Kırk Hadis Şerhi-c:2

Kırk Hadis Şerhi-c:20%

Kırk Hadis Şerhi-c:2 Yazar:
Grup: HADİS MET'Nİ
Sayfalar: 0

Kırk Hadis Şerhi-c:2

Yazar: Ayetullah’il Uzma İmam Humeyni (ra)
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 829
İndir: 176

Açıklamalar:

Kırk Hadis Şerhi-c:2
  • Yirmibirinci Hadis ЮЬKЬR

  • Ayet-i Юerife'nin Эrfani Yorumu

  • Юьkrьn Hakikati Beyanэnda

  • Юьkrьn Keyfiyeti

  • Юьkrьn Nakillerde Yeralan Fazileti Beyanэnda

  • Yirmiikinci Hadis ЦLЬMDEN HOЮLANMAMAK

  • Yirmiьзьncь Hadis ЭLЭM TALЭBLERЭ

  • ILIM TALОBLERО

  • Yirmidцrdьncь Hadis ЭLMЭN KISIMLARI

  • Yirmibeюinci Hadis ЮEK VE VESVESE

  • ЮEK VE VESVESE

  • Yirmialtэncэ Hadis ЭLMЭN FAZЭLETЭ

  • Meleklerin Ьim Talihlerine Kanatlarэnэ Gerdiрi Beyanэnda

  • Yer ve Gцkteki Her Юeyin Эlim Talibi iзin Yarlэgan-ma Dilediрi Beyanэnda

  • Ulemanэn Peygamber'in Varisi Olduрu Beyanэnda

  • Yirmiyedinci Hadis ЭBADET VE KALB HUZURU

  • ЭBADET VE KALB HUZURU

  • Эbadet Эзin Feragatin Kalb zenginliрine Sebep Ol­duрu Beyanэnda

  • Yirmisekizinci Hadis LЭKAULLAH (ALLAH'LA GЦRЬЮME)

  • Эnsan Цlьrken Gayb Halinden Bazэlarэnэn Эnsan Эзin Keюfedildiрi Beyanэnda.

  • Allah'эn Hubb ve Buрzэmun Manasэ

  • Yirmidokuzuncu Hadis RASULULLAH (S)'ЭN EMЭRE'L-MЬ'MЭNЭNE(A)VASЭYETЭ

  • Yalanэn Fesatlarэnэn Beyanэnda

  • RASULULLAH (S)'ОN EMЭRE'L-MЬ'MЭNОN'E (S) VASЭYETЭ

  • Hiyanetin Fesatlarэ ve Emanetin Hakikati Beyanэnda

  • Aksi taktirde uymadan sэrf юii olduрunu iddia etmekle insan юii olamaz.

  • Allah-u Teala'dan Korkunun Beyanэnda

  • Allah-u Teala'nэn Huzurunun Hэfzэ Hususunda Эnsanlarэn Эhttilafэnэn Beyanэnda

  • Aрlamanэn Fazileti Beyanэnda

  • Nafilelerin Sayэsэ Beyanэnda

  • Baюka Bir Nьktenin Beyanэnda

  • Salat-э Vusta Beyanэnda

  • Эbadetin Genзleri Etkilediрi Beyanэnda

  • Kэraatte Эhlas Beyanэnda

  • Namazda Eli Kaldэrmanэn ve Sonra da Ters Зevirmenin Beyanэnda

  • Юeytanэn Hilelerinin Birinin Beyanэna

  • Mukaddime:Kalbi Islah Etmeye Teюvik Beyanэnda

  • Mь'minin Kalbinin Nuranэ Olduрu Beyanэnda

  • Otuzbirinci Hadis ALLAH, RASULЬ VE ЭMAMLARIN HAKЭKATЭ BЭLЭNEMEZ

  • ALLAH RASULU VE ЭMAMLARIN HAKЭKATЭ BЭLЭNEMEZ

  • Sэfat ve Эsimlerinin Hakikatinin Bilinemeyeceрi Beyanэnda

  • Emrin Resulullah'a Tefviz Edilmesinin Beyanэnda

  • Tefvizin Manasэna Эcmali Bir Эюaret

  • Эmanэn tavsif edilemeyeceрi beyanэnda

  • Otuzikinci Hadis YAKЭN

  • Эnsanlarэn Эki Kэsэm Olduрu Beyanэnda

  • Otuzьзьncь Hadis VELAYET VE AMELLER

  • Radis-i юerifte dille ikrar ve amelin imanэn erkanэndan

  • Otuzdцrdьncь Hadis MЬMЭNLERЭN ALLAH ЭNDЭNDEKЭ MAKAMI

  • Эrfanэ Tevcih Beyanэnda

  • Nebilerin Nьbьvvetteki Эhtilafэnэn Sэrrэ Beyanэnda

  • Muhakkik Tusi'nin Kelamэnэn Naklinde

  • Otuzbeюinci Hadis HAKKIN ЭSЭMLERЭNЭN MARЭFETЭ ЭLE CEBЭR VE TEFVЭZ MESELESЭ

  • Otuzaltэncэ Hadis HAKKIN SIFATLARI

  • Nakil ve Tahkik

  • Allah Teala'mn Sэfatlarэnэn Zatэyla Ayniyetinin Tahkikinde

  • Allah'эn Basir ve Semi Olduрu Beyanmnda

  • Otuzyedinci Hadis ALLLAH (CC)TJ, RASULЬ VE ULULEMRЭ TANIMA

  • Otuzsekizinci Hadis ADEMЭN, ALLAH'IN SURETЭNDE YARATILIЮI

  • Otuzdokuzuncu Hadis HAYIR VE ЮER

  • Allah'эn Hayэr ve Юerri Kullarэ Eliyle Cari Kэldэрэ Beyanэnda

  • Kэrkэncэ Hadis ЭHLAS SURESЭ ЭLE HADЭD SURESЭNЭN ЭLK AYETLERЭNЭN TEFSЭRЭ

  • Bismillah'a Эюaret Makamэnda

  • Hadid Suresinin Эlk Altэ Ayetinin Kэsa Tefsiri

  • HATЭME

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 829 / İndir: 176
Boyut Boyut Boyut
Kırk Hadis Şerhi-c:2

Kırk Hadis Şerhi-c:2

Yazar:
Türkçe
Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2

Ayetullah’il Uzma İmam Humeyni (ra)

Orjinal Adı: ÇEHEL HADİS

Çeviri: Kadri Çelik

MÜTERCİMİN ÖNSÖZÜ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

İrfan, felsefe ve mantık ilimleri, aklî ilimlerden olup, bir­çok zorlukları, anlaşılmazlıklan ve tabiatıyla da karışıklıkla­rı içermektedir. Aslında bütün akli ilimlerde bu problem var­dır.

Ama tabii ve nakli ilimlerde birtakım zorluklar varsa da dikkat edildiğinde bu zorlukların da o ilimlerin akli cihetin­den kaynaklandığı görülecektir. Zaten aklî ilimlerdeki bu ka­rışıklıktandır ki birçokları kınanmış, yersiz yere tekfir edil­miş ve dışlanmıştır.

Ama dikkuu edilecek olursa bu suçlama­lar tabii ve nakli ilimlerde o kadar görülmemiştir. Örneğin, Hallac-ı Mansur, Beyazid-i Bestami, Muhyiddin-i Arabi vb. birçok arifler ile İbn-i Sina, Molla Sadra, Şeyh,-i İşraki vb. fi­lozoflar tekfir edilirken şeyh Müfid Şeyh Seduk ve Şeyh Tusi gibi fakihler aynı saldırılara maruz kalmamıştır.

Eğer bazı fakihlere de şiddetle saldınlmışsa dikkat edildiğinde onların akli cihetleri sebebiyle suçlandığı görülür. Elbette ki bu fark akli ilimler ile nakli ilimler arasındaki farktan kaynaklan­maktadır.

İnsan da akli hususlarda nakli hususlara oranla daha fazla hata etmektedir. Özellikle de Kur'an ve Ehl-i Beytin kılavuzluğundan nasibini alamamış akıl, sayısız ha­talara duçar olmuş ve de olacaktır.

Akıl ilahi nurla nurlandığı takdirde Allah'ın derunî elçisi sayılır ve insanın saadetine vesile olur. Ama ilahi nurla nur-lanmayan bir akıl şehvet ve nefsani isteklere mağlub düşer, dolayısıyla da insanın şekavet ve dalaletine sebep olur.

O halde aklî iilimlerde insanın mutlak bir şekilde tezkiye olmuş olması gerekir ki bu nuraniyet sayesinde tabii ilimle­rin keşfedemediği birçok manevi gerçekleri keşfedebilsin. Özellikle de ilahi öğretiler hususunda irfan ve ilahi felsefe dallarında insanın tezkiyesi çok önemli bir ön şarttır.

Dünya­da özellikle de akli alanda ortaya çıkan birçok sapık akımlar da şüphesiz ki bu ilahi nurdan ve tezkiyeden nasibini alama­yan insanlarca ortaya çıkmıştır. Dünyadaki tüm sapık ekol­lerin mucidleri işbu tezkiye edilmemiş alimler ve bilginler arasından çıkmıştır.

0 halde irfan ve felsefe ilimlerinde ilk temel şart nefis tezkiyesidir. Ayrıca hadd-i zatında hicab olmasına rağmen insan bu ilimleri okumalıdır. Bugün Türkiye'de mevcut felse,-fi kitapların hiç birisi felsefe ilmi değildir.

Hepsi felsefe tari­hi ile ilgilidir. Dolayısıyla her müslümanın bu ilmi tahsil için felsefe ilmini öğreten kitaplara başvurması ve okuması gere­kir.

Örneğin Allame Tabatabai'nin Bidayetu'l-Hikmet, Niha-yetu'l-Hikmet kitapları ile Molla Sebzevari'nin Şerh-i Man-zume'sini, İbn Sina'nın işarat ve İlahiyat-i Şifa'sım ve Molla Sadra'nıh Esfar-ı Erbaa kitabını okumalıdır. Hakeza bu söy­lenenler irfan ilmi içinde geçerlidir. İnsan bu ilimleri bizzat okumadıktan sonra asla o ilimlerle ilgili kitapları tümüyle anlayamaz.

Bu mesele diğer bazı tabii ilimlerde de böyledir. Örneğin Fizik kimya hendese geometri vb. ilimleri ders olarak oku­mayan bir insan bu hususta yazılan tahlili kitapları tümüyle kavrayamaz.

İmam Humeyni (RA)'in birçok kitabı da felsefi ve irfani meseleleri ihtiva ettiğinden bu sorunla karşı karşıyadır.Do-layısıyla insanın İmam'ın bu ilmi kitaplarını okuması ve kav­raması için mezkur ilimleri okuması gereklidir. Bu ilimler okunmadıkça bu ilimlerin neticesi olan kitaplar da anlaşıla-

maz ve insan gel gör ki bir kitabı okuyup anlamayınca da he­men yazarını ya da mütercimini suçlamaya kalkar. Dolayı­sıyla görüyoruz ki hiçbir irfani ve felsefi bilgisi olmayanlar ya Muhyiddin-i Arabi gibilerini ya da onların mütercimlerini yanlışlıklarla suçlar.

Halbuki insanın bu cehl-i mürekkepten kurtulması ve sonra da gerekli ilimleri tahsil etmesi gerekir. Hayatı boyunca bir tek mektup veya makale bile yazmamış veya yazamayan insanlar kalkıp da bu hususta en ağır ilmi kitapları yazarlarını veya mütericmlerini suçladığı, görül­müş bir gerçektir. Halbuki insan ilk önce kendi kusurlarıyla meşgulolmalı, kendi ayıplarını görmelidir.

İmam'ın "Kırk Hadis Şerhi" de irfani ve felsefi bir kitap olup birçok zor mana ve tabirleri ihtiva etmektedir. Özellikle de ikinci cildinin tercümesinde birçok zorluklarla karşılaş­tım.

Zaten aradan bunca zaman geçmesine rağmen tercüme edilememesi de bu zorluklar sebebiyle olsa gerek. Ama yine de hatasız bir tercüme ettim demiyorum. Elimden geldiğince metne sadık kalmaya çalıştım. Dolayısıyla da uyduruk keli­meler kullanmaktan mümkün mertebe kaçındım. Zaten "cev­her" nedir bilmeyen bir insan için Türkçe karşılığı olan "töz" kelimesi de bir anlam ifade etmez. .

Dolayısıyla bu kitap bir ders kitabı olmalıdır ve birbilenin yanında okunmalıdır ki hakkıyla istifade edilebilsin. Aksi takdirde kitabın şanına layık bir faydalanma sözkonusu ol­maz. Özellikle de son yedi hadisin şerhi okunurken çok dik­katle okunmalı ve bir bilenin hizmetinde tedris edilmelidir.

Allah'ım sen şahitsin ki bizler velilerinden biri olan İmamın bu dpğerli eserini sadece senin rızan ve müslüman-ların istifadesi için tercüme ettik. Dolayısıyla bizlerden bu naçiz hizmeti kabul buyur ve tüm müslümanlara faydalı kıl.

Kadri ÇELİK



Yirmibirinci Hadis ŞÜKÜR

"Ebu Basir İmam Bakır (as)'m şöyle buyurduğunu naklet­mektedir: "Bir gece RasuluUah (sav) Aişe'nin yanında idi. Aişe 'Ya Rasulallah, niçin nefsini zorluğa salıyorsun? Hal­buki Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını affetmiş-tir." deyince RasuluUah (sav) şöyle buyurdu: "Ey Aişe, niçin şakir bir kul olmayayım ki?"

İmam Bakır (as) daha sonra şöyle buyurdu: RasuluUah ayak parmakları üzerinde durduğu bir esnada Allah Teala şu ayeti indirdi:

"Tâ, Hâ Biz sana bu Kuranı güçlük çekmen için indir­medik." (Kafi, C. 2., s. 95. Kitabu'1-İman ve'1-Kufr. Şükür babı, 6. hadis.) ŞERH

KIRK HADİS ŞERHİ

"Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını affetmiş-tir" ibaresi Fetih süresindeki şu ayete işarettir: "Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyleki Allah senin geçmiş ve ge­lecek her günahını bağışlasın." (Fetih Suresi, 1-2)

Bil ki alimler (rıdvanullahi aleyhim) ayet hakkında birta­kım açıklamalar yapmışlar ki Nebiyy-i Ekrem'in ismet ma-kamıyla çelişmesin. Biz Allame Meclisi'nin naklettiği gibi ba­zılarını ele alacağız ve daha sonra da marifet ehlinin kendi görüşleri doğrultusunda beyan ettikleri şeyleri icmalen zik­redeceğiz.

Merhum Meclisi şöyle diyor: "Şia alimleri bu ayetin tevi­li hakkında çeşitli şeyler söylemişlerdir. Bunlardan biri şu­dur ki, günahtan maksad ümmetin günahıdır.

Ümmet de Rasulullah'ın şefaatıyla bağışlanacaktır. Günahın Rasulul-lah'a isnadı ise Hazret ile ümmet arasındaki ilinti ve bağ se­bebiyledir. Bu ihtimalin delili ise Mufazzal b. Ömer'in İmam Sadık (as)'dan naklettiği şu rivayettir:

"Adamın birisi imama bu ayeti sorunca imam şöyle bu­yurdu: Allah'a andolsun ki onun hiçbir günahı yoktur. Allah ona Ali'nin taraftarlarının geçmiş ve gelecek tüm günahları­nı bağışlayacağını va'detmiştir."Ömer b.Yezid de İmam Sadık (as)'dan şöyle nakletmiştir:"Onun hiçbir günahı yoktur. Asla günah işlemeye yelten-medi.

Ama Allah taraftarlarının günahını ona atfetti ve son­ra da onun için günahlarını affetti."Yazar diyor ki bu açıklamanın irfan ilminde de güzel bir tutarlılığı vardır ki icmalen işaret etmenin faydası vardır.

Bilmek gerekir ki yerinde isbat edildiği gibi kamil insanın "ayn-i sabit"i (özdeği, misdakı, mazharı, dış alemdeki varlı­ğı) isim imamlarının imamı olan ism-i azamın yani Al­lah'ın mazharıdır.Diğer varlıkların özdeği ise ilim ve özdek alemde kamil insanın özdeğinin gölgesinde mukarrar ve özdek ile tahak­kuk aleminde mevcud durumundadır.

O halde vücud dairesi­nin tüm özdekleri kamil insanın özdeğinin, özdek alemdeki mazharıdır. Diğer tüm varlıklar onun cemal ve celalinin zu­hur alemindeki mazharlarıdır. O halde alemde vücuda gelen her eksiklik ve mazharlarda görülen her günah ister tekvini olsun ister teşrii günah, zahir ve mazhar hükmünce gerçek­ten (mecazen değil) zahire mensubdur.

"Sana isabet eden her şey nefsindendir denilmişse de "De­ki: Hepsi Allah indindedir." ayeti de vardır. (Nisa, 81)Birçok rivayetler de buna işaret etmektedir.

Nitekim şöy­le buyruîmuştur:"Biz yaratılışın ilki ve sonuyuz." Hakeza: Adem ve gayrisi haşir günü benim bayrağım altında olacaklardır." (Bihar c. 16. s. 402)Hakeza "Allah'ın ilk yarattığı şey ruhumdur (veya nu-rumdur).Hakeza: "Biz Allah'ı teşbih ettik daha sonra da melekler teşbih etti.

Biz Allah'ı kutsadık daha sonra da melekler kut-sadı." (Uyun-u Ahbar-i Rıza, c. 1. s. 263)"Biz olmasaydık Allah bilinmezdi." Hakeza, "sen olmasaydın ben alemleri yaratmazdım." Hakeza, "bizler Allah'ın vechi (yüzü)yiz."Bir hadiste yeraldığı üzere Rasulullah (sav) bir ağacın koli kü konumundadır.

Hidayet imamları (as) ise bu ağacın dal­larıdır. Taraftarları ise bu ağacın yapraklarıdır. Tertemiz ağacın meyvesi ise mazharlar üzerinde velayet hakkıdır. Do­layısıyla bir mazharda herhangi bir noksanlık vaki oldu mu mezkur tertemiz ağaçta da bir noksanlık vaki olur. O halde tüm mevcudatın günahları mutlak velinin (Rasulullah.

Çev) günahı sayılır. Allah Teala, tam rahmetiyle ve kapsamlı mağfiretiyle Rasulullah (sav)'e merhamette bulunmuş ve "gelmiş geçmiş tüm günahlarını tam bir mağfiretle bağışla­mıştır. "Senin şefaatinle tüm vücud alemi kamil saadete ere­cektir" diye buyurmuştur.

"Şefaat edenlerin en sonuncusu, merhamet edenlerin en merhametliyidir."

Bir görüşe göre şu ayet-i kerime de buna delalet etmekte­dir:

"Elbette Rcbbim sana verecek, böylece sen hoşnut kala­caksın." (Duna 5; Ki bu ayet Kur'an'da en ümit verici ayet­tir. Bu görüşe göre geçmiş günahlar geçmiş ümmetlerin gü­nahı da olabilir; zira tüm ümmetler bu mukaddes zatın üm­metidir ve nebilerin tüm davetleri son şeriata ve mutlak veli­nin mazharlarına yapılan davettir.

Dolayısıyla da Adem ve gayrisi ise bu velayet ağacının yapraklarıdır. ikinci açıklama ise Seyyid Murtaza (radiyallahu anh)'in açıklamasıdır ki bu hadisteki zenb (günah) kelimesi masdar-dır.

Dolayısıyla fail veya mef ula izafe olması caizdir. Burada ise mef ula izafe olmuştur. Günahtan maksat ise Mekkeli müşriklerin peygamberi Mekke'ye girmekten alıkoymaları ve Mescidu'l-Haram'a girmesine engel olmalarıdır. Bu tevil üzere mağfiretin manası ise müşriklerin hükümlerini nes-hetmesidir.

Yani Allah bunu fetih esnasında izale edecek ve setredecektir. Bu lekeyi Mekke'nin fethiyle örtecektir.O hal­de şu anda Mekke'ye girmen erkendir. Bu yüzden de bunu ci­hadın mükafatı ve fetih olarak değerlendiriyorlar.

Seyyid (radiallahu anh) buyurmaktadır ki, eğer maksad günahları mağfiret olsaydı ayet için makul (anlakalır) bir mana edilemezdi. Zira günahları affetmenin fetih ile hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla onun garaz ve faydası da olamaz. Ama geçmiş ve gelecek günahlardan maksadın müşriklerin eskiden Rasulullah'a ve müslümanlara reva gördükleri çir­kin fiiller olmasının hiçbir mahzuru yoktur.

Üçüncü açıklama da şudur ki "eğer geçmiş ve gelecekte herhangi bir günahın olursa ben o günahım bağışladım". Ama bilindiği gibi kuşullu önerme (kaziye-i şartiye) sıdk ve iki tarafın (konu ve yüklemin) gerçekleşmiş olmasını gerek­tirmez. (Yani "eğer günahın olursa bağışlarım" cümlesi mu­hatabın illa da bir günahının olmasını gerektirmez, müt.)

Dördüncü açıklama ise şudur ki günahtan maksat müste-habları terketmektir. Zira Rasulullah farzları hiç terketme-miştir. RasuluUah'm makamı yüce olduğundan başkaları için günah olmayan şeyler onun için pekala günah olabilir.

Beşinci açıklama da şudur ki bu ayet Rasulullah'ı tazim etmek için nazil olmuştur. Dolayısıyla da hüsn-i hitab maka-mmdadır. "Allah seni affetsin." demeye benzer.

Meclisi şöyle naklediyor: Ali b. Muhammed b. el-Cehm şöyle diyor: "Me'mun un yanına vardığımda İmam Rıza (as)'ın da orada olduğunu gördüm. Me'mun İmam'a şöyle dedi:

"Ey Ibn-i Rasulullah (sav) acaba sen tüm peygamberlerin masum olduğunu söylemiyor musun? İmam "Evet" diye bu­yurdu. Me'mun da o zaman sözkonusu ayeti sordu, imam şöyle buyurdu: "Müşrikler nezdinde Rasulullah'tan daha gü­nahkar kimse yoktu. Zira müşrikler üçyüz altmış puta tapı­yordu.

Rasulullah gelince onları ihlas kelimesine davet etti­ğinde bu onlara ağır geldi ve dediler ki: Acaba ilahlarımızı bir tek ilah mı yaptın? Bu gerçekten ilginç birşey." Allah Tea-la Rasulullah'a Mekke'nin fethini nasib edince de ona şöyle buyurdu: Allah senin müşrikler nezdinde günah sayılan tev­hide davet suçunu bağışladı."

Böylece Mekke müşriklerinden bazısı iman etti bazısı da Mekke'den ayrıldılar. Mekke'de kalanlar da açıkça tevhidi inkar gücüne sahip değildi. Rasulullah onları davet edince de onlara galebe çalmakla müşrikler nezdindeki günahları bağışlanmış oldu." Bu sözler karşısında Me'mun da "Ne de güzel dedin Ey Ebu'l-Hasan" dedi. (Bihar, C 17. s 89.

Yazar diyor ki, bu açıklama mezkur ayet hakkında yapı­lan altıncı açıklamadır. Özetle şu ki ayette geçen günahtan maksat Rasulullah'in müşriklere göre günah sayılan fiilleri­dir.



Ayet-i Şerife'nin İrfani Yorumu

Bil ki irfan ehli ve kalb ashabı kimselerin de mezkur ayet hakkında bir açıklaması vardır. O halde ilk önce onlar nez­dinde mütedavil olan "üç fethi" zikretmek gerekir.

Onlar nezdinde fetih, kapıları kapalı olduktan sonra Allah tarafın­dan mükaşefe; ilimler ve marifet kapılarının açılmasıdır. İn­san nefsin karanlık beytinde kaldığı ve nefsanî ilgilere esir olduğu müddetçe tüm marifet ve mükaşefe kapıları yüzüne kapalı durur .Ama riyazet gücü ve hidayet nuruyla bu karan-

lık beytten çıkınca ve nefsin menzillerini katedince kalp ka­pısını fetheder ve kalbinde marifetler zuhur eder. Dolayısıy­la da "kalb" makamına erer. Bu fethe "Feth-i Karib" (Yakın fetih) diyorlar. Zira bu fetihlerin ilki ve en yakın olanıdır. Allah Teala'nın şu ayeti de buna işarettir diyorlar:

"Allah'tan yardım ve zafer (nusret ve yakın bir fetih.)" (Saf, 13)

Elbette bu ve diğer fetihler Allah'ın yardımı, hidayet nu­ru ve o mukaddes zatın (Rasulullah'ın) cezbesiyle gerçekle­şir. Salik, kalb aleminde olduğu müddetçe ve kalbi tecellilere mahkum kaldığı sürece isim ve sıfat kapıları yüzüne kapalı durur.

İsmi (Adsal) ve fiilî (edimsel) tecelliler sayesinde kalp ale­minin tecellileri fani olur ve bu tecelliler kalbin sıfat ve ke­mallerini fani kılınca feth-i mubin gerçekleşir.

Böylece ilim ve sıfatlar babı yüzüne açılır önceki nefsi adetler ile sonraki kalbi tecelliler fani olur. Dolayısıyla da isimlerin gaffariyet ve settariyeti altında bağışlanmış olur. Bu fethe işaret eden ayetin de şu ayet olduğunu söylüyorlar.

"Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyle ki Allah senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın." (Fetih, 1-2)

Yani biz esma ve sıfatlar aleminin apaçık fethini sana verdik ki, ilahi isimlerin gaffariyeti altında önceki nefsi ile sonraki kalbi günahların bağışlansın. Bu fetih de velayet ka­pısının fethidir.

Salik, ismi ve sıfatı kesret hicabında kaldığı müddetçe zatî tecelli kapılan yüzüne kapalı durur. Ama Zatî- ahadi te­cellilere mazhar olur .Tüm yaratışsal ve emri adetleri fani kı­lar ve bu kulu ayn-i cem (fena müt.) deryasına boğarsa o za-

man da "mutlak fetih" gerçekleşir. Ve "mutlak günah" bağış­lanır. Ahadi tecelli sayesinde tüm günahların mebdei olan günahlar gizli kalır.

"Senin vücudun, hiç bir günahla mukayese edilmez bir günahtır."

Allah Teala'nın şu sözünün de buna işaret ettiğini söylü­yorlar:

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman." (Nasr, 1)

O halde Feth-i karib sayesinde kalbi marifet kapıları açı­lır ve nefsi günahlar bağışlanır. "Feth-i mübin" sayesinde ve­layet kapıları ve ilahi tecelliler açılır ve geriye kalan önceki nefsi günahlar ile sonraki kalbi günahlar bağışlanır. "Mut­lak fetih" sayesinde de ahadi-zatî tecelliler fethedilir ve mut-lak-zati günahlar bağışlanır.

Bilmek gerekir ki feth-i karib ve feth-i mübin evliya enbi­ya ve marifet ehline oranla genellik arzeder. Ama "mutlak fetih" Rasulullah'a özgü bir makamdır ve başkası için hasıl olsa da onun şefaatiyle hasıl olur.

Hakeza bilmek gerekir ki, günahların da dereceleri vardır ve bazı günahlar, iyi insanların iyilikleri sayılırken, bazıları halis insanlar için günah sayılır. Nitekim Rasulullah'm da şöyle buyurduğunu söylüyorlar:

"Kalbim bulanıyor ve şüphesiz ki ben günde yetmiş defa Allah'tan yarlıganma diliyorum."

Bu bulanıklık kesrete teveccühten de olabilir. Ama he­men gelip geçici bir şey olduğu anlaşılıyor. Rivayetlerde de yer aldığına göre Rasulullah bir meclisten ayrılınca yirmibeş defa tövbe ederdi.

Bu rivayetten de anlaşıldığı üzere istiğfar, sadece ismete avkın olan günahlara özgü birşey değildir. Dolayısıyla mağfiret ve günah sadece halk dilinde mütedavil olan birşey de­ğildir. O halde bu ayet-i şerifenin manevi makamlarla hiç bir çelişkisi yoktur. Aksine onları tekid etmektedir. Zira manevi sülukun aşamalarını katetmenin ve insanî kemallerin doru­ğuna ulaşmanın gereği, makam ve derecelerin gereği olan günahların bağışlanmış olmasıdır.

Zira bu alemde var olan her varlık, mülki ve cismanî-maddi alemin çocuğudur. Aynı zamanda mülkî, hayvanî, beşeri ve insani tüm özelliklere sa­hiptir.

Ama bazısı bilkuvve, bazısı ise bilfiildir.Bu alemden başka bir aleme, oradan da "mutlak kurb" (yakınlık) maka­mına göçmek isterseniz bu aşamaları katetmeli orta aşama­dan geçmelisiniz. Ulaştığınız her aşamada da önceki aşa­manın günahları bağışlanmış olacaktır. Sonunda ise ahadi-zatî tecelliler sayesinde tüm günahlarınız bağışlanır.

Böylece tüm günahların menşei olan vücudî günah da ahadî kibriya-mn sayesinde gizli kalır. Bu da varlığın ulaşabileceği en son kemal derecesidir.Bu makamda tam fena ve ölüm makamına erilir. Nitekim fetih suresi nazil olunca Rasulullah (sav) "Bu sure benim ölümümü haber vermektedir" demiştir. (Yine de en iyisini Allah bilir.)


Şükrün Hakikati Beyanında

Bil ki şükür, velinimeti takdir etmekten ibarettir. Bu tak­dirin etkileri kalb, dil ve amelde ayrı ayrı bir şekilde tecelli eder.Ama kalpte huzu, huşu, muhabbet, haşyet vb. etkileri vardır.

Dilde ise sena, medh ve hamd gibi eserleri vardır. Or­ganlarda ise itaat ve bu organların velinimetin rızası doğrul­tusunda kullanılması gibi etkileri vardır. Rağıb-ı İsfahani ise

şükrün, nimetin tasavvuru ile izharı olduğunu söylüyor. Ba­zıları da "keşr" fiilinin maklubu (değiştirilmişi) olduğunu ve "keşf' manasına geldiğini söylemişlerdir. Şükrün zıddı ise küfürdür.

Küfür ise nimeti unutmak ve gizlemektir. Şekur hayvan ise şişmanlığıyla sahibinin nimetlerini izhar eden hayvana derler. Bunun aslı ise "aynun şekra" yani "dolu" manasınadır. Dolayısıyla şükür; velinimetini zikretmekle do­lu olan demektir.

Şükür ise üç kısımdır. Birincisi kalbi şükürdür ki nimeti tasavvur etmek demektir. İkincisi dil ile şükürdür ki velini­meti övmektir, üçüncüsü diğer organlarla yapılan şükürdür ki o da istihkakı oranında nimetlerin mükafatıdır, karşılığı­dır."

Arif, Muhakkik Hace Ensarî şöyle diyor: "Şükür nimeti tanımak için var olan bir isimdir. Zira şükür velinimeti tanı­ma yoludur."

Şarih-i Muhakkik ise şöyle diyor: "Nimetin velinimetten olduğunu tasavvur etmek ve onun nimeti olduğunu bilmek şükrün ta kendisidir. Nitekim rivayet edildiği üzere Davud (as) şöyle buyurmuştur: Ey Allah'ım sana nasıl şükredeyim ki? Zira şükür de ayrı bir nimettir ve o da bir şükür gerekti­rir.

Allah Teala ona şöyle vahyetti: "Ey Davud, nimetlerin benden olduğunu bildiğin takdirde bana şükretmişsin demektir. "

Yazar diyor ki, bu muhakkiklerin zikrettiği manalar mü­samahadır. Zira şükür, kalbin marifeti, dilin izharı ve organ­ların amel etmesidir.Yani, nefsanî bir haletten ibarettir ki bu halet de velinimeti ve nimeti bilmek ile nimetin velini­metten olduğunu anlamaktır. Bu haletin semeresi ise, kalbi


ve kalıbı (organik) amellerdir. Nitekim bazı muhakkikler de bu manaya işaret etmişlerdir. Ama bu da aslında bir müsa­mahadan başka birşey değildir. Şöyle buyurulmuştur: "Bil ki şükür nimete söz fiil ve niyet ile karşılık vermektir. Bunun da üç rüknü vardır.

Birincisi velinimeti ve ona layık sıfatları bilmektir.Ama bu da yani nimeti bilmek de bir nimettir ve bu bilme sadece tüm gizli-açık nimetlerin Allah'tan olduğunu ve gerçek veli­nimetin Allah olduğunu ayrıca var olan tüm aracıların da Al­lah'ın emrine müsahhar olduğunu bildikten sonra kemale erer.

İkincisi ise bu marifetin haletidir. Mezkur halet ise nimet sebebiyle huzu, huşu ve sevinç haletidir. Zira bu Allah'ın sa­na inayetini gösteren bir hediyedir. Bunun alameti ise Al­lah'a yakınlaşmana sebep olan şeyler dışında hiç bir şeye se-vinmemendir.

Üçüncüsü bu haletin semeresi olan bir ameldir. Zira bu halet kalpte vücuda gelince, Allah'a yakınlaşmaya sebep olan amel için kalpte bir neşat oluşur. Bu ise kalb, dil ve di­ğer organlara ait olan ameldir.

Kalbin ameli, velinimeti, temcid, tahmid ve tazim etmeyi kastetmek, sanat, fiiller ve lütfünün eserleri üzerinde tefekkür etmek ve tüm kullarına hayır ve ihsanda bulunmayı kastetmektir. Ama dilin ameli tahmid temcid, teşbih ve tahlili izhar etmesi, iyiliği emret­mesi, kötülükten sakındırması vb. şeylerdir.

Ama dış organ­ların ameli ise zahir ve batın nimetlerini Allah'ın itaat ve ibadetinde kullanmak ve günahlardan sakınmakta onlardan yardım almaktır. Örneğin gözleriyle Allah'ın yaratıklarını incelemek, Kur'an okumak, enbiyadan ve evsiyadan menkul ilimleri öğrenmektedir. Hakeza diğer organların durumu da aynıdır.


Şükrün Keyfiyeti

Bil ki Allah'ın zahiri ve batınî nimetlerinin şükrünü eda etmek ubudiyet ve kulluğun bir gereğidir. Herkes gücü ora­nında bunu yerine getirmeye çalışmalıdır. Gerçi hiçbir kul Allah'a hakkıyla şükredemez. Şükrün nihayeti ise hakkıyla şükredemeyeceğini bilmektir. Nitekim, kulluk ve ubudiyetin son derecesi de kulluktan aciz olduğunu bilmektir.

Bu yüz­den Rasulullah (sav) da acziyetini itiraf etmiştir.Halbuki kullardan hiçbirisi o mukaddes zat gibi, şükür ve ubudiyette bulunamaz. Zira şükrün noksanlık veya kemali nimet ve ve­linimet hususundaki bilginin, noksanlık ve kemaline tabidir. Bu yüzden hiç kimse hakkıyla şükredemez.

Kul sadece Allah ile yaratıkları arasındaki ilişkiyi Allah'ın rahmetinin ilk ya­ratılıştan sona dek yayıldığını, nimetlerin birbiriyle olan irti­batını, vücudun ilk ve sonunu bildiği takdirde şekur olabilir. Bunun marifeti ise en eşref ve efdali Rasulullah olan muhles veliler için dahi sözkonusu olamaz.Diğer kullar ise bunun bazı mertebelerinden hatta en çok ve en büyük mertebesin­den gaflet içerisindedirler.

Kulun kalbinde Hakkın uluhiyet-te seyrinin hakikati tecelli etmedikçe ve "vücutta Allah'tan başka bir müessir yoktur" hakikatine iman etmedikçe ve kal­binde şek ve şirk bulanıklığı olduğu müddetçe hakkıyla şük­redemez.

Sebeplere teveccüh eden varlıkların bağımsız tesi­rine inanan ve nimetin velinimetten olduğundan gaflet eden bir insan, Allah Teala'ya küfranı nimette bulunmuştur. Bir­takım putlar yapmış ve bunların tesiri olduğuna inanmıştır.

Bu yüzden de bazen amelleri kendisine isnad etmektedir, hatta bazen işlerde kendisinin tasarruf ettiğine inanmakta­dır.

Bazan da yaratılış alemindeki tabiatları müessir kabul etmektedir. Bazen de nimetleri suri (şeklî) ve zahirî esbabı­na isnat etmekte ve hakkın tasarrufunu görmezlikten gel­mektedir.

Allah'ın elinin bağlı olduğunu söylüyorlar: 'Yahu­diler "Allah'ın eli sıkıdır" derler. Onların elleri bağlandı ve söylediklerinden dolayı lanetlendiler." (Maide, 64) Hakkın tasarruf eli açıktır ve bütün tahakkuk dairesi, hakikaten on­dandır. Ve başkasının bu hususta hiçbir etkinliği yoktur.

Bü­tün zuhur alemi onun nimet ve kudretidir ve onun rahmeti herşeye şamildir. Bütün nimetler ondandır, başkası için her­hangi bir nimet sözkonusu değildir ki velinimet sayılsın.

Bü­tün varlık alemi ondandır ve başkası için herhangi bir varlık yoktur ki ona isnad edilsin. Ama ne yazık ki gözler kör, ku­laklar sağır ve kalpler mahcubtur. Bu hususta Mevlana şöy­le diyor: "Bir göz istiyorum ki (hicaplarda) gedik açsın, her-şeyi kökünden silip atsın."

Bu ölü kalpler ne zamana kadar Hakkın nimetlerine küf-randa bulunacak; alem, evzâ ve şahıslara mutaallik olacak­tır?

Bu taallukat ve teveccühat mukaddes zatın nimetlerine küfrandır. Ve O'nun rahmetini gizlemektir. Buradan da an­laşılıyor ki şükrün hakkını eda etmek her insanın işi değil­dir.

Nitekim Allah Teala da şöyle buyuruyor: "Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır." (Sebe, 13). Hakkın nimetlerinin bilgisini, marifetini hakkıyla bilen çok az insan vardır ve bu yüzden şükür görevini hakkıyla yerine getiren kullar da ol­dukça azdır.

Bilmek gerekir ki Allah'ın kullarının marifetleri muhtelif jlduğu gibi şükürleri de muhteliftir. Ve hakeza başka bir açıdan da şükrün mertebeleri muhtelif ve farklıdır. Zira şü­kür, nimet sahibinin verdiği nimete senada bulunmaktır. O halde eğer o nimet zahiri nimetlerden olursa bir şükrü var­dır.

Ve eğer batını nimetlerden olursa ayrı bir şükrü vardır. Eğer marifet ve ilim türünden nimetler olursa şükrü de baş­ka bir şekilde olur. Bu nimet ismi tecelliler türünden olursa şükrü de ayrı bir çeşittir. Ve eğer ahadî ve zatî tecelliler ka­bilinden bir nimet olursa, şükrü de başka bir şekildedir.

Ni­metlerin bütün mertebeleri kullardan çok azı için cem ve bir araya gelmiştir. Şükrü bütün mertebeleriyle yerine getirmek kullardan çok azına nasip olmaktadır. Sadece muhles veliler­dir ki bütün batını ve zahirî mertebelerin hafızıdır. Bu cihet­ten onların şükrü de zahiri, batını ve sırrî olmak üzere bütün çeşitleriyle tahakkuk etmektedir.

Gerçi şükrün, ammenin makamından olduğunu söylemiş­lerdir. Zira velinimetin ceza iddiası ile iç-içedir. Bu bir nevi su-i edep sayılmaktadır. Ama bu iç-içelik ve yakınlık veliler­den başkaları için geçerlidir. Veliler özellikle de mükemmel veliler, bütün kesret ve vahdet makamının hafızı insanlar­dır.

Bu yüzden Şeyh-i Arif Hace Ensarî şükrü ammenin ma­kamından saydığı halde şöyle demiştir: "Şükrün üçüncü de­recesi kulun sadece velinimetini görmesidir. Velinimetini müşahede de üç halet sözkonusu olmaktadır. Bir kul olarak velinimetini görünce ister istemez onun nimetlerini büyük-ser ve büyük sayar.

Ama sevgi dolu bir kalpte müşahede edince bütün zorluklar onun için kolay gelir. Tefriden (yani ismi tecelliler olmaksızın) müşahede ederse artık ne bir ni­met ve ne de bir şiddet görür."

O halde anlaşıldı ki saliklerin makamlarının her birinde makamların evveli amme sebilindendir. Amme yolundan geçmektedir. Ve makamların sonu ise muhles hatta mükem­mel velilere hastır.

Tekmile


Şükrün Nakillerde Yeralan Fazileti Beyanında

Biz bu makamı da şükürle ilgili menkul hadislerden bir­kaçını zikretmekle sona erdireceğiz.

Hz. Sadık (as) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: Rasulul-lah (sav) şöyle buyuruyor: "Alah'ın nimetlerini yiyip şükre­den kulun ecir ve sevabı Allah yolunda oruç tutan kimsenin ecir ve sevabı gibidir.

Afiyet ve selamet içerisinde olup şükre­den kulun sevabı ise herhangi bir belaya mübtela olan ve sabreden bir kulun ecri gibidir. Kendisine nimet verilen ve buna karşı şükreden kulun ecri ise nimetten mahrum olan ama Allah 'm kendisine verdiklerinden kani ve razı olan bir insanın ecri gibidir."

Hz. Peygamber (sav) ise şöyle buyurmuştur:

"Üç şey vardır ki onlara hiçbir şey zarar veremez. Şiddet anında dua, günahlardan dolayı yarlıganma dileme ve ni­metlere şükretmek."

Hz. Sadık (as) ise şöyle buyuruyor:

"Sizden birisi su içtiğinde Allah Teala onun vasıtasıyla kendisine cenneti farz kılmaktadır." Daha sonra şöyle buyur­du: "Zira o su içen insan bardağı kaldırmakta, ağzına götür­mekte ve Allah 'm ismini zikrederek o suyu içmekte, ve sonra o bardağı içmeye meyilli olduğu halde ağzından uzaklaştır­maktadır. Ve Allah'a hamdetmektedir. Sonra yeniden ağzına

götürmekte ve içmektedir ve sonra da Allah'a hamdetmekte-dir. Böylece Allah Teala'da bunun vasıtasıyla ona cenneti farz kılmaktadır." Allah'a hamdetmek şükür ile birliktedir. Nitekim rivayetlerde yer aldığı üzerf* insan "elhamdülillah" deyince Allah'a şükretmiş sayılmaktadır.

Hz. Sadık (as) yine şöyle buyurmuştur:

"Her nimetin şükrü her ne kadar o nimet büyük de olsa Allah'a hamdetmektir."

Hakeza İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur: "Nimetin şükrü haramlardan uzaklaşmaktır. Şükrün kemali ise insa­nın "Elhamdülillchi rabbi'l-alemin" demesidir."

Hammad b. Osman şöyle diyor:

Hz. Sadık (as) mescidden dışarı çıkınca merkebinin kay­bolduğunu gördü ve şöyle dedi: "Allahu Teala eğer o merkebi bana geri döndürürse ona hakkıyla şükrederim." Çok geçme­den kendisine merkebini getirdiler.

İmam o zaman şöyle bu­yurdu: "Elhamdülillah." Orada olanlardan birisi şöyle dedi: "Sana feda olayım acaba siz Allah'a hakkıyla şükredeceğini­zi söylememiş miydiniz?" imam "Acaba benim elhamdülillah dediğimi duymadınız mı?" dedi. Bu rivayetten de anlaşılıyor ki Allah Telaya hamdetmek lisanî şükrün en üstünüdür.

Şükrün eserlerinden biri de nimetin çoğalmasıdır. Nite­kim ayette de şöyle buyurulmaktadır.

"Andolsun, eğer şükrederseniz şüphesiz size artırırım." (İbrahim, 7) Kafi'de yer alan bir hadiste İmam Sadık (as) şöyle buyuruyor: "Şükrü eda eden bir kimseye nimet çokluğu inayet edilir." Allah Teala şöyle buyuruyor: "Eğer şükreder­seniz şüphesiz size artırırım."

Aişe zannediyordu ki ibadetlerin sırrı azaptan korkmak veya kötülükleri yok etmektedir. Rasulullah'ın ibadetinin de diğer insanların ibadeti gibi olduğunu düşünüyordu. Bu yüz­den kendisine itiraz ederek niçin bu kadar ibadet ettiğini ve bu derece zahmetlere katlandığını sordu. Bu onun ibadet ve ubudiyet makamından bilgisizliğini gösterir.

Eğer nübüvvet ve risalet hakkında bilgisiz birisi olmasaydı kul ve kiralık in­sanların ibadetinin o mukaddes zatın makamından uzak ol­duğunu da bilirdi. O bilmiyordu ki Allah'ın azametinin ve onun sonsuz nimetlerinin şükrü Rasulullah'ta huzur ve ra­hatlık diye birşey bırakmamıştır.

Muhles velilerin ibadeti mahbubun sonsuz tecellilerinin zuhurudur. Nitekim Mi'rac namazında buna işaret edilmiştir. Büyük veliler Allah'ın ce­lal ve cemalinde mahv olmalarına, sıfat ve zatında fani olma­larına rağmen ubudiyyetin hiçbir aşamasından da gaflet et­memişlerdir. Onların bedenlerinin hareketi, ruhanî ve aşki hareketlerine bağlıdır.

Ve o da mahbubun cemalinin zuhuru­nun keyfiyetine bağlıdır. Ama Onun gibilerine ikna edici ce­vap vermekten başka bir çare de yoktu. Bu yüzden de en dü­şük mertebelerinden birini de buyurdu ve bu da ibadetinin sadece bu dinî işler için olmadığı idi.

Hamd Allah'a mahsustur.

Ali b. İbrahim kendi tefsirinde Hz. Bakır ve Hz. Sadık (as)'dan şöyle nakletmişlerdir: "Rasulullah namaz kılınca kı­yam ediyor ve ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Al­lah Teala bunun üzerine Taha suresini nazil buyurdu. "Ta-

ha" ise "Tayy" lügatma göre "Muhammed" manasına gel­mektedir.

İmam Sadık (as) da başka bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Taha", nebinin isimlerinden biridir ve manası hakkı arayan ve insanları hakka doğru hidayet eden demektir. İbn Ab-bas'tan ve diğer bazılarından da nakledildiği üzere "Taha" yani ey insan demektir.

Ehl-i Sünnet'ten bazılarından da nakledildiği üzere "Ta" Rasulullah'ın kalbinin Allah'tan gay­risinden tertemiz olduğuna işarettir. "Ha" ise Rasulullah'ın kalbinin Allah'a doğru hidayet olduğuna işarettir. Ve denil­miştir ki "Ta", cennet ehlinin sevincidir ve "Ha" ise cehen­nem ehlinin horluğudur.

Tabersi (ra) şöyle demiştir: Hasan'dan nakledildiği üzere "Tah" diye okunmuştur. Eğer bu kıraat doğru olursa aslı Ta'e idi. Hemze Ha'ya dönüşmüştür. Dolayısı ile manası şu­dur: "Tail arze bikademike camian", yani "bütün yeryüzünü ayaklarınla katet."

Bilcümle surelerin önündeki mukattaa harflerinde birçok ihtilaflar sözkonusudur. Ama genelde kabul edilen görüşe göre muhib ve mahbub arasında birtakım rumuz ve sırlardır. Ve hiçkimse bunun ne olduğunu bilememektedir. Bazı mü-fessirler kendi tahminleri üzere birtakım görüşler ileri sür-müşlerse de genelde bunlar kaynağı olmayan soğuk tahmin­lerdir.

Süfyan-ı Sevıî'den nakledilen bir hadiste de huruf-u makattanm rumuz ve birtakım sırlar olduğu beyan edilmiş-tir.Hakeza beşer hafızasının almayacağı birtakım işlerin ol­ması da uzak bir ihtimal değildir.

Olabilir ki Allah Teala bunları sadece muhatabına özgü kılmıştır.Nitekim müteşabi-hin varlığı da herkes için değildir. Belki onları sadece bunun tevilini bilmektedirler. "Şeka" ve "şekavet" ise saadetin zıd-


dıdır. Zahmet anlamınadır.Cevheri bu hususta şöyle diyor: "Şeka" ve "şekavet" saadetin zıddıdır."

Tabersi ise İhticac adlı kitabında İmam Musa b. Cafer (as)'dan naklen o da babasından naklen şöyle buyurmakta­dır. "Hz. Ali (as) şöyle buyuruyor: Rasulullah (sav) tam on yıl ayak parmakları üzerine durdu.

Öyle ki sonunda ayak par­maklan şişti ve ayağının yüzü sararmaya başladı. Bütün ge­ce boyunca ayakta duruyor ve namaz kılıyordu. Sonunda Al­lah Teala şu ayeti nazil etti: "Taka, Biz sana bu Kur'an'ı güçlük çekmen için indirmedik." (Taha, 12)

Hz. Sadık (as) ise şöyle buyurmuştur: Rasulullah (sav) ibadet ederken ayaklarından birini yerden kaldırıyordu ki zahmeti daha da çok olsun. Allah Teala böylece şu ayeti na­zil buyurdu. "Taha, biz sana Kur'an'ı güçlük çekmen için in­dirmedik." (Taha, 1-2)

Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ayeti şerife müş­riklerin verdiği cevaptır ki, onlar Rasuhıllah'ın zahmete düş­tüğünü ve kendi dinlerini terkettiği için büyük zahmete kat­landığını iddia etmişlerdir. Bunun üzerine mezkur ayet indi.

Şeyh-i Arif ve kamil şeyh Abadî (dame zılluhu) şöyle bu­yuruyor: Rasulullah bir süre müşrikleri davet etti, ama etkili olamadı.Rasulullah (sav)'ın istediği şekilde onlar davetini kabul etmediler. Bunun üzerine Rasulullah kendi davetinde birtakım eksikliklerin olabileceğini düşündü.

Dolayısıyla tam on yıl ibadet ve riyazetle uğraştı ki sonuçta ayakları şişti. Bunun üzerine ayet-i şerife nazil olarak ona bu kadar me­şakkate düşmemesini söyledi. Ona temiz olduğunu ve dave­tinde hiçbir eksikliğin bulunmadığını söyledi. Aksine eksik­lik ve noksanlığın halkta olduğu beyan edildi. "Gerçek şu. ki sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin." (Kasas, 56).

Velhasıl ayet-i şerifeden anlaşılmaktadır ki, Rasulullah (sav) uzun bir süre riyazet ve zahmetli ibadetlere yönelmiş­ti. Müfessirlerin sözünden de bu mana istifade edilmektedir. Gerçi bunun keyfiyetinde ihtilaf vardır. Ve bu ümmet için bir ödev olmalıdır.Hususen ilim ehli için ki onlar Allah'a devet etmek istemektedirler.

Rasulullah kalbi taharet ve kemalatı-na rağmen yine de büyük zahmetlere katlanarak ibadet ve riyazetle meşgul oluyordu ki Allah Teala sonunda mezkur ayeti nazil buyurdu ve bizler bütün bu günah ve hatalarımız­da asla ahiretimizi dahi düşünmüyoruz.

Adeta sanki bizler için cehennemden kurtuluş beratı ve azaptan emanda olma belgesi verilmiştir. Bütün bunlar dünya sevgisinden ve Al­lah'ın enbiya ve velilerinin sözlerine kulak asmamamızdan kaynaklanmaktadır.


Yirmiikinci Hadis ÖLÜMDEN HOŞLANMAMAK

"Hz. Sadık (as) şöyle buyuruyor: Birisi Ebu Zer'e şöyle de­di: "ey Ebu Zer bizlere ne olmuş ki ölümden tiksiniyoruz?" Ebu Zer şöyle dedi: "Zira sizler dünyayı bayındır, kıldınız ahireti ise virane. Dolayısıyla da bayındır yerden virane yere gitmeyi hoş karşılamıyorsunuz." Daha sonra şöyle sordu: "Şimdi de bizim Allah'ın huzuruna nasıl varacağımızı söy­le?" Ebu Zer şöyle dedi: Sizden iyi olanlar ehlinden uzak olanların ehlinin yanına varması gibi Allah'ın huzuruna va­racaklardır.

Ama kötü olanlar ise mevtasından kaçan bir kö­lenin yeniden mevlasına döndürüldüğü gibi Allah'ın huzu­runa varacaktır." O şahıs "O halde bizim Allah indindeki halimizi nasıl görüyorsun?" diye sordu.

Ebu Zer (ra) şöyle dedi: Amellerinizi Alah'ın kitabına arzedin Allah Teala şöyle buyuruyor: "İyiler nimetler cennetindedir, günahkarlar ise cehennemde." O şahıs "O halde Allah'ın rahmeti nerededir?'-diye sordu. Ebu Zer şöyle dedi: Şüphesiz ki Allah'ın rahmeti iyilere yakındır."

İmam Sadık (as) şöyle buyurdu: Adamın birisi Ebu Zer'e (ra) şöyle yazdı: "Ey Ebu Zer, bana ilimden bir hediye gön­der!" Ebu Zer de ona şöyle yazdı: Şüphesiz ki ilim çoktur. Eğer sevdiğine kötülük etmemeye kadir isen etme." O şahıs dedi ki: "Acaba, sevdiğine kötülük edeni hiç gördün mü?" Ebu Zer de dedi ki: Evet senin nefsin sana nefislerin en sev-

gili olanıdır. Ama sen Allah'a isyan edince nefine kötülük et­miş olursun." (Kafî, C 2., s. 458. Kitabul-İman ve'1-Küfr, Babu Muhasebeti'1-AmeL 20. hadis.)

Bil ki ölümden hoşlanmamak ve korkmak oldukça farklı­lık arzeden birşeydir. Hakeza temel ve asılları da farklılık içindedir. Ebu Zer'in beyan ettikleri ise orta insanların hali­dir. Biz de nakıs ve kamil insanların halini kısaca beyan et­meye çalışacağız.

O halde bilmek gerekir ki biz nakısların ölümden kork-.ması önceki sayfalarda işaret ettiğimiz bir nükte sebebiyle­dir. O da şudur ki insan, Allah vergisi, fıtratı ve asli hilkati itibariyle hayatı ve bekayı sevmektedir.

Ölüm Ve yokluktan ise nefret etmektedir. Bu ilgisi ise mutlak beka ve ebedi-dai-mi hayata yöneliktir. Yani içinde fena ve zeval olmayan bir hayat! Bazı büyükler bu fıtrat ile ahireti isbat ediyorlardı ki burası şu anda beyan yeri değildir.

İnsanda bu sevgi ve o nefret olduğu için beka ve hayatın olduğunu sandığı her alemi de sever ve aşık olur ona. Dolayı­sıyla bunun mukabilindeki alemden de nefret eder.Bizler de ahirete iman sahibi olmadığımızdan ve kalbimizin o alemin bekası ile ezeli hayatına itmi'nanı olmadığından bu alemi se­viyor ve o fıtrat esasınca ölümden kaçıyoruz. Daha öncede açıkladığımız gibi aklî idrak ve tasdik, kalbi itmi'nan ve imandan apayrı bir hakikattir.

Bizler nazile, zulmani ve mülkî neşetten, daimi hayat ve nuranî alem ile yüce, baki ve melekutî neşet olan ahirete in­tikalin ifadesi ölümün, aklî idrakimiz veya taabbüdî tasdiki-

miz ile hak olduğunu biliyoruz. Ama kalplerimizin bu mari­fetten hiç bir nasibi yoktur. Gönüllerimiz bundan habersiz­dir. Kalbimiz tabiat ve mülkî aleme gömülmüş ve haya+m bu mülkî, hayvanî ve düşük hayat olduğunu sanmaktadır .Ama ahiret ve hayat alemi olan diğer alemin hayat ve bekasına inanmamaktadır. Bu yüzden bu aleme güveniyor ve o alem­den korkuyor, nefret ediyoruz.

Bütün musibetlerimiz de bu iman noksanlığı ve itmi'nan yokluğundandır. Eğer dünya ha­yatına var olan itmi'nanımız kadar ve bu alemin hayat ve be­kasına olan imanımız kadar hatta bunun onda biri kadar da­hi bir itmi'an ve imanımız olsaydı ahirete daha fazla bağla­nır, dolayısıyla da ahiret yolunu ıslah ve tamir etmeye çalı­şırdık.

Ama ne yazık ki iman çeşmemizde su yoktur ve yakin bi­namız su altında kalmıştır. Ve çaresiz ölümden, fenadan ve zevaldan korkar hale gelmişiz. Bunun yegane çaresi ise fikir, yararlı zikir, ilim ve salih amelle kalbimize imanı sokmaktır.

Orta insanların ölümden korkusu ve kerahati yani ahiret alemine iman etmeyenlerin ölümden korkusu kalplerinin dünyayı tamire müteveccih olmaları ve ahireti tamirden gaf­let etmeleridir.

Bu yüzden abad ve bayındır olan yerden ha­rap olan yere intikal etmeyi hoş göremiyoruz. Nitekim Ebu Zer (ra) böyle buyurmuştu. Bu da iman ve itmi'nanın nok­sanlığından kaynaklanmaktadır. Yoksa kamil bir iman sahi­bi olan insan ahireti tamirden asla gaflet etmez ve dini, dünyevî işlerini yapmakla meşgul olmaz.

Bilcümle bu korkular ve ölümden tiksinmeler amellerimi­zin doğru olmaması ve Allah'a muhalefet etmiş olmamızdan­dır. Eğer hesabımız doğru olsaydı ve kendi kendimizi muha-

sebe etmiş olsaydık asla hesaptan korkmazdık. Zira orada hesap adil bir şekilde yapılmakta ve hesap eden de adil bir zattır. O halde hesaptan korkmamız kendi kötü hesabımız sebebiyledir. Yoksa muhasebeden korktuğumuz için değil.

Kafî'de yer alan bir hadis-i şerifte Hz. Musa b. Cafer (as) şöyle buyuruyor: "Her gün nefsini muhasebe etmeyen kimse bizden değildir. Eğer iyilik etmişse Allah'tan bunun fazlalı­ğını istemeli ve eğer kötülük etmişse Allah'tan yarlığanma dilemelidir ve tevbede bulunmalıdır." O halde hiçbir musibe­te maruz kalmazsın ve ondan asla korkmazsın.

Hakeza diğer alemin helak edicileri ve durakları da bu alemdeki amelleri­mize bağlıdır. Eğer bu alemdeki nübüvvetin doğru yoluna ve velayetin müstakim tarikine yönelmiş ve bu yolda yürümüş isen, Hz. Ali'nin velayet caddesinden sapmamış isen haya­tında herhangi bir sürçme görülmemişse; sırattan geçiş hu­susunda hiçbir korkun olmamalıdır.

Zira ahiretteki sıratın hakikati velayetin batini suretidir. Nitekim rivayetlerde de Hz. Ali'nin sırat olduğu yer olmaktadır. Başka bir hadiste ise "Biz sırat-ı müstakimiz" diye buyrulmuştur. Camie adlı mü­barek ziyaretnamede ise şöyle yer almıştır: "Sizler en büyük yol ve en sağlam sıratsınız" Herkes bu sıratta yürür ve kalp ayağı sürçmezse o, sıratta da sürçmez ve düşmez.

Bir yıldı­rım gibi sırattan geçer. Hakeza ahlak melekeleri adilane olur ve nuraniyet içinde bulunursa kabir, berzah ve kıyametin zulmetlerinden ve o alemdeki korkunç şeylerden emanda ka lir.

O alemdeki hiçbir şeyden korkmaz. O halde bu makamda dert kendimizden, devası da kendimizdendir. Nitekim Hz. Ali (as) kendisine isnad edilen bir şiirde şöyle buyurmuştur: "Devan sendedir ama bilemiyorsun Hastalığın da sendedir ama göremiyorsun."

Kafî'de yer alan bir hadiste Hz.Sadık (as) şöyle buyuru­yor: "Şüphesiz ki sen nefsinin doktoru karar kılınmışsın, ve senin için hastalığın ne olduğu açıklanmıştır. Sana sıhhat delilleri tanıtılmıştır ve sana ilacı da gösterilmiştir. O halde nefsini nasıl İslah ettiğine bak." Sende fasit olan birtakım ahlak ve ameller vardır.

Sıhhatin alametleri ise enbiyanın ve aklın nurlarının reçeteleridir.Nefislerin ıslah ilacı ise onları tasfiye etmek için teşebbüste bulunmaktır. Bu ise orta insan­ların makamıdır. Ama mükemmel mümin ve itminan sahibi kimselere gelince, onlar asla ölümden korkmazlar. Gerçi bir­takım korkuları vardır.

Onların korkusu Allah'ın azameti ve celali sebebiyledir. Nitekim Rasulullah (sav)'da şöyle buyur­muştur: "Kıyamet gününün dehşeti nasıl olacaktır.!" Nite­kim Hz. Ali de 19. gecede oldukça dehşet içerisindeydi. Hal­buki Hz. Ali'de bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Allah'a andolsun ki Ali b. Ebi Talib ölümü çocuğun annesinin me­mesine olan sevgisinden daha çok sevmektedir." Bilcümle on­ların korkusu başka şeylerdendi.

Onların korkusu bizim gibi dünyada fani olmuş ve arzu ve emellerine bağlı kalmış in­sanların korkusu gibi değildir. Velilerin kalpleri de birbirle­rinden oldukça farklılık içerisindedir. Bunları, kapsamlı bir şekilde yazmak mümkün değildir.Sadece bunlardan bazısına işaret edeceğiz.

Velilerin kalpleri isimlerin tecellilerini ka­bulde farklılık içindedir, Bazılarının kalpleri aşk ve şevk içindedir. Yani kalpleri aşk ve şevk kalpleridir. Allah Teala bu gibi kalplerde cemal isimleriyle tecelli etmektedir.

O te­celli şevkle içice olan bir heybet getirmektedir.Heybet, aza­metin tecellisi ve derkinden korkmaktır. Aşığın kalbi maşuk­la görüşme anında tepinmekte ve korkmaktadır. Ama bu korku ve dehşet sıradan korkular gibi değildir.Bazı kalpler

ise korku ve hüzün kalpleridir. Allah-u Teala bu kalplerde celal ve azamet isimleriyle tecelli etmektedir.Bu da korkuyla karışık bir susuzluk ve hüzünle karışık bir hayret getirmek­tedir.

Hadisde yer aldığı üzere Hz.Yahya (as) Hz. İsa'nın gül­düğünü görünce kızarak şöyle dedi: "Yoksa sen Allah'ın aza­bından emanda mısın?" Hz. İsa şöyle cevap verdi: "Sen de Allah'ın fazl ve rahmetinden ümitsiz misin?" Ve Allah Teala da onlara her ikisinin de kendisine hüsn-i zan içinde olduğu­nu ve kendi katında sevgili olduklarını vahyetti.

Zira Hz. Yahya'nın kalbinde Allah Teala celal isimleriyle tecelli etmişti. Her zaman korkuyordu.Dolayısıyla da Hz. İsa'ya kızarak hitapta bulundu. Hz. İsa ise rahmet tecellileri gereğince ona öyle cevap verdi.


"Dünyayı bayındır kıldınız ama ahireti harap ettiniz." hadisinin zahiri şudur: Ahiret ve cennet mamur ve bayındır­dır, ama bizim amellerimizle harap olmaktadır.Bilindiği gibi bundan maksat tabirlerdeki benzerliktir.

Çünkü dünya hak­kında "tamir" kelimesi tabir edildiğinden bu münasebetle ahiret içinde tahrib kelimesi tabir edilmiştir. Cehennem ve cennet gerçi mahluktur ama cennet diyarı ve cehennemin yakıtmaddeleri ehlinin amellerine bağlıdır.

Rivayetlerde yer aldığı gibi cennetin zemini düzdür ve bi­na maddeleri ise insanoğlunun amelleridir. Bu burhanla ve mükaşefe ehlinin keşfiyle de mutabıktır.Nitekim bazı mu­hakkik arifler şöyle demişlerdir. "Bil ki cehennem, yaratıkla­rın en büyüğüdür ve o Allah'ın ahiretteki zindanıdır. Ona çok derin olduğu için cehennem demişlerdir. Nitekim derinli-

ği çok olan kuyulara cehennem kuyusu diyorlar." Cehennem­de hem soğuk ve hem de sıcak vardır. Oranın hem soğukluğu ve hem de sıcaklığı sonsuzdur. Derinliği ile üstü arasındaki mesafe 750 yıllık yoldur. Ve insanlar bunların mahluk olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir, cennet hususunda da ihtilaf etmişlerdir; ama biz mükaşefe ve marifet ehline göre her iki­si de mahluktur.

Hem mahluktur ve hem de mahluk değil­dir. Bu daha çok şuna benzemektedir: Bir insan ilk etapta bir ev yapmak istemektedir. Ama ilk önce ev yapmak istediği alanı, muhiti bir duvarla çevirir, bu duvarı dışarıdan gören insan burada bir evin olduğunu zanneder.

Ama içeriye giril­diğinde sadece duvarın olduğu göze çarpar. Daha sonra ora­daki yaşamak isteyen insanların istekleri doğrultusunda ev ve ev için gerekli olan şeyler yapılır.

Hadiste yer aldığı üzere Rasululîah (sav) miraca çıktığı zaman cennette birtakım melekler gördü ki bazen bina yap­makta bazen de işten elçekmekteydiler.

Hazret bunun sebe­bini Cebrail (as)'a sorunca Cebrail şöyle dedi: "Bunların yap­tığı binanın maddeleri ümmetin zikirleridir, zikir ettikleri zaman onlar için birtakım maddeler hasıl olur ve melekler de bina yapmakla meşgul olurlar. Ama onlar zikirden geri kalınca bunlar da çalışmaktan geri kalırlar. (Biharu'1-En-var, C 90., s 169-170.)

Bilcümle cismanî cehennem ve cennetin sureti insanoğlu­nun iyi ve kötü amellerinin suretidir. O alemde bu ameller kendilerine dönmektedir. Nitekim şu ayet-i şerifede de buna işaret edilmiştir. "Yapıp ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuş­lardır."'(Kehf, 49)

Olabilir ki cennet ve cehennem iki bağımsız neş'et ve alemdir, insanoğlu cevheriyye hareketi ve meiekutî şevki ile

iradi amelî ve hulkî hareketiyle o tarafa doğru seyir etmek­tedir. Gerçi onlardan her birinin nasibi de kendi amellerinin suretidir.

Bilcümle melekut-i a'la alemi cennet alemidir ki kendisi de bağımsız bir alemdir. Ve oraya saadete ermiş nefisler sev-kedilmektedir. Cehennem alemi ise en aşağı melekut alemi­dir ki şekavet ehli nefisler oraya doğru seyretmektedir.

Ama o alemde kendilerine rücu eden tek şey ya iyiliklerin güzel suretleri ya da kötü amellerin korkunç suretleridir. Bu be­yanla Kur'an'daki zahiri farklılıkta giderilmiş olmaktadır. Hakeza bu burhan ve marifet ehlinin görüşü ile de mutabık ve muvafık durumdadır

Şüphesiz ki Ebu Zer (ra)'m bu makamdaki sözü kapsamlı ve muhkem bir sözdür. İnsan buna dikkat etmelidir. Hz. Ebu Zer amellerin kitaba arzedilmesini buyurduktan sonra şu ayeti okudu: "İyiler nimetler cennetindedir. Kötüler ise ce­hennemde. "

O adam da Ebu Zer'in bu cevabı karşısında rahmete sarıl­dı ve dedi ki: "O halde Allah'ın rahmeti nerededir?" Ebu Zer rahmetin de boş bir şey olmadığını ve rahmetin iyilere yakın olduğunu söyledi.

Bil ki mel'un şeytan ve habis nefsi emmare insanı birçok şeyle mağrur etmekte ve ebedi helakete sürüklemektedir. Şeytanın kemanında bulundurduğu en son ok insanı Allah'ın rahmetiyle mağrur kılmaktır.

İnsan bu gurur sebebiyle amel etmekten geri kalmaktadır. Allah'ın rahmetine olan bu güven şeytanın hilelerinden biridir. Bunun delili ise şudur:

1
Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2

Biz dünyevî işlerimizin hiç birinde Allah'ın rahmetine gü­venmiyor ve sadece tabii ve zahirî sebepleri bağımsız ve et­kin sayıyoruz. Öyle ki bu alemde sebepler dışında bir etke­nin olmadiğnı zannetmekteyiz. Ama uhrevî işlerde daima Al­lah'ın rahmetine güveniyor, Allah Teala ve Rasulullah'm em­rinden gaflet ediyoruz.

Bilcümle dünyevî işlerimizde tefvize inanmakta, uhrevî işlerimizde ise cebri kesilmekteyiz. Halbuki bunların her iki­si de batıl ve nebilerin yoluna aykırıdır.Hakeza hidayet imamlarıyla mukarreb velilerin de metod ve yoluna aykırı bir durumdur.

Halbuki onların hepsi de Allah'ın rahmetine güveniyordu ve onlar asla vazifelerinden gaflet etmiyor ve bir an olsun çalışmaktan geri kalmıyorlardı.

Onların amel sahifesini al ve mütalaa et. İmam Seccad (as)'m münacaatla-rmı al ve dikkatle oku. İmam Seccad'ın ubudiyyet makamın­da nasıl olduğunu ve kulluk görevini nasıl yerine getirdiğini gör. Buna rağmen Hz. Ali'nin amel sahifesini görünce üzül­mekte ve acizlik izharında bulunmaktadır.

O halde biz ya neuzu billah onları tekzib etmeliyiz ve onların hakkın rah­metine iman ve itmi'nanının olmadığını söylemeliyiz. Ya da kendimizi tekzib etmeliyiz. Bu dediklerimizin şeytanın hile­lerinden olduğunu bilmeliyiz. Şeytan bizleri doğru yoldan saptırmak istemektedir. Biz bütün bunların serinden Allah'a sığınıyoruz.

Ey aziz! Hz. Ebu Zer'in de buyurduğu gibi ilim oldukça çoktur. Ama bizim gibilere faydalı olan ilim şudur; kendimi­ze bu kadar kötülük etmeyelim.

Bilelim ki evliyanın ve enbi­yanın emirleri bizim mahrum olduğumuz, bir takım hakikat­lerin keşfidir. Onlar bu kötü ahlak ve amellerin ne gibi su­retleri olduğunu ve onlardan ne gibi semerelerin vücuda ge-

leceğini çok iyi biliyorlardı. Hakeza bu güzel amel ve ahlakın da ne gibi güzel melekuti suretlerinin olduğunu da biliyor­lardı. Herşeyi dediler. Deva, derman, dert ve hastalığı beyan ettiler.

Eğer sen kendine acıyorsan o emirlere uy ve derdini deva et. Hastalığını tedavi et. Allah biliyor ki eğer bu hal üzere öteki aleme irtihal edecek olursak ne gibi dert, musi­bet ve hastalıklara mübtela olacağız. Evvelde de sonda da hamd Allah'adır.


Yirmiüçüncü Hadis İLİM TALİBLERİ

Hz. Sadık (as) şöyle buyurmuştur: "İlim taleb edenler üç kısımdır. O halde bunları şahsiyet ve sıfatlarıyla tanı. Bir grup hakkı gizlemek ve cedelleşmek için ilim taleb eder. Bir kısım da üstünlük elde etmek ve kandırmak için ilim taleb eder. Diğer bir kısım da dinde derinleşmek ve akıl için ilim taleb eder.

O halde hakkı gizlemek ve cidal için ilim öğrenen­ler eziyet sahibi ve cidal eden insanlardır, ilim ehli olduğu­nu göstermek için ilmi müzakere eder ve sabırlı olduğunu göstermek için sabrı över. Tevazu gömleğini giymiş ama tak­vadan uzak kalmıştır.Bu yüzden Allah Teala onun burnunu yere sürter ve belini kırar.

Üstünlük elde etmek ve kazandır­mak için ilim öğrenen insan ise hilekar ve dalkavuk bir in­sandır. O, kendisi gibi olan insanlara üstün gözükmek ister. Zenginlere tevazu gösterir.

Onların helvasını yer (yani onlar­dan para alır) ama kendi dinini ifsad eder. O halde Allah Teala bu yüzden onu kör kılar ve ondan alimlerin nişaneleri­ni alır.

Dinde derinleşmek ve akıl için ilim öğrenenler ise te­vazu, hüzün ehli olup geceyi ibadetle geçirenlerdir. Başların­da tahtü'l hanek (*) gece karanlığında amel ederler. Al­lah'tan korkar, insanları Allah'a davet eder ve sakınırlar.

(*) Sarığın özellikle alimlerin namazda arkalarına sal­dığı bölümüdür ki istihbabı da vardır. Müt.)Kendi makamlarına uygun bir şekilde amel ederler. Kendi zamanındaki insanları iyi tanır ve en güvenilir kardeşlerin­den dahi endişe duyarlar. Bu yüzden Allah Teala onun ayak­larını sabit kılar ve kıyamette ona emniyet ve güvenlik verir."

Biz hadisle ilgili açıklamaları birkaç faslın zımmında be­yan etmeye çalışacağız.Yerinde isbat edildiği gibi neticeye nisbeten kıyasın mu-kaddematı ve her ilmin medlulat ve müberhenata nisbeten delil ve burhanları muiddat (hazırlayıcı, önkoşullar) konu­mundadır ve tam bir istiklale sahip değillerdir. Birbirinden irtibatsız halde olamazlar.

Bu hususta tefviz ehli ile cebir eh­li ihtilaf etmiştir. Dolayısıyla her biri bir yola saparak itidal yolundan çıkmışlardır.Birisi diyor ki mukaddemat bağımsız­dır, dolayısıyla gayb alemi ile melekut aleminin feyizleri de olmasa insan bizzat mukaddemattan netice ilmini elde eder. Diğeri ise diyor ki mukaddemat neticeden tümüyle irtibs&sız haldedir.

Ama adetullah, cari olmuş mukaddemattan sonra insanın zihnine netice ilka olmaktadır. Mukaddemat sureten neticeye bağlıdır. Ama hakikatte irtibat diye birşey yoktur.Bunların her ikisi de hak marifetleri ve hakiki ilimler eh­linin nezdinde batıldır. Hak olan şudur ki mukaddematın i'dadî (hazırlayıcı, önkoşul) bir rolü vardır.Yani nefsi, gaybî yüce alemden ilimleri telakki etmeye hazırlamaktadır. Biz şu anda bu mezhepleri beyan etmek niyetinde değiliz.

Biz sadece başka bir sebepten ötürü işaret etmek istedik. O da şu ki ilim ve marifetlerin ilkası gaybî alemlerdendir ve nefisle­rin irtibatına bağlı bir şeydir.

Nitekim Hadiste de şöyle yer almıştır: "İlim talim çoklu­ğu ile değildir. İlim bir nurdur ki Allah onu dilediği kulu­nun kalbine sokar." O halde melekut-i ala ve mukarreb me­lekler alemiyle irtibat kuran nefislere meleki birtakım ilka-lar ve melaike aleminden gelen hakiki ilimler ifaze edilir.

Melekut-i esfeî, cin, şeytan ve nefisler alemiyle irtibatı olan ne­fislere de cehî-i mürekkeb (bilmediğini bilmemek) ve zulma-ni hicaplar kabilinden birtakım şeytanî ilkalar ifaze edilir. Bu yüzden maarif ve hakiki ilimler erbabı olan kimseler ilimlerin tahsilinde özellikle de hak marifetler ve şer'î ilimle­rin tahsilinde niyet ihlası, nefsi tezkiye ve maksadlarm tas­hihini ilk şart olarak kabul etmektedirler.

Dolayısıyla da bu ilimleri öğrenenlere birtakım tavsiyelerde bulunmaktadırlar. Zira nefis tezkiye olunca yüce alemler ile irtibat ciheti güçle­nir. "Allah'tan sakının, Allah size öğretiyor." (Bakara, 282) ayeti de ilahi talimi takvaya bağlamıştır. Zira takva nefse se­fa vermekte ve nefsi mukaddes gayb makamıyla irtibata ge­çirmektedir.

Böylece de ilahi talim ve rahmani ilkalar ger­çekleşir. Zira gaybi ..alemde cimrilik sözkonusu değildir. On­ları feyizlendirmek farzdır. Nitekim bizzat Vacibu'l-Vücud olan zat da tüm cihetlerden vaciptir.

Ama eğer nefis kendini tamir, yiyecek, içecek ve nefsanî bencilliğine teveccüh ederek ilimle meşgul eder ve hedef gayr-i ilahi olursa ona şeytani ilkalar olur. Maarif ehlinin de zikretmediğini sandığım kesin ölçülerden biri de bu rahmani ve şeytanî ilkalar arasındaki mezkur farktır. Bunu çoğu za­man insanın kendisi de anlayabilir. Bulanık nefse yapılan ilkalar nefislerin dermansız derdi ve yolunun dikeni olan cehl-i mürekkeb kabilinden şeylerdir.


ILIM TALÎBLERÎ

Zira ilimlerde ölçü tümel mefhumların ve ilmi kavramların husulü değildir. Aksine öl­çü, nefsin basiretinden hicapları ortadan kaldırmak ve mari-fetullahm çırağı ve Hakka yakınlaşmayı sağlayan doğru bir -yoldur.

Bunun dışındaki şeyler mülk alemindeki ve tabiat hi­caplarını kaldırmadan önce ilim de olsa ve ehli alim, arif fa-kihlerden de sayılsa kalp gözünden hicaplar kaldırıldıktan melekut perdesi kenara çekildikten, mülk ve tabiatın ağır uykusundan uyandıktan sonra bu hicapların diğer tüm hi­caplardan daha kalın olduğu ve bu resmi ilimlerin baştan başa melekutî kaim perde olduğu, perdeler arasında fersah-larca yol olduğu ve bundan gaflet edildiği anlaşılır.

"İnsanlar uykudadır, ancak öldüklerinde uyanırlar." Bu­radan işlerimizin ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Rezalet ve rüsvaylık da buradan kaynaklanmaktadır. Elli yıl ilim tahsi­linden sonra az veya çok bizzat kendimiz de yanlışlık içinde­yiz.

Bazen tahsilimizin Allah için olduğunu zannediyoruz, ama şeytanın hilelerinden ve nefsimizden gaflet içerisinde­yiz; zira nefis sevgisi bizlerin ayıplarım örten kalın bir per­dedir. Bu sebeple Ehl-i Beyt (as) bizzat nefsi bize tanıtmak için imtiyaz cihetiyle etkilerini ve işaretlerini zikretmiştir.

Böylece kendimizi tanıyarak nefsimizin nasıl olduğuna baka­lım ve boş yere kendi kendimize hüsnü zannımız olmasın. Biz bundan sonra hadiste zikredilen alametlere kısaca işaret edeceğiz.

