Soru-01:Her şeyi Allah yarattığına göre, Allah'ı kim yaratmıştır?
Bismillahirrahmanirrahim
Cevap-01: Öteden beri Materyalistlerin(Maddeciler; her şeyin esasının madde olduğunu iddia edip, Ruhaniyatı inkar edenler. Her şeyi madde ile ölçenler.)ortaya atıp inançlı insanları,
özellikle de genç kesimin kafasını karıştırmaya çalıştıkları meşhur sorulardan birisi yukarıda belirtilen sorudur. Materyalistler bu sorunun cevabının olmadğını düşünüyorlar. Aynı şekilde bu sorunun sadece Allah’a inananlar için geçerli olduğunu zannetmektedirler.
Söz konusu soruyu cevaplamadan önce Materyalistlere; Siz evrenin ana kaynağının madde olduğunu savunup, her şey maddeden meydana gelmiştir diyorsunuz. Peki öyle ise size göre maddenin kaynağı nedir veya maddeyi oluşturan etkenler nelerdir?
Siz bu soruya hangi cevabı verirseniz, biz de size aynı cevabı vereceğiz. Gördüğünüz gibi böyle bir soru sadece Allah'a inananlar için söz konusu değildir ve
Materyalistler de benzer bir soruyla karşı karşıyadırlar. Şimdi sorunun cevabına geçelim. Vereceğimiz cevaba yardımcı olacağı için önce birkaç örneği baz alarak bazı sorular sormak istiyoruz:
"Her şeyin rutubet ve ıslaklığı sudan veya sıvı olan maddelerdendir. Peki suyun rutubeti neden veya neredendir acaba?"
"Her şeyin tuzluluğunun tuzdan olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki o zaman tuzun tuzluluğu neden ve neredendir?"
Evet bildiğimiz gibi suyun rutubeti, yağın yağlılığı ve tuzun tuzluluğu başka bir yerden veya şeyden değil, bizzat kendisindendir. Bu onun zati özelliğidir.
Görüldüğü gibi her olgu ve eser kendi kaynağına dayanır; ancak onun kaynağının artık neden ve nereden olduğu sorulmaz. Böyle bir soru yersizdir.
Varlık konusu da aynı şekildedir. Evrendeki varlıkların vücudu onların kendisinden değil ve kendi zatlarından kaynaklanmamaktadır. Bu yüzden de "nedensellik" ilkesi gereği onların varlığı bir kaynağa dayanmalıdır.
İşte burada Allah'a inananlar, bu varlıkların kaynağının "Allah" olduğuna, Allah'ın kendi varlığının ise zati olduğuna ve başka bir şeyden kaynaklanmadığına inanmaktadırlar;
eğer "Allah" da diğer varlıklar gibi bir olgu olsaydı ve vücudu başka bir şeyden kaynaklansaydı, o zaman evrendeki bütün varlıkların, nedensiz birer olgu olmaları gerekirdi ki bu da imkansızdır. Çünkü nedensiz olgu asla düşünülemez.
O halde böyle bir sorunla karşılaşmamamız için, varlıkların nedensiz olan ve varlığı başka hiçbir şeyden kaynaklanmayan bir kaynağa ve etkene dayanması gerekir.
Böyle bir sorunun nedeni şu olabilir; Materyalistler Allah'a inananların "Her şeyin bir nedeni olduğuna" inandıklarını zannederek "O halde Allah'ın varlığının nedeni ve kaynağı nedir?" diye sormaktadırlar.
Oysa Allah'a inananlar, "Her şeyin bir nedeni olduğuna" değil, sonradan meydana gelen her olgunun ve varlığı, zati olmayan her varlığın, mutlaka bir yaratıcısı olması gerektiğini söylemektedirler.
Bu görüş ve tutum bir taraftan evrenin varlık kaynağını ve bütün olguların meydana geliş nedenini bulmamızı sağladığı gibi, diğer taraftan bu kaynağın artık başka bir kaynağa ve nedene dayanmaması ve varlığının zati olması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Büyük filozoflar bu görüşü kısa bir cümlede özetlemiş ve şöyle demişlerdir: "Arazi (zati olmayan) her varlık mutlaka zati olan bir varlığa dayanır."
Yahudi'nin birisi Hz. Emir-ul Müminin Ali (a.s)'a "Allah ne zamandan beri vardır?" diye sorunca, İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Yok olduğu bir zaman var mı ki, ne zamandan beri diye sorulsun?
Böyle bir soru her yerde doğru değildir. Bir şey önceden olmayıp da sonradan meydana gelirse, o zaman böyle bir sorunun anlamı olur. Allah'ın ise evveli ve sonu olmadığı için, her şeyden önce vardı ve her şeyden sonra da var olacaktır. Yaratıcı olan Allah hakkında böyle bir soru yersizdir. "[1]
Şimdi burada şöyle bir soru aklımıza gelebilir: Evet rasyonel (akli) olarak evrendeki varlığı zati olmayan her varlığın sonuçta, varlığı kendisinden olan "vacip" bir varlığa dayanıp varlıklarını ondan almaları gerektiğini kabul etmekten başka bir çare yoktur.
Ancak esasen böyle bir şeyi tasavvur etmek ve varlığı kendisinden olan bir varlık gerçeğini idrak etmek nasıl mümkün olabilir?
Bu soruya şöyle cevap verebiliriz; Evet gerçekten böyle bir hakikatin düşünülüp, algılanması oldukça zor, hatta olanaksızdır. Zira biz, sürekli kendimiz gibi "mümkün" olan ve önceden olmayıp da sonradan meydana gelen varlıklarla iç içe olduğumuz için, doğal olarak kendimiz gibi gördüğümüz şeyleri veya benzerlerini tasavvur edebiliyoruz
ve bu çerçevenin dışında kalan ve Kur'an'ın tabiriyle "eşi benzeri bulunmayan" bir varlığı idrak ve tasavvur edebilmemiz tabi ki mümkün olmayacaktır. Ancak bizim onu algılayamamamız, onun var olmadığını ispatlamaz.
Önceden de dediğimiz gibi bir çok akli ve mantıki delil böyle bir varlık kaynağının olması gerektiğini ve olmazsa olmaz gerçeğini kesin bir şekilde kanıtlamaktadır; biz de bunu biliyor ve kabul ediyoruz. Bunu bildiğimiz halde, sırf hakikatini algılayamadığımız için onu kabul etmezsek, kendimiz kendimizle çelişmiş oluruz.
Evet bir şeyin hakikatini bilmemek, idrak etmemek hiçbir zaman o şeyin yokluğuna delil olamaz. Evrende nice bildiğimiz, kabul ettiğimiz gerçekler vardır ki onların hakikatinden haberdar değiliz.
Ama bundan dolayı da hiçbir zaman onları inkar yoluna da gitmiyoruz. Bu gün teknolojinin ilerlemesiyle icat edilen nice cihazlar, aletler vardır ki insanların geneli onların nicelik ve niteliklerine akıl erdiremiyor;
ama hiçbir zaman da gerçeğini bilmiyorlar diye onları inkar yoluna gitmiyorlar. Zira onların bir gerçek olduğunu açıkça görüyor ve hatta onlardan istifade ediyorlar.
Kaldı ki alemde henüz keşfedilmemiş nice sırlar ve muammalar vardır ve onların keşfedilmesi için daha asırlar geçmesi gerekir, belki de asla keşfedilmeyecektir, ama buna rağmen hiçbir akıl, insaf sahibi bilim adamı onları inkar yoluna gitmemiştir. ---------------------------------------- [1]- Elbette bu sözden maksadımız, onlar zatidir derken, bir yaratıcıya muhtaç değillerdir demek değildir tabi. Maksadımız şudur ki yaratıcı onları zaten böyle yaratmıştır. Yani suyun mesela zatında rutubetliliği koymuş; öyle ki rutubeti ondan alırsan artık su diye bir şey söz konusu olamaz.
----------------------- Soru-02: Hüsn ve kubh-i akli hakkında bize doyurucu bilgi verir misiniz. Neden Eş'ari Sünniler iyilik ve kötülüğün sadece şer'i olduğuna ve aklın iyilik ve kötülüğü kavrayamayacağına inanıyorlar acaba? Ehl-i Beyt mektebi bu görüşü hangi delillere dayanarak reddediyor?
Bismillahirrahmanirrahim
AKLİ HÜSÜN VE KUBÜH
Cevap-02: Ehl-i Sünnet'in Eş'ari ekolü ile Ehl-i Beyt mektebi arasındaki ihtilafi konulardan birisi de "Hüsn ve Kubh-i akli"dir. Konunun daha iyi anlaşılması için ilk önce bazı terimleri açıklamamız gerekiyor.
Husn: Güzellik ve iyilik anlamını ifade eder.
Kubh: Kötülük ve çirkinlik anlamındadır.
Husn-i Akli: Aklın bir iş veya bir tutumun güzel ve iyi olduğunu teşhis etmesine denir.
Kubh-i akli: Aklın bir iş veya bir tutumun kötü olduğunu teşhis etmesine denir.
Husn-i Şer'i: Bir iş veya bir tutumun dinen ve Allah Teala'nın bildirmesi üzere iyi olduğunun tespit edilmesine denir.
Kubh-i Şer'i: Bir iş veya bir tutumun dinen ve Yüce Allah'ın bildirmesi üzere kötü olduğunun teşhis edilmesine denir.
İmamiye (Ehl-i Beyt Mektebi) Husn ve Kubh-i şer'inin var olduğuna inanmanın yanı sıra hüsn ve kubh-i aklinin de varlığına inanır. Yani bu mektep ve bu mekteple bu hususta aynı fikri paylaşan Mu'tezile bir çok işlerin kötülük
ve iyiliğinin şeriat yoluyla anlaşıldığı gibi bazı tutum ve davranışların kötü ve iyiliğinin aklın teşhisiyle de anlaşıldığına inanmaktadır.
Oysa Ehl-i Beyt Mektebi'nin dışında olanlar (Aş'riler vb. fırkalar) hiçbir şeyin iyilik ve kötülüğünün akıl yoluyla anlaşılamayacağına inanırlar.
Bizce konuyu iyice tasavvur eden, fikir ve düşüncesini kilitlemeyen bir kimse delile ihtiyaç duymadan Ehl-i Beyt mektebinin görüşünün doğruluğunu sezer ve bunda şüphe etmez ve bu konuda karşı tarafın ortaya attığı tutanak ve görüşlerin vesvese ve şüpheden başka bir şey olmadığını görür.
Gerçi bu vesvese ve şüpheleri ortaya atanlar Beni Ümeyye ve Beni Abbas gibi zalimlerin tutumlarını uyduruk hadislerle dine dayayarak güzel göstermek ve meşru kılmak için bu gibi temelsiz ilkeleri ileri sürmüşlerdir.
Her halükarda biz Ehl-i Beyt mektebinin görüşünün açıklık kazanması için bazı açıklamaları zaruri görüyoruz:
1- Allah-u Teala bir çok diğer güzel ve yüce sıfatıyla birlikte "Hekim" (hikmet sahibi) olma sıfatına da sahiptir ve hiç bir abes şey, sebepsiz ve nedensiz hiç bir emir ve nehiy ondan sadır olmaz.
2- Yine bütün fiiller zati olarak mutlaka bir maslahata veya fesada, iyilik veya kötülüğe sahiptirler. Allah-u Teala'nın da o fiillere emri veya nehyi de mutlaka onlarda bulunan bir maslahata veya fesada dayanmaktadır.
Ancak insanın aklı bunlardan bir kısmını İlahi bir açıklama olmaksızın algılayamayacağı gibi, bir kısmının iyilik veya kötülüğünü de Allah'ın verdiği güç ve kabiliyetle kendi başına rahatlıkla algılamaktadır. Aslında bu gerçeği ispata bile gerek yoktur.
Bunu her şeyden önce insanın temiz fıtratı ve vicdanı açık bir şekilde tasdik etmektedir. Bir çocuk bile, kendisi veya bir başkasının sahip olduğu ve hak ettiği bir şey zorla elinden alındığında,
bunun bir zulüm olduğunu ve zulmün kötü olduğunu idrak edip buna isyan etmektedir. Buna karşılık adaletin ve hakkın hak sahibine verilmesinin de iyi bir şey olduğunu tasdik etmektedir. Doğruluğun iyi olduğunu ve buna karşı yalanın dolanın, hile ve kandırmacılığın kötü olduğunu anlamaktadır.
Nitekim beş yaşındaki bir çocuk bile anne babası kendisine verilen bir sözü sebepsiz yere ihlal ettiklerinde onlara karşı tavır almaktadır. Aslında Kur'an-ı Kerim'in İslam'ı bir fıtrat dini olarak tanıtması da bu esasa dayanmaktadır (Rum Suresi, Ayet:
30). Demek ki bütün İlahi emir ve nehiyler insanın fıtratına uygun şeylerdir; ne var ki bunların bir kısmını kendi aklıyla algılayabiliyor, bir kısmını ise Allah tarafından açıklandığında fıtratına uygun buluyor.
İşte bu esaslara dayanarak Ehl-i Beyt mektebi diyor ki aklın kesin ve tereddütsüz bir şekilde kötü olduğuna kanaat getirdiği bir şeye Allah-u Teala asla emretmez veya kendisi öyle bir fiilde bulunmaz.
Mesela her akıllı zulmün kötü olduğunu anlıyor, tasdik ediyor. O halde zulüm sayılacak bir teşebbüste bulunmaz. Örneğin Peygamberleri ve mu'min olan kimseleri cehenneme, Fıravunlar, yezitler gibi kötü olan kimseleri de cennete götürmez.
Haşa bundan aciz olduğu için değildir. Bunun bir haksızlık, bir zulüm olduğu içindir. Hak Teala da adil-i mutlak ve hekim olduğu için asla bunu yapmaz.
Ama Eş'ariler, bunun Allah'ın işlerine bir müdahale, O'na bir görev tayini olduğu düşüncesinden hareketle bunu söylemenin caiz olmadığını, aklen Allah Peygamberleri cehenneme götüremez denildiğinde, bunun, aklın Allah'a hesap sorması ve onun güç ve kudretine sınırlama getirdiği anlamına geldiği için doğru olmadığını, doğru olanın Allah'ın yaptığı olduğunu ve
(götürmez ama) götürse bile Allah'ın Peygamber'i cehenneme (haşa) götürmesini dahi kötü olarak nitelendiremeyeceğimizi; götürmüşse demek ki iyidir ki götürmüştür dememiz gerektiğini söylüyorlar.
Ehl-i Beyt mektebi ise hayır aklın bu hükmünün asla bir görev tayini veya hesap sorma yahut Allah-u Teala'nın kudretine sınırlandırma getirmesiyle hiç bir alakasının olmadığını,
tam aksine Hak Teala'nın bütün güzel ve yüce sıfatlarının hep birlikte dikkate alınarak ve aziz kitabında kendisini tanıttığı şekilde algıladığı bir gerçek olduğunu söylemektedirler. Diğer konularda da durum aynıdır.
3- Herkes bir dine bağlı olsun olmasın kendi vicdanına müracaat ettiğinde iyiliğin güzel ve zulmün kötü olduğunu bilir. Bu yargı tüm insanların arasında olan herkesin kendi aklıyla idrak edebildiği ortak bir hükümdür.
Şeriat da bu hükmü teyit etmiştir. Eğer şeriatta bu hususta hiçbir emir ve açıklama bile olmasaydı yine de bunu aklımızla idrak edebilirdik.
4- Eğer hiçbir şeyin kötü olduğu akılla ispat olmasaydı o zaman Allah'ın yalan söylemesi de (neuzibillah) akli olarak kötü olmazdı ve sonuçta Allah istediği taktirde yalan konuşur
ve bu yalan konuşması da bu mantığa göre O'nun istediğine dayandığı için güzel bir iş bile olurdu. Yani başka bir ifadeyle Allah'ın yalan konuşmasında hiçbir sakınca olmazdı.
Bu ihtimal olduğu sürece şeriatta var olan hükümlere güven kalmaz ve Allah'ın kötülüğünü bildirdiği her şeyde neuzibillah yalan konuşmuş olabileceği ihtimali ortadan kalkmaz ve böylece hiçbir şeyin gerçekten şer'an bile kötü olduğu tespit edilemezdi.
Yani Allah tarafından bazı işlerin iyi ve bazılarının kötü olduğuna dair gelen emirlerin doğruluğunu anlamak mümkün olamazdı ve bu ihtimal var olduğu müddetçe şer'an de bir şeyin kötü olup olmadığını anlamak imkansız olurdu.
Bu da şer'i husn ve kubhün de batıl olmasını ve dinde şüphe etmeği gerektirirdi. Bu yüzden de batıl olduğu ortadadır. (Dikkat ediniz).
5- Eğer akıl bir şeyin kötülüğü veya iyiliği konusunda bir görüşü olmasaydı ve her şey sırf Allah'ın istemesiyle iyi ve istememesiyle kötü olsaydı o zaman Allah'ın zulmü istediğini (neuzibillah) farz ettiğimizde zulmün
iyi olduğuna hüküm vermemiz gerekir veya istediği taktirde kafirleri cennete götürüp Peygamberleri ve müminleri cehenneme götürmesinde de bir sakınca görülmemesi gerekirdi;
oysa bunu akıl sahibi hiçbir kimsenin kabul etmesi mümkün değildir Eğer bir kimse bu görüşte ısrar ederse apaçık sapıklık yolunu seçmiş ve Allah'a layık olmayan bir şeyi isnat etmiştir. Allah zalimlerin söylediğinden çok yüce ve münezzehtir.
6- Allah-u Teala'nın Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerine dikkat edildiğinde de bu ayetlerin, aklın bir takım iyilik ve kötülüğü vahiy gelmeden önce de kendi başına anladığını ve ayetlerin o kavrayışlara yönelik indiğini ortaya koymaktadır.
Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
"Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı ve akrabaya elde olandan vermeyi emredip, zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyeder. Size böylece öğüt veriyor ki, benimseyip tutasınız." [Nahl: 90]
"De ki: "Rabbim bütün aşırılıkların gizlisini de açığını da ve pislikleri, haksız yere azgınlığı... haram etti." [A'raf: 33]
"Kendilerine iyiliği emrediyor, onları fenalıktan alıkoyuyor." [A'raf: 157]
"Bir kötülük yaptıkları zaman "Biz atalarımızı böyle bulduk; bize bunu Allah emretti" derler. De ki, "Allah kötülüğü emretmez..."[A'raf: 28]
Bu ayetlerden açık bir şekilde anlaşılan şudur ki, demek ki önceden insanoğlu adaletin, ihsanın, akrabaya iyiliğin ne olduğunu, fehşa ve münkerin, aşırılığın,
pisliğin, haksızlığın, fenalığın ne olduğunu, suyu, toprağı ve benzeri diğer mevzuları tanıdığı gibi tanıyor ki, Allah-u Teala bizzat onların ismini getirerek emir ve nehiyde bulunuyor.
Yoksa eğer bunları tanımasalardı ve iyi veya kötü olduklarını bilmeselerdi, önce onların olduğunu tanıtıp sonra emir veya nehiyde bulunması gerekirdi.
Yine Allah-u Teala, bazı ayetlerinde bizzat insanın kendi aklını iyilik ve kötülük konusunda hükmetmeye davet ediyor. Hiç iyilik ve kötülüğü kavramaktan aciz olan bir şeyi, o konuda hakemlik yapmaya davet etmek doğru olur mu Allah aşkına?!
Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
"Biz hiç, iman edip de salih amellerde bulunanları, o yeryüzündeki müfsitlerle bir mi tutacağız? Yahut Allah'tan korkan takva sahiplerini kafirlerle (zalimler) bir tutar mıyız?" [Sâd: 28]
"Biz Müslümanlar'ı, mücrim kafirler gibi mi tutarız? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? [Kalem: 35, 36]
"İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey olur mu?" [Rahman: 60]
Kur'an'da onlarca yerde geçen bu gibi ayetler üzerinde biraz düşünüldüğünde, Hüsn u Kubh-i aklinin bir gerçek olduğunda ve bir çok iyi ve kötünün akıl yoluyla müstakillen kavranabileceğinde hiçbir şüpheye yer kalmaz.
7- Bazıları zinayı ve evlilik yoluyla gerçekleşen cinsel ilişkiyi örnek olarak zikredip, mahiyeten hiç bir farkları yoktur, ancak birisini Allah yasakladığı için iyi birisini ise kötü olarak nitelendiriyoruz,
deyip bununla bir genelleme yoluna gitmiş ve demek ki fiillerin kendi zatında bir kötülük veya iyilik yoktur. Allah-u Teala onları yasakladığı veya emrettiği için iyi veya kötü olarak nitelendiriyoruz diyorlar.
Eğer bu örnekle gerçekte zinanın hiç bir kötülüğü yoktur, demek istiyorlarsa, bunu asla kabul edemeyiz. Dediğimiz gibi her İlahi nehiyde mutlaka gerçekte bir fesat, bir kötülük vardır.
Aksi takdirde Allah-u Teala'nın onu nehyetmesi abes olurdu. Ve haşa ki O mutlak hikmet sahibi abesle iştigal etsin. Hayır bundan maksatları aklın bu fesat ve kötülüğü bu konuda anlaması zordur veya imkansızdır diyorsanız, olabilir diyoruz.
Zaten biz de aklın mutlak bir şekilde her şeyin iyilik veya kötülüğünü, maslahat veya mefsedesini anlayabileceğini söylemedik. Bizim dediğimiz şudur ki akıl en azından bir kısım fiillerin hüsün veya kubhünü anlayabilir.
Diğerlerinin iyilik veya kötülüğünü de, felsefesi açıklandığında tasdik eder. Veya hekim birisinden sadır olduğu için idrak edemese dahi ona teslim olur. Tabi bu akıldan maksadımız, halis olan ve nefsani hevesler elinde esir düşmeyen Rahmani akıldır.
Bu konuda verilecek daha bir çok bilgi ve getirilecek bir çok deliller de vardır ki biz okuyucuları yormamak için ve verilenlerin insaf sahibi birisine yeterli olabileceği düşüncesiyle bu kadarıyla yetiniyoruz.
Ya Rabbi bütün enbiya ve evliya hürmetine, doğruları nerede olursa olsun, olduğu gibi bize göster ve ona ittiba etme samimiyet ve cesaretini inayet buyur. Amin!
--------------------------
Soru-03: Saygıdeğer hocam, hüsün kubuh meselesinde açıkladığınız üzere, Ehl-i Sünnet'e göre Allah inananları cehenneme atabilir; oysa bunun size (Ehl-i Beyt mektebine) göre zulüm olacağına hüküm veriyorsunuz.
Halbuki bütün insanlar hatta Muhammed (a.s) için bile cenneti hakketme diye bir durum olamıyor; çünkü insan yaptığı bütün hayırlı amellerinde kendisi yaratamıyor; dolayısıyla sahiplenme söz konusu olamaz -güzellikler tamamıyla Allah'tandır; öyle ki insanların, Allah'ın verdiği nimetlerin bir tanesinin bile karşılığını vermesi mümkün mü ki?
Bu cehennem dahi olsa, Allah o mahluklarını ebedi-sonsuz hayata mazhar etmesi bile başlı başına nimet olsa gerek. Durum böyle iken neden Ehl-i Beyt (sizin anladığınız Ehl-i Beyt ) ve Mutezile böyle bir yanlışlığa düşebiliyor? Allah fail-i muhtardır.
Allah "Fa'alün lima yüriid"dir. Netice olarak kemal-i mutlak mertebesinde bir Rab olacak sonra da kendi yarattığı mahluklara mecbur olup iradesini ortadan kaldıracak; böyle bir şeye nasıl inanılabilir? Cevabınızı bekler gayretlerinizden dolayı tebrik ederim
Bismillahirrahmanirrahim
Cevap-03: Bize göre Ehl-i Beyt mektebi görüşünün yanlış anlaşılmasına sebeb olan şey, bir noktanın dikkate alınmamasıdır. Biz, Allah-u Teala iyileri cehenneme, kötüleri de cennete götürmez." dediğimizde,
sanki Allah'nın bundan aciz olduğunu söylemek istiyormuşuz gibi anlaşılıyor. Yine bunu sözü Allah-u Teala'nın işlerine bir tür müdahale veya (haşa) ona bir görev tayini olarak addediliyor. Oysa bunun ikisi de yanlış bir düşüncedir.
Öncelikle bir şeyi yapabilmek ile, yapmak arasında çok fark vardır. Mesela bir şahsın bir çok şeye gücü yetebilir, ama çeşitli nedenlerden dolayı onu yapmaya bilir. Hiç şüphesiz Allah her şeye Kadirdir.
Ama bu onun her şeyi yapacağı anlamına gelmez. Biz Allah’ın kötüleri cennete, iyileri ise cehenneme götürebilir diyebiliriz; ama Allah bunu asla yapmaz.
Zira her ne kadar Allah Kadir ise de bunun yanı sıra Adil ve aynı zamanda Hekimdir de. Bunu yapmaması onun (haşa) acizliğinden değil, adalet ve hikmetinden kaynaklanmaktadır. Sonra böyle bir iddiada bulunmak o Zat-ı Mukaddesin işlerine müdahele veya O’na görev tayin etmek anlamına gelmez.
Olaya sadece Allah’ın bir sıfatını değil, bütün sıfatlarını göz önüne alarak incelemek gerekir. Eğer Allah (cc) Kur'an'da kendisini adil ve asla zulmetmeyen birisi olarak tanıtıyorsa,
benim bunun aksini söylemeğe hakkım var mı? Zulm ve adaletin ne olduğunu eğer bizim aklımız kestiremiyorsa, o zaman onlarca ayette Allah-u Teala'nın bizleri düşünmeğe, akletmeğe emretmesi abes olmaz mı?
Soru-04:Bu yazıda, bizim Allah'ı görme hakkında sorduğumuz bir soruya, Sünni bir arkadaşın verdiği cevabı, tekrar bizim ona cevabımızı okuyabilirsiniz
Bismillahirrahmanirrahim
RUYETULLAH HAKKINDAKİ BİR SORU ÜZERİNE
ŞİANIN SORUSU VE EHLİ SÜNNETİN CEVABI
"Ehl-i Sünnet'te Allah-u Teala'nın kıyamet gününde mu'minlere gökyüzündeki on dört gecelik ay gibi görüneceği, dünyada ise Allah'ın sadece rüyada görünebileceği görüşü hakimdir.
Hatta İmam Ebu Hanife'nin iki yüz defadan fazla Allah'ı rüyada gördüğü söyleniyor. (Amentu Şerhi kitabı.)Bizlerin merak ettiği Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin şu ayetleri nasıl yorumladıklarıdır:
"Gözler onu göremez, ama O, gözleri görür..." (En'am, 103)
"...Hiçbir zaman beni göremeyeceksin (ey Musa!)..." (A'raf, 143)
Saniyen Allah'ın cisim olmadığı ve hiçbir cismî özellik taşımadığı, zaman ve mekan üstü bir varlık olup asla sınırlandırılamayacağı bütün Müslümanların ortak görüşüdür.
O her şeyi kuşatır, hiçbir şey O'nu kuşatamaz. Bu durumda Allah'ın ahirette, şu cismani gözlerle hem de aynen gökteki öndörtlük ay gibi müşahade edileceği nasıl söylenebiliyor? Bu Allaha cismi bir özelliği atfetmek veya onu bir mekanla sınırlandırmak değil midir?
Onun insanlar tarafından ihata edilebileceği anlamına gelmez mi? Yoksa kıyamette durum farklı mı olacaktır? Mesela Allah-u Teala kıyamette biz insanlar gibi sınırlımı olacaktır Veya insanlar sınırsızlaşıp cisim olmaktan çıkacaklar mı?"
EHLİ SÜNNETİN CEVABI
Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, İmam-ı Gazali hazretleri, Ehli sünnet dışında şii ve mu’tezile gibi bidat ehli kimselerin Kur’an-ı Kerim'i anlayamacağını buyurmuşlardır
Allah'ın görüleceği görüşü Ehli sünnetin en büyük iki hadis imamının kitabından yani Buhari ve Müslim’de ki hadisi şeriften bildiriliyor.Saniyen Kura-ı kerim müminlerin Cennete girmeden önce de, girdikten sonra da Allahü teâlâyı görecekleri açıkça beyan etmektedir:
Şu ayı nasıl net görüyorsanız, [ahirette] Rabbinizi de, böyle açıkça göreceksiniz. [Buharî, Müslim]
Yunus suresinin, Güzel amel edenlere, hüsna Cennet ve ziyadesi de vardır.mealindeki 26. Ayeti kerimesindeki ziyade kelimesini Resulullah efendimiz rüyet Allahü teâlâyı görmek]olarak açıklayıp buyurdu ki:
Dolunayı gördüğünüz gibi kıyamette Rabbinizi net görürsünüz. [Buhârî]
Ahirette Allahü teâlâyı yalnız müminler görecek, kâfirler bundan mahrum kalacaklardır. Çünkü Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki:
O kâfirler o gün Rablerini görmekten mahrumdur.- Mutaffifin 15
İmam-ı Şafiî, İmam-ı Malik gibi mezhep sahibi büyük âlimlere göre bu ayeti kerime müminlerin Allahü teâlâyı göreceklerine bir delildir. Çünkü. hiç kimse Allahı göremeyecektir denmiyor kafirler göremeyecek buyuruluyor
Araf suresinin 143. ayet-i kerimesinde, Musa aleyhisselamın Allahü teâlâyı görmek istediği bildirilmektedir. Bu da Allahü teâlânın görüleceğinin delilidir.
Çünkü, bir peygamberin, imkânsız olan bir şeyi Allahü teâlâdan istemesi abes, hatta câhillik olurdu. Allahü teâlâ hakkında caiz olan ve olmayan şeyleri bilmemek ise peygamberliğe aykırıdır.
Dünyada Allahü teâlâyı gördüm diyen zındıktır. Evliyanın kalb gözü ile görmesi rüyet değildir. Onlara şühud hasıl olmaktadır. -İtikadname
Dünyada Allahı görmek imkansız olduğu için Aişe, "Resulullah'ın Allah'ı gördüğünü söyleyen yalan söylemiş olur buyurmuştur. -Buharî
İmam-ı Rabbanî, Mevlana Halid-i Bağdadi, Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri gibi büyük zatlar ise, Peygamber efendimizin Miracda Allahü teâlâyı gördüğünü, ancak bunun dünya görmesi ile değil, ahiret görmesi ile görmek olduğunu bildirdiler.
Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid ve evliyanın büyüklerinden S. Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki:
Mirac gecesi Resulullah, Allahü teâlâyı gördü. Cabir bin Abdullah, Peygamber efendimizin Necm suresinde- elbette Onu gördü- ayet-i kerimesi üzerine, Resulullahın Elbette Rabbimi gördüm buyurduğunu
ve aynı surenin- Sidret-ül-münteha[2]- yanında ayet-i kerimesi üzerine, Ben sidret-ül-müntehada Rabbimi gördüm. Öyle ki, ilahi vechinin nuru, benim için zahir oldu buyurduğunu bildirmiştir.
İsra suresini 17. ayetinin tefsirinde, İbni Abbas hazretleri buyurdu ki: Mirac gecesinde Resulullah, Allahü teâlâyı gördü. [Gunye]
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyorlar ki:
O Server, Mirac gecesinde Rabbini dünyada değil, ahirette gördü. Çünkü o Server, o gece, zaman ve mekan çevresinden dışarı çıktı. Ezelî ve ebedi bir an buldu. Başlangıcı ve sonu bir nokta olarak gördü.
Cennete gideceklerin, binlerce sene sonra, Cennete gidişlerini ve Cennette oluşlarını, o gece gördü. İşte o makamdaki görmek, dünyada görmek değildir.
Ahiret görmesi ile görmektir. Bu görmeyi dünyada gördü demek de mecaz olarak söylenmiştir. Dünyadan gidip gördüğü ve yine dünyaya geldiği için dünyada gördü denilmiştir. -m. 283-
Allahü teâlâ, dünyada görülmez. Dünyada görüleceğini söyleyenler yalancıdır. Bu dünyada bu nimet nasib olsaydı, herkesten önce Hz. Musa görürdü. Peygamberimiz Miracda bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi. Cennete girip oradan gördü. Yani ahirette görmüş oldu. Dünyada iken, ahirete karıştı ve gördü.- C.3, m.17-
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyor ki:
Resulullah, Allahü teâlâyı Miracda gördü. Ancak bu görmesi dünyadaki görmek gibi değil idi. -İtikadname-
Caiz olmak ayrı şey, görmek ayrı şeydir:
Ehli sünnet âlimleri, Allahı dünyada görmek caiz, fakat kimse görmemiştir, gördüm diyen zındık olur buyuruyorlar.
Rüyada görmek ise dünyada görmek değildir. Peygamber efendimiz, Allahü tealayı rüyada gördüğünü Cami-us sagirdeki hadisi şerifte bildirmektedir.
İmam-ı Nebevi hazretleri En'am suresi 103. ayetindeki -Ona gözler erişemez - demek, Onun zatının hakikatini gözler idrak ve ihata edemez demektir. Yoksa rüyet haktır. buyuruyor. Ayeti kerimede -katiyen göremezsin-ifadesi kasıtlı olarak Hiçbir zaman diye tercüme edilmiştir.
"Allah'ın cisim olmadığı ve hiçbir cismî özellik taşımadığında, onun zaman ve mekan üstü bir varlık olup zaman ve mekan da dahil hiçbir sınırla sınırlandırılamayacağında bütün Müslümanlar müttefiktir.
O her şeyi kuşatır, hiçbir şey O'nu kuşatamaz. Bu durumda Allah'ın ahirette, hem de şu başlardaki gözle ve de aynı gökteki öndörtlük ay gibi gözlenebileceği nasıl söylenebiliyor?
Bu Allah-u Teala'ya cismi özelliği atfetmek değil mi? Onu bir mekanla sınırlandırmak değil mi? Onun insanlar tarafından ihata edilebileceği anlamına gelmez mi? Yoksa kıyamette durum farklı mı olacak? Mesela Allah-u Teala sınırlanabilecek mi? Veya insanlar sınırsızlaşıp cisim olmaktan çıkacaklar mı?" sözüne gelince:
Allahın Cisim olarak görüleceğini diyen hiçbir Ehl-i Sünnet alimi yoktur. Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
Dünyada Allahü teâlâ anlaşılmadan bilineceği gibi, ahirette de anlaşılmadan görülecektir. -Tekmil-ül-iman
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Müminler, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyetsiz ve hiçbir şeye benzetmeyerek ve misali olmayarak görecektir. c.1, m.266
Haklarında hiçbir Nebevi referans bulunmayan kimselere uyanlar, onları taklit edenler bid'at ehli olmuyor da Resulullah'ın emanetleri olarak tanıttığı ve ümmeti kendilerine sarılmaya davet ettiği Ehl-i Beyti'ne sarılan ve onları kendilerine önder ve örnek edinenler mi bid'at ehli oluyorlar?
