İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İKİNCİ CİLT-2 İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İKİNCİ CİLT-2
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İKİNCİ CİLT-2 ÖNSÖZ İSLAM DİNİ VE İLAHÎ KİTABI İslam dini evrensel bir dindir. İslam, uygulanmalarıyla insanın dünya ve ahiret mutluluğunu garanti altına alacak olan itikadî konular, ahlakî yasalar ve ameli değerler bütünüdür. Alemlerin yaratıcısı tarafından gönderilen İslam dininin kanunları, onları uygulayan her birey veya her toplum için hayat şartlarının en güzelinin ve insani kemalin en yücesinin sağlanmasına neden olacak bir şekildedir. İslam dini güzel eserlerini (yararlarını) eşit bir şekilde herkese ve her topluma bağışlar. Büyük küçük, bilgili bilgisiz, kadın erkek, beyaz siyah ve doğulu batılı bütün insanlar istisnasız bu pak dinin faydalarından ve meziyetlerinden yararlanıp ihtiyaçlarını en güzel ve en olgun şekilde giderebilirler. Çünkü İslam dini, ilimlerini ve kanunlarını varlık aleminin temelleri üzerine karar kılmış, insanın ihtiyaçlarını göz önünde bulundurup onları gidermeye çalışmaktadır. İnsanın fıtratı ve yapısı da çeşitli kişiler, çeşitli ırklar ve farklı zamanlarda sürekli bir olmuştur. Çünkü insanlık camiası (doğudan batıya kadar) bir tür ailedir. Yani hepsi aynı türden insandırlar. Büyük küçük, erkek kadın, bilgili bilgisiz, beyaz siyah hepsi bu ailenin üyeleri ve organlarıdır. İnsanlık binasının esasları ve değişmezleri konusunda ortaktırlar. Çeşitli bireylerin ve farklı ırkların ihtiyaçları aynıdır. Gelecekteki insanlar çocuklar ve torunlar da bu ailedendirler. Dolayısıyla onların ihtiyaçlarına ve gereksinimlerine varis olacaklardır. Sonuç olarak İslam, insanın fıtratındaki gerçek ihtiyaçları gidermeye çalışan bir dindir. Dolayısıyla herkes için yeterli ve her zaman için zinde olacaktır. Bu bakımdan yüce Allah İslam dinini fıtrat dini olarak adlandırıp, insanları insani fıtratı canlı tutmaya davet etmektedir. Dinin büyükleri şöyle buyurmuşlardır: İslam, insana zorlaştırmayan kolaylaştıran bir dindir. Yüce Allah, İslam dinini fıtrat üzerine kurmasına ve konularının geneli herkes için anlaşılır olmasına karşın; ilimlerinin ve kanunlarının esaslarını ilahi kitapla birlikte Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’e (Sallellahu aleyhi ve alihi) nazil kılmıştır. Bu ilahi kitabın adı “Kur-anı kerim”dir. Kur-anı Kerimin Önemi Kur-anı kerim, islam dininin evrensel olmasını garanti altına alan ilahi bir kitaptır. İslami ilimlerin geneli bu kitap içinde harika bir beyanla açıklanmıştır. Bu bakımdan onun değeri ile Allah’ın dininin değeri birdir. İnsanın hakiki mutluluğunun kendisine bağlı olduğu din ise her şeyden daha değerli ve daha önemlidir. Hatta hiçbir şey değer bakımından onunla karşılaştırılamaz. Bunlarla birlikte Kur-anı kerim yüce Allah’ın kelamı ve Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sonrakiler için bıraktığı mucizedir. Kur-an Mucizedir Arap lügati, insanın içindeki hedefleri en açık ve en dakik bir şekilde beyan eden çok güçlü ve çok geniş bir dildir. Bu bakımdan dillerin en mükemmelidir. Tarih vasıtasıyla şöyle ispat olmuştur: Genellikle çadırlarda yaşayan, medeniyetten uzak kalan ve uygar bir yaşamın nimetlerinden mahrum olan İslam’dan önceki cahiliyet Arapları, sözü açıklama ve beyan etme konusunda büyük bir makama sahiptiler. Nitekim tarih sayfalarında onların rakibini bulmak olanaksızdır. Arap edebiyatında, fasih ve beliğ bir söz çok değerli idi. Güzel ve edebi sözlere çok saygı gösterirlerdi. Putlarını ve ilahlarını Kâbe’ye dikip astıkları gibi; şairlerin güzel şiirlerini de Kâbe’nin duvarına asarlardı. Geniş bir dil olmasına karşın; bütün alametleri ve ince dilbilgisi kuralarını en ufak bir yanlış ve en ufak bir hata yapmadan uygularlardır. Sözü süsleme konularında aşırıya kaçarlardı. Peygamber Efendimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) Kur-an ayetlerinin nazil olup insanlara okunduğu ilk günlerde, Araplar ve şairler arasında büyük bir yankı yapmıştı. Kur-anın mana dolu çekici açıklamaları, bütün fasih sözlüleri unutturacak ve söz üstatlarının “Muallikat” adıyla Kâbe’ye asılan cıvık şiirlerini indirtecek kadar kalplerde yer ederek akıl sahiplerini hayretler içinde bırakmıştı. Bu ilahi sözler, sonsuz güzelliği ve çekiciliği ile bütün insanları büyülüyordu. Tatlı uyumu ile tatlı dilli ağızlara sessizlik mührü vuruyordu. Öte taraftan müşrik ve puta tapan bir kavim için ise çok acı ve çok kötü idi. Çünkü açık beyanıyla ve kati delilleriyle, tevhit dinini ispat edip şirki ve puta tapıcılığı kötülüyordu. İnsanların ilahlar diye adlandırdıkları, muhtaç ellerini kendilerine uzattıkları, kendileri için kurban kestikleri ve sonuç olarak taptıkları putları kötüleyip, onları cansız ve esersiz taş ve tahta heykeller olarak tanıtmaktaydı. Kibir ve bencilliğin kendilerini baştan aşağı kaplayıp hayatlarını eşkıyalık ve cinayet esasları üzere kuran Arap bedevileri Hakka tapıcılığa, adalete ve insan haklarına saygı göstermeye davet ediyordu. Fakat Araplar düşmanlık ve savaş ile karşılık verdiler. Bu hidayet meşalesini söndürmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalıştılar; ancak uğraşılarının kendilerine umutsuzluktan başka bir faydası olmadı. Risalet görevinin başlangıcında Peygamber Efendimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) söz (şiir) uzmanlarından biri olan Velid adındaki birinin yanına götürdüler. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Fussilet suresinin başından birkaç ayet okudu. Velid kibirli ve gururlu bir şekilde dinliyordu. Nihayet Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Eğer yüz çevirirlerse de ki; Ben sizi Ad ve Semud’un şimşeğine benzer bir şimşekle korkutuyorum” ayetine gelip okuyunca, Velid’in hali değişmeye ve bedeni titremeye başladı. Nitekim kendinden geçti. Toplantı birbirine karıştı ve cemaat da dağılıp gitti. Ondan sonra bir grup Velid’in yanına gelerek “Bizi Muhammed’in önünde rezil edip boynumuzu büktün” diye kınamaya başladılar. Velid şöyle dedi: Allah’a yemin ederim ki, sizler benim hiçbir kimseden korkmadığımı ve tamahımın olmadığını bilirsizin. Söz (şiir) uzmanı olduğumu da bilirsiniz. Muhammed’den duyduğum sözlerin insan sözlerine benzer hiçbir yanı yoktu. Onlar çok çekici ve etkileyici sözlerdi. Ancak onları şiir ve nesir olarak adlandırmak mümkün değil. Çok anlamlı ve özlü sözlerdi. Eğer benim bu konu hakkında bir hüküm vermem gerekiyorsa, düşünmem için bana üç gün mühlet verin. Üç gün sonra yanına geldiklerinde Velid şöyle dedi: Muhammed’in sözleri kalpleri (insanları) büyüleyen büyü ve sihirden başka bir şey değildir. Müşrikler, Velid’in yol göstermesiyle Kur-anı büyü ve sihir olarak adlandırdılar. Dolayısıyla onu duymaktan çekiniyorlar ve insanlara da onu dinlemeyi yasaklıyorlardı. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Kâbe’de (ara sıra) Kur-an okuduğu zamanlar, Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sesini halkın duymaması için kendi seslerini yükseltiyorlar ve davul çalmaya başlıyorlardı. Bunlarla birlikte gönüllerini Kur-anın fasih ve beliğ beyanına kaptırdıkları için sakin olamıyorlardı. Gece karanlığından yararlanarak Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) evinin etrafında toplanın gizlice Kur-an dinliyorlar ve yavaşça birbirleriyle şöyle söylüyorlardı: Bu sözlere mahlûk sözü demek olanaksızdır. Yüce Allah bu konuya işaret ederek şöyle buyurmaktadır: نحَّْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَسْتَمِعُونَ بِهِ إِذْ يَسْتَمِعُونَ إِلَيْكَ وَ إِذْ هُمْ نجَْوَى إِذْ يَقُولُ الظَّلِمُونَ إِن تَتَّبِعُونَ إِلَّا رَجُلًا مَّسْحُورًا Biz onların, seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi aralarında konuşurlarken de o zalimlerin “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz” dediklerini gayet iyi biliyoruz. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Kabe’nin yanında Kur-an okuduğu ve insanları dine davet ettiği zamanlar, onun önüne geçmek isteyen Arap edipleri (şairleri) görünmemek ve tanınmamak için eğilip saklanıyorlardı. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: أَلَا إِنهَُّمْ يَثْنُونَ صُدُورَهُمْ لِيَسْتَخْفُواْ مِنْه İyi bilin ki, onlar ondan (Peygamberden) gizlenmek için göğüslerini bükerler. Peygamber Efendimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) Atılan Töhmet Kafirler ve müşrikler Kur-anı büyü olarak adlandırmalarının yanı sıra Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) davetine de sihir diyorlardı. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) insanları Allah’ın yoluna davet ettiği, hakikatleri onlara hatırlattığı ve öğüt verdiği zaman şöyle diyorlardı: “Büyü yapıyor.” Halbuki Allah’ın kendilerine vermiş olduğu fıtratla ve insani şuurla anladıkları bütün konuları aydınlatıyordu. İnsanların mutluluğunu kendisinde gördükleri ve kabul etmemek için hiç bahanelerinin olmadığı doğru yolu ve nurlu metodu gösteriyordu. Dolayısıyla böyle konuları sihir olarak adlandırmak olanaksızdır. Acaba “Elinizle yonttuğunuz taşlara ve tahtalar tapmayın. Çocuklarınızı onlar için kurban etmeyin. Hurafelerin peşine düşmeyin.” v.b. gibi sözler sihir midir? Acaba doğruluk, dürüstlük, hayırseverlilik, barışseverlilik, barış, sefa, adalet, insan haklarına saygı v.b. gibi güzel ahlakları sihir olarak adlandırmak mümkün müdür? Yüce Allah kendi kelamında bu konuya işaret ederek şöyle buyurmaktadır: وَ لَئنِ قُلْتَ إِنَّكُم مَّبْعُوثُونَ مِن بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُّبِين Eğer sen “Öldükten sonra dirileceksiniz” desen, inkâr edenler mutlaka “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir” derler. Kur-an Müşriklerden Benzerini Getirmelerini İstiyor Puta tapıcılık inancının kalplerine kök saldığı müşrikler ve kafirler, İslami daveti kabul edip hak ve hakikat karşısında alçak gönüllü olma konusunda hazır değillerdi. Bundan dolayı Peygamber Efendimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) yalanlayıp şöyle dediler: O yalancıdır. Allah’a nispet verdiği Kur-an kendi sözüdür. Kur-anı kerim bu töhmeti mahvetmek için atağa geçerek fesahat ve belagat meydanının öncüleri olan Arapları mücadele etmeye çağırdı. Onlardan peygamberi yalanlama konusunda doğru sözlüyseler, bu söz gibi bir söz getirmelerini bu vesileyle peygamberin davetinin asılsız olduğunu ispat etmelerini istedi. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: أَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَل لَّا يُؤْمِنُونَ فَلْيَأْتُواْ بحَِدِيثٍ مِّثْلِهِ إِن كاَنُواْ صَدِقِين Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? Hayır, onlar iman etmezler. Doğru iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler. Yine şöyle buyurmaktadır: أَمْ يَقُولُونَ افْترََئهُ قُلْ فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّثْلِهِ وَ ادْعُواْ مَنِ اسْتَطَعْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ إِن كُنتُمْ صَدِقِين Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söylüyor iseniz haydi onun benzeri bir sure getirin ve (bu konuda) Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.” Fesahat ve belagat mülkünün üstatları olan Arap kâfirler ve müşrikler, söz sanatı konusunda sahip oldukları onca kibir ve gurura karşın; bu teklifi kabul etmekten kaçınıp yarışmaya cesaret edemediler. Dolayısıyla söz mücadelesini kanlı mücadeleye çevirdiler. Yani onlar için ölmek, karşı karşıya gelip rezil olmaktan daha kolay idi. Arap edipleri (şairleri) Kur-anla mücadele etmekten korkmuşlardı. Kur-anın nüzul çağında yaşayanlara ilave olarak, Kur-anın nüzul çağından sonra ortaya çıkanlar da hiçbir şey yapamadılar. Güç denemesinden sonra hepsi geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Çünkü insan doğası, insanları (boks, ip atlama v.b. gibi insanların hayatları hususunda direkt olarak en ufak bir etkisi olmayan şeyler bile olsa) başkalarının ortaya çıkardığı bir hünerin veya dikkatleri üzerine toplayan bir sanatın benzerini veya daha iyisini bulup yarışmaya ortak olmaya teşvik etmektedir. Bundan dolayı bir grubun Kur-an konusunda pusuya yattıkları belli olmaktadır. Eğer bu ilahi kitapla karşı karşıya gelmek için bir açık kapı bulsalardı, ondan geçmek için bir an bile olsa oturup düşünmezlerdi. Onların karşı karşıya gelmeye güçleri yoktu. Sihir ve büyü adını da bahane karar kılıp “Kur-an bir sihirdir. Çünkü sihir özü itibariyle hakkı batıl, batılı da hak gösteren ve yalanı doğru, doğruyu da yalan yapan bir iştir.” şeklinde bir şey de söyleyememişlerdir. Eğer Kur-an harika lehçesiyle ve fasih deyişleriyle kalpleri (insanları) avlıyorsa; onun doğal harika tabiatından kaynaklanıyor ve sihirle de hiçbir ilgisi yok demektir. İnsanları kelâm vesilesiyle bir takım hedeflere davet ediyorsa; onlara Allah’ın verdiği fıtratla ve insani şuurla anlayacakları bir takım marifetleri hatırlatıyorsa; onları aklıselim kişilerin kabul edip övecekleri bir takım davranışlara yönlendiriyorsa; hakikati açıklayan beyandan başka bir şey değil demektir. Onlar aciz kalıp “Kur’ân,insan sözünün zirvesinde yer alan bir kelamdır. Dolayısıyla güzellikte, etkilemede, fesahatte ve belagatte rakibi yoktur. Bunlar ise Allah kelamı olduğu hususunda delil olamaz.” diye bir şey söyleyemediler. Başka bir ifadeyle cesaret, yiğitlik, okumak, yazmak v.b. gibi ilerleme kabiliyeti olan her sıfat veya sanat insanlık tarihinde yarışmayı kazanan birinci unvanıyla bir dâhiye sahip olmak zorundadır. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) de Arap kelamında özel deyişleriyle belagat ilminin birincisi olmasının hiçbir sakıncası yoktur. Bu bakımdan onun kelamı, insan kelamı olmasına karşın; kendisiyle mücadele edilemeyen bir kelamdı. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) çağında yaşayan edipler (şairler) böyle bir söz söylememişlerdir. Kur-an iddiacılarından da hiçbir kimse böyle bir söz söyleyememişler veya ispat edememişlerdir. Çünkü dâhilerden birinin vesilesiyle zirveye ulaştırılan her sıfat veya sanat, ne olursa olsun, sonuç olarak insan yeteneklerinden kaynaklanan ve insanın doğasıyla meydana gelen bir oluşumdur. Bundan dolayı dâhinin açmış olduğu yolu başkalarının da açmaları, gerekli olan çalışma ve telaşla dâhinin yapmış olduğu işin (her yönüyle ona benzemese bile) aynısını veya benzerini, onun gibi hatta ondan da güzelini yapmaları mümkündür. Dolayısıyla ilk defa kapıyı açan (buluş yapan) dahi için yalnızca öncü adı kalacaktır. Örneğin cömertlik konusunda Hatem-i Tayi’nin önüne geçmek olanaksızdır; ancak onun gibi bir iş yapmak mümkündür. Güzel yazı konusunda Mir’den ve resim konusunda da Mani’den öncülüğü almak mümkün değildir; ancak yeteri kadar çalışmayla ve telaşla Mir’in yazdığı gibi bir kelime yazmak ve Mani’nin çizdiği gibi küçük bir tablo çizmek mümkündür. Bu genel yasadan dolayı, eğer Kur-anı kerim insan kelamının en beliği olsaydı, başkalarının ve dünyanın meşhur ediplerinin alıştırma yaparak aynı onun gibi bir kitap veya en azından Kur-an surelerine benzer bir sure yazmalarının imkânı vardı. Kur-anı kerim muhaliflere hitap ederken ondan daha güzelini değil; aynısı getirmelerini istemiştir. فَلْيَأْتُواْ بحَِدِيثٍ مِّثْلِهِ إِن كاَنُواْ صَدِقِين Doğru söylüyor iseler onun gibi bir söz getirsinler. قُلْ فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّثْلِهِ وَ ادْعُواْ مَنِ اسْتَطَعْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ إِن كُنتُمْ صَدِقِين Doğru söylüyor iseniz onun gibi bir sure getirin. فَأْتُواْ بِعَشْرِ سُوَرٍ مِّثْلِهِ مُفْترََيَتٍ Öyleyse siz de onun gibi on uydurulmuş sure getirin. قُل لَّئنِِ اجْتَمَعَتِ الْانسُ وَ الْجِنُّ عَلىَ أَن يَأْتُواْ بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْءَانِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَ لَوْ كاَنَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا De ki; “Andolsun eğer insan(lar) ve cin(ler) şu Kur-anın benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine ark ol(up yardım et)seler de (bunu yapamazlar)” Konunun Neticesi Konunun sonunda, şu konuya dikkat edilmesi gerekir: Kur-an başkalarını yalnızca fasih deyişleriyle aciz kılmamıştır. Buna ilave olarak insani ihtiyaçların hepsine gerçekçi çözümlerle cevap vermesiyle, bildirmiş olduğu gaybi (gizli) haberlerle, açıkladığı hakikatlerle ve içinde parıldayan öteki özelliklerle de aciz kılıp bütün insanlara onun bir benzerini getiremeyeceklerini ilan etmektedir. BİRİNCİ BÖLÜM İTİKADÎ ESASLAR KUR-ANA GÖRE ALLAH’I TANIMA YOLU Elini annesinin göğsüne koyarak süt emmeye çalışan bir bebek, süt istemektedir. Yine eğer bir şeyi yemek için eline alıp ağzına götürüyor ise onun asıl hedefi yemektir. Yanlış yaptığını görüp aldığı şeyin yiyecek olmadığını anlayınca, uzağa atmaktadır. Aynı şekilde insan da peşine düştüğü her hedefin gerçek olanını ister. Yanlış yaptığını anladığı zaman ise hata yaptığı yolu gözden geçirip üzülür ve yanlış bir hedef yolunda çekmiş olduğu zahmetlerden dolayı kederlenir. Bu bakımdan insan yanlışlardan ve hatalardan sakınıp gerçeğe ulaşmak için uğraş verir. Burada bizim için, insanın fıtratı nedeniyle gerçekçi olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani insan istese de istemese de sürekli gerçeğin peşinde ve hakkın yanındadır. Bu içgüdü duygusunu hiçbir kimseden öğrenmemiş ve hiçbir yerden de almamıştır. İnsan ara sıra inatçılık edip hakkı kabul etmiyorsa, yanlışa müptela olup hak ve hakikat kendisine aydınlanmamasından dolayı böyle yapıyor demektir. Eğer aydınlansaydı yanlış yapmazdı. İnsan ara sıra da nefsanî heveslere uymasından dolayı ruhsal bir hastalığa yakalanmaktadır. Dolayısıyla hakkın leziz tadı acı olarak görünmektedir. İşte o zaman hakkı tanımasına karşın; ona itaat etmez. Hakkın doğruluğunu ve hakka itaat edilmesi gerektiğini itiraf etmesine karşın; ona karşı isyan eder. Birçok defa gerçekleştiği gibi; insan, zararlı ve kötü şeylere alıştığı için, zarardan kaçıp tehlikesini önlemesine yardım eden insani içgüdüsünü ayaklar altına almakta ve zararlı olduğunu bildiği işi yapmaktadır. Örneğin; sigara, alkol ve uyuşturucu maddesi kullananlar gibi. Kur-anı kerim insanı gerçekçi olmaya ve hakka itaat etmeye davet etmektedir. Bu konuda çok ısrarlı davranıp, çeşitli açıklamalarla insanlardan gerçekçi olan ve hakkı izleyen içgüdülerini korumalarını istemektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: فَمَا ذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَلُ Haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Yine şöyle buyurmaktadır: وَ الْعَصْرِ إِنَّ الْانسَنَ لَفِى خُسْرٍ إِلَّا الَّذِينَ ءَامَنُواْ وَ عَمِلُواْ الصَّلِحَتِ وَ تَوَاصَوْاْ بِالْحَقِّ وَ تَوَاصَوْاْ بِالصَّبر Asra andolsun ki, insan ziyan içindedir. Ancak iman edip iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiyeler başka. Yüce Allah’ın bütün bu tavsiyeleri şunun içindir: İnsan gerçekçi olan ve hakkı izleyen içgüdüsünü korumazsa, hak ve hakikate uymaya çalışmazsa, mutlu olmayacaktır. Nefsanî arzulara dayalı sözleri ve davranışları izlerse, boş düşüncelere ve batıl fikirlere müptela olacaktır. İşte o zaman yoldan çıkan dört ayaklı bir hayvan gibi; insani sermayesinden çıkıp nefsanî arzuların, cehaletin ve bilgisizliğin kurbanı olacaktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: أَ رَءَيْتَ مَنِ اتخََّذَ إِلَهَهُ هَوَئهُ أَ فَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلاً أَمْ تحَْسَبُ أَنَّ أَكْثرََهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلَّا كاَلْأَنْعَمِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلا Arzusunu ilah edinen kimseyi gördün mü? Onun üstüne sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini yahut düşündüklerini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidirler, hatta onlar yolca daha sapıktırlar. Kuşkusuz insanın gerçekçi olan içgüdüsü canlanıp hakkı izleme duyguları harekete geçtiği zaman, hakikatler onun için arka arkaya ortaya çıkacaktır. Bulduğu her hakkı ve her hakikati gönül rahatlığıyla kabul edecektir. Her gün mutluluk yolunda bir adım daha atacaktır. Yaratanın Varlığının İspatı İnsanın gerçekçi olan içgüdüsü harekete geçtiğinde, âlemin neresine bakarsa baksın, âlemlerin yaratıcısının varlığı hakkında birçok delil görecektir. Çünkü insan gerçekçi olan içgüdüsüyle baktığı zaman varlık nimetine sahip olan, isteyerek veya istemeyerek belirli bir yolda hareket eden ve bir süre sonra yerini başkalarına teslim eden varlıkların kendi kendilerine var olmadıklarını, kat ettikleri düzgün yolu kendilerinin kendileri için var etmediklerini ve varlık çizgisini düzenleyip oluşturma konusunda en ufak bir müdahalelerinin olmadığını anlar. Çünkü insan, insanlık özelliklerini kendisi için seçmemiştir. İnsan, yaratılmıştır ve ona insanlık özellikleri bağışlanmıştır. Aynı şekilde insanın gerçekçi olan içgüdüsü, bütün varlıkların kendi kendilerine ve rastlantı sonucu var olduklarını da kabul etmez. İnsan fıtratı, düzgün bir şekilde üst üste sıralanmış tuğlaların kendiliklerinden sıralandıklarını kabul etmediği gibi; âlemde var olan dakik sistemin de hesaplanmaksızın kendiliğinden ortaya çıktığını kabul etmez. İnsanın gerçekçi olan içgüdüsü “Varlık âleminin kesinlikle bir dayanağı vardır. O, varlık âleminin kaynağı ve yaratıcısıdır. Cihanı O ayakta tutmaktadır. O sonsuz ilim ve kudret kaynağı olan Allah’tır. Varlık düzeni, onun vücudunun okyanusundan kaynaklanmaktadır.” Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: رَبُّنَا الَّذِى أَعْطَى كلَُّ شىَْءٍ خَلْقَهُ ثمَُّ هَدَى Her şeye yaratılışını verip sonra doğru yola iletendir. İşte bu içgüdüden dolayı (tarihin aydınlattığı geçmiş dönemlere kadar) insan toplumlarının çoğu âlemin bir Allah’ı olduğuna inanmışlardır. Hıristiyanlık, Yahudilik, Mecusilik, Budizm v.b. gibi İslam dışındaki öteki dinler de aynı inancı ve aynı kaderi paylaşmaktadırlar. Yaratıcının varlığını inkar eden kişilerin ise olumsuz bir delilleri yoktur ve asla da olmayacaktır. Onlar hakikatte “Yaratıcının olmadığı hususunda bir delilimiz vardır” şeklinde söylememektedirler. Onlar “Yaratıcının varlığı hakkında bir delilimiz yoktur” şeklinde söylemektedirler. Materyalist kimse “Yok” diye bir şey değil; “Bilmiyorum” şeklinde bir şey söylemektedir. Materyalist kimse, inkarcı değil; kuşkucudur. Yüce Allah kendi kelamında buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır: وَ قَالُواْ مَا هِىَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَ نحَْيَا وَ مَا يهُْلِكُنَا إِلَّا الدَّهْرُ وَ مَا لهَُم بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّون Dediler ki: “Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi zamandan başka bir şey yok etmiyor.” Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar. YÜCE ALLAH KEMAL SIFATLARIN HEPSİNE SAHİPTİR Kemal Nedir? Bir ev, oturmak için yeteri oranda oda, misafir odası, yemek yapmak için mutfak, lavabo, su v.b. gibi bir ailenin ihtiyaçlarının hepsini giderecek olan şeylere sahip olduğu zaman kâmil bir ev olur. Bu ihtiyaçlara sahip olmadığı oranda ise eksik ve nakıs bir ev olur. Aynı şekilde bir insan, normal bir insanın vücut yapısında niyaz olan şeylere sahip ise kâmil bir insan olur. Eğer onlardan biri eksik olur ise (örneğin; eli, ayağı veya gözü yok ise) eksik ve özürlü bir insan olur. Açıklanan bilgilere dayanarak, bir varlığın ihtiyaçlarından ve eksikliklerinden herhangi birini gideren şey kemal sıfatı olmaktadır. Örnek olarak, ilim sıfatı cehalet karanlığını yok edip bilgiyi âlim için ortaya çıkarır. Kudret sıfatı, bir kişinin ulaşılması güç olan isteklerini ve hedeflerini ulaşılması mümkün bir hale getirip ona hâkim kılar. Hayat sıfatı, ihata sıfatı v.b. gibi sıfatlar da böyledir… Vicdanımız (fıtratımız) şöyle hükmetmektedir: Âlemlerin yaratıcısı (yani varlık âlemini ve varlıkları yaratan, akla gelen bütün ihtiyaçları gideren ve bütün nimetleri (güzellikleri) bağışlayan varlık) bütün kemal sıfatlara sahiptir. Çünkü gerçekçi olan görüşe göre; bir kimsenin sahip olmadığı bir nimeti başkalarına bağışlamasını veya sahip olduğu bir eksikliği başkalarından gidermesini tasavvur etmek olanaksızdır. Yüce Allah da kendi kelamında kendisini bütün kemal sıfatlarla övüp, eksikliklerden münezzeh ve pak olduğunu şöyle buyurmaktadır: وَ رَبُّكَ الْغَنىُِّ ذُو الرَّحْمَةِ Rabbin (mutlak) zengin, rahmet sahibidir. Yine şöyle buyurmaktadır: اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْأَسْمَاءُ الحُْسْنى Allah, kendisinden başka ilah yoktur. En güzel isimler (sıfatlar) onundur. Dolayısıyla yüce Allah’ı bütün kemal sıfatlara sahip olarak bilip onun mukaddes zatını bütün eksik sıfatlardan münezzeh ve pak kabul etmek gerekir. Çünkü eğer herhangi bir eksikliği olsaydı, aynı konuda (başka bir ilaha) muhtaç olacaktı. Böylece ondan daha yüce olan ilah onun ihtiyacını gidermesi gerekecekti. سُبْحَنَهُ وَ تَعَلىَ عَمَّا يُشْرِكُون O onların ortak koştukları şeylerden uzak ve yücedir. NÜBÜVVET Adına Aklı Ameli de denilen Aklı Maaş, yani hayatımızı kendisi vesilesiyle idare ettiğimiz bilinç; bize gök, hava, yer, deniz, ova, tahta, ateş, su, bitkiler, bitkilerin tohumları, ağaçlar, meyveler, yapraklar, tahtalar, hayvanlar, et, süt, deri, yün v.b. gibi yararlanılması mümkün olan her şeyden faydalı bir şekilde yararlanmamıza izin vermektedir. Aynı şekilde muhtaç olduğumuz birçok konuda öteki insanların çalışmalarından yararımıza olacak bir şekilde faydalanmamıza da izin vermektedir. Bize bütün bu şeylerin kullanılmalarını ve tasarruf edilmelerini aklımız ve bilincimiz verip izinli olduklarını imzalamaktadır. Bundan dolayı bir kimse bize “Acıktığın zaman niçin yemek yiyorsun?” veya “Susadığın zaman su mu içiyorsun?” ya da “Niçin havayı soluyorsun?” v.b. gibi sorular yöneltecek olursa çok komik gelir. Ancak öteki insanların çalışmalarından ve işlerinden yararlanmak amacıyla ilk defa onlarla temasa geçtiğimiz zaman onların da bizim gibi olduklarını hissederiz. Bizim onların işlerinin ürününden yararlanmak istediğimiz gibi; onlar da bizim işlerimizin ürününden faydalanmak isterler. Bizim işlerimizin ürününü onlara bedava vermeye hazır olmadığımız gibi; onlar da kendi işlerini ürününü bize hedefsiz bir şekilde vermeye hazır değildirler. Bu bakımdan, ortak sosyal konulara boyun eğip öteki insanlara karşılığında bize yardım etmeleri amacıyla gündelik ihtiyaçlarını gidermeleri için yardım etmeliyiz. Bireyler işte bu ihtiyaçtan ve gereksinimden dolayı bir araya gelip birbirlerinden faydalanmaktadırlar. Hakikatte bireylerin çalışmaları ve işleri birleşmektedir. Sonra herkes sosyal konumuna ve işine göre onlardan yararlanmaktadır. Toplum, Kanun ve Yasa İster Açıklandığı gibi; insan çaresiz olduğu için ortak sosyal bir hayatı kabullenmektedir. Aksi takdirde doğası nedeniyle yalnızca kendisinin çıkarlarını düşünür ve yeterli görür. Dolayısıyla fırsatı eline geçirdiği zaman kendi çıkarlarından bir şey verip adaleti sağlamaksızın başkalarının çıkarlarına saldırır. Bu bakımdan bütün toplumlarda kendilerine uyularak bireylerin toplumsal değerlerini koruyacak ve zulümleri önleyecek kanunlar ve yasalar hükümet etmelidir. Kanunlar ve yasalar, bütün insanların özel ve genel görevlerini tanımaları için bireylerin ittifak etmeleriyle veya çoğunluğun kabul etmesiyle onaylanmış olmalıdır. Kanunların ve Yasaların Tekvini Kökü Kanunlar ve yasalar, türü aynı olan yaşam maslahatlarını korumak için yapılmış görevlerdir. Bu bakımdan bunların değerleri, doğal ve tekvini değil; sosyaldir. Yani doğada hüküm süren kanunların kendi kendilerine hiçbir etkileri yoktur. Eğer insanlar onları uygularlarsa anlam kazanmaktadırlar. Aksi takdirde etkisiz bir efsane gibi olacaklardır. Aynı zamanda, sosyal kanunlar ve yasalar, doğa ve tekvin ile irtibatsız da değildirler. İnsanın fıtratından ve doğal ihtiyaçlarından kaynaklanan tekvini kökleri bulunmaktadır. Yani yaratan insanı istese de istemese de toplumsal fikirler bütünü oluşturup yararlanacağı ve tekvini yaşamını onlara tatbik edip uğruna var olduğu hedeflere ulaşacağı bir yapı üzere yaratmıştır. Yaşam Kanunlarına Doğru Tekvini Yönlendirme Bizler, yüce Allah’ın eksiksiz ihsanından ve sonsuz şefkatinden dolayı, varlık türlerinin her bir türünü uğruna var oldukları hedeflere ulaştırdığını bilmekteyiz. İnsan türü de bu genel yasanın dışında değildir. Dolayısıyla yüce Allah, insanı, uygulanmaları vesilesiyle insanların maslahatlarını ve çıkarlarını garanti altına almak için hayat yolunu şekillendirecek bir takım kanunlara ve yasalara yönlendirmek zorundadır. Bunu elde etmek için yalnız akıl yeterli değildir. Çünkü akıl ara sıra algılama konusunda yanlış yapar. Akıl, genellikle genler yoluyla ulaşan bir sıfat veya bir taklit ya da bir alışkanlığın etkisi altında kalıp, nefsanî arzulara yenilerek insanı helak etmektedir. Çünkü önceki satırlarda da öğrendiğimiz gibi; akıl, insanı çıkarcı ve faydacı bir kanuna yönlendirmektedir. Eğer başkalarının haklarını göz önünde bulunduruyor ve genel kanunlara uyuyor ise başka çaresi olmadığı ve şahsi çıkarlarını garanti altına almak için böyle yapmaktadır. Bundan dolayı iktidara ulaşan insanlar, kendilerinin karşısında bir rakip veya tehlike görmezlerse bütün kanunlardan ve yasalardan yüz çevirmektedirler. Başkalarının mallarını el koyup yasal haklarını ayaklar altına almaktadırlar. Dolayısıyla yüce Allah insanları her türlü yanlıştan ve hatadan korunan bir vesileyle hayat yasalarına yönlendirmek zorundadır. Bu vesile nübüvvettir. Yüce Allah’ın akıl vesilesi dışında, başka bir vasıtayla (vahiy vasıtasıyla) bazı kullarına bir takım ilimleri ve hükümleri öğretip, uygulanmalarıyla insanları gerçek mutluluğa yönlendirmesine Nübüvvet denir. Konunun Neticesi Açıklanan beyanlardan şöyle anlaşılmaktadır: Yüce Allah gaybi (gizli) öğretiler vesilesiyle kullarının bazılarına insanların mutluluk garantisi olan bir takım kanunları ve ilimleri öğretip onlara göndermelidir. Allah’tan haber getiren insana “Peygamber” ve “Allah’ın elçisi” denir. Allah’tan insanlara getirmiş olduğu haberler (vahiyler) bütününe din denir. Yine şöyle anlaşılmaktadır: Azamet sahibi Allah tarafından gelen dini ilimler ve ilahi kanunlar doğru dürüst bir şekilde tahrip olmadan ve değişmeden insanlara ulaşmak zorundadır. Yani Allah’ın elçisi ilahi vahyi öğrenme konusunda yanlış yapmamalıdır. Onu koruma konusunda unutma v.b. gibi hatalara düşmemelidir. Onu insanlara ulaştırma konusunda hata yapmamalı veya ihanet etmemelidir. Çünkü önceden de söylediğimiz gibi; insanları