CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI
Bismillahirrahmanirrahim
CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI
Yazan: Hz.Ayattullah Muhammed Hüseyin Kaşif-ül Gıta
Ceviri :Abdulbakiy Gölpınarlı
Beşinci Baskı
Ensariyan Yayınları İran islam cumhuriyeti kum
Bismillahirrahmanirrahim
Rahman ve Rahim Allah Adıyla
SUNUŞ
İslam dini, içtimaikuralları toplayan insanlar arasında birliği sağlayan, bir yandan insanın, kendi nefsini kontrol altına almasını, öbür yandan ferdi, içtimai toplumun faydasına vermeyi istihdaf Eden bir dindir.
İslam dini, bütüninsanları bir gören, üstünlüğü, yanlız topluma faydalı olmakta bulan, insan iradesini insanlığın faydasına yönelten, benliği,bencilliği hiç mi hiç hoş görmeyen ve yeren .bu amaca zorla değil,akılla ,mantıkla ,güzel öğütle ,güzel ,mücadeyle varmaya uğraşan,hatta savaşı bile ,ancak nefi,yahut islam ülkesini savunmak gaayesiyle meşru' gören bir dindir.
İslam dini, dahakurulurken, kullukla savaşa girişen, kulla kulluk etmeyi, yaradılışa aykırı bulan, hürriyeti esas tutan, kulluğu kaldırmaki için bir yandan dini suçların keffareti olarak, bir yandan Ulu tanrı'ya yaklaşmaya vesile tutarak, çalışan yaşayışı hürriyet nizamı içinde düzene sokan, dünyayı cennete çevirmeye uğraşan bir dindir.
İslam dini son dindir ve her son, kendinden öncekilerden ileridir, mütekamildir. En kamil ve mükemmelteşri'esaslarını toplamış; artık başka bir dine lüzüm kalmadığını kesin olarak söylemiştir; son ve beşeri ihtiyaçlara tam olarak cevap vermiş bir dindir.
İslam dini, gerçeğe en fazla önem veren, savaşı ikiye ayıran, insanın, benliğiyle, bencilliğiyle, Çeşitli şartların meydana getirdiği ihtirasıyla savaşı enbüyük savaş bilen.her bilenin doğruyu buyurmasını , kötüyü , batılı giderip yok etmesini farz bilen ,cevreden
haksızlık eden buyruk sahibine karşı gerçeği söylemeyi en üstün savaş sayan bir dindir. Sadr-ı İslamda,her mücahidin . kendi varlığını topluma nasıl feda ettiği hakkında burada örnek vermeye kalkışsak,hadis ve tarih kitaplarını acıp her biri insanlığa şeref veren olayları bu sahifelere aktarmaya kalkışsak bu sunuş yazısının bitimi belirmez ;bu önsözün sonu gelmez.
Fakat esefle söyleyelim ki sadr-ı islamdan uzaklaştıkça ,bilhassa islamın safvetini bulandıran .islami gaayelerden ayrılan bazı fırkalar yüzünden müslümanlar arasına düşen nifak,çok kötü sonuçlar vermiş.
Müslüman topluluğunu bir birine düşman olan zümrelere ayırmıştır ki bunları,burada anlatmak imkanı yoktur; bunun için ayrı bir kitap yazmak gerektir. Ançak şunuda söyleyelimki her hangi bir mezhebin, bir fırkanındüşüncelerini,inançkarını, amellerini, herşeyden once o mezhebin ana kitaplarından öğrenmek icabeder.
Türkçemizde atasözü meşhurdur.O mezhebin , o fırkanın aleyhinde olanlar,çeşitli ilçalarla o zümrenin karşısına çıkanlar . elbette iftiralarda bulunucaklar , olmadık sözler söylüyücekler. İslami esaslardan ayrılan fırkaları bir yana bırakalım, ca'feri mezhebi denen , Hazret-i peygamber (Sallallahu aleyhive elihi ve sellem)'in soyundan gelen,
Ehl-i beyitinden olan ve dininin esaslarını hakkıyla bilen oniki imam'ın cedd-i paklerinden ettikleri hükümleriyle amel ettiği için > diyede onların,
Hazret-i Ali (A. S.)ve evladının tarafını tuttuğu için asr-ı saadette dahi şia ve mensupları şii adını alan islam mezhebi hakkında ehl-i sünnet kardeşlerimizin çoğunun bilgisi,Bu mezhebin ana kitaplarından değil.
Düşmanlarının kitaplarından ,ağızlarda dolaşıp duran iftiralardan ,yalanlardan edinilmiştir. Bundan saltanat devrinin siyasi rekabetinin de büyük bir te'siri olmuştur. Hatta şiiliğin 930 Hicri senesinde vefat eden Şah ismail-i safavi tarafından icad edildiğini söyleyecek ,yazacak ,yahut bu mezhebin, islam dinine karşı kurulduğunu idda edecek kadar bilgisizler cıkmıştır.
Bunlar Hazret-i Ali'-nin ve evladının, Muhammed'in Ehl-i beytinin ;( salavatullahi aleyhi ve aleyhim) böyle siyasi maksadlara alet olamıyacağını, Bu mezhebin sadr-i islamdan beri mevcüd oldoğunu sözünün ayetlerde, hadislerde bulunduğunu bilmiyorlar. Bugün artık islam ülkelerinin bir birilerine sıkı ve islam dininin esası olan tevhid ve kardeşlik bağlarıyla bağlanması lüzümü, her aklı başında müslümanın idrak ettiği bir şey.
Namaz kılan. Namazda aynı kibleye dönen .aynı Allah'a inanan.aynıpeygamberin tevid bayrağı altında toplanan. Aynı kitabı tanıyan ve aynı dini esaslara bağlı olan müslümanların, sari-i akdesin buyrulduğu gibi kardeş olduğu muhakkaktır. Kötü niyettlerin,yahut bilgisizlerin ifsadına , hiç bir müslümanın alet olmaması gerektir.
>nin esas inançlarını ve amellerini özlü,fakhat muhtasar bir sürette bildiren ve son zamanlarda islam'ın yetiştirdiği en muhterem bilginlerinden biri olan muhammed hüseyin Alu Kaşifil- Gıta'nın ,arapça yazdığı yı. Diğer müslüman mezhepleri mensuplarının,bu mezhep hakkında en doğru bilgiyi elde etmeleri için maddesinde, Hazret-i Peygamber'in (S.M.) *Ya Ali, sen ve şian, Allah'a, onun razılığını kazanmış ve ondan razı olmuş bir halde kavuşacaksınız ; düşmanınsa , kızğın ve elleri boynunda bağlı olarak ulaşacak"
buyurduğunu, sonra da ellerinin nasil bağlı olduğunu göstermek için ellerini boynuna götürdüğünü zikreder. Bu hadisi ibni Hacar, "Savaik"ın da ve diğerleri, başka yollardan tahric ederler ki bu da hadisin, hadis erbabı katın da şöhretine delalet eder. Zamahşeri,
"Rabi'ül-Abrar" da, Rasülullah'tan, (S.M.) rivayet eder; buyurmuştur ki: "Ya Ali, kiyamet günü olunca ben, yüce Allah'a sığınırım, sen benim kuşağıma yapışırsın; benimle Allah'a tevessül edersin;evladın sana yapşırlar , evladının şıası da onlarla Allah'a tevessül ederler. Dileyen, Ahmed ibni Hanbel'in "Müsned"i, Nesei'nin "Hasais"i gibi hadis kitaplarına müracaat edebilir ve zikrettiğimiz hadislere benzer bir bu kadar daha hadis bulabilir.
1
CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI
KONUNUN DEVAMI
Görülüyor ki İslam şeriatının kurucusu, bizzat, Ali'nin şiasini anmiş, def alarca onlardan bahsetmiştir; onların kıyamet günü, kurtulmuş, muratlarına ermiş, Allah razılığını elde etmiş, Allah'tan razı olmuş bir halde ve emin olacaklarını buyurmuştur. şüphe yoktur ki Hazret-i Peygamber'in peygamberliğine inanan, sözünü de tasdıyk eder; çünkü "O'nun sözü, ancak vahyedilen seyden ibarettir.(LIII,4) Bütün sahabe, Ali'nin şiasi olsaydı, bir bölüğü "Ali'nin şiasi* diye anılmazdı.
Gerçekten de Hazret-i Peygamber'in (S.M.) zamamında da Ali tarafdarı olan, onu imam bilen; Hazret-i Peygamber'in sözlerini; şerh ve tefsir eyleyen, hikmetlerini, hükümlerini tebliyg eden zat olarak onu tanıyan sahabe az değildi Ali şiası sözü, bunlara ait bir hususi ad, bu bölüğün, bir adi olmuştu; nitekim lügat ehli de bunu söylemiştir.
Nihaya'ya, Lisan'ül-Arab'a ve emsali ki taplara müracaat edilirse bu adın, Ali'ye uyanlara,evladına ve onun taraftarı olanlara verildiği gölür. şia sözünün, Ali'yi sevenlere ve ona bugzetmeyenlere verildigi soylenirse, bu te'vil doğru olamaz; Çünkü bir kimseyi sevrmek ve ona buğzetmemek, onun şiası olmak için kifayet etmez; burada bir hususiyetin de bulunması gerektir ki bu da, o şahsa uymak, onun tarafını tutmaktır.
Bu özellik olmadan birisine, birisinin şiasi demek, ancak mecazi bir itibarla olabilir; hiç şüphe yok ki bu sözle, Müslümanlardan bir kısmı kasdedilmektedir ki bunlar, diğer Müslümanlardan bir özellikle ayrılmışlardir.
çoğunluğu teşkil eden ve bu özellikle sıfatlanmayan ashab-ı kiramin, Hazret-i Peygamber'e muhalefette bulunduklarını, onun irşadına uymadıklarını da söylemiyoruz; haşa; Allah, onlar hakkında böyle bir zanda bulunmaktan bizi korusun. Onlar, bugün de yeryüzündekilerin en hayırlılardır. Ancak hepsinin bu sözleri duymaması, duyanların, maksadı anlamamaları ihtimali vardir. Yoksa ashab-ı kiram,islamın en yüce makamına sahiptir.
Sahib-şeriat, Aliyyibni Ebü-Talib'in özelliğini daima beyan buyurmuştur. şia'dan gayri Ehl-i Sünnetin hadis bilginleri de bu husustaki hadisleri tahric etmişlerdir, bu hadislerin çogu.Sahihayn'de mevcuttur.
Mesela, Harun Musa'ya ne menziledeyse Ali, bana o menzilededir,"Seni ancak mü'min sever ve sana ancak münafık buğzeder- hadisleri ve "AIlahım, bana, halkıdan sana en sevgilisini getir- mealinde ki kızarmş kuş hadisi "Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem'e bir kızarmış kuş getirmişllerdi; bu hadisi o münasebetle buyurdular ve Ali (A.S.) geldi; beraberce yediler". "Ben sizin içinizde iki ağır,değerli şey bırakıyorum; Allah'ın kitabı ve benim Ehl-i beytim" hadisi, "Yarın bayrağı öyle birisine vereceğim ki o, Allah'ı ve Rasülünü sever;
Allah ve Rasülü de onu sever hadisi "(Haybar gavzesinde buyurulmuştur).""Ali hak iledir, hak Ali ile" hadisi gibi. Daha bunlara benzer birçok hadisler vardır ki sayıya sığmaz. Seyyid Hamid Huseynil-Leknahuri, "Akabat'i ül-Envar" adlı her cildi Sahih-i Buhari kadar olan ve on cildi aşan eserinde bu hadislerin müteber yollarla senedlerini tesbit etmiştir.
Bu kitabı, bu çeşit kitaplardan biri olarak zikrediyoruz.Hazret-i Rasül sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem bu alemden ebedi aleme göçünce sahabenin bir kısmı, yaşının küçük olması, yahut Kureyş'ten olması dolayısıyle nübüvvet ve hilafetin Haşimoğullannda bulunmaması icab ettiği mülahazalariyle, yahut daha başka mülahazalarla Ali'nin hilafetini kabul etmedi.
Ali (A.S.) ise, her iki fırkanın ,yani Ehl-i Sünnetin ve şia'nın ittifakiyle, halifeye bey'at etmedi; hatta Sahih-i Buhari'nin Hayber gazvesi babında açıkladığı gibi alti ay sonra bey'at etti. Sahabeden Zübeyr, Ammar, Mikdad v.s. gibi ona uyanlar da bey'at etmediler. Sonra, bey'at etmemesinin, islamda, kapanmasına imkan bulunmayacak bir gedik açacağını görerek bey'at etti.
Herkes de bilir ki Ali, emir olmayı istediğinden, hırsı yüzünden hilafete meyletmiş degildi. 'Zi-kaar'da ibni Abbas'a söylediği söz meşhurdur. O,ancak, islamı küvvetlendirmek, sahasını genişletmek, diriltmek. Batılı kahretmek istiyordu. Birinci ve ikinci halifelerin, tevhidi yaymak, askeri silahlandırmak,fütuhatı geliştirmek hususundaki gayretlerini görünce barıştı; dağılmaya meydan vermedi.
şiasi da onun kanadının altina girdi; onun nuruyla nurlandı. Fakat hak, batıldan ayrılınca, doğru yol, sapıklıktan ayrılıp belli olunca, yani Muaviye, Hazret-i Ali'ye (A.S.) bey'atten kaçınca onunla savaştı; sahabenin çogu Ali'ye uydu; onun bayrağı altında savaştılar; kendisiyle beraber sahabenin ulularından seksen kişi vardi ki hepsi de Bedir savaşinda, Akabe bey'atinde bulunmuştu;
Yasiroğlu Ammar, Zuş-şehadeteyn Huzayma, Ebü-Eyyüb'il-Ansari ve emsali gibi. Ali (A.S.) şehid edildikten sonra Müaviye, islamlar arasında, zorla hüküm süren, her hususta yalnız kendi re'yiyle hareket eyleyen padişahlar gibi harekete başladı; kendisinden once gelip geçen halif'elerin hareketlerinin tam zıddı bir yol tuttu. Halbu ki emi rül-Mü'minin'in işleri, hareketleri, her hususta zühd üzereydi; hileye, müdaheneye hiç tenezzül etmemişti; Muaviye ise buna tamamiyle zıd bir yoldaydi.
Misir valiliğini gadır ve hiyanetle Asoğlu Amr'a nasıl verdiği, ümmeti, oğlu Yezid'e bey'at için nasil zorladığı, Ziyad'ı, şeriat hükümlerine tamamiyle aykırı olarak nasıl kardeşimdir diye tanıdığı ve tanıttığı, nasıl saray teşkilatı kurduğu, nasıl yaşadığı, yediği, içtiği malumdur. Büttün bunlar, ilk iki halifenin silaha,
orduya harcadikları paralarla, Muslumanların paralarıyla sağlanıyordu. 422 hicride vefat eden vezir Ebü-Said Mansür ibnil Huseynil-Abi'nin "Nesr'üd-Dürr" de anlattığı şu hikayeyi zikredelim :
Kaysoğlu Ahnaf diyor ki: Bir gün Muaviye'nin ziyaretine gittim. Bana sıcak, soğuk, tatli, ekşi birçok yemekler çikarttı. Yemeklerin çokluğundan şaşırmıştım ki hiç bilmediğim, görmediğim bir yemek geldi. Bu nedir dedim. Kaz bağırsakları dedi; içi beyinle dolduralmuş, fıstık yağıyle kaynatılmış, sonra üstüne dövülmüş nöbet şekeri serpilmiş. Ben bu sözleri duyunca ağlamaya başladım.
Neden ağlıyorsun dedi. Dedim ki: Ali'yi hatırladım. Bir gün huzurundaydım. Yemek zamani geldi. Oturmamı istedi. Derken önüne, bağlanmış, düğümü mühürlenmiş bir dağarcık getirdiler. Dağarcıkta ne var dedim. Kavrulmuşarpa unu dedi. Alırlar diye mi korktun gibi bir söz söyledim. Dedi ki: Hayir; ne alırlar diye korktum, ne de nekeslikten bu işi yaptım; fakat Hasan'la Huseyn, sağyag, zeytinyağı sürerler diye ürktüm de ondan böyle bağladım, mühürledim. Ya Emir'el-Mü'minin, dedim; haram mı ki?
Hayir buyurdu; yalnız gerçek imam olan kişilere, halkın yoksullarının isyan etmemesi için, en yoksulların geçindiği gibi geçinmek gerek. Muaviye, evet dedi; üstünlüğünü inkara mecal olmayan bir zatı andın. Zamahşeri'nin "Habi'ul-Abrar" ında ve buna benzer - kitaplarda daha bunun gibi şeyler bulunabilir.Nihayet Muaviye, Allah adına kabül ettiği bütün şart ve ahidleri bozdu; imam Hasan'ı (A.S.) zehirletti; sonra da hali, ümmetçe malum olan oğlu yezid için halktan zorla bey'at istedi ve isteğini yerine getirdi.
Muaviye'nin ve Yezid'in hilafetlerinden itibaren hilafetin dini bir cephesi kalmadı. Dininse imamları vardı ve onlar, elbette din hususunda bumakama daha ehildiler. Böylece iman ehli, Ali'ye ve evladına , hadis mücebince cennet ehlinin gençlerinin iki seyyidi olan imam Hasan ve imam Huseyn'e bağlanmıştı.imam Huseyn'in Kerbela'da şehadeti, iman ehlini kalbinden yaralamıştı. Böylece bu muhabbet daha kuvvetlendi. ümeyyeoğullarıysa tammıyla müstebidce hüküm sürüyorlar, Ehl-i Beyt'eve tarafdarlarına edilmedik zulmü bırakmiyorlardı.
Fakat onlar, zulümlerini arttırdıkça Ehl-i Beyte olan bağlılık, hatta onların uğruna candan, baştan geçme aşkı fazlalaşıyordu. Abdül-Melik, Haccac vasıta sıyle Ka'be'ye mancılklarla taşlar atıyor, Beytul-lah'ı yikiyor, yakıyordu. Zübeyroğlu Abdullah, cahi-liyye döneminde bile hürmeti gözetilen Harem'de, Ka'be'yle mzakam arasında öldürülümüştü. Medine'de mescid-i Nebiye at bağlanmştı.
ümeyyeoğulları, hilafet. Makamını azbir müddet işgal ettikten sonra hüküm, Mervanılere geçmişti; bu soyda, ömer ibni Ab-dül'aziz müstesna, iman ve islama hürmet eden hemen hiç görülmez.
Emevilerden sonra hilafet makaamına Abbasoğulları geçti. Fakat bunlar da, amcalarının oğulları olan Alevilere, yani Ali soyuna, Emeviler kadar zülm ettiler. Onların eserlerini yıktılar, ülkelerini harab ettiler. Mütevekkil, imam Huseyn Aleyhisselamın meşhedini bile ortadan kaldirmak cür'etini göstermeye yeltendi. Bu asırlarda Ali evladi, yalan dolan, hile ve düzenden ibaret olan siyasetten çekildi.
Mesela imam Huseyn'in(Aleyhisselam) oğlu imam Zeynül-Abidin Ali (Aleyhisselam) babasının şehadetinden sonra kendini ibadete; çevresinde bulunanların, kendisine uyanların ahlaknı tehzibe verdi; bu yolu, tabiinden Hasan-ı Bısri, Tavus-ı Yemani ve ibni Sirin gibileri açti; onlarla yürüttu.
Oğlu Muhammed'ül Bakır ve torunu Ca'ferüs-Sadik (Aleyhimesselam) cedlerinin haberlerini, hadislerini neşre koyuldular. Bilhassa ümeyyeoğullariyle Abbasoğullarının birbirlerini istihlaf ettikleri fetret devrinde Sadik (Aleyhisselam) , mümkün olduğu kadar mecal buldu. bu hususta gayret gösterdi;
o dereceye kadar ki şia-i imamiyye, Ca'feriyye adıyle de anılmaya başladı.Ebül-Hasanil-Vaşşa; Küfelilerden bir topluluğa, Küfe Mescidini kasdederek, ben öyle bir zamana eriştim ki demiştir, bu camide takva ehlinden dört bin kişiyi duydum, hepsi de, bana Ca'fer ibni Muhammed dedi ki diye ondan hadis rivayet ederdi.
