşturmaktadır.

İnsan, gereği gibi manevi zevkleri idrak edebilmesi için, kendini "kendiyle uğraşma" bağından kurtarmalı­dır. Ve yine bilginlerimiz inanıyorlar ki, ancak insan öl­dükten sonra "ruhunun bedenine bağlanma isteğinden" kendini kurtararak kendine dönmesi mümkün olacaktır.

Dünyada eğer manevi yönden değerli bir şeyler kazan­mışsa, kendine döndükten (öldükten) sonra, dünyada iken tatması mümkün olmayan lezzetleri tadacaktır. Eğer dünyada iken içinde bir takım kıskançlıklar, kinler, kibirlilikler, inatlar ve şirkler toplamış ise, dünyada his­setmesi imkânsız olan acılan hissedecektir.

Burada şöyle bir fikir oluşuyor, şöyle ki; bu dünya­da, nefsin beden ile meşgul olmasından dolayı, acı ve lez­zetleri olduğu gibi duyması mümkün değildir. Şimdi inat ve kıskançlıkta hayli bir mesafe kat eden bir adamı düşü­nünüz. Bu dünyadan -ve gerçekte de kendisinden- kaç­mak istiyor. Mutlaka böyle bir insanın öbür dünyadaki azabı yüz misli olacaktır.

Bu insan, kendinden kaçmayı isteyerek, ölmek ile rahata kavuşacağını zannediyor, oysaki azabının yeniden başlayacağını bilmiyor. Bu nedenledir ki, sizinde bildiğiniz gibi Kur'an-ı Kerim, kıya met ve berzah âleminde, bu gibi şahıslar için bir kısın azapları beyan etmektedir. Fakat bunları bizim tasavvur etmemiz mümkün değildir. Gerçek olanı da budur ve bundan başkası da olamaz.


KIYAMET GÜNÜNÜ İNKÂR

“Kâfirler onu uzakta görüyorlar ve biz ise onu yakında görüyoruz.”

Buradaki uzaklık ve yakınlıktan amaç nedir? Acaba bu uzaklık ve yakınlık zaman bakımından mıdır? örne­ğin onlar (kâfirler, kıyametin uzaklığını) bir milyon sene sonra görüyorlar veya bir dörtbin yıl sonra mı? Yoksa maksat başka bir şey midir?

Onlar (kâfirler) kıyamet gü­nüne asla inanmıyorlar mı? Veyahut ta bu uzaklık ve ya-kınlık ihtimal bakımından mıdır? Örneğin biz bir şeyin olacağına zayıf bir ihtimal verdiğimizde, mesela "binde bir" ihtimal verdiğimizde, "o işin olma ihtimali çok za­yıftır" diyoruz. Yani "çok çok uzaktır". Eğer bir şahıs o şeyin oluşuna yakin ederse, "o kadar uzak değildir" der.

Belki çok daha yakındır. Buradaki uzunluk ve ya­kınlık konusu ihtimaller ve ihtimale yakınlıklar yönündendir. Sonra Kur'an, "Biz onu yakında görüyoruz" diye buyuruyor.

Nehc'ül Belaga şöyle buyuruyor: "Mü'minler Allah'a ibadet için durduklarında, kıyameti ve vadelerini sanki o an vuku bulacakmış gibi görürler." Yani bunlar, kendileri ile kıyamet arasında bir fasıla hissetmiyorlar.

Bu sözden maksat şudur; "Yani kıyamet onlar için şahid olunan bir şeydir. Onlar olayları zaman perdesinin ardından görüyorlar, aynen bir insanın bir gerçeği vuku bulmasından önce idrak etmesi gibi. Örneğin -bazı insan­lar- zamanın geçmesine gerek duymadan, on gün sonra ortaya çıkacak herhangi bir olayı, şimdiden görebilirler.

KIYAMET AHVALİ

Kur'an-ı Kerim kıyamet ahvali hakkında şöyle bu­yurmaktadır.

"Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün. Dağları da (etrafa uçuşmuş) rengarenk yün gibi olacak." İnsanların hali hakkında ise şöyle buyuruyor.

"(Böyle bir günde) Dost, dostun halini sormaz.”

Asla hiç kimse, babasının, annesinin, erkek ve kız kardeşinin fikrine düşmeyecektir.

(Azab ehli) birbirlerine gösterilirler. Baba oğlu gö­rür, oğul kız kardeşi görür, kardeş kardeşi görür. Günahkar kinişe ister ki, o günün azabından (kurtuluş için) oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barın­dıran sülalesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, tek kendisini kurtarsın" Bu delillerdir ki, kıyamet gününde göreceği azab dünyadaki azab ile ölçülemez.

Fakat ne mümkün bilinmeli ki, o cehennem alevlenen ve yakalayıveren bir ateştir.El, ayak, baş ve diğer hiç bir şey bırakmayacaktır. (Derileri; kavurup soyar).

Yüz çevirip geri dönen, toplayan kimseyi (kendine) çağırır. (Ta­kip eden ve canlı bir ateştir). Bu ateş hakka sırtını çevi­ren, hak ile düşmanlık eden ve inatçılık yapanların ardın­ca hareket edecektir.

İnatçılığın kökü nedir?

Şimdi bakalım niçin insan inatçılık ve hakkın zıddı hâline gelmiştir, bu konunun kökü ve kaynağı nerededir? Kur'an bu konunun sırrını şöyle açıklıyor:

Bu serveti Allah toplamaları için vermedi, belki işletmek için ve aralarında döndürüp dolaştırmak için verdi. Parayı toplamak ve stok etmek, Allah'ın kulla­rını mahrum bırakmakla aynıdır.

Çünkü burada iki şey vardır, 1- Sahip olmak, 2- Yığıp stok etmek. Sahip ol­mak şayet helal yoldan olursa ve sahibi bulunan şahıs şa­yet temizleyici bir plana sahipse veya bir kurumun baş­kanı gibi bir plan yapıp paraları daima halkın yararına değip dolaşacak bir şekilde işleme koymuş ise, Kur'an açısından -böyle bir sahipliğin- herhangi bir sakıncası yoktur.

Yani; helal yoldan sahip olmak ve daima işleme koy­mak. Fakat sahip olmak, diğer fertlerin mahrum bırakıl­malarını gerektiriyorsa, artık Kur'an için kabul edilmesi ve ona tahammülde bulunulması mümkün değildir.

Altın ve gümüşü stok edenler hakkında Tövbe Suresi 34-35 ayetlerinde şöyle buyuruyor.

"Ey iman edenler, gerçek şu ki, (Yahudi) bilginlerinden ve (Hıristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar.

Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcama-yanlar ise, onlara da acıklı bir azab müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve) "işte bu, kendileriniz için yığıp-sakladığınızdır; yığıp-sakladığınızı tadın" (denilecek)."

Kur'an'da bu ayetten daha şiddetli bir dil kullanan diğer bir ayetin daha bulunmaması mümkündür.

Stok eden bir insan, yani, "o mala ihtiyacı olma­dığından dolayı stok yapıyor" demektir. Kendilerinin ih­tiyacı olmayınca (Kur'an'a göre) başkalarına vermeleri gerekir. Ya ihtiyacın var, ya da yoktur. Şayet ihtiyacın varsa harca, yok ise, başkalarına ver! (İşte İslâm'da pren­sip böyledir).

O gün, o altın ve gümüşleri, kızartılmış bir maden halinde onların alınlarına ve böğürlerine koyacaklar. Ni­çin secde yerine ve alınlarına? Çünkü onların gerçek mabudları Allah'tır ve Allah'a secde etmeleri gerekirdi, Fakat onun yerine, parayı Allah yerine koydular. Onların yanlarını ve sırtlarını aynı mabudları ile dağlayacaklar.

Dikkat ediniz! Kur'an se ele sailun ayeti ile başlayıp, ilk önce insanın hakka karşı ve muhalif olduğunu işaret ediyor. Sonra diyor, "acele etme".

Pey­gamberimize (s.a.a.) Buyuruyor, "Azapları istemede acele edenlerin karşısında iyice sabırlı ol'. Arkasındanda
kıyametin ahvalini beyan ediyor. Bu şekilde hakka karşı inatçılık yapan insanların da durumuna işaret ediyor.

Bu tertiple devam ediyor, cehennem ateşinin onları takipettiğini buyuruyor. Hangi insanları (takip edecek)? O insanlar ki, hakka düşmanlık ettiler. Bu duruma bunlar niçin düştüler? Nedeni şudur, (paraları stok ettiler) de ondan.

Ebu Cehil ve Ebu Süfyan da bu sınıf insanlardandı. Onların gerçek putlarıyla, görünürde olan putları arasında fark vardı. Yani Peygamber (s.a.a.) ile üzerinde savaştıkları gerçek putları paraları idi. "Uzza ve Hubel'leri değildi.


İNSAN HAKKINDA BİR KONU

19- Gerçekten insan hırslı ve cimri yaratılmıştır.

20- Kendine bir zarar dokundu mu, feryadı basar.

21- Ona hayır (mal) isabet edince de kıskanç...

22- Namaz kılanlar müstesna.

23- Namaz kılan o kimseler ki, onlar namazlarına devamlıdırlar.

24- Onlar ki, mallarında belirli bir hak vardır.

25- Hem dilenen, hem de iffetinden dilenmeyen için.

26- Onlar ki, hesap gününü tasdik ederler.

27- Onlar ki, Rablerinin azabından korkarlar.

28- Çünkü Rablerinin azabından emin bulunulma?.

29- Onlar ki, avret yerlerini korurlar.

30- Ancak zevcelerine ve cariyelerine müstesna... Çünkü onlar (bunlarda) kınanmazlar.

31- Fakat bundan (zevce ve cariyelerden) ötesini arayanlar, işte onlar haddi aşanlardır.

Bu bir kaç ayette insan hakkında bir konu vardır. Bu konu ayetlerde öylesine beyan edilmiş ki, müfessirler o ayetin bazı kısımlarını açıklarken görüş ayrılığına düşmüşler ve ayeti tefsir ederken değişik fikirler belirt­mişlerdir. Ben önce ihtilafın nedenini arzedip sonra aye­tin tefsirine geçeceğim.

Ayetin tercümesi şöyledir,

İnsan "helu" olarak yaratılmıştır. "Helu" yani "hırslı", insan hırslı olarak yaratılmıştır. Öyle yaratıl­mıştır ki ona bir zarar dokundu mu, sızlanır -feryat eder- Bir şer dokunmayla çok ıztırap çeker. Fakat. " ona hayır (mal) isabet edince de menu olur (kıskanç olur). Yani ona sarılır, onu bırakmaz ve başkasına da vermez.

Müfessirler demişlerdir ki -ÎZA MESSEHÜŞŞERRU CEZUEN VE İZA MESSEHÜL HAYRÜ MENUEN- bu iki cümle, "heluen" (hırslı) kelimesinin tefsiridir. Fa­kat "Helu" kelimesinin "Haris" (Hırslı) kelimesiyle şöyle bir farkı vardır, "Helu"nun özelliği şu, yani hayırda ve serde son derece hassasiyeti oları bir kimse.

Bu kısım ayette iki tür hassasiyet beyan edilmiştir, Biri, insana "zararın ve ziyanın ulaştığı dönemdeki has­sasiyet". İkincisi ise, "yararın ulaştığı dönemdeki hassa­siyet".

Müfessirler için söz konusu olan mesele şudur; acaba ayet, insanı methetme mi yoksa yerme konusunda mı nazil olmuştur? Çoğunluk, ayetin insanı yerme konusun­da olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ayet hırs konusunu ve insanın hırslı olduğunu -kıskanç olduğunu- vurgula­maktadır.

Sonra başka bir konu söz konusu olmuştur, o da şudur, (Gerçek şu ki, insan, bencil ve haris yaratıldı) ayeti, insanın o şekilde bir yaratı­lışa sahip olduğunu beyan etmektedir. Yani insan bu surette yaratılıp halk olmuştur. Ayet, insanın fıtri yapı­sını beyan ediyor. iktisabi yapısını değil. Asla yermek anlamına gelmemektedir.

Konu insanın halk oluşu anla­mındadır, yani insan yaratılış fıtratı itibarıyla, hayra ve şerre meyilli olarak yaratılmıştır. Serlere nispeten şu derece meyilli, hayırlara nisbeten bu derece meyillidir.

O vakit insanın yaratıcısı olan Allah, insanı hilkat bakı­mından şu şekilde vasıflandırmaktadır. Bu ayetin yer­mek -mezemmet- makamında geldiğine dair mana ver­mek doğru mudur? Bu, konunun mübhemliliğine delalettir.