Diyorsunuz ki "En büyük İslam alimi, İmam-ı Azam olarak kabul ediliyor." Peki eğer öyleyse, neden Sünnilerin hepsi ona taklit etmiyor da bir çoğu İmam Şafii'ye,
İmam Malik'e, İmam Ahmed'e taklit ediyorlar?! Daha alim, daha uzman birisi varken, onu bırakıp da başka birisine taklit etmek, hangi akıl mantığa sığdırılıyor?!
Sonra kendi kaynaklarınızın da yazdığı üzere İmam-ı A'zam, İmam Cafer-i Sadık'ın talebesi değil mi?
Eğer dediğiniz doğruysa, kendi alimlerinizin İmam Cafer-i Sadık hakkındaki şu sözlerini nasıl yorumlayacaksınız?
Kemalüddin Muhammed b. Talha Şafii (Ö: H. 654) "Metalib-us Seul" adlı kitabında (s.81) şöyle yazıyor:
"İmam Sadık (a.s) Ehl-i Beyt'in büyüklerinden ve önde gelenlerinden olup birçok ilme sahipti. Her zaman dua ve ibadetle meşguldü; boş vakitlerinde ise özel dua ve zikirler okurdu.
Zühd ve takva ehliydi.Daima Kur'an tilavet ederdi. Kur'an okurken ayetler üzerinde düşünür, tedebbür eder, onun uçsuz bucaksız ilim okyanusundan kıymetli inciler çıkarır
ve gizli sırlarını keşfederdi. İşlerini belirli bir program üzere yapardı. Nefsini muhasebe ederdi. Onu görmek insana ahireti hatırlatır ve gönülleri okşayan sözleri, dinleyicileri dünyaya karşı meyilsiz ederdi. Onun yolunu izlemek, insanı cennete götürür. Nurlu siması Resulullah'ın (s.a.a) soyundan olduğunu gösterirdi.
Davranış ve gidişatı onun risalet ve peygamberlik ailesinden olduğuna delalet ediyordu. Fazilet ve üstünlükleri sınırsızdır. Kalem bu faziletleri yazmaktan acizdir."
"İbn-i Hacer" ismiyle meşhur olan Şahabuddin Ahmed Heysemi Mekki "es-Savaik-ul Muhrika" adlı kitabında şöyle yazmaktadır:
"İnsanlar Cafer b. Muhammed'den (a.s) o kadar ilim kazanmış ve nakletmişlerdir ki, onun ünü her yeri almıştır; uzun bir süre kervanların yükünü ondan alınan ilimler teşkil etmekteydi ve muhaddisler o ilim ve bilgileri armağan olarak diğer yerlere götürüyorlardı."
Tabi burada İbn-i Hacer ve benzerlerine sormak gerek; eğer bu söyledikleriniz doğruysa, peki o kervanlar bu ilimleri nereye götürüp kaybettiler ki bugün Sünni kaynaklarda onların izine bile rastlanılmıyor!! İşte kaynaklar; tersini iddia eden varsa, örnekleri ve kaynaklarıyla birlikte ortaya koysun!!
Süleyman Kunduzi "Yenabi-ul Meveddet" isimli kitabının 380.sayfasında şöyle yazmıştır:
"Ebu Abdillah Cafer b. Sadık (a.s) Ehl-i Beyt imamları ve büyüklerindendir."Tabakat-us Sufiyye" kitabında zikredildiğine göre Cafer-i Sadık (a.s) kendi asrında bütün Ehl-i Beyt seyyidlerinden önde olup, sonsuz bir ilim ve bilgiye sahipti. O, dünyaya meyilsiz, şehvet ve heveslerden uzak, hikmet sahibi ve kâmil bir insandı."
Hafız Ebu Nuaym Ahmed b. Abdullah İsfahani (Ö: H. 430) "Hulyet-ül Evliya" adlı kitabında şöyle diyor:
"….Ve, devamlı Allah'a ibadet ve kulluk ederek gününü geçiren, Rabb'inden korkma makamına sahip olan hak imam, seçkin ve liyakatli rehber Ebu Abdillah Cafer b. Muhammed es-Sadık (a.s) bu cümledendir. O, bütün boş ve yararsız sözlerden, makam ve mevkiperestlikten uzak olarak yaşıyordu…."
"İbn-i Sabbağ-ı Maliki" ismiyle meşhur olan Nuruddin Ali b. Muhammed (H. 786-855) "el-Fusul-ül Mühimme" adlı eserinde şöyle diyor:
"İmam Cafer-i Sadık (a.s) kardeşleri arasında babasının tek vasisi ve mirasçısıydı. O, şiilerin imamlık ve önderliği makamına ulaşıp bütün Ehl-i Beyt seyyidlerinden öndeydi. Asil bir soya sahipti.
Kendisinden çeşitli ilimler nakledilmiş ve uzun yıllar boyunca kafilelerin yükünü İmam Cafer-i Sadık'ın (a.s) ilimleri teşkil etmekteydi. Şöhreti kendi zamanında dünyanın çeşitli yörelerinde duyulmuştu.
Kısacası, Ebu Abdillah Cafer-i Sadık (a.s) fazilet ve üstünlükleri oldukça fazla, büyüklük ve azamette kemale erişmiş, başarılarının sesi her yere yayılmış yüce bir şahsiyetti. Alimler ve halkın ileri gelenleri meclislerini onun adını, üstünlük ve faziletlerini zikretmekle süslerlerdi."
Cemalüddin Ahmed b. Ali Davudi Hasani (Ö: H. 828) "Umdet-ut Talib" adlı kitabının 184. sayfasında şöyle diyor:
"…Onu (Hz. İmam Cafer-i Sadık'ı) şeref ocağı ve fazilet kaynağı bilmişlerdir. Onun güzel hasletleri dillerde dolaşırdı. Avam ve alimler onun yüceliği ve üstünlüğü konusunda ittifak içindeydiler. Mansur Devaniki, onun kanını dökmeye yeltendi; ancak Allah Teala onu, o kan dökücü adamın şerrinden korudu."
Ebu-l Feth Muhammed b. Ebi-l Kasım Şehristani (Ö: H.548) "el-Milel ve-n Nihel" adlı kitabının 1.cildinin 166.sayfasında şöyle yazıyor:
"O hikmette, edebi ve diğer dini ilimlerde bir dahi idi. Takvada üstün makama sahipti. Medine'de ikamet ederdi.İnsanlar onun varlığının bereketinden yararlanarak ilim öğrenirlerdi.
İmam Sadık (a.s) seçkin ve üstün öğrenciler yetiştirmiş, onlara muhtelif ilim ve sırları öğretmiştir. O, daha sonra Irak'a gelerek uzun bir süre orada ikamet etti.
Dünya hayatını isteyenlerin ve geçici dünyanın aldatıcı gösterişlerine hayranlık duyanların el-ayak kırarak, zulmederek ulaşmak istedikleri riyaset ve hükümeti hiçbir zaman aklından geçirmedi.
(Saltanat ve tağuti hükumete dönüşen) hilafeti ele geçirmek için hiç kimseyle savaşmadı. Zira, berrak marifet okyanusunda yüzen kimse bulanık ve kokuşmuş su birikintisine yönelmez ve hakikat kalesinin zirvesini fetheden, aşağılığa gönül bağlamaz! Rabb'ine gönül veren kimse, şüphesiz, dünya ehlinden kaçar…."
Ebu Muhammed Abdullah b. Sa'd-i Yemani Yafii (Ö: H. 768) "Mir'at-ul Cinan" adlı kitabının .1.cildinin .304. sayfasında şöyle diyor:
"Bu yılda (H. 148) Yüce Mevla, Peygamber-i ekremin (s.a.a) soyu, yiğitliğin sembolü, kemalin nişanesi Ebu Abdullah Cafer-i Sadık (a.s) gözlerini dünyaya kapadı ve Bâki mezarlığında babası Bâkır-ul Ulum, dedesi İmam Seccad ve dedesinin amcası Hasan-ı Mücteba'nın (Allahın selamı onlara olsun) mezarlarının yanı başında toprağa verildi.
Ne kadar da mübarek ve haşmetli bir mezardır orası! Ona "Sadık" lakabı verildi, zira o hiçbir zaman ağzına yalan ve hakikat dışı bir söz almadı, tevhid konusunda
ve diğer konularda oldukça değerli ve üstün sözler söyledi. Cabir b. Hayyan onun büyük ve meşhur öğrencilerindendir. Cabir, İmam'ın beş yüz ilmi risalesini içeren bin yapraklı bir kitap yazmıştır."
"Şeyh Saduk" diye tanınan Muhammed b. Ali b. Babeveyh-i Kummi (ö: H. 381) "El-Emali" adlı kitabında şöyle yazıyor:
Muhammed b. Ziyad, Malik b. Enes'ten şöyle dediğini nakleder: "Ben Cafer b. Muhammed'i (a.s) her zaman oruçlu ve Allah'ı zikretme halinde gördüm. Doğrusu o büyük abidlerden ve gerçek zahidlerden idi.
Allah korkusu kalbine hakimdi. Çok hadis bilirdi. Hoş sohbetliydi, toplantıları çok faydalı geçerdi. Resulullah'tan (s.a.a) bir şey naklettiği zaman yüzünün rengi bazen yeşil
ve bazen de siyah olurdu; onu tanımayan kimse bu durumdan dehşete kapılırdı. Ben bir defa onunla birlikte hacca gittim; ihrama girdipde lebbeyk demek istediği zaman sanki kelimeler boğazında düğümlenmiş gibi oldu bunun üzerine ben "Ey Resulullah'ın (s.a.a) torunu, niçin lebbeyk demiyorsun?" diye sordum.
"Ey İbn-i Amir (Malik), nasıl "lebbeyk Allahumme lebbeyk" demeye cesaret edeyim?! Allah-u Teala, "La lebbeyk (Lebbeyk'in kabul değil)" diye karşılık verirse ne yaparım?" dedi.
Yine aynı kaynakta "İbn-i Şazkuni" adıyla meşhur olan Süleyman b. Davud'dan, Hafs b. Kıyas'ın bir hadis rivayet ederken: "Caferlerin en hayırlısı bana şöyle buyurdu" dediğini nakleder.
Ali b. Gurab'ın da "Allah tarafından konuşan ve diline doğrudan başka bir söz almayan Cafer b. Muhammed (a.s) bana şöyle buyurdu" diye rivayet ettiği naklemiştir.
"İbn-i Şehraşub" adıyla meşhur olan şair, hatip ve yazar Reşidüddin Muhammed b. Ali Mazenderani, "Menakıb" adlı kitabında şöyle diyor:
"Malik b. Enes'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Cafer b. Muhammed'den (a.s) daha faziletli bir şahsiyeti hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak duymamıştır. Büyük bir ilme sahipti. İbadet, takva ve Allah'tan korkmada ondan üstün bir şahıs yoktu.""
"El-Emali" kitabının seksen birinci meclisinde şöyle diyor:
"….Allah'a andolsun ki o, konuştuğunda doğrudan başka bir şey söylemezdi. Ebu Hanife, "Fakihlerin en bilgilisi kimdir?" sorusuna Cafer b. Muhammed'dir" cevabını vermiştir. O şöyle derdi:
"Mansur Abbasi onu (Cafer b. Muhammed'i) Irak'a getirttiğinde birini bana göndererek, Cafer b. Muhammed yüzünden başının derde girdiğini ve onu imtihan etmek için birtakım zor fıkhi meseleler hazırlamam gerektiğini bildirdi.
Ben en zor meselelerden kırkını hazırlayarak Hire'de Mansur'un yanına gittim. Daha sonra Cafer b. Sadık'ı meclise getirdiler. Mansur beni ona tanıttı.
İmam Sadık, "Onu tanıyorum" dedi.
Mansur, bana: "Soracağın bir şey varsa Ebu Abdillah'a (İmam Sadık'a) sor" dedi.
Ben hazırladığım meseleleri bir bir soruyordum; o hemen cevabını veriyor ve: "Bu konuda senin görüşün şudur, Medine fakihlerinin görüşü budur ve bizim de görüşümüz budur.
Bazen sizinle aynı görüşe sahibiz, bazen Medine fakihleriyle aynı görüşteyiz ve bezen de görüşümüz her iki görüşe muhaliftir" diyordu. Bu ise İmam Cafer Sadık'ın (a.s) bütün fıkhi görüşlere vakıf olup, ihtilaf konularını bildiğini, dolayısıyla fakihlerin en bilgilisi olduğunu göstermektedir."
Halkın Ehl-i Beyt'e olan sevgi ve eğiliminden rahatsız olan ve müslümanların, Ehl-i Beyt'ten olup ilim ve takvasıyla ün yapan imam Sadık'ın (a.s) şahsına yönelmesinden endişeye kapılan
ve bu ilgi ve sevginin adını "fitne çıkarmak" koyan Mansur Abbasi gibi katı bir düşman da, İmam Sadık'ın üstün bir şahsiyete sahip olduğunu itiraf ederek: "Bir kemik gibi boğazımda tıkanıp kalan bu büyük insan, zamanın en bilgilisidir." demiştir.
Bunun gibi daha nice rivayetler vardır ki İmam Cafer-i Sadık'ın, asrının en büyük alimi ve şahsiyeti olduğunu bildirmektedir.. Ama maalesef ya taassubtan ya da bilgisizlikten bunların üzerinden es geçiliyor veyahut da görmezlikten geliniyor.
2- Buhari ve Müslim'den hadisler aktarılıyor ve şianın bu hadislerin hepsini Kabul etmesi bekleniyor. Acaba Buhari ve Müslim masumlar mı? Onlar hata yapamaz mı?
Buhari ve Müslim'de olan her şey istisnasız doğru mu? Bazı ehli sünnet alimleri Buhari ve Müslim'de bulunan bir çok hadisin zayıf ve kabul edilemez olduğunu söylemektedirler:
Sünni kaynaklarında sayısı elliyi geçen bir çok sahabeden bahsedilmektedir ki, bunlar cahiliyet zamanında kendi akıllarıyla bir çok doğruyu kavramışlardı. Bu yüzden de puta tapmaz, puta kesilen etten yemez, şarap içmez, zina etmezlerdi. kısacası Hanif dinine amel etmekteydiler.
Ama ne hikmetse bu kitaplarda Allah Resulü'nün peygamberlik öncesi dönemlerde bu günahlardan bazılarına (haşa) mübtela olduğunu nakledilmektedir. Bu konuda da bir çok örnek verilebilir ki biz sadece iki tanesini nakletmekle yetineceğiz:
1) Buhari başta olmak üzere bir çok kaynakta Abdullah b. Ömer ve bazı diğer ravilerden şöyle nakledilmektedir:"
Allah Resulü, henüz kendisine vahiy gelmediği dönemlerde, bir gün Beldeh dağının eteklerinde, Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nüfeyl ile karşılaştı. Orada bir sofra açarak onu, içinde et de bulunan yemeğe davet etti.
Zeyd o eti yemekten çekinip Resulullah'a şöyle dedi: "Ben sizin putlarınıza kestiğiniz etlerden yemem. Ben ancak Allah'ın ismi anılarak kesilen etlerden yerim."
Bir diğer rivayette şu şekilde nakledilmiştir: "Resulullah, Ebu Süfyan b. Hars ile birlikte o etten yiyorlardı. Onlar, Zeyd'i de yedikleri etten yemesi için sofraya davet ettiler; ama o şu cevabı verdi:
"Kardeşimin oğlu, ben putlar adına kesilen etten yemem." Hadisin ravisi şöyle ilave ediyor: "Artık o günden itibaren Resulullah da peygamberliğe seçilinceye kadar, putlar adına kesilen etlerden yemedi!"
(Bu olayı nakleden bazı Sünni kaynaklar: Sahih-i Buharî, C.7, Putlar adına kesilen Bâbı, C.5, Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nüfeyl Hadisi Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C.1, 189, El-İstiâb (İbn-i Abd-il Birr), C.2, S.4, El-Ağânî (Ebulferec İsfahanî), C.3, S.120)
Gördüğünüz gibi, bu rivayetlere göre Allah Resulü (s.a.a) de cahiliyet zamanında başkaları gibi put sahibiydi; hayvanlarını onlar adına kesiyor ve onlardan yiyordu. Zeyd'in Resulullah'a hitaben söylediği
"Sizin putlarınız adına kestiğiniz..." cümlesi bunu açıkça ortaya koyuyor. Ama Zeyd'in bu hareketini görünce (haşa) gaflet uykusundan uyanıp artık bunlardan kaçınmaya karar veriyor!! Şimdi bu rivayetlere göre hangisi daha üstündür, (en azından cahiliyet zamanında) Zeyd mi, Resulullah mı?! Kararı siz okuyuculara bırakıyoruz..
2) Sahih-i Müslim ve diğer bir çok kaynağa göre Allah Resulü'nün aziz baba ve annesi de müşrik ve putperest idiler ve öyle de ölüp gitmişlerdir!!
-Bir şahıs İslam öncesi ölen babasının durumunu merak ederek Resulullah'a şöyle dedi: "Ya Resulallah, benim babam nerededir?" Allah Resulü "Ateştedir" buyurdu. Adam ayrılıp gidince, arkasından çağırıp ona şöyle buyurdu: "Benim babam da, senin baban da ateştedirler."
(Sahih-i Müslim, C.1, İman Kitabı, "Küfür Üzere Ölen ateştedir" Babı, Sünen-i İbn-i Mace, C.1, Hadis: 1572, Sünen-i Ebi Davud, C.2,S.532)
Bir başka rivayette Ebu Hureyre şöyle nakletmektedir: "Peygamber annesinin mezarını ziyaret edip ağladı ve etrafındakileri de ağlattı; sonra şöyle buyurdu:
"Ben Rabbim'den anneme mağfiret dilemek için izin istedim, ama izin vermedi. Ardından, kabrini ziyaret etmek için izin istedim; buna izin verdi. Siz de kabirleri ziyaret edin; zira bu ölümü hatırlatır."
1
SORU CEVAP BANKASI SORU CEVAP BANKASI
(Sahih-i Müslim, C.3, Cenazeler Kitabı, "Resulullah'ın annesinin kabrini ziyaret için izin istemesi" Babı, Sünen-i Ebi Davud, C.2, S.195)
İşte onlarca insanın Cahliyet zamanında Hanif dinine amel ettiğini söyleyen Sünni kaynakları, nedense Allah Resulü ve baba-annesine gelince onları putperest, müşrik olarak tanıtmakta ve cehenneme sokmaktadır!!!
3) Bu nakledeceğimiz rivayet gerçi Buhari ve Müslim'de nakledilmemiştir. Ama mevzuyla alakalı olduğu için Müsned-i Ahmet'ten naklen burada vermeği uygun görüyoruz. Önce şöyle bir soruyla başlamak istiyoruz:
Acaba Resulullah cahiliyet zamanında şarap da içiyor muydu? Aşağıda nakledeceğimiz olay, Allah Resululü'nün değil sadece Cahiliyet zamanında şarap içmesi, hatta peygamberliğe seçildikten sonra bile,
sadece Mekke'de değil Medine de bile, yani şarabın haramlığını açıkça beyan eden ayet ininceye kadar, Peygamberin (haşa) şarap içtiğini ortaya koyuyor. Ahmed b. Hanbel kendi Müsned'inde şöyle naklediyor:
Nafi İbn-i Kisan kendi babasından şöyle naklediyor: "Ben Resulullah'ın zamanında şarap ticareti yapıyordum. Bir defasında, Medine'de satmak için Şam'dan birkaç fıçı şarap getirdim.
Resulullah'ın huzuruna varıp "Ya Resulallah, senin için kaliteli-güzel bir şarap getirmişim.(Eteytuke bi-şerabin ceyyidin)" Allah Resulü bana şu cevabı verdi: "Ey Kisân, sen gittikten sonra şarap haram kılındı!!" - C.4, S.335-
Eğer siz bir kimseyle, şöyle birkaç günlüğüne de olsa arkadaşlık yapsanız, onun alışkanlıklarından, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığından haberdar olmaz mısınız?
Böyle bir kimseye, bir hediye alıp götürmek isterseniz, onun hoşlanmadığı veya asla kullanmadığı bir şeyi alıp götürür müsünüz? Mesela sigara kullanmayan bir kimseye, sigara hediye etmenin bir mantığı var mı? Bu ona hakaret sayılmaz mı?
Şimdi eğer Resulullah şarap içmiyorduysa, uzun zaman Allah Resulü'yle birlikte Medine'de bulunan Kisân'ın, bundan bihaber kalması mümkün mü? Kaldı ki eğer öyle bir şey olsaydı bile, Allah Resülü ona Şarab sen gittikten sonra haram kılındı." deme yerine "Ben bunu kullanmıyorum." demesi daha mantıklı olmaz mıydı?"
Görüldüğü gibi bu rivayetten, sadece cahiliyet zamanı değil, Allah Resulü'nün (haşa), Peygamber olduktan sonra da bir müddet, Medine döneminde bileşarabın haramlığı ilan edilinceye kadar şarap kullandığı sonucu ortaya çıkıyor!
4) Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'e göre Allah Resulü bazen Kur'an'ı unutuyor ve başkalarının vasıtasıyla hatırlıyordu: İşte hadis(!):
Hişam Ümm-ül Muninin Aişe'den şöyle naklediyor: " Bir gün Peygamber (s.a.a) mescitte Kur'an okuyan birisinin sesini duyunca şöyle buyurdu: "Allah ona rahmet etsin, unuttuğum ve filan filan surelerden iskat ettiğim filan filan ayetleri bana hatırlattı!!"
Ne ilginçtir ki Müslim bu hadisi "Kur'an'ı unuttum demenin keraheti" isimli bir babda naklediyor. Önce Resulullah'tan "Müslümanlardan birisinin, filan sureyi unuttum, filan ayeti unuttum demesi ne kadar kötü bir şeydir!
" sözünü naklediyor; ardından da aynı Peygamber'in "Allah Rahmet etsin ona Filan, filan Sureden, filan, filan ayetleri unutmuştum, hatırlattı bana" dediğini naklediyor.
Acaba o adam bu ayetleri Peygamber'e hatırlatmasaydı ne olacaktı?! O ayetlerin yeri Kur'an'da boş kalmayacak mıydı? Sonra bu ayetleri unutabilen Peygamber'in başkalarını unutmadığı nereden belli?!
Oysa Allah-u Teala Kur'an'da Resulü'ne açıkça "Biz sana kıraat edeceğiz ve sen unutmayacaksın" (A'la -6) buyurmaktadır. Evet işte ehli sünnetin doğruluk ölçüsü olarak tanıttığı ve adına "Sahih" dediği kitapların nakilleri ve Allah'ın kitabının buyruğu.
5) Bir kısım Sünni rivayetlerden anlaşılan şu ki şeytan Allah Reslü'nden değil, Ömer b. Hattap'tan korkuyordu!! "Bunu da nereden çıkarıyorsunuz?" diye yine hemen itiraza kalkışmayın; vereceğimiz belgelere dikkat edin; eğer haksız isek, o zaman istediğinizi söyleyebilirsiniz; işte size birkaç örnek:
Urve b. Zübeyr, Ümm-ül Mu'minin Aişe'den şöyle nakletmektedir: "Resulullah ile birlikte otururken, birden bir gürültü-kargaşa ve çocukların sesini duyduk.
Resulullah ayağa kalktı ve etrafına çocukların toplandığı Habeşi bir kadının şarkı söylediğini gördü. Resulullah bana hitaben "Ey Aişe, gel de seyret." buyurdu. Ben gelip yanağımı Resulullah'ın omzuna koyup, onu seyretmeğe başladım.
Biraz geçtikten sonra Resulullah, "Acaba doydun mu? Acaba doydun mu?" diye soruyordu. Ben de her defasında ona "Hayır" cevabı veriyordum ki Resulullah'ın yanında,
nasıl bir yere sahip olduğumu anlayayım! İşte o sırada aniden Ömer çıkageldi. Bunu gören insanlar, o cariyenin etrafından dağıldılar. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: "Ben insanlar ve cinlerden olan bütün şeytanların Ömer'den kaçtığını görüyorum!!" (Sünen-i Tirmizi, C.5, Ömer'in Menkıbeleri Bâbı, Hadis: 3774)
Evet Peygamber orada saatlerce bulunmasına rağmen, şeytan ondan kaçmıyor!! Ama Ömer gelince kaçacak delik arıyor. Fe-Subhanellah!!
6) Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmektedir:
Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Allah'ım, Muhammed de bir beşerdir; her insan gibi o da gazaplanır; ben seninle ahitleşmişim ve sen asla ahdini bozmazsın. Eğer ben gazaplanır da bir kula haksız yere eziyet ,küfür veya lanet eder ya da kırbaçlarsam, bütün bunları onun için bir keffaret ve sana yakınlaşma vesilesi kıl!"
(Sahih-i Buhari, C.4, Dualar Kitabı, Peygamber'in "Ben eziyet edersem..." Babı. Sahih-i Müslim, C.4, Birr Ve İyilik Kitabı, Hak Etmediği Halde Peygamber'in Bir Kimseyi Lanetlemesi Bâbı)
Bu rivayetlerden açık bir şekilde anlaşılan şey şudur ki, (haşa, sümme haşa) Allah Resulü de diğer insanlar gibi gazaplandığı zaman, bazen haksız yere birilerine eziyet ediyor veya lanetliyor,
küfür ediyor veya kırbaçlıyordu!! Bunu masum olarak kabul edilen Peygamber'e yakıştırmak mümkün mü? Allah Resulü'nün (s.a.a) kendisi insanları lanet etmekten, küfür bazlıktan, insanlara eziyet etmekten nehyetmemiş midir?
Kendi nehyettiği bir şeyde, insanlara örnek olması gerektiği halde, nasıl kendisi böyle çirkin bir şeye teşebbüs edebilir?! O yüceler yücesi, defalarca "Ben rahmet olarak seçildim, lanetçi olarak değil." buyurmamış mıdır?
7) Yine Buhari ve Müslim'de "Ledüd Hadisi" diye meşhur olan bir rivayet nakledilmektedir ki rivayetin değişik nakillerini dikkate alarak, olayı şöyle özetleyebiliriz:
"Resulullah'ın hayatının son günlerinde, hastalığı iyice ağırlaştığı bir sırada, Resulullah'ın hanımları veya ashabından bazısının tavsiyesiyle, sancılanan kimselere verilen acı bir ilacı,
Allah Resulü'nün ağzına döküyorlar. Resulullah uyandığında ağzının acılığını hissedince, yemin ederek orada bulunan herkesin ağzına aynı ilaçtan dökülmesini emrediyor; amcası Abbas hariç (çünkü o bu işe müdahale etmemişti).
Meclistekiler bu işte bir art niyetlerinin olmadığını beyan ediyorlarsa da nafile; bir kere Resulullah bu işin yapılması gerektiğine dair and içmiştir. Böylece oradakilerin hepsinin ağzına birer birer ilaçtan dökülüyor!
Hatta Resulullah'ın hanımlarından birisi (Meymune), ısrarla oruç olduğunu söylüyor; fakat Resulullah and içmiştir diye onun da sözünü dinlemeyerek ağzına ilaç dökülüyor!"
(Sahih-i Buhari, Tıp kitabı, Ledüd Bâbı, Sahih-i Müslim, Selam Kitabı, Ledüd ile Tedavinin Mekruhluğu Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, C.6, S.118, Sünen-i Tirmizi, C. 3, S. 265 Ve...)
Ey vicdan sahibi insan eğer sana böyle bir muamele yapılırsa, karşılığında böyle bir şeye kalkışırmısın ki,Kur'an'ın tabiriyle alemlere rahmet ve en yüce ahlaka sahip olan Allah'ın Habib'i yapmış olsun?!
Evvela ortada bir suç veya en azından bir art niyet yoktu ki oradakiler böyle bir cezayı hak etmiş olsunlar. Suçlu bile olsalar, kendisine en kötü muameleleri yapan kimseleri affeden rahmet Peygamberi, kendi ashap ve zevcelerine, bazılarının oruç olmalarına da aldırmadan, böyle davranabilir mi?!
8) Buhari ve Müslim gibi bir çok muteber bilinen kaynakta nakledilen ve İmam Suyuti tarafından mütevatir hadisler silsilesinde zikredilen bir rivayette, açık bir şekilde Hz. Adem,
Allah'a isyan sayılan gerçek bir günah işlemekle, Hz. İbrahim (a.s), günah olan bazı yalanları söylemekle, Hz. Nuh (a.s), haksız bir duada bulunmakla, Hz. Musa (a.s), bir insan öldürmekle (cinayet işlemekle) suçlanarak,
şefaat etme liyakatine sahip olmadıkları bizzat bu peygamberlerin kendi dilinden nakledilmektedir!! Oysa aynı kaynaklar Peygamberlerin dışında bir çok kimsenin bile şefaat edeceklerini açık bir şekilde nakletmektedirler.İşte rivayetin metni:
Ebu Hureyre Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şöyle rivayet etmektedir:
"Ben kıyamet günü insanların efendisiyim. Biliyor musunuz bu nedendir? Allah kıyamet günü öncekileri ve sonrakileri bir alanda toplar. O gün ki davetçi, onlara sesini duyurur.
Göz onları -yayıldıkları- yerlere kadar görür. Güneş alçalır, insanların taşımaya güçleri yetmeyecek kadar bir gam, sıkıntı sarar. İnsanların bazısı bazısına: "İçinde bulunduğumuz durumu ve başımıza geleni görmüyor musunuz? Size Rabbiniz katında şefaat edecek birisine bakmaz mısınız?" derler.
"İnsanların bazısı, bazısına Adem'e gidin derler. Onlar da Adem'e gelirler: "Ey Adem, sen insanların babasısın; Allah seni kendi elleriyle yarattı, sana ruhundan üfledi ve meleklerin sana secde etmesini emretti.
Rabbinin katında bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz durumu ve başımıza geleni görmüyor musun?" derler. Adem der ki: "Rabbim bugün öyle bir gazaplanmıştır ki , ne bundan önce böyle gazaplanmış ve ne de bundan sonra benzeri bir gazaba gelecektir. O beni ağaçtan yemekten men etti, ben ona asi oldum ve o ağaçtan yedim.
Nuh'a gelirler: "Ey Nuh, sen peygamberlerin tufandan sonra dünyaya gönderilen ilkisin. Allah seni çok şükreden biri olarak adlandırdı. Rabbinin katında bize şefaat et.
İçinde bulunduğumuz durumu ve başımıza geleni görmüyor musun?" derler. Nuh:"Rabbim bu gün öyle bir gazaplanmıştır ki o ne bundan önce böyle bir gazaplanmış ve ne de bundan sonra böyle bir gazaba gelecvektir. Benim bir tek duam vardır, onu da kavmimin aleyhine yaptım. Nefsim, nefsim, İbrahim'e gidiniz."
İbrahim'e gelirler, derler ki: "Sen Allah'ın Nebisi ve yeryüzündeki Halili'sin. Rabbine bizim için Şefaatte bulun. İçinde bulunduğumuz durumu ve başımıza geleni görmüyor musun?" derler.
İbrahim onlara der ki: "Benim Rabbim, bu gün öyle bir gazaplanmıştır ki ne bundan önce böyle gazaplanmış ve ne de bundan sonra böyle bir gazaba gelecektir. Dünyada söylemiş olduğu yalancıklarını zikredip nefsim, nefsimdiyere, Musa'ya gidin der."
Musa'ya gelirler: "Ey Musa, sen Allah'ın Resulü'sün; Allah seni rısaletleri ile ve senle konuşmakla faziletli kıldı. Rabbine bizim için şefaatte bulun; içinde bulunduğumuz ve başımıza geleni görmüyor musun?" derler.
Musa onlara der ki: "Rabbim, bu gün öyle bir gazaplanmıştır ki ne bundan önce böyle bir gazaplanmış ve ne de bundan sonra böyle bir gazaba gelecektir. Ben öldürülmesi emredilmeyen birisini öldürdüm. Nefsim, nefsim!... İsa'ya gidiniz."
İsa'ya giderler. Derler ki: "Ey İsa, sen Allah'ın Resulü'sün; beşikteyken insanlara konuştun. Sen, O'ndan bir sözsün. Sen ondan bir "ruh"sun. Rabbine bizim için şefaatte bulun".
İsa (a.s) onlara der ki: "Rabbim, bugün öyle bir gazaplanmıştır ki, ne bundan önce böyle gazaplanmış ve ne de bundan sonra böyle bir gazaba gelecektir. O hiç günahlarından söz etmedi. Nefsim, nefsim!.. Benden başkasına gidin, Muhammed'e (s.a.a) gidin."
9) Buhari ve Müslim'de Ebu Hureyre'nin bir diğer rivayeti; Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ölüm meleği (Azrail) (a.s), Allah tarafından Musa'nın canını alması için Musanın yanına gönderildi Musa bu durumu sezince tokat atarak azrailin gözünü kör etti. Azrail (a.s) Rabbine dönerek, "Beni öyle bir kulun yanına göndermişsin ki, ölmek istemiyor" dedi.
Allah gözünü ona iade etti ve şöyle buyurdu: "Dön ve ona de ki, elini bir sığırın sırtına koysun; elinin altında yer alan her kıla karşılık bir yıl ömrünü uzatacağım. Azrail dönüp bunu Musa'ya söyleyince Musa şöyle dedi:
"Ey Rabbim, bütün bunların ardından ne olacak? Cevap geldi: "Ölüm!" Musa buna karşılık "O halde şimdi istiyorum ölümümü" dedi ve Allah'tan kendisini Beyt-ül Mukaddese yaklaştırıp orada canının alınmasını istedi...
O zamana kadar, Azrail canları açık bir şekilde almaya geliyordu. Ama Musa'ya gelip de tokadı yiyerek kör olduktan sonra, artık gizli bir şekilde canları almaya gelmeğe başladı!!"
(Sahih-i Buhari, C.2, Cenazeler Kitabı, Mukaddes Yerde Gömülmeği İsteyen Kimse Babı, Sahih-i Müslim, C.7, Musa'nın Faziletleri Babı, Müsned-i ahmed b. Hanbel, C.2, S.533, Müstedrek-üs Sahihayn, C.2, S.578)
10) Yine aynı Sahihler şöyle rivayet etmişlerdir Allah Resulü'nden (s.a.a): "Bir karınca, peygamberlerden birisinin ayağını ısırdı. O peygamber de öyle bir rahatsız oldu ki emrederek karıncaların yuvasını tümden yaktırdı!!
Bu sırada Allah-u Teala ona şöyle vahyetti: "Ayağını bir karınca ısırdı diye, Allah'ı tesbih eden bir ümmeti mi yakıyorsun?!" Tirmizi'nin nakline göre bu Peygamber Hz. Musa imiş!!
Bir çok rivayette de Allah'ın en seçkin kulları olan Peygamberler hakkında öyle şeyler nakledilmiştir ki onları normal bir insana atfetmekten insan haya ediyor; işte doğruluk ölçüsü olarak gösterilmeye çalışılan Buhari ve Müslim'de nakledilen bu hadislerden (!) bir kaç örnek:
11) Ebu Hureyre Allah'ın Resulü'nden şöyle rivayet eder; "Musa (a.s) hayalı ve mahcup birisiydi; öyle ki bedenini kimsenin göremeyeceği şekilde örterdi.