Hulasa Emeviler ve Abbasiler, saltanatlarını kuvvetlendirmeye, kendilerine karşı duranlarla savaşa koyulmuş, dünya nimetlerine dalıp zevka kapılmışlarken Ali evladi ilme, ibadete. takvaya sarılmışlar. cedlerinin yolunu kuvvetlendirmişler, onu yaymişlar, yürütmüşlerdi. Gerçekten de Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) in halifeleri bunlardi; ümmetin imamı bunlardi.
Sırasında nefislerini feda eden Hak kurbanları gene bunlardı ve bunlara uyanlardı. Hucribni Adiyyil-Kindi, Amribni Hamık-ı Huzai, Rüşeyd'ül-Heceri, Meysemut-Tammar, Abdullah ibni Afif ve emsali, bu hareketleriyle mal ve mevki' istemiyorlar, hakki yerine getirmeyi, batılı yok etmeyi istiyorlar, bunun için can veriyorlardı. Burada şunu da kaydetmemiz icabeder: Biz, gerek Emevilerin, gerek Abbastlerin bazi iyi hallerini, islama hizmetlerini, islam sınırlarını genişlettiklerini inkar etmiyoruz.
Allah'a hamdolsun, gerçekleri inkar edenler olmadığını gibi ulu-orta sövüp sayanlardan da değiliz. Ancak, onlar da bir ümmetti, gelipgeçtiler; kazandıklarına karşılık görecekleri mükafat da onlara ait, mücazat da onlara diyenlerdeniz. bizim bu sözlerden birinci maksadımız, şia'nın nasıl meydana geldiğini, nasıl şartlar altında ve kimlerin çevresinde geliştiğini mümkün olduğu kadar bildirmektir.ikinci maksadımız da şia, inançlarının usül ve fürü'unu bildirmektir; bunlari da gayet kisa, fakat bir halde bildirecegiz. Din, beş esasa dayanir:
1) Yaradanı, Allah tebareke ve tealayi tanımak,2) Ondan gelen haberleri tebliyg edeni tasdıyk etmek, onlara inanmak, 3) ibadeti, ameli bilmek, 4) Fazileti elde edip kötülüğü terketmek, 5) Ahirete iman etmek. şu halde din, ilim ve ameldir. -Gerçekten de Allah katinda din, islam'dan ibarettir" (III, 10) islam ve iman birbirine müteradiftir ve üç rükne dayanır.
Tevhid, nübüvvet, maad. Bir kimse, bunların birini inkar etse müsluman ve mü'min olamaz. Fakat Allah'ın varlığına, birliine, peygamberlerin ulusu Hazret-i Muhammed'in (S.M.) peygamber olduğuna, ahiret günune inanan, Allah'ı, Rasülünü ve ahiret gunünü tasdıyk eden, gerçek müslümandır; müsluman toplumundandir; kanı, malı, ırzı, müslümanlara haramdir. Bu üç rükne inanan ve dördüncü rükün olan ameli de ifa eden kişi de mü'mindir. Amel, islamın binasıdır ki beştir:
Namaz, oruç, zekat, hac ve cihad. Bu bakımdan iman, kalb ile inanmak, dille söylemek ve bu erkan ile amel etmektir. Kur'an-ı Kerim'de, nerde iman zikredilmişse, Allah'a, Rasulüne ve ahiret gününe inanmak zikredilmiştir ki bunlar, islanın şartlarıdır. Bunlarla beraber "iyi ve temiz amel" de zikredilmişse, ikinci mana kasdedilmiştir. Nitekim Allah Sübhanehu ve teala, "Bedeviler, inandık derlerse, de ki.-inanmadınız;
fakat Müslüman oldunuz; iman ise kalblerinize girmedi" buyurur (XLIX, 14). Bundan sonra da, "inananlar, o kişilerdir ki, Allah'a, Peygamberine inanırlarda süpheye düşmezler; sonra mallariyle, canlariyle savaşirlar Allah yolunda; işte onlardır doğru söyleyenlerin ta kendileri" ayetiyle bunu açıklamıştır (15). Yani iman, ikrardır, yakıyndir ve ameldir. Bu dört rükün, yani inanmak,
ikrar etmek, yakıyn, yani tam, şüphesiz inanç ve amel, Müslümanların çoğunluğunca islam ve imanin temelleridir, asıllarıdır.şia, bu dört rükne bir beşinci rükün daha katar ki bu da imamete inanmaktır; yani imamet, nübüvvet gibi Allah tarafından verilen bir mevki'dir, bir makamdır. Allah, "Ve rabbin yaratır dilediğini ve seçer;
onların seçmeye hakları yoktur ayet-i kerimesine göre (XXVIII, 68) Allahu Taala, kullarından dilediğini seçer, peygamber yapar; onu mücize ile küvvetlendirir. imamet için de dilediğini seçer ve nass ile peygarnberlerine, onu, kendisinden sonra insanlara imam nasbetmesini emreder; kendisinden sonra şeriatıne göre hükmetmesi için onu.
ümmete bildirmesini buyurur; o da Allah'ın verdiği başarıyla onları başarır. Peygamber, Allah tarafından teblıyğ eder; imamin tebliyği ise peygamberin teblıyg ettiği ve onlari yerine getirmektir; çünkü imama, geldiği gibi vahiy gelmez. imamet, oniki kişiye aittir ve her imam, kendisinden sonraki imamı bildirir. imamın da peygamber gibi hatadan, suçtan ma'sum olması şarttır; aksi halde kendisine güvenilemez.
Allah tebareke ve teala, ibrahim'e (Aley-hisselam), "Ben seni insanlara imam edeceğim dedi. ibrahim, soyumu da imam et dedi. Allah, benim ahdime dedi, zalimler nail olamazlar." (II, 124) Bu ayet-i kerimide imamın ma'sum olduğu açıkca beyan buyurulmuştur. Aynı zamanda imamın, halkın en üstünü, her çeşit bilgide en bilgini olması da şarttır; çünkü vucudundan maksat, insanları olgunlaştırmak.nefislerini tertemiz bir hale getirmek ve onları ilimle, temiz ve iyi amelle iyi ve temiz bir hale getirmektir.
"O,bir mabuddur ki Mekkeliler içinden, kendi cinslerinden bir peygamber göndermiştir; onlara ayetlerini okumaktadir ve onları tertemiz bir hale getir mektedir ve onlara kitabi ve şeriatin hikmetlerini öğretmektedir" buyurulmuştur (LXII, 2). imam da peygamberin vekili, naibi, şeriatın koruyucusu, ümmetin muktedası ve Allah'ın seçtiği zattır; kendisi noksan olan, insanları olgunluğa götüremez.
imam, olgunluk bakımından, peygamberden sonra insanların en üstünüdür. imamete, bu esasa göre inanan kişi, imamiyye'ye göre, bilhassa mü'mindir; öbür dört rükne inanan ise, umumi olarak müslim ve mü'mindir; onun hakkında da islam hükümlerinin umümu caridir; malı, ırzı, canı haramdır; huzurunda. yahut kendisi yokken hürmeti, korunmasi vaciptir; imamete inanmadığından dolayi, Allah korusun, ona, hiç-bir süretle garez beslenemez, hakkında kötü söz söylenemez, kötü düşünce beslenemez.
Evet, imamete inanırsa, ahirette mükafatını görür; fakat dünyada bütün Müslümanblar birdir; birbirine eşittir; kardeştir. Ahirette ise elbette dereceleri ve amelleri bakımından, Allah katındaki mertebelerinde ayrılık, üstünlük olacaktır; buna ait bilgi de Allah katındadır ancak; bu hususta hiç bir kimse birşey söyleyemez. şia'nın, diger Müslüman mezheblerinden secildiği en önemli özellik, Oniki imam'ın imametini tasdıyk etmektir; bu yüzdendir ki bu mezheb, "imamiyye" ve isna-aşeriyye...
yani imamete ve Oniki imama inananlar, uyanlar adlariyle anılmakladir; yoksa şia sözü, Zeydiyye ve ismailiyye'ye ve şiliği kabül eden diger fırkalara da denir. Hatta islam snırını aşan Hattabiyye ve emsali gibi mülhidler de kendilerini şii saydıklarından fırkaları yüzü de aşar. Fakat bugün şia denince,Ehl-i Sünnet'ten sonra islamın çoğunluğunu teşkil eden ve şia'nın ferd-i kamili olan imamiyye isnaaşeriyye - Ca'feriyye) hatırlanır.
Imamların onikiye inhisarı da duyulmamış birşey değildir. Ehl-i islamın sahih hadis kitapların-da, mesela Buhari'nin "Cami'us-Sahih" inde ve sai rede, müteaddid yollarla, sahih senedlerle Hazret-i Peygamber (Sailallahu aleyhi ve alihi ve sellem) in, "Bu iş oniki halife ile tamamlanır; hepsi de Kureyş-tendir"
buyurduğu tahric edilmiştir ve bu mealde daha birçok hadis vardır. Ehi-i Sünnet de hilafetin, Haz-ret-i Peygamber (S.M.) den sonra otuz yil süreceği hakkında bir hadis tahric etmiştir; otuz yıldan sonra zalim padişahlar devrinin başlayacağını bildirmiştir. Hasılı biz burada, Oniki imamın imametleri hakkında delil irad edecek değiliz; biz burada ancak şia inanclarının temellerini, hükümlerinin esaslarını pek kisa. fakat özlü oiarak belirteceğiz.
Tekrar edelim ki din, ilim ve amelden meydana gelir; dini vazifeler de akla ve bedene aittir. Bedene ait vazifeler, iki yolda yürür ki ilerde anlatılacaktır.Birinci ve akli vazifeler. inanca aittir. şimdi bunIarı anlatmaya başlıyoruz:
TEVHİD
imamiyyeye göre, akıllı kişiye, yaradanını bilmek, tanımak, ulühiyyetinde bir olduğuna, rab oluşunda, ortağı, benzeri bulunmadığına, yaratmak, rızık vermek, öldürmek, diriltmek, yoktan var etmek, varı yok etmek gibi işleri, şeriki olmaksızın yaptığına inanmak gerektir ki bu inanç, akıllı kişinin aklnın da hükmedeceği bir inançtır.
imamiyye, varlık aleminde Allah'dan başka bir müessir olmadığına inanır ve rızık vermek, yaratmak, öldürmek, diriltmek gibi bir fi'li, Allah'tan başkasından bilen kişinin kafir ve müşrik olduğunu, Müslumanlıktan çıktığına hükmeder.
Taat ve ibadetin, öz doğruluğuyla yalnız Allah'a olması gerektir. Allah'la beraber bir başka varlığa ibadet eden kişi, yahut ondan başkasına tapan, yahut ona, ma'nen yaklaşabilmek için bir ayrı varlığa, bir başkasına tapan, ibadet eden kişi kafirdir. ibadet, ancak bir olan, şeriki bulunmayan Allah'adır.Peygamberlerin,imamların; (Selamullahi aleyhim) Allah'tan teblıyğ ettikleri şeylere itaat gerektır; fakat onlara, Allah'a ibadet ediyorum diye ibadette bulunulamaz.
Böyle birşeye kalkışmak, şeytanın hilesine, mekrine uğramaktan doğar.Evet, onlarla kutlanmak, Allah katındaki yücelikleriyle, dereceleriyle Allah'a tevessül etmek, merkadleri yanın-da Allah'a namaz kılmak caizdir. Fakat butün bunlar, haşa, onlara ibadet etmek değildir; Allah'a kulluktur; O'na ibadettir. Cünkü onlara namaz kılmakla merkadleri yanında Allah'a namaz kilmak arasında fark vardir.
Allah, Tanrı evleri olan mescidlerde, adının yüceltilmesine ve anılmasına izin vermiştir" buyurulmuştur (XXIV, 36). işte imamiyyenin tevhid hakkındaki inancı ve hepsinin de birleştiği inanc, muhtasar olarak anlattığımız bu inanctır ; bu itikaddır. Hatta imamiyye, tevhidde daha da ileri gider. Tevhidin, tevhid-i zati, tevhid-i sifati, tevhid-i fi'li gibi kısımları da vardır ki sözü uzatmamak için bunlardan bahsetmiyoruz. NÜBÜVVET Şia-i imamiyye, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği gibi bütün peygamberlerin Allah tarafından gönderilmiş,
Dipnotlar -----------------------------------
, Tevhid-i zati, Allahu Teâla'nın bir olup şeriki, naziri vekili, veziri bulunmayışına inanmaktir. Tevhid-i sıfatlarının, zatından ayrı bulunmadığına inanmaktır. Sıfat sübutiyye sekizdir: 1) Herşeye gücu yeter; ihtiyariyle kaadirdir, mecbur olarak değil ve aciz onda olamaz. 2) Herşeyi künhüyle bilir.
3) Hayy'dır, hayatı daimdir; fakat ruh ile değil. 4) irade sahibidir; iyiliği diler, kötülülğü hoş görmez. 5) Duyar, görür; kulak ve gözle değil; zati bilgisiyle. 6) Evveline evvel yoktur, kadimdir; varlığın dan dan önce yokluk tasavvur edilemez; sonuna son yoktur, bakıy ve ezelidir. 7) Mütekellimdir, dille değil; kelamı yaratandır.
8) Sadıktır, va'dinden hulfetmez; kizb, ona caiz olmaz. Allah'da şu sıfatlar da yoktur; bunlara selbi sıfatlar denir: 1) Mürekkeb değildir, 2)Cisim değildir; 3) Sıfatlar hsdis değildir, teceddüd etmez; 4) Gözle görünmez; 5) şeriki, benzeri yoktur; 6) Muhtac değildir ve olmaz; 7) Sıfatlar. Zatına muğayir değildir.
Tevhid-i fi'li, yaratmak, yaşatmak, öldürmek, diriltmek... gibi işlerin ancak O'nun tarafından yapildiğina ve ef'alınde şeriki, yardımcısı, iradesine cebreden bulunmadığına inanmaktır. Tevhid-i ibadeti, ibadetin. Ancak O'na edileceğine, O'ndan başkasına ibadetin caiz olmadığına inanmak ve bu inanca sahib olmaktır.
Kitap metninin devami -------------
olan dereceleri yüceltilmiş,nübüvvete mazhar edilmiş, melek vasıtasıyle gelen, vahyedilen, Allah emirlerini kullara tebliyğ vazifesiyle vazifelendirilmiş. Kullar bulunduğuna inanır. Allah onlan, halkı gerçeğe davet için göndermiştir.Muhammed (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem), peygamberlerin sonuncusudur; şeriat sahibi olan üstünlerin en üstünü, halkın en hayırlısı ve yücesidir.
Hatadan, yanılmaktan ma'sumdur. Bütün ömrünce Allah, onun mübarek ruhunu kabzedinceyedek her işi, ancak Allah rızasına uyğundur; suç işlememiştir. Allah, onu, geceleyin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürtmüş, sonramübarek cesediyle Arşın, Kürsi'nin yücelerine yüceltmiş, ona hicabları acmıştır. O da ma'nen rabbine yaklaşmış, yakınlaştırılmıştır.
Muslümanların ellerinde bulunan kitab, Kur'an-ı Mecid, Allah'in mücize olarak insanlara, kendi hükümlerini bildirmek, helalla harami ayirdetmelerini sağlamak için indirdiği kitabdır; mislini hiçbir ferd ibda' edemez. Onda bir noksan, bir degiştirilme, bir ziyade yoktur. imamiyye, bu inancta müttefiktir. Biri çıkar da Kur'an'da bir noksan olduğunu, degiştirilme bulunduğunu söylerse hata eder; çünkü o ulu kitabda, "Gergekten de biz indirdik zikr'i ve gerçekten de onu koruyan biziz elbet" buyurulmuştur (XV, 9).
Bizim, yahut baskalarının yollarından gelen ve Kur'an'ın noksan olduğuna, bazi yerlerinin değiştirildiğine dair olan haberler zaifdir, şazdır, haber-i ahad, ilmi ifade etmediği gibi onunla amel de edilemez; ancak te'vil olunabilir. Bütün imamiyye, Muhammed (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) den sonra birisinin peygamberliğine inananin, yahut kendisine vahiy geldiğini, kitab indirildiğini söyleyenin küfrüne hükmeder; katlini vacib bilir.
Dipnotlarin devami ----------------------------
Haber-i ahad, tek kişilerin haberleri anlamına gelir. Örfte, bir hadisi, tek bir kişi rivayet ederse, o ravinin doğru ve yalan söylemeyi adet edinip edinmemesi, bir menfaat gözetip gözetmemesi, zekâsının. Akli melekesinin iyi olup olmaması, haberi bizzat duyup duymamasi, o işi görüp görmemesi, hafiza küvvetinin derecesi gibi hususların aranmasi gerektir. Fıkıhta, bir şeyin sübütü için iki adil şahidin vücudu şarttır; ayni zamanda yukarda anlattılan süphelerin halli de mümkin olamaz. Bu yüzden haber-i ahad yakiyn ifdde edemez.
Kitap metninin devami ----------------------
İMAMET
imamiyye, diğer islam mezheblerinden, bu inancla ayrılır. imamete inanmak, imamiyyenin usülündendir.Bundan başka farklar, fürü'an aittir ve bütün müctehidlerde görülur; Hanefi ile şafii ve sair mezheb erbabi arasindaki farklar gibidir. imamiyye, imameti Allah tarafından verilen bir makam olarak kabül eder. Allah, kullarına nasib olmayanbilgisiyle nasil peygamberi, onların arasından seçmişse,
nasil ona itaati farzetmise, peygamberine de Hazret-i Ali (Aleyhisselam) ın imametini ümmetine bildirmesini, kendisinden sonra onun imam olduğiunu tebliyğ buyurmasını emretmiştir.
insanlar, bugüne kadar nasil iman ve yakiynde bir değillerse o gün de bir olmadiklarından Hazret-i Peygamber (S,M.) bu işin ümmete ağır geleceğini, amcasının oğlunu ve damadını sevdiğinden bu işi yaptığını sanacaklarını düşünmüş bunun üzerine Allah Sübhanehu ve teala, "Ey Peygamber, bildir sana rabbinden indirilen emri ve eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamiş olursun. Diye vahyetmiş, (V. 67). Hazret-i Peygamber de (S.M.) bu emir üzerine son haccı olduğu için Vida' Hacci denen hacdan dönerken Gadiri Humm'da ashaba bir hütbe okuyup
"Ben mu'minlere nefislerinden evla değilmiyim"? diye sormuş, onlar, evet diye tasdiyk edince de, "Ben kimin mevlasi, yani efendisi, veliyyül-emri isem bu Ali de onun efendisi, veliyyül-emri, imamıdır" diye Allah'ın emrini tebliyğ buyurmuştur.
Başka yerlerde de ima ve işaretle, yahut acıkca bunu te'kid etmiş, Allah'ın emrini yerine getirmiştir. Fakat Müslumanlarin büyükleri, Hazret-i Peygamber (S.M.) den sonra bu nassları, ictihadlarına göre te'vil etmişler, islamin salahını bunda görmüşlerdir.
Hazret-i Ali (Aleyhisselam) ve sahabenin ulularından bir topluluk, önce, ümmetin seçtiği halifeye bey'atten çekinmişler, fakat sonradan bu hususta israrın islama büyük zararlar vereceğini anlayıp bundan vazgeçmişlerdir. Malümdur ki Emir'ül-Mü'minin Ali'nin (Aleyhisselam); nazarında islam, kendi nefsinden ve nefsine aid herşeyden daha azizdi. Gazvelerde islam için nefsini nasil feda ettiği meydandadir; halifeye uymasi da bu yüzdendi ancak. Fakat o, bunu islamın salahi için münasib görmekle beraber Allah tarafindan verilmiş.
bir makam olan imamet onundu ve AHah'ın verdiği o makam ondan alınamazdı. Fakat hilafet kendisine tefviz olununca, Muüaviye'nin vali olarak Muslümanların başında kalmasından, Müslümanlara emretmesinden, hüküm yürütmesinden gene islama büyük bir zarar geleceğini görmüş, onunla uzlaşmayip savaşa girişmişti.
Hasılı imamiyye, biz Ali'nin şiaıyız; yani taraftarıyız;-ona uyanlarız; onunla uzlaşanlarla uzlaşırız; barışığız; onunla savaşanlarla savaşmadayız. Onu sevene dostuz; düşmanı a düşmanız ; bu da Haz-ret-i Peygamber (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)ın, Allahım, onu seveni sev; ona düşman olana düşman ol" emrine uymaktan başka birşey degğldir;
Ali'yi (Aleyhisselam) ve evladını sevmemiz, Haz-M-i i Peygamberi (S.M.) sevmemizdendir; ona itaat etmemizdendir derler. Bunlari izah, maksadımızın dışında olduğundan biz, gene imamiyye hakkındaki sözümüze gelelim; diyoruz ki: imamiyye, Allah tebareke ve taala'nınyeryüzünü,kullarına hüccet olan bir nebi, yahut vasiysiz birakmadığına inanır; bu vasiy, ister kendini bildirsin, ister bildirmesin; gizlensin.