Müfessirlerden bazıları (örneğin Zemahşeri gibileri) da gelmişler -İNNEL İNSANE HULİKE HELUEN- aye­tini, bir çeşit" mecazi istiare "ye hamletmişlerdir ve şöyle demişlerdir. Ayetten maksat, "insanın gerçek ve

Fıtri yaratılışı ile böyle olduğu" değildir. Hayır! İnsan fıtrat ve hilkat itibariyle böyle değildir. Fakat insanlar amelen çoğunlukla böyle bu şekilde sudan çıktıkları için Kur'an buyuruyor ki, sanki bunlar da böyle yaratıl­mışlardır ve bu şekilde dünyaya gelmişlerdir.

Bazı insanların bazı işlere karşı fevkalade kabiliyetli olduklarını görüyorsunuz. Hemen ilk aşamada işe el atar atmaz "bir gecede yüz yıl yol mesafe kat eden çocuk" gibi ilerleyip gidiyor.

Başkalarının on, yirmi yılda tecrü­be edip kavrayacakları işleri, o gibi insanlar bir günde kavrayabiliyorlar. Örneğin, şoförlüğü kavramak için birçok insanların aylarca deneyim yapmaları gerekirken, ba­zıları bunu çok hızlı bir şekilde öğrenmektedirler. Halk
arasında bu gibi şahıslara, "sanki şoför olarak dünyaya gelmiştir" diye tabir ederler.

Hâlbuki hiç kimse âlim olarak dünyaya gelmiyor. Siyasetçi, şair olarak dün­yaya gelmiyor. Bunların tümüne insan kendi gücüyle sa­hip oluyor. Fakat insanlardan bazıları bu aşamaları çok süratli bir şekilde kat etmektedirler. Biz buna örfi, meca­zi ve istiari tabirde şöyle diyoruz; "Bu insanlar şoför, şair, alim veya siyasetçi olarak dünyaya gelmişlerdir.

Zemahşeri edip bir insandır. Arap edebiyatının da önderlerindendir. Özellikle fesahat ve belagat sahasında İslâm âleminde ehil olan üç veya dört kişiden biriside odur.

Zemahşeri inanıyor ki; Kur'an'daki (İNNEL İNSANE HULİKE HELUEN) ayetlerinin tabir­leri, birer "istiari" tabirlerdir. Demek istemiyor ki insan hırslı olarak dünyaya gelmiştir. Fakat hırslıları açığa vur­mak istediğinden dolayı buyuruyor ki, "bunlar hırslı ola­rak dünyaya geldiler." Oysaki gerçekte hırslı olarak dün­yaya gelmemişlerdir. (Bu Zemahşeri'nin görüşüdür).

Bazı müfessirler de şöyle diyorlar:

İnsan bu şekilde (yani hırslı olarak) yaratılmıştır. Fakat insanın yaratılışının bu şekilde olması, (insan için) bir noksanlık değildir. Belki, insanın böyle bu surette ya­ratılması gerekliydi.

Noksanlık sonraları insanın kendin­de oluşturduğu tutumlarından oluşur. İnsanın başlangıç­ta bu şekilde doğması, insanın ilk sermayesidir ve bu şe­kilde yaratılmıştır. Fakat öyle bir sermayedir ki, insanın onun üzerinde çalışması ve meşgul olması gerekir.

Çün­kü insan, mükellef, muhtar ve özgür bir yaratıca sahiptir. Allah ona, kendi tercihleri ve kendi çabalarıyla ken­dine nitelik kazanma gücü vermiştir. İnsanın kendi ken­dini oluşturma teklifi aldığı ilk merhalede, o zaman ayıp­ların varoluşu söz konusudur.


Kur'an, asıl hilkat mer­halesini yermek istemiyor ki "insan niçin böyle yaratıl­mıştır." Şu konu insan için kesindir ki, insan diğer yara­tıklar ile farklı ve özellikle de hayvanlardan olan ayrılığı şudur ki "insan hilkatin (yaratılışın) tek baliğ çocuğu­dur. Bunun anlamı nedir? Yani bu Âdemin çocukların­dan çoğunluğu, "Na baliğ" çocuk hükmündedir.


Na ba­liğ çocuklar da, baba ve annelerinin hidayet etmesine -yol göstermesine-ve korumalarına muhtaç olan ve ebe­veyni sorumlu kılan çocuklardır. Baliğ çocuklar ise, haddi kemal, buluğ ve rüşd seviyesine vardıklarından do­layıdır ki kendi başlarına bırakılmışlardır.

Bu kendi ha­line bırakılma öyle bir esastır ki, bugünkü felsefelerde (özellikle de Egzistansiyalizm'de) onu "varlığın asaleti" diye tabir ederler. Bunlara göre insan, niteliksiz bir var­lıktır, kendi tercihleri ve kendi çabalarıyla nitelik kazanır.

Bu söz doğrudur. Fakat bu "kendine yeterlilik" aileden tard edilme manasına değildir. İnsanda buluğ ve kemalliğin bulunması, insanın kendi haline bırakılmasına sebep­tir. Bu "kendi haline" bırakılmaktır ki, insanı mümkün olan en yüksek dereceye çıkarıyor. Hatta meleklerden daha yükseğe Yine bu "kendi haline bırakılma" dır ki, insanı hayvandan daha aşağı salıyor.

İnsan Suresi ayet 3 ve 4 te bakın şöyle buyuruyor:

"Biz ona gerçek yolu gösterdik, (artık o) ya şükredici olur ya da nankör."

İşte bu, kendi haline bırakılma haletidir.

"Biz, insanı karışık bir nutfeden yarattık, onu dene­yeceğiz. Bunun için onu duygu ve görgü sahibi kıldık."

Altı aylık bir çocuğu ki deneyecek değilsiniz. Onu duygulu, görgülü ve anlayan biri olarak karar kıldık. Bu nedenle de denemeye alındı. Sonrada yolu ona gösterdik. Ya şükredici olur ya nankör.

Oysa hayvanlar böyle değil­dirler. Biz görüyoruz ki hayvanlar içgüdüleriyle yaşamla­rını sürdürüyorlar. Bir içgüdüyle, yani hayvanların içinde yol gösteren otomatik bir araç. Bu araç hayvandan her­hangi bir teklifi veya vazifeyi istemeksizin veya iki yol ayırımında durmaksızın, bir araç gibi, otomatik ola­rak kendi kendine, kendi görevini yapıyor.

Böylece Yüce Allah, insanı kendi haline bırakılan bir varlık olarak yaratmıştır. Tabii ki bu "kendi haline bırakılma" durumu, bir sermaye gerektirir. Boşyere o kendi haline bırakılmamıştır. Şayet böyle olsaydı, tard edilmiş olurdu. Kovulmuş bir çocuk gibi...

Kendine bırakılma, "baliğ" durumunda olma anla­mındadır. Böyle bir sermayeye sahip kılınmayla, kendi kendine bu sermaye ile çalışabilirsin artık. Bu sermaye ise, fikri, mali, bedeni ve bunun gibi güçlerdir.

Böyle bir yaratık (fikri güç, bedeni güç ve mali güç) gibi sermayelere sahip olunca, onun için nelerin kamillik ve nelerinde noksanlık olabileceği malumdur. Hiç şüphe­siz üstün şeylere sahip olmak onun için kemallıktır. Ye­rinde saymak ve duraklamak ise, onun için eksikliktir.

Şayet (bu sermayeleri iyi kullanmadan) bir kaç yıl sonrası geri dönüp, "bana ne vermiş isen, şimdide aynı­sına sahibim. Ders okuma isteğim vardı, şimdide o güce sahibim, para ve sermaye vermiştin, şimdide ona sahi­bim" diye söylerse, (ona şöyle denilir,) Bunları sana, böyle kalasın diye vermediler, bunları sana sermaye ol­sun diye verdiler.

Buradan yermenin hangi kısımda olduğu anlaşılmış oldu. İnsanın hayra ve şerre hassasiyet göstermesinin, noksanlık mı, yoksa kemallik mi? Olduğunu şimdi ben sizden soruyorum...

Bunun cevabını siz veriniz! İlk ola­rak bunu bir çocuktan soralım. Şayet bir veya iki yaşla­rındaki bir çocuk kendi şerrini-zararını- hissediyorsa, (ör­neğin yiyecek veya buna benzer şeyleri ondan aldıkla­rında, ya da vücuduna bir aşı yaptıklarında) kendinden hassasiyet gösteriyor, firar ediyor ve bağırıp çağırıyorsa, çocuk için bunlar birer kemallik işaretidir.

Eğer bir ço­cuğa aşı yaptıklarında, vücudu incinmesine rağmen tepki göstermez ise, bu onun için bir noksanlıktır. Tepki gös­termeme durumu, çocuğun his duygusunu yitirmesinin belirtisi sayılır. Tabii ki bu da çocuk için bir eksikliktir.

Şayet bir çocuğa oyuncak verseniz, geri aldığınızda ise vermemek için onun direnişiyle karşı karşıya kalsanız, sizin bu iyiliğiniz karşısında çocuğun "menu" (cim­ri) olması, onun için kemallik mi sayılır noksanlık mı?

Elbette ki kemallik Şayet siz aynı çocuktan "ihsan ve ikram" etme anlayışı bekler iseniz, o vakit çocuğun oyuncağını size geri vermesi, onun için noksanlık sa­yılır. Tabii ki çocuk düşünsel olarak böyle bir seviyeye gelmemiştir ve şayet geri verse bile, düşüncesizliğinden vermiş olacaktır.

Buna göre kendi düşünsel dahilinde kendisi için kemalliktir. Fakat bu durum söz konusu ço­cuk için devamlı olur ise, sonraları yirmi yaşındaki bir delikanlı olduğunda da aynı amel ve davranış üzerine ha­reket eder ise, böyle bir yaşta o gibi bir davranış delikan­lı için eksiklik olur.

Öyle bir zamanda ona bir aşı yap­mak istediğinizde delikanlı çocukluk döneminde olduğu gibi yine tepki gösterir ise, ona, "efendi, bu senin sağlı­ğın açısından yararlıdır, sen, geniş bir ufuk açısıyla ko­nuya bakmalısın" diye söylenilmelidir.

Farsça şöyle bir şiir vardır:

Çocuk iğnenin keskin ucundan korkup titriyor

Şefkatli annesi ise, bu üzüntü anında çok mutlu oluyor.

Anne ki çocuğunun düşmanı değildir. Çocuğu ağla­yıp korkudan titrerken annesi niçin çok sevinçlidir? Çünkü anne daha geniş görüş ufkuna sahiptir de ondan. Bu çocuk da annesinin sahip olduğu aynı görüş ufkuna sahip olsa idi, oda sevinçli olurdu.

Hayırda da durum aynen öyledir. Şayet bir çocuk yirmi yaşma basıp delikanlı olduğu, dönemde ona. "kar­deşin orada acından ölmek üzeredir, yiyeceklerinin bir miktarını da ona ver" diye söyleseler, o delikanlı da hala "menu" (cimri) olur ise, bu davranış onun için kemallik değil de noksanlık olur.

İhsanlardan, ikramlardan ve verilen hediyelerden birçoğu, kendinden fedakârlık etmektir. Bu fedakârlıkta, arkasından daha büyük hayırlar getirmektedir. Demek oluyor ki, hilkatin birinci aşaması çocuk için kemalliktir. Fakat "kendine bırakılma" aşamasında da o durum­dan bir sermaye unvanı olarak istifade etmelidir.

İnsan, "kendi haline bırakılma" durumunda, hırs ile mücadele edebilmesi için, yaratılışında öyle bir hırsın olması şarttır. Çünkü onu kemallik derecesine çıkaran şey, onun hırs ile mücadele etmesin dendir.

Bu, insan için verilen bir sermayedir. İnsan, hayatının ilk aşamasından (çocukluk dönemi) sonraki dönemlerinde halet-i evveliyesi ile karşı karşıya geldiğinde, o sermayeyi kullanacak, böylece de kendi kemallik derecelerine doğru yükselip, o aşamaları aşacaktır. Artık o ilk durumunda kalmadığı gibi, hırsı da yok edecektir.

Tabii olarak insan bu hırsa sahip olmasaydı, onun için hiç bir şey kemallik olmazdı.

Bir kısım insanları anlattığımızda şöyle tarif edi­yoruz, "Bunlar fedakâr ve kedilerinden vazgeçen insan­lardır. Mallarını, canlarını ve her şeylerini Allah yolunda ve Allah'ın kulları yolunda feda ediyorlar." Bunlar ile her şeyi yiyenler arasındaki fark nedir? Farkları şudur, şayet şu hırs kaynağı onda olmasaydı, isâr (kendinden geçme duygusu) onda kâmilleşmeyecekti.

Başka bir de­yişle, "neyin varsa kendin için harca, başkalarına verme" tabii istek duygusu olmasaydı, o vakit bu isteğin tam zıddı olan "kendinden geçme ve isâr etme" ameli de kâmilleşmeyecekti.

Eğer Hz. Ali (a.s.) beşer olmasaydı ve hep tok kal­saydı, kendisine bir yiyecek verdiklerinde ona karşı bir meyil ve istek duygusu bulunmasaydı, farksız bir halde olsaydı, bir fakir kapısına geldiğinde de o üç günü! aç ka­lıp yiyeceğini ona verseydi, bunun hiçbir değeri kalmaz­dı.