Beni İsrail'den bazıları Musaya eziyet maksadıyla şöyle dediler: "Musa bunu cildinde, baras olduğu veya fıtık-hadım olduğu için yapıyor." Allah-u Teala Musa'yı ona isnad edilen bu ithamdan kurtarmak istedi.
Bir gün Musa, tek başına bir yerde elbiselerini çıkarıp taşın üzerine koydu ve gusül etmeğe başladı.Musa guslünü bitirdikten sonra, elbisesini almaya geldiğinde, elbisesini üzerine bıraktığı taş elbiseyi alarak kaçmaya başladı. Musa asasını alarak taşın peşine düşerek,"Ey taş elbisemi ver; ey taş elbisemi ver" diye bağırmaya başladı.
Bu esnada Musa, aniden Beni İsrail'in ileri gelenlerinden bir grubun yanına vardı. Onlar çıplak bedenle Musa'yla karşılaşınca, onu Allah'ın yarattığı en güzel şekilde gördüler ve hiçbir kusurunun olmadığını anladılar.
Böylece Allah, onu Beni İsrail'in ithamından kurtarmış oldu. İşte orada taş durdu ve Musa elbiselerini alıp giydi. Ardından o kızgınlık haliyle asasıyla taşa vurmaya başladı. Allah'a and olsun ki taşın üzerine üç, dört veya beş darbe izi belli oluyordu!!
İşte Allah-u Teala'nın Kur'an'da "Ey iman edenler Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın ki Allah onu onların söylediği ithamdan uzaklaştırdı ve O (Musa) Allah indinde şeref ve haysiyet sahibiydi" ayetinde bunu demek istiyor!!"
(Sahih-i Buhari, C.1, Gusül Kitabı, Yalnız Bir Yerde Çıplak Gusledenin Babı, Sahih-i Müslim, C.1, Yalnız Bir Yerde Çıplak Gusletmenin Cevazı Babı)
12) Ebu Hureyre Bir diğer rivayetinde Resulullah'tan şöyle naklediyor: "Bir gece Hz. Süleyman şöyle dedi: Allah'a and olsun ki bu gece, 100 veya 99 eşimle ilişki de bulunacağım (!!)
ki her biri Allah yolunda cihad edecek bir mücahid doğursun!" Yanında bulunan bir melek, ona dedi ki: "Söyle inşaallah." Ama Süleyman (a.s) inşaallah demedi. Bu yüzden de o kadınlardan bir tanesi hariç hiç birsi hamile kalmadı;
o da tam insan olmayan bir parça et doğurdu." Ardından Resulullah şöyle ekledi:" Muhammed'in nefsini elinde tutan Allah'a and olsun ki eğer "İnşaallah" demiş olsaydı her bir eşi Allah yolunda cihad edecek bir savaşçı doğururdu."
(Sahih-i Buhari, C.4, Ciha Kitabı, Cihad için evlat isteyen Babı, Sahih-i Müslim, C.5, Kitab-ül İman, Bab-ül İstişna)
4-Evet Ehli sünnet kendi alim ve mezhep imamlarının bütün görüşlerini istisnasız doğru kabul edip naklederken Ehl-i Beyt imamlarından bir tanesinin dahi bu konudaki görüşleri kaleme almamaktadır. .
Peygamber efendimizin(s.a.a.) emanetlerine bu şekilde mi sahip çıkılmakta? ve itaat edilmektedir.biz burada şianın masum Kabul etmekte olduğu İmamlardan bir kaç hadis nakletmek istiyoruz:
Hz.Ali'den(a.s)Nehc-ülBelağa'da şöyle nakledilmiştir:
"Hiç bir övgü, onun yüceliğine ulaşamaz; saymasını bilenler onun rakamını bulamaz; ictihad edenler, onun hakkını ödeyemez; derin düşünceler, onu kavrayamaz. ululuğu anlatılamaz; zamana sığdırılamaz. ona yön ve yer gösterilemez..."
Yine Zi'leb isminde birisi Hz. Ali'ye Rabbini görüp görmediğini sorunca şöyle buyurdu: Yazıklar olsun sana, ben görmediğim Rabbe tapmam!" Zi'lep "O halde nasıl gördün, bize tarif et" deyince şöyle devam etti: Yazıklar olsun sana, gözler onu göremez; ama kalpler onu iman hakikatleriyle görür." (El-Emali -Saduk-, S.281)
İmam Muhammed Bakır'a haricilerden birisi Allah'ı görme konusunu sorunca şöyle buyurdu: "Gözler onu ayanen göremez; ama kalpler onu iman hakikatleriyle görür." (Et-Tevhid, S.108)
Et-Tevhid kitabının sahibi kendi senediyle Safvan b. Yahya’dan naklediyor ki: “Bir muhaddis olan Ebu Kurre benden kendisini İmam Rıza’nın huzuruna çıkarmamı istedi.
Ben de İmam’dan izin aldım İmam’ın huzuruna vardı. Helal, haram ve ahkam konularıyla ilgili bir çok soru sorduktan sonra tevhid konusuna geldi. Ebu Kurre şöyle dedi:
Bize rivayet edilmiştir ki: Allah Teala kelam ve rü’yeti iki kişi arasında taksim etmiştir. Kelamı Hz. Musa’ya vermiş ve rü’yeti de Hz. Muhammed’e. Bunun üzerine İmam Rıza şöyle dedi:
"Acaba cinlere ve insanlara “Gözler onu göremez.” “Onların bilgisi O’nu kapsayamaz.” “Onun benzeri hiçbir şey yoktur...” ayetlerini ulaştıran kimdir? Hz. Muhammed değil midir?!
Nasıl bir kimse Allah tarafından geldiğini ve Allah’ın emriyle halkı O’na doğru çağırmakla görevli olduğunu bildirerek tüm mahlukata gelir ve “Gözler onu göremez.” “Onların bilgisi O’nu kapsayamaz.”
“Onun benzeri hiçbir şey yoktur...” der, sonra da ben kendi gözümle onu gördüm ve onu bir beşer şeklinde olduğu halde bilgi ile O’nu kuşattım diyebilir?..." (Bkz. Et-Tevhid: Bab-u Ma Cae Firrü’ye)
Yine İmam Rıza "Gözler onu göremez.." Ayetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Kalplerin vehimleri onu idrak edemez; gözler onu nasıl idrak etsin?" (Aynı kaynak)
İmam Cafer-i Sadık'a Allah-u Teala'nın kıyamette görülmesi hakkında sorulunca, şöyle buyurmuştur:
"Allah münezzeh ve yücedir...Ey Fazl'ın oğlu, gözler ancak rengi ve keyfiyeti olan şeyleri görebilir, Allah ise renkleri ve keyfiyeti yaratandır Nasıl rengi ve keyfiyeti olabilir?! El-Emali -Saduk-, S.334
İmam Musa Kazım'a Allah Resulü'nün (s.a.a) Miraçta Rabbini görüp görmediği sorulunca şöyle buyurdu:
"Evet kalbiyle görmüştür; Allah-u Teala'nın "Kalp gördüğü hakkında yalan söylemedi" buyurduğunu duymadın mı? Yani onu gözle değil kalple gördü." Et-Tevhid, S.116
İmam Hasan-ül Askeri (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Allah Tebareke ve Teala, (Miraçta) Resulü'nün kalbine azamet nurundan istediği kadar gösterdi." El-Kafi, C.5, S.95
Ehl-i Beyt İmamlarından bu konuda nakledilen onlarca nakil vardır ki kalbi olana bu kadarı yeterlidir diye düşünüyoruz.
Şimdi gelelim asıl konuya, yani Ehli sünnetin sorumuza verdiği cevaba:
Önce Kur'an'dan şu ayeti kendinize delil olarak göstermişsiniz:
Bu ayetin zahirine dayanarak mu'minlerin Allah'ı çıplak ve cismani gözlerle görebileceğini ispat edilmeye çalışılıyor:.
Her şeyden önce şunu söylemek gerekir, Kur'an'ın bir konudaki kat'i açıklamasını bilmek için o konudaki bütün ayetleri dikkate alarak tefsir etmek gerekir.
Şimdi eğer her ayetin zahirini alarak tefsir edersek, o zaman Allah-u Teala'ya haşa el, ayak, taht vs. farz etmemiz gerekir, bir çok ayette bu gibi şeyler Allah'a isnad edilmiştir.
ama hiçbir müfessir bunların zahirinin kastedildiğini söylememiştir. Bütün bu ayetler, Allah-u Teala hakkında müslümanların sahip olduğu kat'i inançlara ters düşmeyecek şekilde tefsir ve te'vil edilmesi gerekir. Aksi takdirde, O Yüce Zat-ı Mukaddes'e, yakışmayan nice sıfat ve özellikler atfetme durumunda kalırız.
Bahis mevzuu olan konuda da durum aynen böyledir. Eğer diğer ayetlerde, gözlerin onu göremeyeceği, açık bir şekilde beyan ediliyorsa, yine Allah'ın gözle görülmesi, onun cismiyetini,
bir cihet ve mekanda yer tutması gibi onun zatından uzak olan bir durumu gerektiriyorsa, o halde bu ve benzeri ayetleri de onlara ters düşmeyecek şekilde tefsir etmek gerekir.
Bunu da Ehl-i Beyt İmamları zaten yapmışlardır ki bazı örneklerine önceden değindik; o da kalp gözüyle görmek ve ve imam hakikatleriyle müşahede ve mükaşefe etmektir.
İşte bu açıklamayı dikkate aldığımızda, delil olarak verilen diğer ayetlerin gerçek tefsiri de açıklık kazanmaktadır. Örneğin " kâfirler o gün Rablerini görmekten mahrumdur." -Mutaffifin 15-ayeti gibi.Dikkat edilmesi gereken diğer bir konu ise tercümenin yetersiz oluşudur..
Zira ayetin orjinalinde "Le-mahcubun" tabiri kullanılmıştır ve "mahcub" kelimesi hicab kökünden, perdelenmiş anlamındadır. Yani mu'minlerin aksine kafirler ve Rableri arasında bir perde söz konusudur..
İlahi tecellilere mazhar olmalarına engel olunacaktır. Mu'min kullar ise kalp gözüyle ilahi azametin tecellilerini görüp, iman hakikatleriyle bunları idrak ve müşahede edeceklerdir.
Hz. Musa'yla ilgili ayete gelince, siz Hz. Musa'nın görme talebinde bulunmasını görmenin mümkün olduğuna delil olarak gösterilmektedir. Zira deniliyor ki "Mümkün olmasaydı böyle bir taleb abes hatta cahillik olurdu.Ve bir peygamberden böyle bir şey beklenemez."
Evvela Ehli sünnet bu dünyada görmenin mümkün olmadığını açık bir şekilde itiraf etmektedir. Hz. Musa'nın talebinin ise bu dünya için olduğu malumdur. Böylece farkında olmadan, abes ve cahillik olarak kabul etmiş oldukları bir talebi Hz. Musa'ya isnad etmiş oluyorlar.
Kaldı ki Hz. Musa'nın talebinin kendi talebi olmadığını, sadece yanındaki İsrail oğullarının ısrarlı talebini dile getirme amacıyla söylendiğini yine bizzat Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Nisa Suresi'nde şöyle buyrulmaktadır:
"Kitap Ehli, senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan daha büyüğünü istemişlerdi ki: "Bize Allah'ı açıkça göster." Böylece zulümlerinden (haksız ve yersiz isteklerinden) dolayı onlara yıldırım çarpmıştı..." -Nisa, 153-
Sonra Şia Allah-u Teala'nın Hz. Musa'ya hitaben "Len Terani Ya Musa" hitabını, kasıtlı olarak "Hiçbir zaman" diye yanlış tercüme etmekle suçlanmaktadır.Ehli sünnete gore ise doğru tercüme "Kat'iyyen"dir.Peki acaba
"Kat'iyyen" demekle, "Hiçbir Zaman" demenin ne farkı vardır?. Bizim ayeti yanlış tercüme ettiğimiz konusuna gelince, Nahiv ilminden az buçuk haberdar olan bir kimse şunu bilir ki Nahiv alimleri, Len edatı açıklarken, "Len linefy-il ebed" diye tarif ediyorlar. Bunun manası ise Ebediyyen-hiçbir zamandır.
Yunus Suresi'deki ayete gelince,"Güzellik yapanlara güzellik ve daha fazlası vardır." cümlesindeki " daha fazla" tabiri hakkında bahsedilen hadisi kabul etsek dahi,
maksat yine yukarıdaki açıklamaları esas alarak Allah-u Teala'nın azamet ve yüceliğinin cilvelerini kalp gözüyle müşahede etmektir. Bir çok müfessir tarafından da zaten öyle tefsir edilmiştir.
Tabi ayetin tefsirinde müfessirler başka ihtimaller de vermişlerdir ki değinmeğe gerek görmüyoruz; isteyenler söz konusu ayetin tefsirinde çeşitli tefsir kitaplarına bakabilirler.
Resulullah'ın (s.a.a.) Mirac'taki ruyetine gelince, yukarıda bazı örneklerini açıkladığımız Ehl-i Beyt İmamlarından nakledilen sözler, bu olayı oldukça net bir şekilde tefsir etmektedir.
İmam Musa Kazım'a Allah Resulü'nün (s.a.a) Miraçta Rabbini görüp görmediği sorulunca şöyle buyurdu: "Evet kalbiyle görmüştür; Allah-u Teala'nın "Kalp gördüğü hakkında yalan söylemedi" (Necm,11) buyurduğunu duymadın mı? Yani onu gözle değil kalple gördü." -Et-Tevhid, S.116-
İmam Hasan-ül Askeri (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah Tebareke ve Teala, (Miraçta) Resulü'nün kalbine azamet nurundan istediği kadar gösterdi." -El-Kafi, C.5, S.95-
İşte görüldüğü gibi Ehl-i Beyt İmamları, bizzat Kur'an'ın da "Kalp gördüğünü yalanlamadı"ayetinin Allah Resulü'nün Miraçta kalp gözüyle Allah'ın azamet nurunu müşahede ettiğini net bir şekilde ortaya koymaktadırlar. Dolayısıyla bu olayın da gözle görmekle hiçbir alakası yoktur.
Ümm-ül Mu'min Aişe'den naklettiğiniz hadis de aslında Miraçtaki görme ile ilgili kendi naklettiğiniz diğer hadislerle çelişmektedir. Zira "Resulullah'ın Allah'ı gördüğünü söyleyen yalan söylemiş olur." cümlesi görüldüğü gibi mutlaktır.
Çünkü hadis, nerede, nasıl gördüğü konusunda hiçbir kayıt ve sınırlama getirmiyor. Kaydı siz ekliyorsunuz. Hadis mutlak bir şekilde Resulullah'ın bu dünyada Allah'ı gördüğünü iddia edenleri yalanlıyor. Kayıt olmadığı için Miraç da buna dahildir.
Yazınızda açık bir çelişki de şudur ki yukarıda açık bir şekilde "Dünyada Allah'ı görmek mümkün değildir." dedikten sonra, biraz aşağıda "Allah'ı dünyada görmek caiz, fakat kimse görmemiştir. Gördüm diyen zındık olur" diyorsunuz!
Kaldı ki eğer gerçekten mümkün ise, gördüğünü iddia eden neden zındık olsun? Adam mümkün ve caiz olan bir şeyi iddia etmiştir. O halde aksi ispatlanmadıkça bu iddiada bulunan kimsenin iddiasının doğruluğuna en azından ihtimal verilebilir.
Yine "Caiz olmak ayrı şey, görmek ayrı şeydir. Ehli sünnet âlimleri, Allahı dünyada görmek caiz, fakat kimse görmemiştir, gördüm diyen zındık olur buyuruyorlar. Rüyada görmek ise dünyada görmek değildir. Peygamber efendimiz, Allahü Teala'yı rüyada gördüğünü Cami-us sagirde ki hadisi şerifte bildirmektedir." diyorsunuz.
Peki rüya bu dünyaya ait olan bir fiil değilmidir? İnsan rüya gördüğünde bu dünyadan dışarıya mı çıkıyor? Eğer böyle bir şey söz konusu ise, nereye çıkıyor?
Yine "En'am suresi 103. ayetindeki Ona gözler erişemez demek, Onun zatının hakikatini gözler idrak ve ihata edemez demektir..." sözünü İmam-ı Nebevi'den naklediyorsunuz.
Biz de aynı şeyi söylüyoruz. Gözler ona ihata edemez edemediği için de görmek diye bir şey söz konusu olamaz. Zira gözle (hem de net olarak) görmek demek görülen şeyi belli bir mekanda görmek ve onu ihata etmek demektir.
Yine bizim yazımızdaki "Allah'ın cisim olmadığı ve hiçbir cismî özellik taşımadığında, onun zaman ve mekan üstü bir varlık olup zaman ve mekan üçerisinde sınırlandırılamayacağı hususunda bütün Müslümanlar müttefiktir.
O her şeyi kuşatır, hiçbir şey O'nu kuşatamaz. Bu durumda Allah'ın ahirette, hem de şu cismani gözle ve de aynı gökteki öndörtlük ay gibi gözlenebileceği nasıl söylenebiliyor?
Bu Allah-u Teala'ya cismi özelliği atfetmek değil mi? Onu bir mekanla sınırlandırmak değil mi? Onun insanlar tarafından ihata edilebileceği anlamına gelmez mi? Yoksa kıyamette durum farklı mı olacak?
Mesela Allah-u Teala sınırlanabilecek mi? Veya insanlar sınırsızlaşıp cisim olmaktan çıkacaklar mı?" sorumuza cevaben"Cisim olarak görülecek, sınırlı görecek diyen hiçbir Ehli sünnet alimi yoktur." diyorsunuz.
Biz bunu söyleyen Sünni alimler vardır demiyoruz. Ortaya koyulan görüşün insanı o noktaya götüreceği kaçınılmazdır demek istiyoruz. Peki cisim olmadan, sınırlanmadan, nasıl görülecektir? Sınırsız bir varlığı, sınırlı olan veyahut da cisim olmayanı cisim olan nasıl görecektir? Bu çözülmesi imkansız bir muammadır.
Sonra "Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
Dünyada Allahü teâlâ anlaşılmadan bilineceği gibi, ahirette de anlaşılmadan görülecektir."
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Müminler, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyetsiz ve hiçbir şeye benzetmeyerek ve misali olmayarak görecektir. (c.1, m.266)" şeklinde iki naklinde bulunuyorsunuz.
Birinci kısma dünyada Allah-u Teâlâ'nın anlaşılmadan bilineceğine bir diyeceğimiz yoktur. Biz de aynısını söylüyoruz. Hem akli, hem de nakli deliller bunu teyid etmektedir. Ancak ikinci kısım nasıl olacak? .
Hem anlaşılmadan görülecek; hem ciheti olmayacak, hem keyfiyeti olmayacak hemde bir şeye de benzetilmeyecek; peki şu zavallı göz neyi ve nasıl görecek? Sonra bu söz hadis diye naklettiğiniz şeylere de terstir.
Orada Allah-u Teala'nın gökyüzündeki ondörtlük ay gibi, hem de net olarak görüneceği söyleniyor. Gökyüzündeki ay gibi görüneceğini söylemek, ona bir cihet, bir yön ve mekan farzetmektir. "Net" ifadesi ise, cihetsiz, keyfiyetsiz ve bir şeye benzetmeden görmeğe terstir.
. Ölçümüz, bizzat "Hakk"ın kendisi olmalıdır. Onu keşfetmeğe çalışmalıyız; şahıslar ve şahsiyetler ölçü olamaz, olmamalıdır. Onlar da masum olmadıkları için yanılabilirler. Ne güzel buyurmuştur Resulullah'ın (s.a.a) ilim şehrinin kapısı Hz. Ali efendimiz: "Sen hakkı ve batılı tanı; haklı ve batıl olanı kendiliğinden tanıyacaksın!"
".. O halde müjde ver benim o kullarıma ki, sözü işitir ve en güzeline tabi olurlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlardır halis akıl sahipleri." (Zümer, 17-18)
Son olarak Merhum Allame Hilli'nin dilinden şöyle demek istiyoruz:
“Allah’ın vacub-u’vücut oluşu O’nun görülebilmesini reddeder. Bil ki, filozofların çoğu O’nun görülmesinin mümkün olmadığına inanırken Mücessime Allah’ın cisim olduğuna inandıkları için görülebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Aş’ariler de bu konuda tüm hekimlerle muhalefet ederek bir yandan Allah’ın mücerred olduğuna inanırken diğer yandan O’nun görülebileceğini savunmuşlardır.
Allah’ın görülmesinin muhal olduğunun delili şudur: Allah’ın vacib-ul vücut oluşu O’nun mücerred ( maddi olmayan ) olmasını ve yön ve mekandan münezzeh olmasını gerektirir.
Buna göre onun görülmesi asla mümkün olmaz. Çünkü görülen her şeye şuradadır veya oradadır denerek işaret edilir. Ve yine mukabilde (ön taraf) veya mukabilin hükmünde olması gerekir. Bu manalar Allah hakkında geçerli olmadığından görülmesi de imkansızdır.” (bkz. Keşfu’l-Murat, s. 296-297
DEVAM EDECEKTİR.
[2] - Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn alemini hududlandıran bir işarettir.Gökte olduğu rivayet edilen Peygamber efendimizin ulaştığı en son makam.
Soru-5 : Bildiğiniz gibi, Ehl-i Sünnet, Hz. Ali'nin (a.s) babası Ebu Talib'in iman etmeden dünyadan gittiğini iddia ediyor ve bu konuda bir hadis bile naklediyorlar. Allah Resulü'nden.
Ehl-i Beyt mektebinde ise bunun böyle olmadığı görüşü hakim. Mümkün olduğu takdirde her iki tarafın görüşlerini ve en önemli delillerini zikredip bizim için değerlendirirseniz minnettar oluruz. Allah sizden razı olsun. Bismillahirrahmanirrahim
Cevap-5 : Muhterem kardeşim, size bahsettiğiniz konuyu geniş bir şekilde inceleyen ve Hz. Ebu Talib'in imanını ispat eden bir yazıyı takdim ediyoruz. İnşaallah bu yazıda yeterli cevabı bulacağınıza inanıyoruz. Allah'a emanet olun.
EBUTALİB (A.S)
Ebu Talib'in imanı geçmişten günümüze kadar Ehl-i Beyt mektebi ile diğer mektepler arasında tartışma konusu olmuştur. Bir çokları onun (Allah'a sığınırız) imansız dünyadan göçtüğüne inanmaktadır. Ama Ehl-i Beyt mektebinde onun mü'min olarak dünyadan göçtüğü hususunda asla şüphe edilmemiştir.
Zikredilen şahıslar Resulullah'ın (s.a.a) bu fedakar koruyucusunun küfrüne hükmederken tarih, hadis ve tefsir kitaplarından naklettikleri zayıf ve meçhul rivayetlere dayanmışlardır.
Şiî alimler ile bazı insaflı Ehlisünnet alimleri Ebu Talib'in imanını ispat etmek için birçok kitaplar, makaleler ve risaleler yazmışlardır. Böylece muhaliflerin ithamlarına cevap vermeye çalışmışlardır ki, bu kitaplardan çoğunun ismi bibliyografı bölümünde yer almıştır.
İslam araştırmacılarına göre Ebu Talib'e isnat edilen bu asılsız iddialar, Beni Ümeyye'nin, Hz. Ali'ye olan düşmanlığı yüzünden uydurulmuştur.
Muhalifler Ali'ye (a.s) dil uzatamayınca babasına saldırma yoluyla Hz. Ali'nin ilahi makamını düşürmeye çalıştılar. Biz bu makalede Beni Ümeyye tarafından uydurulan iftiralar yüzünden nurlu çehresi gizli kalan bu yüce şahsiyetin, imanı sayesinde ulaştığı makamını aşikar etmeye ve onun hayatının çeşitli boyutlarına ışık tutmaya çalışacağız:
Doğumu ve İsmi:
Ebu Talib Peygamberin (s.a.a) amcası, en büyük destekçisi ve Hz. Ali'nin de babasıdır.
Ebu Talib, Hz. Rasulullah'tan (s.a.a) 35 yıl önce doğdu.[1]
Adı "Abdumenaf"dır. İmam Sadık'ın (a.s) rivayetine göre Abdulmuttalib'in vasiyetinde bu husus kesin bir şekilde açıklanmıştır.[2]
Bazıları onun adının "İmran" olduğunu söylemişlerdir ve Hz. Rasulullah'ın (s.a.s) ziyaretnamelerinin birinde şu tabirin yer aldığını delil göstermişlerdir.
"Esselamu aleyke ya Resulullah .... Esselamu ala ammike İmran'e Ebi Talib."[3]
Büyük oğlunun adı Talib olduğundan, künyesi de Ebu Talib'dir.
Ebu Talib'in Anne ve Babası:
Annesi Amr b. Aiz'in kızı Fatıma'dır.[4] Babası Abdulmuttalib'tir. (Abdulmuttalib hicretten 127 yıl önce Mekke' de doğmuştur.) Abdulmuttalib uzun boylu ve beyaz çehreliydi.
İmam Ali (a.s), Abdulmuttalib'in isminin Amr olduğunu söylemiştir. Bazıları da "Şeybe" olduğunu nakletmişlerdir. Şeybe denilmesinin sebebi ise doğduğu zaman saçlarında ak olmasıydı. Künyesi "Ebu'l Haris"dir. İhsan sahibi olduğundan dolayı "Feyyaz" lakabını almıştır.
"Zirikli'nin" nakline göre: Abdulmuttalib, miladi 520 yılından 579 yılına kadar Mekke'nin hakimiydi ve vatanını Habeşliler' in yağma ve baskınlarından korumuştur. (El-A'lam 4 / 154)
İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kıyamet gününde Abdulmuttalib, padişahlara mahsus güzellik ile peygamberlerin alametleri yüzünde olduğu bir halde tek ümmet olarak haşr olunacaktır."
Hz. Peygamberin (s.a.a) Hz. Ali'ye yaptığı vasiyette şöyle yer almaktadır:
"Abdulmuttalib'in uyguladığı beş sünneti İslam da tasvip etmiş ve uygulamaya koymuştur. Bu beş sünnet şunlardır:
1) Oğlun babasının hanımıyla (üvey anneyle) evlenmesini yasaklaması.
3) Zemzem kuyusunu açarak onu hacıların sekayesi (hacıların sudan istifade ettiği yer) olmasını sağlaması.
4) (Kasıtsız olarak) bir insanı öldürmenin diyetini 100 deve olarak belirlemesi.
5) Kâbe'nin etrafının yedi kez tavaf edilmesi. "
Abdulmuttalib asla putlara tapmadı ve putlar adına kesilen bir hayvanın etini de yemedi. O şöyle buyurmaktaydı: "Ben ceddim İbrahim'in (a.s) dini üzereyim."
Abdulmuttalib, sürekli Peygamberin (s.a.a) korunmasını emrederdi. Bu konuda Ebu Talib'e şöyle buyurdu: "Sana bir şeyi tavsiye etmek istiyorum." Ebu Talib; "O nedir?" diye sorunca şöyle dedi:
"Ey oğlum! Sana kendimden sonra göz nurum Muhammed'e iyi bakmanı tavsiye ediyorum. Onun ne ölçüde bana yakın ve yanımda ne kadar değerli olduğunu biliyorsun. Onun değerini bil ve ona saygılı davran. Sağ olduğun müddetçe onu kendinden ayırma; onu koru ve ona hürmette kusur etme."
Yine, çocuklarına hitaben şöyle diyordu: "Muhammed'e (s.a.a) saygı gösterin, ona iyilikte kusur etmeyin. Yakın gelecekte onun büyük makamını göreceksiniz."
Kavmine de hitap ederek şöyle hitap ediyordu: Oğlum Muhammed b. Abdullah' a iyi bakın. Ona saygılı davranın; ona iyilik edin ve eziyet etmekten sakının."
İbni Sa'd'den nakledildiğine göre Abdulmuttalib 72 yaşında vefat etti ve Hucun'da (Mekke dağlarından birinin adıdır ve Mekke halkının kabristanlığıdır) defnedildi.
İbn-i Sa'd Abdulmuttalib'in 110 ve 120 yaşında vefat ettiğini söyleyen rivayetleri de nakletmiştir. Rasulullah'ı (s.a.a) Koruyuculuğu:
Abdulmuttalib'in vefatından sonra, Ebu Talib kendisine edilen vasiyet üzerine kardeşinin oğlu Muhammed'i (s.a.a) kendi himayesine aldı.[5]
Fatıma bint-i Esed şöyle diyor: Abdulmuttalib vefat edince, Ebu Talib Rasulullah'ın koruyuculuğunu üstlendi. Ben Rasulullah'a bakıyordum, o ise beni anne diye çağırıyordu.[6]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Cebrail Resulullah'a (s.a.a) gelerek şöyle dedi: Ey Muhammed, Rabbin sana selam gönderiyor ve 'Seni dünyaya getiren sülbe, sana hamile kalan kadına ve
seni yetiştiren ve sorumluluğunu üstlenen şahsa ateşi haram kıldım.' diyor. Sonra şöyle devam etti: "Zikredilen sülb baban Abdullah b. Abdulmuttalib'dir ve sana hamile olan Amine bint-i Veheb'tir ve seni terbiye eden ise Ebu Talib'tir."[7]
İbn-i Ebi'l-Hadid şöyle diyor: Ebu Cafer Muhammed b. Habib'in Emali adlı kitabında şöyle okudum: Ebu Talib Rasulullah'ı (s.a.a) gördüğünde ağlayarak şöyle derdi:
"Onu gördüğüm zaman kardeşim Abdullah'ı hatırlıyorum." Ebu Talib çok zamanlar Rasulullah'ın yattığı yerin düşmanlar tarafından öğrenilmesinden korkuyordu ve bu sebeple Rasulullah'ı yerinden kaldırıp Hz. Ali'yi onun yerine yatırıyordu.[8] Şam Seferi:
Ebu Talib ticaret maksadıyla Şam'a doğru sefere çıkmak üzere idi. Muhammed, Ebu Talib'e doğru koşarak devesinin dizgininden tuttu ve şöyle dedi: "Amca! beni kime bırakıyorsun?
Benim ne babam var, ne de annem!" Bu sözler Ebu Talib'in kalbine ok gibi saplandı; bunun üzerine, "Allah'a andolsun, bizden ayrı kalmasın diye onu da kendimle götüreceğim." dedi.
Böylece Peygamber de bu sefere katıldı. Kafile Şam topraklarına ulaşmıştı. Yol üstünde bulunan bir kilisede Buheyra (veya Bahira) isimli bir rahip yaşıyordu.
Kervan Buheyra'nın kilisesinin çevresinde konaklamıştı. Rahip gökyüzünde bir bulutun kervandaki bir kişinin (Peygamberin) başına gölge ettiğini gördü. Bir ağacın gölgesi altına gelmesine rağmen o bulutun gölgesi kendisinden ayrılmadı.
Bunun üzerine Buheyra ziyafet hazırlığı yaptı ve birini göndererek kafilede bulunan herkesi kendi adına şöyle davet etmesini istedi: "Ey Kureyşliler küçük-büyük, hür-köle, hepinizin soframda hazır olmasını istiyorum." dedi.
Kafiledekiler Buheyra'nın davetini kabul ettiler ve Hz. Muhammed'i. (s.a.a) çocuk olduğundan dolayı bir ağacın altındaki yüklerin yanındâ yalnız bıraktılar.
Buheyra oradakilere baktı ve söylenen özelliklere sahip birini göremeyince şöyle dedi: Ey Kureyşliler bu yemekten hiçbir kimse yememiş kalmasın! Oradakiler: "Eşyalarımızın yanında bıraktığımız küçük bir çocuktan başka hiçbir kimse kalmadı." dediler. Buheyra, "Böyle olmaz, onun da bu sofraya gelmesini istiyorum." dedi.
Buheyra Hz. Muhammed'i görünce, gözünü hayretle ona dikti ve şöyle dedi: "Ey genç! Lat ve Uzza aşkına sorduğum sorulara cevap ver." Bunun üzerine Hz. Muhammed, "Lat ve Uzza adına yemin ederek benden hiç bir şey sorma! "diye cevap verdi.
Buheyra: "O halde Allah'a yemin ediyorum!" deyince Peygamber (s.a.a) "sor" dedi. Buheyra uykusu ve onun diğer özellikleriyle ilgili bazı şeyleri sordu ve Peygamber cevap verdi. Bütün bu cevaplar Buheyra'nın bilgisiyle uyum içindeydi.
Daha sonra Hz. Muhammed'in iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünü görünce, Ebu Talibe gelerek, "İlahî kitaplarda bu çocuğun Peygamber olacağı bildirilmiştir ve Ebu Talib'i geri dönmeye ikna etmeye çalışarak; "Sakın bu çocuğu Yahudiler görmesin, zira Yahudiler ona düşmandır."[9] dedi.
Hz.Muhammed'in Hz. Hatice İle Evlenmesi:
Hz. Muhammed (s.a.a) Hatice'nin kendisiyle evlenmeye eğilimi olduğunu duyunca amcasını bu olaydan haberdar etti ve Ebu Talib'i Hatice'ye görücü gönderdi.[10]
Ebu Talib evlilik akdini şöyle okudu:
"Allah' a şükürler olsun ki bizi İbrahim ve oğlu İsmail' in zürriyetinden olmakla ve değerli bir şehir, haccedilen bir evle şereflendirdi ve diğer insanlardan üstün kıldı.
Muhammed, kardeşim Abdullah'ın oğludur. Kureyş'ten hiçbir genç ondan değerli değildir. İyilik, fazilet, ileri görüşlülük, akıl ve fikir bakımından hiç kimse ona ulaşamaz. Gerçi mal bakımından fakirdir. Mal da ebedi olmayan bir gölge ve geri alınacak bir emanettir.
O, Hatice'yi istiyor. Hatice de onu istiyor. Mehir olarak istediklerinizi ben üzerime alıyorum. Allah' a yemin ederim ki, bundan sonra onun evrensel bir mesajı ve büyük bir makamı olacaktır."[11] Ebu Talib'in Risaleti Desteklemesi ve Genel Davetin Başlangıcı:
İbn-i İshak şöyle yazıyor: Resulullah kavmine İslâm' ı tebliğ edip davetini onlara Allah'ın buyurduğu şekilde açıklayınca akrabaları ondan ayrılmadı ve ona itiraz etmediler.
Ama Resulullah onların putlarını reddedince bu onlara ağır geldi. Allah'ın, İslam nuruyla koruduğu bir avuç kimse dışında hepsi ona karşı cephe aldı. İşte bu ortamda Ebu Talib Resulullah'ın yardımına koştu. Böylece Peygamber de huzur ve ümit içinde risaletini eda ediyordu. Dolayısıyla hiçbir şey ona engel olamıyordu.
Kureyşliler, Peygamberin putlara tapınmayı reddettiğini Ebu Talib'e şikayet için geldiklerinde şunları da eklediler; "Eğer Muhammed bunları mal ve mülk için yapıyorsa biz onu Mekkenin en zengini yaparız, eğer makam-mevki peşindeyse biz onu kendimize reis yaparız. Yeter ki bu söylediklerinden vazgeçsin ve bizi rahat bıraksın.