Hazret-i Peygam-ber (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem), Ali'nin (A-leyhisselam) imametini, Hazret-i Ali, oğlu Hasan'nın ; o da kardeşi Hüseyn'ın (Aleyhime'sselam) vasiy olduğunu bildirmiş, böylece Onikinci imam olan ve zuhuru beklenen Mehdi'yedek; lAleyhisselam) hepsi vasiy olarak bildirilmiştir.
Bu Adem (Aleyhisselam) den sonuncu peygamber olan Hazret-i Muhammed'e (S.M.) kadar bütün peygamberlerde cari olan sünnetullahtır. Vasiyliğin isbatı hususunda din bilginlerinin uluların dan, sadr-i evvelden, hicri dördüncü yüzyila kadar bu hususta kitap yazanları bildirelim : Hişamibni Hakem'in, Hüseynibni Said'in,
Hakem ibni Miskit'in, Aliyyibni - Hüseynibnil - Fadl'in, Ibrahimibni Muhammedibni Saidibni Hilal'ni. El-Mahasin sahibi Ahmedibni Muhammedibni Hilali-Barkıy'nın, büyük müverrih Abdülazizibni Yahyal Celudinin -Vesayet-e ait kitapları vardır. Bunların çoğu, birinci ve ikinci asr-ı hicri ricalindendir. Üçüncü asırda da vasiylikten bahseden büyük bir topluluk vardir. Aliyyibni Riab. Yahyabni Mustafad.
Muhammedibni Ahmedis-Sabuninin vasiylik hakkında kitaplar olduğu gibi Muhammedibnil - Farruh'un "KitabüI-Va-siyyetü val-imame" si, kadrı yüce müdekkık muverrih - Mürücüz - Zeheb sahibi Aliyyibnil - Huseynil -Mes'udi'nin, Seyyidüt-Taife Muhammedibni Tusi'nin, dördüncü asırdan sonra Müsabnil - Hasan Beni A-mir'in te'lif ettiği vasiyliğe ait kitapları mevcuttur.
Mes'üdi, "isbatul Vasiyya- adlı meşhur kitabında her peygamberin oniki vasıysi olduğunu bildirir ve adlariyle hepsini zikreder; muhtasar hal tercemelerini de yazar; Oniki imam hakkında da bazi tafsilata girer ki bu kitap, iran'da basilmiştir. Bilginlerin imamet hakkında te'lif ettikleri, bu hususta akli ve nakli delilleri bildirdikleri kitaplardan bir kisim bunlardır; biz bu hususta fazla söz söylemiyecegiz.
Evet, Müslim fırkalarının ve başkalarının , imamiyye'nin Mehdi hakkındaki inancını kınayışları , bu inancı inkar edişleri vardır; hiçbir belirtisi görülmeyen, ortadan kaybolmuş. bulunan imamın varlığını, şüpheyi mucib olmuştur. inkar edenlerin sözleri iki esasa dayanir :Birincisi, bin yıl geçtiği -halde yasamakta bulunmasıdır.
Bunlar, bu inkarda bulunurlarken Nuh Aleyhisselam'ın ömrunü unutmuşa benzerler. Oysa ki Kuran-i Kerim'in apaçık bildirdiğine göre Nuh (Aleyhisselam), kavmi arasında "Bin yıldan elli yıl eksik bir müddet kaldı"ayeti sarihtir (XXIX, 14). Hatta bu peygamberin bin altıyüz, üçbin yıl ömru olduğunu söylüyenler olduğu gibi hadis bilginleri, Nuh Peygamberden daha uzun ömürlü olanların bulunduğunu da kaydetmişlerdir.
"Tehzib'ül-Esma'" da, Hızırın haya-ti ve peygamberliği hakkındaki ihtilaflar anlatıldıktan sonra bilginlerin çoğunun, onun hayatta olduğunu ve peygamber bulunduğunu söyledikleri, Süfilerle temiz kişilerin, bilgi erbabının bu husustaki ittifakı .
Onu görenlerin, onunla buluşanların bulunduğu, birçok delillerle anlatılıyor, ondan bilgi elde edenler,sorularına cevaplar alanlar bildiriliyor ki bunlar, anlatılmakta bitmez ve zaten söyliyeceklerimiz de meşhur ve malümdur. şeyh Abu Amribnis-Salah, alim ve salih kişilerin katında hızırın diri olduğuna, dair fetvalar vermiş., şazz olarak bazi muhaddislerin, bunu inkar ettiklerini bildirmiştir.
Bir başka yerde de o ve Zamahşari,"Rabi'ul-Abrar" da, Müslümanların , dört peygamberin diri olduğunda müttefik bulunduklarını , bunlardan idris ile isa'nın (Aleyhimesselam) gökte, ilyas ile Hızırın (Aleyhimesselam) yeryüzün de olduğunu söylemişştir.
Malümdur ki Hızır , peygamberler babasi ibrahim'in (Aleyhisselam) zamanında doğmuştur. Yüzlerce yıl, tabii ömrüyle yaşayanlar da çoktur ki Seyyid Murtaza, "Amali" sinde, bunlarıbir kısmını anar; Saduk gibi başkaları da bunları zikretmişlerdir. Asrımız da bile yüzyirmi yıl yaşayanlar, bundan daha az, yahut daha çok ömür sürenleri görmüşüzdür. Bir gün yaştan, bundan daha az, yahut daha cok, binlerce yıl da yaşatabilir.
Esasen bu, olağanüstü bir şeydir ve peygamberlerle evliyanın, olağanüstü şeylere mazhar olmaları şaşılacak, yahut görülmemiş bir şeymidir? Hatta bati bilginlerinin çoğu, dünyada ebedi yaşamanın imkanını bile söylemişlerdir. Burada, uzun bahislere girip bunu tahkıyk mümkin ise de konumuz ve kitabımız buna müsaid değildir.
ikincisi, kendisi ortada olmayınca varlığının ne hikmeti var; ondan faydalanılmadıkca varlığı yokluk gibi değilmidir sorusudur. Fakat bu soruyu soranlar. Rabbin bundaki hikmetini, ilahi mesalihini, yaratılış ve yaratış sırlarını. teşrii hükümlerin hikmetlerini biliyorlar mı? Nice şeyler var ki hala hikmeti bilinmiyor.
Hacer-i Esved, zararı dokunmayan, faydası görülmeyen bir taşken öpülmesindeki hikmet ne? Neden akşam namazı üç rik'at da yatsı namazı dört, sabah iki? Bunlar gibi daha nice şeyler var ki Allahu Taala, manen kendisine yakın olan meleklere, şeri-at sahibi peygamberlere bile bildirmemiştir. Kiyametin kopacağı zaman, yağmurun yağacağı an v.s. (XXXI, 34).
Hikmetini bilmediğimiz bazi şeyler var ki bizden gizlenmiştir: ism-i A'zam, Kadr Gecesi, icabet saati gibi. Allah'ın, bizce hikmeti bilinmeyen bir şeyi işlemesi veya bir hükmü vermesi, şaşılacak birşey değildir; iş, bunun vukuunda ve gerçek oluşundadır.
Peygamber'in (S.M.) ve ma'sum vasiylerinin (Aleyhimüsselam),haber verdikleri şeye inanmamız gerektir; hikmetinden, sebebinden bahsetmemiz gerekmez. Ancak Mehdi hakkında, Hazret-i Peygamber (Sallal-lahu aleyhi ve alihi ve sellem) den gelen hadisler, iki taraftan da, yani şia'dan da, Ehl-i Sünnet'ten de gelmiştir.
Hikmetini bilmedigimiz halde tasdıyk etmek zorundayız. Esasen bu hususu tafsile şu muhtasar kitap kifayet etmez. imamet hususunda ve her asırda bir imamin bulunduğu, yeryüzünün hüccetten halı kalmayacağı hakkında inancımız vardır ve budur. Onun varlığı lutuf olduğu gibi tasarrufu da bir başka lutufdur. Hikmetten sorulmaz, buna dair deliller pek çoktur; fakat Allah dilerse bu kadarı da kafidir.
ADALET
Adaletten maksat, Allahu Taala'nın, hiçbir kimseye zülmetmeyeceğine ve akl-ı selim'in kötü gördüğü şeyi işlemeyeceğine inanmaktır. Bu esas, ayn ve başlı başına bir esas değildir;
Allah'ın cemal ve kemal sıfatlarının hepsini haiz olmasi itibariyle zatın-da ve vahdaniyyetinde mevcuttur. Ama Aş'ariler, Adliyye'ye, yani adle inananlara muhalefet etmişler, hüsün ve kubhun, yani güzel ve iyi işle kötü ve yaramaz işin akli olduğunu, akılla anlaşılıp bilineceğini inkar etmişlerdir.
Onlar, hüsün, ancak şeriatın hüsün olarak kabul ettiği şey olduğu gibi kubuh da ancak şeriatın kubuh olarak kabul ettiği şeydir; Allah dilerse, kendisine itaat edeni cehenneme koyar, isyan edeni cennete koyar;
bu, kötü bir şey olamaz,çünkü o, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur; "Yaptığından sorulmaz, sorumlu değildir; onlardır sorumlu olanlar" (XXI, 23) demişlerdir. Hatta onlar, Sani' Taala'yi marifeti ve mücizeyi de duyğu yoluyla ve şer'i olarak kabul ederler; akil yoluyla değil. Fakat adle inananlar, bütün bu nazarı şeylerde hakim olan, müstakil olarak akıldır;
şeriat, ancak akıl kabul ettiğini te'kid eder, irşad eyler. Akıl, müstakıl olarak bazı şeylerin iyi ve güzel, bazi şeylerin de kötü ve çirkin olduğuna hükmeder; aynı zamanda Allah'ın kötü şeyi hükmetmeside imkansızdır; çünkü hakimdir; hükmünde hikmet ve isabet vardır; zülüm ise kötü şeydir (Allah, kullarına zülmü irade buyurmaz; XL,
31; alemlere zülmü irade etmez; III, 108); kötü şeyi, yapmak, hikmete aykırı olduğu gibi itaat edeni azaplandırmak zülümdür; zülüm ise kötüdür derler ve adl sıfatını Allah'a isbat ederler; bu sıfatı , diğer sıfatlardan bilhassa ayrıp zikrederler; böylece de Aşaire" nin inancina muhalefette bulunurlar.
Aşaire de Allah tebareke ve taala'nin adil olduğunu inkar etmez; fakat onlarca adalet, Allah'ın yaptiığı şeydir ve heryaptığı güzeldir. Bu yüzdendir ki Mu'tezile ve imamiyye'nin, aklın hükmü, iyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini anlayışı hususundaki re'ylerini inkar ederler; aklın, bu iyi bir şeydir; bu da kötü bir şeydir diye herhangi bir şeye hükmetmesini Kabuletmezler.
Adle inananlar ise hüsnün ve kubhun akli olduğunu ve aklin, hüsün ve kubha hükme eceğini Kabul ederler. Lütfu ve nimeti veren Allah'a şükrü vacib bildikleri gibi mücizenin de aklen vücübuna inamrlar. Mes'ele-nin en çetinlerinden biri olan cebr ve ihtiyar mes elesi de bu esasa dayanır.
Aşaire, cebre mütemayil iken Mu'tezile, insanin hür ve muhtar bulunduğuna, iradesinde hür olduğu cihetle işlediğini dileğiyle işlediğine, ancak kendisinin varlığı,nasıl Allah Sübhanehu ve taala'dan ise ihtiyar vasfınında ondan olduğuna inanir.
Allah, kulu yaratmış; ondaki ihtiyar vasfını da halketmiştir. Ancak ihtiyar, tüm olarak AIlah'ındır; kulun şahsine aid işlerdeki ihtiyar ise kula aittir ve kuldandır, Allah bir kula bir işi zorla yaptırmadığı gibi zorla da terkettirmez;
dilediğini yapmasına ihtiyar vermiştir; bu yüzden de akıl bakımından ve akıllarca kul, şer işlerse onu azaplandırması, iyi bir işte bulunursa onu övmesi, ona sevap vermesi doğrudur, yerindedir. Böyle olmadığı takdirde sevab ve azabın batıl olması, peygamberleri yollamanın, kitapları indirmenin, vaad ve vaidin fayda siz ve abes bulunmasi icabeder.
Bu mes'eleyi, "ad" Dinu val-islam" adlı kitabımızın son cüz'ünde etraflıca anlattık; burada sözü uzatmayacaız. Hulasa olarak diyeceğız ki imamiyye'nin inancından ve usülünden biri de Allah Sübhanehu ve taala'nın adil ve kulun hür ve muhtar oluşudur.
MAAD
Imamiyye, öbür Müslüman mezheblerinin inandıkları gibi Allah Sübhanehu ve taala'Nin, halkı yeniden veölümünden sonra kiyamet gününde, hisab ve ceza için dirilteceğine inanır.
şahıs, ayniyle, cesediyle ve ruhuyla dirilecektir; o kadar ki, birisi onu görse fılandır der. Bu tekrar diriltişin keyfiyetini münakaşaya lüzum yoktur; yok olani tekrar varlığa getirmek süretiyle mi,
yoksa varlığın bir daha zuhuru süretiyle mi, yahut da başka bir tarzda mi olacaktır; bunu incelemeyiz. imamiyye, Kur'an ve sünnetle kesin olarak sabit olan cennete, cehenneme, berzaha, azaba, mizana, sirata, a'rafa ve "Küçük, büyük , bütün işlerimizin tesbit edildiği kitaba (XVIII, 49), insanların hayır, yahut şerf yaptıklarına karşılık mükafat ve mücazat göreceklerine,
"Zerre ağılığınca hayır yapanın, o hayrın karşılığı , zerre ağırlığınca şer işleyenin de o şerrin karşılığını göreceğıne (C. 7-iu, apaçık vahy ile ve emin ve gerçek Peygamber (S.M.) tarafindan bildirilen bütün maad ahvaline inanır. Buraya dek anlattıklarımız, akla ve kalbe ait ve imana dair kısımlardır ki ilim ve inanca aittir. Şimdi bedenin vazifelerine, yani iman esaslarına göre bedenimizle işleyeceğimiz amellere geçiyoruz.
imamiyye, islam şeriatı hükmünce mükellef olan kişilerin, bütün işledikleri işlerin Allah tarafından şu beş. hükme raci' olduğuna inanır:Vacib, yani farz, haram, sevab, mekruh, mübah.
Mala, nikaha ve şaireye ait muamelatın hepsi, şeriat bakımından ya sahihtir, yahut fasiddir. Allahu Taala, bütün hükümleri, peygamberlerin sonuncusu olan Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem vasıtasıyle bildirmiş, Hazret-i Peygamber'e bunlar vahiy yoluyla teblıyğ edilmiştir.
Hazret-i Peygamber (S.M.) de bunları insanlara ve bilhassa her gün huzurunda bulunan sahabesine, "insanlara tanık olasınız ve peygamber de size tanık olsun" hükmünce (XXII, 78) iblağ eylemiştir.
Nübüvvet cağında meydana gelmemiş olan, yahut bildirilmesi iktiza etmeyen hükümleri de Hazret-i Peygamber (S.M.) vasiylerine ve her vasıy, kendisinden sonra gelene, zamanın da ve lüzümunda bildirilmek üzere anlatmıştır.
Hazret-i Peygamber'in zaman-ı saadetinde bildirilen hadislerin anlamlarını da sahabe, kendi anlayışları ve kaabiliyetleri derecesince anlamişlardir."Gökten yağmur yağdırır da vadilerde alabilecekleri kadar seller, ırmaklar olur." (XIII, 17).
Mesela bir sahabi, herhangi bir hükmü duymuş, bir başkası ise ona aykırı hükmü duyup rivayet etmiştir. Bu iki hükümden birinde mutlaka bir özellik vardir; ravinin biri bu özellikten gaflet etmiş, yahut da naklederken gaflette bulunmuş, böylece bir aykırılık meydana gelmiştir ki bu, aslında yoktur. Bu gibi sebebler yüzünden Hazret-i Peygamberin (S.M.) huzuruyla mümtaz olan sahabe dahi, hükümleri anlamak hususunda ictihada, hadise dikkat etmeye, karineleri gözetmeye, sözdeki maksadi bilmeye ihtiyac duymuştur.
Sahabenin her biri, re'y ve rivayet "ehlidir. Hepsi de duyduğu hadisin lafzını nakilde ravi ve mühaddis olduğu gibi rivayetten, yahut rivayetlerden, kendi anlayisina göre hüküm çıkarmak hususunda da re'y ve fetva sahibidir; bu melekeye sahib olanlar ise müctehiddirler. Bu mertebeye varamayan Müslümanlar, müctehidin re'yini taklid ederler; onun re'yine uyarlar. Hazret-i Peygamberin (S. M.), zamanmdan itibaren iş, böylece yürümuş, gitmiştir ve Müslümanların bir kısmı, hüküm hususunda bir kısmına uymuştur.
Sözlerimize iyice dikkat edilirse ictihad kapısının , Hazret-i Peygamber'in (S.M.) zamanında ve sahabeler arasinda açık olduğu görülür. Yalnız asr-ı saadete yakın olan devirlerde bu iş,
daha kolaydı; karineler daha çoktu, faydalanmak için soru sormak imkanı vardı. Asr-i saadetten sonra, zaman geçtikce re'yler çoğalmiş, Arab olanlar, Arab olmayanlara karışmış,sözler değişmeye, arapçayı tam anlamıyle anlamak imkanı güçleşmeye başlamiş; üstelik bir de söze söz katmak, yalan hadis uydurmak alıp yürümüş. bu hususta hüküm vermek için hayli bilgi sahibi olmak, hadisleri toplayip doğrusunu yanlışından ayırmak, bazismi bazısını üstün tutmak gerekli olmustur.
2
CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI
Asr-i saadetten uzaklaşıldıkca, islam yayıldıkca, bilginler ve raviler çoğaldıkca bu iş, daha da güçleşmiştir. Fakat ictihad kapısının , Hazret-i Peygamber'in (S.M.) zamanmda olduğu gibi açık bulunması bir zarürettir.
Bu hususta hükme varmak için bu, gerekli bir şeydir. imamiyyeye nazaran ictihad kapısı , bugünedek açıktır. insanların bilgin ve bilgisiz olmasi, bilgisizin bilgine müracaatı bir zarurettir. insanlar, şer'i hükümlerde ya alim ve muctehiddirler, yahut da cahil ve mukalliddirler.Bilgisiz olanın, şer'i tekliflerde bir müctehide uyması vacibdir. Müslümanlar,
şer'i hükümlerin delillerinin kitap ve sünnet, bunlardan sonra da akıl ve icma' olduğunda muttefiktir; bu hususta imamiyye ile obür Müslüman mezheblerinin arasinda bir fark yoktur.
Ancak imamiyye, bunlardan gayrı, bazi hususlarda ayrılırlar ki bunlardan biri kıyas'dır. imamiyye, kıyasla amel etmez; imamlarından, tevatürle gelen haberlere göre "şeriatta kıyasla amel edilirse din, yokolur gider." Kıyasla amel etmenin bozukluğu hakkında söz uzundur; burası da yeri değildir. Bir de imamiyye, sünnete, yani Hazret-i Peygamberden (S.M.) rivayet edilen hadislere, ancak Ehl-i Beytin, cedlerinden rivayet ettikleri takdirde uyarlar.
Mesela Sadık, Bakır'dan, o, babası Zeyn'ül-Abidin Ali'den, o, babası Huseyn-i Sıbt'tan, o babası E-mir'ül-Mü'minin'den, o da Hazret-i Resulullah'dan (Sallallahu aleyhi ve aleyhim) rivayet ederse kabul ederler.
Evvelce de söylediğimiz gibi imamiyye'ye göre ictihad kapisi açıktır; kapandığını iddia edenlere rağmen bu kapi, kapanmamıştır. Bunlardan başka hususlarda imamiyye ile obür Müslüman mezheblerinin arasinda hiçbir fark yoktur. Mevcut farklar fürü'dadır ve Ehl-i Sünnet bilginleri arasinda, anlayiştan doğan farklar gibidir.Müctehidden maksad, delillerden hüküm çıkarmadan mümarese ve meleke elde Eden, bu delillerden şer'i hükmü çıkaran zattır.