gerekli ilimlere ve hayat kanunlarına yönlendirmek, insanın yaradılış yasalarından ve hedeflerinden biridir. Yaradılış ve hilkat ise yolunu geçme konusunda hiçbir zaman yanlış ve hata kabul etmez. Örneğin; yaradılış ve hilkat yasaları, insanın soyundan taşın veya bitkinin dünyaya gelmesini sağlamaz. Veya buğday danesini yetiştirerek hayvan olmasına yardımda bulunmaz. Ya da özel göreviyle ve şu andaki haliyle insan gözünün, midenin veya kalbin işini yapmasını sağlamak olanaksızdır. Bundan dolayı şöyle anlaşılmaktadır: Allah’ın peygamberleri masum olmalıdırlar. Yani farz bildikleri işi terk etmemelidirler. Günah bildikleri işi yapmamalıdırlar. Çünkü biz insanlar grubu vicdanımız vesilesiyle, söylediği şeye amel etmeyen kimsenin ona inanmadığını biliriz. Bu bakımdan sonra tövbe etse ve pişman olsa bile eğer bir peygamber günah işlerse kalbimiz teslim olmayacaktır. Sonuç olarak bildirinin maksadı (sonucu) özürlü olacaktır. Yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır: عَلِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلىَ غَيْبِهِ أَحَدًا إِلَّا مَنِ ارْتَضىَ مِن رَّسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِن بَينِْ يَدَيْهِ وَ مِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا لِّيَعْلَمَ أَن قَدْ أَبْلَغُواْ رِسَلَتِ رَبهِِّمْ وَ أَحَاطَ بِمَا لَدَيهِْمْ وَ أَحْصىَ كلَُّ شىَْءٍ عَدَدَا Gaybı (gizliyi) bilen odur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. Çünkü o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar. Ki onların rablerinin kendilerine verdiği emirleri duyurduklarını bilsin. Dipnotlar --------------------------------- 1-Kafi: 5/494, h. 1 ve Vesail-uş Şia: 8/116, h. 1 2-Fussilet: 13 (?????? ??????????? ?????? ?????????????? ???????? ??????? ???????? ????? ?? ?????? 3-İsra: 47 4-Hud: 5 5-Hud: 7 6-Tur: 33-34 7-Yunus: 38 8-Tur: 34 9-Yunus: 38 10-Hud: 13 11-İsra: 88 12-Yunus: 32 13-Asr: 1-3 14-Furkan: 43-44 15-Taha: 50 16-Casiye: 24 17-Enam: 133 18-Taha: 8 19-Yunus: 18
1
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İKİNCİ CİLT-2 İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İKİNCİ CİLT-2
ÖZEL NÜBÜVVET Hazreti Muhammed’in (Sallellahu aleyhi ve alihi) Peygamberliği Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) miladi beş yüz yetmiş yılında Mekke’de hicaz Araplarının en asilleri ve en şereflileri (Haşim oğulları) arasında dünyaya geldi. O günlerin dünyası, tarihten elde edilen bilgilere göre; ahlaki bakımdan çok şaşırtıcı bir şekilde çöküşe geçmişti. Cehalet girdabına günden güne daha çok saplanıyordu. Sürekli insani maneviyattan uzaklaşıyordu. Özellikle bedevi olup göçebe bir hayat yaşayan ve uygarlık nimetlerinden tamamen mahrum olan Arabistan yarım adasın-daki insanların geneli, bir takım batıl düşüncelerle (inançlarla) günlerini geçiriyorlardı. Geçmişlerini taklit etmekten, yağma yapmaktan, talan etmekten ve cinayet işlemekten başka bir övünçleri de yoktu. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) dünyaya gelmeden önce babası Abdullah vefat etti. Dört yıl sonra annesiz kalınca dedesi Abdulmuttalib’in sorumluluğuna geçti. Bir süre sonra dedesini de kaybedince, onu amcası Ebu Talip evine götürdü ve kendi çocuklarından biri gibi baktı. Mekkeli Araplar (öteki Araplar gibi) koyun ve deve yetiştiriyorlardı. Ara sıra ise komşu ülkelere özellikle Suriye’ye ticaret yapmaya gidiyorlardı. Okuması yazması olmayan insanlardı ve çocuklarının eğitimi öğretimi konusunda hiçbir gayretleri yoktu. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) de kendi kavmi gibi; okuma yazma öğrenmemişti. Ancak çocukluk döneminde de bir takım güzel sıfatlarla öteki insanlardan farklıydı. Hiçbir zaman puta tapmamıştır. Yalan söylememiştir. Hırsızlık ve hıyanet yapmamıştır. Kötü, çirkin ve lâubalî işlerden sakınmıştır. Akıllı ve yetenekli idi. Bundan dolayı kısa bir süre içinde insanlar arasında dikkate değer bir sevgi kazanıp “Muhammed-ul Emin” lakabıyla meşhur oldu. Nitekim Araplar genellikle emanetlerini ona verip, onun eminliği ve yetenekleri hususunda sohbetler ediyorlardı. Yaklaşık yirmi yaşlarında iken Mekke’nin zengin hanımefendilerinden biri (Hatice-i Kübra) onu mallarının başına ticaret sorumlusu yaptı. Sonuç olarak Hazreti Muhammed’in (Sallellahu aleyhi ve alihi) doğru, dürüst, akıllı ve becerikli olmasından dolayı ticaretten birçok kar etmesini sağladı. Her şeyden önce doğal olarak Hazreti Muhammed’in (Sallellahu aleyhi ve alihi) şahsiyeti ve azametinden etkilenmişti. Sonunda ona evlenme teklifinde bulundu. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) de önerisini kabul edip onanla evlendi. Ondan sonra da yıllarca eşinin ticaret işiyle meşgul oldu. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) kırk yaşlarına kadar insanlara sıradan ilişkiler kurardı ve onlardan biri sayılırdı. Ancak çok hoş bir ahlaka sahipti. Öteki insanların sahip oldukları çirkin davranışlar etrafında dolanmazdı. Zalimlik, taş kalplilik, makam sevgisi v.b. gibi sıfatlara sahip değildi. Bundan dolayı insanların hürmetini ve güvenini kazanmıştı. Nitekim bir gün Araplar Kabe’yi tamir ederler iken Hacer-ul Esvet taşını yerleştirme konusunda kabileler arasında tartışma çıktı. Hareti Muhammed’i (Sallellahu aleyhi ve alihi) hakem yaptılar. Onlara bir hırkayı sermelerini emretti. Hacer-ul Esvet taşını onun ortasına koydular. Kabile büyükleri hırkanın kenarından tutup kaldırdılar. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) de Hacer-ul Esvet’i yerine yerleştirdi. Böylece topluluğun karmaşası kan dökülmeden sona erdi. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) peygamberlikten önce bir olan Allah’a ibadet etmesine ve putlara ibadet etmemesine karşın; puta tapıcılık inancıyla mücadele etmediği için insanların onunla hiçbir sorunları yoktu. Nitekim Yahudiler, Hıristiyanlar v.b. gibi öteki dinlerden olanlar onların arasında saygın bir şekilde yaşıyorlar ve onları rahatsız etmiyorlardı. Rahip Bahira Öyküsü Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) amcası Ebu Talip’in yanında yaşarken ve henüz ergenlik çağına ulaşmadan önce, bir gün Ebu Talip ticaret için Şam’a gitmeye karar verdi ve onu da beraberinde götürdü. Ağır yüklü bir kafile idi. Ticaret malı ile birlikte birçok kimse hareket ediyordu. Nihayet Sureyi bölgelerine girip Basra adındaki bir şehre vardılar ve bir manastırın yakınlarında çadır kurup konakladılar ve istirahata çekildiler. Bahira adındaki rahip manastırdan dışarı çıkıp kafiledekileri konuk olmaya davet etti. Kafiledekilerin hepsi Bahira’nın davetini kabul edip manastıra girdiler. Ebu Talip de Hazreti Muhammed’i (Sallellahu aleyhi ve alihi) malların başında bırakıp ötekilerle birlikte Bahira’nın yanına gitti. Bahira “Herkes geldi mi?” diye sordu. Ebu Talip “Herkesten daha küçük olan genç hariç herkes geldi” dedi. Bahira “Onu da getirin” dedi. Ebu Talip, bir zeytin ağacının altında duran Hazreti Muhammed’i (Sallellahu aleyhi ve alihi) çağırdı ve birlikte rahibin yanına gittiler. Bahira, Hazreti Muhammed’e (Sallellahu aleyhi ve alihi) çok dikkatli bir şekilde baktıktan sonra “Yanıma gel, sana bir şey söyleyeceğim” dedi ve Hazreti Muhammedi (Sallellahu aleyhi ve alihi) bir kenara çekti. Ebu Talip de onların yanına gitti. Bahira, Hazreti Muhammed’e (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Sana bir şey soracağım. Lat ve Uzza aşkına cevap vereceğin hususunda yemin et” dedi. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Benim en nefret ettiğim şey bu iki puttur” dedi. Bahira “Bir olan Allah aşkına doğru söyleyeceğin hususunda yemin et” dedi. Hazret (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Ben her zaman doğru söylerim ve hiçbir zaman yalan söylemedim. Sen sorunu sor” dedi. Bahira “En çok sevdiğin şey nedir?” dedi. Hazret (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Yalnızlık” dedi. Bahira “En çok baktığın şey nedir ve en çok bakmayı sevdiğin şey nedir?” dedi. Hazret (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Gökyüzü ve onda yıldızlar” dedi. Bahira “Ne düşünüyorsun?” dedi. Hazret (Sallellahu aleyhi ve alihi) cevap vermedi. Ancak Bahira dikkatli bir şekilde onun alnına bakıyordu. Bahira “Ne zaman ve ne kadar uyuyorsun?” dedi. Hazret (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Gözlerimi gökyüzüne dikip yıldızlara baktığım ve onları eteğimin içinde (görüp) kendimi de onların üstünde bulduğum zaman” dedi. Bahira “Rüya da görüyor musun?” dedi. Hazret (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Evet, rüyamda gördüğüm şeyin aynısını uyanıkken de görüyorum” dedi. Bahira “Nasıl rüyalar görüyorsun?” dedi. Hazret (Sallellahu aleyhi ve alihi) susup cevap vermedi. Bahira da sustu. Bahira biraz durakladıktan sonra “Acaba iki omzunun arasına bakmam mümkün mü?” dedi. Hazret (Sallellahu aleyhi ve alihi) yerinden hareket etmeden “Gel, bak” dedi. Bahira yerinden kalkarak yaklaştı. Hazretin (Sallellahu aleyhi ve alihi) elbisesini omzunun üzerinden elbiseyi kenara alınca siyah bir ben ortaya çıktı. Biraz bakıp yavaşça “İşte bu” dedi. Ebu Talip “Hangisi? Ne diyorsun?” dedi. Bahira “Kitaplarımızda kendisi hakkında haber verilen alamet” dedi. Ebu Talip “Ne alameti?” dedi. Bahira “Söyle bu genç senin neyin oluyor?” dedi. Ebu Talip, Hazreti Muhammed’i (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendi çocukları gibi sevdiği için “Oğlum” dedi. Bahira “Hayır, bu gencin babası ölmüş olmalıdır” dedi. Ebu Talip “Sen nereden biliyorsun?” dedi. Bahira, Ebu Talip’e “Dinle, bu gencin geleceği çok parlak ve şaşırtıcı olacaktır. Eğer benim gördüğüm şeyleri başkaları da görüp onu tanısalar, onu öldürürler. Onu düşmanlardan koru ve sakla” dedi. Ebu Talip “Söyle, o kimdir?” dedi. Bahira “Onun gözlerinde büyük bir peygamberin alameti var ve bu konuda sırtında nurlu bir alamet var” dedi. Rahip Nostura Öyküsü Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) birkaç yıl sonra bir kez daha Hatice-i Kübra’nın mallarıyla birlikte ticaret sorumlusu olarak Şam’a hareket etti. Hatice, Musire adlı kölesini Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) ile birlikte gönderdi ve ona itaat etmesi