İlim taliplerini ilk ve tümel bir taksime göre iki grup ol­duğu açıklanmıştır. Birisi ilahi bir maksat diğeri ise nefsanî maksat taşımaktadır. Denilebilir ki bu taifenin nihai maksa­dı cehalettir. Zira onlar için hasıl olan suri ilimler hakikat

hasebiyle cehli mürekkeb ve melekutî hicaptan ibarettir. İmam Sadık'm zikrettiği ve bizim de şerhiyle meşgul olduğu­muz her iki taife de bu maksatta ortaktırlar. Çünkü hakkı gizleyip cedelleşmek ve üstünlük elde ederek kandırmak maksadıyla ilim öğrendiklerinden cehalet ve delalet ehlidir­ler.

O halde imanın birinci taife için zikrettiği cehalet halk arasında mütedavil olan cehalet değildir. Aksine amaç halkı cehalete sokmak ve işleri körleştirmektir. Veya kendini cahil göstererek hakkı kabul etmemektir. Nitekim her iki grup da hakkı gizleyen ve cidal ehli olan kimselerdir.

Onlar halk ara­sında yaygın olan hakikatleri ve hak işleri inkar etmekte ve kendi sözlerinin yücelmesi için hakkı bilmezlikten gelmekte­dirler. Böylece batıl görüşlerine sıcak bir pazar bulmaktadır­lar.

Hakikatte ilim tahsil edenler iki kısma ayrılmakla birlik­te imam bunları üç kısma ayırmaktadır.Bu taksim ilk ve külli bir taksim olup nefiy ve isbat arasında dair olan bir kı-sımlandırmadır.

Bir görüşe göre de üç kısımdan daha fazla­dır. İmam bu kısımlandırmayla en büyük cehalet ve dalalet grubunu zikretmiştir. Başka rivayetlerde ise bunları iki grup olarak zikretmiştir.

İmam Sadık (as) şöyle buyurmuştur: "Hadisi dünya menfaati için isteyen kimsenin ahirette hiç bir nasibi yoktur. Ama ahiret hayrını isteyen bir kimse için Al­lah ona hem dünya ve hem de ahiret hayrını verir."


Biz hakkı gizlemek ve cidalin bozukluk ve fesatlarını bir hadis-i şerifin zımmında beyan ettik. Şu anda da münasip ol­duğu hasebiyle bu hadislerden bazısını zikrediyor ve cidal ile

hakkı gizlemenin fesatlarından bazısına işaret ediyoruz. Hz. Sadık (sa) şöyle buyuruyor: "Hz. Ali (as) şöyle buyurmuştur: Cidal ve sözlerde husumetten sakının Zira bunlar kalbi has­talandırmakta ve nifak bunlar üzerinde yeşermektedir." Ha­keza Hz. Sadık (as) şöyle buyurmuştur: "Husumet ve düş­manlıktan sakının, zira husumet kalbi meşgul edip nifak eker ve kalpte kin icat eder." Yine Hz.Sadık (as) şöyle buyur­muştur. "Cebrail Rasulullah (sa) 'in yanına gelerek şöyle bu­yurdu: "Cidal ve inatlaşmak yoluyla konuşmaktan sakının.

Hakkı gizlemek ve husumet, kalbi hasta etmekte, insanı dost­larına karşı kötümser yapmakta ve kalbe nifak etmektedir." Zahiri amellerin batın ve kalpte birtakım etkilerinin olduğu daha önce de zikredilmişti. Kötü amellerin kalpteki etkisi daha çabuk ve şiddetlidir. İnsan tabiat aleminin çocuğu­dur. Dolayısıyla şehvet, gazab ve şeytanlık kuvveleri ona da­ha yakın ve işlerinde tasarruf sahibidir.

Hadislerde de şöyle yer almıştır: "Şeytan insanoğlunda kanın dolaştığı gibi cereyan eder." Bu yüzden kalp tabiatla uygun olan fesatlara yöneliktir. Dışarıdan yapılan en küçük bir yardım sayesinde (bu yardım ister dış organlarından ol­sun isterse de dost, farketmez) kalpte şiddetli bir etki mey­dana getirir.

Bu sebeple hadis-i şeriflerde kötü insanlarla dost olmak yasaklanmıştır. Hz. Ali (as) bir hadiste şöyle bu­yurmuştur: "Müslüman bir kişinin fasık bir kişiyle dost ol­ması müslümana yakışmaz." Zira fasık ona amellerini güzel gösterir ve onu da kendisi gibi yapmaya çalışır. Ona dünya ve ahiret işlerinde yardımcı olmaz.Müslüman için fasıklarla oturup kalkmak ayıp ve zararlıdır. İmam Sadık(as) ise şöyle buyurmuştur: "Müslüman kimseye facir, ahmak ve yalancı­larla dost olması yakışmaz." Günah ehli kimselerle oturup

kalkmak veya günah meclislerinde oturmak veya Allah'ın düşmanlarıyla dolaşmak İslam'da yasaklanmış şeylerdendir. Bunun sebebi ise onların amel hal ve haletlerinin insandaki etkisidir.

Bundan da önemlisi kalbin etkilenmesidir. İnsanın kalbi kötü amellere bir müddet devam ettiğinde şiddetli bir etkilenme içine girer ki kalbin bu pisliklerden temizlenmesi uzun yıllan alır.

O halde anlaşıldı ki eğer insan hakkı gizlemek ve husu­mette meşgul olursa kalbinde bulanıklık ve korkunç bir zul­met vücuda gelir. Zahiri ve lisanî husumeti batmî ve kalbi husumete dönüşür.Bu, nifak ve ikiyüzlülüğün en büyük ne­denidir.

O halde nifağm büyük fesatlarını hakkı gizlemek ve cidalin fesatlarından anlamak gerekir.Nifak ve ikiyüzlülü­ğün fesatlarını ise önceki hadislerin birinde açıklamıştık.Ye­niden tekrarlamayı gerekli görmüyoruz.

İmam Sadık (as) hakkı gizleyen ve cehalet ehli kimseler için birtakım alamet­ler zikrettiler ki bunlardan birisi halka eziyet etmeleridir.

Halka eziyet etmek büyük fesatlardan birisidir ki tek başına insanı helak edebilecek bir etkinliğe sahiptir. Hadisi şerifte şöyle yer almıştır: "Benim dostlarımdan birine eziyet eden bana savaş açmıştır." Bu hadis-i şerifte hakkın dost ve mü­minlerine eziyet hak ile savaş konumunda görülmüş ve ona düşmanlık sayılmıştır. Bu husustaki hadisler sayılamayacak kadar çoktur.

Eziyet ve cidal sıfatları hakkı gözlemek ve cidal için ilim öğrenenlerin alametleri karar kılınmıştır. Burada cidal eden­ler için cidal sıfatı zikredilmiştir. Birinci cidalden maksadın kalbi sıfat ile kalbin habis melekesi ve ikinci cidalden mak-satın ise onun zahiri alamet ve eseri olduğu söylenebilir. On­ların alametlerinden biri de sabır ehli olmadığı halde ilimle

sabrı tavsif ve tarif etmesidir. Bu da ikiyüzlülüğün riya ve şirkin bizzat kendisidir. Nitekim takvalı olmadığı halde hu­şu izharında bulunmak da şirktir. Riya nifak ve ikiyüzlülü­ğün misdakı konumundadır.

Bu sıfat ve fesatlar oldukça büyük olup her birisi insanı helak edici konumdadır. Her türlü zorluk ve riyazete katla­narak insan bu rezil hasletten ve kalbi yok eden sıfatlardan kendini kurtarmalı ve imanını ortadan kaldıran bu hasletten uzak durmalıdır.Kendimizi bu zulmet ve bulanıklıktan bir an önce kurtarmalı ve kalbimizi hulusi niyet ve batını doğru­lukla süslemeliyiz.

Bu babda bir nükte vardır. İnsan eğer biraz düşünürse oldukça sarsılır ve adeta beli bükülür. Bu nükte şudur: Hz. Sadık (as) alametlerin altında şöyle buyuruyor: "Allah Teala onun burnunu yere sürter ve belini büker." Bu ibaret ya ha­berdir veya dua. Her iki surette de gerçekleşecektir. Zira eğer haber ise Sadık'm haberi doğrudur. Eğer dua ise Ma­sum ve Allah'ın velisinin duası müstecaptır. Bu da zillet,hor-luk ve rüsvaylıktan kinayedir.

İnsanı her iki alemde de zelil, rüsvay, hor ve hakir kılmaktadır.Yanlarmda yüzsuyu ve hürmeti korunsun diye ikiyüzlülük ve fazilet izharında bu­lunduğu kimselerin nezdinde bile yüzsüyü dökülmüş ve de­ğeri azalmış, dolayısıyla zelil hale gelmiş olacaktır.

Kendile­rine üstün olduğunu göstermek istediği kimselerin karşısın­da bile zelil düşecektir. O alemde mukarreb melekler, mürsel nebiler masum veliler ve salih kullar gözünde hor, hakir, rüsvay, zelil ve değersiz olacaktır.

O halde eyvahlar olsun bizim gibi hakkı gizlemek, cidal, nefsanî heva ve heves ve husumetler ehli olanlara. Bizler gerçekten de bu habis nefsin elinde esir durumundayız. Bu

pis nefis bizlerden el çekmemekte bizi her iki alemde de he­lak etmek istemektedir. Aksine bizler de asla kendimizi ıslah etmek istemiyoruz. Herşeyden gaflet içerisinde olup tabiat uykusuna dalmaktayız. Allah'ım sen kullarını İslah eden ve kalplerin malikisin.

Bütün mevcudatın vücudu senin kudret elindedir ve bü­tün kullarının kalbi senin tüm iradenin nüfuzu altındadır. Kendimizin maliği değiliz.Ne yararımız ne zararımız ne ölü­mümüz ve ne hayatımız kendi elimizde değildir.

Karanlık kalplerimizi ve bulanık gönüllerimizi kendi nurunla aydın­lat. Fesatlarımızı fazlın ve inayetinle ıslah et. Bizim gibi za­yıf ve çaresiz insanlara yardım et.

Hadis-i şerifin ilk fıkrasında yer aldığı üzere hakkı gizle­yen kimselerin batmî ve nefsanî bir melekesi ve mertebesi vardır. Bir de bundan vücuda gelen zahiri mertebesi var.

Bu zahiri mertebe o batınî mertebenin nişane ve alametidir. Ni­tekim üstünlük taslamak hilekarlık ve diğer kötü sıfatların da bir batını mertebesi de vardır ki o bu emrin melekesidir. Bir de zahiri bir mertebesi de vardır ki o melekenin neticesi­dir. Nitekim bütün amel ve fiillerde kalbin de bir payı vardır.

Bazen meleke mertebesine ulaşmakta ve bazen de hal merte­besine bulunmakta ve zahirî ameller de onların neticesi sa­yılmaktadır. O halde makam düşkünlüğü, üstünlük talebin­de bulunmak, halkı kandırmak ve hilekarlık gibi hasletleri meleke haline gelen kimselerin alamet ve zahiri nişaneleri de onlarla uyum içindedir. Bunların bazılarını da İmam Sa­dık (as) zikretmiştir. Bunlardan birisi hilekarlık ve halkı

kandırmaktır. Bunlar halk içinde kendilerini doğruluk ve sa­lah ehli olarak göstermekte, ama batınları böyle değildir. Ko­yun kılığmdaki kurt ve insan suretindeki şeytan olan bu in­sanlar, Allah'ın en kötü kullarıdır.

Bunların halka verdiği zarar düşmanınkinden daha fazladır. Bir alameti de zengin­ler karşısında dalkavukluk etmesi ve tevazu göstermesidir. Tevazu ve dalkavukluk örtüsüne girerek zayıf halkları aldat­mak istemekte ve onların muhabbetinin tatlı helvasını ve dünyevî ihtiramlarını kazanmak istemektedirler. Karşılığın­da dinlerini satmış ve imanlarını kaybetmişlerdir.

Bunun karşılığında ise onların dünyasından istifade etmektedir. Bunlar o kimselerdir ki hadiste yer aldığı üzere cennet ehli onları görünce onlara şöyle diyecektir: "Sizlere ne oldu ki biz sizin öğretileriniz vasıtasıyla cennete geldik ama sizler ce­hennemlik oldunuz." Onlar şöyle diyecekler, "biz dedikleri­mizle amel etmedik."

Onların alemetlerinden birisi de kendilerinden bir bek­lenti içinde olduğu emsallerine tekebbürde bulunup üstün­lük taslamalarıdır. Onları amelen veya kavlen tahkir eder­ler. Zira kendileri için birtakım ortaklar ortaya çıktığı tak­dirde kendi iftihar ve değerlerinin azalacağını sanarlar.

Bilmek gerekir ki en zor şeylerden birisi insanın ilim, zühd ve takva elbisesinde dindarlık iddiasında bulunması ve bu yolda kalbini korumasıdır.

Zira eğer bu yolda olan birisi vazifeleriyle amel eder ve bu aşamaya ihlas ile girerse kendi­sini islah ettikten sonra diğerlerini ıslaha yönelir ve Rasulul-lah'm Ehl-i Beyt'inden olan yetimleri korur.

Böyle kimseler mukarreb ve kıdemli insanlardan sayılır. Nitekim Hz. Sadık (as) Hz. Bakır'in dört dostu hakkında böyle bir tabirde bu­lunmuştur. Mezkur hadiste şöyle buyurmaktadır: Zürare,


Muhammed b.Mülem, Ebu Basir ve Bureyd Allah Teala'nm şu ayette buyurduğu kimselerdendir: "Yarışıp öne geçenler de öne geçmiş öncülerdir, işte onlar mukarreb olanlardır."

Bu hususta birçok hadis vardır. İlim ehlinin faziletleri ol­dukça fazladır. Rasulullah (sav)'tan menkul olan şu hadis onlar için yeterlidir. "İslamı ihya etmek için ilim öğrenirken kendilerine ölüm çatanlar ile enbiya arasında cennette sade­ce bir derece fark vardır."

Bundan sonra da inşaallah onların faziletlerinden bahse­dilecektir. Eğer Allah korusun ihlas yolundan uzaklaşır ve batıl yoluna girerse, Allah'ın kötü kullarından ve alimlerin­den birisi haline gelir.

Bunlar için hadislerde çok sert ve il­ginç tabirler yer almıştır. İlim ehli ve talihlerinin, gözönünde bulundurmaları gereken ilk nükte şudur: Tahsilleri esnasın­da kendi nefislerini tezkiye etmeye çalışmalıdırlar. Bunu bü­tün işlerinden önce yapmalıdırlar. Bütün akli farzlar ve şer'î farizelerden daha farz ve önemli bir husustur.

Ey ilim kemal ve marifet talibleri, uykudan uyanın ve bilin ki Allah'ın sizin üzerinizdeki hücceti tamamdır. Allah sizlere hüccetini ta­mamlamıştır. Allah sizlerden daha fazla hesap soracaktır. Sizin ilim ve amel ölçünüz diğerlerinden farklıdır. Sizin sıra­tınız daha ince ve dakiktir. Sizin hesabınız daha derindir.

Eyvahlar olsun şu ilim taliplerine ki, ilimler kalplerinde bu­lanıklık ve zulmet icad etmiştir. Birkaç nakıs mefhum ve ha­sılı olmayan istilahları ezberlediğimizde hak yolundan geri kalmaktayız. Şeytan ve nefis bizlere hakim olmaktadır. Biz­leri, insanlık ve hidayet yolundan alıkoymaktadır. En büyük hicaplarımız bunlardır ve Allah'a sığınmaktan başka çare­miz yoktur.

İlahi! biz kusur ve günahlarımızı itiraf ediyoruz. Biz se-

nin nzan yolundan bir adım olsun ilerlemedik, ne bir ibadet ve ne bir itaati ihlas üzere yerine getirmedik. Sen geniş lüt­fün ve rahmetinle bizlere davran. Dünyada ayıp ve günahla­rımızı örttüğün gibi ahirette de ayıp ve günahlarımızı ört.

Burada şu nükteyi de zikretmemiz gerekir ki, İmam (as) birinci fıkranın hemen altında şöyle buyurmuştu: "Bu yüz­den Allah Teala onu kör kılar ve ondan alimlerin nişaneleri­ni alır." Bu bir haber de olsa, bir dua da olsa gerçekleşecek hakikattir.

İnsan basiretinin körleşmesinden ve bütün şeka­vet, zulmet ve sefaletlerin kaynağı olan batını ve kalp körlü­ğünden sakınmalıdır. Alimlerden ilim belirtilerinin kaldırıl­ması mahrumiyetin yanısıra kıyamette de birtakım rüsvay ve rezilliklere sebeb olacaktır.

Fıkıh ve. akıl ehli kimseler için, yani dinde derinleşmek ve hakikatleri derketmek için ilim tahsil edenlerin birtakım alametleri vardır.

Bunlardan birisi ilim vasıtasıyla onların kalbine hüzün, dert ve gamın girmesidir. Ama bu hüzün dini veya dünyevî geçici işler için değildir, aksine dönüşten, kusurlarından, ubudiyyet görevlerini yerine getirmemekten kaynaklanan bir korkudur. Bu hüzün kalbi nuri andırmakta ve nefsin ısla­hı ile ubudiyyet görevlerini yerine getirmenin başlangıcıdır.

İlim nuru sahibinin kalbinden rahatlığı siler ve onu hak ve keramet diyarına aşina kılar. Böylece Alah Teala ile müna-caat etmekden lezzet alır. Geceleri ibadet için uyanık geçirir ve kulluk görevini yerine getirir. Nitekim hadiste de şöyle yer almıştır: "Başlarında tahtü'l-hanek gece karanlığında

amel ederler. Allah 'tan korkarlar." Birinci cümle ibadetin lü­zumundan kinayedir.

Bu rabbani alametlerden biri de kamilen ve ubudiyyet görevlerini yerine getirdiği halde yine de korku içinde olma­sıdır. İlim nuru sayesinde ne kadar görevini yerine getirse de nakıs olduğunu anlar ve nimetlerin şükrünü eda edemeyece­ğini ve hakkıyla ibadetten uzak olduğunu derkeder. Dolayı­sıyla da kalbi haşyet ve korku içerisinde olur.

Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah'tan alimler korkar." İlim nuru, haşyet ve hüzün getirir. İlim sa­hibi nefsini ıslah etmeye çalıştığı halde küfre düşmekten korkar ve Allah'tan ıslahını ister. Allah'tan gayrisiyle meş­gul olmaktan korkar. Zamanın ehlinden kaçar. İnsanların kendisine Allah yolunda engel olmasından ve ahiretin seferi­ni engellemelerinden korkar.

Kendisine dünyayı sevdirecek­lerini bilir. Allah Teala böyle bir kula yardımcı olur, vücudu­nun erkanını sağlamlaştırır ve ahirette de kendisine inayet eder. Keşke biz de onlarla birlikte olsaydık da büyük kurtu­luşa erseydik. Evvelde de sonrada da hamd Allah'adır. Al­lah'ım Muhammed'e ve tahir ehline rahmet gönder...


Yirmidördüncü Hadis İLMİN KISIMLARI

Musa b. Cafer (as) şöyle buyurdu: Rasulullah (sav) cami­ye girince cemaatin, birinin etrafında dönüp durduğunu gör­dü. O adamın kim olduğunu sorunca, kendisine onun "alla-me" olduğu söylendi. Rasulullah o zaman da allamenin ne ol­duğunu sordu. Rasulullah (sav)'a onun "arapların nesebini, olaylarını, cahiliye yönlerini ve arapça şiirlerini en iyi bilen

bir kimse" olduğunu söylediler. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Bu, insan bilmediği takdirde kendisine hiç bir zararı olmayan ve bildiği takdirde ise kendisine hiç bir menfaati olmayan bir ilimdir." Daha sonra Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki ilim üç kısımdır. Ayet-i muhkeme fariza-i adile ve sünnet-i kaime. Bunun dışında kalan ilimler birer fazlalıktır." (Usul-i Kafi, c. 1., sh. 32).

Önceden de söylendiği gibi icmali ve tümel bir şekilde in­san üç neşet ve makam-alem sahibidir. Birincisi ahiret neşe­ti, gayb alemi, ruhaniyet ve akıl makamıdır. İkincisi berzah, iki makam arasındaki orta alem ve hayal makamıdır.

Üçün­cüsü ise dünya neşeti mülk makamı ve şehadet alemidir. Bunlardan her birisinde özel bir kemal ve terbiye ile neşet ve makamıyla uyumlu olan amelleri vardır. Nebiler de bu amel­lerin düsturlarını yüklenmişlerdir.

O halde tüm faydalı ilim­ler bu üç ilme yani aklî kemaller ile ruhi vazifelere rücu eden ilim, kalbi ameller ile vazifelerine rücu eden ilim ve kalbi ameller ile nefsin zahiri neşetine rücu eden ilme ayrılır.

Ruhaniyet ve mücerred akıl aleminin takviye ve terbiye­sini üstlenen ilim, Hakk'm mukaddes zatını celal ve cemal sıfatlarını mücerred gayb alemlerini ceberrut-i a'la ve meîe-kut-i a'îa'daki meleklerden meiekut-i esfel ve arzi (mülkî) meleklere kadar tüm Hakk'ın ordusunu, enbiya ve evliyanın makamlarını, nazil olmuş kitaplarını vahyin nüzul niteliğini, melekler ve ruhun nüzulünü, ahiret alemini, mevcudatın gayb alemine dönüş keyfiyetini, berzah ve kıyametin hakika­tini ve tafsilatını, bilcümle vücudun mebdesini, mertebeleri-

ni ve zuhurun keyfiyetini bilmekten ibarettir. Enbiya ve evli­yadan sonra da bu ilme filozoflar ile hikmet irfan ve marifet erbabı kimseler sahib çıkmışlardır.

Kalp terbiyesi ve perhizi ile kalbî amellere bağlı ilimler ise ahlakî kurtarıcılar ve helak edicileri bilmektir. Yani sa­bır, şükür, haya, tevazu, rıza, cesaret, cömertlik, zühd, vera, takva vb. ahlakî faziletleri bu sıfatları elde etmenin keyfiye­tini şart ve koşullarını bilmektir.

Hakeza hased kibir, riya, düşmanlık, hilekarlık makam sevgisi, dünya sevgisi, nefis sevgisi vb. şeyleri, bunun usulle­rini ve korunmanın yollarını bilmektir. Nebilerden ve vasile­rinden sonra bu ilme sahip çıkanlar ise ahlak alimleri riya­zet ve mearif ehli kimselerdir.

Zahiri terbiye ve İslah etmekle ilgili ilimler ise fıkıh ve usul-i fıkıh ile muaşeret adabı ve ev ile ülkeyi idare siyaseti­dir. Bu ilmin sahipleri de nebi ve vasilerinden sonra zahir-aîimleri, fakihler ve muhaddislerdir.

Bilmek gerekir ki insanlığın mezkur bu üç mertebesinin birbiriyle o kadar irtibatı vardır ki eserleri birbirine sirayet etmemektedir. Bu hem kemal ve hem de noksanlık yönünde sözkonusudur.

Örneğin birisi ibadî ve zahirî ibadetlerini ye­rine getirirse neticede kalbinde ve ruhunda bir takım etkiler oluşur; böylece ahlakı iyileşir ve akidesi kemale erer. Hakeza eğer insan hulkunu tehzib eder ve batınını güzelleştirirse di­ğer iki neşette de etkili olur.Nitekim imanın kemali ve akaid hükümleri de diğer iki makamı etkiler.

Bu ise makamlar arasındaki güçlü irtibattan kaynaklanmaktadır, "irtibat" kelimesi bile ifade yetersizliğindendir. "Mazharları olan bir hakikattir" demek gerekir. Hakeza üç makamın kemalleri de diğer kemallere bağlıdır. Hiç kimse sanmasın ki zahiri

amel ve kalbi ibadetler olmaksızın kamil bir iman veya mü­hezzeb bir hulka sahip olunabilir. Hulku mühezzeb olmaz ve nakıs bulunursa amelleri tam ve imanı da kamil olamaz.

Ha­keza kalbi imanda olmaksızın zahiri amelleri tam ve ahlaki güzellikleri kamil olamaz. Kalıbı amelleri nakıs olur ve nebi­lerin emirlerine mutabık bulunmazsa kalpte birtakım bula­nıklık ve hicaplar ortaya çıkar ki iman ve yakinin nuruna engel olur. Hakeza ahlaki reziletler kalpte olunca da iman nurunun kalbe girişine engel olur.

O halde ahiret yolcularının ve insanlığın doğru yolunun taliplerinin her üç mertebede de tam bir dikkat içinde olması ve onları ıslah etmesi gerekir. İlmî ve amelî kemallerden hiç­birisinden sarf-ı nazar etmemeli ve hulkun tehzibi, inançla­rın tahkimi veya şeriatın zahirini korumanın yeterli olduğu­nu sanmamalıdır.

Örneğin bu üç inançtan her birine üç ilim sahibinden bazıları sahiptir. Örneğin şeyh-i işrak Hikmetu'l-İşrak'm önsözünde "ilim ve amelde kamil" hakkında birta­kım sınıflandırmalar yapmaktadır. "İlimde ve amelde kamil" sözünden de anlaşıldığı gibi ilmi kemal, amelde noksanlığa rağmen (hakeza bunun tersi de) gerçekleşebilir.

İlmi kemal ehlini saadet ehli ve tecerrüd ile gayb alemi sayesinde kurtu­luşa eren kimseler olarak bilmiş, neticede ruhanî ve illiyyin ehli kimselerin yolunda olduğunu kabul etmiştir. Ahlak ve tehzib alimlerinden bazısı tüm kemallerin menşeinin hul­kun, kalbin ve kalbi amellerin ta'dili olduğunu, diğer aklî ha­kikatler ve zahir hükümlerin bir önem arzetmediğini beyan etmişlerdir.

Aksine sülük yolunun dikeni konumundadır. Zahir alimlerden bazısı aklî, batını ve ilahî ilimleri küfür ad­detmiş ve alimlere karşı düşmanlık etmişlerdir.

Bu batıl inançların sahibi olan üç taife ruh makamları ve

insanlık neşetinden mahrumdur. Dolayısıyla enbiya ve evli­yanın ilimlerinde hakkıyla tedebbürde bulunmamışlardır. Bu yüzden bunlar arasında bir takım çekişmeler olmuş, bir­birlerini kınamışlardır.

Batıl olduklarını iddia etmişlerdir. Halbuki mertebeleri sınırlandırmak batıldır. Bir manaya gö­re birbirini tekzib etmek hususunda her üçü de doğru de­mektedir.

Yoksa amel ve ilimleri mutlak bir şekilde batıl de­ğildir. Onların bu insanî mertebeleri bu hadde sınırlandır­maları ve ilim ve kemalleri sahip oldukları dalda mahdud kılmaları gerçeğe aykırı bir hadisedir.

Rasulullah (sav) bu hadiste ilmi üçe ayırmıştır. Şüphesiz ki bu üç ilim de bu üç mertebe ile ilgilidir. İlahî kitaplar nebevi sünnetler ve masumlardan (A) menkul hadislerde yer alan ilimler de buna tanıklık etmektedir ki ilimleri bu üç kıs­ma ayrılmaktadır.

Birincisi Allah, melekler, kitaplar, rasuller ve ahiret ilmi­dir ki semavi kitaplar ve özellikle de rububi Kur'anî kerim bu ilimle doludur.Hatta denilebilir ki Allah'ın kitabında yer alan en ilmin çoğu bu ilimdir.

Bu ilim muhakkiklerin beyan ettiği kamil bir beyan ve sahih bir burhanla mebde ve meada (yaratılış ve ahirete) davettir. İlahi kitapta diğer iki merte­benin bu kadar değeri yoktur. İmamların da bu hususta sa­yılamayacak kadar hadisleri vardır. Kafi, Tevhid-i Saduk vb. muteber kitaplara başvurulacak olursa konu daha da iyi an­laşılır.

Hakeza batının tehzibi, hulkun İslahı ve ta'dili hususun­da da kitab-ı ilahi ve Ehl-i Beyt'ten menkul hadislerde de ol­dukça fazla bilgiler mevcuttur. Ama biz zavallılar nezdinde bu ilahi kitap ve bablar kapalı kaldığından itina ve itibar görmemektedir. Bizim onların ilim ve hadislerinden teberri

ettiğimiz gibi tahir imamlar da bizlerden teberri edecek Al­lah Teala da bizlere, aleyhimize hüccet ve delil ikame ederek muaheze edecektir. Kötü akibetten Allah'a sığınırım.

Bizim tüm kitaplarımızda fıkıh ve zahirî menasiklerle il­gili hadisler de oldukça fazladır.

O halde belli oldu ki şeriat ilimleri beşerin ihtiyaçları ve insanlığın üç makamı hasebiyle üç kısımdan ibarettir. Bu ilimlerin alimlerinden hiç birisi birbirine itiraz etmez.

İnsan bir ilme sahip değilse o ilmi tekzib etmesi ve o ilmin ashabı­na dil uzatması gerekmez. Akî-ı selim nezdinde tasavvursuz tasdik yanlış ve ahlaki çirkinlikten sayıldığı gibi tasavvursuz tekzib de çirkin bir şeydir. Hatta daha çok çirkin ve kötüdür.

Örneğin filozofların dediği vahdet-i vücudu bilmiyor, bunu fi­lozoflardan öğrenmiyor ve gerekli şeylerini elde edemiyorsak niçin ehlini tekfir edelim ki? Aksi takdirde Allah'ın huzurun­da utanmaktan başka bir cevabımız olabilir mi? "Ben öyle bi­liyordum" özrü asla kabul edilmez.

Her ilmin birtakım mu-kaddematı ön bilgileri vardır ki bunları bilmediğimiz takdir­de neticeyi derketmek de mümkün değildir. Özellikle vahdet-i vücud meselesi ömür boyu zahmet çekilse dahi yine de aslı ve hakikati derkedilemiyor, Filozof ve ariflerin yıllarca tar­tıştığı ve incelediği bir meseleyi sen bir kitap okumakla veya Mesnevi'nin bir şiirini öğrenmekle nakıs aklın sayesinde an­layabileceğini mi sanıyorsun? Hayır hiç birşey öğrenemezsin.

"Haddini bilen ve ileri gitmeyen kimseye Allah rahmet et­sin. "

Hakeza fakihi "kabukçu" ve "zahirci" diye suçlayan arif ve filozof kılıklı insanlar da hakikatte nebilerin beşeri nefis­leri kemale erdirmek için Allah'tan getirdikleri şer'î ilimlere dil uzatmış sayılır. Onları tekzib etmiş sayılır. Bunu hangi


dini ölçüler üzere yapıyor? Alim ve fakihlere hangi aklî veya şer'i deliller sayesinde saldırabiliyorsun? Allah nezdinde bunların hesabını nasıl vereceksin? Bu usanç veren merhale­den de geçelim.

Peygamber (sav)'in zikrettiği üç ilmin mezkur üç dal ol­duğu malum olduktan sonra şimdi de bu üç unvanından hangisinin bu ilimlerden birisine uyduğuna bakalım. Gerçi bu mesele o kadar önemli bir mesele değildir. Bu bablarda en önemli şey ilimlerin aslını öğrenmek ve daha sonra onları tahsil etmektir. •

Ama hadis-i şerifin beyanı için burada kısa bir işaret et­mek zorundayız. Bu hadisi şerheden bazı büyük alimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Ki konu uzayacağından geçmek zorundayız.

Kasır aklıma gelen birtakım konuları zikredilmeyen şa-hidleriyle birlikte sizlere zikretmeye çalışacağız; daha sonra büyük şeyhimiz Şahabadi'nin beyan ettiği önemli büyük nükteyi beyan etmeye çalışacağız.

Bil ki ayet-i muhkeme; aklî ilimler, hak inançlar ve ilahi öğretilerden ibarettir. Fariza-i adile ise ahlak ilmi ve kalb tasfiyesinden ibarettir. Sünnet-i kaime ise zahirî ilimler ve kalıbî edebler ilminden ibarettir.

Bu tertibin delili ise şudur ki nişane manasına gelen ayet kelimesi aklî ve itikadî ilim­lerle mütenasiptir. Zira o ilimler zat, esma, sıfat ve diğer öğ­retilerin nişaneleridir. Diğer ilimler ise hiç bir yerde ayet ve­ya nişane olarak tabir edilmemişir. Örneğin kur'an-ı Ke-rim'de birçok hususta Allah'ın varlığı, esma, sıfat ve zatî mu-

kaddesin vücudu veya kıyametin keyfiyetleri gayb alemi ve berzah hususunda ikame edilen burhanlardan sonra "bu akıl sahipleri ve düşünenler için bir ayettir" buyrulmaktadır.

Bu tabir bu ilimler öğretiler hususunda oldukça yaygın olan bir tabirdir. Ama furu-i şeriyeden bir fer' veya usulî ahlakiyye-den bir asıldan sonra "bu bir ayettir" denilirse bu bir nevi saflık olur.

Bu konu oldukça malum bir konudur. O halde malum oldu ki ayet, alamet, ve nişane mearif ve ilimlere öz­gü bir daldır. Nitekim muhkeme diye tavsif edilmesi de bu ilimlerle uyumludur, zira bu ilimler akli mizan ve muhkem burhanın altındadır. Ama diğer ilimler burhan çeşidi itiba­riyle muhkem ve sağlam değildir.

Ama fariza-i adilenin ahlak ilmine ait olduğuna gelince: Burada da fariza kelimesi adile kelimesi ile tavsif edilmiştir. Zira güzel ahlak ahlak ilminde tesbit edildiği gibi ifrad ve tefridden sakınmak ve itikad yoluna koyulmaktır. İfrat ve tefrit kınanmış, itidal yolu olan adalet ise örülmüştür.

Örne­ğin güzel ahlak ve fazıl melekenin erkanlarının biri olan ce­saret ifrat olan tahayyür ile tefrit olan cübn'den sakınmak­tır. Tahavvür insanın korkması gerektiği yerde korkmaması cübn ise insanın korkmaması gerektiği yerde korkmasıdır. Hakeza erkandan biri olan hikmet de sefeh ve beleh diye bi­linen ahlakî rezaletler arasındaki itidal yoludur; sefeh insa­nın fikrini yersiz yerde kullanmasıdır.

Beleh ise insanın aklı­nı kullanması gerektiği yerde fikrî kuvvesini tatil etmesidir. Hakeza iffet rüknü de, şereh ve humud rezaletinin arasında­ki orta yol, cömertlik ise israf ve cimrilik rezaletinin arasın­daki orta yoludur.

Dolayısıyla fariza,i adile olması da onun ahlak ilmine uygun olduğunun delilidir. Hakeza fariza kabul edilmesi de bunun delilidir. Zira fariza 3. kısımla ilgili olan sünnetin karşısmdadır ve de aklın herhangi bir yolla idrak edebildiği şeyden ibarettir.

İLMİN KISIMLARI

Nitekim ahlak ilmi de böyledir. Ama sünnet salt taabbut ve kulluktan ibarettir ve akıl onun derkinden acizdir. Bu yüzden diyoruz ki sünnet-i kaime taabbudî ilimler ve şer'î edeblerden ibarettir. Ki sünnet diye tabir edilmiştir ve akıllar tür itibariyle bunları idak etmek­ten acizdir. Bunların derk ve isbat yolu ise sünnettir.

Yani onlar sünnet yoluyla derk edilebilir ve isbat edilebilir. Nite­kim sünnetin "kaime" diye tavsif edilmesi de şer'i vaciblerle mütenasibtir. Zira ki ikame; diğer "namaz, zekat, veb şer'î farzlarda da kullanılmaktadır ve bu kelime diğer iki ilimde kullanılmamaktadır ve bu tatbik edilebilecek en mütenasip bir yoldur. Yine de doğrusunu ancak Allah bilir.

Şimdi de daha önceden vaadettiğimiz bir nükteyi beyan etmeye çalışacağız. O da şu ki hadis-i şerifte akaid ilmi ve öğretiler ayet diye tabir edilmiştir ve ayet; alamet ve nişane demektir.

Bu tabirin nüktesi de şudur ki aklî ilimler ve itikadî ger­çekler sadece onları derketmek, süslü püslü tabirleri öğren­mek veya dünyevî bir makam elde etmek için öğrenilirse "ayat-i muhkemat" diye tabir edilemez.

Aksine böylesi bir tahsil kalın bir hicab ve boş bir hayalden ibarettir. İnsan ilim tahsilinde maksadı Allah'a vasıl olmak ve esma ve sıfat olarak tahakkuk etmek ve Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak olmazsa bu derklerin her birisi kendisi için cehennem ma­kamlarından birisi haline gelir, kalbî kararır basiret gözü kör olur ve şu ayet-i kerimenin misdakı haline gelir, "iler

kim zikrimden yüzçevirirse onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak hasrederiz."

Bu alemde insan kendini kör bulunca da "Hakk'a itiraz eder ve der ki: "Ben o alemde kör değildim, niçin beni bu alemde kör hasrettin." O zaman da kendisine şöyle cevap ve­rilir: "Sen o alemde de kör idin. Zira ki bizim ayetlerimizi müşahede etmedin, onları unuttun." Ahiret aleminde insa­nın gözlerinin görmesinin mizanı basiret ve kalp gözünün görmesidir.

Beden ve kuvvelerinin tamamıyla kalp ve batını­na tabi olmasıdır. Bu alemde varolan herşey o alemde de ol­duğu gibi zuhur eder. Dolayısıyla bütün mefhum alimleri, ıs-tılahat bilginleri ve kitap hafızlarıyla yazarlarının Allah'ı bi­len melekleri ve ahiret gününü bilen alimler olduğunu san­mayınız.

Eğer onların ilimleri ayet ve nişane ise niçin onla­rın kalbinde nuranî tesirler icat etmemektedir. Bu aslında büyük bir yanlışlıktır. Zira onların kalb zulmetini, ahlakî fe­satlarını, ameli bozukluklarını artırmaktan başka birşey yapmamıştır. Kur'an-ı Kerim'de alimleri tanımak için birta­kım ölçüler beyan edilmiştir.

Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: "Allah'tan sadece alim olan kulları kor­kar" yani haşyet sadece alimlere özgü bir şeydir. Allah'tan korkmayan bir kimse, alimler zümresi dışındadır. Acaba kal­bimizde haşyet ve korkudan her hangi bir nasibimiz var mı­dır? Eğer varsa zahirde niçin tesir ve etkisi görülmemekte­dir.

Hz. Ali bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ey ilim talibi, şüphesiz ki ilmin birçok fazileti vardır. İlmin başı, tevazu; gözü hasedden uzak olmak, kulağı derketmek, dili doğruluk, hıfzı araştırmak, kalbi iyi niyet, aklı eşya ve işleri bilmek, eli rahmet, ayağı alimleri ziyaret etmek, himmeti selamet, hik-

meti takva, yeri necat, öncüsü afiyet, merkebi vefa, silahı yu­muşak dilli olmak, kılıcı rıza, yayı insanlarla iyi geçinmek, ordusu alimlerle oturup kalkmak, malı edeb, zahiresi gü­nah işlememek, azığı iyilik, suyu uzlaşmak, kılavuzu ilahi hidayet, dostu iyileri sevmektir." (Kafi, C 1., s. 48).

Hz. Ali'nin bu zikrettikleri şeyler alimlerin alametleri ve ilmin belirtileridir. O halde bunlardan mahrum olan birisi bilmelidir ki ilimden bir nasibi yoktur. Üstelik cehalet ve da­lalet ehlindendir.

Ahirette de bu mefhumlar onun için zul-mani hicaplar olacaktır. Kıyamette en büyük hasret duyan­lardan olacaktır. O halde ilimde ölçü alamet, nişane ve ayet olmasıdır. Hiçbir enaniyet ve bencillik olmamalıdır.

Ayrıca "muhkeme" diye tavsif edilmesi de şundan ötürü­dür ki gerçek ilim kalpte icad ettiği nuraniyet sebebiyle itmi­nan oluşturur ve sekleri yok eder.

İnsan ömrü boyunca ilahi öğretiler için sayısız delil ikame ettiği ve cedelde muhatabını yendiği halde bu ilmin kalbinde hiç bir etki icad etmemiş ol­ması da olasıdır. Aksine şek ve şüphesini daha da artırır.

O halde kavramları toplamak ve ıstılahatları çoğaltmanın hiç bir faydası yoktur. Aksine kalbi Allah'tan gayrisine mütevec­cih kılar ve insanı Allah yolundan gafil kılar.

Ey aziz! çare şudur ki insan ilminin ilahi olmasını isterse önce mücahede ve riyazetlerle kendini tezkiye etmeli ve ni­yetini halis kılmalıdır. "Kırk gün Allah için ihlaslı olanın kalbinden diline hikmet çeşmeleri cari olur." Kırk günlük İh­lasın etki ve faydalan bunlardır.

O halde kırk veya daha faz­la yıldır bu kavramlar ve ilimler sahasında çalışan kendini Allah'ın ordusundan ve ilimlerin allamesi görenler bilmelidir ki, tahsil ve zahmetleri ihlas üzere değildir.

Aksine şeytan ve nefis için tahsil etmiş ve zahmet çekmişlerdir. Bu ilimden herhangi bir keyfiyet ve halin hasıl olmadığını gördüysen bir müddet tecrübe için de olsa niyetini ihlaslı kılmak ve kalbini temizlemek hususunda çalışmalısın.

KIRK HADÎS ŞERHİ

Eğer bunun bir etkisini görürseniz devam ettirirsin. Gerçi tecrübe lafı edilince, ihlas kapısı kapanır. Ama yine de bu nurdan istifade eder ve doğ­ru yola yönelirsin.

Velhasıl ey aziz! sen tüm berzah, kabir, kıyamet ve kıye-metin derecelerinde ilahi hak marifetler, hakiki ilimler, gü­zel ahlak ve salih amellere muhtaçsın.

Hangi derecede olur­san ol itilasını artırmaya çalış, nefsin vehimleri ile şeytanın vesveselerini kalbinden atmaya çalış. Böylece bir netice elde eder ve hakikate erişirsin. Senin için hidayet yolu açılır ve Allah Teala elinden tutar.

Allah biliyor ya eğer bu boş ve ba­tıl ilim, fasid evham, kalbi zulmetler ve kınanmış ahlak ile öbür alame göçecek olursak büyük musibetlere duçar olaca­ğız. Bu ilim ve ahlak bizim için zulmet ve ateşlere dönüşe­cektir.



Molla Sadra (K) Usul-i Kafî şerhinde İmam Gazalî'den uzun bir bölüm nakletmektedir. İmam Gazali bu bölümde ilimleri dünyevi ve uhrevî ilimler diye ikiye ayırmıştır.

Fı­kıh ilmini dünyevi ilimden saymış, ahiret ilmini ise mükaşe-fe ve muamele ilmi diye ikiye ayırmıştır. Muamele ilminin ise kalplerin hallerini bilmek olduğunu söylemiştir.

Mukaşe-fe ilmi ise kalpler tezkiye olduktan sonra kalpte oluşan bir nurdur. Bu nurla hakikatler keşfolur, zat, esma, sıfat efal ve hikmetleri ile diğer mearif hususunda hakiki bir marifet elde edilir. Molla Sadra'da bu taksimi beğendiği için bizim şerhiy-

le meşgul olduğumuz hadisin şerhinde şöyle demiştir: "Ra-sulullah'ın yaptığı bu taksim muamelat ilimleriyle ilgilidir. Zira halkın çoğunun istifade ettiği ilim de budur. Ama mü­kaşefe ilmi insanlardan çok azı için hasıl olmaktadır."

Yazar diyor ki Şeyh Gazali'nin sözüne bir itirazım var. Sıhhati farzedilse o zaman da Molla Sadra'nın (R) sözüne başkabir itirazım vardır.

Gazali muamelat ilminin kalbin sabır, şükür, korku, ümid veb. kurtarıcı halleri ile düşmanlık, hased, aldatıcılık vb. helak edici hallerini bilmek olduğunu söylüyor. O halde Rasulullah'm zikrettiği üç ilim muamelat ilminden sayıla­maz. Sadece "fariza-i adile" bu ilimden sayılabilir.

ikinci itirazım şu ki Gazali; fıkıh ilmini dünyevî ilimler­den fakihleri ise dünyevi alimlerden saymıştır. Halbuki fıkıh uhrevi ilimlerin en değerlisidir. Bu nefis sevgisi ve insanın ehli olduğunu sandığı şeyleri sevmesinden kaynaklanmakta­dır. Yani mütedavil manada bir ahlak ilmi bu açıdan diğer ilimlerden hatta akli ilimlerden bile ayırt edilmiştir.

Ayrıca Gazali mükaşefeyi de ilimlerden saymıştır. Halbuki bu doğru değildir. Zira ilim, nazar fikir ve burhan alanına girer. Fikir ile ilgilidir. Mükaşefe ve müşahede bazan hakiki ilimlerin neticesidir ve bazen de kalbi amellerin neticesi. Bilcümle müşahede, mükaşefe ile esma ve sıfatların hakikatine ermek ilim değildir. Mükaşefe ve ilim birbirinden apayrı şeylerdir.

Bil ki tıb, anatomi, astronomi vb. birçok ilimler de bir açı­dan Rasulullah'm zikrettiği üç kısım ilimden birinden sayıl­maktadır. Elbette onlara da ayet ve nişane gözüyle bakma-

mız gerekir. Hatta ibret gözüyle bakacak olursak tarih ilmi bile böyledir. O halde bunlar "ayet-i muhkeme"den sayılırlar ki bu vasıtayla insan Allah veya ahiret hakkında ilim elde eder veya ilmi takviye olur. Bazan da bunları tahsil etmek fariza-i adile ve bazan da "sünnet-i kaime" ilminden sayılır.

Ama insan kendisi için öğrenir ve başkalarına öğretirse insa­nı ahiret ilminden mahrum kıldığı için kınanmıştır. Aksi takdirde hiç bir zarar ve yararı yoktur. Nitekim Rasulullah da böyle buyurmuştur. O halde ilimler üçe ayrılır. Birincisi insana diğer alemin halleri hasebiyle faydalı olan ilimdir. Ki yaratılışın hedefi de buna erişmektedir.

Bu; Rasulullah (s)'in ilim saydığı ve üçe ayırdığı ilimdir. İkincisi insana zarar ve­ren ve onu gerekli vazifesini eda etmekten alıkoyan ilimdir. Bu kınanmış bir ilimdir ki insan bu ilimlerden kaçınılmalı­dır. Örneğin sihir, simya ve hokkabazlık gibi. Üçüncü kısım ilim ise insana bir fayda veya zararı olmayan ilimdir.

Mesela insanın boş vakitlerinde bazı ilimlerle meşgul olması gibi. Hesap, hendese (geometri) heyet vb. İlimler bu türden ilim­lerdir. İnsan bu ilimleri de mezkur üç ilimden birine tatbik edebilirse çok iyidir. Aksi takdir en azından insanın bunlarla meşgul olmaması daha iyidir.

Zira kısa ömrünü az vaktini ve birçok engelleri gören akıllı insan, tüm ilim ve faziletleri elde edemeyeceğini bilir ve dolayısıyla hangi ilmin kendine daha faydalı olduğunu düşünür. Elbette ki bu bağlamda insanın ebedi hayatına faydalı olan ilimler en iyi ilimlerdir. Bu ilim­ler ise enbiya ve evliyanın emir ve teşvik ettikleri ilimlerdir. Bunlar ise Rasulullah'm zikrettiği üç ilimdir. Hamd Allah'a mahsustur.


Yirmibeşinci Hadis ŞEK VE VESVESE

"Abdullah b. Senan şöyle diyor. Hz. Sadık (A)'a abdest ve namazında vesveseye düşmüş birini zikrederek "O akıl sahi­bi birisidir" dedim.

İmam (A) şöyle buyurdu: "Nasıl bir aklı var ki? Halbuki o şeytana tabi oluyor." Ben, "Nasıl şeytana uyuyor?" diye sorunca da imam şöyle buyurdu: "O şahsa ge­len şeyin (vesvesenin) hangi şeyden geldiğini sor. Şüphesiz ki şeytanın amelinden olduğunu söyleyecektir." (Usul-i Kafi, C. 1., s. 12. Kitabu'1-akıl ve'1-Cehl 10. hadis.)

Bil ki vesvese, tezelzül, şek, şirk vb. şeyler şeytanın însanoğlunun kalbine attığı ilkalardandır. Nitekim itminan, ya-kin, sebat, hulus vb. şeyler de rahmani feyizler ve meleki il­kalardandır.

Bunun açıklaması ise şudur: İnsanın kalbi mülk ve mele-kut ile dünya ve ahiret arasında kalan latif bir şeydir. Bir yönü dünya ve mülktür ve bu cihetle bu alemi tamir etmeye koyulur. Diğer yönü de ahiret, gayb ve melekut alemidir.

Bu cihetle de ahiret ve melekut alemini tamir eder. Kalp ikiyüz­lü bir ayna konumundadır ki bir yüzü gayb alemidir ve ona gaybı suretler yansımaktadır ve diğer bir yüzü de şehadet alemidir. Dünyevi ile mülki suretler ona yansımaktadır. Dünyevi suretler zahiri duyu organları ile hayal ve vehim gi­bi birtakım batını duyu organları vasıtasıyla yansımaktadır.

Uhrevi suretler ise aklın batınından ve kalbin içinden ona yansımaktadır. Kalbin dünyevi yönü güçlenir ve insan sade­ce dünyayı tamire yönelirse bu batini teveccüh sebebiyle pis nefislerin, şeytanların ve cin aleminin,tabiat ve karanlık mülk alemi olan melekut-u sufla'ya yönelir.

Bu tenasüp vası­tasıyla kalbinde birtakım şeytani ilkalar vücuda gelir. Bu il-kalar batıl hayaller ile habis evhamların menşei haline gelir . Nefis bilcümle dünyaya meylettiği için bu batıl hayallere iş­tiyak duyar, azim ve iradesi de buna tabi olur ve böylece bü­tün kalbi ve kalıbî (organik zahiri) amelleri şeytani ameller sınıfından olur.

Böylece bütün kalbini vesvese, şek, terdid, evham ve batıl hayaller kaplar. Bedeni ameieri de kalbin batmî suretleri şeklinde teceli eder. Zira ameller iradetlerin misal ve yansı­ması, onlar da vehmin misal ve yansımasıdır.

Onlar kalbin yönelişinin yansımasıdır. O halde kalp; şey­tani aleme yönelirse kalpte şeytani cehli mürekkep sınıfından bir takım ilkalar vücuda gelir. Neticede zatın batınında vesvese, şek, şirk ve batıl şüpheler doğar, daha sonra bütün beden mülküne sirayet eder.

ŞEK VE VESVESE

Zikredildiği kıyas üzere kalbin yönü eğer ahireti tamire, hak marifetleri bilmeye ve gayb alemine teveccühe yönelirse onda bir tür melaike ve tayyib nefisler alemi olan melekutî a'laya teveccüh vücuda gelir. Dolayısıyla bu kalbe ifaze edi­len ilimler rahmani ve meleki ilimler, inançlar da hak inanç­lar olur.

Bu kalbe yapılan ilkalar, ilahi ve rahmani ilkalar olur. Bu kalb şek ve şirkten arınmış ve tertemiz hale gelir. Nefiste itminan ve istikamet haleti vücuda gelir. İştiyakları ilimleri üzere, iradetleri iştiyakları üzere ve onun da kalbi ve kalıbı, zahiri ve batınî amelleri ise akıl ve hikmet mizanı üzere gerçekleşir.

Bu şeytani ilkalar ve rahmani ilkalarm birtakım mertebe ve makamları vardır ki şu anda detaylı bir şekilde anlatmak uygun olmadığından bu kadarıyla yetiniyoruz.

Bu dediklerimize delalet eden bir takım hadisler vardır ki biz bunlardan biri olarak Mecme-ul Beyan'da Ayyaşi'den nakledilen bir rivayeti naklediyoruz.

Hz. Sadık (a) şöyle bu­yurmuştur: "Rasulullah (s) şöyle buyuruyor: "Her müminin göğsünde kalbi için iki kulağı vardır. Bir kulağına melek üf-ler bir kulağına ise şeytan vesvese eder.

Allah mümini melek ile teyid eder. Allah Teala'nın şu sözü de buna delalet etmek­tedir. "Ve onları kendisinden bir ruh ile desteklemiştir..." (Mücadele, 22)

Mecme'ul-Bahreyn kitabında yer alan bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Şeytan burnunu insanın kalbinin üzerine koyar; şeytanın domuzun burnuna benzer bir burnu vardır oradan insana dünyaya ve Allah'ın helal kılmadığı şeylere
2
Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2

"yönel" diye vesvese eder. Bu esnada insan Allah'ı zikrederse şeytan kaçar." (Mecme'ul-Bahreyn C. 2., s. 707.)Şu anda şerhi ile meşgul olduğumuz hadis ve zikrettiği­miz benzeri hadislerde yer aldığı üzere vesvese şeytanın amellerindendir.

Şu anda da insanların genelinin zihnine daha yakın ve münasip olan bir yolla bu konuyu aydınlatma­ya çalışalım. Gerçi önceki beyan, ehli nezdinde aklî mizanla­ra ve bürhanî kanunlara uygun, marifet ehlinin zevkine mu­tabık ve kalb ashabının müşahedelerine uygun bir beyandır. Ama bunun beyanı birtakım usul ve kaideler üzere bina edil­miştir ki burada onları zikretmek uygun olmadığından sarf-ı nazar ediyoruz.

Daha önce de dediğimiz gibi vesvese şeytanın ilkaların-dan olup bunda hiçbir dini ve imani davetçinin etkisi yoktur. Ama vesveseye kapılan insan kendi hayaliyle bunun aksini düşünebilir.

Bunun delili ise vesveseye düşen insanın şeriat hükümleri ile Ehl-i Beyt'in hadislerine muhalefet etmesidir. Örneğin Ehl-i Beyt'ten mütevatir olarak nakledilen rivayet­lerde yeraldığı üzere Peygamber (S) her uzvuna bir defa su dökecek şekilde abdest alırdı. Yüz ve ellerin birer avuç su ile yıkanması fıkhın zaruriyatmdandır; ama iki defa yıkanması hususunda ihtilaf vardır.

Hatta "Vesail" kitabının yazarı bu­nun caiz olmadığına veya en azından caiz olmadığı hususun­da düşünülmesi gerektiğine hükmetmiştir. Bazısından da bunun aksi rivayet edilmiştir.

Gerçi iki defa yıkamanın ceva­zı da açık birşeydir. Büyük bir şöhreti ve hem de bunu istih-babına delalet eden birçok rivayetler vardır. Ama bir defa yıkamak daha da faziletli olabilir.

Lakin her uzvu tümüyle kaplayacak birşekilde üç kere yıkamak bid'at ve abdesti batıl eden birşeydir. Rivayetlerde de yeraldığı üzere üçüncü defa yıkamak bidattir ve her bidat ateşte yer alacaktır. (Vesail-Şia C. 1.. s. 1307- usul-i Kafi, C. 1., s. 73)


ŞEK VE VESVESE

Vesveseye düşen cahil insan her uzvunu on defa yıka­makta ve yine de gönlü rahat etmemektedir. Şimdi bu hangi mizana uymaktadır? Acaba hangi hadis ve fakihin fetvasına uygundur? Yirmi yıldan fazla bu batıl abdestle namaz kılmış ve halkın içinde hep taharet ve mukaddesatın kemalinden söz etmiştir. Şeytan onunla oynamakta ve nefsi emmare onu kandırmaktadır. Vesveseye kapılan insan başkalarını hatay­la suçlamakta, kendisini ise doğru yolda sanmaktadır.

Acaba açık nas ve ulemanın icmasına muhalif olan bir şey şeytan­dan mıdır, yoksa nefin temizliğinden mi? Eğer bunu takva­nın kemalinden ve dinde ihtiyattan kaynaklandığı söylene­cek olursa o halde ne olmuş ki bu yersiz vesveseye kapılan cahil insanlar, ihtiyatın gerekli olduğu veya üstün olduğu yerlerde ihtiyat etmiyorlar?

Şimdiye kadar mal hususunda vesveseye kapılan bir kişi gördünüz mü? Vesveseye kapılıp da birden fazla zekat veya hums veren insan gördünüz mü? Bir defa hac yerine bir de­fadan çok Hacc'a giden insan gördünüz mü? Şüpheli yiyecek­lerden sakınan insan gördünüz mü? Ne olmuş da herşeyin helal olduğu asaletine inanmakta ama herşeyin tahir olduğu asaletine inanmamaktadır.Halbuki herşeyin helal o'duğu ba­bında bile şüphelerden sakınmak daha üstündür.

Birçok ha­disler de buna delalet etmektedir. Taharet babında bunun tam tersi sözkonusudur.Nitekim imamlardan birisi def-i ha­cete giderken birtakım sıçramalardan vesveseye kapılmasındiye mübarek bacaklarına su serperdi. Ama bu zavallı ves-vas masum imama uyduğunu, dini ahkamlarını masum imamdan aldığını söylediği halde malları tasarruf anında as­la sakınmamaktadır, yiyecekleri herşey tahir olduğu hük­münce yemektedir. Yedikten sonra el ve ağzını temizlemek­tedir.

Yerken herşeyin tahir olduğu asaletine sarılmakta, ye­dikten sonra ise herşeyin necis olduğunu söylemektedir. Ve kendi zannmca alim birisi ise "ben gerçek taharetle namaz kılmak istiyorum" diye cevap verir. Halbuki namazın ger-çektaharetle üstünlüğü şimdiye kadar malum olmamıştır. Fakihler bundan asla bahsetmemişlerdir.

Eğer gerçek bir ta­haret ehli isen niçin gerçek bir hilliyet ehli değilsin. Gerçek­ten de gerçek bir taharet elde etmek istiyorsan elini on defa yıkamanın ne gereği var? Halbuki cari suya birkez elini sok­makla insanın eli tahir olur. Kür olan suya (Miktarı 377,.419 kg. olan su müt). elin idrar veya bazı necasetler dışında necis olmuş ise iki mertebe ve meşhur olduğu üzere idrarla necis olmuş bile olsa bir mertebe sokmak yeterlidir.

İki kez sokmak ise icmaen yeterlidir. O halde ikiden fazla yı­kamak şeytanın ve nefsin hilesindendir. Bunun hiç bir üs­tünlüğü yoktur. Ama vesveseye düşen insanlar bununla övünmektedirler. Bundan da kötü ve korkuncu bazılarının namazın niyyetinde veya tekbiretu'l-ihramda düştüğü vesve­sedir. Zira bu hususta birden fazla günaha düşmektedirler. Buna rağmen kendilerinin iyilerden olduğunu zannetmekde-dirler. Bu amel sebebiyle kendilerinin üstünlüğüne inan­maktadırlar.

Niyet, iradî amellerin onsuz yerine getirilmediği ve iradi amellerin gereği olan bir şeydir. İnsan ibadi ve gayri ibadi hiçbir ameli niyetsiz yerine getiremez. Ama buna rağmen şeytanlıklarının ve şeytanın onlar üzerindeki tasallutunun farklılığı oranda bazısı bir saat bazısı ise saatlerce bu vücu­du zaruri olan emrin husulü vesvesesine mübtela olmakta­dırlar.

Sonunda da zaten hasıl olmamaktadır. Bu amel şey­tanın amellerinden ve ilkalarından biridir. Bu zavallıyı diz­ginlemiş bu zaruri işi ona gizli tutmuş ve onu birçok haram­lara mübtela etmiştir. Örneğin namazını yarıda kesmekte, terkettirmekte ve vaktini geçirtmektedir. Şimdi bunu şeyta­nı ilkasından mı saymak gerekir? Yoksa takva ve taharetten mi?

Vesvasın durumlarından biri de nassın ve fetvanın hük­mü ile adalete mahkum olan insanlara iktida etmemesidir. Zahiren salih ve muttaki olan insanlara namazda iktida et­memesidir. Halbuki böyle insanların batınını sadece Allah bilir. Bunun teftişi de lazım değildir. Hatta caiz bile değildir.

Ama buna rağmen vesveseye düşen insanı şeytan kandır­makta caminin bir köşesinde cemaatten uzak ferdi bir şekil­de namaz kıldırmaktadır. Kendisine sorulacak olursa da şöy­le demektedir. "Ben bu hususta şüphe ediyorum. İçim rahat değil." Ama buna rağmen imamet makamı kendisine verile­cek olursa bundan asla geri kalmaz. Halbuki imamet daha zor ve şüpheli bir husustur. Ama nefsinin nevasına uygun ol­duğu için o hususta şüphe etmez.

Birçok insanın mübtela olduğu vesveselerden biri de kıra­atte vesvesedir. Tekrar veya harfleri eda ederken yapılan aşırılık sebebiyle bazen tecvid kaidelerinin dışına çıkmakta­dırlar. Hatta bazen kelimenin sureti bile tümüyle değişmek­tedir. Örneğin "Dallin" kelimesini öyle eda ediyorlar ki "Dal" harfini kaf harfine benzetiyorlar.

Rahman ve Rahim'in "ha" harfini ise bambaşka bir şekle benzeterek eda ediyorlar. Bazen de kelimenin harflerinin arasını öyle ayırmaktadırlar ki kelimenin madde ve heyeti tümüyle değişmekte, bambaşka bir şekle bürünmektedir. Bilahare mu minin ve muttaki in­sanların miracı ve dinin direği olan namazdan tümüyle gaf­let etmekte ve kelimelerin tecvidine yönelmektedir.

Aynı za­manda bu aşırılık sebebiyle tecvidi de bozmakta ve hatta za­hir hasebiyle şeriatte bile caiz olmayan bir halete düşmekte­dir. Acaba buna rağmen bu durum şeytanın vesveselerinden midir? Yoksa Rahmanın teyitlerinden mi?

Rivayetlerdeki kalp huzuru hakkında nakledilen birçok rivayete rağmen bu zavallı ilmi ve ameli makamda kalp hu­zurundan sadece niyetlerde, "veleddallin" kelimesindeki uzatmada, göz ağız ve benzeri organlarını kelimeleri eda ederken ilginç bir şekle sokma hususunda düştüğü vesvese dışında hiçbir nasip almamıştır.

Acaba insanı yıllarca na­mazdan gaflet etmesi kalp huzurundan yoksun olması büyük bir musibet değil midir? Bunu İslah etmeyi dahi düşünme­mesi, bunun ibadi bir mesele olduğunu bilmemesi ve kalb alimlerinden öğrenmemesi ve dolayısıyla amel etmemesi bü­yük bir musibet değil midir? Vesveseye düşmüş insan Kur'an'ın nassma göre şeytanın vesveselerinden ve rivayet­lerde yer aldığı üzere şeytanın amellerinden olan ve alimle­rin fetvasınca da batıl olan birşeyi yapmaktadır ve de bunu mukaddesat ve taharetle ilgili birşey sanmaktadır.

Bazen de insanda vesvese kendisi gibi cahillerin vesvese­yi fazilet saymasından ortaya çıkmakta ve artış kaydetmek­tedir.
Örneğin bu adamın takvasını övmekte ve falan şahıs sırf mukaddes ve mütedeyyin olduğu için vesveseye düşmüştür diyorlar. Halbuki vesvesenin dinle hiç bir ilişkisi yoktur.

Aksine dine muhalif birşey olup cehaletten kaynaklanmaktadır. Ona işin hakikatini söylemedikleri için o da bundan sakın­mamış ve onu kınamadıkları için bu işe yönelmiştir. Aksine onu medh ve sena etmektedirler. Dolayısıyla o da bu işi ta­kip etmekte ve son mertebesine ulaştırmaktadır. Böylece de şeytanın bir oyuncağı ve askeri haline gelmektedir. Mukar-reb insanların dergahından uzaklaşmaktadır.

O halde ey aziz, vesvesenin aklen ve naklen şeytandan ol­duğu ve İblisin amelinden olduğu dolayısıyla amellerimizi ve kalbimizi batıl ettiği malum oldu.Bu vesvese amelde de son bulmaz ve itikat ve diyanete sirayet eder.

Bir de din suretinde bizi Allah'ın dininden uzaklaştırır. Mebde ve mead hakkında şekke düşürür ve ebedi şekavete ulaştırır. Sizleri fısk ve. fücur yoluyla kandıramaz ve dalalete sürükleyemez. Dolayısıyla ibadet ve menasik yoluyla ortaya çıkmakta ve Allah'a yakınlık vesilesi olması gereken amelle­ri tümüyle' batıl etmekte ve Allah'tan uzaklaştırıp şeytana yakın kılmaktadır. Şimdi de inançlarınla oynamasından korkulmaktadır.

Mümkün olan her vesileyle bundan kurtul­maya bakmalı, tedavi yollarını araştırmalısın.İnsanı ebedi helakete ulaştırmasından korkulan bu kalbi hastalığın tedavisi diğer kalbi hastalıklar gibi faydalı bir ilim ve amel sayesinde oldukça kolaydır; ama insan ilk önce kendisini hasta olarak kabul etmelidir. Daha sonra da teda­viye yönelmelidir.

Şeytan bu zavallı için öyle şeyler yapmak­tadır ki kendisini hasta olarak kabul etmemektedir. Hatta diğerlerini sapık ve dinde takvasız olarak saymaktadır.İlim yolu, mezkur olan hususlarda tefekkür etmektir. İn­san amel ve fiillerini düşünmeli ve tefekkür etmelidir.

Amelîn ve Allah'ın rızasını kazanmak için yapmış olduğu fil­lerin nereden ve kimden aldığına ve nasıl olması gerektiğine dikkat etmelidir. Sıradan insanlar fakih ve müctehidlerden öğrenmekte müctehid ve fakihler ise kitap ve sünnetten icti-had yoluyla istinbat etmektedirler. O halde biz, fakihlerin ki­tabına müracaat ettiğimizde vesvasm amelinin tekzib edildi­ğini ve onun bazı amellerinin batıl olduğunun söylendiğini görüyoruz.

Hadis-i şeriflere ve kitab-ı ilahiye müracaat etti­ğimizde de bunun şeytanın amellerinden biri olduğunun ve sahibinden aklını aldığının kaydedebildiğini görüyoruz. O halde akıllı insan eğer aklı şeytana mağlub olmamışsa ve bi­raz düşünme kabiliyeti varsa, bu fasit amelden el çekmeli ve amellerini tashih etmelidir ki Allah Teala kendisinden razı olsun.

Kendisinden vesvese şaibesi olan herkes sıradan insanla­ra müracaat etmeli ve amellerini alim ve fakihlere arzetmeli, onlardan sormalıdır ki vesvese hastalığına ibtila olup olma­dığını anlasın. Zira birçok defasında vesveseye düşen insan kendi halinden gaflet etmekte, kendisini mutedil, başkaları­nı ise sapık görmektedir.

Biraz düşünecek olursa bu inancın bile şeytanın ilkalanndan olduğunu anlar. Zira ilim ve ame­line inandığı büyük alimler bile hatta helal ve haramı öğren­diği büyük müctehidlerin ameli bile bunun aksinedir. Bütün büyük alim ve müctehidlerin dinde korkusuz olduğu, vesvese eden insanın ise mütedeyyin olduğu asla söylenemez. Şimdi ilmen bunu anladığı takdirde amelini ıslaha yönelmelidir.

Amel merhalesine girmelidir. Bu hususta en önemli adım şeytanın vesveselerine ve kendisine ilka ettiği hayallere itina etmemesidir. Mesela eğer abdestte vesveseye düşmüş ise şeytanın ilkalarına rağmen bir kez su dökmelidir. Şeytan ona bu amelinin doğru olmadığını söyleyecektir. Ama o ce­vap olarak şöyle demelidir: Eğer benim bu amelim doğru de­ğilse o halde Rasulullah ve tahir imamların ve bütün fakih-lerin abdesti de doğru değildir.

Zira Rasulullah, hidayet imamları ve büyük alimler takriben 300 yıl abdest aldılar ve mütevatir hadislere göre de bu şekilde abdest almışlardır. O halde onların abdesti de batıldır. Eğer onların abdesti batılsa bırak benim abdestim de batıl olsun. Eğer müctehid isen şey­tana şöyle de: "Ben içtihadım üzere böyle amel ediyorum.

Eğer benim abdestim batıl ise Allah beni muaheze etmez. Benim aleyhime bir hücceti olamaz. Eğer şeytan müctehidin re'yi hakkında onu ihtilafa düşürecek olursa ve müctehidin böyle düşünmediğini ilka edecek olursa o zaman elinde olan kitabını aç ve ona göster. Birkaç kez onun sözüne itina ede­cek olmazsan ve onun görüşünün aksine amel edecek olur­san şeytan senden meyus olacak ve uzaklaşacaktır. Böylece kesin birşekilde tedavi edilmen umut edilir.

Nitekim şu ha-dis-i şerifte buna işaret etmektedir: "Zurare ve Ebu Basir şöyle diyorlar: İmam Bakır (veya İmam Sadık (a))'a şöye de­dik: "Birisi namazında oldukça şek etmektedir. Hatta ne ka­dar namaz kıldığını ve ne kadar kılması gerektiğini dahi bil­memektedir." İmam "İade etsin" diye buyurdu.

Dedik ki: Bu iş onun için oldukça sık sık tekerrür etmektedir. İade ettiği halde yine de şüphe etmektedir. İmam "şekkini terketsin" di­ye buyurdu. Daha sonra imam şöyle buyurdu: "Namazınızı bozarak o habis şeytanı kendi nefsinize alıştırmayın."

Şüphesiz ki habis şeytan kendisine adet ettirilen şeye adet eder. Ve siz namazınızı sık sık bozmayınız. Böyle yapacak olursanız artık size şek gelmez." Zurare şöyle dedi: imam da­ha sonra şöyle buyurdu: "Şeytan kendisine itaat edilmesini istemektedir. Kendisine isyan edilecek olursa sizden hiçbiri­nize geri gelmez." (Furu-i Kafi, C. 2., s. 358, 2. hadis. Kita-bu's-Salat)

Hakeza Şeyh Kuleyni İmam Bakır (a)'dan şöyle naklet­mektedir: "Namazında fazla şek ettiğin zaman şekkine itina etme, namazına devam et ve onu tamamla. Böylece şeytan se­ni terkedecektir. Şüphesiz ki şek şeytandandır." (Furu-i Kafi, C. 3., s. 359, 8. hadis.)

Elbette şeytana bir müddet muhalefet eder ve.vesveseye itina etmezsen şeytan senden el çeker, nefsinde sebat ve it­minan oluşur. Ama bu muhalefet esnasında Allah'a da yal­varıp yakarmalı o mel'un şeytanın ve nefs-i emmarenin şer­rinden Allah'a sığmmalısın. Allah'a iltica etmelisin. Elbette Allah elinden tutacaktır.

Nitekim Kafi'de yer alan bir riva­yette "Şeytandan Allah'a sığınmak gerektiği" emredilmiştir. Hz. Sadık (a) şöyle buyurdu: "Adamın birisi Rasulullah'ın huzuruna gelerek "Ya Rasulallah namazdaki vesvesem hu­susunda sana şikayette bulunmaya geldim. Ne kadar namaz kıldığımı dahi bilemiyorum" dedi.

Rasulullah (sav) şöyle bu­yurdu: "Namaza başladığın zaman sağ elinin işaret parma­ğını sol bacağının üzerine koy ve şöyle de: "Bismillah ve bil-lah tevekkeltü alellah. Euzu billahi's-Semii'l-alimi mine'ş-şeytani'r-racim". Şüphesiz ki böylece şeytanı kendinden uzaklaştırır ve ondan kurtulursun." (Furu-i Kafi, C. 3., s. 358. Kitabu's-Salat 4. hadis.)


Yirmialtıncı Hadis İLMİN FAZİLETİ

"Hz. Sadık (a) şöyle buyurdu: Rasulullah (sav) şöyle bu­yurdu: "Her kim ilim öğreneceği bir yolda yürürse Allah onu cennete giden bir yola koyar ve melekler ondan razı olarak kanatlarını ilim talibi için gerer.

Yer ve göklerde olanlar hatta denizde olanlar bile onun için yarlığanma diler. Alimin abide üstünlüğü bedir gecesindeki ayın diğer yıldızlara üs­tünlüğü gibidir. Şüphesiz ki alimler peygamberlerin varisle­ridir.

Peygamberler dinar ve dirhem miras bırakmazlar. (Onlar) miras olarak ilim bırakırlar. O halde ilimden nasibi­ni alan büyük bir nasib almıştır." (Usul-i Kafi, C. 1., s. 34. 1. hadis. Ki tabu Fazli'1-İlm ve Bab-u Sevabi'1-alim ve Müteallim.)Bil ki bu hadisin elfazlarını şerhetmeye gerek yoktur. Ama RasuluUah (s)'in alimler için beyan buyurduğu bazı hasletleri birkaç fasılda beyan etmeye çalışacağım. Tevekkül sadece Allah'adır.

İlim Yolunda Olan Kimseyi Allah Teala'nın Cennet Yoluna Erdirdiği Beyanında İlk etapta bilmek gerekir ki mutlak ilim iki kısma ayrıl­maktadır. Birincisi dünyevi ilimdir ki nihai hedefleri dünye­vi hedeflere ulaşmaktır.

İkincisi de uhrevi ilimlerdir ki bun­ların da nihai hedefi melekuti makamlara nail olmak ve uh­revi derecelere erişmektir. Önceden de açıklandığı üzere bu iki çeşit ilmin üstünlüğü niyet ve maksadlarm üstünlüğün-dendir. Gerçi bu ilimler de haddi zatında iki kısma ayrılır. Hadiste ilim ehli için beyan edilen vasıflardan anlaşıldığı üzere ilimden maksat ahiret ilmidir.

İLMİN FAZİLETİ

Daha önceden de beyan edildiği üzere uhrevi ilimler üç çeşittir. Ya Allah hakkındaki ilim ve meariftir, ya nefis teh-zibi ve ilallaha suluk ilmidir ya da ubudiyet sünnetleri ve adabı ilmidir. Dolayısıyla diyoruz ki ahiret neşetinin imarı bu üç şeye bağlıdır. O halde cennet de tümel olarak üç çeşit­tir. Birincisi zat cennetidir ki Allah'ı bilmenin ve ilahî meari-fin gayetidir. İkincisi ise sıfatlar cennetidir ki bu da nefsin riyazet ve tenzihinin neticesidir.

Üçüncüsü ise ameller cen­netidir ki ubudiyete kıyam etmek ve bunun neticelerinin su­retidir. Bu cennetler bayındır ve mamur değildir. Ameller cennetinin zemini de nefsin evvel emirdeki safhası gibi düm­düz ve tertemizdir. Bunların imarı nefsin imar ve bayındır olmasına bağlıdır.

Nitekim nefsin gayb makamı; ilahi mari­fetler ve zati-gaybî cezbelerle bayındır kılınmazsa insan için asla lika ve zat cenneti hasıl olamaz. Eğer batın tehzib edil­mez, derun tahliye kılınmaz, azim ve irade güçlenmez ve kalb ilim ve sıfatların tecelligahı olmazsa orta cennet olan esma ve sıfatlar cenneti de insan için hasıl olmaz, insan ubu­diyete kalkışmaz, hareket ve sekenatı şeriata uymazsa "ora­da nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet aldığı her şey var" cenneti olan ameller cenneti hasıl olmaz.

Felsefî burhan, marifet ehlinin zevki, enbiya ve evliyanın rivayetleri ile mutabık ve Kur'an'dan istifade edilen bu önbil­giler esasınca tüm bu ilimler kendilerine mütenasib olan cennete vusul yoludur.

Önceden de bahsettiğimiz gibi ilim mutlak olarak amelin yoludur. Hatta mearif ilmi bile böyle­dir. Ama mearif ilmi, kalbi ve batmî cezbelerdir. O amel ve cezbelerin neticesi ve batmî sureti ise zat ve lika cennetinin, suretidir. İlim yolunun süluku cennet yolunun yolcusunun sülûkudur. Yolun yolu da yoldur.

KIRK HADİS ŞERHİ:Önemli Nükte

Bu hadiste Rasulullah ilmi süluku kula, cennete süluku ise Allah'a isnad etmiştir. Zira kesret makamında kulun kes-betme yönüne ağırlık vermiş, vahdete dönüş makamında ise Hakk yönüne ağırlık vermiştir. Yoksa bu açıdan cennete sü­lük da kula isnad edilebilir.

"Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır." (Kehf, 49)

"Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onu görür ve her kim zerre ağırlığınca bir şer işlerse onu görür." (Zilzal, 7-8)

Bu cihetten ilmi sülük işini de Allah'ın tevfik ve teyidine ve zat-ı mukaddes'e isnad etmek caizdir. "De ki hepsi Allah indindendir."

Molla Sadra'nın bu hususta bir beyanı vardır ki, mülayim idrakin nefsi cennet ve münafir (mülayim olmayan) idrakin nefsi ise ateştir. Dolayısıyla ilimler nefsin mülayimatından, cehalet ise nefsin münafiratındandır.

Aslında bu Molla Sad­ra'nın İmam Gazali'ye Esfar kitabında itiraz ederken savun­duğu görüşüne aykırı bir görüştür. Gazali cennet ve cehen­nemi nefiste hasıl olan lezzetler ve elemler olduğunu söyle­miş ve vücud-i aynisini (dış varlığını, özdeğini) inkar etmiş­tir. Gazali'den bu görüş nakledilmiştir. (Tehafetu'l-Felasife, s. 268).

Bu görüş filozofların burhanına aykırı olduğu gibi enbiya­nın sözlerine semavi kitaplara ve tüm dinlerin zaruriyatına da aykırı birşeydir. Molla Sadra Gazali'yi red etmiş, hayalini batıl saymıştır. Ama Gazaîi'nin sözlerinin bir benzerini kendişi bu makamda söylemiştir. Ama yine de Gazali'nin görü­şünü temelden reddetmiştir.Bu hususta daha fazla durmak uygun değildir, geçiyoruz.


Meleklerin Üim Talihlerine Kanatlarını Gerdiği Beyanında

Bil ki meleklerin de bir çok sınıfları ve türleri vardır ki gaybı bilen zat-ı mukaddes'ten başka hiç kimse bu hakk or­dusunu hakkıyla bilemez. "Rabbinin ordusunu kendinden başkası bilemez." (Müddessir/10)

Meleklerden bir kısmı muheymin ve meczubin melekler­dir ki vücud alemine asla bakmamakta ve asla Allah'ın Adem'i yarattığını dahi bilmemektedirler. Hakk'm cemal ve celalinde fani ve zatı mukaddeste yok olmuşlardır. Diyorlar ki: "Nun, kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun" (Ka­lem, 1) ayetindeki "nun" kelimesi bu meleklere işarettir.

Ba­zı melekler ise mukarreb ve ceberrut-i ala'da sükûnet et­mekte olan meleklerdir. Bunların birçok türü vardır ye bu alemde her birisi kendine has bir işi tedbir etmektedir. Bazı melekler ise melekut-i ala ve cennet-i aliye alemindeki me­leklerdir ki bunların da farklı türleri vardır.

