Ümmetin Önderliği

Ümmetin Önderliği0%

Ümmetin Önderliği Yazar:
Grup: HADİS MET'Nİ
Sayfalar: 0

Ümmetin Önderliği

Yazar: Üstad Ca'fer SÜBHANÎ
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 478
İndir: 108

Açıklamalar:

Ümmetin Önderliği
  • Эkinci Baskэnэn Цnsцzь

  • Birinci Baskэnэn Цnsцzь

  • Эslamо Hьkьm ve Црretilerde Mercilik

  • BЭRЭNCЭ BЦLЬM

  • ЭKЭNCЭ BЦLЬM

  • 2-Юia Alimlerinin Gцrьюь

  • ЬЗЬNCЬ BЦLЬM

  • DЦRDЬNCЬ BЦLЬM

  • Эmamet ve Nьbьvvet Makamlarэ Эз Эзedir

  • BEЮЭNCЭ BЦLЬM

  • Kur’an Tefsiri Hususunda Эhtilaf

  • Hiюam bin Hakem Hakkэnda

  • ALTINCI BЦLЬM

  • Ьзgenin Diрer Эki Kцюesi

  • YEDЭNCЭ BЦLЬM

  • SEKЭZЭNCЭ BЦLЬM

  • b-Demokratik Hьkьmetlerin Zayэf Noktalarэ

  • DOKUZUNCU BЦLЬM

  • ONUNCU BЦLЬM

  • Sadece Kadэya Gitmeyelim!

  • ON BЭRЭNCЭ BЦLЬM

  • Sakife Ehlinin Mantэрэ

  • ONЭKЭNCЭ BЦLЬM

  • Hz.Ali(a.s) Sakife Ashabэnэn Mantэрэnэ Эnceliyor

  • ON ЬЗЬNCЬ BЦLЬM

  • Ebu Bekir’in Namazda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Yerine Geзmesi

  • ON DЦRDЬNCЬ BЦLЬM

  • 1-Эlim ve bilgi aзэsэndan ьstьnlьk,

  • Bu Эki Makamэ Birbirinden Ayэrmak Doрru Deрildir

  • ON BEЮЭNCЭ BЦLЬM

  • Bu rivayetin anlamэ юu aзэlardan reddedilmiюtir:

  • ON ALTINCI BЦLЬM

  • Hak ve Batэlэ Tanэmanэn Yolu

  • Юimdi geri dцnьp geзen iki ayet hakkэnda sцz etmemin zamanэ geldi.

  • Эюte bu kara listeden bazэ цrnekler:

  • ON YEDЭNCЭ BЦLЬM

  • Bir soruya cevap

  • ON SEKЭZЭNCЭ BЦLЬM

  • 3- Arab’эn Bьyьk Hikayecisini Davet Etmek

  • ON DOKUZUNCU BЦLЬM

  • Allah sana mьkafat versin.

  • Gadir Olayэ Цlьmsьz ve Ebedidir

  • Bu Ebedi Olayэn Diрer Delilleri

  • YЭRMЭNCЭ BЦLЬM

  • YЭRMЭ BЭRЭNCЭ BЦLЬM

  • Эkinci Soruya Cevap:

  • YЭRMЭ ЭKЭNCЭ BЦLЬM

  • Bir Noktanэn Hatэrlatэlmasэ

  • Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Эtreti Nuh’un Gemisi Gibidir

  • YЭRMЭ ЬЗЬNCЬ BЦLЬM

  • YЭRMЭ DЦRDЬNCЬ BЦLЬM

  • 2-Gьven Elde Etme

  • YЭRMЭ BEЮЭNCЭ BЦLЬM

  • YЭRMЭ ALTINCI BЦLЬM

  • Soru:

  • Bu metni hakim юu senetle nakletmiюtir:

  • BЬTЬN SAYFANIN KAYNAKLARI

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 478 / İndir: 108
Boyut Boyut Boyut
Ümmetin Önderliği

Ümmetin Önderliği

Yazar:
Türkçe
Ümmetin Önderliği Ümmetin Önderliği


Üstad Ca'fer SÜBHANÎ

Çeviri:Kadri ÇELİK

Tatbik:Nurî DÖNMEZ

Tashih:Cafer BENDİDERYA

Orijinal Adı: Rehberi-i Ümmet

Yazan: Cafer Subhanî

İkinci Baskının Önsözü
İslam’da önderlik meselesi, ümmetin saadet ve mutluluğunun kendisinde düğümlendiği çok önemli konulardan biridir. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a) dinin temellerini dökmüş, binasını yükseltmiş,

kamil bir şekilde bu ümmete teslim etmiş ve onu koruma ve muhafaza etme sorumluluğunu da kendi yerine geçecek olan kimselere havale etmiştir. Şüphesiz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçecek olan bu şahısları tanımanın Müslümanların kaderinde çok önemli bir rolü ve etkisi vardır.

Henüz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tertemiz bedeni toprağa verilmeden ümmet arasında rehberlik konusunda ayrılık ortaya çıkmış, Sakife toplantısının teşkiliyle iki farklı görüş sergilenmiş ve sonunda özel bir oyunla Muhacir cephesi beş kişi veya üç kişinin temsilciliği ile rehberlik makamını ele geçirmiştir.

Burada söz konusu olan soru şudur: “Rehberlik meselesinde ilahî hüküm sadece o iki görüşle mi özetlenmektedir; yoksa Peygamber, Muhacir ve Ensar henüz önderlik fikrine bile düşmeden ümmetin sorumluluğunu ilahî vahiy yoluyla mı belirlemiş ve ümmete hiç bir zaman bu hassas ve kader belirleyici konuda meşveret etmesine ve çekişmesine izin vermemiş midir?

Bu kitap işte bu soruya cevap vermek amacıyla kaleme alınmıştır. İleride göreceğiniz gibi sağlam delillere, Kur’an ayetlerine ve nebevi hadislere istinat edilerek

“İslam’da rehberlik meselesi” beyan edilmiş ve bu konudaki ilahî hükmün Sakife toplantısında beyan edilen iki görüşten tamamen farklı olduğu açık bir şekilde ispat edilmiştir.

Rehberlik makamı, sahip olduğu kutsallık ve azameti nedeniyle sadece ilahî terbiye ile terbiye olmuş, Allah tarafından Peygamberi vasıtasıyla tanıtılmış, temiz ve masum insanlara lâyıktır.

Elinizdeki kitap bundan yirmi yıl kadar önce bu konuya ilgi duyan gençler için kaleme alınmıştır. Bu kitapta yer alan konular Tahran’da birbiri ardınca gerçekleştirilen toplantılarda ders kitabı olarak okutulmuş,

şimdi de yeni bir inceleme, değiştirme ve ilavelerle okuyuculara takdim edilmiştir. Hakikati arayan kimselerin yoluna bir ışık olması ümidiyle.

Ca’fer Sübhani


Birinci Baskının Önsözü

Bu Kitabın Hedefi Nedir?

Aziz İslam Peygamberi’nin vefatından sonra ümmetin önderliği meselesi sakin bir ortamda her çeşit bağnazlık ve kasıttan uzak bir şekilde incelenmesi gereken İslam’ın en temel meselelerinden biri olmuştur.

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra gündeme gelen ve hakkında tartışmalar yapılan ve hâlâ da hakkında inceleme ve araştırmalarda bulunulan ilk ve tek mesele,

Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra Müslümanların siyasi ve toplumsal önderliği meselesidir. Zira hiç şüphesiz İslam Peygamber’i (s.a.a) Müslümanların kapsamlı ve çok boyutlu liderliğini üstlenmişti.

Aziz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu kapsamlı ve çok boyutlu önderliğine delalet eden bir çok ayet mevcuttur; biz bu ayetlerden bazısını burada hatırlatmak durumundayız:

1- “Allah’a itaat edin, Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.”[1]

2- “Peygamber, müminler için kendi nefislerinden daha evladır”[2]

Bu kapsamlı ve çok boyutlu önderliğin dallarından biri de İslam toplumunun adalet icra kadrosunun idaresidir. Peygamber (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği süre içerisinde İslam’ın adalet sistemini gerek şahsen kendisi,

gerekse de dışarıda adil yöneticiler tayin ederek idare ediyordu. Kur’an-ı Kerim anlaşmazlık ve hukuki işlerde Müslümanlara, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hakemliğini hiç itirazsız kabul etmelerini emretmiştir. Nitekim ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Rabbine and olsun aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra da senin verdiğin hükme içlerinden hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar”[3]

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) toplumsal önderlik alanındaki görevlerinden biri de İslam’ın mali ve ekonomik işlerinin idaresiydi. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hayatı döneminde bu işi bizzat idare etmişti.

Nitekim Kur’an-ı Kerim Resulullah’ı (s.a.a) şu emre muhatap kılmıştır: “Onların mallarından sadaka al, bununla onları temizlemiş ve arındırmış olursun.”[4] Diğer bir ayette ise onların vergi miktarı ve harcama yerleri de açıkça tayin edilmiştir.

Bu tür ayetlerin izahı olarak aktarılmış rivayetlerin içeriği ve aynı şekilde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hayatta iken takip ettiği metot esasınca, Peygamber Müslümanların önderi, toplumun hakimi,

halkın yöneticisi ve ümmetin siyasetçisi idi ve bir toplumun mutlak yöneticisinin yapması gereken her şeyi yapıyordu. Şu farkla ki, bu makam halkın tayin etmesi söz konusu olmaksızın, direkt olarak Allah tarafından verilmiş bir ayrıcalıktı.

Burada hassas nokta, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra ümmetin önderliğiyle ilgili işlerin idaresinin kime ait olduğu ve her türlü karışıklık, çöküş ve geri kalmışlıktan korunabilmesi için İslam toplumunun toplumsal ve siyasi önderlik makamını kimin üstlenmesi gerektiğidir.

Şüphesiz İslam dini gibi evrensel ve ebedi bir din de, bu konu için bir şeyler düşünmüş, risaletinin bu hassas noktasını görmezlikten gelmemiş ve bu konuda bir proje sunmuştur.

O projede “emir sahipleri”[5] ve yöneticilere itaati bizlere farz kılmış ve bunu hiç kimse tartışma konusu da yapmamıştır. Yapılması gereken tek şey, Müslümanların itaat edilmesi farz kılınan bu yöneticilere itaat edebilmeleri için onları iyi bir şekilde tanımalarıdır.

Müslümanlardan bir grubu, aziz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), Allah’ın emriyle kendisinden sonraki önder ve liderleri tayin edip toplumun siyasi ve toplumsal işlerinin idaresini onlara havale ettiğine inanmaktadırlar.

Bu grup karşısında diğer bir grup da Allah’ın, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra kendi liderlerini seçme hususunda halkı serbest bıraktığına inanmaktadırlar. Şia dünyası birinci görüşü, Ehl-i Sünnet ise ikinci görüşü savunmaktadır.

Müslümanların imamet ve önderlik meselesi hakkındaki tartışmaları, örneğin sadece “İslam’ın siyasi ve toplumsal makamını Peygamber’den (s.a.a) sonra kim idare etti, bu şahsın tayini ne şekilde oldu;

Peygamber (s.a.a) bu iş için birini tayin etti mi, yoksa halk tarafından belirlenen bir şahıs mı bu makama seçildi?” çerçevesinde kalacak olursa, bu durumda konu tarihi bir boyut kazanır ve on dört asırdan sonra bu konuda yapılan her türlü araştırma her ne kadar

o zamanki insanlar için bu şahısları tanımak zarurî ve gerekli konulardan sayılsa da günümüz insanı için pek de öğretici ve yapıcı olmayacaktır.

Ancak eğer araştırmanın şekli değiştirilir ve “Söz konusu olan sadece Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonraki İslam toplumunun siyasi ve toplumsal önderliği değildir;

asıl mesele Peygamber’in (s.a.a) bu makamın yanı sıra “usul ve füruda mercilik” makamına da sahip olduğu, bu esas üzere Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra bu mektebin önderliğinin kime ait olduğu ve İslam’ın gerçekleri hususunda görüş ve sözleri kıyamete kadar hüccet olması için kimlerin haram ve helallerin,

emir ve yasakların beyan mercii olması gerektiğidir” denirse bu taktirde imamın tanınması ile imamet ve dini önderlik hakkındaki tartışmanın, her Müslüman’ın yaşamında çok önemli bir yeri olur ve hiç kimse onları tanımaktan müstağni olamaz. Şimdi de konunun açıklamasına geçelim.


İslamî Hüküm ve Öğretilerde Mercilik

Şüphesiz İslam Peygamberi’nin (s.a.a) önderliği sadece siyasi ve toplumsal işleri kapsamıyordu. O Kur’an ayetlerinin de şahitliğine göre; semavî kitabın öğretmeni[6] Kur’an-i Kerim’in zor ayetlerinin beyan edicisi[7] ve ilahî ahkam ve sünnetin açıklayıcısı idi.

[8] Bu nedenle İslam toplumunun ittifakıyla ve Kur’an nasları esasınca kulların vazifeleri ve İslam’ın yüce öğretileri hakkında Peygamber-i Ekrem’in amel ve sözleri senet ve hüccettir.

Bu kitabın dördüncü bölümünde de açık bir şekilde ispatlandığı gibi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra da halkın eğitim ve öğretime olan ihtiyacı son bulmamış,

İslam’ın ilmî ve amelî hareketi toplumu masum önderlerden müstağni kılacak bir kemal aşamasına ulaşmamıştı. Bu nedenle inkılabın başarıya ulaşması ve toplumda tomurcuklanması için Resulullah’ın (s.a.a) vefatından

sonra mutlaka bir kimse veya grubun, ahkamda mercilik makamını ve İslam’ın pedagojik, fikri ve ilmi temellerinin önderliğini üstlenmesi gerekirdi.

Şimdi de İslam toplumunun tüm asırlarda fikir, görüş, söz ve amellerinden yararlanabilmesi, kılavuzlukları sayesinde Allah’ın helalini haramından, farzını farz olmayandan ayırt edebilmesi ve neticede dinî görevlerini yakından tanıyabilmesi için kimlerin bu makama daha lâyık olduğunu tespit etmek gerekir.

Bu kimselerin tanınması, öğreti ve kılavuzluklarının yakından tanıyabilmesi her Müslüman için zaruridir. İşte bu kitap okuyucuyu Peygamber-i Ekrem’in (a.s) bu gerçek ve lâyık vasileriyle tanıştırmayı amaçlamış bulunmaktadır.

Açıktır ki, “Peygamber’den sonra ümmetin önderliği” bahsinin ele alınmasından maksat, şimdiki böylesine hassas bir durumda mezhebi ihtilafları körüklemek veya bağnaz ve faydasız konuları devam ettirmek değildir.

Zira bu hassas durumda sadece ayrılıkların artmasını engellemekle kalınmamalı, hatta eksiltmeye ve en asgariye indirgemeye çalışılmalıdır. Aslında insanın ömrü, eline kalem alıp bağnazlık ile karışık konuları yazarak kendisinin ve diğerlerinin ömürlerini zayi etmesinden daha değerlidir.

Buradaki hedef, araştırmacı, gerçekleri gören bir mantık, her türlü bağnazlık ve kinden uzak ilmi bir tartışmayla önemli temel bir meseleyi aydınlatmak; neticede Müslümanların safları arasında bir uyum ve yakınlık oluşturmak ve bilgili düşman ile cahil dostların bu konudaki zehirli propagandalarına son vermektir.

Bu nedenle ümmetin önderliği meselesiyle ilgili konuları ortaya koyarken hep şu iki temel ilkeyi göz önünde bulunduracağız:

1- Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vasiliği ile ilgili hakikatleri tanımak.

2- Müslümanların vahdet ve uyumuna yardım etmek, yanlış anlamaların etkilerini düşmanın kötü istifadelerini ortadan kaldırmak.

Bu kitabın içeriği daha önce de 1351 ve 1352 (1972 ve 1973) yıllarında Cuma geceleri Tahran’ın, Emir Kebir caddesindeki Benî Fatıma Hüseyniyesi’nde fazilet sahibi üniversiteliler ve gençler için ders olarak okutulmuş ve imkanlar el verdiğince bir grubun Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) değerli Ehl-i Beyt’inin (a.s) kıvanç dolu mektebi ve gerçek vasileri ile tanışması sağlanmıştır.

Bu dersler daha önce her ne kadar geniş çapta teksir edilerek dağıtılmışsa da ilgili kimseler tarafından defalarca basılıp yayınlanması istenmişti. Bu yüzden söz konusu derslerin iki bölüm halinde basılıp yayınlanması kararlaştırıldı.

Şimdi bu derslerin birinci bölümü 24 bölüm halinde ilgili kimselere takdim edilmektedir. Velayetin gerçeklerini tanımakla ilgili çok hassas konuları içeren bu kitabın diğer bölümünün ise çok yakında yayınlanmasını ümit ediyoruz.

Başarı sadece Allah’ın yardımıyladır; O’na tevekkül ederim ve O’na dönerim.

Ca’fer Sübhanî

Kum / İlmiye Havzası

14 Rebiüssani 1395

16 Ordibeheşt 1354

(6 Mayıs 1975)



BİRİNCİ BÖLÜM

İmamı (a.s) Tanımanın Felsefesi

Müslümanların birlik ve vahdetinin, zaruret ve gerekliliği hiç bir akıl sahibinin tereddüde düşmeyeceği kadar açık ve aşikar olan meselelerden biridir.

Çünkü bir kitaba (Kur’an’a) tabi olan ve temel meselelerde aynı görüşü benimseyen bir topluluk, neden muhtelif cemiyet ve gruplara ayrılarak, zıt kutuplar halinde birbirlerinin kanına susamış olsunlar?

Her ne kadar önceleri, halkın çoğunluğu için böyle bir vahdet zarurî ve hissedilir bir gerçek olarak bilinmiyorduysa da İslami ülkelerin kalbine kadar sızmış olan ve gün geçtikçe de güç ve nüfuzunu artıran sömürgeci şeytani güçlerin bulunduğu şu zamanda birlik ve beraberliğin lüzumu,

her akıllı insan için kolayca anlaşılır ve hissedilir bir gerçek konumundadır.

Hangi gayret sahibi bir Müslüman Filistin, Bosna-Hersek, Keşmir, Çin ve dünyanın diğer noktalarındaki Müslümanların içler acısı hallerini görüp de kan ağlamaz ve bu ayrılıklardan dolayı gözyaşı dökmez?!

Dünyadaki Müslümanlar, yeryüzündeki insanların dörtte birini teşkil etmektedirler.

İnsan, insan gücü, yer altı zenginlikleri ve asil İslam kültürü açısından dünyanın en zengin topluluklardan biridir. Böyle bir cemiyet bu maddi ve manevi güç sayesinde siyaset sahnesinin en ağır temel taşını oluşturabilir; dünyanın siyasi,

iktisadi ve kültürel önderliğini üstlenebilir; sömürgecilerin ve İslami vahdet karşıtlarının ortaya çıkardığı coğrafi sınırları görmezlikten gelerek birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya koşabilir;

iktisadî ve kültürel alış-veriş yoluyla durumlarını düzeltebilir ve büyüklüğünü yeniden elde edebilir. Ama böyle bir vahdetin ehemmiyetine göz önünde bulundurarak kesinlikle imamın tanınması mevzusu İslamî birlik yolunda bir engel olarak düşünülmemeli ve hepimizin zaruretine inandığı vahdete engel kabul edilmemelidir.

Bazen bir takım saf gençlerin ve zaman zaman da aldatılmış kimselerin, İslamî vahdet meselesini Osman’ın kanlı gömleği yaparak talebelerin hakiki ilmi çabalarını eleştirip şöyle dedikleri görülmektedir:

“Ebu Bekir ve Ali’nin (a.s) hilafetleri ve onlardan hangisinin halife olduğu konusu faydasız bir konudur. Zira zaman geriye dönmez ve hakkı kendisine iade etmek,

onu hilafet koltuğuna oturtmak ve muhalifi cezalandırmak için Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hak halifesini hayata geri döndürmek şansına da sahip değiliz. O halde bu dosyayı ebedi olarak kapatarak onun yerine başka bir konuyu ele almamız daha iyidir.”

Bu fikrin sahipleri bu bahsin aydınlatıcı sonuçlarından gaflet ettikleri için bunu önemsiz, faydasız veya İslamî vahdet yolunda bir engel olarak görmüşlerdir.

Ancak biz bu fikrin, imamı tanıma felsefesinden gaflet etme dışında bir sebebi olmadığını ve bunun “Sünnilik” ve “Vahhabilik” düşüncesinden kaynaklandığını düşünüyoruz.

Zira eğer bu tartışmadan maksat sadece Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) gerçek halifesini bu makamın yalancı iddiacılarından ayırmak olsaydı, bu durumda haklı olarak bu tür konular faydasız sayabilir ve her türlü ilmi ve mantıki konuları İslami birliğe aykırı kabul eden fanatikler gibi bunu da birlik yolundaki bir engel olarak kabul edebilirdik.

Zira on dört asırdan sonra inceleme yaparak haklıyı haksızdan ayırmanın ve zorba hakkında fiilen hiç bir icra garantisi olmayan gıyabi bir hüküm vermenin ne faydası vardır?

Ancak bu problem daha çok, İslami hilafet ve imameti, İslam sınırlarının muhafazası, savunma sanayinin güçlendirilmesi, adaleti yayma, ilahî hududun icrası ve mazlumların haklarını geri almak...

şeklinde özetledikleri bir çeşit geleneksel makam bilen Ehl-i Sünnet alimleri gibi düşünüldüğü taktirde geçerlidir. Zira bu durumda bu tür tartışmalar, “Miladi on beşinci asırda İngiltere’yi kim yönetiyordu veya beşinci Lui’'den sonra hakimiyet koltuğuna kim oturmalıydı” demeye benzerdi.

Ancak imameti risaletin bir uzantısı ve nübüvvetin manevi feyzinin devamı olarak kabul eden Şia açısından bu konuların işlenmesi zarurî ve lâzımdır. Zira bu durumda imamın vazifeleri adı geçen işlerle özetlenemez.

Aksine bunların yanı sıra, aynı zamanda imam, Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra ilahî ahkamın açıklayıcısı, Kur’an-i Kerim’deki gizliliklerin müfessiri ve helal ile haramın yegane mercisidir de.

Bu takdirde de şu soru ile karşılaşılır; Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra helal ile haramın tanınmasında ve ahkamı öğrenmede Müslümanların mercisi kimdir?

Hakkında Kur’ani açıklamalar ve Peygamber’den (s.a.a) bir hadis bulunmayan yeni meselelerde kime müracaat edelim ve kimin sözü bu meselede bizler için açık bir delil olabilir?”

Bir ilke olarak Müslümanlar Kur’an hususundaki sorunlarında ve maalesef sayıları haddi hesabı aşmış olan ihtilaflı meselelerde hangi makama müracaat etmeli ve kimin söz ve davranışlarını “hayatlarının hücceti” ve “yollarının meşalesi” kılmalarıdır?

İşte burada Resulullah’ın (s.a.a) ilmî vasiliği konusundaki tartışmalar zaruret rengini almakta ve tamamen hayatî önem taşıyan canlı bir mesele haline gelmektedir.

Zira bu varsayım esasınca imam; maarif, usul, ahkam ve ayrıntılar hususunda ümmetin lideridir ve böyle bir makam kesin deliller ile tanınıp ispatlanmadığı taktirde asla istenilen bir sonuca ulaşılamaz.

Eğer Müslümanlar asli ve feri meselelerin tümünde aynı görüşe sahip olsalardı, bu durumda imamet meselesi bu derece zarurî ve gerekli görülmezdi. Ancak maalesef bilindiği gibi Müslümanların aynı görüşleri paylaştıkları çok az mesele vardır.

O halde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından on dört asır sonra varlık alemine ayak basan bizlerin görevi nedir? Yeni meselelerde, Kur’an-i Kerim’in anlaşılması zor hususlarında ve ihtilaflı durumlarda şu-bu sahabeye örneğin,

Ebu Hanife’ye ve Şafii’ye mi, yoksa Şia’nın iddia ettiği gibi fazilet, masumiyet, taharet, geniş ilim ve derin görüşlerine ve Resul-i Ekrem (s.a.a) tarafından imamet makamına atandıklarına aklî ve naklî delillerin şahadet ettiği Hz. Ali (a.s) ve muhterem evlatlarına mı müracaat etmeliyiz?

İşte bu sorunun cevabını hemen bu velayet ve imamı tanıma mevzusu vermektedir ve bu konudaki araştırma ve incelemenin neticesi ise söz konusu meselelerdeki şaşkınlığın ortadan kalkmasıdır.

Hatta eğer biz hilafet meselesini bir kenara bırakıp masum imama ait olan Peygamber’den (s.a.a) sonra Müslümanların önderliği konusunu görmezlikten gelsek bile,

sadece Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra dinî ve ilmî mercinin kim olduğu meselesini araştırmak da tek başına büyük bir önem taşır ve bu, Müslümanların saadeti ve geleceğiyle de yakından ilişkilidir.

Bu nedenle ileride genişçe açıklayacağımız konuları burada özetle zikretmemiz gerekmektedir: Şimdilik hilafet ve önderlik meselesinden vazgeçsek bile, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) mükerrer açıklamalarında da yer aldığı üzere dünya Müslümanlarının kendisinden sonra dinî ve ilmî mercilerinin Kur’an-ı Kerim’den sonra onun pâk itreti ve Ehl-i Beyt’i (a.s) olduğunu tam bir güvenle söyleyebiliriz.

Çünkü o hazret muhtelif zamanlarda Kitap ve itretin ayrılmaz bir bütün olduğunu açıkça beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Ey Müslümanlar! Benim Allah’ın davetine icabet etme zamanım çok yakındır. Ben sizin aranızda çok değerli ve ağır iki emanet bırakıyorum: Biri Allah’ın Kitabı diğeri de benim itretim.

Allah’ın Kitabı ilahî bir vahiy ve gökyüzünden yere uzatılmış bir kurtuluş ipidir; diğeri ise benim itretim, Ehl-i Beyt’imdir. Latif olan Allah bana bu ikisinin asla birbirinden ayrılmayacağını haber vermiştir.”

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu iki hüccetin ayrılmazlığını veda haccının, Arefe gününde veya Gadir gününde, minber üzerinde veya ölüm döşeği ve hasta yatağında odası sahabe ile doluyken açıkça bildirmiş ve sonra da şunu eklemiştir:

“Ali Kur’an ile, Kur’an da Ali iledir; o ikisi asla birbirinden ayrılmaz.”[9]

Sekaleyn hadisinin senetleri hepsini burada zikredebileceğimiz ölçüde bir iki tane değildir. Bu hadisin senetlerini merhum Allame Mir Hamid Hüseyin Hindi

“Abekat’ul Envar” adlı değerli ve büyük kitabının on ikinci cildinde nakletmiş ve Hindistan’da yayınlanmıştır. Ne mutlu ki, bundan bir kaç yıl önce de bu kitap İsfahan’da altı cilt olarak bastırılmıştır.

Ayrıca Mısır Dar’ut Takrib kurumu tarafından bu konuda bir de fasikül yayımlanmış ve bunun üzerine Şeyh Şeltut (Ezher’in müdürü) sadece dört mezhebe bağlılığın gerekliliğini kaldırmış ve İmamiye (Şia) fıkhına uymanın da insan için yeterli bir hüccet olduğuna dair fetva vermiştir. Şeyh Şeltut’un verdiği fetvanın metni şöyledir:

Ona, “Bazılarına göre her Müslümanın ibadet ve muamelatının sahih olması için meşhur dört mezhepten birine uyması gerekir Ancak İsna Aşeriyye Şiası ve Zeydiye mezhebi bu dört mezhepten değildir. Acaba siz de bu genel inançta mısınız? Örneğin İsna Aşeriye mezhebine uymaktan men ediyor musunuz?” diye sorduklarında o cevap olarak şöyle demiştir:

“1- İslam hiç kimseye (fer’î hükümlerde) belli bir mezhebe uymayı farz kılmamıştır. Biz, her Müslüman’ın başlangıçta sahih senetlerle nakledilmiş ve ahkamı belli kitaplarda tedvin edilmiş her mezhebe uyma hakkı vardır” diyoruz.

Aynı zamanda mezheplerden birine (hangi mezhep olursa olsun ) uymuş kimselerin diğer bir mezhebe geçmelerinin de hiç bir sakıncası yoktur.

2- İmamiyy-i İsna Aşeriye olarak bilinen Caferî mezhebi de diğer Ehl-i Sünnet mezhepleri gibi şer’i açıdan taklit edilebilecek bir mezheptir.

Bu yüzden tüm Müslümanlar bu hakikati anlamalı ve belli bir mezhep için bağnazlık etmekten sakınmalıdır. Zira Allah’ın dini belli bir mezhebe bağlı değildir ve belli bir mezhebe özgü de olamaz.

Hepsi (İslam mezheplerinin imamları) müçtehit ve şanı yüce olan Allah katında makbuldürler. İçtihat ve görüş ehli olmayanların onları taklit etmeleri ve fıkıhlarında karar kıldıkları şeylerle amel etmeleri câizdir. Bu konuda ibadetler ile muameleler arasında hiç bir fark yoktur.”[10]


İKİNCİ BÖLÜM

İmamet Hakkındaki İki Görüş

Ehl-i Sünnet alimleri açısından hilafet, belli bir hedef için uzmanlık dışında hiç bir şartın olmadığı toplumsal bir makamdır.

Oysa İmamiye mantığında imamet mutlaka Allah tarafından tayin edilmesi gereken, pek çok şartlar ve sorumluluklar açısından peygamberlik makamı ile eş değer olan ilahî bir makamdır.

İmamet hakikati hakkında alimler arasında biri Ehl-i Sünnet alimlerine, diğeri de Şia alimlerine ait olmak üzere iki görüş vardır:
1- Ehl-i Sünnet Alimlerinin Görüşü

Ehl-i Sünnet alimlerinin akait ve kelam kitaplarında yer aldığı bilgiler ışığında onlara göre imamet, Müslümanların dinî ve dünyevî işlerinde geniş bir yöneticilik makamıdır ve imam olan şahıs,

Ehl-i Sünnet’in deyimiyle halife, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra önderlik makamına sahip olan ve Müslümanların her çeşit dinî ve dünyevî sorunlarını kendi çabalarıyla çözen kişidir.

Ehl-i Sünnet, “İmamet” makamının tanımını şöyle yapmaktadırlar: “İmamet, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine din ve dünya işlerine bakılan genel bir başkanlık makamıdır.”[11]

Ehl-i Sünnet’e göre bu büyük dinî ve toplumsal sorumluluk makamı, halk tarafından halifeye takdim edilen bir bağıştır ve halife, seçim yoluyla bu makama nail olmaktadır.

Halifenin sorumluluk hududu da aktardığımız tanımlamada tümüyle belirgin kılınmıştır.

a- Din işlerinin yöneticiliği: Bu cümleden maksat halkın dini problemlerinin halife tarafından çözüme kavuşturulmasıdır. Mesela İslam’ın cihad yoluyla dünyadaki genişleyişi imamın sorumlu olduğu dini işlerden biridir.

b- Dünyevi işlerin yöneticiliği: İmam ve halife genel güvenliği güç ve kudret yoluyla sağlamalı; halkın namus ve mallarını ve ülke sınırlarını muhafaza etmelidir.

Yukarıdaki tanım ve halifeye verilmiş sorumluluklara dikkat edildiği taktirde bir gerçeği ifade ettiği görülür ve o gerçek de şudur: Onlara göre imam, ülke kanunlarının icrası,

genel güvenliğin korunması ve toplumsal adalet için seçilen geleneksel bir hakim ve toplumsal bir yöneticidir. Dolayısıyla böyle bir önderlikte liyakat ve uzmanlık dışında hiç bir şart söz konusu değildir.

(Ne İslam hükümleri hakkında geniş ve tümel bir ilim ve ne de hata ve yanlışlıklar hususunda masumiyet ve ilahî korunmuşluk gereklidir.)

Başka bir tabirle, her toplum her ne kadar temiz olur, günah ve kirlilikten uzak olursa olsun, yine de o toplumda fesat ortadan kalkmaz ve neticede toplumun köşe ve bucağında günahkâr ve kirli insanlar bir takım günahlara bulaşırlar.

Kumar oynar, şarap içerler veya insanların mallarını ve kamuoyuna ait servetleri zorla yağmalarlar, ya da insanların namuslarına tecavüz etme düşüncesine kapılırlar.

Bu açıdan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra, günahkârları ve saldırgan kişileri ilahî hadleri icra yoluyla cezalandırarak, bu tür saldırı ve pisliklerin önünü alacak, lâyık ve uzman bir kişinin varlığı zaruridir.

Bunlar ve benzeri hususlar insanların dünyalarıyla ilgili bir takım işler olup bu işlerin sorumluluğu Peygamber’den sonra “İmam” olan şahsa bırakılmıştır.

Bu tür işler karşısında bir de İslam’ın ilerlemesi ve dünyada yayılması ile yakından ilgili insanların diniyle alakalı bir takım işler de vardır. Örneğin imamın görevlerinden biri de,

sadece İslam ülkelerinin sınırlarını her türlü saldırıdan korumakla kalmayan, mümkün olduğu taktirde cihat vasıtasıyla tevhit dinini de bütün dünyaya yaymaya çalışan disiplinli ve güçlü silahlarla donanmış bir ordu vücuda getirmektir.

Burada, “İnsanlar helal ve haramı ve bilimsel problemlerini kimden öğrenmelidir ve hangi makam bu sorumluluğu taşımaktadır?” diyeceksiniz. Onlar (Ehl-i Sünnet) cevap olarak şöyle diyorlar: “Peygamberden helal ve haramı ve dini hükümleri öğrenen sahabiler bu tür konularda ümmetin yegane merciidirler.”

İmam’ın görevi Ehl-i Sünnet alimlerinin dilinden naklettiğimiz bu işleri yönetmekle sınırlı olduğu takdirde doğal olarak bırakın geniş bir ilmin veya günahlardan mutlak masumiyet ve korunmuşluğu, hatta liyakat ve uzmanlık dışında hiç bir çeşit ahlakî fazilet ve insanî kemaller de şart olmaz.

Maalesef Ehl-i Sünnet’in görüşünde imamın manevi makamı, yavaş yavaş Kadı Bakalanî gibi bir şahsın Peygamber-i Ekrem’in halifesi ve vasisi hakkındaki sözlerine kadar indirilmiş oldu.

Kadı Bakalani’nin dediklerine göre imam ahlakî hasletlerin aşağılık bataklığına saplansa ve simsiyah siyasî bir karnesi olsa bile buna rağmen ümmetin rehberi olarak kalabilir.

Nitekim Kadı Bakalanî şöyle diyor: “İmam fıskı, zulmü, malları gasbetmesi, haram olan nefislere kıyması, hakları zayi etmesi ve ilahî hadleri uygulamaması sebebiyle de olsa azledilemez.”[12]

İmam asla Allah’a isyan, insanların malını gasbetmek, masum insanları öldürmek, hakları zayi etmek ve ilahî hadleri uygulamamak sebebiyle makamından azledilemez. Hatta bu durumda bile ümmet onların yanlışlıklarını düzeltmeli, ona kılavuzluk etmeli ve yol göstermelidir!

Hakezâ, bu yüzden Muhakkık Taftazanî gibi bir Ehl-i Sünnet aliminin Peygamber-i Ekrem’in halifesi hakkında şöyle demesine şaşmamaktayız:

“İmamın asla sürçme ve günahlardan münezzeh olması veya ümmetin en üstünü olması gerekmez. Ve imamın Allah’a isyanı, İslami ve ilahî hükümleri bilmeyişi asla onun azledilmesine sebep olamaz.”[13]

İslam halifesi hakkındaki bu tür hükümler, tamamen önceden dökülmüş bir temelden ve imamı geleneksel bir yönetici olarak düşünmekten kaynaklanmaktadır. Çünkü örfen hakimde bulunması gereken temel şart,

toplumda emniyet ve düzeni sağlayacak ve zorba insanları yerine oturtacak kuvvet noktasına sahip olmalıdır; imamın günaha bulaşması ve yanlışa düşmesi seçildiği amaç için bir engel teşkil etmemektedir.


2-Şia Alimlerinin Görüşü

Bu söylediklerimizin dışında Şia alimlerinin kendisine dayandıkları başka bir görüş daha vardır. Bu görüş şudur: İmamet, imam denilen şahsa Allah tarafından verilmiş bir çeşit ilahî velayettir. Daha açık bir tabirle, imamet nübüvvette olduğu gibi, görevi üstlenecek şahsın Allah tarafından tayin edildiği seçkin bir makamdır.

Bu esas üzere imamet risaletin bir uzantısıdır. Şu farkla ki Peygamber şeriatın kurucusu ve semavî elçinin muhatabıdır. İmam ise şeriatın açıklayıcısı, koruyucusu ve bekçisidir.

İmam vahiy nüzulü meselesi dışında tüm işlerde Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ile eşit şartlara sahiptir. Peygamber için zarurî ve gerekli görülmüş tüm şartlar (İslam’ın öğretileri,

genel ilkeleri, detayları ve hükümleri hususunda bilgi sahibi olma ve her türlü günah ve hatadan korunma gibi hususlar) aynı şekilde imam için de zarurî ve gereklidir.

Bu görüş sahiplerinin inançlarına göre her ne kadar Peygamber-i Ekrem (s.a.a), insanlar için kamil bir din getirmiş, hak din ve öğretilerin tümel ilkelerini insanlara sunmuşsa da,

Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra da lâyık ve güçlü bir kimsenin, bu tümel ilkelerden cüz’i (tikel) hükümleri istinbat etmesi gereklidir ve böyle bir iş kamil bir ilahî ilim olmaksızın asla gerçekleşemez.

Gerçi Peygamber-i Ekrem (s.a.a) döneminde İslam’ın bütün hükümleri teşri’ edilmiş (yasanmış) ve vahiy elçisi vesilesiyle kendisine bildirilmiştir. Ama şartların olmaması veya gün aşırı problemlerin varlığı sebebiyle bir dizi hükümlerin beyanı imamın sorumluluğuna bırakılmıştır.

Böyle bir makamın yöneticiliği ise sadece ilahî vahye bağlı ve belgesel bir ilim olmaksızın mümkün değildir. Bu yüzden Şiiler imamın şeriatın tüm işlerinden haberdar olması gerektiğine inanmaktadırlar.[14]

Ama imam neden masum olmalıdır? Onlar (Şii alimleri) imamı ümmetin öğretmeni ve terbiye edicisi olarak kabul etmektedirler. Terbiye ise her şeyden önce pratik bir boyuta sahip olup terbiye eden kimsenin ameli vesilesiyle şekillenmektedir.

Dolayısıyla terbiye eden kimsenin kendisi bizzat kanun çiğneyen ve sınır tanımayan birisi olursa, insanlar üzerinde istenilen etkileri nasıl bırakabilir? Velhasıl bu görüş şunu ifade etmektedir:

Ümmetin bu ilahî ve kamil ilme ve tüm boyutlarıyla masumiyet makamına sahip birini kendiliğinden tanıması mümkün değildir ve dolayısıyla da imam Allah tarafından seçilerek tayin edilmelidir.

Bu iki görüş, iki grubun (Ehl-i Sünnet ve Şia’nın) alimleri tarafından beyan edilen görüşlerdir. Şimdi de bu iki görüşten hangisinin doğru ve sağlam olduğuna ve aynı zamanda Kur’an ayetlerinin içeriği ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) muteber hadisleriyle uyum içinde olduğuna bakmamız gerekiyor.


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Şia’nın Görüşünün Doğruluğunun Delilleri

Aklî ve naklî delillerin de tanıklık ettiği üzere imamet makamı da tıpkı peygamberlik makamı gibi ilahî bir makamdır ve imam olan şahıs Allah tarafından tayin edilmelidir.

Dolayısıyla peygamberde muteber olan şartlar (vahiy meselesi ve şeriatın tesisi dışında) imam hakkında da muteberdir. Bunun delilleri de şunlardır:

1:Yeni Olaylar

Aziz İslam Peygamberi (s.a.a), kendi hayatı döneminde İslam’ın temel ilkelerini ve detaylarının özetini beyan etmiş ve böylece mukaddes İslam dini Resulullah (s.a.a) vesilesiyle kemale ermiştir.

Ama acaba bu temel ilkeler ve tümel hükümler, bir merci olmaksızın ümmetin ihtiyaçlarını giderme hususunda yeterli midir? Şüphesiz ki hayır! Aksine Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra, geniş ve yaygın ilmiyle Kur’an-i Kerim’in tümel hükümleri ve onun sünnetinin temel ilkeleri ışığında ümmetin çeşitli olaylarda ihtiyaçlarını giderebilecek masum bir önderin varlığı gereklidir.

Özellikle de Peygamber (s.a.a) zamanında görülmeyen ve benzeri olmayan olaylar hususunda, böyle bir imamın varlığı daha da gereklidir.

Başka bir tabirle Peygamber-i Ekrem (s.a.a), peygamberliğe seçildikten sonra risalet ömrünün on üç yılını Mekke’de putperestlerle savaş yolunda harcadı.

Bu müddet boyunca ortamın oluşmaması sebebiyle ilahî hükümleri ve yasamaları beyan etme hususunda başarılı olamamıştı. Bu yüzden tüm gücünü İslam’ın temel ilkeleri,

yaratılış ve ahiret ile ilgili meseleler hususunda kamuoyunu aydınlatma yolunda harcamış, helal ve haramları ve ilahî sünnet ve farzları beyan etme hususunda gerekli ortam olmadığı için bu bölümdeki hükümlerin beyanını daha sonraya havale etmiştir.

Peygamber (s.a.a) Medine’ye ayak basınca bir çok sorunlarla karşı karşıya kaldı. Medine’de kaldığı müddet on yılı geçmedi. Ama bu müddet boyunca yirmi yedi defa şahsen putperestlerle Medine ve Hayber’deki Yahudilerle savaştı. Öte yandan münafıkların oyunları ehl-i kitabın tartışma ve mücadelesi de onun değeri vaktinin büyük bir bölümünü aldı.

Bu olaylar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risalet dönemi boyunca daha çok İslami hükümlerin ve ayrıntıların sadece genel ilkelerini beyan etmesine ve hükümlerin diğer bölümlerinin istinbat edilmesinin ise başka bir şahsa bırakılmasına sebep oldu.

Eğer Kur’an, “Bugün size dininiz tamamladım”[15] diyorsa bundan maksat, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) durumu ve bu ayetin indiği hicri onuncu yıldaki İslami konum göz önüne alındığında yaratılış, ahiret,

temel ilkeler ve ayet nazil olana kadar tüm genel hükümlerin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şahsı vesilesiyle tamamlanmış olması ve bu açıdan dinin esaslarında hiç bir eksikliğin bulunmamasıdır. Zira bu tümel ilkeler ümmetin kıyamet gününe kadar ihtiyaç duyacağı tüm hükümleri çıkarma hususunda bir kaynak teşkil etmektedir.

Şimdi bu tümel ilkeler ve hükümler aracılığıyla İslam toplumunun tüm ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve ihtiyaç duyduğu hususları temin edebilecek kimsenin kim olabileceğine bakmak gerekir.

Kıyamet gününe kadar meydana gelecek sayısız olayların hükümlerini Kur’an-ı Kerim’deki hükümler hakkındaki ayetlerden veya hükümler hakkında Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sınırlı çapta nakledilen hadislerden çıkarmak oldukça zor ve karmaşık bir iş olup sıradan bir insanın gücünün çok üstündedir.

Çünkü Kur’an-i Kerim’de fıkhi ve şer’i hükümleri barındıran ayetlerin sayısı üç yüzü geçmemektedir ve hakeza Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) helal ve haramlar ile farz hükümler hakkında nakledilen rivayetler de dört yüz hadisten fazla değildir.

Sıradan bir insanın, sınırlı ilmiyle, bu sınırlı kaynaklardan İslam toplumunda gittikçe artan olayların ve konuların hükmünü çıkarabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu, ilahî ve gaybi öğretilerle bu tür olayların hükümlerini sınırlı kaynaklardan çıkarabilecek ve ümmetin hizmetine sunabilecek lâyık ve seçkin bir insanın varlığını gerektirmektedir.

Bundan da öte, tabiatıyla böyle bir şahsın geniş ilmiyle, insanların güvenini elde etmesi için de her türlü hata ve günahtan masum olması gerekir ve böyle bir kimseyi de Allah’tan başka hiç kimse tanıyamaz; bu yüzden Allah bizzat böyle bir kimseyi tayin etmiş olmalıdır.
Dinin Kemale Erdiği Hakkında Başka Bir Açıklama

Burada şunu da söyleyebiliriz: Dinin kemale erdiğini ifade eden ayet, risaletin devamı ve bekası açısından İslam’ın kemale erdiğiyle ilgilidir. Çünkü bu ayet İslam muhaddisleri yoluyla nakledilen mütevatir rivayetler esasınca da Gadir günü Hz. Ali’nin (a.s) velayet ve hilafete tayin edilmesinden sonra nazil olmuştur.

Buna da şöyle bir açıklama getirebiliriz: İslam dini Müslümanlar için bir merci tayin edilmeksizin baki kalacağı garantilenen bir konumda değildi. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatıyla bu yanan meşale bir anda sönüp düşmanların saldırısına uğrayabilirdi.

Bu takdirde İslam dini Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra ayakta kalabilecek kamil bir din şeklinde değildi. Bu yüzden bu eksiklik de Hz. Ali’nin (a.s) Peygamber’den (s.a.a) sonra ümmetin yöneticiliği için tayin edilmesiyle ortadan kaldırılmış oldu.

Ama dinin; farzlar, haramlar ve diğer fer’i hükümlerin beyanı açısından kemale erdirilmesi ise ayetin maksadının dışında kalmaktadır. Bu konuda da İslam’ın diğer kesin hükümlerini göz önünde bulundurarak şöyle demek mümkündür:

Hiç şüphesiz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatı ile semavî vahyin inişi sona erdi. Ondan sonra vahiy elçisi İslam hükümlerinden herhangi bir hüküm getirmeyecektir.

Vahiy elçisi kıyamet gününe kadar insanın ihtiyaç duyabileceği her şeyi Allah Resulü için getirmiş ve ona bildirmiştir. Ama öte yandan gördüğümüz gibi fıkhi deliller, kıyamete kadar İslam toplumunda ortaya çıkan tüm olayların hükümlerini de beyan etmeye kafi değildir.

Konuların sadece bir bölümünün hükümleri Kur’an-i Kerim’de ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hadislerinde yer almamıştır.

Bu iki konu göz önünde bulundurulduğu taktirde şöyle demek zorundayız: Bütün ilahî hükümler Allah Resulü (s.a.a) zamanında teşri olmuş ve ona öğretilmiştir.

Ama var olan bir gerçek de şudur ki Peygamber, risalet müddetinin kısa sürmesi ve de toplumda ortaya çıkan ve sürekli artan sorunlar sebebiyle kendisine öğretilen her şeyi tebliğ etmeye imkan bulamamıştır.

Bu yüzden böylesi bir durumda ilahî hükümler ve İslam’ın fer’i meseleleri hakkında vahiy aleminden elde ettiği her şeyi tümüyle, kendinden sonra yavaş yavaş ümmetin hizmetine sunması için tıpkı Peygamber-i Ekrem (s.a.a) gibi her türlü hata ve yanlışlıktan masum olan vasisisine ve gerçek halifesine öğretmek zorunda kalmıştır.

Tabiatıyla böylesine geniş bir ilme sahip ve her türlü günah ve hatadan korunmuş birisini tanımak, bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bildirmesi ve Allah’ın tayini dışında mümkün değildir. Ümmet asla seçim yoluyla böyle bir şahsı tanıyamaz.

Ayrıca şuna da dikkat etmek gerekir ki, “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) beyan etme imkanını bulamadığı hükümleri vasisine öğretmiştir” sözünden maksadımız öğrencinin zamanla üstadından öğrendiği sıradan öğretiler değildir.

Zira eğer böyle olsaydı Peygamber (s.a.a) vaktini sadece bir kişiyi terbiye etmek için harcayacağına onu bir çok grupları terbiye etme yolunda harcardı.

Dolayısıyla bu eğitim normal olmayan ve kısa bir müddette İslam’ın tüm gerçek ve öğretilerinden haberdar edecek ve gözünden hiç bir şey kaçmayacak bir şekilde vasisinin kalp ve ruhunda tasarruf şeklinde gerçekleşmiştir.

Burada son olarak şu önemli bir noktayı da hatırlatmak zorundayız. Müslümanlar İslam’ın dünyanın çeşitli noktalarına yayılmasından sonra Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında var olmayan yeni bir takım olaylar ve hadiselerle karşı karşıya gelmişlerdir. Peygamber (s.a.a) bu tür yeni olaylar hakkında hiç bir açıklama yapmamış ve herhangi bir beyanda bulunmamıştır.

Bu tür olayların hükümlerini Kur’an-i Kerim’in genel ve tümel ilkelerinden ve hadislerden elde edebilmek oldukça karmaşık ve ihtilafa sebep olabilecek bir konudur.

Bu konuda şeriatın kemale erdirilmiş olması da, vahiy hanedanına bağlı bir ferdin bu tür olayların hükümlerini Kur’an ve hadislerden istinbat etmesini veya onca olayların hükmünü Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisine aktardığı ilahî ilimden istifade ederek beyan etmesini gerektirmektedir.

Ehl-i Sünnet toplumlarının sıkıntılarından biri de İslam’ın tüm hükümlerini, hükümler hakkındaki Kur’an-i Kerim’in sayılı ayetlerinden ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) dört yüz kadarki hadislerinden çıkarmak istemeleridir.

Ama bir çok konuda acizlik duygusuna kapılınca ve sözü edilen delilleri tüm hükümlerin beyanı için yeterli olmadığını görünce bu defa da sağlam bir temeli olmayan kıyas ve istihsan (aklın güzel ve doğru görmesi) yoluyla ümmetin ihtiyaçlarına cevap bulmaya çalışmaktadırlar.

Elbette bir konunun diğer bir konuyla kıyasının veya fıtrî istihsan yoluyla bir konu hakkında hüküm beyan etmenin sağlam bir temeli olmadığını kendileri de bilmektedirler.

Oysa ümmet arasında geniş ilmiyle bu konuların hükümlerini özel bir yolla Peygamber’den (s.a.a) alarak, ümmetin hizmetine sunan ve bu düzensizliklere, şek ve şüphe ile amel etmelere son vererek lâyık bir ferdin olması kemale erdirilmesi ve insanların hakikate ulaşmasında çok daha etkili olacaktır.

Yine de ihtiyaç hususları ve kıyas ve istihsana itimat etmek nadir ve parmakla sayılacak kadar az olsaydı böylesi cüz’î durumlarda İslam’ın işi kolaylaştırmak için sözü edilen kaynaklarla amel edilmesine izin verdiğini söylemek de mümkün olurdu. Ama şeriat binasını tahmin ve zanna dayandırır ve temelini bir avuç tahmin,

istihsan ve bir hükmün diğer bir hükme kıyasının teşkil ettiği kanunları dünyaya sunacak olursak bu taktirde İslam dinini ve İslam’ın hukukî ve cezaî mektebi ile ahlaki sistemini doğru dürüst bir temeli olmayan güçsüz bir din olarak tüm dünyaya tanıtmış oluruz.

Bu durumda insanların İslam’ın cezaî ve hukukî ilkeleriyle amel etmesini beklemek mümkün müdür acaba? Çünkü bu esasa göre onların ilahî vahiyden kaynaklandığı hususu, şek ve şüpheye dayanmış olacaktır.