Fakat bu, ona uyulması için kafi değildir. Bundan başka şartlar da gerektir ki bunların en önemlisi adalettir. Adalet suçlardan çekinmeye, farzları yerine getirmeye yarayan bir melekedir.
Mesela yiğitliği meleke edinen kişi, korkak kişinin aksine, kolaylıkla savaşlara katılabilir. Adalet, Allah korkusuyla insanın , bütün hallerde kendisini kontrol altına alabilmesi kaabiliyetidir ki bunun en yüksek derecesi, imamda şart olan ismet,yani ma'sum oluştur. Bir de dini zarüriyyatta, mesela namazın, orucun farz oluşunda ve bunlara benzer şeylerde taklid ve ictihad olamaz. Bütün mükellef olanların , dini zarüretlere inanması gerektir.
Nitekim tevhid, nübüwet, madd v.s. gibi inanç asıllarında da taklid yoktur. Her mükellefin, muhtasar bir sürette bile olsa bunları , delilleriyle bilmesi icabeder. çünkü bunlar. ilmi teklifler ve inanca ait vacib olan şeylerdir; bunlarda zanna dayanılamayacağı gibi başkalarını taklid de caiz değildir. Bil ki onda'n başka yoktur tapacak." (XLVII, 19). Bunlardan başkası füru'dur ve bunlarda ictihad ve taklid gerektir.Mükelieflerin a'mali, ser'i hükümlerin konusudur. Bunları ictihad, yahut taklid yoluyla bilmek gerektir.
Bu iki yolla bunları bilip öğrenmeyi terkeden ikaaba, azaba uğrar. Bunlar, ya kulla Allah arasındadır ki bunların sahih olmasi, Allah'a yakınlık için, Allah rızası için yapilmasina bağlıdır ve bu ibadetler ya oruç, namaz gibi bedenidir; yahut da kul ile kullar arasındadır ve alışveriş.
nikah gibi iki taraflı olur; yahut boşamak, kul ve cariye azad etmek gibi bir taraflı olur; yahut da yemek, içmek, giyinmek gibi kulun yalnız kendisine ait bulunur. Fıkıh, bütün bu hükümlerden bahseder ki dört, babdır: ibadetler, muameleler, yapılan şeyler, hükümler.ibadetlerin temeli altıdır: ikisi bedenidir ki oruc ve namazdır. ikisi yalnız malidir ki zekat ve humüstur. ikisi de hem mali, hem bedenidir ki onlar da hac ve cihadır. "Mallarınızla ve nefislerinizle savaşın " buyurulmuştur (IX, 41) Keffareler ise, onlara ait suçlar hakkındadır.
NAMAZ
imamiyyece ve bütün Müslümanlarca dinin direğidir; kulla rabbin buluşmasıdır; O'na ulaşılan merdivendir; yani kulun, mü"minin mi'racıdır. Bu yüzdendir ki Müslümanla, ulular ulusu Allah tebareke ve taala'ya kafir olanın arasında, bir, yahut iki farz namazı terketmekten daha büyük bir fark yoktur sözü, Ehl-i Beyt'ten gelen haberlerdendir.
Cünkü namazın, islam şeriatında pek önemli bir mevkii vardır; ibadetlerin hiçbirine benzemez. imamiyyenin icmaiyle namazı terkeden, fasıkdır; ona saygı göstermiyenin islamdan hazzi kalmamış demektir; amandan mahrum Kalmıştır.
Namazın önemi, imamiyyece pek ileridir. Vacib, yani farz namazlar, islam şeriatında şunlardır: Her gün farz olan beş vakit namaz, Cumua namazı, fıtır ve kurban bayramlarının namazları, halkın çoğunu korkutan ve göge, yahut yere ait herhangi bir olay, güneş ve ay tutulması dolayısıyle kılınan ayat namazı,
hac töreninde tavaf namazı,nezir, yahut yemin yüzunden, yahut da vefat etmiş birisinin kaza namazlarını kılmayı vaadededen veya ücretle kılmayı taahhüd eden kişinin, meyyit adına kılacağı namazlar ve cenaze namazı. Bunlardan başkaası nafilelerdir. Nafilelerin en önemlisi de her gün ve her gece kılılan nafilelerdir ki bunlar adeta farzların yarısıdır. Her gün sabah iki, ögle ve ikindi dörder, akşam üç, yatsı dört rik'attir; bunlar farzlardır ve on yedi rik'at olur. Gece ve gündüz kılılan nafileler, otuz dört rik'attir; bunlarla günde elli bir rik'at namaz olur. Burada aklımıza bir hikaye geldi; onu da kaydedelim:
Ragıb-i isfahani değerli bir kitab olan al Muha-darat" ında nakleder: isfahan'da, Ahmedibni Abdül' aziz zamanında Kinani denen birisi varmış Ahmed, bu zattan okurken bir gün Ahmed'in anası, Kinani'ye, oğlumu Rafızi yaptin demiş. Kinani, A kıt akıllı kadın demiş.; Rafızi dediğin kişiler, her gün elli bir rik'at namaz kılarlar; senin oğlun ise elli bir günde bir rik'at bile kılmıyor; o nerde, Rafızilik nerde?
Nafilelerin, her gün kılmanlarından dan sonra en önemlisi, Ramazan ayının nafileleridir ki bin rik'attır ve her gün kılılan nafilelerden ayndır. Nafilelerde, Ehl-i Sünnetçe, Ramazan ayında teravih diye meşhur olan ve cmaatle kılınması adet edilmiş bulunan namaz vardır; fakat şia'da nafilede cemaat meşru'değildir; cemaat ancak farzlarda olur.
Cumua ve bayram namazlariyle diğer farz olan namazlara, seferde, yani yolculukta dört rik'at olan namazların ikiye inmesine ve nafilelere ait bilgiler, binleri aşan imamiyye kitaplarında vardır.
Sabahın iki, öğle ve ikindinin sekizer rik'at nafilesi vardır; bunlar, farzdan evvel kılınır. Akşamın dört rik'at nafilesi farzdan sonra kılınır, Yatsının bir rik'at ayakta. Yahut iki rik'at oturarak kılınan nafilesi farzdan sonradır, Gecenin üçte ikisi gectikten sonra sekiz rik'at nafilesi. Ondan sonra iki rik'at şef re bir rik'at Vetr denen namaz vardır.iki rik'altan fazla olan nafilelerdir. iki rik'at te bir selam verilir ve ikişer-ikişer kılınır.
Ramazan ayında her gece. akşamla yatsı arasında sekiz. yatsıdan sonra oniki rik'at, yirminci geceden sonra, yatsıdan sonraki nafileye onar rik'at ilevesiyle otuz rik'at. ondokuzuncu. yirmi birinci, yirmi ücüncü gecelerde. bunlardan başka yüzer rik'at nafile vardır ve gene iki rik'atte bir selam verilerek kılınır.
Ayrıca dualara, edeblere, zikirlere ait de sayılamıyacak kadar kitaplar yazılmıştır. Bizce namazın sahih olmasi için üç şey gerektir: birincisi şartlardır ki bunlar namazın dışındadır; fakat bunlar olmadıkça namaz batil olur.şartlar altıdır: Taharet, vakit, kibleye karşı durmak, avret yerlerinin örtülu olması ve helal ve temiz elbiseyle örtülmüş bulunması, niyyet. Mekan, namazın rükünlerinden olmamakla beraber zarüridir.
Namaz kılılan yerin mübah olması ve secde mahallinin temiz bulunması şarttır. ikincisi, namazın cüz'üleridir ki namaz, bunlardan meydana gelir. Bunlar da iki çeşittir. Bir kısmı rükündür . Bunlar olmazsa namaz batil olur. Rükünler dörttür: Tekbiretül-ihram, yani iftitah tekbiri, kıyam, rüku', sücüd. Rükün olmıyanlar ise, kıraet, rükü' ve sücüd tesbihleri, teşehhüd ve selamdır.
Bütün bunlarda tuma'nine, yani huzur ve sükün şarttır. Ezan ve ikaamet, bilhassa kaamet getirmek, müekked müstehabdır. Kudret ve vaktın müsaadesi halinde kaamet getirmek vacibdir de denmiştir. Üçünü kısım ise namazı bozan şeylerdir. Bunlar da ikiye ayrılır . Birinci kısmı, hades, kıbleye arka çevirmek, namazınşeklini, süretini bozacak derecede bir is. Yapmaktır.
ikinci kısmı ise bilerek yapıldığı takdirde, namazı bozan şeylerdir. Söz söylemek, sesle gülmek, ağlamak, saga-sola dönmek, yemek ve içmektir. Taharet, güsül lazımsa güsletmek, değilse abdest almaktır; her birerini icabeden sebebler vardır.
Su bulunmadığı ,yahut hastalık, çok şiddetli soğuk, vaktin daralması gibi bir halde, "Temiz toprakla teyemmüm edin" ayet-i kerimesi hükmünce (IV, 43; V. 6) abdest ve güslün, yahut birinin yerine teyemmüm edilir.
Ayette geçen "Said" kelimesinin anlamına , lügat bilginleri ve fakıyhler, çesitli hükümler vermişlerdir. Bilhassa topraktır, dendiği gibi mutlak olarak yeryüzüdür; taş, kum, toz; yıkılmadan önceki madenler ve secde edilmesi caiz olan herşeydir denmiştir. Namaza ait kısaca söyliyeceklerimiz bitti; sözü uzatmaya kalkışırsak ciltler dolar.
ORUC
imamiyye katinda islam şeriatınınrükünlerinden bir rükündür ve hüküm bakımından üç kısma ayrılır: Vacib, yani farz olan oruçlar, müstahab oruç ve haram oruç, Vacib olanlar iki kısımdır:
Asıl bakımından farz olanlar, bir de herhangi bir sebep dolayısıyle farz olanlardır. Aslen farz olan oruç, Ramazan ayın orucudur. Bir sebeb yüzünden farz olunanlar' ise, kaza, keffare vs. dolayısıyledır ki tafsılatı fıkıh kitaplarında mevcuttur. Müstahab oruç, Receb ve şaban aylarında ve diğer mübarek günlerde tutulan oruçlardır. Haram olanlar, fıtır ve kurban bayramında ve kurban bayramının ikinci ve üçüncü günlerinde tutulan oruçtur.
Arefe günü, yani ZilhicCenin dokuzuncu günü,insanı duadan alıkoyar,insana dua ettirmiyecek kadar aciz verirse o günün orucu ve Aşura günü tutulan oruç mekruhtur ve bu, nisbidir.
Oruç için de şartlar, oruca Mani olan şeyler, orucun edebleri, vaktinde okunacak dualar vardır ki imamiyyenin bu hususlarda binlere varan te'lifleri mevcuttur.şia'nın, Ramazan orucuna verdiği önem, pek şiddetlidir; hatta haddi aşkındır. Namaz ve oruç, yalnız bedeni olan ibadetlerdir.
ZEKAT
şia katında zekat, namazdan sonra ikinci önemli ibadettir. Eimme-i Hüda'dan gelen bazi rivayetlere göre zekat vermeyenin namazı makbul değildir. şia'da da, bütün Müslümanlarda olduğu gibi dokuz cins şeyden zekat verilir. Bunların ücü, deve, öküz ve koyundur. Obür dördü, buğday, arpa, üzüm ve hurma, altın ve gumüştur. Ticaret maliyla attan, mercimek v.s. gibi yerden biten şeylerden zekat vermek müstahaptır.
Zekat verilmesi farz ve müstahap olan şeylerin herbirinin şartları vardır ki fıkıh kıtapların da zikredilmiştir ve hepsi de Hanefi, şafii, Maliki ve Hanbeli gibi maruf mezheplere uyar' Zekat verilecek kişiler de, "Sadakalar ancak yoksullara, miskinlere..." ayet-i kerimesinde bildirilmiştir (IX. 60).
FITIR ZEKATI (FITRA)
Zekat-ı fıtır, yanı fıtra, Ramazan ayının son gününün akşamı, yani bayram gecesi, güneş. batınca, hür olsun, olmasın, her verebilecek Müslümana vacib olur.
Hatta o gün, yahut o sırada doğan cocuğa da vacibdir. Kendisi veremiyecek halde olanin fıtrasını vermek, nafakası kime vacibse ona vacib olur. Zekat, mal sadakası olduğu gibi fıtra da can sadakasıdır ve oruç, bunu vermekle kabul olur. Mıkdarı, adam başına, buğday, arpa, hurma gibi ğıdaya ait şeylerden bir sa' yanğı yukan üç kilodur. Aynen ği gibi bedeli, tutan olan para da verilebilir.
HUMÜS
Bizce yedi şeyden verilir: Harp ğanimetleri, denizden çıkan şeyler, define, maden, kazançla elde edilen kar, haramla karışmış olan mal, Müslümandan zimmiye, yani Müsliüman devlete tabi' olan, cizye denen vergiyi veren Kitab ehline geçmiş arazi.
Humüs,"Bilin artık ki birşeyden ğanımet elde ettiniz mi, beşte biri Allah'ındır ve Rasulünün ve Rasulünün yakınılarının..." ayet-i kerimesine dayanır (VIII, 41). Humüs bizde, Allah'ın, Al-i Muhammed'e, sallallahu aleyhi ve aleyhim, sadakaya, zekata bedel olarak verilmek üzere farzedilmiştir; onların hakkıdır.
Allah Sübhanehu ve taala, mal ve beden sadakası olan zekat ve fıtrayı onlara haram etmiştir; humüs, yani yedi şeyden verilen beşte bir hisse, buna karşılıktır.
Humüs alti sehme ayrılır. Üçü, Allah'a ve Rasulüne ve Rasülünün yakınlarına aittir. Bunlar, imam, zahirse, ortadaysa, meydandaysa ona, değilse naibi olan adalet sahibi müctehide verilir ve şeriatin, islam dininin korunmasi için önemli görülen dini işlere sarf olunur; yoksullara verilir. Diğer üç sehim, Haşim oğullarından olup kendilerine sadaka ve zekatın haram edildiği yoksulların hakkıdır. imamiyye katında, Rasulüllah sallallahu aleyhi ve alihi ve sellemden bugüne kadar hükum budur.
imam şafii, Allah rahmet etsin, "al-Umm" adlı kitabının 69. sahifesinde, "Al-i Muhammed'e sadaka yerine humüs verilir. Az olsun, çok olsun, onlara sadaka verilmez; onların almaları da haramdır; onların , o soydan olduklarını bilen, sadaka verirse caiz de'ğildir. der ve sonunda,
Hakları olan humüsu, sadaka onlara haram olduğundan men'etmek, haklarını ibtal eylemek caiz değildir hükmünü verir. Humüsün kalktığına dair bir sened yoktur. şafii, imamiyyenin hilafına olarak yazdiği kitapta bile böyle bir söz söylememiştir. Kuçük, büyük, fıkıh kitaplarında zekat gibi humüse de yer verilmiştir.
224 hicri-de vefat eden Abü-Ubaydul-Kaasım ibni Salam, "Ki-tabul-amval" adını taşıyan ve çok önemli olan kitabında, humüsü etraflıca anlatır; humüs vacib olan şeyleri ve kimlere verilmesi gerektiğini ve sair hükümleri bildirir ve zikrettiği şeylerin çoğu da imamiyyeye uyğundur. Dileyen, 309. sahifeden 349. sahifeye kadar olan kısma bakabilir. Zekat ve humüs, yalnız malı ibadetlerdendir. Hembedeni, hem malı ibadetlerse hac ve cihaddir.
HACC
şia katinda, islamın en büyük esaslarından, en mühim direklerinden biri de haccdır ve bunu terkedenin, Yahudi, yahut Nasrani olarak olmesi, dileğine bırakılır.
Bu farzin terkedilmesi, Allah tebareke ve taala'Nin, "Kim kafir olursa, artık Allah, alemlerden ğanidir (III, 97) hükmünce küfür haddine kadar varır. Hacc, mal ve bedenle yapilan bir nevi' cihaddir; hatta hacc, manevi cihaddir; cihadsa gerçek hacdır. iyice dıkkat edilirse aralarında bir birlik olduğu anlaşılır. insan akıllı olur, ergenlik çagina erişir, yol azığına, bineğe kudreti olur, bedeni sihhatte bulunur, yol da emin olursa, ömründe bir kere haccetmesi farzdır.
Hacc, üç nevidir-. ifrad. Buna Allah u Taala, insanlara Beyt'i ziyaret farzdır" kavl-i şerifiyle işaret buyurmuştur (III, 97). Kıran. Bunu Allah, Haccı ve umreyi de Allah icin tamamlayın" ayetiyle bildirmiştir (II, 196. Temettu'. Bu da "Hacc zamanında umre yapmak isteyen... ayetiyle sabittir (ayni ayet).
Her-biri icin uzun bahisler ve bircok hükümler vardır ki bunlara ait kitaplarda anlatılmıştır. Ehl-i Sünnet bilginlerinin hacc hususundaki hükumleri, pek azi miüstesna, imamiyyeye uyğundur. imamiyye, hacca büyük bir ömnem verir. Her yıl, yüzbinlercesi, birçok tehlükelere rağmen mal ve can kaygısını bir yana atarak bu farizayi yerine getirir.
CİHAD
Cihad, islam bınasının temelidir; bina, bu direk sayesinde yücelmiştir; cevresi, bu yüzden genişlemiştir. Cihad olmasaydı islam, alemlere rahmet ve bütün halka bereket haline gelmezdi.
Cihad, düşmana karşı koymak, yeryüzündeki zulüm ve fesada karşi, hak için, gerçek için canla, başla, malla savaşmaktır. Bizim katımızda cihad iki kısımdır:
Cihad-ı ekber. Bu, içteki düşmana karşı durmaktır ki o duşman da nefistir; benliktir. Onun, bilgisizlik, korkaklık, cevir ve zulümde bulunuş, ululanmak, kendisini büyük görmek, haset, nekeslik, bencillik v. s. gibi kotu huylarını gidermeye savaşmaktir. "Düşmanlarının en çetini en büyük düşmanım, bedenindeki nefsindir" buyurulmuştur.
Cihad-i asgar. Dıştaki düşmana, hakkın, adaletin, düzgünlüğün , faziletin, dinin düşmanıyle savaşmaktır. Nefse karşı durmak, onun kötu sıfatlarını gidermek, huy edinilen kötülüklerden vazgeçmek, daha güç olduğundan Hazret-i Peygamber sallallahu aley-hi ve alihi ve sellem, bazi hadislerinde bu birinci cihada, cihad-i ekber adını vermiştir.
Kendisi ve ashabı, rıdvanullahi aleyhim ecmain, hayatları boyunca bu iki cihadla uğraşmışlar, sonunda islam, en yüce ve üstün makaamina varmıştır.
EMR BiL-MARÜF, NEHY ANİL MÜNKER
Bu da, hem şer'an, hem aklen en önemli farzlardandır ve islam dininin dayandğı esaslardan biridir. ibadetlerin en üstünlerindendir; itaatlerin en yücelerindendir ve cihad kaplarından bir kapıdır. Hakka davettir; doğru yolu gütmektir, sapıklığa ve aslı olmayan şeylere karşı koymaktır. Bunu terkeden toplumu Allah alçaltmıştır ; onlara kötülük libasını giydirmiştir; onlar, her saldırğanın saldırısına razı olmuşlar, her zalime lokma kesilmişlerdir.
islam şeri-atının sahibinden ve ma'sum imamlarımızdan,sala-vatullahi aleyhim, bu esaslara yapışmak, bunları elden bırakmamak hakkında ve ihmal edildiği takdirde düşülecek bozğunluklara, zararlara dair hadisler varid olmuştur. Terkedilince bellerin kırılacağı, boyunların kesileceği bildirilmiştir. iyiliği buyurmayi, kötülükten nehyetmeyi terkedince kötülük iyilik olur; iyilik kötülük haline döner.
iyiliği buyuran, onu yapmaz olur; kötülükten nehyeden, onu işler durur. Yeryüzünde ve denizde bozğunculuk zuhur etti" buyurulmuştur (XXX, 41). Bu takdirde ne kötülüğü değiştiren kalır, ne men'eden. iyiliği emrettiği halde onu terkeden, kötülüğü nehyettiği halde işleyene de Allah la'net eder.