Meleklerden bir kısmı da berzah ve misal alemindeki meleklerdir.Bazıları da tabiat ve mülk aleminin müvekkil melekleridir ki her birisi bir işin müvekkili ve müdebbiridir.Mülk alemindeki müdeb­bir melekler misal ve berzah alemindeki meleklerden ayrı­dır. Bu, yerinde isbat edilmiş ve de rivayetlerden istifade edilmiş birşeydir. (İlmu'l-Yakin, C. 1., s. 259-268).

Bil ki muheymin meleklerden melekut-i a'la'da yer alan meleklere kadar hepsi kanat, tüy vb. organlardan münezzeh ve müberradır. Melekler tüm maddeler ve gerekleri ile mik-dar (nicelik) ve ilintilerinden (avarız) münezzeh olan soyut varlıklardır. Ama misal alemindeki melekler ve melekutî berzahi varlıkların tümünde ecza, aza, kanat, tüy vb. şeyler var olabilir, mümkündür. Zira berzahî nicelik ile misali te­cellilere sahip varlıklardır.

Hepsinin belirli bir miktarı, or­ganları ve niceliği vardır. "Hamd gökleri ve yeri yaratan iki­şer üçer ve dörder kanatlı melekleri elçiler kılan Allah'ındır.' (Fatır, 1)) ayeti de bu meleklere işaret etmektedir.

Ama mu-karreb melekler ile ceberrut-i ala makamında sükunet etmiş olan melekler vücudî-kayyumî ihata sayesinde alemlerin tü­münde o alemin heyet ve suretiyle tecelli edebilir.

Nitekim ilahi dergahın yakınlarından ilahi vahyin taşıyıcısı ve ceber-rut alemindeki sakinlerin en yüce mertebesine sahip olan Cebrail Rasulullah'a (s) daima mukayyed, iki defa mutlak ve bazen de mülk suretinde tecelli ederdi. Hatta mülk alemin­de bile bazan insanların en güzeli olan Rasulullah'ın süt kar­deşi Dihye-i Kelbî suretinde tecelli ederdi.

Bilmek gerekir ki meleklerin mülki tecellisi, mülki var­lıklar düzeyinde olmadığından duyuları selim olan her insa­nın görebilmesi mümkün değildi. Belki yine de melekutî veç­hesi galib mülki cihetleri mağlub durumdaydı.

Dolayısıyla mülki tecellilerini dahi insanlar mülki gözle göremiyordu. Aksine Hakk'm teyidi ve Rasulullah'ın işareti sayesinde as-habdan bazısı Dihye-i Kelbî suretinde olan Cebrail'i görüyor­lardı.

Bu beyanla ilim ve marifet talihleri, Hakk'a teveccüh edenler, ilahi rıza yolundaki suluk edenler Hz. Adem'in (ki meleklerin secde ettiği ve tüm vücud dairesinin itaat ettiği kimseydi) ruhanî evladıdır, tüm melekler ona inayet etmekte ve onu teyid ve terbiye ile görevlidirler.

Bu, mülki insan melekuti ve bu arzı varlık semai olduğundan meleklerin ka­nadına basmaktadır. Eğer melekutî basiret gözü açılırsa me­lekleri kanadı, üzerinde olduğunu görür ve onların teyidiyle yürüdüğünü müşahede eder. Bu mülkten melekuta sefer edenler ama henüz yolda olanlarla ilgili şeylerdir.

Ama mülki olanlar ve melekuta girmeyenleri de melekuti varlıklar teyid ile meşgul olabilir ve tevazu göstererek onlar­dan ve amellerinden razı olduğundan kanatlarını onlar için serebilir. Gavali-il Leali'deki şu hadis de buna işaret etmek­tedir:

Mikdad Peygamber (S)'in şöyle buyurduğunu rivayet edi­yor: "Melekler ilim talihleri için kanatlarını yerlere gerer; ta ki ondan razı olarak o kanatlara bassınlar." (Gavali-il Leali C. 1., s. 106. 44. hadis.)

O halde malum oldu ki ilallaha ve rızasına doğru atılan ilk adım meleklerin omuzuna basmak ve kanatlarına otur­maktır. İlim tahsilinin sonuna kadar da bu kanatlar üzerin­de yürür. Ama mertebeler farkediyor.

İlim yolunun salikle-rinin melekleri ve teyid edicileri değişir ve salik, melekleri geçerek bir takım alemleri kateder mertebeleri aşar ve mu-karreb meleklerin dahi giremediği ve vaihy emini Cebrail'in "Bir parmak daha yaklaşacak olursam yanarım" dediği ma­kama erer.

Bu konu burhanla da mutabık birşeydir. Tevile de gerek yoktur. Nitekim Molla Sadra da böyle demektedir. Misal ale­mi melekleri ile onların mülki ve melekuti tecellilerini itiraf etmiş ve eşsiz birbeyanla "Esfar" kitabında isbat etmiştir.


Yer ve Gökteki Her Şeyin İlim Talibi için Yarlıgan-ma Dilediği Beyanında

Yerinde isbat edildiği gibi vücudun hakikati kemaller, isimler ve sıfatların tıpatıp aynısıdır. Nitekim sırf vücud da sırf kemaldir. Bu yüzden Allah Teala sırf vücud olduğundan sırf kemaldir ve tüm cemali ve celali isim ve sıfatların aynı­sıdır. Hadiste şöyle yer almıştır: "Tümü ilimdir tümü kud­rettir." Vücudun hakikati tüm kemallerin aynısıdır, hiç bir kemal vücudun dışında kalamaz. Ama o kemallerin zuhuru vücud kapasitesi oranındadır.

Bu yüzden vücud silsilesinin tümü o zatın ayetleri ve isim ve sıfatların aynasıdır. Bu konu burhanla da isbat edilmiş olup oldukça sağlam bir konudur. Aynı zamanda şuhud ashabının müşahedeleri ve marifet er­babının zevkiyle de mutabık haldedir ve Kur'an ve hadislerle de uyuşmaktadır.

Nitekim kur'an'da birçok yerde tüm var­lıkların teşbih ettiği zikredilmiştir. "Göklerde ve yerde olan­ların tümü Melik, Kuddüs, Aziz, Hakim olan Allah'ı teşbih etmektedir." (Cum'a, 1)

Ve "O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak siz onların teşbihlerini anlamıyorsunuz." (İsra, 44) ,t

Açıktır ki Allah'ı tesbih,tlannı bilmeyi gerektirir. İlim ol­maksızın bu tahakkuk edemez. Hadislerde ise tartışılmaz bir şekilde açıkça beyan edilmiştir. Ama kelami cedel ve resmi felsefe ehli olanlar Allah'ın kelamını oldukça uzak bir tevile kalkışmışlardır. Halbuki bu işleriyle ayet ve naslann zahiri­ne muhalefet etmişlerdir.

Örneğin Nemi suresinde yer alan karıncanın tekellümü konusunu (Tefsir-i Kurtubi, C 13, s. 169-179) yersiz yere tevil etmişlerdir. Ehl-i Beyt'ten menkul birçok hadislere muhalefet aynı zamanda felsefî kesin bürhanlara da muhalefettir. Ama bütün bunları zikretmek bu­rada uygun düşmediğinden geçiyoruz.

O halde varlıklar ve Allah'ı zikretmeleri şuur ve idrak üzeredir. Nitekim bir hadiste Rasulullah şöyle buyurmakta­dır: "Ben bisetten önce çobanlık ederken bazan koyunların ürktüğünü görürdüm.

Cebrail geldikten sonra bunun sebebi­ni sordum şöyle dedi: "Bunlar kafirlere vurulan darbenin se­sinden ürküyorlar; ins; ve cinler dışında tüm varlıklar bu­nun sesini duymakta ve ürkmektedir."

Marifet ehli kimseler mülk ve tedbiratıyla meşgul olduğu müddetçe melekut aleminden en çok gafil ve mahkum olan varlığın insan olduğunu söylüyorlar. Zira insanın bu meşgu­liyeti diğer tüm varlıklardan daha çok ve güçlüdür. O halde ihticabı (perdelenmesi) herşeyden daha çoktur ve melekuta nail olmaktan mahrumdur.

Tüm varlıkların bir melekuti yönü vardır ki o yönü hayat ilim vb. hayatî özelliklere sahiptir.

"Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekutunu göster­dik. " Bu ayet de tüm varlıklarda ilim ve hayatın varlığının bir başka delilidir.

O halde malum oldu ki tüm varlıkların ilim ve marifeti ve melekuti bir veçhesi vardır. Ama insan bunlarla aynı ko­numda değildir ve melekuttan mahkum ve mahcub (örtülü) haldedir.

Onların ilim hayat ve hayati tüm özelliklerini ter-kedememektedir. Tüm varlıkların ilim yolunun saliki, Hakk'a müteveccih, tüm vücud silsilesinin başı, varlık alemi­nin velinimeti ve sahibi olan insan için yarlığanma dilemele­ri, Hakk'm mukaddes zatının gaffariyet makamından mele­kuti kulağın duyabileceği bir melekuti sarih lehçeyle bu mülk aleminin kamil çocuğu ve tabiatın kıvanç kaynağı olan insanı gufran deryasına garketmesini ve tüm ayıplarını ört­mesini istemesi üzülecek ve acınacak bir olay değil midir?

Olabilir ki diğer varlıklar mukaddes zatın fenasına ulaş­mak ve kemal deryasına garkolmak imkanına sahip olma­dıklarını ve sadece Allah'ı bilen ilahi marifetlerin arifi ilim ve amel sahibi insan sayesinde bu imkanı elde edebilecekle­rini biliyor ve bu sebeple Hakk'ın gaffariyet deryasına gar-kol^maktan hasıl olan bir insanın kemalini Allah'tan taleb ediyorlar ki bu vesileyle kendileri de layık olan kemallerine erişsinler. En iyi bilen sadece Allah'tır.

Alimin Abide Üstünlüğünün Bedir Gecesinde Ayın Diğer Yıldızlara Üstünlüğü Gibi Olduğu Beyanında

Bil ki ilim ve ilimle kıvam bulan amelin hakikati nurdur. Bu konu da hem burhan ve irfan ve hem de naslar ve riva­yetlerle mutabık olan bir konudur. Zira zahir, bizzat mek-şuf, muzhir ve gayrisini zahir kılan bir hakikati olan nur ha­kikati, ilmin hakikati için sabit ve sadıktır.

Belki ilmin haki­kat olması da hakikattir ve duyulur nurlara teşbihi mecaza daha yakındır. Zira duyulur (hisedilir) nur hakikatte zati bir zuhura sahip değildir. Ve o hakikatin bir tecellisi olup mahi­yeti de (suret) vardır. Ama ilmin hakikati bizzat vücudun ay­nısıdır. Sadece mefhum itibariyle farklıdır.

Ama özdek ve dış alemde onunla bir ve muvafık durumdadır. Vücudun hakika­ti nur ve ilmin aynısıdır. "Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur, 35). O halde ilim nurun aymsıdır. Hadis,i şerifte iman ve ilim nur ile ifade edilmiştir. "Allah'ın kendisine nur ver­mediği kimsenin hiç bir nuru olamaz. (Nur, 40) Bu ayetteki ilmin fazileti nur Ehl-i Beyt-i ismet tarafından ilim diye tefsir edilmiştir.

"Allah göklerin ve yerin nurudur." ayetinin tefsirinde imam Sadık (a) şöyle buyurmuştur: "Evet Allah Teala öyle­dir. "Nurunun misali" kelimesinden maksud Muhammed (s)'dir. "Bir kandil gibidir" ifadesinden maksad ise Muham­med (s)'in göğsüdür. "İçinde çerağ "dan maksad ise şudur ki onun göğsünde ilim nuru yani nübüvvet vardır. "Çerağ bir sırça içerisindedir" ifadesinden maksad ise Ali'nin göğsünde yer eden peygamberin ilmidir. (Tevhid, s. 157, 3. hadis)

İmam Bakır (a) ise şöyle buyurmuştur: "Ben göklerin ve yerin hidayetçisiyim. Bana verilen ilim kendisiyle hidayet bulunan bir nurdur. İçinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandilden maksat Muhammed'in kalbidir. "çerağ"dan mak­sat, içinde ilim olan nurdur." (Revzetu'1-Kafi, C. 8., s. 380.)

Başka bir rivayette şöyle buyurmuştur: "Mümin beş nur­la döner: Girişi nur, çıkışı nur, ilmi nur, kelamı nur, kıya­mette cennete doğru olan yolu da nurdur." (Burhan, C. 3., s. 135)

Meşhur hadiste ise şöyle yer almıştır: "İlim Allah'ın iste­diği kinmselerin kalbine koyduğu bir nurdur." Ehlinin ilim ve iman derecesi itibariyla da bu nurun birtakım dereceleri vardır.

Bilmek gerekir ki iman ve ilim ehlinin kalbindeki bu nur ahiret nurlarından olduğu için o alemde nefsin faaliyeti gereğince hissi (duyulur) nur şeklinde zuhur eder ve sıratı aydınlatan da bu nurdur. Bazılarının nuru güneş nuru gibi bazılarının nuru da ay nuru gibidir. Bazılarının nuru ise sa­dece kendi önünü aydınlatacak kadardır.

O halde anlaşıldı ki ilim nurdur ve mecaz şaibesi olmak­sızın hakikaten zuhurdur. Ama bizler karanlık mülk ve tabi­at aleminde örtülü kaldığımız için ilmin bu nurunu ve gerçek güneşi göremiyoruz.

Dolayısıyla bunların birer mecaz, istia­re, tahmin ve tabir olduğunu sanıyoruz. Evet böyle kaldığı­mız, ariyet hayatında tabiat sarhoşluğunda kaldığımız müd­detçe ve hakikati mecazdan ayırmadığımız müddetçe bizim mecazi bakışlarımıza hakikatler mecaz görünür. Evet mecaz diyarında hakikatler bile mecaz olarak görülür. "İnsanlar uykudadır.

Öldüklerinde uyanırlar." Öldükten sonra alimin nurunun da ay ve güneş gibi nurlu olduğunu görürüz. Bu dünyada ilminin nuruyla karanlık kalpleri aydınlatır ve ca­hil kalplere hayat verir. O alemde de nuru ihata edicidir ve ilim nuru ölçüsünde şefaat edecektir.

Bilmek gerekir ki ilimsiz ibadet de oluşmaz ve bu cihet­ten abid'in de özel bir nuru vardır, iman ve Hakka ibadetin kendisi de nur türündendir. Ama abid insanın nuru sadece kendini aydınlatır ve onunla önünü görür.

Başkaları o nur­dan istifade edemez. Bu yüzden onlar bedir gecesinde ayın nuru karşısında aydınlığı gizlenen yıldızlara benzer. Sadece kendilerini aydınlatır başkalarına bir faydası olamaz. Abid de alim karşısında böyledir. Abid de karanlık gecede etrafını aydınlatan yıldızlar değil; bedir gecesinde sadece kendini ay­dınlatan yıldızlar gibidir. Sadace zahirdirler; muzhir (zahir kılan) değildirler.

Molla Sadra bu hususta şöyle diyor: "Bu hadiste alimden maksad ilmi ledünni ve ilahî-vehbî olan rabbani alimler (ya­ni enbiya ve evliya) değildir. İlimlerinin aya teşbihi de buna delalet etmektedir. Yoksa güneşe benzetilmeliydi. Zira güne­şin nuru kendi tür veya cinsinden bir şey vasıta olmakızın Hakk'ın ifazesi iledir."


Ulemanın Peygamber'in Varisi Olduğu Beyanında

Bu ruhanî bir verasettir. Alimlerin peygamberlere velade­ti melekutî bir veladettir. İnsan mülkî ve cismanî neşet sebe­biyle mülk aleminin çocuğu olmasına rağmen peygamberle­rin terbiyesi ve kendisi için kalb makamının husulünden sonra melekutî bir veladet kazanır. Bu veladetin menşei cismanî baba olduğu gibi o veladetin menşei de peygamber­lerdir.

O halde onlar ruhanî babalardır. Ve veraset de batmî-ruhanî bir verasettir. Veladet de ikinci bir melekutî bir vela­dettir. Nebilerden sonra da talim ve terbiye işini nebilerin hakiki ruhanî varisleri olan alimler üstlenmiştir.

Nebiler bu ruhanî makam hasebiyle dirhem-dinar sahibi ve mülk ile mülkî şeylere teveccüh eden kimseler değildi. Onlann mirası bu makam hasebiyle ilim ve meariften başka birşey değildir. Gerçi mülki veladet ve dünyevi işler sebebiyle beşeri haysi­yetlerin tümüne sahip idiler.

"De ki şüphesiz ben de sizin gibi bir beşerim."

Bunların varisi bu makam hasebiyle alimler değildi. Bel­ki kendi cismanî evlatları idi. Ama cismaniyet makamı hase­biyle mirasları dirhem ve dinar da olabilir.

Bu hadis-i şerif açık bir şekilde ruhanî verasete delalet etmektedir. Rasulullah'ın "Biz peygamberler miras bırakma­yız. " diye bilinen hadisi doğru olsa bile, nübüvvet ve ruhanî veraset makamı hasebiyle mal ve mülk bırakmamıştır. Sade­ce ilim ve marifetler miras bırakmıştır. Ve's-Selam...


Yirmiyedinci Hadis İBADET VE KALB HUZURU

"Hz. Sadık (a) şöyle buyurmuştur: "Tevrat'ta şöyle yazıl­mıştır: Ey insanoğlu, sadece bana ibadetle meşgul ol ki kal­bine zenginlik vereyim ve seni talebinle başbaşa bırakmaya­yım.

ihtiyacını gidermek ve kalbini benim korkumla doldur­mak benim üzerimedir. Ama eğer sadece ibadetimle meşgul olmazsan kalbini dünya ile meşgul kılarım fakirliğini gider­mem ve seni talebinle başbaşa bırakırım.

(Usul-i Kafi, C. 2., s. 83. Kitabu'1-iman ve'1-Küfr, Babu'l-ibadet 1. hadis.) Hadisle ilgili beyan edilmesi gereken konuları inşaalah birkaç fasıl halinde beyan etmeye çalışacağız.ibadetler için feragat, vakit ve kalp feragati ile hasıl ola­bilir. Bu ibadet babında yer alan önemli konulardan birisi­dir. Kalp huzuru, mezkur feragat olmaksızın asla tahakkuk etmez. Kalp huzuru ile eda edilmeyen ibadetin hiçbir değeri yoktur.

Kalp huzuruna sebep olan şey iki tanedir. Birincisi vakit ve kalbin feragati ikincisi ise kalbe ibadetin önemini anlat­maktır. Vakit feragatinden maksat şudur; insan hergün ken­di ibadeti için bir vakit tayin etmelidir. O vakitte sadece iba­detle meşgul olmalı ve o vakit içinde başka bir şeyle meşgul olmamalıdır.

İnsan ibadetin önemli birşey olduğunu ve diğer işlerinden daha önemli olduğunu anlarsa elbette ki vakitleri­ni hıfzeder ve o vakitte oldukça dikkatli davranır. Şimdi de bu hususta kısaca açıklama yapmaya çalışacağım.

Velhasıl insan ibadet vakitlerine çok dikkat etmelidir. El­bette en büyük ve önemli ibadetlerden biri olan namaz vakit­lerine daha çok dikkat etmek ve fazilet vakitlerinde eda et­mek gerekir.

O vakitte başka birşeyle meşgul olmamak gere­kir. Çalışması, çilesi, çocukları, mübahese ve mütalaası için vakit tayin ettiği gibi, ibadetleri için de vakit tayin etmelidir ki o vakit de diğer bütün işlerden el çekmeli ve kalbini bun­lardan temiz tutmalıdır ki sayede kalp huzuru ortaya çıksın. Zira kalb huzuru ibadetlerin beyni ve lübbü konumundadır.

Ama bu satırların yazan gibi namazlarını zorla yerine getiri­yor ve Allah'a ibadeti fazladan bir iş olarak görüyorsa elbette ki namazını en son vakitte kılar. Hatta o son vakitte bile na­maz kılmanın diğer işleri engellediğini görürse alelacele hızla namazını eda eder.

ibadet ve kalb huzuru

Elbette ki böyle bir ibadetin nuraniyeti yoktur. Allah'ın gazab ettiği birşeydir. Bu insan namazı ha-fifseyen ve önemsemeyen kimselerden sayılır. İbadeti ve özellikle namazı küçümseyenlerden Allah'a sığınırım.

Bu hususta menkul hadislerin hepsini zikredemezsek de bunlardan bazılarını nakletmek istiyoruz. Hz. Bakır (A) şöy­le buyuruyor: "Ey Zurare namaz hususunda gevşeklik etme. Zira Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Namazını hafifse-yen ve sekr verici birşey içen kimse benden değildir. Allah'a andolsun ki kevser havuzunda yanıma gelemeyecektir."

Ebu Basır, Hz. Kazım (a)'dan şöyle naklediyor: "Babam vefat edince bana şöyle dedi: "Bizim şefaatimiz namazı ha-fifseyen kimselere müyesser olmaz." Bu husustaki hadisler oldukça fazladır; ama itibar ehli için bu kadar yeterlidir.

Lakin biliyoruz ki Rasulullah'tan korkmak ve onun hima­yesinden çıkmak ne kadar büyük bir musibettir. Rasulul­lah'ın ve Ehl-i Beyt'inin şefaatinden mahrum olmak ne ka­dar büyük bir sefalettir.

Rasulullah'ın şefaat ve himayeti ol­maksızın hiç kimse Hakkın vadedilmiş cennetini göremez. Şimdi her cüz'î işini hatta hayali fayda ve dinî sandığın işleri bile Rasulullah'ın göz nuru diye tavsif ettiği namazdan öne geçirmen, ihmal etmen, vaktin en sonunda kılman, hudutla­rına riayet etmemen, namazı küçümsemek midir değil mi­dir?

Küçümsemekse bil ki Rasulullah ve Ehl-i Beytin de şe-hadette bulunduğu gibi onların velayetinden çıkmış ve onla­rın şefaatinden mahrum durumdasın. Şimdi mülahaza et. Eğer onların şefaatine ihtiyacın varsa ve Rasulullah'ın üm­metinden olmak istiyorsan bu ilahi emaneti büyük say ve önem ver. Aksi takdirde kendin bilirsin. Allah Teala ve veli­leri senin amelinden ve hatta senden bile müstağnidirler.

Hatta şundan korkulur: Eğer ehemmiyet vermezsen yavaş yavaş terkeder, terketmekten de inkara yönelirsin. Böylece işin biter, şefaatten mahrum olarak ebedi şekavet ve helake-te ulaşırsın.

Vakit feragatinden de önemlisi kalb feragatidir. Vakit fe­ragati, kalp feragatinin bir ön hazırlığıdır. İnsan ibadetle meşgul olurken tüm meşguliyetlerden ve dünyevi işlerden el çekmelidir. Kalbini çeşitli işlerden arı kılmalıdır.

Kalbini ha­lis bir şekilde ibadet ve Allah ile münacaata yöneltmelidir. Bu işlerden kalp feragati hasıl olmadıkça ibadeti için feragat hasıl olmaz. Ne yazık ki biz, bütün çeşitli fikir ve işlerimizi sadece namaz vaktinde düşünmek üzere yığıyoruz.

Namazın tekbire t-ul ihramını derken adeta bir dükkan açmış oluyoruz. Ya muhasebe defterini açıyoruz. Ya mütalaa kitabını arıyoruz. Kalbimizi başka işlerle meşgul ediyoruz.

Böylece amelimizden tümüyle gaflet ediyoruz. Kendimize geldiğimizde de genelde namazın selamına yetiştiğimizi gö­rüyoruz. Gerçekten de bu ibadet gülünç bir ibadettir ve bu münacaat utanılması gereken bir münacaattır.

Azizim! Sen Allah'la konuşmayı sıradan bir kul ile konuş­ma sanma, ne olmuş ki eğer dostlarından biriyle konuşur­san, yabancılardan biriyle konuşurken onunla konuştuğun müddetçe başkalarından gaflet eder ve bütünüyle ona yöne­lirsin ve kalbin onunla meşgul olur.

Ama velinimet ve alem­lerin Rabbi olan Allah ile münacaat ettiğinde bütünüyle on­dan yüzçeviriyor ve başka işlere yönelerek ondan gaflet edi­yorsun. Acaba kulların değeri Allah Tealanm değerinden da­ha mı çoktur? veya onlarla konuşmak hacetlerin gidericisi olan Allah Teala ile konuşmaktan daha da mı değersizdir? Evet ben ve sen hak ile münacaatm ne olduğundan habersiziz.

İBADET VE KALB HUZURU

İlahi ibadetleri bir yük sayıyoruz. Elbette bir yük olarak değerlendirilen şeylerin insan nazarında hiç bir ehemmiyeti yoktur.

O halde kaynağı ıslah etmemiz lazım. Allah'a ve nebilerin emirlerine iman etmemiz lazımdır ki işlerimiz ıslah olsun. Bütün sefalet ve zavallılıklarımız, iman zayıflığı ve yakini-mizin gevşekliğindendir.

Seyyid b. Tavus'un imanı öyle bir hadde varmıştı ki bulûğa erdiği günü bayram olarak kutladı. Zira Allah Teala o gün ona kendisiyle münacaat etmesine izin vermişti.

Gerçekten de bir tasavvur et: Bu nasıl bir kalp­tir ki bu kadar nuraniyet ve sefa sahibidir. Eğer Seyid b. Ta­vus'un ibadeti benim için bir hüccet değildir diyorsan, o hal­de Hz. Ali'nin ibadetleri ve onun neslinden olan masum imamların ibadetleri senin için bir hüccettir. O büyüklerin durumlarına ve ibadet keyfiyetlerine ve münacaatlarına dik­kat et.

Onlardan bazısı namaz vakti geldiğinde yüzlerinin rengi bile değişiyor, titreyip duruyorlardı. Zira onlar bu ilahi işte bir sürçmenin olmasından korkuyorlardı. Halbuki onlar masum idiler. Meşhur olduğu üzere Hz. Ali (a) ayağına bir ok saplanınca bu oku dışarıya çekme gücüne sahip olmadı­ğından namazdayken oku ayağından çektiler. Kendisi na­mazda hiçbir şey hissetmedi.

Azizim! bu işleri olmayacak şeylerden sayma. Bunun ben­zeri işler sıradan insanların hayatında bile görülmektedir. İnsan gazab veya muhabbetin galebe çaldığı bir esnada her işten gaflet eder. Güvenilir dostlarımızdan biri şöyle diyor­lardı: "İsfahan'da birtakım başıboş insanlarla yaptığım çatış­ma esnasında onlardan kimisi bana yumruk vuruyordu.

Ama bunun ne olduğunu bile anlamıyordum. Bu olay bittik­ten sonra birkaç yerimden bıçakla yaralandığımı gördüm. Bu sebeple birkaç gün hastahanelik oldum. Elbette bunun nük­tesi de bellidir. Nefis bir işe tam olarak yönelince beden mül­künde gaflet etmekte, duyuları çalışmaz hale gelmekte ve tüm gayretleri birleşmektedir.

Bizler de mübahase cidalinde (Allah bizleri ondan korusun) gördük ki mecliste vuku bula­cak herşeyden gaflet içindeyiz. Yazıklar olsun bize ki Allah'a ibadet dışında herşeye bütünüyle teveccüh ediyoruz da sade­ce Allah'tan gaflet ediyoruz. Dolayısıyla da bu tür olayları ol­mayacak bir şey gibi görüyoruz.

Velhasıl kalbin Allah'tan gayrisinden feragati önemli iş­lerden biridir ki insan her ne pahasına olursa olsun bunu tahsil etmelidir. Bunu tahsil etmenin yolu da oldukça kolay­dır.

Bir miktar muazebet ve murakebet ile hasıl olacak bir-şeydir. İnsan bir müddet hayal kuşunun iplerini eline almalı ve daldan dala uçmasını engellemelidir. Bir müddet muraka­beden sonra hayal kuşu yavaşlar. Çeşitli işlere yönelmekten elçeker ve hayra adet eder hale gelir. Hayır adettir. Böylece kalbi huzur içinde Allaha ye ona ibadete yönelir.

Bütün bu işlerden en önemlisi şudur: Diğer işleri kalp hu­zuruna bir hazırlık olarak görmek gerekir, ibadetin ruhu ve hakikati kalp huzuruna bağlıdır. Kalp huzuru olmaksızın hiçbir ibadetin değeri yoktur.

Allah tarafından kabul edil­mez. Nitekim rivayetlerde böyle yer almıştır. Hz. Bakır ve Sadık (a) şöyle buyurmuşlardır: "Senin için sadece kalp hu­zuru ile kıldığın namaz vardır.

O halde eğer onu yanlış kılar veya adabından gaflet edersen alınır ve sahibinin yüzüne ge­ri vurulur. Ebu Hamza-i Somali ise şöyle buyurmuştur: Hz. Seccad'ı namaz kılarken gördüm, İmam'ın abası yere düştü. İmam namazı bitinceye kadar abasını yerden almadı.

Na­mazdan sonra imama bunun nedenini sorunca şöyle buyurdu: "Yazıklar olsun sana acaba kimin huzurunda olduğunu bilmiyor muydun? Kuldan sadece kalp huzuru ve teveccühü ile yapılan namazları kabul edilir." Ben arzettim "feda ola­yım sana o halde biz helak olduk." İmam şöyle buyurdu: "Hayır" şüphesiz ki Allah müminin farz namazlarını nafile­leri vasıtasıyla tamamlar."

Hz. Emir (A) şöyle buyurmuştur: 'Yorgun ve uyuklar hal­de olan kişi namaza yaklaşmamalıdır...." Namaza veda ede­cek ve artık namaz kılmayacak kimse gibi namaz kıl. Daha sonra gözlerini secdegahına dik. Eğer sağ veya solunda biri­nin olduğunu sanırsan, şüphesiz namazını güzel bir şekilde eda edersin. O halde şunu bil ki öyle bir kimsenin huzurun-dasın ki o seni görmekte ama sen onu görmemektesin."

Hz. Sadık (a) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki ben kalp huzuruyla Allah'a ibadet eden müminleri severim. Namaz kılarken bütün kalbiyle Allah'a yönelir ve dünya işleriyle kalbini meşgul etmez, insan namazında Allah'a teveccüh ederse şüphesiz ki Allah da onun yüzüne bakar. Allah Teala o kulu sevdikten sonra müminlerin kalbini de sevgiyle ona yöneltir."

İmam Sadık (a)'in müminlere verdiği bu müjde ne kadar büyük bir müjdedir. Ama gel gör ki bu marifetlerden mah­rum olan biz çaresizler Allah Teala'ya teveccühten de mah­rumuz.

Allah'a dostluktan da habersiziz. Allah ile dostluğu kullarla olan dostlukla kıyaslıyoruz. Marifet ehli kimseler Hak Teala'nın kendi mahbubu için hicapları ortadan kaldır­dığını söylüyor. Bu hicapların kaldırılmasının ne kerametle­rinin olduğunu sadece Allah bilir.

Evliyanın amellerinin ga­yesi ve maksatlarının nihayeti bu hicaplarının ortadan kal­dırılmasıdır. Hz. Ali (a) ve masum evlatları Şabaniye duasında şöyle diyorlardı: "İlahi! Bizlere sana tam olarak yönelme­yi ihsan et, kalp gözlerimizi sana nazar ile aydınlat ki kalp gözlerimiz nurdan hicapları yırtsın ve azamet madenine itti­sal etsin. Ruhlarımız mukaddes izzetine asılsın."

Allah'ım! Evliyanın istediği bu kalp basiretinin nuraniye-ti ve bir nuraniyet sebebiyle sana ulaşmayı istedikleri basi­ret nedir? İlahi! Masum imamların lisanında mütedavil olan bu nurdan hicaplar nelerdir.? Bu azamet ve celal madeni ile izz-i kuds ve kemal nedir ki o büyüklerin maksadının niha­yetidir? Biz bunun ilmi derkinden bile mahrumuz..

Nerde kaldı ki tatma veya şuhud merteloesine ulaşalım. İlahi! Biz kara günlerin siyah yüzlü insanlarıyız. Yiyecek, uyku, buğz, ve şehvet dışında birşey bilmiyoruz. Bunlar dışında başka birşey de öğrenmek istemiyoruz. Sen bizlere lütufla teveccüh et, bizleri uykudan uyandır ve bu sarhoşluktan ayılt.

Özetle ehli için bu bir hadis de yeterlidir ki bütün ömrü­nü bu ilahi muhabbeti ve vechullaha yönelişi elde etmek için sarfetsin Ama bizim gibi bu meydanlarda olmayan insanlar başka hadislere teşebbüs ederler.

Ravi şöyle diyor: Sadık (a)'dan şöyle dediğini işittim: " Ne dediğini bildiği halde iki rekat namaz kılan kimsenin, na­mazı bittikten sonra Allah Teala bütün günahlarını affeder."

Hakeza Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "İki rekat tefekkür ile yapılalan namaz bir gece boyunca yapılan iba­detten daha hayırlıdır."O halde malum oldu ki ibadetlerde kalp huzuru, ibadetlerin ruhu ve kalbi mesabesindedir, ibadetlerin nuraniyet ve kemal mertebeleri kalp huzuruna ve mertebelerine bağlıdır.

Şimdi de bilmek gerekir ki kalp huzurununda bir takım mer­tebeleri vardır. Bu mertebelerden bazısı Allah'ın velilerine mahsustur. Diğerleri bu mertebeye ulaşmaktan mahrumdur­lar. Diğer bazı mertebeleri ise sıradan insanlar için de hasıl olabilir. Bilmek gerekir ki kalp huzuru da genel olarak başlı­ca iki kısma ayrılmaktadır. İbadetlerde kalp huzuru ve ma-budda olan kalp huzuru.

Bu konuyu açıklamadan önce birtakım ön bilgiler açıkla­maktayız ki o da şudur; marifet ehli kimseler şöyle diyorlar: "İbadet kapısı mutlak bir şekilde mabudu sena kapısıdır." Fakat bunlardan her biri Allah'ın sıfatlarından bir sıfat ve isimlerinden bir isimle sena etmektir. Sadece namaz Allah'ı tüm isim ve sıfatlarla sena etmektir.

Buna önceki bazı hadis­lerin şerhinde de işaret edildi. Mabuda sena etmek bütün be­şerin fıtratında olan ve lüzumuna hükmettiği birşeydir. Ve insan mutlak kemal, mutlak cemal, mutlak celil, mutlak ni­met sahibi ve mutlak azim için huzu göstermektedir. Elbette şu da var ki Allah Teala'yı sena etmenin keyfiyetini hiç kim­se keşfedemez.

Zira Allah'ı sena etmek onun zatını, sıfatları­nı, gayb aleminin şehadet alemine irtibatının niteliğini ve şehadet aleminin gayb alemine olan ilişkisini bilmeye bağlı­dır. Bu da vahy ve ilham dışında başka bir yolla bilinemez. Zira ibadetlerin tümü tevkifi (Allah'ın bildirmesine bağlı) şeylerdir.

Bu yüzden hiç kimse kendi nezdinden ibadet orta­ya koyup bu ibadeti teşri edemez. Büyüklerin, sıradan sul­tanların huzurunda yapılan, ihtiram ve tevazuların Allah katında hiç bir değeri ve önemi yoktur. O halde insan göz ve kulağını açmalı vahy ve risalet yoluyla ibadet ve ubudiyyetin keyfiyetini elde etmeli ve bu hususta hiçbir tasarrufta bulun­mamalıdır.
3
Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2

O halde açıklandı ki ibadet konusu mabudu sena etme babıdır. Bil ki kalp huzuru işaret edildiği gibi başlıca iki kıs­ma ayrılmaktadır. Birisi ibadette kalp huzuru ikincisi ma-budda kalp huzuru. İbadette kalp huzurunun da birtakım mertemeleri vardır ki bunun da başlıcaları, iki kısımdır.

Bi­rincisi icmalen ibadette kalp huzurudur ki o da şudur: İba­detle meşgul olduğu halde (bu her türlü ibadet olabilir. Ta­haret babında abdest, gusl olduğu gibi, namaz oruç hac ve di­ğer ibadetlerde olabilir) insan icmali bir şekilde mabudu se­na ettiğini bilmeli ve müteveccih olmalıdır. Gerçi kendisi na­sıl bir sena ettiğini ve Allah'ın isimlerinden hangisini söyle­diğini bilmese dahi icmali bir iltifat içinde olmalıdır.

Arif ve kamil şeyhimiz (ruhum ona feda olsun) bu ibadet şekline şöyle misal veriyordu: "Birisi başka birinin medhinde bir kaside söylemekte ve bunu manasını bilmeyen bir çocuğu vererek methettiği insanın huzurunda okumasını istemektir. O çocuğa sadece bu kasidenin o şahsın medhinde söylendiği­ni anlatmaktadır.

Elbette bu kasideyi okuyan çocuk icmalen memduhu sena ettiğini bilmektedir. Ama keyfiyyetinin ne olduğunu bilemez." Bizler de Hakkı sena eden çocuğa benzi­yoruz ve ibadetlerimizin sırlarını bilemiyoruz. Bu ilahi halle­rin hangi isimlerle alakalı olduğunu ve hakkı senanın keyfi­yetinin nasıl olduğunu bilemiyoruz.

Sadece şu kadarına dik­kat etmeliyiz ki bunlardan her birisi mutlak kamili ve mut­lak memduh ve mabudu sena etmektir. Allah Teala'da bu durumda kendini sena etmiş ve bizlere emrederek mukaddes huzurunda böyle sena etmemizi istemiştir.Kalp huzurunun mertebelerinden diğer biri de tafsilen ibadetlerde kalp huzurudur.

Bunun kamil mertebesi halis velilerden ve marifet ehlinden başkası için hasıl olmaz. Bu­nun nazil olan mertebeleri bazıları için hasıl olabilir ki ilk mertebesi namaz ve dua gibi ibadetlerde lafızların manasına teveccühtür. Bu mertebeye işaret eden bir rivayet önceden zikretilmişti.

Bunun diğer bir mertebesi de ibadetlerin sırrı­nı bir miktar bilmesi ve mabuda senanın keyfiyetini ibadet­lerinde derketmesidir. Marifet ehli bir yere kadar namazın ve diğer ibadetlerin esrarını beyan etmişlerdir.

Masumların rivayetlerinde yeralan işaretlerden bir ölçüde istifade etmiş­lerdir. Gerçi bu hakikatin aslını anlamak herkes için müyes­ser değildir; ama bir yere kadar bu miktarı da ehli için bir ganimettir.Mabudda kalp huzuruna gelince bunun da birtakım mer­tebeleri vardır ki önemlileri üç mertebeden oluşmaktadır.

Birincisi efali tecellilerde kalp huzurudur. Diğeri esmai ve efâli tecellilerde olan kalp huzurudur. Üçüncüsü ise zati tecelilerde kalp huzurudur.Bunlardan her birisinin de genel olarak dört mertebesi vardır.

Bunlar ilmi mertebe, imani mertebe, şuhudi mertebe ve fenai mertebedir. Efali tecelliler­de ilmen kalp huzurunun manası şudur ki salik ve abid olan şahıs ilmen ve bürhanen bimelidir ki bütün vücud mertebe­leri gayb ve şuhud meşhedleri Allah Teala'nın tecellisinin feyzi sayesindedir.

Tabiat ve aleminin en sonundan melekuti A'la ve ceberrut-i A'zam'a kadar varolan herşey bir şekilde ve bir tarzda Allah'ın huzurunda hazır haldedir. Hepsi de Al­lah'ın meşiyyetinin cilvesinin sayesindedir.

Nitekim Kafi'de yer alan bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Allah Teala me-şiyyeti bizzat yarattı alemleri ise kendi mesiyeti ile yarattı. O halde meşiyyet bizzat zatın cilvesidir ve diğer vücudatlar

meşiyeti vasıtasıyla yaratılmıştır," Biz şu anda bu konuyu burhan isbat etmek istemiyoruz. O halde bu konuyu ilmen ve bürhanen bilen abid şahıs anlar ki kendisi ibadet, ilim, irade, kalp hareketleri, zahir ve batını hepsi Allah'ın huzu­runda hazırdır. Hepsi de huzurun bizzat kendisidir.

Ve eğer akıl kalemiyle bu bürhani konuyu kalp levhasına yazacak ve kalb, ilmi ve ameli riyazetler sayesinde bu yakini-imanî me­seleye iman ederse o zaman tecellide kalb huzuru imanen hasıl olur. Bu imanın kemali mücahede, riyazet ve kalbin ka­mil takvasından sonra da ilahi hidayete mazhar olur ve kalbi için bilayan ve şuhud ile efali tecellilerden bir nasib hasıl olur.

Sonunda kalb tümüyle tecellilerin aynası haline gelir ve salik için sa'k (kendinden geçiş) ve fena makamı ortaya çı­kar. Bu ise kalb huzurunun son mertebesidir ki hazırın efali tecellilerde fenası ile sonuçlanır.Bazı suluk ehli bu sa'k mer­tebesinde ebedi olarak kalır ve bir daha da kendilerine gel­mezler.

Eğer salikin kalbi Allah'ın ezeldeki feyzi sayesinde yüce bir kabiliyetle donatılmışsa bu sak makamından sonra ken­dine gelir ünsiyet elde eder ve memleketine geri döner. Dola­yısıyla esmai tecellilerin mazhan olur.

Bu mertebeleri kate-derek sıfatî fenaya nail olur. Böylece de ayn-i sabiti (özdeği) münasebetiyle ilahi isimlerden birinde fani olur. Bir çok sü­lük ehli de bu esmaî fenada baki kalır ve kendilerine gele­mezler.

"Velilerim kubbem altındadır. Benden başkaları onları tanıyamaz" hadis-i kudsîsi de bu velilere işaret ediyor olabi­lir. Ama eğer mukaddes feyzin tecellisine mazhariyet kabili­yeti bundan fazla olursa bu sa'k ve fenadan sonra üns hasıl olur ve salik kendine gelir ve zati tecellilere mazhar olur.

Dolayısıyla zati fena ve külli sa'k mertebesinden sonra seyir so­na erer ve tam fena hasıl olur. "Allah'a ve elçisine hicret et­mek üzere evinden çıkan sonra kendisine ölüm çatan kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah bağışlayandır, esir­geyendir. " (Nisa, 100)

Bazıları bu ayetin mezkur evliyaullaha ve ilallah salikle-rine işaret ettiğini söylüyorlar. Bu saliklerin ecrini de sadece Allah verir.

Bazen salik bu makamı da aşar ve kabiliyeti ile ayni sabi­tini ihatası oranında insanların hidayeti için ayağa kalkar. "Ey bürünüp örtünen kalk ve bundan böyle uyar." (Müddes-sir, 1-2)

Ayn-i Sabiti (özdeği) ism-i a'zama tabi olursa nübüvvet dairesi onunla hatmolur. Nitekim nübüvvet Rasulullah'la son buldu. İlk ve son varlıklardan, mürsel peygamberlerden ve nebilerden hiç birinin ayn-i sabiti ism-i azama ve zatın tüm yönleriyle zuhuruna tabi olmamıştır.

Bu yüzden tüm ci-hetleriyle zuhur etti, hidayetin nihaî huzuru hasıl oldu ve külli keşf gerçekleşti. Nübüvvet mukaddes vücuduyla hat-moldu. Evliyadan o mukaddes zat ve hidayeti vesilesiyle bu makama eren olsa da keşfi aynen bu keşif olacak ve teşride tekrar caiz değildir. O halde nübüvvet dairesi mukaddes vü­cuduyla son buldu. Nitekim hadis-i şeriflerde de bu yer al­mıştır.

Bilmek gerekir ki ibadetler ve manevi keyfiyetleri mez­kur makamların her birisi için oldukça farklı ve muhteliftir. Bunlardan her birisi için hakkla münacaattan doğan bir na-sib vardır ki bu makama nail olmamış olanar için bu nasib yoktur, elbette Hz. Sadık (a) için ibadet halinde hasıl olanlar başkaları için mümkün değildir.Nitekim seyyid b. Tavus(kaddasallahu sırrehu'ş-şerif) şöyle buyurmuştur: "Menkul olduğu üzere İmam Sadık (a) namazda Kur'an okurken bir­den kendinden geçti.

Bir müddet sonra kendine gelince ken­disinden bunun sebebini sordular imam Şöyle buyurdu: Sü­rekli Kur'an okudum. Sonunda mükaşefe ve ayan bir şekilde ayetleri nazil buyurandan işitir bir halete erdim. Dolayısıyla beşeri gücüm ilahi- celali keşfe dayanamadı." (Felahüs-Sail c. 11., s. 422. 31981. hadis)

Rasulullah (s) için ortaya çıkan halet, varlıklardan hiç bi­risi için sözkonusu değildi. Nitekim meşhur hadiste şöyle yer almıştır: "Allah'la öylebir haletim var ki hiç bir mukarreb melek ve mürsel nebi o halete sahib olamaz."

Vazgeçelim bu konudan ki lafız dışında bir nasibimiz yok bundan. Bizler için önemli olan da şudur ki evliyanın ma­kamlarından mahrum durumdaysak hiç olmazsa bunları in­kar etmeyelim. Teslim olalım.

Zira velilerin emrine teslim ol­manın birçok faydası vardır. Allah korusun inkarın ise bir­çok zararı vardır. Allah'ım, (sen şahid ol ki) ben onların em­rine teslimim. Allah'ım hepsine rahmet et.

Bil ki ibadetlerde kalb huzuru sadece kalbö ibadetlerin ehemmiyetini anlatmakla mümkündür. Bu da sadece ibadet­lerin esrar ve hakikatlerini derketmekle mümkündür. Bu da bizler için müyesser değildir.

Ama Ehl-i Beyt ve marifet ehli­nin kelimelerinden anlaşılan hakikatleri emsalimin ve bu sayfaların haline uygun düşecek kadarıyla zikredeceğiz.

Defalarca işaret ettiğimiz gibi güzel amel ve ibadî fiillerin her birinin batmî-melekutî sureti ve abidin kalbinde birta-


İBADET VE KALB HUZURU

kim eserleri vardır. Ama batını suretler berzah ve cismani cennetin bayındır kılındığı şeylerden ibarettir. Zira cennetin zemini bomboş birşeydir. Rivayetlerde de yer aldığı üzere bi­na ve imar maddesi zikir ve amellerdir.

Nitekim birçok hadis ve rivayetler de amellerin tecessümüne delalet etmektedir. Örneğin "Kimbir zerre rniktarınca hayır işlerse onu gö rür ve kim zerr rniktarınca kötülük yaparsa onu görür." (Zilzal, 30) ve "Yaptıklarını hazır buldular." (Kehf, 49)

Amellerin tecessümüne delalet eden rivayetler de çeşitli bablarda yer almıştır. Biz bunlardan bazısını zikredeceğiz.

Hz. Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Namazını vaktinde ve şartlarına riayet ederek kılan kimseni namazını melekler ter­temiz bir şekilde göklere kaldırır.

O namaz (sahibine) şöyle der: "Beni koruduğun gibi Allah da seni korusun. Beni kerim bir melek emanet aldı." Ama namazını özrü olmaksızın erte­leyen ve şartlarına riayet etmeyen kimsenin namazını me­lekler simsiyah ve karanlık bir halde göklere götürür. Nama­zı sahibine şöyle seslenir: "Sen beni zayi ettin Allah da seni zayi etsin. Bana riayet etmedin, Allah da sana riayet etme­sin." (Emali, s. 256. 10. hadis)

Bu hadisten amellerin melekuti suretleri anlaşıldığı gibi amellerin hayatî özellikleri de istifade edilmektedir. Hadis­ler de tüm varlıkların melekuti bir hayata sahip olduğuna ve melekuti alemin baştanbaşa ilim ve hayat olduğuna delalet etmektedir: "Gerçekten ahiret yurdu ise asıl hayat odur." (Ankebut, 64).

Hz. Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Allah mümini kabrinden çıkarınca onunla önünden giden misaller (varlıklar) de çı­kar. Mümin kıyamet dehşetlerinden birini görünce misal ona şöyle der: Korkma üzülme Allah'tan keramet ve saadetle müjdeliyorum seni. Sonra Allah'ın huzurunda durur ve Al­lah onu kolay bir hesaba çeker ve ona cennete gitmesini em­reder.

O misal yine önünden gider. Mümin ona şöyle der: Al­lah sana rahmet etsin. Sen benimle kabirden çıkan iyi bir "çıkıcı'sın. Görünceye kadar da hep beni Allah'tan bir kera­met ve saadetle müjdeledin sen kimsin?" O şöyle der: Ben se­nin dünyada mümine verdiğin sevincin misaliyim. Allah be­ni seni müjdelemem için ondan yarattı." (Usul-i Kafî, C. 2., s. 190. Kitabu'1-İman ve'1-Küfr, 8. hadis)

Bu hadis-i şerif ahirette amellerin tecessümüne delalet etmektedir. Nitekim Şeyh Behauddin, "bu hadis-i şerifin ba­zı inançlar tecessümüne delalet ettiğini" söylemiştir. O halde sahih amel ve inançların güzel görünümlü nuranî bir surette zahir olmaktadır. B,u suretler sahibini tam bir sevinç ve mut­luluk içine sokar.

Kötü amel ve inançlar da zulmanî ve çirkin bir surette zahir olmaktadır. Bu suretler de sahibine keder ve üzüntü verir. Nitekim bazı müfessirler "Her bir nefsin hayır­dan yaptıklarını hazır bulduğu ve her ne kötülük işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği o günü (düşünün) Allah sizi kendisinden sakındırır.

Allah kullarına karşı şefkatli olandır." (Al-i İmran, 30) ayetinin tefsirinde bu ayetin bizleri şu ayete irşad ettiğini söylemiş­lerdir: "O gün insanlar amelleri kendilerine gösterilsin diye bölük bölük fırlayıp çıkarlar." (Zelzele, 6)

Bu ayette "ceza" kelimesini mukadder bilip "amellerin ce­zası" diye tefsir edenler haktan uzak düşmüşlerdir."

Bu makamda bazı muhaddislerden ilginç şeyler sudur et­miştir ki zikredilmemesi daha evladır. Bunlar amellerin te-cessümü ile cismanî meadm arasında bir aykırılığın olduğu­nu zannetmiştir. Halbuki bu onu teyid etmektedir.

Bu hadiste geçen "görülür" kelimesi de "o da düzgün bir beşer kılığın­da görünmüştü" ayetindeki "görünmüştü" kelimesinin aynı­sıdır. Ki hakikatte cismani surette temessül etmekte (görül­mektedir.

Yoksa rüya gibi hayali birşey değildir. Velhasıl sırf aklımız almıyor diye birtakım ayet ve rivayetlerin tasrih ettiği ve filozofların görüşü ve burhanla da uyumlu olan ha­kikatleri inkar edip ayet ve rivayetleri tevil etmemiz güzel birşey değildir. En iyi yol Allah ve masum velilerinin mukad­des huzurunda teslim olmaktır.

O halde malum oldu ki Allah Teala'nın kabul ettiği bu amelin huriler, saraylar, yüce cennetler ve cari nehirler cin­sinden güzel suretleri vardır. Alemde hiç bir varlık boş yere yaratılmamaktadır.

Aksine eşya (şeyler) arasında birtakım aklî ilgiler vardır ki bu irtibatı kamil veliler dışında hiç kim­se keşfedemez. Velhasıl bu konu aklî ve felsefî burhanlarla da mutabık haldedir.

O halde ahiret alemindeki hayat ve lezzetler, kemali su­retleri o aleme intikal eden ameller ile Muhammedî tam bir keşifle bu din ehlinin elde ettiği ibadi amellerdir.

Amellerin güzellik ve kemali niyet, kalb teveccühü ve şartların riayeti­ne bağlıdır. Ama bunlardan hiçbirine veya bazısına sahip, ol­mayan bir amel de itibar derecesinden mahrumdur ve olduk­ça çirkin bir surete sahip olacaktır.

Nitekim haber ve riva­yetlerde de böyle yer almıştır. O halde gayb alemine enbiya ve evliya ile marifet ehlinin sözlerine iman eden ve ebedi ha­yata ilgi duyan bir insan her türlü riyazet ve zahmetle amel­lerini islah etmeye çalışmalıdır.

Zahir ve suretlerini islam şeriatına mutabık hale getirdikten sonra batın ve siretlerini ıslah etmeli ve en azından farzları kalb huzuruyla eda etme­li, eksiklerini de nafile namazlarıyla telafi etmelidir. Niteli! kim rivayetlerde de yer aldığı üzere nafileler farzların nok­sanlıklarını telafi etmektedir.

İmam Bakır (a) şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki nafileler farzlardan ifsad olanları tamamlamak için karar kılınmış­tır. " (İle'l-Şerayi C. 2., s. 329)

Hz. Sadık (a)k şöyle buyuruyor: "Kul için namazının sa­dece dörtte biri veya sekizde biri veya yarısı veya daha fazla­sı (sehvettiği miktarda) semaya yükselir. Ama Allah Teala bunu nafile namazlarıyla telafi eder." (Vesail, C. 3. s. 54).

Bu çeşit rivayetler oldukça çoktur. Bizim sehv, nisyan, dalgınlık ve namazın kemaline aykırı olan haletlere sahib ol­duğumuz bilinen birşeydir. Allah Teala kamil lütfuyla nakıs­larımızı telafi etmek için nafileleri karar kılmıştır. Bu yüz­den mümkün mertebe bundan gaflet etmemeli ve nafileleri terke tmemeliy iz.

Velhasıl ey aziz biraz bu gafletten uyan işlerinde tefekkür et. Amel sayfana bir bak. Namaz hac vb. salih bildiğin amel­lerinden kork. Zira insan için bizzat bunlar ahirette bela ke­silir başına. Bu alemde fırsat varken kendini hesaba çek ve amellerinin tartısını kur. Amellerini şeriat ve Ehl-i beyt'in velayet tartısında tart.

Amellerinin sıhhat, fesad, kemal ve noksanlığını malum kıl. Fırsat olduğu kadarıyla bunları te­lafi et. Kendini burada muhasebe etmezsen o alemde seni muhasebe ederler ve böylece büyük belalara duçar olursun.

İlahi adalet terazisinden kork ve hiç bir şeyine güvenme, cid­diyetini kaybetme. Biraz da masum olan Ehl-i Beyt'in (a) amel sayfasına bir göz at. amelleri üzerinde tefekkür et. İşle­rin ne kadar zor olduğunu anla.

Şimdi de şu hadisi oku ve bu icmalden tafsili kıraat et:Hz. Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Allah'a andolsun Hz. Ali(a) dünyadan göçünceye kadar da asla haram birşey yemedi. Kendisine Allah'ın razı olduğu iki şey arzedildiğinde o bede­nine en ağır geleni tercih ederdi."

Rasulullah herhangi bir zorlukla karşılaşınca kendisine olan güvenden ötürü mutlaka onu yanma çağırırdı. Bu üm­metten Rasulullah'ın amellerine ondan başka hiç kimse ta­kat getiremedi. Adeta korkan bir insan gibi amel ederdi. Adeta cennet ve cehennem arasında kalmış gibiydi. Sevabı ümid ediyor ve ceza korkusunu taşıyordu.

Allah yolunda kendi malından bin köleyi azad kıldı. Bununla sadece Al­lah'ın rızasını ve ateşten kurtulmayı ümid ediyordu. Köleleri azad ettiği malı ise emeği ve alınteriyle kazanmıştı. Ailesi­nin yemeği zeytinyağı, sirke ve hurmaydı. Elbisesi ketenden idi. Elbisesinin kolu uzun olursa makas ister ve onu kısaltır-dı.

Ona evlatları arasında anlayış ve elbise giyiminde en çok benzeyen imam ZeynulAbidin idi. Günün birinde oğlu İmam Bakır (a) yanma vardı babasının ibadette hiç kimsenin ula­şamayacağı bir hadde ulaşmış olduğunu gördü. Uykusuzluk­tan rengi solmuş gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuş müba­rek alnı ve burnu uzun secdeden yaralanmış a3rakları namaz kılmaktan şişmişti.

Hz. Bakır (a) şöyle buyuruyor: Onu bu durumda görünce kendimi tutamadım ona acıyarak ağladım. İmam o anda tefekkür ediyordu. Bir müddet sonra bana te­veccüh etti ve şöyle buyurdu: "Ey evladım.

Ali b. ebi Talib'in ibadetlerinin yazılı olduğu o sahifeyi bana getir." Ben sahife-yi verince ondan bir miktar okudu ve daha sonra büyük bir hüzün ve rahatsızlık içinde elinden düşürdü ve şöyle buyur­du: "Kim Ali b. Ebi Talib'in sahib olduğu ibadet kuvvetine sahiptir?" (İrşad, s. 255-256)Hz. Bakır şöyle buyuruyor: Ali b. Hüseyin (a) her gece ve gündüz boyunca bin rekat namaz kılardı. Rüzgar onu bir sal­kım gibi hareket ettirirdi." (İrşad, s. 256)

Azizim, bu hadis-i şerifler üzerinde biraz tefekkür et. Ma­sum imam Bakır (a) bile babasımn şiddetli ibadeti ve ibadet haleti karşısında ağlıyordu.

İmam Zeynul Abidin de o dikkat ve ibadetlerine rağmen Ali b. Ebi Talibin sahifesini okuyun­ca acizliğini itiraf ediyor. Elbetteki Hz. Ali'nin ibadetini yap­mak hiç kimsenin harcı değildir. İnsanlar masumların yaptı­ğı ibadetden acizdir. Ama bu makamdan aciz olanlar herşeyi terketmemelidir.

Bilmek gerekir ki bu ibadetler neuzubillah boş ve abes şeyler değildir. Aksine oldukça tehlikeli ve dakik bir yoldur. Hakiki marifetler ehlinin dediği gibi ölüm ve kıyamet olayla­rı oldukça zor bir şeydir. Bizim bu işleri kıyaslamamız ise inanç ve iman zayıflığı ile cehaletten kaynaklanmaktadır.

İlahi sen kulların batınından haberdarsın, kusurlarımızı biliyorsun. Zayıflığımızı ve güçsüzlüğümüzü biliyorsun. Biz senden daha istemeden sen bizleri rahmetine garkettin. Se­nin nimetlerin istenmeden ve icabet sözkonusu olmadan var­dır. Kusurlarımızı ve acizliğimizi itiraf ediyoruz. Senin son­suz nimetlerine küfranda bulunduk.

Biz kendimizi elim azab ve cehenneme müstehak biliyoruz. Bizim elimizde hiç bir ve­sile yoktur. Sadece senin lütuf, acıma ve rahmet genişliğin üzere enbiyanın diliyle bildirdiklerin dışında bir şeye sahip değiliz.

Biz kabiliyetimiz oranında seni bu sıfatla tanıdık. Sen bir avuç toprağa rahmet ve fazlın dışında bir şeyle karşı­lık verir misin? Senin geniş rahmetin nerede? Kapsamlı elle­rin geniş fazlın ve keremin nerededir ya kerim!


İbadet İçin Feragatin Kalb zenginliğine Sebep Ol­duğu Beyanında

Bilmek gerekir ki kalb zenginliği nefsin kemali sıfatların-dandır. Belki mutlak mevcudun kemal sıfatlarından biridir. Kalb zenginliğinin bu yönü Allah Teala'nın zati sıfatlarından biridir.Mal zenginliği nefsani zenginliğe sebep olmaz. Aksine nefsani zenginliği olmayanlar mal ve servete daha da ta-mahlanırlar.

Zira bizzat gani olan Allah'ın mukaddes derga­hı dışında biryerde gerçek zenginlik elde edilemez. Birzerre topraktan eflak zirvesine, heyula-i ula'dan (ilk madde) cebe-ruti- a'la'ya kadar tüm varlıklar fakir ve muhtaçtır.

Bu yüz­den kalb her ne kadar Allah'tan gayrisine teveccüh ederse ve kalbin batım mülk ve dünya alemini imara yönelirse bu ihti­yaç ve fakirlik daha da artar.

Ama insan dünya sevgisini bir kenara iter, kalbi mutlak gani olan Allah'a yönelir, varlıkla­rın zati fakirliğine iman eder varlıkların hiç birinin kendili­ğinden bir şeye sahip olmadığına hiç bir izzet ve kudrete ma­lik olmadığına inanırsa ve can ü gönülden "Ey insanlar siz­ler allah'a muhtaçsınız Allah ise hamid ve gani olandır." ayetini dinlerse o zaman iki alemden müstağni hale gelir.

O kadar kalbi gani olur ki Süleymanm mülkü bile gözüne kü­çük gelir. Yeryüzü hazinelerinin anahtarını bile ona verseler buna itina göstermez.Nitekim rivayette yer aldığı üzere Ceb­rail yeryüzü hazinelerinin anahtarını Rasulullah'a takdimet-ti, ama Rasulullah kabul etmedi ve fakirliği bir iftihar olarak kabul etti.

Nitekim Hz. Ali de İbn Abbas'a şöyle buyurmuş­tur: "Benim nazarımda dünyanız şu yamalı ayakkabımdan daha değersizdir." Ali b. Hüseyin (a) ise şöyle buyurmuştur: "Ben dünyayı Allah'tan istemekten bile utanıyorum; nerde kaldı ki kendim gibi olan birinden dileyeyim."

Masumlar dışındaki insanlara gelince Necmuddin Kübra da şöyle diyor: "Dünya malı ve mülkünü zenginlerle oturup kalkmak karşılığında bana verecek olsalar ben dünya ve ahi-ret şekaveti içinde fakirlerle oturup kalkmayı tercih ederim.

Zira "Nar (ateş), ar'dan daha iyidir." Evet onlar dünya hazi­neleri ve malına teveccüh etmenin ve zenginlerle oturup kalkmanın kalpte nasıl bir zulmetler icad ettiğini çok iyi bili­yorlardı. İradeyi nasıl zayıflattığını kalbi nasıl fakirleştirdi-ğini ve mutlak kamil merkezi noktaya teveccühten alıkoydu­ğunu derketmişlerdi.

Ama kalbi ve evi sahibine teslim eder ve gayrisine tasarruf hakkı tanımazsan o zaman ev sahibi onda tecelli eder. Elbette ki mutlak gani'nin tecellisi de mut­lak zenginlik getirir. Kalbi izzet ve zenginlik deryasına gö­mer ve kalb ihtiyaçsızlık ile dolar. "İzzet Allah'ın Resulünün ve müminlerindir." Dolayısıyla o evi de sahibi yönetir ve in­sanı kendi başına bırakmaz.

Bizzat kendisi tüm işlerde ta­sarrufta bulunur. Öyle ki onun kulak, göz, el ve ayağı olur. Bu da nafilelerin yakınlığının neticesinde hasıl olan bir şey­dir. Nitekim hadis-i kudside de şöyle yer almıştır: "Kul nafi­lelerle bana yakınlaşır ve ben de onu severim. Ben onu sevin­ce de duyan kulağı gören gözü konuşan dili ve tutan eli olu­rum." (Usul-i Kafi, C. 2., s. 352. Kitabu'1-İman ve'1-Küfr, 8. hadis)

Böylece kulun tüm ihtiyaçları ortadan kalkar ve iki alem­den müstağni hale gelir. Bu tecelli sayesinde tüm varlıklar­dan korkması da yok olur. Yerine Allah korkusu yerleşir. Tüm kalbini Allah'ın azamet ve haşmeti kaplar. Allah'tan gayrisinin hiç bir azamet ve haşmet ve tasarrufu olmadığına inanır. "Varlık aleminde Allah'tan başka etken yoktur" haki­katini gönlüne yerleştirir.

"İbadetim için kalb feragatini elde edersen ben de kalbini zenginlikle doldururum." Bu ibadet için kalb feragati saye­sinde insan yavaş yavaş kalb huzurunun en yüksek mertebe­sine ulaştırır.

Bunlar zikrettiğimiz bazı etkilerden ibarettir. Eğer kalb Hakk ile meşgul olmaz ve teveccüh etmezse bu gaflet tüm şe­kavetler, noksanlıklar ve kalb hastalıklarının kaynağı olur.

Bu gaflet vasıtasıyla kalbinde bulanıklık ve zulmetler vücu­da gelir. Kalb ile Hakk arasında kalın hicaplar oluşur ve hi­dayet nuru giremez olur. Dolayısıyla ilahi tevfiklerden mah­rum olur. Batını dünyaya yönelir, karın ve tenasül organını tatmine koyulur, böylece enaniyet deryasına gömülür, nefsi başıboşluğa kayar bencilik adımlarıyla hareket eder.

Zati zil­leti ve hakiki fakirliği zahir olur. Tüm harekat ve sekenatın-da Allah'tan uzak düşer. Allah'tan yardım göremez hale ge­lir. Nitekim hadis-i kudside bunu bazısına işaret edilmiştir: "Kalbini dünya meşgalesiyle doldururum. Onun ihtiyaçsızlı-ğını gidermem ve işlerini sana bırakırım."

Nükte

Bilmek gerekir ki işlerin kula bırakılması kula tefviz edil­mesi değildir. Zira tefviz, irfan ekolü, burhan mesleği ve hakk mezhebinde batıl olan birşeydir.Hiç bir varlık Hakk'm tasarrufu ve kudretinin dışına çıkamaz ve işlerinde tasarruf­ta kendi başına bırakılmaz.

Ama kalb Allah'tan gaflet edince dünyayla meşgul olunca onda tabiat hüküm ferman olur ve kalbinde enaniyet galib gelir.Dolayısıyla bencillik ile dolar kalbi. Bunlar da "işlerini sana bırakırım" diye tabir edilmiş­tir.

Ama kalbi Allah'a yönelirse ve kalbi baştan başa nurla dolarsa tasarrufları da hakkani ve hatta bazı merhalelerde vücudu da hakkani olur. Nitekim nafilelerin icat ettiği ya­kınlığı beyan eden kafi'deki hadiste de bu makamlardan ba­zısına işaret edilmiştir. Allah bilendir.


Yirmisekizinci Hadis LİKAULLAH (ALLAH'LA GÖRÜŞME)

Ravi şöyle diyor: İmam Sadık (A)' a şöyle dedim. "Allah seni korusun, insan Allah'la görüşmeyi severse Allah da onunla görüşmeyi sever. Ama Allah ile görüşmeyi sevmezse Allah da onunla görüşmeyi sevmez." Bu doğru mudur? İmam (a) "Evet" diye buyurdu, o zaman da ben şöyle dedim: "Allah'a andolsun ki biz ölümden hoşlanmıyoruz." İmam

şöyle buyurdu: "Durum zannettiğiniz gibi değildir. Şüphesiz ki bu ölümü görme anındadır. İnsan sevmediğini görürse o zaman da Allah ile görüşmeden nefret eder. Ve Allah da onunla görüşmekten nefret eder." (Furu-i kafi c.3 s. 134 12 .Hadis)Hadisi şerifle münasip olan bazı hususları birkaç bölüm­de açıklamaya çalışacağız. Tevekkül sadece Allah'adır....

Likaullah ve Keyfiyyeti Beyanında

Bil ki likaullah hususunda seraheten kinayeten veya işa-reten birçok ayet ve hadisler vardır. Bu sayfalarda bunların hepsini zikretme imkanı yoktur. Ama kısaca onlara işaret et­mek istiyoruz.

Bu hususta daha fazla bilgi edimek isteyenler merhum Hacı Mirza Cevadi Tebrizî'nin "likaullah'' risalisine müracaat etmelidir. Bu husustaki birçok hadisleri bu kitapta bir araya toplamıştır.

Bil ki bazı alimler, likaullah yolunu tümüyla kapatan ba­zı müfessirler ve ayni müşahade zati ve ismi tecellileri inkar eden bazı müfessirler Allah Teala'nın zatını tenzih etmek için likaullah hususundaku hadis ve ayetlerin tümünü ahi-ret gününü ceza ve sevap ve ikab gününü görmek olarak yo­rumlamışlardır.

Biz "lika" kelimesini mutlak olarak ele ala­rak bazı ayat ve rivayetleri gözönünde bulunduracak olursak bu doğru bir yorum olabilir; ama bazı muteber kitaplarda yer alan rivayetler ve büyük alimlerin şahid olarak gösterdi­ği meşhur rivayetler gözönünde alındığında bu yorumun ol­dukça uzak ve soğuk bir yorum olduğu anlaşılır.

Bilmek gerekir ki likaullahm caiz olduğunu cemal ve celalin celali müşahedenin caiz olduğunu söyleyenler zat-ı mu­kaddesin künhüne ermenin caiz olduğunu söylememektedir­ler.

LİKAULLAH (ALLAH'LA GÖRÜŞME)

Onlar ilm-i huzuri ve müşahedey-i ayni ve ruhani husu­sunda mutlak muhit olan o zatı ihatanın mümkün olduğunu söylemiyorlar. Aksine tefekkür kademiyle ilm-i küllinin kün­hüne ermenin ve basiret kademiyle şuhudi-irfani ihatanın mümkün olmadığı burhanî konulardan bir konudur. Bütün akıl sahiplerinin marifet ve kalp ehlinin ittifak ettiği şeydir.

Bu makamı iddia edenler şöyle diyorlar. Tam bir takvadan, kalbin tüm alemlerden yüz çevirmesinden, iki neşetin orta­dan kalkmasından, inniyet (subut) ve enaniyyet makamının aşılmasından, hakka ve o mukaddes zatın sıfat ve isimlerine külli bir ikbal ve tam bir teveccüh edildikten, o zatın mukad­des zatının hub ve aşkına daldıktan, kalbi riyazete çektikten sonra salik için kalbi bir sefa ortaya çıkar ki ismi ve sıfati te­cellilerin mazharı haline gelir.

Külli esma ve sıfatlar arasın­daki kalın ihicaplar ortadan kalkar ve kul esma ve sıfatlarla fani hale gelir. Celal ve kuds izzetine tutunur. Zati tam bir tedella (yakınlaşmak) elde eder. O halde salikin mukades ru­hu ile Hak arasında esma ve sıfatlar dışında bir hicab kal­maz.

Sülük ehlinden bazısı için ismi ve sıfati nur hicapların­dan bazılarının yırtılması ve gaybi zati tecellilere nail olması ve mukaddes zata mütaallık olması mümkündür. Bu müşa­hede de hakkın kayyumi ihatasını ve zati fenasını şuhud eder.

Bil ayan kendi vücudunu ve bütün mevcudatı Hakkın gölgesi olarak görür. Nitekim bürhani açıdan da hak ile tüm madde ve ilgilerden soyut olan ilk yaratık arasında hiçbir hi­cap yoktur.

Aksine mutlak soyut varlıklar için bürhani açı­dan da isbat edildiği gibi hiçbir hicap yoktur. Hakeza ihata açısından soyut varlıklarla aynı ufukta gezen bu kalp de on­lardan bile ileri gitmiş olduğundan hiç bir hicaba sahip ol­mayacaktır.

nitekim Kafi ve Tevhidi Saduk kitaplarında ye-ralan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Müminin ruhu Allah'ın ruhuna öyle muttasıldır ki Allah'ın ruhuna güneş ışığının güneşe ittisalinden daha şiddetli bir şekilde bağlı­dır." (Usul-i Kafi, C. 2., s. 166.

Alimlerce makbul olan, bizzat kendise de masumlardan menkul olduğuna şehadet veren "Şabaniye" duasında şöyle buyurulmaktadır: "İlahi bana sana tam birbağlılığı nasib eyle, kalp gözlerimizi sana nazar nuruyla nurlandır ki kalp gözlerimiz nur hicaplarını yırtsın ve azamet madenine ulaş­sın.

Ruhlarımız mukaddes izzet dergahına asılsın. Allah'ım bizleri çağırdığın ve sana icabet eden kimselerden eyle. Ken­dilerine nazar ettiğin ve celalin karşısında kendilerinden ge­çen kimselerden karar kıl. Sen onlarla gizlice raz-u niyaz et­tin, onlar ise senin için açıkça amel ettiler."

Kur'an-ı Kerim'de Rasulullah'ın miraç olayı anlatılırken şöyle buyurulmaktadır: "Sonra yaklaştı derken sarkıverdi". Nitekim (ikisi arasındaki uzaklık iki yay kadar (oldu) veya daha da yakınlaştı. (Necm 8-9) Bu huzur-i ve fena-i müşahe­denin Allah'ın zatımn künhüne ermenin muhal olduğunu ve münezzeh olduğunu bildiren ayet ve rivayetlerle hiçbir aykı-rılğı yoktur. Belki onu teyid ve tekid etmektedir.

Şimdi de bu soğuk ve yersiz yorumların niçin ortaya çıktı­ğına bir bakalım. Hz. Ali (a) şöyle buyuruyor: "Farzen azabı­na sabrettim, ayrılığına nasıl sabredeyim." Acaba evliyanın bu ah-u figanını huriler ve cennetteki kasırlara hamletmek doğru mudur? Acaba "biz cehennem korkusu ve cennet sevgi­siyle ibadet etmiyoruz. Bizim ibadetimiz hürlerin ibadetidir.

Halis bir şekilde Allah'a ibadet ediyoruz." diyenlerin ah-u fi­ganlarını cennetteki nimet ve güzelliklerden ayrılığa hamlet­mek doğru mudur? Heyhat! Bu oldukça yersiz birsözdür ve oldukça uzak bir yorum.

Miraç gecesinde ve hiçbir kulun gi­remediği o yerde Cebrail-i Emin'in bile mahremi bile olma­dığı o sırlar aleminde Rasulullah'a cennetin ve kasırlarının gösterildiği söylenebilir mi? O azamet ve celal nurlarının, ni­metlerin gösterilmesi olduğu söylenebilir mi? Acaba muteber dualarda nebiler için zuhur eden tecellilerin nimetler yiye­cekler, içecekler, bağlar ve kasırlar olduğu söylenebilir mi?

Heyhat! Biz zavallılar tabiatın zulmet hicaplarına mübte-layız. Emel ve kuruntularımızın esiriyiz. Yiyecekler, içecek­ler, evlilikler ve benzeri şeyler dışında hiç bir şey anlamıyo­ruz? Görüş sahibi ve kalp sahibi biri bu hicaplardan birini kaldırmak istediğinden onun yanlış ve hata ettiğini söylüyo­ruz? Mülk aleminin zulmanî kuyusunda olduğumuz müddet­çe kalp ashabının müşahede ve marifetlerinden birşeyi der-kedemeyiz. Ama ey aziz!! evliyayı kendinle kıyas etme.

Enbi­ya ve marifet ehlinin kalplerinde bizim kalplerimiz gibi ol­duğunu zannetme. Bizim kalplerimiz dünyaya teveccüh to­zuyla kaplıdır. Şehvetlere gömülmüştür.

Dolayısıyla hakkın tecellilerinin aynası olamaz. Mahbubun cilvesi ve nazargahı haline gelemez. Bunca bencillik perdesi arkasına kaldığımız müddetçe hakkın cemal ve celalinin tecellilerinden birşey anlayamayız. Evliya ve marifet ehlinin sözlerini tekzip ede­riz. Zahirde tekzib etmezsek bile kalben yalanlarız.

Peygamber ve masum imamlara inadığımız halde tevil ve tevcih kapısını açar ve bilcümle Allah'ı bilmenin kapısını ka­patırız. "Gördüğüm herşeyde onunla birlikte öncesinde ve sonrasında Allah'ı da gördüm" hadisini eserleri ru'yete hamlediyoruz. "Görmediğim rabbe ibadet etmem" hadisini kendi ilmimiz gibi olan külli mefhumlar ilmine hamlediyoruz likaullah ayetlerini kıyamet gününü likaya hamlediyoruz. "Benim Allah ile öyle bir halim vardır ki..." hadisini örneğin kalp rikkati ve inceliği haletine hamlediyoruz.

"Bana kerim vechine nazar etmeyi nasip kıl" hadisini ve evliyanın ayrılık hususundaki ah-u figanlarını hurilere ve cennetteki kuşlara hamlediyoruz. Bütün bunlar şunun içindir ki biz meydan eh­li değiliz. Hayvani ve cismani nimetler dışında nasibimiz yok. Tüm marifetleri inkar ediyoruz. Bütün sefaletlerimiz de bu inkardan kaynaklanmakktadır.

Zira bu inkar bütün ma­rifetler kapısını kapatmakta ve bizi talepten alıkoymakta, dolayısıyla da bizler hayvanlık makamıyla kani olmaktayız. Gayb alemi ve ilahi nurlardan mahrum kalıyoruz. Müşahe­deler ve küllî tecellilerden mahrum olan biz zavallılar nefsanî kemalin bir derecesi olan bu manalara imandan da uzağız.

Halbuki bu iman bizleri bir yere ulaştırabilecek bir imandır. Müşahadelerin tohumu olan ilim mertebelerinden dahi firar ediyoruz! Göz ve kulağımızı kapatıyor, kulakları­mıza gaflet pamuğunu tıkıyoruz ki sakın hak bir söz işitme­yelim. Arif, salik veya filozoftan birhakikat işittiğimizde bu­nu duymaya gücümüz olmadığından, nefis sevgisi de kendi kusurumuza hamletmekten alıkoyduğu için hemen onu kını­yor, tekfir ve tafsik ediyoruz.

Hemen gıybet ve iftiraya yöne­liyoruz. Bir kitap vakfediyoruz ve bundan istifade etmenin şartı olarak günde yüz defa molla Muhsin-i Feyze lanet et­melerini şart koşuyoruz. Tevhid ehlinin efendisi olan Molla Sadra'yi zındık olarak adlandırıyor ve ona her türlü hakaret­te bulunuyoruz. Molla Sadra'nm tüm kitaplarında en küçük tasavvuf mesleğine ait birşey göremezsiniz!

Aksine Molla Sadra "cahiliyye putlarının sufiyyenin reddinde kırılması" adlı birkitap yazmıştır. Onu sufi olarak adlandırıyoruz? Hali malum olanları Allah ve Rasulünün diliyle mel'un diye ad­landırılanları bırakıyor, Allah'a, Rasulüne ve Eimme'ye ima­na davet eden insanları kınıyoruz?

Bu kınama ve ihanetlerin o büyük zatların makamına hiç bir zarar vermediğini de bi­liyorum. Aksine onların iyiliklerini artırmakta ve dereceleri­nin yükselmesine sebep olmaktadır. Ama bunlar bizim için zararlıdır. Tevfikimizin ortadan kalkmasına ve yardımsız kalmamıza sebep olur.

Merhum Şahabadi (ruhum ona feda olsun) şöyle buyuru-yordu: "Hiçbir zaman insanlara lanet etmeyiniz. Hatta bu dünyadan nasıl göçtüğünü bilmediğiniz kafirlere bile. Ama masum veli onun ölümden sonraki haletini de haber vermiş-se o başka. Zira insan ölüm anında da mümin olabilir. O halde genel olarak lanet ediniz." İşte bunlar o kadar yüce ne­fislere sahiptirler ki zahiren kafir olarak ölmüş olan insanla­ra bile lanet etmemeyi öğütlüyorlar.