Ümmetin Başında Bulunanların Cehaleti

Tarih, İslam ümmetinin yöneticilerinin İslam’ın temel ve fer’î meseleleri hakkındaki cehaletleri hususunda bir çok olaylar nakletmiştir. İlmi değerlendirmeler de ümmet arasında ilahî hükümlerin koruyucusu ve hazinedarı olacak ve semavî öğretileri sürekli insanlara takdim edecek bilinçli ve alim imamın varlığını gerektirmektedir. Şimdi de halifelerin bilgisizlik ve beceriksizlikleri hususunda bir takım anekdotlar nakletmek istiyoruz:

1- Ömer, sahabenin huzurunda hamile olan evli bir kadının recmedilmesini (taşlanarak öldürme) emretti. Ama sonunda mahkeme kararı, Müminlerin Emiri Ali bin Ebi Talib (a.s) sayesinde ortadan kaldırıldı. Zira her ne kadar anne günaha duçar olmuşsa da kendisi suçludur ve rahminde taşıdığı çocuk bir günah işlememiştir.

2- Halife, evli olan ve kendisi bir şehirde karısı ise başka bir şehirde yaşayan bir erkeğin de günaha bulaştığı gerekçesiyle recmedilmesini (taşlanmasını) emretti.

Oysa karısı kendisinden uzak olan böyle bir şahsın ilahî hükmü taşlamak değil, yüz kırbaçtır. Bu defa da mahkemenin verdiği karar Hz. Ali’nin (a.s) yol göstericiliği sayesinde bertaraf olmuştur.

3- Günah işlemiş beş kişiyi halifenin huzuruna getirip onların zina ettiklerine tanıklıkta bulundular. Halife, “Götürün ve hepsine yüz kırbaç vurun” diye emretti. Orada hazır bulunan İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Bu beş kişinin hükmü birbirinden farklıdır.

Birisi zımmi bir kafir olmasına rağmen zimmet şartlarıyla amel etmediği için öldürülmelidir. İkincisi evli olan bir erkek olduğu için taşlanmalıdır. Üçüncüsü bekar ve özgür bir gençtir;

ona da yüz kırbaç vurulmalıdır. Dördüncüsü ise bekar bir köledir ve cezası da özgür insanın cezasının yarısıdır. Beşincisi ise deli olması nedeniyle ve serbest bırakılmalıdır.

4- Ebu Bekir zamanında bir Müslüman şarap içmişti ve çoğunluğunun şarap içtiği bir toplumda yaşadığından dolayı şarap içmenin İslam’da haram olup olmadığını bilmediğini iddia ediyordu.

Halife ile yardımcısı Ömer birbirlerinin yüzüne baktılar ve bu kör düğümü çözme hususunda çaresizliğe düşünce mecburen Hz. Ali’ye (a.s) müracaat ettiler. Hz. Ali (a.s) onlara şöyle buyurdu: “Bu şahsı Muhacir ve Ensar toplulukları arasında gezdirin.

Eğer onlardan biri şarabın haram olduğunu bildiren ayeti kendisine okumuşsa onun için hüccet tamamdır ve ona had uygulayın, aksi taktirde onu mazur sayınız.”

5- Evli bir kadını işlediği kötü bir suç (zina) sebebiyle tutuklayıp taşlanmasına karar verdiler. İmam Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Bu kadın hakkında daha fazla araştırma yapılmalıdır.

Belki de böyle bir günaha bulaşması hususunda geçerli bir özrü vardır.” Kadını yargılamak için çağırdılar ve o kadın bu günaha düşmesinin sebebi hususunda şöyle açıklamada bulundu: “Ben eşimin develerini otlatmaya götürmüştüm.

Çölün ortasında dayanılmaz bir susuzluğa yakalandım. O şahıstan her ne kadar su istediysem de bana su vermekten çekindi. Kendimi teslim etmedikçe su vermeyeceğini söyledi.

Susuzluktan ölmek üzere olduğum için onun şeytani fikirlerine teslim olmak zorunda kaldım.”

Bu durum karşısında İmam Ali (a.s) yüksek sesle tekbir getirdi ve şöyle buyurdu: “Allah-u Ekber! ‘Fakat, darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere günah sayılmaz.’”[16]

Halifelerin tarihinde bu hadiseye benzer olaylar bu konuda ayrı bir kitap yazacak kadar çoktur. Acaba bu olayların hükmünün beyanından kim sorumludur? Bu tür olaylar Allah Resulü (s.a.a) zamanında meydana gelmediği için ümmet,

hükümlerini sorup vahiy kaynağından öğrenmemiştir. O halde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra bu tür hükümleri beyan etmek hususunda kim ilahî hükümlerin koruyucusu, bekçisi ve hazinedarı olabilir?

Bu hususlarda, “Her ne kadar ümmetin cehaleti sebebiyle insanların kutsal değerleri tehlikeye düşse ve batıl hükümler ilahî hak hükümlerin yerine geçse de Allah ümmeti kendi haline bırakmıştır ve onlardan manevi feyzini kesip koparmıştır” demek mümkün olabilir mi acaba?[17]


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

2-Peygamber, İmamet Makamını İlahî Bir Makam Olarak Kabul Etmekteydi

Hiç şüphesiz idarecilik ve yönetim meselesi İslam toplumu için en hayati ve hassas konulardan biridir. Nitekim bu mesele hakkında ihtilafa düşüldüğü için Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra ümmet ikiye ayrıldı ve İslam toplumunda derin bir ayrılık vücuda geldi.

Şimdi burada şu soru ortaya çıkmaktadır: Peygamber-i Ekrem (s.a.a) farz ve müstehaptan haram ve mekruha kadar her şey hakkında bir açıklama yaptığı halde yönetim şekli ve yöneticilerin taşıması gereken özellikler hakkında nasıl olur da bir açıklama yapmamış olabilir?

İnsan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) böylesine önemli bir konuya hiç itina göstermediğine, bu önemli olay karşısında sustuğuna ve ümmeti bilinçlendirmediğine nasıl inanabilir?

Ehl-i Sünnet alimleri şöyle diyor: Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yöneticiliğin şekli ve fertlerin imametinin biçimi hakkında olumlu veya olumsuz hiç bir şey söylememiş ve yönetim meselesinin seçimle mi, yoksa atamayla mı gerçekleşmesi gerektiğini açıklığa kavuşturmamıştır.

Gerçekten de akıl, Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu hayati ve hassas konu hakkında sessiz kalmayı tercih ettiğine ve olayın iki boyutundan birine (seçimle mi, yoksa tayinle mi olduğuna) işaret etmediğine nasıl inanabilir?

Bu konuda aklın hakemliğinin yanı sıra İslam tarihi araştırmaları da bu görüşün aksine tanıklık etmekte ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) farklı dönemlerde kendisinden sonra ümmetin rehberliği konusunun Allah’a ait olduğunu ve bu konuda kendisinin hiç bir iradesinin bulunmadığını beyan ettiğini açıkça gözler önüne sermektedir. Şimdi bu konuda bir takım örnekler vermek istiyoruz:

Bir kabile başkanı olan Ahnes adında birisi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra ümmetin yöneticilik makamını kendisine bırakması koşuluyla kendisini destekleyeceğini belirtince Peygamber (s.a.a) ona cevap olarak şöyle buyurmuştur: “Yöneticilik konusu Allah’a aittir.

Allah onu (uygun gördüğü) kimseye verir.” Kabile reisi bu cümleyi duyduktan sonra ümitsizliğe kapıldı ve göndermiş olduğu mesajda şöyle dedi: “Sıkıntı ve zahmeti benim çekmem, rehberliğe ise başka birisine geçmesinin hiç bir anlamı yoktur.”[18]

Hakeza İslam tarihinde şöyle okumaktayız: Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Yemame kabilesinin reisine bir mektup yazdı ve onu İslam dinine davet etti. Kabile reisi de tıpkı Ahnes’in yaptığı teklifi öne sürünce Peygamber (s.a.a) yine bu teklifi kabul etmekten imtina etti ve ona cevap olarak şöyle buyurdu: “Hayır, bu izzet-i nefisten ve ruh yüceliğinden uzak bir konudur.”[19]

Bunlar ve benzeri bir çok deliller Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ümmetin önderliği konusunda susmayı tercih etmediğine, hatta olayın bir boyutuna, yani imametin atama ve tayinle olduğuna işaret ettiğine açıkça tanıklık etmektedirler.

Ümmetin yöneticilik ve liderlik konusunun önemi sadece bizim idrak ettiğimiz bir konu değildir. İslam’ın ilk yıllarında da bu mesele halkın çoğunluğu tarafından açık bir şekilde hissedilmişti.

Örneğin ikinci halife Ebu Lu’lu tarafından öldürülünce, oğlu Abdullah bin Ömer babasını ölüm döşeğinde görünce ona dönerek şöyle demiştir: “Bir an önce kendin için bir halife tayin et ve ümmet-i Muhammed’i çobansız bırakma.”

Bu mesajı Peygamber-i Ekrem’in eşi Aişe de ikinci halifeye iletti ve ondan ümmet-i Muhammedî için bir koruyucu ve gözetleyici tayin etmesini istedi. Acaba bu iki kişinin rehberlik meselesinin önemini çok yakından hissettiklerini, ama Resul-i Ekrem’in (s.a.a) olayın önemini bunlar kadar bile idrak etmediğini söylemek doğru mudur?

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği on yıllık hayatına kısa bir bakışta; Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Medine’yi herhangi bir yere gitmek için terk ettiği her defasında hemen birisini Medine’de kendi yerine tayin ettiğini

ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Medine’de olmadığı bu kısa dönemde bile insanları yöneticisiz ve öndersiz bırakmamaya özen gösterdiğini ispat etmektedir.

Acaba kendisinin yerine geçecek birini tayin etmenin zaruretini ve önemini idrak eden ve kısa bir müddet için bile olsa Medine’yi yöneticisiz bırakmaması gerektiğini hisseden böyle bir Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), dünyayı terk etmek üzere olduğu halde kendisi için bir halife tayin etmemesi veya en azından önderliğin şekli ve yöneticiliğin biçimi hakkında hiç bir söz etmediğini iddia etmemesi uygun olur mu?

Peygamber (s.a.a) bir yeri fethedince, orayı terk etmek istediğinde hemen o fethedilmiş bölge için bir yönetici tayin ediyordu. Buna rağmen Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a)

kendisinden sonra İslam dünyasında ümmetin yöneticilik görevini eline alacak, genç İslam ümmetine önderlik edecek bir halifenin tayininden gaflet ettiğini ve bu konuda hiç bir düşüncesi olmadığını söylemek mümkün müdür?

1
Ümmetin Önderliği Ümmetin Önderliği




İmamet ve Nübüvvet Makamları İç İçedir

Mütevatir hadisler ve İslam’ın kesin tarihi de nübüvvet ve imamet makamının insanlar için aynı günde tayin edildiğine ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risaletini akrabalarına ilan etmekle görevlendirildiği gün, halife ve yerine geçecek şahsı da tayin ettiğine tanıklık etmektedir.

Değerli İslam muhaddisleri ve müfessirleri bu konuda şöyle demektedirler: “Yakın akrabalarını uyar”[20] ayeti nazil olduğunda Peygamber (s.a.a), Ali’ye (a.s) tamamının akrabalarından oluştuğu bir grup misafir için yemek hazırlamasını emretti.

Ali de (a.s) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) emri üzerine bir yemek hazırladı ve Haşimoğulları’nın şahsiyetlerinden oluşan kırk beş kişi bu ziyafet toplantısına katıldı.

İlk gün Ebu Leheb’in temelsiz ve dayanaksız sözleri üzerine Peygamber (s.a.a) risaletini ilan edemedi. Ertesi gün bu program aynı şekilde tekrarlandı. Misafirler yemeklerini yedikten sonra Peygamber ayağa kalkarak Allah’a hamd ve senada bulundu, O’nun birliğine tanıklık etti ve ardından da şöyle buyurdu:

“Ben Allah’ın size ve bütün dünya insanlarına gönderdiği elçisiyim. Sizler için dünya ve ahiretin hayrını getirdim. Allah bana sizleri bu dine davet etmemi emretti. Sizden her kim bu konuda yardımcım olursa o benim halifem ve vasim olacaktır.”

Bu esnada Ali bin Ebi Talib (a.s) dışında hiç kimse ayağa kalkıp kendisini savunduğunu ilan etmedi. Peygamber (s.a.a) bunun üzerine Ali’ye oturmasını emretti.

Ardından yeniden önceki cümleyi aynı şekilde ikinci ve üçüncü defa tekrarladı ve sonraki defalarda da Ali dışında hiç kimse Peygamber’i desteklediğini ve Peygamber-i Ekrem’in hedefi yolunda her türlü fedakarlığa hazır olduğunu ilan etmedi.

Bu durumda Peygamber (s.a.a) akrabalarına dönerek şöyle buyurdu: “Şüphesiz bu Ali benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin.”[21]

Tarihin bu bölümü o kadar kesindir ki, herkes tarafından Peygamberin Ehl-i Beyt’inin (a.s) faziletini inkâr etmedeki inadıyla tanınan İbn-i Teymiyye dışında doğruluğu konusunda hiç kimsenin en küçük bir şüphesi yoktur.

Bu hadis, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) imametinin delillerinden biri sayılmakla birlikte imamet meselesinin ümmetin iradesi altında olmadığının da en büyük tanığıdır ve yine Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesinin,

Resulullah’ın (s.a.a) peygamberliğiyle (nübüvvet ve imamet) aynı günde akrabalarına ilan edilmesi, bu konunun ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu olay bi’setin üçüncü yılında meydana gelmişti ve o güne kadar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) daveti bireysel düzlemde gerçekleştirdiği özel temaslar vesilesiyle yapılmış ve o güne kadar yaklaşık elli kişi Peygamber’e (s.a.a) iman etmişti.


BEŞİNCİ BÖLÜM

3-İslam Kanunları ve Semavî Kitap İçin Masum Kişilerin Tefsiri Gerekmektedir

İslam hukuk ve kanunları her ne kadar açık ve belirgin olsa da yine de yorum ve açıklamadan müstağni değildir. Tıpkı günümüzdeki gibi; ülkelerin kanunları her ne kadar günün diliyle düzenlenmiş olsa,

yine de belirsiz noktalarını açıklığa kavuşturacak uzman yorumculara ihtiyaç duymaktadır. Semavî kitap, hükümler ve İslamî hukuk da, hatta Peygamber-i Ekrem’in diliyle ifade edilen miktarı bile yorum ve açıklamadan müstağni değildir.

Bu konunun tanığı ise, Müslümanlar arasında Kur’an ve İslami hadisler çerçevesinde ortaya çıkan onlarca ve yüzlerce görüş farklılıklarıdır.

Acaba ebedi ve her zaman canlı olan İslam dini, Peygamber-i Ekrem’in ilimlerinin varisi olan, bu konudaki görüşleri herkes için uyulması gereken ve hüccet sayılan seçkin bir öndere muhtaç değil midir?

Acaba ihtilafları ortadan kaldırmak, ayrılıkları ve gruplaşmaları azaltmak ve İslami birliği gerçekleştirmek için böyle bir şahsın halife olarak tayini gerekli değil miydi?

Ömer’in hilafeti döneminde bir şahıs İslam mahkemesine şikayette bulunup şöyle dedi: Eşimle kurduğum cinsel ilişki altı ayı geçmemektedir. Şu anda eşim bir çocuk dünyaya getirmiştir.” Mahkeme hakimi,

“Gidiniz ve onu taşlayınız” diye emretti. Yol esnasında kadın Ali’yi (a.s) gördü ve feryat ederek şöyle dedi: “Ey Ebe’l Hasan! İmdadıma yetiş. Ben iffetli bir kadınım.

Eşimden başka hiç kimseyle ilişkide bulunmadım.” Ali (a.s) olaydan haberdar oldu ve mahkeme hakiminin yanlış yaptığını anladı. O kadını taşlamakla görevlendirilen kimselere mescide geri dönmelerini emretti.

Sonra halifeye vararak şöyle dedi: “Bu verdiğin hüküm nasıl bir hükümdür?.” Halife şöyle dedi: “Eşiyle cinsel ilişkide bulunması altı ayı geçmemektedir. Altı ayda salim bir çocuk dünyaya gelebilir mi?” Ali (a.s) ona şöyle buyurdu: “Kur’an, “Çocuğun hamilelik ve süt emme müddeti otuz aydır”[22] diye buyurmuyor mu?!

Halife, “Evet” deyince Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Kur’an sadece süt emme müddetinin tam iki yıl olduğunu belirtmemiş midir? Nitekim Kur’an şöyle buyurmuştur:

“Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler.”[23] Halife, “Evet” dedi. Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Süt emme dönemi olan yirmi dört ayı toplam otuz aydan çıkarırsak geriye altı ay kalmaktadır ve bundan da anlaşılmaktadır ki hamilelik dönemi en az altı aydır ve bu müddet dolunca kadın salim bir çocuk dünyaya getirebilir.”

Müminlerin Emiri bu iki ayeti birbirine ekleyerek bütün sahabe için meçhul ve gizli olan bir hükme istinbat etti. Acaba Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), canlı bir meşale ve ebedi bir kanun olan semavî kitabı için herhangi bir şeyi (beyan edici) düşünmediğini söylemek mümkün müdür?

Elbette burada şöyle denilebilir: “Yaşam boyunca çok nadir bir şekilde ortaya çıkan bu tür meseleler İslam toplumunun birlik ve beraberliğine zarar veremez.”

Buna cevap olarak şöyle demek gerekir: “İhtilafa düşülen konular bu tür nadir olaylara özgü değildir. Müslümanların bir çok hayati ve günlük vazifeleri hususunda da bu tür ihtilaflar göze çarpmaktadır.

Dolayısıyla Müslümanların her gün karşılaşmış oldukları konulardaki ayrılık ve ihtilaflarını görmezlikten gelmek ve bu tür olaylar hakkındaki ihtilafların Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar vermediğini iddia etmek mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerim surelerinin birinde[24] Müslümanlar için abdest alma şeklini beyan etmiştir ve her gün de Müslümanlar kendi gözleriyle Allah Resulü’nün nasıl abdest aldığını görmekteydiler.

Ama Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra Kur’an uzak bölgelere de yayıldı ve ilahî ayetler hakkında içtihat, düşünce ve tefekkür kapısı alimlerin yüzüne açıldı.

Fıkhi hükümlerle ilgili ayetler yavaş yavaş tartışılmaya başlandı. Sonunda abdestin nasıl alınacağı ile ilgili ayetin anlayışı hususunda ihtilaf ortaya çıktı ve nitekim de şu anda da bu ihtilaf vardır ve öylece devam etmektedir.

Zira Şii alimleri, kolları yukardan aşağıya doğru yıkayıp ayakları meshetmektedirler. Ama Ehl-i Sünnet alimleri ise bunun tam karşısında yer almışlardır.

Ümmet arasında herkesin sözlerine itaat ettiği, İslam’ın tüm temel ve fer’î meselelerinden haberdar ve masum bir önder olduğu takdirde şüphesiz Müslümanları açıkça iki gruba ayıracak bu tür ihtilaflar vücuda gelmez ve İslam toplumundaki bireyler günlük farzları yerine getirme hususunda bir tek şekil ve renk içinde olurlardı.


Kur’an Tefsiri Hususunda İhtilaf

İslam’ın ceza kanunlarından biri de fıkhî kitaplarda beyan edilen özellik ve şartlarıyla hırsızın elini kesmektir. Daha yakın bir geçmişe kadar İslam daha büyük bir azamete sahipti;

İslamî devletler kanunlarını Kur’an’dan alıyorlardı ve batılı kanunlar henüz İslam ülkelerine ithal edilmemişti. Hırsızın tek cezası elinin kesilmesi idi.

Ama ne yazık ki bu konu da, İslam’ın ömründen on dört asır geçmesine rağmen henüz mü henüz İslam alimlerinin haddini tayin konusunda görüş birliği elde edemediği konulardan biridir.

Abbasî halifesi Mu’tasım zamanında hicretten henüz iki yüz yıl geçtiği halde İslam alimleri hırsızın elinin kesilmesi ile ilgili ayetin tefsiri hususunda görüş ayrılığına düştüler ve hırsızın elinin nereden kesilmesi gerektiğini bilmez oldular. Birisi, “Bilekten kesilmelidir” derken, diğeri, “Dirsekten kesilmelidir” diyordu.

Üçüncüsü ise... Sonunda zamanın halifesi, İmam Cevad’a (a.s) sarılmak zorunda kaldı. İmam şöyle buyurdu: “Hırsızın dört parmağı kesilmelidir.” İmam’a (a.s), “Bunun sebebi nedir?” diye sorulunca da şöyle buyurdu: “Allah Kur’an-ı Mecid’de şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz secde yerleri Allah’a aittir” (İmam şöyle devam etti:) Secde yerlerinden biri de secde esnasında yere konulan elin ayasıdır. Dolayısıyla Allah’a ait olan bir şey kesilmemelidir.”

Ümmet arasında Müslümanların fikri sığınağı olabilecek böylesine Kur’an-i Kerim’i tanıyan ve Kur’an-i Kerim’in sayısız incelik ve zerafetlerini bilen birisi olduğu taktirde tabiatıyla bir çok ihtilaflar sona erecek ve ümmet bir tek noktaya ve bir tek hedefe doğru yönlendirilmiş olacaktır.

Böylece de ümmetin değerli vakti faydasız tartışmalar ve öldürücü çatışmalar içinde zayi olmayacaktır.

Kur’an-ı Mecid, doğru bir İslamî anlayış ve her türlü istinbat için temel bir kaynaktır. Hiç bir şey bu büyük Kitab’a denk değildir. Eğer diğer kaynaklar birbiriyle çelişirse, örneğin Peygamber’den (s.a.a) zahiri birbiriyle çelişen iki hadis nakledilirse bu durumda Kur’an ile uyumlu ve mutabık olan hadisi almamız gerekir.

Ama Kur’an ayetlerinin tümü delalet ve ifade açısından aynı konumda mıdır? Ve gerçekten Kur’an-ı Kerim’de Masum İmamlar’ın (a.s) tefsirine ihtiyaç duymayacağımız bir ayete var midir?

Kur’an-i Kerim’in masum birinin yorumlarına ihtiyacının olmadığını iddia etmek sadece Kur’an-ı Kerim ile fazla bir ünsiyeti olmayan, ruhî ve fikrî Kur’an-ı Kerim ile kaynaşmamış olan kimseler tarafından dile getirilebilir.

Evet, Kur’an-i Kerim’in bir çok ayetlerinin delalet açısından açık olduğu ve muhkem ayetlerden sayıldığı, belirsiz olan diğer bir kısım ayetlerin ise açık olan ayetler vesilesiyle teşhis edildiği ve açıklığa kavuştuğu doğrudur.

[25] Ama buna rağmen Kur’an-i Kerim’de var olan bir takım ayetler ya nüzul zamanında da belirsizlik içindeydi veya vahiy zamanından uzaklaşıldıkça belirsizlik içine girmişlerdir.

Her ne kadar sayıları az olsa da bu tür ayetlerin hükmü nedir? Acaba ümmet arasında bazı örneklerini okuduğumuz bu tür ayetlerin belirsizliğini ortadan kaldıracak fikri bir sığınağın varlığı gerekli değil midir?

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) İbn-i Abbas’ı Haricilerle tartışmak için onlara gönderdiğinde İbn-i Abbas’a şöyle emretmiştir: “Onlarla tartışırken Kur’an’la tartışma.

Şüphesiz Kur’an farklı ihtimalleri barındırmaktadır. Sen ayetlerin bir bölümünü söylersin, onlar da (seni reddetmek için) ayetlerin başka bir bölümünü söylerler.”[26]

Şüphesiz İmam’ın (a.s) bu sözü Kur’an-i Kerim’in tüm ayetleriyle ilgili değildir. İmam’ın (a.s) görüşü daha çok tümüyle iki boyutlu olan, zahiren açık ve belirgin olmayan ve kesin bir anlam ifade etmeyen ayetlerle ilgilidir.

Bu açıdan İslam’ın temel ve fer’i hükümlerinden haberdar olan ve semavî Kitabı çok iyi bilen ümmet arasında ayrılıkları azaltacak ve sözü son söz olacak masum bir imamın fikrî ve ilmî bir sığınak şeklinde varlığının lazım ve zarurî olduğu hissedilmektedir.

Aksi taktirde her gün bu ayrılıklar gittikçe artmakla kalmaz, bir takım Kur’an ayetleri ve hükümleri hakkında doğru olmayan yorumlar da yapılır ve böylece Müslüman’ların Kur’an-i Kerim’in gerçek hakikatlerinden uzak düşmesine neden olur.


Hişam bin Hakem Hakkında

Hişam bin Hakem İmam Sadık’ın (a.s) seçkin bir öğrencisiydi. Tartışma tekniğinin ve Hicri ikinci asırda kelam ilminin üstadı olan Hişam bin Hakem, ihtilafları ortadan kaldırmak ve ümmet arasında doğru bir hakemlikte bulunmak açısından imamın varlığının zaruretini aşağıda nakledilen tartışmada çok güzel bir şekilde beyan etmektedir:

“Bir gün Hişam bin Hakem, Mu’tezile fırkasının reisi ve Basra İmamı olan Amr bin Ubeyd ile ümmet arasında masum imamın varlığının gerekliliği hakkında tartışmaya başladı. Ondan aşağıdaki şu apaçık ve besbelli sorulara cevap vermesini istedi. O da kabul etti. Hişam bin Hakem ona şöyle sordu:

- Gözün var mı?

- Evet.

- Onunla ne yapıyorsun?

- Renkleri ve şahısları görüyorum.

- Kulağın var mı?

- Evet

- Onunla ne yapıyorsun?

- Onunla sesleri işitiyorum

- Burnun var mı?

- Evet, var.

- Onunla ne yapıyorsun?

- Etrafımdaki kokuları alıyorum.

Hişam daha sonra tatma ve dokunma organlarıyla el ve ayak gibi diğer organların varlıklarının hikmetini ve insanın vücudundaki fonksiyonlarını sordu. Amr’dan doğru cevaplar işitince de şöyle devam etti:

“Kalbin de var mıdır?” O cevap olarak, “Evet, kalbim vardır” dedi. Hişam, “Kalbin insandaki fonksiyonu nedir?” diye sorunca o şöyle dedi: “Kalp vesilesiyle bedenimdeki organların durumlarını algılayıp birbirinden ayırt ediyorum”

Hişam şöyle dedi: “Duyu organlarımdan biri görevi hususunda hata edince veya şüpheye düşünce kalbe müracaat ediyor ve o da şüphesini ortadan kaldırıyor.”

Bu esnada Hişam bin Hakem şu sonuca vardı: “Bedendeki organların ve duyuların şek ve şüphesini ortadan kaldırmak için böyle bir sığınak yaratan Allah’ın insan toplumunu kendi haline bırakması ve şek, hayret, şaşkınlık ve hatalarını ortadan kaldıracak bir önder tayin etmemesi mümkün müdür? [27]

İmam Sadık (a.s) ise Peygamber-i Ekrem’in gerçek halifesinin ve vasisinin makamını şöyle nitelendirmektedir: “Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra Allah’ın dinini her türlü tahriften, her çeşit eksiklik ve artıştan koruyup kollayacak bir imamın varlığı gereklidir.”[28]

Hişam bin Hakem bir gün İmam Sadık’ın (a.s) huzurunda Şamlı bir bilginle münazaraya başladı ve onunla yaptığı çok detaylı bir tartışmasında ona şöyle dedi:

“Acaba Allah, Peygamber-i Ekrem’in (a.s) vefatından sonra Müslümanlar arasında her türlü ihtilafı ortadan kaldıracak bir delil ve hüccet tayin etmiş midir?” O şöyle dedi: “Evet, o delil ve hüccet Kur’an ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözleridir.

” Hişam bin Hakem şöyle dedi: “Acaba Kur’an ve hadisler bütün bu ihtilafları ortadan kaldırmak için yeterli midir?” O, “Evet” diye cevap verince Hişam bin Hakem şöyle dedi:

“Eğer kafi ise o halde neden bir dinin iki üyesi ve bir ağacın iki dalı olan ben ve sen birbirimizle ihtilaf içindeyiz? Neden her birimiz diğerinin tam karşısında bambaşka bir yolu tercih etmiş durumdayız.

” Bu sözler üzerine Şamlı bilgin Hişam bin Hakem’in sözlerinin doğruluğunu itiraf etmekten ve onun mantığı karşısında susmaktan başka bir çare bulamadı.[29]


ALTINCI BÖLÜM

4-Tehlike Üçgeni veya İslam’ın Üç Çeşit Düşmanı

Yüce İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) vefat ettiği zaman İslam’ın üç düşmanı içeriden ve dışarıdan genç İslam’ın varlığını tehdit etmeye başladılar.

Her an bu düşmanların el ele vermelerinden ve küçük ve büyük güçlerini farklı açılar şeklinde bir üçgen haline getirecek İslam toplumuna karşı toplu bir saldırıya geçmelerinden korkuluyordu.

Üçgenin İlk Açısı

İç tehlike Medine ve etrafındaki münafıkların varlığıydı. Bu münafıklar defalarca İslam Peygamber’inin canına kastetmiş ve Tebuk savaşından dönerken tarihte tümüyle yansıtıldığı şekliyle özel bir komployla Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) devesini ürküterek hayatına orada son vermek istemişlerdi.

Peygamber (s.a.a) onların kötü niyetinden haberdar olduğu için bir takım tedbirler aldı ve bu tedbirler sayesinde onların komploları başarısızlıkla sonuçlandı. Ayrıca İslam’ın genel maslahatlarını korumak için de kendi hayatı döneminde Huzeyfe gibi sayılı birkaç kişi dışında onları diğerlerine tanıtmaktan sakındı.

Zahirde dost kılığına giren bir grup İslam düşmanı da Allah Resulü’nün vefat etmesini bekliyordu. Gerçekte onlar bu ayetin içeriğinin muhatabı konumundaydılar. Kur’an risalet dönemindeki kafirlerin şöyle dediğini nakletmektedir: “Şairliği sona ersin diye onun ölümünü gözetlemekteyiz.”[30]

Bir grup da Allah Resulü’nün ölümüyle İslam’ın yayılmasının duracağını, diğer bir grup ise Peygamber-i Ekrem’in vefatı sayesinde İslam’ın zayıflayacağını ve kendilerinin yeniden cahiliye dönemindeki batıl inançlarına geri dönebileceklerini zannediyorlardı.

İslam Peygamberi’nin vefatından sonra Ebu Süfyan ihtilaf çıkararak Kureyş ile Benî Haşim arasında ikilik ve saflaşma yaratarak İslam birliğinin bedenine öldürücü bir darbe indirmek istedi ve bu amaçla sözde acıyarak ve büyük bir ilgi ile Hz. Ali’nin (a.s) evine gelip ona şöyle dedi:

“Elini bana ver de sana biat edeyim. Ben biat ettikten sonra Taym ve Adiyy kabileleri sana asla muhalefet etmeyecektir.” İmam (a.s) tam bir bilinçle onun asıl maksadının ihtilaf çıkarmak olduğunu,

cahiliye dönemindeki hesaplaşmayı yaratmaya çalıştığını ve Müslümanların kanını dökmekten başka bir şeyi arzulamadığını anladı. Bu yüzden onu reddederek Peygamber-i Ekrem’in gusül ve defnedilmesi işiyle uğraştı. [31]

Hicri dokuzuncu yılda yapılan Mescidi Dırar daha sonra Peygamber-i Ekrem’in emriyle ve Ammar’ın kazmalarıyla yerle bir edildi. Bu da münafıkların Peygamber-i Ekrem’in hayatının son dönemlerindeki gizli faaliyetlerini ve onların,

Allah düşmanı olan İbn-i Amir ile çok yakın ilişkisini ortaya koymaktadır. İbn-i Amir Mekke’nin fethinden sonra Rum’a kaçtı ve oradan kendi taraftarlarını yönlendirmeye çalıştı.

Hicri dokuzuncu yılda Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Tebük’e gitmek üzere Medine’den ayrıldı. Aynı zamanda iç güvenliğin bozulmasından ve münafıkların ihtilaf yapmasından da endişe ediyordu.

Bu yüzden de Ali’yi (a.s)Medine’de kendi yerine tayin etti ve onun hakkında şu tarihi sözü buyurdu: “Sen bana oranla Harun’un Musa’ya olan oranı gibisin.”[32] Daha sonra da ona şöyle buyurdu: “Güvenliği, düzeni ve iç emniyeti sağlamak için Medine’de kalmalı ve toplum düzenini bozanların ve karışıklık yaratanların önünü almalısın.”

Münafıklar hakkındaki ayetler ve onların tahrip edici komploları Kur’an-i Kerim’in çeşitli surelerinde çokça yer almıştır. Bunların hepsi onların İslam’a karşı köklü düşmanlıklarını ortaya koymaktadır. Toplumda karışıklık yaratmaya çalışan bu unsurlar henüz Medine’deyken Peygamber-i Ekrem’in vefat durumu ortaya çıktı.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vefat ettikten sonra Arap kabilelerinden bir topluluk irtidat yoluna koyuldular ve zekat memurlarını dışarı çıkararak muhalefet bayrağını kaldırdılar.

Onlar her ne kadar münafık olmasalar da iman açısından her rüzgar karşısında eğilen zayıf kimselerdi. Dolayısıyla ortam küfür ve şirk ile uyumlu bir hale gelecek olsaydı onlar hemen tevhid dininden el çekecek ve böylece de küfür ve şirke yuvarlanacak, genç İslam toplumundan kopmuş olacaklardı.

Acaba İslam’a pusu kurmuş olan bu kan içici düşmanların varlığına ve onların İslam aleyhine bir isyan, devrim ve değişiklik yaratma çabalarına rağmen akıl ,

zeka ve uzak görüşlülük sahibi bir Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), bu kötü ve tatsız olayları engellemek için, kendisi için bir halife tayin etmemesi ve ümmeti, düşmanlar arasında, her grubun, “Emir bizdendir, emir bizdendir” sözleri arasında başı boş bırakması mümkün müdür?


Üçgenin Diğer İki Köşesi

Bu düşman üçgeninin diğer iki köşesi dünyanın iki büyük imparatoru (Rum ve İran) idi. Müslümanların Hıristiyan Rum ordusuyla ilk askeri karşılaşması hicri sekizinci yılda Filistin topraklarında gerçekleşti.

Bu savaşta İslam ordusunun kahraman komutanı Cafer-i Tayyar, Zeyd bin Harise, Abdullah bin Revaha şehid edildi ve ardından İslam ordusu acı bir yenilgiye uğrayarak Halid bin Velid önderliğinde Medine’ye geri döndü.

Küfür ordusu karşısında bu kadar açık bir geri çekilme Kayser ordusunun küstahlaşmasına sebep olmuştu. Dolayısıyla onların genç İslam merkezine her an saldırıya geçmelerinden endişe ediliyordu.

Bu açıdan Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hicri dokuzuncu yılda yaklaşık otuz bin kişilik büyük bir orduyla Şam kıyılarına doğru harekete geçti. Peygamber böylece hem askeri bir manevra gerçekleştirerek düşman ordusunun muhtemel saldırırlarını püskürtmeyi ve hem de bazı kabilelerle birbirlerine saldırmazlık veya işbirliği antlaşması imzalamayı amaçlıyordu. Allah Resulü bu çok ağır ve zahmetli yolculuktan Rumlarla askerî bir taarruza geçmeden geri döndü.

Bu tür zafer İslam Peygamberi’ni ikna etmemişti ve bir an olsun o yenilgiyi telafi etme düşüncesini kafasından atamıyordu. Bu yüzden vefatından bir kaç gün önce Üsame bin Zeyd’in eline sancağı vererek ashabına onun komutası altında Şam kıyılarına doğru harekete geçmelerini ve düşman kendilerini gafil avlamadan savaş ve savunmaya hazırlıklı olmalarını emretti.

Bütün bu hareketler Peygamber-i Ekrem’in kuzey tarafından büyük bir endişe içinde olduğunu gösteriyordu. Peygamber Kayser’in kuklaları tarafından İslam’a karşı büyük bir saldırının yapılabileceğini tahmin ediyordu.

Bu düşmanlığın diğer bir açısı da İran’daki Sasanî imparatorluğuydu. Öyle ki Hüsrev Perviz şiddetli rahatsızlığından dolayı Peygamber-i Ekrem’in mektubunu yırtmış, Allah Resulü’nün elçisini öldürmüş ve Yemen’deki komutanına yeni ortaya çıkan peygamberi öldürüp başını Medain sarayına göndermesini emretmişti.

Hicaz ve Yemen toprakları uzun yıllardır İran devletinin sömürgesi durumundaydı. Ama şimdi İslam dini sayesinde bu topraklar bağımsızlığına kavuşmuş ve kendi kaderini kendisi tayin edecek bir duruma gelmişti. Hatta işin tümüyle değişmesinden, mahrum ve mazlum halkın bütün İran’a musallat olmasından korkuluyordu.

Gerçi Hüsrev Perviz Allah Resulü zamanında öldü. Ama Yemen, Hicaz ve sahillerinin ayrılığı konusu onun yerine geçecek kimselerin düşünce ufkundan uzak kalacak bir konu değildi. Bireylerinin iman, ihlas ve fedakârlık gücüyle donandığı böyle bir gücün varlığı onlar için tahammül edilmez bir şeydi.

Acaba öylesine güçlü ve pusuda bekleyen düşmanların karşısında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) İslam ümmeti için fikrî ve siyasî bir halife tayin etmeden öldüğünü söylemek doğru muydu? Şüphesiz ki akıl,

vicdan ve toplumsal değerlendirmeler Peygamber-i Ekrem’in böyle bir müsamahada bulunacağına izin vermemektedir. Dolayısıyla, “O, bütün bu olayları görmezlikten geldi ve tedbir alıcı ve bilinçli bir yöneticilik sayesinde bir savunma çizgisi oluşturmadan bu dünyaya gözlerini kapadı” dememiz mümkün değildir.


YEDİNCİ BÖLÜM

5:Masum İmam’ın Varlığı Sayesinde Ruhsal ve Manevi Gelişim

Bu alemdeki her varlık belli bir hedef için yaratılmıştır. Her varlığın kemali ve yaratılış hedefi ise o hedefe ulaşmanın ipoteği altındadır. Yaratılış sistemi varlıkların istenilen kemale ulaşması için onların gelişiminde etkili olan her tür araçları hizmetlerine sunmuş ve bu yolda sadece zarurî araçlarla yetinmemiş,

cüz’î ve zarurî olmayan araçları bile onlar için temin etmiştir. Ne mutlu ki tabii bilimler, çağımızdaki bütün gelişimi ve ilerleyişi ile bizleri bu konuda her türlü açıklamadan ve örnek vermekten müstağni kılmaktadır.

Görme, işitme ve her biri açık bir şekilde, yaratılış sisteminin her varlığın yaratılışında amaçlanan kemaline ulaşması için özel bir ilgi ve inayet içinde olduğuna tanıklık eden insan bedenindeki diğer ilginç sistemler bir kenara dursun, genellikle gaflet edilen ve önem açısından diğer kemal araçlarına oranla ikinci derecede yer alan kemal araçlarını düşünelim.

Örneğin yaratılış sistemi insanın yolda kolayca gidebilmesi için ayağının altında özel bir çukur ve özel bir boşluk yaratmıştır. Öyle ki, normalin aksine anadan doğma düz tabanlı olan kimseler cerrahi bir yolla ayak tabanında bir çukur oluşturmak mecburiyetini hissetmektedirler.

Parmaklarımız uzunluk ve kalınlık açısından birbiriyle apaçık bir farklılık içindedir. Zira eğer onların hepsi aynı şekilde olsaydı insanın onlar vesilesiyle yaptığı çeşitli işler yapılamazdı.

Ayrıca da bu farklılık sebebiyle insan zarif sanatları icat etmekte ve güzel sanatlar ortaya koymaktadır. İnsanın avucunda ve parmaklarının ucunda da nesneleri tutmada büyük bir katkısı olan çeşitli çizgiler vardır.

Herkesin parmak ve avuç içindeki çizgiler kendine özgü bir şekilde olması sebebiyle de parmak izi alma işlemlerinde bu çizgilerden tümüyle istifade edilmektedir.

Bu ve benzeri örnekleri incelediğinizde şu neticeye varmaktayız: Yaratılış sistemi ister zarurî olsun, ister gayri zaruri, insanın gelişiminde katkısı bulunan her türlü aracı onun hizmetine sunmuş ve bu yolda hiç bir bağış ve lütuftan geri kalmamıştır.

Şimdi ortaya şu soru çıkmaktadır: Bu derece insanın kemal ve saadetini isteyen bir Allah nasıl olur da insanın manevi gelişimi ve tekamülünde çok büyük katkısı olan bazı şeyleri görmezlikten gelebilir?!!

Bu açıklama, Allah tarafından ilahî elçilerin gönderiliş ve peygamberlerin bi’setini farz kıldığı gibi, masum ve dinî hükümler ile maarifin tüm sırlarından haberdar olan bir imamın tayin edilmesi gerektiğini de gözler önüne sermektedir. Zira böyle bir imam ve liderin ilahî vahiy ile tayin edilmesi, İslam toplumunun geri kalmasına,

çatışmasına ve bozulmasına sebep olan bir çok sürtüşmelere de son verecek, Müslümanları tek bir ümmet haline getirerek, rehber ve halifenin seçime dayalı olmasından kaynaklanan her türlü ihtilaf ve ayrılıklardan kurtaracaktır.

Neticede Müslümanlar artık Sakife-i Benî Saide’de yapıldığı gibi bölünmeyecek ve sır dolu şuralar ile karşı karşıya kalmayacaklardır.

Müslümanlar, bu ilahî tayin meselesini görmezlikten geldikleri veya Ehl-i Sünnetin inandığı şekilde, ilahî tayinin olmadığına inanmaları sebebiyle, Resulullah’tan (s.a.a) sonra aradan on dört asır geçmesine rağmen uğursuz etkileri bir türlü silinemeyen o şiddetli ihtilaf ve ayrılıklara düştüler.

Ne yazık ki bugün de sömürgeci uşakları ve Müslümanların ilişkilerinin bozulmasını isteyen karanlık güçler, sürekli olarak bu ayrılık ateşinin üzerine benzin dökmektedirler.

Ama eğer Müslüman toplumun lideri Allah tarafından tayin edilirse ve öte yandan Müslümanlar da kendi ham düşüncelerini ilahî tayinden öne geçirmezlerse, şüphesiz Müslümanların durumu her dönemde daha farklı olurdu ve olacaktır da.

Bundan da öte, günahlardan masum, her türlü hata ve kötülük karşısında korunmuş ve şeriatın hüküm ve öğretilerinin sırlarından haberdar bir imamın varlığı,

toplum ve insan bireylerinin ruhsal gelişimi yönünde atılacak büyük bir adımdır. Acaba böyle bir imamın varlığının etkisinin, parmaklardaki ve avuç içindeki çizgiler, ayak tabanındaki çukur ve gözün üzerindeki kaş kadar olmadığını söylemek mümkün müdür?!

Bu taktirde alemlerin Rabbinin, insanın bedensel gelişimi için gerekli olan her şeyi onun için temin ettiğini, ama onu, ruhsal gelişiminde büyük bir katkısı olan manevî şeylerden mahrum kıldığını nasıl söyleyebiliriz?!

Şeyh’ur Reis İbn-i Sina, “Şifa” adlı kitabında nübüvvet konusunda yukarıdaki beyan esasınca peygamberlerin bi’setinin gereğini ispat etmiştir.[33] Ama daha önce de belirttiğimiz gibi bu açıklama,

peygamberlerin gönderilişinin gereğini açıkça ortaya koyduğu gibi, masum ve şeriatın tüm sırlarından haberdar olan ve aynı zamanda da insanların ruhî gelişimine neden olan bir imamın tayin edilmesinin gerekliliğini de apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.


SEKİZİNCİ BÖLÜM

Acaba Şia’nın İmamet Hakkındaki Görüşü Özgürlüğün Temel İlkelerine Karşı mıdır?

Hürriyet ve özgürlük insanın duymuş olduğu en güzel ve heyecan verici kelimelerdendir. Özgürlük kavramı özel ses ve uyumuyla insanın içinde bir sevinç, vecd ve mutluluk duygusu uyandırmaktadır.

Düşünür bir insan için esaret bağını koparmak, sömürgecilikle savaşmak ve özgürlüğün yüce kulesini fethetmek, en büyük ideal ve ülküdür. İnsan, özgürlüğe olan ilgisi sebebiyle tarih boyunca bir çok kurbanlar vermiş ve nitelendirilmesi zor fedakarlıklarda bulunmuştur.

İnsanın, kesin ve etkili bir görüşe sahip bir yönetici olmaksızın toplumsal hayatını devam ettirmesinin mümkün olmadığını hissettiği doğrudur. Ama öte yandan insan hiç bir zaman kendi kader ve geleceğini,

kendisini azıl ve tayin etme yetkisine sahip olmadığı birine bırakmaya da yanaşmamaktadır. Bu yüzden de özellikle asrımızda sorumlu bir makam tayini için var olan yol ve metotlardan sadece liderini tayin etme hususunda özgür olma yolunu doğru kabul etmektedir.

Sadece insanların seçtiği yöneticinin bir milletin kaderini tayin etme yetkisine sahip olmasını istemektedir. Aksi taktirde bir ferdin kurduğu hakimiyeti özgürlüğe aykırı görmekte ve onun zorba bir idareci olduğunu düşünmektedir.

Dolayısıyla şimdi de imamet hakkındaki iki görüşten hangisinin demokrasi ilkeleriyle uyumlu olduğuna bakmamız gerekir. İmamet makamının seçime dayalı olması ve imamın kamuoyuna müracaat veya yüce İslamî şura ile tayin edilmesi gerektiğini söyleyen görüş ile insanların Peygamber-i Ekrem’in halifesini tayin etme hususunda yetkilerinin olmadığını,

bu makamın yüzde yüz Allah tarafından tayin ile gerçekleştiğini ve önder olacak kimsenin Allah ile Peygamber tarafından seçilmesi gerektiğini söyleyen görüşten hangisi demokratik ilkelerle uyum içindedir?

Bazıları birinci görüşün özgürlüğün temel ilkeleriyle uyum içinde olduğunu sanmaktadırlar. Onlara göre Peygamber-i Ekrem’in hilafetini seçime dayalı bir makam olarak kabul edecek olursak, bu taktirde liberalizm ve özgürlüğün batıda tomurcuklanmasından çok daha önce doğuda ve Müslümanlar arasında hayata geçirilmesi ve uygulamaya koyulması ile övünmek mümkündür.

Bu yolla ikinci görüşün sahip olmadığı bir kıvanç ve övünç elde etmektedirler.

Bu gün Ehl-i Sünnet camiasının bazı yazarları imamet makamının tayini konusunda Şia’nın görüşünü eleştirirken Peygamber-i Ekrem’in hilafet makamının tayin ile olmasının çağdaş toplumsal görüşlerle ve özgürlükçü ruhla pek uyuşmadığını sanmakta ve iddia etmektedirler.[34]

Cevap: İmamın bir seçime dayalı olduğu görüşü için ortaya koyulabilecek ve insanların gözünde çağdaş toplumsal görüşlerle uyum içinde olduğunu gösterebilecek en çarpıcı mantık, belki de yukarıda dediğimiz mantıktır.

Bunu az çok bazı kimseler dilleriyle ve kalemleriyle ifade etmektedirler. Elbette ki bu tür istidlale verilecek geniş bir cevaba geçmeden önce bu konudaki üç temel noktanın tümüyle açıklığa kavuşması gerekmektedir:

1- İmamet makamının tayin ile olduğu meselesi, diktatörlük meselesinden apayrı bir şeydir.

2- Çoğunluğun azınlığa hakimiyetini ifade eden batılı demokratik rejimler, çağdaş insanın çaresizlikten dolayı sığındığı adil olmayan siyasi sistemlerden biridir.

3- Hakim ve yöneticinin tayininde böyle bir metodun doğru ve sağlam olduğunu farz etsek bile, acaba İslam’ın ilk yıllarında halifelerin seçiminde bu metot takip edilmiş midir yoksa edilmemiş midir?

Bu üç dört konu özellikle de ikinci ve üçüncü konu çok detaylı ve kapsamlı bir şekilde ele alınması gereken konulardandır. Sözü fazla uzatmamak için her birine kısaca işaret edeceğiz.

a- İmamın Tayin Edilmesi Diktatörlük Değildir

Diktatör devrimler, beşerin hatırasında bulunan en zalim sistemlerden biridir. Diktatörlük ve istibdat rejimi çok eskiden beri insanlığın küçük ve büyük toplumlarının başına bela kesilen en acı sistemlerden biridir ve beşer hayatının tarihi boyunca da çok farklı şekilde (köy ağasının ve kabile hanının diktatörlüğünden tutun,

yeryüzünün büyük bir bölümünde ve bir çok halklar üzerinde egemenlik kuran zalim bir yöneticinin monarşist saltanatına kadar) kendisini ortaya koymuştur.

Büyük diktatörlüklerde bir şahıs, ihtilal veya iç isyan yoluyla önceki yöneticiyi kenara itip, kendisi onun yerine geçmekte veya galebe yoluyla ve askeri güç örtüsü altında bir topluma musallat olup hakim şahsın görüşü dışında başka hiç bir şeyin etkili olmadığı bir yönetim sistemini teşkil etmektedir. Kendinden sonraki yöneticinin tayini hususunda da kendi görüşü dışında başka hiç bir etken söz konusu değildir.

Şia’nın, Peygamber-i Ekrem’in hilafeti hakkındaki görüşü, bu tür devlet metotlarından kilometrelerce uzak bulunmaktadır. Şia’nın imamet makamının tayin ile olduğunu söylemesinden maksadı şudur:

Yaratıcı olması esasınca insanların tümünün üzerinde öncelik ve hakimiyet hakkı bulunan Allah tarafından en lâyık ve uygun bir kimse her türlü kötülüklerden, ruhî ve cismî kirlilik ve sürçmelerden tertemiz ve baştan ayağa ilahî emirlere kulak kesilen bir kimse Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra Müslümanların önderi olarak tayin edilmektedir.

Şüphesiz böyle bir kimse tayin edildikten sonra, her türlü diktatörlük ve kendi görüşüyle amel etmekten uzak kalacak ve toplumu Peygamber-i Ekrem’in getirdiği ve tüm insanların can ve gönülden kabul ettiği kanunlarla yönetecektir.

Allah’ın yaratılış hükmüyle doğal olarak hepimiz üzerinde hükümet hakkına sahip olması ve bütün ümmet onun kanunlarını can-ı gönülden kabul etmiş olması ve ayrıca imam da o kanunlar esasınca hakimiyet edip masumiyet gücüne sahip olma vasıtasıyla, her türlü kasti ve yanlışlıkla yapılacak saldırılardan uzak durması nedeniyle böyle bir hakimiyet,

düşünülebilecek en makul bir hakimiyettir. Bu hakimiyet türünde tabiatıyla azınlık ve çoğunluk (ve dolayısıyla çoğunluğun diktatörlüğü) diye bir şey düşünülemez ve Allah’ın rızası ve yaratıkların maslahatı dışında bir hedef (ne bir şahsın iradesinin zorlaması ve ne de kendisini o makama getiren kimselerin rızayetini elde etme endişesi) mevcut değildir.