Bu söylediklerimizi git ve O'na ilet." Ebu Talib Peygambere gelerek bunları iletti ve şöyle dedi: "Yeğenim! Hem bana hem de kendine bir lütufta bulun da gücümün dışında kalan bir şey yapma."
Resulullah şöyle buyurdu: "Allah'a andolsun ki, güneşi sağ elime ve ayı da sol elime verecek olsalar yine de davamdan vazgeçmem. Ya Allah dinini galip kılacak, ya da bu yolda öldürülünceye kadar çalışacağım. "
Peygamber bunları söyleyip gitmek istediğinde Ebu Talib ona "Yeğenim geri dön." diye seslendi. Resulullah da geri dönünce bu sözlerin tesirinden dolayı ağlamakta olan Ebu Talib şöyle dedi: "Git ve ne istiyorsan söyle. Allah'a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim."[12]
Bir başka rivayette de yer aldığı üzere Ebu Talib, Ali'ye, "Oğlum seçtiğin bu din nedir?" diye sordu. Ali (a.s): "Baba, ben Allah'a ve Resulü'ne iman ettim. Peygamberin elçiliğini tasdik ettim.
Allah için onunla namaz kıldım ve kendisine tabi oldum." dedi. Ebu Talib ise cevap olarak şöyle buyurdu: "İyi bil ki Peygamber seni iyilikten başka bir şeye davet etmemiştir. O halde ona tabi ol."[13]
Seyyid Fehhar şöyle yazıyor: Bir gün Ebu Talib, oğlu Cafer ile birlikte yürürken Peygamber ile Ali'nin namaz kıldığını gördü. Ebu Talib, oğlu Cafer'e: "Amcanın oğluna katıl." diye buyurdu. Böylece Cafer de Resulullah ve Ali ile birlikte namaz kıldı. Bu esnada Ebu Talib şu manada bir şiir okudu:
"Ey Ali ve Cafer, musibet ve zorluk anlarında benim dayanaklarım, amcanızın oğlunu yalnız bırakmayın ve O'na yardım ediniz.....
Allah'a andolsun ki, ben O'nu yardımsız bırakmayacağım. Oğullarım arasında temiz nesepli olanlar O'nu yalnız bırakmayacaktır."[14]
Şeyh Müfid şöyle demiştir: "Ebu Talib'in iman ettiğinin delillerinden biri de oğlu Ali ve Cafer'e, Resulullullah'a itaat etmelerini emretmesidir."
Ebu Talib kardeşi Hamza'ya da Resulullah'a (s.a.a) yardım hususunda şöyle buyurdu:
"Ey Hamza! Ahmed'in dininde sabırlı olmak gerekir. Bu dine yardımcı ol ki, bu sabır sayesinde tevfik kazanasın. Rabbinden hak ile geleni savun. Bu yolda sadık ve azimli ol. Hakkı asla gizleme. ' O'na iman ettim' demen beni çok sevindirdi. O halde Allah için Resulullah' a yardımcı ol."[15]
İbn-i Sa'd şöyle diyor: Kureyş İslam'ın aşikâr olduğunu ve Müslümanların Kâbe'nin etrafında toplandığını görünce paniğe kapılıp Ebu Talib'in yanına koştular ve şöyle dediler:
"Sen hepimizden üstünsün, efendimizsin. Bu akılsızların yeğenine uyarak neler yaptığını görmüyor musun? İlahlarımızı terk edip bizlere dil uzatıyor ve cahil olduğumuzu söylüyorlar."
Ammare b. Velid'i de beraberinde getiren Kureyşliler sözlerine şöyle devam ettiler: "Biz sana Kureyş gençlerinin en güzelini , yücesini ve kuvvetlisini getirdik." dediler. "Onu sana verelim, sana yardımcı olsun. Sen de yeğenini bize teslim et. Zira bu iş kabilemiz için daha hayırlı bir sonuçtur."
Ebu Talib öfkeli bir şekilde: "Benimle insaflı konuşmadınız." dedi. "Siz, yeğeninize bakmam için bana veriyorsunuz. Ama kendi yeğenimi öldürmeniz için sizlere teslim etmemi istiyorsunuz. Hayır, bu insaf değildir."
Onlar, "O halde yeğenini çağır da onunla insaflı konuşalım." dediler. Resulullah (s.a.a) gelince Ebu Talib şöyle dedi: "Ey yeğenim! Bunlar amcaların ve kavminin büyükleridir. Seninle insaflı bir şekilde konuşmak istiyorlar." Resulullah (s.a.a): "Sözünüzü söyleyin, ben sizleri dinliyorum" dedi.
Onlar dediler ki: "Bizi ilahlarımızla baş başa bırak. Biz de seni ilahınla baş başa bırakalım." İbn-i Saa'd'ın nakline göre, Ebu Talib: "Bunlar insaflı konuşuyorlar. Kabul et." dedi.
Resulullah şöyle buyurdu: "Sizin bu teklifinizi kabullenirsem, sizleri Arapların padişahı kılacak ve Arap olmayanların da karşınızda hor ve hakir olmasını sağlayacak bir kelimeyi dile getirmeye hazır mısınız?"
Ebu Cehil şöyle dedi: "Evet bu yararlı bir sözdür. Evet babana andolsun ki, onu ve benzeri onlarca kelimeyi de deriz."
Resulullah: "O halde 'lailahe illallah' deyiniz" diye buyurdu. Bu sözden dolayı kızarak kalkıp oradan ayrıldılar. Kendi aralarında: "Artık asla onun yanına dönmeyeceğiz. En iyisi onu habersizce katledelim." dediler.
O gece Resulullah'tan bir haber alınamadı. Ebu Talib ve Peygamberin diğer amcaları Peygamberin ikamet etmekte olduğu yere geldiler, ama Peygamberi bulamadılar.
Ebu Talib, Haşimoğulları ve Muttalib oğullarından bir grup genci etrafına toplayarak onlara şöyle dedi: "Hepiniz keskin bir kılıç alıp benimle gelin. Her biriniz Kureyş büyüklerinden birinin, özellikle de Ebu Cehil'in yanına oturun.
Eğer Muhammed öldürülmüş ise Ebu Cehil de yaşamamalıdır." Gençler de: "Dediğini yerine getireceğiz." dediler.
2
SORU CEVAP BANKASI SORU CEVAP BANKASI
Bu esnada Zeyd b. Harise geldi. Ebu Talib, "Yeğenimi görmedin mi?" diye sordu. Harise: "Gördüm, az önce birlikteydik." diye cevap verdi. Ebu Talib şöyle dedi: "Onu görmedikçe eve gitmeyeceğim."
Zeyd hemen "Safa" kenarındaki bir evde Müslümanlarla konuşmakta olan Resulullah'ın (s.a.a) yanına vardı ve durumu kendisine iletti. Resulullah kalkıp Ebu Talib'in yanına geldi.
Ebu Talib şöyle dedi: "Yeğenim, neredeydin? İyi misin?" Resulullah (s.a.a) "Evet" diye buyurdu. Ebu Talib Peygamberi görüp içi rahatladıktan sonra O'na, "Evine git:" dedi. Resulullah (s.a.a) da kalkıp evine gitti.
Sabahleyin Ebu Talib Resulullah'ın (s.a.a) elinden tutarak Haşim oğulları ve Abdulmuttalib oğullarından bir grup ile birlikte Kureyşliler'in yanına geldi ve şöyle dedi:
"Ey Kureyşliler! Acaba ne yapmak istediğimi biliyor muydunuz?" Onlar, "Hayır" deyince Ebu Talib onlar hakkında almış olduğu kararını açıkladı ve beraberindeki gençlerden kılıçlarını çıkarmalarını istedi.
Gençler de beraberlerinde bulundurdukları keskin kılıçlarını çıkartıp gösterdiler. Ebu Talib daha sonra şöyle dedi: "Allah'a andolsun eğer Muhaınmed'i öldürmüş olsaydınız, sizleri yok edinceye kadar savaşırdım." Bu sözler karşısında Kureyşliler özellikle de Ebu Cehil dehşete kapıldı.[16]
İbn-uz Zab'ari'nin Hikayesi:
Rivayette yer aldığı üzere bir gün Resulullah (s.a.a) namaz kılmak için Kâbe'ye gitti. Namaza durunca, Ebu Cehil etrafındakilere şöyle dedi:
"Kim bu adamın yanına gidip namazını bozabilir?"
İbn'uz Zab'ari adında birisi elini hayvan pisliğine ve kana sürerek Resulullah'ın yüzüne sürdü.
Resulullah namazdan çıkarak amcası Ebu Talib'in yanına gitti ve "Amca, bana ne yaptıklarını görmüyor musun?" dedi. Ebu Talib "kim yaptı?" diye sorunca Resulullah, "Abdullah b. Zab'ari" diye cevab verdi. '
Ebu Talib kılıcını alarak Kureyşlilerin yanına gitti. Onlar Ebu Talib'i görünce ayağa kalkmak istediler. Ebu Talib onlara şöyle dedi: Allah'a andolsun yerinden kalkanı kılıcımla oturturum."
Ebu Talib daha sonra eline bir miktar hayvan pisliği alarak onların yüz, sakal ve elbiselerine sürdü ve onlara ağır sözler söyledi.[17]
Kureyş Vesikası:
Ebu Talib, Kureyş'in, Resululah'ı (s.a.a) öldürmeye kesin karar aldığını duyunca şöyle dedi:
"Allah'a andolsun ki, beni defnetmedikleri müddetçe sana dokunamazlar, sen benim hayrımı dileyerek davet ettin, sen sadıksın (söylediğin doğrudur) ve eminsin. Sen dinlerin en hayırlısını getirdin."
Ebu-l Futuh Razi bu hususta şöyle diyor: "Bu sözler Ebu Talib'in imanını açıkça göstermektedir. Zira 'Sana iman ettim ve seni tasdik ettim.' sözü ile 'Sen sadıksın' sözü arasında hiç bir fark yoktur."[18]
Kureyş, Resulullah'ı öldüremeyeceğini ve Ebu Talib'in Resulullah'ı (s.a.a) himayeden el çekmeyeceğini anlayınca Peygamberi öldürmek için kendilerine teslim edinceye kadar Haşim oğulları'yla alış verişi keseceklerine dair kendi aralarında bir vesika imzaladılar.
Böylece Resulullah, Haşimoğulları ve Muttalib oğullarından olan yakınlarıyla birlikte bir vadide muhasara altına alındı.
Bu muhasara tam üç yıl sürdü. Bu müddet zarfında Resulullah, Ebu Talib ve Hatice tüm mallarını harcadılar ve büyük bir sıkıntı ve yokluğa düştüler. Allah-u Teala, Resulüne Kâ'be binası içine asılı olan vesikayı, Allah kelimesi müstesna, hepsini böceklerin yiyip yok ettiklerini vahyetti.
Resulullah da durumu Ebu Talib'e bildirdi. Daha sonra hep birlikte gidip Kâbe'nin yanında oturdular. Kureyşliler şöyle dediler: "Ey Ebu Talib, artık sözünü hatırlamalı,
kavminle dostluk kurmalı ve yeğenin hususundaki tutuculuğundan el çekmelisin." Ebu Talib onlara, şöyle dedi: "Ey kavmim! Vesikayı getirin belki sıla-i rahim etmek ve kini ortadan kaldırmak için bir yol buluruz."
Vesikayı getirdiler Ebu Talib onlara şöyle dedi. "Bu sizin imzaladığınız vesikadır. Bu vesikaya hiç dokundunuz mu?" Onlar "Hayır" dediler. Ebu Talib daha sonra şöyle dedi:
"Allah-u Teala Resulüne bu vesikanın Allah kelimesi dışında tamamen yok edildiğini vahyetmiştir. Şimdi eğer doğru söylüyorsa ne yapacaksınız?" Onlar, "Ondan el çekeriz." dediler.
Ebu Talib de "Eğer o yalan söylemişse o zaman da öldürmek için sizlere teslim ederim." dedi. Onlar da "insaflı konuştun, iyi dedin" dediler.
Vesikayı açtıklarında Allah kelimesi dışında tüm yazılanların yok edildiğini gördüler.
Ama buna rağmen inatla, "Bu yeğeninin büyüsüdür." dediler.
Ebu Talib şöyle dedi: "O halde niçin biz muhasaraya teslim olalım? Halbuki siz buna daha layıksınız." Ebu Talib daha sonra beraberindekilerle Kâbe perdelerinin içine girdi ve şöyle dedi:
"Allah'ım bize zulmedenlere, bizimle akrabalık ilişkilerini kesenlere ve bizlere layık olmadığımız şeyleri yakıştıranlara karşı bize yardım et."[19]
Ebu Talib'in Vefat Anındaki Vasiyeti:
İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Ebu Talib'in vefatı yaklaşınca Kureyş'in büyüklerini toplayarak onlara şu vasiyette bulundu:
"Ey Kureyşliler, sizler insanlar arasında Allah'ın seçkin kulları, Arab'ın kalbi, yeryüzü ve harem ehli arasında Allah'ın hazinedarlarısınız. Sizin aranızda muktedir bir önder, cesur bir öncü ve eli açık bir bağışlayıcı bulunmaktadır.
Sizlere Kabe'yi tazim etmenizi tavsiye ediyorum ki, bunda Allah'ın rızası, rızkın devamı ve zorluklar karşısında direniş vardır. Sıla-i rahim yapınız. Zira bu ölümü erteler ve nüfusu çoğaltır.
Zulmetmeyi terk ediniz ki, öncekiler de bu yüzden helak oldular. Davet edene icabet ediniz. Hayat ve ölümün şerefi de bundadır. Sadık olunuz ve emanete riayet ediniz. Zira bu ikisi sayesinde iftiradan korunur ve halk nezdinde değer kazanırsınız.
Sizlere Muhammed hakkında iyilik etmenizi tavsiye ediyorum. Zira Muhammed Kureyş'in emini, Arapların doğru sözlüsü ve sizi davet ettiğim şeyleri ihya edendir. Muhammed sizlere öyle bir mesaj getirmiştir ki, kalp ve ruh bunu kabul etmekte, ama dil kötüleyenlerin korkusundan inkar etmektedir.
Allah'a andolsun ki, adeta mustazaf halkın onun davetini kabul ettiğini, sözlerini tasdik ettiğini ve risaletini kabul ettiğini görür gibiyim. Böylece Kureyş'in büyükleri hakir,
evleri boşalmış ve zayıfları yücelmiş olacaktır. En büyükleri Peygambere en muhtaç olanı, en günahkarları da ona en uzak olanlarıdır. Arap kavmi onu sevecek topraklarını ona verecek ve onu önder seçecektir.
Ey Kureyş kabilesi! Peygamberi seviniz, onu himaye ediniz. Allah'a andolsun ki onun yolunda ilerleyen kemale erer ve hidayetine tâbi olan saadete kavuşur. Eğer sağ kalsaydım ondan bela ve zorlukları gidermeye çalışırdım."[20]
Ebu Talib'in Vefatı:
Ebu Talib'in vefat tarihi hususunda da ihtilaf vardır. Muhaddis-i Kumi bi'setin onuncu yılının sonlarında Receb ayının 27'sinde vefat ettiğini ileri sürmektedir.
Makrizi, Zilkade ayının başında öldüğünü savunmaktadır.
Zerkani ise şöyle yazıyor: Bi'setin onuncu yılının, Ramazan ayının 12'sinde Ebu Talib vefat etti "
İbn-i Sa'd da Ebu Talib'in bi'setin onuncu yılının, Şevval ayının ortasında, 80 küsur yaşındayken vefat ettiğini, Hatice'nin de bundan 35 gün sonra dar-ı faniden göçtüğünü ve vefat anında 65 yaşında olduğunu nakletmektedir.
Resulullah böylece hem Ebu Talib' i ve hem de Hatice' yi kaybetmiş oldu. Bu yüzden bu yılı "Hüzün Yılı" olarak adlandırdı.
Ebu Talib "Hucun" denilen yerde defnedildi. Özellikle de Ebu Talib'in vefatı onu çok üzdü. Zira en büyük hâmisini kaybetmiş ve dolayısıyla da Kureyş için Resulullah'a (s.a.a) eziyet etmek hususunda hiç bir engel kalmamıştı.
Resulullah (s.a.a) bu hususta şöyle buyuruyor: "Ebu Talib hayatta olduğu müddetçe Kureyş bana eziyet edemiyordu."[21]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
"Ebu Talib (Peygamberi koruyabilmek için) küfrü (nü) aşikar kıldı, imanı (nı) ise gizledi. Ebu Talib vefat edince Allah-u Teala Peygamberine Mekke'de kendisini himaye edecek birinin kalmadığını ve bu yüzden hicret etmesinin gerektiğini vahyetti. Böylece Resulullah (s.a.a) Medine'ye doğru hicret etti."
Ebu Talib vefat edince, Emir'ül-Müminin Ali (a.s) Peygamberin (s.a.a) yanına gelip babasının vefatını bildirdi. Resululah (s.a.a) bu haberi duyunca çok üzüldü ve Hz. Ali'ye (a.s) şöyle buyurdu: "Git onun gusül ve kefenleme işlemlerini yap ve bir tabutun içine koyduğun zaman bana haber ver."
Hz. Ali (a.s) denilenleri yerine getirdikten sonra Peygambere (s.a.a) haber verdi. Resulullah (s.a.a) Ebu Talib'in cenazesinin yanına vardığında keder ve üzüntü içinde şöyle buyurdu:
"Ey Amca! Seninle akrabalık ilişkim vardı. Allah tarafından mükafatlandırılacaksın. Beni çocukken terbiye ettin. Büyüdüğümde bana yardımcı oldun." Daha sonra da halka dönerek şöyle buyurdu: "Allah'a andolsun amcama öyle bir şefaatte bulunacağım ki, ins ve cin topluluğu şaşıracaktır."[22]
Daha sonra Hz. Ali (a.s) babasının mateminde şöyle dedi: "Ey Ebu Talib, ey sığınanların sığınağı, ey rahmet yağmuru, ey karanlıkların nuru. Gerçekten de senin yokluğun, gayretli ve büyük insanları perişan etti. Sen Peygambere iyi bir amca idin."[23]
Ebu Talib ve Hz. Ali (a.s):
Ebu Talib'in en büyük özelliklerinden biri de Ali'nin (a.s) makam ve mevkisinin farkında olmasıydı. Ebu Talib oğlunun doğumu asında Allah'ın,yardımıyla onun velayet ve vesayet makamına sahip olacağından haberdardı. Bu konu tarihi metinlerde yeralan hadislerden çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
1-Seyyid Ali Han-i Medeni şöyle yazıyor:
Peygamber hayattayken kavmine Ali'nin (a.s), kendisinin vasi ve halifesi olduğunu duyurdu. Orada Ebu Talib de hazır bulunuyordu.[24]
Taberi de Hz. Ali'den (a.s) şöyle naklediyor: "Yakın akrabalarını uyar" ayeti nazil olunca, Resulullah (s.a.a) kavmini topladı ve onları Allah'ın dinine davet ederek şöyle dedi: "Bu hususta bana hanginiz yardımcı olsa o, benim kardeşim ve halifem olur."
Hiçbir kimse yerinden kıpırdamadı. Ben en küçükleri olmama rağmen kalkıp şöyle dedim:
"Ben, ey Allah'ın Resulü; sana yardımcı olacağım."
Resulullah şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki, bu şahıs (Ali) benim kardeşim ve halifemdir. Sözünü dinleyiniz ve itaat ediniz."
Oradakiler alaylı bir şekilde gülerek Ebu Talib'e şöyle dediler: "Peygamber sana oğlunu dinlemeni ve itaat etmeni emrediyor."[25]
2- Şeyh Tabersi, Ebu Talib'in bir kasidesini nakletmektedir ki, bir beyti şöyledir:
"Hazret-i Adem' den beri daima / Vasi ve mürşid bizden çıkmıştır."
3- Şeyh Ebu'l-Futuh Razi, İmam Rıza'dan (a.s) naklettiği üzere Ebu Talib'in yüzük kaşında şöyle bir ifade yer almıştır:
"Rabbim Allah'tır, yeğenim Mühammed peygamberdir ve oğlum Ali vasidir."[26]
4- Şeyh Kuleyni'nin imam Sadık'tan (a.s) naklettiği bir hadiste şöyle yer almıştır:
"Amine bint-i Veheb'in doğum sancıları başlayınca Ebu Talib'in eşi Fatıma bint-i Esed doğuruncaya kadar onun yanında kaldı. Daha sonra 'Acaba benim gördüğüm şeyleri görüyor musun?' diye sordu.
O, 'Ne görüyorsun?' diye sorunca da 'Şu doğu ve batıyı kuşatan nuru.' diye cevap verdi. Bu esnada Ebu Talib içeri girdi ve onlara şöyle dedi: 'Hangi şeyden dolayı şaşırıyorsunuz?'
Fatıma bint-i Esed ona gördüğü nuru anlattı. Ebu Talib, Fatıma'ya hitaben şöyle dedi: Sana bir müjde vereyim mi?" "Evet" deyince de Ebu Talib ona şöyle dedi; "Sen dünyaya öyle bir çocuk getireceksin ki, O (peygamber'in) vasisi ve halifesi olacaktır."[27]
5- Cabir b. Abdullah şöyle diyor: Resulullah'tan (s.a.a) Ali'nin (a.s) doğumunu sordum; şöyle buyurdu:
"Doğumu Mesih gibi olan en iyi çocuğun doğumunu sordun. Allah-u Teala Ali'yi benim nurumdan, beni de Ali'nin nurundan, ikimizi de bir nurdan yarattı. Sonra da bizleri temiz sulblerden temiz rahimlere yerleştirdi.
Nakledildiğim her sulbde Ali de benimleydi. Sonunda Allah beni annem Amine'nin rahmine yerleştirdi, Ali'yi de Fatıma bint-i Esed'in rahmine yerleştirdi. "
Ali'nin (a.s) doğum gecesi olduğunda yeryüzü nurlandı ve Ebu Talib dışarı çıkınca şöyle dedi: Ey halk, Allah'ın velisi Kâbe'de dünyaya geldi." Sabah Kâbe'ye gelince şöyle diyordu kendi kendine:
"Ey Allah'ım, bu siyah zulmette ve nurlu bir ay.
Gizli emrini bize açıkla.
Bu çocuğun adı hususunda"
O esnada şöyle bir gaybi ses duyuldu:
"Ey seçkin Peyamberin Ehlibeyti, tertemiz bir çocuk size verildi; Allah tarafından adı Ali seçildi ki, Allah,ın 'Aliyy' adından alınmıştır."[28] Ebu Talib'in Şiiri:
İbn-i Şehraşub şöyle yazıyor:
"Ebu Talib'in mümin olduğunu gösteren şiirlerin sayısı üçbini geçmektedir."[29]
"Ebu Talib Divanı'nı lügat alimi olan Ebu Nuaym b. Hamza-i Basri et-Tamimi toplamış ve bu divanı Ebu Muhammed Harun b. Musa-i Telakberî ve diğer bir grup Şia alimlerinden rivayet etmiştir.[30]
Aynca Afif b. Es'ad'ın Osman b. Cinni'den rivayet ettiği şekliyle Divan-u Şeyh'il Ebatih Ebi Talib" adıyla basılan, Ebu Heffan-i Mehzem-i Abdi'nin toplamış olduğu bir divan vardır.
İmam Sadık (a.s) da şöyle buyurmuştur: "Hz. Ali (a.s), Ebu Talib'in şiirlerinin rivayet ve tedvin edilmesini çok severdi ve daima şöyle derdi: Bu şiirleri öğreniniz ve çocuklarınıza öğretiniz. Zira Ebu Talib Allah'ın dini üzereydi. Bu şiirlerde birçok bilgiler vardır."[31]
Ebu Talib'in en meşhur kasidelerinden biri Lâmiye kasidesidir ki, edeb ve siret ehli kimseler nezdinde ün yapmıştır. Elbette beyitlerinin sayısı hususunda ihtilaf edilmiştir. İbn-i Hişam sahih kabul ettiği 94 beytini nakletmiştir. Resulullah'ı medhettiği meşhur beyitlerinin birinde şöyle diyor:
"Beyaz yüzlüdür ve yağmurlar onun yüzü hürmetine istenir.
Yetimlerin sığınağı, dulların koruyucusu,
Fakir Haşimiler ona sığınır
Ve onun yanında rahmet ve fazilet içinde olurlar.
Onlar evlâdımızın yalan söylemediğini
Ve batıla itimad etmediğimizi biliyorlar."
İmam Sadık (a.s) ve İbn-i Abbas son beytin Ebu Talib'in imanına delil olduğunu buyurmuşlardır.
Şeyh Kuleyni şöyle naklediyor: İmam Sadık'a (a.s), halkın Ebu Talib'in kafir olarak öldüğünü söylediği hususunda sorulunca, İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu:
"Ebu Talib nasıl kafir sayılabilir? Halbuki o şöyle demiştir: Bizim, Muhammed'i de Musa gibi bir peygamber kabul ettiğimizi biliyor musun?"[32]
İbn-i Ebi'l-Hadid'in nakline göre Harun Reşid'in babası Abdullah Memun şöyle diyordu: Allah'a andolsun ki, Ebu Talib şu sözüyle iman etmiş birisi olduğunu ortaya koymuştur:
"Allah'ın elçisine şimşek gibi parlak bir kılıçla yardım ettim.
Resulullah'ı himaye ediyoruz ve ona şefkatli davranıyoruz.
Düşmanlarına genç bir deve gibi yumuşak davranıyorsam da
Ama onlara büyüklük sebebiyle arslanı korkuturcasına kükrüyorum."[33]
Allâme Emini şöyle diyor: "Eğer bu sözler risalet ve nübüvveti tasdik için yeterli değilse, o halde ne yeterlidir?"[34]
İbn-i Eb'il-Hadid şöyle diyor: Gerçi bu lafız mütevatir değilse de ancak manası mütevatirdir. Hepsi de Resulullah'ın risaletini tasdik etmekte olan ortak bir manayı ifade etmektedir."[35]
Adamın birisi, Hz. Ali'ye (a.s) şöyle dedi: "Senin yüce bir makamın var; ama baban azap içindedir."
Hz. Ali ona şöyle buyurdu: "Sus! Allah'a andolsun ki, babam hangi günahkâra şefaat etse Allah şefaatini kabul eder... Allah'a andolsun ki, Ebu Talib'in nuru kıyamette Muhammed,
Fatıma, ben, Hasan, Hüseyin ve evlatlarının (İmamların) nuru dışında tüm nurları söndürür. Bil ki, onun nuru bizim nurumuzdandır. Allah-u Teala bu nuru Adem'den tam iki bin yıl önce yarattı."
Bir gün Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: "Allah'a andolsun ki babam, dedem Abdulmuttalib, Haşim ve Abdulmenaf asla putlara tapmamıştır."
"Onlar neye ibadet ediyordu." diye sorulunca da şöyle cevap verdi: "Onlar Kâbe'ye, doğru ve Hanif din üzere namaz kılıyorlardı."[36]
Hz. İmam Zeyn'ül Abidin'e (a.s) Ebu Talib'in imanı hakkında sorulunca şöyle buyurdu:
"Allah-u Teala Resulü'ne Müslümanların kafirlerle evlilik bağını kesmelerini emretti. Fatıma bint-i Esed İslam'ı kabul edenlerden idi. Ölünceye kadar da Ebu Talib'in karısıydı."
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Ebu Talib'in misali de Ashab-ı Kehf misalidir ki, imanını gizlemiş, şirki açığa vurmuşlardı. Allah onların sevabını iki kat yazmıştır."
Şeyh Saduk İmam Hasan-i Askeri'den o da babasından naklettiği bir hadiste şöyle yer almıştır;
"Allah-u Teala Peygambere şöyle vahyetti: Ben sana takipçilerinden iki grupla yardımcı oldum. Bir grup açıkça, bir grup da gizlice seni teyit ediyorlar.
Gizlice yardım edenlerin efendisi amcan Ebu Talib'dir. Açıkça yardım edenlerin efendisi ise oğlu Ali'dir. Ebu Talib Âl-i Firavun'un mümini gibi imanını gizlemiştir."[37]
Ebu Talib Hakkında Alimlerin Görüsü:
İbn-i Ebi-1 Hadid, Emir'ül-Müminin Ali'nin (a.s) fazileti hakkında şöyle diyor: "Babası Mekke'nin seyyidi, Kureyş'in şeyhi ve Mekke'nin reisi olan birisi hakkında ne söyleyeyim!"[38]
Meşhur Arap şairi Sabit b. Cabir'e "Arapların efendisi kimdir?" diye sorulunca, "Ebu Talib'dir" diye cevap verdi.
Arapların Fasih ve büyüklerinden olan ve hilim ve hikmetiyle bilinen Ahnef b. Kays-i Tamimi'ye, "Bu hilim ve hikmeti nerede buldun?" diye sorulunca şöyle dedi: "Asrın hikmeti en çok hilimli ve bilgini Kays b. A'sım'dan."
Kays b. Asım'a; "İlim ve hilmi kimden aldın?" diye sorudular, o da "Eksem b. Sayfi-i Temimi'den" diye cevab verdi. Eksem'e "Bu hikmet, riyaset, hilim ve siyadeti kimden öğrendin?" diye sorunca o da "Ebu Talib'den" diye cevap verdi.[39]
Eksem'e; "Sen zamanımızın en bilgili ve sabırlı insanısın" denilince şöyle dedi: "Ben uzun süre Ebu Talib, Abdulmuttalib, Haşim, Abdumenaf ve Kussa ile yaşadım. Niçin böyle olmayayım ki? Onların davranışlarını örnek aldım ve onlara tâbi oldum."
Ebu Osman Amr b. Bahr (Cahiz) Ebu Talib hakkında şöyle diyor: "Ebu Talib Resulullah'ın (s.a.a) hamisi, yardımcısı ve seveniydi. Onun kefili, eğiticisi ve nübüvvetini ikrar eden biriydi. Menkıbeleri hakkında birçok beyitler söylemiştir. Kureyş'in de büyüğü idi."[40]
Şeyh Saduk şöyle diyor: Ebu Talib mümin idi. Ama Resululah'a (s.a.a) tam manasıyla yardımcı olmak için imanını gizlemiş, şirki zahir kılmıştır.
Allame Seyyid Muhsin Emin ise şöyle diyor: Resulullah, Peygamberlik için seçilince, Ebu Talib ona iman etti, sözlerini onayladı. Ama bunu beyan etmiyordu. Peygambere yardımcı olabilmek için imanını gizledi.
Aksi takdirde Resulullah'ı (s.a.a) ve İslam dinini gereğince savunamazdı. O, imanını gizleyerek bu önemli görevi yerine getirdi. İmanını açığa vurmuş olsaydı Kureyş'in nefretini kazanırdı. Kureyş onu sadece yeğenini savunmakla suçluyordu.
Ama imanını açığa vursaydı artık kendisine saygı göstermezlerdi. Ebu Talib'i sadece yeğenini koruyor diye mazur görüyorlardı."
Aslı Olmayan İsnatlar:
Ehlibeyt mektebine muhalif olanlardan bir grup, "Onları Peygambere yaklaşmaktan vazgeçirmeye çalışır, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar." ayetinin Ebu Talib hakkında nazil olduğunu iddia etmişlerdir. Zira müşrikleri Resulullah'a (s.a.a) eziyet etmekten alıkoyar, ama kendisi iman etmezdi.
Ebu Tâlib'in şahsiyet ve sözleri ve Ehl-i Beyt imamlarının açıklamalarından anlaşıldığı üzere bu gibi isnatlar Beni Ümeyye'nin Ehlibeyt'e olan düşmanlıkları neticesinde hadis olarak uydurdukları iftiralardır.
Taberi ayet hakkında üç görüşü naklettikten sonra şöyle yazıyor:
"En iyisi 'Onlar Resulullah'a (s.a.a) itaatten alıkoyuyor kendileri de ona tabi olmuyorlar' şeklinde tefsir edilmesidir. Zira önceki ayetler Resululllah'ı tekzip eden ve ondan yüz çeviren müşrikler hakkındadır."[41]
Bu ayetin Ebu Talib hakkında nazil olduğunu söyleyen rivayetler ise birçok açıdan reddedilmiştir. (bu husuta el-Gadir kitabına müracaat edilebilir.)
Bazı rivayetlerde şöyle yer almıştır: "Ebu Talib ölmek üzere olduğunda Resulullah (s.a.a) yanına giderek; "Ey Amca, la ilahe illallah de ki, Allah nezdinde hüccet olsun." dedi. Orada hazır olan Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebi Umeyye;
"Ey Ebu Talib, sen Abdulmuttalib'in dininden yüz mü çeviriyorsun?" dediler. Ebu Talib de bunun üzerine "Ben Abdulmuttalib'in dini üzereyim." dedi. O zaman da Resulullah şöyle buyurdu:
"Ben de nehyedilinceye kadar senin için dua edeceğim. " O zaman da şu iki ayet nazil oldu: "Yakınları bile olsa kendilerine (hak) açıklandıktan sonra müşrik olanlar için Peygamber ve Allah'tan yarlıganma (bağışlanma) dilemesi (doğru) olmaz. "
"Sen sevdiklerini hidayete erdiremezsin. "
Ebu'l-Futuh Razi bu rivayete cevap olarak şöyle yazıyor: "Bu rivayet batıldır. Zira bu ayetler Resulullah'ın (s.a.a) vefatına yakın bir zamanda nazil olmuş, Ebu Talib ise çök önceleri ölmüştü."[42]
Kaldı ki, bu hadisin ilk bölümüyle son bölümü arasında çelişki vardır. Zira; hadis Abdulmuttalib'in dini üzere olduğunu söylemiştir. Abdulmuttalib ise Müslüman idi.
Zeyni Dehlan şöyle yazıyor: "Ahmed b. Hanbel, Tirmizi, Teyalisi, İbn-u Ebi Şeybe ve Nesai'nin Hz. Ali'den rivayet ettikleri üzere bu ayetin nüzul sebebi şuydu ki, insanlar müşrik olan babaları için dua ediyorlardı. Bu yüzden mezkur ayet nazil oldu. Bu hususu açıkça tasrih eden bir hadisi İbn-i Abbas rivayet etmiştir."[43]
Zemahşeri de ayetin Ebu Talib hakkında nazil olduğunu kabul etmiyor ve şöyle diyor: "Ebu Talib hicretten önce ölmüştür. Bu ayetler ise Medine'de nazil olan son ayetlerdendir."[44]
Ehli sünnet yoluyla nakledilen bazı rivayetlerde yer aldığı üzere Resulullah'a (s.a.a): "Acaba Ebu Talib'e bir yararın dokundu mu? Zira o seni himaye ediyor ve senin için müşriklere gazap ediyordu" diye sorulunca şöyle buyurdu:
"Evet Ebu Talib topuklarına kadar ateşten bir çukur içindedir. Eğer benim şefaatim olmasaydı, muhakkak o cehennemin en derin çukurunda bulunurdu."[45]
Bu hadis de önceki hadis gibi uydurulmuştur. Seyyid Fehhar'ın naklettiği dört rivayette İmam Rıza (s.a) ve İmam Sadık (a.s) bu hadisi reddetmiş ve onun yalan olduğunu açıklayarak Ebu Talib'in iman etmiş olduğunu söylemişlerdir.