Sizin yiyecek yerine ona bir avuç taş vermeniz ne fark ederdi. Şayet halet-i evveliyesi olmasaydı, halet-i saneviyesi onun için kemallik sayılmazdı. İşte halet-i evveliyesi olduğu için halet-i saneviyesi onun için kemalliktir.

Gerek erkek ve gerekse kadın, asıl yaratılışındaki bu hassasiyetle birlikte, hayra ve şerre nispeten, herhangi bir muhasebeyi söz konusu yapmamaksızın, şayet daha büyük bir hayır elde edebilmek için şerre tahammül gös­terir ise, bunun adına "sabır" derler,

İtaate sabır, masiyete sabır ve musibete sabır, ibtidai olarak beşer bu haletin aslına sahip olmalıdır.

Asli yaratılış onun için bir kemalliktir. İnsan şayet şer ile hayır arasındaki farkı göremeyecek şekilde yara­tılmış olsaydı, eksik bu yaratık olurdu. Aynen azası nok­san olan bir insan gibi Fakat o insan bunun aksine olur­du.

Yani, azası değil de, ruhi yönden eksik bir yaratık olurdu. Asıl noksanlık olan şey ise, insanın halet-i evveli­yesi üzerinde baki kalmasıdır. Oysaki insanın "kendi ha­line bırakılması ve kendine terk edilmiş" bir mevcud olu­şu açısından konuya yaklaşım gösterir isek, ikinci hale­tini kendi isteğiyle tamamlayıp aşmasının şart olduğunu anlamış bulunuyoruz.

Yine hayır ve serleri, şeriat ve akıl terazisine kontrol ettiren şey, insanın ikinci haletidir. Bu haleti öylesine mükemmel bir halettir ki, ona herhangi bir "şer" dokunduğunda, şerrin karşısında artık çığlık atmıyor. Şer, onun için "gerçek şer" oluverir.

Sabredip, karşı koyma day&nıkhğmı gösterirse de, aynı şer onun için hayra tebdil oluverir ve "gerçek hayır" olur. örne­ğin, ona herhangi bir hayır yetişse, o, hiçte "menu" (cimri) olmaz.

Artık ona sarılmaz. Anlar ki, şu hayır ve şu menfaat, örneğin "ona ulaşan şu para ve servet" onun için hayır olduğu doğrudur. Fakat onu Allah yolunda ih­san ederse, onun için daha fazla hayır olur. İşte, ayetlerine verilen istisnai durumlar bundandır.


İNSAN EĞİTİMİNDEKİ FAKTÖRLER

İBADETLER

"Ancak namaz kılanlar v..."

Bu gibi sıfatlara sahip olan insanlar, acaba değişik mi yaratılmışlardır? Hayır... Mesele şudur ki, onlar da insandır. Kur'an; "İnnel kafirune hulike heluen" diye söylememiştir. "İnnel insane hulike heluen" diye söz etmiştir.

Mü'min de bir insandır. Demek oluyor ki mü'min de, "hulike heluen, ize messehüşşerru cezuen ve iza messehul hayru menuen" olarak yaratılmıştır. Fakat kendi­sini, dini ve imani bir eğitime teslim ettikten sonra, işlen­memiş (ham) olan sermayesi, artık işlenmiş ve onun için yararlanılacak bir duruma gelmiştir.

Din'de eğitim faktörlerinden biri de "ibadet" tir. Kur'an açısından gerçek bir ibadet, doğru, ihlâslı ve bü­tün şartlan ihtiva eden, ruh'un dikkatini Allah'a, istiğfa­ra, O'ndan yardım dilemeye ve O'ndan ümit etmeye sevk eden" ibadettir.

Yine aynı şekilde, "insanın dikkatini kendine veren, kendi nefsani günah ve suçlarına sevk eden" bir ibadettir, işte böyle bir ibadet, insani eğitimde en önemli bir yoldur. Allah namazı niçin farz kılmıştır? Namaz bizi oluştursun, eğitsin diye, sebep budur...

İslâm eğitim ve öğretiminde çok geniş bir kapı vardır. 0 da, "insan, kendi amelinin oluşumudur" düşün­cesi prensibidir. Başka bir deyişle, "insan, insanın kendi yapıtıdır." Buna göre insan, kendi ameli ile yapılmış-olgunlaşmış olur.

Nasıl amel ederse, öyle yapılaşır. (O yön­de mesafe kaydeder -çeviren-). (Bir söz var ki) Avrupa felsefesinde yeni yeni söylenmektedir. Ona, "praktis" adını vermişler.

Yani, "amel felsefesi" oysaki bu söz Kur'an açısından 1400 yıl önce ortaya konmuştur. İnsan kendi amelinin oluşumudur. İnsan, hem kendi amelini -hareketini- yapan ve hem de bu amelle oluşan bir yara­tıktır.

Namaz insanı oluşturur -eğitir- niçin? Çünkü Kur­an şöyle buyuruyor.

"Ey iman edenler! Sabır ve namazdan güç ve yar­dım alınız."

(Hadiste gelen sabrın ilk kapsamı oruçtur). Yani; sabırdan (oruç.'tan) ve namazdan güç ve yardım alınız. Aynen namazın zahiri adabını alınız, sonra batini adabı­na gidiniz. Yani namazın sahih ve kabul olma şartlarını düşününüz.

İnsana şöyle söylediklerinde, "Eğer namaz kılıyor­san, gasp edilmiş toprağın üzerinde kılma, aksi halde na­mazın batıl olur. Eğer evin gasp olursa, evinin sergisi gasp olursa, namazın batıldır.

Üzerindeki elbiseler ile namaz kılabilmen için, gasp olmaması gerekir. Hatta borçluysan, borcu ödeme vakti de gelmiş ise, borç sahibi de va­kit vermiyor ise, acelecilik yapıp namaz kılmana müsaade etmiyor ve namaz vakti de bol ise, ilk önce borçlu oldu­ğun şahsın borcunu ödemelisin.

Sonra namaz kılmalısın. Yani ilk önce Allah'ın kulu ile irtibatını doğru yapmalı, kul hakkına riayet etmeli, sonra Allah'a yönelmelisin." işte bunlardan her biri, insani eğiten faktörlerdir.

Bir de şu konuya dikkat etmek gerekir, "acaba bu şartların tümü yerine getirilse, insanın namazı kabul olur mu? Diyorlar hayır. Namazın sahih olduğu doğrudur. Fakat kabul edilmesi başka şartlara bağlıdır.

0 da; gü­nahlardan sakınmaktır. Sakınmalısın ki namazın kabul görsün. Durumun ve dikkatin Allah'a yönelmeli ki, na­mazın yukarı çıksın. Kalbin huzurlu olmalı ve dikkat ile kılmalısın.

Yani (ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dilerim) diye söylediğinde, namazının kabul ol­ması için ümit içerisinde olmalı ve kendini muhtaç his­setmelisin.
1
İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ İNSAN KEMALİNİN TECELLİLERİ



NAFİLELERİ EDA ETMEK

Eğer namaz halinde iken size bir şer dokunursa, (tabii ki büyük şerri kast etmiyoruz.) örneğin, "bal arısı sokarsa", siz namazı bozarsınız. Çünkü insan, fıtratı ge­reği onu bir sinek dahi ısırsa, sızlanıp feryat eder.

Fakat belli bir aşamadan sonra artık böyle olmaz. Namaz insa­nı oluşturur. İnsan günde beş vakit namazı kılıp onu kendine adet edinirse, ister istemez ömrünün tümünde ve her gününde (yaşamına) tesir eder. Kur'an Buyuruyor.

"Ancak namaz kılanlardır ki onlar namazlarında devamlıdırlar. (İhmal göstermezler.)"

Maksat nedir? Burada rivayetler bunu çok güzel açıklıyor. Hz. Cafer Sadık (a.s.) ve Hz. Muhammed Bakır (a.s.) dan bu hususta şöyle bir rivayet nakletmişlerdir.

"Ayet'in buradaki maksadı "nafileler"dir. Zira Kur'an-ı Kerim; "şunlar sabah namazını terk etmiyorlar" diye söylemiyor. Ancak namaz kılanlar" yani; "o kimse ki, en azından farzını yerine getiriyor." Sadece bu kâfi gelmez, nafileleri de yerine getirmelidir. .

İnsanın eğitiminde nafilelerin tesiri farzlardan daha fazladır. Çünkü insana farz olan ameller, vacib ve icbari konumundadır. Fakat nafile ki sünnettir ve mecburi de­ğildir, içten isteyerek ve rağbet üzerine kabullenilip ye­rine getirildiğinden dolayı, fazileti daha fazladır.

Nafile­ler ahkâmında da demişlerdir ki; "Nafileleri bir vakit kıl­mak, bir vakit kılmamak doğru değildir." Örneğin insan sabah nafilesini bir defa kılsa, yatsı ve geceyi bir kılıp bir kılmasa, bu şekilde bir eseri olmaz. Sünnetler ancak de­vamlı oldukları zaman tesir bırakırlar.

Demek ki insan "Helu" (Hırslı) olarak yaratılmıştır. Bu durum tüm insanlar için aynıdır. Mü'minleri de kap­sar, namaz kılanları da. Fakat söz konusu "Helu" (Hırs) durumu, mükemmelliğin başlangıç noktası olduğundan ve daha sonra mükemmel bir hale tebdil edilmesi gerektiğinden, mü'min olmayıp namaz kılmayan insanlar için aynen değildir.

Bunlar, ömürlerinin sonuna kadar hep öyle kalırlar. Namaz kılan gruplar ise, namaz kılmaların­dan dolayı öyle değillerdir.

22- Ancak namaz kılanlar hariç,

23- Ki onlar namazlarında süreklidirler. Bu bir eğitim faktörüdür.

Dedik ki "namazın kendisi bir eğitim faktörüdür." Başka faktör nedir?


MALI İNFAK ETMEK

24-25- Mallarında, isteyene ve mahrum kalmışa belli hak tanıyanlar.

Bu ayet de aynen "daimun" (devam edenler) anla­mındadır. Burada maddi yöne işaret vardır.

İnsanda fıtri olarak mükemmelliğinin başlangıcında,

"Kendisine bir şer dokunduğu zaman feryadı basar ve ona bir hayır da dokunulduğunda engelleyici (hırslı) olur" haleti vardır. Sonra öyle bir merhaleye yetişmesi gerekir ki, kendisi için hayır olarak kabul ettiği servet ve malına karşı, "menu" (cimri) olmadığı gibi, kendi malının içinde muhtaç olanlarında haklarının olduğuna inanır ve malının içinde bulunan başkalarının haklarını da verir. İşte bu durum insanlar için ne kadar mükem­melliktir...!

İmamlar 'dan "belirli mal'' sözünden maksadın ne olduğu sorulmuştur.

Eimme-i Ethar (a.s.) şöyle buyurmuşlardır:

"Maksat zekât değildir. Zekâttan daha yüksek olan şeydir. Yani; "(üzerinde) kendi vacip haklarını eda eden insanlar, kendilerine vacip olan hakka ilaveten, bir de kendiliklerinden nafile (sünnet hak) olarak bir miktar hak tayin etmişlerdir.

"Tayin" den maksat, "sail ve mahrum için muayyen bir haktır." Yani "onların kendi­lerinin tayin ettikleri hak" Bu hak, Allah'ın tayin ettiği (vacip kıldığı) hak değildir.

Hiç şüphesiz insanın eğitiminde "farz olan sadaka­ların" da tesiri vardır. Kur'an'ın kendi nassına baktığı­mızda şöyle buyuruyor.

"Ey Resul, onlardan zekâtlarını ve sadakalarını al, bu vesile ile onları temiz edersin, onları olgunlaştırırsın ve geliştirirsin." (Tevbe Suresi: 103)

Milletten farz hukukun kendisini almak, iktisadi ahlak sahasında eğitici ve temizleyici bir faktördür.

Bundan daha yüce olanı, "sürekli olarak ve her ay­da, peygamberin temsilcisi geldiğinde, ona bir şeyler ver­menin" vacip oluşudur. Muayyen bir şeyi bir defa değil, devamlı olarak yapmak şarttır.

Çünkü insanın bir defa in-fak etmesi veya bir defa namaz kılması "onun hususi bir haletin tesiri altında kalıp, ondan dolayı öyle yaptığı" anlamına gelirdi.

İnsan her hafta veya her ay muhtelif durumlarda, belli vakitlerde infakta bulunursa veya ör­neğin şu "Kümeyl Duası v.s.) yi bir cuma akşamı sabaha kadar oturup bunu okur tamamlarsa, fakat diğer cuma geceleri hiçbir şey yapmazsa" hiç bir tesiri olmaz.

Ama her cuma akşamı iki saatini bu işe ayırırsa, işte o vakit bu, vücudunun ve ruhunun derinliklerinden yücelmiş olur ve devamı bulunur.