Zira ölüm anında imana ermiş olabilirler. Birisi de bizler gibidir, "Şikayet Allah'a gö­türülmelidir" der. Şehrin vaizi, ilim ve fazilet ehli olmasına rağmen alim ve fazıl insanların huzuruna çıkarak şöyle di­yordu: "Falan şahıs filozof olduğu halde Kur'an da okuyor­du." Aslında bu bizim şöyle dememize benzemektedir.

Falan şahıs peygamber olmasına rağmen mebde ve meada inanı­yordu. Ben salt ilme o kadar inanmıyorum. İman getirmeyen ilim en büyük hicaptır. Ama hicaplara girmeden, hicapları da yırtmak mümkün değildir. İlim, müşahedelerin tohumu hükmündedir. Bazen istilahatlar ve ilimler hicab olmaksızın da birtakım makamlar elde edilebilir.

Bu normal bir yol ve tabii bir sünnet değildir. Oldukça az vuku bulmaktadır. O halde Allah'a aramanın yolu budur ki insan ilk olarak vaktini halkla müzakereye Allah hakkında isim ve sıfatlan hakkın­da ilim elde etmeye sarfetmelidir. Bunun da yolu, bu ilmin büyük üstadlarından ilim tahsil etmektir.

Daha sonra o bil­gilerin ilmi ve ameli riyazetini kalbine sokmalı ve böylece bundan bir netice hasıl olmalıdır, istilahatlar ehli değilse de mahbubu tezekkürden kalp ve hali o mukaddes zatla meşgul olmaktan da bir netice elde edebilir.

Elbette bu kalbî iştigal ve batını teveccüh onun hidayetine sebep olabilir. Allah Tea-la onun elinden tutar. Hicaptan bazı perdeler onun gözünün önünden kalkar ve bu sıradan insanların yaptığı inkarlar bir yere kadar tenezzül eder. Allah Teala'nm özel inayeti saye­sinde belki de marifetlere bir yol elde eder. Şüphesiz ki ger­çek velinimet Allah'tır.


İnsan Ölürken Gayb Halinden Bazılarının İnsan İçin Keşfedildiği Beyanında.

Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere insan ölümü gör­düğünde bazı hal ve makamlar kendisi için açığa çıkar. Bu bazı burhanlar mükaşefe ashabının keşfi ve birtakım hadis­lere de mutabık olan birşeydir. İnsan bu alemi imar ettiği, kalbi bu neş'ete yöneldiği, tabiat sebebiyle kendinden geçtiği ve gazab ve şehvetine etkin olduğu müddetçe kendi amel ve ahlakının suretlerinden tümüyle gafil durumdadır. Onların kalp melekutundaki etkileri bilmemektedir.

Ölüm sekeratı ve birtakım zorluklarla karşılaşınca bu neş'etten insiraf ve rücu bir ölçüye kadar hasıl olmaktadır. İman, ve yakin ehli ise, ama kalbi bu aleme yönelikse, ömrünün sonunda kalbi bu aleme yönelir. Müvekkel melekler onu diğer aleme sevke-derler. Bu sevk ve intikalden sonra, berzah alemindeki birta­kım örnekler onun için keşf olur, gayb alemindeki birtakım pencereler kendisine açılır.

Kendi hal ve makamım bir yere kadar keşfeder. Nitekim Hz. Ali (a) da şöyle buyurmuştur: "Her nefis dünyadan çıkmadan önce cennet ehli veya cehen­nem ehli olduğunu bilmeden bu dünyadan çıkmayacaktır." (İlmu'l-Yakîn, C. 2., s 853.)

Bu makamda uzun bir hadisi şerif vardır; ama Hz. Ali'in ve diğer ehli beyt imamlarının velayetine sarılanlara bir müjde ihtiva ettiği için tümüyle zikrediyorum. Bu hadisi Feyzu'l-Kaşani İlmul-Yakin kitabında nakletmektedir. Ravi şöyle diyor: Hz. Sadık (a)'m şöyle buyurduğunu duydum: "Allah'a andolsun ki sizden kabul edilir ve Alah'a andolsun sizler bağışlanırsınız.

Şüphesiz ki sizden biriniz ile gıpta edilmeniz ve sevinç ve göznurunu görmeniz arasında ölüm dışında hiç bir şey yoktur." İhtizar ve ölüm haletinde Rasu-lullah, Ali, diğer imamlar, Cebrail, Mikail ve Azrail hazır olurlar.

Can vermekte olan insanın yanına Cebrail gelerek Rasulullah'a şöyle der: "Bu şahıs siz Ehl-i Beyt'i seviyordu. O halde siz de onu seviniz.

Rasulullah da şöyle buyurur: "Ey Cebrail bu şahıs Allah'ı, Rasulünü ve Ehl-i Beyt'i seviyordu; o halde sen de onu sev. Daha sonra Cebrail şöyle diyor: Ey Azrail, bu şahıs Allah'ı rasulünü ve ehl-i Beyt'i seviyordu; sen de onu sev ve ona iyi davran. Azrail o zaman yaklaşır ve ihtizar halindeki o şahsa şöyle der: Ey Allah'ın kulu! Acaba beraat ve emanını aldın mı? Acaba dünyada ismet-i kübraya sarıldın mı? Allah Teala onu muvaffak kılar.

O da "Evet" der. Daha sonra Azrail şöyle sorar: İsmet-i Kübra nedir? O şahıs cevap olarak; Ali b. Ebi Talib'in velayetidir" der. Cebrail "doğru söyledin" der. Allah Teala korktuğun şeyden sa­na eman verdi ve arzu ettiğin şeye ulaştın. Sana Rasulullah Ali ve onun neslinden olan imamlarla refakati müjdeliyo­rum.

Böylece azrail onun canını rahat bir şekilde alır ve onun kefenini cennetten getirir. Onun korkusu güzel kokulu mis­ke benzer. O kefenle onu kefenlerler ve tahnit ederler. Ona cennet elbiselerinden bir elbise giydirirler. Kabre konuldu­ğunda cennet kapılarından birkapı kendisine açılır. Oradan yanına cennet reyhanı ve ruhu girer.

Daha sonra kendisine şöyle denilir: "Zifafta olan bir gelin gibi rahat uyu. Sana ruh, reyhan ve cennet nimetlerini müjdeliyoruz. Allah Teala sana gazab etmez."

Hz. Sadık (a) daha sonra şöyle buyuruyor: "Kafirin ölü­müne gelince Rasulullah, Ali, İmamlar, Cebrail, Azrail ve Mikail yanma varır. Cebrail yanına yaklaşarak ona şöyle der: Ey Allah'ın Rasulü, "bu şahıs siz ehl-i Beyt'e buğzedi-yordu, o halde sen de ona buğzet." Rasulullah şöyle buyurur: Ey Cebrail bu Allah'a, rasulüne ve Ehl-i Beyt'e buğzeden bi­risidir.

O halde sen de onu buğzet. Cebrail, Azrail'e*şöyle der: "Bu şahıs Allah'a, Raulüne ve Ehl-i Beyt'e buğzeden birisi­dir. O halde sen de ona buğzet ve canını şiddetle al. Azrail ona yaklaşarak şöyle der: "Ey Allah'ın kulu! Beraat ve ema-nını aldın mı? Büyük koruyucuya dünya hayatında temes-sük ettin mi?

O da "Hayır" der. Daha sonra Azrail ona şöyle der: "Bende sana Allah 'm düşmanlığını, gazabını ve ateşini müjdeliyorum. Arzuladığın şeyleri artık kaybetmiş durum­dasın. Korktuğun şeyler seni kucaklamıştır." Daha sonra ca­nını zorla alır onu öylece bırakır ve 300 şeytan onu yüzüne tükürür. O melek ise o tükürüğün kokusundan rahatsız olur.

Onu kabre koyduklarında cehennem kapılarından bir kapı yüzüne açılır. Cehennem ateşinin rüzgarı yüzüne savrulur."

Bilmek gerekir ki herkesin berzah alemi onun kıyamet neş'etinin bir örneğidir. Berzah alemi bu alem ile kıyamette­ki alem arasında yer alan orta alemdir.

Dolayısıyla cennet veya cehennemden birkapı yüzüne açılabilmektedir.Nitekim mezkur hadiste de buna işaret edilmiştir. Rasulullah'ın şu maruf hadisi de buna işarettir. "Kabir ya cennet bahçelerin­den bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur."

O halde malum oldu ki, insan ihtizar ve ölümü gördüğü anda kendi amelinin suret ve eserlerini müşahede eder. Az­rail'den cennet veya cehennem müjdesini alır. Bu eserleri bir ölçüye kadar orada keşfeder.

Fiil ve amellerinin kalpte do­ğan etkilerini (nuraniyyet, şerh-i sadr ve vus'at ile bunların zıddı olan bulanıklık, göğüs darlığı, zulmet vb.) müşahede ve muayene eder.

O halde berzah alemini müşahede ettiğinde kalp lütfî ve cemali latif nefhaları muayeneye hazırlanır. Kalpte lütuf ve cemalin tecelli belirtileri ortaya çıkar. Elbette eğer saadet ve iman ehli ise.

O halde kalp likaullah sevgisiyle dolar. Kalbinde mahbu-bun cemaline iştiyak ateşi alevlenir. Bu da insan iyi bir geç­mişe rububi bir cezbeye ve sevgiye sahip biri olduğu takdirde sözkonusudur. Bu tecelli ve şevkte nasıl bir lezzet ve kera­metlerin olduğunu sadece Allah bilir.

Eğer iman ve salih amel biri ise iman ve ameli ölçüsünde Allah Teala kendisine birtakım kerametler inayet buyurur. Onları ihtizar anında apaçık birhalde görür ve onda ölüm iş­tiyakı ve Allah'ın kerametlerini lika aşkı hasıl olur.

Dolayı­sıyla da ruhi bir rahatlık, sevinç ve ferahlık içinde bu alemden intikal eder. Bu sevinç ve mutluluğu ve bunca keramet­leri görmeye mülki gözler ve dünyevi tatma organlarının ta­kati yoktur.

Eğer şekavet, inkar, küfür, nifak, çirkin işler ehli olan bi­ri ise dünyada kazandıkları oranda ilahi kahır ve gazabın belirtileri ihtizar halinde ona keşfolur. Onda öyle bir dehşet ve korku vücuda gelir ki Hakkın kahriyye ve celaliyye tecel­lileri onun en çok nefret ettiği birşey haline gelir.

Bu adavet ve pişmanlık ebebiyle öylebir darlık zulmet, zorluk ve azab hasıl olur ki Allah Teala'dan başka hiç kimse onu ölçüsünü bilemez.

Bu, dünyada inkar, nifak Allah'a ve velilerine düş­manlık etmiş kimseler içindir. Günah ehli olan kimseler için ise kesbettikleri ölçüde kendi cehennemlerinden bazı örnek­ler ortaya çıkar. Bu halde en nefret ettikleri şey bu alemden intikaldir. Dolayısıyla onları da zor ve baskıyla bu dünyadan intikal ettirirler. Oldukça büyük bir hasret kalplerinde olu­şur.

Bu açıklamadan şu anlaşıldı: İhtizar halinde insan ken­dinden olan, ama haberdar olmadığı şeyler kendisine zuhur eder. Bu müşahedenin tohumu kendi vücud memleketine ekilmiş haldedir.

Dünya hayatı örtülü bir perde gibi günah ve kirlerimizi örtmüş ve bu perde kalkıp hicaplar yırtılınca insan kendinde olanı ve insanın kendisi için hazırladıkları şeyleri müşahede etmektedir. İnsan diğer alemde sadece kendisi için hazırlardığı azab ve cezaları görür.

İnsan salih amel, güzel ahlak ve doğru inançlarının suretini de o dünya­da açıkça görür. Allah Teala da fazlıyla ona başka keramet­ler ihsan buyurur. "Zerre kadar hayır işleyeni görür" ayeti­nin tefsirinde (Kafi'de) Hz. Ali'den naklen bir hadis yer al­mıştır. Kazret şöyle buyurmaktadır: "Bu ayet Kur'an'da yer alan en muhkem ayetlerdendir ve Rasulullah bunu "camia" olarak adlandırmıştır."

O halde bilmemiz gerekir ki eğer bu alemde Allah'a ve velilerine bir muhabbet elde eder, Allah'a itaate yönelir ve kalbimizi rabbani kılacak olursak ihtizar anında aynı sureti güzel bir şekilde görürüz. Bunun aksine eğer kalbimiz dün­yaya yönelir, Hakk'tan yüzçevirirse kalbimize Allah ve veli­lerine karşı düşmanlık tohumu serpilir ihtizar anında bu düşmanlık daha da artış kaydeder ve bundan korkunç garib eserler zuhur eder.

O halde önemli olan insanın kalb haletini ilahi etmesi ve kalbini Allah ve velilerine müteveccih kılmasıdır. Bu halet Allah'ın nimetlerini tefekkür etmek itaate yönelmek ve iba­dete koyulmakla hasıl olur.

Ama insan nefis ve amellerine güvenmemelidir. İnsan özellikle halvet ve uzlet köşelerinde Allah'tan muhabbetini kalbine yerleştirmesini istemeli, kal­bini marifet ve muhabbet nuruyla aydınlatmasını dilemeli­dir. Dünya sevgisi ve Allah'tan gayrisinin muhabbetini kal­binden uzaklaştırmasını taleb etmelidir.

Elbette bu sadece dil ile yapılan bir lakırtı olmamalıdır. Zira dünyaya aşırı bağlanmakla bunun gerçekleşmesi zor birşeydir. Ama bir müddet tefekkür eder, kalbine Allah sevgisinin güzel netice­sini anlatır ve dünya sevgisinin kötü sonuçlarını hatırlatırsa hakikate ulaşması ümid edilir inşaallah.


Allah'ın Hubb ve Buğzımun Manası

Kur'an ve hadis-i şeriflerde Allah Teala'ya isnad edilen hubb, buğz vb. şeyler örfen bilinen manada değildir. Zira bunlar nefsanî infialleri (etkilenmleri) gerektirir. Biz burada kısaca bir beyan etmeye çalışacağız.

Bilmek gerekir ki en üst alem olan gaybi ve mücerred (so­yut) alemden tenezzül edip (nazil olup) mülki-tabiî aleme hu­sulden sonra birtakım sıfat ve haller vardır ki gaybi tecerrü-di suretinden çıkar, eser ve lazıme açısından başka suretlere bürünürler.Nitekim Eflatuncular tüm mülkî varlıkları gaybî ruhların mazharı, melekutî hakikatlerin nazilesi (nüzul et­mişi) ve musul-i eflatuniye'nin emsali olarak kabul ediyorlar.

Hakeza bu alemde cevheri olmayan bir vücudla mevcud olan ilinek (avariz) ve keyfiyatları (nitelikleri) da o alemde vücud-ları aynısıyla mevcud varlıkların zati tecellilerinin sureti olarak kabulediyorlar. O halde şöyle deriz ki mülk aleminde teceddüd ve infial ile birlikte olan bu vasıf ve haller gaybi alemler ve tecerrüdi neşetlerde özellikle de ilahi isimler ale­mi ve ahadiyet makamında tüm noksanlıklardan münezzeh bir suretle mevcutturlar.

Dolayısıyla onlar hakkındaki ta­birler de mücerred neşet ve rububi alem hasebiyle olup bu alemden farklı bir şeydir .Nitekim cemali, lütfi hubbi ve ünsî tecelliler de dediğimiz rahmani ve rahimi teceliler eğer bu alemde zuhur edecek olursa infialle birlikte olan hubb, rah­met ve lütuf şeklinde zuhur etmektedir. Bu, yaşadığımız ale­min aşırı darlığı sebebiyledir.

Rivayette yer aldığı üzere rah­metin yüz cüzü vardır ki bu aleme sadece bir cüz'ü nazil ol­muştur. Alemde varolan bunca rahmetler ise sadece bu alemdeki o bircüz rahmet sebebiyle tahakkuk etmektedir. Valideyn ve evladı arasındaki rahmet gibi.

Nitekim kahri ve maliki tecelliler de (ki Celalin tecellilerindendir) bu alemde buğz ve gazab suretinde zuhur eder. Bilcümle hubb ve buğz ile rahmaniyet ve kahhariyetin gazabı celalin tecellilerinden olan malikî ve kahri tecellilerdir. Bu alemde buğz ve gazab şeklinde zuhur etmektedir.

Bu tecelliler gayb aleminde biz­zat ve ayn-i zatıyla mevcuttur. Kesret teceddüd ve infiali yoktur.Nitekim rahmaniyet ve kahhariyetin zuhuru da bu alemde mevcud olan muhabbet ve gazablardır.

Mazhar za­hirde ve zahirde mazharda mütecelli ve fani olduğu için bazı makamlarda birbirleriyle tabir edilmesi de caizdir. O halde Allah'ın kula buğzu, kahhariyet ve intikamıyla zuhuru; sev­gisi de rahmet ve kerametiyle zuhurudur. En iyi bilen Al­lah'tır...


Yirmidokuzuncu Hadis RASULULLAH (S)'İN EMİRE'L-MÜ'MİNİNE(A)VASİYETİ

"İbn-i Ammar İmam Sadık(a)'ın şöyle buyurduğunu işitti­ğini söylüyor: "Resulullah (s) Ali (a)'e şöyle vasiyet etmiştir: "Ey Ali, sana bir takım hasletleri taşıyıp korumanı tavsiye ediyorum. (Allah'ım sen de ona yardımcı ol.) Birincisi doğru­luktur. Senden asla yalan (bir söz) çıkmasın. İkincisi (kötü­lerden) sakınmaktır.

Hiç kimseye hiyanet etme. Üçüncüsü Al­lah'tan onu görüyormuşçasına çok ağlamandır. Her gözyaşı damlası için senin için bin ev yapılır. Beşincisi malını ve ka­nını dinin yolunda feda etmektir.

Altıncısı namaz, oruç ve sadakamda benim sünnetimi takib etmektir. Ama namazım elli rekattır. Oruç ise her ayda üç gündür. İlk perşembe, orta­sındaki çarşamba ve sondaki perşembe günü oruç tutulur." Ama sadaka israf etmediğin halde, israf ettim diyeceğin ka­dar gücün yettiğince sadaka vermelisin.

Gece namazını mut­laka kıl, gece namazını mutlaka kıl, gece namazını mutlaka kıl. Öğle namazına dikkat et, öğle namazına dikkat et, öğle namazına dikkat et. Her halinde Kur'an oku. Namazda elini uzat ve ters çevir. Her abdest aldığında dişlerini misvak et. Güzel ahlakla ahlaklan ve kötü ahlaktan sakın. Böyle yap-

RASULULLAH (S)'İN EMÎRE'L-MÜ'MİNİN'E (S) VASİYETİ

mazsan o halde sadece kendini kınamalısın." (Rezvet-u Ka­fi s/79 33. Hadis)Bu hadisle ilgili meseleleri bir mukaddime ve birkaç fasıl zımnında beyan etmeye çalışacağız inşaallah.

Mukaddime

Bu hadis-i şerifte bir çok açıdan malum olmaktadır ki Re-sulullah'ın (s) Ali'ye (a) buyurduğu bu vasiyeti kendi naza­rında oldukça büyük bir öneme sahipti..

Resulullah (s) eda et­tiğini bildiği halde sadece seri hududlarda ve ilahi emirlerde müsamaha edilmesin diye Hz. Ali'ye (a) bunları tavsiye et­miştir. Resulullah (s) gözünde önemli olan bir şeyin ehemmi­yetini göstermek için o şeyle amel eden birine dahi tavsiyede bulunurdu.

Bu tavsiyelerin "kızım sana söylüyorum gelinim sen an­la" kabilinden bir tavsiye olması uzak bir ihtimaldir. Zira hadis-i şerifin siyakından da anlaşıldığı gibi Resulullah (s) bizzat Hz. Ali'ye teveccüh etmiş ve müstakil bir gözle kendi­sine hitab etmiştir. Nitekim "...

Hasletleri taşıyıp korumanı tavsiye ediyorum." cümlesi ile "Allah'ım sen de ona yardımcı ol" duası da buna tanıklık etmektedir. Bu tavsiyeler imam­lar (a) arasında da oldukça yaygın idi.

Hepsinden de bu tav­siyelerin muhatabının bizzat imamın kendisi olduğu anlaşıl­maktadır. Nitekim Hz. Ali (a), oğullan Hz. Hasan ve Hüse­yin'e (a) yaptığı vasiyetinde şöyle buyurmaktadır: Bu ikinize ve Ehl-i Beytime olan vasiyetimdir." Buradan da Hz. Ali'nin muhatabının sadece oğulları Hz. Hasan ve Hüseyin (a) oldu­ğu anlaşılıyor. Dolayısıyla bu tavsiyede konunun ehemmiye­tini ve birbirlerine olan şiddetli ilgisini göstermektedir. Vel­hasıl muhatabın Hz. Ali (a) olması konunun önemini göster­mektedir.

Ayrıca Hz. Ali (a) Resulullah (s)'m vasiyetinden inhiraf ve gevşeklik gösteren birisi olmadığı halde tavsiyelerini birçok tekidlerle eda etmiştir.

"Sana vasiyet ediyorum" dedikten sonra vasiyetinin öne­mini belirtmek için "Bunları benden taşıyıp korumanı tavsi­ye ediyorum." demiştir. Daha sonra da Hz. Ali'nin bu önemli şeyleri eda etmesini can-u gönülden istediği için Allah'ın kendisine yardımcı olması için dua etti.

Bu cümlelerin her birinde tekid için kullanılan "nun har­fi", tekrar vb tekid edatlarını zikre gerek görmüyoruz.

O halde malum oldu ki bu konular oldukça önemli konu­lardandır. Hakeza bu işlerin hiç birinde hazret için bir fayda­nın olmadığı da malumdur. Aksine maksad sadece muhata­bına fayda vermektir.

Gerçi asaleten muhatab Hz. Ali'dir, ama umumi teklifler ortak olduğundan gücümüz oranında Resulullah (s)'ın vasiyetiyle amel etmeliyiz. Resulullah (s)'in Hz. Ali (a)'a olan şiddetli ilgisi bu konuların faydasının çok ve önemli olmasını iktiza etmektedir, ki bu tarzda beyan et­miştir. Yine de Allah bilir.


Yalanın Fesatlarının Beyanında

Resulullah (s)'ın vasiyetlerinden birisi doğru olmak ve ya­landan sakınmak idi. İlk etapta bunu söylemesi de mübarek nazarında diğer konulardan daha büyük önem arzetmesin-dendir. Dolayısıyla biz de yalanın fesatlarını doğruluğun maslahatından önceye aldık. Yalan rezilesi akıl ve naklin kö­tü olduğunda ittifak ettikleri bir sıfattır.

Yalan haddi zatında büyük günahlardan ve fesatlardan biridir. Nitekim bu husu­sa delalet eden bir takım rivayetler de vardır. Üstelik bu sı­fattan çirkinlik ve fesadı daha çok olan bir takım rezaletler de vücuda gelmektedir. Bazan insanın ortaya çıkan bir yala­nı itibariyle ömrünün sonuna kadar itibarını kaybettiği ve halkın gözünden düştüğü görülmüştür.

Allah korusun insan yalancılıkla meşhur hale gelirse artık kendisi için şahsiyet diye birşey kalmaz. Ayrıca dini fesatları ve uhrevi cezaları da oldukça fazladır. Bu babda birkaç hadis-i şerif nakli ile iktifa ediyor ve konu açık bir şey olduğundan sözü uzatmıyoruz.

Hz. Bakır (a) şöyle buyurmuştur: "Allah-u Teala şer için bir takım kilitler karar kılmıştır. Bu kilitlerin anahtarı ise şaraptır. Yalan ise şaraptan daha kötüdür." (Usul-i Kafi c.2 s. 339 Kitab-u İman ve Küfür)

Şimdi Ehl-i Beyt imamından sadır olan bu hadis-i şerif üzerinde bizzat tefekkür et. Ümmet alimlerinin kaynağı olan ve tüm alimlerce kabul gören bir kitapta yer almıştır. Acaba artık hiç bir mazeretimiz olabilir mi?

Yalan hakkındaki bu müsamahamız Ehl-i Beytin rivayetlerine olan zayıf imanı­mızdan kaynaklanmıyor mu? Bizler amellerin gaybi suretle­rini bilmiyoruz, mülk ve melekutun manevi ilişkilerine vakıf değiliz.

Bu yüzden böylesi rivayetlerden kaçmıyor ve örneğin bu ve benzeri rivayetleri mübalağa olarak nitelendiriyoruz. Bu da imanın zayıflığı ve cehaletten kaynaklanan batıl bir yoldur.

Bu hadis-i şerifi mübalağa olarak değerlendirsek bile bu yersiz bir mübalağa mıdır? Acaba herşeyin şaraptan daha kötü olduğu söylenebilir mi? En azından çok kötü bir şey ol­malı değil mi ki, onun şaraptan daha kötü olduğu hususunda mübalağa edilebilsin?

4
Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2


Hz. Bakır (a) şöyle buyuruyor: 'Yalancılık iman bozuklu­ğudur." (Usul-i Kafi c.2 s.339)Gerçekten de böylesi rivayetler insanın kalbini titretiyor ve belini kırıyor. Öyle sanıyorum ki yalan yaygın bir şey ol­duğundan çirkinliği ortadan kalkmış olan ameli bir fesattır. Ama bir an gelecek uyanacağız ki ahiret alemi hayatının ser­mayesi olan imanımız bu helak edici haslet sebebiyle haberi­miz bile olmadan yok olup gittiğini göreceğiz.

İmam Rıza (a) şöyle buyurmuştur:" Resulullah (s)'e "Aca­ba mümin korkak olabilir mi?" diye soruldu "Evet" diye ce-vab verdi. Cimri olabilir mi?" diye soruldu yine "Evet" diye cevab verdi. "Yalancı olabilir mi?" diye soruldu "Hayır" diye cevap verdi."

Şeyh Seduk şöyle naklediyor ki " Resulullah (s) şöyle bu­yurmuştur: "Faizlerin faizi yalandır." Yani yalan faizden da­ha kötüdür. Halbuki faiz hakkında o kadar şiddetli emirler vardır ki insanı hayrete düşürmektedir.

Ayrıca bilmek gerekir ki şaka ve mizah yoluyla söylenen yalanlar da hadislerde tekzib edilmiş şiddetle reddedilmiş, alimler de bunun haram olduğunu söylemişlerdir. Vesail ki­tabının müellifi de "istisna edilenler dışında ciddi veya şaka büyük veya küçük her türlü yalanın haram olduğu babı" diye bir bab ayırmış ve yalanın her haliyle haram olduğuna hük­metmiştir.

Kafi'de yer aldığı üzere Hz. Bakır (a) şöyle buyur­muştur: "Ali b. Hüseyin (a) oğullarına şöyle buyuruyordu: "Konuşmalarınızda küçük-büyük ciddi veya şaka tüm yalan­lardan sakının. Zira insan küçük şeylerde yalan atarsa büyük şeylerde de yalan atmaya cüret kazanır.


RASULULLAH (S)'ÎN EMİRE'L-MÜ'MİNÎN'E (S) VASİYETİ

Resulullah (s)'ın şöyle buyurduğunu bilmiyor musunuz: "Allah'ın kulu doğru­luktan ayrılmazsa Allah onu "sıddık" olarak yazar, ama ya­lancılık yoluna koyulursa Allah o zaman da kulunu "kez-zab" olarak yazar."

Kafi'de yer alan bir rivayette ise Hz. Ali (a) şöyle buyuru­yor: "Ciddi veya şaka yalanı terketmeyen kimse imanın tadı­nı alamaz." (Usul-i Kafi c.2 s. 105 Kitab-u İman ve Küfür)

Resulullah (s) Ebu Zer'e yaptığı tavsiyesinde şöyle buyur­maktadır: "Ey Ebu Zer insanları güldürmek için yalan söyle­yen kimseye yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun." (Vesail c.8 s.577 Kitab'ul Hacc)

Resulullah (s) ve Ehl-i Beytin bütün rivayet ve te'kidleri-ne rağmen insanın bu böyük günaha düşmesi için oldukça cüret ve şekavet sahibi olması gerekir. Zira yalan oldukça önemli fesatlardan biri sayılmış doğruluk ise en önemli iyi­liklerden biri addedilmiştir. Ehl-i Beyt rivayetlerinde doğru­luk açıkça medhedilmiştir ki biz bunlardan bazısına işaret edeceğiz:

İmam Sadık (a) şöyle buyuruyor: "İnsanları dilinizden gayrisiyle (amellerinizle) iyiliğe çağırınız ki sizlerde hayır iş­lerinde ciddiyet, doğruluk ve takvayı görsünler."

Seduk ise Resulullah'm şöyle buyurduğunu naklediyor: "Kıyamet gününde bana en yakın ve şefaati gerekli olanınız konuşurken doğru konuşanınız emanete riayet edeniniz güzel ahlaklı olanınız ve insanlara en yakın olanınızdır." (Bihar c.66 s. 381)Ver'a'nın Hakikati ve Mertebeleri Beyanında Ver'a saliklerin ve seyir ehlinin menzillerinden biri sayıl­mıştır.

Hace Abdullah Ensari ver'a hakkında şöyle diyor: "Ver'a nefsini tam ve kamil bir şekilde korumak ve aynı za­manda sürçmekten korkmaktır veya Hakk'a tazim için nefsi zorlamaktır." Ve bu tüm mertebelerini kapsar. Zira ver'anm birçok mertebeleri vardır. Nitekim normal insanların var'ası büyük günahlardan ictinab etmektir.

Hassenin (has insanla­rın) ver'ası günaha düşmek korkusuyla şüpheli şeylerden bi­le ictinab etmektir. Nitekim hadis-i şerifte de buna işaret edilmiştir. Zühd ehlinin ver'ası ise yükünden kurtulmak için mubahlardan kaçınmaktır.

Sülük ehlinin ver'ası ise makam­lara vusul için dünyaya nazar eylemeyi terketmektir. Mec-zub olanların ver'ası ise babullahı fethetmek ve cemalullahı müşahade etmek için makamları terketmektir. Evliyanın ver'ası ise gayet ve hedeflere teveccühten ictinab etmektir.

Bunlardan her birinin bir de şerhi vardır ki halimize fay­dalı olmayacağından geçiyoruz. Bu makamda bilinmesi gere­ken şudur ki Allah'ın haramlarından ver'alı olmak (sakın­mak) tüm manevi kemallerin ve uhrevi makamların temeli­dir.

Hiç kimse için Allah'ın haramlarından sakınmadıkça hiç bir makam hasıl olmaz. Ver'a sahibi olmayan bir kalbi ise öy­le bir bulanıklık ve pas kaplar ki artık kurtuluşa ermesi de ümid edilmez bir hale gelir. Nefislerin cila ve sefası ver'a sa­yesindedir. Bu makam sıradan insanlar için en önemli men­zildir. Ahiret yolunun yolcusu için bu makamı tahsil etmek en önemli hususlardan biridir.

Fazileti hakkında Ehl-i Beyt-i ismetten menkul olan ha­disler de bu sayfalara sığamayacak kadar çoktur. Biz bu hu­susta bir kaçını rivayet ediyor ve daha fazlasını okumak isteyenleri hadis kitaplarına irca ediyoruz.

Hz. Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Seni Allah'tan sakınmaya, ver'a ve ibadetlerde ciddiyet sahibi olmaya davet ediyorum. Bilki ver'a olmadıktan sonra ibadetlerde ciddiyetin de hiç bir faydası yoktur.

Bu hususta birçok rivayet vardır. Buradan da anlaşıldığı gibi ver'a olmadan hiç bir ibadetin itibarı yoktur. Ayrıca ma­lumdur ki yapmakta olduğumuz ibadetlerin nefsin inkiyadı ve irtiyazı ile mülk ve tabiata melekut aleminin galebesi olan en büyük nüktesi de şiddetli bir ver'a ve kamil bir takva ol­maksızın hasıl olamaz.

Allah'a isyana mübtela olan nefisler­de hiç bir resim yer almaz ve resim yapılamaz. O halde nef­sin kemal sureti olan ibadetin nefis günah bulanıklığından kurtulmadıkça hiç bir faydası yoktur ve manasız bir suret ile ruhsuz bir kalıb mesabesindedir.

Ravi şöyle diyor: "İmam Sadık(a) bana nasihat etti bir ta­kım emirlerde bulundu zühde davet etti ve daha sonra şöyle buyurdu: "Ver'a sahibi olun. Zira insan sadece ver'a sayesin­de Allah indinde olanlara nail olabilir." O halde bu hadisi-i şerif hasebiyle ver'a sahibi olmayan insan Allah'ın kullarına vadettiği kerametlerden mahrumdur ve en büyük şekavet ve mahrumiyetlerden sayılmaktadır.

Vesail'de yer alan bir hadis-i şerifte İmam Bakır şöyle bu­yuruyor: "Sadece amel ve ver'a sayesinde bizim velayetimize erişilir."

Başka bir rivayette Hz. Sadık (a) şöyle buyruyor: "Yüz bin kişilik cemiyeti olan bir şehirde kendisinden daha takvah bir kimse olursa (o takvası az olan) bizim şiilerimizden (taraftar­larımızdan) değildir." (Vesail c.ll s. 195)

Bilmek gerekir ki rivayetler hasebiyle ver'anın kemal mizam Allah'ın haramlarından sakınmaktır. İlahi haramlardan sakınan kimse halkın en ver'alı olanıdır. 0 halde şeytan bu işi gözünde büyütmemelidir. Seni ümitsiz kılmamalıdır. Zira o melun, insanı ümitsizliğe düşürerek ebedi şekavete düşür­meye adet etmiştir.

Mesela bu babda şöyle der: "Nasıl olur da yüzbin kişilik nüfusu olan bir yerde en takvalı sen olabilir­sin. "Bu o melunun hilelerinden ve nefs-i emmarenin vesve-selerindendir.

Bunun cevabı şudur ki insan ilahi haramlar­dan sakınırsa bu rivayetin kapsamına girer. İlahi haramlar­dan sakınmak oldukça zor bir şey değildir. İnsan cüzi bir ne­fis riyazeti ve teşebbüs sayesinde tüm günahlardan el çekebi­lir.

Elbette insan saadet ve kurtuluş ehli olmak Ehl-i Beyt'in velayeti altına girmek ve Hakk Teala'nın kerametlerine maz-har olmak istiyorsa bunu yapmalıdır. Bu ölçüde günahlardan sakınamıyorsa hiç bir şey olmaz. Bir yere kadar tahammül, riyazet ve diretmek gerekir.


Hiyanetin Fesatları ve Emanetin Hakikati Beyanında

Bu makamda işaret edilmesi gereken bir nükte vardır. O da şudur ki Resulullah (s) ver'a hususunda tavsiyede bulu-duktan sonra hiyanete cüret etmemeyi öğütlemiştir. Halbuki ver'a, mutlak günahlarla veya daha geneliyle ilgili bir şeydir.

O halde hiyaneti örfi manasından daha genel bir manada açıklamak gerekir ki ver'a ile mutabık olsun. O da şudur ki mutlak günahı veya ilallah seyrine engel olan bir şeyi işle­meyi hiyanet olarak tavsif etmek gerekir. Zira ilahi teklifler Hakk'm emanetleridir. Nitekim bazı müfessirler "Emaneti

göklere ve yere arzettik" ayetindeki emanetin ilahi teklifler olduğunu söylemiştir. Belki tüm organ ve kuvveler Hakk'ın emaneti sayılır.

Bunları da Hakk'ın rızası dışında bir yerde sarfetmek hiyanet sayılır ve kalben Allah'tan gayrisine te­veccüh etmek de bu hiyanetler cümlesindendir. "Dostun Hafız'a ısmarladığı emanet olan canı Bir gün yüzünü göreyim de ona teslim edeyim." Veya hiyanetten maksad bilinen manadır. Ama oldukça önemli olduğu için tahsisen zikredilmiştir.

Adeta veranın tüm hakikati emanete hiyanetten ictinab etmektir. Masum­ların rivayetlerini inceleyen bir kimse Allah'ın bu hususa ne kadar önem verdiğini çok iyi bilir. Ayrıca bunun zati çirkinli­ği de herkesçe bilinen bir şeydir.

Dolayısıyla haini insanlık zümresinden atmak gerekir. Onu şeytanların en rezili say­mak iktiza eder. Halk arasında hiyanet ve aldatıcılıkla meş­hur olan kimseye de bu dünya hayatı zor ve tatsız gelir.

İnsan türü dünyada yardımlaşma sayesinde rahat bir ha­yat yaşayabilir. Ferdi hayat insanlık toplumundan çıkıp vah­şi hayvanlara katılmadığı müddetçe hiç kimse için müyesser değildir. SoS3^al hayat insanların birbirine itimadı sayesinde idare olur ve eğer insanoğlundan itimad alınacak olursa asla rahat bir hayat yaşayamaz.

İtimadın büyük asıl temeli ise emanete riayet etmek ve hiyanetten kaçınmak üzere bina edilmiştir. O halde hain güvenilir.bir kimse değildir ve in­sanlık toplumundan dışarı çıkmıştır. Medine-i Fazile'ye üye­likten çıkmıştır.

Şüphesiz ki böyle bir kimse zor bir hayat ya­şar. biz bu babda daha fazla faydalanmak için Ehl-i Beyt'ten birkaç hadis naklediyoruz ve gönlü ve gözü açık olanlar için bu yeterlidir.

Hz. Sadık (a) şöyle buyuruyor:"İnsanın rüku ve sücudunun uzunluğuna bakmayın. Zira bu onun adet ettiği bir şey­dir. dolayısıyla terkederse dehşete kapılır ondan. Ama onun doğru sözlü olmasına ve emanete riayet etmesine bakınız." (Usul-iKafıc.2s.l05)

Ravi şöyle diyor: "Hz. Sadık (A)'a "İbn-i Ebi Ya'fur sizlere selam gönderdi." dedim. İmam şöyle buyurdu: sana ve ona selam olsun. Yanına varınca ona selamımı söyle ve ona de ki Cafer b. Muhammed (İmam Sadık) sana şöyle diyor: "Hz. Ali'yi Resulullah nezdinde yücelten şeyin ne olduğuna bak ve sen de onunla amel et. Şüphesiz ki Hz. Ali doğru sözlü oldu­ğu ve emanete riayet ettiği için Resulullah indinde o yüce makama erişti." (Usul-i Kafi c.2 s. 104)

Ey aziz bu hadis-i şerif üzerinde biraz tefekkür et. Doğru sözlü olmak ve emanete riayet etmek ne kadar da önemlidir ki Hz. Ali'yi (a) o yüce makama ulaştırdı.


Buradan da anla­şıldığı gibi Resulullah bu iki sıfatı her şeydan daha çok sevi­yordu. Hz. Ali'nin onca kemal sıfatları arasında sadece bu iki sıfatı onu bu yüce makama ulaştırmıştır. İmam Sadık (a) da bütün fiil ve vasıflar arasında gözünde çok önemli olan bu iki sıfatı dostu İbn-i Ebi Ya'fur'a tavsiye etmiştir.

Ebu Zer Resulullah (s)'m şöyle buyurduğunu naklediyor: "Sıla-i rahim ve emanet kıyamette sıratın iki yanında durur­lar. Sıla-i rahim eden ve emanete riayet eden birisi sırattan geçer ve cennete girer. Ama sıla-i rahim etmeyen ve emanete hiyanet eden birisi geçmek isterse hiç bir ameli bu sıfatları sebebiyle ona fayda vermez ve sırat onu ateşe atar.

Hz. Ali (a) bu hususta şöyle diyor: "Peygamberlerin evlat­larının katiline bile emanetlerini geri verin."

Hakeza Hz. Sadık (a) vasiyetlerinin birinde şöyle buyuru­yor: "Bilki Hz. Ali'nin katili bile beni emin bilse benden hayır

beklese ve benimle istişare etse ve bende onu kabul etsem, enanetimi ona geri veririm."

Hamza-i Somali, Hz. Seccad (a)'dan şöyle buyurduğunu naklediyor: "Emanetlere riayet ediniz, muhammed (s)'i gön­deren Allah'a andolsun ki eğer babam Hz, Hüseyini öldüren katiller onu öldürdükleri kılıcı bile bana emanet olarak ver­seler emaneti kendilerine geri veririm."

Nakledildiği üzere Resulullah (s) emanete ihanetten sa­kındırdıktan sonra şöyle buyurdu: "dünyada emaneti geri vermeden ölen kimse benim dinimden gayrisi üzere ölmüş­tür. Ve Allah'ı kendisine gazap ettiği bir halde karşılar. O hain kimsenin hiyanetini bildiği taktirde, ondan mezkur ma­lı olan kimse de hain bir sayılır."

Bu hususta hadisler bundan daha çoktur. Allah-u Tea-la'nın gazabının neticesinin ne olduğu ise herkesçe malum­dur. Elbette şefaat edenler de Allah'ın gazab ettiği kimseye asla şefaat etmezler.

Özellikle de hain kimseye ki Resulullah (s)'ın dininden de çıkmıştır. Başka bir rivayette ise "Mü'mine hiyanet eden benden değildir." diye buyurulmuştur. Başka bir rivayette de "Hain kimse İslam dininden dışarı çıkmıştır ve onu ebedi olarak cehenneme atarlar" diye yeralmıştır. bu büyük hatadan Allah'a sığınırım.

Malumdur ki mümine hiyanet mal hiyanetinden daha ge­nel ve kapsamlıdır. Diğer hiyanetler bundan daha büyüktür. O halde insan bu alemde de nefs-i emmaresine oldukça dik­kat etmelidir.

Zira nefs-i emmare insana birçok işleri kolay gösterir ve insanı kör kılar. Halbuki hiyanet insanın ebedi şekavetine ve daimi mahrumiyetine sebep olur. Bu Allah'ın kullarına hiyanetin durumudur. Ve buradan Allah-u Tea-la'nm emanetine ihanetin durumu da açıkça malum olmaktır.


Allah-u Teala'nın Bazı Emanetlerine İşaret

Bilki Allah-u Teala bütün zahiri ve batını kuvve ve organ­ları bizlere merhamet buyurmuştur, zahir ve batın memleke­timizde rahmetini genişletmiş ve bütün bunları bizim kudre­timize musahhar kılmıştır.

Bunları bizlere bir emanet olarak merhamet buyurmuştur. Bütün bu emanetler pak, ve her türlü maddi ve manevi pisliklerden tahir durumdaydılar.

Gayb aleminden bizlere nazil olan bütün nimetler de mutah-har ve tertemizdi, o halde biz Allah-u Teala'nın huzuruna vardığımızda, bütün bu emanetleri mülk, dünya ve tabiat pisliklerine bulaştırmadan kendisine teslim edecek olursak emanete riayet etmiş oluruz. Aksi taktirde hiyanet etmiş, gerçek İslam ve Resulullah (s)'m getirdiği dinden çıkmış olu­ruz.

Bir hadiste şöyle yer almıştır: "Mü'minin kalbi Rahma­nın arşıdır." hadis-i kudside ise şöyle buyurulmuştur: "Yer ve gök beni almadı ama mümin kulumun kalbi beni aldı." Mü­minin kalbi Allah'ın saltanatının mahalli ve arşı konumun­dadır. Zat-ı mukaddes'in menzilgâhı ve mukaddes zatın yeri-dirl. dolayısıyla Haktan gayrisine teveccüh de Hakk'a ihanet­tir.

İrfan ekolünde Allah-u Teala ve dostlarından gayrisini sevmek de hiyanet sayılmaktadır. Ehl-i Beyt ve İsmetin ma­kamını bilmek ve onları sevmek te Allah'ın bir emanetidir.

Nitekim birçok hadislerde ayetteki emanet Hz. Ali'nin vela­yeti olarak tefsir edilmiştir.- Dolayısıyla velayet ve saltanatı­nın gasbı da ona hiyanet etmektir. Ehl-i Beyt'e uymamak hi-yanetin mertebelerinden biridir. Hadisi şeriflerde de yer aldı­ğı üzere gerçek şii Ehl-i Beyte kamil olarak uyan kimsedir.


Aksi taktirde uymadan sırf şii olduğunu iddia etmekle insan şii olamaz.

Hayallerden bir çoğu yalancı iştahalardan kabilindendir. Dolayısıyla kalbimizde Hz. Ali ve evlatlarına karşı en küçük bir sevgi gördüğümüzde hemen bu sevgiyle gururlanıyor, on­lara uymayı terkederek onları sevdiğimizi iddia ediyoruz.

Eğer insan dikkat edip dostluğun eserlerini terkederse dost­luğun baki kalacağına kim güvence verebilir? İnsan ölümün sekeratmda ve intizar halinde bir zorluk ve dehşetle karşıla­şınca Hz. Ali'yi (a) de unutabilir.

Nitekim hadislerde yer aldı­ğı üzere "Günah ehlinden bir grubu cehennemde az ab göre­cekler ve bunlar Resulullah (s)'ın ismini bile unutacaklardır. Uzun bir müddet azab görüp temiz hale gelince Resulullah (s)'m ismini hatırlayacaklardır. Ve onlara Resulullah (s)'ın adı ilkâ edilecektir. Böylece, "ey Muhammed (s)" diye feryat edecek ve kendilerine merhamet edilecektir.

Biz sanıyoruz ki, ölüm olayı ve sekeratı bu alemdeki du­rumlara benzemektedir. Azizim, sen en küçük bir hastalık sebebiyle bütün bilgilerini unutuyorsun.

O halde bütün o zor­luklar, baskılar, musibetler ve dehşetler karşısında ne yapa­caksın? Elbette eğer insan dost olur dostluğun gerekleri ile amel eder, Hakk'ı zikreder, ona uyar ve tabi olursa elbetteki mutlak veli ile olan dostluğu ve sevgisi Allah-u Teala'nm na­zarını celb edecek ve Allah'ın sevdiği olacaktır.

Ama eğer sa­dece iddia eder ve amel etmezse, mümkündür ki insan bu alemdeki değişiklikler tağyirler ve dünyanın farklı cilveleri karşısında bu dostluğunu kaybedebilir. Hatta neuzzubiUah bu sevdiğine düşman bile kesilebilir, nitekim bir çok insan gördük ki dostluk iddiası ediyorlardı.

Ama yersiz muaşeret­ler ve uygunsuz ameller sebebiyle düşman oldular, Allah Resulu ve Ehli Beytiyle düşmanlık ettiler. Farzen bu alemden muhabbetle intikal edecek olsa da hadisi şeriflerde yer aldığı üzere kıyamette necat ehli olacak ve saadete erecektir; ama berzahta ölümün korkunç hallerinde ve kiyamette insan bü­yük dehşetlere mübtela olacaktur.

Nitekim Hadis-i şerifte şöyle yer almıştır: "Biz kıyamette sizlere şefaat edeceğiz ama siz kendi berzahınız için bir şeyler yapmalısınız." Bu alemde hiç bir misali ve örneği olmayan berzah azabı, zahmeti, kabir baskısı ve azabından Allah'a sığınırım. Cehennemden kabre açılan o kapı, eğer bu âleme açılacak olsa bütün alem helak olurdu. Bundan Allah'a sığınırım.


Allah-u Teala'dan Korkunun Beyanında

Bilki Allah-u Teala'dan korkmak sıradan insanlar için düşünülebilecek en düşük bir mertebedir. Bu korku manevi kemallerden biri olmakla birlikte nefsani faziletlerden bir ço­cuğunun menşeî ve nefsin önemli ıslahatlarından biridir. Belki bütün İslahatların kaynağı ve bütün ruhani hastalıkla­rın ilacının nedeni sayılabilir.

Allah'a iman eden ve ilallah muhaciri olan insan, bu menzile oldukça önem vermelidir. Bu korkuyu kalpte artıran ve muhkem kılan şeylere oldukça teveccüh etmelidir.

Ölümden sonraki şiddet, berzah alemi, kıyamet ve sıratın korkunçluğu, mizan, hesapta münakaşa cehannemin çeşitli azapları Allah-u Teala'nın kahır, celal ve azameti kötü akibet ve benzeri korkunç olayları göz önünde bulundurmalı ve hatırında tutmalıdır. Biz bu kitapta bu merhalelerin tümünü bir yere kadar şerh ettiğimiz için, bu makamda korkunun faziletleri konusunda bir takım hadisleri nakletmekle yetiniyoruz.

İshak, Hz. Sadık (a) in şöyle bu­yurduğunu naklediyor: "Allah'tan onu görüyormuşçasına kork; eğer sen onun görmüyorsan da o seni görüyor. Eğer onu görmediğini sanıyorsan, kafir olursun. Eğer onun seni gördüğünü bildiğin hade günah işlersen onu seni seyredenle­rin en kötüsü karar kılmış olursun."

Bilki eğer insan Allah-u Teala'nın mülk ve melekuttaki tecellisini ve zuhurunu huzuri bir müşahede veya kalbî bir mukaşefe veya hakiki bir imanla müşahede edecek olursa,. Allah'ın yaratıklarıyla ve yaratıklarının Allah'la olan irtiba­tını bilirse ve ilahi meşiyetin varlıklardaki zuhurunu ve var­lıkların ilahi meşiyetteki fenasını hakiki manasıyla idrak ederse Allah-u Teala'nın bütün mekandaki huzurumu bilir. Allah'ı bütün mevcudatta ilm-i huzuri ile müşahede eder.

Ni­tekim Hz. Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Gördüğüm herşeyde Allah'ı onunla ve onda gördüm." Nafilelerin sağladığı yakın­lıkta ise "Ben onun kulağı, gözü eli olurum." hakikati kendisi için keşf olur. Dolayısıyla Allah-u Teala'yı bütün vücud mer­tebelerinde hazır görür. İlmen, imanen, aynen ve şühuden müşahede eder.

Elbette bu makamda salik hangi mertebede olursa olsun Hakk'ın huzurunu göz önüde bulundurur ve Al­lah'a muhalefetten sakınır. Zira huzurun ve mazharm hıfzı bütün varlıkların üzerinde yaratıldığı fıtratlardandır. Ne ka­dar hayasız bir insan da olsa gaybet ve huzuru birbirinden farklıdır. Özellikle de kâmil ve azim olan velinimetin huzuru fıtratta mevcuttur. Her birinin huzurunun hıfzı müstakil bir şekilde sabittir.


Allah-u Teala'nın Huzurunun Hıfzı Hususunda İnsanların İhttilafının Beyanında

Bilki iman, suluk, irfan ve velayet ehlinden her birisi ken­dilerine özgü bir şekilde Allah-u Teala'nın huzurunu hıfz ederler. Nitekim mü'min ve muttakiler Allah-u Teala'nın hu­zurunu kötülükleri terk etmek ve emirlerini yerine getirmek­le hıfz ederler.

Meczub ve cezbe ehli olan kimseler ise Al­lah'tan gayrisine teveccühü terk etmek ve Allah'a tam ve kâmil bir şekilde bağlanmakla Allah'ın huzurunu hıfz eder­ler.

Kâmil ve büyük evliyalar ise Allah'tan gayrisini terket-mek ve enaniyetini neyf etmekle Allah'ın huzurunu hıfz ederler. Bilcümle marifet ehli ve kalb ashabının yüce ma­kamlarından birisi Hakk'm huzurunun müşahedesi ve huzu­runun hıfzıdır.

Nitekim Allah'ın fiili ilminin keyfiyetini eşya­nın Allah'ın zatındaki fenasının bütün varlıkların Allah'ın huzurundaki varlığını ve tahakkuk diyarının rububiyet maz-han olduğunu müşahede etmekle bulunduğu her makamda Allah'ın huzurunu hıfz etmeş olur ve bu fıtriyattan sayılmak­tadır.

Nitekim Resulullah (s) de Hz. Ali'ye buyurdukları vasiye­tinde bunun üç makamına işaret etmiştir. Başka bir hadiste ise şöyle yer almıştır: "Üçüncüsü ise Allah-u Teala'dan onu görüyormuş gibi korkmandır." Ve başka bir hadiste şöyle bu­yurmuştur: "Allah'tan onu görüyormuşçasına kork." Hz. Sa­dık (a) ise bu makamın üçüncü mertebesine işaret etmiştir. "Sen onu görmesen de şüphesiz o seni görüyor." Hz. Sadık (a) bir başka yerde ise "Allah'ın huzurunu hıfz etmenin" hıfz et­mek fıtratına işaret etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: "Eğer onun seni gördüğünü biliyorsan..."

Ehl-i iman sülük, riyazet ve irfanın sahip oldukları farklı mertebeler hasebiyle korkunun da bir takım mertebeleri vardır ki, bunun en büyük mertebesi Allah-u Teala'nm celali ve kahri tecellileriyle azametinden korkmaktır." Aslında bu ma­kamları korkunun mertebelerinden soymamak da mümkün­dür.

Nitekim meşhur Arif Hace Ensari Menazil-us Sailin adlı kitabında şöyle buyoruyor: "Kalp, esrar ve velayet ehlinin hiç bir korkusu yoktur. Onların korkusu sadece celal heybeti, azamet haşmeti ve celal azametindendir."


Ağlamanın Fazileti Beyanında

Allah korkusundan ağlamanın da bir çok fazileti vardır. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Her bir göz yaşı damlası için Allah-u Teala cennette bin ev bina eder." Nitekim şeyh Seduk'un Hz. Sadık'tan naklettiği bir rivayette Resulullah (s) şöyle buyuruyor: "Allah korkusundan ağlayan bir gözün her damla göz yaşı için cennette inci ve mücevher ile süslü bir kasır verilir ki hiç bir göz onu görmemiş hiç bir kulak onu işitmemiş ve hiç bir kalb onu hatırlamamıştır." Bu hususta Hz. Bakır (a) şöyle buyuruyor: "Resulullah (s) şöyle buyoruyor: "Dünyada her şeyin bir karşılğı vardır.

Sadece Al­lah-u Teala'nı, Lailahe illallah kelimesinin ve Allah korku­sundan dökülen göz yaşının benzeri bir şey yoktur. Ve eğer göz yaşı sakalına dökülürse hiç bir zaman onu toz ve zillet kaplamaz." Hakeza bir hadiste yer aldığı üzere "Günahları sebebiyle kendisi ile cennet arasında yerden arşa kadar me­safe olan bir insan günahlardan pişman olarak Allah korku­sundan ağlarsa onunla cennet arasında bu mesafe kalkar ve cennet kendisine göz kirpiklerinin göze olan yakınlığı mesa­besinde yakın olur."Kafide Hz. Sadık (a) dan şöyle nakledilmiştir: "Her şeyin bir ölçüsü vardır.

Sadece Allah için dökülen göz yaşının bir ölçüsü yoktur ki, onun bir damlası ateşten bir deryayı söndü­rür" Hakeza şöyle buyurulmuştur: "Bu ümmetin hepsine merhamet edilir." Ve bu husustaki hadisler oldukça çoktur.

Küçük Amele Büyük Sevabın Verilmesinin Muhal Olmadığı Beyanında

İşaret edilmesi gereken hususlardan birisi de şudur ki, bazı zayıf nefisler ve bu cüzî işler için büyük sevapların veril­mesine itminan etmeyen kimseler bunu muhal saymakta, kabul etmemektedir. Halbuki bundan gaflet ediliyorlar ki, bu alemde bizim nazarımıza küçük gelen bir şeyin melekutî ve gaybî sureti küçük olmayabilir.

Dolayısıyla küçük bir varlı­ğın melekut ve bâtını tam bir azamet ve büyüklük içerisinde olabilir. Nitekim Resulullah'ın cismani sureti bu alemdeki küçük varlıklardan biri olmasına rağmen mukaddes ruhu mülk ve melekutu ihata etmiş, semavat ve yerlerin icadına vasıta olmuştur. O halde bir şeyin batını ve melekutî sureti­nin küçük olduğuna hükmedebilmek için melekut ve eşyanın batınını bilmeyi gerektirir. Ve bizim gibiler için böyle bir hü­küm verme yetkisi yoktur. Dolayısıyla bizler ahiret aleminin alimleri olan enbiya ve evliyanın sözlerine kulak vermeliyiz.

Ahiret alemi Allah-u Teala'nın sonsuz nimetleri, sonsuz rahmetleri ve fazlı üzere bina edilmiştir. Allah-u Teala'nın kereminin ise haddi ve sınırı yoktur. Mutlak cevad'm fazlını ve sonsuz rahmet sahibinin rahmetini sınırlamak büyük bir cehaletten kaynaklanmaktadır. Allah'ın bütün nimetlerini saymak akılların aciz olduğu bir şeydir.

Kald ki Allah'ın bü­tün nimetleri istenmeden ve istihkak söz konusu olmadan verilmiştir. O halde hiç istenmediği halde bu sevapları da kullarına vermesinin herhangi bir sakıncası düşünülebilir mi? Halbuki o alem insan iradesinin nüfuzu üzere bina edil­miş ve hakkında şöyle buyrulmuştur: "Onlara altın kadehler ve tepsiler dolaştırılır. Canlarının istediği ve gözlerinin hoş­landığı herşey oradadır. Ve siz orada ebediyen kalacaksınız." (Zuhruf, 71)

Halbuki insanın istinasının herhangi bir sınırı ve miktaı yoktur. O halde bu hususun muhal olduğu söylenebilir mi? Allah-u Teala o alemi öyle bir şekilde yaratmıştır ki, insan salt irade ettiği takdirde, irade ettiği şey vücuda gelmekte ve mevcut olmaktadır.

Ey aziz, bu sevaplar hakkında var olan hadisler ve riva­yetler insanın inkar edebileceği kabilden bir veya iki tane de­ğildir. Aksine mutevatir olup bir çok hadisler mevcuttur. Mu­teber hadis kitapları böylesi hadislerle doludur. Güya insan bizzat ma'sumdan duymakta ve bu hususta hiç bir tevile de gerek yoktur.

Bu konu mütevattir naslar ile Kur'anla da mu­tabıktır. Ve dolayısıyla yersiz yere inkar imanın zayıflığı ve cehaletten kaynaklanmaktadır. İnsan, enbiya ve evliyanın buyruklan karşısında teslim olmalıdır. İnsan için evliyaya teslim kadar hiç birşey insani kemaline faydalı değildir. Özellikle de aklın keşfedemediği hususlarda böylesi hususla­rı vahiy ve risalet dışında başka bir yolla anlamak mümkün değildir.

Eğer insan küçük aklını, vehimlerini ve zanlarını gaybi, uhrevi ve taabbudi-şeri işlere sokmaya kalkışırsa so­nunda dinin zaruriyetini inkar eder bir hale gelir. Ve bu git­tikçe çoğalır.

Aşağısını inkar, yukarısını inkara sebeb olur. Gerçi şüphesi yoktur, ama sizler bazı hadisleri tazif etmeye kalkışsanız bile Allah-u Teala'nm kitabı olan Kur'an-ı Kerim'de bu konu en güzel şekliyle açıklanmıştır. Ve orada da bu sevapların bir benzeri mezkurdur. Örneğin, "kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır."

Hakeza "Mallarını, Allah yolunda infak edenlerin hali, ye­di başak bitiren ve her başağında "yüz tane" bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah (insana) bolbol veren ve (infak edenin niyetini iyice) bilendir.

Benim inancıma göre bu inkar ve muhal saymaların te­meli insanın kendi amellerini büyümsemesi ve ucba kapıl-masıdır. Örneğin; bir gün oruç tutuyor, bir geceyi ibadetle ih­ya ediyor ve bu hususta büyük sevapları duyduğu zaman bu­nun muhal olduğunu asla söylemiyor. Halbuki bu da o ame­lin mükafatı olarak muhal sayılması gereken bir şeydir. Ama o insan amelini büyük saydığı için ucba kapıldığından o se­vapları tasdik etmektedir.

Ey azizim! Bütün ömrümüz elli veya altmış yıldır. Farz edelim ki bu müddet zarfında bütün şer'i vaziflerimizle amel ettik. Sahih bir iman salih bir amel ve gerçek bir tövbe ile bu dünyadan gittik. Ama bu kadar amel ve imanlarımızın ne kadar bir değeri vardır? Halbuki kitap, sünnet ve bütün din­lerin icmasına göre böyle bir şahıs Allah'ın rahmetine maz-hardır. Ve va'dedilmeş cennetine girecektir.

O cennette ebedi olarak nimetler ve rahatlık içinde kalacak ve saadet ehli ola­caktır. Acaba bunları inkar edebilir miyiz? Eğer amellerin mükafatına bakacak olursak farz-ı muhal amellerimizin bir mükafatı olsa da acaba bu mükafat aklımızın kemiyet ve keyfiyet açısından tasavurundan aciz olduğu bir miktarda mıdır?

O halde bu konu başka bir esas üzere bina edilmekte­dir ve başka bir temel üzerinde kuruludur. Dolayısıyla da bu­nu muhal saymak doğru bir şey değildir ve asla inkar edile-


Nafilelerin Sayısı Beyanında

Resulullah'm beyan buyurduğu elli rekat namaz vacib ve nafile namazlardır. Elbette yatsı namazından sonra oturarak kılınan iki rekat nafile namazı (ki bu bir rek'at sayılmakta­dır) bu sayının dışındadır.

Zira bunu da sayacak olursak farz ve nafile namazlar ellibir rekat olmaktadır. Resulullah'm elli rekat diye buyurması da bu bir rekatın sünnet-i müekkede olmadığı hasebiyledir. Nitekim bazı rivayetler buna delalet etmektedir. İmam Sadık (a)'a "sünnet olan nafile namazlar kaç rekattır?" diye sorulduğunda "Elli rekattır" diye buyur­du.

Nitekim bazı rivayetlerden anlaşılacağı üzere Resulul­lah'm (S) sünneti elli rekat namazdır. Bazı rivayetlere göre Resulullah'm yatsı namazından sonraki nafileyi de eda ettiği yer almıştır, resulullah'm dolayısıyla bu nafile namazı zik­retmemesi ve sünnet namazların elli rekat olduğunu buj^ur-ması şundan dolayıdır ki bu nafile vitr namazının yerinedir.

Kendi başına bağımsızlığı yoktur. Nitekim Huzeyl Bin Ye-sar'ın rivayet ettiği hadisde buna delalet etmektedir. Riva-yet-i şerifede onu "vitr" olarak isimlendirmişlerdir.

Nitekim rivayette yer aldığına göre yatsı namazından sonraki nafileyi yerine getiren ve ölen insan "vitr" namazını kılmış sayılmak­tadır. O halde hakikatte bu iki rekat vitr namazıdır. Ki, ölüm olayı korkusundan vaktinden önce kılınmaktadır. Ama vitr namazının vakti geldiğinde bu namaz onun yerine geçme­mektedir. Bazı rivayetlerde yar aldığına göre bu iki rekat na-

file namaz, elli rekat namazların bir cüzü değildir. Ama da­ha sonra sayıyı bitirmek ve tekmil etmek için yani nafile na­mazlarla mukabelede bulunabilsin diye artırılmıştır.

Bu ha­disler mana itibariyle biribirleriyle ihtilaflı değildir. Zira bel­ki mümkündür ki sünnet olan faziletli namazlar elli rekattır. Ve bu iki rekat namaz sünnet-i gayri müekkede olan namaz­dır. Sadece ölüm hadisesi korkusuyla ve sayıyı tekmil etmek için kararlaştırılmıştır.

Velhasıl günlük nafile" namazlarının bir çok fazileti var­dır. Hatta bazı rivayetlerde bunları terk etmek günah sayıl­mıştır. Bazı rivayetlerde bu makamda şöyle buyrulmuştur: "Allah-u Teala sünneti terk edene azab verecektir." Ve bazı rivayetlerde de bunların farz olduğu ifade edilmiştir. Bütün bunlar nafilelerin müekked oluduğu hasebiyledir ve terki çir­kin bir şey oluduğundandır. Dolayısıyla insana yakışan bu­dur ki mümkün mertebe onları terk etmemelidir.

Nitekim ri-vayet-i şerifelerin hasebiyle bu nefilelerin kararlaştırılması­nın nüktesi farzların itmamı ve kabulüdür. Diğer bazı riva­yetlerde şöyle buyrulmuştur: "Bizim şiiler ellibir rekat na­maz kılanlardır." Bu hadisten de anlaşılacağı üzere şiiler bu namazları kılan kimselerdir; bu namazlara inanan kimse de­ğil. Nitekim mü'minlerin alametlerini sayan hadislerden de bu anlaşılmaktadır.

Her Ay Üç Gün Oruç Tutmanın İstihbabı Beyanında

Resulullah'ın (sellallahu aleyhi ve alihi) ikinci sünneti her ay üç gün oruç tutmaktır. Bu hususta kırktan fazla rivayat vardır. Alimler nezdinde bunun keyfiyeti hususunda ihtilaf

vardır. Ama alimler arasında meşhur olan, bir çok hadislere de mutabık olan ve Resulullah ile hidayet imamlarmında kıl­dığı şekliyle sünnet şöyledir: Bu üç günün birinci günü her ayın ilk perşembe günüdür.

Ki bugün amellerin Allah'a arz edildiği gündür. Ayrıca ikinci on günün ilk çarşambası ki bu­gün de devamlı bir uğursuzluk ve azabın nüzul günüdür. Ay­rıca son on günün son perşembesidir ki, o gün de amellerin arz edildiği gündür. Rivayetlerde yer aldığı üzere eski üm­metlere azab nazil olduğunda bugünlerin birinde nazil olu­yordu.

Bu yüzden Resulullah (s) bu korkunç günlerde oruç tutardı. Hadiste de yer aldığı üzere bu üç günün orucu bütün zamanın orucuna denktir. Bunun sebebi olarak da bazı riva­yetlerde şu ayet gösterilmiştir: "Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir. Ortaya bir kötülük koyan ise ancak mis­liyle cezalandırılır; Onlar(da bunlar da) haksızlığa uğratıl­mazlar." Ama bazı rivayetlerde bu tertibe aykırı olarak be­yan edilen tertib ise fazilet mertebesi hasebiyledir.

Farzen bununla çelişse de birçok cihetten bu rivayet üstün ve rüc-han sahibidir. Belki denilebilir ki bunlar arasındaki muaraza nas ile zahir ve3^a ezher ile zahir arasındaki muaraza gibidir.

Dolayısı ile Seduk'un naklettiği şu rivayetin de mezkur riva­yet ile hiç bir çelişkisi yoktur. "Son on günde iki perşembe günü varsa birincisinde oruç tut; zira ikincisine ermeyebilir-sin." Zira bu rivayet acil bir fazilete erişmek ve tevfik elde et­memenin korkusu sebebini beyan etmektedir. Nitekim yatsı namazından sonraki nafile namazı hususunda da böyledir. Ve bu rivayet aslında bizim sözümüze delalet eden bir riva­yettir. Yani son perşembe gününün faziletine delalet etmek­tedir.

Dolayısıyla bununla çelişen bir rivayet değildir ve za­hir odur ki, insan ikinci perşembeye erişirse, birinci perşembe oruç tutmuş bile olsa ikinci perşembe oruç tutmanın fazi­letini elde etmek için o gün de oruç tutmalıdır. Ve dolayısıyla insan ikinci perşembeye eriştiğinde, birinci perşembe oruç tutmuşsa bu kifayet etmemektedir. Değerli muhakkik Feyz-i Kaşani ile değerli muhaddis Behrani'nin bu hadisleri cem makamında buyurdukları uzak bir ihtimaldir. Özellikle de büyük muhaddis Behrani'nin buyurdukları oldukça uzak bir ihtimaldir.

Sadakanın Fazileti Beyanında

Besul-i Ekrem (s) in üçüncü sünneti sadaka vermektir. Sadaka vermek çok önemli bir müstehab ameldir. Ve herkese hatta denizdeki ve karadaki hayvanlara bile sadakanın varlı­ğı hususundaki hadisler oldukça fazladır. Biz bunlardan sa­dece bazısını zikr etmekle yetineceğiz. İbn-i Sinan Hz. Sa-dık'm (a) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Şeytana en ağır ge­len şey mü'mine verilen sadakadır. Ve bu sadaka kulun eline geçmeden önce Allah-u Teala'nm eline geçmektedir."

Hakeza İmam Sadık (a) bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Allah-u Teala yarattığı tüm yaratıkları için kendisini koru­yan birde bir koruyucu karar kılmıştır. Ama sadakayı bizzat Allah-u Teala korumaktadır. Babam sadakayı verdiğinde onu fakirin eline verir. Daha sonra ondan geri alır o sadakayı öper, koklar, yine o fakire geri verirdi."

Bu manaya yakın bir manayı ifade eden bir çok hadis var­dır. Bütün bunlar sadakanın makam büyüklüğünü ifade et­mektedir. Ve Allah-u Teala onu kimseye havale etmemiş biz­zat kendi kudret eli ve kayyumi ihatasıyla sadakanın gaybî kamil suretini hıfz etmekledir. Hadis kitaplarımızda dağınık bâblarda yer alan bu ve benzeri hadisler marifet ehli ve kalp ashabı için Hakkın kayyumi tecellisi ve fiili tevhidini keşfe yardımcı olmaktadır.

Sadaka veren insanın dikkat etmesi ge­reken önemli bir nüktesi de şudur ki, insan kime sadaka ver­diğini bilmelidir. Zira Allah korusun eğer fakire herhangi bir minnette bulunacak, onu incitecek olursa, hakikatta Allah-u Teala'ya minnet etmiş ve incitmiş olur. Nitekim fakire tam bir huzu ve tevazu içinde verecek olursa hakikatte Allah-u Teala'ya tevazu etmiş olur. Nitekim İmam Bakır (a) verdiği sadakayı fakirden geri alır, öper, koklar onun güzel kokusu­nu alır, kendisine geri verirdi. Allah biliyor ki, o mukaddes zat ve meczub aşık için nasıl bir rahat nefes ve ruhî sükunet hasıl oluyordu.

Dolayısıyla da onun batınî şevki ve kalbî alevlenmelerini, bu mahbubla razu niyaz sayesinde söndürü­yordu. Yazıklar olsun bu yazara ki, nefsin heva deryasına bo­ğulmuş tabiat arzına gömülmüş, şehvetine esir, karnının ve tenasül organının kölesi haline gelmiş, varlık aleminden gaf­let edip bu alemde bencillik sarhoşu içinde yaşamıştır.

Ve ya­kında da bu halet üzerinde de gidecektir. Dolayısıyla evlija-nın muhabbetinden hiç bir şey derk edememiş, onların cezbe­lerinden menzillerinden, ve söylediklerinden hiç bir şey anlı-yamamıştır. Bu alemdeki vukufu hayvani bir vukuf, hareket­leri de, hayvani ve şeytani bir takım hareketlerdir. Eğer böy­le olursa ölümü de hayvan ve şeytanların ölümü olacaktır. Allah'ım biz sana şikayette bulunuyor ve sadece sana daya­nıyoruz. Bizlere hidayet nuruyla yardımcı ol. Bizleri bu ağır uykudan uyandır ve gayb, nur, sevinç ve mutluluk, ünsiyet halveti ve özel mahfilini davet et.İmam Sadık (s) Resulullah'ın şöyle buyurduğunu nakledi­yor "Kıyametin zemini mü'minin gölgesi dışında hep ateştir.



Şüphesiz ki mü'minin verdiği sadaka kıyamette ona gölge sağlar."Rivayette yer aldığına göre "Sizin, deve yavrusunu besle­diğiniz gibi Allah-u Teala sadakayı besleyip terbiye etmekte­dir. Eğer yarım hurma sadaka vermişseniz, Allah-u Teala onu büyütür ve onu kıyamet gününde, Uhud dağı kadar bü­yük bir halde kuluna geri verir." Bu ve benzeri hadisler ol­dukça çoktur. Bir çok hadislerde de yer aldığına göre "Sada­ka kötü bir şekilde ölmeyi önlemektedir.

Sadaka rızkı indirir, borçları eda ettirir, ömrü artırır, yetmiş çeşit kötü ölmeyi de­feder. Allah-u Teala sadakanın karşısında on ile yüz kat ih­sanda bulunur. Sadaka malın fazlalığına sebeb olur. İnsan sabah sadaka verirse o gün gökten gelen belalardan emanda olur. Ve eğer gecenin evvelinde verirse o gece semavi belalar­dan kurtulur.

Hastalar sadaka ile tedavi olur. Ve müslüman-lardan birinin ailesine kifayet eden, onların açlığını gideren, onların bedenlerini örten ve yüz suyunu hıfz eden kimsenin bu ibadeti yetmiş hac'dan daha sevimlidir.

Halbuki bir hac -da, yetmiş köle azad etmekten daha faziletlidir ve rivayette yer aldığına göre bir köleyi azad eden kimsenin Allah-u Tea­la o kölenin her bir uzvu karşılığında onun da uzvunu ateş­ten kurtarır. Hz. Ali (a) kendi el emeğiyle kazanmış olduğu maldan tam bin köle azad etmişti. Söz uzayacağından sadece bu kadarı ile yetiniyoruz.


Başka Bir Nüktenin Beyanında

Bu makamı da ilginç bir nükteyi zikr etmekle sona erdiri-yoruz. Ve o da şudur ki, ayet-i kerimede şöyle yer almıştır: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmediğiniz müddetçe iyiliğe erişemezsiniz." (Ali İmran, 92)

Bir hadiste yer aldığı üzere Hz. Sadık (a) "sadaka olarak şeker veriyordu" kendisine "Niçin sadaka olarak şeker veri­yorsun" denildiğinde ise şöyle buyurdu: "Şekeri herşeyden daha çok seviyorum. Ve dolayısıyla ençok sevdiğim şeyi sada­ka vermeyi istiyorum."

Bir hadiste de yer aldığı üzere Hz. Ali (a) bir elbise aldı ve andan haşlandı. Dolayısı ile onu sadaka verdi ve şöyle buyur­du "Resulullah (S)'m şöyle buyurduğunu işittim: başkasını kendisine tercih eden kimseye, Allah-u Teala kiyamet gü­nünde cenneti tercih eder. Ve sevdiği şeyi Allah için infak eden kimseye Allah-u Teala kiyamette şöyle buyuruyor: "Dünyada kullar birbirini iyilikle mükafatlandırıyordu. Bu­gün de ben seni cennetimle mükafatlandırıyorum."

Rivayet edildiği üzere ashabtan birisi bu ayet nazil olduk­tan sonra sahip olduğu bağlarından birini akrabaları arasın­da paşlaştırdı. Ve O bağı bütün malları arasında en çok sev­diği bir bağ idi. Resulullah (s) şöyle buyurdu: "Ne mutlu sa­na, ne mutlu sana ki, bu sana faydalı olan bir haldir."

Menkul olduğu üzere Ebu Zer-i Gaffari hazretlerine bir misafir gelmişti. Ebu Zer ona şöyle dedi: "Benim bir takım develerim var. Git onların en iyisini al getir." Misafiri gitti ve zayıf bir deve gitirdi. Ebu zer ona şöyle dedi: "Bana hiyanet ettin" Misafir şöyle dedi: "Develerin en iyisi erkek develerdir.

Ama ona bir gün ihtiyacınızın olacağını düşündüm." Ebu zer şöyle buyurdu: "Ben ona, beni kabire koyacakları zaman ihti­yaç duyacağım." Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla iyiliğe erişemezsi­niz" Hakeza Ebu Zer şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki malın üç ortağı vardır.

Birisi kaderdi;. Onun için iyi veya kötü birini alıp helaka ulaştırması hiç fark etmez. İkincisi varistir; Senin ölümünü beklemektedir. Ve sen de onların üçüncüsü-sün. O halde onlardan daha aciz duruma düşmemeye mukte­dir isen, öyle ol." Allah-u Teala da şöyle buyuruyor: "Şüphe-sizki sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe erişemezsi­niz." Ve "bu deve mallarım arasında en sevimli olanı idi. Do­layısıyla da onu kendim için önceden göndermek istedim."

Sadakanın Sırlarından Biri Beyanında

Bilmek gerekir ki insan dünya malına sevgi ve muhabbet üzere büyümüş ve terbiye olmuştur. Bu sevgi, kalbinin derin­liklerinde yer etmiştir. Ahlaki ve ameli fesatların bir çoğu belki, hatta dini fesatlar bile bu sevgiden kaynaklanmakta­dır. Nitekim bu bir çok hadislerde de yer almıştır.

Ve bizde bazı hadislerin şerhinde buna işaret ettik. O hal­de insan sadakaları, fedakarlığı ve işarı vasıtasıyla bu alaka­yı ortadan kaldırır veya azaltırsa elbette ki fesadı kesmiş ve dolayısıylada marifetlere erişmek, gayb alemine ve melekut alemine bağlanmak ve üstün melekeler ile kâmil ahlak elde etmek için gerekli kapıları yüzüne açmış olur. Ve bu, farz ve­ya mustehab mali infaklann en büyük nüktelerinden biridir. Mustehaplarda bu nükte daha kamil haldedir.

Bu bablardaki rivayetlerin toplamından malum oldu ki sadaka, dünyevi ve uhrevi faziletlerin tümüne sahiptir. İn­san sadaka verdiği ilk andan itibaren o sadaka insanla bir­likte olmakta, ondan belaları def etmekte, sonunda da diğer merhalelerde insanı Hakka komşuluk ve cennet makamına ulaştırmaktadır.

Tetimme

Bilmek gerekir ki, farz olmayan sadaka, gizli verilirse, aşikar verilen sadakadan daha faziletlidir. Nitekim, Kafi'de yer alan bir rivayette İmam Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Ey Ammar gizlice verilen sadaka, açıkça verilen sadakadan da­ha faziletlidir." Hakeza gizlice yapılan ibadet, açıkça yapılan ibadetten daha faziletlidir.

Bir çok hadiste de yer aldığı üzere, gizli sadaka Allah-u Teala'nm gazabını söndürmektedir. Ve bir hadiste de yer al­mıştır ki, Allah-u Teala "Hiç bir sığınağın olmadığı bir günde yedi taifeyi koruyacak ve onlara sığınak verecektir. Onlardan birisi, sadaka verip onu gizleyen; öyle ki sağ elinin yaptığı in-fakı, sol eli görmeyen kimsedir."

Bu üstünlüğün nüktelerinden birisi belki de şudur ki, giz­li ibadet riyaya daha uzaktır ve ihlasa ise daha yakındır. Ha­keza sadaka babında fakirlerin yüz suyunu dökmemek için de gizli vermek gerekmektedir. Hakeza yakınlara yapılan sa­daka gayrilerine göre daha üstündür. Ve bu, ibadetlerin en faziletlisi olan sıla-i rahim ile de mutabıktır.

Nitekim hadiste yer aldığı üzere: "En üstün sadaka rahime yapılan sadaka-tır." Mümin kardeşlerin sılasının ecri yirmi, sıla-i rahimin ise yirmi dörttür." Hatta bazı rivayetlerde yer aldığı üzere: "İnsanın yakınları muhtaç olduğu taktirde, yakınlarından başkasına verdiği sadaka asla kabul olunmaz."