Bütün bu diktatörlük türlerinin fatihasının okunduğu bu semavî hakimiyet nerede, o zalim ve diktatör hakimiyetler nerede?! Bu ikisi birbirinden o kadar uzaktır ki aralarında bir tek ortak yön düşünebilmek bile çok zordur.


b-Demokratik Hükümetlerin Zayıf Noktaları

Çağdaş demokratik hükümetlerin zayıf noktaları burada geniş bir şekilde incelenebilecek kadar bir iki tane değildir. Ama değerli okuyucuları bu konuda bilgilendirmek için sadece en önemli iki hususa işaret etmek istiyoruz:

1- Bu hakimiyet tarzında bir parti veya kamuoyu tarafından seçilen lider, kendisini seçen kimselerin rızasını elde etmeye çalışmak zorundadır. Onların hidayet ve önderliğini değil. Bir parti veya başka bir gücün ortaya çıkardığı bir siyasetçi için hakkı savunup savunmaması önemli değildir; önemli olan insanların taraftarlığını kaybetmemektir.

Bu açıdan bazen kendisinin kesin olarak inandığı şeyleri ve gerçekleri de görmezlikten gelmektedir. Bu konu, uzun yıllar siyaset sahnelerinin aktörleri olan büyük dünya siyasetçilerin de kabul ettiği bir gerçektir.

Nitekim Amerika eski Cumhurbaşkanı John F. Kennedy kendi eserlerinin birinde şöyle yazmaktadır: “Bazen senatör açık oturumlarda bile hemen orada önemli bir konu hakkında görüşünü belirtmek zorundadır.

Onun bu konuda düşünme ve değerlendirme fırsatının olmasını istediği şüphe götürmez bir gerçektir. Zira o bu yolla bir kaç kelime konuşarak veya küçük bir değişiklikle mümkün olduğu kadar sorun ve ihtilafları ortadan kaldırmakla sorumludur.

Ama bu konuda ne bir derinleşme fırsatına sahiptir, ne kendisini gizleyebilir ve ne de görüş belirtmekten kaçabilir. Adeta tüm müvekkilleri kendisine göz dikmiş ve siyasetinin kaderini belirtecek görüşünün ne olacağını beklemektedirler.


İşte bu yüzden bazı senatörler, hatta kendileri bile fark etmeden daha kolay ve tehlikesiz olan yolu seçmektedirler. Yani kendi vicdanları ve kararları arasında bir ayrılık ortaya çıktığında, bir mantık üreterek vicdanlarını ikna etmekte ve kendilerini müvekkillerinin görüşlerinin çoğunluğu ile uyumlu kılmaktadırlar. Bunları korkak olarak adlandırmak mümkün değildir.

Aksine bunlar yavaş yavaş çoğunluğun fikrine adet edinmiş ve kendi çıkarlarının, halkın genelinin görüşüne göre hareket etmekte olduğunu kabul etmiş kimselerdir. Ama büyük siyasi şahsiyetler arasında,

vicdanlarını ayakları altına alan kimseler de vardır. Onlar, kamuoyuna hizmet hususunda etkili olmak için büyük bir sadakatle bazen vicdanlarımızı ayaklarımızın altına almamız gerekir sözüyle amellerine geçerlilik kazandırmaya çalışmaktadırlar.

Frank Conte’nin dediği gibi siyaset ve politikacılığı ahlaka aykırı meslek olarak adlandırmak doğru değildir; aksine, “Siyaset ahlakı olmayan bir meslektir” demek gerekir.[35]

Siyasi bir yazar olan Frank Conte şöyle yazmaktadır: “Daha fazla oy elde etme gerekliliği meselesi çok önemli ve ciddi bir konudur. Bunu elde etmek için hiçbir şekilde ‘ahlak’, ‘hak ve batıl’ gibi gereksiz konuların engel teşkil etmesine izin verilmez!...”

1920 seçim propagandalarının yapıldığı günlerde Mark Eshcal’ın dostlarından birine yaptığı en önemli nasihat şuydu: “Sizler halkı aldatmak istemiyorsunuz.

Yani sizler, millet vekilliğine ulaşmak için vicdanınızı ayaklar altına almak istemiyorsunuz. Sizler siyasi bir insanın da bazen vicdanını görmezlikten gelme durumunda kaldığını bilmek durumundasınız.”[36]

İşte bu sözler aslında, çağdaş dünyadaki demokratların mantığı hususunda söylenmiş en adilane sözlerdir. Bu kısa sözden gerekli dersleri çıkarmak gerekir. Özgür ülkelerdeki devletlerin gerçek mahiyeti işte budur.

Acaba akıl ve mantık da, bazı açılardan peygambere benzemesi gereken peygamberin halifesinin kamuoyuna müracaat etme veya “Ehl-i hal ve’l akdin” biatiyle veya Muhacir ve Ensar’ın seçimiyle seçilmesi gerektiğine hükmedebilir mi? Asla! Zira hakimiyet bu tarz bir hükümette seçilen kimsenin fikrî bir bağımsızlığı yoktur.

Çünkü seçilen kimse gerçekte vekillerinin düşünce ve temayüllerinin mikrofonu konumundadır. Kendi popülerliğini ayaklar altına alabilen, kamuoyunun öfke ve hışmından korkmayan ve ümmetin maslahatına uygun gördüğü her kararı alan büyük şahsiyetler çok azdır.

Elbette burada şöyle de düşünülebilir: “Müvekkillerin rızayetini elde etme meselesi, yöneticiliğin bir kaç yılla sınırlı olduğu durumda geçerlidir. Ama eğer imam devamlı olur ve bazı ülkelerde olduğu gibi ömür boyu devam ederse, artık hilafet makamını elde ettikten sonra halkın rızayetini elde etme düşüncesi de ortadan kalkar.”

Bu düşünce de oldukça ham ve yersiz bir düşüncedir. Zira evvela o ömür boyu süren yöneticiliklerde de müvekkil ve seçmenlerin görüşlerini görmezlikten gelmek mümkün değildir. Çünkü buna dikkat gösterilmediği taktirde,

yönetici kimse, devrim, patlama ve genel isyanla karşı karşıya kalabilir. İkinci olarak, çeşitli adayların olduğu bir yerde, bir grupla aynı fikri taşıyıp işbirliği yapacağını vaad etmeyen bir kimsenin o grup tarafından seçilmesi mümkün değildir.

Bu konuyu göz önünde bulundurarak, seçimden sonra seçilen kimse verdiği sözlerini tutmazsa, bu daha büyük bir sorun teşkil edecektir. Zira bu taktirde de toplumu terbiye edecek olan yönetici, pratik olarak sözleşmeleri ayaklar altına almış ve bunu başkalarına da öğretmiş olur.

Ömer’in kendi vefatından sonra, halife seçmek için tayin ettiği altı kişilik şurada herhangi bir tarafa meylettiği taktirde, o tarafın güçleneceği bir konumda olan Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali’ye (a.s) dönerek şöyle dedi: “Allah ve Resulü’nün sünneti ve ilk iki halifenin sireti (amelleri) esasınca hareket etmek şartıyla sana biat ediyorum.

” Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Ben Allah’ın ve Resulü’nün sünneti ve kendi görüşlerim üzere amel ederim.” Bu durumda Abdurrahman Osman’a döndü ve aynı cümleyi tekrarladı.

Osman da onun ilan ettiği şartlara bağlı olacağını belirtti ve böylece halife olarak seçildi. (Ama sonradan da gördüğümüz gibi Osman kendi metodunu takip etti ve Ümeyyeoğulları’nı halka musallat kıldı.)

Özetle; seçmenler bazen seçmek istedikleri kimseleri, öyle bir takım şartlarla yükümlü kılmaktadırlar ki iman ve vicdan sahibi bir kimse için onlarla amel etmek çok zor ve acıdır.

Tabiatıyla hakkı bilen insanlar, bu şartların yükü altına girmez ve dolayısıyla da seçilmezler. Onların yerine salih olmayan kimseler ortaya koyulan her türlü şartları kabul ederek seçilirler.

Amerika Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de en özgür insan bile dünya Siyonizm’ine yardım meselesini asıl görevi olarak programına almalı, oy yaratan teşkilatlara, seçildiği taktirde İsrail’e yardım edeceğini vaad etmelidir. Her ne kadar bu amelin adalet ve insanlık ilkeleriyle uyuşmadığını bilse de bu sözleri vermek zorundadır.

2- Batılı demokratik rejimlerin diğer bir sorunu da, bu rejimlerin bir tür zulüm ve diktatörlük haline (sayısal diktatörlük ve çoğunluğun azınlık üzerindeki diktatörlüğü) dönüşmesidir.

Zira seçimler, doğru ve şüphesiz bir şekilde gerçekleşmiş olsa bile sonunda çoğunluk, çoğu kez bir tek oy fazlalığıyla işbaşına gelmekte ve bir tek oyu olmadığı sebebiyle siyaset sahnesinden geri çekilmek zorunda kalan azınlığa hükmetmektedir.

Oysa bir çok durumlarda azınlık haklı olabilir. Bunun da anlamı, bazen bir tek oy için halkın menfaat ve maslahatlarının ortadan kalkmasıdır. İşte bu yüzden,

elli bir kişinin kırk dokuz kişiye hükmetmesi de insanın çaresizlik ve daha iyi bir yol olmamasından veya İslam’ın halklara sunduğu yoldan haberdar olmamasından dolayı, ister istemez boyun bükmek zorunda olduğu zalim hakimiyet türlerinden biridir.

Ama Allah tarafından Peygamber için halife tayin edilmesi hususunda, beyan edildiği üzere bu tür adaletsizliklere yer yoktur. Zira imamı, herkesin, hakimiyet hakkına güçlü bir imanı olduğu kimse (Allah) seçmektedir ve o seçilen kimse de herkesin kabul ettiği birinin (Allah’ın) kanunları esasınca hükmetmektedir. Dolayısıyla da azınlık ve çoğunluk diye bir mesele söz konusu değildir.

Bütün bunlardan da öte demokratik rejimlerde esasen, çoğunluğun nefsani arzuları kanun şeklinde ortaya çıkmakta ve onların kararları kesin bir görüş ve sağlam bir hüküm olarak çoğunluklara yüklenmektedir.

Ama sürekli olarak toplumun maslahatını yasamanın ölçüsü olarak alan İslam kanunlarının ruhu, böyle bir görüşün doğruluğunu kabul etmemektedir.

Sürekli kamuoyunun düşüncelerini hatalı gören ve çoğunluk türleri hakkında, “Onların çoğu düşünmez” ve “Onların çoğu bilinçsizdir” diye buyuran Kur’an-ı Kerim, nasıl olur da toplumun çoğunluğunun eğilimlerini en önemli dinî konunun seçiminde,

yani imamet ve ümmetin önderlik meselesinde etkili ve geçerli kabul edebilir. Bakınız zaten Kur’an şöyle buyurmuyor mu: “İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir.”[37]

Toplumun çoğunluğunun nefsani arzularını açıkça hatalı gören ve çoğu zaman insanların nefsani arzularının yelkovanının tümüyle tehlikeli ve zararlı olan işlere yöneldiğini ve bazen de yüzde yüz kendi menfaatlerine olan işlerden uzak durmaya doğru hareket ettiğini söyleyen bir din, Peygamber’den sonra en büyük ve yüce dinî makam olan imamın seçimi ve tayini hususunu çoğunluğun zararlı görüşüne havale edemez.
c- İslam’ın İlk Yıllarında Halifelerin Seçimi Çoğunluğun Seçimiyle mi Olmuştur?

Bazı yorumlar, olay gerçekleştikten sonra, olayı tevil etme gayretlerinden kaynaklanmaktadır. Bazen toplumsal bir olay, belli bir şekilde veya bir takım şartlar ve sebeplerin etkisiyle ortaya çıkmaktadır.

Ardından hakemliklerinin temelini bir avuç tahmin ve zanların teşkil ettiği gelecek nesiller ise gereksiz iyimserlikleri sebebiyle, o olay hakkında onları meydana getirenlerin bile haberleri olmadığı bir takım ahlakî, ruhsal ve toplumsal sebepler uydurmaktadırlar!

İşte halifelerin hakimiyetini demokrasi ve halkın halka hükmetmesi veya çoğunluğun azınlık üzerindeki hakimiyeti şeklinde yorumlamak da bu kaidenin apaçık bir örneğini teşkil etmektedir.

Esasen İslam’ın ilk yıllarında halifelerin seçimi hususunda olmayan şey, halifenin halk kitleleri tarafından seçilmiş olmasıdır. Zira ne Ehl-i Sünnet’in araştırmacı bilginleri halife seçiminde böyle bir ilkeye inanmaktadırlar ve ne de halifelerin seçimi bu yolla gerçekleşmiştir. Maalesef bazı çağdaş yazarlar, halifelerin hilafetini tevil etmek için demokrasi,

Batılı Liberalizm, halkın halka hükmetmesi, çoğunluğun görüşünün azınlığa egemenliği gibi bir takım yeni kavramlara sarılmışlardır. Oysa bu tür teviller, olay gerçekleştikten sonra uydurulan ve sadece hayal aleminde var olan bir dizi sebeplerdir; hilafet konusu ise asla buna dayalı değildir.

Daha fazla güven için bu konuda eski alimlerden bazısının görüşünü nakletmek istiyoruz:

Kadı İci meşhur kitabında şöyle yazmaktadır: “İmam seçiminde icma ve ümmetin bir şahsın hilafeti hakkında ittifak etmesine gerek yoktur; aksine Peygamber-i Ekrem’in ashabından bir-iki kişinin biat edip sözleşmesiyle bir şahsın hilafeti kanuni bir şekilde gerçekleşmektedir.

Bunun da delili, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabının dini işlerdeki tam bir sağlamlığına rağmen, kendisinden sonra hilafete Ömer’i seçen sadece Ebu Bekir’in görüşüne iktifa etmiş olmalarıdır.

Onlar, tüm Müslümanların görüş birliği içinde olmasını şart koşmadıkları gibi Medine’de yaşayan sahabelerin ittifakını bile gerekli görmediler.”[38]

El-Ahkam’us- Sultaniyye kitabının yazarı ise şöyle diyor: “Bazıları halife seçiminin, İslam şehirlerindeki İslam’ın dininin önde gelenlerinin onayı ile gerçekleştiğini sanmaktadırlar.

Oysa Ebu Bekir Sakife-i Benî Saide’de beş oyla hilafete seçilip iş başına geçti. Bu beş kişi şunlardı: “Ömer, Ebu Ubeyde, Useyd b. Huzeyr, Bişr b. Sa’d ve Ebu Huzeyfe’nin kölesi Salim.”[39]

İslam dininde hilafet tarihi de, Ömer’in hilafetinin sadece Ebu Bekir’in tayini ile resmiyet kazandığına ve Ömer’in de hilafet konusunu altı kişiden oluşan bir şuraya bıraktığına tanıklık etmektedir. Ömer şuradakilerden kendi aralarından birini halife seçmelerini istemiş ve böylece başkalarını seçilmekten mahrum kılmıştır.

Kadı Bakalanî şöyle yazmaktadır: “Ebu Bekir’in seçilmesi Ömer ve diğer dört kişinin çabasıyla gerçekleşmiştir.”[40]

Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) şehadetinden sonra da hilafet konusu Ümeyye ve Abbasoğulları hanedanında tıpkı miras yoluyla babadan oğla geçen bir saltanat halini almıştır ki bu olayın burada zikredemeyeceğimiz çok acı bir kıssası vardır.


DOKUZUNCU BÖLÜM

İslam’da Meşveret

Şüphesiz meşveret sayesinde ferdi ve toplumsal bir çok sorunların düğümü kendiliğinden çözülmektedir. İki fikrin çatışması elektrik akımı çıkartarak hayat yolunda insanın önünü aydınlatan negatif ve pozitif iki kablo gibidir.

Sorunları halletmede meşveretin taşıdığı önem sebebiyle Kur’an-ı Kerim Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) hayatın farklı işlerinde meşveret etmesini emretmektedir. Nitekim bir yerde şöyle buyurmuştur: “İş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah’a güven. Doğrusu Allah tevekkül edenleri sever.”[41]

Allah-u Teala başka bir ayette ise iman sahibi kimseleri şöyle nitelendirmektedir: “Onlar Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namaz kılanlardır. Ve onların işleri aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da infak ederler.”[42]

Dolayısıyla akil ve nakil el ele vererek meşveretin önemini ve hassas konumunu aydınlığa kavuşturmuştur. Müslümanların mutluluk temeli ve toplumun ilerleme sebebi olan İslam’ın bu büyük emrine uymaları ne de güzeldir!

Peygamber-i Ekrem (s.a.a), sadece insanlara bu metodu tavsiye etmekle kalmamış, hayatı boyunca bizzat kendisi de Allah’ın bu emrini bir çok hususlarda hayata geçirmiştir.

Henüz düşmanla karşılaşmadığı Bedir savaşında Bedir çölünde ilerlemek ve düşmana karşı koymak için ashabıyla meşveret etti ve onlara şöyle buyurdu: “Ey insanlar!

Benimle meşveret ediniz.” (Savaş konusundaki görüşlerinizi bana açıklayınız; ilerleyip düşmanla savaşalım mı? Yoksa buradan geri mi dönelim?) Muhacir ve Ensar’ın önde gelenleri iki farklı görüş ortaya koydular; ama Peygamber (s.a.a) sonunda Ensar’ın görüşünü kabul etti.[43]

Bedir savaşında yaşlılar kaleyi koruma ve Medine’de kalma taraftarı idiler. Onlar gözetleme kulelerinden ve damlardan düşmanı ok ve taş yağmuruna tutarak Medine’yi savunmak istiyorlardı.

Oysa gençler şehir dışında düşmanla savaşmak arzusu içindeydiler ve yaşlıların bu görüşünü kadınca bir metot olarak telakki ediyorlardı. Burada Resulullah (s.a.a) ikinci görüşü tercih etti. [44]

Hendek savaşında Peygamber (s.a.a) askeri şura teşkil etti ve Selman’ın Medine’nin düşmanın saldırması muhtemel yerlerinde hendek kazılması yönündeki önerisini kabul edip uygulamaya koydu.[45]

Taif savaşında ise bazı komutanların işareti ve onaylamasıyla ordunun karargâhı bir bölgeden başka bir bölgeye nakledildi.[46]

Ama burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Acaba fikir alış-verişinde bulunmak ve meşveret etmek tek başına bütün işlerin düğümünü çözebilir mi? Yoksa etkili bir başkan böyle bir toplantı düzenlemeli, orada beyan edilen genel görüşlerden daha gerçekçi bulduğunu tercih ve icra mı etmelidir.

Genellikle meşveret toplantılarında farklı görüşler ve düşünceler ortaya konmaktadır. Her insan kendi görüşünü savunmakta ve başkasının görüşünü hatalı görmektedir.

Bu toplantıda bütün görüşleri yan yana koyacak ve onların genelinden tek ve kesin bir görüşü tercih edecek güçlü bir önderin varlığı gereklidir. Aksi taktirde meşveret toplantısı hiç bir sonuç elde etmeden sona erecektir.

Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) ashabıyla meşveret etmesini emreden ilk ayette de meşveret emrinden hemen sonra şöyle hitap edilmiştir: “O halde azmedince Allah’a tevekkül et”

Bu hitaptan maksat meşveret ettikten sonra karar alması ve bir tek görüşü tercih etmesi gereken tek merkezin sadece Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şahsı olduğunu bildirmektir. Böylece Peygamber de karar almalı ve Allah’a tevekkül etmelidir.

Meşveret toplantısını oluşturan topluluk lideri toplantıdaki ifade edilen görüşlere karşı kendi görüşüne göre daha doğru bulduğu üçüncü bir görüşü de tercih edebilir.

Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hudeybiye barışında ashabının genel fikirlerine karşı çıkarak, Müslümanlarla putperestler arasında anlaşma imzaladı. Onların barış anlaşmasına veya bazı maddelerine yaptıkları itirazlarını görmezlikten geldi ve geçen zaman da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu davranışının Müslümanların lehine olduğunu ispat etti.[47]

İslam’daki meşveret, ülkedeki kanun ve kararların şura meclisi ve senatoya ait olduğu ve devlet başkanının sadece bu iki meclisin milletvekillerinin istediklerini uygulamakla görevli olduğu demokratik devletlerdeki meşveretten kilometrelerce uzak bulunmaktadır. Burada devlet başkanı olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a),

çoğunluk veya azınlığın görüşüyle amel etmek zorunda değildir. Son karar ve son görüş seçimi, toplantı üyelerinin görüşleri ile uyumlu olsun veya olmasın bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisine aittir.

Daha önceden de söylendiği gibi Peygambere, meşveret toplantısı düzenlendikten sonra Allah’a tevekkül ederek karar alması ve harekete geçmesi emredilmiştir.

İkinci ayet hakkındaki konu da aynı şekildedir. İkinci ayet görüş alış-verişini iman sahibi bir toplumun üstün özelliklerinden biri saymaktadır. Ama buna rağmen iman sahibi bu topluluk peygamber zamanında mutlak ve etkili bir liderden mahrum değildi. Dolayısıyla aklın hükmü gereğince de Peygamber-i Ekrem’in vefatından sonra ümmet bu liderden mahrum kalmamalıdır.

Dolayısıyla ayet daha çok lider seçimi meselesini geride bırakmış daha sonra diğer konularda meşveret edip görüş alış-verişinde bulunan ortamlarla ilgilidir.

Bu açıklamadan da, bazı Ehl-i Sünnet alimlerinin bu ayetler vesilesiyle halifenin meşveret yoluyla seçilmesinin doğru olduğu yönündeki delilleri tamamen yanlış olduğu anlaşılmaktadır.

Çünkü daha önce de ifade edildiği gibi, söz konusu ayetler lider sorununun halledildiği ve liderin emri ile Müslümanların diğer meselelerinde görüş alış-verişinde bulunmak üzere meşveret toplantısının düzenlendiği yerler ile ilgilidir.

Özellikle birinci ayet açık bir şekilde Müslümanların başında bulunan Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) hitap ederek, meşveretten sonra bizzat karar almasını ve onu yürürlüğe koymasını emretmektedir.

Bundan da öte, kamuoyuna müracaat etmek Allah-u Teala tarafından Müslümanların görevlerinin ne olduğunun tayin edilmediği hususlarda geçerlidir. Ancak bu durumda ise böylece bu meşveret toplantısı vesilesiyle görüş alış-verişinde bulunarak görevlerinin ne olduğunu tespit edebilirler.

Ama naslar yoluyla tüm Müslümanların görevlerinin belirlendiği böylesi hususlarda artık meşveret imkanı mevcut değildir.

Bu açıdan Habbab Munzir Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) huzuruna vararak ordu karargâhının başka bir bölgeye nakledilmesini istedi ve şöyle dedi: “Eğer bu konuda ilahî emir varsa bizim söyleyecek bir şeyimiz yoktur.

Biz teslim olmuşuz. Ama eğer görüş belirtilebilecek hususlardan birisi ise bize göre ordu karargâhını düşman kalesinin sınırlarından geri çekmemiz daha doğrudur.”[48]

Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) hilafeti konusu bir çok naklî delillerin ispat edip açıklığa kavuşturduğu bir konudur. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Allah’ın emriyle bir çok yerde, örneğin, Yevm’ud Dar,

Gadir-i Hum ve hasta yatağında Hz. Ali’nin (a.s) halifelik ve vasiliğini açıkça ifade etmiştir. O halde halifenin tayini meselesini meşveret yoluyla çözmek nasıl mümkündür? Acaba bu iş nas karşısında içtihatta bulunmak, Allah’ın kesin hükmü ve delili karşısında şahsi görüşleri ortaya koymak demek değil midir?

Kur’an-ı Mecid bir ayette bu gerçeğe işaret etmektedir. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) üvey evladı olan Zeyd, eşi Zeynep’i boşayınca Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Allah’ın emriyle Zeyneb’le evlendi.

Bu konu Müslümanlara ağır geldi. Zira cahiliye döneminde oğulluk insanın bizzat kendi evladı hükmündeydi. Dolayısıyla da öz çocuğunun eşiyle evlenmek çirkin ve haram olduğu gibi oğulluğun eşiyle evlenmek de çirkin ve yanlış bir şey olarak telakki ediliyordu.

Onlar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendi görüşlerine uymasını bekliyorlardı. Oysa Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu işi Allah’ın emriyle, hem de yanlış adet ve gelenekleri ortadan kaldırmak için yapmıştı. Şüphesiz Allah’ın emrinin olduğu yerlerde kamuoyuna müracaat etmenin hiç bir geçerliliği yoktur.

Bu yüzden Kur’an-ı Kerim aşağıdaki ayette ilahî emirlerin belli bir görev tayin ettiği hususlarda insanların müdahalede bulunmasını şiddetle kınamış ve şöyle buyurmuştur: “Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman,

iman eden erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah’a ve Peygambere baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.”[49]


ONUNCU BÖLÜM

Sadece Kadıya Gitmeyelim!

Muhacirler ve Ensar’ın ittifaka yakın bir çoğunlukla seçtikleri tek İslam halifesi Müminlerin Emiri Hz. Ali’dir (a.s). İslam hilafeti tarihinde bu iş tümüyle eşi olmayan ve ondan sonra da bir benzeri gerçekleşmeyen bir işti.

Bu arada Muaviye (ki yıllar öncesinden Şam’da hakimiyet ve imparatorluğunun temellerini kurmuş ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine (a.s) karşı çok eskilere dayanan köklü bir düşmanlık beslemekteydi )

Muhacirler ve Ensar’ın Ali’yi (a.s) hilafete seçtiğini duyunca çok rahatsız oldu. İmam’a (a.s) biat etmeye yanaşmadı. O, İmam Ali’ye (a.s) sadece biat etmemekle kalmadı, onu Osman-ı öldürmek ve katillerini desteklemekle suçladı.

Hz. Ali (a.s) Muaviye’yi susturmak ve tüm özür ve bahane kapılarını onun yüzüne kapatmak için mektuplarının birinde Ebu Bekir, Ömer ve Osman’a biat eden kimselerin kendisine de biat ettiklerini, eğer Muhacirler ve Ensar’ın onlara biat etmeleri onların hilafetlerini saygın kılıyorsa bu şartın kendi hilafetinde de varolduğunu hatırlatmıştır.

İşte İmam’ın Mektubunun Metni

“Şüphesiz Ebu Bekir’e, Ömer’e ve Osman’a biat edenler, onlara biat ettikleri şekilde bana da biat ettiler. Orada bulunanların (başkasını) seçme hakkı olmadığı gibi, bulunmayanın da reddetme hakkı yoktur. Şûra, ancak Muhacirler’e ve Ensar’a aittir; onlar, toplanıp birisine uyar ve imam olarak nitelendirirse, bu hoşnut olunan bir iştir.”[50]

Hz. Ali’nin (a.s) bu mektuptan hedefi Muaviye’yi susturmak, her türlü bahane ve garaz yolunu kapatmak ve Kur’an-i Kerim’in tabiriyle en güzel şekilde mücadele etmek içindir.

Zira Muaviye uzun yıllardır Şam bölgesinde önce Ömer’in ve daha sonra da Osman’ın valilik görevini yürütüyordu. Onları Allah Resulü’nün halifesi ve kendisini de halifelerin temsilcisi sayıyordu.

Eğer onların hilafetini sadece Muhacir ve Ensar tarafından seçildikleri için saygın kabul ediyorsa bu seçim İmam Ali (a.s) hakkında da açık ve kamil bir şekilde gerçekleşmişti ve dolayısıyla da birisini saygın kabul edip diğerini reddetmesinin hiç bir makul gerekçesi yoktu.

İmam Ali (a.s) Kur’an-ı Kerim’in emrettiği, “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış”[51] mücadele yoluyla Muaviye’nin kendi hilafetine muhalefetini kınamış ve sözüne şöyle başlamıştır: Ebu Bekir, Ömer ve Osman’a biat eden kimseler bana da biat etmişlerdir. O halde benim hilafetimi neden resmen tanımıyorsun?”

Mücadelenin gerçeği de muhalif tarafın mukaddes ve saygın kabul ettiği şeyi delil olarak ortaya koymak ve onu kendi inançları esasınca mahkum etmektir. Bu esas üzere bu mektup Hz. Ali’nin (a.s) halifenin,


Muhacirler ve Ensar’ın şurası yoluyla seçilmesini yüzde yüz doğru olarak kabul ettiği anlamında değildir. Hz. Ali (a.s) asla halifenin mutlak olarak Muhacirler ve Ensar’ın seçimi ve meşvereti yoluyla seçilmesi gerektiğine ve dolayısıyla imamet meselesinin tayinle değil de, seçimle gerçekleştiğine inanmamıştır.

Eğer İmam Ali’nin (a.s) bu cümleden maksadı bu olsaydı mektubuna üç halifeye biat ile başlamaz belki üç kişinin hilafetini söz konusu etmeksizin sözüne şöyle başlardı:

“Muhacirler ve Ensar bana biat ettiler; onların biat ettiği bir kimse Müslümanların önderidir.” Dolayısıyla Hz. Ali’nin (a.s) sonraki cümlede, “Onlar, toplanıp birisine uyar ve onu imam olarak nitelendirirlerse,


bu hoşnut olunan bir iştir” diye buyurması da muhalif tarafın inançlarını delil olarak göstermek içindir. Allah lafzı Nehc’ul Belağa’nın sahih metnlerinde mevcut değildir. Sadece Mısır baskılarında parantez içinde kaydedilmiştir. (Yani bu Allah lafzının İmam Ali’nin (a.s) mektubunda yer aldığı şüphelidir.) Gerçekte Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Müslümanlar bir ferdi imam olarak seçme hususunda görüş birliği içinde olurlarsa böyle bir iş beğenilmiştir. Yani sizin razı olduğunuz bir iştir ve bu iş benim hakkımda da gerçekleşmiş bulunmaktadır. O halde neden bana biat etme hususunda muhalefet ediyorsunuz?”

Bu hutbeyi Ehl-i Sünnet’in görüşünü ispat için delil olarak kabul eden ilk kimse Nehc’ul Belağa’yı şerh edenlerden olan İbn-i Ebi’l Hadid’dir. İbn-i Ebi’l Hadid mektupta olan delilerden ve Nehc’ul Belağa’daki diğer hutbelerden gaflet ederek bu hutbeyi Ehl-i Sünnetin görüşünün sağlamlığına delil saymış ve Hz. Ali’nin (a.s) bu sözünü onun inancını ortaya koyan ciddi bir şey olarak telakki etmiştir.[52] Şii alimleri ise bu hutbeyi şerh etmek istediklerinde bizim burada ifade ettiğimiz gerçekleri dile getirmişlerdir.

İlginç bir nokta da şudur: Ahmet Kesrevî de bazı yazılarında bu hutbeye sarılmış ve bu hutbeyi Şia inancının temelsiz olduğunun delili kabul etmiştir! Bundan daha ilginç olanı ise,

bu ikisinden sonra onların sözlerini yeniden geviş getirerek yeni bir malmış gibi aldatılmışların pazarına süren kimselerin yaptığı iştir. Onlar her asır ve zamanda Şia’nın, düşmanlarının avucunu açan ve sırlarını ortaya döken koruyucuları olduğunu bilmiyorlar.
2
Ümmetin Önderliği Ümmetin Önderliği



Sadece Kadıya Gitmeyelim!

Verdiğimiz hükümlerde sadece kadıya gitmemeli ve Hz. Ali’nin (a.s) Nehc’ul Belağa’daki diğer sözlerini görmezlikten gelmemeliyiz. Aksine İmam’ın tüm sözlerini üst üste koymalı ve onların tümünden tek bir sonuç elde etmeliyiz.

Bu mektubunda, “Üç halifeye biat eden kimseler bana da biate etmiştir. Muhacirler ve Ensar bir kişinin imamlığı hakkında görüş birliğinde olurlarsa o, cemiyetin lideri olacaktır.

Artık diğerlerinin onu reddetme hakkı yoktur” diyen Hz. Ali (a.s) Şıkşıkıye hutbesinde de halifelerin imameti hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah’a and olsun ki Ebu Kuhafe’nin oğlu,

hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Oysa ilim ve marifet benden akar ve hiç bir kimsenin ilim kuşu benim uçtuğum yerlere uçamazdı. Ben de hilafetle arama bir perde çektim, ondan yüz çevirdim.

Başladım düşünmeye; kırılmış elimle hakkımı almak için atağa mı geçeyim, yoksa kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte zahmetten zahmete düşer.

Gördüm ki sabretmek akla daha yatkın, sabrettim. Ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik. Mirasımın yağmalandığını görüyordum. Ta ki birincisi yolunu tamamlayıp, onu kendinden sonraki falana verdi, gitti ...

Ne kadar ilginç! Yaşarken halkın kendisini bırakmasını isterdi. Ama ölümden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı. Bu iki kişi hilafeti devenin iki memesi gibi kendi aralarında paylaştılar. O hilafeti sert ve kaba bir yere attı…”

Daha sonra da şöyle buyurmaktadır: “Derken o da yolunu katetti ve hilafeti bir topluluğa bıraktı ki benim de o topluluktan biri olduğumu sanıyordu.

Allah'ım sana sığınırım, ne şûraydı bu! Benim hakkımda birincisiyle ne zaman şüphe hasıl oldu ki bu tür kimselere denk tutuldum ben!”[53]

İmam (a.s) mektuplarının birinde de kendi mazlumiyetini ve kendisinden biat alınma tarzını ifşa etmekte ve kendisinin burnuna çubuk geçirilerek sürüklenen deve gibi biat etmek için Ebu Bekir’e biat etmesi için sürüklenerek götürüldüğünü söyleyen Muaviye’nin mektubuna cevap olarak şöyle yazmaktadır: “Burnuna çubuk geçirilerek sürüklenen deve gibi,

biate sürüklendiğimi söylüyorsun. Allah’a and olsun ki, beni kına­mak ister­ken övdün, beni rezil etmek isterken kendin rezil oldun. Bir Müslümanın mazlum olması; dininde şüpheye, yakininde kuşkuya düşmediği müddetçe onun için bir noksanlık değildir.”[54]

Acaba İmam Ali (a.s) kendi mazlumiyetini açıkça beyan ettiği ve kendisinden zorla biat alındığını dile getirdiği halde halifelerin hilafetini resmî olarak kabul edebilir ve o makamın sahiplerini ümmetin imamı ve önderi olarak gidebilir mi? Şüphesiz hayır. Söz konusu mektupta İmam’ın (a.s) maksadı sadece güzel bir şekilde mücadele etmek ve karşı tarafı susturmak olmuştur.

İmam Ali (a.s) kendi valisi Malik Eşter ile birlikte Mısır’a gönderdiği başka bir mektubunda ise şöyle yazmaktadır: “Allah’a and olsun, Peygamber’den (s.a.a) sonra Arabın bu işi Ehl-i Beyt'inden alıp başkasına bırakacaklarını, bana engel olacaklarını aklıma bile getirmedim. İnsanların filana biat etmesi beni sıkıntıya düşürdü!” [55]


ON BİRİNCİ BÖLÜM

Sakife-i Benî Saide’nin Hüzün Verici Macerası ve Ümmetin Cahiliye Dönemine Deri Dönmesi Konusunda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Endişesi

Kur’an ayetleri ve tarihî deliller açık bir şekilde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) İslam toplumunun geleceğinden endişeli olduğunu göstermektedir. Gaybi ilhamlar bir yana, bir takım tatsız olayların gözler önünde meydana gelişi de Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendi vefatından sonra bir gurup veya grupların cahiliye dönemine geri dönmesi ve ilahî sünnetleri unutulmaya terk etmesi ihtimalini zihninde güçlendiriyordu.

Bu ihtimal özellikle de Uhud savaşında (düşman tarafından savaş meydanında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) öldürüldüğü hususundaki yalan haber yayılınca) ashabın geneline yakın çoğunluğunun kaçtığını, dağlara ve uzak bölgelere sığındığını, bazılarının münafıkların reisi Abdullah bin Ubey vesilesiyle kendileri için Ebu Süfyan’dan aman almayı kararlaştırdıklarını gördüğü zaman zihninde daha da bir güç kazanıyordu.

Onların dini inançları o kadar gevşek ve temelsiz bir hale geldi ki, Allah hakkında bile kötü düşünüp cahiliye düşüncelerine kapıldılar. Kur’an-ı Kerim bu sırrı şöyle ifşa etmektedir: “Bir kısmınız da kendi canlarının kaygısına düşmüştü. Allah'a karşı câhiliyye zannı gibi haksız bir zanda bulunuyorlar: "Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı.”[56]

Hakeza Kur’an-ı Kerim başka bir yerde imalı bir şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) ashabının ihtilaf ve parçalanmasını haber vererek şöyle buyurmuştur: “Muhammed (s.a.a) ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah’a hiç bir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir.”[57]

Bu ayetin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabını “cahiliye dönemine geri dönenler” ve “direnenler ve şükredenler” diye ikiye ayırması da o hazretin vefatından sonra da ayrılık ve ihtilafa düşeceklerine işaret etmektedir. Yani bir grubu geriye dönüp cahiliye dönemine geri dönecektir. Diğer bir grubu ise şükredip direnecektir.

Acaba akıl, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) çözülme ve ihtilaf halinde olan böyle bir ümmetini kendi haline bırakmasını, onlar için bir imam, önder, hakim ve yönetici tayin etmemesini mümkün görebilir mi?

Peygamber’in (s.a.a), hatta milli birliğe önem veren kimselerin bile böyle bir grubun toplumsal ve siyasi yaşam dizginlerini onların kendi ellerine vermesi doğru değildir. Toplumun güven ve huzurunu dilemek de toplumun önderinin kendileri için lâyık ve uygun birini seçerek mümkün olduğu kadar toplumu ihtilaf ve ayrılıktan, çözülme ve dağılmaktan kurtarmasını gerektirmektedir.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ümmetinin ihtilaf ve dağınıklığın merkezi olduğunu ve önceki ümmetler gibi parçalanacağını çok iyi bilmektedir. Öyle ki onlar hakkında öngörüde bulunarak şöyle buyurmuştur: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onlardan sadece bir grup kurtuluş ehlidir. Diğer gruplar ise ateşte olacaktır.”[58]

Burada şunu sormak gerekir: “Peygamber bu durumu bildiği ve haberdar olduğu halde nasıl olur da bir çok ihtilaflara son verebilecek bir liderin seçimi konusunu böylesine karmaşık bir topluluğa bırakabilir ve bu yolla ümmet arasında çok geniş ayrılık ve ihtilafların meydana gelmesine izin verebilir?

İslam toplumu o gün her biri farklı istek ve arzulara kapılan farklı guruplardan meydana gelmişti. Ensar’ı Evs ve Hazrec diye bilinen iki meşhur topluluk, Muhacirleri ise Benî Haşim ve Benî Ümeyye kabilelerinin yanı sıra Taym ve Adiyy kabilleri de teşkil ediyordu ve her birisi ümmetin yöneticiliği ve toplumun önderliğinin kendilerine ait olduğunu düşünüyor ve kendi kabile reisinin bu makama lâyık olduğunu zannediyordu.

Acaba böylesine çelişkili grupların varlığıyla ümmetin birlik ve beraberliğinin sağlanabilmesi ve din yolunda Müslümanların kalıcı olmaları ve sapasağlam ayakta durmaları beklenebilir mi? Yoksa her şeyden önce her türlü ihtilaf ve ayrılık sebeplerinin kökünü kazımak ve sonradan böyle bir birliktelik içinde olmak mı gerekiyordu?

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra Müslümanların saflarında ortaya çıkan en büyük ayrılık ve Müslümanların birlik ve beraberliğini bozan en yıkıcı darbe, İslam toplumunun hakimi ve yöneticisi konusundaki görüş farklılığıydı. Eğer Müslümanlar bu konuda ayrılığa düşmeselerdi, bir çok ihtilaflar yöneticilik konusundaki sözbirliği sayesinde ortadan kalkar ve vücuda gelmezdi. Ama bu önemli ve temel konuda ortaya çıkan ihtilaf, bir çok ihtilaf, ayrılık, savaş ve sonradan ortaya çıkan fitnelerin kaynağı oldu ve sonunda tek bir ümmeti çeşitli grup ve topluluklara böldü, bazısını bir biriyle ihtilafa düşürdü ve savaştırdı.


Sakife Ehlinin Mantığı

Kur’an-ı Kerim Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabını, Peygamber-i Ekrem’in vefatından sonra cahiliye düşüncelerine kapılmamaları hususunda tehdit etmektedir.

Sakife-i Benî Saide’de bir araya toplanan grubun macerası incelendiği taktirde o gün gizli kin ve düşmanlıkların nasıl da ortaya çıktığı, yeniden kavmi ve aşiretsel bağnazlıkların ve cahili düşüncelerin Peygamber-i Ekrem’in ashabının sözlerinde kendini gösterdiği açıkça görülecektir. Böylece onlardan bir çoğunun kalbinin derinliklerine İslami terbiyenin nüfuz etmediği, İslam ve imanın, bir çoklarının çirkin cahiliye yüzlerini örtmekten başka bir şey olmadığı açıklığa çıkmış oldu.

Bu tarihi olay incelendiği taktirde, o toplantının, o konuşmaların ve birbirine karşı sert çıkışların hedefinin menfaatçilik ve rant elde etmekten başka bir şey olmadığı açık bir şekilde görülür.

Onlardan her birisi, ümmetin en lâyık insanının giymesi gerektiği hilafet elbisesini kendi üzerine giymeye çalışıyordu. O toplantıda olmayan tek şey İslam ve Müslümanların genel maslahatıydı. Onlar asla akıllıca tedbiri, geniş ilmi, büyük ruhu ve beğenilmiş ahlakıyla İslam’ın kırık gemisini kurtuluş sahiline götürebilecek lâyık bir kişinin arayışı içinde değillerdi.

Sakife olayı incelendiği taktirde, Sakife’yi tertipleyenlerin kendilerinin ve menfaatlerinin dışında bir şey düşünmedikleri her ferdin kendi menfaatlerinin peşinde koşturduğu ve kendi hakimiyetini sağlamaya çalıştığı ispat edilmiş olur.

Şimdi de bu tarihi faciayı inceleyelim:

Henüz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) cesedi yerdeyken ve Benî Haşim ile Peygamber-i Ekrem’in gerçek ashabından bir grup Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) defni konusunda gerekli işlerle meşgul iken, aniden Ensar grubu Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) evinin birkaç adım ötesinde, Sakife-i Benî Said adlı gölgelikte Müslümanların halifesi ve Peygamber’in (s.a.a) vasisini tayin için bir araya toplandılar. Adeta onlar için halife tayin etmek, Peygamberi yıkamak ve def etmekten çok daha önemli bir konuydu!

Ali (a.s) Haşimoğulları’ndan ve Muhacirlerden bir grupla birlikte, evin içinde ve dışında büyük bir sabırsızlıkla kendilerini namaz merasimine ve Resulullah’ı (s.a.a) defnetmeye hazırlarken o anda evin dışında olan Ömer, Ensar’ın Sakife’de toplandığından haberdar olunca, hemen biri vesilesiyle Ebu Bekir’e haber gönderdi ve bir an önce evi terk ederek dışarı çıkmasını istedi. Ebu Bekir Ömer’in kendisini neden çağırdığını bilmediğinden özür dileyerek, “Benim şu anda işim var” dedi.

Ama sonunda Ömer’in ısrarları sebebiyle, evi ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) cesedini terk etmek zorunda kaldı. Ebu Bekir de olaydan haberdar olunca Sakife’ye gitmek dışında her şeyi unuttu ve ikisi birlikte Sakife’ye doğru yola koyuldular. Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı da kendileriyle birlikte götürdüler. Şimdi de iki tarafın tartışmalarını ve ortaya koydukları delilleri dinleyin ve onların hangi mantıkla kendilerini ve kabilelerini hilafete diğerlerinden daha lâyık gördüklerine bakın.

Toplantıda Ensar adına konuşan kimse Sa’d b. Ubade ve Habbab b. Munzir idi. Muhacirler adına konuşanlar ise, Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde idiler. Sonunda Ensar’dan iki kişi de Sa’d bin Ubede’nin işini bozmak için bir konuşma yaptı. Şimdi onların konuşmalarının metni:

Sa’d (Ensar’a hitaben şöyle dedi): “Sizler başkalarının sahip olmadığı bir üstünlüğe sahipsiniz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yıllarca kendi akrabaları arasında insanları tevhid dinine davet etti. Ama az bir grup dışında hiç kimse ona iman etmedi. Onlar da Peygamberi savunacak bir güce sahip değillerdi. Ama siz Ensar ona iman ettiniz.

Onu ve ashabını savundunuz, düşmanlarıyla savaştınız ve sonunda insanlar onun dinini kabul ettiler. Sizin kılıçlarınızla Arap onun karşısında teslim oldu. Peygamber dünyaya gözlerini yumunca sizlerden razıydı ve gözleri sizinle aydındı. Bu yüzden işlerin dizginlerini elinize almanız gerekir. Siz bütün insanlardan bu işe daha lâyık ve uygunsunuz.”[59]

Sa’d’ın mantığı şuydu: “Biz Peygamber’e ve ashabına sığınak verdiğimiz, onu ve ashabını savunduğumuz ve düşmanlarıyla savaştığımız için diğerlerinden bu yöneticilik işine daha layığız.” Şimdi de mecliste hazır bulunan Muhacirlerin onlar karşısındaki mantığının ne olduğuna bir bakalım:

Ebu Bekir: “Muhacirler ona iman eden ilk kimselerdir ve onlar bu faziletle övünmektedirler. Onlar zorluklar ve sıkıntılar karşısında sabrettiler, sayılarının azlığından korkuya kapılmadılar.

Düşmanların eziyetlerini canlarıyla kabullendiler, Peygambere imandan ve dininden el çekmediler. Biz, siz Ensar’ın fazilet ve hizmetlerini inkâr etmiyoruz. Şüphesiz Muhacirlerden sonra sizler diğerlerinden üstünsünüz. Bu yüzden yöneticilik meselesi Muhacirlerin, vezaret ve yardımcılık konusu ise sizlerin olsun. Biz emir olalım, siz ise vezir. Hiç bir işi size danışmadan yapmayalım.”[60]

Muhacirlerin kendilerinin üstün olduğu noktasındaki dayanakları da, Peygamberi tasdik eden ilk kimseler olmaları ve dinine iman etmeleri idi.

Habbab b. Munzir: Ey Ensar grubu! İşlerin dizginlerini elinize alınız. Başkaları sizin kudretiniz sayesinde yaşamaktadır ve size aykırı hareket etmeye hiç kimse cesaret etmemektedir. Sizler daha büyük bir kudret ve topluluk sahibisiniz.

Asla ikilik ve ayrılığa düşmeyin. İkiliğe ve ayrılığa düşmenin sonu helak olmaktır. Eğer Muhacirler hakimiyeti ele almak hususunda ısrar ederlerse, durumu iki emir tayin ederek halletmeye çalışmamız gerekir. Bizden bir yönetici, onlardan da bir yönetici tayin edilsin.”[61]

Ensar’ın bu tartışmadaki mantığı ise sayılarının çokluğu ve kendi cephelerinin çok oluşudur. Onlar şöyle diyorlardı: “Biz güçlü olduğumuz için yönetici de bizim aramızdan seçilmelidir.”

Ömer: “Asla iki kılıç bir kına girmez. Allah’a yemin olsun ki Arap sizin hakimiyet ve yöneticiliğinize teslim olmaz. Allah’a yemin olsun ki peygamberlerinin sizden başkasından olması sebebiyle,

Araplar sizin hakimiyet ve yöneticiliğinize teslim olmaz. Ama Araplar, peygamberlerinin kendi kabilelerinden olan kimselerin, işlerin dizginlerini ele almasına bir ses çıkarmaz. Muhammed’in kurduğu hakimiyette kim bizimle çatışıp savaşabilir. Zira biz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yakınları ve akrabalarındanız.”

Ömer bu konuşmasında, ümmetin yöneticiliği için liyâkatin ölçüsünün Peygamber ile akrabalık olduğunu ifade etmiş ve bu yüzden de Muhacir grubunu ve onların başında da Kureyş’i o makamı elde etmek için daha çok hak sahibi ve lâyık kabul etmiştir.[62]

Habbab b. Münzir yeniden Ensar’ın kudret ve güçlülüğüne işaret ederek şöyle dedi: “Ey Ensar grubu! Ömer’in ve onunla aynı düşüncede olan kimselerin sözlerine kulak asmayın.

Onlar sizi idarecilikten alıkoymak istiyorlar. Eğer kabul etmezlerse, hepsini topraklarınızdan dışarı sürün. Siz bu işe başkalarından daha layıksınız. Zira sizin kılıçlarınız sayesinde başkaları bu dine inanmıştır.”

Ömer: “Allah seni öldürsün!”

Habbab: “Allah seni öldürsün.”

Ebu Ubeyde: (Ensar’a bir tür rüşvet vererek hakimiyetin Muhacir grubuna bırakılmasını önemle vurgulamış ve şöyle demiştir:) “Ey Ensar grubu! Sizler Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) yardım eden ilk kimselersiniz. Dolayısıyla da Peygamber-i Ekrem’in sünnet ve yolunu değiştiren ilk kimselerden olmanız doğru değildir.”

Bu esnada Ensar’dan Sa’d bin Ubade’nin (Sa'd, Ensar’ın yarısının halife adayı idi) amcası Beşir b. Sa’d adında birisi ayağa kalktı ve olayı kendi menfaatlerine tamamlaması beklenirken, bu beklentinin tam aksine Sa’d b. Ubade’ye olan kini ve düşmanlığı sebebiyle kendisi Ömer’in mantığını teyit etti ve akrabalarına dönerek şöyle dedi:

“Muhammed Kureyş’tendir. Onun akrabaları hilafete herkesten daha lâyık ve evladır. Sakın sizin bu konuda onlarla çekiştiğinizi görmeyeyim.”

Taraflar sözlerini ifade ettiler. Ama hiç birisi diğerini ikna edemedi. Bu esnada Ebu Bekir fırsattan istifade ederek, tecrübeli bir diplomat gibi yeni bir sayfa açarak bir adım ileri gitti ve insanların ikisinden birini seçmesi için kendilerine iki kişiyi tanıtmayı kararlaştırdı.

Özellikle de Ensar cephesinde söz birliğinin olmadığını ve Beşir bin Sa’d’ın, Hazrec kabilesinin reisi olan Sa’d b. Ubade’ye muhalefetini görünce bu konuda daha çok kararlık gösterdi.

Bu yüzden özel bir üslupla konuşmasına son verdi ve şöyle dedi: “Sizlerden ihtilaf ve ayrılıktan kaçınmanızı rica ediyorum. Ben sizlerin hayrını diliyorum. Dolayısıyla da sözü kısaltmanızı ve Ömer veya Ebu Ubeyde’ye biat etmenizi istiyorum.”

Ömer ve Ebu Ubeyde şöyle dediler: “Bizim asla senin gibi birisi varken işin dizginlerini ele alma liyakatimiz yoktur. Muhacirler arasında hiç bir fert fazilet hususunda senin makamına ulaşamaz. Sen Peygamber-i Ekrem’in Sevr mağarasındaki arkadaşıydın. Peygamber-i Ekrem’in yerine namaz kıldın. Senin mali durumun bizden daha iyidir. Elini bize ver de sana biat edelim.”

Bu esnada Ebu Bekir konuşmadan ve hiç bir iltifat etmeden hemen elini uzattı ve içinde gizlemiş olduğu sırrı böylece açığa çıkarmış oldu. Dolayısıyla Ömer ve Ebu Ubeyde’yi öne sürmesinde ciddi olmadığı ve sadece bir iltifat ve kendisi için ortam hazırlamak amacını taşıdığı açığa çıkmış oldu.

Ama Ömer biat için Ebu Bekir’in elini sıkmadan önce Beşir bin Sa’d her ikisinden öne geçti ve herkesten önce biat ederek elini sıktı. Ardından bu iki kişi Ebu Bekir’in elini Allah Resulü’nün vasisi olarak sıktılar ve bu esnada Ensar cephesinde Beşir’in konuşmasından beklenilen derin bir bölünme ortaya çıktı ve böylece Ensar’ın geri çekilmesi kesinleşti.