"Sail"in anlamı, ihtiyacı bulunup isteyen" anlamın­dadır, "mahrum" un anlamı ise; "ihtiyacı olup da iste­meyen insan" demektir.

Elbette dikkat edilmesi gerekir ki; İslâm'da zaruret anları hariç, sual etmek (dilenmek) haramdır. Haram olu­şunun nedeni de şu olsa gerek; "Dilenen insan, ilk aşa­mada bu davranışıyla kendi şahsiyetini zedelemekte­dir." Gerçek anlamda zedelenen şahsiyet, mü'min ve Müslüman birinin şahsiyetidir.

(Mü'min olmayanlarla işi­miz yoktur.) Bu açıdan, adını Müslüman koyan bir insan, Allah'ın ve Ali'nin adını getirdiğinde, Müslüman biri ol­duğunu ibraz ediyor. Böyle bir Müslüman dilencilik eder ise, şahsiyetini zedelemiş olur.

Zaruret hali icab ettiğin­de dilene bilir elbette, zira öyle bir durumda saillik et­mezse, kötü duruma düşmesi söz konusudur. (Söz konusu haram dilencilikten kasıt, zaruri olmayan durumlarda­dır -çev-).

Buradan anlaşılıyor ki öyle bir sıfata sahip olma­yan bir saile yardım etmeliyiz.

26- Ceza (hesap) gününün doğruluğuna inananlar.

27- Rablerinin azabından korkarlar.

28- Ki Rablerinin azabına karşı emin olunamaz.

"İnnel insane hulike heluen"(19) "İza messuhüşşerru cezuen"(20) "Ve iza messehul hayru menuen"(20) "İllel musallin" (22) ayetlerinden başladık.

Ve biraz iza­hat verdik ki, insanın şöyle yaratıldığı buyuruluyor: "İn­san hırs sahibidir, insanın iptidai haleti budur." Böyle de olması gerekirdi. Fakat insanın öyle o durumda baki kal­ması gerekli değildir.

Bu (hırs durumu) insanın ilk serma­yesi konumundadır. Daha sonra başka bir şekle dönüş­melidir. Başka bir şekle ise, yine aynı serma­yeden yararlanılarak olmalıdır.

İnsan halet-i evveliyesinde, hayır ve şer karşısında, gayri mantıki, iptidai, sathi ve bedevi bir duyguya sahip­tir. Başka bir deyişle, insan ilk haletinde zararlara, yarar­lara ve kendisine dokunacak her türlü ziyanlara karşı, bu ziyanın, daha büyük faydaların mukaddimesi (başlangıcı) olması ihtimalini göz önüne olmaksızın, o gibi ziyan ve zararlara karşı, sızlayıp feryad eden bir yaratıktır.

Oysaki, böyle bu gibi ziyanlar olmaksızın insanın daha bü­yük faydalara kavuşması mümkün değildir. İşte insana öğretilen ilk derste bu derstir.

Başka bir deyişle; "maal­esef insanın iyi kavrayamadığı o ders, bazı mahrumlukla-ra göğüs germeden saadeti elde etmek mümkün değildir" dersidir. İnsan şayet mahrumluklara göğüs germeden sa­adeti elde etmeyi düşünürse, büyük hata yapmış olur.

Bir çocuk nazik bir şekilde büyüyerek, çocukluğu­nun ilk dönemlerinde herhangi bir mahrumiyeti göğüslemeyerek, dilediği her şeyi anında bulup, sıkıntıların her çeşidinden de kaçarak, böyle bir özellikleriyle okuyup ilmi, fenni ve ameli bir sahada zirveye ulaşmayı, yüksek makam sahibi bilgin biri gibi olmayı, sanatkar olmayı, velhasıl yüksek bir makam sahibi olmayı istediğini düşü­nünüz.

Acaba fevkalade nazik olarak yetişen bu çocuğun bu gibi yüksek bir makama yetişmesi mümkün müdür? O, asla insan olamaz! İşte insanın durumu da aynen bu çocuğun durumuna benzer!

Dedik ki, insana öğretilen ilk ders, "geniş nimetlerden yararlanabilmesi için, mah­rumiyetlere tahammül etmesi gerekir" dersidir. Takvanın manası da şudur. Takva, yani "insanın ilk etapta kendi yararına zannettiği şeylerden kendisini uzak tutmasıdır." İnsan kendisini o gibi şeylerden korursa, daha büyük şey­lere kavuşmuş olur.

İnsana öğretilen ilk ders, Ebul beşer olan "Âdem" in dersinin aynısıdır. Çünkü Adem'e şöyle dediler; "sen Cennet-ül huldi de kalmak istiyorsan, bir meyveden sa­kınmalısın." (Benim hangi meyve olduğuyla işim yok­tur.)

Fakat kesin olan söz konusu hadisenin ruhu şudur,"Ey Âdem! Ebedi cennet-i elde tutmak, ebedi saadette kalmak, bir mahrumiyete tahammül etmeye bağlıdır." O bire hayır dersen, (yani mahrumiyeti göğüslemeye ha­yır dersen) o vakit (bir şer dokun­duğunda feryat ediyor) olma.

Ona (insana) bir vakit herhangi bir fayda dokunur­sa, o faydaların bir kısmından vazgeçmeden, daha büyük saadete hiçbir zaman kavuşamaz. Demek oluyor ki, bu, insanın halet-i evveliyesidir. Yani insan haleti rüşde ulaşmamıştır.

İnsan kendi fıtri hesabı açısından "hayrı isteyen ve serden sızlayan" bir varlıktır. Bu böyle de ol­malıdır, doğrudur da ve ömrünün sonuna dek böyle baki kalmalıdır. Fakat insan "hayrı isteyen ve serden sızla­yan" bir varlık olmasına rağmen, bu hayır ile serler ara­sındaki irtibatı bilmesi gerekir.

Âlemde hayır ile serler birbirine karışmışlardır. Başka bir deyişle, "Nice büyük hayırlar vardır ki, akabinden daha büyük serler getirir ve nice küçük serler vardır ki, akabinden daha büyük hayır­lar getirir.

Hayır ile serler arasında, yüzde yüz onları biri-birinden ayırt eden özelliklerinin bulunması sözkonusu olamaz. Ya tümü lezzettir, hayır ve faydadır. Bu lezzetin yoludur.

Buna göre insanın daha büyük lezzet yolunu araması gerekir. Yani büyük, büyük ve daha büyük lezzet, hayır ve saadet... Ya da ziyan yoludur. Yokluk, dert ve zahmet, ya da aksinedir; zahmet ve kolaylık, hayır ve şer birbiriyle yoğrulmuşlardır.

Saadet, yani; "daha büyük hayrı elde etmek ve daha büyük serden kaçınmak" O za­man anlamı şöyle oluyor, "Nice serler vardır ki, hayrın basamaklarını oluşturur ve nice hayırlar da vardır ki düşmeye ve alçalmaya vesile olur."

Şimdiye kadar "hangi şahısların bu iptidai haleti elden verdiklerini, (yani) her zararın dokunmasıyla ta­hammülsüzlük haletini ve her hayrın dokunmasıyla da kıskançlılık haletini elden verenlerin ne gibi vasıflarının olduğunu ve ne gibi özelliklerinin bulunduğunu öğren­miş olduk.


CEZA GÜNÜNÜ KALBEN TASDİK ETMEK

26- “Ceza gününün doğruluğuna inananlar.”

Onların diğer bir ölçülende, ceza gününü tasdik et­meleridir. "Din" kelimesinin bir anlamı da "ceza"dır. "Ceza" mükâfatlandırma ve eziyet çektirme manasının her ikisin ide kapsar.

Amel, diğer bir anlamıyla, "bir şeyin hedere ve havaya gitmeden, direkt insana yansıması" demektir. Benzetme olarak şöyle diyebiliriz, insanın amelini bir sevt'a (sese) ve sesin dönüşüne benzetmişlerdir.

Başka bir deyişle, "Fiziki bir muhitte, hususi bir yerde yapılan ni­da ve sedaya benzetilmektedir, insan eğer öyle bir mu­hitte bir kelime telaffuz ederse, muhit onu derhal geriye yankı yaptırır. Sesin bu geri yansımasına "Ric-i savt" yani "sesin geri dönüşü" denilmektedir.

Buna Arap dilin­de "seda" denilmektedir. Biz ki "seda" diyoruz, örneğin, "falan kimseye seda et" (yani falanı çağır anlamında) bu çağırış hatadır. "Nidaet" denilmelidir.

Fakat biz farisi dilinde birini çağırtmak istediğimizde "filana seda et" diye söylüyoruz. Oysaki biz kapalı bir yerde veya bir kü­pün içerisinde veyahut ta bir hamamda bağırdığımızda, orada bize geri dönmekte olan bir ses yansımaktadır.

İşte gerçek anlamda "seda" bize yansıyan o sese denilir. Ya­ni, gerçekte biz nida ediyoruz, o kapalı yerler ise "seda" ediyorlar. Oysaki biz farisi dilinde "nida"ya "seda" diyoruz, bu da yanlıştır.

İşte bu açıdan "geri dönme ha­letine , "Ric-issavt" (sesin yansıması, aksülamel) denil­mektedir.

Kur'an açısından, âlemdeki her şeyin "yansıma ha­leti" aksülameli vardır. Hatta aksülamelden daha yüksek haleti vardır. Biz bu durumu, "aksülamel" sözünden da­ha güzel bir şekilde ifa eden diğer bir tabir bulamadığı­mız için böyle tabir ediyoruz.

Bir insanın; "yapmış olduğum bir iş (amel) benden uzaklaşmayacak ve yine bana mutlaka geri dönecektir" düşüncesi ile, "yaptığım bu iş, artık bana bir daha geri dönmeyecektir" diye düşüncesi ne kadar da farklıdır!

Ceza gününü tasdik etmek, yani amellerin geri dönü­şünü kabul etmek demektir. Yani yapmış olduğumuz her işin bize geri döneceğini tasdik ediyoruz.

Bizler bir iş yaptığımızda, bir şeyi düşündüğümüzde, bir kelime ko­nuştuğumuzda ve bir amel işlediğimizde, onların artık bizden uzaklaştıklarını ve onlarla aramıza bir fasıla girdi­ğini düşünüyoruz, hayır öyle düşünmek yanlıştır, o amel­lerin tümünün sonra dönüşü vardır.

O ameller ister iyi ameller olsun ister kötü ameller, "kim en küçük bir amel işlerse onu görecek ve bir gün ona ulaşacak, kim de en küçük şer amel işlerse onu görecek" (Zilzal: 78).

Müfessirler çok güzel bir tefsir yapmışlar:

"Yesdugun" yani, onlar ki tasdik ediyorlar. İki çe­şit tasdik etmek vardır. Zihnen tasdik ve amelen tasdik Herhangi bir vakitte siz bana bir konudan bahsederken örneğin şöyle diyorsunuz, "Efendim!

Falan şeyi, falan konuyu tecrübe ettim" veya "şu şey çok kötüdür, falan hastalığı yapar" sizin bu sözünüzün karşılığında ben şöyle diyorum, "evet, evet, ben sizin sözünüzü kabul ediyorum." Şurada ben zihnimde sizin doğru söylediği­nizi kabul edip tasdik ediyorum, fakat amelde nasıl? Amelde sizin sözünüzü tasdik etmemin hilafına davran­mam mümkündür.

Söz ile tasdik etsem dahi, amelen hila­fına davranabilirim. Demek ki gerçek tasdik ameli tasdiktir, zihni ve lafzı tasdik değildir. Ameli tasdik, zihni tasdikin tamamlayıcısıdır.

Başka bir deyişle, eğer tasdik et­mek yalnız zihinde baki kalırsa, kâmil bir tasdik değil­dir. "Yevmiddin"i (yani din gününü) tasdik edenler, hangi çeşit tasdikle tasdik ediyorlar? Ameli lastikle mi?

Yani amelen mi tasdik ediyorlar? Onların ameli kıyametin var olduğunu kabul ediyor mu? Onların ameli, "tasdik etmek ölçülerine uygun mu?

Burada izah edilmesi gereken başka bir nokta; "yesdigune" sözünün "müzari fiili" olması nedeniyle "za­man bakımından" oluşudur. (Biz tastik ediyoruz), "sedegu" desek eğer, "tasdik ettiler" olur.

Eğer "yesdugu" de­sek, yani "tasdik ediyor" olur. Mazi fiil ile müzari fiilin arasındaki farklardan biri de, mazi fiilin geçmişe delalet etmesi, müzari fiilin ise geleceğe ve hâle delalet etmesi­dir.

Diğer bir farkı da, "müzari fiil" bir şeyin devamlılı­ğına işaret eder. "Yesdigune" eğer dersek, örneğin, falan şeyi yüz defa tasdik etti, bu tasdikin bir defada ol­ması mümkündür.