Bilki, hadis-i şerifte: "O kadar sadak ver ki, israf ettiğini sanasm. Halbuki israf etmemişsin." diye buyurmasından an­laşılan şudur ki, sadakada istenilen kesrettir. Ve hangi ölçü­ye varırsa varsın israf değildir.Hadiste yer aldığı üzere İmam Hasan (selamullahi aleyh) Üç defa fakirlerle malını hatta iki çift ayakkabı ve elbisesini bile paylaşmıştır.

Bir hadiste yer aldığı üzere Hz. Rıza (a) Hz. Cevad(a)'a şöyle yazmıştır: kölelerinin; bineğine bindirdiğinde seni kü­çük kapıdan çıkardıklarını duydum. Onlar cimri olup senin hiç kimseye bir şey vermeni istemiyorlar. Üzerinde olan hak­larım için senin o büyük kapıdan çıkmanı istiyorum. Bineği­ne bindiğin zaman yanında altın ve gümüş bulundur.

İsteyen herkese o ihsanda bulun. Amcalarından senden bir şey iste­yene elli dinardan aşağı verme. Ama fazla istersen verebilir­sin. Bu senin tercihine kalmıştır. Ben bunu Allah'ın senin makamını yüceltmesini istediğim için söylüyorum. O halde infak et, korkma ki, Allah-u Teala sana zorluk çıkarmaya­caktır."

Bazı rivayetlerde ise; "İnsanın kendi ailesinin zorluğa dü­şeceği ölçüde yaptığı sadakanın israf olduğu yer almıştır." Dolayısıyla bu hadisle, mezkur hadisler arasında hiç bir ay­kırılık yoktur. Allah-u Teala infak edip, kendisi ve ailesi için hiç bir şey bırakmayan kimsenin; duasını kabul etmez.

Ha­diste de yer aldığı üzere "En üstün sadaka insanın ihtiyacın­dan arta kalan sadakadır." Bu hadisler arasında aykırılığın olmamasının delili ise şudur ki, sadakanın, insanın zorluğa düşeceği miktarda olması gerekli değildir. Bir çok insan ma­lının yarısını veya daha çoğunu sadaka olarak vermekte, kendisi ile ailesine yeterli miktarda da m.al bırakmaktadır. Ve dolayısıyla hiç bir zorluğa düşmektedir.

Gece Namazının Fazileti Bayanında

Bu hadis-i şerifte gece ve öğle namazı önemle telkin edil­miştir. Gece namazı ile ilgili bazı açıklanılan bir önceki ha­dislerde bir yere kadar zikrettik. Burada da sadece teberrûken bazı hadislerin rivayetini sunuyoruz. Vesali adlı kitapta Hz. Sadık (a) nakledilen bir rivayette şöyle demiştir: "Mü'minin şerefi gece namazı kılmasmdadır. İzzeti ise halkın yüzsuyunu dökmemesindedir."

Hakeza İmam Sadık (a) şöyle buyurmuştur: "Resulullah (s) Cebrail'e şöyle buyurdu: "Bana nasihat et. Cebrali ona şöyle dedi: "Ey Muhammed istediğin gibi yaşa; zira sen öle­ceksin. Ve istediğini sev; zira ki ondan ayrılacaksın. İstediğin gibi amel et; zira onu göreceksin. Ve bil ki, Mü'minin şerefi gece namazı kılmasmdadır. Ve izzeti ise halkın yüz suyunu dökmemesinde."

Hakeza İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Mal ve ev­lat dünya hayatının süsüdür. Sekiz rekat teheccüd namazı ile bir rekat vitr namazı ise ahiretin süsüdür. Ve bazen Al-lah-u Teala bütün bunları bir grup için cem eder."

Şeyh Mufid'in naklettiğine göre, Resulullah (s) şöyle bu­yurmuştur: "Kul Allah'ı razı etmek için, tatlı uykusundan uyanır ve gece namazı kılarsa, Allah-u Teala bununla melek­lere övünür ve şöyle der: Şahid olunki ben onu bağışladım." Bu ve benzeri birçok hadisler vardır ki, onları buraya düş­mek uygun gelmediğinden bu kadarıyla yetiniyoruz.


Salat-ı Vusta Beyanında

Resulullah'ın tavsiye ettiği zeval namazı öğle namazının nafileleridir. Nitekim bu, hadislerde açıkça tasiih edilmiştir. Zira bu namazlarda bir takım hususiyet ve önem vardır. Hem salat-ı vusta öğle namazının müteallikidir ve hem de onun itmam ve kabulüne sebeb olmaktadır. Elbette bu na­mazdan maksat bizzat namazı vusta olan, öğlen namazı da olabilir.

Zira günlük namazların ortasında yer almıştır. Hak Teala şu ayet-i kerimede bunu açıkça emr etmiştir: "Namaz­lara (farz vakitlerin erkanına riayet ve edasına) ve (bilhassa) orta namaza (fakih ve müfessirlerin ekserisine göre ikindi namazı bazılarına göre sabah namazıdır) devam (ve dikkat) edin. Ve Allah için huşu ve taatta (namaza) durun." (Bakara, 238)

Fakihler arasında meşhur olduğu üzere salat-ı vusta öğle namazıdır. Ve diğer namazlar arasında özel bir konuma sa­hiptir ve Allah-u Teala'nın Cebrail vasıtasıyla Hz. Adem'e gönderdiği ilk namazdır.

Resulullah'm öğle namazını tavsiye etmesi ise, onun hudutlarını nafilelerini, vakitlerini hıfz et­mek içindir. Yoksa sadece öğle namazını kılmak için değildir. Nitekim namazları muhafaza etmek, özellikle de öğle nama­zını hıfz etmekten maksat budur. Ehli Beyt'ten nakledilen bir çok hadiste namazların vakitlerine edasına, faziletlerine, vaktinde kılınmasına büyük tavsiyelerde bulunulmuştur. Hatta özürsüz yere ertelemek bazen bu namazı zayi etmeye, geçersiz kılmaya sebeb olur.

Özellikle de insan bunu devamlı bir iş haline getirirse, namazı hafifsemiş olur. Zira insan bir işe önem verirse, bir an önce onu yerine getirmeye çılışır. Ama bir işi önemsemezse, dolayısıyla onu oldukça zor yerine getirir ve ondan gaflet eder. Allah korusun insan namazı kü-çümseyecek bir makama düşerse ve o hal üzere ölürse İslam dininden bile çıkmış olur. Nitekim Resulullah (s): "Namazı hafifseyen bir kimse bu hal üzere ölürse benim dinim üzere ölmemiştir." diye buyurmuştur.

Hatta bazen insan namazı hafifsediği için sonunda terk eder. Zira insanın gözünde önemli olmayan bir şey yavaş yavaş unutulur ve hatırlanmaz bir hale gelir. Halbuki dünyevi işlerimizde hiç bir şeyi bu ka­dar unutmuyoruz. Zira nefsimiz tamamiyle dünyaya yönel­miş ve dünyevi işleri oldukça önemli saymaktadır.


Dolayısıy­la daima onu hatırlamaktadır ve dünyevi işleri unutması as­la söz konusu değildir. Örneğin; Size belirli bir günde, önemli bir miktarda para vermek isteyen birinin, söz verdiği o günü asla unutmazsınız. Ve o anın bir an önce gelip çatmasını is­tersiniz. Dolayısıyla da zamanı geldiğinde tam bir kalb huzu­ru ve batını teveccüh ile hazır olursunuz.

Zira nefis sevgisi o işi size büyük göstermiş ve dolayısıyla onda siz, asla gevşek­lik göstermezsiniz. Ama eğer herhangi bir şey gözünüzde de­ğersiz olursa nefis ona teveccüh etmemekte ve biraz sonra hemen gaflet etmektesiniz.

O halde dini işlerinizde niçin gevşek davrandığımız ma­lum oldu. Zira gaybe imanımız yok yakinle, itminan temelle­rimiz zayıftır. Allah'ın ve enbiyanın vadesini can-u gönülden kabul etmemişiz.

Dolayısıyla bizim gözümüzde bütün ilahi durumlar ve dini şeriatlar, alçak ve gevşek durumdadır. Bu gevşiklik yavaş yavaş gaflet getirir, bu dünyada gaflet bizle­re galip gelir ve bizi sureten de olsa sahip olduğumuz dinden dışarı çıkarır. Dolayısıyla ölümün zorlukları ve şiddetli anın­da da tam bir gaflet hasıl olur.

Günde kılınan beş vakit namaz dinin temeli ve imanın muhkem kılıcısıdır ve İslamda imandan sonra hiç bir şey o kadar önemli değildir. Allah-u Teala ve dergahının has kulla­rından başka hiç kimsenin bilmediği batmî, ve nuranî teveccühat ile bunun melekuti ve gaybi suretlerinden sonra bun­larda var olan en önemli cihet de Allah-u Teala'yı istenilen adab ve ilahi durumlarıyla zikretmektedir.

Bu tezekkür insa­nın Allah-u Teala ve gaybi alemle olan irtibatını güçlendirir ve Allah'a huşu etme melekesini kalbte icad eder. Kalpte tev­hidin temiz ağacını eker. Öyle ki, bu ağaç hiç bir şekilde orta­dan kalkmaz. Dolayısıyla da ölümün sekeratı ve şühudu anındaki büyük ilahi imtihandan başarılı bir şekilde çıkar.

Dini müstakar olur ve böylece sabit kalır. Bunun imanı artık en küçük bir baskı karşısında ortadan kalkan bir iman değil­dir. Ey Azizim ! Allah-u Teala başta da sonda da sana yar­dımcı olsun.

Sakın dini işlerinde özellikle de beş vakit nama­zında gevşeklik etme. Allah biliyor ki, bütün nebiler evliya ve hidayet imamları sadece Alah'ın kullarına olan büyük şev-katleri sebebiyle namaza bu kadar teşvik etmiş ve insanları namaza davet etmişlerdir. Yoksa bizim imanımızın onlara hiç bir faydası ve amellerimizin hiç bir menfaati yoktur.

Kur'an Tilavetinin Fazileti Beyanında

Resulullah (s)'in vasiyetlerinden biri de Kur'an tilavet et­mektir. Kuran'ı tilavet etmenin, hıfzının, taşımasının, temes-sük etmenin öğrenmenin, sürekli okumanın ve ayetleri ve sırlan hakkında tefekkür etmenin fazileti kısır aklımızın an­ladığından daha çoktur. Bu hususta Ehli Beyt'ten nakledilen hadisler bu sayfalara sığmayacak kadar çoktur.

Ve bizler ba-zısıyla yetiniyoruz. Kafi'de yer alan bir hadiste İmam Sadık (a) şöyle buyuruyor: "Kur'an Allah ile kulu arasında bir ahit-tir. Ve müslüman insanın hergün bu ahdine nazar etmesi gerekir ve günde en az elli ayet okuması gerekir."

Hz. Seccad (a) ise şöyle buyurmuştur: "Kur an ayetleri bir takım hazineler mesabesindedir. O halde hazinelerden her biri açıldığında ona bakman gerekir." Bu hadis, ayetler üze­rinde tefekkür edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. İlahi muhkem ayetlerde tefekkür etmek, tevhid, hikmet ve mari­fetlerini öğrenmek, nehyedilen kendi reyine göre tefsirden başka bir şeydir.

Aksine ilahi kelamın muhatabı olan Elh-i Beytine sarılmak gerekir. Ve bu, kendi yerinde ispatlanmış bir konudur ki, bu makamda tafsili gereksizdir. Bu makam­da Allah-u Teala'nm şu ayetiyle iktifa ediyoruz: "Onlar Kur'an'ı (işitip, va'd ve vaidini) tefekkür etmezler mi? Yoksa (kalpler'i) üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed/24)

Kur'an'a müracaat etmek ve manasına teveccühte bulun­mak hadislerde oldukça tavsiye edilmiştir. Hatta Emir'ul Mü'minin (A) şöyle buyurmuştur: "Tefekkür üzere olmayan bir kıraat'ın hiç bir hayrı yoktur." Bu hususta Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Bir gecede on ayet okuyan gafillerden yazılmaz. Elli ayet okuyan ise zikredenlerden yazılır.

Yüz ayet okuyan sakınanlardan yazılır. İkiyüz a3^et okuyan mute-vazilerden yazılır. Üçyüz ayet okuyan kurtuluşa ermişlerden yazılır. Beşyüz ayet okuyanlar müctehidlerden yazılır.

Bin ayet okuyana elli bin miskal altın değerinde iyilik yazılır ki, bunların en küçüğü Uhud dağı kadardır. En büyüğü ise, yer ile gök arası kadar." Bir çok hadislerde Kur'an'm güzel bir surette tecessüm edeceği ve ehline şefaat edeceği yer almıştır ki biz bunların naklinden sarf-ı nazar ettik.

Bir hadiste şöyle yer almıştır: "Genç iken Kur'an okuyan bir mü'minin, Kur'an, et ve kanına karışır." Allah-u Teala onu değerli ve iyi elçileriyle birlikte haşr eder. Kıyamette Kur'an onun sığmağı olur.

5
Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2

Ve Allah'ın huzurunda şöyle der: "Ey Allah'ım herkes mükafatını aldı; sadece benimle amel edenler dışında. O halde beni okuyanlara, en iyi mükafatını ver." Böylece Allah-u Teala da Kur'an okuyanlara cennet el­biselerinden iki elbise giydirir. Başına keramet tacını koyar ve ona "Acaba razı oldun mu?" diye sorulur.

Kuran ise şöyle arz eder:"Ben daha fazlasını ümid ediyordum." Böyle olunca da emin, eminlik ve eman sağ eline verilir. Cennette kalmak ise sol eline ve böylece cennete girer ve Kur'an okuyana şöyle denilir: "Kıraat et! Kıraat ettikçe makamın yükselsin." Daha sonra da Kur'an'a şöyle hitab edilir: "Biz onu bir çok makam­lara ulaştırdık, acaba razı oldun mu?" Kur'an o zaman "Evet" diyecektir.

Hakeza Hz. Sadık (a) şöyle buyurmuştur:"Her kim Kur'an'ı çok okur ve onun hıfzında zorluklara katlanırsa ken­disine iki mükafat verilir." Bu hadisi şeriften anlaşıldığı üze­re Kuran'-ı Şerifi tilavet etmekten maksad insanın kalbine, derinliklerine tesir etmesi ve insanın batınının, ilahi kelamın sureti haline gelmesidir.

Yani meleke mertebesinden tahak­kuk mertebesine ulaşmasıdır. Nitekim "Eğer mü'min genç, Kur'an'ı tilavet ederse, Kur'an, onun et ve kanına karışır." sözü de buna işaret etmektendir. Ve bu Kur'an'ın suretinin kalpte yer etmesinden kinayedir. Öyleki artık insanın batını kelamullah-i Mecid ve Kur'an-î Hamid haline gelir.

Elbette bu her insanın liyakat ve kabiliyeti oranındadır. Kur'an'ı hatmedenler ise zatının batını, ilahi-cam'î kelamının tüm ha­kikati olan kimselerdir. Ve bizzat Kur'an'ın kendisi cami ve kesin furkan sayılmaktadır. Hz. Ali (a) ve onun neslindeki masum imamlar ilahi ayetlerin tecessümüdür. Ve onlar Al­lah'ın büyük ayetleri ve tam Kur'an'dır.

Belki tüm ibadetlerinde bu mana söz konusudur. İbadetlerde ve ibadetlerin tek-rarmdaki en büyük sırlarından birisi de belki bu ibadetlerin hakikatiyle tahakkuk etmektir. Kalp ve zat batınının ibade­tin suretiyle suretlenmesidir. Nitekim bir hadiste Hz. Ali (a)'ın mü'minlerin namazı ve orucu olduğu yer almıştır.


İbadetin Gençleri Etkilediği Beyanında

Bu kalbî etkilenme ve batını tasavvur gençlik çağında da­ha iyi hasıl olur. Zira gencin kalbî latif ve tazedir. Sefası da­ha çoktur. Diğer meşguliyetleri ise daha azdır. Yani tepkisi az, kabulü ise daha çoktur. Tüm güzel ve çirkin huylar gen­cin kalbinde daha iyi çabuk ve şiddetli şekilde tesirli olur.

Bir çok gencin ehliyle muaşeret ettiği takdirde hak ve batılı hiç bir delil ve hüccet olmaksızın kabul ettiği görülmüştür. O halde gençler kimlerle muaşeret ettiğinde iyi baklmalı ve kö­tülerle oturup kalkmaktan sakınmalıdır.

Kalplerinde muh­kem ve iman da olsa bundan ictinab etmelidirler. Kötü kim­selerle oturup kalkmak her sınıftan insan için zaralıdır. Hiç kimse kendine itminan etmemeli veya güzel ahlak ve ameliy­le mağrur olmamalıdır. Nitekim hadislerde de kötü kimseler­le muaşeret etmek yasaklanmıştır.

Kıraatin Adabı Hususunda

Ve bilcümle Kur'an-ı Kerimin kıraatmdan istenilen hu­sus kalpte Kur'an'm tecessüm etmesidir. Emir ve nehiylerin kalbi etkilemesi ve davetlerinin yerleşmesidir. Ve bunlar sa­dece kıraat adabına riayet edilidiği zaman söz konusudur. Adabtan maksadımız ise Kur'an'm kurraları nezdinde mutedavil olan şeyler değildir.

Ve dolayısıyla insan sadece lafızla­rın mahreci ile harfleri tediyeye uymamalıdır. Aksine insan ayetler üzerinde tefekkürden de gafil olmamalıdır. Yoksa bü­tün himmetini Kur'an'm tecvidine verecek olursa bir çok defa kelimeler asli suretinden çıkar, madde ve suretiyle değişikli­ğe uğrar.

Ve zatan şeytani hilelerinden biri de şudur ki, abid olan bir insanı ömrünün sonuna kadar Kur'an-ı Kerim'in la-fızlarıyla meşgul eder ve Kur'an'm nüzul sırlanyle ,emir ve nehiylerinden hakikatinden ve hak inançlara davetinden ve güzel ahlakla ahlaklanmaktan bütünüyle gafil kılar. Hatta yıllar sonra da malum olur ki, aşırı bir gılzet ve teşdid sebe­biyle kelam suretinden tamamıyle çıkmış ve ilginç bir hale gelmiştir.

Dolayısıyla adabtan maksat, şeriat-ı mutahharada göz önünde bulundurulan adabtır ki bunların en büyüğü ve başlıcası tefekkür ve ayetlere itibar vermektir.

Nitekim daha önce de buna işaret edilmişti. Kafi'de yer alan bir hadiste İmam Sadık (a) şöyle buyurmuştur: "Bu Kur'an hidayet kıla­vuzu ve gece karanlığının çırağıdır." O halde kalp sahibi in­san gözleriyle Kur'an'ı taramalı ve nurundan istifade etmek için gözlerini açmalıdır.

Zira ki Kur'an'da tefekkür etmek ba­siretli kalbin hayatıdır. Karanlıklarda nurdan istifade edildi­ği gibi, cehalet ve delalet karanlıklarında da Kur'an'dan isti­fade edilmektedir.

Hz Ali (a) ise bu hususta şöyle buyurmuştur: "Takva sahi­bi kimseler, Kur'an'da korkutucu bir ayete rastladıklarında gözlerini ve kalp kulaklarını açarlar. Bütün bedenleri titre­meye başlar. Ve kalpleri hızlı bir şekilde çarpar. Adeta ce­hennemin korkunç sedasını ve nefes alış-verişlerini duyarlar. Rahmet ayetine rastladıklarında ise ona itimad ederler ve ta­mah gözlerini açarlar. Kalpleri şevkten adeta uçar hale gelir.

Adeta o vadelerin hazır olduğunu sanırlar.

Kur'an'ın manalarında tefekkür eden bir insanın kalbi et­kilenir ve yavaş yavaş muttakilerin mertebelerine erer. Eğer ilahi tevfike mazhar olursa o makamdan geçer ve tüm kuvve ve organlan ilahi ayetlerden bir ayet haline gelir.

Dolayısıyla ilahi hutabelerin cezbeleri onu kendinden geçirir. Ve yüce hakikati bu alemde de ona nasib olur. Ve sonunda kelamı va­sıtasız bir şekilde mukekelliminden duyar ve bütün bunlar benim ve senin gibilerin hayaline bile gelmez.


Kıraatte İhlas Beyanında

Kur'an'ı Kerim'i kıraatin gerekli adaplarından biri de kalplerde etkili olmasıdır. Ve bu bir rükün mesabesinde olup, hiç bir amel bu adap olmaksızın bir değere sahip değildir. Bu adap olmadığı takdirde bütün amelleri zayi ve batıl olur ve Allah'ın gazabına sebeb olur. Uhrevi makamların sermayesi ve ahiret ticaretinin anamalı ihlastır.

Bu hususta da Ehl-i Beyt'ten birçok rivayet nakledilmiş­tir. Örneğin İmam Bakır (a) şöyle buyurmaktadır: "Kur'an kârileri üç kısımdır. Onlardan birisi Kur'an kıraatim geçim vasıtası kılar, bu vasıtayla maaş alırlar ve insanlardan öne geçmeye çalışırlar. Bir grup da harfleri ezberler Kur'an'ın su­retine yönelirler.

Bunlar da Kur'an'ın hudutlarını zayi eder ve onu ardlarına atarlar Allah-u Teala bu çeşit Kur'an hamil­lerini çoğaltmasın. Başka bir grup ise Kur'an'ı kıraat eder ve Kur'an'ın devalarıyla kalp dertlerini ilaç etmeye çalışırlar.

Onun vasıtasıyla geceleri yatmaz ve ibadet ederler. Oruç tu­tar ve susuzluğa sabır ederler. Camilerde hazır olup namaz kılar ve gece tatlı yatağından kalkar ibadetle meşgul olurlar. Allah-u Teala onlar vasıtasıyla belaları def eder, göklerden yağmur yağdırır Allah'a and olsun ki Kur'an'ın bu kârileri çok büyük ve değerli insanlardır.

İmam Sadık (a) şöyle buyurmaktadır: "Halktan istifade etmek için Kur'an tilavet eden insan kıyamet gününde yü­zünde hiçbir et olmaksızın kemik olduğu halde haşrolur.

Re-sulullah (s) ise şöyle buyurmaktadır: "Kur'an'ı öğrenen onun­la amel etmeyen ve bunun yerine dünya sevgisiyle ziynetini seçen insan Allah'ın gazabına uğrar ve hakikatte Allah'ın ki­tabını artlarına atan hristiyan ve yahudilerin derecesine dü­şer."

Hakeza Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı kıra­at eden ama bununla gururlanan ve dünyayı talep eden in­san kıyamat gününde yüzünde hiç et olmaksızın kemikli bir halde Allah'ın huzuruna çıkar, ateşe girinceye kadar Kur'an ensesine vurur ve sonunda cehenneme düşenlerle birlikte ce­henneme düşer." Hakeza Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Allah Kur'an'ı kıraat eden ama amel etmeyen kimseyi kör olarak kıyamet gününde haşr eder ve o şöyle der:

Allah'ım ben dünyada görüyordum, o halde beni niçin kör haşr ettin?" Allah-u Teala ona şöyle buyurur: "Sen bizi unuttuğun gibi bugün de sen unutuldun. Daha sonra onu ateşe atarlar." Ha­keza Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı Allah için riyadan uzak olmak ve sadece dinin öğretilerini öğrenmek için kıraat edenin sevabı bütün meleklerin, nebilerin ve re­sullerin sevabı gibidir."

Resulullah (s) hakeza şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı riya veya kibir için öğrenen veya cahillerle mücadele etmek ya da alimlere karşı kibirlenmek veya dünyayı elde etmek için öğ­renen kimsenin Allah-u Teala kıyamette kemiklerini dağıtır ve ateşte hiç kimse onun gibi azap görmez.

Tüm azaplarla azaplanır; zira Allah-u Teala en çok ona gazap etmiştir." Ha­keza Resulullah (s) şöyla buyurmuştur: "Kur'an'ı öğrenen, il­minden tevazu eden, Allah'ın kullarına öğreten ve Allah'tan büyük mükafat taleb eden kimsenin ise cennette en büyük sevabı olacaktır. Ve ondan yüce mertebesi olan hiç kimse yoktur. Cennette olan en yüce makamlar ona verilecektir."

Tertilin Manası Beyanında

Kur'an'ın nefiste etkili olmasına sebep olan ve Kur'an'ı kı­raat eden kimsenin dikkat etmesi gereken hususlardan biri de kıraatte tertildir. Ve hadisi şeriflerde yer aldığı üzere ter-til insanın çok acele veya çok yavaş bir şekilde okumaması-dır.

Nitekim, Hz Sadık(a) "Kur'an'ı tertille okuyunuz" ayeti­nin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Hz. Emirel müminin şöy­le buyurdu: "Yani Kur'an'ın harflerini kamil bir şekilde izhar et ve şiirde acele ettiğin gibi Kur'an okurken acele etme. Ha­keza harfleri dağınık çakıl taşlan gibi de dağıtma kalbi etki­leyecek ve duygulandıracak bir şekilde okuyun ve gayretiniz sürenin bitimi olmamalıdır."

Yani maksadınız sadece Kur'an'ı bir kaç günde hatmet­mek veya bir süreyi hemen bitirmek veya sona erdirmek ol­mamalıdır. O halde Allah'ın kelamını okumak ilahi ayetlerle kendi kasvetli kalplerini tedavi etmek ilahi-cam'i kelamla kalbi hastalıklarını iyileştirmek bu gaybi çırağın hidayet nu­rundan istifade etmek, uhrevi makamlar ve kemal merhale­lerine ulaşmanın yolu olan bu nuru elde etmek isteyen insan bunun zahiri ve batını nedenlerini temin etmeli ve surî ve manevi adablarına riayet etmelidir.

Ama bizler Kur'an'ı okurken mana, maksat, emir, nehy, vaaz ve sakındırmalarmdan tümüyle gaflet ettiğimiz gibi cehennemin sıfatları, şid­detli azabı ile cennet ve nimetlerinin keyfiyetinin de bizimle hiç bir ilgisinin olmadığını sanıyoruz. Hatta Allah korusun bir roman okurken kalp huzurumuz daha çok ve duyguları­mız daha hassastır. Ama Allah-u Teala'nın kitabını okurken zahiri adablarından bile gaflet ediyoruz.

Hadisi Şerifte yer aldığı üzere "Kur'an'ı hüzünlü bir şekil­de ve güzel bir sesle okuyunuz" Hz. Ali bin Hüseyin (a) Kur'an'ı güzel bir şekilde tilavet ediyordu. Öyleki oradan ge­çen kimseler duruyor, onun Kur'an okuyuşunu dinliyor ve kendinden geçiyorlardı. Ama biz Kur'an'ı okurken daha çok kendi güzel sesimizi insanlara duyuruyoruz.

Kur'an veya ezanı bir vasıta kılıyoruz. Maksadımız Kur'an'ı tilavet etmek ve bu müstahab amelle amel etmek değildir. Bilcümle şeyta­nın ve nefs-i emmarenin hileleri çoktur. Ve genellikle batılı hakka benzetmekte, çirkin ve güzeli birbirine karıştırmakta­dır. Dolayısıyla bunların şerrinden ve hilesinden Allah'a sı­ğınmak gerekir.


Namazda Eli Kaldırmanın ve Sonra da Ters Çevirmenin Beyanında

Hadis-i Şerifte şöyle yer almıştır: "Namazda ellerini kal­dır ve sonra onu geri çevir." Zahire bakılacak olursa elleri kaldırmak tekbirler sırasındadır. Eli ters çevirmekten mak­sat ise muhtemelen elin içini kıbleye doğru yöneltmektir.

Ni­tekim tekbir söylerken elleri kaldırmanın istihbablanndan birisi de budur ve belki de hadisteki elleri kaldırmaktan maksat kunut esnasında elleri kaldırmaktır ve ellerini ters çevirmekten maksat ise elin içini göklere doğru çevirmektir. Nitekim fakihlerde bunun mustahab olduğunu söylemişler­dir. Ama bu rivayette birinci ihtimal daha da güçlüdür.

Bilki fakihler arasında meşhur olan budur ki, tekbirlerde insanın ellerini kaldırması müstehabtır. Bazıları bir takım emirlerin zahirlerine bakarak bunun farz olduğunu söylemiş­lerdir. Örneğin: "Fasalli li rabbike venhar" ayetinin tefsirin­de menkul» olan bazı rivayetler ayette geçen "nahr" kelime­sinden maksadın tekbir esnasında ellerini kaldırmak olduğu­nu söylemektedir. Ama rivayetlerde yar alan birçok şahidler bunun müstehab olduğuna delalet etmektedir.

Gerçi insanı zahirinden alıkoyan bir takım karinelerden sarf-ı nazar eder­sek bu rivayetlerde elleri kaldırmanın farz olduğu yer almış­tır. Ama bu rivayetlerin arasını bulmak için istihbabma hük­metmek zorundayız. Bir rivayette yer aldığı üzere ise sadece imamın elini kaldırması söylenmiştir ve dolayısıyla da bu­nun sadece imam ve me'mun hakkında olduğu, dolayısıyla münferiden namaz kılandan bu teklifin düştüğü söylenebilir.

Dolayısıyla elleri kaldırmanın herkese farz olduğuyla da hiç bir çelişkisi yoktur. Ama imamın ellerini kaldırması, ona uyanlar içinde kifayet etmektedir. Nitekim imamın kıraati de kendisine uyanlara kifayet etmektedir. Velhasıl namaz­larda ellerini kaldırmak müstehab adablardan biridir. Ve in­sanın mümkün mertebe bunu terk etmemesi gerekir. Hatta alimlerden bazısı bunun farz olduğuna bile hükmetmiştir. O halde dinde ihtiyat insanın onu asla terk etmemesini gerek­tirmektedir.

Elleri Kaldırmanın Sim Beyanında

Velhasıl namazlarda söylenen tekbirlerde insanın elini kaldırması namazın süsüdür. Cebrail'in ve göklerdeki melek­lerin namazı da böyledir. Nitekim İbni Nebate'den nakledi­len bir rivayette Hz. Ali (a) bunu beyan etmiştir.

İmam Rıza (a) bu hususta şöyle buyurmuştur: "Namazda elleri kaldır­manın sırlarından biri, onda sadece Allah'a yönelmek, ihlas ve Allah'a yalvarıp yakarma haleti olduğundandır.

Bu yüz­den Allah-u Teala kendisi zikredildiğinde kulunun sadece kendisine yönelmesini sevmekte, ihlaslı olmasını istemekte­dir. İnsan bu vasıtayla Allah'a yönelsin niyetinin farkında ol­sun ve kalbiyle Allah'a teveccüh etsin.

Bu söylenenler marifet ehlinin söyledikleriyle de muta­bıktır. Ki insan ellerini kaldırınca Allah'tan gayrisini bir ke­nara itmekte, bütünüyle Allah'a yönelerek ihlaslı bir şekilde ona teveccüh etmektedir. Zira aşk ve muhabbet mektebinde Allah'tan gayrisine teveccüh şirktir. İnsan bu teveccüh saye­sinde manevi ve hakiki miracı yani ilallah'a yolculuğu ger­çekleştirir.

Bu yolculuk ve miraç ise Allah'tan gayrisini terk etmedikçe gerçekleşemez. Nitekim namazdan önce söylenen yedi iftitah tekbiri de mülkî ve melekutî yedi hicabı yırtmak içindir.

Bilindiği gibi Allah'ın velileri her bir tekbirle hicablardan birini yırtar ve bu hicab alemlerini aşarlar. Daha sonra baş­ka hicabları keşfeder ve kalplerine başka bir takyidî tecelli hasıl olur.

Yine bu da yollarına engel olamaz ve onları meş­gul edemez. Dolayısıyla başka bir tekbirle onu da ortadan kaldırırlar. Adeta kalplerinin batını şöyle demektedir: "Allah taklidi tecelli ile tecelli etmekten daha büyüktür." Nitekim Hz. İbrahim (a) da o irfanı şühudi ve takyidî tecelli seferinde böyle yaptı.

O halde ilallah saliki olan bir insan birbir söylediği tekbirler sayesinde bütün hicabları yırtar ve son tekbire varır. Onunla da yedinci hicabı yırtar ve Allah'tan gayrisini yok eder.

Ve şöyle der: "Şüphesiz ki ben yüzümü yerleri ve gökleri yaradan Allah'a yönelttim." Nitekim Hz İbrahim (a) da böyle buyurmuştu. Daha sonra babları feth eder ve celal kapısını keşf eder. Daha sonra Allah'a sığınır. Ve Allah-u Te-ala'nın ismiyle içeri girer. Nitekim aşağıdaki rivayet de buna işaret etmiştir.

Hz Ali (a) şöyle buyurmuştur: "Resulullah (selallahu aley­hi ve aleyh) miraç gecesinde yedi hicabı kat etti. Ve her hica­bın yanında bir tekbir söyledi. Sonunda Allah-u Teala onu kerametinin inayetine erdirdi.

Bu hadisin bir benzeri de İmam Musa bin Cafer (a) dan nakledilmiştir. Ama o rivayet­te Resulullah'm hicabı yırttıktan sonra tekbir getirdiğini söy­lemiştir. Ve bu irfani ekole daha da yakın olan bir itibardır. Zira insanın elini kaldırmasıyla hicabları ortadan kalkar ve keramet nurlarından bir nurun zuhuruyla insan tekbir söy­ler.

O nurda nuranî hicablardan takyidi bir nur olduğu için yeniden el kaldırılır ve tardedilir. Sonunda mutlak zatî tecel­li hasıl olur. İnsan kerametin nihayetine vasi olur. Ki bu ev­liyaların amellerinin gayesidir. Bu hadisi de buna hami et­mek mümkündür.

Velhasıl bizler bu manaları idrak etmekten mahrumuz. Nerde kaldıki şuhud veya vusul ile bilelim ! Gel görki bizler kalkmış bu makam ve dereceleri inkar ediyoruz. Evliyaların miracını ve temiz insanların namazını kendimizin namazı gi­bi sanıyoruz. Onların kemalinin kendi kemalimiz gibi oldu­ğunu sanıyoruz.

Anladığımızın nihayeti budur ki, onların na­mazlarının adabı ve kıraatlan iyidir. Şirk riya ve sum'adan uzaktır veya onların ibadetleri cehennem korkusu veya cennet şevki sebebiyle değildir. Halbuki bu onların resmi ve mu-tedavil olan makamlarından biridir. Namazda ve bu ruhani miracda onların öyle bir takım makamları vardır ki, bizim gi­biler tasavvur dahi edemez.


Şeytanın Hilelerinin Birinin Beyanına

Bu makamda söylenmesi gereken nüktelerden biri de şu­dur ki, insanı manevi makamlara ve kemale ulaştırmaktan alıkoyan en büyük engellerden birisi manevi veya gaybi ma­kamlardan birisini inkar etmektir. Ve bu inkar bütün delalet ve cehaletlerin sermayesi ve donukluğun nedenidir. Kema-latlara vusulün burakı olan şevk ruhunu öldürür.

Kemali ve ruhani miracın refrefî olan aşk ateşini söndürür. O halde in­san talepten alıkonur. Bunun aksine eğer insan manevi ma­kamlara ve irfani derecelere halis bir şekilde inanırsa, bizzat bu inanç fıtri aşk ateşini onda uyandırır, kendisine yardımcı olur ve bu iştiyak nurunu kalbinin derinliklerinde alevlendi­rir.

Böylece insan yavaş yavaş taleb etmeye başlar. Müşahe­deye koyulur, sonunda da Allah'ın hidayetine şamil olur. Ve Allah-u Teala'da böyle bir insanın elinden tutar. Hamd Allah (c.c)'a mahsustur.

Misvakın Fazileti Beyanında

Bilki Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve alihi) bu hadis-i şerifte tavsiye ettiği misvak kullanmak şer'i müstahab adab-1 arından birisidir ve belirli bir zamanda misvak etmek daha da müekked bir ameldir. Yani abdest alırken, namaz kılarken, Kur'an kıraat ederken, seher vaktinde,kked bir ameldir.

Hadis-i şeriflerde büyük bir te'kidle misvak edilmesi vurgu­lanmıştır ve misvağın birçok özellik ve hususiyetleri zikredil­miştir. Biz bunlardan teberrüken bazılarını naklediyoruz.

Ebi Abdillah (a) şöyle buyurmuştur: "Misvakta on iki has­let vardır. Resulullah'm sünnetindendir. Ağzı temizler, göz nurunu artırır, Allah'ı razı eder, balgamı kurutur, hafızayı güçlendirir, dişleri beyazlatır, iyilikleri artırır, dişin arkasın­daki kabarıkları giderir, diş minelerini güçlendirir, iştihayı artırır, melekleri hoşnut eder."

Diğer hadislerde de bu manaya yakın beyanlar mevcut­tur. Dolayısıyla insan gaybî batınî cihetlerinin en büyüğü olan Allah'ın rızasının yanısıra kendi sıhhat ve selameti için­de misvak etmeli, nebilerin bu sünnetiyle amel etmelidir.

Bir hadiste Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: "Cebrail (a) bana misvakı o kadar tavsiyede bulunduki ben dişlerimden korkar hale geldim." Hakeza şöyle buyurmuştur: "Eğer ağır gelme­seydi ben ümmetime, abdest alırken ve namaz kılarken diş­lerini misvaklamayı farz kılardım." Resulullah (s), Abdest suyunu ve misvakını başının yanma koyar ve suyunun üstü­nü bir şeyle örterdi.

Uykudan uyanınca misvak eder, abdest alır, dört rekat namaz kılar ve yatardı. Sonra yine uyanır, misvak eder, abdest alır namaz kılar ve yine yatardı." İmam Sadık (a) bu hadisi zikrettikten sonra şöyle buyuruyor: "Siz­ler de Resulullah (sallallahu aleyhi ve alihi)'ye uyun."

Rivayetlerde de yer aldığına göre "iki rekat misvakla kılı­nan namaz, misvaksız kılman yetmiş rekat namazdan daha hayırlıdır." Hatta müstehab olduğu üzere insan abdesten ön­ce misvak etmeyi unutursa sonra yerine getirmelidir ve daha sonra üç kere mezmeze etmelidir. Bu husustaki hadisler oldukça çoktur. İsteyen hadis kitaplarına müracaat etmelidir.

Güzel ve Kötü Ahlakın Temelleri Beyanına

Gerçi biz bu kitapta birçok münasebetler gereği nefsin ah­lakını tafsili bir şekilde beyan etmeye çalıştık. Güzel ahlakla ahlaklanmanın ve kötü ahlaklardan kaçınmanın yollarını be­yan ettik. Ama burada da icmali bir şekilde bazı açıklamalar­da bulunmak istiyoruz. Bilki hûlk insanın nefsinde olan bir halettir ve insanı düşünce ve fikir olmaksızın amele davet et­mektedir. Örneğin cömertlik hûlkuna sahip olan insan bu hûlku onu infaka davet edir.

Ama bu hususta o insan hiç bir mukaddeme öngörmez ve hiçbir tercih fikrinde bulunmaz. Adeta tabii fiillerden biridir. Yani görmek ve duymak gibi. Hakeza iffet hûlkuna sahip olan nefis de adeta tabii fiiller­den biriymiş gibi nefsini hıfz etmeye çalışır.

Ve nefis, bir ta­kım riyazet tefekkür ve tekerrür vasıtasıyla bu makama eriş­medikçe hûlk sahibi olmamış ve nefsin kemali hasıl olma­mıştır. Eğer hûlk kemalattan biriyse hemen yok olmasından korkulur. Ama eğer tabii fiiller haline gelir, kuvve ve haletle­ri boyun eğer Hakkın saltanat ve kahrı zahir olursa, artık ze­vali müşkül olur.

Ahlak alimleri buyurmuşlardırki, bu halet ve nefsin hûl­ku, insanda bazen tabiidir ve fıtrat aslı ve mizacı ile ilgilidir. Bu hem hayır ve saadet ve hem de şer ve şekavet cihetinde böyledir.

Nitekim meşhur olduğu üzere bazıları çocukluk çağlarında hayra, bazıları da şerre meyillidir. Bazıları en kü­çük bir şeyden gazablanır, bazıları dehşete kapılır ve bazıları da ağlayıp sızlanır ve diğer bazıları ise bunların tam tersidir.

Bazende bu nefsani ahlak adetler muaşeret, tefekkür ve te-debbür sonunda elde edilir. Bazen ilk önce tefekkür, düşünce ile hasıl olur ve meleke haline gelir. Elbette bu makamda bir takım ihtilaflar vardır ki, biz konumuz uzayacağından sarf-u nazar ediyoruz. Zira bu bizi asıl maksadımızdan alıkoyar. Sadece bizlere faydalı olan ve bu makamla ilgili bir takım açıklamalarda bulunacağız.

Bilmek gerekirki bir hûlkun fıtri veya tabii olduğunu söy­lüyorsak onun zatı ve değişmez olduğunu söylemiyoruz. Ak­sine bütün melekeler ve nafsanî ahlakları, nefis, bu hareket ve değişiklik aleminde olduğu ve zaman ve teceddüd altında bulunduğu müddetçe değişebilir ve insan bütün ahlakını de­ğiştirebilir.

Nitekim burhan da bunu ispat etmekte, tecrübe­ler peygamberlerin davetleri ve hak şeriatların bizi güzel ah­laka daveti de bunu göstermektedir. Ahlak alimleri nefsin tüm faziletlerini dört türde taplamıştır. Bunlar hikmet, iffet, cesaret ve adalettir. Hikmet nümeyyiz ve natık olan nefsin faziletidir.

Adalet ise bu üç faziletin adil ve itidalinden iba­rettir. Diğer faziletleri ise bu dört fazilete hamletmişlerdir. Bunun tafsili konumuz dışında olduğundan sarf-u nazar edi­yoruz ve zaten bizim gibilere de faydalı değildir. Sadece şunu bilmemiz gerekir ki bi'setin gayesi ve Resulullah (s)'m dave­tinin neticesi güzel ahlakı tamamlamaktır.

Nitekim Resulul­lah (s) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki, ben güzel ahlakı ta­mamlamak için gönderildim." Hadis-i şeriflerde icmali ve taf­sili bir şekilde güzel ahlaka, marifetlerden sonra en büyük önemi vermişlerdir. Ve biz bundan sonra bunlardan bazıları­nı zikredeceğiz.

Elbette bunun önemi bizim yaptığımız beyandan çok daha önemlidir. Şu kadar yeterlidir ki, güzel ahlak o neşetteki hayatın temelidir ve güzel ahlak vasıtasıyla insana verilen cen­net, sıfatlar cennetidir. Dolayısıyla cismani ve ameller cenne-tiyle mukayese dahi edilemez. O cennette bütün nimetler ve büyük cismani lezzetler mevcuttur. Nitekim kötü ameller se­bebiyle insana nasip olan en büyük azaplar da en büyük azaplardan ve elim olan azaplardandır.

İnsan bu alemde olduğu müddetçe kendisini zulmetlerden kurtarabilir ve o nurlara ulaşabilir. Evet edebilir ama bizler-deki bu soğuk ve gevşek haletler olduğu müddetçe, bu bizlere nasip olmaz. Görüldüğü gibi çocukluktan beri elde ettiğimiz kötü ahlak ve uygunsuz tavırları ömrümüzün sonuna kadar sürdürüyoruz.

Hatta günü geçtikçe da artıyor ve şiddetlendi­riyoruz. Adeta nebi ve evliyaların daveti bizimle ilgili değil­dir. Elbette bu ahlak ve amellerle nereye gideceğimiz ve han­gi suretle haşrolacağımız malumdur. Bir an kendimize geldi­ğimizde herşeyi elden verdiğimizi görecek ve büyük bir piş­manlık içerisine gireceğiz.

O zaman da kendimizdan başka hiç kimseyi kınamamalıyız. Nebiler bize saadet yolunu gös­terdiler. Alimler ve filozoflar da onların sözlerini bize tefsir ettiler ve bazı hastalıkların tedavi yollarını gösterdiler. Her dille tercüme ettiler ve her beyanla bizlere ifade ettiler. Ama bir türlü akledemedik; kalp, kulak ve gözlerimizi kapadık.

O halde kendi kendimizi kınamalıyız. Nitekim Resulullah (s) de şerhiyle meşgul olduğumuz hadiste bunu buyurmuştur. Rivayetlerde o kadar güzel ahlakla ahlaklanmak ve kötü ah­laklardan ictinab etmemiz tavsiye edilmiştir ki, buraya nakli mümkün değildir. Ve bizler onların kitaplarına müracaat et­mekten bile gaflet ediyoruz.

Ey Aziz ! Hadis ve rivayetlerle haşr-u neşr olan biriysen hadis kitaplarına özellikle Kafiye müracaat et. Eğer alimlerin ilmi ve içtihatları ile haşr-u naşr isen Teharet-ül A'rak kitabı ile merhum Feyz'in, Meclisin'in ve Neraki'nin ahlak kitaplarına müracaat et. Ve eğer kendini bütün bunlardan müstağni görüyor ve güzel ahlakla ahlaklanıp kötü ahlaklar­dan ictinab etmeyi gerekli görmüyorsan ilk önce hastalıkla­rın anası olan cehaletini tedavi et ve biz bu makamı da bir hadis-i şerif ile sona erdiriyoruz.

Ebi Abdillah (a) şöyle böyu-ruyor: "Allah-u Teala Resulünü güzel ahlak örneği kılmıştır. O halde nefislerinizi imtihan ediniz. Eğer sizde de güzel ah­lak var ise Allah'a hamd ediniz ve onu artırmaya çalışınız." Ve daha sonra İmam şöyle buyurdu: "Güzel ahlak on tanedir.

yakin, kanaat, sabır, şükür, hilim, hulkun güzelliği, cömert­lik, gayret, cesaret ve mürüvvet." Bu hadis birden çok yolla nakledilmiştir. Sadece Meanil Ahbar adlı kitapta ilmin yeri­ne, "rıza" nakledilmiştir. Bu hadis Kafi'de de az bir farklılık­la nakledilmiştir.

İmam Sadık (A) da şöyle buyurmuştur: "Güzel ahlakla ahlaklamn; zira Allah-u Teala güzel ahlakı sever. Ve kötü sa­kının zira Allah-u Teala kötü amellerden bugz eder." İmam Sadık (a) daha sonra şöyle buyurdu: "Güzel ahlaka sarılın zi­ra güzel ahlak, sahibini oruç tutan ve namaz kılanların dere­cesine ulaştırır." Ebi Cafer (a) ise şöyle buyurmuştur: "Resu-lullah (s) şöyle buyuruyur; kiyamet gününde ameller mizanı­na güzel ahlaktan daha faziletli bir şey bırakılmaz." Ve daha sonra şöyle buyurmuştur: "Ümmetimi cennete sokan en fazla şey Allah korkusudur ve güzel ahlaktır."

İmam Sadık (a) ise şöyle buyurmuştur: "Güzellik ve güzel ahlak diyarları abad kılar ve ömürleri uzatır." Hakeza İmam şöyle buyurmuştur: "Allah-u Teala güzel ahlakın sevabını ge­ce gündüz yapılan kendi yolundaki cihadın sevabı kadar kılmıştır."

Bu babda rivayetler oldukça çoktur. Güzel ahlak imanın kemaline, mizanın ağırlığına ve cennete girmeye sebeb olur. Kötü ahlak ise bunun aksine imanı ifsad eder. İnsanı ilahi azaba mübtela kılar. Nitekim hadiste de buna işaret edilmiş­tir.

Ebi Abdillah (a) şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki kötü ahlak, sirkenin balı ifsad ettiği gibi imanı ifsad eder." Başka bir ri­vayette ise şöyle yer almıştır: "Kötü ahlak sirkenin balı ifsad ettiği gibi amelleri ifsad eder." Resulullah (s) den nakledildi­ğine göre: "Allah-u Teala kötü ahlak sahibi olan birinin töv­besini kabul etmez." kendisine bunun sebebi sorulduğunda ise şöyle buyurdu: "Zira kötü ahlak sahibi bir günahtan tövbe etse de, daha kötü bir günaha duçar olur." Bir hadiste ise şöyle buyurmuştur: "Ahlakı kötü olan insan kendisini azaba mübtela kılmıştır."

Malumdur ki, kötü ahlak insanı daima azaba duçar kılar ve ahiret aleminde de bir çok zulmetlere, baskılara ve zorluk­lara sebeb olur. Nitekim bazı hadislerin şerhinde bunu beyan ettik. Evvelinde de sonunda da hamd Allah (c.c)'a mahsus­tur.


İmam Bakır (A) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki dört çe­şit kalp vardır. Bir kalp vardır ki onda ikiyüzlülük ve iman vardır. Bir kalp de vardır ki ters kaidededir. Bir kalpte var­dır ki mühürlü ve zulmanidir. Bir kalpte vardır ki nurani ve

saftır." Ravi "nurani ne demektir?" diye sorunca, İmam (s) şöyle buyurdu: "Nurani olan kalp bir çırağ gibidir; ama mü­hürlü ve zulmani olan kalp münafığın kalbidir. Nurani olan kalp ise müminin kalbidir.

Eğer ona ihsan edilirse şükreder ve eğer bir belaya mübtela olursa sabreder. Ama ters olan kalp müşriğin kalbidir." İmam (s) daha sonra şu ayeti oku­du; "Şu halde yüzükoyun sürünerek yürüyen mi daha çok hi­dayete erer, yoksa dosdoğru yol üzerine dümdüz yürümekte olan mı?" (Mülk 22) Ama içinde iman ve nifak olan kalp, ta-ifte olan bir kavmin kalbidir. Onlardan her birinin nifak üze­re eceli gelecek olursa helak olmuş, iman üzere eceli gelmişse kurtulmuştur." (Usul-i Kafi c/2 s/422 İman ve Küfür Kitabı)

Bu hadisle ilgili birtakım açıklamaları bir mukaddime ve birkaç fasıl zımnında açıklamaya çalışacağız.


Mukaddime:Kalbi Islah Etmeye Teşvik Beyanında

Bilki şeriat, hükema ve ariflerin dilinde kalp için birta­kım itlaklar (manalar) vardır ki bunların hakikatini beyan etmek, bu itlaklann ihtilafını söylemek ve kalbin buruya mü-nasib derecelerini beyan etmek buraya münasib düşmediğin­den açıklamıyoruz. Zaten bizler için o kadar büyük faydasıda yoktur. O halde en iyisi hadisi şerifte geçen miktarıyla şer-hetmeye çalışmamızdır. Bizler için lazım ve gerekli olan şey­leri zikredeceğiz.

Bilmek gerekir ki kalbi ıslah için çalışmak, kalbin haki­katini teftiş etmekten daha gereklidir. Zira kalbin salah ve fesadı, insanın saadet ve şekavetinin sermayesidir. Hatta birçok defasında insan bu ıstılahat ve terimlere yöneldiğin-

kalbin çeşitleri

den ve kelimeleri derketmeye çalıştığından kalp bütünüyle kendisinden gafil olur ve bunu İslahtan geri kalır. Kalbin ha­kikat ve mahiyetini şerh makamında arif ve filozofların İstı­lahlarını bilmekte büyük bir üstad olur, ama kendi kalbi (Al­lah korusun) ters veya mühürlü bir kalp haline gelir. Zararlı devaları ve faydalı davaları bilen ama zararlı olan devalar­dan içtinap etmeyen ve faydalı olan devaları da kullanmayan bir kimseye benzer. Şüphesiz ki böyle bir insan, devalar hu­susundaki büyük ilmine rağmen helak olur ve bu ilim onun kurtuluşuna sebep olmaz.

Biz önceden ilimlerin mutlak şekilde ameli olduğunu zik­retmiştik. Hatta maarif ilimler bile bir çeşit ameli sayılmak­tadır. Şimdi de diyoruz ki kalbin ahvalini, sıhhat, hastalık, salah ve keyfiyetini bilmek sadece amele bir mukaddime olan ilimlerdendir. Dolayasıyla kalbi İslah ve tedavi etmenin bir yoludur.

Bunları idrak etmek ve anlamak insani kemalat-tan sayılmamaktadır. O halde insanın büyük ilgisi ve maksa­dı kalbini ıslah ve ikmal etmek olmalıdır ki böylece ruhani saadete ve ali derecelere nail olsun. Eğer ilimler ve hakikat­ler ehli ise âfak ve enfüste gerçekleştirdiği seyrin gölgesinde en büyük maksadı nefsani haletleri elde etmek olmalıdır.

Eğer bu haletler helak edici durumdaysa onu İslaha yönel­meli, kurtarıcı konumda ise de onu tekmil etmeye çalışmalı­dır. Bilki bu açıklamadan amacımız; ahlak ilminin ve nefsin kurtancılarıyla helak edicilerini bilmenin gerekli olmadığı anlamına değildir. Aksine biz bunların amel için mukaddime olduğunu söylüyoruz. Yoksa kendi başına bağımsız bir ilim değildirler. Dolayısıyla ömründe bu İstılahları bir araya ge­tirmekle meşgul olan insan gerçek amacından geri kalır.

Kalblerin Taksiminin Nelerle ilgili Olduğu Beyanında

Bilki bu hadisi şerifte kalp için yapılan kısımlandırmalar tümel ve icmalidir. Kalplerden herbirinin birtakım mertebe ve dereceleri vardır. Hem şirk ve nifak, hem de iman ve ke­mal yönünde bir takım mertebelere sahiptir. Zahiren bu tak­sim keşften ve manevi hareketten sonradır; nefis ve fıtratın aslı hasebiyle değil. Dolayısıyla fitratla ilgili rivayetlerle de çelişmemektedir. Gerçi fıtrat aslı hasebiyle de olsa bir açıdan bu beyan da sahihtir ve aradaki çelişki giderilebilir.

Ama burhan ve icmaya en yakın olan birinci ihtimaldir. Biz daha önceden insanın cevheri, suri ve arazi değişikliklerin mebdei olan dünyada olduğu müddetçe noksanlık, şekevat, şirk ve nifak mertebelerinin hepsinden kurtulabileceğini, ruhani sa­adet ve kemal mertebelerine ulaşabileceğini söylemiştik.

Bu mana şu meşhur hadisle hiç bir aykırılık içermemektedir: "Şaki annesinin karnında şakidir." Bu hadisin manası saa­det ve şekavetin zati olduğu ve dolayısıyla herhangi bir mü­dahalede bulunulmayacağını anlamında değildir. Aksine bu hadis burhanla da muvafıktır. Yerinde de şekavetin noksan­lık ve yoklukla; saadetin vucud ve kemal ile ilgili olduğunu zikretmiştik, vucud adlı güzel ağaçta olan herşey Allah-u Te-ala'mn mukaddes zatındandır.

Elbette neden ve sonuç tertibi dahilinde ki bu da Şeyh Tusi'nin yoludur. Veya zahiriyyet ve mazhariyyet ile vahdet ve kesret yolu olan Molla Sadra'nın yoluyladır. Noksanlık ve yokluk ile ilgili olan şeyler ise habis mahiyyet ağacındandır. Bunun için hiçbir müdahalede bulu­nulamaz zira karar ve müdahalenin altında olan birşeydir.

Denilebilir ki şekavetin anne karnında ortaya çıktığını beyan eden hadisten maksat zahiri anlamı değildir. Anne karnın­dan maksat mutlak tabiat alemidir. Tabiat mutlak bir anne ve tabiat, çocuğunun terbiye edicisidir.

Bu sebeple anna kar­nı tabirinden maksat örfi anlam içermemektedir. Saadet, ke­mal ve fiillerden olduğundan heyula-i nefis için hasıl olamaz; hasıl olsa bilkuvve hasıldır. Zahir şudur, anne anne karnın­da bilfiil saiddir. O halde zahirden farklı bir said manaya hamletmek gerekir. Bu zikredilenler burhanla da mutabık bir durumdur. Bu hususta derine inmek ve tafsilatlı bir şe­kilde beyan etmek vazifemizin dışında kaldığından sarf-ı na­zar ediyoruz. Bazen kalem de isyan ederek maksadın dışına çıkmaktadır.

Kalpleri Dörde Ayırmanın Sebebi Beyanında

Bazıları kalbi dörde ayırmanın sebebi hususunda şöyle demişlerdir: "Kalp ya imanla muttasıftır; ya değildir. İman ile muttasıf olunca ya bütün peygamberlerin getirdiği tüm şeylere iman etmekte ya da bazılarına iman etmekte. Birinci­si müminin kalbi, ikincisi ise iman ve nifağın bulunduğu bir kalptir. İkinci kalp ya zahirde de iman izharında bulunmak­ta veya bulunmamakta. Birincisi münafığın kalbidir; ikincisi ise müşriğin kalbidir."

Bu açıklama hadisi şerife uygun düşmemektedir. Yani kalbin .bazen peygamberlerin getirdiği tüm şeylere iman et­mesi, bazen de nifak etmesi doğru değildir.

Eğer çaresiz kalırsak şöyle dememiz daha uygun olur: "Kalp Nebi'nin getirdiği tüm şeylere iman ile muttasıftır ve­ya değildir. Değilse ya iman izharında bulunmakta veya bulunmamaktadır.

Birinci ihtimal üzere ya içinde iman müsta-kardır veya bazen iman etmektedir ve bazen de dönmektedir. Bu haletinde de iman izharında bulunmamaktadır. Hadisin sonundan da anlaşılmaktadır ki, imandan küfür ve nifağa mükerrer bir şekilde dönen kimsenin tevbesi de kabul olma­maktadır.

Kafi"de yer alan başka bir hadiste Hz. İmam Bakır (a) kalbi üçe ayırmıştır: "Ters olan kalp ki, onda hiç bir hayır yoktur ve bu kafirin kalbidir. Siyah noktanın bulunduğu kalp ki, biri galip gelinceye kadar hayırla şerrin savaştığı kalptir. Meftuh ve açık olan kalp ki, onda da apaydın çırağ­lar vardır ve kıyamete kadar nuru asla sönmez.

Bu ise mü­minin kalbidir." Bunun önceki hadisle hiç bir çelişkisi yok­tur. Zirabu hadisteki birinci kısım o hadisteki iki kısma şa­mildir. Yani müşrik ve münafığın kalbine.

Zira bu üç taifenin kalbi menkus yani ters kalptir. Yani menkusiyyetin (tersli­ğin) müşrik ve kafirlerin zahiri sıfatlarından olmasıyla da hiçbir çelişkisi yoktur.Kalbin mühürlü olması ise münafığın kalbinin zahiri sıfatlarmdandır. Bu sebeble o hadisi şerifte herbirini onlardan birine mahsus kılmıştır.

Kalplerin Durumları Beyanında

Biz önce müminin kalbini ele alacağız ki diğer kalplerle mukayesesi sayesinde diğer kalplerde malum olsun. Bilmek gerekir ki, hak marifetleri ve yüce ilimlerde açıklığa kavuş­turulmuştur ki, vücudun hakikati nur hakikatinin aslıdır.

Bu ikisi basit ve vahid bir hakikati beyan etmektedir. Muh­telif ve mutekessir (kesret) cihetlerine rucu etmemektedir.

kalbin çeşitleri

Hakeza malum olmuştur ki kemal ve tamam cinsinden olan herşey vucudla ilgilidir. Bu değerli ilkelerden birisidir ki bu­na nail olan herkes marifet bablarını fetheder. Bizim zayıf nefislerimiz ve o zatın hakikatlerini derkinden gerçekten de aciz ve mahrumdur. Gaybi bir el uzanıp ezeli tevfik, nasip olursa durum bunun aksinedir.

Hakeza Allah'a iman ve ilim mutlak kemaller cinsindendir. Kemallerden olduğu için de vücudun aslıdır. Yani zuhur ve nur hakikatinin aslıdır. İman ve mutaallakatı dışında kalanlar ise insanî nefis kemalleri cinsinden dışarıdır. Dolayısıyla yokluk ve mahiyetler zulme­tine mülhaktır.


Mü'minin Kalbinin Nuranı Olduğu Beyanında

O halde malum oldu ki müminin kalbi nuranidir. Kafi'de yer alan bir hadiste imam Sadık (as) şöyle buyurmaktadır: "Bazı insanlar görürsün ki tam bir fesahate sahip olduğun­dan hiçbir "lam" veya "vav"da hata etmemektedirler, ama ba­zen dilleriyle kalbinde olanları ifade edemezler. Halbuki on­ların kalbi de bir çırağ gibi nuranidir.

Mü'minin kalbi doğru yolda ve manevi ciheti insanlığın düz yolundadır. Zira ilkön­ce Allah-u Teala'mn cemal ve celal eliyle kırk gün yoğurduğu ilahi fıtrat aslından dışarı çıkmamıştır.

Mutlak kemale ve tam cemale teveccüh noktası olan tevhid fıtratında yürümek­tedir. Bu manevi ve ruhanî hareketle yoğrulmuş fıtrat merte­besinden mutlak kemalin gayesine kadar hiçbir eğrilik ol­maksızın gerçekleşmektedir. Bu yol ruhani bir istikamet ve batini düz caddedir. Fakat diğer kalpler fıtratın dışında kal­makta ve doğru yoldan sapmaktadır.

Râsulullah (sav)'den nakledildiği üzere hazret yere düz bir yol çizdi ve etrafına da birtakım eğri yollar çizdi, ve şöyle dedi: "Bu düz çizgi benim yolumdur."

Mü'min insan, insan-ı kamile (peygamber) uyan insandır. Kamil insan bütün isim ve sıfatların mazharı olduğundan ve Allah-u Teala'nm ismi camisi ile terbiye edildiğinden onda da isimlerden hiç birinin diğerine galibiyet ve tasarrufu söz-konusu değildir. İnsan-ı Kamil ise bütün alemin mürebbisi-dir.

Mazhariyyetinde hiçbir ismin diğer bir isme üstünlüğü yoktur. Vasatiyyet ve berzahiyyet-i Kübra makamına sahip­tir. Seyr-ü süluku, ism-i caminin ortadaki doğru yolu üzere­dir. Diğer varlıklardan her birisi (muhit ve gayri muhit) isimlerden birinin tasarrufu altındadır. O ismin mazharı ko­numundadır.

Başlangıç ve dönüşleri de o ismedir. Bunun karşısındaki ismi ise onun batınında olup herhangi bir tasar­rufa sahip değildir. Sadece isimlerin ahadiyet-i cem veçhiyle bir tasarrufu vardır ki bunun da beyanı bu makamla uygun olmadığından geçiyoruz.

O halde Hak Teala ism-i cami ve insanın Rabbi makamın­da sırat-ı müstakim üzeredir. Nitekim şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz ki Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir." Yani vasa­tiyyet ve camiiyyet makamında hiç bir sıfatın bir sıfata üs­tünlüğü veya bir isim olmaksızın diğer ismin zuhuru sözko-nusu değildir.

Dolayısıyla Allah'ın terbiye ettiği varlık da bu sırat-ı müstakim üzeredir ve de hiç bir makamının diğer ma­kama üstünlüğü yoktur. Nitekim suudi gerçek miraçta ve kurb makamına vusulün nihayetinde insan ubudiyet izharın­da bulunduktan ve bütün makamlardan kusurunu itiraf edip

"iyyakena'budu ve iyyakenesta'in" dedikten sonra şöyle arze-der. "İhdinessıratel müstakim" ve bu sıra,t kamil insanın Rabbinin sıratıdır. Ama Rabbi zahiriyet ve rububiyet veçhiy­le merbub ise mazhariyet ve rububiyet vechiyledir. Diğer varlıklar ve ilallah saliklerinin hiç birisi sırat-ı müstakim üzere değildir.

Hepsinde lütuf veya cemale yada kahir ve ce­lale bir eğilimi vardır. Müminler de insan-ı kamil'e tabi oldu­ğundan seyr-ü sülukunda onu takib eder, onun hidayet nu­ruyla seyrini sona erdirirler. O insan-ı kamile teslim olurlar. Kendiliğinden bir adım olsun yürümez, ilallaha olan manevi sulukta akıllarına asla itibar etmezler.

Dolayısıyla onların yolu da müstakimdir. İnsan-ı kamil ile haşrolur ve insan-ı kamilin vusulünün bereketiyle vusula ererler. Elbette bu şartla ki onların kalpleri şeytan ve enaniyyet tasarrufundan korumak ve bu seyr-u sulukta bütünüyle insan-ı kamil ve hatemiyyet makamına teslim olmalıdır.

Şeytanın Bazı Hileleri Beyanında

Habis şeytanın tasarrufundan birisi insanın kalbinin yö­nünü müstakim yoldan çevirmesi ve başkalarına yöneltmesi-dir. Vesvese eden şeytan insanı birtakım oyunlarla bazı şey­lere yöneltir.

İnsan bu kalble o şeyhlere yönelir. Bu büyük günahın özrü hatta bundan da öte bu irfanı şirkin özrünü ise şöyle açıklar: "Kalp eğer sadece birine yönelirse daha çabuk ilgileri ve beşeri alakaları selbedebilir." Şeytan bazı ehli ol­mayan kimselere büyük şeyhi gösterir. Dolayısıyla da insanı yoldan alıkoyan bir şeytana yöneltir.

Bu açık şirkin özrü ola­rak şöyleder: "Bu şeyh insan-ı kamildir. Ve insan, insan-ı ka­mil vasıtasıyla sadece şeyhin ahadi aynasında zuhuru olan

mutlak gayb makamına erebilirsin." Böylece ömrünün sonu­na kadar şeyhin ters bir yüzü veya herhangi bir sevdiğinin yüzüne bağlı kalarak cin ve şeytanlar alemine mülhak olur. Böylece ne o hayvani ilgisi ortadan kalkar ve ne de bu körü körüne bu yoldan maksadına ulaşabilir.

Müminin seyri müstakim, kalbi ve tüm teveccühü Allah'a ve doğru yoladır. O yolda da doğru yol üzeredir. Sureti, sireti, batını, zahiri şekli ve heyeti insanı bir şekildedir. Bu muka­yese sayesinde müşriğin kalbini de anlamak mümkündür.

Zi­ra müşriğin kalbi ilahi fıtrattan dışarı çıkmış, kemalin mer­kez noktasından sağa, sola sapmış, cemal ve nur yığınından ayrılmıştır.Mutlak hadi ve kamil velinin yolundan sapmıştır.

Dolayısıyla dünyaya ve bencilliğine mağlub düşmüştür. Bu sebeple diğer alemde de insanın doğru suret ve siretiyle haş-rolmaz. Belki alaşağı edilmiş bir hayvan suretiyle haşrolur. Zira o alemde suret ve siretler kalplere tabidir.

Zahir batının gölgesi ve kabuk için gölgesidir. O alemin maddeleri bu neş'ette olduğu gibi batını melekuti şekilleri kabulden ictinab etmemektedir ve bu kendi yerinde burhan­la isbat edilmiştir.

O halde hak ve hakikatten yüzçevirmiş, insanlık fıtratından uzaklaşmış ve dünyaya yönelmiş olan kalplerin gölgesi de kendileri gibi istikametten ayrılmış ters yüzolmuş ve esfel-i safilin olan dünya ve tabiata gömülmüş­tür. O alemde bazıları yüzüstü gider ve ayaklan havada olur. Bazıları karınlan üzere bazılan ayakları ve elleri üzere hay­vanlar gibi yürür.

Nitekim bu dünyada da onlar böyle yürür­ler. "Şu halde yüzükoyun sürünerek yürüyen mi daha çok hidayete erer, yoksa dosdoğru yol üzerinde dümdüz yürü­mekte olan mı?"

Bu mecaz alemindeki mecazın, hakikat, zuhur ve ruhaniyetin ortaya çıkışı aleminde hakikate ulaşması da mümkün­dür. Nitekim "İhdinassıratal müstakim" ayetinin tefsirinde-yer alan bazı hadislerde Hz. Ali ve diğer masum imamların sırat-ı müstakim olduğu beyan edilmiştir. Örneğin: Allah-u Teala bu ayette bir örnek vermiştir.

Bu örnek Emirel Mümi­ninin velayetinden yüzçeviren kimsenin örneğidir. Onlar adeta yüzleri üstünde yol yürümekte ve hidayete ulaşma­maktadırlar. Hz. Ali'nin yoluna uyan kimseler ise doğru yola koyulmuşlardır. Sırat-ı müstakim Emirel Müminin (as)'dır.

Başka bir hadisde de yer aldığı üzere sırat-ı müstakim Hz. Ali (as) ve diğer imamlardır.

Kafide yer alan bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: Fü­zeyi şöyle diyor: İmam Bakır (as) ile Mescidul-Haram'a gir­dik. O hazret bana dayanmıştı. Daha sonra imam halka doğ­ru baktı ve o esnada biz, Ben-i Şeybe kapısında bulunuyor­duk. İmam şöyle buyurdu: "Ey Füzeyi! Cahiliye döneminde böyle tavaf ediyorlardı.

Hiç bir hakkı tanımıyor ve hiç bir di­ne sahip değillerdi. Ey Füzeyi onlara bak. Adeta ters yüz ol­muş yüzükoyun yere düşmüşler. Bu tersyüz olmuş kimselere Allah lanet etsin. Daha sonra da mezkur ayeti okuyarak sı­rat-ı müstakimin, Hz. Ali ve vasileri olduğunu buyurdu.

Biz daha önce kamil insanın manevi hareket ve seyrinin sırat-ı müstakim üzere olduğunu söylemiştik. Kamil insanın sırat-ı müstakim olduğu şu andaki amacımızın dışında kaldı­ğından açıklamıyoruz.

Münafığın kalbi ve münafığın kalbinin mü'minin kalbiyle olan farklılığı beyanında:

Geçen faslın beyanatından mümin ve müşriğin hatta kafi­rin kalbi de açıklandı. Münafığın kalbi de mukayese ile orta­ya çıktı. Zira müminin kalbi saf ve asıl yolundan çıkmamış ve dolayısıyla da her türlü imanî hakikatler ve hak öğretiler kendisine ilka edilecek olursa hemen kabul etmektedir.

Kalplerin fıtrat makamıyla hakikatler ve öğretileri arasın­da;; yiyen ile yiyecekler arasındaki gibi bir ilişki vardır. Bu cihetten Kafi'de yer alan başka bir hadiste, müminin kalbine "meftuh" yani açıktır denilmiştir. Ve bu feth daha önce zik­rettiğimiz üç fütuhattan birine işaret olabilir. Ama bu mana ile de ilişkisi vardır.

Münafığın kalbi cahiliye taassubları, kı­nanmış ahlak, nefis ve makam sevgisi kabinden bir çok insan fıtratına aykırı zulmetler ve bulanıklıklar içindedir. Bu ci­hetten de mühürlü ve kapatılmış haldedir. Hak sözü asla ka­bul etmez, bütünüyle kararıp bozulan bir kağıda benzemekte ve artık hiçbir şekil ve resmi kabul etmemektedir. Dolayısıy­la din izharında bulunması da şeytanlığı ve dünyevi işlerinin ilerlemesi içindir.

Müşrik ve münafığın kalbi, mühürlü ve ters kalplerdir. Nitekim bu dalıa önce de beyan edildi. Müşriğin kalbi ibadet ve huzuda gerçek mabuddan başkasına yönelmiş ve mutlak kemalden gayrisine teveccüh etmiştir. O halde kalbinin iki hususiyyeti vardır. Evvela kalbi sadıkane bir huzur ve teva­zu içindedir. Ama bu huzusu yaratıklara yöneliktir. Dolayı­sıyla da kalbinde birtakım bulanıklık ve noksanlıklar vardır. Böylece kalbi adeta ters çevrilmiştir.

Bu onların zahiri sıfat­larıdır. Ama münafık bazen gerçek hasebiyle müşriktir. Bu yüzden kalbinin tersliği hasebiyle müşriklerle de ortaktır. Bazen de kafir sayılır, hiçbir diyanete sahip değildir. Gerçi onun kalbi de terstir, ama bunun daha zahir olan bir özelliği de vardır.

O özelliği de şudur ki zahiren hakkı dinlemekte ve hak cemiyetine dahil olmakta dolayısıyla müminin kulağına gelen bütün hakikatler onun kulağına da gelmektedir, ama müminin kalbinin batmî sefası açıktır ve onu kabul etmekte­dir. Münafık ise kalbindeki bulanıklık ve zulmet sebebiyle mühürlenmiştir ve onu kabul etmemektedir.

Hadiste müminin ihsanlara şükrettiği ve belalara ise sab­rettiği beyan edilmiştir. Bu iki sıfat, müminin diğer sıfatla­rından daha üstündür. Bu güzel sıfatların en güzeli konu­mundadır.

Bunlardan birçok güzel sıfatlarda ortaya çıkar ve biz bunun bazı örneklerini daha önceden zikrettik. Hakeza celal ve cemal, kahır ve lütuf sıfatlarını da beyan etmiştir ki, ihsan ve ibtila ile tecelli etmiştir. Gerçi ibtila da lütuf sıfatın-dandır, ama zahiren kahır olarak göründüğünden ondan sa­yılmıştır. Nitekim hakkın esma ve sıfatı hususunda bu konu zikredilmiştir.

Haktan Gafletin Kalbin Tersliğinden Olduğu Beyanında

Geçen beyanattan anlaşıldığı üzere eğer nefis bütünüyle dünyaya yönelir onu imar etmeye kalkışır ve haktan gaflet ederse mebde ve meada inansa dahi kalbi terstir.

Kalbin tersliğindeki mizan haktan gaflet ve dünyaya teveccühtür. Bu inanç ya iman değildir. (Nitekim daha önceden bazı ha­dislerin şerhinde zikredildi) veya nakıs bir imandır ki kalbin tersliği ile aykırılığı yoktur.

Hatta gaybe ve kıyamete inandı­ğını söyleyen bir kimse bundan korkmaz ve imanını ameli kılmazsa onu münafıklar zümresinden saymak gerekir, müminden değil. Belki de hadiste buyurulan Taif ehli gibi bazen mümin ve bazen münafık da olabilirler. Dolayısıyla da beden mülklerinde hiçbir hükümeti olmayan bu kupkuru iman da ortadan kalkabilir.

Bu sebeple böyle bir insan tam bir nifak üzere dünyadan göçebilir ve münafıklar zümresinde haşro-lur. Bizim zayıf nefislerimiz bu meseleye oldukça önem ver­meli ve bütün zahir ve batınımıza imanın eserlerini işlemeye çalışmalıdır. Kalben imanlı olduğunu iddia ettikleri gibi za­hirlerini de imanın hükümlerine teslim etmelidir ki etkili, iman kalbinde kökleşsin ve sabit hale gelsin.

Böylece hiçbir şey onların imanına etkili olamaz. İlahi fıt­rat layoğrulan bu melekutî tahir kalbi ve ilahi emaneti şey­tanın tasarruf ve hiyanet eli olmaksızın zat-ı mukaddese geri verebilsin. Evvelde de sonrada da hamd Allah'adır.


Otuzbirinci Hadis ALLAH, RASULÜ VE İMAMLARIN HAKİKATİ BİLİNEMEZ

Zürare şöyle diyor: "Hazret-i İmam Bakır (as)'dan şöyle dediğini işittim: "Şüphesiz ki Allah-u Teala vasfedilemez. Nasıl vasfedilsin ki? hindisi kitabında şöyle buyurdu: "Al­lah'ı hakkıyla takdir ve tazim edemediler."

Yani Allah-u Teala azamet veya herhangi bir vasıfla tav­sif edilemez. Zira Allah vasfedilen bütün sıfatlardan daha büyüktür. Hakeza peygamber (s) de tavsif edilemez. Nasıl tavsif edilsin ki? Allah-u Teala onu yedi hicabla hicaplandır-mıştır. Resulullah'a itaati, kendisinin göklerde itaati gibi ka­rar kılmıştır.

Bu sebepten Resulullah'ın size emrettiği herşe-yi alın ve nehyettiği herşeyden sakının. "Elçi size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırıyorsa, artık ondan sakı­nın ve Allah'tan sakınıp korkun." (Haşr/7) "Ona itaat eden bana itaat etmiştir. Ona isyan eden şüphesiz bana isyan et­miştir. " Allah-u Teala işleri ona tefviz etmiştir.

Hakeza biz­de tavsif edilemeyiz, nasıl tavsif edilelim ki? Biz öyle insanla­rız ki Allah-u Teala hertürlü pisliği, yani şekkî bizden gider­miştir. Hakeza mümin de vasfedilemez.

Mümin kardeşiyle karşılaştığında onunla musafaha ederse Allah-u Teala sürek­li onlara nazar eder, yüzlerinden günahları, ağaçlardan dö­külen yapraklar gibi dökülür. (Usul-i Kafi c/2 s/182 İman ve Küfür Kitabı Musafaha Babı 16. Hadis)Hadisle ilgili bir takım açıklamaları birkaç fasıl zımnında açıklamaya çalışacağız.

ALLAH RASULÜ VE İMAMLARIN HAKİKATİ BİLİNEMEZ

Allah-u Teala'nm Tavsif Edilemediğinin Manası Beyanında

Bilki hadiste Allah-u Teala'nm tavsif edilemezliğinin ne­deni bazı cehalet, cedel, kelam vb. grupların Allah-u Teala için reva gördükleri bir takım tavsiflerdir.

Nitekim bazı riva­yetlerde de yeraldığı üzere bunların tavsifleri birtakım sınır­landırma, teşbih ve hatta ta'til (Allah-u Teala'nm tanmama-yacağı) gibi şeyleri gerektirmektedir. Nitekim ayette de şöyle yeralmaktadır: "Allah'ı kadrinin hakkını vererek takdir ede­mediler." (Enam/91)

Hakeza Kafide yeralan bir takım hadisler de Allah-uTea-la'yı tavsif etmekten bizleri sakındırmıştır. Örneğin Abdur-rahim şöyle diyor; "Abdul Melik b. Ayan vasıtasıyla İmam Sadık (a)'a şöyle bir mektup yazdım: "Şüphesiz Irak'ta bir grup Allah-u Teala yi suret ve tahtit (yani damar-i şekil veya heyet) ile tavsif etmektedir.

O halde sana feda olayım, eğer salah görüyorsanız bizlere tevhid hususunda sahih görüşü­nüzü beyan edin." İmam (a) bizlere şöyle yazdı: "Allah-u Te­ala sana rahmet etsin, tevhid hakkında sormuşsun. Irak'taki o grubun inandığı şeylerden hiçbir benzeri olmayan Allah-u Teala münezzehtir. Allah-u Teala duyan ve görendir.