Bu hadisin senedini Ehlisünnet alimlerinin çoğu da kabul etmemişlerdir. (bkz. el-Gadir, c.8, s.23)
Bu hadiste şefaat meselesi söz konusudur. Rivayetlerden de anlaşıldığı üzere şefaat muvahhitlere yani müminlere mahsustur. Yani şefaat şahadete bağlıdır. Dolayısıyla kafirlere şamil olmaz.[46]
Buna binaen tevhidi şahadet olmadığı takdirde Peygamber kimseye şefaat edemez ve azabının azalmasını istemez. Dolayısıyla bu hadisi kabul etmek mümkün değildir.
EbuTalib'in Cenaze Namazı:
İbn-i Hacer şöyle yazıyor: Eğer Ebu Talib Müslüman olsaydı, Resulullah (s.a.a) cenazesine namaz kılardı."
Halbuki Zeyni Dehlan gibi birçok Ehlisünnet alimlerinin de kabul etttiği üzere o zamanlar henüz cenaze namazı teşri olmamıştı.
Bü yüzden Resulullah Hz. Hatice için de cenaze namazı kılmadı.
İbn-i Sa'd şöyle nakletmektedir: "Ebu Talib, Resulullah'ın (s.a.a) zamanında vefat etti. Cafer ve Ali ona vâris olmadı. Ama Akil ve Talib ona vâris oldular. Zira Müslümanlar kafirlerden ve kafirler de Müslümanlardan miras alamaz."
Abdulcelil-i Kazvini buna cevap olarak diyor ki: Bu iddia doğru bile olsa, Ehlibeyt mektebine göre kafir Müslümana vâris olamazsa da mü'min kafirden miras alabilir.
Zira küfür miras almaya engel olur, ama iman engel değildir. Dolayısıyla Ali (a.s) Ebu Talib'e vâris olmuştur. Kaldı ki, Ebu Talib'in kendisi de mü'min idi.
Soru-6 : Eğer Hz. Hatice validemiz hakkındaki şu sorularımı yanıtlarsanız beni son derece mutlu edersiniz; şimdiden Allah sizden razı olsun: a)- Hz. Hatice Resulullah'tan (s.a.a) önce başka birisiyle evlenmiş miydi? Çünkü bazıları evlenmediğini iddia ediyor.
b)-Acaba Zeyneb, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm ismindeki kızlar, Resulullah'ın gerçek kızları mıydı, yoksa evlatlıkları mı? Bu konuda da meşhur olanın aksine o kızların Resulullah'ın gerçek kızları olmadığını iddia edenler var? Siz ne diyorsunuz?
Bismillahirrahmanirrahim
Cevap-6 : Aziz kardeşim, aşağıda her iki soruyu da geniş bir şekilde cevaplamaya çalışacağız; ancak ondan önce Hz. Hatice'nin hayat hikayesini kısaca sunmayı uygun görüyoruz.
HZ.HATİCE'NİN(R.A)KISACA HAYATI
Büyük İslâm kadını, mu'minlerin anası, Allah Resulü'nün değerli zevcesi Hz. Hatice (r.a) hicretten 68 yıl önce, asil bir âilede dünyaya geldi. Babası Huveylid, Kureyş'in büyüklerinden ve servet sahibi birisiydi. Annesi Fâtıma ise Mekke'nin tanınmış ve iffetli kadınlarından sayılırdı.
Cahiliyet zamanında yaşamalarına rağmen böyle değerli âilede yetişen Hz. Hatice, öylesine şeref, haysiyet, iffet ve temizlik dolu bir hayat yaşıyordu ki toplum içerisinde "Tâhira" (temiz) diye meşhur olmuştu. Halbuki nefsânî heveslerini ve şeytanî arzularını gerçekleştirmesi için her türlü maddî imkana sahip idi.
O, hatta Müslüman olmadan önce dahi, insanın değer ve üstünlüğünü paraya-pula, dünya malına, ırka, makama değil, onda bulunan güzel sıfatlara, insanî ve ahlakî değerlere bağlıyordu.
O gün Mekke'nin en zengin, en ileri gelen şahsiyetlerinin (Ebu Süfyan, Ebu Cehil, Akabe b. Ebi Muayt gibi) evlenme tekliflerini reddetmiş ve gözü sürekli fazilet, insanlık, dürüstlük, sadâkat vb.
sıfatlara süslenmiş birisini aramış ve Allah Resulü'nü tanıyıncaya kadar başka birisiyle evlenmeye gönlü rıza göstermemişti. Fakat Resulü Ekrem'le tanıştıktan sonra, Hazret'in fakirlik ve öksüzlüğüne bakmamış, bizzat kendisi evlilik teklifinde bulunmuştu.
Hz. Hatice'nin bir başka özelliği ise o değerli insanın nedenli akıllı, basiret ve dirayet sahibi oluşudur. Öyle ki babasını cahiliyet zamanında meydana gelen
"Ficar" harbinde kaybetmesinin ardından, babasından kalan serveti büyük bir dirayet ve basiretle ticarete atmış ve gün geçtikçe servetini artırmış ve Mekke'nin önde gelen zenginleri arasına girmişti.
Tarih Hz. Hatice'nin serveti hakkında şöyle diyor: "Onun sadece ticaret yaptığı mallarını 80 bin deve taşıyordu. Dört yüz hizmetçi onun ticaret ve sair işlerini yürütmekle görevliydi."
Bu servete sahip olan Hz. Hatice fakirlere, düşkünlere yardım etmeği de ihmal etmemiş ve bu adetini Resulullah'la evlendikten sonra da devam ettirmişti."
Evet, küçük bir malını kaybetmekle dünyaları yıkılan veya başkalarına en ufak bir şey verirken canları çıkan, çoğu insanların tam aksine Hz. Hatice bütün servetini Hz. Resulullah'ın ayağına dökmüş ve onun yüce hedefi için sadece kendi servetini değil, canını dahi adamıştı ve o yüce hedef uğruna bütün çilelere severek katlanmıştı.
Burada Hz. Hatice'nin Hz. Resulullah'la evlenme olayına geçmeden önce şunu hatırlatmamız gerekir ki bir çok araştırmacı, âlim ve tarihçinin de dediği ve çeşitli delillerle ispatlamaya çalıştığı gibi,
Hz. Hatice Resul-i Ekrem'den (s.a.a) önce kimseyle evlenmemiş ve ilk evliliğini Allah Resulü ile gerçekleştirmiştir. Biz makalemizin sonunda bu iddiayı delilleriyle birlikte sizlere ispatlamaya çalışacağız inşallah.
Evet dediğimiz gibi Hz. Hatice uzun yıllar beklemiş ve bütün Kureyş kabilelerinin büyüklerini reddederek Resulullah gibi manevi değerlerle donatılmış birisini aramış ve karşılaşınca da bizzat kendisi evlenme teklifinde bulunmuştur.
Öte yandan Allah Resulü de Hz. Hatice kendisinden büyük olmasına rağmen, onda gördüğü fazilet, iffet ve insanî değerlerden dolayı onun evlilik teklifine seve-seve olumlu cevap vermiş ve evlenmişti.
Bazı batılı yazarlar, İslam'a ve Resulullah'a olan düşmanlıklarından dolayı, Allah Resulü'nün Hz. Hatice'nin servetinden dolayı onunla evlendiği ortaya sürmüşlerdir.
Halbuki Resulullah'ın hayatını az da olsa araştıranlar biliyorlar ki Resulullah'ın asla değer vermediği şeylerden birisi de dünya malı idi. Kaldı ki evlenme teklifinde bulunan, bizzat Hz. Hatice'nin kendisi idi, Resulullah (s.a.a) değil.
Sonra Resul-i Ekrem'in evlendikten sonra Hz. Hatice'ye gösterdiği sevgi muhabbet ve saygı (ki bu Hz. Hatice'nin ölümünden sonra bile bütün sıcaklığıyla devam etmiş ve hatta bu durum bazı diğer hanımlarının kıskançlık duygularını kabartmış ve Resulullah'a itirazda bulunmuşlardı)
en açık şekilde Allah Resulü'nün Hz. Hatice'nin serveti değil, fazilet ve insanî değerlerinden dolayı onunla evlendiğini gösteriyor. Evlendikten sonra dahi Hz. Hatice,
gönüllü olarak servetini İslâm yoluna harcamış ve hiçbir zaman Resulullah bu konuda bir teklifte bulunmamıştı. Nitekim bu servetin hepsi İslâmî hedefler uğruna harcanmış ve kendilerine hiçbir şeyi biriktirmemişlerdi.
Şimdi tekrar Hz. Hatice'yle Resul-i Ekrem'in (s.a.a) evlenme olayına dönelim. Önce de dediğimiz gibi, bu iki büyük şahsiyeti birbirine yakınlaştıran ve hayatlarını birleştirmelerine vesile olan şey,
asla maddî değil, tamamıyla manevî ve İlahî sâiklerden ibaretti. Şimdi bu iddiamızı kanıtlayan delillerden sadece bir kaçını sizlere aktarmakla yetineceğiz:
1-Hz. Hatice'nin kölesi olan ve Hz. Muhammed'le (s.a.a) ticaret seferine çıkan Meysere isimli zat, yolculuk esnasında Kureyş Emin'inde gördüğü kerametleri
ve Şam rahibinden onun hakkında duyduğu sözleri Hatice'ye anlatırken Hz. Muhammed'e karşı içinde aşırı bir sevgi duyarak şöyle diyordu: "Yeter artık Meysere! Muhammed'e karşı sevgimi iki kat artırdın;
git seni azâd ettim; karın da senin olsun; ayrıca iki yüz dirhem, iki at ve bir kıymetli elbiseyi sana bağışladım." Ondan sonra Meysere'den duyduklarını Arap bilgini Varaka b. Nevfel'e anlatıyor; Nevfel de: "Bu kerametlerin sahibi Arabî Peygamber'dir" diyordu.
2-Bir gün Hz. Hatice evinde oturmuş, cariye ve köleleri etrafını sarmıştı. Bir Yahudi âlimi de o mecliste bulunuyordu. Bu sırada Kureyş genci (Hz. Muhammed (s.a.a) ) Hatice'nin evinin yanından geçiyordu. Yahudî âliminin gözü Peygamber'e ilişti. Peygamber'den birkaç dakikalığına meclise katılmasını istedi.
Resul-i Ekrem (s.a.a) Yahudî âliminin ricası üzerine meclise katıldı. Hz. Hatice Yahudî âlimine dönerek şöyle dedi: "Eğer onun amcaları senin bu soruşturma ve teftişlerinden haberdar olurlarsa, kuşkulanır ve kötü bir tepki gösterirler; çünkü onlar yeğenleri hususunda Yahudîlerden korkuyorlar." Yahudî âlimi bu sözleri duyunca "Sen ne diyorsun?
Muhammed'e kim zarar verebilir? Oysa Allah onu, son nebi ve halkın hidâyeti için seçmiştir" dedi. Hatice, "Onun böyle bir makama erişeceğinin delili nedir?" diye sorunca, o şu cevabı verdi:
"Ben ahir-üz zaman peygamberinin alametlerini Tevrat'ta okumuşum. Onun alametlerinden bazıları şöyledir: Onun babası ve annesi ölür; ceddi ve amcası onu himayeleri altına alırlar. O Kureyş'ten bir kadınla evlenir." Sonra Hatice'ye dönerek şöyle dedi: "Ne mutlu onun eşi olma iftiharını elde eden kadına!"
3-Arap bilginlerinden olan Hatice'nin amcazadesi Varaka'nın Ahdeyn (Tevrat ve İncil) kitapları hakkında çok bilgisi vardı. Varaka defalarca şöyle demişti: "Kureyş'ten bir kişi,
Allah tarafından insanları hidayet etmek için görevlendirilecek ve Kureyş'in zengin kadınlarından biriyle evlenecektir." Hatice de Kureyş'in zengin kadınlarından olduğu için Varaka ara sıra ona, "Bir gün gelir ki yeryüzünün en üstün, en şerefli erkeğiyle evlenirsin" diyordu.
4-Bir gece Hz. Hatice rüyasında güneşin Mekke üzerinde döndüğünü ve yavaş yavaş aşağı inerek onun evine girdiğini gördü. Rüyasını Varaka'ya anlattı. Varaka onun rüyasını şöyle tabir etti: "Şöhreti âlemi tutacak büyük birisiyle evleneceksin."
İşte bütün bunlar ve Allah Resulü'nün harikulade şahsiyeti ve manevî faziletleri, Hz. Hatice'nin yıllardır düşlediği ve o yaşa kadar beklediği yegâne insanı ona tanıtmıştı.
Hz. Hatice, bilahare Hz Muhammed (s.a.a) ile evlenmeye karar vererek, bir vasıtayla bu arzusunu ona bildirdi. Resul-i Ekrem de, onda olan değerleri, onun fazilet, iffet ve dirayetini bildiği için bu isteğine olumlu cevap verdi.
Evlenmenin nasıl gerçekleştiği hakkında tarihçiler şöyle yazıyorlar: Hz. Hatice'nin bizzat kendisi bu evliliğe meyilli olduğunu açıklayarak şöyle demişti: "Amca oğlu! Ben senin kendi kavmin arasında olan izzet ve azametin,
doğruluğun emanettarlığın ve güzel huyun için, seninle evlenmek istiyorum." Kureyş'in Emini de ona şöyle cevap vermişti: Amcalarıma haber verip onlara danışmam gerekir.
" Bu bazı tarihçilerin yazdığıdır. Fakat tarihçilerin çoğu Hz. Hatice'nin mesajını Aliyye kızı Nefise'nin şu şekilde Peygamber'e ulaştırdığını yazıyorlar:
"Ya Muhammed! Niçin hayatını temiz bir eşle aydınlatmıyorsun? Eğer seni güzelliğe servete, şerâfet ve izzete davet edersem kabul eder misin? Peygamber: "Kimi kastediyorsun?" deyince,
"Hatice'yi" diye cevap verdi. Peygamber şöyle buyurdu: "Hatice bu işe razı olur mu? Onunla aramızda çok fark vardır! Nefise, "Ben onu razı ederim; yeter ki sen bir vakit tayin et de Hatice'nin vekili Amr b. Esed ile senin akrabaların bir araya toplansınlar ve nikah merasimini yerine getirsinler" dedi.
Resul-i Ekrem bu hususta değerli amcası Ebu Talib'e danıştıktan sonra, Kureyş büyüklerinin de katıldığı görkemli bir toplantı düzenlendi. Önce Ebu Talip Allah'a hamd ü senâyla başlayan bir hutbe okuyarak yeğenini tanıttı.
Ardından Hatice'nin akrabalarından olan Varaka b. Nevfel de bir hutbe okuyarak Hz. Muhammed'in ve kavminin üstünlük ve fazlını itiraf edip bu evliliğe razı olduklarını ilan etti.
Nikah akdi okundu ve mihriye olarak dört yüz dinar veya bazı rivîyetlere göre yirmi deve tayin edildi ve böylece izzet, fazilet ve saâdet dolu bir hayatın temeli atılmış oldu.
Bu mübârek evlilik takriben 15 yıl sürdü ve Hz. Hatice 65 yaşında iken gözlerini dünyaya kapadı ve şeref, izzet ve iftihâr dolu bir hayatı geride bıraktı. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), Hz. Hatice hayatta olduğu müddetçe başka biriyle evlenmemiş ve ona olan sonsuz saygı ve muhabbetini böylece ortaya koymuştu.
Hz. Hatice, Resul-i Ekrem (s.a.a) peygamberliğe seçilir seçilmez ona iman etmiş ve böylece ilk Müslüman kadın olma iftiharını da diğer iftiharlarına eklemişti.
O yüce kadın, Allah Resulü'ne (s.a.a) iman ettikten sonra dâima Resulullah'ın yanında olmuş ve bu büyük görevde var gücüyle ona yardımcı olmaya çalışmıştı. Bu doğrultuda bütün kınamalara, bütün çilelere,
işkencelere katlanmış ve uzun müddet Mekke'de ilk Müslüman olan erkek Hz. Ali (a.s) ile birlikte tek başlarına Resulullah'ın yanında yer alarak, onunla birlikte müşriklerin gözü önünde Mescid-ül Haram'da namaza durmuş ve bütün küfür ve şirk cephelerine karşı durmuşlardı.
Hz. Hatice'nin bir başka özelliği, Allah Resulü'nün mübarek neslinin ondan devam etmesidir. Zira Hz. Mâriye hariç (ki onun oğlu İbrâhim küçük yaşta vefat etmiştir) diğer hanımlarının hiçbirisinin çocuğu olmamıştır.
Evet Hz. Hatice, Fâtıma gibi bir evladı dünyaya getirme saadetine nâil olmuş ve Resulullah'ın mübarek nesli kendisinden devam etmiş ve hepsinden önemlisi on bir masum imamın büyük annesi olma şerefini kazanmıştır.
Hz. Hatice'nin erkek evlatları ise küçük yaşta dünyadan gitmiş ve yaşamamışlardır. Hz. Hatice'ye isnâd edilen Zeynep, Ümm-ü Külsüm ve Rukayye isimli kızlar hakkında ise ihtilaf vardır.
Bazıları onların da Hz. Hatice ve Hz. Peygamber'in evlatları olduğunu söylemiş; bazıları ise Hz. Hatice'nin önceden başkalarıyla evlendiğini söyledikleri için onların Hz. Hatice'nin önceki kocalarından olduklarını ve böylece Hz. Muhammed'in üvey evlatları olduğunu söylemişlerdir.
Ancak sonra da ispatlayacağımız üzere Hz. Hatice önceden evlenmediği için bu görüş yanlıştır.
İnşallah delilleriyle ispatlayacağımız üzere bu kızlar Hz. Hatice'nin kız kardeşi "Hâle"nin kocasının kızlarıdır ki kocasının vefat etmesi üzerine onlarla birlikte bacısı Hz. Hatice'nin himayesi altına girmiş;
daha sonra Hâle de vefat edince Hz. Hatice'nin kefaleti altında kalan kızlar, Hz Hatice Resulullah'la evlendikten sonra Allah Resulü'nün kefaleti altına girmiş ve onların saâdetli evlerine intikal etmişlerdir. Biz, konunun dağılmaması için bu bölümü makalenin sonunda ayriyeten ele alıp delilleriyle birlikte ispatlamaya çalışacağız.
Burada Hz. Hatice'nin makam ve faziletinin daha iyi anlaşılması için Resulullah'ın bazı hadislerini nakletmeği uygun buluyoruz:
Bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Hatice cennetin faziletli kadınlarındandır."
Hz. Ali (a.s) den şöyle nakledilmiştir: "Resulullah (s.a.a) bir gün hanımlarının yanında Hatice'den söz ederek ağladı. Buna kıskanan Âişe: "Beni Esed'in şu kırmızı, ihtiyar kadınının neyine ağlıyorsun?
Allah sana daha genç birisini nasip etmemiş mi?" diye itirazda bulundu. Allah Resulü buna çok rahatsız oldu; öyle ki titremeye başladı ve şöyle buyurdu: "Hayır Allah'a andolsun ki,
Hatice'den daha iyisini bana nasip etmemiştir. O, korku ve buhran dolu bir zamanda bana iman etti ve İslâm yolunda her türlü fedakarlıktan ve bana yardımdan geri durmadı."
Yine şöyle buyurmuştur: "Allah'a andolsun ki, Allah bana Hatice'den daha iyisini nasip etmemiştir; herkes beni inkar ettiği sırada, o bana iman etti. Herkes beni yalanladığı zaman,
o beni tasdik etti. İnsanlar beni mallarından mahrum bıraktıkları sırada, o, kendi servetiyle benim yardımıma koştu. Allah, ondan bana evlat nasip etti (başka hanımlarımdan değil)."
Evet Allah Resulü Hz. Hatice'yi vefatından sonra da hiçbir zaman unutmaz ve hatta Hatice'nin dostları ve arkadaşlarına dahi fevkalade saygı gösterir ve sürekli onlara hediyeler gönderir ve iyilikte bulunurdu.
Hz. Hatice'ye fazilet ve üstünlük olarak bu yeter ki Allah-u Teâla Cebrail (a.s) vasıtasıyla ona selam gönderiyordu. Bunu son olarak vereceğimiz ziyâret metninde görebilirsiniz.
Evet Allah Resulü'nün gözünde böyle yüce bir makam ve değer sahibi olan ve onun en büyük yardımcılarından sayılan birisinin, ayrılığı ve vefatı da pek tabiidir ki onun derinden yaralanmasına ve üzülmesine neden olsun.
Nitekim de öyle olmuş ve Resulullah (s.a.a) Hz. Hatice ile birlikte, diğer büyük hâmisi Hz. Ebu Talib'i de aynı yılda kaybedince o yıl "Hüzün Yılı" diye adlandırılmıştır.
Artık iki büyük hamî, âhiret yurduna göçmüş, ama her biri yerine bir diğer hâmiyi bırakıp gitmişlerdi. Ebu Talip, oğlu Hz. Ali'yi (a.s) ve Hatice, kızı Hz. Fatıma'yı (a.s). Artık bu görev onların omuzlarında idi.
Allah Resulü hastalanıp ölüm döşeğine düşen Hz. Hatice'nin başucuna gelip onu şöyle müjdelemişti: "Ey Hatice, sevin ki Allah seni İmran kızı Meryem ve Firavun'un zevcesi Asiye'yle eşit kılmıştır."
Allah'ın selamı rahmet ve bereketi o yüce İslâm kadınının üzerine olsun ve bizi onun ve kızı Fâtıma'nın, kocasının ve evlatlarının yolundan ayırmasın ve kıyamette şefaatlerine nâil eylesin.
Evet Hz. Hatice, hayatının bütün yönleriyle, iffeti, hayası, takvâ ve temizliği, ibâdet ve itâati, fedakarlık ve dünyaya meyilsizliği, kocasına olan itâat ve teslimiyeti ve Allah yolunda ona yardımıyla ve yetiştirdiği evlatlarıyla bizler için büyük örnektir.
Burada son olarak hem Hz. Hatice'nin faziletlerini daha iyi anlamak, hem de onu ziyâret etmek için Hz. Hatice için nakledilen şu ziyâretnameyi de tercümesiyle birlikte huzurunuza takdim ediyoruz:
"Selam olsun sana, ey mü'minlerin anası. Selam olsun sana, ey Resullerin efendisinin zevcesi. Selam olsun sana, ey dünya kadınlarının efendisi olan Fâtımet-üz Zehrâ'nın anası. Selam olsun sana,
ey ilk iman eden kadın. Selam olsun sana, ey malını, servetini Seyyid-ül Enbiyâ'nın yardımında sarfeden, ona elinden gelen hiçbir yardımı esirgemeyen ve düşmanlar karşısında onu müdâfaa eden.
Ey Cebrâil'in kendisine selam verdiği ve yüce Allah'tan kendisine selam getirdiği kimse; Ne mutlu sana Allah'ın verdiği fazl-u ihsandan dolayı. Allah'ın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun."
HZ.HATİCE ALLAH RESULÜ'NDEN BAŞKASIYLA EVLENMEMİŞTİR
Önceden bildirdiğimiz gibi, bu bölümde Hz. Hatice'nin Resulullah'tan başkasıyla evlenmediğini ispatlamaya çalışacağız.
Bazı tarihçiler, Allah Resulü'nün evlendiği hanımlarının (Âişe hariç) hepsinin dul olduğunu, Hz. Hatice'nin ise, Peygamber'den önce, Atiq b. Âbid-il Mahzûmî ve Ebû Hâle et-Temîmî, isimli iki şahısla evlendiğini, hatta bunlardan evlat sahibi olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ancak biz bu rivâyetlerin doğruluğundan şüpheliyiz ve bunların uydurulmasında, daha çok siyasi emellerin yattığını ve bazıları için fazilet ve üstünlük üretmenin amaçlandığını düşünmekteyiz. Bu konudaki bazı delillerimizi kısaca şu şekilde sıralayabiliriz:
1-Her şeyden önce bu rivâyetleri inceleyen bir kimse, onların arasında bir çok çelişki ve ihtilafların bulunduğunu açıkça görebilir. Örneğin, bazı rivâyetlerde Ebû Hâle künyesini taşıyan şahsın isminin "Nebbâş b. Zurâre", bazısında "Zurâre b. Nebbâş", bazısında "Hind", bazısında ise "Mâlik" olduğu geçmektedir.
Bazı rivâyetler onun sahâbî olduğunu, bazısı ise olmadığını ileri sürmektedir. Bazısı onun Atiq'ten önce, bazısı ise sonra Hz. Hatice'yle evlendiğini söylüyor. Sonra rivâyetler,
Hz. Hatice'nin bu kişilerden "Hind" isminde bir çocuğunun olduğunu ileri sürmüş, ancak bazısı bu çocuğun kız çocuğu olup Atiq'e ait olduğunu, bazısı ise erkek çocuğu olup diğer kocasına ait olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Yine erkek olduğunu iddia eden rivâyetlerin bazısında bu çocuğun tâûn hastalığından öldüğü, bazısında ise Cemel savaşında Hz. Ali'nin cephesinde şehid düştüğü iddia edilmiştir.[1]
2-Bu iddiaların aksini iddia ve rivâyet eden âlimler ve tarihçiler de vardır: İbn-i Şehrâşub Menâkıb-ı Âl-i Ebi Talib kitabında şöyle diyor: "...Ahmed Belâzurî, (Ensâb-ul Eşraf kitabında,
Ebulkâsım Kûfî (El-istiğâse) kitabında, büyük Şia âlimi Seyyid Murtaza "Eş-Şâfi" kitabında, Şia'nın bir diğer büyük âlimi Ebu Cafer Tûsî (Telhis-üş Şâfi) kitabında,
Allah Resulü'nün Hz. Hatice'yle bâkire olduğu halde evlendediğini rivâyet etmişlerdir. Ayrıca "El-Envâr-u vel-Bide" isimli kitapta Rukayye ve Zeyneb'in Hatice'nin kız kardeşi Hâle'nin kızları olduğu görüşü de bu naklettiğimiz rivâyeti güçlendirmektedir.[2]
3-Ebulkâsım Kûfî yine kitabında şunları kaydetmektedir:
"Eser sahipleri ve haber nakilcilerinin (tarihçilerin) umum, husus hepsi icmaî bir şekilde şöyle rivâyet etmişlerdir: "Kureyş eşrâfı, büyükleri ve zenginlerinden, Hatice'yle evlenmek için ona talip olmayan kalmadı; ancak o,
hepsini reddetti ve hiçbirisiyle evlenmedi. Sonradan Resulullah (s.a.a) ile evlendiğinde, Kureyş kadınları ona öfkelenerek küstüler ve şöyle dediler: "Kureyş'in eşrâfı ve emirleri sana talip oldular; fakat sen onların hepsini reddedip Ebu Tâlib'in parasız, malsız, yetim ve fakir yeğeniyle evlendin?!"
Şimdi, böyle bir konuma sahip olan Hatice'nin, Kureyş büyüklerini ve eşrâfını bırakıp da Temimli bir bedeviyle (Ebu Hale et-Temimi) evlenebileceğini hangi akıl sahibi ihtimal verebilir? Görüş ve teşhis sahibi kimseler bunu en imkansız, en itibarsız sözlerden saymazlar mı?!"[3]
4-Maddî, manevî hiçbir değer, şan ve şöhrete sahip olmayan bir bedeviyle evlenmesi, kendilerini reddeden Hatice'yi yermek, onu küçümseyip alay etmek için Kureyşlilerin elinde en iyi bir koz ve en güzel bahane değil miydi? Resulullah'la evlendiğinde olduğu gibi. Halbuki hiçbir kaynakta böyle bir şeye rastlanmamıştır.
Bazıları, Haris b. Ebî Hâle isimli birisinden bahsederken, onun Hatice'nin oğlu olduğu ve Mekke'de Allah Resulü davetini ilk açığa vurduğunda, Müslümanların verdiği ilk şehid olduğunu iddia etmiş ve bunu, Hz. Hatice'nin önceden başka birisiyle evlendiğine delil olarak göstermeğe çalışmışlardır.[4]
Buna cevabımız şudur ki evvelâ bu şahsın Hz. Hatice'nin oğlu olduğu iddiası hiçbir delile dayanmamaktadır ve zâhiren Hz. Hatice'nin Ebu Hâle isminde birisi ile evlendiği rivâyetine dayanmaktadır. Biz de zaten bunun yanlış olduğunu ispatlamaya çalışmaktayız.
İkinci olarak, "Haris" denen bu şahsın ilk İslâm şehidi olduğu iddiası da doğru değildir; zira bu iddiayla çelişen bir çok meşhur rivâyet mevcuttur. Örneğin İbn-i Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmiştir. "Ammâr'ın babası ve annesi öldürüldüler ve o ikisi Müslümanlardan ilk şehid düşen kimselerdir."[5]
Yine sahih bir senetle şöyle rivâyet edilmiştir:
"İslam'da ilk şehid Sümeyye'dir (Allah ona rahmet eylesin.)"[6]
Aynı şey Mücahid'den de nakledilmiştir.[7]
Bazıları, Sümeyye'nin ilk kadın şehid, Haris'in ise ilk erkek şehid olduğunu iddia etmek istemişlerse de bu iddia da geçersiz bir iddiadır; zira evvela İbn-i Abbas'ın rivâyeti gereği ilk erkek şehid de Ammar'ın babası Yâsir'dir.
İkinci olarak şehid kelimesi bir çok diğer kelime gibi Arapça'da kadın erkek arasında müştereken kullanılan bir kelimedir. Nitekim yukarıda naklettiğimiz rivâyette aynı Sümeyye için şehid tabiri kullanılmıştı.
HZ.HATİCE'DEN OLDUĞU SÖYLENEN RESULULLAH'IN KIZLARI
Eb-ul As b.Rabi' ve Osman b. Affân ile evlendikleri söylenen Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm isimli kızlara gelince, bunların da yine bir çokları tarafından Resulullah'ın Hz. Hatice'den dünyaya gelen kızları olduğunu,
birisinin Eb-ul As b. Rabi' ile diğerlerinin de Osman b. Affân ile evlendikleri iddia edilmiş ve daha çok bu görüş şöhret kazanmıştır. Fakat bize göre bu iddia da doğru değil ve söz konusu kızlar Resulullah'ın gerçek kızları değillerdir.
Bu görüşümüzün delillerini de aşağıda kısaca açıklamaya çalışacağız:
Evvela bu görüşü reddeden ve başka bir görüş ileri süren tarihçiler, de vardır. Ebu-l Kâsım Kûfî ve diğer bazıları şöyle kaydetmişlerdir: "Hatice'nin "Hâle" isminde bir kız kardeşi vardı.
Benî Mahzûm kabilesinden birisi onunla evlenince onun için "Hâle" isminde bir kız çocuğu doğurdu. Hatice'nin bacısı bu adamdan ayrıldıktan sonra bu sefer Benî Temim kabilesinden Ebu Hind isminde birisiyle evlendi; onun için de "Hind" isminde bir çocuk doğurdu.
Beni Temim'den olan bu adamın Hâle'den başka bir eşi daha vardı ki ondan da Zeynep ve Rukayye isminde iki kız çocuğu oldu; sonra Zeynep ve Rukayye'nin anneleri, ardından da babaları vefat etti;
bunun üzerine Hâle'nin o adamdan olan Hind isimli çocuğu babasının kabilesine döndü. Ortada kalan "Hâle" ve kocasının iki çocuğu Zeynep ve Rukayye'yi de Hz. Hatice kendi yanına aldı.
Sonradan Hz. Hatice Resulullah'la evlenip, Hâle de vefat edince Zeynep ve Rukayye isimli çocuklar Hz. Hatice ve Resulullah'ın kefâleti altına girdiler... Öte yandan Araplar, üvey evladı da gerçek evlat telakki ettikleri için bu iki kız da Resulullah'ın kızları olarak anılmaya başlandı.
Halbuki bunlar Peygamber'in değil, Hâle'nin kocası Ebu Hind'in kızları idiler..."[8]
Görüldüğü gibi Hz. Hatice'ye isnad edilenler, bacısı hakkında söylenenlere bir çok açıdan benzerlik arz etmektedir. Belki de Hz. Hatice hakkında (kasıtlı veya kasıtsız) yapılan yanlışların bir çoğu da buradan kaynaklanmaktadır.
Söz konusu kızların Peygamber'in (s.a.a) kızları olduğunu iddia edenlerin kendilerinin naklettikleri rivâyetler arasında akıl almaz çelişkiler mevcuttur; mesela bir taraftan şöyle rivâyet ediyorlar:
"Rukayye ve Ümmü Külsüm cahiliyyet zamanında "Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu da" âyeti nazil olduğunda, Ebu Leheb ve eşi, babalarının dinine girdiklerini gerekçe göstererek çocuklarına Resulullah'ın kızlarını boşamalarını emrettiler; onlar da henüz cinsel bir ilişkide bulunmadan eşlerini boşadılar.
Ardından Osman b. Affân Rukayye ile evlenip onunla birlikte Bi'setin beşinci yılında Habeşe'ye hicret etti. O sırada hamile olan Rukayye, geminin içerisinde çocuğunu bir kan pıhtısı halinde düşürdü. Daha sonra Habeşe'den döndüklerinde Medine'de vefat etti.[9]
Diğer taraftan aynı adamlar yine şöyle rivâyet ediyorlar; mesela Makdisî diyor ki: "Hatice cahiliyyet zamanında, Abd-û Menaf isminde bir erkek çocuk, İslam'dan sonra ise iki erkek ve dört kız çocuğu olmak üzere şu isimdeki çocukları doğurmuştur:
Kâsım; (ki bu çocuğa atfen Allah Resulü'ne "Ebul Kâsım" deniyordu), bu çocuk büyüyünceye kadar yaşadı, sonra vefat etti.
Küçük yaşta vefat eden Abdullah, Ümm-ü Külsüm, Zeyneb, Rukayye ve Fâtıma."[10]
Veya Kastalânî ve Diyarbekrî şöyle diyorlar: "Allah Resulü'nün bi'setten önce Abd-û Menâf isminde bir çocuğu oldu ve bununla birlikte Resullah'ın çocuklarının sayısı on ikidir; Abd-û Menâf hariç hepsi İslâm'dan sonra dünyaya gelmişlerdir."[11]
Zübeyr b. Bekkâr ve diğer bir çoğundan ise şu bilgiler rivâyet edilmiştir: "Abdullah, sonra Ümm-ü Külsüm, sonra Fâtıma, daha sonra da Rukayye, hepsi sırayla İslam'dan sonra dünyaya gelmişlerdir."[12]
Tarihçi Süheylî de Resulullah'ın bütün çocuklarının İslâm zamanında doğduğunu kaydetmektedir."[13]
Yine bazıları, Rukayye'nin hepsinden, hatta Hz. Fâtıma'dan küçük olduğunu söylemişlerdir."[14]
Şimdi bütün bunlardan sonra, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün cahiliyyet zamanında Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlendiğini nasıl iddia edebiliyor ve bu açık çelişkiyi göremiyorlar?!