Fakat desek ki, "falan şahıs falan şeyi tasdik ediyor", yani bu işi böyle yapıyor. Biz her istedi­ğimizde, o tasdik ediyor. O zaman "yesdigune bi yevmid-din" in manası şöyle oluyor: "Kıyamet gününü daima tasdik ediyorlar" Onların ameli öyle bir ameldir ki, her zaman (kıyametin olacağına) şahitlik ediyor. Vücutlarının tümü şahit ki, kıyamet vardır.


İLAHİ AZAPTAN KORKMAK

"Onlar ki, Rablerinin azabından korkuyorlar. Şüp­hesiz Rablerinin azabından emin olunamaz."

Onlarda Allah korkusu var! Niçin*? Çünkü Allah'ın azabından emin olunamaz. Hiç kimse, "Ben Allah'ın aza­bına karşı güvencedeyim" diye iddiada bulunamaz. Bu söz çok cazib bir sözdür.

Bu söz aynen, "imanın şartla­rından birisinin de, mü'minin hiç bir zaman ve hiç bir şartta Allah'ın rahmetinden ümidini yitirmemesi gerekir" konusu gibidir.

Mü'min o kimsedir ki, şayet tüm ins ve cinnin (sakeleynin) günahları kadar günaha sahip olsa bile, "artık benden iş geçti" diye bir fikir taşımamalıdır. "Geçti" diye bir şey yoktur. Yani (rahmet) kapısı açık­tır.

Kapının açıklığı da, "gerçekten tövbe ederse bağış­lanır" anlamındadır. İlahi rahmet sonsuzdur. Fakat insan rahmet kapısını üzerine kapatır ise, artık rahmet gelmez.

(İlahi rahmet kapısı) Aynen ağzı kapatılıp denize atılan bir şi şe misali gibidir. Kapağı açılırsa faydasız kalmaz. Tövbe kapıyı açmaktır. Rahmet kapısını kendi üzerine açmaktır. Kapıyı açtın mı o gelir.

Buna göre her bir kim­se hangi şartla olursa olsun, şayet tövbeden ümidini keser ise ve "artık tövbeden bir şey çıkmaz" diye düşünürse, günahların en büyüğünü işlemiş olur. (Çünkü ümidi kesmek büyük günahlardandır -çev).

Bir gün bir şahıs Hz. Peygamberimizin (s.a.a.) huzu­runa geldi ve şöyle dedi:

- Ya Resulullah, şu sırtın arkasında bir genç var, hep ağlıyor, susmak bilmiyor. Ona ne söylüyorsak, hep, "ben günahkârım" diye cevap veriyor...

Hz. Peygamber (s.a.a.): "Onu bana getirin" diye bu­yurdu. Genci getirdiklerinde, hıçkırıkları konuşmasına müsaade vermiyordu.

Hz. Peygamber (s.a.a.): "Ne oluyor sana?" diye sordu.

Genç: "Ey Allah'ın Resulü, günahkârım" dedi.

Hz. Peygamber (s.a.a.):

- Günahın nedir? Genç.

- Ey Allah'ın Resulü! Söylenecek bir günah değil ve Allah beni affetmeyecek.

Hz. Peygamber (s.a.a.):

- Senin günahın mı büyük, yoksa denizler mi? Genç:

- Benim günahım daha büyüktür!

- Senin günahın mı daha büyük yoksa çöllerin kumları mı?

- Benim günahım!

- Senin günahın mı daha büyük, yoksa yağmurun damlaları mı?

- Benim günahım.

- Senin günahın mı daha büyük, yoksa Hakkın Rah­meti mi? Genç:

- Elbette ki Hakkın rahmeti

O zaman buyurdu; "Günahını söyle bakalım"

Öyle çok büyük günah işlemişti ki, Peygamber onu huzurundan kovdu. (Elbette kovuş nedeni, tövbe ateşini biraz daha yükseltmesi içindi).

Günahkâr genç bir dağa gitti. Orada gece gündüz aralıksız ağlıyordu. "Ey Allah'ım! Peygamber de beni huzurundan kovdu, yalnız ve yalnız senin dergâhından başka sığınacak bir yerim yoktur" diye söyleniyordu. Bir süre sonra tövbesinin kabulüne dair ayet nazil oldu.

Azab yönünden de mü'minin durumu şöyledir, eğer tüm ins ve cinnin ibadetini etmiş olsa bile, "benim ken­dime (nefsime) hiç itimadım yoktur" diye düşünmelidir. Böyle düşünmesi gerektiğinin de iki nedeni vardır:

1- İnsani ve nefsanî yönü

2- İlahi yönü.

Hadisenin insani yönü şöyledir, "Allah'ın azabından korkmak, Allah'ın kendinden korkmak değildir. Allah'ın adaletinden korkmaktır. Hakikatte Allah'ın adaletinden korkmak da, kendinden (nefsinden) korkmaktır.

Yani harama düşmekten korkmaktır, öyleyse; "Kim kendi nefsine itimat edebilir." Kim; "benim nefsin öyle bir ye­re yetişmiştir ki, artık hiç günah işlemez" diyebilir? Ben günah işlemediğim müddetçe, nedensiz yere Allah'ın azap edecek kadar zalim olduğunu düşünmek doğru de­ğildir.

Allah, adaleti ile insana azab eder. Günah işleme­diğim müddetçe azab görmem. Demek ki, "ben yüzde yüz kendime güveniyorum" demek hatadır. Masumların da itimatları Allah’ın lutfuyladır, kendi ne üsleriyle değildir.

ümmü Seleme'nin anlattığı şu hikâyeyi defalarca anlatmıştık, şöyle ki, Ümmü Seleme şöyle anlatıyor; "Bir gece baktım Peygamber yatağında yoktur.

Nerede olduğunu bilmek için yatağımdan kalktığımda, odanın bir köşesinde oturup ibadet ve münacâat ettiğini gör­düm. Peygamberin neler söylediğine kulak verdiğimde, şöyle cümleleri söylediğini duydum, "ilahi la tüşmid fi aduvvi" (Ya Rabbi! Beni düşmanların şenlik yapacakları bir duruma düşürme! Bana verdiğin nimetleri benden ge­ri alma.

Beni kurtarmış olduğun bu kötülüklere tekrar düşürme! Ya rabbi! Ebedi olarak, göz açıp kapayıncaya kadar dahi beni kendime bırakma! Buraya gelince Ümmü Seleme (r.a.) kendinden geçti, ağlamasının hıçkırık sesi yükseldi...

Peygamberimizin namazı tamam oldu ve Üm­mü Selemeye şöyle buyurdu: "Ümmü Seleme niçin ağlı­yorsun?" Ümmü Seleme şöyle dedi. "Ey Allah'ın Resulü, siz, "Ya Rabbim, beni biran bile kendime bırakma" derseniz, bizim durumumuz nice olur?"

Konu şöyledir; Allah (c.c.) Yunus Peygamberi bir an kendine bırakmıştı da başına gelenler gelmişti. De­mek ki, kim kendine güvenirse, yani itimadını Allah'tan çekerse ve "Allah'ın artık benden bir talebi yoktur" diye söylerse, o zaman böyle düşünmelidir ki, Allah, âdil ve hâkim'dir.

Adil ve hâkim ne eder? Adil, Hâkim, za­limlere ve mütecavizlere azap eder. "Bana azap etmek. Ne söylüyorsun? Karşısında duruyorum işte, Ya Rabbi karşında durdum!" Anlamıyor ki, ayakta durması baş­kasına bağlıdır.

Başka bir kimse onu ayakta tutmuştur. Ayakta durması da, onu ayakta tutanın lutfu ve inayetidir. Mü'minin kendisine itimad etmeyişinin delili işte şudur. Onun itimadı her zaman Allah'a dır. Her zaman Allah'a karşı bir hata işlemekten çekinmiştir. Hadisenin insani yönü işte budur.

Şimdi hadisenin ilahi yönünü araştıralım... Başka bir deyişle; hadisenin nefsani dilimini araştırdık. Şimdi de Rabbani dilimini araştırmaya koyulalım. Konunun Rabbani dilimi şöyledir, Allah'tan insana gelen her şeyin, Allah'ın fazlı olduğunu düşünecek kadar insanın irfan sahibi olması gerek.

Allah, hiçbir zaman, hiçbir kimseye adaleti ile muamele etmez, fazlı ile hareket etmesi gerek­lidir. Eğer adaleti ile muamele etmek istese talep kar hiç-kimse kalmaz. Demek ki ne varsa onun fazlıdır.

Bazı za­manlar adalet söz konusu oluyor ve deniliyor ki; "Allah, adaletinin zıddına hareket etmez. Buna göre ben onun adaletine yapışırım." Bunun cevabı şöyledir; "Eğer ada­leti ile hareket etse, herkesin miğferi mevzinin gerisinde kalır." Demek ki, yine O'nun fazlı söz konusudur. Fazl-ı da Allah'a mutlak noktalama olmaz.

Buna göre mü'mi­nin sıfatıdır ki, nasıl Hakkın rahmetine karşı reca ve ümidini elden vermiyorsa, Allah'tan korkma duygusunu da yitirmiyor. Mü'minlerin en mü'mini dahi, diğer in­sanların tümünden daha çok Hakkın rahmetine ümit bes­liyor ve yine Allah'ın azabından da yine herkesten daha çok korkuyor. Ali (a.s.)'ın kendisi gibi.


MAHREM YERLERİNİ KORUMAK

27- Onlar, Rablerinin azabına karşı (daima) bir korku duymaktadırlar.

28- Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz.

29- Ve onlar ırzlarını (mahrem yerlerini) korurlar.

30- Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik ol­duğu başka; çünkü onlar (bunlardan dolayı) kınanmaz­lar.

Bu ayetlerde insanın şehvetlerinden bir misal zikre­dilmiştir. Yani insanda bulunan şehvetlerin en güçlü ve en kuvvetli olanını teşhis etmiştir. O da, mahrem yerle­rinin şehvetidir. (Onlar ırzlarını (mahrem yerlerini) ko­rurlar).

Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim kendini üç şehvetinin şerrinden korursa, kendini bütün serlerden korumuş olur. Mahrem yerlerinin şehveti, dil ve karnı'nın şehveti." Dilin şehveti söz söylemek şehve­tidir, örneğin gıybet etmek.

Şimdi burada (Kur'an'da) bunun en tehlikeli ve en güçlü şehvetlerinden birisi olduğunu buyurmuştur, ör­nek olarak da; "mahrem yerlerini koruyanlar "diye vur­gulamıştır.

Fakat yanlışlık olmasın diye ve Hıristiyanlı­ğın yaygın olduğu o dönemlerde böyle bir yanlışlığı önlesin diye (4) derhal istisna etmiştir.

(Yani "ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka, çünkü on­lar (yani karı-koca, cariye ve sahibi mahrem yerlerini birbirlerinden korumamalarından dolayı) kınanamazlar" diye istisnada bulunmuştur, -çev-).

Kur'an-ı Kerim, meş­ru hudutlar içerisinde, kanuni hadlara riayet etmeyi ka­bul ettikleri takdirde, (insanların evlenmelerine) müsaade vermiştir.

Kur'an'a göre eğer kanuni olursa, erkek ile kadının evlenmeleri "fehşa" değildir. Hatta şayet kanuni olur ise, bir kadından fazla ile evlenmek dahi fehşa (fuhuş ve kötü bir iş) değildir.

EMANET KURALLARINI KORUMAK

Malın Emanet Edilmesi:

"(Birde) Onlar, kendilerine verilen emanete ve ver-dikleri ahde (harfiyyen) riayet edenlerdir."

Eğer bir şahıs bir şeyi emanet alır ise, örneğin; "bir yeri kiralar ise", kiralayan kişi, kendi tasarrufunda olan o yerin maliki ve faydalananıdır. Aynı yerin sahibine nispeten de, oranın emanetçisidir.

Fakat kiralama şartları­nın dışında başka herhangi küçükte olsa bir tasarrufta bulunursa, bu davranışı şer-i açıdan "emanete hıyanet" sayılır.

Eğer birisi sizin kabınızı, atınızı, arabanızı veya herhangi bir şeyinizi faydalanmak için kiralarsa, kirala­dığı sınırlar içerisinde faydalanma hakkı vardır. Bir zerre bile o hududun dışına çıkarsa, hıyanet sayılır.

Şimdi size bir hikâye nakledeceğim. Her ne kadar bu konu fıkhi ölçülere uygun düşmüyorsa da, ahlaki öl­çülerin bazılarına uygundur. Naklettiklerine göre; "Mu­kaddes Erdebili" Necef’ten Kazimeyn'e gelmiş ve binmek için de bir hayvan kiralamıştı.

Geriye dönüşünde, birisi tarafından sahibine verilmek üzere bir emanet kendisine verilmiş, üstad Erdebili emaneti yan cebine koymuş ve geri dönüşünde kesinlikle kiraladığı hayvanına binmemiş.