Gerçekten de islam dini, siyasi, dini ve medeni kanunları, yücelme ve kutluluğa erişme sebeplerini ne de güzel toplamıştır. Hükümlerin hikmetleri, insanlara konan hadler ve kayıtlar, bildirilen emir venehiyler, teşrii kuvvet demektir ki bunların yerine getirilmesi gerektir. Bunun için de bütün Müslümanlara, Emr bil-Ma'ruf ve Nehy ani'l-Münker farzedilmiştir. Böylece her Müslüman, bu hükümleri yerine getirmek için bir kuvvettir.
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz sorumlusunuz- buyurulmuştur. Herkes bu sorumluluk altındadir; herkes bu emre muhataptır. Böyle olduğu halde hayir elde edilemez, şerden kaçınılamaz bu sefer, umumi çoban ve mutlak sorumlu olan imam, yahut hukümet, mücrimleri tenkile,
Müslüman sınırlarını korumaya, iyiliği buyurmaya, kötülüğü nehyetmeye, bu buyrukla amel eylemeye me'murdur ki böylece bunun faydaları, verimliliği umumi olur; büyük büyük eserleri zuhur eder ki bunları anlatmaya yerimiz yok.
Ancak şu soruyu soralım: Bu çeşit bir siyaset, dinlerin hangisinde vardır? Her insanin, obürüne gözcü, bekçi olması, onu koruması, en büyük ve büyük olduğu kadar da en ince ve esasli bir felsefe, hangi dinde mevcuttur?
islamda herkese üç farz terettub etmektedir: Ögrenmek ve ögrenip bellediğiyle amel etmek, ögretmek, bilgi elde etmeye ve bildiğini tutmıya herkesi teşvıyk etmek, bu hususta herkesi gayretlendirmek.
Düşün de bu dinin büyüklüğünü anla; sonra bir de müslümanların bugünkü haline bak. La havle ve la kuvvete ilia billah. işte bunlar, imamiyyenin, islam şeriatina uyğun olan esas ibadetleridir ki yalnız adlarını ve asıllarını söylemekle iktifa ettik; bunlara ait tafsılatsa sadr-ı evvelden bugünedek yazılmış binlerce imamiyye kitaplarındadir.
MUAMELAT
Bunlar iki taraflı olur. Bir yandan icab, obür yandan kabul şartı vardır. Mühim bir kısmı mala aittir ve iki kısımdır: Lazım olan akidler.
Satış, kiraya veriş, uzlaşmak, rehin, bağış, borç gibi caiz akitlerdir ki bunlar fıkıhı kitaplarında asıllariyle, fer'ileriyle, esaslariyle, delilleriyle etraflı, yahut muhtasar olarak mevcuttur.
Ashabımız, Allah onlardan razi olsun, bu muamelelerdeki hükümlerin hiçbirinde, hiçbir tarzda, ibadetlerde olduğu gibi kitap ve sünnetten ayrılmazlar. Katımızda ticaret yoluyla, yahut icareyle, yahut bir san'atla, yahut ziraatla, yahut da bunlara benzer herhangi bir vasıtayla mal kazanmakta, şeri yollarda hareket etmek gerektir.
Gasb, hiyanet, aldatmak, yalan ve hile gibi gayr-i şer'i yollarla kazanç helal değildir. Müslüman şöyle dursun, kafire bile hile yapmak, kafiri bile aldatmak haramdir.
Nitekim kafirin emanetine hiyanette bulunmak helal olmadiği gibi emanetini eda etmek de farzdir. Bir de mal üzerine mebni olmamakla beraber malı bir tekeffülü de icab ettiren, neslin türemesi, aile düzeni, nev'in bekaası maksadına dayanan akid vardir ki bu da iki kısımdır:
1) Daimi akid. Bu, mutlak olarak evlenmektir. "Sizden bekar olanları , cariyelerinizden iyi olanları nikahlayip evlendirin..." buyurulmuştur (XXIV, 32).
2) Akd-i inkita', Bu mukayyed olarak evlenmektir, yani muvakkat nikahtir. Birincide bütün Müslümanlar müttefiktir. ikincisi Nikah-i Müt'a diye tanımlanır. Kur'an-i Kerim'de Allah tebareke ve taala'nın. "Kadınlardan biriyle faydalandığınız takdirde ücretlerini kararlaştırdığınız veçhile verin" kavl-i şerifiyle tasrih buyurulmuştur
(IV, 24). Bu nikahın meşruiyetinde imamiyye, diğer Müslüman mezheplerinden ayrılır ve ilel ebed bekaasına kaail olur. Bu husustaki ayrılık, ümmet arasında, sahabe devrinden başlar. Miit'a, yani muvakkat nikah, Rasulüllah sallal-lahu aleyhi ve alihi tarafından teşri' edilmiş, mubah olduğu bildirilmiş, onun hayatında sahabenin bir kısmı, bununla amıl olmuştur.
Vefatından sonra da bu nikahı tecviz edenler vardar. Abdullah ibni Abbas, Cabir ibni Abdullahi Ansari, imranibnil Husayn, ibni Mes'ud, Ubayyibni Ka'b gibi sahabenin ulularının bu nikahın mübah olduğunda ittifaki bulunduğu, hatta yukandaki ayeti, -Kadınlardan biriyle, amlan bir müddetedek, evlenerek faydalandığımız takdirde* tarzında okudukları söylenmiştir. Şunu da söyIeyelim
ki, Allah saklasın, bu çeşid okumakla kitabı tahrif etmiş değillerdir; maksadları ayet tefsiridir. Mesela ibni Cerir, Tefsir-i Kebirinde ibni Abbas'in, Ayeti böyle okuduğunu söylerse de,
Rivayet doğruysa hıbr'ül-ümme'nin maksadı, ayetin böyle nazil olduğunu bildirmek değil, tefsirini izah etmektir. Bu nikahın sünnetle neshedildiğini.
Hz. Peygamber'in; (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) mübah iken haram ettiğini söyleyenlerolduğu gibi kitapla neshedildiğini söyleyenler de olmuştur; fakat bu hususta ihtilaf vardir. Bazıları, "Kadınları boşayacağınız zaman temiz oldukları vakit boşayın..." emriyle beyan buyurulan talaak ayeti, bunu neshetmiştir der (LXV, 1).
Bazıları çocukları yoksa zevcelerinizin, kalan mallarının yarısı sizindir" ayetiyle, yani mirasi bildiren ayetle neshedilmiştir der (IV, 12). Fakat bu ayetlerde hükmü nesheden bir beyan yoktur;
çünkü bildirilen hükümler, daimi akde aittir. Bazılarıysa, helal olduğu bildirilen "Ancak eşIeri ve temellük ettikleri mustesna- ayetleriyle ve haram olanları bildiren hükümlere mensuhtur demiştir (XXIII, 6, LXX, 30). Bunlar, çoğunluktadır.
Alüsi, tefsirinde, şia, cariyeye, mütemettea diyemez; akd-i daimi ile alınan kadın hakkıda da böyle birşey söyleyemez diyerek bu ayeti delil getirir ve bu delili irad ettikten sonra da müt'ada miras, iddet, talaak ve nafaka gibi zevciyyet levazımının kalmadığını söyler. Halbuki şeriatta, kafir olan, kaatil olan zevce, ölüm hastalığında alınan ve dühulden once kocasi ölen kadın da mirastan mahrumdur.
Sonra mirastan da, ancak müddetin bitmesiyle mahrum olur. iddete gelince, imamiyye'nin icmaiyle müt'a edilen kadnın iddetini beklemesi gerekir. Nafaka da mutlak olarak zevciyyet levazımından değildir.
Talaak ise, müt'ada, muayyen müddetin kadina bağışlanmasıdır. Ayrı zamanda mut'a ayetinin bu ayetlerle haram edilmesine imkan yoktur; çüukü müt'a ayeti, Nisa süresindedir ve bu süre Medenidir; obür ayetlerde Mü'minün ve Maaric sürelerindedir; bu sürelerin ikisi de Mekkidir. Bina-enaleyh nasihin, mensüha takaddümü icab eder ki bu, gayr-i mümkindir.
Ehl-i Sünnet bilginlerinin büyüklerinden bir kısmı , miit'a ayetinin mensuh olmadığını kaaildir ki Zamahşeri de bunlardandır. "Keşşaf" ta, ibni Abbas'dan bu ayetin muhkem ayetlerden olduğunu nakleder. Diğerleri de Hakemibni Uyayna'ya, müt'a ayeti mensuh mudur diye sorulduğu zaman, hayır diye cevap verdığını naklederler. Hülasa bir topluluk, meşru' olduğunu itiraftan sonra mensuh olduğunu söylemıştır.
Buhari ve Muslim, Hazret-i Peygamber Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem'in, müt'ayı ve ehli eşekleri, Mekke'nin fethedildiği gün, yahut Hayber fethinde, yahut Avtas gazvesinde nehyettiğini naklederler. Görülüyor ki burada da ihtilaf ve ceşitli rivayetler vardır. Kaadi iyad, bazılarının haram, bazılarının mübah olduğunu, iki kere neshedildiğini söylediklerini hikaye eder.
Bazılarıysa hicretin onuncu yılı Vida' haccinda neshedildi derler. Hicretin dokuzuncu yılında Tebük gazvesinde, sekizinci yılın şevvalinde Avtas, yahut Huneyn gazvesinde, yahut bu yılın Zilhiccesindeki Umratul-Kaza'da neshedildiğini söyliyenler de olmuştur. Bütün bu rivayetlere göre iki, üç kere değil, belki beş hatta altı kere mübah kılınmış , sonra neshedilmiş. olması gerekir; nitekim Navavi v.s. de, Muslim serhinde bunu söylemişlerdir. Bu kadar ihtilaftan sonra bu neshin değeri ne derecedir?
Sonra kitap, haber-i ahad ile neshedilemez. Rivayetlerin cokluğu ve birbirine uymayisi da neshedilmediğini gösterir. Bir de Sahih-i Buhari'de Ebu-Reca' imranibni Husayn'dan rivayet eder; demistir ki: Allah 'ın kitabında müt'a ayeti indi.
Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) le müt'ayı amil olduk; haram olduğuna dair Kur'an'da bir ayet inmedi; Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) da, vefatınadek onu nehyetmedi. Bir zat, kendi re'yiyle nehyetti. Bu zatin Hazret-i ömer olduğu söylenmiştir; Cabiribni Abdullah-i Ansari, umre için gelmişti; evine gittik. Bir topluluk ondan bazı şeyler sordu.
Sonra söz mut'aya geldi. Evet dedi; Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) ın; zamanında müt'ayla amil olduk; Ebu-Bekr ve ömer'ın zamanında da öyle. Gene aynı kitapta, Cabir'in Rasulüllah'ın (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) ve Ebu-Bekr'in zamanında bir avuç hurmayla, unla müt'a yapardık; ömer onu nehyedinceyedek böyleydi dediği rivayet edilmiştir. Gene aynı kitapta, Ebu-Nadra'nin, Cabir'in yanındaydık; birisi geldi ve ibni Abbas'Ia ibni Zü-beyr'in mut'a hususundaki ihtilaflarını söyledi. Cabir, Rasulüllah'ın (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) zamanında müt'a-i nisa ve müt'a-i hacla amil olurduk; sonra ömer ikisini de nehyetti; biz de bir daha yapmadık dediği rivayet edilir.
Sahih'i Müslim'in bu babında görülüyorki müt'ayı isbat eden ve nefyeden haberler var. Cuhani diyor ki: Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) bize, Mekke'nin fethi yılında müt'ayı buyurdu; bu,
Mekke'ye girerken oldu; sonra oradan çıkmıştır kibizi ondan nehyetti. Burada nehiy, Hazret-i Rasül'e isnad edilmekte ,bir başka yerde ömer'e atfedilmekte ve mü'tanın Hazret-i Ebu-Bekr zamanın da işlendiği söylenmekte. Bir de Hazret-i Ali'nin (Aleyhis-selam) ibni Abbas'i müt'adan bahsetmekten men'ettiği bildirilmekte. Böyle olduğu halde ibni Zübeyr'in Mekke'de emareti zamanın da,
Allah bazi kişilerin başgözlerini kör ettiği gibi cangözlerini de kör etmiştir , onlar mut'anın helal olduğuna fetva veriyorlar diyerek ibni Abbas'ı kasdettiği ibni Abbas'ın da,
mü'tanın imam'ül-muttakıyn (Hazret-i Ali Aleyhisselam) zamanında da işlendiğini söyliyerek cevap verdiği zikredilmekte. Bütün bunlardan daha şaşılacak şey, Emir'ül-Mü'minin'in; (Aleyhisselam) müt'ayı nehyettiği rivayetidir ki müt'a, bilhassa Ehl-i Beytin kabul ettiği bir şiardır ve Hazret-i Ali'den, ömer müt'ayı nehyetmeseydi ancak pek kötü kişi zina ederdi sözü rivayet edilmiştir.
Nitekim Tabari de, Hazret-i Ali'nin, ömer insan'an müt'adan men'etmeseydi ancak pek az kişi, yahut helak olmaya razi olan kişi zina ederdi buyurduğunu rivayet ediyor.
Sikadan rivayet, edilen ve mevsuk yollarla gelen haberlerdendir ki Ca'ferüssadık aleyhisselam, üç şeyde hiç kimseden çekinmem: Hacc müt'ası, kadınlarla müt'a, mesh üstüne meshetmemek buyurmuşlardır.
Bu fennin kaaidesince müt'ada, mükarrer usüle nazaran haberler, birbirini nakzederse huccet olmaktan çıkar; onlara güvenilemez. Bu çeşit haberler, müteşabihat kabilinden olur ve onları terkedip mühkematla amel etmek icab eder. Bütün Müslümanlarca meşru' ve mübah olduğu ittifakla kabul edilip sabit olduktan sonra neshedilip edilemediği hakkında haberlerde ihtilaf olduğuna göre, şüpheye uymayip neshedilmediğini kaail olmak gerektir.
Bu işi biraz daha aydınlatmak için şu sözleri de söyliyelim: ömer radıyallahu anh, zamanında müt'anın bazi karışıklıklara sebeb olduğunu görmuş ve bunu, zamanın maslahatına, vaktin menfaatine uyğun olarak kendi re'yiyle, kendi ictihadiyle men'etmiştir.
Bu yüzdendir ki, Rasulüllah'ın zamanın da iki mut'a vardı; ben bunları haram ettim; işleyene ceza vereceğim dediği de tevatürle rivayet edilmiştir. Görülüyorki Rasulüllah onları haram etti, yahut nesheti demiyor; haram edişi kendi nefsine izafe ediyor; yapanları Allah cezalandırır demiyor, Cezalandırırım diyor.
Abü-Hafs, dinin esaslarına pek riayet ederdi; şeriat hükümlerini tatbıykte pek şiddetliydi; aklı üstündu, islamiyeti halisti. Böyle olduğu halde dinde olmayan bir şeyi nasil dine sokar; Muhammed'in; (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem); helalı, kiyametedek helal, haramı kiyametedek haramdır.
bunu bildiği halde bu işi nasil yapar? Allah Sübhanehu ve taala, kerem sahibi peygamberine, "Ve eger bize isnad ederek bazi laflar etseydi elbette kudretimizle onu alırdık; sonra da şahdamarını çeker, koparrıdık , artık buna mani' olamazdı sizden hiç kimsecik" buyurmuştur (LXIX, 44 - 47). Anlaşılıyor ki Hazret-i ömer'in maksadı, o zamana ait birşeydi; haram sayması, zemine ve zamana göreydi; dini değildi. Fakat cagdaşlarının bir kımı ve sonra gelenler,
bu noktayı anlamadılar ve dini korumakta pek büük bir azim sahibi olan böyle bir zatın şanının , Allah'in helal ettiğini haram etmekten yüce olduğunu idrak edemediler; Hazret-i Peygamber tarafından neshedildiğini iddiaya kalkıştılar.
Hazret-i ömer'in, anlattığımız gibi, bunu, zaman dolayısıyle yaptığını anlasalardı bu vartaya düşmezlerdi. Müslim'in Cabir'den tahric ettiği hadis de gösteriyor ki bu nehiy, bir mes'eleye binaendir; nitekim Müslim şerhi "ikmal" de de bu açklanmaktadır.
Ragıb-ı isfahani, evvelce bahsettiğimiz kitabında, Abdüllah ibni Zübeyr'in, müt'ayı helal sayması yüzünden ibni Abbas'ıkınadığını, ibni Abbas'ın da, git de anana sor demesi üzerine ibni Zübeyr'in anasina sorduğunu, onun da, sen de müt'adan doğdun dediğini yazar.
Kimdir Abdullah ibni Zübeyr'in anasi? Ebü-Bekris-Sıddıyk'ın kizi, Ümmül-mü'minin Aişe'nin kizkardeşi Esma Zatün-Nitakayn; zevci de Raslalüllah'ın havarisi Zübeyr.
Peki, bundan sonradaha ne denebilir? Ragıb, bunu anlattıktan sonra Yahya ibni Eksem'e, Basra'lı bir ihtiyarın mut'anın , cevazi hakkında kime iktida ettin diye sorduğunu, onun da, Hazret-i ömer'e dediğini, nasil diye sorunca da,
ömer, ey insanlar, iki müt'a vardı; Allah ve Rasulü helal etmişti, ben onları haram ettim size, yapanı cezalandıracağım buyurmuştu ya; şehadetini kabul ettik, haram edişini reddettik diye cevap verdiğini yazar.
Hasılı , Muhakkık Muhammed ibni idris-i Hilli'nin *as-Sarair"de dedigi gibi nehyi ve men'i hakkındaki haberler, birbirini nakzettiğinden zaaftan salim değildir.
Salim olduğu farzedilse bile haber-i ahaddır; ilmi kat'iyi müfid olmadığından şer'an onlarla amel edilmez. Nazm-ıcelilde, haram olanlar bildirildikten sonra, "Bunlardan başkalarını , evlenmeniz ve zinada bulunmamanız için arayıp istemeniz helal edilmiştir size. Kadınlardan biriyle faydalandğınız takdirde, ücretlerini,
kararlaştırıldığı veçhile verin; mikdarını tayın ettikten sonra gönul rızasıyle herhangi bir hususta uyuşursaniz suç yok size" buyurulmaktadır (IV, 24).
Faydalandığınız takdirde sözü, ancak iki manaya gelir: Ya onlardan lezzet bakımından faydalanmak, yahut örf-i şer'iye göre müddete bağlı evlenmek, Birinci manaya alamayız; çünkü usül-i fıkıhta Kuranın lafızlarına , ya lüğat anlamı verilir, yahut da örf-i şer'iye göre mana verilir.
Namaz, zekat. hacda örf-i şer'iye göre mana verdiğimiz gibi burada da örf-i şer'iye göre mana vermemiz gerektir . Bu nikahın helal olduğunu Emir'ül Mü'minin aleyhisselam, ibahasi hususunda ibni Zübeyr'Ie Münakaşada bulunan ibni Abbas, Abdullah ibni Mes'üd , Mücahid,
Ata, Cabir ibni Abdullah-i Ansari Seletibnil Akva', Ebu-Saidül-Hudri, Saidibni Cübeyr, ibni Curayh... kaail olmuşlardır;Hasılı bu nikahta bir zarar bulunduğunu iddia edenin davasi batıldır.
Bütün bunlar, mes'elenin tarihi ve dini bakımdan tahlilidir. Ahlaki ve ictimai cihetine gelince:islam, her devre uyan, zamanın degişmesiyle degişmeyen, hükümleri bakıy kalan ve her zaman beşerin ihtiyaçlarını gideren, yaşayışını ve geçimini sağlayan, düzene sokan ilahi bir din, ilahi bir rahmet degilmidir?
islam dininde beşere ağır gelen, yük ve mihnet olan birşey var mıdır? Bu din, alemlere rahmet olarak, bütün halka bereket olarak gelmiştir. Beşerin huzurunu te'min ettiğinden, kolaylığı buyurduğundan,
nimet ve lutüf vesilelerini hazırladığındandır ki, dinlerin en olğunudur, şeriatların sonuncusudur. insan, kendisini bilir bilmez, uğradığı şeylerden biri de ğürbettir. Savaş için, ticaret, yahut bilgi için, yahut gezip alemi görmek için yurdundan ayrılır; bu işlere düşenlerin çoğu da gençtir; bedeni kuvvetlidir, sihhati yerindedir.
Hikmet sahibi yaratcı, neslin türemesi, nev'in bekaası için insana şehvet duyğusunu da vermiştir. Bu çeşit gurbete düşenler, daimi nikahla evlenemezler, cariye alamazlar.