Allah-u Teala vasfedenlerin vasfından münezzehdir. Allah-u Tea-la'yı yarattıklarına teşbih edenler Allah'a büyük bir iftira at­maktadırlar. Allah sana rahmet etsin. Bilki tevhid hakkın­daki sahih görüş Kuran-ı Kerim'in nazil buyurduğu Allah'ın sıfatlarıdır. O halde Allah-u Teala'dan butlan ve teşbihi nef­yet. Ne Allah'ın sıfatlarını nefyet; ki butlandır ve ne de onu yaratıklarına benzet; ki bu bir teşbihtir. Allah-u Teala sabit

ve mevcuttur. Vasfedenlerin tavsifinden münezzehtir. O hal­de Kur'an dan öne geçmeyiniz. Aksi taktirde ilahi talim ve beyandan sonra delalet ve sapıklığa düşersiniz. (Usul-ı Kafi c/l s/100 Tevhid Kitabı)

Hadis hususunda dikkatli bir şekilde düşünülecek olursa anlaşılacaktır ki; Allah-u Teala'nın tavsif edilememesinden maksat sıfatlarında tefekkür etmemek ve mutlak bir şekilde Allah-u Teala'yı tavsif etmemek değildir. Nitekim bazı büyük muhaddisler de bunu beyan etmişlerdir.

Zira bu hadislerde aynı zamanda hem ta'til ve hem de teşbih nefyedilmiştir. Ni­tekim bazı rivayetlerde de bu yer almıştır ve bunlar Allah'ın sıfatlarında tefekkür ve kamil bir ilim olmadığı taktirde ger­çekleşemez.

O halde maksat Allah-u Teala'yı kendisine ya­kışmayan sıfatlarla tavsif etmemektir. Örneğin kulların sı­fatlarından olan ve aynı zamanda mekan ve noksanlıkla içice olan suret ve tahtit gibi sıfatlarla Allah-u Teala'yı sıfatlan­dırmamak gerekir.

Allah-u Teala'yı kendisine layık sıfatlarla tavsif etmeye gelince; bunun yüce ilimlerde bürhani sahih bir mizanı var­dır. Bu husus Allah'ın kitabında, Resulullah'ın sünnetinde ve Ehl-i Beytin rivayetlerinin bir çoğunda yer almıştır.

Nitekim imamın kendisi de icmali bir şekilde bu burhanı sahih konu­ya işaret etmiştir. Bu hususta bir takım açıklamalarda bu­lunmak maksadımızın dışında olduğundan sarf-ı nazar edi­yoruz.

İmam Sadık (A) Allah-u Teala'yı tevsif hususunda Kur'an'dan dışarı çıkılmamasını emretmektedir. Bu, sıfatlar­da herhangi bir mizanın olmadığını söyleyenlere bir emirdir.

Yoksa Allah-u Teala'nın Kur'an'da yer alan bazı sıfatlarla tavsif edilemeyeceği manasına değildir. Nitekim İmamın kendisi de Kur'an'dan öne geçilmemesini söylemesine rağ­men, Allah-u Teala'yı kur'an'da olmayan iki sıfatla vasıflan-dırmıştır. Bu sıfatlardan birisi "sabit", diğeri ise "mevcut'tur.
6
Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2


ALLAH RASULU VE İMAMLARIN HAKİKATİ BİLİNEMEZ

Evham dolu nakıs aklıyla marifet yolundan ve ilahi gaybî teyidden mahrum bir halde Allah-u Teala'yı herhangi bir sı­fatla tavsif eden kimse, şüphesiz ya ta'til delaletine düşecek; ki bu butlandır.

Ya da teşbih delaletine düşecek; ki bu da fe­lakettir. O halde bizim gibi özleri cehaletin kalın perdeleri, bencillik, adetler ve uygunsuz ahlakla örtülü kimselerin gayb alemine el uzatmaması ve kendi nezdinde birtakım ilahlar yontmaması gerekir. Zira kendi hayalleriyle teveh-hüm ettikleri herşey, kendi nefislerinin yaratığı olacaktır.

Şu nükteyi de beyan etmeliyiz ki, bizim gibi şahısların gayb ale­mine uzanmamalarını söylemekten maksadımız, onların ce­halet ve bencillik içinde kalmasını tavsiye değildir. Veya ne-uzubillah insanları Allah'ın isimleri hususunda ilhada davet etmek manasında da değildir. "Onun isimlerinde aykırılığa ve inkara sapanları bırakın." (Araf/180)

Biz insanları evliyaullah'ın göz ve çırağı ve diyanetin esa­sı olan marifetlerden alıkoymuyoruz. Aksine bizim bu dediği­miz kalın hicapları ortadan kaldırmaya davettir.

Biz demek istiyoruz ki insan, kendisine, dünya malına, mal ve makam sevgisine esir durumdadır. Bu kitabın yazarı gibi, cehalet, dalalet, bencillik ve egoistlik perdeleriyle örtülüdür. Ki bü­tün bunların hepsi, zulmani hicaplardır. İnsanı hak marifet­lerden, muradına ulaştırmaktan ve asıl maksuduna ermek­ten mahrum kılar.

Dolayısıyla Allah-u Teala ve kamil velileri elimizden tutmazsa, işimizin nereye varacağı, hareket ve seyrimizin gayesinin ne olacağı belli değildir. Allah'ım sadece sana şikayette bulunuyoruz ve sadece yardım edici sensin.

Allah'ım biz cehalet diyarının şaşkınlarıyız. Delalet bataklı­ğına gömülmüş şaşkınlarız. Kendimize ve bencilliğimize yö­nelmişiz, mülk ve tabiat aleminin zulmethanesine gelmişiz.

Burada olduğumuz müddetçe de basiret gözümüzü açama­dık. Senin güzel cemalini akıl aynamızda görmedik. Nuru­nun zuhurunu göklerde ve yerlerde en güzel şekliyle müşa­hede etmedik. Hayatımız boyunca kör bir göz ve örtülü bir kalple yaşadık.

Bir ömür, nefis gafleti ve cehalet içinde yaşa­dık. Eğer senin sonsuz lütfün ve nihayeti olmayan rahmetin bizlere yardımcı olmazsa, kalbimizde bir aşk ateşi tutuştur-mazsa ve ruhiyetimizde bir cezbe hasıl olmazsa hayret içinde ebedi olarak kalacağız ve hiçbir yere ulaşamayacağız. Ama biz sana bu kötü zanda bulunmuyoruz.

Zira senin nimetlerin, istenilmeden verilen nimetlerdir ve rahmetin sabıkasız rah­metlerdir. İlahi! bizlere lutfeyle, ellerimizden tut. Bizleri ce­mal ve celal nurlarına hidayet et. Kalbimizi isim ve sıfatların nuruyla nurlandır.


Sıfat ve İsimlerinin Hakikatinin Bilinemeyeceği Beyanında

Hakkın sıfatlarının hakikatini derketmek, onları ihata et­mek ve keyfiyetini bilmek burhanın ulaşamadığı ve ariflerin emellerinin varamadığı bir şeydir. Resmi hikmet alimlerinin burhani ve tefekkür nazarıyla söyledikleri ile irfan alimleri­nin beyan ettiği sıfat ve isimler bahsi, kendi meslekleri itiba­riyle sahih ve de bürhanidir.

Ama bizzat ilmin kendisi kalın bir hicabtır. Kamil bir takva, şiddetli bir riyazet, tam bir te­veccüh ve Allah-u Teala ile sadıkane bir münacaat sayesinde sübhaiıi tevfikatlarla bu hicap yırtılmadığı müddetçe celal ve cemalin nurları salikin kalbine doğmaz ve ilallah muhaciri­nin kalbi, gaybi müşahedeler ile esmaî ve sıfati tecellileri açık bir şekilde göremez.

Nerede kaldı ki zati tecellilere nail olsun! Ama bu beyan insanı Hakk'm tezekkürü olan talep ve bahisten alıkoymamalıdır. Zira hak ilimlerin tohumu olmak­sızın, marifetin temiz ağacının kalpte yeşermesi oldukça na­dir bir olaydır. O halde insan ilk başta ilmi riyazetlerden ve bunun bütün şart ve tamamlayıcılarından el çekmemelidir.

Nitekim şöyle demişlerdir: "İlim müşahedelerin tohumudur.' Ve eğer ilimler bu alemde bir takım engeller sebebiyle tam bir sonuca ulaşanıasa da diğer alemde insan için bir takım güzel neticeler hasıl edecektir. Ama en önemlisi şartlarına ve mukaddematına riayet etmektir ki, bunlardan bazısı önceki hadislerin şerhinde beyan edilmişti.

Tefekkür kademiyle evliya ve enbiya'mn Hakikati Bilinemez

Bilki Resulullah'm (s) cemal makamı ve ruhaniyet mari­feti ve hakeza masum velileri ile muazzam nebilerin kemal makamı tefekkür kademiyle, afak ve enfüste gerçekleştirilen seyir sayesinde müyesser değildir.

Zira bunlar ilahi gaybi nurlardan ve Cemal ve Celal'in nurlu ve tam ayetlerinden-dir. Bunlar ilallah seferi ve manevi seyirlerinde zati semanın gayetine ulaşmışlardır ve bu makeddes zatlar "nitekim iki ok kadar veya daha da yakınlaştı" makamına ulaşmışlardır. Gerçi bu makamın asıl sahibi Rasulullahtır ve salihler o mu­kaddes zatın gölgesinde bu makama ermetmektedirler.

Biz şu anda Resulullah (s)'in seyrinin keyfiyetini onun ruhanî miracıyla diğer enbiya ve evliyanın miracı arasındaki farkı beyan etmek istemiyoruz. Bu makamda sadece onların nura-niyetiyle ilgili bir hadisi nakletmekle iktifa ediyoruz. Zira on­ların nuraniyetini idrak etmek de batını bir nuraniyet ve ila­hi bir cezbe istemektedir.

Cabir şöyle diyor: İmam Bakır (a)'dan alimin ilmi hakkın­da bir soru sordum. İmam şöyle buyurdu: "Ey Cabir şüphesiz ki peygamberler ve onların varislerinin beş ruhu vardır.

Bunlar ruh'ul-kudus, ruh'ul-iman, ruh'ul-haya, ruh'ul kuv­ve, ruh'ul-şehve ruhlarıdır. Ey Cabir, ruh'ul kudus ile arşın altından yerin dibine kadar bütün işleri onlar bilirler." İmam daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Cabir bu dört ruha afet ulaşabilir. Sadece ruh'ul-kuduse ne afet ulaşır ve ne de kim­se onunla oynayabilir." (Usul-i Kafi c/l s/272 Kitab'ul Hücce 2. Hadis)

Ebu Basir şöyle diyor: İmam sadık (A)'a "Böylece sana da kendi emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir iman nedir bilmiyordun. Ancak biz onu bir nur kıldık.

Onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdirdik. Şüphesiz sen dosdoğru olan bir yola iletilip, iletiliyorsun" Ayetinin manasını sordum İmam (a) şöyle buyurdu: "Bu ruh Allah-u Teala'nın yaratıklarından bir yaratıktır.

Ve Cebrail ile Mi-kail'den daha büyüktür. Bu ruh daha önce Resulullah (s) ile birlikte idi. Ona olayları haber veriyor ve onu muhkem kılı­yordu. Daha sonra da bu ruh imamlarla birliktedir." (Kafi c/l s/273 Kitabul Hücce) birinci hadisten anlaşılacağı üzere enbiya ve evsiyanın ruh'ul Kudüs sayesinde büyük bir ruha­ni makamı vardır ve bu makam sayesinde kainatın bütün zerrelerine ilmi ve kayyumi bir ihataları vardır.

Bu ruhta hiç bir gaflet, uyku unutkanlık nisyani ve benzeri imkani olaylar ile teceddüd ve mülki noksanlıklar yoktur. Aksine mücerred gayb alemi büyük ceberrud alemindendir. Birinci hadisten de anlaşılacağı üzere bu ruh mücerred ve kamil olup, bu maka­mın en büyük temsilcilerinden olan Mikail ve Cebrail'den de büyüktür.

Evet Allah-u Teala'nın cemal ve celal kudret eliyle tiynet-lerini yoğruduğu, evveli zatî tecellisinde bunların kamil ay­nasında tüm isim, sıfat ve ahaddiyet-i cem makamıyla tecelli ettiği ve gayb halvetgahından kendilerine sıfat ve isimlerin hakikatlerini talim ettiği evliyalara, marifet ehlinin emelleri, cemal ve celalinin kibriya eteğine ulaşamaz ve kalb ashabı­nın marifetleri onların kemaline eremez.

Nitekim bir hadiste de Resulullah (s) şöyle buyuruyor: "Ali (a) Allah-u Teala'nın zatında fenaya ermiştir." Yazar, nübüvvet makamını Tavsif hususunda, yarasaların güneşi tavsif etmesine benzer bir şe­kilde eski günlerinde Misbah'ul-Hidaye diye bir risale yaz­mıştır. (Müracaat edilsin)Hadis-i şerifin bir fıkrasında şöyle buyrulmuştur: "Nasıl vasfedilsin ki, Allah-u Teala'nın yedi hicabla hicablandırdı-ğı bir kuldur o." Bu fıkra hakkında bazı ihtimaller vardır.

Biz bunlardan bazısını zikredeceğiz. Birinci ihtimali merhum Feyz (rahmetullahi aleyh) buyurmuşturki; "başka bir hadiste yer aldığı üzere Allah-u Teala'nın nur ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır.

Dolayısıyla bu hicabları keşfedecek olursa onun cemalinin nurları gözlerinin ulaşabildiği herşeyi orta­dan kaldırır. Binaenaleyh "ihtecebellahu bi sebin" manası bir ihtimale göre şudur ki, bütün hicablar ortadan kalkmış ve yetmişbin hicabtan sadece yedisi baki kalmıştır." Ve bu ihtimal üzere cümle şöyle okunmalıdır: "Ihticeballah anhüm seb'in" ve Allah lafzı fail konumundandır.

Gerçi bu ihtimal diğer ihtimallerden daha münasibtir. Ama münakaşa edilir bir ihtilmaldir. Zira lafız hasebiyle tav­sif ve ta'rif makamında bu manayı şöyle tabir etmesi daha münasipti: "ma ihtecebe anillahi illa biseb'în" veya "mai'tece bellahu anhü illa bisebîn" ve başka bir tabirle peygamberin kemali ve tavsif edilmemesi diğer hicablara sahib olmaması sebebiyle değildir. Belki bu yedi hicaba sahip olması hasebiy-ledir.

O halde bunu zikretmesi daha uygundur. Mana açısın­dan zahir odur ki bu hicablar, yani Allah-u Teala için var olan zulmet ve nurdan hicablar halkî (yaratışsal) hicablardır; ismi ve sıfatı hicablar değil.

O halde ResuluUah (s) nurundan daha önce halki birşeyin olması gerekmektedir. Halbuki sa­bit olduğu ResuluUah (s) en yakın hicab ve ilk mahluktur. İs­mi ve sıfatı hicabları bile yoktur. Nitekim bu kendi maka­mında ispat edilmiştir. Ama diğer yedi makam bizzat Resu­luUah (s)'in kendisi için bile hicab değildir.

Merhum Meclisi (r.a)'m başkalarından naklettiği ve sahih bildiği bir ihtimal de şudur ki bu cümle, mukaddeme yoluyla zikredilmiştir ve maksat şudur ki, ResuluUah (s)'i sonraki cümlelerle tavsif etmek gerekmektedir.

Yani kullardan yedi hicabla gizli olan Allah-u Teala'nın, yeryüzünde itaatini gök­lerde kendi itaati gibi karar kıldığı bir insan nasıl tavsif edi­lebilir ki? Allah-u Teala kullarından yedi hicab ile mahcub durumdadır ve onlar asla kendisine ulaşamazlar. Ama bir veziri vasıta kılar, gönderir ve kendilerine "onun emri benim emrimdir" diye yazılır.

Dolayısıyla yedi hicabtan maksad ye­di kat göktür. Ve bu göklerden peygamber vasıtasıyla bizlere Allah(c.c.)'m vahyi ulaşmıştır. Buna yakın bir takım ihtimal­ler de vermişlerdir. Ama bu yedi hicabın nuranî -semavi hi­cab olduğunu söylemişlerdir. Bu ihtimalin, gerçi manevi mü­nakaşa ortamı yoktur. Ama lafız ve Tavsif ortamı açısından uzak bir ihtimaldir. Belki öncekinden de uzaktır.

Bu makamda başka bir ihtimal da vardır ki, mana açısın­dan oldukça sahih ve doğrudur. Makam hasebiyle de müna­siptir. Ama bunun sıhhati şu iki şeyden birine mübtenidir. Birincisi "ihtecebe" muteaddi bir fiil olarak kullanılmış ve de "hacebe" manasınadır veya "ba" harfiyle muteaddi edilmiştir. Velhasıl mefulu mukadderdir.

Ve bu ihtimal şudur ki, Al­lah "u Teala'nın yedi hicabla hicablandırdığı insanı nasıl tav-sib edebeliriz? Meşiyetle aynı ufukta seyreden cemal ile ru-haniyeti için, tabiat mertebesinden mutlak meşiyet mertebe­sine kadar yedi hicab karar kılınmıştır. Veya Resulullah'ın tabiat mülkü mertebesinden gayb huvviyeti mertebesine ka­dar yedi hicab karar kılmıştır.

Gerçi lugatta ve kullanışlarda "ihtecebe" fiilinin muteaddi olarak kullanıldığına şahid ol­madık. Ama bazı edebiyad alimleri "ihtecebe''nin "ba" harfiy­le muteaddi olarak kullanılabileceğini söylemişlerdir. İlim Allah (c.c) indindedir. Ve en iyi bilen yine de Allah (c.c.)'u dur.


Emrin Resulullah'a Tefviz Edilmesinin Beyanında

Bilki tefvizin "cebr ve tefviz" bahsinde söz konusu edilen bir manası vardır ve o da şudur ki Allah-u Teala işlerinin bi­rinde (gaybî ve mücerred alemlerden yaratılış ve tekvin ale­minin sonuna kadar) neuzubillah kendisini kayyumi tasarruftan azletmekte, o işi kamil tam ve ruhani ihtiyar ve irade sahibi veya tabii, şuur ve iradesi olmayan bir yaratığa bırak­maktadır ve o kulun o işte, tam ve müstakil bir tasarruf hak­kı vardır.

Bu manada bir tefvizin ne tekvinde ne teşride ne siyasette ne de insanların te'dibinde imkanı yoktur. Zira A1-lah-u Teala'nm noksanlığına, mümkün bir varlık olduğuna ve dolayısıyla da mümkünde ihtiyaç ve imkan sıfatının orta­dan kalkmasına sebeb olmaktadır. Bunun karşısında ise ce­bir yer almaktadır.

Ki cebir de vücud mertebelerinden özel etkilerin selbedilmesi, sebeb ve musebbiblerin ortadan kaldı­rılması ve vasıtaların kenara itilmesidir. Bu da batıl bir gö­rüş olup güçlü burhanlara da muhaliftir.

Bu, mükelleflerin fiillerine özgü bir şey de değildir ve oldukça da meşhur bir konudur. Aksine bu manada bir cebr ve tefvizi nefyetmek, tüm vücud mertebelerinde gayb ve şuhud meşhedlerinde cari olan Allah'ın bir sünnetidir.

Bu hususta yapılacak bir araş­tırma (bu sayfalarda) bizim görevimiz değildir. Cebr ve tefvi­zi nefy eden hadisler de bu manadaki bir tefviz manası içer­mektedir.

Ama tefvizi ispat eden bir takım hadisler ise bu manadan başka bir manayı ifade etmektedir. Örneğin: Bir ri­vayette Hz. Bakır (A) şöyle demiştir: "Resulullah (s) göz ve nefis diyetini kararlaştırdı. Nebizi haram kıldı ve her türlü şek verici şeyleri yasakladı" Birisi Resulullah (s)'e "vahiy gelmeden mi bunu yaptın?" diye sordu.

Resulullah (s) "Evet, ta ki bu vesileyle bana itaat edenler veya masiyette bulunan­lar belli olsun." buyurdu. Veya namazlara bir kaç rekat izafe etmesi, şaban ayında ve diğer aylarda üç günlük orucu müs-tehab kılması veya kulların mutlak işlerinin Resulullah'a tefviz edilmesi...

Nitekim Kafi'de yer alan bir rivayette Zürare şöyle diyor: "Eba Cafer ve Eba Abdillah (a)'dan şöyle buyurduklarını duydum: "Allah-u Teala kullarının itaatini görsün diye onların işlerini Resulullah'a tefviz etmiştir." Ve İmam daha sonra şu ayeti tilavet buyurdu: "Resulullah (s)'ın size getirdiği her şeyi alın ve sizleri sakındırdığı herşeyden sakı­nın" Bu ve benzeri rivayetlerde yer alan cebri mezkur mana­dan gayrisine hamletmek gerekir.

Zikredildiği yoruma göre Allah-u Teala Resulullah'ı Al­lah'ın istek ve iradesine muvafık olan şeyler dışında, hiçbir şeyi tercih etmeyecek bir şekilde tekmil ettikten sonra, bazı işleri tayin etmeyi ona tefviz etti. Örneğin; farz namazların rekatlarını artırdı, nafile namaz ve orucu tayin etti. Bu tef­viz, Resulullah'm keramet ve şerefini izhar içindir. Resulul-lah'm bu tayin ve tercihi vahy ve ilham dışında bir yolla de­ğildir.

O halde Resulullah'm bu tercihi o işin vahiy yoluyla beyan edildiğini te'kid etmektedir. Allame meclisi buna ben­zer ihtimaller de zikretmişlerdir. Örneğin; Allah-u Teala, ri­yaset ta'linı ve yaratıkların tedib işini Resulullah'a tefviz et­miş, hükümlerinin izharını, veya beyan edilmemesini o haz-rete tefviz etmiştir.

Örneğin takiyye zamanını, Resulullah (s)'e ve diğer imamlara tefviz etmiştir. Ama bunların hiç biri­sinde tefvizin kemiyetini bir burhan ve kanun şeklinde be­yan etmemektedir. Hakeza bu tefviz ile diğer tefvizler ara­sındaki fark beyan edilmemiştir. Aksine onların kelimelerin­den özellikle de Merhum Meclisi'nin sözlerinden anlaşılmak­tadır ki mutlak icad, öldürme, rızık ve ihya işi Allah-u Tea-la'dan gayrisinin eliyle olursa tefvizdir ve buna inanan kafir­dir.

Hiç bir akıllı böyle bir şahsın küfründe şek etmez. Ama Meclisi, keramet ve mucizeleri duaların isticabeti kabilinden saymıştır ve elbette ki bunların faili ise Allah-u Teâla'dır. Ama insanların talim ve terbiyesi, enfal ve humustaki ihsan ve mahrumiyet ile bazı hükümleri yasaması doğru ve sahih­tir. Bu tafsilatlı bir şekilde ele alınmamış bahislerden biridir.

Nerde kaldı ki sahih bir mizan altında değerlendirilebilsin. Genellikle konunun bir köşesini ele almış ve bahsetmişlerdir. Yazar da az kabiliyeti eksik, bilgisi yırtık kağıdı ve kırık ka­lemiyle bu korkunç vadiye girmeye cesaret edememektedir. Ama buna kısaca işaret etmek ve hakkı izhar etmek zorun­dayız.


Tefvizin Manasına İcmali Bir İşaret

Bilmek gerekir ki, Allah'ın elinin bağlı olduğunu ve insa­nın irade ve kudretinin te'sirini beyan eden muhal tefviz hu­susunda küçük-büyük işler arasında hiç bir fark yoktur. Ni­tekim ihya, öldürmek, icad, yoketmek ve bir unsurun başka bir unsura dönüşümünde hiçbir varlığın başka bir varlığa tefvizi söz konusu değildir.

Bir tek saman çöpünün hareketi bile tefviz edilemez. Hatta mukarreb bir melek, mürsel bir nebi, mücerred bir akıl ve ceberrüt-i ala sakinlerinden tut heyula-i ula (ilk madde)'ya kadar hiçbir mevcuda tefviz söz konusu değildir. Ve kainatın tüm zerreleri Allah-u Teala'mn kamil iradesi altındadır. Hiç bir işte, hiç bir şekilde bağım­sızlık söz konusu değildir. Varlıkların tümü vücud, vücudun kemali, hareket, sekanet irade, kudret ve diğer işlerde muh­taç konumundadır.

Allah (c.c.)'ın kayyumiyeti, kulların istik­lalinin nefyedilmesi ve ilahi iradenin nüfuz ve zuhuru karşı­sında da hiç bir işin küçük veya büyük olmasının farkı yok­tur. Biz zayıf kullar sadece zayıf amellere kadiriz. Hareket, sükûn ve benzeri fiilleri eda edebiliyoruz. Allah'ın halis kul­ları ve mücerred melekler ise ihya, imate, (öldürme) rızık,icad ve yok etmek gibi büyük fiillere kadirdir.

Nitekim, Azra­il öldürmek ile mütevekkildir ve onun öldürmesi duanın isti-cabeti kabilinden bir şey değildir. İsrafil ise ihya ile müte­vekkil bir melektir ve bu da duanın icabeti kabilinden bir şey değildir. Batıl olan tefviz kabilinden bir şey de değildir. Nite­kim kamil veli ve güçlü tezkiye edilmiş nefisler yani enbiya ve evliyanın nefisleri de yok etmek, icad etmek, öldürmek ve ihya etmeye kadirdir. Ama bu muhal olan tefviz değildir ve bunu batıl saymamak gerekir.

Kulların işi kamil ruhlara tef­viz edilmiştirki, meşiyetleri Allah'ın meşiyetinde fanidir. İra­deleri Allah-u Teala'nm iradesi gölgesindedir ve onlar Al­lah'ın irade ettiği şeyden başka bir şeyi irade etmezler. Tüm hareketleri en üstün nizam ile mutabık bir şekilde gerçekleş­mektedir.

Bu hem yaratılış hem icad ve hem yasama ve ter­biye nizamında söz konusudur, bunun hiç bir sakıncası yok­tur ve hatta haktır. Bu gerçekte tefviz değildir. Nitekim gele­cek fasılda beyan edilen İbn-i Sinan'ın hadisi de bu manaya işaret etmiştir.

Bilcümle ilk manasıyla tefviz hiç bir şeyde caiz değildir ve sağlam burhanlara muhaliftir, ikinci manasıyla tefviz ise tüm manalarda caizdir. Hatta alemin düzeni bu sebeb ve müsebbebleri terbiye sayesindedir. "Allah-u Teala işleri se­bepler vasıtasıyla cari kılar." Bil ki icmalen zikredilen bütün bu bilgiler bürhanidir ve bürhani sahih ölçüler ile irfan ehli­nin zevki ve duyulan şahitlerle mutabık haldedir. Yine de hi­dayete erdirici olan Allah-u Teala'dır.

İmamların makamına kısaca bir işaret

Bilmek gerekir ki, hikmet ve teharet Ehli Beyt'inin mane­vi "ilallah" seyrinde ruhani yüce birtakım makamları vardır. Ve bu manevi ilallah seyrini ilmi açıdan bile derketmek insa­nın takatinin akıl sahiplerinin aklının, irfan ashabının şuhu-dunun üstünde birşeydir.

Nitekim hadislerden anlaşıldığı üzere ruhaniyet makamında Rasulullah (sav) ile iştirakleri vardır. Bunların mutahhar nurları alemlerin yaratılışından önce yaratılmış ve Allah-u Teala'yı teşbih ve tahmid ile meş­gul idiler.

Kafi'de yer alan bir hadiste Muhammed b. Sinan şöyle ri­vayet etmektedir: "Ben İmam Muhammed Bakır (as)'ın hu­zurunda taraftarlarının ihtilafını sordum. İmam şöyle buyur­du: "Ey Muhammed, Allah-u Teala kendi bildiğinde eşsizdir. ilk önce Muhammed ve Fatıma'yı yarattı. Onlar tam bin devran öylece kaldılar. Daha sonra da herşeyi yarattı.

Onları yarattığına şahid kıldı. Onlardan kendilerine itaat etmesini istedi. Ve kullarının işlerini onlara bıraktı. O halde onlar is­tediğini haram ve istediklerini helal kılarlar.

Ama onlar Al­lah'ın istediği dışında bir şeyi istemezler. İmam (as) daha-sonra şöyle buyurdu: Ey Muhammed bu, aşırı gidenlerin dinden çıktığı, geri kalanların işe yok olduğu bir dindir. Bu­nunla uyum içerisinde olan Hakk'a ulaşmıştır. Ey Muham­med, bu bildiklerini ganimet say" (Usul-u Kafi, C. 1. sh. 441. 5. hadis.)

Kafi'de yer alan başka bir hadiste Mufazzal şöyle rivayet ediyor: İmam Sadık (as)'a şöyle arzettim: "Gölgelerde karar kıldığınız zaman nasıl idiniz?" İmam şöyle buyurdu: "Ey Mufazzal, biz Allah'ın cennetindeydik, onun yeşil gölgesinde olduğumuz zaman bizden başka kimse yoktu. Allah'ı teşbih ve takdis ediyorduk. Onun birliğini ve vahdaniyetini övüyorduk.

Bizden başka ne bir melek ve ne bir ruh sahibi vardı. Daha sonra Allah-u Teala birtakım şeyleri irade etti. Ve böylece melekleri ve diğer yarattıkları istediği gibi yarattı.

Daha sonra onların ismini bize ulaştırdı." (Usul-i Kafi. Cilt. 1. sh. 441, Kitabu'l-Hucce 7. hadis) İmamların bedenlerini tiyneti, ruhlarının yaratılışı, kalpleri, kendilerine ism-i azamdan ihsan edilenler, nebiler ve meleklerin ilmi (yani ila­hi gaybi hazineden verilen ilimler) ve bundan da yukarısı be­nim ve seni gibilerin düşünemeyeceği zahiri faziletleri husu­sunda ashabının muteber kitaplarında özellikle de Usul-i Kafi'de o kadar rivayet ve hadisler vardır ki, akıllar hayret etmekte, ve o mukaddes zatlar dışında hiç kimse o hakikat ve esrara vakıf olamamaktadır.

Şu anda şerhiyle meşgul ol­duğumuz hadiste de bu faziletlerden birine işaret edilmiştir. Bu ayetin Ehli Beyt beyt hakkında nazil olduğu hususundaki rivayetler mütevatir, sünni ve şiilerin naklettiği rivayetler­dir. Ehli Beyt'ten maksadın ise ismet ve taharet Ehli Beyti olduğu hususunda Şia'nın tüm alimleri ittifak etmiş, Ehli Sünnet yoluyla nakledilen rivayetler ise tevattür haddine er­miştir. Dolayısıyla çok açık birşey olduğundan zikretmekten sarf-u nazar ediyoruz.

İsmet Hakikatinin Beyanında

Ayette yer alan "rics" kelimesi bu ve benzeri hadislerde şek olarak tefsir edilmiştir. Bazı hadislerde ise bütün günah­lardan tathir olmak diye tefsir edilmiştir. Önceki hadislerin şerhi mülahaza edildiğinde malum olmaktadır ki, şek'kin nefyi, kalbi ve kalıbi ayıpların nefyini gerektirmektedir.

Hat­ta ismeti gerektirmektedir. Zira ismet ihtiyarın hilafına olan birşeydir. Tabii, fıtri ve yaratılışsal birşey değildir. Yani nef-sani bir halet ve batını bir nurdur ve yakinin kamil nuruyla itminanın tam nurundan hasıl olmaktadır. Dolayısıyla in­sanlardan ortaya çıkan günah ve hatalar yakin ve imanın noksanlığındandır.

Yakin ve imanın dereceleri beyan edilme­yecek kadar farklı ve çeşitlidir. Huzuri müşahededen hasıl olan nebilerin kamil yakini ve tam itminanı onları tüm ha­talardan masum kılmıştır. Ali b. Ebi Talib (as)'ın yakini kendisini öyle bir dereceye ulaştırmıştı ki, "karıncanın ağ­zındaki taneyi almak karşılığında tüm alemleri bile bana ve­recek olsalar yine de kabul etmem ve karıncaya zulmetmem" diyordu.

Velhasıl şirk ve şekkin zevali ile tabiat aleminin pislikle­ri, Allah'tan gayrisine teveccühün zulmeti, enaniyetin kalın hicapları ve Allah'tan gayrisini görmenin karanlıklarından temizlenmek, tavsif ve beyan edilemez birşeydir. Yani, Emel­lerin celal zirvesine ulaşamadığı bir anka kuşu mesabesinde­dir. "Anka kuşu avlanamaz, tuzağım kaldır."


İmanın tavsif edilemeyeceği beyanında

Bil ki iman ruhani kemallerden biridir. Onun nurani ha­kikatine vakıf olan çok az insan vardır. Hatta bizzat mümin­ler bile dünya alemi ve tabiat zulmetinde olduğu müddetçe kendi imanlarının nuraniyetinden ve Allah-u Teala nezdin-deki kerametlerinden haberdar değildir.

İnsan bu alemde ol­duğu müddetçe bu alemin vaziyeti ve adetleri kendisini o ka­dar me'nus ve meşgul etmiştir ki kerametleri, alemdeki ni­metleri veya azabları duyduğunda hemen mülki bir suretle mukayese etmektedir.

Örneğin: Allah-u Teala'nın mü'minle-re vadettiği o alemdeki nimet ve kerametleri veya ihsanları sultanların kerametleriyle mukayese etmekte veya biraz da­ha iyi ve yüce olduğunu sanmaktadır. Bunların nimetlerini, bu dünyanın nimetleri gibi veya biraz daha latif ve iyi farzet-mektedir.

Halbuki bu mukayese batıl bir mukayesedir. Zira o alem­deki nimetler ruh ve reyhan bizim tasavvur bile edemeyece­ğimiz bir makamdadır. Onların bir benzeri kalbimizden bile geçmemiştir. Biz o dünyadaki bir damla şerbetin düşünebi­lecek tüm lezzetlere sahip olduğunu bile tasavvur edemeyiz. O alemdeki lezzetlerden hiç birinin bu alemdeki lezzetlere bir benzerliği yoktur.

Bu hadis-i şerifte müminin kerametlerinden biri zikredil­miştir ve bu marifet ashabı ve kalb erbabı nezdinde hiç bir şeyle mukayese edilemez ve tartılamaz.

O da şudur ki "Mü­minin kardeşiyle karşılaşıp musafaha ettiğinde Allah-u Tea-la onlara nazar eder." Birçok rivayetlerde bu manaya işaret edilmiştir. Nitekim Hz. Bakır (as) şöyle buyurmuştur: "Müminler birbirleriyle karşılaşıp musafaha edince Allah-u Teala kendi şerif veçhiyle onlara nazar eder ve böylece onla­rın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür."

Allah-u Teala'nın bu nazarının ve kerim veçhiyle ikbali­nin batınında nasıl bir nuraniyet ve kerametin olduğunu sa­dece Allah (cc) bilir. Bu vasıtayla mü'min kul ile mukaddes zatın cemal nuru arasında bir çok hicablar ortadan kalkmak­tadır ve mümine birçok yardımlar yapılmaktadır.

Ama bil­mek gerekir ki, bu kerametlerin gerçek sırrı ve hakiki nükte­si nedir? Ve insan bundan asla gaflet etmemelidir. İnsan kal­biyle buna teveccüh etmelidir ki, ameli onun vasıtasıyla nurani ve kamil olsun. Böylece amel kalıbına ilahi nefha ve ruh üfürülsün. O gerçek nükte ve hakiki sır, Allah Teala için ah­di tecdid etmek, muhabbet ve sevgi bağlarını güçlendirmek­tir.

Nitekim hadis-i şeriflerde bu nükteye oldukça önem ver­mişlerdir ve bu babtaki hadislerde de buna işaret edilmiştir. Örneğin, Ebu Cafer (as) şöyle buyurmaktadır: "Müminler karşılaşıp musafaha ettiklerinde, Allah-u Teala elini onların elinin arasına koyar ve onlardan her kimin diğerine muhab­beti fazla ise o Allah-u Teala'nın elini musafaha eder."

Başka bir rivayette ise şöyle yer almıştır: "Müminler karşılaşıp musafaha ettiklerinde Allah-u Teala onlara rah­met gönderir. Bu rahmetin dokuz cüzü onlardan, arkadaşına muhabbeti daha fazla olan içindir. Eğer muhabbette eşit olurlarsa, rahmet her ikisini de kapsar." Bu babtaki hadisler oldukça çoktur ve biz bu kadarıyla kanaat ediyoruz. Başta da sonda da hamd Allah-u Teala'yadır.


Otuzikinci Hadis YAKİN

Hz. sadık (a) şöyle buyuruyor: "Müslümanların yakininin sıhhati Allah'ın gazabı pahasına insanları razı etmemesi ve Allah'ın verdikleri üzere onları kmamamasıdır.

Zira rızkı ne harisin hırsı getirir ve ne de istemeyenin istememesi o rızkı yok eder. Sizden birisi ölümden kaçtığı gibi rızkından kaça­cak olsa yinede kendisine gelip çatan ölüm gibi rızkı kendisi­ne gelip çatacaktır.

Allah-u Teala adaletiyle ruh ve rahatlığı rıza ve yakinde karar kılmış, gam ve hüzünü ise şek ve ga-zabta karar kılmıştır." (Usul-i Kafi c/2 s/57 İman ve Küfür kitabı İkinci Hadis)Biz konuyla ilgili açıklamaları birkaç fasıl zımmında be­yan etmeye çalışacağız.

"Allah'ın verdikleri üzere onları kınamayınız" sözünün iki ihtimali vardır. Birinci ihtimal şudur ki insanlar kendisi­ne birşey vermeyecek olursa onları kınamamalı ve şikayette bulunmamalıdır.

Zira bu Allah'ın takdiratı ve kudreti altında olan birşeydir. Ve Allah-u Teala hakikatte o ihsanı kendisine takdir etmemiştir. Yakin ehli olan bir kimse bunun ilahi bir takdir ol. duğunu bilir. Dolayısıyla da hiç kimseyi kınamaz. Ve bu ihtimali muhakkak Feyz-i Kaşani beyan etmiştir. Mu-haddisi Meclisi de bu görüşü takviye etmiştir.

Feyz-i Kaşa-ni'nin verdiği başka bir ihtimal şudur ki, "Allah'a Teala'nın insanlara verdiği şey sebebiyle insanları kınamamasıdır. Zi­ra Allah-u Teala insanlara farklı şekilde ihsanlarda bulun­muştur ve dolayısıyla da bu hususta hiç kimseyi kınamama-lıdır." Nitekim bir rivayette şöyle yer almıştır: "Eğer insan­lar Allah'ın kendilerini nasıl yarattığını bilseydi hiç kimse başka birini kınamazdı." Bu hususta Aileme Meclisi de şöyle buyuruyor: "Özellikle de rızkı, harisin hırsı getirmez." sözü­ne bakılacak olursa bu ihtimalin uzaklığı daha da iyi anlaşı­lır."

Yazara göre ise bu ikinci ihtimal birinci ihtimale göre da­ha münasibtir. Özelliklede mezkur sebebe bakılacak olursa bu dalıa da iyi anlaşılır. Zira insanları kınamak rızkın onla-rm elinde olduğu takdirde sahihtir. Dolayısıyla insan bütün gücüyle çalıştığı takdirde rızkı elde etmeyecek olsaydı insan­ları kınama hakkı olurdu. Ama yakin ehli olan kimse rızkın Allah'ın takdirinde olduğunu ve hiçbir harisin hırsının rızkı celbedemediğini çok iyi bilir.

YAKIN

Bilmek gerekir ki birçok hadis ve ayetlerde rızkın mukad­der ve taksim edilmiş ol duğu beyan edilmiştir. Ama bunun insanları ticarete, kesbe, geçimini kazanmaya teşvik eden hadislerle hiç bir aykırılığı ve munafatı yoktur.

Hatta bunu terk etmeyi mekruh saymış ve terk edenleri kınamıştır ve rı-zık talebinden geri kalanların duasının kabul olmayacağı be­yan buyrulmuştur. Dolayısıyla Allah-u Teala da böyle kimse­lere de rızık vermeyecektir. Bu hususta hadisler oldukça çok­tur. Biz sadece bir kaçını zikretmekle yetiniyoruz.

Ravi şöyle diyor: "İmam Sadık (a) "Ömer bin Müslim ne yaptı? diye sordu. Ben kendisine, "fedan olayım ibadete yö­nelmiş ve ticareti terk etmiştir" diye cevap verdim.

İmam şöyle-dedi: "Yazıklar olsun ona acaba rızkı talebi terk edenin, duasının müstecab olduğunu bilmiyor mu?" "Vemenyettekil-lah" ayeti nazil olduğunda ashabtan bir grub bütün kapıları yüzlerine kapatarak ibadete koyuldular ve dediler ki; "Allah rızıkımızı tekeffül etmiştir.

Artık bu bize yeterlidir." Resulul-lah (s) bunu duyunca onları huzuruna çağırdı ve şöyle buyur­du: "Sizleri bu işe sevk eden nedir?" Ashab, "ya Resulullah (s) Allah'u Teala bizim rızkımızı tekeffül etmiştir ve bizde ibadete yöneldik." Resulullah (s) şöyle buyurdu: "Böyle ya­pan kimsenin asla duası kabul olmaz. Siz rızkınızı taleb ediniz."

Bu hadislerin arasını cem etmenin yolu budur ki, taleb et­tikten sonra da rızıklar ve bütün işler Allah'ın kudreti altın­dadır. Yoksa bizim talebimizin rızkın celbinde herhangi bir bağımsızlık ve istiklali yoktur.

Aksine rızık talebi için çalış­mak onun görevlerinden biridir. Ama işlerin tertibi, zahiri ve gayri zahiri nedenlerin bir araya getirilmesi kulların ihtiyar­larının dışında olup, Allah-u Teala'nın takdiriyledir.

Dolayı­sıyla sahih bir yakine sahip olan insan talebten geri kalma­masına ve bütün akli ve serî görevleriyle amel etmesine rağ­men bütün herşeyin Allah'u Teala'nın emri altında olduğuna vücud ve kemalatta da Allah'tan gayri hiç bir varlığın etkisi­nin olmadığına inanır. Hem talib, hem taleb ve hem de met-lub Allah'tır.

Dolayısıyla da yakin sahibi olan bir insan Al­lah'ın diğer kullarına verdiği rızık sebebiyle onları kınamaz. Zira bu onların elinde olan bir şey değildir. Aksine rızkı taleb etmeyenleri kınamak, daha da yerinde olan bir şeydir. Zira bu onları taleb etmeye zorlamaktadır. Nitekim hadis-i şerif­lerde de bunun benzerleri vardır.

Bilcümle bu cebr ve tefvizin bir babıdır ki bu hususta tahkik eden kimse konunun özünü kavrayabilir. Dolayısıyla bu hususta tafsili bir açıklama görevimiz dışında kalmakta­dır.

Yakinin Sıhhatinin Alametleri Beyanında

Bu hadiste yakinin sıhhat ve selametinin iki alameti zik­redilmiştir. Birincisi sahih bir yakıni olan insan Allah-u Tea­la'nın gazabını kazanarak insanları razı etmeye çalışmaz ve ikincisi de insanları Allah'ın kendilerine verdiği şeyler sebe­biyle kınamaz. Bu iki sıfat yakinin kentalinin semerelerin-dendir.

Nitekim, bunların karşısında yer alan sıfatlar da ya­kinin zayıflığı ve imanın hastalığından kaynaklanmaktadır. Ve biz bu kitapta iman ve yakin ile semereleri hususunda ye­terli açıklamalarda bulunduk. Şimdi de özet olarak bu iki sı­fatın nasıl yakinin sıhhat ve selametine ve bunların karşısın­da yer alan sıfatların da imanın zayıflığı ve hastalığına dela­let ettiğini beyan etmeye çalışacağız.

Bilmek gerekir ki, insanların rıza ve hoşnutluğunu ara­yan ve insanların kalbine teveccüh eden insan hakikatte on­ların işlerinde bir etkisinin olduğuna inanmaktadır.

Örneğin; Parayı seven ve malın aşığı olan insan servet sahibi kimsele­rin karşısında eğilir ve tevazu gösterir. Onlara yaltaklanır. Riyaset ve sureti ihtiramlara aşık olan insan da müritleri­nin kalbini ne pahasına olursa olsun kendine celb etmeye ça­lışır. Ve bu bir kısır döngüdür. Alttakiler üsttekilere, riyaset talipleri ise kendisinin altındakilere yaltaklanır.

Elbette bazı insanlar vardır ki, her iki tarafta da nefsani riyazet vasıta­sıyla kendilerini terbiye etmişlerdir ve sadece Allah'ın rızası­nı taleb ederler. Dolayısıyla dünya ve süsüne yönelmez ve ri­yaset hususunda da Allah'u Teala'nın rızasını taleb eder. Ha­keza, riyasete sahib olmadıkları zaman da Hakkı ister ve Hakk'ı ararlar.


İnsanların İki Kısım Olduğu Beyanında

Bilcümle insanlar dünyada iki kısımdır. Bir grubu yakin-leri vasıtasıyla tüm zahiri sebebleri, sûrî etkileri, Allah'u Te ala'nın kâmil ve ezeli iradesi altında görecek bir. makama er mislerdir ve Allah'tan başka hiç bir şeyi görmüyor ve istemi­yorlar. Dünya ve ahirette yegane malik ve müessirin Allah olduğuna iman etmişlerdir.

Kur'an'm ayetlerinden birine gerçek bir şekilde iman etmişlerdir. Hiç bir şek, tertid ve noksanlığın olmadığı bir şekilde yakin etmişlerdir. Bu ayet-i şerife şudur: "Allah (c.c'u mülkün sahibidir.

Mülkü istediği­ne verir ve istediğinden de mülkü alır." (Ali İmran/26) Yani bunlar Allah'ın mülkün sahibi olduğunu ve bütün ihsanların Allah-u Teala'dan olduğunu kabul ediyorlar. Vücudun kema­linin verilip alınmasının Allah'u Telala'dan olduğuna inan­maktadırlar. Bunun alemlerin tertibi ve maslahatları üzere olduğuna inanırlar.

Elbette böyle şahısların yüzüne bir ta­kım marifet kapıları açılır ve kalpleri ilahi olur. İnsanların rızayet veya gazabını bir hiç görürler. Allah'ın rızasından başka hiç bir şey taleb etmezler.

Allah'tan başkasına taleb ve tamah gözüyle bakmazlar, kalp ve hal lisanı şu sözü teren­nüm eder: "İlahi eğer sen bize ihsan edecek olursan bunu kim önleyebilir ve eğer Sen bizi mahrum kılacak olursan kim bize ihsan edebilir. Dolayısıylada insanlardan ve onların ih­sanlarından ve dünyasından yüz çevirir ve Allah'a niyaz elle­rini uzatırlar.

Ve böyle şahıslar Allah'ın gazabı karşısında bütün mevcudatın rızasına bile kani olmazlar ve Hz. Ali (a)'m buyurduğu makama ererler. Bütün varlıkları bir hiç gördüğü ve bütün mevcudatı fakir ve Allah'a muhtaç gördü­ğü halde Allah'ın kullarına da Rahmet, azamet ve Ütüfet gö­züyle bakar. Hiç kimseyi salahı ve terbiyesi için olmadıkça kınamazlar.

Nitekim Nebiler de böyleydi. Zira onlar Allah'ın kullarını hakkın bağlıları ve celal ve cemalinin mazharlan görüyorlar ve onun yarattıklarına lütuf ve muhabbet gözüyle bakıyorlar. Hiç kimseyi bir eksikliği dolayısıyla kınamazlar.

Ama bazen umumun maslahatı ve insanlık ailesinin ıslahı için bazı kimseleri kınıyorlardı ve bu, yakin iman ve ilahi hu-dudlara olan marifet ağacının semerelerinden idi.

İkinci kısım insanlar ise Allah'tan habersiz veya haberleri olsa da nakıs haberleri olan veya imanları tam olmayan kim­selerdir. Dolayısıyla da kesrete ve zahiri sebeblere teveccüh ettiğinden, sebeblerin sebebinden gaflet etmiş ve mahlukun rızayetini taleb etmektedirler.

Bazen öyle bir hale gelebil­mektedirler ki, oldukça zayıf bir kulun rızayetini celb etmek­te ama buna karşılık Allah-u Teala'nın gazabını kazanmak­tadırlar. Dolayısıyla günah ehli ile muvafakat eder. Ya iyilik emretmeyi, kötülükten sakındırmayı terk eder, ya batıl bir fetva verir. Ya yersiz tasdik ve tekzibde bulunur.

Ya mü'mi-nin gıybetini eder. Veya dünya ehlinin nazarını celb etmek için mü'minlere iftirada bulunur. Bütün bunlar imanın zayıf-lığmdandır. Belki şirkin bir mertebesidir. Böyle bir nazar in­sanı birisi bu hadiste buyrulan birçok helak edicilere nıubte-la kılar. Böyle bir şahıs Allah'ın kullarına su-i zanda bulu­nur. Düşmanlık eder ve onlan kınar. İşlerinde onları eleşti­rir.

Eşâire ve Me'tezilenin Kelamının Nakli İle Hak Olan Mezhebe İşaret

Meclisi (Rahmetullah-i aleyh) Mi'ratul Ukul adlı kitabın­da mezkur hadisin şerhinde Allah-u Teala tarafından taksim edilmiş olan rızkın haram olan nzıklara da şamil olup olma­dığı hakkında uzunca bir bahiste bulunmuştur. Ve Fahr-u Razi'nin tefsirinden eş'ariye ile mutezilenin ihtilafını naklet-miştir.

Her iki tarafında delillerini beyan etmiştir. Ardından imamiyenin de mu'tezile gibi Allah'ın taksim ettiği rızkın ha­rama şamil olmadığını, sadece helale ait olduğunu beyan et­miştir. Mu'tezile bazı ayet ve rivayetlerin zahirine dayan­makta ve rızk lügatinin zahirini şahit olarak göstermektedir. Dolayısıyla muhaddis Meclisi İmamiye'nin de mu'tezile gibi düşündüğünü kabul ederek onların delilleriyle istidlalde bu­lunmuştur.

Ama bilmek gerekirki bu da cebr ve tefvizin bir şubesidir. İmamiye mezhebi de mu'tezile ile bu konuda mu­vafakat içerisinde değildir. Hatta mu'tezilenin sözü eşarinin sözünden daha değersiz ve düşüktür. Dolayısıyla imamiye mutekellimlerinden mu'tezilenin görüşlerine meyi edenler­den bazısı hakikatten gaflet etmişlerdir.

Nitekim daha önce­de buna işaret edildi. Cebr ve tefviz meselesi her iki tarafın alimlerinin ekserisinin dilinde oldukça mücmel ve kapalı bir surette yer almış ve niza mahalli sahih bir mizan ile mutaba­kat içinde bulunmamıştır. Dolayısıyla da bu meselenin cebr ve tefviz meselesiyle ilgisi genellikle bilinmemektedir.

Hal­buki bu mesele cebr ve tefvizin en önemli şubelerinden biri­dir. Eşari helal ve haram rızkın da taksim edildiğine inanmış ve dolayısıyla cebre inanmıştır. Mu'tezile ise haram rızkın taksim edilmediğini söyleyerek tefvize kail olmuştur. Dolayı­sıyla her ikiside batıldır. Ve mahallinde bunun fesadı beyan edilmiştir.

Biz mukarrar ve muberhem usuller hasebiyle he­lal ve haramın Allah'u Teala tarafından taksim edildiğine inanıyoruz. Nitekim günahları da ilahi kaza ve takdirle bili­yoruz. Ama bu cebir ve fesada da sebeb olmamaktadır. Lakin biz burhan ikamesi için yeterli olmayan bu kitapımızda, ehli­de olmadığımızdan ilmi meseleleri bahsetmeyeceğimizi şart koşmuştuk. Bu yüzden bu kadarıyla yetiniyoruz. Hidayete erdirici olan Allah'tır.

Merhum mahaddis Meclisi bu hadisin şerhinde bir şeyden daha bahsetmiştir. O da şudur ki, acaba kulların rızkı Al­lah u Teala'ya mutlak bir şekilde mi farzdır yoksa onları kesb ve say'i suretinde mi? Ve bu konu mutekellimlerin usûl­leri, bürhani ölçüler ve yakini kurallar ile de uyum içindedir.

Ama bu bahis için başka bir yol takib etmek gerekir. Yinede diyoruz ki bu gibi hususlarda tam bir faydası olmadığından kelamı terk etmek daha evladır. Biz daha öncede işaret ettik ki, nzıklarm taksiminin ilahi kaza ve takdirle olmasının in­sanın çalışmasıyla hiç bir münafatı yoktur.

Allah'u Teala ruh ve rahatlığı yakinde ve rızada; hüzün ve üzüntüyü ise şek ve gazabta karar kılmıştır. Ve adaletin gereği de budur. Hadisi şerifte bulunan ruh ve rahatlık ile üzüntü ve gam rızkın takdir ve taksimi bahsinde yer aldığın­dan dolayı dünyevi işler, rızık tahsili ve talebi ile ilgilidir.

Gerçi bir beyana göre bu taksim uhrevi işlerde de sahihtir. Ve biz şu anda bu hadisi beyan etmek istiyoruz. Hakka ve takdiratına yakini olan ve mutlak kadirin işlerine güvenen bir insan inanır ki, Allah-u Teala'nm bütün işleri maslahat üzeredir. Ve Allah'u Teala kâmil ve mutlak bir rahmet sahi­bidir.

Bilcümle mutlak rahim ve mutlak cevad'dır. Elbette bu yakin insana tüm zorluklarını kolaylaştırır. Bütün musibet­lerini kolay hale getirir. Dolayısıyla da onun rızık talebiyle de dünya ehli şirk ve şek ehli olan kimselerin rızık talebi arasında oldukça büyük farklar vardır. Zahiri sebeblere iti-mad eden insan sürekli onların tahsilinde muzdarib ve mute-zelzil haldedir. Eğer bir darbe yiyecek olursa bu ona çok ağır

gelir. Zira bunun gaybî maslahatları olduğuna inanmaz. Bil­cümle bu dünyayı elde etmeyi kendi saadeti olarak değerlen­diren insan bunu tahsil etmekte bir çok acılara ve zorluklara katlanır.

Bütün gayretini bu yolda sarf eder. Nitekim gördü­ğümüz gibi dünya ehli sürekli bir zorluk içindedir. Ve kalb ve cismi asla rahatlık görmez. Dolayısıyla da dünya ve süslerini kaybettiği takdirde büyük ve sonsuz hüzne kapılırlar.

Eğer bir musibete uğrasalar bütün güçlerini kaybeder ve olaylar karşısında sabırları kalmaz. Bunların tek sebebi ilahi kaza ve kader hususunda mutezelzil olmaları ve ilahi adalete iti-mad etmemeleridir. Bütün bunlar da onun semerelerinden-dir ve biz daha önce bu zeminde bir takım açıklamalar yap­tık. Dolayısıyla tekrardan kaçınıyoruz.

Ama yakin ve rıza ile şek ve gazabın eserlerinin tertibi Allah-u Teala'nm takdiriyledir. Ve bu takdir ve kararlaştır­ma adil bir şekilde gerçekleştirilmiştir.

Bu konuyu bilmek için evvela cebir söz konusu edilmeden Allah'u Teala'nm tüm vücud mertebelerindeki failiyetinin nüfuzunun beyanatına ve vücud aleminin kamil bir nizam olduğunu izaha gerek du­yulmaktadır. Konu uzayacağından ve burası da yeri olmadı­ğından bu kadarıyla yetiniyoruz. Başta da sonda da hamd Allah (c.c.)'a mahsustur.


Otuzüçüncü Hadis VELAYET VE AMELLER

Ravi şöyle diyor: "İmam Sadık (A)'a şöyle dedim: Bizlere nakledildiği üzere siz şöyle buyurmuşsunuz: "Bizleri tanıdı­ğınız takdirde, istediğiniz gibi amel edin." İmam, "Evet ben öyle dedim." diye buyurdu. Ben, "Eğer o insan zina etse hır­sızlık yapsa şarab içse de mi?" diye sordum. İmam bana şöyle buyurdu: "İnnalillah ve innaileyhi Raciun.

Allah'a and olsun-ki bizlere insafsızlık etmişler. Bizler bile amellerimizle mua­heze edilecekken nasıl olur da onlardan hesab kaldırılmış olabilir. Ben sadece şöyle dedim: "Bizleri tanıdıktan sonra küçük veya büyük her türlü hayır amellerini işleyin; bu siz­den kabul edilir." (Usul-i Kafi c/2 s/464 İman ve Küfür kitabı 5. hadis)Hadisle ilgili açıklamaları bir kaç fasıl zımnında beyan etmeye çalışacağız.

İbadete Teşvik Eden ve Günahlardan Sakındıran Hadisler İle Sureten Bunun Muhalifi Olan Hadislerin Arasını Cem Etmenin Beyanında Menkul olan hadislere, Resulullah (S) ve hidayet imamla­rının haletlerine, onların ubudiyetine, Allah ile raz-u niyaz­larına, Allah'tan korkularına, Allah-u Teala ile yaptıkları münacaatlara, tevatür haddini aşan bir çok hadislere, Resu­lullah (S)'ın Emirel Mu minine ve bazı imamların diğer bazı­larına yaptığı vasiyetlere ve hakeza imamların bazı halis ta­raftarlarına yaptığı bir takım tavsiye ve te'kidlere ve onları Allah'a karşı günah işlemekten sakındırmalarına müracaat edildiği takdirde kesin bir şekilde ilim elde ederiz ki, eğer ba­zı rivayetler zahir hasebiyle buna muhalif olsa da, bunların zahiri maksud ve murad değildir.

Dolayısıyla dinin zaruriya-tından olan bir takım kesin hadislerle münafat içinde olma­ması için mutlaka tevil etmeliyiz. Veya ilmini sahibine irca ettirmeliyiz. Ve biz şu anda, bu sayfalarda bu hadisleri bir araya toplayıp aralarını cem etmeye çalışamayız. Ama örnek olarak bir takım hadisleri zikretmeliyiz ki, hakikat malum olsun.

Kafi'de yer alan bir hadiste Ebi Abdillah (A) şöyle bu­yuruyor: "Bizim taraftarlarımız hüzün ve keder içinde olan­lardır. Onların, aşırı hüzün ve ibadetten dolayı bedenleri ol­dukça zayıftır. Öyle ki, onlar akşam karanlığına girince bunu hüzünle karşılarlar." Bu hususta şiilerin alametlerini beyan eden rivayetler oldukça çoktur.

Hakeza Ebi Abdillah şöyle buyurmuştur: "Sefih insanlar­dan sakınınız. Şüphesizki Ali (A)'ın taraftarı karnını ve tena­sül organını iffetli tutan, cihadı şiddetli olan, Allah-u Teala için amel eden, sevabını ümid eden ve azabından korkan kimsedir.

Bunları gördüğün zaman şüphesiz ki, onlar Cafer Bin Muhammed (A)'m taraftandır." Hakeza İmam Bakır (A) şöyle buyurmuştur: "Ey Hayseme taraftarlarımıza söyle ki bizlere güvenerek amelden geri kalmasınlar. Taraftarlarımı­za söyleyin ki, Allah-u Teala'nm nezdinde olan şeylere sade­ce amelleriyle ulaşabilirler. Taraftarlarımıza bildir ki kıya­met gününde insanların en büyük hasret duyanı o kimsedir-ki, adaleti vasfeder, ama daha sonra ona muhalefet eder ve başkasının tarafına geçer. Taraftarlarımıza bildir ki eğer Al­lah-u Teala'ya itaat edecek olurlarsa şüphesizki, kurtuluş ehli olacaklardır."

Hakeza Cafer (A) şöyle buyurmuştur: "Batıl yollara git­meyiniz, vallahi bizim şiilerimiz (taraftarlarımız) sadece Al­lah'a itaat edenlerdir."

Hakeza Ebi Cafer (A) şöyle buyurmuştur: "Ey Cabir şii (taraftar) olduğunu söyleyen birine sadece biz Ehli Beyt-i sevmesi yeterli midir? Vallahi bizim şiilerimiz sadece Al­lah'tan sakınan ve sadece Allah'a itaat edendir. O halde Al­lah'tan korkunuz ve Allah indinde olanlara ulaşmak için amel ediniz.

Allah ile sizin hiç biriniz arasında herhangi bir yakınlık yoktur. Allah-u Teala'ya en sevgili olanınız ve en de­ğerli olanınız, şüphesiz ki en takvalı olanınız ve itaatte en iyi amel edeninizdir. Ey Cabir; Vallahi Allah-u Teala'ya sadece itaatle yakınlık elde edilebilir. Bizimle ne cehennemden kur­tuluş için bir beraat ve ne de herhangi bir kimse için Allah (c.c.)'a bir hüccet vardır. Kim Allah (c.c.)'a itaat ederse o bi­zim dostumuzdur. Ve her kim Allah (c.c.)'a isyan ederse o bi­zim düşmanımızdır. Bizim velayetimize sadece amel etmek ve günahlardan sakınmak ile nail olunur."

Hakeza Kafi'de yar alan bir hadiste İmam Bakır (A) şöyle buyurmaktadır: "Ey Al-i Muhammed'in şiileri sizler orta yol­da olunuz. Taki ileri gidenler sizlere geri dönsün ve geride kalanlar sizlere mülhak olsun." Sa'd adında Ensardan birisi şöyle arzetti: "Fedan olayım ileri gidenler kimlerdir?" İmam şöyle buyurdu: "Onlar öyle insanlardır ki bizim kendi hakkı­mızda, demediğimiz şeyleri onlar bizim hakkımızda derler. Dolayısıyla onlar bizden değildir.

Bizde onlardan değiliz." O halde geride kalanlar kimdir?" diye sorulunca da İmam şöyle buyurdu: "O kimsedir ki hidayet talibidir ama bunun yolunu bilmiyor ve kendisine hayrın ulaşması için amel etmek isti­yor." İmam daha sonra şiilerine dönerek şöyle buyurdu: "Al­lah'a and olsun ki, bizde Allah (c.c.)'ın azab ve gazabından kurtuluş için bir beraat yoktur ve bizimle Allah arasında bir akrabalıkta yoktur. Ve bizim Allah-u Teala için bir hücceti­miz de yoktur.

Biz Allah-u Teala'ya sadece itaat ile yakınlaşı­rız. Sizden her kim Allah-u Teala'ya itaat ederse, bizim vela­yetimizin ve dostluğumuzun da kendisine bir faydası vardır. Ama kim Allah (c.c.)'a itaat etmezse bizim velayetimizin ona hiç bir faydası yoktur. Yazıklar olsun size, sakın gururlan­mayın... Yazıklar olsun, eyvahlar olsun size, sakın gururlanmayın..."

Kafi-i şerifte yer alan bir rivayette İmam Bakır (A) şöyle buyuruyor: "Resulullah (S) Sefa'da durarak şöyle buyurdu: "Ey Haşimoğulları ey Abdulmuttalib oğulları, ben sizlere gönderilmiş Allah'ın bir elçisiyim. Ben sizlere karşı şefkatli­yim. Benim amelim kendim içindir ve sizlerin ameli de ken­diniz içindir.

Muhammed bizdendir demeyiniz ve benim gir­diğim yere gireceğinizi söylemeyiniz. Hayır Allah'a andolsun ey Abdulmuttalib oğulları sizden olsun ve olmasın benim dostlarım sadece sakınanlardır. Kıyamette diğer insanlar ahireti yüklenirken sizler dünyayı yüklendiğiniz halde yanı­ma gelecek olursanız sizleri asla tanımam."

Hz. Bakır (A) Cabir'e şöyle buyurmuştur: "Ey Cabir batıl mezhebler ve fasid reyler seni kandırmasın. Ali (A) sevgisi­nin yeterli olduğunu sanma. Acaba ameli çok olmadığı halde ben Ali (A)'ı seviyorum demek ve onun velayetine inanmak insan için yeterlimidir? Hz. Ali'den daha iyi olan Resulullah (salallahu aleyhi ve aleyh)'ı bile birisi sevdiğini iddia eder ve ona uymazsa ve sünnetiyle amel etmezse bu sevginin kendisi için herhangi bir faydası olabilir mi? Tavus'un meşhur hika­yesinde yer aldığı üzere aniden birinin ağlayıp yakardığını ve acı acı inlediğini duydu.

Sonunda o ağlayıp yakarmaları kesildi. O kimse adeta kendinden geçti. Baş ucuna gelince onun Ali bin Hüseyin olduğunu gördü. İmamın başını kuca­ğına aldı ve ona; "sen Resulullah'ın evladısın sen Fatıma'nın ciğerparesisin." gibi bir takım sözler söyledi. Ve "cennet si­zindir" diye arzetti. İmam (A) şöyle buyurdu: "Allah-u Teala cenneti kendisine itaat ve ibadet eden kimseler için yarat­mıştır. Bu isterse Habeşli bir köle olsun. Ve ateşi de Kureyş soyundan bile olsa, günah işleyenler için yaratmıştır." Bu bir

kaç hadis, biz dünya ehlinin sahib olduğu yalancı işthaların

yanlış ve batıl olduğunu göstermekte ve bunların şeytanî he-

veslerden olup, akıl ve nakille çeliştiğini göstermektedir. Ay-

rica bu rivayetlere şu ayetleri de ilave etmelisin.

"Sizden (hayırda) ileri gitmek yahut (serde) geri kalmak
isteyenleri korkutmak için" (Müddesir 37)

"Zira kim zerre kadar bir hayır işlediyse onu görecek, kimde zerre kadar bir

kötülük işlediyse onu görecektir." (Zilzal 8) "Allah hiç kimse-

ye, gücü yetmeyeceği bir şey teklif etmez. Herkesin kazandı-

ğı kendi lehine yüklendiği vebal da aleyhinedir. Ey Rabbı-

mız! Eğer unuttuk veya hata ettikse bizi müahâze etme. Ey

Rabbımız! bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük

yükleme! Ey Rabbımız! Bizi bağışla! bize merhamet eyle! Sen

bizim Mevlamızsın! Artık kafirler güruhu üzerine bize yar-

dım et!" (Bakara,286)

Allah-u Teala'nın kitabında her sayfada bu ve buna ben-

zer birçok ayet vardır. Ki bunları te'vil ve tasarruf etmek za-

ruretin hilafına olan birşeydir. Bunların mukabilinde bir ta-

kim muteber kitablarda yer alan hadisler de vardır. Ama

bunların, tür itibariyle sahih bir örfi cem etme ihtimali, im-

kanı vardır. Eğer bu cem beğenilmez ve kabul edilmezse de

bütün bu sahih, sarih, mütevatir ve Kur'an ile akl-i selimin

ve müslümanlarm zaruretini teyid ettiği hadislerle mukave-

met etmek yersizdir. Nitekim, Ebi Abdillah (A) şöyle buyur-

maktadır: "İman ile olan hiç bir amel zarar görmez ve küfür

ile olan amelin hiç bir faydası yoktur." Bu manada bir çok di-

ğer hadisler de vardır. Allame Meclisi (aleyhi rahme) bu ve

benzeri hadisleri şöyle tefsir etmiştir ki, zarardan maksat

ateşe girmek veya ateşte ebedi olarak kalmaktır. Elbette za-

rardan maksat ateşe girmek bile olsa bunun berzah ve kıyametteki diğer azablarla hiç bir münafatı yoktur. Ama yaza­rın zannma göre bu hadisler şöyle yorumlanabilir ki, iman kalbi öylesine bir nurlandırmaktadır ki, farzen insan bazen günah veya hata yapsa da o nur ve iman melekesi vasıtasıyla tevbe ederek ve Allah (c.c.)'a yönelerek onu telafi edebilir.

Al­lah'a ve ahiret gününe iman eden insan amellerini hesap gü­nüne bırakmaz. Ve hakikatte bu hadisler imana sarılmaya ve imanın bekasına teşvik mesabesindedir. Nitekim Hz. Sa­dık (A) dan nakledilen bir rivayette: "Hz. Musa (A) Hz. Hı­zır'a şöyle dedi: "Ben seninle refakatim sebebiyle şerafet ve hürmet sahibi oldum, o halde bana bir vasiyet et." O da şöyle buyurdu: "Gayrisiyle olduğun takdirde sana menfaat verme­yen kendisiyle birlikte olduğun zaman da sana zarar gelme­yen şeyle birlikte ol." Ali (A) birçok defasında şöyle buyurdu: "Ey insanlar! dininizi koruyunuz.

Dinden el çekmeyiniz. Zira dindar iken yapılan bir günah dinsizken yapılan bir iyilikten daha iyidir. Zira dinde günah bağışlanır. Ama din dışındaki ibadet ve iyilikler asla kabul edilmez." Bu ve benzeri hadis­ler, mü'minlerin ve hak dini sahiplerinin kötülüklerinin bila­hare bağışlanacağına delalet etmektedir.

Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyurmaktadır: "Şüphesizki Allah(c.c) bütün günahları bağışlar." Bu yüzden denilebilir ki onların kötü­lükleri diğerlerinin hiç bir zaman kabul edilmeyecek olan iyi­liklerinden daha iyidir. Hatta denilebilir ki, iman ve velayet gibi kabul şartları olmayan iyilikler bizzat birer zulmettir.

Ve iman nuru vasıtasıyla korku ve reca içerisinde olan mü'minlerin kötülüklerinden daha karanlık ve zülmanidir. Bilcümle bu hadis iman ehlinin kötülüklerinin muahaza edil­meyeceğine delalat etmektedir ve hadislerin zahirinden de bu anlaşılmaktadır. Şia ve Ehli Sünnet arasında meşhur olan bir hadiste ise şöyle yer almıştır: "Ali (A) sevgisi bir iyiliktir ki, hiç bir kötülük onunla za­rar vermez.

7
Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2


Ve Ali (A)'a düşmanlık öyle bir kötülüktür ki, onunla hiç bir iyiliğin faydası yoktur. Bu hadis-i şerif de da­ha önceden iman hakkında naklettiğimiz diğer hadislerle ay­nı konumdadır ve manasıda merhum Meclisi'nin verdiği ihti­male göre zarardan maksat ateşte ebedi olarak kalmak veya ateşe girmektir.

Ve İmam (A)'ın sevgisi de iman ve imanı ke­male erdirmenin sermayesi olup insan böylece şefaatçilerin şefaati vasıtasıyla ateşten kurtulur. Ve daha öncede dediği­miz gibi bunun berzahtaki çeşitli azaplarla da hiç bir çelişki­si yoktur.

Nitekim bir rivayette de şöyle yer almıştır. "Sizler berzahınızı İslah edin, biz kıyamette sizlere şefaat edeceğiz." Bunun manası şudur ki imamın sevgisi kalpte bir nuraniyet ve iman melekesi icad etmektedir ki böylece insan günahlar­dan sakınmaktadır. Bazen günaha düşse de tevbe vasıtasıyla bunu onarmaktadır. Ve dolayısıyla işlerinin kötü bir yere varmasını önlemekte ve nefsini kontrol etmektedir. Bu hu-sustada Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:

"Onlarki, Allah'la beraber başka bir ilâha ibadet etmezler. Allah'ın haram kıldığı nefsi, haksız yere öldürmezler, zina da yapmazlar, her kimde bunları yaparsa, ağır bir cezaya çar­par.

Kıyamet gününde azabı katlanır ve azapta tahkir edile­rek ebedi kalır. Ancak tevbe, iman edip yararlı iş görenler müstesna. Çünkü böylelerinin kötülüklerini Allah iyiliğe çe­virir. Allah çok bağışlayıcı çok esirgeyicidir." (Furkan 68-70)

Bu ayetin tefsirinde bir çok hadisler yer almıştır ki biz sa­dece biriyle yetiniyoruz. Zira hepside birbirine mana ve maz­munda yakın haldedir. Değerli muhaddis Muhammed bin Muslim-i Sakafi şöyle diyor: "İmam Bakır (A)'a mezkur ayetin manasmn sordum." İmam (A) şöyle buyurdu: "Günahkar mü'min kiyamet günü hesap durağına getirilir.

Allah-u Teala da onu hesaba çeker ve Allah-u Teala onun günahlarını hiç kimseye bildirmez ve daha sonra ona kendi günahlarını söy­ler ve o mü'min böylece kendi günahlarını itiraf eder. Allah-u Teala katiblerine, onun günahlarını iyiliğe çevirmesini ve bu­nu insanlara izhar etmesini söyler. Daha sonra insanlara şöyle denir.

Bu kulun bir tek günahı bile yoktu. Daha sonra­da da onu cennete götürmelerini emreder." Evet ayetin te'vili budur. Ve bu özellikle de taraftarlarımızdan günahkar olan­lar içindir. Gerçi konuyu epeyce uzuttım ama oldukça önemli bir konudur. Minber ehlinden bir çoğu halka bu hadisleri kö­tü anlatmışlardır.

Ayetin sonlarını okuyan kimse anlarki in­sanlar mutlak bir şekilde kendi amellerine mübteladır. Ve kötülükleri sebebiyle muaheze edilecektir. Elbette iman edenler günahlarından tövbe edenler ve salih amellerde bu­lunanlar bunun dışındadır.

Ve bu üç husus kimde bir araya gelirse kurtulanlardan olur ve Allah'ın lütufiarına mazhar olur. Böylece Allah-u Teala'nm huzurunda muhterem bir in­san olur ve bütün günahları iyiliklere çevrilir.

İmam Bakır (A) da ayeti böyle te'vil etmiştir. Ama bu Ehl-i Beytin taraftarlarına has bir şeydir. Ve diğer insanlar bun­dan mahrumdur. Zira iman sadece Ali (A) ve onu vasilerinin velayetine inanmakla hasıl olur. Allah'a ve Resulüne iman velayet olmadıkça kabul edilmez. Nitekim, sonraki fasılda in­şallah bunu da zikretmeye çalışacağız.

Dolayısıyla bu ayet-i şerifeyi ve bunu tefsir eden rivayetleri ilk delillerden saymak gerekir. Zira bu rivayetler delalet etmektedir ki, insan iman sahibi olduğu takdirde tevbe vasıtasıyla günahlarını telafi eder. Ve salih amelde bulunursa bu ayetin mazharı olur. Aksi takdirde bu ayet onlara şamil değildir.

Ey aziz, o halde şeytan seni mağrur etmesin ve nefsani nevaların seni aldat­masın. Elbette şehvetlerine dünya ve makam sevgisine mub-tela olan tembel bir insan daima kendi tembelliğini teyid et­mek için bir takım bahaneler peşinde koşar.

Şehvetleri ile muvafakat içerisinde olan ve nefsani heva ve şeytanî hayal­lerini teyid eden her şeye yönelir. Göz ve kulaklarını açar. Ama hiç bir araştırma yapmaz ve bunun mukabilinde yer alan şeylere asla nazar etmez.

Zavallı sanıyor k, şii olduğunu söylemekle ve Ehli Beyt muhibbi olduğunu iddia etmekle Allah (c.c) korusun her tür­lü günahı işlemeye izin almıştır. Ve teklif kalemi onun hak­kında işlemez hale getirilmiştir. Zavallı şeytanın kendisini körleştirdiğini ve ömrünün sonunda bu yersiz muhabbetin de elinden alınacağını ve dolayısıyla da kıyamette Ehl-i Bey­tin düşmanları safında yer alacağını bilmemektedir.

Muhab­bet iddiasında bulunan kimsenin beyyinesi olmadığı takdirde bu iddiası asla kabul edilmez. Ben sizinle dost olduğum tak­dirde ve halis bir şekilde, sizi sevdiğim surette asla sizin maksadınızın hilafına teşebbüste bulunamam. Muhabbet ağacının semeresi onunla uyumlu bir şekilde amel etmektir. Ve eğer bu semeresi olmazsa bilmek gerekir ki, bu sevgi yok­tur.

Ve hayali bir muhabbettir. Peygamber-i Ekrem ve onun mükerrem Ehl-i Beyt'i bütün ömrünü Allah'ın hükümlerini ahlaki kanunları ve itikadi meseleleri yaymak ve beşeri İslah etmek için bu yolda her türlü öldürmelere zillete, ihanete sabrettiler. Bütün bunlar onları bu yolda çalışmaktan alıkoy­madı. O halde şii de onların yolunda yürüyen ve onların de­diği üzere amel eden kimsedir.


Radis-i şerifte dille ikrar ve amelin imanın erkanından

sayılması tabii bir sırrın ve cari olan sünnetullahm beyanı­dır. Az bir izharda bulunmak imanın gereği üzere amel et­mek, Allah'a ve evliyasına izharda bulunmak aşığın tabiatın­da var olan bir şeydir. Dolayısıyla da amel etmediği takdirde mü'min değildir. Ve muhabbeti doğru bir muhabbet olamaz. Bu yüzden bu imanın sureti yersiz muhabbet olup en küçük bir olay karşısında ortadan kalkar ve ahiret alemine eli boş olarak intikal eder.

Ehl-i Beyt'in Velayetinin Amellerin Kabul Şartı Olduğu Beyanında

Şia mezhebinin zaruriyatından biri de amellerin kabul şartının Ehl-i Beytin velayetini tanımaktır. Bu hususta o ka­dar hadis ve rivayet vardır ki, burada hepsini nakletmek im­kansızdır.

Ve bu hadisler mütevattirdir. Biz sadece teberrü-ken bazısını nakletmek istiyoruz. Ebi Cafer (A) şöyle buyuru­yor: "İşin hakikati, yücesi, anahtarı, eşyaların kapısı ve Al-lah-u Teala'nın rızası İmamı tanıdıktan sonra ona itaat et­mektir.

Bilki birisi geceleri ibadet etse, bütün ömrü boyunca gündüz oruç tutsa tüm malını sadaka verse her yıl hacc'a git­se ama Allah'ın velisinin velayetini kabul etmediği takdirde ve tüm amelleri onun yol göstericiliği sayesinde olmayınca Allah'ın üzerinde sevap açısından hiç bir hakkı yoktur. Ve o iman ehlinden değildir."

Hakeza Ebi Abdillah (A) şöyle buyuruyor: "Kıyamette Al-lah-u Teala'nın huzuruna sizlere inanmadan gelen kimsenin ne bir iyiliği kabul edilir. Ne de bir kötülüğü bağışlanır.

(Ve-sail'uş Şiac.l s.91 Kitab'ut Tehare 3. Hadis)Hakeza Ebi Abdillah (A) hadiste şöyle buyuruyor: 'Valla­hi, eğer şeytan, günah ve tekebbürden sonra Allah (c.c.) için secde de etseydi Allah (c.c.)'ın emrettiği üzere Adem (A)'a secde etmediği müddetçe onun hiç bir ameli kabul edilmezdi.

Hakeza ümmetin asileri de Resulullah'ın kendileri tayin etti­ği imamı terk ettiği müddetçe aynı durumdadır. Allah (c.c.) onların hiç bir amelini kabul etmez ve onların hiç bir iyiliği Allah (c.c.)'un katına yücelmez.

Allah'ın emrettiği şekilde davranmazlarsa Allah-u Teala'nm velayetini emrettiği ima­ma itaat etmezlerse ve Allah'ın ve Resulullah'ın kendileri için açtağı kapıdan girmezlerse onların hiç bir ameli kabul edilmez ve onların hiç bir iyiliği Allah (c.c.)'un katma yüksel-mez. Bu babtaki hadisler oldukça çoktur. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, velayet amellerin kabul şartıdır.