Yine İslam'dan sonra dünyaya gelen Rukayye'yi hemen Osman'la evlendirebiliyorlar; halbuki bütün tarihlerin yazdığına göre Habeşe'ye birinci hicret, bi'setin 5. yılında gerçekleşmiştir.
Hatta eğer İslam'ın ilk yılında dünyaya geldiğini kabul etsek dahi beş yaşındaki bir çocuğun nasıl evlendiğini ve hemen hamile kalıp gemide çocuk düşürdüğünü söyleyebiliriz?! Kaldı ki onlar daha da ileriye gidip önce Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlendiriyor; sonra da boşatıp, Osman b. Affan'la evlendiriyorlar!!
Yine diyorlar ki: "Ebu Leheb ve eşi, "Mesed" suresi indiğinde, çocuklarına, Resulullah'ın kızlarını boşamalarını emrettiler. Onlar da boşadıktan sonra, Osman b. Affan Rukayye ile evlendi."[15]
Bu da yine bir çok rivayetleriyle çelişmektedir; zira:
a)-Bir çok rivâyete göre (ki doğrudur da) bu sure, Müslümanlar Şi'b-i Ebi Tâlib'de muhasara altında tutuldukları sırada inmiştir.[16] Bu ise önceki söyledikleriyle çelişmektedir.
Zira söz konusu muhasara bi'setin altıncı yılında gerçekleşmiştir. Yani Habeşe hicretinden bir yıl sonra. Gördüğünüz gibi iki rivâyet arasında yılların fasılasını gerektiren bir çelişki söz konusudur.
Bazıları bu surenin "Yakın akrabalarını korkut" (Şuarâ, 214) âyeti indikten sonra gerçekleştirilen toplantıda, Ebu Leheb'in Resulullah'a hakaret etmesinin ardından nazil olduğunu söylemişlerse de bu doğru değildir. Zira hem ayetlerin siyâkı, hem de bu konudaki rivâyetler[17]
bu surenin âyetlerinin toplu bir şekilde nâzil olduğunu göstermektedir. Bu surenin son âyetlerinde Ebu Leheb'in eşi Ümm-ü Cemil'in Allah Resulü'ne ettiği eziyet dile getirilerek şiddetli bir şekilde kınanmıştır.
Açıktır ki Kureyşlilerin Resulullah'a eziyetleri biraz önce verdiğimiz İnzar âyeti indikten sonra, Resulullah'ın onların ilahlarına ve düşüncelerine açıkça karşı çıkmasının ardından başlamıştır.
Bu sure (Mesed) hakkında nakledilen diğer bir rivâyet de bizim bu sözümüzü te'yid etmektedir; şöyle ki: "Allah Resulü'nü görmek için gelen elçi heyetler,
Resulullah'ı amcası Ebu Leheb'e sorar ve "Sen onu daha iyi bilirsin" diye Peygamber (s.a.a) hakkındaki görüşlerini almak isterlerdi. O da onlara, "Bu adam sihirbazdır" cevabını verir;
onlar da Resulullah ile görüşmeden geri dönerlerdi. Yine bir gün gelen bir heyete aynı cevabı verdi; fakat ne hikmetse bunlar, öncekilerin aksine "Şu adamı görmeden geri dönmeyeceğiz" dediler. Ebu Leheb bu sefer şöyle dedi: "Biz uzun zamandır, hala onu, delilikten kurtarmaya çalışıyoruz; kahrolası adam!"
Ebu Leheb'in bu sözleri Resulullah'a ulaşınca Hazret buna üzüldü ve (Allah Resulü'ne teselli amacıyla) bu sure nazil oldu. Öte yandan biliyoruz ki çeşitli temsilci heyetlerin Mekke'ye gelerek Resulullah ile görüşmeleri,
İnzar âyetinin inmesinden yıllar sonra gerçekleşmeye başlamıştır. Bu da gösteriyor ki "Mesed" suresinin İnzar âyetiyle ilintili olarak inmesi yersiz bir iddiadan ibarettir.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise şudur: "Eğer Rukayye ve Ümmü Külsüm'ün "Mesed" suresinin inmesi ve müşriklerin eziyetlerinin başlamasının ardından boşanmalarının gerçekleştiğini söylersek,
o zaman şu sorunun cevabını vermemiz gerekecektir ki, neden o uzun zamana kadar, Ebu Leheb'in çocukları hiçbir mazeret ve engel bulunmadığı halde eşleriyle cinsel ilişkide bulunmamışlardı?
Halbuki yine aynı rivâyetlerin açık iddiasına göre Osman onlardan birisiyle evlenir evlenmez cinsel ilişkiye girerek hemen hamile bırakmış ve eşi Habeşe'ye giderken gemide çocuk düşürmüştü!!
Öte yandan Mısırlı büyük yazar Tevfik Ebu İlim'in "Tarih-u Ehl-il Beyt" isimli kitabında naklettiği bir rivayet de dikkatimizi çekmiş ve yukarıda bahsettiğimiz görüşlere daha bir şüpheli bakmamıza vesile olmuştur. O şöyle diyor: "...Rukayye'ye gelince, o Utbe b. Ebî Leheb ile evlenmiş ve henüz onun eşiyken vefat etmiştir."[18]
Bu rivâyet gereği Ebu Leheb'in oğlunun Rukeyye'yi boşadığı iddiası da şüpheli duruma düşmekle birlikte, buna gösterdikleri sebep (Mesed suresinin inişi ve kızların Müslüman oluşu) de itibarını kaybeder ve surenin Şi'b-i Ebi Tâlip muhasarası zamanında nâzil olduğu iddiası daha da güçlenmiş olur. Bir Başka Çelişki:
Zübeyr b. Bekâr ve ibn-i Esâkir, Cafer b. Muhammed'den, o da babasından şöyle rivâyet etmektedir: "Resulullah'ın oğlu Kâsım Mekke'de vefat etti; Allah Resulü oğlunun defin merasiminden dönüşünde,
Âs. b. Vâil ve oğlu Amr b. Âs'ın yanından geçerken, Âs Resulullah'ı gördüğünde "Şimdi ben şunu kızdıracağım" dedi ve şöyle devam etti: "Hiç şüphesiz bu adam artık soyu kesik,
ocağı sönük duruma düştü." Bunun üzerine Allah'u Teala "Hiç şüphesiz soyu kesilen sana kin ve buğz besleyen düşmanındır."[19] ayetini indirdi.
Bir diğer rivâyette ise şöyle diyor: "Önce Resulullah'ın oğlu Kâsım dünyaya geldi, sonra Zeynep, sonra Abdullah, sonra Ümm-ü Külsüm, Fâtıma, daha sonra da Rukayye. Sonra önce Kâsım, daha sonra da Abdullah vefat edince Âs b. Vâil "Onun nesli kesildi; o ebterdir" deyince söz konusu ayet nâzil oldu."[20] Bazıları âyetin,
Âs b. Vâil değil, oğlu Amr b. Âs hakkında nâzil olduğunu rivâyet etmişlerdir.[21] Süddî ve İbn-i Abbâs'ın rivâyetinde, Resulullah'ın bir oğlunu, bir diğer rivâyette ise bir evladının vefatının ardından Âs b. Vâil'in söz konusu sözü söylemesi üzerine indiği nakledilmektedir.[22]
Meşhur sözü söyleyenin, Âs. B. Vâil değil, Akabe b. Ebi Muayt[23] veya Ebu Leheb[24] veya Kureyş[25] olduğu da söylenmiştir.
Hatta bir rivâyette Resulullah'ın oğlu İbrahim'in vefatı münasebetiyle Ebu Cehl'in Resulullah hakkında söylediği sözler üzerine söz konusu âyetin nâzil olduğu söylenmektedir.[26] Öte yandan tarihçiler arasında;
Kasım'ın Resulullah'ın (s.a.a) en büyük evladı olduğu meşhurdur.[27] Önceden verdiğimiz rivâyet ise Kâsım'ın bi'setten sonra vefat ettiğini, Abdullah'ın ise Kâsım'dan bir ay sonra vefat ettiğini söylüyordu.
Buna bir de kesinlik kazanan Abdullah'ın bi'set sonrası doğup vefat ettiği gerçeğini eklersek olay daha bir netlik kazanmış olacaktır.
Aşağıdaki rivâyetleri de göz ardı etmemeliyiz; diyorlar ki:
"Kâsım vefat ettiği zaman iki yaşındaydı."[28]
"Kâsım yürüme çağına gelinceye kadar yaşadı."[29]
Belazurî ise ikisinin arasını toplanmış ve şöyle demiştir: "Kâsım iki yaşına geldiği ve yürüdüğü bir sırada vefat etmiştir."[30]
Bazı diğer rivâyetler, Resulullah'ın evlatlarının süt emdikleri bir çağda vefat ettiklerini kaydetmiş, bazısı "Bi'set sonrası" tabirini eklemiş,[31] bazısı ise şu ifadeyi kullanmıştır:
"Çocuklarının hepsi de çok küçük yaşta vefat etmişlerdir."[32] Mücâhid'in Kâsım hakkındaki görüşü ise şudur: "O yedi gün (veya yedi gece) yaşadı."[33]
diğer bir rivâyetde "On yedi ay yaşadı" tabiri kullanılmıştır.[34] Tarihçi Süheylî ise şöyle diyor konu hakkında: "Kâsım yürüme çağına varmıştı, ancak henüz sütten kesilmemişti."[35]
Bu konuda üç ayrı rivâyet ise şu şekildedir:
"Kâsım ve Tayyib, henüz küçük yaşta iken Mekke'de vefat ettiler."[36]
"Kâsım hayvana binecek ve at sürecek kadar büyüdü."[37]
"Kâsım vefat ettiği sırada dört yaşında idi."[38]
Buraya kadar Kâsım'ın küçük yaşta öldüğünü değişik rivâyetlerin diliyle cûz'î farklarla aktardık. Şimdi Kâsım'ın ne zaman dünyaya geldiğine bakalım:
Müsned-i Feryâbi'de Kâsım'ın İslam'dan sonra dünyaya geldiğini içeren bilgilere ilaveten, aşağıdaki iki rivâyet de bunu te'yid etmektedir:
a)-Kâsım vefat ettiğinde dört yaşındaydı. Ondan bir ay sonra da Abdullah, henüz sütten kesilmemişken vefat etti. Hz. Hatice: "Ya Resulallah, keşke yaşasaydı da sütten kesseydim" dediğinde, Allah Resulü: "Onun süte doyup kesilmesi cennette gerçekleşecektir" buyurdu.[39]
b)-Müsned-i Feryâbî'de şöyle kaydedilmiştir: "Resulullah (s.a.a), Kâsım'ın vefatından sonra Hatice'nin yanına geldiğinde onu ağlar şekilde buldu. Hz. Hatice, ya Resulallah dedi,
(göğsümde) Kâsım'ın sütü çoğaldı; eğer yaşayıp da süt emme süresini tamamlasaydı, (ayrılığının) tahammülü daha kolay olurdu benim için. Cevabında Allah Resulü şöyle buyurdu:
"Onun için cennette, süt emme süresini tamamlatacak süt annesi tahsis edilmiştir." Hz. Hatice "Böyle olduğunu bilince daha kolay olur benim için" deyince, Allah Resulü "İstersen cennetten sesini sana duyurabilirim" buyurdu. Hz. Hatice ise "Ben Allah'ı ve Resulü'nü tasdik ediyorum" cevabını verdi.[40]
Süheylî bu hadisi naklettikten sonra şöyle diyor: "Bu hadis Kâsım'ın cahiliyyet zamanında ölmediğini gösteriyor."[41]
Bu iki rivâyet, hem Kâsım vefat ettiği sırada Allah Resulü'nün peygamberliğe eriştiğini, hem de henüz süt emdiği sırada vefat ettiğini, dolayısıyla da büyük ölçüde bi'setten sonra dünyaya geldiğini gösteriyor.
Kısacası bir yandan, Kevser suresinin Kâsım'ın vefatı üzerine bi'setten kaç yıl sonra nâzil olduğunu, yine Kâsım'ın doğumu ve vefatıyla ilgili verdiğimiz diğer rivâyetleri,
diğer taraftan Ümm-ü Külsüm ve Rukayye'nin Kâsım ve Abdullah'ın vefatından sonra dünyaya geldiklerini dikkate aldığımızda, bu iki kızın kesinlikle bi'setten kaç yıl sonra dünyaya geldiğini anlamış oluyoruz.
Hal böyle iken, onların cahiliyyet zamanında Ebu Leheb'in iki oğlu ile evlenmeleri, onlardan boşandıktan sonra ise Rukayye'nin Osmân b. Affân ile evlenip bi'setin beşinci yılında Habeşistan'a hicret ederken gemide çocuk düşürmesi nasıl düşünebilir?!.
Gerçi bu konuda Ebu Hilâl-il Askerî aykırı bir rivâyet de nakletmiştir; ancak rivâyetin içerisinde açık çelişki bulunmaktadır. O şöyle diyor: "Kâsım ve Tâhir, nübüvvetten önce vefat ettiler.
Resulullah (s.a.a) Kâsım'ın cenazesinden döndüğünde Âs b.Vâil ve oğlu Amr'ın yanından geçerken Amr "Şimdi ben ona karşı düşmanlığımı sergileyeceğim" dedi. Bunun üzerine Âs şöyle dedi:
"Hiç şüphesiz o ebter (soyu kesik) oldu." Ardından Allah-u Teâlâ "Şüphesiz sana düşmanlık besleyen var ya, işte odur asıl ebter olan"[42] âyetini indirdi.
Görüldüğü gibi bu rivâyet, önce Kâsım'ın nübüvvetten önce öldüğünü, ardından bu münasebetle Kevser suresindeki âyetin indiğini söylüyor. Oysa hepimiz bilmekteyiz ki Allah Resulü'ne âyetler nübüvvetten sonra nâzil olmaya başlamıştır.
Bazıları âyetin olayın hemen ardından değil, birkaç yıl sonra nazil olup, önce yaşanan bir olaya değindiğini ileri sürebilir belki; ancak bu oldukça uzak bir ihtimaldir ve bildiğimiz gibi genellikle âyetler olayların yaşandığı sırada inmiştir.
Elbette bu yanlışlığın bir kalem hatasından kaynaklanarak "Nübüvvetten sonra" yerine "Nübüvvetten önce" yazılmış olması mümkündür.
RESULLAH'IN EN KÜÇÜK KIZI KİMDİR?
Cürcânî diyor ki: "Benim yanımda sahih olan görüş şudur ki Rukayye Resulullah'ın en küçük kızı idi; hatta Fâtıma'dan (a.s) da küçüktü."[43]
Bazıları ise Ümm-ü Külsüm'ün hepsinden küçük olduğunu söylemişlerdir.[44]
Ebu Ömer de şöyle demiştir: "Fâtıma ve bacısı Ümm-ü Külsüm, Resullah'ın en küçük kızlarıdır; ancak bu ikisinden hangisinin daha küçük olduğunda ihtilaf edilmiştir. İbn-i Serrâc demiştir ki: "Ben Ubeydullah-il Haşimi'nin şöyle dediğini duydum: "Fâtıma, Resulullah kırk bir yaşındayken dünyaya gelmiştir."[45]
El-İstiâb kitabında bu rivâyete "Rukayye'nin Fâtıma'dan daha küçük olduğu söylenmiştir" cümlesi de ilave edilmiştir.[46]
Bazıları ise Hz. Fâtıma'nın, kızların en küçükleri olduğunu ileri sürmüş ve bu görüşü sahih bilmişlerdir.[47]
Her halükârda eğer biz Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün Hz. Fâtıma'dan küçük olduğunu kabul edersek, sonuca varabilmemiz için bu sefer Hz. Fatıma'nın doğum tarihine bakmamız gerekecek.
Yine kaynaklara baktığımızda, bazıları Hz. Fâtıma'nın bi'setten önce,[48] bazıları bi'set yılında,[49] bazıları Resulullah kırk bir yaşında iken,[50] bazıları ise bi'setin ikinci yılında[51] doğduğunu iddia etmişlerdir.
Biz ise sonradan vereceğimiz delillere dayanarak Hz. Fâtıma'nın bi'setin beşinci yılında dünyaya geldiğine inanıyoruz.
Şimdi bu görüşlerin hangisini alırsanız alın, bi'setten biraz önce veya bi'setten sonra dünyaya gelen Hz. Fâtıma'dan daha küçük kızların Ebu Leheb'in iki oğluyla evlenmeleri,
boşandıktan sonra da Rukayye'nin Osman b. Affân ile evlenip bi'setin 5. yılında Habeşistan'a hicret ederken yolda çocuk düşürmesi makul bir ihtimal olabilir mi?!
Şimdi Hz. Fâtıma'nın bi'setin 5. yılında dünyaya geldiğini gösteren delillerimizi vermeye çalışalım:
Bizimle aynı görüşü (hicretin 5. yılında doğduğunu) paylaştıklarını açıkça ortaya koyanların[52] yanı sıra şu delilleri zikredebiliriz:
a)-Hatırlayacağınız gibi bahsimizin başlarında bir çok râvi ve tarihçiden[53] nakletmiştik ki, Resulullah'ın bütün çocuklarının (bazıları sadece Abd-u Menaf'ı istisna etmişti) bi'setten sonra dünyaya geldiklerini ileri sürmüşlerdi. Bu da Hz. Fâtıma'nın bi'setten sonra dünyaya geldiğini gösteriyor.
b)-Çeşitli mezheplere mensup hadisçi ve tarihçilerin naklettiği bir çok rivâyete göre Hz. Fâtıma'nın nütfesi, Cebrail'in (a.s) miraç gecesinde Resulullah'a (s.a.a) cennetten getirdiği meyveden bağlanmıştır. Miraç olayı ise en doğru görüşe göre bi'setin ikinci veya üçüncü yılında gerçekleşmiştir.[54]
Bu rivâyetler, Sa'd b. Vakkas, Âişe, Ömer b. Hattâb, Sa'd b. Mâlik ve diğer bazı meşhur şahsiyetlerden, aynı şekilde İmam Cafer-i Sâdık'tan nakledilmiştir.[55]
Bu rivâyetlerin bazısı üzerinde tartışılabilir belki; ancak bunlardan bir çoğu tartışma götürmez derecede sahihtirler. Zikrettiğimiz kaynaklara başvurup dikkat eden herkes bunu görebilir.
c)-Yine Hz. Fâtıma'nın bi'setten sonra dünyaya geldiğini gösteren bir diğer delil şudur ki, önceden de değindiğimiz gibi, Hz. Hatice Resulullah ile evlendikten sonra Kureyş kadınları onu kınamış ve ona küsmüşlerdi. Sonradan Hz. Hatice Hz. Fâtıma'ya hamile kalınca, henüz annesinin karnındayken onunla konuşuyor ve ona teselli veriyordu.
Hz. Hatice bunu Peygamber'den saklıyordu. Bir gün Resulullah (s.a.a) içeri girdiğinde Hatice'nin (karnındaki bebeği) Fâtımay'la konuştuğunu gördü ve "Ey Hatice kiminle konuşuyorsun?" diye sordu.
Hatice "Karnımdaki bebekle; o benimle konuşuyor ve beni yalnızlıktan çıkarıyor" dedi. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: "Ey Hatice, Cebrail bana onun kız çocuğu olduğunu haber veriyor..."[56]
Bu hadisten anlaşılan şu ki, Hz. Hatice'nin Hz. Fâtıma'ya hamile kalması, Hz. Resulullah'ın Cebrail (a.s) ile görüştüğü sıralarda gerçekleşmiştir; bu ise Resulullah peygamberliğe seçildikten sonra başlamıştır.
Yine aynı hadis bu hamileliğin bi'setten bir kaç yıl sonra gerçekleştiğini gösteriyor; zira rivâyetten bu hamileliğin Kureyş'in Resulullah'a karşı eziyetlerinin başladığı
ve Kureyşli kadınların Hz. Hatice'ye küstükleri sırada olduğu anlaşılmaktadır. Bu ise bi'setten bir kaç yıl sonra, yani gizli davet süresi sona erdiğinde açık davetin başlamasıyla başlamıştır.
d)-Hz. Fâtıma'nın bi'setten bir kaç yıl sonra dünyaya geldiğini gösteren bir delilimiz de şudur: Ebu Bekir Hz. Fâtıma'ya talib olduğunda, Allah Resulü onu reddetmiş,
ardından aynı talepte bulunan Ömer'e de red cevabı vermiş ve gerekçe olarak da Hz. Fatıma'nın küçüklüğünü göstermişti. Sonra Hz. Ali (a.s) tâlip olunca Hz. Fâtıma'yı ona nikahlamıştı.[57] Buna gücenenlere de Allah Resulü şu cevabı vermişti: "Allah'a andolsun ki size engel olup da ona nikahlayan ben değilim, Allah'tır."[58]
Öte yandan şunu da kesin bir şekilde biliyoruz ki Hz. Fatıma'nın nikahlanması hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki Hz. Fâtıma bi'setten önce
(Mesela bazılarının iddia ettiği gibi 5 yıl önce) dünyaya gelmiş olsa o zaman Hz. Fâtıma, söz konusu şahıslar talip olduklarında takriben 20 yaşlarında olması gerekirdi. O zaman da 20 yaşındaki birisine Allah Resulü'nün henüz küçüktür deyip gelenleri reddetmesi makul ve mantıklı olabilir mi?!
4
SORU CEVAP BANKASI SORU CEVAP BANKASI
HZ.HATİCE,RESULULLAH(S.A.A)İLE NE ZAMAN EVLENDİ?
Üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise şudur ki, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün Ebu Leheb'in iki oğlu ile evlenmeleri iddiası ancak Resulullah ile Hz. Hatice'nin, bi'setten bir hayli önce evlenmiş olmaları halinde mantıklı olabilir. Şimdi bu evliliğin geçekleşme tarihine bir bakalım:
Rivayetlere baktığımızda gerçi bu evliliğin bi'setten 15, 16, hatta 20 yıl önce gerçekleştiğini iddia eden nadir görüşler de vardır;[59] ancak bunlara karşılık bu evliliğin bi'setten on yıl önce,[60] beş yıl önce[61] ve üç yıl önce[62] gerçekleştiğini ileri süren rivâyetler de vardır.
Özellikle son görüşü te'yid eden nakiller ve karineler de vardır; mesela Beyhâki Hz. Hatice'nin 50 yaşında vefat ettiğini ileri sürüyor.[63]
Hz. Hatice'nin Resulullah'la evlendiği zamandaki yaşını, vefat ettiği sıradaki yaşı ile kıyaslarsak o zaman son görüşün daha mantıklı olduğunu görürüz.
Yine önceden de naklettiğimiz gibi, rivâyetler Hz. Hatice'nin cahiliyet zamanında Abd-ü Menaf'tan başka bir çocuk doğurmadığını ileri sürüyorlardı. Bu da Hz. Hatice'nin Resulullah'la bi'setten bir hayli zaman önce evlendiği görüşü ile örtüşmemektedir.
Zira çok önceden evlendikleri ve zâhiren bir mazeret de gözükmediği halde onca yıl çocuklarının olmaması çok uzak bir ihtimaldir; bu da bi'sete yakın bir zamanda evlendikleri görüşünü güçlendirmektedir.
Böylece bu delil de, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün cahiliyet zamanında doğup büyüdüklerini, önce Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlenip, boşandıktan sonra da Rukayye'nin Osman b. Affân'la evlenmeleri görüşünün tutarsızlığını,
verdiğimiz ve vereceğimiz diğer delillerle de yan yana konulduğunda bu görüşün asılsız olduğu kesin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan Ehl-i Sünnet Alimlerinden Dûlâbî ve Diyarbekri'nin görüşlerine bakılırsa, Osman b. Affân Rukayye ile cahiliyet zamanında evlenmiştir.[64]
Bu ise iddia edilen Peygamber kızlarının Ebu Leheb'in oğlanlarıyla evlendiğinin doğru olmadığı demektir; zira söz konu rivayetler, Ebu Leheb'in kızları boşattırmasının sebebi olarak onların Müslüman olduğunu ileri sürüyorlardı;
oysa bu rivâyet Ebu Leheb'in oğlundan sonra Rukayye ile evlendiği söyleyen Osman'ın dahî onunla cahiliyet zamanında evlendiğini ileri sürmektedir!
ÜMMÜ KÜLSÜM HİCRET SIRASINDA NEREDEYDİ?
İşlediğimiz konuda bize yardımcı olacak bir diğer husus Müslümanların Medine'ye hicreti sırasında Ümm-ü Külsüm'ün muammalı durumudur. Cahiliyet zamanında Ebu Leheb'in oğluyla Mekke'de evlenip de sonra ayrılan ve yıllar sonra Medine'de Osman'la evlenen Ümm-ü Külsüm'ün,
Medine'ye hicret sırasında ortada adı bile yok. Tarihçiler müslümanların ardından Hz. Ali'nin Resulullah'ın kızı Hz. Fâtıma da dâhil, Fatıma isimli birkaç kadını,
Ümm-ü Eymen'i ve güçsüz mu'minleri alıp kendisiyle birlikte Medineye getirdi. Ancak hiçbir kaynakta Ümm-ü Külsüm'ün adından bahsedilmemektedir. Acaba önceden mi hicret etmişti? Sonraya mı kaldı?
Kiminle birlikte ve neden?! Güçsüz mu'minlerin içerisinde miydi? O zaman, neden bacısı Fâtıma ve Ümm-ü Eymen'den ayrılıp onların içerisine yerleştirildi?!
Bütün bunlar cevap bekleyen muammalı sorulardır. Görüldüğü gibi bazen çok meşhur şeyler dahi araştırldığında, en azından öyle zannedildiği kadar da olmadığı ortaya çıkmış oluyor.
ZEYNEP HAKKINDA BİR KAÇ NÜKTE
a)-Yazımızın başlarında da değindiğimiz gibi Ebulkâsım Kufi, Zeyneb'in, Resulullah'ın değil Hz. Hatice'nin bacısının kocasının kızı olduğunu nakletmektedir.
b)-Bazı rivâyetlerde şöyle nakledilmiştir: "Hatice Nabbâş b. Zurâre (Ebu Hâle) için üç evlat doğurdu; bunlar Hind, Hâris ve Zeynep'ti."[65]
Bu rivâyet iki şeyi teyid etmektedir; biri Zeyneb'in Resulullah'ın üvey kızı olduğunu, Hz. Hatice'yle ilgili tarafına gelince, biz Hz. Hatice'nin Resulullah'tan önce evlenmediğine inanıyoruz.
Bunun delillerini de önceden aktardık; ancak bu rivâyette muhtemelen, Hz. Hatice'nin isminin verilmesi Zeyneb'in Hz. Hatice'nin kefaleti altında olmasından veya Hz. Hatice'nin bacısıyla karıştırıldığından kaynaklanabilir.
Kısacası işin bu yanı bizi fazla ilgilendirmiyor; bizi ilgilendiren yanı şudur ki bu rivâyet Zeyneb'in Ebu Hale'nin kızı olduğunun öteden beri bilindiğini ortaya koyuyor. Aşağıda vereceğimiz şu iki rivâyet de aynı te'yidi içermektedir:
"El-Envar" ve "El-Bideu" isimli kitaplardan şöyle naklediliyor: "Rukayye ve Zeynep Hatice'nin bacısı Hâle'nin kızlarıdır."[66]
Yine El-Envar, El-Keşf, El-Lum'e kitaplarından ve Belâzurî'den şöyle nakledilmektedir: "Zeynep ve Rukayye Resulullah'ın üvey evlatlarıdır..."[67]
Bu rivâyetlerde cüz'î bazı yanlışlar ve karıştırmalar olsa da, onlardan şu gerçeği anlıyoruz ki söz konusu kızlar, Resulullah'ın gerçek kızları değil, onun üvey evlatlarıdırlar.
Ancak onların kimin evlatları oldukları şimdilik bizi ilgilendirmiyor. Evet onların, Resulullah'ın kızları olduklarını ileriye süren önceden değindiğimiz rivâyetler arasındaki akıl almaz çelişkileri de dikkate aldığımızda bu iddiamızın haklılık payı daha da artacaktır.
HZ.ALİ'YE AİT BAZI HASLETLER
Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm diye adı geçen ve Ebu Leheb'in iki oğlu, Osman ve Ebul'âs b. Rabi ile evlendikleri söylenen kızların Resulullah'ın gerçek kızları olmadığını gösteren bir delil de,
Hz. Ali'ye özgü bazı haslet ve özellikler hakkında nakledilen rivâyetlerdir. Örneğin Ebul-Hamrâ, Resulullah'tan (s.a.a) şöyle rivayet etmiştir:
"Ey Ali, sana üç haslet verilmiştir ki, senden başka kimseye, hatta bana dahi verilmemiştir.: Sana benim gibi bir kayınpeder verilmiştir; ama bana benim gibi biri verilmemiştir. Sana kızım gibi bir Sıddîka verilmiştir;
ama bana onun gibi bir (eş) verilmemiştir. Sana sulbünden Hasan ve Hüseyin gibi evlatlar verilmiştir; ama bana benim sulbümden onlar gibisi bana verilmemiştir; ancak siz bendensiniz, ben de sizdenim."[68]
Şimdi eğer Osman ve Ebul'âs ile evlenen kızlar , Resulullah'ın gerçek kızları olsaydı, Allah Resulu'nün bu sözü doğru olmazdı; zira o durumda onlar da Resulullah gibi bir kayınpedere sahip olmuş olacaklarından,
bunun Hz. Ali'ye has bir özellik olarak gösterilmesi yanlış olurdu. Hatta Osman'ın böyle bir vasfa sahip olması daha uygun olurdu. Zira o, (iddiaya göre) Resulullah'ın iki kızıyla evlenmemiş miydi?!
Ebuzer-i Gıfâri'den nakledilen hadis de bunu te'yid etmektedir. Ebuzer söz konusu hadiste Resulullah'tan şöyle nakletmektedir:
"Hiç şüphesiz Allah-u Teâlâ, Arşından -keyfiyet ve zevâl söz konusu olmadan- yer yüzüne baktı ve beni seçti. Ali'yi de (bana) damat olarak seçip ona (eş olarak) tertemiz Fatıma-i Betul'ü verdi ki böyle birisi hiçbir Peygambere verilmemiştir.
Yine Ona Hasan ve Hüseyin verilmiştir ki onların misli başka hiçbir kimseye verilmemiştir. Ona benim gibi bir kayın peder ve (Kevser) havzu (başında dostlarını suya doyurma hakkı) verilmiştir. Yine Cennet ve Cehennem'i bölme yetkisi meleklere değil, ona verilmiştir..."[69]
Bu konuda, Buhâri'de Abdullah İbn-i Ömer'den nakledilen uzun bir rivâyet'in bir bölümü de bizi destekler niteliktedir. Söz konusu rivâyette kısaca şöyle denmektedir:
"Haricîlerden bir kişi Abdullah İbn-i Ömer'e gelerek bazı konularda sorular yöneltip tartışıyor ve son olarak, üçüncü halife Osman ve Hz. Ali hakkındaki görüşünü soruyor.
Bilindiği gibi Haricîler, üçüncü halifeyi ve Hz. Ali'yi hilâfetleri zamanında meydana gelen fitnelerden dolayı sorumlu tutuyor ve onlar hakkında ağır ithamlarda bulunuyorlardı.
İşte bu görüşlerinden hareketle söz konusu Hâricî Abdullah İbn-i Ömer'in onlar hakkındaki görüşünü sormaktadır. Abdullah adama şu cevabı veriyor: "Osman'ı dersen,
Allah onu affetmişti;[70] ama siz onu affetmeği hoş görmediniz. Ali'ye gelince, o Resulullah'ın amcasının oğlu ve dâmâdıdır." Sonra eliyle işaret ederek: "İşte bu da onun evidir ve gördüğünüz gibi (Peygamber'in evinin içerisinde) yer almıştır."[71]
Görüldüğü gibi bu rivâyette Abdullah İbn-i Ömer, üçüncü halife Osman'ı savunmak için sadece Uhut Savaşı'na ve kaçanların affıyla ilgili âyete değinmektedir.
Fakat Hz. Ali'yi savunurken üç delil zikretmektedir: 1-Resulullah'ın amcasının oğlu olduğunu 2-Resulullah'ın damadı olduğunu 3-Evinin Resulullah'ın eviyle yanyana olduğunu.
Bu rivâyette bizim şâhidimiz ikinci delilden ibarettir. Demek istiyoruz ki eğer gerçekten Osman Resulullah'ın kendi kızıyla evlenmiş olsaydı, Abdullah onu da savunurken Hz. Ali gibi onun da Resulullah'ın damadı olduğunu vurgulardı;
oysa buna şiddetle ihtiyacı olduğu halde Osman hakkında böyle bir isnatta bulunmamaktadır. Bu da onun böyle bir fazilete (Resulullah'ın damatlığı şerefine) sahip olmadığını göstermektedir.
Evet daha güçlü ve daha ma'kul bir delil bulunduğu halde, zayıf bir şahidi (işlenen bir suçun affını; Osman'ı da kapsadığını kabul etsek dahi) zikretmek mantıklı bir girişim olmasa gerek. O halde böyle bir şeyin (damatlığın) esasen olmadığını söylemek daha mantıklı olmaz mı?!
MUHTEMEL BİR ÇÖZÜM YOLU
Buraya kadar ortaya koyduğumuz deliller, Osman ile evlenen kızların, yine Ebul'âs ile evlenen Zeyneb'in Resulullah'ın gerçek kızları olmadığını gösteriyor.
Şimdi burada şu sorunun cevabını vermemiz gerekir ki, geldiğimiz bu noktada, acaba Resulullah'ın evlatlarından bahseden rivâyetlerde ismi geçen Zeynep,
Rukayye ve Ümm-ü Külsüm isimli kızların esasen varlığı da mı şüphelidir; yoksa söz konusu rivâyetlere muhtemel de olsa makul bir açıklama getirmek mümkün müdür?
Bize göre bu rivâyetlerde ismi geçen söz konusu kızların varlığını inkar etmek istemiyorsak, bu konuda ortaya koyulabilecek en makul ihtimal şudur ki evet Peygamber'in Hz. Hatice'den olan Zeynep,
Rukayye ve Ümm-ü Külsüm isminde kızları vardı; fakat bunlar (bazı rivâyetlerin de değindiği gibi) küçük yaşta vefat etmişlerdir. Yani Peygamber'in hem üvey evlatlarının ismi Zeynep,
Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'dü, hem de kendi kızlarının; fakat kendi kızları fazla yaşamadan, küçük yaşta vefat etmişlerdir. Ebul'âs ve Osman ile evlenen kızlar ise Peygamber'in üvey evlatlarıdır
ve o zamanlar halk arasında üvey evlatlar da gerçek evlat gibi telakkî edildikleri için, söz konusu kızlar da sürekli Resulullah'ın kızları diye anılarak öyle meşhur olmuş ve sonrakiler onları Resulullah'ın kızları zannederek kaynaklara da daha çok o şekilde kaydetmişlerdir.
Bu rivâyetleri bu şekilde tevil etmekten başka bir çaremiz yoktur; aksi taktirde zikrettiğimiz çelişkilerle karşılaşmamız kaçınılmazdır.