Allah tebareke ve taala, "Allah sizin için kolaylığı murad eder, güçlüğü murad etmez" (II, 185) ve "Dinde bir güçlük vermedi size" buyurmaktadır (XXII, 78). Ülkeleri, bölgeleri dolduran zinanın kötüluğunu, zararını, şerefi gidermesini soylemeye hacet yok. Müslümanlar, islam hükümlerine sarılsalardı, "Elbette onlara gökyüzünün ve yerin bereketlerini açardık." (VI, 44).
Böylece de elden çıkardıkları şereflerine, yitirdikleri büyüklüğe ulaşırlardı. Müt'anın meşruiyeti, zinayı kaldırır, piçliğin kapısını kapar, nesli çoğaltı.insanlar, çocuklarını sokaklara atmaktan, içkiye ve saireye duşmekten korunur.
Gerçekten de Hibrül-ümme ibni Abbas'ın, ibnul-Esir'in "an-Nihaya" de ve Zamahşari"nin "al-Faık" da ve diğerlerinin birçok kitablarda naklettiği şu sözü yerindedir: "Müt'a, Allah'ın Muhammed (Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) ümmetine bir rahmetidir, o nehyedilmeseydi ancak çok kötü kişi, helakini göze alan kişi zina ederdi."
ibni Abbas, bu sözü, ustadının , mürebbisinin, yani Emir'ül-Mü'minin Aleyhisselamın tertemiz kaynağından almıştır da söylemiştir. Burada şunu da söylemek gerektir ki müt'ada. imamiyye'nin icmaiyle en az kırkbeş gün iddet şarttır.
Birisiyle müt'a yapıp bu müddeti, müt'a müddetinden sonra beklemeyen kadınla mut'a, zinadan ibarettir ve Seyyid'ül-Beşer Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem, "çocuk yatağa aittir, zina edeneyse taş" buyurmuştur. Münakehata, evlada, nafakaya vs. ye ait bahisler, imamiyye'nin fıkıh kitaplarında etraflıca bulunduğundan biz, bu muhtasar kitapta onlardan bahsetmiyoruz.
Evlenmek, bir erkekle bir kadının yaşayışlarını birbirlerine bağlamaları ve ikisinin, bedendeki iki gözün, iki elin birleşmesi gibi birleşmeleridir. Allah Sübhanehu ve taala "Onlar sizin için elbisedir, siz onlar için elbise" kavl-i celilinde (II, 187) bunu bildirşmiştir ki bu ayet, i'caz ve belagatta eşsiz ayetlerdendir ve Kur'anda ferttir; Kur'an'daki muhtere'attandır.
Bu bağın kopması, ancak ölümle olabilir, hatta ölümden sonra da bu bağ devam eder. Bu bağ, ancak pek ehemmiyetli hallerde koparılabilir. Hikmet sahibi şari' de bu sebebleri izah eylemiştir. Koca, kadından nefret ederse boşar. Kadın da kocasından nefret ederse mehrini bağışlamak, yahut onun değerinde veya daha fazla, daha az birşey bağışlamak süretiyle ayrılır.
Nefret iki taraflı olursa kadın, kocasına birşey bağışlamak, yahut mehrinden vazgeçmek süretiyle boşanır . Yalnız islam dini, içtimai bir din olduğundan ve esası tevhid ve vahdet bulunduğundan, bu dinde en ehemmiyetli şey birliktir,birleşmektir. Bu bakimdan boşanmanın kötülüğü hakkında birçok hadisler varid olmuştur. Bazi haberlerde de, Allah'ın en fazla buğzetiği helal şeyin boşamak olduğu bildirilmiştir.
imaraiyye katında boşamada "Sizden iki adalet sahibi tanık bulunsun (LXV, 2) hükmünce iki şahidin bulunması şarttır. Kocanın birzor yüzünden, yahut öfkeyle boşamamış olması, kadının hayız halinden temizlenmiş bulunması, bu halden sonra da kocanın, kadına yaklaşmamış olması da şartlardandır. imamiyye, üç talakın bir boşayış olduğunda, hatta koca,
üç kere boşsun derse kadının boş düşmeyeceinde ittifak etmiştir. Fakat bir kere boşar, sonra döner, bir daha boşar, gene döner, üçüncü defa boşarsa kadın, bir başkasıyla nikahlanmadıkça kocasına haram olur. Bu hal dokuz kere olursa, dokuzuncu def'ada kadın , tahlil-i şer'i ile de kocaya helal olmaz; artık müebbeden haram olur. Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz, koca, üç kere boşsun deyince kadını alabilmek için, bir başkasına nikahlanması lüzumunu kaail olmuşlardır; fakat onlardan rivayet edilen hadislerde de bir kerede verilen üç talakın bir talak olduğu açıklanmıştır.
Mesela Buhari, senediyle ibni Abbas'tan tahric eder; der ki: Resulüllah sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem'le Ebu-Bekr'in zamanında ve ömer'in halifeliğinin ilk yılında üç boşayış, bir boşayştı .
ömer, insanlar yavas davranılacak şeyde acele ediyorlar dedi ve bunu kabül etti. Kur'an-i Kerim'deyse, "Boşamak iki keredir; bundan sonra ya güzelce gecinmek gerek, ya kadını hoşlukla, ihsanla bırakmak gerek" buyurulmuştur (II, 299) ve "Bundan sonra boşarsa başka birisine nikahlanmadıkca kadın helal olmaz" hükmü verilmiştir (II, 230).
Boşamaya ait mes'eleler, fıkıh kitaplarımızda etraflıca anlatıldığı, iddet hakkında. faraiz ve miras hususunda gerekli bilgiler verildiği için bunları geciyoruz: zaten miras hususunda Ehl-i Sünnetle aramızda pek az ihtilaf vardır.Vakıf, hibe, kaza ve hüküm mes'eleleriiçin de fıkıh kitaplarına müracaat edilebilir.
3
CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI
HUL VE MÜBARAT
Zevç ve zevce aralarındaki ilişkiyi, ancak birinin, öbüründen nefret etmesiyle keser ve çok def'a bu nefret ayrılığın ilk ve en mühim sebebi olur. Zevç, zevcesinden nefret ederse, boşamak, onun hakkı olduğundan, zevcesini boşar ve kurtulur. Fakat zevce, zevcinden nefret edecek olursa, zevcine, mehri mıkdarınca, yahut daha çok bir mal, yahut para vererek boşanırsa ki bu çeşit boşanmaya "Hul'" denir.
Ancak bu nefretin, II. Süre-i Celilenin (Bakara) 229. ayet-i kerimesinde, mealen, "Zevç ve zevcenin, Allah sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız, kadının, zevcine bir şey vererek boşanmasında bir beis yoktur; bunlar Allah sınırlarıdır;
atık bunları aşmayın" buyurulduğu veçhile kadının , zevciyle buluşmaktan nefret etmesi, yatagına girmek istememesi. evinde oturmayı bile arzulamamasıgibi olağanüstü bir sogukluk duyması, bu çeşit talakın şartıdır; kadının bu soğukluğu -sözle ifadesine lüzum yoktur hareketleriyle bunu duyurması kafıdır.
Kadındaki bu şiddetli nefret sonucu, zevci, kadının kendisine vereceği şey karşılığında onu boşayabilir ve adını anarak "Fülaneyi, verdiği şeye karşılık tatlıyk ettim ve o,
bu süretle benden boştur" der ve zevcesini boşar; yahut kadın , birini vekil eder; o, kadının verdiği malı, zevcine teslim eder, erkeğin de vekaletini alarak talaak sigasını okur. Mübarat yoluyla boşamak, zevç ve zevcenin, birbirlerinden, karşılıklı nefretleri sonucunda, kadının zevcine bir mikdar mal, yahut para vermesine karşılık , zevcin, zevcesini boşamasıdır.
Talaak sigasını , zevcesinin adıyla, "Zevcem fülaneyi, mehri karılığında tatlıyk ettim" tarzında okur, yahut her iki tarafın vekil ettiği birisi, bu vazifeyi görür; bu suretle de zevç ve zevce, birbirinden ayrılır .
Hul' ve Mübarat yoluyla verilendir talaak, "Talak-i Baindir, yani zevç, tekrar zevcesine rücu'edemez. Ama kadın , kendisini boşayan erkeğe verdiği malın bir kısmını bağışlamak şartıyla erkek, kadının iddeti içinde, tekrar ona rücu' edebilir.
Her iki talaakta da, bütün boşanma şartları mevcuttur ve zevç, mübarat talakında, kadından, mehrinden fazla bir şey alamaz, fakat hul'de alabilir. Talaak sigasının arapça okunması gerektir; zevç okuyamazsa, okuyabilecek birisini vekil eder, kadın da o şahsa vekalet verir; o şahıs okur.
ZİHAR,İLA VE LEAN
Bu üç şey de, zevcenin zevce haram olmasına sebebdir. Her biri, bütün şartlarıyla, teferrüatıyle fıkıh kitaplarında mevcud bulunduğundan ve her üçü de pek az vuku' bulduğundan, bunları anlamak için, bu kitaplara muracaat mümkündür; bu yüzden, bunlar hakkında tafsilati gerekli bulmuyoruz; ancak adlarını anarak geçiyoruz.
FARAİZ VE MEVARİS
İrs, yani miras, birisinin malının, yahut hakkının, onun ölümüyle bir başkasına intikal etmesine denir; bu da o iki şahsın arasındaki soy bağlılığı yüzünden , yahut ikisinin arasındaki bir özellikten meydana gelir.
Diri olan kişiye "Varis", yani mirascı, ölene Müris, yani miras bırakan, kalan mala, yahut hakka da İrs yani miras denir. Soy yakınlığı , birinin, öbürünün evladı olmasıyla, yahut ikisinin de bir ananın, bir babanın evladı bulunmasıyla meydana gelir: sebeple miras sahibi olmaksa, evlenmek yoluyla olur.
Varisin hissesi, Kur'an-ı Mecid'de tayin edilmişse, buna, -Faraiz - Farz olan miraslar" denir; başka süretle kalan mirasa, "Mevaris - Yakınlık dolayısıyla miraslar" adi verilir.
Kur'an-ı .Mecid'de, açıkca bildirilen faraiz, altı kişinindir: 1 Mirasın yarısı. Vefat eden zevcenin malının yarısı , evladı yoksa zevce aittir, ölen kişinin , kızından başka evladi yoksa, kızı mirascıdır; malın yarısı onundur. ölen kişinin sanası, babası ve evladı yoksa, ana-baba bir, yahut babaları bir olan kız kardeş mirascıdır. 2 Dörtte bir. ölen kişinin evladı varsa, malın dörtte biri zevce kalır; zevcin evladı yoksa, mirasının dörtte biri, gene zevcenin hakkıdır. 3 Sekizde bir. ölen kişinin evladı varsa malın sekizde biri zevceye aittir. 4 Ücte bir. Evladı yoksa. bu hak, anaya aittir. iki yahut daha fazla, anaları bir kız kardeşler ve erkek kardeşler, malın üçte birini alırlar . 5 Üçte iki. ölen kişinin oğlu yoksa, mirasın üçte ikisi, iki, yahut daha fazla kız kardeşlerin hakkıdır. Baba, yahut ana-baba bir kız kardeşler, kendileri gibi erkek kardeşleri yoksa bu hisseyi alırlar. 6 Altıda bir. Evlad varsa baba ile ananın hakkıdir. Vefat eden kişinin erkek kardeşleri varsa. ananın hakkıdır. Anaları bir erkek, yahut kız kardeş de tek olursa, malın altıda birini alir. Bunlardan başkaları , yakınlık bakımından miras alırlar ve erkek, kadının aldığı hakkın iki misli mirasa sahip olur. Bu da üç kısma ayrılır: 1 ölen kişinin babası, anası-, oğulları , oğullarının oğulları , asağıya doğru, mirasa sahip olurlar.
2 Baba tarafından, ana tarafından ced ve ceddeleri, ne kadar yukarıya çıkarsa çıksın, mirasda hak sahibi olurlar; erkek ve kız kardeşler de böyledir. 3 Amcalar ve halalar, dayılar ve teyzeler. Bunların mafrüz mirasda müayyen bir hakka tesahüpleri yoktur.
Kur'an-ı Mecid'de, "Farz" adıyla sehimleri tayın edilen ve yukanda bildirilen mirasçıların bütün payIarı , malın tumüne müsaviolursa, mesela baba, ana, iki kız kardeşle beraber mirasçı olursa, bu takdirde babayla ana, altıda birini, iki kız kardeş., üçte ikisini alırlar ki böylece hepsinin tutarı, malın mecmüuna müsavi olur.
Ama bazı kere veresenin alacakları , malın tümünden daha fazla olabilir. Mesela vefat edenin babası, anası, iki kız kardeşi ve zevci olabilir. Bu takdirde babayla ananın her bireri, malın altıda birini, iki kız kardeşüçte birerini, zevce dörtte birini alır ki böylece paylarının tümü beşte dört olur; böylece de malın hepsinin dörtte bir mikdarı fazladır.
Bazı kere de iş, aksine olur; yanı sehimlerin tutarı , malın tümünden daha az buluna bilir. Mesela mirascılar, bir kız kardeşle zevceden ibaret olursa kız kardeşlerin payı, yarısıdır ; zevceninki dörtte birdir; mecmuu dörtte üç olur ki bu pay, malın tümünden dörtte bir kere azdır.
Bu iki tarzın birincisine, yanı sehimlerin maldan ziyade oluşuna "Avl", az kalşına da "Ta'sib" denir. şia-i imamiyye ile diğer islam mezhepleri arasında, bu iki mes'eleden; yani "Avl" ve "Ta'sib" den başka, miras hususunda, üzerinde durulacak hiç bir ihtilaf yoktur.
Şia, Ehl-i Beyt imamlarından(aleyhimusselam) nakledilen mutevatir rivayetlere dayanarak -AvI" ve "Ta'sib" in batil olduğuna inanmaktadır; yani mirasın sehimleri, hiçbir vakit malın tümünden ne fazla olabilir, ne eksik olabilir.
Mirascılar, yukarıda arzedilen sehimlere göre haklarını alırlarsa sehimlerin tümünden, ne bir fazlalık görülür, ne bir eksiklik. Hazret-i Peygamber'in, Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem, Sahabesinin ulularrından bir topluluk da bu inançtadır. Bunların biri İbn Abbas'tır ki onun, çölde toplanmış olan kumların tanelerini bile bilen Allah, mirasın, miras sehimlerinin, malın mecmuundan fazla, yahut eksik olmayacağını da bilir sözü meşhurdur. ] Hasılı sehimler, Kur'an-ı Mecid'e göre taksim edilir ve Asaba'ya bir şey verilmez. Asaba, vefat etmiş kişinin baba, yahut oğul tarafından yakınlarıdır, yani bunlara bir şey verilmez; miras, "Farz" olarak bildirilenlere, paylarına göre verilir. Mesela vefat edenin bir kızı ve anasıyla babası kalmışsa, ayrıca da amcası hayattaysa, kızı, anası ve babası ilk tabakadandır ve vefat eden kişnin varisidir. Erkek kardeşi ikinci, amcasıysa üçüncü tabaka asabadandir.
şia'ya göre malın yarısı kızındır, altıda biri babanın, diğer altıda bir sehmi ananındır. Altıda bir artınca gene bu üç şahsa, sehimleri mikdarınca taksim olunur; erkek kardeşiyle amcasının mirasda hakkı yoktur. Diğer fakıyhlerse, artan altıda biri, erkek kardeşiyle amcasının sehmi saymışlardir. Fakat şuna bilhassa dikkat etmek icab eder ki bizim inancımızca zevç ve zevcenin daima muayyen sehmi vardır.
ve onu alırlar; yani malın az olmasıyla onların sehmi azalmış olmayacağı gibi çok olmasıyla da gene sehimleri artmaz. Mal, bütün sehimlerden az olursa, bu takdirde bir, yahut iki, yahut daha çok kızın, bir, yahut iki. yahut da daha fazla kız kardeşin sehimleri azalır; fakat zevç ve zevcenin sehimlerinde hiç bir değişiklik olmaz.
Hasılı , Allah tebareke ve taala, varislerin üstününün, aşağısının sehimlerini bildirmiştir; mesela zevç ve zevce, evladları olmadığı takdirde nisif ve dörtte bir miras alırlar; evlad varsa, sehimleri dörtte bire, sekizde bire iner; fakat hiçbir suretle sehimlerde bir fazlalık, bir azlık meydana gelmez.
Yalnız babanın sehminin azalması, yahut azalmaması husüsunda ihtilaf vardır; fakat şia fakıyhleri, Ehlibeyt'ten; Aleyhimüsselam, gelen hadislere uymuşlardır ve malın az olduğu takdirde, bütün sehimlerin azalmasına kabul etmişlerdir. Hasılı şia bilginleri "Avl" ve "Ta'sib'ın butlarını hususunda Kur'an ve hadislerden bir çok delile maliktir ki bunlar, fıkha ait kitaplarında etraflıca anlatılmıştır .
imamiyyeye ait miras hususundaki özelliklerden biri de şudur:Babanın elbisesi, Kur'an'ı, yüzüğü büyük oğula kalır ; başka mirasçıların bunlarda hakları yoktur. Buna "Habve" denir. şia'nın miras hususunda ferd kaldığı bir mes'ele de, ekilmiş araziden, akardan, zevcenin miras alıp almaması mes'elesidir. şia, zevcenin, araziden aynen, yahut kıymet bakımından hiç bir suretle miras alamayacağına inanmıştır ; agaçlardan, yapılardan da miras alamaz; ama onların değerinden miras alır.
Bunların deliIeri de Ehlibeyt imamlarından, Aleyhimusselam, rivayet edilen hadislerdir; nitekim İmamlar da, Aleyhimusselam, kendi imamet zamanlarında bunu tatbıyk etmişler, cedleri Rasül-i Ekrem'den, Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem, bu husustaki hadisleri delil olarak nakil buyurmuşlardır. irsteki mühim ihtilaflar, bunlardan ibarettir ve bu da Ehl-i Sünnet bilginlerinin, yahut şia bilginlerinin aralarındaki ihtilaflar gibi pek cüz'idir.
VAKIFLAR, HİBE VE SADAKA
İnsan, kendisineait malları birkaç yolla mülkiyetinden çıkarabilir: I) Fekk-i Mülk (Mülkiyetten çıkarış). insan, mülkünü, hiç bir kimsenin mülkiyetine geçmemek üzere kendi mülkiyetinden çıkarabilir ki buna "Tahrir" de denir. Malik olduğu kulu azad etmek, onu hürriyete kavuşturmak,
yahut dükkanını, evini, arazisini mescide vakf etmek gibi. Böyle bir mülke hiç bir kimse temellük edemez; hatta o mülk, bazi arızi hallere uğrasa bile hiç bir kimsenin, onu temellüke hakkı yoktur. 2)Her iki tarafın rızasıyle bir mülkü, başka birine, bir karşılık mükaabilinde vermek. Buna "Sulh" ve "Bey'" denir.3)
Bir karşlık olmaksızın, ancak uhravi sevaba, ecre erişmek, Allah rızasına ulaşmak için verilen para, mal vesaire. Buna "Sadaka" derler, Sadaka da iki kısımdır : Birincisi "Vakıf" dır ki bu, mülkün aynini, yani kendisini hapsedip menfaatını terk etmektir; yani mulkü- müayyen sahişlara, yahut bir cem'iyyete,
hiç bir süretle aslından bir nakil ve intikaal meydana getirilmemek, fakat menfaatlerını diledikleri gibi tasarruf eylemek üzere temlik eylemektir. ikincisi "Sadaka" dır; yani bir malı, bir parayı, Allah rızası için hiç bir karşılık mükaabili olmaksızın bir başkasına , dilediği gibi tasarruf etmek hakkıyla temlikdir. 4) Mülkün, bir karşılık almaksızın , Allah rızasını elde etmek kasdını dahi gözetmeksizin, ancak bir ilgi yüzünden, yahut hatır gözeterek birisine bağışlamasıdır ki buna "Hibe" denir. Hibe de iki kısımdır:
1) Hibe-i Muavvaza. Bu, mülkü, bir karşılık almak üzere birisine bağışlamaktır; mesela bu elbiseyi sana bağışlıyorum ; fakat sen de bana o kitabi vereceksin deyip elbisesini birisine vererek, onun tarafından da bu şartla kabul edilmek gibi. Bu çeşit hibe, "Akdi Lazım" dir ve hiç bir süretle taraflar, bunu bozamazlar; ancak iki taraf da akdin bozulmasına razı olurlarsa bozulabilir.