Hayvana binmeyişinin nedenini kendisinden sorduklarında ise şöyle cevap vermiş, "Bu hayvanı sahibinden ken­dim bineyim diye kiraladım başkasının emanetini taşı­yayım diye değil! Emanet ile birlikte hayvana binmem, bana göre "emanete hıyanet "tir.

CAN VE NAMUS EMANETİ

Emanetin diğer bir çeşidi de, "namus emaneti” dir. Bir kişi, koruması ve kollaması için namusunu başka bir kişiye emanet ederse, emanet edilen şahsın, emanete bir bakışı dahi hıyanet sayılır.

Can emaneti bundan da (ba­kıştan) önemlidir!.. Size bir şahıs sığınıyor. Sizin güven­ceniz altına giriyor. Çaresiz ve bir zalimin tecavüzüne uğrayan bir insandır.

Bir şahsı kendisine sığınak olarak seçtiğinde, sığınak seçtiği şahıs, ilk başta bu "sığınma talebini" reddedebilir. (Tabiî ki bu bir namertliktir) Ama kabul ettiyse, hıyanet etmemelidir.

Örneğin: Haris (namındaki o zalim) in (Hz. Hüseyin (a.s.) in küfeye biat almak için gönderdiği) Müslim b. Akil'in (yetim kalan) çocuklarına yaptığı (zulüm) gibi. Ya da (Müslim b. Akil­in Küfe'de sığındığı) kadının çocuğunun Müslim’e yaptı­ğı (casusluk) ihaneti) gibi.

Müslim, o kadının evine gelip sığınma isteğinde bulundu. İlk başta sığınma izni ya da eve girme izni vermeyebilirdi. Fakat sığınma izni verdik­ten sonra, sığman kimseler, kendilerini savunması için herhangi bir talepte bulunmuyorlar" üstelik ihanete uğ­ruyorlar, işte haber vermek "Müslim buradadır" diye (Ibn-i Ziyad mel'una) ihbarda bulunmak, ihanetin ta kendisidir.


TOPLUM EMANETİ

Kur'an-ı Kerim ıstılahında bundan daha yüksek şöy­le bir şey vardır: "Toplum ile ilgili her şeyi, her işi, her insan iyi bir şekilde yerine getirmez ise, bu, "emanete ihanettir." Emirül Mü'minin Hz. Ali (a,s.) in ilginç bir tabiri vardır, hem de çok ilginç.

Valilerinden birisine şöyle hitap ediyor: "Yanılma, bu (yani valilik makamı) sizin şahsınıza verilen bir araç değildir. Seni şayet falan vilayete vali tayin ettikse, sende bu makamı kabul ettin.

Bu makamı kendin için bir menfaat aracı olarak görme. Bu makam senin ihtiyarına verilen bir emanettir. Hem de çok büyük bir emanet! Bu emanet kimin malıdır? Mille­tin malıdır.

Hakikatte "millet kendisini" emanet olarak sana teslim etmiştir. Demek ki, bu, senin boynunda olan bir emanettir. Bu emanete riayet etmelisin."

örneğin bu konu, "vali" gibi fertlerle ilgili özel bir mesele değildir. Herkes, herhangi bir emaneti kabul eder­se, o, ona bırakılan bir emanettir. Güzel bir şekilde de yerine getirmesi şarttır.

Herhangi bir şahıs, bir işi yap­mayı taahhüt ederse ve kendini o işe adarsa (örneğin bir dişçi dişçiliği, bir eczacı, eczacılığı, bir gıdacı, gıdacılığı ve bir ekmekçi, ekmekçiliği kendine meslek olarak seç­miş ise) bunların hepsi bir emanetin altına girdiklerini bilmeli ve işlerini doğru bir şekilde yerine getirmelidir­ler.

İşte bu nedenledir ki, hükümet ve hilafet meselesini "emanet" olarak tabir etmişlerdir. Millete de bunun "ilahi emanet" olduğunu söylemişlerdir. Böyle bir ema­netin üstesinden gelmek, elbette herkesin işi değildir. Salahiyetli ve özel vasıflı insanların yapmaları gerekir.

AHDE VEFA

İkinci konu, ahd konusudur. Ahd, genellikle taah­hüdün her çeşidini kapsar. Eğer bir insan, başka biriyle anlaşma yapar ise ve gerçekten ahitleşirse, örneğin; "bu evi sana şu kadar miktar karşılığında sattım" derse, ah­dine riayet etmelidir.

Fakihlerin (Büyük din âlimlerinin) "Ahd ve Akid" konusu hakkında söyledikleri fetvalara göre, Ahd ve Akid için illa da özel bir söz (sıga) söylemek şart değil­dir. "Taahhüd"ün kendiside "Ahd ve Akid" için yeterli­dir.

Yine onların fetvalarına göre, "Ahd ve Akid "e ria­yet etmek vaciptir. Bu hüküm gereği, her türlü taahhüdü yerine getirmek de vacip oluyor.

Hz. Ali (a.s.) nin Malik Eşter’e yazmış olduğu bir mektup vardır. O mektupta ahitleşmenin tüm yönü be­lirtilmiştir. Hatta insanın kâfir biriyle olan ahdini dahi kapsamıştır.

Bu mektubun ahitleşmek hakkında, çök ilginç ve güzel bir bölümü vardır. Dikkat ediniz ki, (mek­tubun) muhatabı, Mısır'da valilik yapan Malik Ester'dir. Orada yapılan ahitler, siyasi ahidler idi.

Ahdedilen ta­raf ya Müslüman değildi veya Müslüman olsalar bile, Hz. Ali (a.s.)ın hükümetine tabi değillerdi. (Muaviye'nin hükümetine tabi olanlardı), veya üçüncü bir sınıftı.

Hz. Ali (a.s.), orada Malik'e şiddetle ve te'kidle şöy­le ısrarda bulunuyor: "Ey Malik! Herhangi bir toplulukla bir antlaşma imzaladığında, sakın onlar anlaşmayı boz­madan önce sen anlaşmayı bozmayasın."

Bu konu hakkında Kur'an'da bir ayet vardır. Müslü­manların kâfirlerle yaptığı anlaşma hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Onlar ahitleri üzerinde bağlı kaldığı sürece sizde ahitlerinize bağlı kalın." (Tövbe: 7) Fakat onlar ahitlerini bozduysa, siz elinizi elinizin üzerine koyup beklemeyin, eğer birisi bozarsa, diğer tarafta bozulmuş olur.

Emir'ül Mü'minin Hz. Ali (a.s.) Kur'an'da gelen bu manayı tefsir ediyor. Çok ilginç ve güzel bir tefsiri var­dır. O da şöyledir: "Beşerin yaşantısı, ahdine vefa etme esasları üzerinde kalmaya bağlıdır." Yani her şey kanun zoru ile düzeltilemez. (Bu konu) çok güzel ve ilginç bir noktaya (işaret ediyor).

Bazıları, her türlü sorunu, kanu­na dayalı cezalar ile halletmenin mümkün olabileceğini zannediyorlar. Birisinin bir dostu ile normal bir antlaş­ma yaptığını farz ediniz. Örneğin; Hacca gitmek istiyor­sunuz, bir dostunuza sizinle arkadaşlık etmesi için anlaşıyorsunuz. Çünkü arkadaşa ihtiyacınız vardır.

"Beraber gidelim" diyorsunuz, o da kabul ediyor. Hacca gitme vakti geldiğinde, onun başka bir şahıs ile arkadaşlık edip gittiğini görüyorsunuz. Şimdi bu olayı kanun yolu ile halledebilir misiniz?

Birisiyle yolculuğa çıkmak istediği­nizde yol arkadaşınızdan imza ve ahitname gibi şeyleri alıp, arkadaşlığını kanuni yapıp ve sonrada o anlaşmayı mahkemeye götürüp, "Efendim, bu şahıs benimle bir an­laşma imzalamıştı" diye şikâyette bulunabilir misiniz? Burada artık vicdan ve insanın insaniyeti hükmetmelidir!

Malik'e diyor ki: Malik! Bir zalim ve zorbacı unva­nıyla senin elin yukarda, senin düşmanının eli ise aşağıda olmamalıdır. Şayet ahdini bozman şahsi yararına, bozmaman ise insaniyetin yararına olacak ise, (şahsi menfaa­tini göz ardı edip, insanlığın yararını düşünerek) o zaman ahdini bozmayacaksın.

Ahitler ve antlaşmalar bozulur ise, artık insan için hangi itimat kalır? Böylece kafir ve düşman için de olsa, hiç bir zaman ahdini bozma ve mu­halefet etme!.

Çorçil'in "11. Dünya Savaşı Hakkında Hatıralarım" diye yazdığı yazısının bir bölümünü gazetelerden oku­muştum. 11. uluslararası savaşta aniden İRAN'ı işgal et­tiklerine değinmişti.

Yani önce İran sınırına kadar haber­sizce gelmişler ve sonra elçileri vasıtasıyla "yarım saat sonra İran'ı işgal edeceklerini İran yönetimine bildirme­sini" söylemişlerdi.

Çorcil yazısında şöyle itirafta bulu­nuyor: "Biz ki İran'la savaşmayacağımıza dair önceden anlaşma yapmıştık, fakat bu tutumumuz, İran ile yap­tığımız antlaşmaya aykırıydı.

Sonra çok ilginç bir itiraf­ta bulunuyor, (Avrupa mantığına bakın!) "Bunların (ya­ni antlaşmaların) tümü ahlaktır. Ahlak ferdi ölçülerde iş­ler. Yani tek millet arasında.

Şayet ben bir İngiliz ile ant­laşma yaparsam, bu antlaşmaya riayet etmem, milli ah­lakın gereğidir. Fakat milletlerarası ilişkilerde ahlak hâkim değildir.

Orada, menfaatler söz konusudur. Menfaat­lerimiz İran'ı işgal etmemizi gerektiriyordu." Böyle antlaşmaları çıkaranlar kahrolsun. Açıkça ve çok açıkça diyor ki; "Aslında böyle olması gereklidir." İyi de bay! Sen ki bu kitapta yazıyorsun, diğer siyasetçiler o zaman şöy­le düşünürler: "Menfaatler icap ettiği sürece, siyasi anlaş­malara riayet etmek saygınlık olur" düşüncesi, siyaset mantığı ise, hangi siyasi anlaşmaya itimat edilir? İşte burada insanlık tehlikeye düşmektedir.

Hadiste üç şeye riayet etmenin vacip olduğu vurgu­lanmıştır. Bu kural, Müslüman için de, gayri Müslim için de aynen geçerlidir. Bunlar, gerçekte İslâm’ın umumi hukuklarından, yani insani hukuklarındandır.

Bunların birincisi: "Emanete riayet etmektir." Eğer bir şahıs, bir şeyi Müslüman’a emanet etse, emanet eden şahıs kâfirlerin kafiri dahi olsa, o emanete riayet vaciptir ve ihanet etmek ise haramdır.

İmam-ı Zeynül Abidin (Seccad) (a.s.) bu konuya misal vererek şöyle buyurmuştur: "Şayet babamın (Hz. Hüseyin) katili, babamı öldürdüğü kılıcı bana emanet ola­rak verirse, ben ona asla ihanet etmem."

İmam-ı Hüseyin (a.s.) gibi bir baba ve İmam-ı Zeynül Abidin (a.s.) gibi bir evlat, emsalsiz bir babalık-evlatlık ilişkisine sahiplerdi. Eğer emaneti veren İmam-ı Hü­seyin'in katili olsa ve verilen emanet de Hüseyin'in ba­şını kesen kılıç olsa, ben o emanete ihanet etmem (diye buyuruyor).

Hadiste riayeti vacip olan şeylerin ikincisi de "Ahde vefa" etmektir. Eğer insan birisiyle anlaşma yapıp, ahitleşirse, karşı taraf ahdini bozmadığı sürece, ahdini boz­mamalıdır.

Bunların üçüncüsü ise, "Ebeveyne iyilik etmek ve onların haklarına riayette bulunmaktır." Ebeveyn kâfir bile olsalar, bir kısım hakları vardır ve hayatta ol­dukları müddetçe de o haklara riayet etmek çocukları için vaciptir.

AMELSİZ İMAN

39- “Hayır, doğrusu biz onları bildikleri, şeyden ya­rattık!”

40- Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim, biz gerçekten güç yetirenleriz,

41- Onların yerine kendilerinden daha hayırlılarını getirip değiştirmeye, üstelik bizim önümüze geçilemez

Değişik ayetler ile 22'den 36. ayete kadar ile başladık ayetiyle tamamladık. Bu ayetlerde, son ayeti de göz önüne alarak, ne gibi şahısla­rın ahiret aleminde, ilahi cennetlerde yer alacaklarını, ik­ram göreceklerini, ihtiram bulacaklarını (yani ilahi lütufa şamil olacaklarını) anladık. "Namaz yönünden şöyle olanlar...

mal, servet yönünden böyle olanlar... ve şöyle şöyle vasıflara sahip bulunanlar, ancak cennette buluna­cak ve ikram göreceklerdir" diye buyruldu. İşte bura­dan anlaşılıyor ki, cennete girecekler, ancak iman eden­ler ve imanına amel elbisesi giydirenler olacaktır. Demek ki tamahları kesmek ve yersiz tamahları atmak gerekir.