OSMAN'IN RUKAYYE İLE EVLENMESİNE DÂİR
Resulullah'ın, üvey kızı Rukayye'yi Osman ile neden evlendirdiği hakkında bazı Ehl-i Sünnet kaynaklarında şu ipuçlarına rastlamaktayız.
"Rukayye fevkalde bir güzelliğe sahipti."[72]
"Bir kâhin Osman'a Resulullah'ın peygamberliğini haber vermesinin ardından, o Ebubebekir'e "Eğer (Peygamber) beni Rukayye ile evlendirirse Müslüman olurum" diye söz verdi."[73]
Demek oluyor ki Resulullah'ın Osman'ı Rukayye ile evlendirmesi, onu İslam'a ısındırma amacını taşıyordu.
Öte yandan bazı rivâyetler de şöyle diyor: "Sâ'd b. Muâz, Hz. Ali'ye (Resulullah'tan) Hz. Fâtıma'yı istemesini önerince Hz. Ali şu cevabı verdi: "Ben ne dünya metaından bir şeye sahibim..; ne altınım var ne de gümüşüm; ne de İslam'a ısındırılacak bir kâfirim ben; zira ilk Müslüman olan benim."[74]
Yine Esmâ bint-i Umeys aynı öneriyi Hz.Ali'ye götürdüğünde ona da benzer bir cevapla şöyle dedi: "Benim ne altınım var, ne de gümüşüm; dini sahih olmayan, İslam'ı şüpheli birisi de değilim (ki evlilik vasıtasıyla İslam'a ısındırılmam söz konusu olsun!!)[75]
Hz.Ali'nin bu sözünde, evlilikleri benzer gerekçelere dayanan kimselere deyinmesi söz konusudur.
Yine Hz.Ali'nin Hz. Fâtıma'yla evlenmesini anlatan bazı rivâyetlerde Resulullah'ın Hz.Ali'ye şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: "O (Fâtıma) senindir ey Ali; sen Deccâl değilsin."[76]
Bu hadiste de Hz. Fâtıma'yı önce isteyip de Resulullah'tan red cevabı alanlara açık bir gönderme olduğu için bazıları (İbn-i Sa'd ve Bezzâr gibi), hadiste bulunan "Leste" (değilsin) kelimesindeki zamirin şeklini "Lestu" (değilim) şeklinde değiştirerek,
"Sen deccâl değilsin" yerine, "Ben deccâl değilim" manası çıkarmış ve Allah Resulü'nün bu cümleyle önceden Hz. Ali'ye verdiği vaade sâdık kalıp kızını ona vereceğini vurgulamak istediğini iddia etmiş ve böylece birilerine yönelik olan göndermeyi ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Oysa bu çabaları da nafiledir; zira:
a)-Aynı rivâyeti Akilî söz konusu iddiaya yer bırakmayacak şekilde, şöyle nakletmiştir: Resulullah (s.a.a) Fâtıma'yı Hz. Ali'yle evlendirdiğinde Hz. Fâtıma'ya hitaben şöyle buyurdu: "Ben seni Deccâl olmayan birisiyle evlendirdim."[77]
Bu hadisin kelimelerindeki harekeleri değiştirmek mümkün olmadığı için, yukarıda verdiğimiz manadan başka bir mana çıkarmak mümkün değildir.
b)-Resulullah'ın önceden Hz. Ali'ye bu konuda vaadde bulunduğu iddiası da doğru değildir; zira eğer bu doğru olsaydı, Ömer ve Ebu Bekir Hz. Fâtıma'ya tâlip olduklarında, Allah Resulü onlara "Fatıma henüz küçüktür" cevabını vermez ve Hz. Ali'yle sözlü olduklarını söylerdi.
c)-Konuyla ilgili kaynakların bir çoğu, kendisine Hz. Fâtıma'yı istemesi bir çokları tarafından önerilmeden önce, Hz. Ali'nin (kendi tabiriyle) aklının ucundan bile böyle bir şeyin geçmediğini nakletmektedir. Durum böyle iken Resulullah'ın önceden Hz. Ali'ye söz verdiği iddiası doğru olabilir mi?!
Hadisin manasını bu tür soğuk te'villerle değiştiremeyeceğini anlayan İbn-i Hacer Askalânî, aynı sened ve aynı râviyle naklettiği hadisin son bölümünü ("Sen Deccâl değilsin" cümlesini) maalesef makaslayarak nakletmiştir.[78] Bu da onun ne kadar emânet ve insaf sahibi olduğunu yeterince gösteriyor!!
Bunu sadece o değil, daha niceleri ve nice yerlerde gerçekleştirmişlerdir ki yeri olmadığı için geçiyoruz.
BİR KAÇ ÖNEMLİ NOKTA
Son olarak birkaç nükteye değinip bu bahsi kapatmak istiyoruz:
1-Zikrettiğimiz bunca delile ve rivayetler arasındaki bunca çelişkiye rağmen bazılarının Zeynep Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ü Resulullah'ın gerçek kızları olarak göstermekte ısrarlı davrananların niyetinde belki de Hz. Ali'nin faziletlerine karşılık başkalarına fazilet üretmek yatmaktadır.
İşte bu yüzden görüyoruz ki 3. Halife Osman'a " Zun-nureyn" (iki nur sahibi) lakabını vermişlerdir. Oysa dünya kadınlarının efendisi ve Resulullah'ın gerçek kızı ve mübarek neslinin kaynağı olduğunda zerre kadar şüphe bulunmayan Hz. Fâtıma'nın kocası Hz. Ali'den benzer bir lakabı esirgemişlerdir nedense!!
2-Osman'ın Rukayye ve Ümm-ü Külsüm ile hiç de mutlu bir hayat yaşamadıklarını ve Osman'ın onlara karşı çeşitli eziyetlerde bulunduğunu kaynaklarda okuyoruz.[79]
3- Bütün bunlara rağmen, ikinci kız (Ümm-ü Külsüm) de vefat ettiğinde güyâ Allah Resulü'nün "Eğer on kızım olsaydı yine hepsini Osmân ile evlendirirdim"[80] buyurduğunu nakleden kaynaklar, söz konusu Hz. Ali (a.s) olunca şu utanç verici uydurma hadisi nakletmekte bir beis görmüyorlar:
Güyâ Hz. Ali (a.s), (Hz. Fatıma'yla evli olduğu halde) Ebu Cehl'in kızıyla evlenmeğe tâlip olmuş; bunu duyan Resulullah öfkeli bir şekilde minbere çıkarak bütün ashabın arasında
Hz. Ali'nin bu fiilini teşhir ederek onu kınamış ve "Ebu Tâlib oğlu eğer bunu yapmak istiyorsa benim kızımı boşamalıdır; zira Allah'ın düşmanının kızıyla, Allah'ın Resulü'nün kızı bir araya toplanmaz" buyurmuş; ardından da o sıralarda henüz müşrik olan Ebu-l As b. Rabi'nin (Zeyneb'in kocası) damatlığını övmüştü?![81]
Bu kıssayı uyduranlar bir çok yerin aksine burada Osman'ı neden unutmuş ve Peygamber'in methine onun yerine Ebu-l As'ı mezhar kılmışlardır acaba?! Belki de Hz. Ali'ye karşı müşrik birisinin övülmesi ona olan hicvi daha da belirginleştirir de ondan!!
4-Önceden de değindiğimiz gibi bu kızlardan bahseden Ehl-i Sünnet rivâyetleri, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün Ebu Leheb'in oğullarıyla evlenmelerinin üzerinde ısrarla dururken, yine ısrarla bu oğlanların,
kızlarla cinsel ilişkiye girmeden bakire olarak onları boşadıklarını ileri sürmektedirler. Halbuki kaynaklar buna engel olabilecek herhangi bir engelden bahsetmemiştir.
Fakat sıra Osman'a gelince durum değişiyor. O evlenir evlenmez cinsel ilişki gerçekleşiyor; hatta hanımı Habeşe'ye giderken gemide çocuk dahi düşürüyor!?
Allah hepimizi nefsimizin ve şeytanın şerrinden korusun.
22-Ed-Dürr-ül Mensûr, C.6, S.403-404, Lübâb-üt Te'vil, C.4, S.417, El-Câmiu Li-Ahkâm-il Kur'ân, C.20, S.222, Et-Tefsir-ül Kebir, C.32, S.132. Son iki kaynakta bu çocuğun Abdullah olduğu da kaydedilmiştir.
26-Bahr-ül Muhit , C.8, S.520, Feth-ul Kadir, C.5, S.503-504, Ed-Dürr-ül Mensûr, C.6, S.404. Fakat bu görüşün doğru olmadığı açıktır; zira hicretin ikinci yılında Bedir savaşında ölen Ebu Cehil, henüz İbrâhim dünyaya gelmeden kaç yıl önce vefat etmiştir. Bu da söz konusu şahsın Âs b. Vâil olduğunu ileri süren rivâyeti güçlendirmektedir.
68-Nazm-u Dürer-üs Sımtayn (Zerendi Hanefî), S.113-114, Maktel-ül Hârezmi, C.1, S.109, Menâkıb-ül Kâşî ( el yazma nüshası), S.72, Menâkıb (Abdullah Şâfiî ) (el yazma nüshası), S.50.
69-Yenâbi-ül Meveddet (Kunduzi-i Hanefî), S.255.
70-Bu cümlede Uhut savaşına işaret edilmektedir. Bilindiği gibi Uhut savaşında malum olayların ardından, ashabtan birkaç kişi hariç hemen hepsi, Resulullah'ı meydanda yalnız bırakarak kaçmış,
sonradan Resulullah'ın hayatta olduğunu öğrenince bir çoğu geri dönmüştü. Fakat Allah-u Teâlâ yinede onları affetmişti. Osman ise savaştan üç gün sonra Medine'ye geri dönmüş ve Resulullah ona "Amma da uzun gittin!" diyerek târizde bulunmuştu.
79-Bu konuda geniş ve kaynaklara dayanan bilgiler edinmek isteyenler, Allame Seyyid Cafer Murtaza Amili'nin "Es-Sahih-u Min Siret-in Nebiyy-il A'zam" kitabına (C.4, S.12 ila 18) müracaat edebilirler.
81-Bu konuda iki büyük âlim (Allame Seyyid Cafer Murtaza Amili ve Allame Seyyid Ali Hüseynî-i Milânî) çok geniş bir araştırma yaparak, söz konusu rivayeti, hem senet, hem de muhteva açısından güçlü ve sağlam delillerle (özellikle Sünnî kaynaklara dayanarak) çürütmüşlerdir. Bu konuda Şu kaynaklara bakılabilir:
Es-Sahih-u Min Siret-in Nebiyy-il A'zam, C.4, S.53 ila 61 ve Er-Resâil-ül Aşr (On Risâle), 6. Risâle. Soru-7 :Takiyyeyle ilgili bir sorunun cevabında beş türlü takiyyeden bahsedildi;
peki neden İmam Hüseyin, yirmi-otuz bin kişilik orduya karşı KERBELA'da takiyye yapmadı da İmam Hasan Muaviye'ye karşı (kuvvetler denk olmasına rağmen) kılıcını kınına koydu ve savaşmadı. Vereceğiniz cevap için önceden teşekkür ediyorum...
Bismillahirrahmanirrahim.
Muhterem kardeşim, selamun aleykum!
Cevap-7 : : Takıyye, insanın canını ve malını zalimlere karşı koruması için din çerçevesinde konulmuş bir hükümdür. Bu hüküm bir çok diğer ibadi vb. hükümlere göre öncelik taşımasına rağmen bu hükümden daha önemli hükümler de dinde vardır. Buna göre, canı ve malı korumaktan daha önemli bir mükellefiyet söz konusu olduğunda artık takiyyeye yer kalmaz.
Örneğin dinin temeli tehlikeye düşer ve dinin korunması için kişinin, hakkı açıkça söylemesi veya kıyam etmesi gerekirse, o zaman takıyye meşru olmaz ve dini korumak kendi canını tehlikeye atmayı gerektirse bile kişinin bu yolda hareket etmesi farz olur. Önceki yazılarımızda da işaret edildiği gibi böyle bir durumda takıyye haram olur.
Ehl-i Beyt Mektebinin ünlü fakihlerinden olan Muhammed Hasan Necefi, Hz. Hüseyin'in kıyamını fıkhi açıdan tahlil ederken söyle diyor: "....Üstelik, Ceddi Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve alihi)'in din ve şeraitinin korunması ve Yezit ve çevresinin kafir olduklarını tüm ümmete bildirebilmesi bu kıyamına bağlıydı." (Bkz. Cevahir'ul-Kelam, C.21, S.296)
Ancak burada başka bir soruyla karşılaşmaktayız, o da, dinin tehlike de olup olmadığını anlamak için başvurulacak ölçü nedir? Acaba bu konuda herkesin kendi teşhisi yeterli midir?
Bu sorunun cevabında şunu söyleyebiliriz ki, bu konuda şahısların kendi teşhisleri geçerli olmasa da, kesin olan şu ki, en azından Müslümanların önderi ve imamı konumunda olan, Allah tarafından gönderilmiş ve belirlenmiş olan peygamberler ve masum imamların teşhisleri, kendileri ve o dönemde olanlar için bağlayıcıdır.
Bu yüzden Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi masum bir imam, bir dönemin kıyam veya takıyye dönemi olduğunu belirledikten sonra, onun teşhisi sayesinde artık Müslümanların vazifelerini belirlemiş olur.
Bu sorunun cevabının diğer boyutlarının da açıklık kazanması için şu noktalara dikkat etmek gerekir:
a)- Ehl-i Beyt Mektebindeki İmamet Anlayışı: Ehl-i Beyt mektebinde Ehl-i Beyt İmamları Allah tarafından belirlenmiş masum ve vehbi ilimlere sahip kişilerdir Onlar, hiçbir hareketlerinde Allah'ın emirlerinden bir kıl payı bile çıkmazlar.
Bize onlara uymak ve onların emirlerine teslim olmak emredilmiştir; hatta imanlı olup olmadığımızın en önemli ölçülerinden biri, onlara kayıtsız şartsız tabi olup olmamamızla belli olur. Esasen Peygamber'e ve masum imamlara bu kayıtsız şartsız itaat,
tevhid inancından sonra dinin bize öğrettiği en önemli emirdir. Diğer emirler Allah-u Teala'nın iradesi gereği ancak bunun çerçevesinde anlam kazanır ve kabul olur.
Bizler zayıf aklımızla onların davranışlarının hikmetini anlasak da anlamasak da bu böyledir. Bu konunun daha iyi anlaşılması için aşağıdaki ayet ve hadislere dikkat edin:
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Rabbine and olsun ki, kendi aralarında çıkan ihtilaflı konularda seni hakem kılıp sonra da senin verdiğin hükme hiçbir sıkıntı duymaksızın tam manasıyla kabullenmedikçe, iman etmiş olamazlar." (Nisa: 65)
Ehl-i Beyt İmamlarından gelen sahih hadislerde şöyle nakledilmiştir: "Bilin ki, eğer bir adam geceleri ibadetle, gündüzleri oruçla geçirir, tüm malını Allah yolunda sadaka verir ve ömür boyunca her yıl hacca gider de Allah'ın velisinin velayetini tanımaz;
onun velayetini kabul etmez ve tüm amelleri onun kılavuzluğu ile olmazsa yaptığı amellerin mükafatı konusunda Allah'a bir hakkı olmaz ve iman ehlinden de sayılmaz". (El-Kafi, C.2, S.18, Vesail-uş Şia, C.18, S.44)
Diğer bir hadiste şöyle yer almıştır: "İblis Adem (a.s)'a secde etmeğe emredildiğinde Allah'tan istedi ki "Beni bu emrini yerini getirerek Adem'e secde etmekten mazur gör; bundan sonra sana öyle bir ibadet edeyim ki hiçbir mukarreb melek sana öyle bir ibadet etmemiş olsun. Bunun üzerine Allah-u Teala tarafından hitap geldi ki, senin ibadetine ihtiyacım yoktur.
" Demek ki Allah-u Teala kendisine kulluk etmeği ve ona tapmayı, ancak kendi Peygamberine ve yeryüzündeki halifesine boyun eğmek, ona itaat etmeğe bağlı kılmıştır. Bu yüzden Allah, başka türlü bir ibadeti, insan kendisini onun için çok fazla yorsa da kabul etmez.
Kısacası Ehl-i Beyt mektebine göre Peygamber (s.a.a)'in ve onun Ehl-i Beyt'inin yaptıkları işlere tam bir teslimiyet göstermeyen ve o işlere itirazda bulunan ve kendinden aksi görüşler ortaya koyan kimseler,
gerçek manada Peygamber ve Ehl-i Beyt'ini tanımayan zayıf imanlı ve bazen imandan yoksun kimselerdir. Örneğin Peygamber'in Hudeybiye sulhunu yapması veya muta haccını kanunlaştırması veya kendinden sonra ümmetinin hali için bir vasiyet yazdırmak istemesi vb. olaylarda Peygamber'in görüsüne karşı görüşler ortaya koyanlar ve
Peygamber'e itiraz edenler bu grup insanlardan sayılırlar. Çünkü Peygamber'in Peygamberliği kesin delil ile, örneğin mucize ile bize ispatlandıktan sonra böyle bir itiraz gerçekte Allah'a karşı itiraz sayılır ve cehaletin alametidir.
Ehl-i Beyt İmamlarının hayatında olan ve bizlerin basit bir düşünceyle onları yorumlamakta zorluk çektiğimiz gerçeklerin şu veya bu şekilde Peygamberlerin hayatında da olduğu kesindir; bizlere düşen bunların hikmetini anlamaya çalışmanın yanı sıra, her halükarda onlara uymak ve itaat etmekten başka bir şey değildir. Buna bazı örnekler verelim:
1. Allah Teala, Hz. Ibrahim'in ailesinden ve soyundan çok sayıda Peygamber göndermiştir. Hz. İbrahim ve iki oğlu İshak ve İsmail İshak'ın oğlu Yakup, Yakub'un oğlu Yusuf hepsi peygamberdirler. Hatta Kur'an'da ismi geçen diğer bir çok peygamber de aynı soydan ve ailedendir.
Kur'an-ı Kerim "Birbirinden gelen bir soydur" diye nitelendirmiştir. Aynı durum Peygamber'in Ehl-i Beyti için de söz konusudur.
2. Hz. İsa (a.s) çok fakirce bir hayat yasadığı, hatta barınacak bir evinin olmadığı ve kuru toprağın üzerinde yattığı ve insanları dünyaya karşı zahit olmaya davet ettiği bellidir; ama diğer yandan büyük bir Peygamber olan Hz Süleyman bir sultan olarak yaşamış ve bir sultana layık olan tüm ihtişamı taşımıştır.
3. Hz Yusuf, bir peygamber olarak kafir olan Mısır'ın Padişah'ına vezir olmayı kabul etmiştir. Hatta böyle bir görev için kendini aday göstermiştir. Kısacası biz bu gibi konularda, Peygamberler ve onların masum olan varislerinin tutumlarının hikmet ve felsefesini anlasak da anlamasak da onları kabul etmek ve uymakla yükümlüyüz.
Peygamber (s.a.a): "Hasan ve Hüseyin iki imamdır; ister kıyam etsinler ve isterse kıyam etmeyip otursunlar" diye buyurmuştur. Keza "Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridirler." Bu vb. hadisler bize sahih olarak ulaştıktan ve özellikle onları masum imamlar olarak kabullendikten sonra onların davranışlarındaki hikmeti barış ve savaşlarının felsefesini, anlasak da anlamasak da her halükarda onlara uymaya ve imam kabul etmeye mükellefiz.
İşte bu cevaba işaretle büyük fakih Muhammed Hasan Necefi, Cevahir'ul-Kelam adlı eserinde söyle diyor: "Hz. Hüseyn'in kıyamına gelince bu kıyam ilahi sırlardan bir sır ve gizli ilimlerden bir ilimdir.
" Sonra birkaç fıkhi açıklamaya yer veriyor ve söyle devam ediyor: "Üstelik İmam'ın özel bir mükellefiyeti söz konusudur. O özel mükellefiyetini yerine getirmek için hareket etmiş ve o emri kabul etmiştir. İmam hatadan uzak olduğu için onun söz ve işlerinde itirazın anlamı yoktur.
b)- Neden Hz. Hasan Barıştı ve Hz. Hüseyin Kıyam Etti? Neden Hz. Hasan'ın barışıp ve Hz. Hüseyin'in barışmadığını anlamak için, ilk önce bu iki hidayet imamının barış ve kıyamlarının iki dönemde gerçekleştiğine ve bu iki dönemin birbirinden tamamen farklı olduğuna dikkat etmek gerekir.
Muaviye'nin kendi döneminde İslam adına işlediği cinayetler ve İslam'ı yıkmak için yaptığı faaliyetler, burada sıralanıp yazılmayacak derecede çoktur. Biz bunlardan bir kaçına kısaca değinmekle yetinmek istiyoruz:
1. Müslümanların hak halifesi olan Hz. Ali'ye karsı başkaldırmak ve binlerce Müslüman'ın ölümüne sebep olmak.
2. Hz. Ali'ye karşı alenen minberlerde lanet okutmak,
3. Hucr b. Adiy gibi büyük şahsiyetleri sırf Hz. Ali'ye olan sevgileri için katletmek.
4. Dinde bir çok bidat ve hurafe çıkarmak.
5. Oğlu Yezid'i kendisinden sonra halife ilan ederek ona insanlardan biat almak, Ve bunun bir ilahi takdir olduğunu ilan etmek.
6. Hz. Muhammed (s.a.a)'in isminin tamamen yok edilmesini kendisine bir hedef olarak seçmek.
Ama tüm bunlara rağmen Muaviye gerçek yüzünü gizleyerek kendisini din taraftarı gösteriyor ve asla dine karşı olduğunu ortaya koymuyordu. Müslümanların çoğu ve özellikle Şam halkı da onun gerçekte Peygamber'in sahabesi ve bir yakını olarak destekliyordu.
İşte böyle bir dönemde birinin çıkıp da ben İslam'ı tatbik etmek istiyorum, onun için kıyam ederek Muaviye'ye karşı gelecek olduğunu ilan edecek olsaydı ve sonra da onun bu kıyamı sonuçsuz kalsaydı, bu kıyamın Müslümanların bilinçlenmesinde bir etkisi olmaz ve halk o kıyam edeni suçlar ve onun kendine makam elde etmek için başkaldırdığını ileri sürerlerdi
ve onun kıyamı kendi canının ve dostlarının canını tehlikeye düşürmekten başka bir işe yaramazdı. Oysa böyle bir ortamda sağlığını koruyarak çeşitli vesilelerle Müslümanların bilinçlenmesi için çaba göstermesi mümkündür. Ancak Yezid'in dönemi tamamen farklıydı.
Çünkü Yezid alenen İslam hükümlerini çiğniyor, açıkça şarap içiyor, maymun oynatıyor ve asla babası gibi kendisini imanlı biri olarak göstermeğe çalışmıyordu.
Böyle birisinin Peygamber'in halifesi olamaya layık olmadığı en basit düşünceye sahip Müslümanlarca bile kolayca biliniyordu. Yani Yezid'in döneminde Müslümanların bilinç yetersizliği yoktu; sadece dinlerini müdafaa için cesaret yetersizliği vardı; herkes can ve malları tehlikeye düşmesin diye susmuş ve bir şey söylemiyor,
ama Yezid'in mahiyetini iyice biliyordu. Böyle bir durumda her şey bir ilahi kıyam için hazırdı. Daha doğrusu müslümanların hak yoldan sapmamasının tek çaresi böyle bir kıyamdı. Bu kıyam sayesinde ümmette kaybolan yiğitlik ve şehadet ruhu yeniden dirilecek ve herkes, içinde bulunduğu bana necilikten kurtulacaktı. İşte böyle bir durumda Hz. Hüseyin (a.s) diyor ki:
"Ey insanlar, Resulullah buyurmuştur ki, "Her kim Allah'ın haramını helal bilen, ahdini bozan, Resulü'nün sünnetine muhalif olan, kulları arasında günah ve haksızlık yapan zalim bir yönetici görür, ameli ve sözüyle ona karşı muhalefet etmezse, Allah-u Teâla böyle bir adamı, o zalimi sokacağı yere (cehennem'e) sokar.
Ey insanlar, bilin ki bunlar (Yezid ve yardımcıları) Allah'ın itaatini terk edip Seytan'ın itaatine sarıldılar. Fesadı yayıp ilahi sınırları tatil ettiler. Fey'î (ganimeti) kendilerine ayırdılar. Allah'ın haramını helal, helalini da haram ettiler; (emr ve nehiylerini değiştirdiler.)"
Yine şöyle buyuruyor: "Allah'ım, sen de biliyorsun ki bizim kıyamımız, saltanat hevesiyle veya dünya malına düşkünlüğümüz dolayısıyla değildir. Amacımız, senin dininin alametlerini canlandırıp,
egemen kılmak, sana ait olan şu yeryüzünü ıslah edip her yerde huzur ve güvenliği sağlamak, zulme uğrayan kullarını zalimlerin şerrinden kurtarmak ve senin farzlarını, sünnetlerini ve emirlerini uygulamaktır." (Tuhef'ul-Ukul, s. 243)
Yine buyuruyor ki, "Eğer ceddim Muhammed'in dini sadece benim şehadetimle ayakta kalacaksa ben ölüme hazırım."
Kısacası, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, değişik şartlarda, ilahi görevleri gereği iki değişik yönteme başvurmuşlardır. Bu yöntemleri, en ufak teferruatına kadar Peygamberler'in hareketinde olduğu gibi kendi şahsi görüşleri gereği değil doğrudan Allah'tan aldıkları ilimleriyle ve Peygamber'den kendilerine ulaşan özel vasiyet çerçevesinde takip etmişlerdir.
Hatta Hz. Hasan'ın barışı, Hz. Huseyin'in kıyamına zemin hazırlamıştır. Evet tek cümlede özetlemek istersek, Hz. Hasan Hz. Hüseyin'in döneminde olsaydı, aynen Hz. Hüseyin gibi kiyam ederdi; Hz. Hüseyin de Hz Hasan'ın döneminde olsaydı Hz. Hasan'ın tavrını izlerdi. Vesselam...
-------------------------- Soru-8 : Aşura günü hakkında bize biraz bilgi verir misiniz? Caferiler, Müslümanlar arasında bu günde Hz. İman Hüseyin (a.s) ve yarenlerinin şehadet günü olduğu hasebiyle yas merasimleri düzenleniyor.
Ehl-i Sünnet içerisinde ise bugün mübarek bir gün olarak biliniyor. Bu günde özel bir takım ameller yapılıyor. Oruç tutuluyor vs. Bu günün ve onda yapılan amellerin faziletinde bir sürü hadisler naklediliyor.
Bu gün onlar arasında adeta dini bir bayram ve şenlik havasında geçiyor. Bu ikisinden hangisi doğrudur acaba? Bunu delilleriyle birlikte bize açıklar mısınız?
AŞURA GÜNÜ HAKKINDA
Cevap-8 : Muhterem kardeşim, sorunuzun cevabında biz bu konuyu iki açıdan incelemeye çalışacağız; evvela Allah Resulü'nün pak ve tertemiz Ehlibeyti'nin bu konudaki görüşlerine yer vereceğiz; daha sonra da Ehl-i Sünnet kaynaklarında bu konuda ortaya konulan görüş ve rivayetleri mercek altına alacağız.
Evet aşağıda Resulullah'ın (s.a.a) bizlere emanet olarak bıraktığı, temizlik ve taharetlerine Kur'an'ın şehadet ettiği Ehlibeyt İmamlarından gelen sahih hadisler ve Ehlibeyt mektebinin temel kaynakları ışığında, Aşura günü mu'min bir kimsenin ne yapması gerektiği hususunda nakledilen bazı rivayetleri açıklamaya çalışacağız.
Bizce bu, Ehlibeyt'in İslam'daki yeri ve konumu hakkında sağlam ve Kur'an ve Sünnet'e dayanan bir inanca sahip samimi bir kimse için delil ve hüccet olarak yeterlidir.
Ehlibeyt Mektebinin büyük alimlerinden olan Merhum Şeyh Müfid şöyle diyor: "Muharrem ayının onuncu gününde Hz. Hüseyin (a.s) şehit edilmiştir. İmam Cafer-i Sadık'tan gelen rivayetler gereğince bu günde neşeden uzak durmak,
yas merasimleri düzenlemek ve öğle oluncaya kadar bir şey yiyip içmemek ve öğleden sonra, sadece yaslı insanların yediği içtiği miktarda bir şeyler yemek gerekir."[1]
Ehlibeyt Mektebinin en büyük hadisçilerinden olan Şeyh Saduk İmam Rıza (a.s)'ın şöyle buyurduğunu nakleder:
"Aşura gününü kendisine hüzün ve musibet ve ağlama günü yapan kimseye, Allah kıyamet gününü sevinç ve neşe günü kılar."[2]
Şeyh Saduk kendi senediyle İlelu'ş-Şerayi ve Emali kitaplarında Cibille-i Mekkiye'den şöyle nakleder:
"Hz. Ali (a.s)'ın sır dostlarından olan Meysem Temmar'dan şöyle nakleder: Allah'a yemin olsun ki bu ümmet kendi peygamberlerinin torununu Muharrem ayının onuncu günü öldürecekler ve Allah'ın düşmanları o günü bereket günü yapacaklar. Bu iş Allah'ın ilminde geçmiş kesin kazalardandır. Hz. Ali'nin bana öğrettiği ilim üzere ben bundan haberdar oldum.
Hz. Ali bana bildirdi ki tüm yaratıklar hatta çölün yırtıcı hayvanları, denizdeki balıklar ve gökte uçan kuşlar bile Peygamber'in torununa ağlayacaktır.
Güneş, ay, yıldızlar, gök, yer, insan ve cinlerin mü'min olanları göklerdeki tüm melekler, Rıdvan (cennetin koruyucusu melek) ve Malik (cehennem meleği), tüm koruyucu melekler, gök ve arşı koruyan meleklerin hepsi Hüseyin'e ağlayacaklar.
Sonra Meysem şöyle dedi: Allah'a ortak koşanlara, Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilere Allah'ın laneti gerekli olduğu gibi Hz. Hüseyin'i öldürenlere de bu lanet gerekli olmuştur.
Cibille diyor ki Meysem'e "Nasıl halk Hz. Hüseyin'in şahadet gününü bereket günü bileceklerdir?" diye sordum.
Meysem bu soruya karşılık ağlayarak şöyle dedi:
Kendileri uydurdukları bir hadis gereğince Aşura gününün Hz. Adem'in tövbesinin kabul olduğu gün olduğunu söyleyecekler; oysa Hz. Adem'in tövbesi Zilhicce ayında kabul olunmuştur.
Yine onlar Aşura gününde Yüce Allah'ın Hz. Davud'un tövbesini kabul ettiğini söyleyecekler; oysa Davud'un tövbesi de Zilhicce ayında kabul olmuştur.
Onlar bu günde Allah'ın Hz. Yunus'u balığın karnından kurtardığını söyleyecekler; oysa Allah-u Teala Hz. Yunus'u Zilkaade ayında balığın karnından çıkarmıştır.
Onlar Aşura gününde Hz. Nuh'un gemisinin sahile yanaştığını söyleyecekler; oysa bu Zilhicce ayının 18. günü vuku bulmuştur. Onlar bu günde Beni İsrail'in kurtulması için ırmağın Allah tarafından Hz. Musa (a.s) için yarıldığını söyleyecekler; oysa bu Rebiulevvel ayında gerçekleşmiştir...."
Ehlibeyt mektebinin kaynaklarında çeşitli senetlerle İmam Muhammed Bakır (a.s)'dan nakledilen ve Ehlibeyt dostlarınca sürekli okunan Aşura Ziyareti duasında şu cümleler yer almaktadır:
"Allah'ım bu Aşura günü Ümeyye oğulları ve ciğer yiyen kadının oğlu tarafından kutlu ve mübarek bir gün olarak bilinir.... Bugün Ziyad oğullarının ve Mervan oğullarının Hz. Hüseyin'i (Allah'ın selamı ona olsun) öldürdükleri için sevindiği bir gündür. Allah'ım onlara olan lanet ve azabını iki kat eyle...."
OLAYIN SÜNNİ KAYNAKLAR AÇISINDAN İNCELENİŞİ
Muhterem kardeşim, buraya kadar konuyu kısaca Ehlibeyt kaynakları açısından incelemeye çalıştık. Bu bölümde bu meseleyi Sünni kaynaklar açısından da kısaca incelemeye çalışacağız. Önce bu günde tutulan oruç meselesine bir göz atalım.
Ehl-i Sünnet kaynaklarında bu konuda değişik nakiller ve rivayetler nakledilmiştir. Mesela bazısında diyor ki: "Allah Resulü (s.a.a) Medine'ye geldiğinde ve henüz Ramazan orucu farz kılınmadığı bir sırada, Yahudilerin Muharrem'in onu olan Aşura gününü oruç tuttuklarını gördü.
Bunun sebebini sorunca, şöyle dediler: "Bu yüce bir gündür; bu günde Allah Musa ve kavmini kurtarmış ve Fıravun ve kavmini suda boğarak (helak etmiştir).
" Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) "Ben Musa'ya siz (Yahudilerden) daha evla ve onun orucunu tutmaya sizden daha layığım." diyerek hem kendisi o günün orucunu tutmaya başladı, hem de (Müslümanlara) o gün de oruç tutmalarını emretti."[3]
Yine Aişe'ye dayandırılarak şöyle nakledilmiştir: "Cahiliyet zamanında Kureyşliler Aşura gününü oruç tutuyorlardı. Resulullah da onlar gibi o günü oruç tutuyordu.
Medine'ye hicret ettikten sonra da hem kendisi tutmaya devam etti hem de başkalarına bunu emretti. Fakat Ramazan orucu farz kılındığında buyurdu ki "Artık isteyen bu günün orucunu tutar, istemeyen terk eder."[4]
Sahih-i Müslim ve diğer bazı kaynaklarda Resulullah'ın Aşura gününde vefatından bir sene öncesine kadar oruç tuttuğu da nakledilmiştir. [5]
Bize göre bu rivayetler muteber ve güvenilir rivayetler değildir. Buna bir çok delil zikredebiliriz. Ancak söz uzamasın diye bazılarına, hem de kısaca değinmekle yetiniyoruz (Akıllıya işaret yeterlidir):
1- Her şeyden önce bu rivayetlerin senetlerinde problem var; çünkü rical kitaplarına müracaat edip bu senetlerdeki ravileri araştıran herkes onların çoğunun şaibeli ve türlü türlü ithamlara maruz kalan kimseler olduklarını açıkça görür.
Kaldı ki ravilerden bazısı hicretten yıllar sonra Medine'ye gelmiştir. Ebu Musa Eş'ari gibi, bazısı hicret zamanında daha küçücük bir tıfıldı, İbn-i Zübeyr gibi;
bazısı da hicretten yıllar sonra Müslüman olmuştur, Muaviye gibi. Böyle bir durumda bu ravilerin Resulullah'la ilgili hicret öncesi, hatta İslam öncesi olayları bizzat görüp nakletmeleri nasıl düşünülebilir?!