Habbab b. Munzir kendisi de Ensar’dan olan Beşir’in biat etmesine çok öfkelendi ve şöyle feryat etti: “Beşir! Sen nankörlük ettin. Amcanın oğlunu kıskandın, hakimiyetin onun elinde olmasını istemedin.” Beşir şöyle dedi:

“Asla olay dediğin gibi değildir. Aksine Allah’ın Muhacirler için karar kıldığı hak hususunda çatışmak istemedim.”

Evs kabilesinin reisi olan Useyd bin Huzeyr, Hazrec kabilesi hakkında içinde gizlediği eski düşmanlığı ile orada hazır bulunan Evs kabilesinin bireylerine dönerek şöyle dedi: “Kalkınız ve Ebu Bekir’e biat ediniz. Zira eğer Sa’d işin dizginlerini eline alacak olursa, Hazrecliler bizim üzerimizde bir tür üstünlük ve fazilet elde ederler.” Bu yüzden Evs kabilesinin bireyleri de reislerinin emri üzere Ebu Bekir’e biat ettiler.

Bu esnada ruhsal gelişim sahibi olmayan ve koyunlar gibi reislerinin emrine itaat eden topluluk da Ebu Bekir’in halife olarak elini sıktı ve onların izdihamı sebebiyle, Sa’d neredeyse ayaklar altında eziliyordu.

Yabancı birisi şöyle dedi: “Hazrec reisi ayaklar altında kaldı. Onun haline riayet ediniz.”

Ama Ömer bu saygısızlıktan mutlu gözükerek şöyle dedi: “Allah onu öldürsün! Bizim için Ebu Bekir’e biatten daha önemli bir şey yoktur.”

Ömer’in bizzat kendisi de daha sonra Sakife macerasını beyan ederek, Ebu Bekir’e biat sırrını şöyle ifşa etmiştir: “Eğer biz bir sonuca varmadan toplantıyı terk etmiş olsaydık, Ensar’ın bizden sonra görüş birliğine varması ve kendileri için bir lider seçmesi mümkündü.”

Sakife toplantısı Ebu Bekir’in hilafete seçilmesiyle beyan ettiğimiz şekilde sona ermiş oldu ve Ebu Bekir etrafında toplanmış olan Ömer, Ebu Ubeyde ve Evs kabilesinden bir topluluk ile birlikte Allah Resulü’nün mescidine doğru yöneldi. Sa’d da tüm ashabıyla birlikte kendi evine geri döndü.[63]


ONİKİNCİ BÖLÜM

Ensar ve Muhacirlerin Mantığının İncelenmesi

Sakife macerasını dikkatle okuduk. Şimdi de sıra burada ortaya konan dikkate değer mantığı incelemeye gelmiştir. Bu toplantıda dikkat edilmesi gereken hususları birkaç noktada özetlemek mümkündür:

1- Kur’an-i Kerim iman sahibi kimselerin bir araya gelmesini ve kendi sorunlarını ve sorunlar yumağını görüş alış-verişinde bulunarak çözmelerini emretmiştir. İslam’ın bu değerli ve önemli emrinden maksat, akıllı ve hak taraftarı bir grubun, huzur dolu bir ortamda bir araya gelmesi, gerçekleri görerek ve her türlü bağnazlıktan uzak durarak fikir alış-verişinde bulunmak suretiyle hayatlarının yolunu aydınlatmalarıdır.

Acaba Sakife toplantısı böyle bir renk ve şekle sahip bir toplantı mıydı? Acaba gerçekten İslam toplumunun akıllı kimseleri orada bir araya gelmiş ve hilafet düğümünü tartışma yoluyla halletmek mi istemişlerdi, yoksa durum bunun tam tersi miydi?

Bu toplantıda Muhacirlerden sadece üç kişi bulunuyordu. Bu üç kişi başkalarını bir oldu bittiyle karşı karşıya bırakmak için onları bu toplantıdan haberdar kılmamışlardı. Acaba İslam dünyasının Ali bin Ebutalib (a.s), Ebuzer, Selman, Mikdad, Huzeyfe, Ubeyy b. Ka’b, Talha, Zübeyr ve onlarca diğer büyük şahsiyetlerinin olmadığı böyle bir toplantıyı müşavere ve görüş alış-verişi olarak adlandırmak mümkün müdür?

Acaba böyle önemli bir durumda, böylesine kısa bir toplantıyla, o da bağırıp çağırarak, Ensar’ın adayını ayaklar altına alarak yetinmek doğru muydu; yoksa böyle hayati bir olayın birkaç kez üst üste toplanarak ve hem de İslam’ın uygun bir tedbir ve düşünceden nasiplenmiş önemli şahsiyetlerini orada hazır bulundurarak söz konusu edilmesi ve sonunda oy birliği halinde veya çoğunluğun görüşü olarak Müslümanların liderinin seçilmesi mi gerekirdi?

Ebu Bekir’in hilafete seçilmesi hususunda gösterilen acelecilik o kadar temelsiz ve ham bir düşünceden kaynaklanmıştı ki Ömer daha sonraları şöyle demiştir: “Ebu Bekir’in hilafete seçilmesi tesadüften başka bir şey değildi; müşavere ve görüş alışverişiyle seçilmedi; Allah da onun şerrini giderdi. Her kim sizi böyle bir işe davet ederse onu öldürün.”[64]

2- Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da Sakife’dekilerin mantığıydı.

Muhacir grubunun istidlali daha çok iki şey etrafında idi: Birincisi Muhacirlerin Allah ve Resulü’ne iman hususunda öncü olmaları, ikincisi de İslam peygamberleriyle aralarında bulunan akrabalık bağlarıydı. Eğer onların üstünlük sebebi sadece bu iki şey idiyse Ebu Bekir’in, Ömer ve Ebu Ubeyde’nin elinden tutarak sözde hilafeti onlara sunmaması gerekirdi. Zira Medine’de bu ikisinden çok daha önce tevhid dinine yönelen ve Peygamber ile daha yakın akrabalık bağı bulunan kimseler mevcuttur.

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s), Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) herkesten önce iman etmiş ve hatta doğumu anından itibaren, Peygamber-i Ekrem’in terbiyesi altında büyümüştü; akrabalık açısından da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) amcasının oğlu ve damadıydı. Bütün bu özelliklere rağmen, nasıl olur da bu üç kişi sözde hilafeti birbirine sunup sonunda da olayı Ebu Bekir’in lehine tamamlayabilirlerdi?!

Ömer, Ebu Bekir’in üstünlük ölçüsü olarak mal varlığı, Allah Resulü ile Sevr mağarasında birlikte bulunmak ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine namaz kılmak gibi bir takım özellikler sıralamıştır.

Mal zenginliği hususunda ne diyeceğimi bilemiyorum. Sadece şu söylenebilir ki bu mantık, servet çokluğunu üstünlük sebebi olarak kabul eden cahiliye mantığıdır. Müşriklerin Peygamber’e (s.a.a) yaptığı itirazlardan biri de, neden Kur’an-i Kerim’in güçlü ve zengin birine inmediği hususuydu.[65]

Eğer Allah Resulü’yle Sevr mağarasında birlikte bulunmak hilafete liyakat ölçüsü ise, Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) hilafet için daha lâyık ve daha uygundu. Zira o Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yatağında yatmış ve canından geçmişti. Müfessirlerin ittifakıyla da aşağıdaki ayet Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olmuştur: “İnsanlar arasında, Allah’ın rızasını kazanmak için canını verenler vardır. Allah kullarına karşı şefkatlidir.”[66]

Ebu Bekir’in, Resulullah’ın (s.a.a) hastalığı döneminde onun yerine namaz kılmasının da insanı şaşkınlığa düşüren bir kıssası vardır. Evvela, aslında namaz kıldırıp kıldıramadığı konusu belli değildir veya bu işin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izniyle mi, yoksa kendi başına ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bazı eşlerinin işaretiyle mi onun yerine namaz kılmayı üstlendiği de belli değildir. (Bu maceranın detayını da gelecek bölümlerde okuyacaksınız.)

Velhasıl eğer bu delil de İslam ümmetinin hilafeti için liyakat ölçüsü ise, söylemek gerekir ki Peygamber sürekli olarak yolculuk esnasında bir takım kimseleri kendi yerine geçiriyor, işin dizginlerini ve dolayısıyla cemaate namaz kıldırma görevini kendilerine havale ediyordu. Bu tür şahısların adları ve özellikleri Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tarihinde detaylı bir şekilde kaydedilmiştir. O halde nasıl olur da Peygamber-i Ekrem’in yerine namaz kıldıran bunca insan arasında sadece bir kişi, o da sadece bir tek namaz kıldırma sebebiyle Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesi olmaya diğerlerinden daha lâyık olabilir?!

3- Şeriatın temel ve fer’î hükümleri hakkında bilgi sahibi olmak, İslam toplumunun bütün ihtiyaçlarını yakından tanımak ve her türlü hata ve günahtan korunmuş olmak, Allah Resulü’nün yerine geçmenin ve imametin iki temel şartıdır. Oysa Sakife toplantısında sözü edilmeyen ve tartışılmayan tek şey bu ikisi idi.

Acaba bu insanların kavmiyetçilik, akrabalarını gözetme ve diğer boş ölçülere dayanma yerine ilim, bilgi, ismet ve sakınma gibi ölçüleri esas almaları ve Allah Resulü’nün ashabı arasında İslam’ın temel ve fer’î meseleleri hakkında kamil bir ilme sahip olan, hayatının başından o güne kadar hiç bir sürçme görülmeyen kimseyi ümmetin liderliğine seçmeleri daha gerekli ve doğru değil miydi? Onların bu işlerinde kendilerini görme yerine İslam ve Müslümanların maslahatlarını görüşünü göz önünde bulundurmaları daha doğru ve dürüst bir şey değil miydi?

4- Her iki grubun da istidlalde bulunma metodu, onların hilafet ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmekle halka zahiri anlamda hükmetmekten ve yönetmekten başka bir amaçlarının olmadıklarını, Resulullah’ın (s.a.a) diğer makamlarından gaflet ettiklerini ve ona asla teveccüh etmediklerini göstermektedir. İşte bu esas üzere Ensar, topluluklarının çokluğu ve kabile güçleriyle övünmüş ve kendilerini başkalarından bu işe daha lâyık görmüşlerdi.

Gerçekten de Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Müslümanların önderiydi. Ama bu makamın yanı sıra Ensar ve Muhacirlerin adaylarında asla mevcut olmayan bir takım makam ve faziletlere sahipti. Zira Peygamber şeriatı ifade eden, asli ve fer’i hükümlerini açıklayan ve masum ve günahlar karşısında korunmuş birisiydi. Nasıl olur da bunlar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesini seçme makamında o hazretin manevî ve ruhî boyutlarını teşkil eden ve insanlık toplumunda üstün olmak ve yönetme sebebi olan bu özelliklere teveccüh etmemiş ve konuyu sadece zahirî hakimiyet penceresinden ve genelde servet, kudret ve kabile ilişkilerine dayalı olan siyasî yöneticilik açısından incelemişlerdir?!

Bu gaflet ve görmezlikten gelmenin sebebi açıktır. Zira eğer İslami hilafete bu bakış açısıyla yaklaşacak olsalardı, kendilerinden her türlü salahiyeti kaldırmaktan başka bir sonuca varamazlardı.

Çünkü onların İslam’ın temel ve fer’î hükümleri ile tanışıklıkları çok azdı. Öyle ki Ebu Bekir’in adayı (Ömer) Sakife toplantısı teşkil etmeden birkaç dakika önce Peygamber-i Ekrem’in (a.s) öldüğünü inkar etmiş ve dostundan işittiği bir ayet sebebiyle[67] inkarından vazgeçmiştir. Bundan da öte; onların gerek yöneticilikten önce ve gerekse de yöneticilik dönemindeki sayısız hata ve sürçmeleri herkes için açık olan bir husustur. Buna rağmen ilim, bilgi, takva, sakınma, ruhî ve manevî kemaller, ilahî korunma ve masumiyet esasına dayalı olan bir hakimiyeti nasıl vücuda getirebilirlerdi?


Hz.Ali(a.s) Sakife Ashabının Mantığını İnceliyor

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Sakife’de hazır bulunan Ensar ve Muhacirlerin mantığını şu şekilde incelemektedir: Biri Hz. Ali’nin (a.s) evine girip Sakife olayını kendisine anlattı. Ensar ve Muhacirden olan o iki grubun kendilerini hilafete lâyık ve uygun gördüğünü aktardı. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Neden Ensar’a şu cevabı vermediniz:

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Onların iyilerine iyilik edin ve kötülerinin günahını bağışlayın!” Eğer hilafet ve riyaset meselesi onlara ait olsaydı onları başkalarına tavsiye etmez belki diğerlerini onlara tavsiye ederdi ve böyle bir tavsiye onların hakimiyet ve yöneticilikten mahrumiyetinin en açık göstergesidir.”

Hz. Ali (a.s) daha sonra şöyle sordu: “Kureyş hangi esas üzere kendilerini hilafete lâyık gördüler?” Adam şöyle dedi: “Onlar da şöyle diyorlardı: “Biz Allah Resulü’nün (s.a.a) şeceresiyiz ve onunla aynı kabiledeniz.” Ali (a.s) o zaman şöyle buyurdu: “Onlar da şecereyi* delil olarak gösterdiler; ama meyvesini zayi ettiler. Eğer onlar bir ağacın (şecere) dallarından oldukları için tümüyle hilafete lâyık olmuş olsalardı ben o ağacın meyvesi ve Resulullah’ın (s.a.a) amcasının oğluyum. O halde neden hilafet bana ait olmasın?”[68]

Hz. Ali’nin (a.s) Hilafete Kendisinin lâyık Olduğu Hususundaki Mantığı

Sakife acı verici bir şekilde sona erdi. Ebu Bekir zafere ermiş bir edayla toplantıdan ayrıldı. Bir grup onun etrafını sarmış ve insanlara şöyle diyorlardı: “Allah Resulü’nün halifesine biat edin.” Biatin genelleşmesini sağlamak için insanların ellerinden tutuyor ve biat etmeleri için Ebu Bekir’in eline doğru çekiyorlardı.

Şu anda ifade etmekten mazur olduğumuz içler acısı bir takım olaylardan sonra Hz. Ali’yi (a.s) biat etmesi için camiye getirdiler. İmam (a.s) hilafete kendisinin lâyık olduğunu ispat etmek için Semavî Kitap ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sünnetleri hakkındaki geniş ilmine, ümmeti adalet üzere yönetme hususundaki ruhsal gücüne dayanarak şöyle buyurdu: “Ey Muhacir topluluğu! Hz. Muhammed’in temelini attığı hakimiyeti onun ailesinden ayırıp kendi evinize götürmeyin.

Allah’a andolsun ki biz Peygamber-i Ekrem’in Ehl-i Beyti ve bu işe herkesten daha lâyıkız. Bizim aramızda Kur’an-ı Kerim’in anlamlarını hakkıyla bilen kimseler vardır. Onlar dinin temel ve fer’i hükümlerini çok iyi bilirler. Allah Resulü’nün sünnetine tümüyle aşinadırlar; İslam toplumunu çok iyi yönetebilir ve fesatların önünü alabilirler.

Ganimetleri adil bir şekilde ümmet arasında paylaştırabilirler. İslam toplumunda böyle bir kişi varken başkalarına sıra gelmez. Böyle bir kimse nübüvvet hanedanı dışında bir yerde mevcut değildir. Sakın nefsani istek ve arzularınıza uymayınız. Aksi taktirde Allah’ın yolundan saparak hak ve hakikatten uzaklaşmış olursunuz.”[69]

Şianın naklettiği rivayetler esasınca Müminlerin Emiri Ali (a.s), Haşimoğulları’ndan bir grupla birlikte Ebu Bekir’in yanına vardı ve hilafete kendisinin lâyık olduğunu önceki ifadelerde olduğu gibi Allah’ın Kitabı ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sünneti hususundaki derin ilimleri İslam’daki geçmişi, Allah yolunda cihadı, beyan ve açıklamada fesahatı, cesaret ve ruhsal korkusuzluğu yoluyla delillendirdi ve şöyle buyurdu: “Ben Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hayatı döneminde ve de vefatından sonra bu makamı elde etmeye daha lâyığım.

Ben Peygamber’in vasisi, veziri, sırlarının hazinesi ve ilimlerinin mahzeniyim. Ben Sıdık-i Ekber ve Faruk-i A’zem’im. Ben peygambere iman eden ve onu bu yolda tasdik eden ilk kimseyim. Ben müşriklerle cihatta en çok dirençli, Allah’ın Kitabı ve Peygamber’in sünneti hususunda en bilgili, dinin temel ve fer’î konularında en bilgili, konuşmada en fasih ve zorluklar karşısında sizin en güçlü ve cesur olanınızım. O halde neden bu miras hakkında benimle savaşa ve çatışmaya kalkışıyorsunuz?”[70]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) hutbelerinin birinde yine hilafetin ilahî hükümleri en iyi bilen ve memleket işleri hususunda ümmetin en güçlüsü olan kimseye ait olduğunu dile getirmektedir.

“Ey insanlar! Bu işe (hakimiyet işinde) insanların en uygunu; bu işte en güçlü olan ve Allah’ın emirlerini bu konuda en iyi bilendir. Fitne çıkarandan hakka dönmesi istenir. Kabul etmezse onunla savaşılır.”[71]

Bu sadece Ali’nin mantığı değildir. Hz. Ali’nin (a.s) muhalifi olan bir grup da vicdanlarıyla konuştukları zaman Ali’nin (a.s) hilafete lâyık olduğunu itiraf etmekte ve birini ondan öne geçirmekle hakikati ayaklar altına aldıklarını idrak etmektedirler.

Ebu Ubeyde Cerrah Ali’nin Ebuekir’e biat etmekten çekindiğini görünce İmam’a dönerek şöyle dedi: “Yöneticiliği Ebu Bekir’e bırak. Eğer hayatta kalırsan ve uzun bir ömürden nasiplenmiş olursan sen yöneticiliğe herkesten daha layıksın. Zira üstün melekelerin, güçlü imanın, geniş ilmin, gerçekleri görmen, İslam’daki önceliğin, Peygamber ile akrabalık ve damatlık ilişkilerin herkesin kabul ettiği ve bildiği bir gerçektir.”[72]


ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Namazda İmamlık Etmek Liderliğin Şahidi Olamaz

Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra ümmetin rehberliği konusunun akait ve mezhep imamları arasında tartışıldığı on dört asır boyunca hiçbir araştırmacının, Ebu Bekir’in hilafetini Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tayini üzere tevil ettiği ve, “Allah Resulü (s.a.a) Ebu Bekir’in önderliğini kendi hayatı dönemimde insanlara tavsiye etmiştir” dediği görülmemiştir.

Ehl-i Sünnet alimlerinin Ebu Bekir’in hilafeti hakkındaki delileri tümüyle Muhacir ve Ensar’ın kendisine biat etmesi ve onun hilafeti hakkında görüş birliğinde olmalarıdır. Onun liderliğinin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tayini esasına dayanmadığı gerçeği ise bizzat Ebu Bekir ve taraftarlarının Sakife toplantısındaki söylemiş olduğu sözlerinde tüm açıklığıyla görülmektedir; çünkü eğer onun liderliği hususunda Peygamberden (s.a.a) bir nas ve delil gelmiş olsaydı o asla Sakife günü Ömer ve Ebu Ubeyde’nin elinden tutmaz ve, “Ben sizin için bu iki kişiden razıyım” demezdi.

Hakeza, Ebu Bekir’in liderliği hususunda semavî vahiy yoluyla da bir nas ve delil inmiş olsaydı asla Sakife toplantısında Kureyş’in Peygamber ile olan akrabalığı ve onların İslam’daki önceliği deliline dayanılmaz veya aynı fikirleri taşıyan dostu (Ömer), halifenin ortaya koyduğu delilleri kendisinin Sevr mağarasında Peygamber (s.a.a) ile yoldaşlığı veya Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine namaz kıldırması delili ile güçlendirmeye çalışmazdı.

Bizzat Ebu Bekir Sakife günü Ensar’ın adayını eleştirerek şöyle demiştir: “Arap toplumu, yaşam muhiti ve soy açısından diğerlerinden üstün olan Kureyş’ten başkasının hilafetini doğru görmez.” Eğer kendisinin hilafeti konusunda Allah Resulü’nden bir tek kelime ifade edilmiş olsaydı bu gevşek deliller yerine ona sarılması ve şöyle demesi gerekirdi: “Ey İnsanlar! Peygamber falan gün ve falan yıl beni Müslümanların önderi ve lideri olarak seçmiştir.”

Çok ilginç doğrusu! Onun liderliğinin Peygamber-i Ekrem (s.a.a) tarafından tayinle olduğunu söylemek nasıl mümkündür? Oysa bizzat kendisi hasta yatağında, “Keşke Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) hilafet ve ümmetin rehberliği konusunun kime ait olduğu sorsaydım” diye arzu etmişti.

İslam’ın meşhur tarihçisi Taberi bu olayı detaylı bir şekilde naklederek şöyle demektedir: “Ebu Bekir hasta yatağına düşünce Kureyş’in meşhur zengini Abdurrahman bin Avf onu ziyaret etti. Bir dizi iltifat ve konuşmalardan sonra Ebu Bekir büyük bir üzüntüyle oradaki topluluğa dönerek şöyle dedi: “Rahatsızlığım yaptığım üç şeyden kaynaklanmaktadır. Keşke onları yapmasaydım. Diğer üç şeyden de endişe ediyorum; keşke onları da Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sorsaydım. Yapmamayı arzu ettiğim şu üç şey şunlardı:

1- Arzu ediyorum ki keşke her ne kadar savaş ve cedelleşmeye sebep olsa da Fatıma’nın evini açmasaydım.

2- Arzu ediyorum ki keşke Sakife günü liderlik yükünü yüklenmeseydim. Onu Ömer’in veya Ebu Ubeyde’nin omuzlarına atsaydım ve kendim ise sadece müşavere ve vezaret makamını seçseydim.

3- Arzu ediyorum ki keşke bir haydut olan İyas bin Abdullah’ı ateşte yakmasaydım da onu kılıçla öldürseydim.

“Keşke Allah Resulü’nden (s.a.a) sorsaydım” dediğim şeyler ise şunlardır:

1- Keşke Müslümanların liderlik ve önderlik makamının kime ait olduğunu ve hilafet elbisesinin kimin bedenine dikildiğini sorsaydım.

2- Keşke Ensar’ın bu konuda hakkı olup olmadığını sorsaydım.

3- Keşke hala ve kız kardeşin kızının miras hakkını Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sormuş olsaydım.”[73]


Ebu Bekir’in Namazda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Yerine Geçmesi

Bazı Ehl-i Sünnet alimleri Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölüm döşeğinde iken Ebu Bekir’in Peygamber-i Ekrem’in yerine namaz kıldırmasını büyük bir özen ve itina ile nakletmekte ve bu yolla Ebu Bekir için büyük bir fazilet veya hilafeti hususunda bir senet ortaya koymak istemişlerdir. Onlar aslında bu çabalarıyla şöyle demek istemişlerdir: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onun namaz kıldırmada kendi yerine geçmesinden hoşnut olmuşsa Müslümanlar da dünyevi bir iş olan hilafet ve liderlik hususunda ondan daha iyi bir şekilde razı olmak zorundadırlar.

Bu delil bir çok açıdan reddedilmiştir:

1- Tarih açısında Ebu Bekir’in namazda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmesinin bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izniyle olduğu kesinlikle sabit değildir. Dolayısıyla da onun kendiliğinden veya bazılarının işaretiyle bu işi yaptığı uzak bir ihtimal değildir. Bu işi teyit eden konulardan biri de Ebu Bekir’in bir defa daha Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izni olmadan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerinde durup namaz kıldırmak sorumluluğunu üstlenmiş olmasıdır.

Ehl-i Sünnet dünyasının meşhur muhaddisi Buharî kendi Sahih’inde şöyle nakletmektedir: “Bir gün Peygamber, Benî Amr bin Avf kabilesine doğru gitti. Namaz vakti olunca Ebu Bekir Peygamber-i Ekrem’in yerine namaza durup cemaat imamlığını üstlendi. Peygamber mescide gelip namazın başladığını görünce Müslümanların saflarını yarmak, mihrapta durmak, namazda imamlığı üstlenmek ve Ebu Bekir’in geriye giderek sonraki safta yer almasını sağlamak zorunda kaldı.”[74]

2- Ebu Bekir Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) emriyle onun yerine namaz kıldırmış olsa bile, yine şöyle demek gerekir: Onun namazdaki liderliği asla İslami hilafet ve liderlik gibi çok önemli ve tehlikeli bir işi üstlenebilme salahiyetinin delili olamaz.”

Zira namazda imamlık için doğru bir kıraat sahibi olmak ve namazın hükümlerini bilmek dışında bir şart söz konusu değildir. (Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşüne göre hatta adalet sıfatı bile gerekli değildir.) Ama İslami liderlik meselesinin çok önemli bir takım şartları vardır ve onların hiç birisi namaz için imamlık yapacak kimsede gerekli ve lazım sayılmamıştır. Örneğin:

- Şeriatın bütün temel ve fer’î hükümlerini bilmek,

- Müslümanları ilahî hüküm ve hadler esasınca idare edebilme gücüne sahip olmak,

- Günah ve hatadan korunmuş olmak...

Namazda imamlığı Müslümanların liderliğine delil sayanların ifadesinden de anlaşıldığı üzere, onlara göre imamlık makamı çok küçük bir makamdır. Onlar imamlık ifadesinden sıradan bir yöneticilikten başka bir şey anlayabilmiş değillerdir. Bu yüzden de şöyle demektedirler: “Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’i dini bir iş için seçmişse biz de dünyevi bir iş olan liderliğinden hoşnut olmamız gerekir.

” Bu cümleyi ifade eden kimsenin İslami liderlikten sadece yüzeysel bir anlam çıkardığı ve dünyadaki sıradan tüm liderlerde bulunan özellikleri kastettiği anlaşılmaktadır. Oysa daha önce de hakkında kısaca bilgi vermeye çalıştığımız gibi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesi zahiri hakimiyet ve ülke liderliğini idare etmenin yanı sıra, sıradan liderlerde olmayan bir takım manevi makamlara da sahiptir.

3- Ebu Bekir’in cemaat namazında imamlığı eğer Peygamber-i Ekrem’in emriyle olmuşsa o halde Peygamber (s.a.a) neden bir elini Hz. Ali’nin (a.s) ve diğer elini ise Fazl bin Abbas’ın omuzuna bırakarak atarak yürüdüğü o ateşli ve hastalıklı durumuna rağmen mescide girmiş, Ebu Bekir’in kenarında durarak namaz kıldırmaya başlamıştır?! Zira böyle bir amel Ebu Bekir’in namaz kıldırmak üzere görevlendirilmesiyle bağdaşmıyor.

Gerçi Ehl-i Sünnet alimleri Peygamber-i Ekrem’in namaza katılmasını şöyle tevil etmişlerdir: Ebu Bekir Peygambere, insanlar ise Ebu Bekir’e uymuşlar ve bu şekilde namaz kılmışlardır. [75]

Açıkça görüldüğü üzere bu tevil, doğru bir düşünceden ve kabulden çok uzak bir tevildir. Zira eğer durum böyle olsaydı Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ellerini kuzenlerinin omuzuna atarak o ateşli ve hasta haliyle mescide gidip namaza durmasına gerek kalmazdı. Dolayısıyla olayın doğru yorumu şudur: Peygamber (s.a.a) bu ameliyle Ebu Bekir’in imametini ortadan kaldırmak ve namazda imamlığı bizzat üstlenmek istemiştir.”

4- Bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre Ebu Bekir’in imamlığı bir defadan fazla gerçekleşmiştir. Dolayısıyla onların tümünün Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izniyle olduğunu iddia etmek zor ve karmaşık bir olaydır;

çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hastalığının başında sancağı Usame bin Zeyd’e vermiş ve herkese Rumlarla savaş için Medine’yi terk etmesini emretmişti. Bu grubun gitmesi hususunda çok büyük bir ısrarda bulunmuş ve defalarca şöyle buyurmuştur: “Usame’nin ordusunu techiz edin; hazırlayın.” Aynı şekilde Usame’nin ordusuna katılmaktan sakınanlara da lanet etmiş, onlar için Allah’ın rahmetinden uzak kalmalarını talep etmiştir.”[76]

5- Tarihçilerle muhaddislerin de kabul ettiği üzere Ebu Bekir namazda imamlık makamını üstlenmek istediği an Peygamber, Ebubekir’in kızı Aişe’ye şöyle buyurmuştur: “Sizler Yusuf’un etrafına toplanan Mısırlı kadınlar gibisiniz.”

Şimdi bu cümleden maksadın ne olduğunu anlamaya ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hedefini tesbit etmeye çalışalım:

Bu cümle, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Aişe’yi kınarken onun Mısırlı kadınlar gibi hıyanette bulunduğunu ortaya koyuyor. Onlar en azından Züleyha’yı Aziz’e hıyanet etmeye teşvik ediyorlardı. Burada düşünülmesi mümkün olan hıyanet ise Aişe’nin, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izni olmadan babasına, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerinde durup namaz kıldırmasını haber göndermesidir.

Ehl-i Sünnet alimleri Peygamber-i Ekrem’in bu cümlesini tefsir ederek şöyle demişlerdir: “Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’in kendi yerine namaz kıldırması hususunda ısrar ediyordu; ama Aişe bundan razı değildi.

Zira o şöyle diyordu: “İnsanlar bu işten dolayı kötü tahminlerde bulunur, Ebu Bekir’in namazdaki imamlığını Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölümünün göstergesi kabul edebilir ve böylece onun Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölümünü haber verdiğini düşünebilirler.” Acaba bu tefsir Resulullah’ın (s.a.a) yaptığı şeylerle (mescide gelmesi ve cemaat imamlığını bizzat üstlenmesi ile) bağdaşıyor mu?

Burada sözü kısa tutmak ve bu yorumun sıhhati ve doğruluğu hususunda hüküm vermeyi okuyuculara bırakmak istiyoruz.


ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Yöneticilik Manevî Önderlikten Ayrı Değildir

Hiç şüphesiz Peygamber-i Ekrem (s.a.a) insanların hakimi, yöneticisi ve cemiyetin başkanı olmakla birlikte, aynı zamanda onların ruhani önderi ve manevi rehberi idi.

Kur’an ayetleri, İslami metinler ve kesin tarihin de ifade ettiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği günden itibaren İslami devletin temellerini atmış, gerçek bir yöneticinin üstlendiği işlerin tümünün sorumluluğunu üstlenmişti. Kendisinin de başında bulunduğu siyasî, toplumsal ve İslam toplumunun ekonomik işlerinin bir bölümünü lâyık ve uygun kimselere bırakmıştı.

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Allah tarafından yönetici seçilişinin nişane ve alametleri burada yansıtabileceğimiz kadar bir iki tane değildir. Ama değerli okuyucuların bu konuya dikkatini çekmek için bu nişanelerden bazısına işaret etmek istiyoruz:

1- Kur’an-ı Mecid Peygamber’in (s.a.a) Müslümanlar’ın kendi canlarından onlara daha evla ve hak sahibi olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Peygamber (s.a.a) müminlere kendi nefislerinden daha evladır.”[77]

2- Kur’an-ı Mecid, Peygamber’i (s.a.a) Müslümanlar arasında ilahî kanunlarla hüküm vermesi için hakim ve hakem tayin etmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların heva ve heveslerine uyma.”[78]

3- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) sadece insanlar arasında hakemlik ve yöneticilik etmekle kalmıyor, fethettiği her noktaya hemen lâyık birini yönetici olarak, diğer birini hakim ve hakem olarak ve üçüncü bir kimseyi de kendilerine Kur’an-i Kerim’i ve ilahî hükümleri öğretmesi için öğretmen olarak tayine diyordu. Bazen de her üç makam için bir kişi tayin ediyordu.

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bizzat kendi zamanında Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s), Abdullah bin Mes’ud, Ubey bin Kaab, Zeyd bin Sabit vb. kimseler de yargı ve hakemlik işini yürütüyorlardı.[79]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Mekke ve Yemen’i fethedince Attab bin Useyd’i Mekke, Bazan’ı da Yemen valiliğine atadı.

“et-Teratib’ul İdariye” kitabının yazarı Abdulhayy Kettanî Peygamber (s.a.a) tarafından farklı bölgelerde İslam’ın iktisadî, siyasî ve toplumsal işlerini elinde tutan Müslüman yöneticilerin listesini çıkarmıştır. Bu kitabı okumak da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) temelini attığı İslam devletinin biçimi hususunda bizleri az da olsa aydınlatacaktır.[80]

İslam, tevhid dinini yaymak, cihad ile ilgili kanunlar yasamak, Müslümanlar arasında savaş ve savunma tekniğinin gelişmesinin gereğini tavsiyede bulunmak yolunda çaba ve cihada davet ederek, aynı zamanda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yirmi yedi savaşa bizzat katılması ve elli beş seriyye[81] için komutanlar tayin etmesi hakimiyetinin gerçek şeklini gözler önüne sermiştir.

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) davetinin Mesih’in (a.s) daveti gibi sadece manevi ve ruhsal bir davet olmadığını, Peygamber-i Ekrem’in önderliğinin sadece dinin hükümlerini irşat, öğüt ve vaaz ile tebliğ ve beyan etmekten ibaret olmadığını, aksine onun manevi irşat ve davetinin, taraftarlarını düşmanlarını tehlikesinden koruyacak, kitabını ve dinini onların her türlü tahrifinden uzak tutacak ve insanlık toplumunda semavî kanunları yürürlüğe koyabilecek güçlü bir hakimiyetin tesisiyle birliktedir.

İslam’ın devlet gelirleri (enfal ve benzeri) ve milli gelirleri (zekat, hums ve benzeri) hakkındaki ekonomik düzenlemeleri de İslam’ın, insanların toplumsal hayatının tüm alanlarında görüş belirten toplumsal, kamil ve kapsamlı bir devlet sistemi olduğunun en açık şahididir. Dolayısıyla İslam sadece haftada bir defa düzenlenen bir dizi için boş dinî merasimlerle yetinmemiştir.

Elbette bu da Hz. Mesih’in (a.s) gerçek dininin temelinin sadece bundan ibaret olduğu anlamına gelmez. Aksine Hıristiyan olduğunu iddia eden diktatörler Kayser ve papa kılığında, tedrici olarak Mesih’in (a.s) dinini bu şekle sokmuş, onun dinini toplumsal sahanın dışına itmişlerdir. Oysa peygamberlerin bir çoğu o makama sahip kimselerdi.

Kur’an-ı Mecid Hz. Lut ve Hz. Yusuf (Peygamberimize, Ehl-i Beyt’ine ve onlara selam olsun) hakkında tam bir açıklıkla şöyle buyurmaktadır: “Biz onlara hakimiyet ve yöneticilik verdik.”[82]

Nitekim Yusuf (a.s) da Allah’ın dergahına şükürde bulunarak şöyle buyurmuştur: “Rabbim! Şüphesiz sen bana mülk ve yöneticilik verdin.”[83]

Kur’an-ı Kerim Hz. Davud’un hakimlik ve yöneticiliği ile Hz. Süleyman ve Talut’un yöneticilik ve hakimiyeti hakkındaki ayrıcalıkları hakkında açıklamada bulunmuş,[84] bu yolla semavî peygamberleri ilahî hakimiyetin kurucuları ve gaybî emirlerin icra edicileri olarak tanıtmıştır.

İslami hakimiyetin icra temellerinden biri olan iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın geniş bölümlerin, hakezâ, İslam’ın muamelat, had, diyet ve diğer fıkhî bablarındaki İslamî kanunların tamamının incelenmesiyle de Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) temelini attığı İslami hakimiyet metodu herkes için apaçık bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Bu konu oldukça açıktır bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hayatı, halifelerin hakimiyet dönemi ve özellikle de Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) ilahî hakimiyet dönemi bunun apaçık şahididir. Bütün bunlar bizi bu konuda açıklama yapmaktan müstağni kılmaktadır.
Hükümleri Beyan ve İnsanları İrşad Etme Makamı

Siyasî yöneticilik ve hakimiyet makamından bir adım ileri geçecek olursak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ilahî hükümlerin beyan edicisi, semavî kanunların ve Kur’an ayetlerinin hedeflerinin açıklayıcısı olduğunu da açıkça görürüz.

Kur’an-ı Mecid aşağıdaki ayette Peygamber’i Semavî Kitabın yüce anlamlarını beyan edici olarak tanıtmaktadır: “Sana da, insanlara gönderileni beyan edesin diye Kur’an-i Kerim’i indirdik.”[85]

Ayet, “li-tubeyyine” (beyan edesin diye) lafzının da tanıklık ettiği üzere açık bir şekilde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), Kur’an ayetlerini tilavet etmenin yanı sıra ayetlerin anlam ve mefhumlarını da izah etmekle görevli olduğunu açıkça beyan etmektedir. Eğer Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) görevi sadece Kur’an ayetlerini okumak olsaydı “li-tubeyyine” lafzının yerine, “li-tukrie” veya “li-tutliye” diye buyururdu.

Evet Resulullah (s.a.a) Kur’an-ı Kerim’in hükmü gereğince Semavî Kitabın öğretmeni ve ilahî hikmete dayalı emirlerin öğreticisi idi. Nitekim Kur’an şöyle buyurmuştur: “Ders okumamış kimseler arasından, kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur.”[86]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) kendi hayatı döneminde bu iki makama (yöneticilik, hükümlerin icrası, irşat ve hükümlerin tebliği makamına) sahipti. Şüphesiz Peygamber vefat ettikten sonra da İslam toplumunun bu iki makamla ilgili işleri idare edebilecek birine ihtiyacı yine devam etmekteydi.

O halde şimdi de kimin bu iki makama özgü şartlara sahip olduğuna ve bu iki husustaki işleri idare edebileceğine kısaca bir bakalım:

Açıkça bilindiği üzere hükümleri beyan etmek, insanları Allah’ın helal ve haramlarını göstermek ve insanların ahlaki faziletler ve insani karakterler hususundan rehberlik atmak, tek bir ifadeyle dinî önderlik ve manevi işlerin idaresi, masumiyet, her türlü hata ve günahtan korunmuş olma ve geniş bir ilim sahibi olmanın ipoteğindedir.

Zira insanların mutlak hakiminin söz ve davranışlarının, kendilerine hidayetçi ve kılavuz olacakları bir tarzda liderliği, mutlak bir iffet ve takva sahibi (ki bunu masumiyet olarak adlandırmakta), hakezâ geniş ve yaygın bir ilim sahip olmasını gerektirmektedir. Başka bir tabirle, İslam toplumunun lideri, dinin temel ve fer’î hükümlerini kamil bir şekilde bilmelidir. Aksi taktirde insanlar arasında mutlak bir önder ve ilahî bir yönetici olamaz. İleride de ispat edileceği üzere masumiyet olmaksızın mutlak bir liderlik asla gerçekleşemez.

Kura’n-ı Kerim Talut’un Allah tarafından yönetici olarak seçilmesinin sebebinin iki şey olduğunu beyan etmektedir:


1-İlim ve bilgi açısından üstünlük,

2- Cisim açısından güçlülük. Böylece lider bu güç sayesinde gece gündüz dur-durak bilmeden insanlar için çalışacak ve yöneticilik yükünü omuzlayacaktır. (Yöneticilerde bu son şartın varolmasının gereği tarih boyunca tecrübelerle sabit olmuştur. Öyle ki, bu iş bir deyim haline gelmiş ve şöyle denmiştir: “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.”

Şimdi de şu ayetin metnine teveccüh ediniz: “Doğrusu Allah size onu seçti, bilgice ve vücutça gücünü artırdı.”[87]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bir grup asker ve komutanlarının arasında konuşarak onları Allah yolunda cihada davet ederek İslam toplumunu her yönüyle idare etmek hususundaki liyakat ve salahiyetini göstermek için yukarıda zikredilen ayeti delil olarak göstermiş ve şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Allah’ın peygambere indirdiği Kur’an’a uyunuz ve ondan öğüt alınız.

” Kur’an-i Kerim’de de okuduğumuz üzere İsrailoğullarında bir grup Musa vefat ettikten sonra peygamberlerinden; Allah’tan kendilerine Allah yolunda cihat etmeleri için bir yönetici tayin etmesini istediler. Allah yönetici olarak onlar için Talut’u gönderdi. Ama İsrailoğulları bu yükün altına girmediler ve onun bu iş için liyâkati hakkında şüphe ve tereddüt içinde kaldılar. Allah, Peygamber’ine, onlara Talut’un ilim ve bedensel güç açısından üstün oluşu sebebiyle o makam seçildiğini söylemesini emretti.

Ey insanlar! Kur’an-i Kerim’in bu ayetlerinde sizler için ibret ve öğütler saklıdır. Allah cihad edebilecek bedensel bir güce ve ilime sahip olduğundan ve kendilerinden bu sebeple üstün olduğundan dolayı Talut’u onlara yönetici kıldı.[88]

İmam Hasan-i Mücteba (a.s) da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehli Beyti’nin (a.s) hilafet hususundaki liyakat ve salahiyetini ispat etmek için onların hükümler ve ümmetin ihtiyaçları hususundaki ilmine dayanarak şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Ümmetin önderleri biz Ehl-i Beyt’tendir. Bizden başka hiç kimse Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçme liyakatine sahip değildir. Allah, Kur’an, Peygamber’i (s.a.a) vesilesiyle bizleri bu makama lâyık görmüştür. Zira ilim ve bilgi bizim yanımızdadır. Biz kıyamet gününe kadar olabilecek her türlü olaydan ve hatta birinin bedeninde ortaya çıkan sıyrıktan bile haberdarız.[89]


Bu İki Makamı Birbirinden Ayırmak Doğru Değildir

Yöneticilik makamını manevi rehberlik makamından ayırmak bugünkü Ehl-i Sünnet alimlerinin düşüncesinin bir ürünü değildir. Bilakis çok eski bir geçmişse sahiptir.

Bunun açıklaması ise şudur: Sakife macerası sona erdi ve Ebu Bekir işlerin dizginlerini ele alarak yöneticilik makamını zahiri olarak işgal etti. Allah Resulü’nün ashabından bir grup, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) hilafet makamından alıkonmasına öfkelenerek rahatsız oldular. Zira henüz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Tebük savaşı[90] için Medine’den çıkarken, Gadir günü[91] ve hasta yatağında[92] söylemiş olduğu sözleri kulaklarında yankı yapıyordu.

Bu açıdan hiç bir kastı olmayan bir grup, hilafet makamının gasbedilmesine ve hem de rezil bir şekilde tertiplenerek işgal edilmesine öfkelenmiş ve kendilerini hiç bir tarafa bağlı görmeksizin halifenin yanına giderek onu Ali (a.s) hakkında soru yağmuruna tuttular. Halife ve kendisi ile aynı düşüncede olan kimseler verebilecekleri doğru dürüst bir cevap olmadığı için bu iki makamı ayırma silahına sarılarak şöyle demişlerdi: “Yöneticilik makamıyla manevî önderlik makamı asla bir araya toplanamaz.”

Allah Resulünün ashabından biri olan Bureyde bin Hasib Peygamber (s.a.a) vefat ettiğinde bir görevde idi. Peygamber vefat ettikten sonra Medine’ye geldi ve durumun değiştiğini gördü. Elinde bulundurduğu bayrağı Ali’nin (a.s) kapısının tam karşısına dikti ve kızgın bir halde mescide giderek halife ve onunla aynı düşüncede olan kimseyle tartışmaya başladı.

Bureyde önce şöyle dedi: “Hatırlıyor musunuz Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir gün Ali’ye (a.s) müminlerin emiri ve reisi olarak selam vermemizi ve “Esselamu aleyke ya emire’l müminin” diye hitap etmemizi emretti.[93] Şimdi ne oldu da bu tavsiyeleri unuttunuz?! Halife Bureyde’ye cevap olarak, iki makamın ayrılması görüşüne sarıldı ve şöyle dedi: “Allah her gün bir işin ardından yeni bir iş yapmaktadır. Allah asla bir ailede nübüvveti (manevi rehberliği) ve yöneticiliği bir araya getirmez.”

Yani Ehl-i Beyt ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yakınları ya manevî önderliği ve ümmetin liderliğini kabullenerek ilahî şeriat ve hükümleri beyan etmeyi üstlenecek ya da Müslümanların siyasal liderliğini kabullenecektir. Bu iki makam asla bir araya gelmez.

Halifenin sözlerine biraz dikkat edecek olursak onun maksadının, bu iki makamın asla bir yerde mutlak bir şekilde bir araya gelmeyeceği anlamında olmadığını görürüz. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şahsen bu iki makama sahipti. Hem Müslümanların yöneticiliğini yapıyor ve hem de halkın manevi rehberliği makamında bulunuyordu. İslam’ın yüce Peygamber’inin (s.a.a) yanı sıra Hz. Süleyman gibi diğer bazı peygamberler de her iki makama sahip olmuşlardır.

O zaman halifenin maksadı şuydu: Peygamber-i Ekrem’in vefatından sonra bu iki makam onun soyunda bir araya toplanamaz. Ama şüphesiz bu görüş de birinci görüş gibi temelsiz ve dayanaksız bir görüştür. Bu yüzden İmam Bakır (a.s) Sakife ashabının bu iki makamı ayırma teorisini nakledince bu teoriyi iptal etmek için de her iki makamın İbrahim’in oğullarında bir araya geldiğini ifade eden aşağıdaki ayeti delil olarak göstermiştir: “Yoksa Allah’ın bol nimetinden verdiği kimseleri mi çekemiyorlar? Oysa İbrahim ailesine Kitab ve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik .”[94]

İmam Bâkır (a.s)bu ayeti okuduktan sonra da şöyle buyurdu: “Nasıl olur da onlar bu iki makamın İbrahim’in evlatlarında bir araya geldiğini itiraf ettikleri halde Muhammed’in soyunda bir araya gelmesini inkar ediyorlar?!”
Hıristiyanlık Rengi

Aslında bu iki makamı birbirinden ayırmak bu görüşün taraftarlarının diline düşen bir tür Hıristiyanlaşma olayıdır. Zira günümüzdeki tahrif edilmiş Hıristiyanlık dini şöyle demektedir: “Ben Sezar’ın hakkını Sezar’a vermekle görevliyim.” Oysa İslam’ın bütün kanunları; bütüncül bir düzeni maddî ve manevî çok boyutlu bir sistemi ortaya koymaktadır ve bu sistem insanlığın toplumsal, ahlakî, siyasî ve iktisadî alandaki tüm ihtiyaçlarını karşılayacak bir konumdadır.

İslam dininin tüm kanun ve hükümlerinin temelini İslam toplumunun işlerini idare etmekten ibaret olan insanî siyaset teşkil etmektedir. Dolayısıyla da manevi rehberlik makamını hakimiyet ve siyasî yöneticilikten ayırmak mümkün değildir.

Evet, İslam’da halk üzerinde hakimiyet ve yöneticilik bir hedef olarak düşünülmemiştir. İslami hakim bu makamı hakkı ihya etmek veya batılı yok etmek için kabul etmektedir.

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) hükmetmeyi bir hedef olarak kabul eden, onu hakkı ihya vesilesi olarak düşünmeyen yöneticilikleri kınayarak şöyle buyurmuştur: “Sizler de biliyorsunuz ki şu dünyanızın değeri bir keçinin aksırığından daha değersizdir bence .”[95]

Geçmişte ve günümüzde bazı aydınlar Şii ve Sünni gruplarının birleşmesinin yegane yolunun bu iki makamı, halifeler ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyti arasında paylaştırmak olduğunu sanmışlardır. Hakimiyet ve yöneticiliği halifelere, manevî önderliği ise Ehl-i Beyt’e vererek bin dört yüz yıllık çatışmaya son vereceklerini, Müslümanları doğu ve batı Emperyalizmi karşısında birleştirebileceklerini ve güçlü kılabileceklerini sanmışlardır.

Ama bu düşünce de hatalıdır. Zira bu birliğin temelini bir tür Hıristiyanlaşma ve lâiklik kokan batıl düşünceler oluşturmaktadır. Neden biz Kur’an-i Kerim’in apaçık ayetlerine aykırı olarak bu iki makamı birbirinden ayıralım ve kurbanlık bir et gibi kendi aramızda paylaşalım?

Müslümanların arasında birlik ve beraberlik yaratmak için başka bir yol vardır ve o da bu iki grup arasındaki ortak yönlerdir. Çünkü hepsi bir tek kitaba, bir tek peygambere ve bir tek kıbleye uymaktadır.

Bir çok temel ve fer’î konularda söz ve görüş birliği içindedirler. Başka konulardaki ihtilaflar karşılıklı saflaşma, savaş ve kan dökme nedeni olmamalıdır. Elbette birlik ve siyasî danışmayı koruyarak, her grup mutlak bir özgürlük içinde doğru bir mantıkla inançlarını savunmalıdır ve aynı zamanda kendi inançlarının sınırlarını korumakla birlikte ortak düşmana (sömürgecilere ve Siyonizm’e) karşı Müslümanların birlik ve beraberliğinin gereğini de unutmamalıdır.


ON BEŞİNCİ BÖLÜM

Halifelerin İlahî Hükümlerden Haberdar Olmayışı

Önceki konularda da ispat edildiği üzere kapsamlı dinî bir önderlik, temel ve fer’î hükümler hakkında genel bir ilmin ve İslam toplumunun tüm ihtiyaçları hakkında tam bir bilinç sahibi olmanın ipoteğindedir. Böyle mükemmel bir bilinç olmaksızın dini önderlik mümkün değildir.

Zira insanın yaratılışının hedefi sadece semavî şeriatlerle amel etme sayesinde tekamülden başka bir şey değildir. Peygamberleri göndermek ve kanunları yasamaktan maksat da beşeri, sapıklık ve yanlışlıktan alıkoymak ve ona fazilet ve kemal yolunu göstermekten başka bir şey değildir.

Semavî kanunlarla amel sayesinde tekamül etmek, insanların tüm hüküm ve teklifleri kolayca elde edilebilecek bir konumda olmaları durumunda mümkündür. Böylece tekamül yolunu arayanlar için mazeret kapısı kapanacak veya önündeki engeller tümüyle ortadan kaldırılacaktır.

İnsanın tüm hükümleri kolayca elde edebilmesi ise peygamberden (s.a.a) sonra Müslümanlar arasında toplumun dinî ihtiyaçlarından haberdar olan ve böylece onlara gelişimi ve doğru yolu gösteren bir şahsın varlığını ve yaratılışın hedefinin gerçekleşmesi hususunda hiç bir duraklamanın olmamasını gerektirmektedir.

Üç halifenin hayatı incelendiği taktirde açıkça görüleceği gibi onlardan hiç birisi böyle bir makam ve mevkiye sahip değillerdi. İnsanların dinî ihtiyaç ve hükümler babında bilgileri oldukça azdı.

Kur’an-ı Mecid’den sonra İslam toplumunun yegane tekamül yolu, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) itibar ve hüccet oluşları tüm Müslümanlar nezdinde kesin bir şeklide kabul gören hadis ve sünnetleri hakkında bilgi ve bilinç sahibi olmaktır. Nitekim Kur’an da bir çok ayetlerinde açık bir şekilde bu sünnet ve hadislere uymanın gerekliliğini açıkça beyan etmiştir: “Peygamber size neyi verirse o halde alın ve neden de sakındırırsa o halde sakının.”

Ama söz konusu halifelerin İslami emirler hakkındaki bilgileri kayda değer bir ölçüde değildi. Onlar bu nakıs ve eksik bilgileriyle insanlık kervanını, İslam’ın emirleriyle amel sayesinde, ulaşılması mümkün olan kemal zirvesine ulaştıramazlar.