Hatta Allah (c.c.)'a ve Resulü Ekremin nübüvvetine imanında ka­bul şartıdır. Ama bazı alimlerin buyurduğu üzere velayetin sıhhat şartı olması kesin değlidir. Zahire bakılırsa velayeti kabul etmek amellerin sıhhat şartı değildir. Bu bir çok hadis­ten de anlaşılmaktadır.

Nitekim imamların velayeti altına girerse daha önceki amellerinden (ehlisinden gayrisine verdi­ği zekat dışında) hiç bir ameleni kaza etmez. Ve Allah-u Tea-la ona ecir verecektir. Başka bir rivayette ise şöyle yer almış­tır: "Namaz, oruç, hacc ve sadakanız size mülhak olur ve si­zinle gelir. Ama zekatı ehli olmayana verdiğin için onu ma­halline vermen gerekir."

Başka bir rivayette yer aldığına göre "Ameller perşembe günü Resulullah'a arzedilir ve arefe günü Allah-u Teala amellere teveccüh eder.

Bunları darmadağın eder." "Bu ameller kimin amelleridir?" diye sorulduğunda ise şöyle de­nir: "Bu ameller biz Ehli Beyt'i ve şiilerimizi (taraftarîarımızı) sevmeyenlerin amelidir." Ve bu hadis amellerin sıhhatine, ama kabul edilmediğine delalet etmektedir. Velhasıl bu ba­his görevimizin dışında kalmaktadır. Başta da sonda da Hamd Allah (c.c.)'a dır.


Otuzdördüncü Hadis MÜMİNLERİN ALLAH İNDİNDEKİ MAKAMI

İmam Bakır (a) şöyle buyurmuştur: "Rasulullah (sav) mi­raç gecesi Allah Teala'nı huzuruna götürülünce şöyle arzetti: "Ey Allah'ım senin nezdinde mümini durum nasıldır? Allah Teala şöyle buyurdu: "Benim dostlarımdan birine ihanet eden bana savaş açmıştır ve ben herşeyden daha çok dostu­ma yardım ederim. Ben faili olduğum hiç bir şeyde müminin vefatı konusundaki gibi tereddüt etmedim. O, ölümü hoş kar­şılamıyor ama ben ise onun ebedi olmasını hoş karşılamıyo­rum.

Mümin kullarımdan bazısı sadece zenginlik ve ihtiyaç-sızlık ile ıslah edilebilir. Ben onları ondan başkasına yönel­tirsem helak olurlar. Mümin kullarımdan bazısını ise sadece fakirlik ıslah edebilir ve ben onları ondan başkasına yöneltir­sem helak olurlar. Kulumu Kur'an'a en yakın kılan sevgili şey, kendisine farz kıldığım şeyleri eda etmesidir.

Kulum na­fileler vasıtasıyla bana yakınlaşır ve ben de onu severim. Onu sevince de onun duyduğu kulağı, gördüğü gözü, konuş­tuğu dili ve tuttuğu eli olurum. Eğer beni isterse ona icabet ederim ve benden birşey isterse ona ihsanda bulunurum." (Usul-i Kafi, C/2, s/352. İman ve Küfür kitabı. 8. hadis.)Biz bu hadisle ilgili açıklamaları birkaç fasıl zımnında be­yan etmeye çalışacağız.

Allah Teala'ya Terdid Nisbeti Hakkında Yapılan Tevcihatlar Beyanında

Biz daha önce bazı hadislerin şerhinde müminlere ihaneti

şerhetmeye çalıştık. Dolayısıyla burada tekrara gerek gör­müyoruz. Şimdi hadisin diğer fıkralarını beyan etmeye çalı­şacağız.

Bil ki bu hadiste Allah Teala'ya tereddüt isnad edilmiştir. Sahih hadislerde ve hatta Kur'an-ı Kerim'de bile tereddüt be-da, Allah Teala'nm imtihanı ve pek çok hususlar yeralmıştır ki alimlerin nazarını celbetmiş ve hepsi de kendi meslekleri hasebiyle birtakım tevil ve tevcihlerde bulunmuşlardır. Nite­kim şeyh Behai (ra) Erbain adlı kitapta üç tevcihte bulun­muştur ki bunlara kısaca işaret edeceğiz:

Evveli şudur: Kelamda izmar vardır. Yani "eğer bana te­reddüt caiz ise" diye mana edilmelidir, ikincisi şudur: İnsan­lar sadece muhterem saydıkları kimseler hakkında tereddüt ederler. Onların dışındaki kimseler hakkında tereddüt et­mezler. Dolayısıyla tereddüt istiare yoluyla ihtiramın yerine zikredilebilir. Maksad şudur: "Kullarımdan hiç birisi mümin kimse kadar benim nezdimde değer ve ihtiramı yoktur."

Üçüncüsü de şudur: Allah Teala nimetlerini izhar etmek­te ve mümin kuluna bir takım müjdeler vermektedir ki böy­lece ölümden hoşlanmaması ortadan kalksın ve ebediyet ale­mine rağbeti artsın.

Dolayısıyla da bu hali, dostuna ardından birtakım faydaları olan bir elem vermek isteyen kimseye teş­bih etmiştir. Bu şahıs bu elemi nasıl ulaştıracağı hususunda tereddüt içindedir. Dostuna çok az eziyet etmek istemektir. Bu yüzden daima birtakım teşvik edici beyanlarda bulunma­lıdır ki kabul görsün.


İrfanı Tevcih Beyanında

Bu babda ariflerin ve filozofların yolu başkadır. Biz bunu anlamaktan uzak olduğumuzdan tafsilata girmiyor ve mu-kaddematmı zikretmiyoruz. Sadece itibara yakın olanı ve zevkle muvafık olanı zikrediyoruz.

Bilmek gerekir ki melekut ve ceberutun nihayetinden zul­metler ve heyula aleminin nihayetine dek tüm vücud merte­beleri Allah Teala'nın cemal ve celalinin mazharları ve rubu-biyet tecellilerinin mertebeleridir. Hiç bir varlık kendinden bir istidlale sahip değildir. Hepsi de fakirlik ve ihtiyacın biz­zat kendisidir.

Hepsi mutlak şekliyle Allah'ın emrine müsah-hardır ve ilahi emirlere tabidir. Nitekim bu hususta Kur'an-ı Kerim'de birçok ayetler vardır. Örneğin "Onları siz öldür­mediniz, ama onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen at­madın, ama Allah attı." (Enfal, 17) Ayette yer alan bu ispat ve nefiy iki iş arasındaki iş makamına işarettir.

Yani sen at­tın aynı zamanda sen atmadın. Yani sen kendi enaniyet ve istidadınla atmadın belki Allah Teala'nın kudretinin senin aynandaki zuhuru ve kudretinin senin mülk ve melekutun-daki nüfuzu sayesinde attın. O halde sen attın. Aynı zaman­da Allah Teala attı. Bunu bir benzeri de Kehf suresinde yer almıştır.

Hızır ve Musa (as) kıssasında yer aldığı üzere Hz. Hızır bunun bir benzerini beyan ederek noksanlık ve ayıbın olduğu bir hususu kendisine isnad etmiş. Kemal olduğu hu­susu ise Allah'a isnad etmiştir.

Bir hususta da her iki isnadı sabit kalmıştır. Bir yerde "ereddu" derken diğer bir yerde "erade rabbuke" ve diğer bir yerde "eredna" demiştir. Hepsi de doğrudur.

Bir başka örnekte ise Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah öleceklerin ölümleri anında ölmeyeceklerinde uykula­rı anında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinki-ni tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir." (Zümer, 42)

Halbuki canları alan ölüm meleğidir. Hakeza bir ayette de şöyle yer almıştır: "Hidayete erdiren de saptıran da Allah Teala'dır. Allah Teala istediğini saptırır ve istediğini hidaye­te erdirir." Halbuki hidayete erdirici olan Cebrail'dir ve Ra-sulullah'tır. "İnkara sapanlar derler ki "Ona rabbinden bir ayet (mucize) indiril şeydi ya.

Sen yalnızca bir uyarıcısın ve her topluluk için bir hidayet önderisin." (Rad, 7) Saptırıcı olan da şeytandır. Hakeza ilahi nefha İsrafilin surundan İs-rafili bir nefha haliyle çıkmaktadır.

Bir bakışa göre Azrail, Cebrail, İsrafil, Muhammed, diğer nebiler ve bütün tahakkuk diyarı mutlak malikin mülkü mu­kabilinde ve hakkın nafiz iradesi karşısında nedir ki onlara birşey isnad edilsin. Mazharlann tümü Allah'ın irade ve kud­retidir. "Göklerde de odur ilah ve yerde de odur ilah." Bir gö­rüşe göre (bu görüş kesret görüşüdür.

Sebep ve müsebbeblere teveccüh görüşüdür.) tüm sebepler kendi yerinde doğrudur ve en kamil nizam neden sonuç ilişkisi üzere idare edilmek­tedir. En küçük bir sebep ve aracı ortadan kaldırırsak vücud dairesinin çarkı dönmez. Hadis'in sabit ile olan ilişkisi ol­mazsa feyz ortadan kalkar ve rahmet nazil olmaz. Yüce irfa-ni kitapları ve özellikle de Molla Sadra'mu kitaplarını der-keden ve bunu kalp makamına ulaştıran insana bu bablar keşfolur.

İrfani tahkik merhalesinde bütün bu isnadlarm sa­hih olduğunu ve asla mecaz olmadığını anlar. Zira müvekkel meleklerden bazısı müminlerin makamlarını görmektedir. Diğer taraftan müminlerin ölümden hoşlanmadığını da görü­yorlar. Dolayısıyla onlarda birtakım tezelzül ve tereddüt ha­sıl olmaktadır.

Bu haleti Allah Teala kendisine isnad etmiş­tir. Nitekim öldürmenin, hidayetin ve delaletin aslını da ken­dine isnad etmiştir. Onlar irfani açıdan sahih olduğu gibi bu sahihtir. Bunu idraki için zevki selim ve letafet ehli olmak gerekir. Bilen ve hidayete erdirici olan da Allah'tır.

Şu da söylenmelidir ki vücudun hakikati kemal hakikati­nin aynısıdır. Çirkinlikler ve noksanlıklar Allah Teala'ya is­nad edilemez. Bu kendi mahallinde de isbatı edilmiştir. Feyiz her ne kadar kemale yakın olur ve zayıflıktan uzaklaşırsa hak ile olan ilgisi daha da kamil ve Allah Teala'nm zatına isnadı da daha da gerçek olur.

Ama eğer zulmet ve yokluk galib gelir, hudud ve noksanlıklar artarsa bu rabıta ve nakıs isnad uzak olur. Bu yüzden yaratıcılık fiilleri şeriat dilinde daha çok Allah'a isnad edilmiştir. Ama mülki ve teceddüdi fiiller Allah'a oldukça az isnad edilmiştir. Eğer açık bir göz ve uyanık bir kalp noksanlıkları kemalden ve çirkinlikleri güzelden ayırırsa anlar ki tüm tahakkuk diyari Allah Tea­la'nm fiili tecellisidir ve ona isnad edilmiştir.

Allah Teala'nın tüm fiilleri cemil ve kamildir. Tüm noksanlık ve çirkinlikler Allah Teala'dan uzaktır ve ona isnad edilemez. Filozofların dilinde yaygın olan bir arazî (asil olmayan) isnad ise talimin evvelinde ve hikmette yaygındır. Bu makamda birtakım yan­lışlıklar vardır ki bunlardan sarf-ı nazar etmek daha da ev­ladır.

Bu nüktenin beyanından maksadımız evvela bazı yan­lış tevehhümleri ortadan kaldırmaktır. Bu makamda mari­fetlerden yoksun olan cahil bu tevehhümlerde bulunabilir.

Saniyen bu terdid ve bazı melekuti varlıkların tereddüdü­nün Allah'a isnadı bu alemde vaki olan işlerden daha tamam ve kamildir. Üçüncü olarak hakikatelri bilen arif bir insan kemal ve noksanlığı bu terdid ve tereddüt halinde birbirin­den ayırmalıdır. Kemal cihetini Allah'a isnad etmeli ve nok­sanlık cihetini ise O'ndan selbetmelidir.

Terdid Hadisi Hakkında Yapılan Başka Bir Tevcih Beyanında

Bu makamda başka bir tevcihte vardır ki eskiden beri bu kasır ve zayıfın nazarına gelmiştir. Ki Allah Teala'nın bazı kulları ya arif ve evliyadır ve ilallah seyrinde kalp erbabının yolunda yürümektedirler. Bu kullar Allah'ın meczup ve ce­maline aşık kullardır. Bunların emel ve kalbi teveccühleri Allah Teala'nın mukaddes zatmadır.

Allah'tan başka hiç bir şeye hatta kendilerine ve kemallerine bile nazar etmezler. Allah'ın bazı kulları da dünya süsüne dalmış mal ve makam sevgisinin zulmetlerine gömülmüştür. Dolayısıyla kalbi te­veccühleri enaniyyet ve kendi kemalleridir. Asla mukaddes aleme teveccüh etmez üst mahfiline yönelmez ve onlar Al­lah'ın isimlerinde ilhada düşenlerdir.

Üçüncü taife ise müminlerdir ki onlar iman nuru hasebiy­le mukaddes aleme müteveccihtir. Ama bu aleme teveccühle­ri hasebiyle de ölümden hoşlanmamaktadırlar. Allah Teala bu mülki, melekuti, ilahi, halki, ahireti ve dünyevi cezbeleri terdid diye tabir etmiştir. Nitekim terdidde de bu ikilem söz-konusudur.

Adeta demektedir ki mevcudaddan hiçbirisinde mümin kulumda olduğu şekliyle mülki ve melekuti cezbeler yoktur. Bir taraftan mülk alemine teveccüh ettiğinden ölüm­den hoşlanmamakta, bir taraftan da ilahi cezbe onu kendine cezbetmekte ve onun kemaline doğru ulaştırmak istemekte­dir. O halde Allah Teala onu mülkte baki kalmasını sevme­mektedir. Diğer insanlar böyle değildir. Zira velilerin mülki cazibeleri yoktur. Dünyaya dalanlar ise dünyada melekuti cezbelere dalmamışlardır.

Bu cezbelerin Allah'a isnadı önceden dediğimiz gibi beyan edilmelidir. Bu bağlamda seyyid Damad ve muhterem öğren­cisi Molla Sadra'nm birtakım beyanları vardır ki bunu zik­retmek konunun uzamasına sebep olacağından sarf-ı nazar ediyoruz.

Fasıl ^ Allah Teala'nm Müminlerin Halini Fakirlik Veya Zenginlikle İslah Ettiği Beyanında

Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Bazı kullarımı fa­kirlikten başka birşey ıslah etmez; eğer onlardan fakirliği alacak olursam helak olur. Hakeza bazı kullarımı da zengin­likten başka birşey ıslah etmez.

Ve o olmaksızın helak olur­lar." Bu cümlelerden anlaşılmaktadır ki Allah Teala'nm mü­min kullarına verdiği zenginlik veya fakirlik, sıhhat veya hastalık emniyet veya dehşet ve benzeri herşey müminlerin halini ıslah ve kalp haletlerini halis kılmak içindir.

Bu hadis müminlerin hastalıklara, açlığa, fakirliğe, yok­sulluğa ve sair belalara mübtela olacağını bildiren birçok ha­dislerle de münafat arzetmemektedir. Zira Allah Teala geniş rahmeti ve kapsamlı fazlıyla tedavi eden bir tabib ve merha­metli bir hasta bakıcı gibi herkesi belli bir şekilde dünyadan sakındırmaktadır.

Bazen birine servet vermekte ve imanının noksanlığı, kemali, zayıflığı ve şiddeti hasebiyle onu başka belalara duçar kılmaktadır. Servet ve zenginliği birçok bela­larla içice vermektedir ki onu dünyadan ve dünya sevgisin­den alıkoysun. Bu şahsın mizacı öyledir ki fakir kalacak olursa dünya ehlini saadet ehli bildiğinden hemen dünyaya yönelecek ve dünyanın talısilinde felakete ulaşacaktır. Araa dünyayı ona verir ve dünyaya tapmaması içinde onu birçok dahili ve harici zahmetlerle birlikte kılarsa o şahıs dünyadan yüz çevirir. Üstadlarımızdan biri şöyle buyuruyorlardı:

İnsa­nın birden fazla kadınla evlenmesinin dünyaya giriş ve dün­yaya teveccüh olduğu sanılmaktadır. İnsan buna mübtela olunca görüyor ki bu öyle bir büyük iştir ki insan dünyaya girdiği gibi dünyadan çıkmakta ve ondan yüzçevirmektedir." O halde Allah Teala mümin kul bazen fakirliğe mübtela kılmakta ve onları İslah etmektedir.

Bu vesile ile onlar dün­yadan yüzçevirmekte ve dünyaya gönül vermemektedir. Ba­zen de müminleri zenginliğe mübtela kılmakta ve insan dünya lezet ve keyifleri içinde olduğunu sanmaktadır. Öte yandanda birçok zorluklar, baskılar ve musibetlere mübtela olmaktadır. Bunun fakir müslümanların Alah nezdindeki üs­tünlüğü ile de bir münafatı yoktur. Nitekim birçok rivayet­lerden de bu anlaşılmaktadır. Biz bu babda birtakım açıkla­maları önceki hadislerin şerhinde beyan etmeye çalıştık.

İrfanda Farz ve Nafilelerin Yakınlığı ve Neticeleri Beyanında

Bil ki ilallah saliki ve nefsin karanlık beytinden gerçek Kabeye hicret eden bir insanın ruhani ve irfani bir seferi var­dır ki bu yolcuğun başlangıcı nefsin beyti ve enaniyetidir.

Menzilleri ise afaki ve enfüsî veya mülki ve melekuti tecelli­lerdir ki bunlarda nurani ve zulmani hicaplar diye tabir edil­miştir. "Allah Teala'mn nurdan ve zulmetten 70 bin hicabı vardır." Yani ya vücud nurları ve tecelli zulmetleri ile mele-kut nurları ve mülk zulmetleri veya nefsin alakalan zulmetleri ile kalbin alakalarının tertemiz nurları. Bu 70 bin nurani ve zulmani hicaplar bazen cem tariki ile yedi hicab olarak ta­bir edilmiştir. Nitekim namazların girişinde getirilen yedi tekbir hususunda tahir imamlar bu tekbirlerden her birinin bir hicabı ortadan kaldırdığını buyurmuşlardır.

İmam Hüse­yin'in toprağı üzerine secde etme hususunda da bu secdenin yedi hicabı ortadan kaldırdığı beyan edilmiştir. Meşhur arif şöyle diyor:"Attar yedi aşka şehrini geçti Biz henüz bir sokakta kaldık."

Bazen bu hicaplar insanın vücudunda letaif-i seb'a (yedi latife) diye tabir edilmiştir. Bazen de üç tümel hicap olarak beyan edilmiştir. Afak'ta üç alem, enfüste ise üç mertebe diye tarif edilmektedir.

Bazen orta bir yolla seyir ehlinin nezdinde malum olan bin menzile bazen bir itibara göre yüz menzile ve bazen de bir itibara göre de on menzile taksim etmişlerdir.

Arif ve kamil şeyhimiz olan Şahabadî (dame zilluhu) bu men­zillerden her birisi için de on beyt karar kılmıştır. Toplam bin beyt etmektedir. Allah Teala'nın naklettiği Hz. İbra­him'in o ruhani seyrinde bu menzilleri üç makam olarak ta­bir etmiştir. Birinde yıldızlar diğerinde ay ve üçüncüsünde ise güneş diye tabir edilmiştir.

Bilcümle bu ruhani seferin mebdei nefsin karanlığı beyti­dir ve menzilleri afak ve enfüs mertebeleridir. Bunun gayeti ise kamil insan için Allah Teala'nın işin başında tüm isim ve sıfatlarıyla olan zatıdır.

Ve işin sonunda da isim ve sıfatlar onda fenaya ermektedir. Diğerleri için bu seferin gayeti ise esma, sıfat ve tecellilerden bir isim sıfat veya tecellidir.

O halde insan enaniyetini aştıktan bu evden dışarı çıktık­tan, aslî maksadını taleb yolunda menzil ve merhaleleri ka-


tettikten, hepsini aştıktan, zalmani ve nurani hicapları yırt­tıktan, tüm varlıklar ve kainattan yüzçevirdikten, gönül ka-besinden tüm putları velayet eliyle dışarı attıktan kalp ufuk­larından, güneşleri ayları ve yıldızları battıktan kalbi sadece Allah'a yöneldikten sonra şöyle der: "Ben yüzümü gökleri ve yeri yarataa çevirdim." Esma, zat ve fiillerde fenaya erdikten sonra artık kendinde tam bir fena, mutlak bir sa'k makamı hasıl olur.

Böylece Allah Teala vücudunda tasarrufta bulunur. Hak­kın kulağıyla duyar ve Hakkın gözü olur. Hakkın kudret eliyle tutar ve hakkın lisanıyla konuşur. Hakkı görür ve hak­tan başkasından yüzçevirir.

Hakkkıyla konuşur ve haktan başka bir şey söylemez. Haktan başkasına kör, sağır ve lal kesilir. Göz ve kulağı Haktan başkasına açılmaz. Bu makam sadece ilahi bir cezbe ve aşk ateşiyle hasıl olur.

Bu sonsuz aşk cezbesiyle Allah'a yakınlaşır. Zati seyrinin ardından ge­len rububi cezbe sayesinde kendisine yardım edilir. Böylece bu hayret vadisinde şaşkınlığa düşmez ve enaniyetinin artık­ları sayılan şethiyyata (Allah hakkında birtakım aşırı sözle­re) duçar olmaz.

Bu hadisde iki şeye işaret edilmiştir: "Ku­lum nafilelerle bana yakınlaşır ve ben onu severim." Kulun yakınlaşması aşk cezbesindendir. Hakkın ilahi cezbesi ise sevgidendir.

"Maşuk tarafından bir cezbe olmazsa

Aşığın cezbesi bir yere varamaz."

O halde nafilelerin sağladğı yakınlığın nihayeti külli bir fena, mutlak bir izmihlaldir. Neticesi de "ben onun duyan kulağı olurum." hakikatidir. Bu tam fena, külli yokluk ve mutlak kendinden geçişten sonra ezeli inayete mazhar olur ve bu vasıtayla kendine gelir. Bu vasıtayla ünsiyet ve itmi-


nan kazanır. Celal ve cemal hicaplarım keşfeder. Suluk ehli­nin hali bu makamda ilk makamdaki hali gibidir. Ayn-i sabi­ti hangi isme tabi olursa o isimde fani olur ve o isimle baki kalır. Sahv halinde de o isim kendisine keşfolur. Bu vesileyle de o isme tabi olan ayn-ı sabit kendisine keşfolur.


Nebilerin Nübüvvetteki İhtilafının Sırrı Beyanında

O halde insan-ı kamil'e en büyük cami' isim altında ayan-ı sabiti ve levazımının mutlak keşfi ezelen ve ebeden müyes­ser olur. Kendilerine mevcudatın kabiliyet ve haletleri ile sü-lukun keyfiyeti ve vusulün mahiyeti keşfolur. Bu keşf-i mut-lakm neticesi olarak da hatemiyyet ve nübüvet-i hatmi giysi­sini giyer.

Diğer peygamberler ise mazharı oldukları isim münasebetiyle ve kendi vücudlarmın dairesi miktannca o is­me tabi olan ayn-i sabitleri keşfeder. Kemal, noksanlık, eşre-fiyet, davet dairesinin darlığı ve genişliği gibi bir takım şey­ler oradan başlar ve ilahi isimlere tabi olmaya rücu eder. Ni­tekim Misbahu'l-Hidaye risalesinde bunu tafsilatıyla zikret­tik. Bilcümle mahvdan sonra ortaya çıkan sahv haletinden sonra vücudu hakkani olur.

Allah Teala onun cemal aynasın­da diğer mevcudları müşahede eder ve meşiyetle aynı ufukta seyreder. Eğer insan-ı kamil olursa mutlak meşiyetle aynı ufukta seyreder. Ruhaniyeti Allah Teala'mn fiili zuhur ma­kamının aynısını olur.

Bu halde Allah Teala onunla görür. Onunla duyar ve onunla tutar. Bizzat kendisi Allah'ın nafiz iradesi kamil meşiyyeti ve fiili ilmi olur. Allah onunla duyar ve onunla görür. "Ali Allah'ın gözüdür, Allah'ın kulağıdır ve Allah'ın yanıdır". O halde farzların yakınlığı mahvdan sonra­ki sahv makamıdır. Neticesi ise bütün bu duyduklarındır.

Bilmek gerekir ki bu sahv ve kesrete rücu etmeye kurb (yakınlık) diyoruz. Zira mahvdan sonraki sahv makamı bizle­re arız olan gafletten ayrı bir durumdur. Mutlak fenadan sonra hasıl olan kesrette vuku da bizim içinde vaki olduğu­muz kesretten ayrı bir durumdur. Zira bizler için kesret hi­captır.

Onlar için ise müşahede aynasıdır. "Gördüğüm her-şeyle birlikte içinde, öncesinde ve sonrasında Allah'ı gördüm" nafilelerin kurbunu esmai fena bilmek de mümkündür. Farz­ların yakınlığı ise zati fenadır o halde farzların yakınlığının neticesi mutlak mahv makamıdır. Bunun tafsilatı burada münasib değildir. Biz bu kadarıyla yetiniyoruz.

Şeyh Behai'nin Kelamını Nakli Beyanında

Şeyh Behai (ra) Erbain adlı kitabında bu hadisin şerhinde şöyle diyor: "Bu makamda kalb ashabı için yüce birtakım ke­limeler , gizli işaretler ve zevkli imalar vardır. Ki ruhları nurlandırır ve bedenlere hayat verir. Bu manaları sadece ri­yazet ye mücahedet ehli olan kimseler anlayabilir.

Sadece riyazet ve mücahedet ehli olan kimseler bunu tadabilir ve hakikatine ulaşabilir ama ilahi esrarlardan haberdar olma­yan ve bu marifetler hazinesinden mahrum olanlar dünyevi ve nefsani lezzetlere daldığından bu kelimeleri duyduğunda büyük bir tehlike hisseder. İlhada mübtela olabilir.

Hulul ve ittihad tevehhümüne kapılabilirler. "Allah Teala bundan yü­ce ve büyüktür." Biz bu makamdan oldukça sade bir dille be­yanda bulunduk ki herkes tarafından kolayca anlaşılsın. O halde diyoruz ki bu sözler kurb hususunda mübalağadır. Mu­habbet sultanının kulun zahirine batınına, sırrına ve alaniy-


yetine istilasını beyan etmektedir. O halde maksat şudur: "Bu kulum sevince onu kendime cezbederim, ünsiyet maka­mına ulaştırır ve kuds alemine teveccüh ettiririm. Fikrini melekut esrarına daldırır ve duyu organlarını ceberut nurla­rını almaya yönlendiririm. Dolayısıyla kurb makamında sa­bit kadem olur.

Muhabbet kanına ve etine karışır. Kendin­den gaib hale gelir ve duyularından gaflet eder. Başkaları gö­zünden silinir ve ben onun gözü ve kulağı olurum. Nitekim şöyle demişlerdir: "Benim deliliğim senin yüzündendir ve bu gizli değildir. Senden olan ateşim asla sönmez. O halde ku­lak, göz, beden ve kalb sensin."


Muhakkik Tusi'nin Kelamının Naklinde

Hace Nasir-i Tusi şöyle buyuruyor: Arif kendinden gaflet edip hakka ittisal edince tüm kudretleri, Allah'ın kudretinde tüm ilimleri Allah'ın ilminde ve tüm iradeleri Allah'ın irade­sinde fani görür. Tüm vücutları ve vücutların kemalatlannı onda ve onun feyzinden görür. Bu makamda Allah-u Teala onun kulağı, gözü, kudreti, ilmi ve vücudu olur. Arif bu halde Allah'ın ahlakıyla ardaklanır.

Bu makamda muhakkik Meclisi ise şöyle buyuruyor: "Eğer insan tüm kuvvetlerini şehvet*ve şeytanlık yolundan harcarsa sadece büyük bir hüsran ve pişmanlık içinde kalır. Ama bunları Allah yolunda harcarsa, Allah Teala onları ru­hani kuvvelere tebdil eder.

Dolayısıyla onun göz ve kulağı ruhani göz ve kulak olur. O kulakla meleklerin sözlerini du­yar. Ölüm vasıtasıyla da o kulak ve göz zayıflamaz. Kabirde o ruhani kulak ve gözle de soru ve cevaba muhatab olur. Kı­yamette de bu ruhani göz ve kulak vasıtasıyla göz ve kulağa

sahip olur. Ama bu göz ve kulağı olmayanlar kör ve sağır ola­rak haşrolur. Allah Tealada bu yüzden şöyle buyurmuştur: "Ben onun duyan kulağı olurum."

Tetimme

Şeyh Behai bu makamda şöyle buyuruyor: Bu hadisi şerif tasrih etmektedir ki farzlar müstehablardan daha faziletli­dir. Eğer birisi "bu hadis farzlardan gayrisinin efzeliyetini nefyetmiştir. Bu farzların efzaliyetini gerektirmemektedir. Zira eşit de olabilirler" diye itiraz ederse kendisine denir ki, bu terkip çeşidi birçok lügatlarda efzaliyete delalet etmekte­dir.

Bilmek gerekir ki hadis-i şerifin zahirinden anlaşıldığı üzere aynı sınıftan olmasa da farzlar müstehablardan daha faziletlidir. Örneğin selama cevap vermek mendub olan hac­dan, büyük medrese bina etmekten ve Rasulullah'ı ziyaret etmekten daha faziletlidir. Bu gerçi göze uzak bir ihtimal gelmektedir.

Bu yüzden merhum Meclisi (ra) şöyle buyur­muştur: "Elbette bu efzaliyetin aynı sınıftan olan ibadetlere mahsus olması da mümkündür; ama delil buna delalet ettik­ten sonra uzak bir ihtimal göründüğü için böyle demek müm­kün değildir. Başta da sonda da hamd Allah'adır.


Otuzbeşinci Hadis HAKKIN İSİMLERİNİN MARİFETİ İLE CEBİR VE TEFVİZ MESELESİ

"İmam Rıza (a) şöyle buyuruyor: "Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ey Ademoğlu sen meşiyetimle nefsin için istediğini isteyebiliyorsun. Kuvvetimle farzlarımı eda edebiliyorsun. Nimetimle masiyete güç yetirebiliyorsun. Ben seni duyar, görür ve güçlü kıldım, sana çatan iyilik Allah'tandır. Sana çatan kötülükler ise nefsindendir. Zira ben iyiliklere senden daha evlayım. Sen de kötülüklerine

benden daha evlasın. Zira ben yaptıklarımdan sorulmam, ama onlar yaptıklarından sorulurlar." (Usul-i Kafi, C. 1. sh. 152. Tevhid kitabı)

Bu hadis-i şerifte yer alan bazı tabiat ötesi yüce ilimlerin önemli meseleleri ve yüce konuları mukaddemat tafsilatıyla zikredilirse çok uzar ve kitabın kapasitesini aşar. Dolayısıyla bazı meseleleri özetle burhanın neticesi tarikiyle birkaç fasıl babında beyan etmeye çalışacağız. Tevekkül sadece Allah'adır.

Hakk"ın İsimlerinin İki Makamı Olduğu Beyanında

Bil ki Allah'ın meşiyeti için belki ilim, hayat, kudret vb. sıfat ve isimleri için de iki makam vardır.

Birincisi zatî sıfat ve isimler makamıdır ki burhanla da isbat edildiği üzere vacibu'l-vücudun mukaddes zatı, vahid haysiyeti ve basit cihetiyle kemallerin küllüsü ve tüm isim ve sıfatların camiidir.

Tüm kemalller, isimler, celal ve cemal sıfatları vücudun basit haysiyetine rücu etmektedir. Vücudun maverasında kalan herşey noksanlık kusur ve yokluktur, mukaddes zatı sırf vücud ve vücud-i sırftır. Sırf kemal ve kemal-i sırftır. Küllü ilim küllü kudret ve küllü hayattır.

Diğeri ise fiili ilim ve sıfatlar makamıdır. Bu makam zatî sıfat ve isimlerle zuhur makamı ve cemal ve celal sıfatlarıyla tecelli mertebesidir. Bu makam kayyumi maiyyet

HAKK'IN İSİMLERİNİN MARİFETİ

makamıdır. "O sizinledir" "Fısıldamakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka odur" (Mücadele, 7) Hakeza vechullah makamıdır. "Nereye yönelirseniz Allah'ın vechi oradadır". Hakeza nuraniyet makamıdır.: "Allah göklerin ve yerin nurudur." Mutlak meşiyet makamıdır." Siz sadece Allah'ın istediğini istersiniz." "Allah eşyayı meşiyetiyle meşiyeti ise binefsihi yaratmıştır."

Ehlullah'ın lisanında başka birtakım istilahatlar ve lakablar da vardır.Şu ayette her iki makama da işaret edilmiştir: "O evveldir ve ahirdir, zahirdir ve batındır."

Bilcümle mutlak fiili meşiyet makamının mülki ve melekuti tüm varlıklara kayyumi ihatası vardır. Tüm varlıklar bir çeşit onun tecellisidir.

Fiili meşiyet, mazhariyet, kulların meşiyetinin ondaki fenası, mazhariyet, belki kulların kendi miratıyeti (ayna olması) ve tüm işleri hasebiyle bu hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Ey Ademoğlu sen benim meşiyetimle meşiyet etmektesin. Senin zatın ve zatının kemalleri benim meşiyetimin aynısıdır.

Sen ve kemallerin meşiyetimin mazharlansınız. "Sen attığında sen atmadın belki Allah attı." Bu irfanı mesele için ayet ve rivayetlerden, birçok şahitler vardır ki zikri gerekli değildir.

Şeyh işraki Hakk Teala'mn eşyaya olan tafsili ilmini bu fiili ilim makamından ibaret bilmektedir. Muhakkik Tusi de bu babda ona uymuştur. Molla Sadra ise ilm-i tafsilinin basit zat makamı olduğunu söylemektedir.

Dolayısıyla iki şeyhin görüşünü de kabul etmemiştir. Ama ben bu nizayı lafzi bir niza olarak kabul ediyorum. Lakin bunun beyanı bu makama münasib değildir.

Tahakkuk diyarında vücuda gelen ilahi-kudsi ile tabii mülki cevherler, arazlar, zatlar, sıfatlar ve fiiller Allah'ın

kuvvetinin ihatası, kudretinin nüfuzu ve kayyumiyeti ile vücuda gelmektedir. O halde "farzlarımı kuvvetimle eda ediyorum." cümlesi de malum oldu. Bu makam, geniş rahmet makamının mutlak meşiyeti ile cami nimetler makamıdır. Nitekim şöyle buyurmutur:

"Benim nimetimle masiyete güç yetiriyorsun."

Cebir Ve Tefviz Meselesine İşaret

Bu hadiste cebir ve tefviz meselsine işaret edilmiştir. İki emir arasındaki emir ve iki menzil arasındaki menzil olan hak mezhebini marifet ehlinin mesleği ile kalb ashabının tarikine mutabık bir şekilde beyan etmiştir. Zira hem meşiyeti edayı ve kuvveti kulu isbat etmiş ve hem de Allah'ın meşiyetine isnad etmiştir. "Sen meşiyet ettin ama benim meşiyetimle senin meşiyetin zahir oldu. Sen farzı eda ettin, senin kuvvetin benim kuvvetimin zuhurudur.

Geniş rahmetim olan nimetim ile masiyete kuvvetin hasıl oldu. O halde senden fiiller sıfatlar ve vücudlar mutlak şekilde selbedilmez. Nitekim mutlak isbat da edilemez. Sen meşiyet ettin, ama meşiyetin benim meşiyetimde fanidir. Zuhur odur ve sen gücünle itaat ve masiyete güç yetiriyorsun. Buna rağmen senin kudret ve kuvvetin benim kudret ve kuvvetimdir.

Elbette ki noksanlıklar rezaletler ve günahkar da Hakk'a isnad edilemez. Zira Alah Teala sırf kemal, hayriyet, cemal ve güzelliktir. O halde ondan olan herşeyi kemal ve hayırdır. Vücud ve varlığın hakikati (Gayb ve şuhud) kemalin aynısı, tamamiyetin ve cemalin aslıdır. Noksanlık rezalet, şer ve vebal yokluk ile ilgilidir. Ve mahiyetin levazımıdır.

Bunlar hakk'm ifazesi değildir. Tabiat alemi ve dar mülk neşetinde var olan serlerin hepsi varlıklar arasındaki çelişki ve dünya aleminin darlığındandır. Bu çelişkilerin hiç birisi Hakk'ın ifazesi ile ilgili değildir. Hayır, kemal ve iyilikler Hakk'tandır. Noksanlık şer ve günahlar ise kullardandır.

Nitekim şöyle buyurulmuştur: "Sana isabet eden iyilikler Allah'tan, kötlükler ise nefsindendir." O halde dünyevi ve uhrevi saadetler ile mülki ve melekuti hayırlar, hayırlar ve saadetler kaynağından ifaze edilmiştir.

Dünya ve ahiretteki tüm serler ise varlıkların zati kusur ve noksanlığındandır. Saadet ve hayır Allah'ın ifazesi iledir. Zatlardan ve mahiyetlerden hiç birine saadet yoktur. Mahiyetlere tam şekavet ve salt helaket irca eder.

Şekavetler ifaze ile değildir. Zira ifaze makamının altındadır.. "Said annesinin karnında said, şaki de annesinin karnında şakidir." hadisini ayrı bir manası vardır. Bu isim ve sıfatlar ilmiyle ilgilidir ki zikri mütenasib değildir.

Bu beyan üzere hayırlarda varlıkların ve kötülüklerde de kadim olan kudret-i vacibenin azli de gerekmez. Zira Allah iyiliklere kullardan daha evladır. Kullar ise kötülüklere Allah'tan daha evladır.

Hayırlara Allah'ın kullardan daha evla olduğu beyanına gelince, hayırların Allah'a isnadı vücudun isnadı ve bizzat isnattır. Zira hayırlar vücudun zatiyatıdır.Vacib de zatın aynısıdır.

Mümkünde ise ifaze iledir. O halde hayırların ifazesinin aslı Allah'tandır. Zuhur aynası ve mazharı ise mümkün'dür. Zahiriyet ve ifaze isnadı mazhariyet ve kabiliyet isnadından daha kamil ve tamamdır. Ama kötülük ve şerlerde durum bunun aksinedir. Lakin her iki isnad da

mahfuzdur. İfaze edilenler hayırdır. Bu hayırların lazimesi serler tebeiyet yoluyla oraya çıkmaktadır. O halde bilaraz ona müntesebdir ama bizzat zat ve mahiyetlerin kusurundandır. Nitekim ayette de şöyle buyruluyor: "De ki hepsi Allah'tandır." Kesret bilaraz mülahaza edilince de "sana isabet eden iyilik Allah'tandır." buyrulmuştur.

Allah Yaptıklarından Sorulmaz, Ama

Diğer Varlıklar Yaptıklarından Sorulur

Bil ki filozofların da dediği gibi Allah'ın mutlak fiili için bir gayet ve garazı varsa, o da kendi zatıdır. Allah'ın eşyanın icadında zatı ve zatının tecelli ve zuhuru dışında bir gayeti yoktur.

Zira zatı dışında bir gayet ve maksadı olarak herhangi bir şeyi icad eden fail her ne gayeti olursa olsun (hatta fayda vermek, başkalarına sevap vermek veya ibadet, marifet ve sena için de olsa) o şeyle mükemmeldir. Vücudu yokluktan daha evladır. Bu da noksanlık kusur ve intifayı gerektirir.

Bu ise mutlak kamil, bizzat gani ve vacip olan Allah Teala hususunda muhaldir. O halde onun fiillerinde nedensellik diye birşey yoktur. O yaptıklarından sorulmaz. Ama diğer varlıklar kendi fiillerinde birtakım garaz ve zatları dışında maksatları vardır. O halde Hakkın cemalinin aşıkları mukarreb ve meczup kulların fiillerinin gayeti Allah kapısına erişmek, likaullaha ermek ve ilahi mukaddes huzura varmaktır. Diğer varlıklar, kemal noksanlık ve şiddet hasebiyle zatlardan ayrı garazları vardır.

Bilcümle mutlak kemal sahibi olan ve bizzat vacib olan

varlık bütün cihetlerden vaciptir. Mukaddes zatı da nedensellikten beridir. Dolayısıyla fiilleri de zatının verasmda yer almış ve nedensellikten beridir. Diğer varlıklar ise bunun aksinedir.

Hakeza mukaddes zatı mutlak kamil ve mutlak cemil olduğundan tüm varlıkların kabesi, tüm kainatın maksadının gayetidir. Kendisinin kendinden başka bir maksat ve gayeti yoktur. Diğer varlıklar bizzat nakıs ve her nakıs fıtrat gereği kendisinden kaçınılan bir varlıktır. Nitekim her kamil de kendisine rağbet edilen bir varlıktır.

O halde bütün hareket ve fiillerin gayeti, Allah Tealamn mukaddes zatıdır. Mukaddes zatın kendisi için de kendinden başka bir gayet yoktur. O yaptıklarından sorulmaz ama insanlar yaptıklarından sorulur.

Allah Teala' nm mukaddes zatı, tambir kemal ve cemal içindedir.

Vücud dairesinin nizamı o cemil zatın bir gölgesidir. Mümkün olan cemalin zirvesindedir. Bu külli nizam düşünülebilecek en kamil nizamdır. O halde nedensellik gayet, garaz ve fayda hakkında sorulan bir soru, cehalet ve noksanlık üzere sorulan bir sorudur. Nitekim şeytan yedi soru sormuştur.

Allah Teala da icmalen ve en iyi bir şekilde onları cevaplandırmıştır. O halde Allah'ın (cc) fiilleri kemalinin gayeti sebebiyle sorulamaz. Diğer varlıklar ise sorulabilir. Zira onlar zaten ve fiilen noksan varlıklardır.

Hakeza Allah (cc) mutlak hakim olduğundan ondan sudur eden her fiil de son derece muhkem fiillerdir ve sorulamaz.

Allah Teala mukaddes zatından sudur eden her fiil onun zatından ve hakikatinin aslındandır. Diğer varlıklar ise öyle değildir. Allah Teala bizzat faildir, onun hakkında

nedensellik batıl birşeydir. Diğer varlıklar öyle değildir. Allah Teala'nın irade, meşiyet ve kudreti mukaddes zatının aynısıdır. Allah Teala'nın bizzat failiyeti bil-irade ve bilkudre faaliyetinin aynısıdır.

O bil-esale faildir. Tabeiyyet faaliyeti yoktur. Bu yerinde burhanla isbatlanmış bir konudur. Bununla mütekellimlerin birçok şüphelerine çeşitli bablarda cevap verilmektedir.

Bu beyan üzere hadisi şerifte yer alan bu cümlelerin irtibatı anlaşıldı. O halde Allah Teala'nın fiilleri tamam, nizamı etemdir, yaptığından sorulmaz, diğer varlıklar ise böyle değildir ve yaptıklarından sorulurlar.

Zira Allah iyiliklere evladır ve kulları ise kötülüklere evladır. Çünkü tüm kötülükler kuldandır. İyilikler ise Allah'tandır. Bu irtibat başka birtakım beyanlarla da sağlanabilir ki zikredilmedi. Başta da sonda da hamd Allah'a mahsustur.


Otuzaltıncı Hadis HAKKIN SIFATLARI

"Ebu Basir diyor ki, Hz. Sadık (as)'ın şöyle dediğini işit­tim: "Allah Teala her zaman bizim rabbimizdir. Hiç bir ma­lum olmadan ilmi onun zatıdır. Hiç bir duyulan olmadan duyması onun zatıdır. Hiç bir görülen olmadan görmesi onun zatıdır. Hiç bir makdur (kudret yetirilen) olmadan kudreti zatının aynısıdır. Eşyayı yarattıktan ve bir malum ortaya çıktıktan sonra maluma ilmi vaki oldu. Duyulana duyması vaki oldu. Görülene de görmesi vaki oldu.

Ve makdura da kudreti vaki oldu. Ben arzettim: "O halde Allah daima muta-harrik (hareketli) idi" diye söyledim. İmam şöyle buyurdu: "Allah Teala bundan daha yücedir.

Zira hareket fiille ortaya çıkan bir sıfattır." Ben dedim ki: "O halde Allah daima müte-kellim idi". İmam şöyle buyurdu: "Kelam hadis bir sıfat olup, ezeli değildir. Allah Teala mütekellim olmadan önce de var­dı." (Usul-i Kafi, C. 1. s. 107. Tevhid Kitabı, 1. hadis.)Hadisle ilgili açıklamaları birkaç fasıl zımnında beyan et­meye çalışacağız.

Allah Teala'nın Sıfatlarının Zatıyla Ayniyyeti Beyanında

Bil ki bu hadis-i şerif, Allah Teala'nın zatımn hakiki ve kemali sıfatlarla aynı olduğuna işaret etmektedir. Bu olduk­ça önemli bir konu olup tafsili bu sayfaların hacminin dışın­da kalmaktadır. Biz sadece filozofların kesin bürhanlarıyla, marifet ehlinin yoluna mutabık bir şekilde hak olan görüşe işaret edeceğiz.

Bil ki kendi yerinde de isbat edildiği gibi kemal, cemal ve tamam sınıfından olan herşey vücudun aynı ve varlık haki­katinin aslı ile ilgilidir. Tahakkuk diyarında tüm kemallerin kaynağı, bütün hayırların menşei olan tek bir asıldan başka birşey yoktur. O da vücudun hakikatidir. Eğer bütün kemal­ler vücud hakikatinin aynısı olmazsa ve bu hususta herhangi

HAKKIN SIFATLARI

bir ikilik olursa tahakkuk diyarında da iki aslın olmasını ge­rektirir ki bu da birçok fesadlara sebep olacaktır. O halde ke­mal olan herşey mefhum veya mahiyet hasebiyle kemal de­ğildir. Belki tahakkuk ve dış alemde husul sebebiyle kemal­dir. Dış alemde muhakkak olan ise bir tek asıldır, o da vü-cuddur. Kemal olan herşey tek bir asla yani vücudun hakika-tina rücu etmektedir.

Hakeza isbat edilmiştir ki vücudun hakikati basit ve tüm cihette salt bir hakikattir. Her türlü terkipten müberra ve münezzehtir. Elbette ki bu zatının serahati ve hakikatinin hulusu baki kaldığı müddetçe bu böyledir. Ama eğer hakika­tinden tenezzül ederse menzil ve mesnetlerinin münasebetle­ri hasebiyle akli veya haricî terkip ona arız olur.

Ama zatı iti­barı ile basittir. Terkib ise garib ve arazi (ilineksel) birşeydir. Bu beyanattan iki önemli kaide elde edildi: Birincisi şudur ki, tüm cihetlerden basit olan bir tek açıdan da tüm kemal­lerdir. Mevcut olduğu haysiyetiyle alim, kadir, hayy ve mü-riddir. Diğer isimler cemal ve celal sıfatları ona sıdk etmek­tedir.

Alimdir kadir olduğu cihetiyle. Kadirdir alim olduğu ci-hetiyle; hatta akli açıdan itibar farklılığı da yoktur. İsimlerin ve mutlak mefhumların ihtilafı ise ayni hakikatin ihtilafı ile ilgili birşey değildir. İsbat edildiği üzere kemalin muhtelif mefhumları bir tek şeyden intiza edilmektedir.

Hatta önceki beyan üzere bütün kemal mefhumlarının bir tek haysiyetten intiza edilmesi gerekmektedir. Eğer kemal mefhumları farklı haysiyetlerden intiza edilecek olursa bu bil-arazdır. Nitekim mümkün vücudlar da böyledir, vücud hakikati tenezzül eder ve yoklukla karışırsa bu farklılık vücuda bil-araz hasıl olur.

İkinci kaide de şudur ki tüm cihetlerden kamil olan sırf kemal ve hayır olan bir mevcut tüm cihetlerden de basit olmalıdır. Diğer iki kaideden de istifade edildiği üzere terkibi olan herşey, bu terkib her ne olursa olsun tüm cihetlerden kamil olamaz ve onda yokluk ve noksanlık da vardır. Nok­sanlığı olan ise mutlak basit olamaz.

O halde Allah Teala tam bir basit mevcut olduğundan ve terkib; imkan, fakirlik ve gayrisine taalluku gerektirdiğinden Allah Teala'da da ter­kib diye birşey yoktur ve o her cihetten kamildir ve tüm isim ve sıfatlara sahiptir.

O hakikatin aslı varlık mahiyyetinin hakikatidir. Bil ki onun vücudu vücuttan gayrisiyle ve kema­li kemalden başkasıyla karışık değildir.

O sırf vücuddur ve vücuddan başkası onda olacak olursa vücud ve yokluğun ter­kibi olan birtakım terkiblere sebep olur. O halde Allah Teala sırf ilimdir, sırf hayattır, sırf kudrettir, sırf basar, sırf se-mi'dir. Vesair kemalatlara sahiptir. O halde imam Sadık (as)'ın dediği de doğrudur. İlim, kudret, duymak ve görmek onun zatıdır.


Nakil ve Tahkik

Allah Teala'nın Sıfatlarının Taksimi Hususunda

Filozofların Kelamının Nakli

Bil ki ilahi filozoflar Allah Teala'nın sıfatlarını üçe ayır­mışlardır. Birincisi hakikiye sıfatlardır. Bunu da ikiye ayır­mışlardır. Salt hakikiye sıfatlar örneğin, hayat sebat, beka, ezeliyet ve benzerleri.

Veya zatu'l-izafe olan hakikiyet sıfat­lar. Örneğin ilim kudret ve irade ki bunlar malum makdur ve murada izafedir. Bu iki çeşit sıfatı zatının aynısı olarak biliyorlar.

ikinci kısım sıfatlar ise salt izafiye sıfatlarıdır. Örneğin mebdeiyet razıkiyet, rahimiyet alimiyet, kadiriyet ve benzerleri.

Üçüncüsü salt selbiyet sıfatlar. Örneğin, kuddusiyet, sel-biyet, sebbuhiyet ve benzerleri. Bu iki çeşit sıfat ise zat-ı mu­kaddese zaid olan sıfatlardır. Tüm selbler, selb-i imkan olan bir tek selbe irca etmektedir.

Nitekim bütün izafeler de tek mucidiyet izafesine irca etmektedir. İzafetlerin mebdeini ise işrakiye ve nuriye ifazetine irca etmektedirler. Bu taksimat, hakiki sıfatlardaki ayniyet, izafi sıfatlardaki ziyadet ve selbi­yet bana göre tam değildir.

Felsefi kesin burhanlar ile irfani sahih itibarlara uymamaktadır. Zira isimlerin ve sıfatların mefhumları babı ele alındığında ve mefhumi kesrete nazar edildiğinde sıfatlardan hiç birini zatın aynısı olarak bilme­mek gerekir. Zira izafi ve selbi sıfatları aynı bilirsek Allah Teala salt izafe ve selbiye haysiyetinin aynısı olur.

Hakeza hakiki sıfatlarını aynısı bilirsek Allah Teala'nm itibari mef­humlar ve akli manaların aynısı olması gerekir. Ve Allah Te­ala bundan münezzehtir.

Eğer sıfatların hakikatlerine, isim ve sıfatların tahakkuk eden misdaklarına bakacak olursak bütün isimler ile izafi ve hakiki sıfatlar Allah Teala'nm zatı­nın aynısıdır.

Alimiyyet ile alim, kadiriyyet ile kadir arasın­daki fark sadece mefhumi itibarlardadır ve bütün izafi sıfat­ları zati olan rahmaniyet ve rahimiyete irca etmektedir. Hatta razikiyet ve halikiyeti bile....

Tüm selbler bir tek selb-i imkana ve tüm izafetler bir tek izafeye irca etmekte ve hakikiyet sıfatlarında ise herhangi bir şeye irca ettirilmemektedirler.

Eğer yine de mefhumlara bir göz atacak olursak, onlardan hiç birisi bir başkasına irca edilemez. Ne selb ve ne de izafelerde ve ne de hakikiye sıfat­larında. Ama eğer hakikatlere bakacak olursak bütün hakiki sıfatlar da bir tek hakikate, bir tek vacib olan hakikate irca edilir.
8
Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2


Allah Teala'mn Sıfatlarının Zatıyla Ayniyetinin Tahkikinde

Bilcümle sıfatlar babında tahkik nazarı hikmet lisanıyla şudur ki, hakiki sıfatlar ve mutlak izafi sıfatlar mefhum ha­sebiyle farklı ve hiçbirisi Allah Teala'mn zatıyla aynı değil-dir.Hakikat itibariyle ise hepsi mukaddes zatın aynısıdır. Ama sıfatlar için iki mertebe vardır.

Birincisi zat mertebesi ve zatî sıfatlar mertebesidir ki, ondan hem ilim hem alimiyet hem kudret hem de kadiriyet ahzedilir. Ve diğeri de fiili sı­fatlar makamıdır ki ondan da ilim, alimiyet kudret ve kadi­riyet mefhumları ahzedilir. Ama selbi sıfatlarda böyle değil­dir. Kuddusiyet, sebbuhiyyet ve diğer tenzihi isimler zat-ı mukaddesin levazımıdır.

Ve zat-ı mukaddes onlara nisbeten bil-araz misdaktır. Zira Allah Teala mutlak kemaldir ve mut­lak kemal bizzat ona sıdk etmektedir. Zira o hakikatin aslı­dır.

Ve onun levazımı noksanlıkları selb etmektir. Arazi mis-dakın kemali, noksanlıkları selb etmektir. Marifet ehli ve kalb ashabı, feyzi akdes ile tecelli makamını zatı isimlerin mebdei olarak kabul etmektedirler.

Feyz-i mukaddes ile te­celli makamını ise fiili sıfatların mercei olarak biliyorlar. Mukaddes feyzle tecelliyi ne gayr ne de ayn olarak kabul edi­yorlar. Bu hususta bahsetmek onların tariki ile sıfat ve isim­lerden bahsetmeyi gerektirmektedir ki maksadımızın dışın­dadır. Allah Teala'mn bazı sıfatlarını yoklukla ilgili işlere ir­ca etmişlerdir.

Örneğin, ilmi, cehaletin yokluğuna ve kudreti acizliğin yokluğuna irca ettirmişlerdir. Bu hususta en çok ıs­rar eden kadi Said-i Kummî'dir. Ki, üstadı merhum Receb Ali'ye tabi olmuştur. Biz eskiden onun burhanlarına hakeza delillerine bürhani bir şekilde cevap vermeye çalıştık.

İlmin İcaddan Önce Olduğu Beyanında

Bu hadis-i şerifte işaret edilen önemli konulardan biri de ezelde malumatlara (ilmin konusu) olan ilmin icaddan önce olduğu beyanıdır ki aslı büyük ihtilaflara yol açmıştır.

Hake­za icmal veya tafsil keyfiyetiyle olduğu birçok tartışmalara yol açmıştır. Acaba zata zaid olan bir şey midir? Yoksa zatın aynısı mıdır? İcaddan önce midir? Veya icatla birlikte midir? Ki bu hususta tafsilatı bilmek için ilgili kitaplara başvurmak gerekir. Biz sadec konunun kendisini tahkik ediyor, diğer gö­rüşleri ele almaktan sarf-u nazar ediyoruz.

Bil ki burhan ehli ve irfan ashabı nezdinde muhakkak olan şey şudur ki, bu hadis-i şerifte beyan edildiği üzere ma­luma olan ilim ezelde icaddan öncedir ve zatın aynısıdır. İl­minin tafsili olduğuna işaret ederken de onun eşyalara basir olduğunu buyurmuştur. Ve Allah Teala hiçbir görülen yok­ken gören, hiç bir duyulan yokken duyandır.

Zira duymak ve görmek tafsilen görülenleri ve duyulanları müşahededir. Ve bu oldukça açık bir konudur ve hakeza şu cümle ile de tafsili ilme işaret etmiştir: "Allah Teala eşyayı yaratınca malum oluştu ve Allah Teala'nın ilmi maluma vaki oldu." Zira icad­dan sonra ilim yeni bir şekilde tahakku etmedi.

Belki tahak­kuk ettikten sonra maluma ilmi vaki oldu. Biz ilmin maluma vuku olmasını beyan etmeye çalışacağız. Bu önemli konunun izahı, muhakkik filozofların beyanıyla şudur ki önceki fasıl­larda da işaret edildiği gibi Allah Teala sırf vücud ve sırf ke-

maldir. Sırf vücud, sahib olduğu besatet tam vahdet sayesin­de tüm kemallerin ve bütün varlıkların camiidir ve bu cami-iyyeti kemal şeklindedir. Ve vücud sınırının ötesinde kalan herşey yokluk, noksanlık ve kusurdur.

Bilcümle laşeiyettir. Dolayısıyla diğer mertebelerin vücuda isnadı kemale noksan­lığı isnad etmektir. Mutlak kemale olan ilim, hiç bir noksan­lıkla kusur olmaksızın kemalin mutlakına olan ilimdir. Ve bu ilim basitin külli ve tafsili keşfininin aynısıdır. Ezelen ve ebeden hiç bir zerre onun ilminin dışında değildir ve onda hiç bir kesret ve terkib yoktur.

Ama ariflerin tarifine gelince Allah Teala vahidiyet ve cem-i esmai makamında bütün isim ve sıfatların sahibidir. Bütün varlıkların ayn-ı sabiti cem makamında ilahi sıfatla­rın ezelde ve icattan önce levazımatıdır.

Zatın ahadiyet ve hüviyetin gaybi makamından mutlak tecellisi tüm isim, sıfat ve levazımının keşfidir. Ki bu da tüm varlıkların ayn-i sabiti­dir ve bu tecelli, tecelli-i vahid ve bu keşf de mutlak basit bir keşftir. O halde feyz-i akdesin tecellisiyle yapılan ilmi keşfin aynısı ile zat, isimler sıfat ve ayan keşfedilir. Ve bu hususta hiç bir kesret ve terkib de sözkonusu değildir.

Bu iki yol oldukça metin ve muhkem bir yoldur. Ama dik­kat edilmesi gereklidir. Ve birçok usullere mübtenidir. Bir­çok felsefi istilahlar ile ehlullahla kalb ashabının terimlerine mübtenidir.

Bu mukaddemat olmadıkça tam bir ünsiyet elde edilemez. Allah Teala'nın alimlerine, kamil bir hüsn-ü zan olmadıkça beyanatlardan hiç bir şey hasıl olmaz. Ve hayreti daha da artırır. Bu yüzden konuyu sadece bir şekilde beyan etmek daha da iyidir. Dolayısıyla diyoruz ki, vacib-ul vücu­dun mebdeiyyet ve nedenselliği mevcut maddeleri birbiriyle terkib ve tafsil eden tabii faillerin nedenselliği gibi değildir.

Örneğin marangoz mevcut maddelerde bir takım değişiklik­ler yapmakla terkib ve tafsiller icad etmektedir. Ama Hak Teala ilahi bir faildir ki eşyayı sabıkası olmaksızın bizzat iradesiyle mevcut kılmaktadır.

İlim ve iradesi bizzat eşyanın vücud ve zuhurunun nedenidir. O halde tahakkuk diyarı onun ilmi sınırları dahilindedir. Ve onun izharıyla hüviyyet gaybının gizliliklerinden zahir olmaktadır.

Gaybın anahtar­ları onun nezdindedir. Ve sadece o bilmektedir. Ayni sabitle­rin safhasının mukaddes zata isnadı, insanî nefse zihinlerin isnadı gibidir. Ki bizzat iradesiyle icad etmekte ve hüviyet gaybmdan olanları izhar etmektedir; o halde tahakkuk diya­rında olan herşey onun ilmi dahilindedir. Ve oradan zahir ol­makta ve oraya dönmektedir. Allah'tan geldik ve Allah'a dö­neceğiz.

Daha açık bir beyanla demek gerekir ki birşeyin tam ne­denine ve sebebine ilim elde etmek o şey hakkında ilim elde etmeyi gerektirmektedir. Örneğin, müneccim falan saat ve falan günde ayın veya güneşin tutulacağını söylüyorsa bu onun nedenlere olan ilmi vasıtasıyladır.

Zira güneş, ay ve ye­rin hareketlerini kaydetmiş ve hareketleri kaydetmekle yer­yüzünün güneş ile ay arasında girmesinin veya ayın yeryü­züyle güneş arasına girmesinin vaktini tesbit etmiştir. Eğer kaydı doğru olursa bir saniye bile farklılık arzetmez. Bütün nedenler ve sonuçlar silsilesi Allah Teala'nın zatına döner.

Ve Allah Teala bütün varlıkların sebebi olan kendi zatına il­mi vardır. Sebep olduğu için de tüm müsebbebatmı bilmekte­dir.Bu mezkur beyandan herkes kendi neşeti hasebiyle birini seçer. Bazısı diğer bazısından daha metin ve maksada daha yakındır.


Allah'ın Basir ve Semi Olduğu Beyanmnda

Büyük filozoflar arasında sözkonusu edilen Hak Teala'nın isim ve sıfatları babındaki önemli konulardan birisi Allah Teala'ya duyma ve görmeyi isbat etmektir. Mütekellimlerin ve filozofların cumhuru duyma ve görmeyi Allah'ın ilim sıfa­tına irca ettirmişlerdir ve şeyh İşraki ise ilmi, görme ve duy­maya irca ettirmiştir.

Elbette bunların bir takım beyanları vardır, ki bu muhtasar kitaplarımıza sığmamaktadır. Biz sa­dece Allah Teala'nın sıfat ve isimlerinden açıklığa kavuşan bir beyanı ele alacağız.

Bilmek gerekir ki filozoflardan ve büyük zatlardan bir ço­ğu bazı haysiyetleri ihmal için bazı isim ve sıfatları diğer ba­zı isim ve sıfatlara irca ettirmişlerdir.

Nitekim maruf ve ke­sin olduğu üzere Allah Teala'nın iradesi en kamil bir nizama ve salaha olan ilmidir. Dolayısıyla duyma görme ve ilmi hak­kında bir takım ihtilaflar edilmiştir ki bazısını bazısına irca ettirmişlerdir.

Ve bu konu, tahkik edilmediğini ve birtakım haysiyetlerin ihmal edildiğini göstermektedir. Zira eğer, bun­dan maksad Allah Teala'nın iradesinin olmadığı duyma ve görmeye sahib olmadığı belki sadece ilmi irade, duyma ve görme olarak adlandırıldığı kasdediliyorsa bu batıl ve olduk­ça boş bir şeydir.

Bu surette Allah Teala'nın vücudun mebdei olduğu halde iradesiz ihtiyarsız bir varlık olması gerekir. Öte yandan Al­lah Teala'nın kemal sıfatlarıyla ittisafı babındaki ölçüde şu­dur ki o sıfat mutlak mevcudun kemali olmalıdır. Ve bilcüm­le vücudun hakikatinin sıfatı olmalıdır. Yani vücudun zatı­nın aslının kemalatından sayılmalıdır. Şüphesiz ki irade vü-

cudun mutlak hakikatinin kemal sıfatlanndandır. Bu yüz­den de vücud her ne kadar tenezzül etse ondaki irade de o kadar zayıflar. Ve sonunda vücud öyle bir makama erişir ki ondan tamamıyle iradeyi selbederler.

Ve onu iradesiz bilirler. Örneğin madenler ve bitkilerde irade yoktur. Ama kemalleri yükseldikçe ve yücelere yüceldikçe iradesi de daha güçlü ha­le gelir. Nitekim tabii varlıklarda da görüyoruz ki ilk madde, cisim, unsur, maden ve bitkilerden geçince ilim ve irade güç­lenir ve yukarıya çıktıkça da bu şerif cevher kamil hale gelir. Nitekim kamil insan, kamil bir iradeye sahiptir. Sadece irade edince bir unsur başka bir unsura dönüşür. Tabiat ale­mi onun iradesine musahhar olur.

Bundan da keşfediyoruz ki, irade vücudun kemal sıfatlanndandır. Ve mutlak vücu­dun sıfatlanndandır. Bu hakikati başka bir hakikate irca et­tirmeden Allah Teala'nm zat-ı mukaddesine isbat ediyo­ruz. Hakeza duymak ve görmek de mutlak mevcudun kema-latlarındandır. Duyma ve görmenin hakikati, cismi haletler veya mukayyed ilimlerden değildir. Aksine aletlere olan ihti­yaç nefsin görme ve duymasının tabiat alemi ve beden mül-kündeki zuhuru için gereklidir.

Nitekim ilim de tabiat mül­künde zuhuru esnasında beyine ihtiyaç vardır. Ve bu da tabi­at alemi ile mülk aleminin noksanlığmdandır. İlim, görme veya duymanın noksanlığından değil..

Yoksa gayb aleminin hakikatlerini görür. Meleklerin ve ruhanilerin melekuti kela­mını işitir. Nitekim Musa (as) da Hakkın kelamını münac-catlannda işitiyordu. Ve Rasulullah (sav) meleklerle konuşu­yordu. Cebrail'i melekuti surette görüyordu. Ama diğer, hiç bir kulak onu duymuyor ve hiç bir göz onu görmüyordu. Ra-sulullah'a hatta bazen bir mecliste olduğu halde vahiy indiri­liyordu.

Velhasıl duyma ve görme de ilmin aslına zaid olan ilim­lerdendir. Ve ilim hakikatinden ayrı bir şeydir. Mutlak vücu­dun kemallerindendir.

Dolayısıyla da vücud aslının mebdeyi ve varlıkların kemal çeşmesi olan Allah Teala'ya bunların is-batı da lazımdır. Ama eğer onların irade, duyma ve görmeyi ilme irca ettirmelerinden veya diğerlerini ilme irca ettirmele­rinden maksad ilim ile iradenin Allah Teala için bir tek hay-siyyet ile sabit olduğu ve duyma görme ve ilmin Allah Tea-la'nın mukaddes zatında farklı haysiyetler olmadığı ise bu hak olan ve burhanla da muvafık olan bir konudur.

Ama bu­nun bazı sıfatlara mahsus kılınmasının bir tercihi olamaz. Belki bütün sıfatlar salt vücud hakikatina rücu etmektedir. Ve bunun Allah Teala'nın zatı için birçok farklı sıfatların is-batıyla hiç bir münafatı yoktur. Belki onu tekid etmektedir.

Zira isbat edilmiştir ki vücud her ne kadar vahdete yakın olursa ve kesret ufkundan uzaklaşırsa esma ve sıfatlara karşı daha da cami durumuna gelir ve sonunda sırf vücudun basit bir hakikatine dönüşür.

Allah'ın azameti yüce ve kud­reti azimdir. Ve bu makam vahdetin besatetinin gayetidir. Allah tüm kemallerin camisi ve tüm sıfat ve isimlerin sahibi­dir. Tüm kemal mefhumları, celal ve cemal manası hakika­ten ona sıdketmektedir. Ve onların mukaddes zata sıdkı en doğru ve evla bir şekildedir.

Vahdet her ne kadar güçlü ve tam olursa kemal mefhum­larının sıdkı da o oranda artar. İsim ve sıfatlar artış kayde­der. Ve bunun aksine mevcud her ne kadar kesrete yakın olursa kemal mehfumlan ona daha az sıdkeder. Ve sıdkı da­ha çok mecaza benzer, en zayıf durumda olur. Ve bunun se­bebi de şudur ki, vahdet vücudla eşittir.

Ve mutlak mevcu­dun kemalatındandır. Vücud ve vahdet gerçi mefhum açısından ayrıdır ama dış alemde vücudun hakikati vahdetin haki­katinin aynısıdır. Kesret nerede olursa noksanlık, yokluk, şer, zayıflık ve gevşeklik de orda olur. Bu da şundandır ki vücud her ne kadar noksanlık menziline tenezzül ederse kes­ret vücudun tüm mertebelerinden daha fazla olur. Rububiyet "makamı ve mukaddes zatın kibriyası salt vücuddur. Salt vahdet besatettir. Onda kesret ve terkib diye bir şey yoktur.

Önceden de işaret ettik ki vücud hakikatinin kemalinin aslı, celal ve cemalin kaynağıdır. O halde salt vücud salt vahdet ve salt kemaldir. O halde salt vahdeti en yüce mertebede olan zata tüm İsim, sıfat ve kemaller sıdkeder. Ve bu sıdkı en doğru ve en evla şekildedir. Ve bunun aksine her ne kadar kesrete yaklaşırsa noksanlığı dahada artar.

Kemal isimler ve sıfatlar mefhumu ona nakıs bir şekilde sıdkeder ve sıdk key­fiyeti dahada zayıftır. O halde Allah Teala tüm kemallere sa­hiptir.

Ve tüm isim ve sıfatların camiidir. Ve bunda hiç birisi başka birisine irca etmez. Her birisi kendi hakikatiyle zat-ı mukaddese sıdketmektedir. Duyması, görmesi iradesi ve ilmi hakiki bir manada ona sıdketmektedir. Ve zat-ı mukaddesin­de hiç bir kesreti de gerektirmemektedir. Güzel isimler yüce örnekler kibriya ve güzellikler Allah Teala'nmdır.

Allah Teala'nm Malumata Olan ilminin Keyfiyeti Beyanında

Bil ki önceden de işaret ettiğimiz gibi Allah Teala için zati basit ilmiyle ve ezeli-vahid keşfiyle bütün varlıkların mutlak varlıkları ve vücudi kemallerin kemal cihetleri malum ve mekşuftur. Bu keşif basit ve tafsili tam bir vahdettir. Öyle ki

ruhlar semasıyle bedenlerin arzından bir tek zerre ezelen ve ebeden Allah'ın ilminden hariç değildir. Ve bu ilim ve keşf ezeldedir. Zat-ı mukaddesin aynısıdır.

Hudud ve tecellilerle malum olanlar ise icaddan sonra bil-araz tahakkuk eder ve bilaraz ilmin mütaalliki olur. Ve bu bilaraz taalluk icaddan sonradır. Hadisi şeritte de buna işaret edilmiştir. "Eşyayı ya­rattıktan sonra onlar da malum oldular. Ve ilmi maluma va­ki oldu."

Elbette muhtemeldir ki, bu ibaret feyz-i mukaddesin te­cellisi ile hasıl olan fiili ilme işarettir. Ve malumattan mak-sad da bizzat malum olanlardır. Ki bu da feyz-i mukaddese müteallik olan vücudî hüviyetler ve nuri- zuhuri tecellilerdir. O halde birinci ihtimale göre ibaret de şöyledir: "Mukaddes feyzi ile teceli edince alem bil-araz zuhur etti.

Ve ilmi malu­ma vaki oldu. Yani feyzi bil-araz müstefizin aynasında zuhur etti. İkinci ihtimale göre ise ibaret şöyledir: "Mukaddes feyzi ile tecelli edince ve varlıkların vücudu bizzat zuhur edince (yani hiç bir takyidi haysiyet olmayınca) feyz bizzat müstefi-ze vaki oldu.

Her iki tabir üzere de mukaddes feyiz ile olan tecelli za-mani hadiseler ve tağyirlerin etkisinde değildir. Allah Tea-la'nın icadı hüdus ve tağyirden münezzehtir.

Hatta sınırlan­dırma ve huduttan da münezzehtir. Nitekim zati ilim de her cihetten basit ve tüm haysiyetlere muhit bir ilimdir. Hakkın hakiki ayeti, zati ilminin zuhuru ve aynası olan fiili ilim de tam basit ve mutlak vahittir ve tahakkuk dairesinin tümüne muhittir ve onda hiç bir hudud tecedüd ve terkib de yoktur.

Emrin gayeti şudur ki mukaddes kibriyanm bizzat zatıyla mütekavvimdir, aynı zamanda da salt taallukun bizzat ken­disidir. Bu açıdan da Allah Teala'nm kibriyası altındadır ve zülcelalin mahzerinde huzurun bizzat kendisidir. Bu yüzden onu Hakkın ilmi biliyorlar. Nitekim natık nefsin akıl ale­minde akli hakikatleri icadı ve hayal levhasında hayali mi­salleri icad etmesi nefsin fiili ilmidir. Ve onun zatında fani­dir.

Filozoflarında dediği gibi nefsul-emr safhasının Hakk'a olan oranı ilmi suretlerin nefse olan oranı gibidir. Bu geniş ihata ve besatet ile nüfuz yüzünden demişlerdir ki Allah Tea-la cüziyatlara külli bir ilimle alimdir.

Yani malumdaki cüziy-yet muhatiyet ve mahdudiyet ilimde mahdudiyete sebep ol­maz. O halde ilim muhit, kadim, ezeli ve değişmez bir halete sahiptir. Malum ise mahdud, hadis ve mütegayyirdir.

Ama onların kemalini bilmeyenler zannetmişlerdir ki, filozoflar cüziyata ilmi nefyetmişlerdir. Ve külliyet ile cüziyeti mantık­çıların ve lügatçıların örfündeki mütedavil manaya hamlet-mişlerdir. Ve bunların marifet ehlinin nezdinde başka isti-lahları olduğundan gaflet etmişlerdir. Bazı nazar ehli de on­lara uymuşlardır. Hatta bu manayı marifet ehlinden (vacibul vücudun ilmi babında), filozoflar ahzetmişlerdir.

Subuti ve Selbi Sıfatların Mizanı Beyanında

Vacib ve mukaddes zatın sübuti ve selbi sıfatlarının miza­nı şudur ki, kemal sıfatları ve cemal sıfatlarının tümü vücu­dun hakikati ve salt varlık zatı içindir.

Ve bilcümle varlık hüviyetinin aynısına ve nuri vücudi zata rücu eden herşey Allah Teala'nın zatı için subutu lazım ve tahakkuku vacib sı-fatlarmdandır. Zira eğer sabit olmazsa ya mutlak vücud olan mukaddes zatın olmaması lazım gelir. Veya salt vücudun, salt kemal ve salt cemal olmaması gerekir.

Ve her ikisi-de burhan ve irfan mektebinde batıl olan birşeydir. Nitekim bu kendi mahallinde de isbat edilmiştir. Kusur ve hudutlar­dan bir menzile tenezzül etmedikçe mevcut içrn sabit olma­yan her sıfat mutlak kamilin zatında tahakkuku mümkün ol­mayan ve selbi lazım olan sıfatlardır. Zira mutlak kamilin ve sırf vücudun zatı, sırf kemalin misdakı olduğu- gibi noksan­lıkları, yoklukları, hudutları ve mahiyetleri de selb etmekte­dir.

Muhakkıklar arasında meşhur olduğu üzere selbi sıfatlar bir tek selbe irca ettirilmektedir. Ve o da imkanın selbedil-mesidir. Ama yazara göre bu da doğru değildir. Zat-ı mukad­des tüm kemal sıfatlarının zati misdakı olduğu ve hiçbirisi diğerine rücu etmediği gibi bil-araz tüm noksanlıkları selbin de misdakıdır.

Yoklukları ve noksanlıkları bir tek haysiyettir ve yokluklar arasında hiçbir farklılık yoktur denilmez. Zira gerçek hasebiyle mülahaza edilecek olursa mutlak yokluk tek bir haysiyet ve buna rağmen salt yokluktur. Mutlak vü-cud da bir tek açıdan bir tek haysiyet ve salt kemaldir.

O halde ahadiyet veya gaybul ğuyub mülahazanın olduğu bu nazarda hiçbir sıfat isbat edilemez. Ne hakiki subuti sıfatlar ve ne de celali selbi sıfatlar Ama vahidiyet ile isim ve sıfatla­rın camii makamı mülahaza edildiği başka bir nazarda bu­nun bahsi sözkonusu olabilir. Nitekim kemali subuti sıfatlar oldukça çoktur.

Her kemali sıfatın, mukabilindeki noksanlık sıfatım selbeden bir sıfatı olması lazımdır. Allah Teala ali­min bizzat misdakı olduğu gibi cahil olmadığının da bil-arazî misdakıdır. Kadir olduğu için aciz de değildir. İsimler ilmin­de mukarrar olduğu üzere isimler ile subuti sıfatların muhi-tiyet ve muhatiyeti ile riyaset ve merusiyeti vardır. Selbi sıfat ve isimlerin de mezkur durumu bu itibarlar sayesinde gerçekleştirmektedir.

Bilcümle subuti ve selbi sıfatların mizani malum olduk­tan sonra anlaşılabilir ki kuvve ve ilk madde ile mütekavim olan ve zatının aslında hudus ve teceddüd olan hareket Allah Tealanm mukaddes zatında yoktur.

Ravinin sorduğu örfi manadaki tekellüm de hadis ve mütecedid bir sıfat olduğun­dan Hak Teala'nın mukaddes zatından uzaktır. Ve bunun zat makamında Allah Teala için zati tekellüm ve kelamın isbat ile de hiç bir münafatı yoktur. Zira bu teceddüd ve hudustan münezzeh ve mukaddes bir mana taşımaktadır.

Bu önemli konunun icmali şudur ki, tekellümünün haki­kati kelamının mahrecinden çıkması ile mutekavvim değil­dir. Lügat ve cumhurun örfünde var olan bu takayyüd ise ev­ham ve fikirlerle karışık olan adetlerden kaynaklanmakta­dır. Aksi takdirde manalarnı hiç bir tekayyud ve hududu yoktur. İlim salt bilgi ve bir şeyin alimin nezdindeki zuhuru­dur.

Salt beyin ya ortak duygu veya hayalle idrak diye bir-şeyle mukayyed değildir. Farz edelim birisi eli veya ayağıyla herhangi bir şey hakkında ilim elde edince, birşey duyunca veya görünce, ilim duyma ve görme ona da sıdketmektedir. Hakeza uyku aleminde gören, işiten, tekellüm eden, hissse-den kimseye de bütün bu manalar mecaz şaibesi olmaksızın sıdketmektedir.

Halbuki hiç bir özel hissedilir alet de sözko-nusu olmamıştır. O halde ölçü bu mana ve mefhumların sıd-kmda özel idrakin bizzat kendisidir. Tekellümün hakikati gizlilerin izharıdır. Batındaki şeylerin hiç bir özel alet olmak­sızın dış aleme yansımasıdır. Lügat hasebiyle bu mecaz olsa da manalar ve hakikatler sahasında bu takayyudlerin hiçbi­risi yoktur ve akıl hasebiyle sadıktır.

Biz esma ve sıfatlar babında lügati bahislere karışmıyo­ruz. Maksadımız lügat ve örf müsait olmazsa bile bizzat ha­kikatleri isbat etmektir. O halde diyoruz ki, kelamın hakika­ti içtekileri izhar etmektir. Bu ise hissedilen bir alet olsun veya olmasın lafız kategorisine girsin veya girmesin farket-mez. Kelam bu hakikati itibariyle vücudun kemaliyet sıfatla-rındandır.