2) Karşılıksız hibedir ki buna da "Hibe-i Caize" denir. Hibelerde, mülkün, hibe edilen tarafından alınması gerektir, aksi halde sahih olmaz. Hibe-i Caize, hibe edilen şey, hibe edilen tarafından alındıktan sonra dahi bozulabilir; yani mal sahibi. Malı geri alabilir; ancak karşı taraf akrabadan olur, zevç, yahut zevce bulunursa, yahut da malın aslı telef olmuşsa fesih mümkün değildir.
Fakat sadakanın hiçbir kısmında fesih imkanı yoktur; ancak bunda da karşı tarafın malı almış , olması şarttır. Bir malı vakfeden, vakıf sigasını da okur, mesela, -Bu evi Allah rızası için fılan kişilere vakfettim" derse, sonra da mülkü, mütevelliye, yahut vakf ettiği kişilere verirse, yahut kendisi mütevelli olur ve vakf niyetiyle o mülkü ele alırsa, artık bundan dönmesi, mülkü alıp satması, rehine vermesi, taksim etmesi caiz değildir. Bu vakif, isterse evlada vakfedilmi§ "hususi vakif" olsun, yahut medrese, kervansaray gibi bilgi elde etmek isteyenlere, yolculara vakf edilmiş "umumi vakif- olsun, hüküm budur.
Ancak vakfedilen, tümden harab olur, artık ondan faydalanmak imkanı bulunmazsa, yahut bu tarzda harab olmasıkorkusu bulunursa, yahut kendisine vakfedilen kişiler arasında, mal ve can telefine, şeref ve haysiyyetin aşağılanmasına sebeb olacak derecede bir ihtilaf meydana çıkmasi korkusu olursa vakif mal satılabilir; fakat bütün bunlarda, satış, yahut vakfedilenlere taksim, ancak hakim-i şer'in haberiyle ve müsaadesiyle caizdir.
Maalesef bügün halk, vakif hususunda gereken titizliği göstermemekte buna ait şer'i hükümlere dikkat etmemekte, vakif mallar kolayca satııivermektedir; fakat her şeyden haberdar olan Allah da, bu işleri yapanlara, cezalarını tattırmaktadır. şia bilginlerinin vakif hususundaki inançları , hükümleri bunlardır, bizim bunlara ait tahkıyklerimiz, görüşlerimiz varsa da burda, onları anlatmamıza imkan yok; onun için bu kadarını yeter buluyoruz.
KAZA VE HÜKÜM
Bir mes'eleyi şer'i hükme bağlayıp çeşitli çatışmalara, tartışmalara, kavğalara son vermek salahiytinizi haiz olmak, pek büyük ve yüce bir makamdır. şia nazarında , ümmet arasında meydana çıkan mes'eleleri şer'i olarak hükme ulaştırmak, peygamberlik bahçesinin agaçlarının en verimlisi,
umumi riyaset merhalelerinin biri ve yeryüzünde Allah halifeliğidir nitekim Kur'an-ı Mecid'de, "Ya Davud, biz seni yeryüzünde halife kıldık; artık insanlar arasında adaletle hükmet (XXXVIII; Sad, 26) ve "Rabbine and olsun ki bunlar, aralarında ki çapraşık işlerin çözümlenmesi için sana baş vurmadıkça, sonra da senin verdiğin hüküm yüzünden gönüllerinde bir rahatsızlık duymadıkca, tamamiyle o hükme razı ve teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar buyurulmaktadır (IV; Nisa', 65).
Hüküm vermek, bir şey'i hükme bağlamak makaamı, neden bu derece yüce olmasın ki hükmü veren kişi, can. mal ve ırz gibi halkın üç mukaddes şeyinde ilahi bir emniyet ve amanı temsil etmektedir.
Hüküm veren kişinin makaamı ne kadar yüceyse, onun bir hataya düşmesi de, ayağının kayması da o kadar büyük ve onarılmaz bir şeydir. Hz. Peygamber'in, Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem, ve Ehlibeyti'nin, Aleyhimüsselam, hadislerinde, bu makamda bulunan kişinin yanlış ve Allah hükmüne uymayan hareketi, öyle bir tarzda anlatılmaktadır ki bunun karşısında, gerçekten de insanın beli bükülür,
uzuvları titrer. Kaadi, cehennemin kapısınındadır; kaadi olan kişinin dili. cehennemin iki alevi arasındadır" buyurulmuştur. Emir'ül-Mü'minin Aleyhisselam. Kaadi şurayh'a "Ey şurayh" buyurmuşlardır, öyle bir yerde oturmadasın ki orda, ancak peygamber yahut peygamberinin vasıysi, yahut da çok kötü bir kişi oturabilir.
Hz. Peygamber Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem'den, *Kaadi olan kişi, gerçekten de bıçaksız kesilmiştir" hadisi rivayet edilmiştir. Buna benzer daha bir çok hadis mevcuttur. Burda anlatlmasi gereken şey şudur: Fıkıh bilgini , yahut müctehid olan kişinin, delillerden istinbat ve istihraç ettiği hüküm, tümden bir tek konuya aitse, verdiği hükme "Fetva" denir.
Mesela, hiç kimse, bir başkasının malını tasarruf edemez, buna hakkı yoktur", yahut, "Kendi helalıyla buluşmak helaldır; yabancı bir kadınla buluşmak haram gibi.
Verdiği hüküm, şahsı ve hususi bir konuya aitse, mesela, Bu kadın, filan kişinin zevcesıdır; obür kadınsa yabancıdır", yahut "Bu mal, filan kişinindir" gibi bir hüküm verirse, bu hükme "Kaza" ve "Hükümet" denir ki bu, imam Aleyhisselam tarafıdan naiplik mansabının vazifesidir ve umümi, hususi, her iki hususta da hüküm vermek, adil müctehidin vazifelerindendir.
Ancak şu muhim noktayı gözden kaçırmamak gerektir: Hüküm veriş, konuları iyice anlamakla mümkündür. ister çatışmaya ait, mürafaaya muhtaç bir iş olsun, ister aynı ilk gününe hükmetmek, yahut bir mülkün vakıf, yahut da şahsa ait olduğunu bildirmek.
bunu hükme bağlamak gibi, nizaa, mürafaaya lüzum göstermeyen bir şey olsun, şer'i delillerden hüküm cıkarmak, fetva vermek salahiyeti, çok ağır şartlara bağlıdır; çünkü hüküm, zeka, selika anlayış, çabuk kavrayış gibi vasıflara sahip olmaya bağlıdır ki bunlar da herkesde kolay-kolay bulunmaz Bu bakımdan bu bilgiyi, bu çeşit melekeleri haiz olmayan kişilerin, böyle bir makamda bulunmaları,
kendilerinin ve halkın faydasından ziyade zararlarını mücip olur ve verdikleri fetvalardaki, hükümlerdeki şüpheler, gerçekten fazladır. Adil olmayan müctehidden başkalarının bu çok yüce, aynı zamanda da çok tehlükeli salahiyeti kullanmaları; böyle bir makaami işgaal etmeleri, biz imamiyye şiası nazarında en büyük günahlardan biridir; hatta Allah'a nisbetle kufürle beraberdir.
Bu yüzdendir ki pek büyük şia bilginlerinin, ustadlarının , mümkün oldukça hüküm vermekten kaçındıklarının görmedeyiz; onlar, çok def'a, halkın arasındaki ihtilafların , şer'i hüküm yoluyla değil de, barış yoluyla halledilmesini tercih etmişlerdir, biz de bu hususda, gelip geçenlerimize uymaktayız.
Bir başka kanunun da zikri gerektir: O da, hüküm veren kişinin, üç şeye dayanması lüzümudur: ikrar, yemin, beyyine-, yani adalet sahibi iki şahid. iki, yahut daha fazla beyyine, birbirine uymazsa, yani iki şahid bir şeye şehadet eder, bundan sonra başka iki şahid de o şehadetin zıddına şehadette bulunursa',
bazı fakıyhler "Beyyine-i Dahil" denen ilk şehüdete dayanmışlar, bu şehadeti "Beyyine-i Haricdenen ikinci şehadetten üstün görmüşler, bazıları ise bunlardan başka müreccah delillere müracaat lüzümunu bildirmişlerdir.
şunu da söyleyelim ki bütün bu şartları haiz olan kaadi ve hakim, bir hususta hüküm verirse, hiç bir kimsenin, o hükme muhalefette bulunmaya, o hükmüreddetmeye salahiyeti yoktur; o hükmü reddetmek, Allah'ın hükmünü reddetmek demektir.
Hatta bu hükümden sonra herhangi bir müctehidin de 0 hükme dehalete hakkı yoktur. Ancak hükmü -veren hakim, şüpheye düşmüşse hükmümü tahkıyk ve tedkıyk edebilir ve iktiza ettiği takdirde kendi hükmünü, kendisi nakzeyleyebilir.
Fakıyhlerin çoğu, hüküm ve kaza hususunda ayrıca ve mufassal kitaplar yazmışlar, fıkha ait kitab tedvin eden şia bilginleri de kitaplarında kazavet meyzuunu, Kitab'ül-Kazat. adıyla etraflıca bildirmişlerdir. Biz de, -Tahrir'ül-Mecelle. adlı kitabımızın dördüncü cildinde, bu husüsa ait bilgi verdik;dileyen o cilde müracaat edebilir.
AV VE HAYVAN KESMEK
imamiyye katında, fakıyhlerin "nefs-i saile" dedikleri, yani kesilince kanı akacak damarları bulunan hayvan öldümü pistir; onların temizlenmesi mümkün değildir.
Köpek ve domuz gibi. Bunlardan başka hayvanlar temizdir. Birinci kısımdan pislik giderilemez; bunların dirileri de pistir, ölüleri de Kesilseler de pistir bunlar, kendiliklerinden ölselerde, ikinci kısmı ,
şer'i bir sürette kesilmeden ölurse pistir, mutlak olarak etleri haramdır; ister kuş olsun, ister başka hayvan; ister ehli olsun, ister vahşi, ister kanı akan bir hayvan olsun, ister olmasın; hüküm aynıdır. Eti helal olan hayvan, tezkiye ile, yani yüzü kibleye çevrilerek Bismillah denip kesilirse eti helaldir.
Fakat yırtıcı hayvanların , temiz olmakla beraber etleri haramdır. Tezkiye, şer'an iki türlü olur : 1) Avlanmak. Bu, ya avlaması belletilmiş, emre uyan, avı yememeyi adet edinen av köpeğiyle olur; yahut okla, tüfekle. Avlananın Müslüman olması, ava Besmele'yle başlaması gerektir. Bu takdirde hayvan ölurse eti helaldır. Diri olarak yetişilirse yüziü kibleye
çevrilerek Besmele'yle kesilir, Bundan başka, herhangi bir hayvanla, başka av aletleriyle avlanan hayvan, diri olarak yetişilip Besmele'yle kesilse dahi helal olmaz.
2) şer'i tezkiye. Hayvanın yüzünü kibleye çevirip Besmelelyle merisini, hulkumunu ve iki şahdamarını kesmekle olur. Kesen aletin demir olmasi şarttır; fakat darda kalınırsa başka bir keskin şeyle de olabilir. Devenin nahredilmesi, yani boğaz çukuruna bıçağın sokulması gerektir. Balıkların ancak pullu olanları helaldır ve onların, denizden çıkarılınca , kendiliklerinden ve sudan dışarda ölmelerişarttır.
YENECEK VEİÇİLECEK ŞEYLER
Hayvanlar üç kısımdır : Kara hayvanı, su hayvanı, havada uçan kuşlar. Su hayvanı , yanı balıkları , söylediğimiz gibi pullu olmaları lazımdır. Yumurtaları da kendilerine tabi'dir.
Yani pullu olanlarınhavyarı da helaldır; pulsuzların ki haram. Kara hayvanlarından koyun, ehli öküz ve dana, boğa, deve, vahşi öküz, dagkeçisi, ceylan, kümes hayvanları helaldır.
At, katır ve eşek mekruhtur. Yırtıcı tırnakları olanlar, kurt, tavşan, tilki, kertenkele, yılan ve envai haramdır. Arslan, solcan ve kurtlar, haşarat, mutlak olarak haramdır. Havada uçanlardan şahin, atmaca, doğan ve emsali haramdır.
Diğer kuşlara gelince. şari'in helal ettiklerinde üç hal vardır: Uçarlarken kanatlarını daha fazla düz tutanlar, daha az kanat çırparlar haramdır; kanatlarını daha fazla çırpıp daha az düz tutanlar helaldır. Yerde olanların ayaklarında mahmiz varsa helaldır; yoksa haramdır. Kesilen hayvanın gursağı , yani taşlığı varsa helaldır, yoksa haramdır.
Baykuş ve envai, tavus, kirpi, . ve bunlara benzer hayvanlar haramdır Karğa. pislik yerse haramdır. içilen ve yenen şeylerden, hayvandan gayri olanlar hakkında umümi hüküm, şu esaslara dayanır: 1) Her gasbedilmiş olan haramdır. 2) Her pis olan haramdır.
3) Her kötü, muzır şey haramdır. Mayi'lerden haram oluşta en birincisi sidiktir; ondan daha şiddetle, haram olansa şarap, bira v.s. dir. Kaynayıp üçgte ikisi gitmedikçe bunlar haramdır. imamiyye katında içkinin haram oluşu ve pisliği hakkındaki şiddet, hiç bir Müslüman mezhebinde yoktur.
Imamlarından,selamullahi aleyhim, bu hususta o kadar korkutucu, o kadar şiddetli haberler gelmiştir ki duyan kişinin saçları ağarır; en cür'etli insan bile korkar.
Sıkanına,yapanına, satanına, içenine Allah la'net etsin diye bir hayli haberler varid olmuştur ve islam şeriatinda içki, ümmül-habais - pisliklerin, kötüluklerin anası, aslı ve temeli tanınmıştır.
Ehlibeyt aleyhimusselamdan, velev ki gizli, görünmez olsun, ondan bir buğu çıkar, yemeğe siner, o pis buğunun bir esintisi yemek yiyenin ağzına girer diye bir kadeh içki konmuş.
yemek sofrasında bile oturmanın haram olduğu hakkında haberler gelmiştir. içkinin kötülüğü, zararı , bilgi bakımından son zamanlarda anlasılmıştır; islamsa onu onüç asır önce bilmiş, bildirmiş, haram etmiştir.
islam dini, ne şerefli, ne giizel, ne ince düşğnüşlü, ne büyük, ne üstün ve ne olğun bir dindir. Fakat Müslümanlar, onun esaslarını zayi' ettiklerindendir ki kendileri de zayi' olmuşlar, onu önemsiz gördüklerinder ki ihanete uğramışlardır; "Belki de Allah bundan sonra bir iş, çıkarı verir." (LXV, 1).
işte bunlar, yenecek ve içilecek şeylere ait helal ve haram hükümlerin esasları dır ki kısaca anlattik; bunların daha birçok teferruatı vardır; fakat bu özlü ve muhtasar risale, bunları anlatmaya kafi değildir.
HADDLER
Yapılan suçlara, islam dininde yapılmaması emredilen şeylere karşılık , suçları sübütu şartıyla, yapanların çekecekleri, suçu işleyene, d e r h al verilen cezaya "Hadd" denir; bu sözü çoğulu Hudud hadler" dir.
Hadlerin derhal tatbıykından maksad, içtimai nizamın korunması, insanlardaki kötülğe meyil duygusunun körlenmesi, cezayi görüp duyanların , ibret alarak o suçtan ve bütün suçlardan çekinmelerinin saglanmasıdır.
ZİNA HADDI
Aklı başında olan birisi, bilerek, dileyerek, kendisine helal olmayan bir kadınla buluşursa, evli degilse, bekarsa, islam hükmünce ona yüz sopa vurulur; sonra başı tıraş edilerek bir yil müddetle, bulunduğu şehirden uzaklaştırılır.
Bu cezayı yerine getirmek, islami hükümetin vazifesidir. Kadın da kendi rızasıyla, dileyerek bu işi işlemişse yüz kamçı yer. Zina eden, evliyse, şehevi duyğusunu meşru' olarak helalıyla tatmin edebileceği cihetle ona yüz kamçı vurulduktan -sonra recmedilerek öldurulur; kadın da olsa aynı cezaya çarptılır.
Erkek, soy-sop, yahut süt dolayısıyla kendisine haram olan bir kadınla, yahut üvey annesiyle zina oderse, yahut islam hükümetine tabi olan bir zimmi. bir müslüman kadınıyla zina suçunu işlerse, yahut da bir adam, zorla bir kadına yaklaşmışsa, cezası öldürülmektir. Zina, şu süretle sabit olur: 1) Zina ettiğini dört kere ikrar etmek, 2) Dört adil şahidin şehadeti, 3) üç adil erkekle iki adil kadının şehadetleri.
iki erkekle dört adalet sahibi kadın, birisinin zina ettiğine şehadet ederse, o kişjye ancak yüz sopa vurulur; taşlanıp öldürülmez. iki yahut üç kişi, birisinin zina ettiğine şehadet etseler, şehadetleri kabul edilmeyeceği gibi onlara, ileride anlatılacağı veçhile, birini zina suçuyla töhmetlemek cezası tatbıyk edilir.
Zinaya şehadet edenlerin, her hususda, şehadetlerinin ayni olmasi ve zina fi'lini gözleriyle görmuş olmaları şarttır. Birisi, evli bir kadının zina ettiğine şehadet etse, sonra şehadetinden dönüp inkar eylese, zina ile töhmetlenen kişiye had vurulmaz. Bir kimse zina ettiğini söylese, sonra da tevbe etse islam hakimi, maslahata göre onu cezalandırmak, yahut bağışlamak hususlarından muhayyerdir; dilediğini icra eder.
Fakat şahidlerin şehadetlerinden sonra tevbe etse, hakkındaki ceza düşmez. Bir kimse, iki kere zinada bulunsa, ikisinde de, evli olmadiği için yüz kamcı yese, üçümcü def'a gene bu işi işlerse, cezası öldurülmektır.Yüklu kadına, doğurmadan, hastaya, iyileşmeden had vurulmaz, ceza verilmez.
LİVATA ve MUSAHAKA
Livata, erkeğin erkekle buluşmasıdır. Büyük suçların hiç biri, bu kötü işin cezasından daha ağır bir ceza ile cezalandırılmamıştır; hatta islam, hiç bir kişiye, bu kötü işten başka suçlarda, ateşle yakmayı caiz görmediği halde livata edenin ateşe atılmasını tecviz etmiştir . islam hakimi, livata edeni kılçla öldürtmek, taşlatmak, kemikleri kırılacak derecede yüksek bir yerden attırarak, yahut ateşe attırıp yaktırmak hususlarından biriyle cezalandırmada muhayyerdır.
Kendisiyle livata edilen de, aklı başındaysa ve dileğiyle bu işe razı olmuşsa, aynı cezalardan biriyle cezalandırılır; fakat erginlik çağına erişmemişse ta'zir edilir.
Ta'zir, uyarmak anlamınadır; bedeni cezaları mücib olan bütün suçlarda ta'zir, hakim-i şer'in, suçlunun haline, tavrına göre tensib edeceği bir cezadır; çok def'a, suçluya yirmi beş sopa vurulmak süretiyle icra olunur.Livatada da, zinanın sübüt şartları caridir. Musahaka, kadının kadınla şehvetini tatminidir ki buna Türkçede "Sevicilik" denir. Bunun sübütunda da aynı şartlar vardır ve sevicilik yapan kadınla yaptırana yüzer sopa vurulur.
Her iki kadın, yahut biri evliyse, evli olanın hakkında recm cezası da verilebilir. Kadınla erkeği buluşturmayi iş edinen kişiye, bu işi ilk def'a sabit olduysa, yetmiş beş sopa vurulur , sonra da başı tıraş edilerek şehirde teşhir olunur.
ve o şehirden sürülür. Bunun sübütu için, kendisinin iki kere ikrari, yahut iki adil şahidin şehadeti şarttır.
KAZF
Bir müslümana, şer'i bir suç isnad etmeye "Kazf" denir. Birisi, hür ve erginlik çağına erişmiş bir müslümana, zina, livata, içki içmek gibi bir suç isnad etse de onu isbata gücü yetmese, o kişiye seksen sopa vurulur.