Ahmed bin Hanbel’in “Müsned” adlı kitabında Ebu Bekir’den naklettiği rivayetler seksenden fazla değildir.[96] Celaluddin Siyutî ise sadece onları yüz dörde ulaştırmıştır.[97] Sonunda Ebu Bekir’den bize ulaşan hadislerin sayısı sadece yüz kırk ikiyi bulmuştur.[98]

Üstelik bu hadislerden bazısı sadece kendisinden nakledilen bir söz konumundadır. Örneğin hadis olarak ondan nakledilen bu 142 hadisten biri şöyledir: “Şüphesiz Allah Resulü, Ebu Cehil’e kurban hediye etti.” Ayrıca ondan nakledilen bazı hadisler de akıl ve Semavî Kitaba aykırıdır. Örneğin şu iki hadise dikkat ediniz:

1- “Şüphesiz canlıların ölülere ağlamasıyla onlara kaynar sular dökülür.”




Bu rivayetin anlamı şu açılardan reddedilmiştir:

a- Ölü hakkında makul bir ağlama insani duyguların nişanesidir ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu yüzden evladı İbrahim’in ölümünde şiddetle gözyaşı dökmüş ve şöyle buyurmuştur: “Ey İbrahim! Senin için elimizden hiç bir şey gelmez. İlahî taktir de geri dönemez. Babanın gözleri senin ölümüne ağlamakta ve kalbine hüzün ve gam dolmaktadır. Ama asla Allah’ı gazaplandıracak bir söz söylemeyeceğim.”[99]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Cafer bin Ebu Talib’in Mute savaşında şehit olduğundan haberdar olunca şiddetli bir şekilde ağladı ve gözyaşı taneleri sakalından aşağı döküldü.[100]

b- Böyle bir ağlama farzen doğru olmasa bile neden kişisel bir amelle başka birisi azap görsün. “Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü taşımaz.”[101] Peygamber nasıl olurda Ebu Bekir’in naklettiğine göre “Bir kişinin ağlamasıyla sığınaksız ölü azap görür” diye buyurmuş olabilir?!

2- “Şüphesiz benim ümmetim için cehennemin sıcaklığı hamamın sıcaklığı gibidir.”

Bu söz de günahkârların küstahlaşmasına sebep olmasıyla birlikte Kur’an-ı Kerim’de cehennem hakkında nakledilen naslarla (Nitekim cehennem ateşinin yakıtı taşlar ve insanlardır, dağları andıran yakıcı alevleri uyanık kalpleri ezmektedir) tamamen muhalefet içindedir.

Evet, görüldüğü gibi Ebu Bekir’den nakledilen bazı rivayetler ya onun sıradan sözleridir ya da akıl ve Semavî Kitab’ın anlamına aykırıdır ve hadis olarak adlandırılabilecek sözleri çok azdır.

Şüphesiz bir birey bu naçiz ilmiyle İslam toplumunun kemale doğru yönlendirip ümmetin ihtiyaçlarını bertaraf kılamaz.

Halifenin kendisi de sözlerinin birinde kendi ilmi seviyesini ifşa etmiş ve şöyle demiştir: “İşlerinizin dizginleri benim elime verilmiştir. Oysa ben sizlerin en hayırlınız değilim. Eğer benim hak üzere olduğumu görürseniz bana yardım ediniz, eğer batıl üzere olduğumu görürseniz karşımda durup yaptıklarıma engel olunuz.”[102]

İslam toplumunun adım adım takip etmesi gereken dinî önderlik ve rehberlik makamı, bu gibi konularda ümmetten yardım almamalı ve ümmetin elinden tutup onu yaratılış hedefine sevk edeceği yerde ümmetten elinden tutmasını ve yanlışlıklarını düzeltmesini istememelidir.
Birinci Halifenin Bilgisizliğinin Örnekleri

Burada halifenin bilgi düzeyini gösteren bir takım örnekler aktarmak istiyoruz. Bu örnekler halifenin dinî meseleler hakkındaki bilgisini apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu örnekler halifenin, karşı karşıya kaldığı bir çok konuların cevabını bilmediğini göstermektedir

1- Büyük annenin miras meselesi de halifenin haberdar olmadığı, ama toplumun karşı karşıya kaldığı sorunlardan biriydi. Halife, torunu ölen ve kendisine bu konuda Allah’ın hükmünü soran yaşlı bir kadına şöyle dedi: “Allah’ın kitabında ve Resul-i Ekrem’in (s.a.a) sözlerinde bu konuda hiç bir şey yer almamıştır.” Daha sonra da o kadına şöyle dedi: “Sen git ben bu durumu Allah Resulü’nün ashabından sorar ve onların bu konuda Peygamberden bir şey işitip işitmediğini öğrenirim.” Orda hazır bulunan Muğire bin Şu’be şöyle dedi: “Ben Peygamber-i Ekrem’in huzurundayken o büyük anne için mirasın üçte birini takdim etti.”[103]

Halifenin bu konudaki bilgisizliği değil, asıl onun Muğire gibi kötü ve günahkâr birine müracaat edip ilahî hükmü ondan öğrenmesidir ilginç olan.

2- Hırsızın birini halifenin huzuruna getirdiler. Bu hırsızın bir eli ve bir ayağı kesilmişti. Bunun üzerine halife onun ayağının kesilmesini emretti; ama daha sonra ikinci halifenin, “Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu konudaki hükmü elin kesilmesidir” şeklindeki işaretiyle kendi görüşünden vazgeçti ve ikinci halifenin görüşüne uydu.[104]

Bu iki örnek halifenin İslam fıkhı hakkındaki çok sınırlı bilgisini gözler önüne sermektedir. Şüphesiz bu az bilgi ve Muğire ve benzeri kimselere müracaatla hiç bir zaman temeli, İslam’ın emir ve hükümlerinden haberdar olmaya dayanan manevî önderlik makamı idare edilemez.
İkinci Halifenin Bilgi Düzeyi

Ömer’in Hz. Peygamberden naklettiği rivayetler elliden fazla değildir. Aşağıdaki olay ikinci halifenin de fıkhi bilgisinin azlığını açıkla ortaya koymaktadır. Rivayetlerde şöyle yer almaktadır:

1- Bir adam Ömer’e gelerek, “Ben cünüp oldum ve su bulamadım; benim görevim nedir?” diye sordu. Ömer ona cevap olarak, “Senden namaz kalkmıştır” (Namaz kılman gerekmez) dedi.

Ne mutlu ki o sırada Ammar da o toplantıda hazır bulunuyordu. Ammar ona yönelerek şöyle dedi: “Hatırlıyor musun, ben ve sen bir savaşta cünüp olduk ve su bulamadık.

Ben kendimi toprağa sürerek namaz kıldım. Sen ise namaz kılmadın. Bu olayı Peygamber’e (s.a.a) aktarınca şöyle buyurdu: “Ellerini yere vurup yüzüne ve ellerine sürmen yeterliydi.”

Halife Ammar’a dönerek şöyle dedi: “Allah’tan kork (yani bu konuyu nakletme).” Bunun üzerine Ammar şöyle dedi: “Eğer sen istemiyorsan ben bu hadisi nakletmekten sakınırım.”[105]

Bu olay Ehl-i Sünnet’in kitaplarında farklı şekillerde nakledilmiştir. Hepsi de ikinci halifenin su elde edemeyen cünüplü kimse hakkında ilahî hüküm hususunda fazla bir bilgi sahibi olmadığını göstermektedir.

Kur’an-ı Mecid iki surede (Nisa Suresi 43. ayeti ile Maide Suresi 6. ayet) böyle bir şahsın görevini beyan etmiştir. Adeta halife bu iki ayeti hiç duymamış gibiydi!

On iki yıllık çaba ve gayretten sonra Bakara Suresini daha yeni öğrenen ve bunun şükrü olarak kurban kesen[106] bir şahıs nasıl olur da kolay bir şekilde bu tür ayetlerden haberdar olabilir?!

2- Namazın şüpheli hükümleri her Müslüman’ın karşı karşıya bulunduğu meselelerdendir. Bu hükümleri bilmeyen dindar kimse çok azdır. Şimdi halifenin bu konudaki ilminin ne kadar olduğuna bir bakalım:

İbn-i Abbas şöyle diyor: “Bir gün Ömer bana şunu sordu: “Eğer birisi namazın rekatları hususunda şüphe ederse onun görevi nedir?” İbn-i Abbas halifenin sorusuna cevap olarak şöyle dedi: “Ben de olayın hükmünden haberdar değilim.” Bu esnada Abdurrahman bin Avf geldi ve Allah Resulü’nden (s.a.a) bir hadis nakletti.”[107]

İbn-i Abbas’ın bu konuda verdiği cevap belki de ciddi bir cevap değildi. Eğer ciddi olduğunu varsaysak bile halifenin böyle bir konu hakkındaki hükmü bilmemesi gerçekten de çok ilginçtir.

3- Kadınların mehrinin dört yüz dirhemden fazla olmaması müstahaptır. Öyle ki rivayetler dilinde ve fakihlerin örfünde buna "mihr'üs sünnet" (sünnet olan mehir) denmektedir. Ama buna rağmen bir insan eşinin rızasını elde etmek için mehrini yüksek tutabilir.

Bir gün halife minberin üzerinde mehirin artışını eleştirdi ve sonunda mehir artışının yasakladığını ilan ederek şiddetli bir şekilde fazla mihire muhalif olduğunu bildirdi.

Minberden aşağı inince bir kadın onun önünü kesti ve şöyle dedi: “Neden kadınların mehrinin artışını yasakladın? Allah-u Teala Kur’an-i Kerim’de şöyle buyurmuyor mu: “Eğer kadınlardan birine çok mal verirseniz sakıncası yoktur.”[108]
3
Ümmetin Önderliği Ümmetin Önderliği


4- İlahi tekliflerin akıl, zeka, kudret, güç ve yaş açısından buluğa erme koşuluna bağılı olduğunu bilmeyen çok az kimse vardır. Buna rağmen Ömer’in hilafeti döneminde kötü bir işe bulaşan deli bir kadını onun yanına getirdiler ve Ömer onun taşlanmasını emretti.

İcra memurları onu taşlamaya götürdüklerinde olaydan tesadüfen haberdar olan Ali (a.s) onlara geri dönmelerini emretti. Hz. Ali (a.s) halifeyle karşılaşınca da ona şöyle dedi:

“Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu hatırlamıyor musun: Deliden, baliğ olmayandan... kalem kaldırılmıştır. (Delinin yükümlülüğü yoktur)?” Bu esnada Ömer yüksek sesle tekbir getirerek kendi verdiği hükmü geri aldı.

Bu tür doğru olmayan hükümler ikinci halifenin hayatında oldukça çok göze çarpmaktadır. Merhum Allame Emini el-Gadir kitabının 6. cildinde halifenin İslam dininin hükmünü bilmediği yüz hususu kesin delilerle ortaya koymuş ve hepsini “Nevadir’ul Eser fi İlm-i Ömer” (Ömer’in ilmindeki ilginçlikler) adı altında bir araya getirmiştir.

Bütün bu konuların araştırması İslam toplumun önderlik dizginlerini, delinin bir yükümlülüğünün olmadığını bilmeyecek düzeyde İslami fıkıh, Peygamber-i Ekrem’in hadisleri ve Kitap’tan nasibi olmayan böylesi kimselere asla verilemeyeceğini açık bir şekilde göstermektedir.

Acaba akıl ve zeka halkın namusunun ve İslam toplumun haklarının, verdiği hükümlerde akıllı ve deliyi ayırmayan bu tür insanlara teslim edilmesini caiz görüyor mu?

Akıl ve zeka adil olan Allah’ın; insanların mal ve canının kadının altı ayda eşi için çocuk doğurabileceğini ve böyle bir kadının asla zinakâr olmadığını ve taşlanmayacağını bilmeyen bir kimseye teslim edilmezini câiz görebilir mi?[110]
Üçüncü Halifenin Bilgi Düzeyi

Üçüncü halifenin ilahî hükümler hakkındaki bilgi düzeyi de iki halifeden daha iyi değildir. Üçüncü halifenin peygamberden rivayet ettiği hadislerin toplamı 146 hadisi geçmemektedir.[111]

Osman'ın İslam’ın temel ve fer’î hükümleri hakkında kayda değer fazla bir ilmi yoktur. Değerli okuyucuları bilgilendirmek için üçüncü halifenin bilgi seviyesini gösteren birkaç örneğe işaret etmek istiyoruz:

İslam’ın açık hükümlerinden biri de kafirin kanının Müslümanın kanıyla eşit olmadığıdır. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bir Müslüman kafir dolayısıyla öldürülmez (kısas edilmez). Dolayısıyla katil olan Müslüman bu durumda kafirin diyetini ödemek zorundadır.”

Ama buna rağmen Osman’ın hilafeti döneminde böyle bir olay vuku bulunca Osman katilin öldürülmesini emretti. Allah Resulü’nün ashabından bir grubun hatırlatması üzerine bu durumdan vazgeçti.[112]

Üçüncü halifenin hayatında bu tür örnekler çoktur. Sözü kısa tutmak için detaya girmekten sakınıyor ve bu konu hakkında son olarak şunu hatırlatmak istiyoruz:

İslam ümmetinin dinî önderliği için temel şart semavî hükümler hakkında geniş bir bilgi sahibi olmaktır. Böyle bir bilgi edinmek ise masumiyet ve her tülü günah ve hatadan korunmuşluk dışında mümkün değildir. Ama maalesef her ilk üç halife de bu ilahî bağıştan mahrum idiler.


ON ALTINCI BÖLÜM

Peygamber-i Ekrem’in Ashabı Günah ve Hatadan Masum Değillerdi

Bizim Muhacirler ve Ensar'dan bir grubu kınamamız belki de Ehli-i Sünnet’ten bir grup için ilginç ve şaşırtıcı sebebi olacak ve dolayısıyla da ‘sahabenin söz ve davranışlarını hatalı görmenin ve onların hata üzere olduğunu söylemenin nasıl mümkün olur; oysa Kur’an-ı Kerim onları iki konuda övmüştür’ diyeceklerdir:

1- “İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur.”[113]

2- Başka bir surede ise Hudeybiye bölgesinde ağacın altında Peygambere biat eden kimseler hakkında şöyle buyurulmuştur: “And olsun ki Allah iman edenlerden, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken, hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir.”[114]

Özetle Kur’an-ı Kerim ilk ayette başkalarından önce İslam’ı kabul eden kimseleri ve onlardan sonra da onlardan birine tabi olan kimseleri övmektedir.

İkinci ayette ise Allah, hicri yedinci yılda Hudeybiye bölgesinde Resulullah’a (s.a.a) biat eden kimselerden hoşnutluğunu ortaya koymakta ve onlara sükunet indireceğini ve Mekke’nin fethedileceğini haber vermektedir.

Bu övgülere ve hoşnutluğa rağmen ashabın Peygamber-i Ekrem’in vefatından sonra aldığı kararlarda hatalı olduklarını ve hatta günahkâr olduklarını söylemek nasıl mümkün olabilir?

Yukarıdaki ayetlerin anlamını açıklamadan önce bir takım konulara işaret etmek zorundayız ve o da şudur: Ehl-i Sünnet grubu bu iki ayette kendilerine işaret edilen sadece bu iki grubu (Muhacir - Ensar ve onlara tabi olanlar) adil ve iffetli bilmiyorlar; onların çoğunun inancına göre Peygamber-i Ekrem’in bütün ashabı tümüyle adil, takva sahibi ve sakınan kimselerdir. Sadece herhangi bir hususta fıskı veya sapıklığı kesin bir şekilde sabit olanlar bunun dışındadır.

Özetle peygamber ile birlikte olmuş herkesi aksi belli oluncaya dek adil ve iffetli kabul etmek gerekir.

Bu cümleden de anlaşıldığı üzere onlara göre sayıları yüz bini bulan Peygamber-i Ekrem’in ashabı çok ayrıcalıklı kimselerdir. Onlara göre bir insan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) huzurunda olma fayzine vardığı zaman ruhî bir devrim geçirmekte ve ondan sonra hayatında dürüstlük ve temizlik dışında hiç bir şey meydana gelmemektedir.

Ashap hakkında böyle bir söz söylemek onlardan bir gurubun çirkin ve uygunsuz işlerini görmezlikten gelmeyi ifade etmektedir. Zira bu tür kimselerin Uhud ve Huneyn savaşlarında olduğu gibi kaçış ve gevşeklikleri aslında onların iman temellerinin gevşekliklerini,

risalet sahibine ve yüce hedeflerine duydukları ilginin azlığını göstermektedir. Onların Uhud savaşında Peygamber’e karşı kötü hareketleri hakkındaki ayetleri inceleyerek hakikati çok yakından görmek mümkündür.

Bütün sahabenin adil ve iffetli olduğunu söylemek nasıl mümkün olur? Oysaki Kur’an onlardan münafıkların zümresinden olan bir grup hakkında şöyle buyurmuştur: “Münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar:

“Allah ve peygamberi bize sadece kuru vaadlerde bulundu” diyorlardı.”[115] Bu sözlerin sahibi kimseler nasıl adil olabilir? Oysa bu cümleyi söyleyen kimseyi gerçek bir Müslüman saymak bile mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerim ashaptan bir grubu “Semmaun” olarak adlandırmaktadır. Bu kelimeden maksat ise münafıkların sözünü hemen kabul eden ve onlara icabet eden kimselerdir.

Nitekim Kur’an şöyle buyurmaktadır: “Aranızda -savaşa- çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve fitneye düşürmek için aranıza sokulurlardı. İçinizde onlara kulak verenler var. Allah kendilerine yazık edenleri bilir.”[116]

Nasıl olur da bütün bu grubu adil ve iffetli kabul etmek mümkün olabilir? Oysa Ehl-i Sünnet yazarlarının bir grubunun inancına göre Peygamber-i Ekrem’in “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) olarak adlandırdığı Halid bin Velid Mekke fethinde korkunç bir cinayet işledi.

Benî Huzeyme kabilesinden bir gurubu hileyle ve aldatarak bir çok söz ve antlaşmalara rağmen kılıçtan geçirdi. Öyle ki Resulullah (s.a.a) bu olaydan haberdar olduğu zaman kıbleye dönerek ellerini gökyüzüne kaldırdı ve Allah’a şöyle yakardı: “Allah’ım! Ben Halid’in yaptığı şeyden beriyim.”[117]

Sözde Allah’ın kılıcı olan Halid bin Velid’in bu siyah dosyası burada kapanmamış ve Peygamber-i Ekrem’in vefatından sonrada Malik bin Nuveyre ve kabilesi hakkında işlediği cinayetler tarih sayfalarında yer almıştır. Halid bin Velid Müslüman bir şahıs olan Malik bin Nuveyre’yi öldürdü ve sonrada eşine tecavüz etti.


Hak ve Batılı Tanımanın Yolu

Esasen yapılan en büyük yanlışlıklardan biri de hak ve batılı şahıslar yoluyla tanımamız ve onların şahsiyetlerini söz ve davranışlarını hakkaniyet ölçüsü olarak kabul etmemizdir. Oysa şahsın inancı ve amelleri, şahsiyetinin, yol ve işinin hakkaniyetinin nişanesidir. Bunun tersi doğru değildir.

Bernart Russel büyük bir matematikçi, büyük bir bilgindir. Onun matematik dalındaki görüşleri göz alıcı ve bilginlerin özel ilgi alanındadır. Ama aynı zamanda Allah’ı ve tüm semavî mukaddesatı inkar eden birisidir.

“Neden Hıristiyan değilim” adlı kitabında Allah’ın birliğine inananların delillerinden haberdar olmadığı için açık bir şekilde şöyle yazmaktadır: “Ben bir zamanlar Allah’a tapan biriydim ve Allah’ı bütün sebeplerin sebebi olarak kabul ediyordum; ama daha sonra inancımdan vazgeçtim. Zira her şeyin bir sebebi ve yaratıcısı varsa, o halde Allah’ın da yaratıcısı olması gerek.”[118]

Akıl ve zeka bizlere Russel’in matematikçi şahsiyetini onun, varlığına alemdeki tüm zerrelerin delalet ettiği Allah hakkındaki felsefi görüşünün sağlamlığına şahit tutmamıza izin verir mi?

Şüphesiz biz hüküm ve hakemliklerimizde şahısların siyasî ve ilmî kişiliklerini görmezlikten gelmeliyiz; fikir, inanç, söz ve davranmışlarını her türlü sevgi ve öfkeden uzak bir ortamda sadece akıl ve mantık ölçüleriyle tartmalıyız.

Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) bu konu hakkındaki sağlam ve kalıcı sözünü burada hatırlatmak çok uygun olacaktır. Cemel savaşında bir grup Hz. Ali’nin (a.s) ve diğer bir grup ise Talha, Zübeyr ve Ümmü’l-Müminin Aişe’nin taraftarıydı.

Bu esnada Müminlerin Emiri, muttakilerin mevlası Hz. Ali’nin (a.s) şahsiyetinden haberdar olan kararsız kimselerden birisi ileri çıkarak şöyle dedi: “Bu grubun batıl olması nasıl mümkündür?

Oysa onlar arasında Talha, Zübeyr ve Ümmü’l-Müminin Aişe vardır? Bunların batıl yola koyulduklarını söylemek mümkün müdür?” Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) çok tarihi bir söz söyledi. Nitekim Mısırlı çağdaş ve meşhur bilgin Dr. Tâhâ Hüseyin şöyle demektedir: “Vahyin kesilmesinden sonra insanın kulağı bundan daha yüce bir söz işitmiş değildir.”

İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sen hak ve batılı tanıma hususunda yanlışlık içindesin. Hak ve batıl insanların şahsiyetleriyle tanınmaz. Sen hakkı tanı ehlini de tanırsın ve aynı şekilde batılı tanı, ehlini de tanırsın.”

Mısırlı alimin de dediği gibi ilahî vahyin kesilmesinin ardından beşer kulağının işitmediği böylesine azametli bir söz şüphesiz Ehl-i Sünnet bilginleri arsındaki bir ilkenin (Peygamber-i Ekrem’in ashabı hususunda asıl olan adalettir; yani hepsi ilk etapta adildir) temelsizliğini açık bir şekilde ortaya çıkarmaktadır.


Şimdi geri dönüp geçen iki ayet hakkında söz etmemin zamanı geldi.

Şüphesiz birinci ayet Allah’ın iki gruptan razı ve hoşnut olduğu ve onlar için cenneti hazırladığını ifade etmektedir. Bu iki grup şunlardan ibarettir:

1- İman ve İslam’a yönelişte diğerlerinden önce davranan ve hassas anlarda din yolunda fedakârlık eden Ensar ve Muhacirlerden bir grup.

2- Muhacir ve Ensar’ı hakkıyla taklit eden kimseler.

Kur’an birinci grubu “essabikun’el-evvelun” ve ikinci grubu ise “ve’l-lezine ittebeuhum bi-ihsan” tabiriyle ifade etmiştir.

Ama burada şu iki noktaya dikkat edilmesi gerekir: Acaba Allah’ın kendilerinden razı olmasını gerektiren sebep sadece onların İslam’daki öncelikleri ve Resulullah’a (s.a.a) yönelişleri midir? Bu gruptan hoşnut olmanın devamı için hiç bir kayıt ve şart söz konusu değil midir?

Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse: “Bu insanlar daha sonraki dönemlerde fikrî veya ahlakî bir takım sapıklıklara düşmüşlerse, zulüm ve tecavüze yeltenmişlerse,

yine de Allah’ın rızasını kazanmış ve Allah’ın gazabına uğramamış olabilirler mi? Yoksa bu rızanın devamı ve İslam’da önceliğin faydalı olması için hayatın tüm dönemlerinde bir iman ve salih amelin varlığı gerekli midir? Eğer hayatın bazı kesitlerinde bu iki şart yoksa İslam’da önceliğin veya Muhacir ve Ensar olmanın hiç bir faydası yoktur.

Kur’an-i Kerim’in diğer ayetlerini incelenmesi de ikinci görüşü kesinleştirmekte, kurtuluş ve Allah’ın kullarından rızasının devamının sürekli bir iman ve hayatın tüm dönemlerinde yapılması gereken salih amele bağlı olduğunu bildirmektedir.

Şimdi bu ayetlerden bazı örnekler verelim: Kur’an, Haşr Suresinde[119] hayat, mal ve evlatlarından el çekerek Medine’nin yoluna koyulan Muhacir grubu övmekte ve sonra da onları övmesinin nedenini şu ifadeyle beyan etmektedir. “Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamber’ine yardım eden...”

Bu ayet de Muhacir adını taşımanın, yar, diyar, mal ve evladı terk etmenin insanların kurtuluşu için yeterli olmadığını ifade etmektedir. Dolayısıyla sürekli Allah’ın rızasını elde etme sebeplerinin peşinde olmak ve salih amellerle Allah ve Peygamber’ine yardım etmek gerekir.

Kur’an-ı Mecid şöyle buyurmuştur: Arşın etrafında Allah’ı tesbih eden melekler iman sahibi kimselere mağfiret diler ve şöyle derler: “Senin yoluna dönen ve senin yoluna uyan kimselere mağfiret et.”

Kur’an-ı Mecid Peygamber-i Ekrem’in ashabının arasından kafirlere şiddetli ve birbirlerine karşı merhametli olan, rüku ve secde eden, Allah’ın kerem ve rızasını dileyen ve yüzlerinde secde eserleri gözüken grubu övmektedir.[120]

Hakeza; Kur’an-ı Kerim büyük bağışlama ve mağfiretin Peygamber-i Ekrem’in ashabından, Allah’a iman eden ve salih amelde bulunanlara özgü olduğunu kabul etmektedir.[121]

Bu ve diğer ayetler Muhacir ve Ensar veya sabikin (imanda öncelikli olanlar) ve tabiin (sonradan gelip tabi olanlar) adlarının insanın saadet ve kurtuluşunun yeterli bir şartı olmadığına tanıklık etmektedir. Bu faziletlerin yanı sıra insanın iyilik etmek, çirkin işlerden sakınmak gibi bir takım faziletlere de sahip olması gerekir. Aksi taktirde aşağıdaki ayetlerin muhatabı olur:

1- “Şüphesiz Allah fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz.”[122]

2- “Allah zalimleri sevmez”[123]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ahlak ve faziletin örneği olarak imanın en üstün derecesinde bulunuyordu. Ama Allah-u Teala açık bir şekilde şöyle buyurmaktadır: “Andolsun, eğer Allah’a ortak koşarsan işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.”[124]

Şüphesiz Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) güçlü imanı ve masumiyeti onun bir an olsun şirke düşmesine engel olmaktadır. Ama Kur’an ona hitap ederek diğer insanları da uyarmakta ve bir avuç iyi amellere aldanmamalarını söylemektedir. Aksine insanlar ölünceye kadar bu halet üzere olmak için çalışmalıdırlar.

O halde biz asla Peygamber-i Ekrem’in ashabından olmanın veya sabikin veya tabiinden sayılmanın bu tür insanlara, eğer sonradan bir takım doğru olmayan yönelişlere kapılsalar bile yine de Allah’ın rızasına mazhar olacakları bir dokunulmazlık ve korunmuşluk bağışlayacağını asla düşünmemeliyiz.

Bu Muhacir ve Ensar veya sabikin veya tabiinden bir grup bizzat Allah Resulü zamanında irtidat yoluna koyulmuş, peygamber tarafından en şiddetli cezaya mahkum edilmişlerdir. Buna rağmen hiç kimse itiraz ederek, “Ey Peygamber! Allah onlardan razı olmuştur. O halde sen onları neden en şiddetli bir şekilde cezalandırıyorsun?” dememiştir.


İşte bu kara listeden bazı örnekler:

1- Abdullah bin Sa’d bin Ebi Sarh Muhacirlerden ve vahiy katiplerden biriydi. Sonra irtidat yoluna koyuldu ve, “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indiririm” dedi.[125]

Mekke fethinde Peygamber-i Ekrem (s.a.a) birkaç kişinin kanının dökülmesini emretti ve şöyle buyurdu: “Onları nerede görürseniz öldürün.” İşte onlardan biri de bu Abdullah adlı şahıstı.

Ama o Mekke fethedildikten sonra süt kardeşi olan Osman’a sığındı ve Osman'ın ısrarları sebebiyle Resulullah (s.a.a) onun günahını affetti. Resulullah (s.a.a) bu şahıstan o kadar nefret ediyordu ki onu affettikten sonra da dostlarına şöyle dedi: “Benim o şahsı bağışlamaktan imtina ettiğimi gördüğünüz zaman neden onu öldürmediniz?”[126]

2- Ubeydullah bin Cahş. Bu şahıs da İslam’a ilk girenlerden ve Habeşistan’a hicret edenlerden biriydi; ama Habeşistan’a hicret ettikten sonra İslam’ı terk etti ve Hıristiyanlık dinini seçti.

3- Hakem bin (A.s). Bu şahıs da tabiinden olup Mekke fethinde Müslüman oldu; ama peygamber bir takım sebeplerden dolayı onu Taif'e sürgün etti.

4- Horkus bin Züheyr de Rıdvan ağacının altında biat edenlerdendi. Ama ganimetler bölüştürülünce Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) çok ağır bir şekilde konuştu ve Resulullah (s.a.a) da ona öfkelenerek şöyle dedi:

“Eyvahlar olsun sana! Eğer ben adalete riayet etmezsem o halde kim adalete riayet edecektir.” Sonra onun tehlikeli geleceğinden haber vererek şöyle buyurdu: “Horkus okun yaydan çıktığı gibi İslam dininden çıkan bir gurubun reisi olacaktır.”[127]

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu öngörüsü vefatından yıllar sonra gerçekleşti; bu şahıs sonunda Haricilerin önderi oldu ve Nehrevan savaşında da Ali’nin (a.s) kılıcıyla öldürüldü.

Bunlar Peygamber-i Ekrem’in ashabından bir çoğunun (Muhacirler ve Ensar’dan) adının yer aldığı kara listeden bazı örneklerdir. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabının durumlarını incelerken İslam’ın aleyhine casusluk eden Hatip bin Ebi Beltea veya Kur’an-ı Mecid’in Hucurat Suresinde[128] fasık saydığı Velid bin Ukbe veya tüm dosyası karanlıklarla dolu Halid bin Velid gibi bir takım şahıslara da rastlamaktayız.[129]

Acaba ashap arasında bu tür insanların varlığına rağmen yine de Allah’ın sabıkin ve tabiinden razı olduğunu, artık hiç kimsenin onlara en küçük bir itirazda bulunamayacağını söylemek mümkün müdür?

Buna özetle şöyle cevap verilebilir: “Allah’ın hoşnutluğu ve rızası onların belli amelleri ile ilgilidir. Yani Allah İslam’ı taraftarlarının az ve zayıf olduğu zamanda destekleyen ve Allah Resulü’ne yardım eden kimselerden hoşnut ve razı olmuştur; ama bu hoşnutluğu ifade etmek Allah’ın rızayetinin ölüm anına kadar bakî kaldığı anlamında değildir.

Allah’ın hoşnutluğunun bekası onların o durumda ve imanları üzere bakî kalması koşuluna bağlıdır. Yani küfür, irtidat ve fısk veya salih amellerinin batıl olacağı herhangi bir şey yapmamış olmalıdırlar.

Başka bir tabirle Ensar ve Muhacirlerin iman ve ihlası, diğer gerekli şeyler gibi sonradan bu gerekliliği ortadan kaldıran bir şey yapmamış olmalarına bağlıdır. Aksi taktirde bu sebepler de etkisiz kalacaktır.

Alimlerin tabiriyle bu ayette sözü edilen mükafat (rızayet ve cennet) izafi ve göreceli bir mükafattır. Yani onlar bu açıdan bir mükafata sahiptirler; ama bu şahısların sonradan Allah’ın gazabına ve cehennem ateşine sebep olacak bir takım işlere bulaşmaları ile hiç bir aykırılık içinde değildir.

Evet, bu tür ayetler Allah Resulü’nün ilk ashabına korunmuşluk ve masumiyet bağışlamamaktadır. Bu, Allah kendilerinden razı oldu diye canlarının istedikleri her işi yapabilecekleri anlamında değildir.

Dolayısıyla onlarda görülen gayr-i meşru işler bu ayetler sebebiyle tahrif ve tevil mecburiyeti doğurmamaktadır; bu ayetlerin onlar hakkında kesin bir hüküm verdiği düşünülmemelidir. Hayır, Allah böyle bir korunmuşluğu peygamberlerine, evliyalarına ve hatta Resul-i Ekrem’e bile vermiş değildir.

Kur’an, İbrahim ve onun İshak, Yakub, Musa ve Harun gibi çocukları hakkında da şöyle buyurmuştur: “Eğer şirk koşarlarsa amelleri boşa çıkar.”[130]


ON YEDİNCİ BÖLÜM

Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) Önderliği Hakkındaki Naklî Deliller

Daha önceki konulardan da ispat edildiği üzere imamın Allah tarafından tayin edilmesi durumu diktatörlükten çok farklı bir olaydır. Allah tarafından semavî kanunlarla insanlar arasında hükmetmek üzere tayin edilen yöneticilik, yeryüzünde düşünülebilen en adil, en dürüst ve en sağlam bir idare biçimidir.

Zira bu hakimiyet biçiminde yönetici Allah’ın seçtiği kimsedir ve Allah da hikmete dayalı iradesiyle her zaman önderlik makamına en iyi ve en lâyık kimseyi seçmektedir. Burada, Allah’ın ilim ve teşhisinde hiç bir yanlışlık ve hata, mantıksız temayüller ihtimali söz konusu değildir.

Allah insanı mükemmel bir şekilde tanımaktadır. Kullarının maslahat ve ihtiyaçlarını kendilerinden bile daha iyi bilmektedir. İlahî kanun ve emirler en iyi ve en yüce hüküm ve emirler olmaları ve hiç bir kanunun,

ilahî kanunla boy ölçüşemeyeceği gibi Allah tarafından tayin edilen bir önder de, en iyi ve en lâyık bir önderdir. Hiçbir zaman hayatı binlerce hata, yanlışlık ve nefsanî arzularla dolan bir yönetici, Allah tarafından tayin edilen bir yöneticiyle aynı olamaz.

Geçen konulardan da anlaşıldığı üzere masum ve semavî hüküm ve kanunlardan haberdar olan bir imam, ümmetin ilmî ve fikrî sığınağıdır. Müslümanlar sürekli böyle bir şahsa muhtaçtırlar ve esasen Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra İslam ümmeti ilmî ve fikrî tekamül açısından kendi kendisini idare edebilecek ve böyle bir semavî önderden müstağni olacak dereceye ulaşmış değildi.

Şimdi de bütün bu söylediklerimiz ışığında semavî Peygamber’in İslami yöneticilik için kimi tayin ettiğini ve her iki tarafın konuşmalarına son verdiğini görmenin zamanıdır.

Burada mecburen önce naklî delilleri ele almak zorundayız. Bu deliller İslam Peygamberi’nin (s.a.a) ifade ettiği ve kavram olarak mütevatir diye adlandırılan kesin rivayetlerdir.

Bu rivayetlerde yalan ve uydurma ihtimali söz konusu değildir. Bunun yanı sıra bu rivayetlerin bir şahsın veya şahısların önderliğine delaleti ve ifadesi de her türlü şek ve şüpheyi kalplerden çıkaracak şekilde açık olmalı ve insaf sahibi hiç kimse için soru işareti ve şüphe taşımamalıdır.

Bu açıdan biz burada Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ifade ettiği ve maksada açıkça delalet eden bir takım kesin naklî delillere işaret edeceğiz. Ama bu kitabın sayfaları ve değerli okuyucuların vakti kısıtlı olduğundan, insanların önderi, Hz. Ali (a.s) hakkında nakledilen sayısız rivayetlerden mecburen bir demet sunmakla yetiniyoruz:


1-Menzilet Hadisi

Şam’dan Hicaz’a giren ticaret kervanı, Peygamber’e (s.a.a) Rum ordularının Medine’ye saldırmak için hazırladığını haber verdi. Olayın meydana gelmesini önlemek, olaya mukabele etmekten daha iyidir.

Peygamber (s.a.a) tarafından Medine ve etrafında genel bir seferberlik ilan edildi ve kılıç sallayan otuz bin kişi Medine’nin çok sıcak olduğu ve meyve ve hurmaları toplama zamanının geldiği bu çok zor durumda bu büyük cihada katılmaya hazır olduklarını ilan edip İslam karargâhında bir araya toplandılar.

Haberciler Peygamber’e (s.a.a) Medine münafıklarının da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yokluğundan istifade ederek Medine’de bir ihtilale kalkışacaklarını, bir grubu öldürüp, bir grubu da rahatsız kılacaklarını haber verdiler. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) her türlü olayı önlemek için Ali’yi (a.s) kendi yerine tayin etti. Ona Medine’de kalmasını ve Peygamber dönünceye kadar duruma kontrol altında bulundurmasını, insanların dinî ve dünyevî işlerine bakmasını emretti.

Ama münafıklar Ali’nin (a.s) Medine’de kaldığını öğrenince, komplolarının suya düştüğünü gördüler ve İmam’ın (a.s) Medine’den hareket etmesini sağlayacak bir çare aramaya koyuldular.

Bu esas üzere Ali’nin (a.s) Peygamber (s.a.a) ile ilişkilerinin kötüleştiğini ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisini fazla sevmediğini yaymaya başladılar. Onlara göre de bunun en büyük şahidi ve delili, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ali’nin (a.s) bu cihada katılmasına izin vermemesiydi.

Doğduğu günden o güne kadar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sevgisi ve himayesi altında büyüyen Hz. Ali hakkında Medine’de yayılan bu söylentiler, Ali (a.s) ve dostlarının rahatsızlığına sebep oldu.

Bu yüzden bu söylentiyi yalanlamak için Hz. Ali (a.s) henüz Medine’den birkaç mil öteye gitmemiş bulunan Peygambere ulaşıp o hazreti olaydan haberdar kıldı. Bu esnada Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) duygularını izhar ederek onun kendisine olan nisbetini aşağıdaki şu tarihi cümleyle beyan etti:

“Sen bana oranla, Harun’un Musa’ya olan oranı gibi olmaktan razı değil misin? Şu farkla ki benden sonra Peygamber yoktur. Sen benim halifem olmadıkça benim bu dünyadan gitmem doğru değildir.”

Muhaddislerin literatüründe menzilet hadisi olarak adlandırılan bu hadis hiç bir şüphe taşımayan mütevatir hadislerden biridir.

Merhum Muhaddis Behranî, Gayet’ul Meram adlı kitabında bu hadisi kendi kitaplarında nakleden kimselerin adlarını zikretmiş ve dakik araştırmalarında muhaddislerin bu hadisi yüzü Ehl-i Sünnet uleması ve muhaddislerine varan toplam yüz yetmiş yoldan naklettiğini göstermiştir. [131]

Merhum Şerefuddin Amulî de el-Müracaat[132] adlı kitabında bu hadisin senedini Ehl-i Sünnet muhaddislerinin kitaplarından nakletmiştir ve bu hadisin Ehl-i Sünnetin on tane hadis ve rical kitaplarında nakledildiğini göstermiştir.

Bu hadisin sıhhati hususunda, Ehl-i Sünnet dünyasının sahih yazarlarından olan Buharî ve Müslim gibi kişilerin onu kendi sahih kitaplarında nakletmiş olmaları yeterlidir.[133]

Yine Hz. Ali’nin düşmanı sayılan Sa’d-i Vakkas’ın bu hadisi Hz. Ali’nin (a.s) hayatındaki üç parlak noktadan biri olarak adlandırmış olması onun sağlamlığı hususunda yeterlidir.

Muaviye insanlardan oğlu Yezid için biat almak üzere Mekke’ye girdi. “en-Nudbe” adlı yerde bir toplantı kurdu; o toplantıya Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabından olan bazı şahsiyetler katıldı.

Muaviye, Ali (a.s) hakkında kötü söz söylemeye başladı ve Sa’d’ın da bu konuda kendisi ile aynı tavrı takınacağını bekleniyordu. Ama Sa’d Muaviye’ye dönerek şöyle dedi: “Ben ne zaman Ali’nin (a.s) hayatının parlak noktalarından üç konuyu hatırlasam, samimi bir şekilde, “Keşke bu üç fazilete ben sahip olsaydım” diyorum. Bu üç fazilet ise şunlardır:

1- Bir gün Peygamber (s.a.a), Ali’ye (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sen bana oranla, Harun’un Musa’ya olan oranı gibisin. Şu farkla ki benden sonra Peygamber yoktur.”

2- Hayber savaşında bir gün Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Yarın bu bayrağı Allah ve Resulü’nün kendisini sevdiği bir kimsenin eline vereceğim. O, Hayber kalesinin fatihidir. Asla kaçmak nedir bilmez.” (Sonra da bayrağı Ali’ye (a.s) verdi.)

3- Necran Hıristiyanlarıyla mübahale edildiği gün Peygamber (s.a.a); Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i (Allah’ın selamı onların üzerine olsun) etrafına toplayarak şöyle buyurdu: “Ey Rabbim! Bunlar benim Ehl-i Beytim’dir.”[134]

O halde bu sözü Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) buyurduğu hakkında hiç bir şek ve şüpheye düşmemeliyiz. Aksine bir adım öne geçmeli ve bu hadisin anlam ve hedefi hakkında az da olsa düşünmeliyiz.

İlk aşamada, kavram olarak istisnai cümlesi (içinde istisna bulunan cümle) diye adlandırılan “İlla ennehu la nebiyye be’di” (ancak benden sonra Peygamber yoktur) cümlesine çok dikkat etmemiz gerekir.

Genellikle birinin durumunu başkasına benzettikleri ve, “Bu iki kişi makam açısından aynıdırlar” dedikleri zaman dil bilimcileri bu cümleden bu iki kişinin toplumsal makam açısından eşit olduğunu anlamaktadırlar. Eğer bu teşbih ve tenzilden sonra herhangi bir makamı istisna edecek olurlarsa, bu da o iki kişinin, konuşmacının sözünde istisna edilen bu makam dışında her açıdan eşit olduklarının başka bir delilidir.

Bu hadiste de Resulullah (s.a.a) Ali’nin (a.s) kendisine nisbeten konumunun Harun’un Musa’ya olan nisbeti gibi olduğunu belirtmiş ve Harun’un makamları arasından sadece bir makamı istisna etmiştir.

Aradaki fark da Harun’un Peygamber olması, ama “Hatem’un- Nebiyyin” (peygamberlerin sonuncusu) hükmü gereğince Resul-i Ekrem’den (s.a.a) sonra peygamberin gelmeyeceği ve Ali’nin (a.s) nübüvvet makamına ulaşamayacağıdır.

Şimdi de, Ali’nin (a.s) de sahip olduğu Kur’an hükmünce Harun’un makam ve mevkilerinin neler olduğunu (Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) söz konusu hadisle istisna ettiği Peygamberlik makamı dışında) kısaca görmek gerekir.

Kur’an’a müracaat ettiğimizde açıkça gördüğümüz gibi Hz. Musa (a.s), Harun için Allah’tan aşağıdaki makamları istedi ve Allah Teala da Hz. Musa’nın isteğini kabul ederek şu makamların tümünü Harun’a bağışta bulundu:

1- Vezaret makamı: Musa b. İmran Allah’tan Harun’u kendisine vezir kılmasını istedi. “Ailemden kardeşim Harun’u bana vezir yap.”[135]

2- Takviye ve teyit etmek: Hz. Musa (a.s) Allah’tan kendisini kardeşi Harun vesilesiyle teyit ve takviye etmesini istedi: “Beni onunla destekle.” [136]

3- Risalet makamı: Musa b. İmran Allah’tan onu risalet konusunda kendisine ortak kılmasını istedi: “Onu görevimde ortak kıl.”[137]

Kur’an-ı Kerim Allah’ın, Hz. Musa’nın bütün bu isteklerine olumlu cevap verdiğini ve bütün bu makamları Harun’a bağışladığını hatırlatmaktadır: “Ey Mûsa! İstediğin sana verildi.”[138]

Bundan da öte Hz. Musa gaybeti döneminde Harun’u, İsrailoğulları arasında kendi yerine halife ve vasi kılmış ve şöyle demiştir ki: “Mûsa, kardeşi Harun’a, “Kavmim içinde benim halifem ol” dedi.”[139]

Söz konusu ayetlere müracaat edildiği taktirde Harun’un sahip olduğu makam ve mevkiler kendiliğinden anlaşılmaktadır ve menzilet hadisinin hükmünce de bütün bu mevki ve makamlar (peygamberlik dışında) Ali (a.s) için de sabit olmalıdır.

Bu taktirde İmam Ali (a.s), Allah Resulü’nün insanlar arasındaki veziri, dostu yardımcısı ve halifesidir ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) gaybeti durumunda da insanların önderliğini üstlenmelidir.


Bir soruya cevap

Burada akla şu soru gelebilir: Ali’nin (a.s) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmesi olayı, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Medine’yi terk ettiği günlere has bir olaydır ve bu da Hz. Ali’nin (a.s), Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonraki mutlak halifesi olduğundan çok farklı bir konudur.[140]

Ama Peygamber-i Ekrem’in hayatına kısaca bir müracaat edildiği taktirde bu sorunun cevabını da açıklık bir şekilde elde edebiliriz.

Birinci olarak, Ali (a.s) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisini gıyabında yerine geçirdiği ilk veya son kimse değildi. Resul-i Ekrem (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği on yıl boyunca İslam merkezini terk etmek istediği zaman birini yerine geçiriyor ve işleri ona havale ediyordu.

Nitekim bu cümleden ve Hz. Ali’nin (a.s) Harun’a benzetilmesinden maksat İmam’ın Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) gaybeti boyunca yerine geçmesi kastedilmiş olsaydı, o halde neden bu cümleyi,

yerine geçen diğer şahıslar hakkında vurgulamamıştır? Oysa onlar da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) cihat için veya Allah’ın evini ziyaret etmek için Medine’yi terk ettiği hassas durumlarda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmişlerdir. O halde bu ayrıcalığın sebebi nedir?

İkinci olarak, Ali’nin (a.s) çok kısa bir müddet için Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmesi bu kadar uzun ve ayrıntılı bir şekilde ifade etmeyi ve sonra da sadece nübüvvet makamını istisna etmeyi gerektirmiyordu.

Ayrıca böyle bir şekilde yerine geçmek olayı, bu kadar da övülecek zarurî bir olay değildir. Bir kıvanç olduğu varsayılsa bile Ali’nin (a.s) yıllar sonra Sa’d-i Vakkas’ın arzu edeceği ve kızıl tüylü yüzlerce deveye değiştirmeye hazır olacağı ve sayısız faziletleri (Hayber’in fatihi ve Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı mübahalede Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyti ve nefsi oluşu) arasında zikredeceği bir makam sayılmazdı.

Üçüncü olarak eğer Peygamber bu tarihi sözü sadece Tebük’e gittiği zaman için söylemiş olsaydı, yine de bazılarının bu düşünceye kapılması doğru olabilirdi.

Ama Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s) hakkında bu cümleyi başka zamanlar da ifade etmiştir. Tarih ve hadis sayfaları bu olayları dikkatle kaydetmiştir. Biz burada onlardan önemli olan iki tanesine işaret etmek istiyoruz.[141]

1- Bir gün Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) huzurunda iken o hazret elini Ali’nin (a.s) omuzuna vurarak şöyle buyurdu: “Ey Ali! Sen bana iman eden ve İslam dinini kabul eden ilk kimsesin. Sen bana oranla Harun’un Musa’ya olan oranı gibisin.”[142]

2- Hicretin ilk günlerinde Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Muhacir ve Ensar’ı bir araya topladı ve onları ikişer ikişer kardeş kıldı. Onların arasından sadece Ali’yi (a.s) kimseyle kardeş kılmadı.

Ali (a.s) yaşlı gözlerle Peygamber’e (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Allah’ın Resulü! Ben bir hata mı ettim?! Herkes için bir kardeş seçtin, ama benim için bir kardeş tayin etmedin?!”

Peygamber (s.a.a) bu durumda da sahabeden bir grup karşısında o tarihi cümlesini şöyle beyan etmiştir: “Beni hak üzere gönderen Allah’a yemin olsun ki senin adını sadece kendime kardeş kılmak için erteledim. Sen bana oranla Harun’un Musa’ya olan oranı gibisin. Ancak benden sonra Peygamber olmayacaktır ve sen benim kardeşim ve varisimsin.”[143]

Ali’nin (a.s) Harun’un sahip olduğu tüm makamlara sahip olduğunun diğer bir şahidi de Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Allah’ın emriyle çeşitli yollarla Ali’nin (a.s) konumunun kendisine oranla Harun’un Musa’ya olan oranı gibi olduğunu ve nübüvvet dışında hiç bir eksikliğinin olmadığını insanların bilmeleri için çaba ve gayret göstermesidir.

Bu yüzden Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) değerli kızı Fatıma (s.a), Ali için iki çocuk dünyaya getirince Peygamber (s.a.a) Ali’ye (a.s) adlarını Hasan ve Hüseyin koymasını istedi. Nitekim Harun’un çocuklarının adı da Şeber ve Şubeyr idi ve bunlar da İbrani dilinde Hasan ve Hüseyin’in dengi kelimelerdir.

Her iki halifenin -Harun ve Ali (a.s)- hayatlarının incelemesi bizlere aralarındaki başka benzerlik ve ortaklıkları da göstermektedir. Ama biz sözü uzatmamak için onları açıklamaktan kaçınıyoruz. Merhum Şerefuddin el-Müracaat adlı kitabında bu konuda çok detaylı bir açıklamada bulunmuştur.[144]


ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

2- Gadir Hadisi

Birinci Kısım-

İslam’ın evrensel hareketi daha başladığı ilk yıllardan itibaren Kureyş’in, hatta Arap yarımadasındaki putperestlerin genelinin muhalefeti ve diretmesiyle karşı karşıya kaldı. Onlar bu semavî meşaleyi söndürmek için çeşitli hile ve desiselerle işe koyuldular.

Ama her ne kadar çaba sarf ettilerse de bir netice alamadılar. Onların en son hayali arzuları ise bu büyük hareketin temellerinin önder ve koruyucunun vefatıyla yerle bir olması ve tıpkı Peygamberden önce yaşayıp insanları tevhide davet eden bazı kimseler[145] gibi sönmesiydi.

Kur’an-ı Kerim, bir çok ayetinde onların hilelerini ve kurdukları komploları yansıtmış ve bu defa da putperestlerin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölümüyle her şeyin biteceği yönündeki son boş arzularını aşağıdaki ayette ortaya koyarak şöyle buyurmuştur:

“Yoksa senin için, “Ölümünü gözetlediğimiz bir şairdir” mi diyorlar. De ki: “Gözleyin, doğrusu ben de sizinle berâber gözetleyicilerdenim.” Bunu onlara akılları mı buyuruyor? Yoksa onlar azgın bir kavim midirler?”[146]

Putperestlerin yaptığı bozgunculuklardan ve onların risalet sahibine karşı giriştiği namertçe saldırılardan bazısını burada bir fihrist şeklinde yansıtmamız hiç de fena olmaz.

Ardından Allah-u Teala’nın onların son oyunlarını nasıl da bozduğuna ve bu konuda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sevgi dolu kucağında büyümüş olan Ali (a.s) gibi lâyık ve uygun bir kimseyi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçirerek onların komplolarını nasıl etkisiz hale getirdiğine bir bakalım:

1- İftira Silahı

Kureyş kafirleri, şair, kahin, deli, sihirbaz ve benzeri uygunsuz iftiralarla Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözlerinin etkisini azaltmaya çalışıyorlardı. Ama İslam’ın çeşitli sınıflar arasında göz alıcı ilerlemesi onun bu tür iftiralardan uzak ve yüce olduğunu herkes için sabit kılmış oldu.