2- Bu rivayetler arasında bir sürü çelişki söz konusudur. Örneğin birisinde Allah Resulü'nün Medine'de Yahudilere uyarak Aşura gününü oruç tutmaya başladığı söyleniyor; bir diğerinde, Resulullah'ın da müşrikler gibi cahiliyet zamanından beri Aşura gününü oruç tuttuğunu iddia ediyor.
Yine birisinde Aşura orucunu Ramazan orucu farz kılındıktan sonra terk ettiğini söylüyor; diğer birisinde ise şöyle deniyor: "Resulullah (s.a.a) Aşura gününü oruç tuttuğunda,
O'na dendi ki "Bu Yahudilerin değer verdiği bir gündür." Bunu duyan Allah Resulü de artık gelecek yıldan itibaren (Muharrem'in) dokuzuncu gününü oruç tutma sözü verdi;
ama gelecek yıl gelip çatmadan Resulullah vefat etti."[6] Gördüğünüz gibi bir rivayete göre Yahudilere uyarak oruç tutmaya başlıyor; diğerine göre ise tam tersine onlara muhalefet olsun diye, artık onuncu günü değil dokuzuncu günü oruç tutmaya karar veriyor, ama ecel mühlet vermiyor!
Bu rivayetleri araştırıp karşılaştıran herkes, bunlar gibi daha nice tenakuz ve çelişkileri tespit edebilir ki biz bu kadarıyla yetiniyoruz.
3- Yukarıda naklettiğimiz birinci rivayete bakarsak, bu rivayete göre Resulullah kardeşi Hz. Musa'nın sünnetini bilmiyordu ve bunu Yahudilerden öğrenmiş ve onlara uymuştutur!!
Oysa Allah Resulü geçmiş peygamberlerin öğreti ve Sünnetlerini herkesten daha iyi biliyordu. Öyle olmasaydı son Peygamber olmasının, en üstün peygamber olmasının ne anlamı olurdu?!
Bunu maalesef sadece burada söylemiyor ve "Resulullah kendisine emredilmeyen konularda Kitap Ehli'ne uymayı seviyordu." diyerek işi daha ileri boyutlara taşıyorlar.
Halbuki aynı kaynaklar, Allah Resulü'nün özellikle Yahudiler ve onlara taklit etme hususunda son derece hassas olduğunu da nakletmektedirler.
Örneğin ezandan önce (güya) Yahudilerin borusu gibi boru çalınmasını veya Hıristiyanların çanından çalınmasını önerenlere muhalefet ederek kabul etmediğini, Yahudi ve Hıristiyanlara muhalefet etmek için Müslümanlara saç sakallarını boyamalarını emrettiğini,
kadınla muamele konusunda Yahudilerin tam tersini uyguladığını ve kısacası İslam'da onları taklit etmekten Müslümanları sakındırdığını nakleden yine onlardır![7]
Doğru olan da zaten budur. Zira kaynakların nakline göre Allah Resulü Yahudilere karşı bu sert tavrını öyle bir boyuta vardırmıştı ki Onlar: "Bu adam bize ait muhalefet etmediği hiçbir şey bırakmadı !" diyorlardı.[8]
İbn-ül Hac kitabında şöyle yazıyor: "Allah Resulü (s.a.a) hiçbir konuda Kitap Ehli'yle mutabık kalmayı sevmezdi; öyle ki Yahudiler dediler ki "Muhammed, bizimle muhalefet etmediği hiçbir şeyimizi bırakmadı."[9]
Ehl sünnet kaynaklarında şu hadis de nakledilmiştir: "Kim bir kavime kendini benzetirse, onlardan sayılır."[10]
4- Aşura kelimesinin Muharrem'in onuncu gününe denilmesi, Hz. Hüseyin, Ehlibeyt'i ve ashabı Kerbela'da şehit düşüp, Ehlibeyt İmamları ve taraftarları tarafından yas ve anma merasimleri düzenlenmeğe başlandıktan sonra meşhur olmuş
ve ondan önce tanınan ve yaygın olan bir isim değildi. Lügat alimleri de bunu açıkça zikretmişlerdir. Örneğin meşhur lügatçi İbn-i Esir şöyle yazıyor: "Aşura İslami bir isimdir."(Yani İslam'dan sonra kullanılmıştır.)[11]
Bir başka lügatçi olan İbn-i Düreyd ise şöyle kaydetmektedir: "Aşura İslami bir isimdir ve cahiliyet zamanında tanınmıyordu."[12]
5- Aslında Yahudi kaynaklardan haberdar olan her münsif insan Yahudi şeraitinde Aşura orucu diye bir şeyin esastan olmadığını ve Yahudilerin ne eskiden ve ne de şimdi bu günü oruç tutmadığını görür. Yani bu konuda hiçbir belge elde bulunmamaktadır.
Bu konuda üzerinde durulması gereken bir diğer husus, Aşura gününde vuku bulduğu söylenen önemli tarihi olaylardır. Bazı Sünni kaynaklar bu konuda o kadar ileri gitmişlerdir ki tarihte vuku bulan en önemli ve meşhur olayların hemen hepsinin Aşura gününde vuku bulduğunu söylemektedirler.
Hatta Resulullah'ın hicret ve doğum günlerinin dahi bu günde vuku bulduğunu kaydeden kaynaklar var!![13] Oysa bunların Rebiülevvel ayında vuku bulduğunu, tarihten az buçuk haberi olan her münsif insan kabul etmektedir.
5
SORU CEVAP BANKASI SORU CEVAP BANKASI
Bize göre bu olayda da yine Aşura cinayetini ört bas etmek isteyen Emevilerin parmağı vardır. Bunu, yukarıda Meysem-i Tammar'dan naklettiğimiz hadis açıkça teyid etmektedir.
Yine Aşura kavramının İslami bir terim olduğunu ve İslam öncesi bu kelimenin tanınmadığını meşhur lügat alimlerinden size nakletmiştik. Ayrıca bu rivayetlerin çoğunun uydurma olduğunu bizzat Ehl-i Sünnet'in bir kısım rical alimleri de kabul etmektedir.
Bu konuda örneğin şu kaynaklara müracaat edebilirsiniz: El-Lial-il Masnua Fil-Ehadis-il Mevdua, C.1, S.108 ila 116, Tezkiret-ül Mevduat, S.118, Es-Siret-ül Halebiyye, C.2, S.134.
Son olarak Ümeyyeoğulları'nın Aşura günüyle ilgili tutumları ve uygulamalarıyla ilgili iki tarihi belgeyi de aktararak noktalamak istiyoruz.
Meşhur filozof ve tarihçi Ebu Reyhan Biruni "El-Asar-ül Bakiye" isimli kitabında şöyle yazıyor: "Ümeyyeoğulları (Hz. Hüseyn'i öldürdükten sonra) Aşura günlerinde yeni elbiseler giyiyor, süsleniyor, sürmeleniyor ve bayram yapıyorlardı.
Bu günde ziyafetler verip güzel yemekler ve tatlılar yapıp dağıtıyorlardı. Bu onların saltanatları boyunca devam edip bir gelenek haline dönüştü ve böylece onlardan sonra da Ehl-i Sünnet içerisinde devam etti… Ama Şiiler bu günde Hz. Hüseyn'in şehadeti münasebetiyle ağıtlar yakıp ağlıyorlar…"[14]
Meşhur Sünni tarihçi Makrizi "El-Hutat" isimli eserinde şöyle yazıyor: "Mısırdaki Ali taraftarları (Fatımiler), Aşura günlerini yas ve hüzün günü olarak bilip o günde pazarları tatil ediyorlardı.
Onların devleti yıkılıp yerine Eyyübi sultanları iş başına geldiklerinde, onların tam aksine Aşura günlerini sevinç ve neşe gününe dönüştürerek, bu günde aile ve dostlarına ziyafetler vermeye,
hamama gitmeye ve süslenmeye başladılar. Bu vesileyle esasında Şamlıların Haccac-ı Zalim zamanından itibaren başlayan adetlerini, Şia'ya inat devam ettirmeyi amaçladılar…
Sonra şöyle devam ediyor Makrizi: "Biz kendimiz bizzat Eyyubilerin, Aşura günlerinde yaptıkları sevinç gösterilerinin kalıntılarını gözlerimizle gördük."[15]
Aslında bugün, Aşura günlerinde "Aşure" diye bilinen tatlının pişirilip dağıtılmasının da biz Emevilerden kalan bir adet olduğunu tahmin ediyoruz. Vesselam…
--------------------------------------------------- Soru-9 : Vaka-i Hırre ile ilgili detaylı bilgi -özellikle isimlerin geçtiği şekliyle-yazarsanız sevinirim. Zira Peygamber şehrini yağmalayıp, binlerce kadını kirleten ve bizlerin belki de
(R.Anhüm) ile yadettiği sahte sahabiler kimler; kayıtta olanlardan birkaç ünlüsünü (en azından bizlerin yakından tanıdığı) belirtirseniz memnun olurum.
Bismillahirrahmanirrahim
Cevap-9 : Muhterem kardeşim, bu olay tarihlerde kısaca şöyle nakledilmiştir:
"Medine halkının ileri gelenlerinden bir gurup, Yezid'in daveti üzerine, onunla yakından tanışmak için Şam'a gitmiş ve orada onun pisliklerini yakından ve açık bir şekilde görmüş,
Yezid'in kendilerine gösterdiği saygı ve hürmete ve yaptığı büyük bağışlara rağmen, geri döndüklerinde, onun adilik ve pisliklerini insanlara anlatmaktan çekinmemiş ve halkı onun aleyhine ayaklanmaya davet etmişlerdi
ve bunların başında Abdullah İbn-i Hanzala vardı. Böylece Medineliler Abdullah'ın etrafına toplanarak, o'na biat ettiler sonra da Yezid ve Ümeyye oğullarına karşı kıyam ettiler.
Önce Medine'de bulunan Ümeyye oğullarına mensup kişileri (ki bunların başında Mervân bin Hakem vardı) göz altına aldılar. Daha sonra Yezid'in ordusuna yardım etmeme şartıyla onlarla anlaşıp öldürmelerinde vazgeçerek Medine'den dışarıya çıkardılar.
Fakat onlar her zamanki gibi yine kalleşlik yapıp yolda Yezid tarafından isyanı bastırmak için Medine'ye doğru yola çıkarılan müfrezeye katıldılar. Bu müfrezenin başında ise gaddarlığı ve alimliğiyle ünlü Müslim bin Akabe bardı.
Yezid ona şu direktifi vermişti: "Medine'ye vardığında onlara üç gün isyanlarından dönmek için muhlet ver. Eğer vazgeçmezlerse onlarla savaşıp üç gün askerlerine Medine'lilerin malları,
canları ve ırzlarını mübah kıl . İstediklerini yapsınlar." Onlar da aynı şeyi en vahşi, en gaddarca şekliyle uyguladılar. Savaş ağırlıklı olarak Medine'nin
"Hırre" bölgesinde vuku bulduğu için, "Vakı'a-yı Hırre" diye meşhur olmuştur. Bu olayda binlerce insan vahşice katledilmiş, binlerce Medineli kadın kirletilmiştir.
Öyle ki o yıl binden fazla kadının babası belli olmayan çocuk doğurduğunu tarihler yazmaktadır. Yezid'in safında yer alıp bu olaya katılan ve sahabi olarak tanınan birisi Mervan b. Hakem'dir.[1]
Aziz kardeşim, bu olayda asıl üzerinde düşünülmesi gereken husus şudur ki , acaba neden böyle bir olay vuku buldu? Bunu sağlıklı bir şekilde tahlil edebilmek için, biraz gerilere gitmek gerekir bizce.
Biz sözü uzatmadan Hz. Fâtıma'nın bir konuşmasını nakletmek istiyoruz ki bizce feraset sahibi birisinin olayı doğru tahlil edebilmesi için önemli bir ipucudur. Biz bu konuşmayı başka bir bölümde de nakletmiştik, ama önemine binaen ve bu soruyla da alakalı olduğu için burada tekrarlamak istiyoruz:
Hz. Fâtıma-ı Zehra (a.s) ölüm döşeğindeyken Ensar ve Muhacir hanımlarından kendisini ziyarete gelen bir guruba şöyle buyurdu: "...Müslümanlar Ali'de ne hata buldular ki, halifeliği onun elinden alıp başkasına verdiler?! Evet, Allah'a yemin ederim ki Ali'nin keskin kılıcı, azimli ve yolundan dönmez adımları ve uygulamada hiçbir müsamaha ve ayrıcalık tanımaması,
ilâhi ahkâm konusundaki bilgisi, Müslümanlara hoş gelmedi. Ama Allah'a ant olsun Hz. Resulullah (s.a.a)'in Müslümanların idaresini kendisinden sonra ona bıraktığı gibi onlar da ona bıraksaydı, Ali İslam ümmetini ifrat ve tefrite düşmeksizin idare ederdi. Çünkü Ali risaletin dayanağı, nübuvvetin sağlam beli (desteği)
ve din ve dünya işlerinin bilgesidir. Şunu bilin ki İslam ümmeti bu işte apaçık kendi zararına olacak şekilde davrandı. Allah'a yemin ederim ki Müslümanlar Ali'nin yöneteceği bir hilafette eziyete uğramaz, sıkıntıya düşmezlerdi, Ali onları adalet ve bilgi pınarına doğru götürür ve doyasıya susuzluklarını giderirdi (herkes Hz. Ali'nin ilminden faydalanmış olurdu). Yerin ve göğün bereketleri Müslümanlara açılıverirdi o zaman!
Sözlerime iyi kulak verin ve bu duyduklarınızı sakın unutmayın: Daha nice şaşırtıcı şeyler göreceksiniz, bekleyin hele.. Bu işte hangi delil ve karineyle davrandı onlar? Neye dayanarak yaptılar bunu? Cesur ve işbilir bir uzmanı bırakıp korkak ve işbilmez birine sarıldılar.
Yolu bilip de diğerlerine de doğru yolu gösterenin mi, yoksa yolu bilmeyen ve kılavuzluğa ihtiyacı olanın mı, halkı yönetmeye daha lâyık olduğunu[2] bilmeyen şu güruha yazıklar olsun!
Ne oldu sizlere böyle?! Nasıl vardınız bu hükme?! Evet! Müslümanların yaptığı bu iş, tıpkı gebe devenin durumu gibidir[3]... Bekleyin hele, yakında doğuracak; o zaman süt yerine kâse kâse kan ve öldürücü zehir sağacaksınız!
İşte o zaman kötüler zararlı çıkar, gelecek nesiller geçmiş nesillerin düzüp koştuğu uğursuz temellerin sebep olduğu sonuçları görürler... O halde kesinlikle sizi saracak olan fitne ve fesadı bekleyedurun.
Keskin bir kılıç, her yeri sarıp kuşatacak; daimi bir kargaşa ve zalimlerin diktatörlük ve zorbalığıdır bundan böyle sizi bekleyen... Varınızı yoğunuzu yağmalayacak,
olgunlaşmış buğday başakları gibi tırpanlayıp biçecekler sizi! Bu uğursuz işin nelere yol açacağı şu anda belli değildir sizlerce... Ne de zavallıdır bunlar! Sizin kendiniz biat etmeye gelmedikçe biz Ehl-i Beyt, sizi zorlayamayız!"[4]
İşte gördüğünüz gibi Hz. Fâtıma (a.s) bu tür olayların vuku bulacağına ve ümmeti, özellikle İslam devletinin merkezi konumunda olan Medine halkını nelerin beklediğini ta o günden görmüş
ve açık bir şekilde onlara haber vermiş ve korkutmuştu. Eğer Peygamber yadigarının sözlerine o gün kulak verilseydi ve yapılan yanlışlardan geri dönülseydi,
bu acı ama ibret verici sahneler yaşanır mıydı İslam tarihinde?! Sadece bu olaylar değil, bugün Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz bu içler acısı durumlarla karşılaşır mıydık?
Rabbim hepimize geçmişten gereken dersleri çıkarmamızı ve doğruları olduğu gibi bulup ona uyma cesaret ve samimiyetini nasip ve müyesser kılsın.
--------------------------------------------
[1]- , Bu konuda şu kaynaklara bakabilirsiniz: Tarih-i taberi, C.7, S. 6'dan sonra, Tarih-i İbn-i Esir, C.4, 45'den sonra, Tarih-i İbn-i Kesir, C.2. S.302, Tyarih-i Yakubi, C.6, S.251, Tarih-ül Hulefâ (Suyuti), S.209, Tabakat-ı ibn-i Sa'd, C.5, S.215, Yenabi-ül-Mevedde, Bombay bas. S.255 ve...
[2]- Bu cümlede Hz. Fâtıma bir Kur'an ayetine işaret etmektedir: Yunus Suresi, Ayet 35.
[3]- İbn-i Ebi'l Hadid. c.4, s.87, Tabersi'nin İhticac'ı ve Meani'ul Ahbar ve Keşfu'l Gumme ve et- Taaccub: Keracki ve Emâli Şehy Tusi.
----------------------------------- Soru-10 : Hristiyan ve Yahudiler Ehl-i Kitap olmalarına rağmen Kur'an-ı Kerim'de, onların cennete girecekleri ve içlerinde hak olanlar olabileceği var mıdır?
Buradaki arkadaşlarımın bazıları onlardan bazılarının cennete girebileceğini söylemektedirler. Bu konuyu araştırmam istendi, ben buna ehil olmadığım için size sormayı uygun buldum. selam ve saygılarımla.
Bismillahirrahmanirrahim
Cevap-10 : Muhterem kardeşim, sorunuzun cevabına geçmeden önce bir hususu hatırlatmak isteriz. O da şudur ki herhangi bir konuda Kur'an-ı Kerim'in son görüşünü öğrenebilmemiz için,
o konu hakkındaki bütün ayetleri dikkate almamız gerekir. Maalesef bu noktaya dikkat etmeyenler bir çok konuda yanılmakta ve şahsi görüşlerini Kur'an'a isnat etmektedirler.
Aziz kardeşim, Kur'an asla çelişkili bir kitap değildir. Bahsettiğiniz görüşü Kur'an'a atfetmek, haşa o İlahi kitaba aynı konuda birbiriyle çelişen iki farklı görüşü isnad etme anlamına gelir.
Zira Kur'an diğer ayetlerde, Allah katında İslam'dan başka hiçbir dinin kabul olmayacağını açık bir şekilde belirtmektedir. Örneğin şöyle buyurmaktadır:
"Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır. Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarında 'kıskançlık ve hakka başkaldırma' yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerine küfrederse, gerçekten Allah hesabı pek çabuk görendir." (Al-i İmran, 19)
"Kim İslam'dan başka bir din ararsa-benimserse, asla ondan kabul edilmez. O ahirette de kayba uğrayanlardandır." (Al-i İmran, 85)
Bu açık beyanla birlikte, İslam dini ve önceki Peygamberden başka (hem de son) bir peygamber geldikten sonra hala eski dininde direnen bir kimsenin cennete girebileceği nasıl söylenebilir?!
Kaldı ki Kur'an'ın bir çok ayetinde, Resulullah'ın (s.a.a) zamanında yaşayan Yahudiler ve Hıristiyanlar, yeni gelen Peygambere (Hz. Muhammed'e) ve onun getirdiği İslam dinine imam etmeğe davet edilmişlerdir.
Eğer Yahudi veya Hıristiyan olan bir kimse, kendi dininde kaldığı zaman da kurtuluş ehli sayılsaydı, bu davetler abes ve anlamsız olurdu.
Şimdi gelelim sizin sorunuza, zannımızca bu soru Kur'an'daki bir ayetin kasıtlı veya kasıtsız yanlış tefsir edilmesinden kaynaklanmaktadır. O ayet şudur:
"Hiç şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler (Nuh, İbrahim veya Yahya'ya iman edenlerden) kim Allah'a iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır.
Ve onlar için korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır." (Bakara, 62) Bu ayetin benzeri az bir farkla Maide Suresi ayet 69'da da tekrarlanmıştır.
İşte bu ayetin zahirine dayanarak bazıları Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerin de Allah'a ve ahiret gününe imam edip salih amel işledikleri takdirde, kurtuluş ehli olacaklarını iddia etmektedirler. Bu iddiaya iki şekilde cevap vermek mümkündür.
1- Eğer Ehl-i Kitap kendi dinlerine kapsamlı ve gerçek bir iman edip bu kitapların muhtevasına amel etmiş olsalar, Resulullah'a iman edip Müslüman olmaları gerekirdi. Zira son peygamber olarak İslam Peygamberi'nin geleceği ve onun özellikleri, onların kitaplarında müjdelenmiştir. Aşağıdaki ayet de bu tefsiri desteklemektedir:
"Ey kitap ehli, Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabb'inizden indirileni ayakta tutmadıkça (onlara amel etmedikçe, ki bunlardan birisi de İslam Peygamber'ine iman etmeleridir), hiçbir değeriniz olmaz..." (Maide, 68)
2- Bu ayet İslam'ın ilk yıllarında bazı Müslümanların aklına takılan bir sorunun cevabıdır. O da şudur ki, onlar "İslam'dan başka bir din Allah katında kabul edilmeyecek" buyruğunu öğrenince, rahatsız olup üzüldüler. Zira onlar İslam öncesi Hıristiyan veya Yahudi olan dede ve babalarının bütün amellerinin boşuna gideceği zannına kapıldılar.
İşte Allah-u Teala bu ayeti indirerek, onların bu yanılgılarını düzeltti ve "Eğer o Yahudi veya Hıristiyan yada Sabii olan atalarınız, Allah'a ve ahirete inanıyor ve salih amel işliyorlardıysa, kurtuluş ehlidirler.
Boşuna üzülmeyin. Binaenaleyh Hz. İsa zuhur etmeden önce, yaşayıp da Hz. Musa'ya iman edep salih amel işleyen Yahudiler kurtuluş ehlidirler. Aynı şekilde İslam Peygamber'i bu makama seçilmeden önce yaşayıp da Hz. İsa'ya iman eden ve salih amel işleyen Hıristiyanlar cennet ehlidirler.
Bu ayetin tefsirinde nakledilen nüzul sebebi de bizim ayete getirdiğiz bu tefsiri teyid etmektedir:
Taberi kendi tefsirinde özetle şöyle yazıyor: "Selman-ı Farisi İran'da'yken, bir Hıristiyan rahiple tanışıp onun talimat ve tebliğiyle Hıristiyanlığı kabul etti. Daha sonra onunla birlikte Musul'daki bir ibadetheneye çekilip ibadete koyuldu.
Bir gün Rahib Selman'ı hüzünlü buldu. Sebebini sorunca şöyle dedi: Hayırların hepsi geçmiş insanlara nasip olmuş; zira onlar Peygamberleri görüp istifade ediyorlardı, ama biz bundan mahrumuz.
Rahip Selman'ın cevabında şöyle dedi: Yakında Arap kavminin arasında, Peygamberlerin en üstünü zuhur edecektir. Ben ihtiyarım ve belki de onu göremem artık; ama sen onu görebilirsin. Şunu da bil ki o peygamberin bazı alametleri vardır; mesela omuzunda (nübüvvet mührü denen) özel bir nişane (ben) vardır.
O, sadaka yemez, ama hediyeyi kabul eder. Selman ve Rahip bir gün Musul'a dönerken, yolda meydana gelen tatsız bir olayın ardından Rahip'le birbirlerini kaybettiler.
Bu arada Beni Kelb kabilesinden iki kişi, Selman ile karşılaşarak onu esir edip kendileriyle birlikte Medine'ye götürdüler ve "Cüheyne" kabilesinden bir kadına sattılar. Selman kadının diğer bir kölesiyle birlikte sırasıyla onun koyunlarını otlatıyorlardı. Bir gün arkadaşı Selman'a şöyle dedi:
Biliyor musun, bugün birisi Medine'ye gelmiş ve Allah'ın peygamberi olduğunu söylüyor?
Selman arkadaşına "Ben dönünceye kadar burada beni bekle" deyip Medine'ye gitti ve Resulullah'ın (s.a.a) toplantısına katıldı. O sık sık Allah Resulü'nün etrafında dolaşarak, Hazret'in gömleğinin açılması ve
o arada Resulullah'ın omzundaki nübüvvet alametini görmek için fırsat kolluyordu. Bunu sezen efendimiz (s.a.a) elbisesini araladı ve böylece Selman istediği alameti ve ilk özelliği görmüş oldu.
Daha sonra önceden biriktirdiği parayla pazara gitti ve bir koyun ve bir miktar ekmek alıp tekrar oraya geri döndü. "Resulullah, bunlar nedir?" diye sorunca, Selman"bunlar sadakadır" dedi. Allah Resulü buyurdu: "Benim bunlara ihtiyacım yoktur; bunları fakir Müslümanlara ver, yararlansınlar."
Selman tekrar pazara gidip bir miktar et ve ekmek alarak geri döndü. Allah Resulü yine "Bu nedir?" diye sorunca, bu sefer Selman "Bu hediyedir" cevabını verdi. İşte o zaman Allah Resulü "otur" buyurdu ve hem kendisi, hem de orada bulunan sahabenin hepsi ondan yediler. Artık Selman beklediğini bulmuştu, zira Rahib'in verdiği her üç alameti de Peygamber'de görmüştü.
Sohbet esnasında Selman, arkadaşları ve bahsi geçen Rahip'ten söz açtı ve onların namazı, orucu ve Allah Resulü'nün zuhurunu nasıl beklediklerinden Resulullah'a bahsetti.
Orada bulunanlardan birisi "Onlar, cehennem ehlidir" deyince, Selam çok rahatsız oldu. Zira o biliyordu ki eğer onlar Allah Resulü'nü görmüş olsalardı, mutlaka ona iman ederlerdi.
İşte bu olayın ardından, söz konusu ayet Resulullah'a indirilerek, önceden gelen İlahi dinlere gerçek anlamda iman edip yaşayan, ama İslam Peygamberi'ni görmeden ölen kimselere Allah-u Teala mu'minlere vereceği sevap ve mükafatı verecektir.
Evet gördüğünüz gibi hem Kur'an'daki diğer bir çok ayeti, hem de bu sebeb-i nuzulü dikkate aldığımızda, hem yukarıda bahsettiğimiz ayetin tefsiri açıklık kazanmış oluyor, hem de sorudaki iddiayı ortaya atanların iddiasıyla herhangi bir bağlantısının olmadığı anlaşılmış oluyor.
----------------------------- Soru-11 : Bilindiği gibi, son zamanlarda bazı yayın organlarında Kur'an'da geçen "Dabbet-ül Arz" konusu tartışılmakta ve maalesef, her kes kendi kafasından bu konuda bazı görüşler beyan etmektedir. Sizden istirhamımız, bu mesele hakkında Ehl-i Beyt mektebine mensup tefsircilerin görüşünü açıklamanızdır.
Bismillahirrahmanirrahim
DABBET-ÜL ARZ
Cevap-11 : Aziz kardeşim, sorunuzu kısaca şöyle yanıtlayabiliriz:
"O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dabbe (canlı) çıkarırız; o onlara insanların, ayetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler. (Neml Suresi, Ayet 82)
Bütün müfessirlere göre bu ayet kıyametten önce vuku bulacak önemli bir olaya işaret etmektedir. İbn-i Murdeveyh'in Ebu Hureyre'den naklettiği rivayet de buna işaret eder.
Bu rivayette Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: "Kıyametin alametleri Deccal, Dabbet-ul Arz, Ye'cuc ve Me'cuc, duman ve güneşin batıdan doğmasıdır."[1]
Beğavî, Müslim kanalıyla Abdullah b. Amr'dan şöyle rivayet eder: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Kıyametin alametlerinden birincisi güneşin batından doğuşu ve kuşluk vaktinde Dabbet-ul Arz'ın çıkışıdır."[2]
Dabbet-ul Arz Nedir?
Dabbe, lügatte insan ve hayvan gibi yeryüzünde hareket eden her canlıya denir. Allah Teala buyuruyor ki: "Yeryüzünde hiçbir dabbe (canlı) yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın."[3] Ve yine buyuruyor ki: "Eğer Allah, insanları, yaptıkları (her) haksızlıkla cezalandırsaydı, yeryüzünde tek dabbe (canlı) bırakmazdı."[4]
Fakat Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde "Dabbe" tabiri sadece insan için kullanılmıştır. Örneğin: "Allah katında dabbelerin (insanların) en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir."[5] Bazı ayetlerde ise bu tabir diğer (insan olmayan) canlılar için kullanılmıştır.
Örneğin: "Dabbeler (canlılar) ve insanlardan bir çoğu...."[6] ve "İnsanlardan ve dabbeler (canlılar)dan...."[7] cümleleri gibi. Bu da "Dabbe" kelimesinin canlı olan her şeye dendiğini gösteriyor.
"Dabbe" tabiri, "yerden bir dabbe..." ayetinde belirsiz olarak kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerim "Dabbe"nin insanlarla konuştuğunu belirtmiştir. Fakat onun diğer sıfat ve özellikleri, keyfiyeti ve çıkış yeri ile ilgili hususları meçhul bırakmıştır ve bunlar ancak gelecekte bilinecektir.
Bu ayetin tefsiriyle ilgili bir çok rivayet vardır. Kur'an-ı Kerim bunlardan hiç birine delâlet etmez. Resulullah'tan (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından nakledilen sahih bir rivayet varsa kabul edilir;
aksi durumda onlara itina edilmez. Bu konuda nakledilen rivayetlerin bir kısmı Sünni kaynaklarda nakledilmiştir; bu rivayetlerde "Dabbe" kısaca şöyle tarif edilmiştir:
"Dabbe yaşıyor, hiç kimse tarafından tanınmıyor, insan türünden değildir ve korkunç bir şekli vardır. Saçı ve kılı var. Bütün renklerden oluşmuş olup dört ayağı var. Bulutlara ulaşan uzunca bir boynu var.
Doğuda olan batıda olan gibi onu görür, ahir zamanda hacılar Mina'ya çıktığı akşam Sefa dağından ve bir rivayete göre de, Teşrik günleri[8] Ciyad denilen dağdan çıkacaktır.
Ona ulaşmak isteyen ulaşamaz, kaçan ondan kurtulamaz, insanlara iman ve küfürden bahseder. Müminin iki kaşının ortasına alamet bırakır ve "mümindir" yazar. Kafirin iki kaşının ortasına alamet bırakır ve "kâfirdir" yazar.
Bu rivayetlerin bir kısmında ise şöyle geçer: Dabbet-ul Arz'ın yüzü insan yüzü gibi, gövdesi ise kuş gövdesi gibidir. O, fasih Arapça'yla bağırabildiğince "İnsanlar,
ayetlerimize içtenlikle inanmıyorlardı..." (Neml, 82) diye haykırır. Onun yanında Musa'nın asası ve Süleyman'ın yüzüğü vardır. Bu ikisiyle müminlerle kafirleri birbirinden ayırır.
Müminin yüzüne yüzükle bir nokta vurur; böylece müminin yüzünde beyaz bir nokta oluşur ve bu beyaz nokta onun yüzünü tamamen aydınlatacak kadar yayılır. Asayla kafirin burnunu mühürler; böylece kafirin yüzünde siyah bir nokta oluşur ve o nokta kafirin yüzünü tamamen siyahlaştıracak kadar yayılır.[9]
Ancak Ehl-i Beyt'ten nakledilen hadislerde bu ayetteki "Dabbet-ul Arz"dan maksadın Hz. Ali'nin (a.s) olduğu vurgulanmaktadır. Süfyan b. Uyeyne kendi senediyle Cabir b. Yezid-i Cu'fi'den "Dabbet-ul arz"ın İmam Ali'nin (a.s) olduğunu rivayet eder.[10]
Şeyh Kuleyni de kendi senediyle İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle nakleder: Emirelmüminin (Ali) buyurmuştur ki: "(Düşmana) ard-arda saldıran, devletlerin devletinin sahibi benim. Asa ve kızgın demir sahibi ve insanlarla konuşan Dabbe benim."[11]
Şeyh Ali b. İbrahim kendi senediyle İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle nakletmiştir: "Biri Ammar b. Yasir'e, ey Ammar! Allah'ın Kitabındaki bir ayet huzurumu kaçırdı ve beni şüpheye düşürdü, dedi.
Ammar, hangi ayet? diye sordu. Adam, "O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir Dabbe (canlı) çıkarırız; o onlara insanların, ayetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler" ayetidir; ayetteki Dabbet-ul arz nedir? dedi.
Ammar, "Allah'a andolsun onu sana gösterinceye kadar oturmayacağım, yemeyeceğim ve içmeyeceğim, dedi ve o adamla birlikte Hz. Ali'nin (a.s) evine gitti. O sırada Hz. Ali hurma ve tereyağı yiyordu.
Ammar'ı görünce, buyur, dedi. Ammar da oturarak o hazretle birlikte yemeye başladı. Adam bunu görünce şaşırdı. Ammar kalkınca adam, Süphanellah! Ey Ammar!
Sen, onu (dabbeyi) bana gösterinceye kadar yemeyeceğine, içmeyeceğine ve oturmayacağına dair yemin etmiştin, dedi. Bunun üzerine Ammar, eğer aklını çalıştırırsan onu sana gösterdim,." cevabını verdi.[12]
Yine İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: "Resulullah (s.a.a), Ali'nin (a.s) mescitte bir miktar kum toplayarak başını onun üzerine bırakıp uyuduğunu görünce eliyle Ali'yi (a.s) hareket ettirerek, "Kalk ey Dabbet-ul Arz" dedi.
Ashaptan bir kişi, 'Ya Resulullah! Birbirimizi bu isimle çağırabilir miyiz?' diye sordu. O hazret, 'Hayır! Bu isim Ali'ye hastır. Ali, Allah'ın Kur'an'da, "O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir Dabbe (canlı) çıkarırız..." şeklinde andığı Dabbe'dir' buyurdu.[13]
Esbağ b. Nebate'den şöyle nakledilir: Emirelmüminin Ali'nin huzuruna çıktım. O sırada ekmek, sirke ve zeytin yağı yiyordu. Ben, ey Emirelmüminin! Allah Teala "O söz,
başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir Dabbe (canlı) çıkarırız..." buyuruyor; bu ayetteki "Dabbe" nedir? diye sordum. Hz. Ali, "O, ekmek, sirke ve zeytin yağı yiyen bir canlıdır" cevabını verdi![14]
Geçen rivayetlerdeki, "Dabbe"nin, kuvvet ve mucizenin göstergesi olan Musa'nın asasına ve ilahi hükümetin göstergesi olan Süleyman'ın yüzüğüne sahip olduğunun vurgulanması, onun,
insanlara ayet ve nişane olacak yüce ilahi güce sahip bir insan olduğunu göstermektedir; ayrıca ayetteki "onlarla konuşur" tabiri de onun bir insan olduğunu onaylamaktadır.
Evet bu ayetten ve onun tefsirinde nakledilen, hadislerden anlaşılan, bu canlının Hz. Ali (a.s) olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bunun kıyametin kopmasına yakın bir zamanda vuku bulacağı da kesindir. Ancak bunun yeri, zamanı tam olarak belli değildir.