Zuhur ve izhar vücudun hakikatinden ve vücud hakikatiyledir. Vücud kemale doğru çıktıkça ve güçlendikçe zuhur ve izharı da artar. Ve sonunda nurul envar, nur-u ala nur. Ve zuhur ala zuhur makamı olan en yüce ufuklara ula­şır. Vücudi "ol" kelimesi ve feyz-i mukaddesle vahidiyet ma­kamının gaybmda olanları izhar eder. Feyz-i akdes ve ahadi zati tecelli ile de mutlak gayb ve ahadiyetin makamsızlık makamındakileri izhar eder.

Bu ahadi tecellide mütekellim, ahadi mukaddes zat; kelam, feyz-i akdes ve zati tecelli; du­yan ise isimler ve sıfatlardır. Bu tecelli sayesinde isimler ve sıfatlarının tecellisi de itaat eder ve ilmi tahakkuk elde eder­ler. Feyz-i mukaddesle olan vahidi tecellide ise mütekellim vahidi mukaddes zat olup tüm isim ve sıfatlara sahiptir.

Ke­lam ise tecellinin bizzat kendisi, dinleyen, tahakkukta itaat eden ise bu sıfat ve isimlerin lazımesi olan ilmi ayandır, (öz-deklerdir) ki bunlar da ol emri ile tahakkuk etmişlerdir. "İca­dını emrettiği her "ayn"a ol dediğinde o da ilahi emre itaat eder, olur ve tahakkuk eder. Bu hususta birçok rivayetler vardır ki biz bunlardan bu babda sarf-u nazar ettik. Başta da sonda da hamd Allah Teala'yadır.


Otuzyedinci Hadis ALLLAH (CC)TJ, RASULÜ VE ULULEMRİ TANIMA

İmam Sadık (as) Emirel Müminin Ali (as)'ın şöyle buyur­duğunu nakletmektedir: "Allah'ı Allah'la, Rasulü risalede, ululemri ise iyiliği emretmek, adalet ve ihsanla tanıyınız." (Usul-i Kafi, Cilt, 1 s. 4 Tevhid kitabı 1. hadis)

İrfan, ilim, marifet ve bilginin oldukça birbirinden farklı­lığı vardır. Lügat açısından ilim külliyatla ilgilidir. Marifet ise cüziyat ve şahsiyatla ilgilidir. Arif billah ise Allahu Tea-la'yı huzurî müşahede ile tanıyan kimsedir. Alim billah ise felsefi burhanlarla Allahu Teala hakkında ilim sahibi olan kimsedir. Bazıları diyorlar ki, ilim ile irfan iki açıdan birbi­rinden farklıdır. Birincisi müteallak açısından ki, zikredildi.

Diğeri ise marifette unutkanlık ve nisyan geçmişi söz konu­sudur. O halde bir şeyi ilk defa derk edince buna ilim derler. Ama birşey malum ise ve unutulursa yeniden idrak edilince buna da marifet derler. Arife de eski yaratılışları ve mülki ile tabii neşetten önceki alemleri hatırladığı için arif demekte­dirler. Bazı suluk ehli zer (yaratılış) alemini hatırladıklarım iddia ediyorlar. Ve onlar bu tabiat aleminin gafletle nisyana sebep olduklarını söylüyorlar.

Dolayısıyla da bu kalın hicab kaldırıldığında insanın önceki alemleri hatırlayacağını söylü­yorlar. Bazı zevk sahibi kimseler manevi ve ruhani miracın hakikatini eski günleri hatırlamak olduğunu söylüyorlar. Biz geçmiş hayatımızı düşündüğümüzde hayatımızın sadece bir bölümünü hatırlıyoruz.

Kimimiz yedi yaşından sonraki haya­tımızı, kimimiz beş yaşından sonraki hayatımızı ve kimimiz de üç yaşından sonraki hayatımızı hatırlıyoruz. Bundan ön­ceki hayatını hatırlayanlar, oldukça azdır. Sadece İbni Si­na'dan nakledilmektedir ki, o ilk zaman bile hatırlıyormuş ve diyormuş ki "Bundan daha fazlasını da hatırlamak mümkün­dür." Yani insanın anne rahminde ve hatta babanın sulbün­de olduğu günleri bile hatırlaması mümkündür.

İnsan ilk önce tabiat alemini daha sonra melekut-i alayı daha sonra ceberrutu daha sonra da cebberut-i a'layı ve sonunda da ru-bubi alem neşetini hatırlar ve bu tezekkür miracın hakikat ve ruhani yücelişin gayetidir.

Eğer bu konu doğru birşey olsa da miracın hakikatinin bu olması kalb ashabı ile irfan ehlinin nezdinde doğru birşey değildir. Ruhani miracın hakikati manevi bir hareketten iba­rettir ki, onunla vücud dairesi tamamlanır ve şuhud silsile­sinde var olan herşey gayb alemine irca eder ve bu, dönüş hareketi ve yücelişinde sözkonusudur.

Bu dönüş hareketi ise mevcudatta ve özellikle de enbiya ve onlar arasında da özel­likle Rasulullah (sav)'ta cari olan sünnetullahın hilafınadır. Ve bu sülük Allah Teala'nm zatında mutehayyyir olan me­leklerden bir sınıfın meczubiyetine benzemektedir ki, kesret­lerden tümüyle gaflet içerisindedirler.

Merhum Şahabadî şöyle buyuruyordu: "Hz. Adem (as) kendi mülküne asla te­veccüh etmezdi. Gayb alemi ile kudsi makama cezb olmuştu. Ve bu hareket Adem'i ademiyetten selb ediyordu. Dolayısıyla Allah Teala şeytanı ona musallat etti ki, tabiat şeceresine müteveccih olsun ve o melekutî cazibeden mülke yönelsin.

Allah Teala'yı Allah Teala'yla Tanıyınız Sözünün Maksadı Beyanında

Bil ki alimlerden her birisi Allah'ı Allah'la tanıyınız sözü hakkında kendi felsefi meşrebi veya ilmi mesleği münasebe­tiyle birtakım açıklamalar yapmıştır ve biz teberrüken bun­lardan bazısını zikredeceğiz.

Sıkatü'l-İslam Kuleyni şöyle buyuruyor: "Allah Teala, be­den, ruh ve nurları tek başına yarattı. Bu hususta hiç kimse­yi ortak tutmadı ve onlardan hiç birine de benzememekte­dir.

Dolayısıyla her kim Allah Teala'yı bunlardan birine teş­bih ederse Allah'ı Allah (cc) olarak tanımamıştır. Ve eğer Al­lah'ı onlara benzerlikten tenzih ederse Hakkı Hak olarak ta­nımıştır." Garib odur ki Molla Sadra bu sözü hadisin tetim-mesi zannetmiş ve kendi mesleği mutabakatınca bundan uzun birtakım tevcihlerde bulunmuştur.

İkinci olarak şeyh Seduk şöyle buyurmuştur. "Allah'ı Al­lah'la tanımaktan maksad şudur ki, eğer biz Allah'ı aklımızla tanırsak Allah Teala aklımızın sahibidir ve bizlere Allah Teala aklı hibe etmiştir. Eğer Allah'ı enbiya ve hüccetleri sa­yesinde tanıyacak olursak Allah onları göndermiş ve hüccet karar kılmıştır ve eğer Allah'ı nefsimizle tanıyacak olursak onların da yaratıcısı Allah Teala'dır.

Üçüncü olarak Molla Sadra şöyle demiştir: "Allah Teala hakkında marifet yolu iki çeşittir. Birisi müşahede ve irfan­dır. ikincisi ise tenzih ve takdis iledir. Birinci yol sadece en­biya ve kamil insanlar için müyesserdir. Dolayısıyla hadiste ikinci yol gösterilmiştir." Molla Sadra şeyh Kuleyni'nin kela­mını hadisin bir cüzi saymış, Hz. Sadık'm yaptığı tefsiri Hz. Ali'nin kelamından saymıştır ve sözü de bu tahmini üzere mübtenidir.

Dördüncü olarak da muhakkik feyz şöyle demiştir ki "her mevcudun bir mahiyeti ve vücudu vardır. Eşyanın mahiyeti onları zati ve nefsi tecellileridir.

Vücudlan ise onların ilahi cihetidir ki, zatın kıvamı, eserlerin zuhuru ve eşyanın kuv­veti de bununla kaimdir. O halde mahiyete ve eşyamn tecel­lileri cihetine imkan ve hakka olan ihtiyaçları açısından ba­kan bir insan Hakkı eşya ile tanımıştır; Hak ile değil.

Ayrıca bu ilim ve marifet fıtridir. Kesbi değil. Ama "Nerede olursa­nız olun o sizinledir." ayeti ile "Allah'tan başka herşey helak olacaktır" Ayetinden anlaşılan cihetten bakılacak olursa Hakkı Hakla tanımış olur.

Beşinci ihtimal ise yazarın görüşüdür ki bu da sıfat ve es­ma ilminde mukarrar olan ve mukaddemenin zikredilmesin­den sonra malum olacak olan birşeydir ki Allah Teala'nın mukaddes zatı için bir takım itibarlar vardır ve her itibarlar içinde bir istilah sözkonusudur. Bu itibarlardan birisi zatın bizzat itibarıdır ki bu itibar hasebiyle zat, mutlak meçhul

olup hiç bir ismi ve resmi yoktur. Ariflerin emelleri kalb as­habının arzusu ve evliyanın istekleri ona ulaşamaz. Bazen marifet ashabının lisanında "anka-i muğrib" diye tabir edil­miştir "anka kimseye av olmaz tuzağını kaldır." Bazen de Ama (bulut) diye tabir edilmiştir.

Nitekim Rasululah (sav)'den "Rabbin alemleri yaratmadan önce neredeydi?" diye sorulunca bir bulutta" diye cevap verdi. Bazen de "gaybu'l-ğuyub veya gayb-i mutlak diye tabir edilmiştir. Gerçi bu ta­birler nakıs tabirlerdir. Anka, âma ve diğer tabirler irfanî zevk açısından burhanlardan hiçbiriyle mutabık değildir.

Başka bir itibar ise zatın gaybi tecellisi ve mutlak zuhu­run yokluğudur ki bu makama da ahadiyet makamı diyorlar ve o tabirlerin çoğu bu makamla uyum içindedir. Bu makam­da zati isimler, itibari isimler ilmi alimlerinin ıstılahı hase-biyledir.

Örneğin mutlak batın mutlak evvel, Ali ve Azim. Nitekim Kafiden de istifade edildiği gibi Allah Teala'nın ken­dine ittihaz ettiği ilk isim Ali ve Azim'dir.

Diğer bir itibar ise zatın vahidiyet ve isim ile sıfatlarının cemi hasebiyle olan itibarıdır ki bu makam da vahidiyet veya ahadiyet-i cem-i esma makamı veya cem'ul cem ve benzeri tabirlerle tabir edilmiştir. Bu makamı ahadiyet-i cemi itiba­riyle ism-i azam veya ism-i cam'i olan Allah makamıdır.

Başka bir itibar ise zatın feyz-i mukaddesle tecelli etmesi ve ayani (özdeksel) aynada sıfati ve ismi zuhur makamıdır. Nitekim vahidiyet makamı da feyz-i akdes ile tecelli maka­mıdır ve bu esmai zuhur makamına, zuhuri itlak veya maka-mi uluhiyet veya Allah makamı da diyorlar.

Ve bunlar esma ve sıfatlar ilminde mukarrar olan bir takım itibarlar hase-biyledir. Yazar Misbahul Hidaye kitabında bunu şerh etmiş­tir. Marifet ehli ve kalb ashabının dilinde olan bu itibarlar

hakkın tecellilerinin onların saf kalbindeki etki ve resmini ifade etmektedir. O tecelliler evliyanın suluk mertebeleri ile ilallah sairlerini seyrleri mertebeleri hasebiyle uluhiyet ve Allah makamı olarak adlandırılan ve "Allah göklerin ve yer­lerin nurudur" ayetinde işaret edilen sıfatların ve isimlerin zuhur makamından başlamakta ve gaybi-ahadî veya zati isimler mertebesi ile ism-i müste'ser makamında sona er­mektedir ve bu seyrin nihayeti sayılmaktadır ve belki de "da­ha da yakınlaştı" makamı da buna işaret etmektedir.

İnsan fikir ve isdidlal kademiyle hakkın talibi olup ilallah sairidir. İnsanın seyri, akli ve ilmi bir seyirdir .Marifet ehli ve irfan ashabı değildir. En büyük hicablarm gerisinde kalmış­tır.

Eğer eşyaya mahiyet açısından bakacak ve hakkı taleb edecek olursa bu zulmani bir hicabtır ve eşyaya vücutları iti­bariyle bakacak ve hakkı taleb edecek olursa bu da nurani hicabtır. Nitekim merhum Feyzin kelamı da buna işaret et­mektedir.

İlallah seyrinin tahakkukunun ilk şartı nefsin karanlık beytinden çıkmak ve bencilliğinden uzaklaşmaktır. Ve insan kendi beytinde kaldığı müddetçe her ne kadar ben yolcuyum dese de bu yolculuğu asla tahakkuk etmez. Şer'i yolculuğu sadece kendi benliğinden çıktığı zaman söz konusudur.

Ha­keza ilallah irfani seferiyle şuhudi muhaceret de sadece nef­sin karanlık beytinden çıkmak ve eserlerini gizlemekle müm­kündür. Kesret ezanlarının daveti ve tecelliler işin içinde ol­duğu müddetçe insan yolcu değildir. Yolcu olduğunu san­maktadır. Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor: "Allah'a ve Rasulüne hicret etmek için evinden çıkan ama kendisine ölüm gelip çatan kimsenin ecri Allah'ın üzerinedir."

İlallah saliki riyazet ve tam bir takva kademiyle evinden

çıkıp ve hiçbir ilgiyi yanına almazsa ilallah seferi tahakkuk eder. Mukaddes kalbine Allah Teala'nın yapacağı ilk tecelli uluhiyet tecellisi ve sıfat ile isimlerin zuhur makamıdır.

Te­celli de ihata edilen isimlerden başlar. Ve sonunda ihata eden isimlere ulaşır. Elbette seyrin zat ve kuvveti ile seyir ehlinin kalbi hasebiyle sonunda alemlerin tüm tecellilerinin ortadan kalktığı bir makama ulaşır.

Artık orda ne kendinden ne de gayrisinden bir tecelli yoktur. Mutlak tecellilerin orta­dan kalktığı bir makamda zuhuri isimlerin ahadiyet-i cem' makamı olan Allah makamı ve uluhiyet tecellisi vaki olur. Allah'ı Allah'la tanıyınız makamının ilk ve en düşük merte­besiyle zuhur eder.

Zuhurun ilk mertebesinde bu makama arif olan insan o tecellide fani olur. Eğer ezeli inayet haline şamil olursa arif bir ünsiyet edinir. Ve seyrin dehşeti ortadan kalkar. Kendine gelir ve bu makamla da kanaat etmez. Aşk kademiyle seyre başlar. Bu aşki seferde Allah Teala seferin mebdei, aslı ve so­nudur. Tecellilerin nurunda yürür.

Allah Teala'nın miracda peygambere buyurduğu yaklaş hitabına muhatab olur. Ve so­nunda vahidiyet makamının isim ve sıfatları düzenli bir şe­kilde onun kalbinde tecelli eder. Oradan da ahadiyet-i cemi makamına ve ism-i azam makamına erişir ki bu da Allah'ın ismidir. Bu makamda Allah'ı Allah'la tanıyınız gerçeği en yüce makamıyla tecelli eder. Bu makamdan sonra da bir ma­kam vardır ki, şu anda konumuzun dışında kalmaktadır.

Zikredilen tertib üzere Rasulün risaletle ulul-emrin ise iyiliği emretmek adalet ve ihsanla tanınacağı beyan edilmiş­tir. Ve bu tertib oldukça güzel ve irfani bir tertibdir. Risalet makamını ve velayet makamını tafsile gerek duymaktadır. Bu ise konumuzun dışında kalmaktadır ve bu hususta ayrı bir risale yazmak gerekir.

Marifetler Hususundaki Hadisleri Örfi Manalara Yüklememek Gerekir Bizim yaptığımız, bu irfani beyan, hadisin manasını sınır-landırmamaktadır. Ve kendi görüşleri üzere tefsir etmek de değildir.

Aksine biz marifet babında menkul hadisleri örfi manasına yüklememek gerektiği söylüyoruz. İmamların ke­limelerinin üslubunu bilen bir insan marifetler ve inançlar babındaki menkul hadislerin örfi manada yorumlanamaya­cağını şüphesiz ki bilir. Aksine bu kelimelerin felsefi oldukça dakik manaları vardır. Ve marifet ehlinin marifetlerinin ga­yeti konumundadır, usul-i Kafi ve Tevhid-i şeyh Seduk kitap­larına müracaat edenler, şüphesiz ki bunu tasdik edecektir.

Ehli beyt imamları ve Allah'ı tanıyan alimler kendi kelamla­rını cami ve kapsamlı bir şekilde beyan ederlerdi. Herkes kendi meslekleri ve kabiliyetleri oranında bu sözlerden isti­fade ederlerdi. Ama hiç birisi bu hadisi erdeki manaları kendi anladıkları manaya hasredemezler.

Örneğin, Allah'ı Allah'la tanıyınız sözünün manasının, Allah'ı yarattıkları ve işinin sağlamlığıyla tanıyınız diye tefsiri yapılamaz. Nitekim pey­gamberi de risaletiyle tanıyınız sözünün tefsirinde peygam­beri, davetinin sağlamlığıyla tanıyınız veya ululemri, amelle­rinin keyfiyetiyle tanıyınız manası yapılamaz Bütün bunla­rın bu kelamın batını bir manası olmasıyla da bir aykınlğı yoktur. Hatta bundan daha latif olan batının batını manalar­da vardır.

Dolayısıyla evliyanın kelamını kendi kelamın gibi sanma. Zira onları kendinle kıyaslaman batıl ve uygun olma­yan bir kıyastır. Bu icmalin tafsilini ve bu nüktenin beyanını şu anda yapamam.

İşin ilginç yanı da şudur ki, bazıları diyorlar ki imamlar halkın örfi anlayışları mutabıkınca söz söylemek zorunda­dırlar. Dolayısıyla bu kelamdan istenilen dakik manalar çı­karılamaz. Halbuki bu oldukça korkunç bir iftiradır ve bu Ehl-i Beytin hadisleri hususunda tefekkür etmemek ile onla­rı araştırmamaktan kaynaklanmaktadır.

Eğer peygamber ve veliler insanlara tevhid ve marifetle­rin dakik noktalarını talim etmeyecek olurlarsa kim talim edecektir? Acaba tevhid ve diğer marifetlerin birtakım dakik noktaları yok mudur? Ve insanlar marifetler konusunda yeksan mıdır? Hz. Ali ile bizim marifetimiz bir midir? Bu marifetlerin talimi gerekli değil midir?

Yoksa imamlar buna önem vermemişler midir? uykunun adabı, yiyeceğin ve tuva­lete gitmenin adabını bile beyan edenler evliyaların emelle­rinin gayeti olan ilahi marifetlerden gaflet mi etmişlerdir? Bu manayı inkar edenler fıkıhla ilgili hadislerde bile oldukça dakik ve incelikli bir konu açmaktadırlar ki akıl onları anla­maktan acizdir.

Nerde kaldı ki, örf onu anlasın. Ama bunu örfün bildiğini söylüyorlar, inkar edenler fıkıh hususundaki birtakım "elelyed" ("Birşey alan onu ödemelidir" kaidesine işarettir ki fakihler bu hususta dakik ve mufassal bahislerde bulunmuştur, müt.) gibi tümel kaidelere ve özellikle de mua­melat babındaki hususlara müracaat etsinler.

Velhasıl konunun dışına çıktık. Yazar, Allah Teala'yı da şahid tutar ki bu kelamdan maksadım sadece iman kardeşle­rime ilahi marifetleri öğretmektir. Sürçmekten gevşeklikten ve tembellikten Allah Teala'ya sığınırım. Evvelde de ve son­da da hamd Allah Teala'yadır.


Otuzsekizinci Hadis ADEMİN, ALLAH'IN SURETİNDE YARATILIŞI

Muhammed b. Müslim şöyle diyor: İmam Bakır (as)'a "Al­lah Teala Adem'i kendi suretinde yarattı" rivayetini sordum. İmam şöyle buyurdu. "Bu Allah (cc)'un yeni yarattığı bir su­rettir. Allah Teala bu sureti seçti ve muhtelif suretler arasın­da bunu beğendi. Ve bunu kendisine isnad etti.

Nitekim ruh ve kabeyi de kendine isnad etmiştir. Ve "Benim evim" ve "ona kendi ruhumdan lifledim" diye buyurmuştur." (Usul-i Kafi el s. 134 Tevhid Kitabı 4. Hadis)Suret lügatte timsal ve heyet manasmdadır. Ve ortak ma­nası şeyin, şeyiyeti ve fîiliyetidir. Ama herşeyin bir fiiliyeti vardır. Ki bu itibarla ona suret sahibi denilmektedir. Ve o fii-liyete ise suret demektedirler. Felsefede ise surefrşeyin fiili­yeti ve şeyiyetidir. Dolayısıyla lügat açısından aynı manada­dır.

İbn Sina ilahiyat-i şifa kitabında şöyle diyor. "Her heyet ve fiile suret denilir. Kabiliyet (kabul) hususunda vahiddir ya da mürekkebtir. Dolayısıyla hareket ve araz da surettir. Maddenin bil-fîil mütekavim olduğu şey de surettir. O halde akli cevherleri arazdan saymak mümkün değildir ve bazen de madddenin kemale ermesine sebep olan şeye suret demek­tedirler. Dolayısıyla madde bilfiil o şeyle mütekavvim olma­sa da böyledir.

Örneğin sıhhat ve bir şeyin kendisine doğru müteharrik olduğu şey gibi. Bazen de bir şeyin fasıl, cins ve türüne suret denilir. Bütün bunlara ve küllinin eczalardaki külliyetine de suret denir."

Bütün bu istimallerden anlaşıldığı üzere hepsinde yegane ölçü fiiliyettir. Nitekim Allah Teala'ya da "suretlerin sureti" denilmektedir.

Ruh ise tıb örfünde canlının kalbinde kanın hararetinden oluşan latif buhara denmektedir. O halde bu ruhun kaynağı kalbtir. Mecrası ise damarlardır. Filozofların istüahında ise ruh bazen nefsani ruha itlak edilmektedir ki, bunu mebdei de beyin, mecrası ise sinirlerdir. Ve bu "ona ruhumdan üfle-dim" ayetinde işaret edilen ilahi ruhun nazil bir mertebesi ve zuhurudur.

Adem, İlahi Tam Mazhar ve Allah'ın İsm-i Azamidir Marifet erbabı ve kalb ashabının buyurduğu üzere ilahi isimlerden her birinin hazret-i vahidiyette bir sureti vardır. Ve bu suret zati bir sevgi ve Allah'tan başka kimsenin bilme­diği gayb anahtarlarının talebi vasıtasıyla hazret-i ilmiyede Feyz-i Akdes tecellisine tabiidir ve o surete ehlullahın istila-hında ayn-i sabit diyorlar. Bu feyz-î akdesle tecelli sayesinde evvela esmai tecelliler hasıl olur.

Ve bu ismi tecelli sebebiyle de ayan-i sabite olan esmai suretler tahakkuk eder. Ahadiyet tecellisi ve feyz-i akdes ile hazret-i ilmiye-i vahidiye'de zuhur eden ve miratmda tecelli eden ilk isim ilahi, camî, ism-i azam ve Allah olarak adlandırılan makamdır ki gaybi cihe­tinde feyz-i akdesle tecellinin aynısıdır. Kemal'in zuhuri te­cellisinde, zuhur ve zuhurun talebi bir itibara göre cem-i va-hidiyet makamının ve bir itibara göre de esmai kesretin ay­nısıdır.

İsm-i camiin ve suretinin tecellisi ise insanı Kamil'in ve hakikat-i Muhammediyyenin aynısıdır. Nitekim feyz-i ak-desin ayni tecellisinin mazharı da feyz-i mukaddestir ve va-hidiyet makamının tecelli mazharı ise uluhiyet makamıdır. İnsan-ı kamilin ayn-i sabitinin tecelli mazharı ise ruh-i azamdır. Diğer esmai, ilmi ve aynî varlıklar ise bu hakikatle­rin cüzi ve külli mazharlarıdır. Bunun tafsilatı Misbahuı Hi-daye risalesinde zikredilmiştir.

Buradan anlaşılmaktadır ki insan-ı Kamil, ismi camiin mazharı ve ism-i azamın tecellisinin aynasıdır. Nitekim ki-tab ve sünnette de buna birçok yerde işaret edilmiştir.

Örne­ğin, Allah Teala şöyle buyuruyor: "O Adem'e bütün isimleri Öğretti." Bu ilahi talim Hz. Vahidiyette Adem'in batın alenünde celal ve cemal'in, cem'i ve gaybi eliyle yoğrulmasıyla vaki olmuştur.Nitekim suret ve zahirinin yoğrulması da şe-hadet aleminde tabiat mazhariyle celal ve cemal'in elinin zu-huruyla gerçekleşmiştir.

Nitekim Allah Teala şöyle buyuru­yor: "Doğrusu biz emaneti göklere ve dağlara sunmuşuz da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup, titre­mişler. Pek zalim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiş­tir." (Ahzab, 72) İrfan ehli nezdinde ayette geçen emanet mutlak velayet makamıdır ki insan dışında hiçbir varlık bu makama layık değildir.

Bu mutlak velayet Kuranda Allah Teala'nın işaret buyurduğu mukaddes feyzdir. "Allah'tan başka herşey yok olacaktır." Kafi'de yer alan bir hadiste ise İmam Bakır (as) şöyle buyuruyor: "Biz Allah'ın vechiyiz." Nudbe duasında ise şöyle buyurmuştur: "Evliyanın teveccüh ettiği vechullah nerededir? Yer ve gök ehli arasındaki ittisal sebebi nerededir?" Camia-i Kebire ziyaretinde ise şöyle yer almıştır: "Meselul a'la" (En büyük ve yüce örnekler) bu mese-liyet ve vechiyet şu hadiste buyrulan şeydir. "Allah Teala Adem'i kendi sureti üzere yarattı.

Yani Adem Allah'ın en yü­ce meseli ve büyük ayeti en kamil mazharı sıfat ve isimlerin tecelli aynası, vechullah, aynullah, yedullah ve cündullah'tır. O Allah'la duyar, görür ve tutar. Ve Allah da onunla görür, duyar ve tutar. Bu vechullah şu ayetteki nurdur: "Allah gök­lerin ve yerin nurudur." İmam Bakır (as) ise Ebu Halid-i Ka-bili'ye şöyle buyuruyor: "Allah'a andolsun ki imamlar Al­lah'ın inzal buyurduğu nurlardır.

İmamlar Allah'a andolsun ki Allah'ın göklerdeki ve yerlerdeki nurudur." Kafi'de yer alan bir hadiste İmam Bakır "Neyi soruyorlar? Üzerinde an­laşmazlığa düştükleri büyük bir olay olan tekrar dirilme ha­berini mi?" (Nebe, 1-2) ayetlerinin tefsirinde şöyle buyurmuş-

tur: Bu ayet Emir-elmüminin (as) hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali (as) şöyle buyurdu: "Allah'ın benden büyük bir ayeti yoktur. Ve benden daha büyük bir haberi yoktur. (Usul-i Kafi Cilt. 1., sh. 207, Kitabu'l-Hücce 3. hadis.)

Ve bilcümle Hz. Adem'in misdaklarmdan biri olduğu in-san-ı Kamil Allah'ın sıfat ve isimlerinin mazharı, en büyük ayeti, meseli, ve nişanesidir. Allah Teala şebih ve benzeri ol­maktan münezzehtir. Ama Allah'ı ayet ve alamet manasına gelen "mesel"den tenzih etmek gerekmez. "En üstün meseller O'nundur." (Rum, 27)

Kainatın tüm zerreleri o cemil 'cemal'in tecellilerinin ay­nası ve ayetleridir. Ama hepsi kendi vücud kapasitesi ora­nında. Dolayısıyla hiçbirisi ism-i azam-i cami' (yani Allah)'ın ayeti değillerdir. Sadece kevn-i cami' ve mukaddes berzahi-yet-i kübra makamı Allah'ın ayetidir. Yaratıcısının azameti sebebiyle onun da azameti yücedir.

Allah Teala insan-ı kami­li ve ilk Ademi kendi cami' suretiyle yaratmıştır ve onu isim ve sıfatların aynası kılmıştır. Şeyh-i kebir şöyle demiştir: "İlahi surette olan bütün isimler bu insanı neşette zuhur etti. Ve bu vücudu ile ihata ve cem' rütbesine sahib oldu. Hakeza bu vücuduyla meleklere Allah'ın hücceti oldu."

Böylece Allah-u Teala'nın diğer yarattıkların muhtelif suretleri arasında insanın cami' suretini tercih etmesinin ve meleklere üstün kılınmasının ve Adem'in ruhunun Allah'a is­nadının nüktesi de malum olmuş oldu.

Biz burada özetle bahsettiğimiz için ilahi nefhanın hakikati, Adem'deki keyfi­yeti ve insana özgünlüğü konularından sarf-ü nazar ediyo­ruz. Başta da sonra da hamd Allah Teala'yadır.


Otuzdokuzuncu Hadis HAYIR VE ŞER

Muaviye b. Leheb, Hz. Sadık (as)'in şöyle buyurduğunu naklediyor: "Allah'ın Musa'ya vahyettiği ve Tevrat'ta kendi­sine gönderdiği şey şu idi: "Şüphesiz ki Allah benim, benden başka bir ilah yoktur. Yaratıkları yarattım. Hayrı yarattım ve onu sevdiğim insanların eliyle cari kıldım. Onu eliyle cari kıldığım insanlara ne mutlu.

Ben şüphesiz ki Allah'ım ve benden başka ilah yoktur. Yaratıkları yarattım ve kötülüğü yarattım ve onu irade ettiğim kimselerin eliyle cari kıldım. Onu eliyle cari kıldığım kimselere eyvanlar olsun. (Usul-i Kafi, G. 1. sh. 154. Tevhid kitabı, Hayır ve Şer babı, 1. ha­dis.)Allah Teala burada iyiliği ve kötülüğü kendine isnad et-miştir.

Dolayısıyla buradaki ilahtan maksad uluhiyet maka­mıdır. Ve belki de efali tevhide işarettir ve bu büyük filozof­ların dilindeki "vücutta Allah'tan başka bir etken yoktur" sö­züne işarettir.

Allame Meclisi bu hadisin şerhinde şöyle diyor: "Hayır ve şer, itaat ve masiyet hakkında konu olmaktadır ve onların sebep ve nedenlerine de itlak edilmektedir. Tüm faydalı mahluklara örneğin Tanelere, meyvelere, yenilen hayvanlara ve zararlı hayvanlara (yılan, akreb) ve hakeza nimetlerle be­lalara itlak edilmektedir.

Eşariler diyorlar ki, bütün bunlar Allah Teala'nm fiilidir. Mutezile ve İmamiye kulların fiilleri hususunda onlara muhalefet etmişlerdir .Ve Allah Teala'nın hayır ve şerri kendine isnad etmesini kulların fiillerinden gayri manalara tevil etmişlerdir. Daha sonra şöyle buyuru­yor: "Ama filozofların birçoğu diyorlar ki vücutta Allah'tan başka bir etken yoktur.

Kulların iradesi sadece Allah Tea-la'nm o fiilleri onların eliyle icad etmesi için bir ön şarttır. Ve bu filozoflar ile Eş'arilerin mezhebine muvafık durumdadır ve bu hadisi takiyyeye hamletmek de mümkündür."

Hayır ve Şerrin Tahkiki Beyanında

Her yerde hayır ve şer kullanıldığında kemalatta kemal ve noksanlık veya sıfatta kemal ve noksanlık veya vücud ile vücudun kemalatlan hakkında kullanılmaktadır. Bizzat ha­yırların tümü vücudun hakikatine dönmektedir.

Diğer eşya hakkında kullanılması ise onların vücudunun mülahazasıy-ladır. Nitekim bizzat şer de vücudun veya vücudun kemali­nin yokluğuyla ilgilidir. Diğer eşyalara itlaki ise eziyet eden­ler, zararlı hayvanlar kabilinden bir arazdır ve bu husus za-ruriyattan olup güçlü burhanlar ile de sabittir.

Kulların fiillerinin yaratılışı babında imamiye ve Mu'tezi-le, Eş'arilere muhalefet etmişlerdir. Hayır ve şerri Allah'a is-nad eden ayet ve rivayetleri tevil etmişler ve bu hususta ceb­re inanan Eş'arilere muhalefet etmişlerdir.

Eş'arilerin görü­şü hem akıl ve burhan ve hem de vicdana muhaliftir. Hakeza ayet ve rivayetler, tefvize inanan Mutezile mezhebini de red etmektedir. Mu'tezilenin görüşü Eş'arilerden.daha batıl, kötü ve gerçekten uzaktır.

Ama İmamiye Ehli Beytin hidayet nuru ve bereketiyle hak mezhlebini seçmişlerdir ki, bu ayet-i şerifeler güçlü bur­hanlar büyük ariflerin mesleği ve kalb ashabının zevk-i seli-miyle de uyum içindedir.

Onlar bu ayet ve rivayetleri mer­hum Meclisi'nin zikrettiği manaya tevil etmezler, imamiye mezhebine göre kulların fiillerinin hiçbirinde Allah'ın iradesi azledilmemekte ve hiçbir şeyin emri kullara tefviz edilme­miştir.

Allame Meclisi filozofları vücudda Allah'tan gayri bir et­kenin olmadığına inandığını ve bunun Eş'arilerin mezhebiyle de uyum içinde olduğunu söylüyor. Allah'tan başka bir mües-serin olmadığının filozoflardan bir çoğunun görüşü olduğu doğrudur. Hatta denilebilir ki bütün filozofların, marifet eh­lini görüşüdür.

Hatta denilmektedir ki, buna inanmayan filo­zofların kalbine hikmet nuru girmemiş, batını marifetlerle donanmamıştır. Ama bu, kulun iradesinin Hak'kın icadı için bir hazırlayıcı ve ön şart olduğu manasına değildir. Nitekim ehli nezdinde bu konu oldukça açık bir konudur. Eşarilerin mezhebi ile muvafık olması ise doğru değildir.

İlginç olanı da Eşarilerin mezhebi ile filozofların mezhebinin bir olduğu söylenmesidir. Zira bunlar arasında oldukça uzak bir ayrılık vardır. Eş'ariye mezhebini batıl bilmeyen ve ona muhalefet etmeyen filozof oldukça azdır.

Buyrulduğu gibi bu rivayeti takiyeye hamletmek de mümkün değildir. Zira yersizdir. Bu hadislerin zahiri hak mezhebi ve burhanla muvafık bir haldedir.

Ayrıca bu riva­yetler Kur'an'daki birçok ayetlerle de muvafıktır. Dolayısıyla da takiyeye hamletmek mümkün değildir ve bu rivayetin muarizi olan bir rivayette yoktur. Dolayısıyla takiyeye ham­letmenin bir gereği de yoktur. Ve insanın hayır ve şerrin faili olduğunu bildiren rivayetlerle de cem' olmaktadır.

İlahi Kaza ve Kaderde Şerrin Vuku Keyfiyeti

Bil ki yüce ilimlerde tasrih edildiği üzere vücud alemi, ke­malin en son mertebesinde hayır ve güzelliğin nihayetinde bulunmaktadır. Bu konu burhanla da mutabık olup tafsille de sabit bir konudur. Anlamını tafsilatıyla bilmek Allah'a ve onun vahiy veya ilahi talimine bağlıdır. Daha önce de söylen­diği gibi cemal ve hayır cinsinden olan herşey vücudun haki­katinin aslındandır.

Ve ondan başka bir şeyin tahakkuku yoktur. Vücudun hakikati karşısında ya yokluk veya mahi­yet vardır ki hiç birisi zati itibariyle birşey değildir ve değeri yoktur. Salt butlan veya sırf itibardır. Vücud nuruyla nur-lanmadığı müddetçe onun zuhuruyla zahir olmadığı müddet­çe onlar için hiçbir şuhud yoktur.

Ne zatlarında, ne sıfatlarında ve hususiyetlerinde bir şuhud yoktur. Vücud onlara gölge eder, geniş rahmet elini onlara sürerse her birisinin bir takım zuhuru, hususiyeti ve eserleri ortaya çıkar.

O halde bütün kemaller mutlak cemilin, cemalinin ışığındadır. Ve mutlak kamilin mukaddes nurunun tecellisiyledir. Diğer mevcudat kendiliğinden birşeye sahib değildir. Ve salt fakir­lik ve mutlak yokluktur. O halde bütün kemaller ondandır ve ona dönmektedir.

Yerinde de isbat edildiği üzere zat-ı mukaddesten zuhur eden herşey vücud ve varlık aleminin kendisidir. Ve hiçbir yokluk hududu veya mahiyetiyle de sınırlı değildir. Zira yok­luk ve mahiyet Allah'tan zuhur etmemektedir.

Ve feyizdeki mahdudiyet ifade eden şey zattaki mahdudiyete sebep ol­maktadır. Ehl-i marifetin beyan ettiği üzere, ifazenin keyfi­yetini bilen kimse tasdik edecektir ki, Allah'ın feyzinde hiç­bir tahdid ve sınırlandırma düşünülemez. Allah Teala'nm mukaddes zatını her türlü noksanlık imkan, mahdudiyetten tenzih etmek gerekir.

Dolayısıyla onun mukaddes feyzinde her türlü huduttan imkanî sınırlardan ve mahiyete rücu eden her türlü olanaklardan tenzih etmek gerekir. Mutlak cemilin gölgesi olan feyzi de mutlak cemal tam cemil ve ke­maldir. "O zatı da, fiilleri de, sıfatlan da cemildir" vücud dı­şında hiçbir şey Allah'ın ifaze ettiği şey olamaz.

Hakeza kendi yerinde isbat edilmiştir ki bütün bu serler felaket hastalıklar, helak edici ve eziyet edici garib hadiseler bu tabiat aleminden ve karanlık, dar neş'ettendir.

Bunlar, varlıklar arasındaki niza ve çatışmadan olmaktadır. Bunla­rın vücudu cihetiyle de hiçbir ilgisi yoktur. Bütün bunlar ta­biat neşetindeki noksanlıktan kaynaklanmaktadır, hudud ve noksanlıklara dönmektedir. Dolayısıyla bütünü ile ifaze nurunun sınırlan dışındadır.

Ve ifazenin altında bir ma­kamdadır. Nur hakikatinin aslı vücuddur ve bütün bu ser­lerden ayıplardan ve noksanlıklardan münezzehtir. Noksan­lıklar, serler, zararlı ve eziyet edici eşyalar, noksanlık ve za­rar cihetiyle bizzat ifaze edilmemiştir. Ama bilaraz ve burha-ni nazar hasebiyle ifaze edilmiş sayılır.

Zira eğer tabiat ale­minin aslı tahakkuk etmez ve vücudu ifaze edilmezse nok­sanlıklar ve serler de bu alemde tahakkuk etmezdi. Nitekim fayda hayır ve kemalde onda tahakkuk etmezdi; zira bu yok­luklar mutlak yokluklar değildir. Belki izafi yokluklardır ve melekelerin vasıtasıyla bil-araz tahakkuk etmektedir.

Bilcümle bizzat hilkat ve ifaze sınırlarında olan şeyler, hayır ve kemallerdir. İlahi kaza ve kaderde zararlı ve şer varlıkların zuhuru tabeiyet ve vasıta sebebiyledir. "Sana ula­şan iyilikler Allah'tan, sana ulaşan kötülükler nefsindendir." Ayet-i şerifesi de bu ilk makama işaret etmektedir. "De ki, herşey Allah indindendir" ayeti de ikinci makama işaret et­mektedir.

Ayet-i şerifelerde ve birçok Ehli Beyt'in hadisi şe­riflerinde bu iki itibara işaret edilmiştir. Bu cümleden olarak bu hadis-i şerifte hayır ve şerrin ifaze edildiğim ve her ikisi­nin de yaratılışla ilgili olduğunu beyan etmektedir.
9
Kırk Hadis Şerhi-c:2 Kırk Hadis Şerhi-c:2


Allah'ın Hayır ve Şerri Kulları Eliyle Cari Kıldığı Beyanında

Önceki konuları teemmülden anlaşıldığı üzere Allah'ın hayır ve şerri kullarının eliyle icra etmesinin keyfiyeti cebir fesatlarını gerektirmemektedir. Hakikatinin beyanı ise bir­çok mezheplerin tafsilatıyla açıklanmasına ve birçok mukaddemenin zikredilmesine ihtiyaç duyulmaktadır ve biz bunu zikretmekten mazuruz. Ama buraya münasib düşecek bir şe­kilde kısaca bir işaret etmeden de geçemiyorum.

Bil ki varlıklardan hiçbirinin hiç bir amelde istiklali ola­maz. Fail veya mucid, sonuç için mümkün olan bütün yok­lukları ortadan kaldırırsa o zaman mutlaka vücuda gelir. Eğer bir mevcudun, vücudda yüz şartı varsa ve neden dok-sandokuz engeli ortadan kaldırırsa ve bu şartlardan birisi ol­mazsa yine de o neden müstakil bir şekilde o sonucu icad edemez.

O halde nedenseldeki istiklal ve bağımsızlık o nede­nin sonuç için mümkün olan bütün yoklukları ortadan kal­dırmasına bağlıdır. Eğer bu yoklukları ortadan kaldırırsa so­nuç vücub haddine ulaşır ve mevcud olur.

Zarureten ve bur­han üzere de malumdur ki, bütün mümkünat dairesi bu ma­kam ve mevkiden azledilmişlerdir. Ceberrut-i uzma'dan me­lekti ulya'ya oradan da mülk ve tabiat alemine kadar var olan herşey batini ve zahiri bütün faal kuvveler bu makam­dan azledilmişlerdir. Zira sonuç için varlığı mümkün olan ilk yokluk, müessir ve fail olan nedenin yokluğu iledir. Ve mümkünat silsilesinde hiç bir varlık sonucun yokluğunu bu cihetten ortadan kaldıramaz.

Zira bu zati imkanın zati vücu-ba intikal etmesini gerektirmektedir. Mümkünün imkan dai­resinden çıkmasına sebep olur ve bu muhal birşeydir. Dolayı­sıyla icad hususundaki istiklal vücud hususundaki istiklale neden olur. Ve bu mümkün varlıklarda asla tahakkuk ede­mez.

Bu beyan üzere malum oldu ki, icad ve vücudi işlerin hiç birinde tefviz varlıklardan hiçbirisi için mümkün değil­dir. Bu mükellefler ile onların fiilleriyle ilgili birşey de değil­dir.

Gerçi mütekellimlerin sözlerinden birtakım ihtisas ve öz­günlük anlaşılmaktadır. Ama çeşitli bablardan anlaşılmaktadır ki bu niza umumi bir nizadır. Ama mükelleflerin fiili bahsinde önemli bir yer işgal ettiği için kelam ehli de bu yüz­den nizayı orda sözkonusu etmişlerdir. Ve bilcümle biz müte-kellimlerin nizasıyla ilgilenmiyoruz. Hakkı araştırıyoruz ve malum oldu ki hiçbir şeyde hiçbir varlığa hiç bir iş tefviz edilmemiştir.

Cebrin'İptali Beyanında

Bu beyan üzere Cebriye mezhebinin butlanı da anlaşıldı. Zira diyorlar ki vücudi araçlardan hiç birisi varlıkların ica­dında etkinliğe sahip değildir. Örneğin ateş kuvvesi haraket-te hiçbir etkinliğe ve müessiriyete sahip değildir. Sadece ade-tullah cari olmuştur ki narî (ateşsel) suretin icadından sonra hararet icad olmaktadır.

Ateş suretinin onda hiçbir dehaleti yoktur. Eğer adetullah cari olsaydı da ateş suretinin ardından soğukluk çıksaydı yi­ne de bir farklılık sözkonusu olmazdı. Ve bilcümle Hak hiç bir vasıta olmaksızın kendi mukaddes zatıyla mükelleflerin tüm fiillerini ve varlıkların eserlerini icad etmektedir. Kendi hayallerince Cebriye mezhebine inanmamışlardır ki, Allah Teala'yı eli bağlı olmaktan tenzih etsinler! "Kendi elleri bağ­lansın lanet olsun." (Maide, 60) Burhan ve irfan mezhebinde bu, noksanlık ve teşbihi ge­rektiren bir tenzih ve takdistir ve de akılların tatiline neden olmaktadır.

Allah'ın zat ve sıfatlarında hiç bir noksanlık yokr tur. İcad ve ilahi ifaze sınırlarında olan herşey mutlak vücud ve mutlak mukaddes feyizdir ve mahdud ve nakıs bir vücu­dun zat-ı mukaddesten suduru mümkün değildir.

İcadda hiç­bir noksanlık yoktur. Bütün noksanlıklar ve sınırlar ifaze edilen sonuçtandır. Mütekellimler de buna inanmış ve nite­kim kendi mahalinde de bu sabit kılınmıştır. O halde Allah Teala'nın mukaddes zatından olan herşey mutlak vücud ve sarih vücuddur. Bu ise ya ariflerin görüşü üzere mukaddes feyizdir. Veya filozofların görüşü üzere soyut akıl ve ilk nur-i şeriftir.

Başka bir beyanla şüphesiz ki varlıklar vücudun mukabi­linde farklılık arz etmektedir. Bazı varlıklar ibtidaen ve is-tiklalen vücudu kabul etmektedirler. Örneğin cevherler. Bazı varlıklar ise başka birşeyin mevcudiyetinden sonra vücudu kabul etmektedirler. Örneğin arazlar, ve vücudu zayıf olan eşyalar...

Mesela, Zeyd'in konuşması mevcud olacaksa bu ta-baiyite vasıtasıyla vücuda gelebilir. Hakeza araz ve sıfatlar da cevahir ve mevsuflar olmaksızın vücuda gelemez. Ve bu varlıkların vücudi noksanlığından ve zati kusurundandır. Al­lah'ın faaliyeti ve mucidiyetinin noksanlığından değil. O hal­de malum oldu ki, cebir ve mevcudat silsilesin deki vücudî va­sıtaların nefyi mümkün değildir.

Bu babdaki güçlü burhanlardan biri de şudur ki mahiyet nefsi hasebiyle tesir ve teessürden (etkilemek ve etkilenmek­ten) uzaktır.Ve bizzat ifaze edilmemişlerdir. Ama vücudun hakikati zatı gereği tesirlerin menşeidir.

Vücuddan tesirleri nefyetmek mutlak bir şekilde zati inkilabı gerektirir. Dolayı­sıyla esersiz vücud mertebelerinin icadı mutlak bir şekilde mümkün değildir ve bir şeyin kendi zatından nefyedilmesini gerektirmektedir ki bu da muhaldir.

Bilcümle malum oldu ki tefviz ve cebir tam burhan ile akli kanunlar esasmea batıl ve olmayacak bir şeydir. Marifet ehli ile yüce hikmet ashabının görüşünde "iki emir arasında­ki emir" (itidal yolu, orta yol) sabit kılınmıştır. Ama bunun manası hususunda alimler arasında büyük ihtilaf çıkmıştır. Bütün mezhepler arasında en güçlü olan münakaşalardan uzak ve tevhid meşrebiyle de mutabık olan görüş kalb asha­bı ile ariflerin görüşüdür.

Ama bu meslek ilahi marifetlerin her birinde birtakım zorlukları içermektedir ki, bunları da bahis ve burhan yoluyla haletmek mümkün değildir. Kalbi tam bir takva ve ilahi tevfik olmaksızın insan bunu idrakten acizdir. Dolayısıyla bunu ehli olan evliyaya bırakmak gere­kir. Ve biz bahis ashabı yoluyla bu vadiye giriyoruz.

O da şu­dur ki,mevcudatın tesirde istiklalini ifade eden tefviz ile tesi­ri nefyeden cebri, nefyedelim. İki menzil arasındaki menzili (tesirin isbatı ve istiklalin nefyi) isbat edelim. Diyoruz ki, icadın konumu vücud ve vücudun sıfatları konumu gibi-dir.Nitekim varlıklar mevcuttur. Ama vücudl arında ve var­lıklarında müstakil değillerdir. Onların birtakım sıfatları da vardır.Bunlar da müstakil değildirler.

Onların birtakım fiil ve eserleri de vardır. Ama vücud hu­susunda müstakil değillerdir. Fauller ve varlıklar faaliyette müstakil değillerdir. Bilmek gerekir ki hem hayır ve hem de serler hem Allah'a hem de yaratıklarına isnad edilmiştir. Her iki isnad da sahihtir. Dolayısıyla bu hadiste de buyruldu ki; "hayırları ve serleri ben kulanmın elleriyle icra ederim." Ama buna rağmen hayırlar, Allah Teala'nm zatına bizzat is­nad edilmektedir.

Kullara ise bil-araz isnad edilmektedir. Kötülükler ise bunun aksinedir. Diğer varlıklara bizzat men­subtur. Allah Teala'ya ise bilaraz mensubtur. Bu manaya da hadis-i kudsîde şöyle işaret edilmiştir: "Ey Ademoğlu ben iyi­liklere senden daha evlayım ve sen kötülüklere benden daha evlasın". Önceden de buna işaret ettik. Şu anda ise sarf-u nazar ediyoruz. Başta da sonda da hamd Allah Teala'yadır.


Kırkıncı Hadis İHLAS SURESİ İLE HADİD SURESİNİN İLK AYETLERİNİN TEFSİRİ

Asım şöyle diyor: "Ali b. Hüseyin (as)'a tevhid hakkında sorulunca imam şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah Teala ahir zamanda dakik nazarı olan bir topluluğun geleceğini bi­liyordu.

Bu yüzden ihlas süresi ile hadid suresinin ilk ayetle­rini nazil buyurdu. 0 halde bundan gayrisini taleb eden şüp­hesiz ki helak olmuştur." (Usul-i Kafi c.l s.93 Tevhid kitabı 3. Hadis)Bu hadisle ilgili birtakım açıklamaları birkaç fasıl zım­nında beyan etmeye çalışacağız.

Mübarek Tevhid Suresinin Tefsirine Kısaca Bir İşaret

Bil ki, mübarek ihlas suresi ile hadid suresinin ilk ayetle­rini tefsir etmek bizim gibi insanların işi değildir.Hakikatte bu işe girmek vazifeden çıkmak demektir. Allah Teala'nın muhakkik alimler ve derin görüşlü şahıslar için buyurduğu şeyin tefsirine benim gibilerin varid olması insaf şeriatına sı­ğacak birşey değildir.

Burhan tefsirinde yer aldığı üzere İmam Bakır (as)"Samed" kelimesinin bazı esralarını beyan ettikten sonra şöyle buyurmuşlardır: "Eğer Allah'ın bana verdiği ilmi taşıyacak kimseleri bulsaydım tevhid, İslam, iman, din ve şeriatları samed kelimesinde neşrederdim."

Büyük filozof molla Sadra Hadid suresinin ayetleri husu­sunda şöyle buyuruyor: "Bil ki, hadiste işaret edilen bu altı ayet ilahiyat ve tevhid ilminin büyük bablanndan birini içer­mektedir.

Rububiyet ve semediyet babının muhkem hüküm­lerinden birini kapsamaktadır. Rabbani bir arif eğer ilmini Rasulullah'tan, hikmetini ise ehl-i beytten almışsa şüphesiz ki, bu ayetlerden her birinin tefsiri için bir cilt hatta ciltler dolusu kitap yazması gerekir." Bilcümle, yazar gibi olan kim­seler bu meydanın ehli değildir.

Ama hepsini derk edemiyo­ruz diye bazısını derkten de el çekenleyiz. Dolayısıyla büyük alimlerin sözleriyle marifet ehlinin kitapları ve ehli beytin nurlu deryasından idrak edebildiklerimizi icmal ve işaret su­retiyle beyan etmeye çalışmalıyız Hidayet şüphesiz ki Allah Teala'dandır.


Bismillah'a İşaret Makamında

Bilmek gerekir ki marifet ehlinin mesleği hasebiyle her surenin başında yer alan bismillah bizzat o sureye mutealli-tir. Zira ismullah zuhuri makam hasebiyle meşiyetin tama­mıdır. Ahadî tecelli hasebiyle feyz-i akdes makamıdır. Vahi-diyet makamı hasebiyle isimleri ahadi cem' makamıdır. Aha-diyet-i cem' itibariyle .de bütün alemdir ki bu da kevni, cami ve nuzuli ve şuhudi zincirlemede vücudun mertebeleridir. Arızî (enlemesine) silsilesinde ise ayni hüviyetlerden birisi­dir.

Allah kelimesinin manası isimdeki itibar hasebiyle fark­lılık arzetmektedir. Zira o bu isimlerin müsemmasıdır. Lafız­da bismillah'm mütealliki ve manada mazharı olan her sure itibariyle de bismillahın manası farklılık içerisindedir. Hatta bismillahm başlangıç noktası olan her fiil hasebiyle de bis­millahın manası farklılık arzetmektedir. Ve bu bismillah o fi­ile mütealliktir. İlahi isimlerin mazhar ve zuhurların bilen bir arif tüm fiil, amel, ayn (özdek) ve arazların (ilineklerin) mübarek ism-i azam ve mutlak meşiyet makamıyla zahir ve mütehakkık olduğunu müşahede eder.

Dolayısıya bu ameli yerine getirirken kalbinde bu manayı tezekkür eder. Ve onu tabiat ve mülk mertebesine geçirerek bismillah der. Yani vü­cudu yayan rahmaniyet makamını sahibinin mutlak meşiyeti makamıyla ve vücudun kemal makamını yayan rahimiyet makamıyla veya zuhurla tecelli ve vücudu yayma makamı olan rahmaniyet makamının sahibi veya batiniyet tecellisiile vücudun kabzedilmesi makamı olan rahimiyet makamıyla işe başlar. Böylece yiyorum, içiyorum, yazıyorum veya şöy­le böyle yapıyorum der.

O halde ilallah saliki ve Allah'ın arifi bir insan bir nazar­da bütün fiileri ve mevcudatı mutlak meşiyetin zuhuru ve ondaki fenası görür. Bu nazarında vahdet sultanı galebe ça­lar. Ve bismillahı bütün Kur'an surelerinde ve bütün fiil ve amellerde bir tek manada görür. Başka bir nazarda ise fark alemine teveccüh edince her surenin başındaki bismillah'a her amele başladığında bir mana görür ve müşahede eder.

Biz şu anda ihlas suresini icmalen tefsir makammdayız. Dolayısıyla da bu suredeki bismillah'ı "kul" (De ki) kelimesi­nin mütealliki olarak kabul edebiliriz. Bu surette tecrid ve tevhid galebesi kisvesindeki bismiUahtan maksat mutlak meşiyet makamıdır. Ama teksir ve kesretlere teveccüh ma­kamı ve kisvesinde ise maksat onun tecellileridir.

Berzahi-yet-i kübra makamı olan iki makamın cem'i makamında ise meşiyet; vahdet, kesret, zuhur ve batın makamındadır. Dola­yısıyla rahmaniyet ve rahimiyet de ikinci manadadır. "Kul-huvellahu ahad" ayetinde ahadiyet-i gaybiye ve uluhiyet-i es-maiye bir araya cem' olduğundan bismillah da üçüncü ma­kam hasebiyle yani berzahiyet makamıyla kastedilmiştir.

Bu yüzden ahadi gayb makamından taki ve naki olan ahadi, Ahmedî ve Muhammedi kalbe '"De ki" diye bir hitab gelir. Ve bu hitab ismullah'ın zuhuruyla berzahiyet-i kübra neşeti ha-sebiyledir. Bu da mutlak meşiyet ve ayn-i rahimiyette rah­maniyet sahibinin makamıdır.

Ayet-i kerimede geçen "huve" mutlak hüviyet makamına işarettir. Ve burada hiçbir esmaî veya sıfati bir tecelli de söz-konusu değildir. Hatta ahadiyet makamında itibar edilen zati isimler bile yoktur.

Bu kalbin sahibinden gayrisi ise bu makama asla sahip olamaz. Eğer Hakk'ın nisbetlerini zahir etmeye memur olmasaydı, ezelen ve ebeden bu kelimeyi şeri-feyi diline almazdı. Ama takdiri ilahi gerektirdi ki, Rasulul-lah (sa) bu işareti izhar etsin.

Mutlak cezbede baki olmadığından ve berzahiyet maka­mına sahip olduğundan "Allah'u Ahad" diye buyurdu. Allah ism-i cami-i a'zam ve hatemin mutlak rabbidir. İsimlerin kesret berzahında vahidiyetin zuhuru, gizli gaybi tecelliyle ahadiyet makamının aynısıdır. Böyle bir salikin kalbinde ne ahadiyet vahidiyet galebe çalar ve ne de vahidiyet ahadiyete galebe çalar.

İtibarlarda bilindiği gibi zati isimler mukadem-dir. Ama bu ayette Allah isminin "ahad" isminden önce zikre­dilmesi salikin kalbine tecelli makamına işarettir. Zira evli­yanın kalbine zati tecellilerde Hz. Vahidiyette olan sıfatı isimler tecelli eder.Daha sonra zatî ve ahadî isimler tecelli eder.

İsimler arasında Allah isminin zikredilmesi de ya şunu içindir ki her isimle olan tecelli Allah ismiyle olan tecellidir. Veya özellikle Hz. ilahiyette mazhar ve zahirin ittihadi ba-bındandır. Veya vahidi sülükun gayetine işarettir ki o tahak­kuk etmedikçe salik ahadi süluka başlayamaz.

Bilcümle bu beyan üzere "huve" kelimesi ariflerin ulaşa­madığı her türlü isim resim tecelli ve zuhurdan münezzeh olan bir makama işarettir. Ahad, gaybi ve batını isimlerle te­celliye işarettir.

Allah ise zahiri isimlerle tecelliye işarettir. Ve bu üçüyle, Hz. rububiyetin ilk itibarlarını cemi tahakkuk etmektedir. En camisi semediyet olan diğer dört isimler ise bazı rivayetler hasebiyle selbi ve tenzihi isimlerdendir ki ce­mali ve subuti isimlerin tabeiyeti ile itibar edilmektedir. Nitekim hadislerin birinin şerhinde buna işaret edildi.

Bütün bu zikredilenler bismillahm "kul" kelimesine mü­teallik olduğu takdirde sözkonusuydu. Elbette bu bismillah bu suredeki her cüzden birine de müteallik olabilir. O halde surenin tefsiri ve bismillah bunlardan her birine göre farklı mana arzetmektedir. Tafsili uzayacağından sar-u nazar edi­yoruz.

Arif şeyhimiz Şahabadî şöyle buyuruyordu: "Huva ke­limesi ihlas suresinde bu kelimeden sonra zikredilen diğer altı isim ve kemala burhan sayılmaktadır. Zira zatı mukad­des mutlak "huve"dir. Bu sırf vücuda işarettir. Allah bütün esma-î kemalatlarm sahibidir. O halde Allah (cc)dır. Çünkü basit hakikati olan sırf vücud bütün esma ve sıfatlara sahip­tir. Bû esma-î kesret zat-ı mukaddesin vahdetine zarar ver­mez. Zira o ahaddir ve sırf ve salt olan birşeyin mahiyeti yok­tur. Ve sameddir sırf ve salt olan bir varlığın noksanlığı da yoktur. Başkasından hasıl olmaz.

Tekerrür de etmez. Dolayı­sıyla valid ve mevlud da değildir. O'nun bir eşi de yoktur."Bilmek gerekir ki rivayetlerde samed kelimesi için birçok manalar zikredilmiştir ki tafsili bahsimizin dışında kalmak­tadır.

Ve ayrı bir risaleyi gerektirmektedir. Bu makamda şu nükteye işaret ediyoruz ki, eğer samed, bazı itibarlar hase­biyle mahiyetin kendisine işaretse "Alahussamed" cümlesin­deki Allah'ın manası vahidiyet makamı ile isimlerin ahadi-yet-i cem'i makamının itibarlarından biridir. Eğer izafi bir sıfata işaretse, feyz-i mukaddesle tecelli hazretinde isimlerin ahadiyeti cem' makamına işarettir. Bunun manası da "Allah yerlerin ve göklerin nurudur" manasıyla da muvafıktır.


Hadid Suresinin İlk Altı Ayetinin Kısa Tefsiri

İHLAS VE HADÎD SURELERİ

"Göklerde ve yerde olanlar Allah'ı teşbih ederler. O güçlü­dür. Hakim'dir." (Hadid/1)Birinci ayet tüm varlıkların teşbihine hatta bitki ve can­sız varlıkların da Allah'ı teşbih ettiğine delalet etmektedir. Bu ayeti sadece akıl sahibi varlıklara tahsis etmek, akıl er­babının aklının hicablarından ve zulmetindendir.

Bu ayet farzen tevil edilse de bunun benzeri diğer ayetler tevil edile­mez. Örneğin:"Göklerde ve yerde olanların güneş ay yıldızlar dağlar ağaçlar hayvanların ve insanların birçoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun?" (Hacc/18)Teşbihin tekvini veya fıtri olduğunu söyleyen teviller de oldukça soğuk ve uzak tevillerdir.

Bir çok rivayetler ve ayet­ler bunu reddetmektedir. Ayrıca dakik ve güçlü burhanlar ile irfani mekteble de çelişmektedir. Ne yazık ki Molla Sadra gi­bi büyük bir filozof bile mevcudattaki teşbihin nütki (konuş-sal) teşbih bilmemektdir. Dolayısıyla bütün varlıkların nutki bir hayata sahip olduğunu söyleyen marifet ehlinin görüşünü burhana muhalif saymış ve red etmiştir. Halbuki bu bizzat kendisinin buyurduğu sözlerle çelişmektedir. Bu inanç asla birtakım fesatları gerektirmemektedir.

Eğer konu uzama-saydı birtakım mukaddemelerle şerh etmeye çalışırdım. Ama konu uzayacağından sadece kısaca bir işaret etmekle yetini­yorum. Önceden de dediğimiz gibi vücudun hakikati şuur irade, ilim, kudret, hayat ve diğer hayati özelliklerin aynısıdır. Eğer bir şeyin ilmi ve hayatı yoksa vücudu da yoktur. Eğer vücudun asaletini hakikatini insan irfani bir zevkle idrak edecek olursa ilmi ve zevki hasebiyle tasdik edecektir ki bü­tün mevcudat hayat sahibidir.

Onlarda ilim, irade tekellüm ve diğer hayati özellikler vardır. Ve eğer manevi riyazetlerle müşahede makamına ermiş ise o zaman da varlıkları teşbih ve takdisini ayanen müşahade eder. Şu anda tabiatın uyuş-turuculuğu göz, kulak ve diğer duyu organlarımızı uyuştur­muş ve bizlere vücudun hakikatleri ve ayni hüviyetleri mah­cub ve örtülü kılmıştır. Dolayısıyla bizimle Allah Teala ara­sında zulmani ve nurani birçok hicablar vardır.

Bizimle diğer varlıkar arasında da hatta nefsimizle kendimiz arasında da birtakım hicablar vardır ki bize onların hayat ve diğer özel­likleri mahcub ve örtülü kılmıştır. Ama hicabların en zoru yersiz yere inkar hicabıdır. Ve bu insanın herşeyden alıkoy­maktadır. Bizim gibiler için en iyi şey teslim olmaktır. Ayet­leri ve evliyanın rivayetlerini tasdik etmektir. Kendi görüşle­rimiz üzere tefsir kapısını kapatmak ve zayıf aklımıza gü­venmemektir.

Bu teşbihi tekvini teşbih saysak bile şu ayete ne yapmalı­yız?"Sonunda karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir karınca: "Ey karıncalar yuvalarınıza girin, Süleyman'ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin dedi." (Neml/18)Hz. Süleyman'a Saba şehrinden haber getiren kuş olayına ne demeliyiz?

Muhtelif bablarda Ehli Beytten menkul birçok rivayetler asla te'vil edilemez. Bütün bu rivayetlere ne deme­liyiz? Bilcümle eşyanın ilmi-şuuri teşbihi ve hayatını, yüce fel­sefenin zaruriyatından ve şeriat erbabının kesin inançların­dan saymak gerekir. Ama her varlığın teşbih keyfiyeti ve özel zikri kendine özgüdür.

Zikri camiin sahibi sadece insan­dır. Ama diğer varlıklar sadece kendi neşetleri münasebetiy­le bir zikre sahiptir. Bunun da icmali, ilmi ve irfani bir mizana sahiptir ki isimler ilmiyle ilgilidir. Ve tafsili keşf ve ayani ilimlerdir ki mükemmel velilere mahsustur.

Nitekim önceki fasılda da dediğimiz gibi her suredeki bis­millah bizzat o sureye aittir. Burada da "sebbehellah" cümle­sine mütealliktir. Ve bundan cebir ve tefviz meselesinde hakk ehlinin mesleği ortaya çıkmaktadır. Yani hem ilmi me-şiyet makamı olan ismullaha ve hem de göklerdeki yerdeki varlıklara isnad edilmiştir.

Ve bu isnad şuhud erbabının keşfinini gayeti sayılan oldukça latif bir şekilde yapılmıştır. Allah'a meşiyetin isnadının takdimi ise Allah Teala'nın kay-yumiyetini ifade etmek içindir.

Eğer sözün uzamasından korkmasaydım, teşbihin hakikatini, hamdi gerektirdiğini ve her teşbihle hamdin sadece Allah için vaki olduğunu bismil-laha yapılan tahmid ve teşbihin beyanı ile aziz ve hakim isimlerinin ihtisası ve bu iki ismin Allahla olan nisbeti, bis-millahta yer olan Allah ile sebbehellah ayetindeki Allah ara-sınaki farkı beyan ederdim.

Gökler ve yer ile onlardaki var­lıkları (marifet ve felsefe ehlinin görüşü hasebiyle) ve bu ayetteki "huve" kelimesi ile ihlas süresindeki "huve" kelimesi arasındaki farkı irfani bir zevkle açıklardım. Ama biz bu ki­tapla tafsilata kaçmamaya söz verdik."Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Diriltir, öldü­rür; O, her şeye Kadir'dir." (Hadid/2)Bu ayet-i kerime Allah'ın yer ve göklerin melekutu üze­rindeki malikiyetine işaret etmektedir.

Ve bu malikiyet, sal­tanat ihatası veya kudret nüfuzu sayesinde ihya, öldürme, zuhur, rücu ve genişlik ile darlık vaki olmaktadır. Bu tüm tedbir ve tasarrufların Allah'ın tedbir ve tasarrufundaki iz­mihlali nazarıdır ki, bunu gayeti de tevhid-i fiilidir. Bu yüz­den melekuti tasarrufatm büyük mazharlarman biri olan ihya ve imateyi (öldürmeyi) kendine isnad etmiştir. Halbuki ih­ya rahmaniyetin işlerinden biridir. İmate ise malikiyetin iş­lerinden biridir.

Ama her ikisini de malikiyete isnad etmiş­tir. Elbette bu büyük irfani bir nükte sebebiyle olabilir ve o da her ismin bütün isimleri ahadi ve gaybi bir surette ken­dinde toplamasıdır ve şu anda bunu beyana gücümüz yoktur. Ayetin baş ve sonu ise feyz-i mukaddesle fiili tecelli maka­mında vahdette kesret ve kesrette vahdete işaret olabilir.

Ni­tekim bu ehli nezdinde oldukça açık bir şeydir. Allah'ın mali-kiyetinin keyfiyeti ve ihya ve imatesinin fiil sigasıyla beyan edilmesi teceddüd ve istimrarın ifadesidir. İhya ve imatesi­nin keyfiyeti israfilin surununu hakikati, ihya ve imate nef-hası Hz. İsrafil, Azrail ve Mikail'in işleri onların ihya ve ima­tesinin keyfiyeti oldukça uzun bir konudur. Birçok irfani ve felsefi beyanı gerektirmektedir."O her şeyden öncedir kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı Son'dur.

Varlığı aşikardır. Gerçek hakikati in­san için gizlidir. O her şeyi bilir. (Hadid 1/3) Hak marifetlerini bilen arif, marifet erbabı ve kalb asha­bı olanlar bilir ki salikin sulukunun nihayeti ve ariflerin emellerinin gayeti bu ayet-i kerimedir. Dostun canına andol-sun ki zatî ve esmai tevhidin hakikatini bundan daha iyi ta­bir edecek bir tabir yoktur.

Bütün marifetler ashabı bu Mu­hammedi tam irfanı ve Ahmedi cam'i keşfi ve ilahi muhkem ayeti için secde ederler ve toprağa düşerler. İrfan ve aşkın hakikatma yemin olsun ki meczub arif ve mahbubun cemali­nin aşığı bu ayeti duyunca melekuti bir dalgalanma içine gi­rer ve ilahi bir genişliğe uğrar ki beyan elbisesi onu boyunu anlatmaktan aciz ve hiç bir varlık bunun dinlemeye taham­mül edemez. Allah pak ve münezzehtir. Mertebesi ne de yücedir.

Kudreti ne de büyüktür. Değeri ne de azimdir. Şevketi ne kadar değerlidir. Dergahı ne de yücedir. Büyük ariflerin sözlerine itiraz edenler bir baksınlar, hangi büyük ve rabba­ni alim bu ayeti şerifeden daha fazlasını beyan edebilmiştir? Hangi ilahi mukaddes mektup marifet pazarına bundan da­ha yeni ve açık bir beyan getirmiştir.

İşte bu ilahi ayet-i keri­me ve içte ariflerin irfanıyle dolu kitaplar. Mübarek hadid suresi ve özellikle de ilk ayet-i şerifesi ariflerin emellerinin ulaşamadığı birçok marifetleri kapsamaktadır. Ama ben öyle inanıyorum ki bu ayetin sahib olduğu birtakım hususiyeter de vardır ki diğer ayetler bu hususiyete sahip değildir. Allah Teala'nm evveliyeti ve ahiriyeti, zahiriyeti ve batmıyeti, be­yan edilecek ve kalemce yazabilecek bir şey değildir.

O halde vazgeçelim. İdrakini muhiblerin ve evliyanın kalbine bıraka­lım."Gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arşa hükmeden, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O'dur. Nerede olursanız olun. O, sizinle beraberdir. Al­lah yaptıklarınızı görür." (Hadid/4) Bu ayette yerlerin ve göklerin altı günde yaratıldığını ve arşın istivasını beyan etmektedir. Akıl erbabının aklı da bu ayet-i şerifeyi tefsir etmekte tahayyur ve şaşkınlık içerisine düşmektedir. Ve herkes ilim ve irfandaki mesleği hasebiyle bu ayeti bir şekilde tefsir etmiştir.

Nitekim zahir alimleri ya­ratılışın altı günde gerçekleşmesinden maksadın zaman iti­barıyla altı güne mutabık olduğunu söylüyorlar. Ama molla Sadra bunu altı rububiyet gününe tatbik etmiştir ki maksad altı yıldır. Ademin zuhurundan Muhammedi güneşin doğu­şuna kadar olan altı bin yıl ise bu altı güne tatbik edilmiştir. Bunların icmalini usuli kafinin şerhinde, tafsilini ise tefsir kitaplarında okuyabilirsiniz. Bazı marifet ehli ise bu altı gü­nü vücud güneşinin nurunun nuzulî ve şuhudî seyrinin mer­tebeleri olduğunu söylüyorlar.

İrfani meslek hasebiyle vücudun nüzul merzebelerinin en aşağısı, vücud güneşinin tecelliler hicabıyla hicablanması-dır. Ve o "leyletulkadrin" hakikatidir. Kıyamet gününün ihti­dası ise mülkün melekuta dönüş mertebesinin ilkidir. Ki o büyük kıyametin tam zuhurudur.

Göklerin ve yerlerin yara­tıldığı bu altı gün ise istiva, istila ve Allah'ın kahhariyetinin nihayetidir. Büyük alemde ise altı suudî (yüceliş) mertebele­ridir. Hakkın istiva arşı ise meşiyet ve rahmani mukaddes feyiz mertebesidir. Dolayısıyla gökler ve yer olduğu müddet­çe marifet ehli nezdinde onların yaratılışı "o hergün bir işte­dir" hakikati gereğince tamamlanmamıştır.

Zira tecellide tekrar yoktur. En büyük alem olan insanda ise yedi latife ve altı mertebe rahmanın arşıdır. Ve bu da hakiki kalbin merte­besidir. Gerçi ilahi kitabın ilmi Allah Teala'nın ve hitabına mahsus kimselerin nezdindedir. Ama biz ihtimal ve münase­betler üzere konuşuyoruz.

Bu makamda başka bir ihtimal vardır. O da şudur ki, şu anda bilinen güneş sistemi dışında birçok güneş sistemleri de vardır ki bunlann sayısını hiç kimse tesbit edemez. Belki de gökten ve yerden maksat, bu güneş sistemi ile yıldızların ve onların manzumesidir Ve bunların altı günde sınırlandırıl­ması ise diğer güneş sistemleri hasebiyledir. Ve bu ihtimal diğer ihtimallerden zahire daha yakındır. Ve diğer irfani ih­timallerle de çelişmemektedir.

Zira bu da Kur'an'ın batınla­rından bir batın hasebiyledir.Ayetin sonuda ise Allah Teala'nın gayb ve şuhud ile nüzul ve suud silsilesinde vücud mertebelerinin tüm cüziyatını bildiğine işaret etmektedir. "O sizinledir" sözüyle de Allah'ın kayyumi mahiyetine ve Allah'ın cüziyata olan ilminin keyfi­yetine vücudî ihata ve kayyumi genişlik tariki ile işaret edil­miştir. Allah'ın bu kayyumiyetinin hakikatini Hak velilerden başka kimse idrak edemez."Göklerin ve yerin hükümranlığı Onundur.

Bütün işler Allah'a döndürülür." (Hadid/5)Bu ayet de Allah'ın malikiyetine ve tüm vücud dairesini Allah'a dönüşüne işaret etmektedir. Bunun malik ismiyle il­gili olduğuna işaret etmektedir.

Nitekim hamd suresinde "O din gününün malikidir" diye buyrulmuştur. Ki bunun tefsir ve tafsilinden sarf-u nazar ediyoruz."Geceyi gündüze katar gündüzü geceye katar, O kalplerde olanı bilendir." (Hadid/6) Bu ayette gece ve gündüzün farklılığını ve bu farklılıkta birçok faydaların olduğu beyan edilmiştir. Ki bunun da zikri görevimiz dışında kaldığından geçiyoruz. Hakeza bu ayet-i şerife için irfani başka bir mana da vardır, ama biz zikretmi­yoruz.


HATİME

Hadis-i şerifin sonuda şöyle buyrulmuştur: "Bundan baş­kasını taleb eden şüphesiz ki helak olur." Bu cümle şuna işa­ret etmektedir ki ihlas ile hadid suresinin ilk altı ayetinde beyan edilen marifetler en yüce marifetlerdir. Ve beşerin ula­şabildiği en yüce ilimlerdendir. Bunda daha yüce ilmin olabi­leceğini sananlar hata etmektedir. Ve bu ayetler insana en yüce ilimleri öğretmektedir Bu marifetlerden geri kalan kim­se de helak olur ve rububiyet makamından bilgisiz kalır.Elbette bu hadis-i şerif insanları ayetlerinde tefekkür ve derinleşmeye çağırmaktadır.

Ama her ilmin bir ehli vardır ve her meydanın bir koşucusu vardır. İhlas suresi ile imam­ların münacaatları hutbeleri ve rivayetlerindeki bir sürü marifetleri insan kendi fikri ve örfî zuhuru ile asla anlaya­maz. Ama şeytan insanları marifetlerden alıkoymak için ve hikmet ve marifetlerden mahrum bırakmak için kendisine bunu boş bir hayal olarak gösterir. Ve böylece insanı hayret ve delalet vadisine sürükler.

Allah'a andolsun ki bu sözler­den maksadım bir felsefe veya irfan pazarını yaymak değil­dir. Maksadım şudur ki, imanlı kardeşlerim hususen ilim eh­li olanlar Ehli Beytin marifetlerine ve Kur'an'ın öğretilerine teveccüh etsinler, bunları unutmasınlar. Resullerin bi'setini ve kitapların inzalinin başlıca sebebi de marifetullah maksa­dı içindir ki insanın tüm dünyevi ve uhrevi saadetleri bunun­la gerçekleşir.

Ama ne yazık k, insan bu alemde ve bu hicab-larda kaldığı müddetçe saadet yolunu tesbit edemez. Evliya, enbiya ve alimlerde her ne kadar nasihat etseler ve davet et­seler uykudan uyanmamakta, gaflet pamuğunu kulağından çıkarmamaktadır. Gaflet uykusundan uyandığı zamanda ar­tık saadet tahsilinin sermayesini kaybetmiş ve hüsran ve pişmanlık içerisinde kalmış olacaktır.

Dua ve Hitam

İlahi.. Evliyanın kalbini muhabbet nuruyla nurlandırdm, cemal aşıklarının dilini bizden ve benden gizledin. Bencil ve alçak kulların elini azamet ve kibriya eteğinden mahrum et­tin. bizleri dünyanın aldatması ve gafletinden uyandır. Tabii-atm ağır uykusundan ayılt. Kalın hicabları ve bencilliğin perdelerini bir tek işaretinle yırt.

ÎHLAS VE HADİD SURELERİ

Bizleri ihlaslı kullarının, mukaddes dergahındayer ver. Bu kötü ahlak ve sapıklıkları bizden uzaklaştır. Hareket, sekenat, amel, evvel, ahir, zahir ve batınımızı ihlaslı kıl

İlahi.. Senin nimetlerin ibtidaidir. Allah'ın ihsanında ka­biliyet şartı yoktur. Nimetlerin sonsuzdur. İnayet ve rahmet kapın açıktır. Sonsuz nimetler sofran açık. Allah'ım... Bu he­yecanlı kalbime, bu dağınık halime, yaralı kalbime, çökmüş gözlerime, ızdırap içinde kıvranan batınıma ve pare pare ol­muş şu göğsüme merhamet buyur. Allah'ım.. Sonumuzu ih-lasla ve evliyalarına olan muhabbetle sona erdir. Allah'ım, vücud defterimizi gayb ve şuhud defterimizi Muhammed ve Ehl-i Beytinin sevgi ve muhabbetiyle kapat. Evvelde ve son­da zahirde de batında da hamd Allah'a mahsustur.

Bu kitab hicri-kameri 1358 yılının Muharrem ayının dördünde Cuma günü ikindi vaktinde bu fakir ve fani yazarın kalemiyle sona ermiştir. Tevekkül başta da sonda da Allahu Teala'yadır.
10