2- Müslümanlara Eziyet

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) taraftarlarına eziyet ve işkence etmek ve hatta onları öldürmek de putperestlerin uğursuz planlarından biriydi. Bu vesileyle İslam’ın nüfuzunun genişlemesini azaltmaya çalışıyorlardı.

Ama Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) takipçilerinin her türlü tehdit ve işkenceler karşısındaki direnişleri Kureyş başkanlarını bu uğursuz maksatlarına eriştirme hususunda başarısız etti.

Böylece hepsi Müslümanların ihlası ve Peygambere olan hayrete düşüren ilgi ve teslimiyetleri karşısında şaşkınlıktan parmaklarını ısırdılar. Öyle ki, sonunda Ebu Süfyan şöyle dedi:

“Ben Kayser ve Kisra’yı gördüm. Ama hiç birini taraftarları arasında Muhammed (s.a.a) kadar azametli bulmadım. Muhammed’in taraftarları onun hedeflerini ilerletmek için böylesine fedakarlık etmekte ve canlarından geçmektedirler.[147]


3- Arab’ın Büyük Hikayecisini Davet Etmek

Onlar Kur’an-i Kerim’in ruhsal cazibesi karşısında şaşkınlığa düşmüşlerdi. Onlar insanların Kur’an ayetlerini dinlemek için yarattığı izdihamın sebebinin geçmiş kabilelerin bu büyük kitapta yer alan kıssa ve destanları ile ilgili bir husus olduğunu düşünüyorlardı.

Bu yüzden Nazr b. Haris adlı büyük Arap hikayecisini davet edip ondan belli bir dönem Mekke’nin sokak ve pazarlarında İran ve Irak şahlarının hikayelerini naklederek insanların Allah Resulü’ne yönelmesini engellemesini istediler. Onların bu komplosu da o kadar aptalca bir hareketti ki sonunda Kureyş’in kendisi onun bu hikayelerini işitmekten bıkıp etrafından dağıldılar.

4- Kur’an Dinlemeyi Yasaklamak

Kur’an dinlemeyi yasaklamak da Kureyş’in uğursuz oyunlarından biriydi. Bu oyun da ona ilgi duyanların direnişi sayesinde bozulmuş oldu. Kur’an-i Kerim’in güçlü ve tatlı çekiciliği onları o kadar etkilemişti ki Resulullah (s.a.a) gece namazı ve Kur’an okumak için kalktığında Kur’an-ı Kerim’i dinlemek için gece yarısı Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) evinin etrafında gizleniyorlardı.

Kureyş kafirleri sadece Kur’an’ı dinlemeyi yasaklamakla kalmamış, bütün bireylerin Peygamberle irtibata geçmesini de şiddetle yasaklamışlardı. Öyle ki, Arab’ın A’şa ve Tufeyl b. Ömer gibi bazı büyük şahsiyetleri Peygamberle görüşmek için Mekke’ye girdiklerinde çeşitli vesilelerle onların Peygamberle görüşmesine engel oldular.[148]

5- Ekonomik Ambargo

Kureyş bir bildiri yayınlayarak hiç kimsenin Haşimoğulları ve Muhammed’in dostlarıyla alış-veriş yapma hakkı olmadığını bildirdiler. Bu yüzden Peygamber tam üç yıl boyunca dostlarıyla birlikte Şi’b-i Ebi Talib adlı yerde içler acısı bir şekilde yaşamak zorunda kaldı.

Ama bu ambargo da Kureyş büyüklerinden bazılarının teşebbüsü ve bazı mucizelerin gerçekleşmesiyle ortadan kaldırıldı ve böylece ambargo halkası kırılmış oldu.
6- Peygamberi Öldürme Komplosu

Kureyş’in ileri gelenleri Kureyş gençlerinden her biri bir boya mensup olan kırk kişinin gece yarısı Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) evine saldırarak onu yatağında öldürmelerini kararlaştırdılar. Ama Allah-u Teala sürekli olarak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) koruyucusu ve gözetleyicisiydi. Onu düşmanlarının komplosundan haberdar kıldı.

Peygamber de (s.a.a) Allah’ın emriyle Ali’yi (a.s) yatağına yatırarak şahsen Mekke’yi terk edip Medine’ye doğru yola koyuldu. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Medine’ye hicreti ve Evs ile Hazrec kabilelerinin İslam’a yönelişi Müslümanlar için bir güvenlik noktası oluşturdu. Böylece İslam’ın dağınık güçleri bir tek yerde toplanmaya ve dini savunmaya başladılar.

7- Kanlı Savaşlar

Arap yarımadasındaki putperestler, Müslümanların Medine’de bir araya gelmesinden ve orada İslamî bir devlet başlatmasından dolayı şiddetli bir korkuya kapıldılar.

Bu defa da gürleyen hidayet meşalesini savaş ve katliamlar yoluyla söndürmeye çalıştılar. Kafirlerin Bedir, Uhud, Hendek ve Huneyn’de Müslümanlarla yaptıkları kanlı savaşlar da bütün iniş ve çıkışlarıyla birlikte sonunda İslam’ın askeri kudret üstünlüğüne sebep oldu ve putperestler yarımadada aşağılık ve zelil bir hale düştü.

8- Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Vefatı

Düşmanın en son dayanak ve ümit noktası Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatıydı. Onlar Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatıyla bu hareketin temellerinin yıkılacağını ve İslam’ın yüce sarayının altüst olacağını hayal ediyorlardı. Bu krizi ortadan kaldırıp bu komployu iptal etmenin iki yolu vardı:

1- İslam ümmetinin aklî ve fikrî gelişiminin, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra, İslam’ın yeni kurulmuş hareketine risalet dönemindeki gibi önderlik edebilecek, onu her türlü sağ ve sola sapmaklardan koruyabilecek ve dosdoğru yolda tutabilecek bir düzeyde olması gerekirdi.

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra ümmetin çok kapsamlı önderliği bir takım şartlara bağlıydı ve ne yazık ki ümmet fertlerinin tümü de bu şartlara sahip değillerdi. Biz şimdi bu şartların var olup olmamasını tartışacak değiliz. Ama kısa olarak şöyle diyoruz:

“Bir milletin kalbindeki derin değişiklik ve çok kapsamlı bir ilerleme bir-iki günlük veya bir veya on yıllık kolay bir iş değildir. Kısa bir müddet zarfında bu hedeflere ulaşmak imkansızdır.

Devrimin temellerini güçlendirmek ve insanların kalbinin derinliklerine yerleştirmek için lâyık ve seçkin bir fert veya fertlerin olması gerekir. Böylece hareketin koruyucusunun vefatıyla işlerin dizginlerini eline alacak ve büyük bir dikkat ve sürekli bir tebligatla toplumu doğru olmayan her türlü yönelişten koruyacak ve neticede de eski nesil geçecek ve ilk günden itibaren İslam’ın ahlak ve adabıyla yetişen genç nesil önceki neslin yerini alacaktır. Aksi taktirde hareketin koruyucusu vefat eder etmez büyük bir grup eski gidişatlarına geri döneceklerdir.

Bundan da öte, semavî hareketlerin tümü karşısında İslam, farklı bir takım özelliklere de sahiptir. İslam hareketin devamlılığı açısından bu tür fertlerin varlığını gerekli ve zarurî kabul etmektedir.

İslam dini, dünya milletleri açısından en geri kalmış bir topluluk içinde vücuda geldi. Bu toplumda halk ilk önce ahlakî, toplumsal ve insanlık medeniyetinin diğer boyutlarının düzenlemesi açısından tam bir mahrumiyet içinde yaşıyordu.

Dini sünnetlerden, atalarından miras aldıkları hac merasimi dışında (o hac da bir çok hurafeler ve çirkinliklerle doluydu) başka bir şeyi tanımıyordu. Musa ve İsa’nın öğretileri onların topraklarına girememiş, Hicaz halkının çoğu onlardan nasipsiz kalmışlardı. Diğer taraftan cahiliye adet ve inançları da tümüyle kalplerinde yer etmiş ve onların adeta ruhlarına işlemişti.

Bu tür milletler arasındaki dinî ıslahat hareketinin oluşumu her ne kadar sorun olmasa da ruhlarında olumsuz etkilerin yuvalandığı bu bireyler arasında bu hareket korumak ve ayakta tutmak çok zor bir iş olup onları her türlü gericilik ve sapıklıktan koruyacak sürekli bir dikkat ve gözetmeye gerek vardır.

Hareket taraftarlarının (Müslümanların) savaşın tam kızıştığı bir anda risalet sahibinin etrafından dağılıp onu savaş meydanlarında yalnız bıraktıkları Uhud ve Huneyn sahnelerinin içler acısı olayları,

harekete iman etmiş ve bu yolda canını ve malını feda etmeye hazır kimselerin parmakla sayılacak kadar çok az olduğunun delilidir. Toplumun bireyleri aklî ve fikrî gelişim açısından Peygamber’i Ekrem’in (s.a.a) toplumun idaresini onların kendi ellerine bırakabileceği ve o hazretin vefat etmesini gözleyen düşmanın son komplosunu ümmetin hikmete dayalı iradesi ile suya düşürebileceği bir durumda değillerdi.

İşte bu sözde gelişmiş ümmet, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından hemen sonra ihtilaf odağı haline gelmiş ve yavaş yavaş yetmiş üç millete bölünmüştür.

Bu söylediklerimizden de anlaşıldığı üzere İslam ümmeti Peygamber vefat ettiği zaman İslam düşmanlarının son komplosunu da etkisiz hale getirebilecek ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatını gözleyen kimselerin desiselerini bozabilecek, aklî ve fikri bir gelişim düzeyine erişmemişti. O halde bu konuda farklı bir çözüm bulmak gerekirdi. Bu çözüme aşağıda kısaca işaret etmeye çalışacağız.

2- Hareketin kalıcı olması için en kolay ve problemsiz çözüm, hareketin temel ve fer’î ilkelerine iman ve itikadı Peygamber gibi olan, lâyık ve uygun birinin Allah tarafından hareketin önderliği için seçilmesi; güçlü bir iman, geniş bir ilim ve her türlü hata ve sapmadan korunmuş olarak devrimin önderliğini üstlenmesi ve kalıcılığını sağlamasıdır.

İşte bu da Şia mektebinin sıhhat ve doğruluğunu iddia ettiği gerçektir. Bir çok tarihi tanıkların da tanıklık ettiği üzere İslam Peygamberi (s.a.a) on yedi Zilhiccet’il-Haram günü veda haccından dönerken,

Allah’ın emriyle bu problemi çözmüş ve Allah tarafından Peygamber-i Ekrem’in yerine geçecek vasisi tayin edilerek devrimin kalıcılığı Peygamber’den sonrası için de garanti altına alınmıştır.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hicretin onuncu yılında Müslümanlara hac merasimini öğretmek için Mekke’ye doğru yola koyuldu. Bu defa bu görevi yerine getirme aziz Peygamber-i Ekrem’in ömrünün son yılına rastladığı için bu hacca “Veda haccı” denmiştir. Tarihçiler Resulullah (s.a.a) ile birlikte yolculuk etme aşkıyla veya hac merasimini öğrenme niyetiyle Peygamber ile hacca gidenlerin yüz yirmi bine yakın olduğunu tahmin etmişlerdir.

4
Ümmetin Önderliği Ümmetin Önderliği


Hac merasimi sona erdi ve Peygamber (s.a.a) Medine’ye doğru yola koyuldu. Yol esnasında büyük bir topluluk onu uğurladı, sürekli Mekke’de kalanlar dışında hepsi Peygamber ile birlikte hareket etti.

Kervan Gadir-i Hum diye adlandırılan ve Cuhfe’nin üç mil ötesinde bulunan susuz çöle eriştiğinde aniden vahiy elçisi geldi ve Peygamber’e durmasını emretti. Resulullah (s.a.a) da herkese, geride kalanların da gelip kendisine ulaşması için durmasını emretti.

Kervanla hareket edenler Peygamber-i Ekrem’in bu sıcak ve susuz bölgede, hem de güneşin en fazla yakıcı olduğu bu gün ortasında aniden durmasına şaşıp kaldılar. Onlar kendi kendilerine şöyle dediler:

“Allah tarafından büyük bir emir nazil olmuştur. Peygamberin bu müsait olmayan şartlar altında tüm insanları, kendilerine Allah’ın emrini tebliğ etmek için durdurması da bu ilahî emrin önemini göstermektedir.”

Resul-i Ekrem (s.a.a) için Allah’ın emri şu ayet ile beyan edildi: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.”[149] Bu ayetin anlamına dikkat edilecek olursa şu önemli konular elde edilir:

Birinci olarak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tebliğ etmekle emrolduğu husus o kadar büyük ve önemliydi ki her ne kadar imkansız bir varsayım da olsa Peygamber bu konuyu ulaştırma hususunda en küçük bir korkuya kapılarak onu tebliğ etmemiş bulunsaydı adeta risaletini yapmamış olacaktı.

Hatta daha sonra da göreceğimiz gibi, bu görevi yerine getirmek onun risaletini kemale erdirmiştir.

Başka bir tabirle “ma unzile ileyk” (sana nazil olan şey) cümlesinden maksat, Kur’an ayetleri ve İslamî emirlerin toplamı olamaz. Zira açıkça bilindiği üzere eğer Peygamber ilahî emirlerin toplamını tebliğ etmemiş olsaydı,

zaten risaletini yerine getirmemiş olacaktı ve böyle açık bir şeyi yeniden söylemeye ve bu konuda bir ayetin nazil olmasına gerek yoktu. Dolayısıyla bu tebliğden maksat çok önemli bir konuydu. Bunun tebliğ edilmesi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risaletinin tamamlayıcısı sayılmış ve tebliğ edilmediği müddetçe de önemli risalet görevi kemale ermemiş ve eksik kalacağı bildirilmiştir.

O halde bu görev İslam’ın diğer temel ve fer’î ilkeleriyle bağlantılı olup, Allah’ın birliği ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risaleti gibi çok önemli ilkelerinden biri olmalıydı.

İkinci olarak, toplumsal değerlendirmeler açısından Peygamber bu görevi yerine getirme hususunda kendisine bir zarar geleceğine ihtimal veriyordu. Allah da Peygamber’in iradesini güçlendirmek için şöyle buyurmuştur: “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”

Şimdi de İslam müfessirlerinin bu görevin konusunu tayin hususunda ortaya koydukları ihtimallerden[150] hangisinin ayetin anlamına daha yakın olduğuna bir bakalım.

Şii muhaddisler ve hakeza Ehl-i Sünnet muhaddislerinden otuz kişi[151] bu ayetin Gadir-i Hum günü nazil olduğunu söylemişlerdir. Yani Allah Teala’nın Peygamber-i Ekrem’i (s.a.a), Ali’yi (a.s), “Müminlerin mevlası” olarak tanıtmakla görevlendirdiği gün nazil olmuştur.

Hz. Ali’nin as Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesi olarak ümmet üzerindeki yöneticiliği o kadar önemlidir ki onu tebliğ etmek gerçekten de risaleti kemale erdirici bir konumdadır ve bu önemli görevi tebliğ etmemek ise risalet hususunda bir eksiklik sebebi ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) çektiği bütün zahmetlerin ortadan kalkması anlamındadır.

Hakeza; Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) toplumsal değerlendirme açısından endişeye kapılması da normaldir. Zira henüz otuz üç yaşlarında olan Ali (a.s) gibi birisinin yaş açısından kendisinden büyük olan kimseler üzerindeki vesayet ve hilafeti bir çoğu için zor ve ağır bir şeydi.

[152] Ayrıca geride kalanları daha sonra Müslümanların zümresinden olan bir çok kimseleri de Hz. Ali (s.a.a) savaş sahnelerinde öldürmüştü. Tabiatıyla böyle birinin toplumdaki hakimiyeti o kinli ve kompleksli kimselerin şiddetli muhalefetiyle karşı karşıya kalacaktı.

Bundan da öte; Ali (a.s) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) amcasının oğlu ve damadıydı. Böyle birisini hilafet için tayin etmek, toplumda sayıları hiç de az olmayan akılsız kimseler nezdinde bir tür aile bağnazlığı olarak değerlendirilip doğru bulunmayabilirdi.

Ama bütün bu olumsuz koşullara rağmen Allah’ın hikmete dayalı iradesi, hareketin devamlılığını halifenin tayini ile garantilemiş, Peygamber’inin evrensel risaletini rehber tayin ederek kemale erdirmiştir.

Şimdi de hep birlikte bu tarihi olayın detaylarını inceleyelim.


ON DOKUZUNCU BÖLÜM

İkinci Kısım-

Tarihî Gadir Olayı Ebedî ve Ölümsüz Bir Olaydır

Zilhicce ayının 18. günün öğlen vakti, sıcak ve yakıcı bir güneş Gadir-i Hum topraklarına tüm şiddetiyle yansıyor ve ışınlarıyla çölü adeta yakıyordu. Tarihin,

sayılarını yetmiş ila yüz yirmi bin arasında kaydettiği kalabalık bir topluluk Allah Resulü’nün emriyle o bölgede konakladı ve o günün tarihî olayını beklemeye başladı. Onlar şiddetli sıcaklıktan dolayı abalarını ikiye ayırmış, yarısını başlarına çekmiş, diğer yarısını ise altlarına sermişlerdi.

Bu hassas durumda tüm çölü öğlen ezanının sesi kapladı ve insanlar öğlen namazını kılmak için hazırlandılar. Peygamber öğlen namazını Gadir-i Hum topraklarının bir benzerini görmediği o muhteşem toplulukla cemaatle yerine getirdi.

Sonra topluluğun arasına geldi. Deve hörgüçlerinden yapılmış yüksekçe bir noktaya çıkarak yüksek bir sesle aşağıdaki hutbeyi okudu:

“Hamd Allah’a mahsustur. Ondan yardım dileriz, O’na iman ederiz, O’na tevekkül ederiz ve kötülüğü emreden nefsimizin kötülüğünden, sapmışlar için yegane hidayetçi ve kılavuz olan Allah’a sığınırız.

Tanıklık ederiz ki Allah kimi hidayet ederse hiç kimse O’nu saptıramaz ve yine tanıklık ederiz ki Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.

Ey insanlar! Latif ve habir olan Allah bana her Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risaletinin, risaletten önceki ömrünün yarısı kadar olduğunu haber vermiştir ve ben de çok yakında Allah’ın davetine icabet edeceğim, aranızdan gideceğim. Ben sorumluyum. Sizler de sorumlusunuz. Benim hakkında ne düşünüyorsunuz?”

Ashabı şöyle dediler: “Şehadet ederiz ki sen Allah’ın dinini tebliğ ettin, bizim için hayır diledin, bizlere nasihat ettin, bu yolda çaba gösterdin.


Allah sana mükafat versin.

Resulullah -s.a.a- (topluluk susup sessiz kalınca şöyle buyurdu:) “Acaba sizler Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve Peygamberi olduğuna, cennet, cehennem ve ölümün hak olduğuna, kıyamet gününün şüphesiz gelip çatacağına, Allah’ın toprağın altına defnedilmiş kimseleri dirilteceğine tanıklık ediyor musunuz?”

Ashabı, “Evet! Evet! Tanıklık ediyoruz” dediler.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ben sizler aranızda iki değerli şeyi hatıra olarak bırakıyorum. Onlarla nasıl muamele edeceksiniz?”

Yabancı birisi, “Bu iki değerli şeyden maksat nedir?” diye sordu.

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sıkl-i Ekber (büyük olan değerli şey) Allah’ın Kitabı’dır ve onun bir tarafı Allah’ın, diğer tarafı ise sizin elinizdedir. Sapıklığa düşmeyesiniz diye Allah’ın Kitabı’na sarılın.

Sıkl-i Asgar (daha küçük olan değerli şey) ise itretim ve Ehl-i Beytim’dir. Allah bana bu iki emanetimin kıyamet gününe kadar birbirinden ayrılmayacağını haber vermiştir.

Ey insanlar! Allah’ın Kitabından ve benim itretimden öne geçmeyin; onlardan geri de kalmayın. Aksi taktirde helak olursunuz.”

Bu esnada Resul-i Ekrem (s.a.a) Ali’nin (a.s) elinden tutarak koltuğunun altındaki beyazlık gözükecek şekilde yukarı kaldırdı. Bütün topluluk Ali’yi (a.s) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yanında gördüler.

Onu iyi bir şekilde tanıyıp bu toplantıdan maksadın Ali ile ilgili bir husus olduğunu anladılar. Hepsi tam bir hazırlık içinde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözlerine kulak astılar.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Müminlere kendi nefislerinden daha evla olan kimdir?”

Ashabı, “Allah ve Resulü da iyi bilir” dediler.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah benim mevlam, ben de müminlerin mevlası ve onlara kendi nefislerinden daha evlayım. Ey insanlar! Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır.” Resulullah (s.a.a) bu cümleyi tam üç defa tekrar etti.[153]

Daha sonra şöyle buyurdu: “Allah’ım! Ali’yi seveni sev ve Ali’yi düşman bileni sen de düşman bil. Allah’ım! Ali’ye yardım edenlere yardım et, Ali’nin düşmanlarını hor ve zelil kıl.

Allah’ım! Ali’yi hakkın merkezi karar kıl.” Devamla şöyle buyurdu: “Burada hazır bulunanlar olayı burada olmayanlara bildirsin, diğerleri de bu olaydan haberdar olsun.”

Henüz Gadir-i Hum’daki o muhteşem topluluk dağılmamışken vahiy meleği indi ve Peygamber-i Ekrem’i (s.a.a) Allah’ın şu buyruğu ile müjdeledi: “Bugün, size dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size -kemale ermiş- din olarak İslam’a razı oldum.”[154]

O anda Peygamber-i Ekrem (s.a.a) yüksek sesle tekbir getirdi ve şöyle buyurdu: “Dinini kamil kılan, nimetini tamamlayan, benim risaletimden ve Ali’nin benden sonraki velayetinden hoşnut olan Allah’a şükürler olsun.

” Resul-i Ekrem (s.a.a) bulunduğu yerden aşağı indi. Ashabı gruplar halinde Ali’yi (a.s) tebrik ettiler ve onu kendilerinin ve iman sahibi bütün kadın ve erkeklerin mevlası olarak kutladılar.

Bu esnada Allah Resulü’nün şairi olan Hassan b. Sait ayağa kalktı ve bu tarihi olay hakkında bir şiir okuyarak bu hadiseye ebedi bir renk kazandırdı. Onun okuduğu şiirin sadece iki beytini burada tercüme etmek istiyoruz:

“Peygamber Ali’ye şöyle buyurdu: “Kalk! Ben seni kendimden sonra insanların önderi ve kılavuzu kıldım.

Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.

Ey insanlar! Siz de Ali’nin gerçek dostları ve takipçileri olun.”

Buraya kadar söylenenler Ehl-i Sünnet kaynaklarında da yer alan Gadir olayının özetidir. Şia kitaplarında da bu olay daha detaylı bir şekilde beyan edilmiştir.

Merhum Tebersi, İhticac adlı kitabında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hutbesini detaylı bir şekilde nakletmektedir. İlgi duyanlar o kitaba müracaat edebilirler.[155]


Gadir Olayı Ölümsüz ve Ebedidir

Allah-u Teala’nın hikmete dayalı iradesi, tarihî Gadir olayını tarih ve asırlar boyunca kalplerin yöneldiği canlı bir tarih şeklinde kalmasını dilemiş, her asır ve zamanda İslamî yazarların,

kendi tefsir, hadis, kelam ve tarih kitaplarında bu olay hakkında konuşmalarını, dini konuşmacıların vaaz ve hitabe toplantılarında onun hakkında konuşma yapmalarını ve bunu Hz. Ali’nin (a.s) inkâr edilmez faziletlerinden saymalarını taktir buyurmuştur.

Hatipler, konuşmacılar ve şairler de bu olaydan ilham alarak edebi zevklerini, bu olay hakkındaki tefekkür ve düşünceyle alevlendirip Hz. Ali’ye (a.s) karşı ihlaslarını dile getirip çeşitli şekillerde ve farklı dillerdeki en güzel beyitleri hatıra bırakmışlardır.

Tarih boyunca Gadir olayı kadar alimlerin, muhaddislerin, müfessirlerin, mütekellimlerin, filozofların, hatiplerin, şairlerin, tarihçilerin ve siyer yazarlarının teveccüh ettiği ve hakkında bu kadar inayette bulunduğu çok az olaya rastlanması sebepsiz değildir.

Şüphesiz bu olayın ebedi kalışının sebeplerinden biri de bu konuda Kur’an’ın iki ayetinin nazil olmasıdır. Kur’an ebedi bir kitap olduğu için bu tarihî olay da ebedileşmiş ve asla hatıralardan silinmemiştir.

İslam toplumu hem önceki asırlarda ve hem de çağdaş Şii toplumunda bu günü bir bayram olarak kabul etmekte ve her yıl bu münasebetle muhteşem merasimler düzenlemektedir.

Şüphesiz tarihî Gadir olayı ebedi bir renk kazanmıştır ve asla hatıralardan silinecek değildir. Tarihten de anlaşıldığı üzere Zilhiccet’il-Haram ayının 18. günü Müslümanlar arasında Gadir bayramı olarak meşhur olmuştur. Nitekim İbn-i Hallikan, Fatımi halifesi, Müsta’la bin Mustansır hakkında şöyle diyor: “487 yılında 18 Zilhiccet’il-Haram’a tesadüf eden Gadir bayramında halk kendisine biat etti.”[156]

el-Mustensirbillah hakkında ise el-Ubeydî şöyle yazıyor: “O, 487 yılında, zilhicce ayının sonuna on iki gün kala öldü. Bu gece Zilhicce ayının 18. günü ve Gadir bayramının gecesidir.[157]

Bu geceyi bayram gecesi olarak adlandıran tek kişi İbn-i Hallikan değildir. Mes’udî[158] ve Sa’lebî[159] de Gadir gecesini, İslam Ümmeti arasında meşhur olan gecelerden biri saymıştır.

Gadir günü yapılan kutlama merasimleri o gün Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yaptığı amellerden esinlenmiştir. Zira o gün Peygamber, Muhacirlere ve Ensar’a, hatta kendi eşlerine, Ali’nin yanına gidip onu böyle büyük bir fazilet sebebiyle kutlamalarını emretmiştir.

Zeyd b. Erkam şöyle diyor: “Ali’ye biat eden Muhacirlerden ilk kişi Ebu Bekir, Ömer, Osman, Talha ve Zübeyr idiler. Tebrik ve biat merasimi o gün güneş batıncaya kadar devam etti.”


Bu Ebedi Olayın Diğer Delilleri

Bu tarihi olayın ehemmiyeti konusunda sahabeden yüz on kişinin bu hadisi nakletmiş olması yeterlidir. Elbette bu cümle onca insan arasından sadece bu kimselerin Gadir hadisini naklettiği anlamında değildir.

Bunlar sadece Ehl-i Sünnet alimlerinin kitaplarında göze çarpan yüz on ravidir. Gerçi Peygamber bu konuşmasını, yüz bin kişilik bir toplantıya yapmıştır.

Ama onlardan büyük bir grubu, Hicaz’dan uzak bölgelerden gelmişlerdi ve onlardan hiç bir hadis nakledilmemiş veya nakledilmişse de bizim elimize ulaşmamıştır. Onlardan bir grubu da bu olayı nakletmişler, ama tarih onları kaydetme hususunda başarılı olamamıştır.

Tabiinin asrı olarak bilinen İslam’ın ikinci asrında, onlardan seksen dokuz kişi bu hadisi nakletmiştir.

Hadis rivayet edenlerin çoğu sonraki asırlarda Ehl-i Sünnet alimlerindendir. Onlardan üç yüz altmış kişi bu hadisi kendi kitaplarında nakletmiştir; büyük bir grubu da bunun sıhhat ve doğruluğunu itiraf etmişlerdir.

Ehl-i Sünnet ulemasından üçüncü asırda doksan iki, dördüncü asırda, kırk üç, beşinci asırda yirmi dört, altıncı asırda yirmi, yedinci asırda yirmi bir, sekizinci asırda on sekiz,

dokuzuncu asırda on altı, onuncu asırda on dört, on birinci asırda on iki, on ikinci asırda on üç, on üçüncü asırda on iki, on dördüncü asırda ise yirmi kişi bu hadisi nakletmiştir.

Bu cemaatten bir grubu sadece hadisi nakletmekle yetinmemiş, bu hadisin senetleri ve anlamı hakkında da bağımsız kitaplar yazmışlardır.

Büyük İslam tarihçisi Taberî, “el-Velayet fi Tarik-i Hadis’il-Gadir” adında bir kitap yazmış, bu hadisi yaklaşık yetmiş yolla Resul-i Ekrem’den (s.a.a) nakletmiştir.

İbn-i Ukde-i Kufi de “Velayet” adlı risalesinde bu hadisi yüz beş kişiden nakletmiştir. Cuani olarak bilinen Ebu Bekir Muhammed bin Ömer-i Bağdadî de bu hadisi yirmi beş yoldan nakletmiştir.

Bu tarihî olayın hususiyetleri hakkında kitap yazan kimselerin sayısı yirmi altıdır. Bu olay hakkında broşür veya kitap yazan bir çok kişinin eserlerinin de tarihte kaydedilmemiş olması mümkündür veya biz yaptığımız araştırmalarımızda onların adını elde edememişiz.

Şii alimleri de bu tarihi olay hakkında değerli kitaplar yazmışlardır. Bu kitaplardan en kapsamlısı el-Gadir kitabıdır. Bu kitap meşhur İslam yazarı, Mücahid Allame Merhum Emini tarafından yazılmıştır. Biz de Hz. Ali’nin (a.s) hayatının bu bölümünü yazarken o kitaptan çok istifade ettik.


YİRMİNCİ BÖLÜM

(2) Gadir Hadisi

Üçüncü Kısım-

Gadir’de Muhteşem Bir Toplantı Düzenlemenin Hedefi Neydi?

Geçen konulardan da açıkça anlaşıldığı üzere Gadir olayı, hakkında şüphe edilmesi, en açık ve belli hususlarda şüphe edilmesi mesabesinde olan kesin tarihî bir olaydır ve İslami hadisler arasında tevatür ve kesin olma açısından,

bu hadisin konumunda olan çok az hadis vardır. O halde bu hadisin senedi hakkında daha fazla araştırma ve incelemede bulunmayacağız. Bu bölümde daha çok Gadir hadisinin anlamını açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.

Hadisi anlamanın kilit noktası, “men kuntu mevlahu fe Aliyyun mevlahu” (Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır) cümlesinde geçen mevla kelimesinin anlamını elde etmektir. Bu kelimenin anlamını anladıktan sonra da hadisin anlamı kendiliğinden açıklığa kavuşacaktır.

Daha önce şunu bilmek gerekir ki “mevla” lafzı Kur’an-i Kerim’de “evla” ve “veliyy” anlamında kullanılmıştır. Örneğin:

1- “Bugün sizden ve küfredenlerden fidye kabul edilmez. Varacağınız yer ateştir ve mevlanız (evlâ ve layığınız) orasıdır; ne kötü bir dönüştür.”[160]

Büyük İslam müfessirleri bu ayetin tefsirinde şöyle demişlerdir: “Bu ayetteki “mevla” kelimesi “evla/layık” anlamındadır. Zira işledikleri çirkin ameller sebebiyle bu kimseler ateşe girmeye lâyık ve müstahak olmuşlardır.[161]

2- “Kendisine zararı faydasından daha yakın olana yalvarır. Yalvardığı şey ne kötü mevla (veli, yardımcı) ve ne kötü yoldaştır.”[162]

Bu ayet anlamı ve önceki ayetin tanıklığıyla müşriklerin ve putları kendilerine veli kabul eden, onlara veli olarak yönelen ve onları veli olarak çağıran putperestlerin ameline işaret etmektedir.

Bu iki ayet ve nakletmekten sarf-ı nazar ettiğimiz diğer bir çok ayetler özetle “mevla” kelimesinin anlamlarından birinin de “evla” ve “veli” olduğunu ispat etmektir.

Şimdi de “men kuntu mevlahu fe haza Aliyyun mevlahu” (Ben kimin mevlasıysam bu Ali de onun mevlasıdır) cümlesinden maksadın ne olduğuna bir bakalım. Acaba maksat bir kimsenin insan üzerindeki mutlak velayetinin gereği olan nefislerdeki tasarrufta evleviyet anlamında mıdır?

Yoksa hadisin anlamı başka bir şey midir? Nitekim bazıları Gadir hadisindeki “mevla”dan maksadın dost, yardımcı ve benzeri şeyler olduğunu düşünmüşlerdir.

Bir çok delillerin de tanıklık ettiği üzere “mevla” kelimesinden maksat, alimlerin velayet-i mutlaka olarak tabir ettikleri birinci anlamdır. Kur’an-i Kerim Resulullah (s.a.a) hakkında şöyle buyurmuştur: “Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evladır.”[163]

İnsana kendi canından (tasallut ve tasarruf açısından) daha lâyık ve müstahak olan bir kimse tabiatıyla onun malı hakkında da aynı hakka sahiptir. Canı ve malı hakkında insana kendi nefsinden daha evla olan birisi,

onun üzerinde mutlak bir velayet sahibi de olmalıdır ve bu yüzden insan onun emirlerini en ince ayrıntısına kadar yürürlüğe koymalı ve sakındırdığı şeylerden uzak durmalıdır.

Bu makam ve mevki, Allah tarafından Peygamber’e (s.a.a) verilmiştir ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zatı gereği böyle bir makama kendiliğinden sahip olmamıştır.

Daha açık bir ifadeyle Resulullah (s.a.a) imanlı kimselerin canına ve malına hakim kılan, onlara her türlü emir ve nehiyde bulunma hususunda yetkili kılan ve onun emirlerinden sapmanın bir tür Allah’ın emirlerinden sapma olduğunu kabul eden bizzat Allah’tır.

Kesin delillerle ispat edildiği üzere bu hadisteki “mevlâ” kelimesi, ayette geçen “evlâ” kelimesiyle aynı anlamı ifade etmektedir. Tabiatıyla Müminlerin Emiri Ali (a.s) da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ayet-i şerifenin nassıyla sahip olduğu makama sahip bulunmaktadır. Yani kendi asrında ümmetin önderi,

toplumun rehberi ve insanların canı ve malı hakkında tasarrufta bulunmaya en evla kimsedir. Bu da bazen “velayet-i ilahiyye” diye tabir edilen yüce imamet makamıdır. (Allah tarafından özel kimselere verilen geniş velayet makamıdır.)

Şimdi de açık bir şekilde hadiste geçen mevla kelimesinden maksadın tüm işlerde tasarrufta evleviyet anlamında olduğunu açıkça ispat eden delil ve şahitlere bir göz atalım. İşte bu delillerden bazısı:

1- Tarihî Gadir olayının meydana geldiği gün, Allah Resulü’nün şairi Hassan b. Sabit Resul-i Ekrem’den (s.a.a) izin alarak ayağa kalktı ve o hazretin sözünü bir şiir kalıbında ebedileştirdi. Burada dikkat edilmesi gereken ilginç bir husus da şudur ki fesahat ve belagat sahibi, Arap dilinin rumuzlarını yakından bilen bu şair “mevla” kelimesi yerine “imam ve hidayetçi” kelimesini kullanmış ve şöyle demiştir.

“Peygamber (s.a.a) insanlara yöneldi ve Ali’ye (a.s) şöyle dedi: “Ayağa kalk ki ben seni kendimden sonra insanların imamı ve hidayetçisi kıldım.”[164]

Açıkça görüldüğü gibi Hassan b. Sabit, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) buyruğunda geçen “mevla” kelimesinden, imamet ve yöneticilik, hidayet ve ümmetin rehberliği dışında başka bir şey anlamamıştır.

Mevla kelimesinden bu anlamı anlayan tek kişi sadece Hassan değildir. Ondan sonra da Arap toplumunun birinci sınıf edebiyatçıları ve şairlerinden olan büyük İslam şairleri ve hatta bazıları Arap edebiyatının üstadı sayılan birçok büyük İslam şairleri de bu lafızdan Hassan b. Sabit’in telakki ettiği anlamı, yani imamet ve ümmetin önderliğini anlamışlardır.

2- Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Muaviye’ye yazdığı şiirlerinde Gadir hadisi hakkında şöyle buyurmuştur:

“Allah Resulü Gadir günü benim velayetimi sizlere farz kılmıştır.”

Hadisin gerçek anlamını bizlere açıklama hususunda bizzat imamdan daha güvenilir kim vardır? İmam Ali (a.s) Şii ve Sünni tüm Müslümanların, ilim, emanete riayet ve takvası hususunda görüş birliğinde olduğu bir kimsedir.

Burada da görüldüğü gibi Hz. Ali (a.s) Gadir hadisine sarılmış ve şöyle buyurmuştur: “Allah Resulü Gadir günü benim velayetimi sizlere farz kılmıştır.” Acaba bu açıklama Gadir olayında hazır bulunan herkesin o gün dini önderlik ve toplumsal rehberlik dışında hiç bir şey düşünmediklerini açık bir şekilde beyan etmiyor mu?

3- Hadiste yer alan bir takım kanıtlar da Peygamber-i Ekrem’in bu cümleden maksadının Ali’nin (a.s) “tasarrufta evleviyet” konusu olduğuna tanıklık etmektedir. Zira Peygamber, “men kuntu mevlahu” (Ben kimin mevlasıysam) cümlesini buyurmadan önce şöyle buyurmuştur: “Ben sizlere kendi nefislerinizden daha evla değil miyim?”

Bu cümlede Peygamber, “Nefse evleviyet” kelimesini kullanmış ve tüm insanların canları hakkında onların kendilerinden daha evleviyetli olduğu hususunda kendilerinden itiraf almıştır.

Sonra da hemen ardından şöyle buyurmuştur: “Ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır.” Bu iki cümlenin birbirine yakın zikredilmesinin hedefi nedir? Peygamber-i Ekrem’in hadisteki Ali’nin mevla oluşundan maksadı daha önce kendisi için ispat ettiği nefse evleviyet değil midir?

Peygamber aslında, “Ey insanlar! Benim sahip olduğum her makama Ali (a.s) de sahiptir” demek istememiş midir?” Eğer Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) maksadı bundan başka bir şey olsaydı, artık kendisinin onlara evleviyeti hususunda itiraf almasına gerek kalmazdı.

4- Peygamber (s.a.a) sözünün başında insanlardan üç önemli İslamî konuda, (tevhit, nübüvvet ve ahiret) itiraf almış ve şöyle buyurmuştur: “Siz Allah’tan başka ilah olmadığına,

Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna tanıklık etmiyor musunuz?” Bu itirafı almaktan maksat nedir? Peygamber-i Ekrem (s.a.a), daha sonra Ali (a.s) için sabit kılacağı makam ve mevkiyi önceki ilkeler gibi düşünmeleri ve Ali’nin hilafet ve velayetini ikrar etmenin,

herkesin ikrar ve itirafta bulunduğu üç temel ilkenin düzeyinde olan bir ikrar olduğunu bilmelerini sağlamak için insanların zihinlerini hazırlamaktan başka bir şey kastetmiş olabilir mi? Eğer “mevla” kelimesinden maksat, dost ve yardımcıysa cümlelerin ilişkisi bozulur ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözü belagat ve sağlamlığını kaybederdi.

Zira Ali (a.s) velayet makamı dışında o günkü toplumda yetişmiş seçkin bir Müslümandı. Bırakın Ali gibi bir mümini, imanlı herkesle dost olmanın gerekliliği Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) büyük bir topluluk içinde büyük bir teşrifatla ilan edeceği ölçüde gizli bir iş değildi ve ayrıca bu konu üç ilkenin sırasında yer alacak ölçüde önemli bir konu da değildi.

5- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) konuşmasının başında kendi vefatının yaklaştığından söz etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Yakında hakkın davetine icabet edeceğim.

” Bu cümle de Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendisinden sonra bir çare düşündüğünü ve vefatından doğan boşluğu doldurmak istediğini ifade etmektedir. O halde açık olduğu üzere bu boşluğu doldurabilecek tek şey de Peygamber’den sonra işlerin dizginlerini eline alabilecek olan Ali’nin hilafet ve imamet makamıdır, Ali’nin dostluğu, sevgisi veya ona yardım etmek değil.

6- Peygamber (s.a.a), “Ben kimin mevlasıysam” cümlesinden hemen sonra şöyle buyurmuştur: “Allah’a dinini kemale erdirdiği, nimetini tamamladığı, risaletimden hoşnut olduğu ve Ali b. Ebi Talib’in velayetinden razı olduğu sebebiyle tekbir getiriyorum.”

7- Bundan daha açık bir delil ne olabilir ki, Ebu Bekir, Ömer ve Allah Resulü’nün ashabından bir çok kimse, Peygamberin hitap makamından aşağı inmesinden hemen sonra hep birlikte Ali’yi tebrik etmiş ve akşam namazına kadar süren bir kutlama merasimi düzenlemişlerdir.

İlginç olanı şudur ki, İmam’a, “Bu makam sana hayırlı olsun ey Ali b. Ebi Talib! Zira sen her mümin erkek ve kadının mevlası oldun” diyen ilk kişiler Ebubekir ve Ömer idiler.

Ali (a.s) o gün nasıl bir makama sahip oldu ki böylesine tebrik ve kutlamalara lâyık görüldü?! Bu makam o güne kadar İslam ümmetinin yüce toplumunda böylesine bir teşrifatla tebliğ ve ilan edilmemiş olan ümmetin rehberliği ve önderliği makamından başka bir makam değildi.

8- Eğer maksat sadece Ali’nin dostluğu olsaydı, artık bu meseleyi böylesine sıcak bir havada yüz bin kişilik kervanı yoldan alıkoyacak, insanları o sıcak toprakta, çölün kum ve çakıl taşları üzerine oturup detaylı bir hutbe okuyacak şekilde beyan etmesine gerek kalmazdı.

Kur’an-ı Kerim imanlı toplumun bireylerini, birbirlerinin kardeşi olarak nitelendirmemiş midir ki?! Nitekim şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz müminler birbirlerinin kardeşidir.”[165]

Kur’an zaten iman sahibi kimseleri birbirlerinin dostu olarak tanıtmamış mıdır ki? Nitekim şöyle buyurmuştur: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar, bazısı bazısının dostudur”[166]

O halde Ali de o imanlı toplumun bir üyesiydi ve Resulullah’ın (s.a.a) bütün bu hazırlıklarla birlikte ayrıca Ali’nin (a.s) dostluğu ve sevgisi hakkında konuşmasına gerek yoktu.

Bütün bu söylediklerimizden de açıkça anlaşıldığı üzere bazı kimselerin Gadir hadisinden maksadın Ali (a.s) ile dostluk ve ona yardım etmek olduğu ve Peygamber-i Ekrem’in sözündeki “mevla” kelimesinin de “seven ve yardımcı olan” anlamını taşıdığı iddiası hakikatte doğru olmayan bir yorum ve çocukça bir bahane peşinde koşmaktır.

Bu da körü körüne bağnazlıktan kaynaklanmaktadır. Açıkça söylemek gerekir ki, yukarıdaki delillerin ve hutbeden elde edilen diğer şahitlerin hükmüyle Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözündeki “mevla” kelimesinin tek bir anlamı vardır ve o da ihtiyar ve tasarrufa evleviyet sahibi kimse anlamıdır.

Eğer mevla kelimesinin efendilik ve yücelik anlamını ifade ettiği ve “efendi” anlamında olduğu söylenecek olursa, şüphesiz bu durumda da bundan maksat imama itaat etmelerini başkaları için farz ve gerekli kılan ilahî ve dinî efendiliktir.


YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM

İki Soruya Cevap

İki Soru:

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) kendinden hemen sonraki hilafet ve vasiliğini Gadir-i Hum günü ilan edip ona itaat edip uymayı tüm Müslümanlara gerekli ve farz kıldı. Burada iki soru mevcuttur:

1- Eğer Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) hilafet ve vasiliği böyle bir günde ilan edildiyse, o halde neden Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabı, Peygamber vefat ettikten sonra Ali’nin vesayet ve hilafet makamını görmezlikten gelip başka birisine uydular?

2- Neden İmam Ali (a.s) ömrü boyunca bu hadisi kendi imametini ispat etmek için delil olarak ortaya koymadı?

Birinci soruya cevap:

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabından bir grubu Ali’nin (a.s) vasiliğini unutmuş, Gadir günündeki ilahî emri görmezlikten gelmiş ve her toplumda örnekleri çokça görülen lakayt kimseler de onlara uymuşlarsa da onların karşısında seçkin şahsiyetler Ali b. Ebi Talib’in imamlık ve önderliğine vefalı kalmış ve ondan başka hiç kimseye uymamışlardır.

Bu kimseler her ne kadar ilk gruba oranla az olsalar ve vesayet açısından azınlıkta kalsalar da, keyfiyet ve şahsiyet açısından Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) seçkin ashabından sayılan kimselerdi.

Örneğin Selman-i Farisi, Ebu Zer Gıffari, Mikdad bin Esved, Ammar-i Yasir, Ubeyy bin Ka’b, Ebu Eyyub Ensari, Huzeyme bin Sabit, Büreyde-i Eslemi, Ebu Heysem bin Teyhan,

Halid bin Sait ve adları hayatlarının hususiyetleri, hilafet makamını eleştirmeleri ve Müminlerin Emiri Ali'ye (a.s) vefakarlıkları ile dikkatle İslam tarihinde kaydedilmiş olan onlarca kişi...

İslam tarihi hepsinin de Hz. Ali’nin (a.s) vefalı takipçileri olan iki yüz elliye yakın sahabiyi kaydetmiştir. Bunlar ömürlerinin son nefesine kadar Hz. Ali’nin (a.s) yanından ayrılmamışlardır. Hatta onlardan bazısı İmam Ali’nin (a.s) yanında şehadete erişmişlerdir.[167]

Maalesef hatırlatmak gerekir ki, Resulullah’ın (s.a.a) açıkça söylemesine rağmen bazı ashabının muhalefet ettiği ve görmezlikten geldiği tek konu sadece Hz. Ali’nin (a.s) hilafet ve vesayet konusu değildir.

Tarihî sayfalarının tanıklık ettiği üzere bizzat Peygamber (s.a.a) zamanında bazen bazı kimseler, Peygamber-i Ekrem’in apaçık emirlerini görmezlikten gelmişler veya emirleri karşısında görüş belirtmişler ve ona muhalefete kalkışmışlardır.

Başka bir tabirle Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabından bazısı Resul-i Ekrem’in (s.a.a) emirlerini kendi derunî arzuları ve siyasî fikirlerine aykırı görmedikleri taktirde can-u gönülden kabul ediyorlardı.

Ama eğer Allah Resulü’nün (s.a.a) öğretileri az da olsa kendi siyasî düşünceleri ve makam düşkünlüklerine aykırı olsaydı Resulullah’ı (s.a.a) o işi yapmaktan alıkoymaya çalışıyorlardı.

Peygamber (s.a.a) vazgeçmediği taktirde de o hazretin emrinin uygulamaya geçirilmesi hususunda ihmalkârlık ediyor veya en azından itirazda bulunarak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kendilerine uyması hususunda ısrarda bulunuyorlardı.

Bu uygunsuz davranışlardan bazısına işaret edelim:

1- Resulullah (s.a.a) hayatının son günlerinde bir takım şeyler yazmak için kalem ve mürekkep istedi ve ümmetin yazacağı şeylere uyduğu taktirde asla sapmayacağını bildirdi.

Ama orada hazır bulunanlardan bazıları özel bir siyasi hisle bu mektubun yazılışından maksadın halife tayini olduğunu anlamış ve bu yüzden de Peygamber-i Ekrem’in açık emrine muhalefet ederek kalem ve kağıt getirilmesine şiddetle engel olmuşlardır.

İbn-i Abbas ağlayarak şöyle demiştir: “Müslümanların musibet ve sıkıntıları Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hastalığının ağırlaştığı ve İslam ümmeti kendisinden sonra sapmasın diye bir şey yazmak için kağıt ve kalem istediği gün başladı.

Zira bu durumda orada hazır bulunanlardan bazısı buna karşı çıkmış, muhalefet ettiler. Bazıları, “Kalem ve kağıt getirin” dedilerse de, diğer bazıları, “Getirmeyin” dediler. Sonunda da Peygamber bu ihtilafı görünce istediği işi yapmaktan vazgeçti.”[168]

2- Müslümanların komutanı Zeyd b. Harise Rumlarla yapılan savaşta öldürüldü. Bu olayın ardından Resul-i Ekrem (s.a.a) ömrünün son günlerinde bir ordu düzenledi. Muhacir ve Ensar’dan büyük şahsiyetleri de bu ordunun içine kattı.

Resulullah (s.a.a) bu ordunun komutanlığını Üsame’ye verdi ve kendi elleriyle ona sancağı teslim etti. Aniden o gün şiddetli bir ateşe yakalandı.

Bu şiddetli ateş, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) çok hasta olduğunu gösteriyordu. Bu esnada ashaptan bazıları muhalefet edip, çekişerek Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) emri karşısında görüş belirtmeye başladılar. Bazıları Üsame gibi genç birinin komutanlığına kızmış ve itiraz ederek Peygamber’den onun azlini istemişlerdi.

Bir grubu da Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kesin olarak öleceğini anlamış ve cihada gitmekten sakınarak kendi kendilerine şöyle demişlerdi: “Böyle bir durumda, Medine’den çıkmak İslam ve Müslümanların menfaatine değildir!”

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ashabının müsamahasından ve ordunun ertelenmesinden haberdar olunca, alnında ve yüzünde kızgınlık belirtileri ortaya çıkıyordu.

Ashabını harekete geçirmek için sürekli tekrar tekrar vurguda bulundu ve şöyle buyurdu: “Bir an önce Medine’yi terk edip Rum sınırlarına doğru harekete geçin.” Ama bütün bu önemli vurgulara rağmen daha önce söylediğimiz bir takım sebeplerden dolayı zikredilen şahıslar Allah Resulü’nün apaçık emrini görmezlikten gelip kendi şahsi görüş ve maslahat değerlendirmelerini Resul-i Ekrem’in (s.a.a) defalarca açıklamasından ve beyanından öne geçirdiler.

3- Ashaptan bazılarının Peygamber-i Ekrem’in emrine muhalefet etmeleri sadece bu iki konu ile sınırlı değildi. Bu tür kimseler Hudeybiye topraklarında da Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Kureyş ile barış anlaşmasını imzalayınca şiddetle Resulullah’a (s.a.a) muhalefet ve itiraz ederek eleştirmişlerdi.

Onların Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) apaçık emrine muhalefetleri, o hazretin vefatından sonra bu saydıklarımızdan çok daha fazladır. Zira bu kimseler bir takım sebeplerden dolayı,

namaz ve ezanın keyfiyetini de değiştirdiler ve mut’a nikahını görmezlikten geldiler. Ramazan ayı gecelerinin nafileleri fürada olarak kılınması gerektiği halde cemaat halinde kıldırdılar ve miras hükümleri hususunda da bir takım değişiklikler yaptılar.

Bu tahrif ve değiştirmeleri beyan etmek, bu sapmaların hedefini ve nass karşısında içtihatta bulunmaları açıklamak bu makalenin kapasitesini aşmaktadır. Bu hususta “el-Müracaat” adlı değerli esere (s. 218 - 282) ve “en-Nas ve’l - İçtihat” adlı kitaplara müracaat edilebilir.