CAHİLCE ÜSTÜNLÜK İSTEMEK

Anlaşılıyor ki, Allah'ın kâfir olarak gördüğü bir top­luluk vardı. Niçin kâfir olarak görüyordu ve nasıl kâfirlerdi, şimdi açıklayacağız:

Onlar hem iman eden ve hem de iman etmeyen insanlardı. Tabii ki onların imanı, onları Allah'a teslim edecek ve ona itaat etmeye mecbur kılacak gerçek an­lamdaki iman değildi. Fakat buna rağmen, peygamberin (s.a.a.) davetinin doğru olduğuna inanıyorlardı.

İmanları olmamasına rağmen, yine de bu durumlarıyla birlikte, bölük bölük peygamberin etrafını sarıyorlardı ve kendi kalplerinde, "belki diğer âlemde bulunan o nimetlerden biz de yararlanabiliriz" düşüncesini taşıyorlardı.

Başka bir deyişle, "iman etmeden ve amelde bulunmadan pey­gamberin vaadinin kendileri hakkında da gerçekleşmesini istiyorlardı."

Son ayetlerden onların niçin böyle bir istekte bu­lunduklarını şöyle anlıyoruz; "0 insanlarda özel bir ben­lik vardı. Onlardan bazıları kendilerini, kendi soylarını, kendi kendilerine göre özel bir konum içerisinde bulun­duğunu tasarlıyorlardı, örneğin delilleri de şu idi;

"biz­ler İbrahim soyundanız veya Kâbe’nin etrafında yetiş­mişiz, demek ki bizden daha üstün bir kimse yoktur." Büyüklükleri, şerefleri ve liyakatleri için kendi nazarla­rında oluşturdukları bu gibi ölçekleri, burada da aynı şe­kilde kullandılar. Fakat İslâm'ın işleme koyduğu "iman ve amel" ölçekleri, onlara kesinlikle tesir etmedi.

Onlar kendilerini cahiliyet döneminde büyük kişiler, şerefli in­sanlar olarak (sözde) yetiştirmişler ve hep o gözde gör­müşlerdi. Onlar, dünyada elde ettikleri imtiyazlar saye­sinde, çevrelerinde bir kısım köle ve fakirler oluşturmuş­lardı, bu köle ve yoksulları da, "alçak ve düşük" insanlar olarak adlandırmışlardı.

İşte bu düşüncenin etkisiyle şöyle diyorlardı; "Bizim bu imtiyazlarımızın olması şerafetimizin bulunmasının delilidir. Bu dünyada imtiyazımız olduğuna göre, o dünyada da aynı imtiyazlarımız olacak­tır.

O dünyayı da mutlaka bize vereceklerdir, öyleyse dört tane yalın ayaklı kölenin ve bunun gibilerinin, gelipte iman etmelerinin ne değeri olabilir? Eğer o dünyada bir şeyler olacaksa, "bizim bugün sahip olduğumuz şeyle­ri, zati üstünlüğümüz sayesinde elde ettiğimize göre," orada da aynı şekilde olacaktır.

" işte bunlar "peygambe­rin getirdiği şeyleri yalanlamak" anlamında kâfir değil­lerdi, bunların kâfirliği, gönüllerinde düşündükleri şeyle­rin karşısında teslim olmadıklarından" kaynaklanıyordu.

Defalarca söylemişiz ki; insanın bir şeyi bilmesi ve içinde ona karşı marifet oluşturmasına rağmen, aynı hal­de kâfir olması mümkündür.

Biz öyle düşünüyoruz ki; eğer bir insan, Allah'ı ta­nırsa, O'na iman da etmiş olur. Eğer kiyametin olduğu­nu bilirse, kıyamete de iman etmiş olur. Eğer peygambe­rin Allah tarafından gönderildiğini bilirse, önada iman etmiş olur...

Fakat, Kur'an, bu düşüncemizi kabul etmi­yor. Kur'an buyuruyor ki, "önce Allah'ı tanımalı, sonra iman etmelisin." "iman" insanın tanıdığı bir hakikatin mukabilinde teslim halidir.

Niçin Allah, Şeytan'a mümin demirde kâfir diyor? Acaba şeytan Allah'ı tanımıyor muydu? Hâlbuki bizden daha iyi tanıyor ve bizden daha iyi biliyordu. Acaba şeytan kıyametin varlığını bil­miyor muydu? Kâmilen biliyordu, nitekim Allah ile tartışmaya girdiğinde: (Bana kıyamete kadar mühlet ver) diye söyledi.

Anlaşılıyor o, kıyameti biliyordu. Acaba Peygamberleri bilmiyor muydu? Bili­yordu... Belki kendisi peygamberlerden söz ederken onlara; "muhlisin" muhlis kullar ve kendilerine nüfuz edilemeyecek kimseler olarak söz ediyordu.

O (şeytan) pey­gamberin kim olduğunu ve kimin buna ulaştığını ve kimin yalancı olup peygamber olmadığını herkesten iyi bi­liyordu, öyleyse Allah, ona niçin kafir dedi?

Yani; ileride kimin cennete gireceğini ve kimin ihti­ram göreceğini söylememize rağmen, bunlar neden böyle boş ve yersiz bir istekte bulunuyorlar? Bu insanlar, senin etrafım neden sarıyorlar? Senin etrafını sarıp, hızlı bir şekilde halkalar oluşturuyorlar.

"Bölük bölük, sağdan ve soldan senin etrafını sarmışlar." "Bu kâfirler" diye tabir ediyor. Yani; "bu kafirler niçin senin etrafını bu şekilde sarmışlar?... Ve bu şekilde sağdan ve soldan, senin etrafında dönüp duruyorlar." "E yetmeu kullimriin minhum en yedhule cennete naim" ilginç! Bunlar cennete de mi tamah ediyorlar?"

Kur'an, (önce) buyuruyor: "Kâfirler"; sonra diyor "cenneti" de mi tamah ediyorlar? Buradan anlaşılıyor ki kâfir, "kabul etmiyor anlamında" değildir.

Kabullenme­yen (yani itikadı olmayan) kâfirlerden olsalardı, Peygam­berin etrafını sarmaklardı. Cennet'e tamah da etmezlerdi. Demek oluyor ki, bu tip insanlar var idi ve her zaman da var olacaktır, işte o gibi bir topluluk öyle bir millettir ki, hem bir şeyi biliyorlar ve hem de karşısında teslim olma­yı istemiyorlar, sonra da bir kısım ham tamahlar esası üzerine bir yere yetişmek istiyorlar.

Demek ki (fe) önündekine atıftır. Biz hangi topluluğun saadet ehli olduğunu söyledikten sonra, bu kâfir topluluğun, süratle kaçıp sağdan ve soldan senin etrafını sarmaları, tamahlarındandır. Boşuna tamahlanıyorlar. Bu tamahları bir yere varmaz. Bunlar ham tamahlardır. Amel gerekir. Amelsiz her tamah boş tamahtır ve başka bir şey değildir.

Biz ki, hangi toplumun ve kimin cennette ikram gö­receğini söyledik, öyleyse ne oluyor? Neden? Yani, ka­firlerden bir topluluk nasıl bir fayda umarak senin etra­fına hızlıca geldiler ve çevreni sardılar "Senin sağından ve solundan" "izziyn" yani bölük bö­lük "iz" bir topluluğa derler. "İzziyn" ise. avrı ayrı topluluklara derler, ilginç! Ne kadar da ham tamah! Onlardan her fert cennete girmeyi tamah ediyorlar.

Hem de imanı ve ameli olmaksızın...Ne mümkün... "Kella" her zaman reddedilen bir söze karşı kullanılır. Biz bazen; "yeter! yeter! yeter ar­tık!" veya "böyle değildir! Böyle değildir!" şeklinde söylüyoruz.

Sonra Kur'an bir ayet zikrediyor. İnsan ilk bakışta bu ayetin önceki ayetlerle olan irtibatını anlayamıyor. Fakat biraz dikkat ettiği zaman iyi anlıyor.

“Biz onları, kendilerinin bildiği maddeden yarat­tık.”

Başka bir deyişle "Diğer tüm insanların yaratıldığı kokuşmuş nutfeden, onları da yarattık." Sanki onlar, ayrı bir maddeden yaratılmışlar, değerli bir cevherden oluşmuşlar da, artık iş tamam olmuş! Buna göre, eğer Allah (c.c.) onları kenara iter ise, o halde dünyada onlar gibi veya onlardan daha iyisi kimler bulu­nabilir!!! (Alaylama yapıyor -çev-).

Bu sözleri bırakın. Bu anlamsız sözleri bırakın! Bunları da biz, bildikleri o şeyden yarattık. Diğer ihsanları yarattığımız şeyden...

Bunlardı da, biz diğer insanları yarattığımız nütfenin aynı­sından yarattık. Bu iddialar ne içindir? Onların söylemek istedikleri söz şudur; "şayet biz cennete girmeyeceksek, kim girecektir?" Sanki Allah'ın hazinesi boşalmıştır da ondan!! Hayır! Bu ayeti iki çeşit tefsir edebiliriz; fakat her ikisi de aynı anlamı ve­rir.

Birinci tefsiri şöyledir; "Yemin etmiyorum Doğula­rın ve Batıların Rabbine." "Yemin etmiyorum" sözü, in­sanın yemin etmek istediği zamanda kullanabildiği bir tabirdir. Fakat yine de "yemin etme" anlamını verir, ikinci tefsiri de şöyledir; yani "Hayır!" Yemin ederim Doğuların ve Batıların Rabbine."

Kur'an bazı ayetlerde; meşarik (Doğular) ve meğarip (Batılar) diye tabir ediyor. Meşarik ve meğarib, meşrik ve mağrib sözündendir. Meşarik ve meğarib de doğ­rudur. (Yani Doğular ve Batılar tabiri de doğru bir ta­birdir).

Dünyayı bir çeşit taksim ettiğimizde, örneğin; "Dünyanın doğusu - Dünyanın batısı" diye söylediğimiz­de, Doğu ve Batı sözü doğru bir anlam taşır. Fakat iyice dikkat ettiğimizde, dünyanın Doğuları ve Batıları oldu­ğunu görüyoruz.

Noktaların sayısına göre, güneşin Doğusu ve Batısı vardır, örneğin Tahran'da, o yer ki güneş doğuyor ve orası güneş doğduğunda ufuk olarak kabul ediliyor, orası muayyen bir noktadır.

Şayet ölçüsünü yerden hesap etsek, muayyen bir nokta olacaktır. Tahran'ın kendisi de başka bir yer için maşrık hesap edile­cektir, işte bu delille Doğular ve Batılar diyorlar.

Ayrıca âlemde tek bir güneşin olmadığını, nice gü­neşlerin, yerlerin ve yıldızların ve yıldızların da doğusu ve batısı bulunduğunu söylemişlerdir.

Demek ki "Doğuların ve Batıların Rabbine" sözünden maksat; "şu gözüken alemin ve hepimizin başımızın üzerinde, Doğusu ve Batısı bulunan her şeyin Rabbine yemin olsun" demektir.

"Biz, bu beyleri! Ortadan kaldırıp, aynı bu dünyada, onlardan daha iyisini getirmeye kadiriz." Bu söz, onla­rın; eğer biz gitsek, bizden başka hangi şahıslar cennete gidebilir, bizden daha iyileri de bulunabilir mi? Biz önce­lik almışız" diye hayal ettikleri düşüncelerine işarettir.

Şurada dikkat edilecek bir konu vardır, şöyle ki; "Bir vakit bir şeye, örneğin, çok nadir bulunan bir cinse, birçok fertler talip oluyorlar. Onlardan birisi öne çıkıp o cinsi satın alıyor, diğerleri ise "mesbuk" oluyorlar.

Yani cinsi almaya gittiklerinde, başkalarının, onlardan önce gelip o malı satın aldığını görüyorlar. Sonra onlar eli boş olarak geri dönüyorlar. Demek ki "mesbuk" olmak (geri­de kalmak) aciz ve güçsüz olmakla eşittir.

Başka bir deyişle; bir şahıs öne geçip alır ise, diğerlerinin "artık bu işi yapmaya güçleri kalmadı" anlamına geliyor. İşte bu nedenledir ki, "mesbukiyn"in hükmü, "güçsüzlük ve acizlikle" eşittir.

Burada, arz ettiğim tarafın konusunu kast ediyor; Yani, onlar (kendini beğenenler), dünyada onlardan baş­ka, daha üstün bir topluluğun mevcut olmasının mümkün olamayacağını hayal etmesinler.

Ve yine hayal etmesin­ler ki, onlar, beğenilmiş bir fıtrattan yaratılan ender ve özel topluluklardandırlar! Allah, onların aynısı gibi veya daha iyisini halk etmek isterse, güçsüz kalıp halk edemez!