Fakat söylediği suçu, beyyineyle, yani adil şahidlerle isbat eder, yahut kendisine suç isnad edilen kişi, isnad edeni gerçeklerse had, kendisinden düşer.
Kazfın isbati için iki adil şahidin şehadeti, yahut kendisine suç isnad edilenin iki kere ikrarı gerektir. Birisi, bir şahsa, yüzüne karşı fasık, facir, yahut alaca illetine, cüzzama tutulmuş- gibi onu rahatsız edecek bir söz söylese, söyleyen ta'zir edilir.
Peygamberlik davasina kalkışan, yahut Rasül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem'e, yahut Eimme-i Hüda aleyhimüsselamin birine, haşa, kötü bir söz söylese, o şahsın cezasi, öldürülmektir.
İNSANI SARHOŞ EDEN BİR ŞEY KULLANMANIN HADDi
Aklı başında olan ve ergenlik çağına erişmiş bulunan biri, şarap, rakı, bira gibi insani sarhoş eden bir şeyi, kaynatıp iki sülüsü, üçte ikisi gitmedikçe. içer, eski olsun. yeni olsun, insani sarhoş eden her hangi bir şeyi kullanırsa, bunu bilerek, dileyerek içtiyse, kullandıysa, açık olmak şartıyla sırtına ve omuzuna seksen sopa vurulur.
Bu suç, üç kere tekrarlanmış, sarhoş eden şeyi kullanan kişiye üç kere had vurulmuşsa, dördüncü def'asında, o kişi öldürülür.İçkiyi sarhoş eden şeyi, helal sayıp içen ve kullanan kişi, dinden dönmüştür; öldürülmesi vacibdir. içki satan kişi de tevbe etmez ve o işten vazgeçmezse öldürülür.
H I R S I Z L IK
Aklı başında olan ve ergenlik çağına erişmiş bulunan bir kişi, kilitli, kapısı kapamanmış bir yerden, sandık vesaire gibi bir şeyden, değeri bir miskal altinin dörtte birine denk herhangi bir şey galsa ve bu iş, iki kere kendisinin ikrarıyla, yahut beyyineyle, yani şehadetle sabit olsa, sağ elinin şehadet, orta, adsız ve küçük parmakları , ikinci mafsallardan kesilir; bu cezadan sonra gene hısızlık ettiği sabit olursa, sol ayağı, ayağının ortasından kesilir;
üçüncü def'a hırsızlıkta bulunursa hapsedilir. Hapishanede de hırsızlı k ederse öldürülür . Hadden önce, def'alarca hırszılık etmiş olsa bile, hırsızlığı sabit olduktan sonra, o kişiye bir had gerektir.
Ergenlik çagina erismemiş çocuk, yahut deli hırsızlık ederse hakim-i şer' onu ta'zir eder. Hırsızın , çalarak elde ettiği şeyleri sahiplerine vermesi, mal yok olmuşsa bedelini ödemeci icabeder. Bunun için de kendisinin bir kere ikrarı, yahut adil bir şahidin, yeminiyle şehadeti kafidir.
Baba, oğlunun malını çalarsa, babaya had vurulmaz; fakat oğul, babasının malını çalarsa, oğula had vurulur.
MUHARİB (SİLAH ÇEKEN)
Birisi şehirde, yzıda, denizde silaha el atar, halkı mallarını almak için tehdid ederse, islami hükümet, o adamı öldürmek, asmak, sağ elini ve sol ayağını kesmek, sürgün etmek süretiyle cezalandırır.
Kur'-an-ı Mecid'de, "Allah ve Rasüliyle (mü'minlere silah çekerek) şavasan ve yeryüzünde bozğun meydana getirmeye çalışan kişislerin cezaları , onların öldürülmeleri, yahut asılmaları , yahut ellerinin, ayaklarının ,
tersine olarak (sağ elinin, sol ayağının ) kesilmesi, yahut da yeryüzünden (, bu işi işledikleri yerden) sürülmeleridir" buyurulmuştur (V; Maide, 33). Hakim-i şer'in, onu şehirden sürmesi takdirinde, sürduğu şehir halkına, onunla, tevbe edinceyedek düşüp kalkmamalarını , yeyip içmemelerini, dostluk et-memelerini bildirmesi gerektir.
Halkın evine saldıran hırsız da muharib hükmündedir; bu saldırı sırasında oldürülürse kanı hederdir; yani öldürene kısas gerekmez. Bir kadına, bir çocuğa, namusunu berbad etmek kasdıyle saldıran kişiye, o kadının , o çocuğun karşı durması, kendisini koruması, hakkıdır; bu sırada saldırğan öldürülürse, kanı, aynı tarzda hederdir.
ihtilas yapan, düzene başvuran, yalan şehadetde bulunan kişiyi de, başkalarına ibret olacak tarzda cezalandırmak hakim-i şer'in hakkıdır.
BAŞKA HADLER
Ergenlik çağına erişmiş biri, bir hayvana yaklaşırsa , onu ta'zir icabeder; bu işi birkaç kere yaparsa, her def'asında ta'zir edilir; vazgeçmediği anlaşılırsa hükmü, öldürülmektir. O hayvan, eti helal hayvansa, bu işden sonra eti haram olur; onun soyu da haramdır. O hayvanı, şer'i tarzda kesmek, sonra ölüsünü yakmak, yok etmek gerektir.
Bu işi işleyen kişi, hayvanın değerini sahibine vermekle mükelleftir. Hayvanın hangisi olduğunda süphe edilirse kur'a ile ta'yın edilir. Etinden faydalanılmayan at, katır gibi bir hayvansa, onu bir başka şehire götürüp satmak, değerini Allah yolunda, yoksullara sadaka olarak vermek gerekir. Bu işi işleyen kişinin de, hayvanı değerini sahibine vermesi icabeder.
Bu kötü iş, ya iki adil şahidle sabit olur; yahut bu işi işleyenin iki kere ikrarıyle sübut bulur. Birisi, kendisine helal olmayan ölmüş bir kadına yaklaşırsa, kendisine haram olan diri bir kadına yaklaşmanın cez^sına çarptırılır ; ancak cezasi, daha şiddetli bir sürette icra edilir; livatada da aynı tarzda mücazat gerekir.
Bir şahıs, zevcesi, yahut cariyesi öldükten sonra onlarla buluşursa, onu ta'zir gerektir Bunları isbat da gene dört adil kişinin şehadetine bağlıdır. Eliyle, yahut başka tarzda kendisinden meni getiren kişi, ta'zir edilir.
Herkesin, canını , malını , namusunu, mümkün olduğu derecede ve en kolay ve uyğun bir tarzda koruması, bir sonuca ulaşamazsa savunmasını , yavaş yavaşşiddetlendirmesi, cana, mala, Irza müsallat olan kişinin, yahut topluluğun bu işten vazgeçirilmesine çalışması hakkıdır. Birisi, sahibinin izni olmaksızın bir evi gözetlerse, Buda sabit olursa, onu bu işten nehyetmek gerektir.
Gözetleyen , tenbihi dinlemez, işini yürütmeye kalkışırsa ev halkının , taşla topakla, yahut başka bir süretle ona engel olması icabeder, Bu takdirde, savunma sırasında o kişi ölürse, kanı heder sayılır.
4
CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI CA'FERİ MEZHEBİ VE ESASLARI
KISAS ve DiYETLER Birini haksız yere öldürmek, büyük günahların en büyüğüdür; yeryüzünde bozgunculuktur, büyük bir bozgun meydana çıkarmaktır (V; Maide, 32). "Ve kim bir mü'mini kasdederek öldürürse cezasi cehennemdir;
orda ebedidir ve Allah la'net eder ona ve pek büyük bir azab hazırlamıştır ona." (VI; Nisa', 93) birisinin uzuvlarından bir uzvu kesmek, yahut birini noksan ve müattal bir hale sokmak da pek büyük günahlardandır. Birisini öldürmek, yahut bir kimsenin uzuvlarından birini kesmek gibi bir cinayet, ya kasden, dileyerek, bilerek, yahut kasda benzer bir tarzda, yahut da yanlışlıkla olur.
Bilerek, kasdederek böyle bir cinayeti işlemek hususunda açıklamaya bir lüzüm duymuyoruz. Kasda benzer cinayet, şöyle olabilir Birisi, öldürmek, yahut uzuvlarından birini müattal bırakmak kasdıyle değil de te'dib için oğlunu, çırağını döverken eli, can alacak bir yerine gelir, onun ölümüne sebeb olur; yahut vurduğu tokat, kulak zarını patlatır; onu sağır eder. Bu bir rastlantıdır; döven kişinin, böyle bir kasdı yoktur. Yahut birisi, bir hastaya, iyileştirmek için bir ilaç verir; içen kişiye o ilac, öldürücü bir te'sir yapar; adam ölür . Bu çeşit cinayetlere, kasda benzer cinayet denir.
Yanlışlıkla yapılan cinayet de, bir kuşa atılan ok, yahut saçma, yahut da kurşun, bir adama rastlayıp ölümüne sebeb olabilir; yahut birisi, silahını temizlerken silah ateş alır , kurşun birisine rastlar, onu 'öldürür.
Uykuda gezen biri, hiç bir kasdi olmadığı halde, gördüğü bir kabus sonucunda birisini öldürür; bu çesit cinayetler, yanlışlıkla meydana gelen cinayetlerdir.
Delinin, ergenlik çagina girmemiş çocuğun adam öldürmesi de, yanlışlıkla yapılan cinayetler sırasına girer. Ama birisi, bir başkasını öldürmek kasdıyle silahını ateşler de kurşun, öldürmeyi kasdettiği adama rastlamaz, bir başkasına rastlar, onu öldürürse, yahut savurduğu yumruk, araya giren birine tesadüf eder de onun ölümüne sebeb olursa, salladığı bıçak bir başkasına rastlayıp onu öldürürse, öldürülen şahsın kanı, şer'an mahfuz ve haram bulunduğundan bu hareket, kasdan adam öldürmek hükmüne girer.
Ancak öldürülmeyen hak kazanmış birini oldurecekken, yukarıda arzettiğimiz gibi bir başkasını öldürürse bu hareket, kasda benzer cinayet hukmüne tabi' olur.
Bir de şunu belirtmek gerektir ki, yukarıda bildirilen öldürme olaylarında, cinayete bilfiil başlamakla ölüme sebeb olmak arasında hiç bir ayrılıkyoktur; yani insan,
isterse kendisi ve kendi eliyle bir cinayet irtikab etmiş olsun, isterse birinin ölümünü mucib olacak sebebleri hazırlamış bulunsun, ikisi aynıdır; nitekim cinayetde, birisiyle müşterek olmakla yalnızca o cinayeti işlemek arasında da bir fark olamaz. Mesela bir şahıs, tek başına , yahut. Bir kaç kişiyle beraber bir cinayeti irtikab etse, her ikiside birdir; tek başına bir adamı öldüren de suçunun şeri cezasını görür ;
onunla beraber cinayete ortak olanlarda aynı cezaya uğrarlar. Kısas, yani adam öldürenin öldürülmesi, yalnız, bilerek, dileyerek, kasdedip adam öldüren kişiye tatbıyk edilen şer'i cezadir. Yanlışlıkla , yahut kasda benzer, yanlışa benzer tarzlarda adam öldürenin -diye vermesi iktiza eder.
Kısas için canının aklı baında olması ve ergenlik çağına girmiş bulunması şarttır. Ergenlik çağına girmemiş çocuk, on yaşına basmış olsa bile kısasa tabi' değildir; ister ergen bir kişiyi öldürmüş olsun,ister bir çocuğu öldürsün, delinin cinayeti de, deliliği daimi olsun, zaman zaman delirsin,
kısasla ceza hükmüne girmez; elverir ki bu cinayeti, deliliği sırasında irtikab etsin; öldürülen, akıllı yahut deli olsun; kısas cezasına uğramaz; çünkü delinin kasdı da hata hükmündedir ve yalnızca diyete tabi' olur, diyeti de "Akıle"si, yani caninin babasma soy bakımından yakıyn olanları , erkek kardeşleri, amcaları, amca oğulları verirler. Bunlar, kısasa ait hükümlerdir. Mücenna-aleyhe, yani kendisine cinsiyet irtikab edilen, öldürülen kişiye gelince:
Onun da aklı başında olması, ergenlik çağına girmiş bulunması şarttır. Buna nazaran bir çocuğu öldürenin cezası, kısas değil, diyettir; yalnız bu ceşit cinayette kısasın gerektiğini söyleyenler olmuştur, Deli de kısasla cezalandırılmaz. Kısasın şartlarından biri de, canının , cinayeti irtikabda mecbur olmamasıdır; ancak bu şart, adam öldürmekten başka cinayetlerdedir. Birisini öldürmek için kendisine cebredilen,
kendi canını kurtarmak yahut da zarara uğramamak için suçsuz birisini öldürürse ma'zur sayılamaz; çünkü kan dökmekte takıyye olamaz ve bu şartla adam öldüren kişi de kısasla "cezalandırılır ;
onu bu fi'Ie mecbur eden veya edenler de ömur boyunca hapse mahkum edilirler. kısas şartlarından biri de, öldürülen kişinin suçsuz ve kanı haram olmasıdır; öldürülen kişinin öldürülmesi vacipse, öldürenin kısas cezasına çarptırılmasında bir mana yoktur.
Cani, öldürülen kişinin babası, yahut atasıysa, bu soy zinciri ister yukarıya doğru gitsin, ister aşağıya doğru, cinayet, yalnızzca diyete tabi'dir ve bu diyet, diğer vereseye verilir; baba ve ata bundan bir pay alamazlar. Bir müslümanı, kasden öldüren müslüman, bu işine karşılık kısas edilerek, yani öldürülerek cezalandırılır. Hür bir Kisi, hür bir kişiye, yahut hür kadına karşılık kısasla ceza görür.
Hür kadını öldüren hür erkek öldürülür ve kadının velisi, öldürülen hür erkeğin ehline yarım diyet verir; çünkü erkeğin diyeti, kadının diyetinin yarısıdır. Fakat aksi olur, yani hur kadını, hür erkeği öldürmesineceza olarak öldürürlerse , erkeğin tarafına diyet verilmez; çünkü caniye, öldürülmesinden başka bir ceza terettüb etmez.
Hür bir müslümanın diyeti, yüz deve, yahut iki yüz ökuz, yahut bin koyun, yahut her biri iki parça olmak üzere, ikiyüz kat elbise, yahutda bin dinardır.Bunlardan hangisi verilirse olabilir.
Kasıtla adam öldürmeye karşılık verilecek ceza, kısasdır; fakat öldürülen kişinin velisi razı olursa canı diyetle kısasdan kurtulur; bu diyetin de, nihayet bir yıl içinde tam olarak verilmesi gerektir,
Kasda benzer cinayette ceza, diyettir. Bu diyettin iki yıl içinde tam olarak verilmesi lazımdır. Yanlışlılka adam öldüren, diyetle cezalandırılır ; by diyetin verilme muddeti üç yıldır ; her yılda en az, vereceği diyetin üçte birini vermesi lazımdır.
El, yahut ayak kesmek, yahut gözü kör etmek gibi cinayetler, kasıtla yapılmışsa, canı, kısasla cezalandırılır; yani göze karşılık gözü kör edilir, kulağa karşılık kulağı kesilir; dişe karşılık dişi kırılır ; nitekim V. sürenin (Maide) 45. ayet-i kerimesinde, "Göze karşılık göz, burna karşılık burun, kulağa karşılık kulak ve diğer uzuvlara karşılık da kisas" buyurulmaktadır.
Yanlışlıkla , yahut yanlışlıkla benzer bir tarzdaki cinayette her uzvun, o uzva göre diyeti vardır, bazı uzuvlarda insanin tam diyeti, yani bin dinar ve tutarı , bazılarında bu diyetin yarısı , bazılarının da yarısından azı verilir. Burun, erkeklik aleti gibi tek olan uzuvlarda, bütün insanın diyetinin verilmesi gerektir. Göz, kulak, el ve ayak gibi ikişer olan uzuvların birini kesmenin, yahut muattal bırakmanın cezası, yarım diyettir,
fakat bu uzuvların ikisini de kesen, muattal eden, tam diyet verir. Kasdi, yahut kasda benzer cinayetlerde diyeti cani verir; hataya dayanan cinayette diyet, akı leye aittir.
Kısas ve diyetler hakkında şia-i imamiyyenin inançları , hükümleri, hulasa yollu bu anlattıklarımızdır; etraflı bilgi, bu husustaki kitaplarda mevcutur fazla bilgi, bu kitaplardan elde edilebilir.
şimdi ey din bilginleri, ey muslümanlar, kardeşlerimiz , bu taifenin zikrettiğimiz hususlarda dini yıkacak bir şey, yahut Yahüdilikten, Hrıstiyanlıktan
Zerdüştilikten alınma bir hüküm buldunuz mu, gördünüz mü? Bu anlattığmız bahislerde, islamın esas inançlarından ayrı, Kitab ve Sünnete aykırı bir hüküm var mı? Artık insanlarımız , bunu hükmetsin; bilgisizler de iftiralardan vazgeçsinler.
Dileriz ki Allah mü'minlerin arasını düzeltir; araIarındaki ayrılığı , aykırılığı giderir; nefreti yok eder ve hepsi de kardeş olarak birleşir; Müslümanlar Kur'an sançağının altında bir vucud olur da batip giden kudretleri yeniden vücud bulur; uçup kaçan yücelikIeri yeniden hayata kavuşur. Gerçekten de mü'minler, aralarındaki mezheb ihtilafı
kalkmadıkca, kavmiyyet gayreti yok olmadıkca, bütün mezhebler, bizce sayğıya layıktır, bizse mezheblerin de üstündeyiz demedikçe bu izzete, bu kudretli yaşayışa, bu lütfa erişemezler. Evet, bizce ümmetlerin yaşayışı için bütün bunlardan üstün olanı, her ferdin, inanç kardeşini canla başla sevmesiyle, menfaatte bir olduğunu idrak etmesiyle,
onun menfaatiyle menfaatlenmesiyle, onu da bu menfaata eş eylemesiyle gösteriş olarak, yapmiş olarak yapış olmak için değil, özünden, içinden gelerek, kendi için olmasını , elde etmesini sevdiği, istediği şeyi, kardeşi için de sevmesiyle, istemesiyle mümkündür ancak.
Bu, şimdilik bir hayal gibi görünse bile, olmayacak bir şey değildir ve Allah'ın buna, bu gerçeği tahakkuk ettirmeye elbette gücü yeter; Allah'ın rahmetinden ümid kesilmez ve ulu Allah dilerse, bu ye'se düşmüş ümmete, katından yeni bir ruh ihsan eder de Onu , ölümünden sonra diriltir; onun can ve baş gözlerini açar, gaflet sarhoşluğundan ayıltır onu.
SON
şia'yı kınayanları bilhassa dayandıkları iki sey vardır; bunların biri "Beda'" dır. Bunu anlamayanlar, şia'nın, Allah tebareke ve taala'ya, önce malum olmayan bir şeyin sonradan zahir olarak malum olması tarzında telakkıy etmişlerdir ki bu, sırf bilgisizlikten meydana gelmiş bir telakkıydir ve değil imamiyye, hiçbir islam mezhebi, böyle bir inanci kabul etmez;
edemez; çünkü bu inanç, Allah sübhanehü ve taala'ya cehil isnadından başka bir şey değildir. Allah sübhanehü ve taala'ın ilmi, ezeli ve ebedidir ve onda "muhalefetün lil-havadis" sıfatı mevcuttur. Beda', Allah tebareke ve taala'nin mektum ilminde mevcud olan ve zat-ı ecell ü a'lasi tarafından mahiv ve isbat levhinde bulunan bir işi, gene kendine malum, muayyen ve mukadder olan zamanda izhar eylemesinden başka bir şey değildir. Beda', Al-i Muhammed'in, sallallahu aleyhi ve aleyhim, sırlarındandır, Allah sübhanehu ve taala'yı hiç kimse, hakkıyla bilemedigi gibi bunu da ve buna benzer şeyleri de bilemez.
Allah, bir işi buyurur; bu buyruğu mukadderdir; ancak bir müddet sonra o işin yerine başka bir şey buyurur; mektum olan ilminde bu da muayyer ve mukadderdir. Bunu anlamayan, iş değişti, yahut haşa, Allah buyruğunu değiştirdi. kendisine başka bir iş layıh oldu gibi bir zanna düşebilir. Halbuki bu gizleyiş ve izhar ediş, onun