Sahabenin Resulullah’a (s.a.a) muhalefet ve başkaldırmaları, Kur’an-ı Kerim’in şiddetli bir tonla onları Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) emirlerine muhalefetten ve ondan öne geçmekten sakındırması aşamasına gelmişti

Bunun üzerine Kur’an şöyle buyurmuştur: “Onun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”[169] Hakezâ, Kur’an şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’tan ve Peygamber’inden öne geçmeyin; Allah’tan sakının; doğrusu Allah işitir ve bilir.”[170]

Allah-u Teala Peygamber-i Ekrem’e kendi görüşlerine uyması hususunda ısrar edenlere de şu uyarıda bulunmaktadır: “Bilin ki, içinizde Allah’ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, bir çok işlerde size uymuş olsaydı şüphesiz kötü duruma düşerdiniz.”[171]

Bu hadis ve ayetlerin tümü Peygamber-i Ekrem’in ashabından bir grubun onun karşısında göstermeleri gereken teslimiyet ve itaate sahip olmadıklarını, kendi fikir ve düşünceleriyle uyumlu olmayan ilahî emirlere uymamaya çalıştıklarını hatta Peygamber’i bile kendi peşlerine takma hususunda çaba gösterdiklerini ifade etmektedir.

Ne yazık ki Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra siyaset sahnesinin yönetmenleri, Sakife sahneleri ve buyruk şuralarını düzenleyenler Peygamber-i Ekrem’in Gadir-i Hum günü ortaya koyduğu apaçık delilleri batıni arzularına aykırı görerek çok çabuk bir şekilde unutmuşlardır.


İkinci Soruya Cevap:

Sorunun metninde işaretle iddia edilen şeyin tam aksine hatırlatmak gerekir ki Hz. Ali (a.s) ömrü boyunca çeşitli yerlerde Gadir hadisini kendi hakkaniyet ve hilafetinin delili kabul etmiştir.

Hz. Ali (a.s) durumu uygun gördüğü her yerde Gadir hadisini muhaliflerin önüne koyarak bu yolla kendi konumunu halkın kalbinde güçlendirmiş ve hakikati taliplerine gerçekleri apaçık bir şekilde ortaya koymuştur.

Sadece Hz. Ali (a.s) değil, bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) kızı, Fatıma (s.a) ve çocukları İmam Hasan-i Mücteba ve şehitlerin efendisi İmam Hüseyin b. Ali ile Abdullah b. Cafer, Ammar Yasir,

Esbağ b. Nebate, Kays b. Sa’d gibi İslam’ın bazı büyük şahsiyetlerden oluşan bir grup ve hatta Ömer b. Abdulaziz gibi Emevî ve Memun gibi Abbasi halifeleri ve bundan da öte, Amr b. As gibi Hz. Ali’nin (a.s) meşhur muhalifleri bile Gadir hadisini delil olarak göstermişlerdir.

O halde Gadir hadisini delil saymak, Hz. Ali’nin (a.s) zamanından günümüze kadar sürekli devam etmiş, her asırda Hz. Ali’nin (a.s) taraftarları Gadir hadisini İmam’ın (a.s) velayet ve imamet delillerinden saymışlardır. Biz burada bu istidlallerden bazı örnekler zikretmek istiyoruz:

1- Bildiğimiz gibi altı kişilik şuranın üyeleri ikinci halifenin emriyle tayin edildi. Şura öyle bir düzenlenmişti ki herkes hilafetin Ali’ye (a.s) verilmeyeceğini biliyordu.

Zira Ömer, Osman'ın yakın akrabalarından ve büyük sermayedarlardan olan Abdurrahman b. Avf’a veto hakkı vermişti. Onun Hz. Ali (a.s) ve muhalif olan grup ile ilişkisinden de açıkça anlaşıldığı üzere bu hak (veto hakkı) Ali’nin (a.s) zararına sonuçlanacaktı.

Evet Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şura günü hilafetin adeta Abdurrahman b. Avf tarafından Osman’a atıldığı zaman, İmam Ali (a.s) şura görüşünü iptal etmek için bir konuşma yaptı ve şöyle buyurdu:

“Ben sizlere asla inkar edemeyeceğiniz bir delil göstereceğim.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Allah’ınıza yeminle söyleyin! Acaba sizler arasında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), hakkında, ‘Ben kimin mevlası isem bu Ali de onun mevlasıdır! Allah’ım Ali’yi sevenleri sev, ona yardım edenlere yardım et. Burada olanlar,

bunu, burada olmayanlara ulaştırmalıdır’ dediği biri var mıdır?” Bu esnada şuranın bütün üyeleri, Ali’yi tasdik etmeye kalkıştılar ve şöyle dediler: “Allah’a yemin olsun ki bu fazilete senden başka hiç kimse sahip değildir.

”[172] Elbette Hz. Ali’nin (a.s) Gadir hadisini hüccet göstermesi sadece bununla sınırlı değildir. Diğer bir takım yerlerde de İmam bu hadisi delil olarak göstermiştir. Bu hususlardan bazısına işaret edelim:

2- Bir gün Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Kufe’de bir konuşma yaptı. Sözünün arasında topluluğa dönerek şöyle buyurdu: “Sizleri Allah’a ant içiririm! Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a)

beni kendisine halife ve vasi tayin ettiğini duyan herkes ayağa kalkıp tanıklıkta bulunsun.” Ama sadece bu konuyu bizzat kulaklarıyla Resulullah’tan (s.a.a) işiten kimseler ayağa kalksınlar; başkalarından duyanlar değil.” Bu esnada otuz kişi ayağa kalkarak Gadir hadisine tanıklıkta bulundular.

Dikkat etmek gerekir ki o tarihte Gadir olayından yirmi beş yıl geçmişti. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabından bazıları Kufe’de değillerdi veya ondan önce vefat etmişlerdi. Bazıları da bir takım sebeplerden dolayı tanıklık etmek hususunda kusur işlediler.

Merhum Allame Emini, kendi nefis kitabında bu istidlalin bir çok kaynağını bir araya toplamıştır. İlgi duyanlar söz konusu kitaba müracaat edebilirler.[173]

3- Osman'ın hilafeti döneminde Muhacir ve Ensar’ın ileri gelenlerinden iki yüze kişi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) mescidinde bir araya gelip farklı konularda konuşmaya ve tartışmaya başladılar.

Sonunda söz Kureyş’in faziletlerine, öncelikli oluşuna ve hicretlerine varınca, Kureyş boylarından her birisi kendi seçkin şahsiyetleriyle övünmeye başladı.

Günün ilk saatlerinden başlayarak öğlen vaktine kadar devam eden ve şahsiyetlerin konuşmalar yaptığı toplantı boyunca Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) susarak sadece insanların sözlerini dinliyordu.

Bu esnada aniden topluluk Hz. Ali’ye (a.s) yönelerek ondan konuşmasını istediler. İmam Ali (a.s) insanların ısrarı karşısında ayağa kalkıp Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hanedanıyla olan ilişkisini ve parlak geçmişini detaylı bir şekilde anlattı ve sonunda şöyle buyurdu:

“Gadir günü Allah’ın, Peygamber’ini, namaz, zekat ve hac merasimini kendilerine açıkladığı gibi benim insanlara önderliğimi de ilan etmesi için görevlendirdiğini hatırlıyor musunuz?

Bu işi yapmak için de Resulullah (s.a.a) bir hutbe okuyarak şöyle buyurdu: “Allah beni bir işle görevlendirmiştir ve ben de insanların ilahî mesajı ulaştırırken beni yalanlamalarından sakınıyordum. Ama Allah onu tebliğ etmemi emretti ve insanların şerrinden güvende olduğumu müjdeledi.

Ey insanlar! Allah benim mevlamdır ve ben de müminlerin mevlasıyım. Onlara kendilerinden daha evlayım; bunu biliyor musunuz? Onlar hep birlikte, “evet” dediler. Bu esnada Peygamber şöyle buyurdu:

“Ey Ali! Ayağa kalk!” Ben de ayağa kalktım. Sonra o topluluğa dönerek şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlasıysam, bu Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! Onu seveni sev ve ona düşmanlık edene düşman ol!”

Bu esnada Selman Resulullah’tan (s.a.a), “Ali’nin bize velayeti nasıldır?” diye sordu. Resulullah (s.a.a) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Ali’nin size velayeti aynen benim size velayetim gibidir. Ben kimin canı hakkında evleviyete sahipsem ali de onun canı hakkında evleviyete sahibidir.[174]

4- Gadir hadisini muhaliflerine delil gösteren sadece Ali (a.s) değildir. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) değerli kızı da kendi hakkını elde etmek için konuştuğu tarihî günde ashaba dönerek şöyle buyurmuştur: “Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ali hakkında Gadir günü, ‘Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır’ dediğini unuttunuz mu?”

5- Hasan b. Ali (a.s) da Muaviye ile meşhur anlaşmayı imzalamayı kararlaştırdığı zaman ayağa kalktı ve şu hutbeyi irad etti: “Allah, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ini (a.s)

İslam vesilesiyle yüce kılmış, bizi seçmiş ve her tür pisliği bizden uzaklaştırmıştır...” Sonra da şöyle buyurdu: “Bütün ümmet Resulullah’ın (s.a.a) Ali’ye (a.s) yönelerek, ‘Sen bana oranla, Harun’un Musa’ya olan oranı gibisin’ buyurduğunu işitmiştir.

Bütün insanlar gördüler ve işittiler ki Resulullah (s.a.a) Gadir günü Ali’nin elinden tutarak insanlara şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! Onun dostuna dost ve düşmanına düşman ol!”[175]

6- Hüseyin b. Ali (a.s) de aralarında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ashabının da olduğu Mekke topraklarındaki muhteşem topluluğa şöyle buyurmuştur: “Sizleri Allah’a ant içiriyorum! Resulullah’ın (s.a.a) Gadir günü Ali’yi hilafet ve velayete seçtiğini, daha sonra ‘Burada hazır olanlar, olmayanlara duyursun’ diye buyurduğunu biliyor musunuz?” O topluluğun tümü, “Şehadette bulunuruz” dedi.

7- Bunlara ek olarak önceden de söylediğimiz gibi Peygamber-i Ekrem’in ashabından olan Ammar Yasir, Zeyd b. Arkam, Abdullah b. Ca’fer, Esbağ b. Nebate ve diğer bazı kimseler tümüyle bu hadisi İmam’ın hilafet ve liyâkatine delil olarak göstermişlerdir.[176]


YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

3 ve 4 Sekaleyn ve Sefine Hadisi

Kur’an ve İtret Birbirinden Kopmaz Bir Bağa Sahiptirler

Sekaleyn hadisi[177] alim ve bilginlerin Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) naklettikleri mütevatir ve kesin hadislerdendir. Bu hadisin çeşitli dönem ve asırlardaki senetlerine müracaat edildiği taktirde Resulullah (s.a.a) tarafından süduru kesinlik kazanmaktadır.

Öyle ki insan her ne kadar zor inanan birisi olsa da bu hadisin sıhhat ve sağlamlığı hususunda hiç bir şek ve şüphe içinde kalmamaktadır.

Bu hadisin senedini Ehl-i Sünnet alimleri açısından inceleyecek olursak onlardan bazısının tanıklığını burada nakletmek zorundayız.

Münadî şöyle diyor: “Yirmiden fazla sahabi bu hadisi Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) nakletmişlerdir:[178]

İbn-i Hacer Askalanî de şöyle yazmaktadır: Sakaleyn hadisi yirmiden fazla yolla nakledilmiştir.[179]

Büyük Şiî alimi merhum Allame Mir Hamid Hüseyin (ki h.k. 1306 yılında vefat etmiştir) bu hadisin tamamını Ehl-i Sünnet alimlerinin yazdığı beş yüz iki kitaptan nakletmiştir. Onun bu hadisin senet ve anlamı hakkında yaptığı araştırmanın toplamı altı cilt halinde İsfahan’da basılmıştır. İlgi duyanlar bu kaynağa müracaat ederek hadisin azametini görebilirler.

Eğer bu hadisin Şiî ravilerini de Ehl-i Sünnet ravilerine ekleyecek olursak bu taktirde Sekaleyn hadisi, Gadir hadisi dışında hiç bir hadisin ulaşamayacağı çok yüce bir itibar ve tevatür derecesine ulaşır. Şimdi hadisin metnini aktaralım:

“Şüphesiz ben aranızda iki değerli şey bırakıyorum; bunlar Allah’ın Kitabı ve itretim Ehl-i Beytimdir. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız ve bunlar havuzda yanıma gelinceye kadar birbirinden asla ayrılmazlar.”

Elbette bu hadis bundan daha geniş şekillerde de nakledilmiştir. Nitekim İbn-i Hacer şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a) bu hadisin sonunda şöyle buyurmuştur: ‘Bu Ali Kur’an iledir ve Kur’an da Ali ile. Bu ikisi birbirinden ayrılmazlar.’”[180]

Naklettiğimiz Şii ve Sünni mühaddislerin sıhhat ve sağlamlığına tanıklık ettikleri hadisin özet ve kısa şeklidir. Hadisin şekli hususundaki ihtilafın sebebi ise Peygamber-i Ekrem’in farklı yerlerde farklı tabirlerle insanlara Kur’an ve Ehl-i Beyt’in (a.s)

ayrılmazlığını hatırlatmada bulunmasıdır. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu iki hüccetin ayrılmazlığını Veda Haccında Gadir-i Hum’da,[181] Minberin üzerinde,[182] odası sahabeyle dolu olduğu halde hasta yatağında yatarken hatırlatmada bulunmuştur.

Hadisin kısalık ve uzunluk açısından farklılığı, yerlerin çeşitliliği ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tabirlerinin farklılığından kaynaklanmıştır.

Hadis her ne kadar çeşitli şekillerde nakledilmiş ve peygamber bu iki emanetini bazen “sekaleyn”, bazen “halifeteyn” ve bazen de “emreyn” olarak ifade etmişse de buna rağmen hepsi bir tek hedefi takip etmektedir ve o da Kur’an ve Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyti arasındaki kopmaz bir bağın varlığıdır.

Sekaleyn Hadisinin İçeriğini İncelenmesi

Gadir hadisinin içeriğini dikkatle inceleyecek olursak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) itretinin, bırakın masiyet ve günahı, hatta hata ve sürçmelerden bile masum oldukları açıklığa kavuşmuş olur.

Zira kıyamete kadar Kur’an'la aralarında ayrılmaz bir bağ olan kimseler tıpkı bu ilahî Kitab gibi (ki Allah onu her türlü tahriften korumayı garantilemiştir)

her türlü hata ve yanlışlıktan masum olmalıdırlar. Başka bir tabirle, Resulullah’ın (s.a.a) İslam ümmetine kıyamete kadar (ki bu iki değerli emanetin Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) kavuştuğu gündür) her ikisine itaat edip uymalarını bildiren apaçık emrinden de anlaşıldığı üzere bu iki ilahî hüccet ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu iki emaneti sürekli olarak hata ve yanlışlıktan masum olmuş ve her türlü eğrilik ve sapmadan uzak bulunmuştur.

Zira Allah’ın isyankâr ve günahkâr kula itaat etmeyi bizlere farz kıldığını veya hata eden bir grup ile Kur’an-ı Mecid arasında ayrılmaz bir bağ kurduğunu düşünmek asla mümkün değildir. Çünkü Kur’an ile aynı derece ve sırada yer alma liyâkatini elde edebilecek tek grup tertemiz ve her türlü sürçme, hata ve yanlışlıktan münezzeh olan gruptur.

Daha önce de söylediğimiz gibi imamet ve önderliğin önemli şartlarından biri de günah ve yanlışlıktan masum olmaktır. İlerideki sayfalarda da semavî önderlerde bu haletin gerekliliğini aklî deliller esasınca ispat etmeye çalışacağız.

Sekaleyn hadisi bu şekilde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) itretinin de Kur’an gibi her türlü ayıp, noksanlık ve hatadan münezzeh olduğuna tanıklık etmektedir. Ve onlara tabi olmak da farz olduğundan onlar, her türlü günah ve hatadan münezzeh olmalıdırlar.

Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) Sekaleyn Hadisini Delil Göstermesi

İhticac adlı değerli kitabın yazarı Ahmed b. Ali b. Ebi Talib, tabiinden ve Emirulmüminin Ali’nin (a.s) seçkin öğrencilerinden olan Süleym bin Kays’ın kitabından şöyle nakletmektedir:

“Osman'ın hilafeti döneminde Resulullah’ın (s.a.a) mescidinde Ensar ve Muhacirlerin katıldığı bir toplantı düzenlendi. O toplantıda hazır bulunanların her biri kendi övünç kaynakları, fazilet ve hizmetlerini başkalarına bildirmeye kalkıştı.

O toplantıda herkes bir şeyler konuşuyordu, ama sadece Hz. Ali (a.s) susmuş hiç bir şey demiyordu. Sonunda orada bulunanlar İmam’ın (a.s) da konuşmasını istediler.

İmam Ali (a.s) burada yaptığı uzun konuşmasında kendisi hakkında inen birkaç ayete işaret ederek şöyle buyurdu: “Sizleri Allah’a and içiririm (ki doğru söyleyin!),

Resul-i Ekrem’in (s.a.a) hayatının son günlerinde bir hutbe okuduğunu ve bu hutbesinde, ‘Ey İnsanlar! Şüphesiz ben aranızda iki değerli emanet bırakıyorum. Bunlar Allah’ın Kitabı ve itretim, Ehl-i Beyt’imdir. O halde bunlara sarıldığınız müddetçe sapmazsınız’ buyurduğunu biliyor musunuz?”[183]
5
Ümmetin Önderliği Ümmetin Önderliği


Başka bir tabirle, Sekaleyn hadisinin içeriğini ve senedini kabul ettiğimiz taktirde itretin bireyleri ve kim oldukları kendiliğinden ortaya çıkar, gizli ve örtülü kalmaz.

Zira Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) evlatları veya akrabaları arasında bu hadisin mısdakı olabilecek yegane grup, her türlü hatadan münezzeh olan guruptur.

Bu gurubun ümmet arasındaki temizliği, paklığı, faziletleri, ahlaki üstünlükleri, ilim ve sonsuz bilgisi herkesçe bilinmekte ve bütün Müslümanlar onları adı ve özellikleriyle tanımaktadırlar.


Bir Noktanın Hatırlatılması

Hakkında ittifak edilen meşhur Sekaleyn hadisinin metni beyan edildi. Burada açıkça belirttiğimiz gibi İslam’ın değerli Peygamberi (s.a.a) her yerde kitap ve itreti iki değerli emaneti olarak zikretmiş ve bu iki ilahî hüccet arasında kopmaz bir bağ olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Ama bazen bazı Ehl-i Sünnet kitaplarında her ne kadar nadir de olsa “Kitabullah ve itreti” (Allah’ın Kitabı ve Ehl-i Beyt’im) yerine “Kitabullah ve sünneti” (Allah’ın Kitabı ve benim sünnetim) cümlesi yer almış ve muteber olmayan bir rivayet şeklinde nakledilmiştir.

İbn-i Hacer Askalanî kendi kitabında[184] hadisi ikinci şekilde de nakletmiş daha sonra da bu hadisi yorumlarken şöyle demiştir: “Gerçekte, Kur’an ayetlerinin müfessiri olan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sünneti de Allah’ın Kitabının kendisine dönmektedir ve her ikisine de uymak lazım ve farzdır.”

Biz şu anda bu yorumun doğru olup olmadığıyla ilgilenmiyoruz. Burada önemli olan şey İslam muhaddislerinin genelinin naklettiği Sekaleyn hadisinin nakledildiği şekliyle oluşudur.

Eğer “Kitabullah ve sünneti” cümlesiyle Resulullah’tan (s.a.a) sahih bir senetle nakledilmişse, bu ayrı bir hadistir ve Sekaleyn hadisiyle en küçük bir aykırılığı bulunmamaktadır. Kaldı ki bu tabir hadis kitaplarında asla itimat edilir bir senetle nakledilmemiş ve ilk hadisin şöhret ve tevatürüne sahip değildir.


Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) İtreti Nuh’un Gemisi Gibidir

“Sefine” (gemi) hadisi Sekaleyn hadisine eklenecek olursa bu iki hadisin içeriği Peygamber-i Ekrem’in özel hanedanı için bir dünya dolusu fazilet ve üstünlükleri ispat edeceklerdir.

Süleym b. Kays şöyle diyor: “Hac mevsiminde Mekke’de idim. Ebuzer-i Gıffari’nin Kabe kapısının halkasını tutup yüksek bir sesle şöyle dediğini işittim: “Ey insanlar!

Her kim beni tanıyorsa tanıyor, her kim de tanımıyorsa tanıtayım: Ben Cündeb bin Cünade Ebuzer’im. Ey insanlar! Peygamberinizden (s.a.a) şöyle buyurduğunu işittim: “Şüphesiz ümmetim arasında Ehl-i Beytim’in misali, kavmi arasında Nuh’un gemisi misalidir. Kim ona bindiyse kurtuldu ve kim de ondan ayrıldıysa boğuldu.”[185]

Sefine hadisi de Gadir ve Sekaleyn hadisinden sonra mütevatir İslami hadislerden olup mühaddisler arasında büyük bir şöhrete sahiptir.

Abakat[186] adlı kitabın yazarı merhum Mir Hamid Hüseyin bu hadisi doksandan fazla meşhur Ehl-i Sünnet alimli nakletmiştir.[187]
Sefine (Gemi) Hadisinin İçeriğinin İncelenmesi

Ehl-i Beyt’in (a.s) makam ve konumunu bir örnek ile (Nuh’un Gemisi) ile şekillendirerek beyan eden Sefine hadisinden de anlaşıldığı üzere Peygamber-i Ekrem’in Ehl-i Beytine (a.s) uymak kurtuluş ve onlara muhalefet etmek helak olma sebebidir.

Şimdi de bakalım acaba onlara sadece helal ve haram konusunda mı uyulması gerekiyor; siyasî ve sosyal meselelerde onların söz ve görüşüne uymak gerekmiyor mu? Yoksa bütün konularda onlara uymak ve sözlerini istisnasız canı gönülden kabul etmek mi gerekiyor?

Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine (a.s) uymanın sadece dinin hükümleri, helal ve haramlarıyla ilgili olduğunu söyleyen kimseler hiç bir delil olmaksızın tabi olma konusunu sınırlandırmış ve itaatin genişliğini azaltmışlardır. Oysa hadiste böyle bir kayıt ve şart mevcut değildir.

O halde Sefine hadisi de bu konuda nakledilen diğer hadisler gibi Ehl-i Beyt’in (a.s) İslamî yöneticilik konusundaki liyâkat ve üstünlüklerine tanıklık eden şehitlerden biridir.

Bundan da öte; söz konusu hadis Ehl-i Beyt’in (a.s) her türlü hata, yanlışlık, sürçme ve günahtan masum olduğunun da en açık tanığıdır. Zira uçurumun kenarında ve helak vadisinin ağzında bulunan günahkâr ve hatalı bir insan nasıl olur da başkalarını hidayet edip onları sapıklıktan kurtarabilir?

Müminlerinin Emiri Ali’nin (a.s) velayetinin, yerine geçen temiz kimselerin ve onların İslam ümmetinin önderliği hususundaki liyakatlerinin delilleri bizim bu çalışmaya sığdırabileceğimizden çok daha fazladır. Bu yüzden biz bu kadarıyla yetiniyoruz ve tartışmayı ilahî önderliğin temel şartı olan masumiyet konusuna getiriyoruz.


YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Bir İnsan Nasıl Olur da Günah Karşısında Masum Olabilir?

Acaba bir toplumun önderliği makamından daha önemli ve sorumluluk gerektiren bir mevki ve makam var mıdır? Acaba bir birey, bir dizi bedensel ve ruhsal ayrıcalıklara sahip olmaksızın bırakın semavî önderlerin özel makamında olan maddî ve manevî tüm boyutlarda insanlara önderlik etmeyi,

hatta hayatın belli bir bölümünde bile toplumun önderliğini üstlenebilir mi?

Ülkenin sadece siyasî meselelerini idare eden siyasî önderler veya iktisadî dizginleri ve ülkenin gelirlerini elinde bulunduran ekonomi uzmanları kendilerinin başkalarından üstünlüğünü ispat eden bir dizi sıfatlar ve şartlar olmaksızın ülkenin ekonomik veya siyasî önderlik makamına hiçbir zaman oturamazlar.

Bu böyle olduğuna göre semavî peygamberlerin ve aynı şekilde tüm boyutlarda toplumun gerçek önderleri olan peygamberlerin gerçek vasilerinin de mevki ve makamlarını ispat eden bir takım üstün ve yüce sıfatlara sahip olmalarının gerekliliğine daha fazla inanmak gerekir.

Zira gerçekte bu ayrıcalık ve üstünlükler sebebiyle bu önemli makam kendilerine bırakılmıştır. Onların en önemli gerekli ayrıcalıklarını aşağıdaki başlıklar altında özetleyebiliriz:

1- Günahtan ve Allah’a isyandan masum olmak,

2- Allah’ın hükümlerini öğrenme ve onları insanlar arasında tebliğ etme hususunda her türlü hata ve yanlışlıktan masum olmak.

Semavî önderlerde masumiyetin gerekliliğinin delillerini beyan etmeden önce masumiyetinin hakikati ve bir insanın günahlar karşısında nasıl korunabildiği hakkında kısaca açıklama yapmamız hiç de yersiz olmayacaktır:

Masumiyetin Hakikati Nedir?

Masumiyet, masum insanı, bırakın günah işlemekten, hatta günah düşüncesine kapılmaktan bile koruyan deruni bir güç ve nefsanî bir sıfattır.

Başka bir tabirle, insanı günah ve hatta günahı düşünme ve günah işlemek için karar alma karşısında sigortalayan batınî bir Allah korkusu haletidir.

Burada şu soru ortaya çıkmaktadır: Nasıl olur da bir şahıs, bırakın günah işlemeyi, hatta günah ve isyan düşüncesine kapılmaktan bile korunacak bir şekilde bütün günahlar karşısında masum olabilir?

Bu sorunun cevabı şudur: Günah karşısında masum olmak, günahın zararlarını bilmenin gereklerindendir. Elbette bu, günahın her türlü sonuçlarını bilmenin masumiyet ve korunmuşluğa sebep olacağı anlamında değildir.

Aksine bu ilmin göstergesi o kadar güçlü olmalı ve günahın uğursuz etkilerini insanın gözünde o kadar açık bir şekilde canlandırmalıdır ki, insan yaptığı işlerin kötü sonuçlarını açık bir şekilde gerçekleşmiş olarak görmelidir.

Bu durumda böyle bir insanın günah işlemesi, artık sıradan bir imkansızlık haline gelmektedir. Bunu daha iyi kavrayabilmek için aşağıdaki konuya dikkat ediniz:

Hepimiz canımız pahasına gerçekleşecek olan bir takım dış ameller hususunda masumuz. Bu tür bir masumiyet bizim, bu tür amellerin sonuçları hakkındaki ilmimizden kaynaklanmaktadır.

Örneğin, birbirine düşman olan iki komşu ülkenin askerleri, çok kısa mesafelerde, yüksek burçlarda, güçlü dürbünler, güçlü projektörler ve uzman köpekler aracılığıyla sınırları dikkatle korumakta,

özellikle de taraflardan birbirlerine geçiş hususunda dikkatli olmaktadırlar. Öyle ki sınır çizgisinden bir adım öteye geçmek, insanın kesin ölümüne ve öldürülmesine sebep olmaktadır.

Bu taktirde hiç bir akıllı insan, bırakın ameli olarak teşebbüs etmeyi, hatta sınırdan geçme düşüncesine bile kapılmaz ve bu amel hakkında bir tür masumiyet elde eder.

Çok uzaklara gitmeyelim; kendi hayat ve yaşamını seven akılı başında herhangi bir kimse, içmesi canını kaybetmesine sebep olacak her türlü öldürücü zehir karşısında veya dokunduğu taktirde insanı kurutup kömür haline çeviren çıplak bir elektrik kablosu karşısında veya cüzam ve abraş hastalığına yakalanan birinin artığını yediğinde bu hastalığın kendisine de bulaşacağını kesin olarak bilen kimse o yemek karşısında bir tür masumiyete sahiptir. Yani ne pahasına olursa olsun asla bunları yapmaz.

Bu işleri yapmak kendisi için sıradan imkansız bir iş haline gelir. Bu masumiyetin sebebi ise bu amellerin kötü sonuç ve etkilerinin tecessüm etmesidir.

Amelin öldürücü etkileri o insanın gözünde öylesine canlanmakta ve akıl gözünde öylesine kesin ve var gözükmektedir ki, hiç bir insan bu ilme rağmen bırakın böyle bir işi yapmaya teşebbüs etmeyi, aklından bile geçirmez.

Hakeza; biz bazı kimselerin fakir yetimin malını yemek hususunda hiç bir şeyden çekinmediklerini görmekteyiz. Ama buna rağmen bazılarının da bir haram tanesini bile yemekten sakındıklarına şahit olmaktayız. Neden birincisi tam bir korkusuzluk içinde yetim malını yerken, ikincisi en küçük bir tasarruftan bile sakınmaktadır?

Bunun sebebi şudur: Birinci gruptaki bir kişi ya bu tür isyan ve günahların sonuçlarına inanmamaktadır ya da ahirete az bir imanı varsa da geçici maddî lezzetler,

kalp gözüyle bu amelin uğursuz etkileri arasına kalın bir perde çekmiş ve dolayısıyla da akıl gözü bu etkilerin sadece bir karartısını görmektedir. Ama ikinci gruptaki bir kişi bu günahın uğursuz etkilerine öyle bir yakinle inanmıştır ki yetim malının her parçası kendi gözünde ateşin bir parçasına denktir. Hiç bir akıllı ve zeki insan ise ateş yemeye teşebbüs etmez.

Zira böyle bir insan ilim ve basiret gözüyle bu malların nasıl yakıcı ateşlere dönüştüğünü bizzat görmektedir. Bu sebeple de bu amel karşısında bir tür masumiyet elde etmektedir.

Birinci kimseye de böyle bir ilim ve görüş nasip olursa şüphesiz o da ikincisi gibi yetim malında her türlü zalimce tasarrufta bulunmaktan sakınır.

Kur’an-ı Kerim altın ve gümüşü hazine haline getirip Allah yolunda farz olan hakları ödemeyen kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacaktır. “Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın” denecek.”[188]

Şimdi eğer bu hazine sahiplerinden bazıları bu manzarayı, meslektaşlarının nasıl da amellerinin cezasına duçar olduklarını gözleriyle müşahede edip görseler, bu servetlerini bir hazine olarak sakladıklarında, bu, sonunda kendileri de bu akıbete uğrayacakları hususunda kendilerine bir uyarı olur ve yeraltında gizledikleri servetlerini serbest bırakırlar.

Bazen bir takım kimseler ilahî cezalandırma sahnesini müşahede etmeksizin bu ayetin içeriğine öyle bir iman ederler ki, bu imanın etkileri o günahın etkilerini görmekten daha az değildir.

Öyle ki, dünyevi perdeler gözlerinin önünden kaldırılacak olsa onların imanında en küçük bir değişiklik olmaz. Böyle bir taktirde bu insan söz konusu günah (altın ve gümüşü hazine olarak saklamak) karşısında bir tür masumiyet elde etmektedir. Yani asla altın ve gümüşlerini hazine haline getirmez.

Şimdi eğer bir fert veya gurup alemin hakikatleri hakkında kesin ve kamil bir tanıma sayesinde bütün günahların cezasına oranla böyle bir halet içerisine girerlerse ilahî cezanın sonuçları onlara o kadar açık olacaktır ki zaman ve mekan gibi mesafelerin ortadan kalkması ve perdelerin kaldırılması iman ve inançlarında en küçük bir değişiklik yaratmayacaktır.

Bu taktirde bu fert veya gurup bütün günahlar karşısında bir tür yüzde yüz masumiyet ve ismet elde ederler ve neticede hiç bir günah işlemedikleri gibi günah düşüncesine bile kapılmazlar.

O halde bir hususta veya tüm hususlarda masumiyet şiddetli imanın direkt etkisidir ve amelleri, cezasına kesin bir ilim sahibi olmaktır. Her birey bazı hususlarda bir masumiyete sahiptir.

Elbette peygamberler amellerin cezası hakkındaki ilmi ihata, Allah’ın azameti hakkında tam bir bilinç ve bütün günahlar karşısında kapsamlı veya kamil bir ismet sahibi idiler.

Bu ilim ve yakin esasınca günahın bütün davetçileri ve insani isyancı içgüdülerin tümü onlarda dizginlenmiştir ve Allah’ın kendileri için tayin ettiği çizgiyi bir an olsun aşmamaktadırlar.

Son olarak şu noktayı hatırlatmak zorundayız: Gerçi peygamberler günahlar ve her türlü isyan hususunda masumdurlar ve hepsi de buna oranla garanti edilmişlerdir. Ama bu masumiyet, günah işleme gücüne sahip olmadıkları ve Allah’ın emrine itaate mecbur oldukları anlamında değildir.

Belki onlar da diğer insanlar gibi amelde özgürlük ve hürriyete sahiptirler. İtaat ve isyan hususunda da güç ve kudret sahibidirler; ama onlar, varlık alemindeki hakikatler hususundaki geniş ilimlerinin neticesi

olan batınî gözle amellerin sonuçlarını görmektedirler ve şeriat dilinde kendilerine mükafat ve ceza denilen bu sonuçlara vakıf ve haberdardırlar. Bu yüzden her türlü günah işleme ve isyandan sakınmaktadırlar. Örneğin aşağıdaki şu konuya teveccüh ediniz:

Şüphesiz Allah, her türlü çirkin ve kötü işi yapmaya kadirdir; ama adalet ve hikmete aykırı olan bu tür uygunsuz işlere geri dönüp çirkin iş yapmaz. Ama aynı zamanda bu tür işleri yapmaması da onun kudretinin yokluğu anlamında değildir.

Masum kimseler de günah hakkında aynı halete sahiptirler. Onlar da günah hususunda bu kudret ve güce sahip oldukları halde günahın tozuna bile bulaşmazlar.


YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Semavî Önderlerde İsmet Delilleri

Akaid alimleri semavî rehberlerin özellikle de peygamberlerin masumiyeti hakkında çeşitli deliller beyan etmişlerdir ki biz sadece bunlar arasında iki delili takdim ediyoruz:

Onlar her ne kadar bu delilleri peygamberlerin masumiyeti hakkında beyan etmişlerse de, bu deliller, semavî peygamberlerin delillerini sabit kıldığı gibi imamların ve imamet makamını üstlenen kimselerin de masumiyetini garantilemektedir.

Zira imamet Şia’ya göre risalet ve nübüvvetin devamıdır. Şu farkla ki, peygamberler nübüvvet makamının sahibi ve vahyin muhatabıdırlar. İmamlar ise bu üstünlük ve makamdan yoksundurlar. Dolayısıyla bu temel farkı geçecek olursak diğer hususiyetlerde onlar arasında göz alıcı bir farklılık yoktur.

Şimdi bu iki delili beyan edelim:

1-Amel Sayesinde Terbiye

Hiç şek ve şüphe yoktur ki peygamberlerin bi’setinin hedefi insanları terbiye etmek ve hidayete erdirmektir. Terbiyenin önemli etkenlerinden biri de insanların mürebbiye (terbiye ediciye) yöneliş sebeplerinin onda toplanmasıdır.

Örneğin, eğer terbiye edici kimse tatlı bir söze, güzel bir konuşmaya ve güçlü bir mantığa sahip olur da buna rağmen varlığında ve yaşam sayfasında nefret edilecek sebepler bulunursa bu durum insanların etrafından dağılmasına ve ondan uzaklaşmasına sebep olur. Bu durumda da bi’setin hedefi temin edilmemiş ve maksat elde edilmemiş olur.

İnsanların bir rehberden nefret etmelerinin en büyük sebeplerinden biri de söz ve davranışlarının birbiriyle tezat ve çelişki içinde olmasıdır. Bu taktirde rehberin yol göstericiliğinin bir değeri kalmadığı gibi nübüvvetinin temeli de sarsıntıya uğrar.

Büyük Şia alimi Seyyid Murteza yukarıda zikrettiğimiz bu delili şöyle ifade etmektedir: “Temiz olmama ihtimalini verdiğimiz ve günah işlemeyeceğine güvenmediğimiz kimsenin sözlerine huzur dolu bir kalple asla kulak asmayız ve yüzde yüz sözlerine uygun amel etmediğini bildiğimiz kimsenin sözleri ruhumuzda gerekli etkiyi yaratmaz.

İnsanların gözünde günah işlemenin kötü etkileri, terbiye edici kimsenin aklının az oluşundan, hayasızlığından ve laubaliliğinden daha az değildir. Bu tür hususiyetler insanları terbiye edici kimseye yönelişten alı koyduğu gibi aynı şekilde günah işlemek, söz ve amellerde çelişki olması da insanların gözünde aynı olumsuz etkiyi yaratmaktadır.”

Eğer bir doktor alkolün zararları hakkında bir kitap yazar veya etkili bir film gösterir de, insanların gözü önünde ayakta duramayacak kadar sarhoş olursa, bu durumda bütün söz ve zahmetleri etkisiz kalır, kısırlaşır ve hiç bir sonuç elde edemez.

Farz edin ki bir grubun rehberi her gün konuşma kürsüsüne çıkmakta, taraftarlarına adalet ve eşitlik etrafında konuşmalar yapmaktadır. Ama kendisi amelde insanların malını yağmalamakta ve yağmacılığı meslek edinmektedir. Bu durumda onun amelleri, sözlerinin etkisini ortadan kaldıracak ve onu sonuçsuz kılacaktır.

Allah-u Teala da bu maksadı temin etmek ve elçilerini önce bütün günahlara karşı sigortalamak için gerekli ilim, iman ve takva ile donatmalıdır.

Bu esas üzere peygamberler ve semavî önderler, sadece bi’setten sonra günahtan sakınmakla kalmamalı, hatta bi’setten önce de hayat sayfaları nurani olmalı ve her türlü zayıf noktadan ve kara lekeden uzak bulunmalıdır.

Zira ömrünün bir bölümünü günah ve isyan yolunda tüketen ve insanların nezdinde kara ve zayıf noktalarla dolu bir dosyası bulunan kimsenin, insanlar arasında parlak bir geçmişi bulunan kimseye oranla, kalplerdeki manevî nüfuzu daha az olacaktır.

Allah’ın kamil hikmeti de Peygamber ve elçisinde nüfuz etme sebeplerini vücuda getirmesini, onu nefret doğuracak her türlü işten uzak kılmasını gerektirmektedir.

Şüphesiz insanın geçmişindeki utanç dolu amelleri ve kötü sabıkası, onun insanların ruhundaki tesir gücünü ve nüfuzunu azaltmaktadır ve bu yüzden de insanlar, “Daha düne kadar kendisi de bu işleri yapıyordu. Bu gün nasıl olur da bu işlerden bizleri alıkoymaktadır?!” diyeceklerdir.


2-Güven Elde Etme

Peygamberlerin ve semavî rehberlerin önemli hedeflerinden olan terbiye ve talimin şartlarından biri de terbiye edinilmesi düşünülen şahsın, terbiye edicinin sözlerinin doğruluğuna iman etmesidir.

Zira insanın bir işe temayülü, o işin sıhhati hakkındaki itikat ve imanının miktarına bağlıdır. Ekonomik veya sağlık ile ilgili bir program yüksek ilmi şuranın onayını alırsa, insanların büyük bir teveccühü ile karşı karşıya kalır.

Zira alimlerin toplu görüşlerinde hata ihtimali çok azdır. Ama eğer dini rehberler hakkında günah işleme ihtimalini verecek olursak, şüphesiz yalan ve hakikatleri tahrif ihtimalini de veririz.

Böyle bir ihtimal olduğunda da o şahsın sözlerine güvenemeyiz ve dolayısıyla da insanların hidayet ve terbiyesinden ibaret olan bi’setin istenilen hedefleri elde edilmemiş olur.

Burada şöyle denilebilir: “Din rehberlerinin güven elde etmek için yalan söylememeleri ve insanların güvenini elde etmek için böyle bir günaha bulaşmamaları yeterlidir. Diğer günahlardan sakınması da gerekmez. Zira başka bir günah hakkında masum olup olmama durumunun, itimat ve güven meselesiyle bir ilişkisi yoktur.”

Bu sözün zayıflığı ve gevşekliği açıktır. Zira bir kimsenin, hiç bir şekilde yalan söylemeye yanaşmaması, ama adam öldürmesi, hıyanet ve takva iffetine aykırı amellere bulaşması nasıl mümkün olabilir? Esasen maddi dünyanın geçici lezzetleri için her türlü pisliği yapabilen kimse, nasıl olur da onlara ulaşmak için yalandan sakınabilir?![189]

Aslında şuna dikkat etmek gerekir ki, insanı her türlü günahtan alıkoyan şey, insanı günah türleri karşısında sigortalayan nefsani bir hakimiyet, Allah korkusu ve batıni bir güçtür.

O halde yalan hakkında böylesine bir halet ve nefsani hakimiyet mümkün olduğu halde genel durum ve vicdan baskısı açısından yalandan daha şiddetli olan diğer günahlar hakkında böyle bir halet de nefsanî hakimiyetin olmaması nasıl mümkün olabilir?

Dolayısıyla bu ayrımı sabit olma açısından kabul etsek bile isbatı ve insanların kabullenişi açısından bir problemle karşı karşıya kalırız. Zira genel olarak insan böyle bir ayırımı asla kabullenemez.

Bundan da öte; bir dizi günahların ortaya çıkması insanların nefretine sebep olduğu gibi konuşmacı hakkında güven ve itminanın ortadan kalkmasına da sebep olur.

Dolayısıyla, “Söyleyene değil söylenilene bak”[190] mantığı sadece konuşmacının şahsiyetiyle sözünü birbirinden ayırt eden kimseler hakkında etkilidir. Ama sözün değerine konuşmacının şahsiyeti, temizliği, tahareti ve kutsallığı açısından bakan halk türü nezdinde bu mantık asla etkili değildir.

Bu açıklama rehberlik makamından sonra masumiyetin gerekliliğini ifade ettiği gibi bu makama ulaşmadan önceki dönem için de masumiyetin gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Zira ömrünü günah, laubalilik, cinayet ve hıyanet içinde geçiren, uzun süre zulüm ve fuhuş davetçisi olan bir şahıs her ne kadar daha sonraları tevbe edip ruhî ve manevî bir devrim gerçekleştirse ve daha sonra takva, ihsan ve iyilik davetçisi olsa bile geçmişteki acı davranışlarının hatıraları zihinlerde kaldığı

için insanlar onun davetine karşı şüpheli ve kötümser yaklaşacak ve hatta çoğu zaman onun bu iddiasında riyakârca davrandığını ve bu yolla yeni bir av peşinde koştuğunu zannedeceklerdir. Bu kötümserlik özellikle de ibadi konularda ve akıl ve tecrübenin herhangi bir müdahalesinin olmadığı hususlarda daha çok gerçekleşecektir.

Sözün kısası, bir şeriatın akaid ve ahkam boyutunda metinlerinin tümü semavî önderin bir filozof veya öğretmen gibi girip istidlal ışığında sözlerini kabullendirebileceği şekilde istidlal ve tecrübe esasına dayalı değildir. Aksine şeriat asırlar boyunca insanların sırlarını ve nedenlerini yavaş yavaş derk ettiği öğretiler ve semavî vahiy esasına dayalıdır.

İnsanların bu tür öğretileri kabul etme ve bağlılık gösterme şartı ise, duydukları şeyin ilahî vahiy ve gerçeğin tâ kendisi olduğunu düşünecek kadar semavî öndere karşı takipçilerinin kalbinde yüzde yüz bir güven ve itimadın oluşmasıdır. Açıktır ki bu halet hayatı baştan sona parlak ve açık olmayan bir önder hakkında asla vücuda gelemez.[191]

Bu iki delil sadece peygamberlerin masum olması gerektiğini ispat etmekle kalmamakta, peygamberlerin vasilerinin de tıpkı kendileri gibi masum olması gerektiğini de ispat etmektedir.

Zira imamet makamı Ehl-i Sünnet düşüncesinin tam aksine sıradan bir yöneticilik makamı değildir. Aksine daha önceden de beyan ettiğimiz gibi[192] imamet makamı ilahî ve semavî bir makamdır ve imam (nübüvvet ve vahiy algılama dışında) tüm makamlarda peygamberle aynı konumdadır.

İmam, apaçık dinin koruyucusu, Kur’an’ın genel ilkelerinin açıklayıcısı ve peygamberin yayamadığı bir çok hükümlerin beyan edicisidir.

O halde imam Müslümanların hem hakim ve yöneticisi ve hem de can, mal ve namuslarının koruyucusudur. Hem şeriatın açıklayıcısı ve hem de ümmetin semavî bir terbiye edicisi ve öğretmenidir.

Terbiye edici bir insan ise mutlaka masumiyet gücüyle donanmış olmalıdır. Zira küçük ve ya büyük herhangi bir günah, terbiyenin etkilerini ve insanların onun söz ve davranışlarının sıhhati hususundaki itimat ve güvenini ortadan kaldırmaktadır.


YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM


Büyük Sorumlulukların Çok Ağır Şartları da Vardır

Şüphesiz büyük sorumlulukları yerine getirmenin çok ağır şartları vardır ve sorumluluklar her ne kadar büyük ve önemli olursa şartları da aynı ölçüde zor ve ağır olur. Bir cemaat imamının şartları, insanların can ve malını elinde bulunduran mahkeme hakiminin şartlarıyla eşit değildir.

Nübüvvet ve imamet insanlara nasip olan en önemli ve büyük bir makamdır. Böylesine önemli bir makama erişen kimseler Allah tarafından insanların can ve malı hususunda tam bir hakimiyete sahiptirler ve onların iradesi toplum bireylerinin hayatının tüm boyutlarında etkilidir.

Kur’an-ı Mecid Peygamber (s.a.a) hakkında şöyle buyurmaktadır: “Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evladır.”[193]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Gadir hadisinin hutbesinde kendisinin ve Ali’nin (a.s) müminlerin nefislerinden daha evlâ olduğunu bildirmiştir. Acaba buna rağmen hikmet ve tedbir sahibi Allah’ın, böylesine önemli ve büyük bir makamın dizginlerini masum olmayan sıradan birine havale etmesi mümkün müdür? “Allah risaletini nerede taktir kılacağını daha iyi bilir.”[194]

Kur’an-i Kerim’in Kılavuzluğu

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hakeza emir sahipleri[195] Kur’an-i Kerim’in apaçık emri esasınca itaat edilmesi farz olan kimselerdir. Onlara Allah’a itaat edildiği gibi itaat etmek gerekir. Nitekim Kur’an-i Kerim’de şöyle buyuruluyor: “Allah’a itaat edin, peygambere (s.a.a) ve sizden olan Emir sahiplerine de itaat edin.”[196]

Bu ayet apaçık bir şekilde emir sahipleri denilen bir gruba hiç bir kayıt ve şart olmaksızın itaat etmemiz gerektiğini bildirmektedir. Bu grup, yüzde yüz hata ve günahtan korunmuş ve sigortalanmış olduğu taktirde Allah Teala’nın, hiç bir kayıt ve şart olmaksızın mutlak bir şekilde onlara itaat edilmesini emretmesi doğru olacaktır.

Zira onların masumiyetini kabul ettikten sonra hiç bir kayıt ve şart olmaksızın masuma itaat sakıncasızdır. Ama kayıtsız-şartsız itaat etmemiz farz olan emir sahiplerinin masum olmadıklarını, aksine, günahkâr ve hata işleyen kimseler olduklarını kabul edecek olursak, bu taktirde Allah bu gruba kayıtsız-şartsız itaat etmemizi nasıl emredebilir?!

Allah Resulü’nün (s.a.a) vasisi, halifesi hususunda ismet ve masum olmanın şart olduğunu kabul etmezsek ve böyle bir şahsın bir mazlumun öldürülmesini ve günahsız kimselerin malının yağmalanmasını emrettiğini farz edecek olursak da, bu durumda Kur’an-i Kerim’in emri gereğince onun emirlerini yerine getirmemiz gerekir.

Ama eğer Kur’an-i Kerim’in ulu’l emre itaati, Allah’a ve Resulü’ne itaatin yanında zikrettiğini ve her üçüne itaati de kayıtsız-şartsız gerekli saydığını söyleyecek olursak, bu durumda da emir sahibinin tıpkı Allah Resulü gibi her türlü günah ve hatadan masum olması gerektiğini anlamış oluruz. Bu durumda da şöyle söylememiz gerekir. : “Emir sahibi kimse hiçbir zaman bir suçsuzun öldürülmesini veya mazlumların mallarının yağmalanmasını emretmez.

Bir Soruya Cevap

Burada şöyle denilebilir: “Emir sahiplerine itaat, nurlu şeriata, Allah ve Resulü’nün apaçık emrine göre amel ettiği taktirde bizlere farz olmaktadır. Aksi taktirde onlara böyle bir itaat farz olmadığı gibi hatta onlara karşı çıkmak da gerekir.”

Bu sorunun cevabı da açıktır; çünkü:

Bu konu tüm insanların ilahî hükümleri tamamen bildikleri ve helal ve haramı birbirinden teşhis ettikleri durumda geçerli olacaktır. İkinci olarak, hakimin tank ve topundan ve kızgınlık ve öfkesinden korkmayacak bir şekilde tam bir cesaret ve yürek sahibi olmalıdırlar ve neticede mutabık olduğu durumlarda da ulu’l-emr’in emirlerini yerine getirmelidirler.

Aksi taktirde onunla mücadele etmelidirler. Ama ne yazık ki insanların, emir sahiplerinin verdiği emirler hakkında görüş belirtebilecek ölçüde ilahi hükümlerle kamil bir tanışıklıkları yoktur.

Aksine insanların çoğu onların aracılığıyla ilahî hükümleri bilmek istemektedirler. Ayrıca hakim güce muhalefet etmek de kolay ve dertsiz bir iş değildir. Herkes bunun acı sonuçlarını kabul etmeye hazır değildir.

Bundan da öte; halka böyle bir özgürlük vermek, kalplerde muhalefet ve inat ruhunu diriltir ve neticede düzen ve intizamı bozar. Her grup herhangi bir sebeple emir sahibine itaatten kaçınır ve böylece önderlik makamı büyük bir kargaşa içine girer.

İşte burada, bu ayetin ışığında, emir sahiplerinin makamının, kendilerine itaat ve uymanın gerekliliğinin hiç bir kayıt ve şartının olmadığı kimselere mahsus olduğuna yakin edilebilir. Böyle kimseler ise, hiç bir şekilde günaha bulaşmamış ve her türlü hata ve sürçmeden münezzeh olan masum şahsiyetlerden başkası değildir.

Kur’an-i Kerim’in Diğer Bir Kılavuzluğu

Kur’an-i Kerim’in kılavuzlukları arasında, imamet hakkında nazil olan aşağıdaki ayet tam bir belagat içinde imam hakkında zulümden uzaklaşmayı şart koşarak şöyle buyurmaktadır:

“Hani Rabbi İbrahim’i bir takım kelimelerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, “Seni insanlara imam kılacağım” demişti. O “Soyumdan da” deyince, “Zalimler benim ahdime erişemez” buyurmuştu.”[197]

İmamet makamı da nübüvvet makamı gibi ilahî bir makamdır ve bu makam sadece salih ve lâyık kimselere verilir. Bu ayette İbrahim (a.s), çocuklarının da bu büyük makamdan nasibinin olmasını istemektedir. Ama hemen şu ilahî hitapla karşı karşıya kalmaktadır ki, zalimler grubunun bu makamdan hiç bir nasipleri yoktur.

Açıkça bilindiği gibi yukarıdaki ayette geçen zalimden maksat, günaha bulaşmış kimlerdir. Zira insanın bulaştığı her türlü günah, bir tür kendisine zulmetmesi ve ilahî mukaddes dergah karşısında küstahlık ve saldırganlık anlamındadır.