Ne kadar iyi madde varsa, sanki beyler için tebdil edil­miş! "Ve ma nahnü bi mesbukiyn" "Hiç kimse bizden öne geçmemiş ki, biz aciz ve güçsüz olalım."


KÂFİRLERE VAAT EDİLEN CEHENNEM AZABI

42- Şu halde sen, kendilerine vaat edilen (azap) gün­lerine kavuşuncaya kadar onları bırak, dalıp-oynasınlar, oyalansınlar.

43- Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onlar dikili bir şeye yönelmişler gibidirler.

44- Gözleri "Korkudan ve dehşetten düşük", yüzle­rini de zillet sarıp kaplamış, işte bu, kendilerine vaat edilmekte (kıyamet ve azap) günüdür

Evet, bunlar bu şekilde bölük bölük sağdan ve sol­dan peygamberin etrafını tutup, halka oluşturmuşlardı. Bu şekilde de tamah etmişlerdi. Peygamber bunlara nasıl bir şekilde cevap vermeliydi?

Buyuruyor; "Bırak onları, onları bırak o hallerinde kalsınlar." Hangi halde? "Bırak, gittikleri şekilde aşağıya gitsinler. Bırak boğul­duktan şeyde kalsınlar. Dünyada sahip oldukları ve gö­nüllerini şad ettikleri oyuncaklarıyla baş başa kalsınlar."

Bu "fezerhum" kelimesinin anlamı şu değildir ki; "Ey Peygamber, sen onları hidayet etme teşebbüsüne geçme." Peygamberin işi hidayet etmektir.

(Onları kendi haline bırak kalsın) sözü şu manadadır ki; "Sen kendi gö­revini yap, geleceği onlara anlat. Vaat edildikleri o gün, iad olacaklar (yani cezalandırılacaklar). "Yuv'adu" yani (onlara o ceza) vaat edilmiştir.

Burada zahiren ("hüm" onlar "iad" yani cezalandırılacaklardır) sözü kastediliyor. Bırak, azaplarına yetişecekleri gün yetişsin ve onlar o azaba mülakat etsinler.

"Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onla* dikili bir şeye yönelmişler gibidirler."

"Nüsub" yollara dikilen işaretler idi. Eskiden, gü­nümüzde olan şu yollar ve caddeler yoktu, özellikle Ara­bistan'da, fazla git gel yapılan caddelerde, Hayvanların, katırların, atların ve develerin git gel izleri, bir yol izi meydana getirmişti.

Birisi bir yerden bir yere gitmek is­tediğinde veya çölden geçmek istediğinde, işaretler bıra­kıyorlardı, özellikle de Arabistan'da, yerin kumsal ve kaygan olması nedeniyle, yani ayak izlerinin baki kalma­masından dolayı, (çünkü bazı yerler kum idi ve derhal rüzgar esintisiyle yeri dolup kayboluyordu ve bazı yerler ise taşlık olduğundan iz bırakılmıyordu).

O dönemde "Nüsub" dikiyorlardı. Yani yolu göstermek için bir ta­kım işaretler dikiyorlardı. O işaretlere de, "Nüsub" di­yorlardı. O işaretler taştan duvar (çıkıntılı taş) şeklin­deydi. Yollara taş dikiyorlardı, yolun hangi tarafa oldu­ğunu göstermek içindi, öyle ki, yolcu baktığında nereye gideceğini ve ne kadar gideceğini anlıyordu.

Bir müddet böyle gittikten sonra, işareti bulmak için, çevresine te­laşlı bir şekilde bakmıyordu. Bir yerde gözleri taş işare­te takıldığında, hemen ona doğru koşuyordu. Bu taş işareti bulmak ve sonrada hızlı bir şekilde ona doğru koşmak bir misal olmuştu. "Sanki taş işareti bulmuştu da ona doğru koşuyor" misali gibi.

Kıyamette insanlar, gitmeleri gereken o yere doğru hızlıca gidecekler, koşacaklardır, aynen taş işaretlere doğru koşanlar gibi. Bir müddet arayıp sonra bulunca na­sıl da hızlıca koşuyorlar! Yani bu dünyada "Senin etrafı­nı bölük bölük sağından ve solundan saran kâfirler" su­ratla sana doğru koşuyorlar.

Fakat tamahlarından dolayı yararlanmak istiyorlar. "Keennehüm" Sen, şimdi o yo­lun işareti gibisin. Nasıl yolun işaretini gördüklerinde ona doğru koşuyorlarsa, bunlarda sana doğru şimdi hız­la koşuyorlar.

"Fema liyellezine keferu gibe leke muhtiin." Şimdi ki işareti bulmuşlar, bu işaretten, işaret ol­duğu için yararlanıp, sonrada yolu tutup gitmeleri gere­kirken, "bu şekilde gitsek olur mu?" diye soruyorlar. Bu ki olmaz, kıyamette de o makamlara doğru hızla koşa­caklar... Fakat o maksatlar (varılacak yerler), onları bir yere ulaştırmayacak ve orası çok kötü bir yerdir.

"Gözleri 'korkudan ve dehşetten düşük' yüzlerini de bir zillet sarıp kaplamış; işte bu, kendilerine vaade-dilmekte olan (kıyamet ve azab) gündür."

Oradaki farkları ile buradaki farkları şudur; Burada ümitlidirler, yüzleri de parlak ve çok sevinçli. Fakat ora­da, gerçek onlar için hissedilmiştir artık. Yüzlerini bir zillet sarıp kaplamış, özellikle de gözlerinde, ümitsiz ba­kışlar, ayrı bir bakıştır, İnsan, ümitsizlik içerisine düştü­ğünde, onun eseri tüm vücudunda belirtisini gösterir, özellikle de gözlerinde.

(Gözleri, korkudan ve dehşetten düşük) (Onları zillet sarıp kaplamıştır). Yani zillet ve aşağılık, vücutlarının tümünde belirmiştir. (İşte bu, kendilerine vaat edilmekte olan (kıyamet ve Azab) günüdür.) "iad" ceza, bu esasladır. Ya iman ve salih amel, veyahut ta böyle bir kötü gelecek.


DİPNOTLAR

(1)- "Nevafil" sözünden maksat, vacib olmayan sünnet ibadetlerdir. Farz bir bakıma nafilelerden önemli­dir. Çünkü farzlar vaciptirler. Anlaşıldığı gibi farzlar öyle bir derecede vuku bulmuşlar ki, beşerin onu yapması kaçınılmazdır.

Ve onun (farzın) milakı (asıl konumu) çok önemli olduğundan dolayı vacib had­dine varmıştır. Nafileler ise asıl konum itibariyle bu hadde değildirler. Fakat farzlarda olmayan bir şey nafilelerde vardır. O da şudur; fazlar vacib hükmün­de oldukları için, insan yerine getirmediği takdirde azab çekecektir. Bu açıdan yerine getirilmesi şarttır.

Fakat nafileler böyle değildirler. Yani yapılmadığı takdirde cezası yoktur. Cezası olmamasına rağmen insan o ameli işliyor. İşte bu nedenle nafilelerin da­ha üstün bir ehemmiyeti-değeri-vardır, örneğin (ikindi ve öğle namazı) gibi bedeni ibadetler, farz olduklarından ve ilahi bir teklif oluşlarından dolayı insan onları yerine getiriyor.

Fakat bunların nafile­leri insan üzerine vacib olmamasına rağmen, onu ye­rine getiriyor. İşte bu amel, insanın ibadete karşı özel ilgisinin ve ruhi letafetinin bir göstergesidir. (Zekat ve Humus) gibi mali ibadetlerde yine farz ol­duklarından dolayı insan onları veriyor, onların farz oluşu, önemlerinin nişanesidir, fakat insan infak ettiğinde, infak vacip bir amel olmamasına rağmen in­fak edildiğinde daha fazla bir değer taşımış olur.

Yüce Allah'tan fazilet ümit eden bir insan, sadece farzlarla iktifa etmemelidir. "Herhangi bir fazileti olmayan sen-nasıl Allahtan fazilet beklersin " Merhameti olmayana acınmayacaktır. Şayet bir insan vacip hükmünde olmayan (yani)verilmediği taktirde cezası bulunmayan bir parayı Müçtehid olan birine verirse, hayır ve hayrat hükmüyle ve hasene kıs­mından verirse , (ne güzel) , Şayet böyle bir işte bulunmazsa,Allahtan nasıl fazilet bekleyebilir?.

(2)- Şu hadise şöyle nakledilmiştir; Hz. Ali (a.s.) halife iken, Ehl-i Zimme'den birisi Ali (a.s.) ın zırhını çal­mıştı. Hz. Ali (a.s.) zırhını onun üzerinde gördüğün­de, o ehli zimme'ye; "ben halifeyim, güçlüyüm, zır­hımı çıkar, derhal bana ver" demiyor. Kanun yönün­den konuya giriyor, yani Kâdı'nın yanına gidiyor.

O dönem resmi mahkeme salonunda kurallar şöyley­di; "Kadı, her iki tarafında özelliklerini göz önüne al­maksızın ve aralarında herhangi bir ayrıcalık yaratmaksızın, iki tarafa da eşit olarak davranmalıydı." İkisi de Kadının karsısına çıktıklarında, kadı Hz. Ali (a.s.) a şöyle dedi, "Ya Ebul Hasan! Davalının yanın­da otur." Hz. Ali (a.s.) bu söze öfkelendi.

Kadı zan­netti ki, Ali (a.s.) öfkesi, kadının ona, "git davalının yanında otur" sözüne oldu. Bu nedenle Hz. Ali (a.s.)nin öfkesini görünce ona, "Ben İslâm'ın hükümlerini uyguluyorum, bana öfkelenemezsiniz" diye söyledi.

Hz. Ali (a.s.) kadıya, "Benim öfkem, o adamı ismiy­le, beni ise künyemle çağırmana olmuştur. Niçin ba­na "Ya Ebul Hasan" diye hitap edip, bana torpilli davranıyor, böylece de ayrıcalık yapıyorsunuz" de­di. İşte buna "Ehl-i Hak" derler. Bu, öyle bir insan­dır ki, "İmam"dır, önderdir ve örnek olmalıdır. Onun vücudunda olmayan şey "Ben"dir ve "Bencillik" tir. Vücudunda olan şey ise "Hak"tır.

(3)- Dini âlimler ve filozoflar inanıyorlar ki; beden nefis ve ruh için bir kafes misalidir. İnsan bu dünyada ol­duğu sürece, nefis bedenin ihtiyaçlarını teminle uğ­raşır. Bedenin en küçük işleri (kalbin, böbreğin vs. işleri) nefsin tedbiri altındadır.

Nefsin özelliği de şöyledir; "bir iş ile meşgul olduğu zaman, başka bir işten vazgeçer." Örneğin; "yemek yediğinizde mü­talaa etmeyiniz" diye söylüyorlar.

Bu sözden gaye şudur; "yemeği hazmetme gücü ki, zaten nefsin ken­disidir, yani hazm gücüyle meşguldür, bu nedenle di­ğer bir işi görmekten gafildir. Buna göre yemek ye­diğiniz zaman mütalaa etseniz, her ikisi de yarım ka­lacaktır.

(4)- (İslâm gelmeden evvel, Hıristiyanlığın yaygın olduğu o dönemde) Onlar (yani Hıristiyan papaz ve kardinalleri) cinsi şehvetin bizatihi kötü bir şey olduğunu düşünüyorlardı.

Bunun azlığı ile çokluğu arasında da bir farkın bulunmadığını iddia ediyorlardı. Bu ne­denle de bekârlığı evliliğe tercih ediyorlardı. Böyle­ce de evlenmenin her çeşidini günah sayıyorlardı.

Ama o günah ki, daha büyük günahı önlemekte iyi­dir. Onların mantıklarına göre; "güçlü ve iradesine sahip olan insanların evlenmemeleri gerekirdi" Bekâr olarak hayatlarını sürdürmelidirler.

Gerçekte büyükleri olan papa sınıfındakilerin arasından seçi­len büyüklerinin büyüğü KARDİNALLAR, hayat­larının sonuna kadar evlenmemeleri gerekirdi.

Çünkü Hıristiyanların yapmacık fikirleri açısından kesinlik­le böyle bir şeye bulaşmamaları lazım idi. Fakat halkın tümünün bekâr kalamayacağına göre evlen­medikleri taktirde daha büyük günahlarını göz önün­de tutarak bir tek kadınla evlenebileceklerdi.

(Bu bir kadınla evlenmelerindeki gaye ise, diğer kadınlarla ilişkide bulunmalarını önlemekti), işte Kuranı Ke­rim (Müslümanlar- mü'minler mahrem yerlerini koruyanlardır" derken, Hıristiyanlığın o yanlış in­ançları ile karışmasın diye derhal istisna etmiş "ancak eşleri ve maliki bulundukları cariyeleri" diye buyurmuş ve yanlış anlaşılmayı önlemiştir.
2