Şimdi de bu ayetin hükmünce zalimlerden hangi grubun bu makamdan mahrum olduğuna bir bakalım.

Usulen insanların önderliğini ve işlerinin dizginlerini eline alan şahsiyetler dört kısma ayrılmaktadır:

1- Bütün ömürleri boyunca zalim olanlar. İster yöneticiliklerinden önce olsun, ister sonra;

2- Ömürleri boyunca günah işlemeyenler;

3- Yöneticilik makamına erişmeden önce zalim, ama imamet ve önderlik makamına erişince temiz olanlar;

4- Üçüncüsünün tam tersi, yani liderlik döneminde günahkâr, ama yöneticilik makamına ulaşmadan önce temiz ve münezzeh olanlar.

Şimdi Halil’ur Rahman İbrahim’in (a.s) bu dört gruptan hangisi için önderlik makamını arzu ettiğine bir bakalım.

İbrahim’in (a.s) böyle önemli bir makamı birinci ve dördüncü grup için arzu ettiği asla tasavvuf edilmez. Çünkü idarecilik döneminde günah ve zulme bulaşan böyle bir gurup hiç bir salih insan nezdinde bu makama lâyık görülemez; nerede kaldı İbrahim Halil (a.s) gibi birisinin nezdinde.

Kendisi bir çok ağır imtihanlardan geçip bir ömür tertemiz yaşayıp kötülüklerle savaştıktan sonra bu makama erişmiş birisi asla bu grup için imamet makamını arzu edemez.

Tabiatıyla İbrahim’in (a.s) maksadı diğer iki grup idi. Bu durumda üçüncü grubun, “Ulaşamaz” cümlesiyle bunun dışında tutulması da imamlık makamının, tüm ömrü boyunca günah işlememiş kimselere özgü olduğunu ortaya koymaktadır.


YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

Kitabın son bölümüne ulaştığımız bulunuyoruz; burada iki konuyu hatırlatmamız gerekiyor.

1- Sekaleyn hadisinden söz ederken Ehl-i Sünnet’ten bir grup, “itreti” (Ehl-i Beytim) lafzı yerine “ve sünneti” (sünnetim) kelimesini nakletmekte ve, “Allah’ın Kitabı ve sünnetim” demektedirler.

2- Resulullah’a (s.a.a) selam gönderirken onun Ehl-i Beyt’ini zikretmemektedirler.

Bu iki konu iki grubun ihtilafı için açık bir noktadır. Şimdi bu konuyu açıklığa kavuşturmak için her ikisini de incelemek istiyoruz:
1- İki Tabirden Hangisi Doğrudur: “Allah’ın Kitabı ve İtretim, Ehl-i Beytim mi, Yoksa, “Allah’ın Kitabı ve Sünnetim” İfadesi mi?

Soru: Şeyh Saduk, Şeyh Mufid ve Şeyh Tusî gibi (Allah hepsinden razı olsun) Şii mütekellimler kelamî konuların bir çok yerinde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’inin (a.s) ve itretinin hadislerini delil göstermekte ve bu konuda Sekaleyn hadisine dayanmaktadırlar.

Oysa bazı muhaddisler mezkur hadisi, “itretim” yerine, “sünnetim” şeklinde nakletmektedirler. Metindeki bu ihtilafa rağmen, bu hadisi kelamî görüşlerde delil olarak kabul etmek nasıl mümkün olabilir?

Sorunun Açıklaması:

İmamiye Şiası usul ve akaitte burhan ve delil taraftarı olmakla birlikte sahih bir şeklide nakledildiği taktirde usul ve fûru konularında Peygamber-i Ekrem’in itretinin hadis ve sözlerini hüccet olarak kabul etmektedirler.

Şu farkla ki fer’i ve amelî meselelerde her ne kadar haberi vahid de olsa mutlak bir şeklide sahih bir rivayeti hüccet kabul etmektedirler. Ama usul ve akaid ile ilgili konularda hedef, itikat ve düşünce olduğu için ve haberi vahid de yakin ifade etmediği için sadece yakin ifade eden ve ilim vücuda getiren kesin rivayetleri hüccet kabul etmektedirler.

Ehl-i Beyt’in (a.s) sözlerinin hüccet olduğunun delilerinden biri de muhaddislerin kabul ettiği Sekaleyn hadisidir. Nitekim Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: “Şüphesiz ki ben sizlere iki paha biçilmez şey bırakıyorum: Allah’ın Kitabı ve itretim. Bunlara sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız.”

Ama bazı rivayetlerde, “itretim” yerine “sünnetim” kelimesi yer aldığından bu iki rivayet naklinden hangisinin doğru olduğu sorulmaktadır. Neticede de kelamî konular alanında itret hadisinin delil olarak gösterilmesi bir takım sorulara yol açmıştır.

Bu konuda Şii alimleri tarafından bir çok risaleler yazılmıştır ki, bunların en hulasası ayrı bir şeklide Kahire’de basılıp dağıtılan Dar’ut Takrip Beyne’l - Mezahibi’l - İslamiyye dergisidir.

Son dönemlerde Ürdünlü yazar ve alimlerden Şeyh Hasan bin Ali Sakaf bu soruya cevap vermiştir. Biz bu cevabın tercümesini değerli okuyuculara sunuyor ve bu cevap yüzde yüz araştırmaya dayalı olduğundan biz de bununla yetiniyoruz. Sadece sonunda değerli yazarına küçük bir hatırlatmada bulunacağız:


Soru:

“Benden Sekaleyn hadisini sordular ve dediler ki: “Hangi tabir daha doğrudur: ‘Ehl-i Beyt’im’ lafzı mı, yoksa ‘Sünnetim’ lafzı mı? Lütfen bu hadisin senet açısından açıklanmasını yapın.

Cevap:

Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a.) nakl edilen sabit ve sahih hadis “ve Ehl-i Beytim” lafzıdır. Dolayısıyla “Ehl-i Beytim” yerine “Sünnetim” lafzının yer aldığı rivayetler senet açısından batıldır.

Şimdi de, “Ve Ehl-i Beytim” hadisinin senedinin sahih olduğunu açıklığa kavuşturmak ve diğerinin senedinin batıl ve kabul edilmez olduğunu ortaya koymak için her iki metnin senetleri hakkında şu bilgileri vermek istiyoruz:“Ve Ehl-i Beytim” Hadisinin Senedi

Bu metni iki büyük muhaddis nakletmiştir:

1- Müslim kendi Sahih’inde efendimiz Zeyd bin Erkam’dan (r.a) şöyle nakletmektedir: “Resulullah (s.a.a) bir gün Mekke ve Medine arasındaki “Humm” suyunun kıyısında bir hutbe okudu ve bu hutbede Allah’a hamd-u senada bulunup insanlara nasihat ettikten sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Bilin ki, şüphesiz bende bir insanım. Yakında Rabbimin elçisi bana gelecek ve ben de onun davetine icabet edeceğim.

Ben sizler arasında iki değerli şey bırakıyorum. Onların birincisi, içinde hidayet ve nur bulunan Allah’ın Kitabıdır. O halde Allah’ın Kitabını tutun ve ona sarılın.”

-Resul-i Ekrem (s.a.a) kitap ile amel etme konusunu önemle vurgulayarak şöyle buyurdu:- “Ve Ehl-i Beyt’im. Sizlere Ehl-i Beyt’im hakkında Allah’ı hatırlatırım. Sizlere Ehl-i Beyt’im hakkında Allah’ı hatırlatırım. Sizlere Ehl-i Beyt’im hakkında Allah’ı hatırlatırım.”

Bu metni Müslim kendi Sahih kitabında[198] ve Daremî kendi Sünen’inde[199] nakletmişlerdir. Her ikisinin senedi de güneş gibi açık ve ortadadır. Senedi hususunda en küçük bir zayıflık yoktur.

2- Tirmizî de bu metni, “ve itretim ve Ehl-i Beytim” lafzıyla nakletmiştir. Hadisin metni şöyledir: “Ben sizler arasında kendilerine sarıldığınız müddetçe benden sonra sapmayacağınız iki şey bırakıyorum ki, birincisi diğerinden daha büyüktür:

Gök ile yer arasında sarkıtılmış bir ip olan Allah’ın Kitabı ve itretim Ehl-i Beytim’dir. Bunlar havuzda yanıma gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar. O halde emanetime karşı nasıl davranacağınıza bakın.”[200]

Ehl-i Beyt lafzını önemle vurgulayan bu iki metin bu konuda yeterlidir. Her ikisinin senedi de çok sağlamdır ve hiç bir tartışma ve münazaraya gerek yoktur. Bu hadisi nakledenler özel bir itibara sahip olan sünen ve sihah kitaplarının yazarlarıdır.
“Ve Sünnetim” Metninin Senedi

“Ehl-i Beytim” lafzı yerine “sünnetim” lafzının yer aldığı rivayet uydurulmuş bir rivayettir. Hem senedi zayıftır ve hem de Emevi uşakları tarafından uydurulmuştur. Şimdi de onun senetlerini inceleyelim:

Hakim’in Rivayetinin Birinci Senedi

Hakim Nişaburi Mustedrek adlı kitabında aşağıda zikredeceğimiz senetle mezkur metni nakletmiştir:

1- “İsmail” İbn-i Ebi Uveys,

2- Ebi Uveys’ten

3- O da Sevr bin Zeyd-i Deylemî’den

4- O da İkrime’den

5- O da İbn-i Abbas’tan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Ey insanlar! Şüphesiz ben sizlere iki değerli şey bırakıyorum. Onlara sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Peygamber-i Ekrem’in sünneti.”[201]

Bu metnin senedinin afeti senedin başında yer alan baba ve oğuldur.

1- Yani İsmail bin Ebi Uveys

2- Ebi Uveys

Baba ve oğulun güvenilir oldukları ispatlanmadığı gibi yalan söyledikleri ve hadis uydurdukları da söylenmiştir. Şimdi de rical alimlerinin nass ve delillerini nakledelim:

Hafız Mezi, Tehzib’ul Kemal adlı kitabında İsmail ve babası hakkında rical ilminin araştırmacılarından şöyle nakletmektedir:

Yahya bin Muin (rical ilminin büyük alimlerindendir) şöyle diyor: “Ebu Uveys ve oğlu zayıftırlar. Ve yine Yahya bin Muin’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Bu iki kişi hadis çalan kimselerdendir.” Hakezâ, İbn-i Muin, oğul (İsmail) hakkında da şöyle demiştir: “Ona güvenilmez.”

Nesaî de oğul hakkında, “O zayıftır ve güvenilir değildir” demiştir. Ebu’l Kasım Lalekai’de şöyle demiştir: Nesaî onun aleyhine çok söz söylemiş ve hadisinin terk edilmesi gerektiğini ifade etmiştir.”

İbn-i Adi (rical alimlerindedir) diyor ki: “İbn-i Ebi Uveys dayısı Malik’ten hiç kimsenin kabul etmediği ilginç hadisler rivayet etmiştir.”[202]

İbn-i Hacer Feth’ul Bari’nin önsözünde şöyle demiştir: “Asla İbn-i Ebi Uveys’in bu hadisini delil olarak göstermek mümkün değildir. Çünkü Nesaî onu güvenilir bulmamıştır.”[203]

Hafız Seyyid Ahmet bin Sıddık, Feth’ul Mulk’il Aliy adlı kitabında Seleme bin Şubeyb’den, İsmail bin Ebi Uveys’ten şöyle işittiğini nakletmektedir: “Medine ehli bir konuda iki gruba ayrılınca ben hadis uyduruyordum.”[204]

O halde oğul (İsmail bin Ebi Uveys) hadis uydurmakla itham edilmiştir. İbn-i Muin ise onun yalancı olduğunu söylemiştir. Bundan da öte; onun naklettiği hadisler Sahih-i Müslim, Tirmizî ve diğer sihah kitaplarının hiç birinde nakledilmemiştir.

Babası hakkında da Ebu Hatem Razi’nin “Cerh ve Ta’dil” adlı kitabında söylemiş olduğu şu söz yeterlidir: “Onun naklettiği hadisler yazılır; ama delil ve hüccet olarak kabul edilemez. Hadisi sağlam ve güçlü değildir.”[205]

Hakeza Ebu Hatem, İbn-i Muin’den, Ebu Uveys’in güvenilir olmadığını nakletmiştir.

Senetlerinde bu iki kişinin bulunduğu rivayetler asla sahih değildir. Bundan da öte; sahih ve sabit rivayetlere muhaliftir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir konu da bu hadisi nakleden Hakim Nişaburi’nin hadisin zayıflığını itiraf etmiş olmasıdır. Bu yüzden hadisin senedini düzeltmeye kalkışmamıştır. Lakin anlamının sıhhati hususunda bir takım şahitler ortaya koymuştur ki,

o şahitler de senet açısından zayıftır ve itibar edilecek bir makamda değildir. Bu açıdan hadisi güçlendireceği yerde onu daha da zayıf kılmaktadır. Şimdi de Hakim Nişaburî’nin doğru olmayan şahidi:

“Ve Sünneti” Hadisinin İkinci Senedi

Hakim Nişaburi aşağıda zikredilen senetle, Ebu Hureyre’den merfu’[206] olarak şöyle nakletmektedir:

“Şüphesiz ben sizlere iki şey bırakıyorum. (Böylece) Benden sonra asla sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve sünnetimdir. Bunlar havuzda yanıma gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar.[207]


Bu metni hakim şu senetle nakletmiştir:

1- el-Zebiyy

2- Salih b. Musa Telhi’den

3- O da Abdulaziz b. Refi’den

4- O da Ebi Salih’ten

5- O da Ebu Hureyre’den

Bu hadis de önceki hadis gibi uydurma bir hadistir. Senedin ravileri arasında özellikle Salih b. Musa Telhi’den söz etmek istiyoruz. Ve şimdi rical alimlerinin ileri gelenlerinin onun hakkındaki sözlerini nakledelim:

Yahya b. Muin şöyle diyor: “Salih b. Musa güvenilir birisi değildir.” Ebu Hatem Razî şöyle demiştir: “Onun hadisleri zayıf ve reddedilmiş hadislerdir. O reddedilen bir çok hadisleri güvenilir kimselerden nakletmektedir.” Nesaî ise şöyle diyor: “Onun hadisi yazılmaz.” Başka bir yerde ise şöyle diyor: “Onun hadisi terk edilmiştir.”[208]

İbn-i Hacer, Tehzib’ut-Tehzip kitabında şöyle yazıyor: “İbn-i Habban şöyle diyor: “Salih bin Musa, güvenilir kimselere onların sözlerine benzemeyen bir takım şeyleri isnat etmektedir.

Sonunda da şöyle demiştir: “Onun hadisi hüccet değildir.” Ve Ebu Nu’eym ise şöyle diyor: “Onun hadisi terk edilmiştir. Sürekli reddedilen hadisleri nakletmektedir.”[209]

Yine İbn-i Hacer, Takrib[210] adlı kitabında şöyle diyor: “Onun hadisi terk edilmiştir.” Zehebi ise Kaşif[211] adlı kitabında şöyle diyor: “Onun hadisi gevşektir (sağlam değildir).” Hakezâ, Zehebî, Mizan’ul-İtidal’de[212] söz konusu hadisi ondan nakletmiş ve şöyle demiştir: “Bu hadis reddedilen hadislerdendir.”

“Ve Sünneti” Hadisinin Üçüncü Senedi

İbn-u Abdilbirr, Temhid[213] adlı kitabında, bu metni aşağıda zikredilen senetlerle nakletmiştir:

1 - Abdurrahman b. Yahya

2 - Ahmet b. Said’den

3 - O da Muhammed bin İbrahim Dubeyli’den

4 - O da Ali bin Zeyd Feraizî’den

5 - O da el-Huneynî’den

6 - O da Kesir bin Abdullah b. Amr b. Avf’dan

7 - O da babasından ve o da dedesinden nakletmiştir.

Biz bu raviler arasında, Kesir bin Abdullah’dan söz etmek istiyoruz. İmam Şafiî şöyle diyor: “O, yalanın esaslarından biridir.”[214] Ebu Davud ise şöyle diyor: “O, yalancılardan biridir.”[215] İbn-i Habban şöyle diyor:

“Abdullah b. Kesir, babasından ve dedesinden esası yalan olan hadis kitabı nakletmektedir. O kitaptan şaşırtmak veya eleştirmek dışında Abdullah’tan rivayet etmek haramdır.”[216]

Nesaî ve Darkutnî şöyle diyorlar: “O’nun hadisi terk edilmiştir.” İmam Ahmet şöyle diyor: “O’nun hadisleri reddedilmiştir ve itimat edilecek bir şahıs değildir.” İbn-i Muin de onun hakkında aynı şeyi hatırlatmaktadır.

İbn-i Hacer’in, et-Takrip adlı kitabında onun hakkında sadece, “zayıftır” cümlesiyle yetinmesi ve onu yalancılıkla itham eden kimseleri aşırılıkla suçlaması ilginçtir. Oysa rical ilminin önde gelenleri, onu yalancılık ve hadis uydurmayla itham etmişlerdir. Hatta Zehebî, “Onun sözleri boş ve gevşektir” demiştir.

4 -Senetsiz Nakil

Malik, el-Muvatta adlı kitabında onu senetsiz olarak ve mürsel bir şekilde nakletmiştir. Hepimizin bildiği gibi, böyle bir hadis hiç bir değer taşımamaktadır.[217]

Bu incelemenin de açıkça ispat ettiği üzere “ve sünneti” hadisi Emevi sarayının uşakları ve yalancı raviler tarafından, sahih olan “itreti” (ve Ehl-i Beytim) hadisinin karşısında uydurulmuş bir hadistir.

Bu yüzden mescit hatiplerinin, vaaz verenlerin ve imamların; Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) gelmeyen bir hadisi terk etmeleri ve onun yerine insanları doğru hadislerle tanıştırmaları ve bu hadisi Müslim’in Sahih’inde,

“Ehl-i Beyti” ve Tirmizî’nin ise “itreti ve Ehl-i Beyti” olarak naklettikleri şekliyle nakletmeleri gerekir. Öğrenciler de hadis ilmini öğrenmeye yönelmeli, sahih hadisi zayıf olanından ayırt etmelidirler.

Yazar son olarak şunu hatırlatmaktadır: “Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) zürriyeti de, “Ehl-i Beyti” lafzının kapsamındadır.

Zira Müslim, Sahih’inde[218] ve Tirmizi Sünen’inde[219] Ayşe’den şöyle nakletmişlerdir: “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden her türlü pisliği gidermek ve sizleri tertemiz kılmak ister” ayeti Peygambere Ümmü Seleme’nin evinde nazil oldu. Peygamber (s.a.a), Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i (a.s) çağırdı. Onların üzerine bir örtü örttü.

Ali, Peygamber-i Ekrem’in arkasında duruyordu. Peygamber onu da örtüyle örttü ve şöyle buyurdu: “Allah’ım! Bunlar benim Ehl-i Beytimdir. Onlardan her türlü pisliği gider ve onları tertemiz kıl.

” Ümmü Seleme şöyle dedi: “Ben de onlardan mıyım ey Allah’ın Resulü!” Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sen yerinde dur (örtünün altına girme); sen hayır üzeresin.”[220]

Mütercim diyor ki: “Büyük alim Hasan bin Ali Sakkaf, verdiği cevabında, Peygamber-i Ekrem’in eşlerinin de bu ayetin kapsamına girdiğini kesin olarak kabul etmiş ve ayetin içeriğinin Peygamber-i Ekrem’in kızını ve çocuklarını da kapsaması hususunda büyük gayret göstermiştir.

Oysa bizzat Sahih-i Müslim ve Sünen-i Tirmizî’den naklettiği Ümmü Seleme’nin rivayeti onun görüşünün tam aksini ispat etmektedir. Eğer Resulullah’ın (s.a.a) eşleri de bu ayetin kapsamına girmiş olsalardı, Ümmü Seleme’nin örtünün altına girmesine engel olunmaz ve, “Sen yerinde dur” denilmezdi.

Bundan da öte, Peygamber-i Ekrem’in eşleri hakkında Kur’an ayetlerini inceleyen herkes, açık bir şekilde onlar hakkındaki ayetlerin dilinin kınama ve uyarma dili olduğunu görür. Böyle kimseler, Tathir ayetinin ve Resul-i Ekrem’in (s.a.a) duasının örnekleri olamazlar. Bu konunun detayını Menşur-i Cavid tefsirinde mütalaa ediniz.[221]

2- Resulullah’a (s.a.a) Nasıl Salavat Gönderelim?

Ehl-i Sünnet ve şia arasındaki ihtilaflı konulardan birisi de şudur: Onlar (Ehl-i Sünnet) Peygamber’e salavat gönderince, Ehl-i Beyt’inin adının zikretmemektedirler. Onların kitaplarında yer alan salavat şu şekildedir:

“Sallallahu aleyhi ve sellem” (Allah’ın salavatı ve selamı Peygamber-i Ekrem’in üzerine olsun.) Oysa Şia Resulullah’a (s.a.a) salavat gönderince, “âl-i” kelimesini de ona atfetmekte ve şöyle demektedirler:

“Sallallahu aleyhi ve âlih” (Allah’ın salavatı Resulullah ve Ehl-i Beytinin üzerine olsun). Şimdi bu iki salavattan hangisinin doğru ve sağlam olduğu sorulmaktadır.

Şüphesiz masum önderlerimiz ikinci şekli doğru görmüş ve sürekli olarak Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ve Ehl-i Beyti’nin arasını birleştirmeye çalışmışlardır. Burada söz konusu olan şudur: Ehl-i Sünnet rivayetleri arasında, salavat göndermenin keyfiyeti nasıldır ve onların rivayetleri bu ikisinden hangisini onaylamaktadır?

Daha önce, biz bu soru için kısa bir cevap yazmıştık. Şimdi de onun metnini burada aktarmak istiyoruz: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salavat gönderirler;

Ey iman edenler! Siz de ona salavat ve selam getirin”[222] ayeti nazil olunca Allah Resulü’nün ashabı ondan kendisine nasıl salavat göndereceklerini sorduklarında Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Bana kısır salavat göndermeyin.” Ashap, “Nasıl salavat gönderelim?” diye sorunca da Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allahumme salli ala Muhammed ve âl-i Muhammed” (Allah’ım! Muhammed’e ve Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine salat et).[223]

Âl-i Muhammed’in, salavat gönderme açısından konumu öyle bir şekildedir ki, Ehl-i Sünnet’in bazı fıkhî mezhepleri, “Âl-i” kelimesinin Peygamber’e ilave edilmesini gerekli görmüşlerdir. Nitekim bu konuda İmam Şafii şöyle demiştir:

“Ey Allah Resulü’nün Ehl-i Beyti sevginiz

Farz kılınmıştır Allah’ın indirdiği Kur’an’da

Sizlere yüce şanınızda şu yeter ki

Size salavat göndermeyenin namazı kabul olmaz.”[224]

Sahih-i Buhari, Ehl-i Sünnet nezdinde, Allah’ın yüce kelamından sonra en yüce kitaptır. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet kardeşlerin dikkatini, Buharî’nin kendi Sahih’inde, tefsir kitabında, Ahzap Suresinin altında naklettiği bir hadise çekmek istiyorum:

Abdurrahman b. Ebi Leyla şöyle nakletmiştir: “Ka’b b. Mu’cire benimle görüştü ve şöyle dedi: “Sana bir hediye olarak bir hadis sunmamı ister misin?! O hadis şudur:

“Bir gün Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ashabının yanına geldi. Biz şöyle arz ettik: “Ey Allah’ın Resulü! Sana genel anlamda selam göndermenin niteliğini Kur’an’dan öğrendik. Şimdi sana nasıl salavat göndermemiz gerektiğini bize buyurun.

” Peygamber şöyle buyurdu: “Allahumme salli ala Muhammed ve âl-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahim’e inneke Hemidun Mecid” (Allah’ım! İbrahim’e selam gönderdiğin gibi Muhammed’e ve Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine selam gönder. Şüphesiz ki sen övülmüş ve azamet sahibisin).[225]

O halde İslamî edebe uygun olan ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) emri karşısında teslim olmaya yakışan, Peygambere nakıs ve kısır salavat göndermekten sakınmak ve Resulullah (s.a.a) ile tertemiz Ehl-i Beyti’nin arasını ayırmamaktır.
6
Ümmetin Önderliği Ümmetin Önderliği



BÜTÜN SAYFANIN KAYNAKLARI

[1] - Nisa Suresi, 59. ayet.

[2] - Ahzab Suresi, 6. ayet.

[3] - Nisa Suresi, 65. ayet.

[4] - Tevbe Suresi, 103. ayet.

[5] - “Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.” (Nisa Suresi, 59. ayet)

[6] - “Onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretir” (Cum’a suresi, 2. ayet).

[7] - “Sana da, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur’an’ı indirdik.” (Nahl Suresi, 44. ayet)

[8] - “Peygamber size ne verirse onu alın ve sizi neden men ederse ondan geri durun.” (Haşr Suresi, 7. ayet)

[9] - es-Sevaiku’l-Muhrike, İbn-i Hacer, 2. fasıl , 9. bab, 41. hadis, s. 57.

[10] - Risale-i İslam, Mısır baskısı, 3. baskı, 11. yıl.

[11] - Şerh-i Tecrid, Alauddin Kuşçu, s. 472. Bu konuda başka tanımlar da yapmışlardır. Kısa olsun diye tümünü nakletmekten çekindik.

[12] - et-Temhid, s. 86.

[13] - Şerh-u Mekasid, c. 1, s. 72.

[14] - Şii alimler, Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşünün aksine imamet makamını ilahî bir makam olarak kabul ettikleri için imameti şöyle tanımlamışlardır: “İmamet Peygamber-i Ekrem’in yerine din ve dünya işlerinde genel ve kapsamlı ilahî bir yönetim makamıdır.”

[15] - Maide Suresi, 3. ayet.

[16] - Bakara Suresi, 173. ayet.

[17] - Biz ümmetin yöneticilerinin İslam’ın kişisel hükümleri hakkındaki cehaletini ifade eden bu tür olaylar hakkında herhangi bir açıklamaya gerek görmüyoruz. Bu ve benzeri olayların açıklaması tarih, hadis ve tefsir kitaplarında yer almıştır.

Merhum Allame Emini, değerli el-Gadir kitabının 6, 7 ve 8. ciltlerinde halifelerin ilmi makamları hususunda belgelere dayalı geniş bir şekilde söz etmiştir. Daha fazla açıklama isteyenler sözü edilen kitaba müracaat etmelidirler.

[18] - Tarih-i Taberi, c. 2, s. 172.

[19] - Tarih-i Kamil, c. 2, s. 63.

[20] - Şuara Suresi, 214. ayet.

[21] - Tarih-i Taberî, c. 2, s. 62 - 63; Tarih-i Kamil, c. 2, s. 40 - 41; Müsned-i İmam Ahmed, c. 1, s. 111 ve diğer kaynaklar.

[22] - Ahkaf Suresi, 15. ayet.

[23] - Bakara Suresi, 232. ayet.

[24] - Maide Suresi, 6. ayet.

[25] - Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bu tür ayetler hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah’ın Kitabıyla görüyor, onunla konuşuyor, onunla duyuyorsunuz. Kur’an-i Kerim’in bazısı bazısını konuşur, bazısı bazısına tanıklık eder.”

[26] - Nehc’ul Belağa-i Abduh, c. 3, s. 150.

[27] - Usul-i Kafî, c. 1, s. 170.

[28] - Usul-i Kafî, c. 1, s. 172.

[29] - Usul-i Kafî, c. 1, s. 178 .

[30] - Tur Suresi, 30. ayet.

[31] - ed-Derecat’ul Refia, s. 77, Müminlerin Emiri Hz. Ali o anda Ebu Süfyan hakkında şu tarihi cümleyi buyurdu: “Sen sürekli İslam ve Müslümanların düşmanı oldun.” Kitab’ul İsti’ab, c. 2, s. 690’a müracaat ediniz.

[32] - Bu hadis mütevatir bir şekilde nakledilmiştir.

[33] - Şifa, İlahiyat, 10. makalenin 1. bölümü, s. 488, Ayetullah Hasanzade Amuli’nin Tahkiki.

[34] - Nezeriyet’ul İmamet, Ahmet Mahmud Subhi, İmamı Tayin Etmenin Vücubu bölümünde.

[35] - Sima-i Şucaan, s. 33 - 34.

[36] - a. g. e. , s. 35.

[37] - Bakara Suresi, 216. ayet.

[38] - Şerh-i Mevakif, c. 3, s. 265.

[39] - el-Ahkam’us- Sultaniyye, s. 4.

[40] - et-Temhid, s. 178.

[41] - Âl-i İmrân Suresi, 159. ayet.

[42] - Şura Suresi, 38. ayet.

[43] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 1. s. 615, Meğazi-i Vakidi, s. 48.

[44] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 2, s. 63, Meğazi-i Vakidi, c. 1 s. 209.

[45] - Tarih-i Kamil, c. 2, s. 122.

[46] - Meğazi-i Vakidi, c. 3, s. 925.

[47] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 1, s 615.

[48] - Meğazi-i Vakidi, c. 3, s. 925.

[49] - Ahzap Suresi, 36. ayet.

[50] - Nehc’ul Belağa, 6. mektup.

[51] - Nahl Suresi, 125. ayet.

[52] - Şerh-u Nehc’il Belağa-i İbn-i Ebi’l Hadid, c. 14, s. 36.

[53] - Şerh-u Nehc’il Belağa, c. 1, 3. hutbe.

[54] - Nehc’ul Belağa, 28. mektup.

[55] - Nehc’ul Belağa, 62. mektup.

[56] - Âl-i İmrân Suresi, 153. ayet.

[57] - Âl-i İmrân Suresi, 144. ayet.

[58] - Sahih-i İbn-i Mâce, bab-u fiten ve diğer kaynaklar.

[59] - el-İmamet-u ve’s- Siyase, c. 1, s. 5.

[60] - a. g. e. , s. 7.

[61] - Ensar, iki emir tayin edilmesi görüşünü ortaya atarak kendi mezarlarını kazdılar ve resmen mücadele sahnesinden bir adım geri çekildiler. Böylece Muhacirler cephesi karşısında zayıflık ve düşüklüklerini itirafta bulundular.

Bu yüzden Hazrec kabilesinin başkanı, Habbab’ın bu sözünü işitince büyük bir üzüntü içinde şöyle dedi: “Bu öneri bizim gevşeklik ve çaresizliğimizin başıdır.”

[62] - Gelecek konuda Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) bu delile getirdiği eleştiriyi okuyacaksınız.

[63] - Sakife olayının geniş izahını, Tarih-i Taberi, c. 3, H. 11. yıl olayları; el-İmamet-u ve’s-Siyaset, İbn-i Kuteybe, c. 1; Şerh-u İbn-i Ebi’l- Hadid, c. 2, s. 22 - 60 kaynaklarından iktibas ettik.

[64] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 308; İrşad-i Müfid, s. 260.

[65] - Zuhruf Suresi, 31. ayet, hakezâ İsra Suresi, 90 ila 95. ayetlere de müracaat ediniz.

[66] - Bakara Suresi, 207. ayet.

[67] - “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz?” (Âl-i İmran Suresi, 144. ayet).

* - Şecere, Arapça’da “ağaç” anlamındadır; burada soy anlamında kullanılmıştır.

[68] - “Onlar ağacı delil olarak gösterdiler ve meyvesini zayi ettiler.” (Nehc’ul Belağa, 64. hutbe).

[69] - el-İmamet-u ve’s Siyase, İbn-i Kuteybe Dinurî, c. 1, s. 12; İhticac-ı Tabersî, c. 1, s. 96.

[70] - İhticac-ı Tabersi, c. 12, s. 95.

[71] - Nehc’ul Belağa-i Abduh, 173. hutbe.

[72] - el-İmamet-u ve’s Siyaset, c. 1, s. 12.

[73] - Tarih-i Taberî, c. 3, s. 234.

[74] - Sahih-i Buharî, c. 2, s. 25.

[75] - Sahih-i Buharî, c. 2, s. 22.

[76] - Şerh-u Nehc’il Belağa, İbn-i Ebi’l Hadid, c. 6, s. 52; Kitab-u Sakife, Ebu Bekir Ahmet bin Abdulaziz Cevheri’den naklen.

[77] - Ahzab Suresi, 6. ayet.

[78] - Maide Suresi 48. ayet.

[79] - et-Teratib’ul İdariyye, c. 1, s. 285.

[80] - c.1, s. 240 - 264’e müracaat ediniz.

[81] - Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bizzat katılmadığı savaşlar seriyye olarak adlandırılmaktadır.

[82] - Enbiya Suresi, 74. ayet ile Yusuf Suresi, 22. ayet

[83]- Yusuf Suresi, 101. ayet.

[84] - Sad Suresi, 26 ve 35. ayetler ile Bakara Suresi, 247. ayete müracaat ediniz.

[85] - Nahl Suresi, 44. ayet.

[86] - Cuma Suresi, 2. ayet.

[87] - Bakara Suresi, 247. ayet.

[88] - İhticac-i Tebersî, c. 1, s. 353, özetle.

[89] - İhticac-i Tabersî, c. 2, s. 6.

[90] - Peygamber (s.a.a) Tebük yoluna koyulunca Hz. Ali’yi (a.s) kendi yerine geçirip ona şöyle buyurdu: “Sen bana oranla Harun’un Musa’ya (a.s) oranı gibisin. Şu farkla ki benden sonra peygamber yoktur.”

Peygamber (s.a.a) bu cümleyle nübüvvet dışında sahip olduğu tüm makamları Ali (a.s) için de sabit kılmıştır.

[91] - Gadir hadisinin geniş açıklaması on dokuzuncu bölümde beyan edilecektir.

[92] - Maksat, ileride söz edeceğimiz Sekaleyn hadisidir. Yirmi ikinci bölüme müracaat ediniz.

[93] - Peygamber ashabına şöyle buyurdu: “Ali’ye müminlerin emiri olarak selam verin.”

[94] - Nisa Suresi, 54. ayet.

[95] - Nehc’ul Belağa, 3. hutbe.

[96] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 2 - 14.

[97] - Tarih’ul Hulefa, s. 59 - 66.

[98] - el-Gadir, c. 7, s. 108.

[99] - Sire-i Halebî, c. 3. s. 34; Bihar, c. 22, s. 157.

[100] Meğazi-i Vakidi, c. 2, s. 766; Bihar, c. 21, s. 54

[101] En’am Suresi, 164. ayet

[102] - Tabakat-i İbn-i Sa’d, c. 3, s. 151.

[103] Muvatta-i Malik, s. 335

[104] Sünene-i Beyhaki c. 8, s. 273

[105] Sünen-i İbn-i Mace, c. 1, s. 200

[106] - ed-Durru’l Mensur, c, 1. s. 21.

[107] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 192.

[108] - Nisa Suresi, 20. ayet.

[109] - el-Gadir, c. 6, s. 87 (Ehl-i Sünnet’in sayısız kaynaklarından naklen).

[110] - Olayın tafsilatı beşinci bölümde geçmiştir.

[111] - el-Ezvâ’, s. 204.

[112] - Sünen-i Beyhakî, c. 8, s. 33.

[113] - Tevbe Suresi, 100. ayet.

[114] - Feth Suresi, 18. ayet.

[115] - Ahzab Suresi, 12. ayet.

[116] - Tevbe Suresi, 47. ayet.

[117] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 2, s. 430.

[118] - Neden Hıristiyan Değilim.

[119] - Haşr Suresi, 8. ayet.

[120] - “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun berâberinde bulunanlar, küfredenlere karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükua varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün.

Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar.” (Feth Suresi, 29. ayet)

[121] - “Allah, iman edip yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.” (Feth Suresi, 29. ayet)

[122] - Tevbe Seresi, 96. ayet.

[123] - Âl-i İmrân Suresi, 57. ayet.

[124] - Zümer Suresi, 65. ayet.

[125] - En’am Suresi, 92. ayet.

[126] - el-İsabe, c. 2, s. 38.

[127] - Bu şahıslardan her birinin biyografisi hikayesi el-İstiab, el-İsabe, Usd’ul Gabe ve benzeri rical kitaplarında yer almıştır.

[128] - Hucurat Suresi, 6. ayet.

[129] - Bu adı sayılan kimseler münafıklardan farklı bir grupturlar ve onların çok geniş bir kıssası vardır.

[130] En’am Suresi 88. ayet

[131] - Gayet’ul Meram, s. 107 - 152.

[132] - el- Müracaat, s. 131 - 132.

[133] - Sahih-i Buharî, c. 3, s. 58 ve Sahih-i Müslim, c. 2, s. 323.

[134] - Sahih-i Müslim, c. 7, s. 120.

[135] - Tâhâ Suresi, 29 - 30. ayetler.

[136] - Tâhâ Suresi, 31. ayet.

[137] - Tâhâ Suresi, 32. ayet.

[138] - Tâhâ Suresi, 36. ayet. Bundan da öte Kur’an ayetlerin birinde Harun’un nübüvvet makamını dile getirmekte ve açıkça şöyle buyurmaktadır: “Rahmetimizden, kardeşi Harun’u bir peygamber olarak ona bağışladık.” (Meryem Suresi, 53. ayet)

[139] - A’raf Suresi, 142. ayet. Başka bir ayette de tam bir açıklıkla Harun’un vezirlik (müşavirlik) makamı beyan edilmektedir. “Kardeşi Harun’u da kendisine vezir yaptık” (Furkan Suresi, 35. ayet)

[140] - Bu itirazı Ehl-i Sünnet alimlerinden meşhur bilgin Amedî öne sürmüştür.

[141] - Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu cümleyi yedi defa ve her defasında da belli bir münasebetle beyan etmiştir. Ama biz sözü fazla uzatmamak için onlardan sadece iki tanesine işaret etmek istiyoruz.

[142] - Kenz’ul - Ummal, c. 6, s. 395, 6032. hadis.

[143] - Munteheb-u Kenz’il - Ummal, Müsned’in haşiyesinde, c. 5, s. 31.

[144] - el- Müracaat, s. 141 - 147.

[145] - Hıristiyanlık kitaplarını mütalaa ederek putperestlik dinini terk edip Hıristiyanlığa yönelen Varaka b. Nevfel gibi.

[146] - Tur Suresi, 30 - 32. ayetler.

[147] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 2, s. 172.

[148] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 1, s. 386 ve 410.

[149] - Mâide Suresi, 67. ayet.

[150] - Fahr’ur-Razî, Tefsir-i Kebir’inde (c. 3, s. 635) Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu görevinin konusu hususunda on ihtimale yer vermiştir. Oysa onlardan hiç birisi, hiç bir kaynağa sahip olmamakla birlikte ayetten, görevin konusu hususunda istifade ettiğimiz iki şarta sahip değildir.

Onların çoğunun zaten bir önemi olmadığı gibi onları tebliğ etmemek Peygamber-i Ekrem’in risaletine hiç bir zarar vermez veya onları tebliğ etmek Peygamber-i Ekrem’in korkmasına ve endişe duymasına sebep olmayacak türden ihtimallerdir. Şimdi bu ihtimalleri açıklayalım:

1- Bu ayet zina eden kadın ve erkekleri taşlama hükmü ile ilgilidir.

2- Bu ayet Yahudilerin Peygamberi eleştirmesi hakkında nazil olmuştur.

3- Kur’an Peygamber-i Ekrem’in eşlerini uyarmış ve onlara dünya süslerini istedikleri taktirde Peygamber-i Ekrem’in onları boşamaya hazır olduğunu bildirmiştir. Peygamber de bu ilahî hükmü tebliğ hususunda onların dünyayı tercih edebilecekleri korkusuyla endişe duymuştur.

4- Bu ayet Peygamber-i Ekrem’in üvey evladı Zeyd hakkındadır. Peygamber onun boşanmış eşiyle evlenmekle görevlendirilmiştir.

5- Bu ayet insanları ve münafıkları cihada davet ile ilgilidir.

6- Peygamber-i Ekrem’in putları eleştirmek hususunda susması ile ilgilidir.

7- Ayet Veda Haccında Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hac günlerinde şer’i hükümleri ve hac amellerini beyan ettiği günlerde nazil olmuştur.

8- Peygamber Kureyş, Yahudiler ve Hıristiyanlardan endişe duyuyordu. Bu ayet Peygamber-i Ekrem’in iradesini güçlendirmek için nazil olmuştur.

9- Savaşların birinde Peygamber bir ağacın gölgesinde dinlenirken, bir Arap yalınkılıç Peygamber’e (s.a.a) saldırdı ve şöyle dedi: “Şimdi seni kim benim kılıcımdan koruyabilir.” Peygamber (s.a.a), “Allah” diye buyurdu.

Bu esnada düşman büyük bir korkuya kapıldı ve geri çekildi. Ağaca çarpması sonucu başı kırıldı. İşte bu esnada söz konusu ayet nazil oldu ve: “Allah seni insanlardan korur” diye buyuruldu.

Bu ayetin anlamının bu ihtimallerden bazısıyla (son ihtimal gibi) mutabık olması çok uzak bir ihtimaldir. Diğer bazı ihtimaller ise Gadir-i Hum olayı ile uyum içinde değildir.

[151] - Merhum Allame Emini bu otuz kişinin adını ve özelliklerini nefis eserinde, (el- Gadir, c. 1, s. 196- 209) geniş bir şekilde beyan etmiştir. Onlar arasında İbn-i Abbas,

Ebu Said Hudri, Bera b. Azib gibi kimselerden hadis nakleden Taberî, Ebu Nuaym-i İsfahanî, İbn-i Asakir, Ebu İshak Himveynî, Celaluddin Siyutî... gibi kimseler de göze çarpmaktadır.

[152] - Özellikle de Arap milleti arasında sürekli olarak büyük makamlar kabilelerin büyüklerine ait olmuştur. Gençler hayatın acı ve tatlı olaylarını tatmadıkları bahanesiyle onların hiç bir makam sahibi olmasını uygun görmüyorlardı.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Attab Useyd’i Mekke valisi, Usame’yi ise ordu komutanı tayin ettiğinde taraftarlarının itirazına maruz kalmıştı. Ayrıca onlar Ali’nin (a.s) diğer gençlerden farklı olduğunu düşünemiyorlardı. Bu liyâkatli gencin Allah’ın inayetleri ışığında her türlü hata ve günahtan korunmuş ve sürekli olarak yüce alemden yardım görecek bir makama ulaştığından gaflet ediyorlardı.

[153] - Ahmet b. Hanbel’in Müsned'de naklettiğine göre Resulullah (s.a.a) bu cümleyi dört defa tekrarladı.

[154] - Mâide Suresi, 3. ayet.

[155] - İhticac’ut Tebersî, c. 1, s. 71 - 84, Necef baskısı.

[156] - Vefiyyat’ul E’yan, c. 1, s. 60.

[157] - a. g. e. c. 2, s. 223.

[158] - et-Tenbih ve’l- İşraf, s. 22.

[159] - Simaret’ul Kulup, s. 511.

[160] - Hadid Suresi, 15. ayet.

[161] - Yani işlediğiniz günahlardan dolayı sizler buna layıksınız.

[162] - Hac Suresi, 13. ayet.

[163] - Ahzap Suresi, 6. ayet.

[164] - Menakıb-i Harezmî, s. 80 ve diğerleri.

[165] - Hucurat Suresi, 15. ayet.

[166] - Tevbe Suresi, 72. ayet.

[167] - Merhum Seyyid Ali Han Medenî, ed-Derecat’ur- Refi’e fi Tebekat-i Şiat’il-İmamiyye adlı nefis eserinde Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s) sadık kalan Peygamber-i Ekrem’in ashabından bir grubun adını ve özelliklerini bir araya toplamıştır.

Merhum Şerefuddin Amili’de “el- Fusul’ul Muhimme”de (s. 177 - 192) kendi özel araştırmasıyla bunlara bazı kimseleri de eklemiştir. Yazar da “Şia’da İslami şahsiyetler” çerçevesinde bir kitap yazmış, bu şahısların biyografisini ve velayet mertebesini dakik kaynaklarla yansıtmıştır. Bu kitap bir kaç cilt halinde yayınlanacaktır.

[168] - Sahih-i Buhari, c. 1, s. 22 (Kitab’ul İlm).

[169] - Nur Suresi, 63. ayet.

[170]- Hucurat, Suresi, 1. ayet.

[171] - Hucurat Suresi, 7. ayet.

[172] - Menakıb-i Harezmî, s. 217.

[173] - el-Gadir, c. 1, s. 153 - 171.

[174] - Feraid’us - Sımteyn, 58. bölüm; Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bu üç husus dışında Kufe’de de “Yevm’ur- Rehbe” diye adlandırılan günde, Cemel gününde Hadis’ur Rekban diye adlandırılan olayda ve Siffin savaşında Gadir hadisinin kendi imametine delil olduğunu ortaya koymuştur.

[175] - Yenabi’ul Mevedde, s. 92.

[176] - Zikredilen bu istidlal hakkında daha fazla bilgi edinmek, kaynak ve delilleriyle tanışmak için nefis “el-Gadir” kitabına müracaat edilebilir. (c. 1, s. 146 - 195) Bu kitapta yirmi iki delil müsnet kaynaklarla nakledilmiştir.

[177] - “Sekal” değerli ve nefis şey, “sıkl” ise ağır şey anlamındadır.

[178] - Feyz’ul Gadir, c. 3, s. 14.

[179] - Sevaik’ul Muhrika, Askalanî, 135. hadis.

[180] - Yenabi’ul Meveddet, s. 32 ve 40.

[181] - Mustedrek-i Hakim, c. 3, s. 109 ve diğerleri

[182] - Bihar’ul Envar, c. 22, s. 76 (Mufid’in Mecalis adlı kitabından naklen).

[183] - İhticac, c. 1, s. 210.

[184] - es-Sevaik’ul Muhrika, s. 89.

[185] - İhticac-ı Tebersi, s. 228.

[186] - Abakat, 12. cilt, 2. cüz s. 914’den sonrasına müracaat edilsin.

[187] - Aynı zamanda Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 343; Kenz’ul - Ummal, c. 1, s. 250; Sevaik, s. 75, Feyz’ul - Gadir, c. 4, s. 356’ya müracaat ediniz.

[188] - Tevbe Suresi, 35. ayet.

[189] - Ayrıca günahkâr insanın yalandan sakınmasının gereği de çeşitli durumlarda samimi bir şekilde söz konusu günahları itiraf etmesidir. İnsanlar günah işlediğinden haberdar olunca,

tabii olarak o kimsenin vakar ve saygınlığı da gözlerde şüpheli hale gelir ve ondan nefret edilmesine sebep olur. Neticede de yukarıda değindiğimiz terbiye edici kimsenin nüfuz ve sevimliliğinin yokluğu sorunu ortaya çıkar.

[190] - Yani konuşmacının konuştuğu şeylerin gerçeğine bak. Hak ve batılı teşhis etme konusunda onun şahsiyetini göz önünde bulundurma.

[191] - İtimat elde etmenin gereği ise önderlik makamına geçmeden önce veya geçtikten sonra hayatının tüm dönemlerinde Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) her türlü günah ve pislikten münezzeh olmasıdır.

Zira yüzde yüz bir güven sadece şahsın mutlak bir şekilde günah işlediğinin görülmemesi durumunda mümkündür. Ömrünün bir bölümünü günah içinde tüketen kimseler daha sonra tövbe yoluna koyulurlarsa,

her ne kadar bir ölçüde insanların güvenini elde etseler de böyle bir güven yüzde yüz ve şek ve şüpheden uzak bir güven değildir. Ayrıca bu açıklamadan şöyle bir sonuç alabiliriz:

Önderler hem kasti günahlardan ve hem de unutkanlıkla yapabilecekleri günahlardan münezzeh olmalıdır. Zira kasıtlı günahlar her türlü güveni ortadan kaldırmaktadır.

Unutkanlıkla yapılan günahlar ise her ne kadar bazı hususlarda itimadın ortadan kalkmasına sebep olmasa da insanın konumuna çok büyük darbeler vurmaktadır.

Yanlışlıkla yapılan günahların her ne kadar bir cezası olmasa ve insan din ve akıl nezdinde mazur görülse de kamuoyunda çok kötü etkiler ortaya çıkarmakta ve insanların uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Özellikle de bu hata ile yapılan günah, cinayet ve benzeri şeyler olursa durum daha da kötüleşmektedir.

[192] - Bu kitabın, üçüncü dördü ve beşinci bölümlerine müracaat ediniz.

[193] - Ahzab Suresi, 32. ayet.

[194] - En’am, 124.

[195] - “Ulu’l emr, Peygamberden (s.a.a) sonra Müslümanların dizginlerini ellerine almaları gereken emir sahipleridir. Veya en azından bu grup emir sahiplerinin apaçık örnekleridir.

[196] - Nisa Suresi, 59. ayet.

[197] - Bakara Suresi, 124. ayet.

[198] - Müslim, Sahih, 4/3, 18, Abdulbaki baskısı 2408. numaraya müracaat ediniz.

[199] - Daremî, Sunen, 2 / 431 - 432.

[200] - Tirmizi Sünen, 5 / 663, 37788. numaraya müracaat ediniz.

[201] - Hakim, el-Mustedrek, 1/93.

[202] - Hafız Meziy, Tehzib’ul Kemal, 3/127.

[203] - İbn-i Hacer Askalani, Feth’ul Bari’nin önsözü, s. 391, Dar’ul Marife baskısı.

[204] - Hafız Seyyid Ahmet, Feth’ul Mülk’il Aliy, s. 15.

[205] - Ebu Hatem Razi, el-Cerh-u ve’t Ta’dil, 5/92.

[206] - Ravisinin masum bir kişiye isnat etmediği hadise merfu’ hadis denmektedir.

[207] - Hakim, Müstedrek, 1/93.

[208] - Hafız Meziy, Tehzib’ul-Kemal, 13/96.

[209] - İbn-i Hacer, Tehzib’ut-Tehzib, 4/355.

[210] - İbn-i Hacer, Takrib, 2891. numaranın tercümesi.

[211] - Zehebî, el-Kaşif, 2412. numaranın tercümesi.

[212] - Zehebî, Mizan’ul-İ’tidal, 2/302.

[213] - et-Temhid, 24/331.

[214] - İbn-i Hacer, Tehzib’ut-Tehzip, 8/377, Dar’ul-Fikr baskısı; Tehzib’ul-Kemal, 24/138.

[215] - a. g. e.

[216] - İbn-i Hiban, el-Mecruhin, 2/221.

[217] - Malik, el-Muvatta, s. 889, 3. hadis.

[218] - Müslim, Sahih, 4/1883, 2424. hadis.

[219] - Tirmizî, 5/663.

[220] - Hasan bin Ali Sakkaf, Sahih-u Sıfet’us-Selat’un-Nebi (s.a.a), s. 289 - 294’den alınmıştır.

[221] Menşur-i Cavid, 5/294

[222] - Ahzap Suresi, 56. ayet.

[223] - Sevaik’ul - Muhrika, 2. baskı, Mektebet’ul-Kahire, Mısır, 11. bölüm, 1. fasıl, 146.

Bu rivayetin benzeri Siyuti’nin ed-Durr’ul - Mensur kitabı, c. 5, Ahzap Suresi, 56. ayetin tefsirinde yer almıştır. Onu, el-Musennef kitabının yazarı Abdurrezzak, İbn-i Ebi Şeybe, Ahmet b. Hanbel, Buhari, Muslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn-i Mace ve İbn-i Merduye gibi büyük hadis alimleri nakletmiştir.

[224] - Sevaik’ul-Muhrika, 11. bölüm, s. 148; İthaf-u Bişravî, 29 ve diğerleri.

[225] - Buharî, Sahih, Tefsir kitabı, 6. cüz/217 (Ahzap Suresi).

7