konusunda da öğüt verdi. Bu yolculuk sırasında da Suriye bölgelerine ulaştıkları zaman Basra şehirleri yakınlarında bir ağacın altında konakladılar. Oranın yakınlarındaki tepede bulunan bir tapınakta Nostura adında bir rahip vardı ve daha önceleri Musire ile tanışmış idi. Nostura, Musire’ye “Ağacın altında istirahat eden kişi kimdir?” diye sordu. Musire “Kureyş halkından bir adam” dedi. Rahip “Bu ağacın altında Allah’ın peygamberlerinden bir peygamber hariç, hiçbir kimse oturmamıştır ve bundan sonra da oturmayacaktır” dedi. Sonra “Onun gözlerinde kızıllık var mı?” dedi. Musire “Evet, onun gözlerinde her zaman bir kızıllık bulunur” dedi. Rahip “İşte odur. O Allah’ın peygamberlerinin sonuncusudur. Keşke ben davetle görevleneceği görseydim” dedi. Medine Yahudilerinin Verdiği Müjde Kitaplarında son peygamberin özelliklerini ve yerini okuyan birçok Yahudi kabilesi, anavatanını terk ederek Hicaz’a gelip Medine’ye ve etrafına yerleştiler. Böylece ümmi peygamberin ortaya çıkışını bekleyeme başladılar. Zengin bir topluluk oldukları için, Araplar ara sıra onlara zulüm edip mallarını yağmalıyorlardı. Yahudiler zulme maruz kaldıkları için şöyle söylüyorlardı: Sizden gördüğümüz zulümlere ümmi peygamber Mekke’de ortaya çıkıp buraya gelinceye kadar sabredeceğiz. Bizler işte o zaman ona iman edip sizden intikam alacağız. Medine halkının çok çabuk iman etmesine yardım eden önemli etkenlerden biri de bu tür haberleri daha önceden duymaları idi. Sonunda onlar iman ettiler; ancak Yahudiler kavmiyetçi bağnazlıklarından ötürü iman etmekten yüz çevirdiler. Kur-anın Nübüvvet Müjdesine İşareti Yüce Allah kendi kelamının birçok yerinde bu müjdelere işaret edip kitap ehlinden bir taifenin iman etmesi hususunda şöyle buyurmaktadır: الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبىَِّ الْأُمِّىَّ الَّذِى يجَِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فىِ التَّوْرَئةِ وَ الْانجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَ يَنهَْئهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَ يحُِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَتِ وَ يحَُرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَئثَ وَ يَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَ الْأَغْلَلَ الَّتىِ كاَنَتْ عَلَيْهɨمْ فَالَّذِينَ ءَامَنُواْ بِهِ وَ عَزَّرُوهُ وَ نَصَرُوهُ وَ اتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِى أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَئكَ هُمُ الْمُفْلِحُون Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Resul’e, o ümmi peygambere uyarlar. O kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder. Onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Yine şöyle buyurmaktadır: وَ لَمَّا جَاءَهُمْ كِتَبٌ مِّنْ عِندِ اللَّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ وَ كاَنُواْ مِن قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلىَ الَّذِينَ كَفَرُواْ فَلَمَّا جَاءَهُم مَّا عَرَفُواْ كَفَرُواْ بِهِ فَلَعْنَةُ اللَّهِ عَلىَ الْكَفِرِين Allah katından onlara yanlarında bulunan (Tevrat)ı doğrulayıcı bir kitap (Kur-an) gelince, daha önce kafirlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri (Kur-an) kendilerine gelince, onu inkar ettiler. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Risaleti Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) kırk yaşlarına ulaştıktan sonra yüce Allah tarafından peygamberliğe seçilip insanlık âlemindeki aklıselimi ve pak fıtratı canlandırmak, bütün insanları boş fikirlerden ve batıl inançlardan özgür kılmak ve zulüm, kölelik, nefsanî heveslere tapıcılık, sorumsuzluk v.b. gibi şeylerin kökünü kazımak için dünya insanlarına gönderilmiştir. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Davetinin Özeti Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) , yüce Allah’ın ilahi kitapta kendisine verdiği buyruklara göre (Kitabın başlarında Kur-an bölümünde açıklandığı gibi;) davetini insani fıtrat olan hakkı izleme ve gerçekçi düşünme esasları üzere başlatıp, insanları fıtratları vesilesiyle anladıkları şeylere davet etti. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) , dünya insanlarına şunları anlatmıştır: Varlık âleminde ululuğu karşısında boyun eğilmesi gereken tek varlık, yalnızca âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Taştan ve tahtadan yapılan putlara değil; peygamberler, melekler, rahipler, yıldızlar ve bizim gibi Allah’ın yarattığı varlıklar olup Allah’a muhtaç olan yaratıklara değil; yalnızca âlemlerin rabbine kulluk etmek gerekir. Emirleri Allah’ın emirleri olan kişiler dışındaki komutanların, asilerin ve kendi zamanlarının insanlarına yöneticilik edenlerin buyruklarını değil; yalnızca âlemleri ve içindekileri terbiye edip yaşatan âlemlerin rabbinin buyruklarını dinleyip teslim olmak gerekir. O bir gün bütün insanları katındaki adaletin huzurunda toplayıp yaptıklarını hesaba çekecektir. İnsan kendisini tanıması gerekir. Hayatın yalnızca yemek, uyumak ve bu dünyada birkaç gün geçirmek olmadığını bilmesi gerekir. Çünkü onun hayatı sonsuzdur ve ölünce yok olup gitmiyor. Fıtrat Dini İnsanın toplumsal bir yaşam içinde gidermesi gereken bir takım bedensel ve ruhsal (maddi ve manevi) ihtiyaçları bulunmaktadır. Her bir insan da hiçbir engel ve sorunla karşılaşmaksızın harekete geçireceği normal vesilelerle (kanunlarla) şu birkaç günlük dünyada huzur ve güven içinde yaşayıp öteki dünya için azık toplayabilir. Dolayısıyla toplumlarda alemlerin rabbinin isteğiyle ve fıtratla uygun olan kanunlar uygulanması gerekir. Bu kanunlar gereğince, bütün insanlar kendi yerlerinde olmalıdırlar. Toplum içinde var olan değerleri kadar yararlanmalıdırlar. Başkalarının haklarına saldırmamalıdırlar. Sonuç olarak bütün insanlar hakkın isteğine teslim olmalıdırlar. Bütün insanlar kardeş olup hakkın ve adaletin karşısında eşit olmalıdırlar. İslami davetin özeti işte budur. Kendilerine Davet Yapılan Kişiler Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) davetin başlangıcında puta tapıcılara çağrıda bulunmuştur. İlahi emirlerde buyrulduğu gibi; onları tevhide ve tek ilaha davet edip puta tapıcılıkla mücadele etmiştir. Yüce Allah aşağıdaki ayette buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır: هُوَ الْحَىُّ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَادْعُوهُ مخُْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ الحَْمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَلَمِينَ قُلْ إِنىِّ نُهِيتُ أَنْ أَعْبُدَ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ لَمَّا جَاءَنىَِ الْبَيِّنَتُ مِن رَّبىِّ وَ أُمِرْتُ أَنْ أُسْلِمَ لِرَبِّ الْعَلَمِين O diridir, ondan başka ilah yoktur. Dini yalnız kendisine halis kılarak ona yalvarın. Hamt, âlemlerin rabbine mahsustur. De ki: “Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince, sizin Allah’tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men edildim ve âlemlerin rabbine teslim olmakla emrolundum.” Davetin ikinci bölümünde (yani Allah’a teslim olmak hususunda) puta tapıcılara ilave olarak Yahudiler, Hıristiyanlar ve Mecusilere de çağrıda bulunmuştur. İlahi emirlerde buyrulduğu gibi; onları İslam’a davet etti. Yani onlardan şöyle istemiştir: Yalnızca yüce Allah’ın isteklerine teslim olun. Bazı peygamberler konusunda aşırıya kaçıp onları kulluk makamının üstüne çıkardığınız veya dini önderler, komutanlar, zenginler, rahipler v.b. gibi kişilere kayıtsız şartsız itaat ettiğiniz gibi; bir olan Allah karşı, başka ilahlar edinmeyin. Çünkü kayıtsız şartsız itaat, Allah’tan başkasına yapılmaz. Yüce Allah aşağıdaki ayeti kerimede buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır: قُلْ يَأَهْلَ الْكِتَبِ تَعَالَوْاْ إِلىَ كَلِمَةٍ سَوَاءِ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكمُْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَ لَا نُشرِْكَ بِهِ شَيًْا وَ لَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللَّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُون De ki: “Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah’a tapalım, ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birbirimizi Allah’tan başka rabler edinmeyelim.” Eğer yüz çevirirlerse “Şahit olun, biz Müslümanlarız” deyin. Risaletin ve Davetin Başlangıcı Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) , yüce Allah tarafından gelen risaleti ve daveti ilk olarak Hira mağarasında iken almıştır. Ona ilk olarak Alak suresi nazil olmuştur. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) evine dönüp görevini Ali’ye (Aleyhisselam) ve saygıdeğer eşi Hatice-i Kübra’ya haber verdi. Onlar, iman edip Müslüman olma konusundaki öncülük iftiharına nail oldular. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) işin başında insanların hepsini davet etmekle görevli değildi. Yalnızca kabul etmesi umut edilen kişileri davet etmiştir. Böylece bir grup Müslüman olup İslam saflarına katılmıştı. Genel ve Açık Davet Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) üç yıl geçtikten sonra davetini açık bir şekilde yapmakla görevlendi. Bu konu hakkında da ilk olarak yakın akrabalarını sonra başkalarını Hakkın dinine davet etmekle görevlendi. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَ أَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ إِنَّا كَفَيْنَكَ الْمُسْتهَْزِءِين O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma. Alay edenlere karşı biz sana yeteriz. Yine şöyle buyurmaktadır: وَ أَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِين Yakın akrabalarını (Allah’ın azabı hakkında) korkut. Davetin İlk Toplantısı Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) açıkça davet yapmak için (yaklaşık kırk kişi olan) yakın akrabalarını kendi evine konuk olarak davet etti. Bu toplantıda, onları tevhide davet etti. Aynı zamanda Ali b. Ebu Talip’in (Aleyhisselam) velayetini ve halifeliğini de sağlamlaştırdı. Böylece onları tevhide ve nübüvvete davet ettikten sonra şöyle buyurdu: “Davetimi kabul edip bana yardım edecek olan ilk kişi; benim vasim, vezirim ve halifem olacaktır.” Bu cümleyi üç defa tekrar etti. Her tekrar edişinde Ali b. Ebu Talip’ten (Aleyhisselam) başka hiçbir kimse cevap vermedi. Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) her defasında ayağa kalkıp kabul ettiğini açıkladı. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) üçüncü tekrar edişinden sonra şöyle buyurdu: “Sen benden sonra benim vasim, halifem ve vezirimsin.” Ondan sonra ötekiler ayağa kalkıp alaylı bir şekilde Ebu Talip’e şöyle dediler: “Sen bundan sonra kendi oğluna itaat etmek zorundasın.” Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu olaydan sonra genel olarak (bütün insanları) davet etmeye başladı. Hac mevsiminde ve onun dışında bütün halkın toplandığı yerlerde insanları tevhit dinine davet etti. Ancak Arapların merhametsizce ve vahşice tepkileriyle karşı karşıya kaldı. Kureyş liderleri ve insanların geneli, Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve ona iman edenlere zulüm, işkence ve eziyet etme konusunda ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu tür engellerin varlığı karşısında, yalnızca Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) amcası ve aynı zamanda nüfuza sahip bir adam olan Haşim oğullarının lideri Ebu Talip açık bir şekilde onu korumaya çalışıyordu. Kâfirler, fitne ve savaş çıkacağı korkusundan dolayı onu öldüremiyorlardı. Ancak Müslümanlara işkence ve zulüm ediyorlardı. Bundan dolayı birçok Müslüman yapılan işkencelerden dolayı şehit olmuşlardır. Habeş’e Hicret Bu olaylar, canları boğazlarına dayanan Müslümanlardan bir grubun Peygamberimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) izin alıp sahip oldukları varlıklarıyla birlikte anavatanlarını terk ederek Habeş’e hicret etmelerine neden olacak kadar büyüdü. Bir süre sonra durumun değiştiğini düşünerek Mekke’ye geri döndüler; ancak durumun daha da karışmış olduğunu görünce Habeş’e tekrar gittiler. Müslümanlardan bir grup daha onlarla birlikte hicret etti. Haşim Oğullarının Ebu Talip Vadisine Sığınmaları Kâfirler baskılarını artırmalarına veya bir takım özel tekliflerde bulunmalarına karşın; Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) kararı üzerinde hiçbir etkisi olmadı. Sonuç olarak Mekke kabileleri, Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) kabilesi olan Haşim oğullarıyla irtibatı kesecekleri, onlarla konuşmayacakları, alış veriş yapmayacakları ve kız alıp vermeyecekleri hususunda birbirlerine yemin edip anlaşma yaptılar. Bu konuda bir ahitname yazıp Kâbe’ye astılar. Haşim oğulları Ebu Talip Vadisi adındaki Mekke vadilerinden birine sığınmak zorunda kaldılar. Üç yılı sıkıntı, açlık ve korku içinde geçirdiler. Üç yıldan sonra, akkarıncaların kâfirlerin yazıp Kâbe’ye astıkları ahitnameyi yemeleri ve Mekke’ye ziyarete gelen öteki kabilelerin de kınamaları sonucu, kafirler kararları konusunda geri adım atmak zorunda kaldılar. Bundan dolayı Haşim oğulları Ebu Talip vadisinden dışarı çıktılar. Haşim Oğullarının Vadiden Dışarı Çıkmaları ve Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) İşinin Zorluğu Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve Haşim oğullarının vadiden dışarı çıkmaları, bir noktaya kadar huzura neden olmuştu; ancak birkaç ay sonra, Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) tek koruyucusu olan Ebu Talip ve eşi Hatice-i Kübra vefat ettiler. Bundan dolayı iş Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) için daha da zorlaşmıştı. Artık Kureyş’in tehditleri karşısında ona yardım edecek hiçbir kimse yoktu ve güven içinde kalınacak bir yer de kalmamıştı. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Taif’e Yolculuğu Peygamberimiz Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) aynı günler içinde Mekke’nin yakınlarında olan Taif’e gidip oranın insanlarını tevhit dinine davet etti; ancak Taif’in nüfuzlu kişileri ve ileri gelenleri, avam halkı tahrik ederek onun üzerine saldılar. Onlar da Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) ihanet edip taşladılar. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Taif’i terk edip Mekke’ye dönmek zorunda kaldı. Mekke’de bir süre emniyetsiz bir şekilde kaldı. Kureyş kâfirleri, İslam dininin günden güne ilerleyişini ve Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’ye hicret edeceğini öğrendikleri için, bu tür sorunları bitirmek amacıyla onu öldürmeye karar verdiler. Bu kararı yerine getirmek için, şura merkezi olan “Dar-un Nedve” adındaki yerde toplandılar. Birbirleriyle istişare ettikten sonra her kabileden bir kişinin onu öldürmek için hazırlanmasına, bu kişilerin oluşturdukları kırk kişilik grubun geceleyin onun evini kuşatma altına almalarına ve gece karanlığından yararlanıp onu öldürmek için evine saldırmalarına oy birliğiyle karar verdiler. Bu görüş onaylanmıştı ve bunu yapmaya karar vermişlerdi. Haşim oğullarından ise Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) amcası Ebu Leheb onu öldürmek için aday oldu. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’ye Hicreti Yüce Allah Peygamberini (Sallellahu aleyhi ve alihi) halkın kendisi hakkında verdikleri karardan haberdar etti. Dolayısıyla aynı gece Mekke’yi terk edip Medine’ye hicret etmesini emretti. Peygamberimiz Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) olayı Ali b. Ebi Talip’e (Aleyhisselam) anlatıp öldürülmeden evinden dışarı çıkabilmesi için kendi yatağında yatmasını, onun (Ali’nin) birkaç gün Mekke’de kalması, insanların kendisine vermiş oldukları emanetleri sahiplerine geri vermesi ve ondan sonra Medine’ye hareket etmesini emretti. Ali (Aleyhisselam) gece Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) yatağına yattı. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) evi kuşatanların arasından dışarı çıktı. Yolda Ebu Bekir ile karşılaşınca onu da yanına aldı ve birlikte Mekke yakınlarında olan Sevr dağındaki mağaraya gizlendiler. Üç gün sonra Mekke halkı onu bulamayacaklarını anlayınca takip etmekten vazgeçtiler. Onlar da Medine’ye doğru hareket ettiler. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’ye Girişi İslam’ın ilerlemesinin alt yapısı sonraları adına Medine denilecek olan Yesrib şehrinde hazır bir haldeydi. Bunun nedeni ise şu idi: Medine halkı, yıllardır iki büyük kabile olan Evs ve Hazreç arasında devam eden iç savaştan bıkmışlardı. Bundan dolayı kendilerine bir padişah seçip katliamlara son vermeye karar vermişlerdi. Bu konuda Mekke’nin ileri gelenleriyle konuşmaları amacıyla kendilerinin önde gelenlerini Mekke’ye göndermişlerdi. Bu olay ise Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) açık davetini başlattığı zaman gerçekleşmişti. Medine’nin önde gelenleri Mekke’ye geldikleri zaman, geliş amaçlarını Kureyş’in ileri gelenlerine anlattılar. Kureyş’in ileri gelenleri bir süredir Muhammed’in peygamberlik iddiasında bulunduğunu, mukaddes ilahlarına kötü sözler söylediğini ve düşüncelerini perişan ettiğini bahane ederek onlarla konuşmak istemediler. Bu sözler, yıllardır Yahudilerden ümmi bir peygamberin Mekke’de ortaya çıkacağını işiten Medine halkını sallayıp Peygamber Efendimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) görmeye ve davetinin içeriğini öğrenmeye karar vermelerine neden oldu. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) huzura varıp onun sözlerini işittikleri ve Kur-anı dinledikleri zaman iman ettiler. Dolayısıyla bir sonraki yıl Medine halkından bir grupla birlikte Mekke’ye gelip İslam’ın ilerlemesi için alt yapı oluşturacakları konusunda da söz verdiler. Bir sonraki yıl Medine’nin ileri gelenlerinden bir grup Mekke’ye gelerek, geceleyin şehrin dışında hiçbir kimsenin olmadığı bir yerde, Peygamberimizle (Sallellahu aleyhi ve alihi) görüşüp ona biat ettiler. Aynı zamanda İslam dinini Medine’de yayacaklarız ve eğer Peygamber (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’ye gelirse kendi ailelerini korudukları gibi onu da düşmanları karşısında koruyacakları konusunda söz verdiler. Bu grup Medine’ye geri döndükten sonra, Medine halkının çoğu Müslüman oldu ve Medine şehri İslam’ın ilk şehri unvanını kazandı. Bundan dolayı Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) geleceği haberini aldıkları zaman çok sevindiler. Büyük bir özlemle kucaklarını açarak onun karşılamaya koştular ve onun gelişini saygı gösterdiler. Sonsuz bir ihlasla canlarını ve mallarını İslam dininin ilerlemesi için ona takdim ettiler. Böylece onlar da “Ensar” olarak adlandırıldılar. Yüce Allah kelamında Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicret öyküsüne ve Ensar’ın yapmış olduğu hizmetlere işaret ederek, onların değerleri hakkında şöyle buyurmaktadır: وَ الَّذِينَ تَبَوَّءُو الدَّارَ وَ الْايمَنَ مِن قَبْلِهِمْ يحُِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيهِْمْ وَ لَا يجَِدُونَ فىِ صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُواْ وَ يُؤْثِرُونَ عَلىَ أَنفُسِهِمْ وَ لَوْ كاَنَ بهِِمْ خَصَاصَةٌ وَ مَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئكَ هُمُ الْمُفْلِحُون Ve onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşenler ve imana sarılanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler. Ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçlar olsa dahi, (Muhacirleri) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’ye Yerleşmesi ve İslam’ın İlerleyişi Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’ye yerleşmişti. Kâfirlerin zulmü altında olan Mekkeli Müslümanların birçoğu yavaş yavaş evlerini ve anavatanlarını terk edip Medine’ye hicret ettiler. Ensar da verdikleri sözü yerine getirip onları saygıyla karşıladılar. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’de Mescit-i Nebi adında bir mescit yaptı. Yavaş yavaş başka mescitler de yapıldı. Çeşitli bölgelere İslam tebliğcileri gönderildi. Medine’deki ve Medine’nin etrafındaki Yahudilerle, aynı zamanda Arap kabileleriyle de çeşitli anlaşmalar yapıldı. İslam kendine has nuruyla hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’de kaldığı on yıllık zaman zarfında, İslam Arabistan yarım adasının tamamına hâkim oldu. Rum Kayseri, İran Şahı, Habeşistan Necaşi’si, Mısır Hadyu’su v.b. gibi birçok padişah ve kral İslam dinine davet edildi. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) on yıllık zaman zarfında, görevini yapmaya çalışıp bir an bile istirahat etmemiştir. Yüce Allah tarafından kendisine nazil olan ilahi vahyi, İslami öğretileri, maarifleri, ahlakı ve kanunları insanlara öğretmiştir. İnsanlara tavsiyelerde ve öğütlerde bulunmuştur. Onların sorularına cevap vermiştir. Çeşitli dinlere ait düşmanlarla ve muhaliflerle (özellikle Yahudilerle) münazaralarda bulunmuştur. Ülkenin devlet işlerini idare etmiştir. İnsanların gündelik hayatlarını yönetmiştir. On yıl içinde kafirlerin ve müşriklerin çeşitli gruplarıyla yaklaşık seksen tane savaş yapmasına, Bedir, Uhut, Hendek ve Hayber gibi çok kanlı ve çok korkunç savaşlara katılmasına, sıradan bir asker gibi çarpışmasına karşın; bir kimseyi öldürdüğü görülmemiştir. Bunlara rağmen; vaktinin büyük bir kısmını Allah’a ibadet etmekle geçirirdi. Bir yılın birçok gününü de oruç tutarak geçirirdi. Yani peş peşe gelen Recep, Şaban ve Ramazan aylarında oruç tutardı. Bir ay da ayrı ayrı oruç tutardı. Ara sıra da sünnetlerinden biri olan Vusal orucunu tutardı. Yani birkaç gün ve birkaç gece peş peşe hiçbir şey yiyip içmezdi. Gece ve gündüzün bir bölümünü gündelik hayatın ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Bazen de gündelik ihtiyaçları karşılamak amacıyla ücret karşılığı çalışırdı. Yüce Allah kelamında on yıl içinde gerçekleşen olayları kısaca beyan ederek şöyle buyurmuştur: هُوَ الَّذِى أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالهُْدَى وَ دِينِ الحَْقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلىَ الدِّينِ كلُِّهِ وَ لَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ يَأَيهَُّا الَّذِينَ ءَامَنُواْ هَلْ أَدُلُّكمُْ عَلىَ تجَِرَةٍ تُنجِيكمُ مِّنْ عَذَابٍ أَلِيم Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasa da Allah nurunu tamamlayacaktır. O Resul’ünü müşrikler hoşlanmasa da bütün dinlere galip gelmesi için hidayet ve hak din ile göndermiştir. Açıkça görüldüğü gibi; bu ilahi vade, Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) hayatında ve onun vefatından sonra dünyada bir buçuk milyar Müslüman’ın yaşamakta olduğu günümüze kadar, günden güne daha güzel bir şekilde gerçekleşmektedir. Yine şöyle buyurmaktadır: كُنتُمْ خَيرَْ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَ تَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَ لَوْ ءَامَنَ أَهْلُ الْكِتَبِ لَكاَنَ خَيرًْا لَّهُم مِّنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَ أَكْثرَُهُمُ الْفَسِقُونَ Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah’a iman edersiniz. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Vefatı ve Hilafet Meselesi Kendisinin fethedilmesiyle İslam’ın bütün Arap yarım adasına hakim olmasına neden olan en son şehir, Allah’ın haremi olan ve Kabe’nin içinde yer aldığı Mekke şehridir. Bu şehir hicri sekizinci yılda İslam askerlerinin eline geçmiştir. Ondan hemen sonra da Taif şehri fethedilmiştir. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretin onuncu yılında hac ibadetlerini yerine getirmek için Mekke’ye gitti. Hac ibadetlerini yerine getirdikten ve gerekli olan öğretileri insanlara aktardıktan sonra Medine’ye dönmeye karar verdi. Mekke ve Medine arasındaki yolda Ğadir-i Hum adıyla meşhur olan yerde iken kafilenin durmasını emretti. Çeşitli bölgelerden toplanan yaklaşık yüz yirmi bin hacı arasında, Ali’nin (Aleyhisselam) elini tutup yukarı kaldırdı ve (kendinden sonraki) halifeliğini bütün insanlara ilan etti. Bu davranışla İslami toplumdaki Müslümanların yönetim işlerine sahip olması, Kur-ana ve sünnete bekçilik etmesi, dini ilimleri ve kanunları koruması gereken yönetici meselesi çözülüp, aşağıdaki ayeti kerimeyle kanunlaşıp yasallaştı: يَأَيهَُّا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَ إِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَ اللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ لَا يهَْدِى الْقَوْمَ الْكَفِرِين Ey Resul! Rabbinden sana indirileni bildir. Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini bildirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirler toplumunu doğru yola iletmez. Genel Hatlarıyla Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Hayatı Başlangıçta da açıklandığı gibi; genel hatlarıyla Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) hayatı şöyledir: Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) tevhit dinini yaymaktan başka bir amacı yoktu. Güzel bir ahlak, güler bir yüz ve eksiksiz bir kanıtlar ile insanları tevhit dinine davet ederdi. Dostlarına da bu yolu ve yöntemi izlemelerini tavsiye ederdi. Nitekim yüce Allah ona şöyle buyurmaktadır: قُلْ هَذِهِ سَبِيلىِ أَدْعُواْ إِلىَ اللَّهِ عَلىَ بَصِيرَةٍ أَنَا وَ مَنِ اتَّبَعَنىِ وَ سُبْحَنَ اللَّهِ وَ مَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِين De ki: “Allah’a basiretle davet etmek, işte benim yolum budur. Bana uyanlar da böyledir.” Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) aşağıda açıklanacak olan konulara çok önem verirdi: İslami bir toplumda (Müslüman olmayan ve İslam çatısı altında yaşayan kâfir bile olsa) herkes yasal haklarına ulaşmalıdır. İlahi kanunları uygulama konusunda en ufak ayrıcalık tanınmamalıdır. Herkes hak ve adalet karşısında eşit olmalıdırlar. Bir kimsenin başka bir kişiye (takva hariç) hiçbir üstünlüğü yoktur. Bir kimsenin servet, soy, kudret v.b. gibi şeylerle başka bir kişinin önene geçip üstünlük taslamaya hakkı yoktur. Toplumun güçlü sınıfları, zayıflara ve çaresizlere zulüm etmemelidirler. İşverenler (varlıklılar), işçilere (fakirlere) haksızlık yapmamalıdırlar. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendisi de fakirler gibi yaşıyordu. Oturma, kalkma, gelme, gitme v.b. gibi şeyler hususunda hiçbir şekilde teşrifat (protokol) düzenlemiyordu. Gündelik işleriyle uğraşırdı. Kapıcı ve koruması yoktu. Sıradan insanların arasında iken (dış görüntü açısından) tanınmazdı. İnsanlarla yürüdüğü zaman, öne geçmezdi. İçine girdiği her hangi bir toplantının neresi boş ise orasına otururdu. Toplantının başının ve sonunun belli olmaması için dostlarına daire biçiminde oturmamalarını tavsiye ederdi. Kimi görürse görsün (kadın ve çocuk bile olsa) selam verirdi. Bir gün dostlarından biri ona secde yapmak için ondan izin isteyince şöyle buyurdu: “Ne diyorsun? Bunlar, Kayser ve Kisra’nın işleridir. Benim işim ise yalnızca peygamberlik ve kulluktur.” O dostlarına muhtaçların ihtiyaçlarını ve zayıfların şikâyetlerini kendisine bildirmelerini ve bu konuda hoş görülü olmamalarını öğütlerdi. Şöyle nakletmektedirler: Söylediği son söz köleler ve kadınlar hususunda insanlara öğüt vermesi oldu. Ondan sonra hiçbir söylemedi ve bu fani dünyaya gözlerini kapattı. Allah’ın selamı ona ve pak soyuna olsun. İMAMET İslami toplumun din ve dünya işlerinin sorumluluğunu “İmamet” olarak adlandırmaktayız. İslami konuları dakik bir şekilde araştırıp adilce hüküm veren bir kimseye göre, imamet mukaddes İslam dininin temel esaslarından biri olacaktır. Nitekim yüce Allah da dinini tanıttığı bir ayette bu konuya açık bir şekilde değinmiştir. Kuşkusuz insanlık tarihi başladığı, insanlık ailesinde toplumsal yapı kök saldığı, dünyanın her hangi bir yerinde küçük veya büyük, ilerlemiş veya ilerlememiş toplumlar oluştuğu günden bu güne kadar, hayatının kısa bir dilimi olsa bile hiçbir toplum yöneticisiz ve lidersiz bir hayatın sürdürememiştir. Nerede bir toplum kurulsa (güç ya da sulta veya seçim yolu ile) bir yönetici ve bir lider sahibi olmuştur. Hatta birkaç kişiden daha fazla olmayan küçük bir aile bile bu şekilde olmuştur. İşte bu noktada insan, Allah’ın kendisine vermiş olduğu fıtrat vesilesiyle, bütün toplumların bir sorumluya ve bir yöneticiye muhtaç olduklarını anlar. Yüce Allah “Sen yüzünü Allah’ı birleyici bir hanif olarak dosdoğru dine çevir; Allah’ın fıtratına (yaratma kanuna) ki, insanları ona göre yaratmıştır.” ayeti kerimesinde, dinini fıtrat dini olarak tanıtıp, mukaddes İslam dininin buyruklarının, insanın temiz fıtratıyla anladığı şeylerle tamamen uyum içinde olduğunu beyan etmektedir. Yüce Allah bu ayeti kerimede insanın fıtratının algıladığı ve tertemiz vicdanıyla hükmettiği şeyleri (bunların en açık olan meselelerinden biri toplum içinde bir yöneticinin ve sorumlunun var olmasıdır) muteber sayıp altını imzalamaktadır. Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Velayet Hakkındaki Açıklaması Yüce Allah Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sıfatı hususunda şöyle buyurmaktadır: لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَّحِيم Andolsun içinizden size öyle bir elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. Size düşkün, müminlere şefkatli, merhametlidir. Allah’ın kitabına göre, ümmetine karşı herkesten daha şefkatli ve daha merhametli olan Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) , İslami bir toplum için çok önemli bir konu olan ve fıtratın (aklın) gerekliliğine hüküm verdiği ilahi hükümlerden bir hüküm hakkında, ömrü boyunca sessiz kaldığına ve hiçbir şey açıklamadığına inanmak olanaksızdır. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) İslam’ın engin kurumunun sorumluluğunu yalnızca kendisinin yapacağı on yıllık veya yirmi yıllık bir kurum olmadığını ve ilelebet insanlık dünyasını idare edecek evrensel bir kurum olduğunu herkesten daha iyi biliyordu. Bundan dolayı kendinden bin yıl sonra gerçekleşecek olan olayları bildirip, onlar hakkında gerekli olan buyruklar açıklamıştı. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) dinin toplumsal bir kurum olduğunu, toplumsal bir kurumun bir saat bile olsa yöneticisiz ve sahipsiz ayakta duramayacağını ve hayatını sürdüremeyeceğini biliyordu. Bundan dolayı dini kanunları ve ilimleri koruyacak, toplumu yönetecek, insanları dünya ve ahiret mutluluğuna iletecek bir sorumlu gerekir. Bu bakımdan vefat edeceği günü unutup bu konuya ilgi göstermemesi tasavvur edilebilir mi? Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) savaşa veya hacca gitmek amacıyla birkaç günlüğüne Medine’yi terk zamanlar bile, insanları yönetecek bir kimseyi kendi yerine bırakıyordu. Aynı şekilde Müslümanların ellerine geçen şehirler için yönetici atardı. Her ordu veya savaşa hazırlanan her birlik için yönetici ve komutan tayin ederdi. Hatta ara sıra “Komutan falan adamdır. Eğer öldürülürse falan olsun. Eğer o da öldürülürse filan olsun” diye emrederdi. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) uygulamış olduğu böyle bir metot varken “Ahiret yolculuğuna giderken yerine hiçbir kimseyi tayin etmemiştir” diye bir şey söylense inanmak mümkün müdür? Özet olarak İslam’ın yüce hedeflerine ve onu getiren azamet sahibinin pak amaçlarına dikkatli bir şekilde bakan bir kimse, kuşkuya kapılmadan Müslümanların yöneticilik işleri hakandaki imamet ve velayet meselesinin çözülmüş olduğunu ve beyan edilmiş olduğunu onaylayacaktır. Halifenin Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Tarafından Belirlenişi Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendinden sonraki velayet ve Müslümanların işlerine yöneticilik etme meselesi hakkında, yalnızca kapalı açıklamalarla yetinmemiştir. Davetin birinci gününde velayet (hilafet) meselesini tevhit ve nübüvvet ile birlikte açık bir şekilde beyan edip, Ali’nin (Aleyhisselam) , Müslümanların din ve dünya işleri hakkındaki velayetini ve yöneticiliğini ilan etmiştir. Önceki sayfalarda açıklandığı gibi; Ehli Sünnet ve Ehli Beyt mezheplerinin naklettikleri rivayet gereğince, Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) açık bir şekilde davet etmekle görevlendiği ilk gün, akrabalarını davet edip evinde toplamıştır. Toplantıda Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) vasiliğini, vezirliğini ve halifeliğini açık bir şekilde beyan etmiştir. Yine hayatının son günlerinde Ğadir-i Hum’da yüz yirmi bin kişinin arasında Ali’nin (Aleyhisselam) elini tutup yukarı kaldırarak şöyle buyurmuştur: Ben kimin mevlası (yöneticisi veya önderi) isem Ali de onun mevlasıdır. Özetle Ali’nin (Aleyhisselam) Faziletleri Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Ali’yi (Aleyhisselam) altı yaşlarında iken Ebu Talip’in evinden alıp kendi evine getirdi ve onu yetiştirmekle bizzat kendisi ilgilendi. Ali (Aleyhisselam) ondan sonra gölge gibi sürekli Peygamber Efendimizle (Sallellahu aleyhi ve alihi) birlikte idi. Peygamberimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) ayrıldığı son saat ise pak cesedini toprağa verdiği zaman idi. Ali (Aleyhisselam) , Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) eğitim ve öğretim okulundan mezun olan ilk mükemmel örnektir. Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) iman eden ilk kişi odur. Nitekim ondan ayrılan son kişi de o olmuştur. Dostların ve düşmanların görüşüne göre; Ali’nin (Aleyhisselam) risalet (Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) yaşadığı) döneminde Allah’ın dinine yapmış olduğu hizmetleri, hiçbir kimse yapmamıştır. Ali (Aleyhisselam) İslami savaşların en önemlilerine katılmıştır. Kanlı savaş meydanlarının hepsinde Müslümanların en yüreklisi ve başarının kilidi idi. Sahabenin büyükleri savaşlarda defalarca düşmanlardan kaçmalarına karşın; o hiçbir zaman sırtını düşmana çevirmemiştir. Rakiplerinden hiçbir onun kılıç darbesinden sağ çıkmamıştır. Onun benzersiz kahramanlıkları özdeyiş halinde dillerde dolanmasına karşın; çok şefkatli ve çok merhametli bir yüreğe sahipti. Hiçbir zaman yaralı rakiplerini öldürmez ve kaçanları takip etmez idi. Ali (Aleyhisselam) hatıra olarak bıraktığı hutbelerin, kısa sözlerin ve özlü açıklamaların tanıklığı üzere, Müslümanlar arasında Kur-anın yüce hedefleri olan akait ilimlerini ve İslami amelleri olması ve olmaması gerekenleriyle birlikte en güzel şekilde bilen kişi idi. Böylece Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” şeklinde buyurduğu hadisi şerifin doğruluğunu ispat ederek, bu ilimlere amelle birlikte sahip olmuştur. Ali’nin (Aleyhisselam) dinî takva, züht ve izzeti nefis konusunda benzeri yoktu. Günlük ihtiyaçlarını karşılamak için ücret karşılığında çalışırdı. Özellikle çiftçilikle uğraşmayı çok severdi. Bayır yerleri abat ederdi. Kuyu kazardı. Ağaç ekerdi. Abat ettiği yerleri Müslümanlar için vakıf eder veya satıp parasını fakirler arasında bölüştürürdü. Kendisi de fakirlerden biri gibi; züht ve kanaat ile yaşardı. İslami ülkelerin halifesi olmasına karşın; şehit olduğu gün, kendi evinin masrafları için harcayabileceği yalnızca yedi yüz dirhemi vardı. Ali’nin (Aleyhisselam) adaleti, Allah’ın hükümlerini uygulama ve insanların haklarını savunma konusunda ayrıcalık tanımaz bir şekildeydi. Bizzat kendisi çarşıda ve pazarda gezip, insanları İslami kanunlara uymaya teşvik ederdi. Ali’nin (Aleyhisselam) ve Öteki Ehli Beyt’in (Aleyhimusselam) En Belirgin Faziletleri Hem Ehli Sünnet hem de Ehli Beyt mezhepleri, Ali’nin (Aleyhisselam) ve Ehli Beyt’in (Aleyhimusselam) faziletleri hakkında, Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) mübarek dilinden binlerce hadis nakletmişlerdir. Şimdi Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) öncüleri olduğu Peygamber Ehli Beyt’i (Sallellahu aleyhi ve alihi) hakkında üç fazileti açıklayacağız: 1- Hicretin altıncı yılında Necran şehrinin Hıristiyanları büyüklerinden ve bilginlerinden oluşan bir grup seçerek Medine’ye gönderdiler. Gönderilen kişiler ilk önce Peygamber Efendimizle (Sallellahu aleyhi ve alihi) münazaraya ve tartışmaya başladılar; ancak mağlup oldular ve bu olay hakkında Mübahele (lanetleşme) ayeti nazil oldu: فَمَنْ حَاجَّكَ فِيهِ مِن بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْاْ نَدْعُ أَبْنَاءَنَا وَ أَبْنَاءَكمُْ وَ نِسَاءَنَا وَ نِسَاءَكُمْ وَ أَنفُسَنَا وَ أَنفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتهَِلْ فَنَجْعَل لَّعْنَتَ اللَّهِ عَلىَ الْكَذِبِين Kim, sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: “Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalancıların üzerine atalım.” Necranlı elçiler Mübahele teklifini kabul edip bir sonraki gün için belli bir yerde buluşmaya karar verdiler. Bir sonraki gün Müslümanlardan bir grup ve aynı şekilde Necranlı heyet, Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) nasıl dışarı çıkacağını ve yanında lanetleşme yerine kimleri götüreceğini görmek için beklemeye başladılar. Peygamber Efendimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) Hüseyin’i (Aleyhisselam) kucağına almış, Hasan’ın (Aleyhisselam) elinden tutmuş, arkasında kızı Fatıma (sa) ve onun da arkasında Ali (Aleyhisselam) olduğu bir halde dışarı çıktı. Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) yanındaki yüce kişilere “Ben dua ettiğim zaman sizler amin deyin” diye emir verdi. Baştan aşağı hakkaniyet ve hakikat sahibi olan ve Allah’tan başka hiçbir şeye sığınmayan kişileri görmek, Necranlı Hıristiyanları korkudan titretti. Onların lideri dostlarına şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki; eğer Allah’ın dergahına yönelirlerse yeryüzündeki bütün Hıristiyanların helakine neden olacak yüzler görmekteyim.” Sonra Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) huzuruna gelerek onlara lanet etmekten vazgeçmesi için ricada bulundular. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Öyleyse Müslüman olun” dedi. Onlar “Müslüman olamayız” dediler. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Öyleyse sizinle savaşmak zorundayız” dedi. Onlar “Müslümanlar ile savaşma gücüne sahip değiliz; ancak her yıl vergi vermeye ve İslam’ın çatısı altında yaşamaya hazırız” dediler. Böylece ihtilaf sona ermiş oldu. Öykünün Neticesi Mübahele olayında Ali’nin (Aleyhisselam) , Fatıma’nın (sa), Hasan’ın (Aleyhisselam) ve Hüseyin’in (Aleyhisselam) Peygamber Efendimizle (Sallellahu aleyhi ve alihi) birlikte gelmeleri ayeti kerimedeki “Oğullarımız… Kadınlarımız… Kendimiz…” ifadelerinin ölçütlerinin Peygamberimiz, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den (Aleyhimusselam) başka hiçbir kimse olmadıklarını ortaya koydu. Başka bir ifadeyle Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Kendimiz” derken, kendisini ve Ali’yi (Aleyhisselam) kast etmekteydi. “Kadınlarımız” derken, Fatıma’yı (sa) kast etmekteydi. “Oğullarımız” derken, Hasan (Aleyhisselam) ve Hüseyin’i (Aleyhisselam) kast etmekteydi. Bundan dolayı Ali’nin (Aleyhisselam) , Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) menzilesinde olduğu anlaşılmaktadır. Yine Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Ehli Beyt’inin dört kişi oldukları da ortaya çıkmaktadır. Çünkü bir kimsenin Ehli Beyt’i (ev halkı) “Kendimiz… Kadınlarımız… Oğullarımız” ifadelerini doğrulayan kişilerdir. Eğer Ehli Beyt’in içinde onlardan başkaları da olsaydı, Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) onları da lanetleşmeye getirirdi. Bu bakımdan dört kişinin masum olduklarına hükmetmek gerekir. Çünkü yüce Allah Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Ehli Beyt’inin masum ve pak olduklarına tanıklık etmektedir: إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَ يُطَهِّرَكمُْ تَطْهِيرًا Ey Ehli Beyt! Allah yalnızca sizden her türlü necaseti gidermek ve tertemiz yapmak ister. 2- Ehli Sünnet ve Ehli Beyt mezheplerinin naklettikleri gibi Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmuştur: Ehli Beyt’imin durumu, Nuh’un gemisinin durumuna benzer. Kim ona binerse kurtulur ve kim de karşı çıkıp binmezse boğulur. 3- Ehli Sünnet ve Ehli Beyt mezheplerinin mütevatir olarak naklettikleri başka bir rivayette şöyle buyurmaktadır: Ben, sizin aranızda, Allah’ın kitabı ve Ehli Beyt’im olmak üzere iki ağır emanet bırakıyorum. Bu ikisi havuzun başında bana ulaşıncaya kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar. Benden sonra bu ikisine sarıldığınız sürece kesinlikle sapıtmazsınız. İmamların Belirlenişiv Belli olduğu gibi; Ali’nin (Aleyhisselam) imameti, yüce Allah tarafından ve Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) emriyle gerçekleşmişti. Aynı şeklide ondan sonra gelen öteki imamların her biri kendinden sonraki imamı Allah’ın emriyle insanlara tanıtmıştır. Nitekim Müslümanların birinci imamı Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) vefat etmeden önce oğlu imam Hasan’ı (Aleyhisselam) imam olarak tanıtmıştır. İmam Hasan (Aleyhisselam) da vefat etmeden önce kardeşi imam Hüseyin’i (Aleyhisselam) imam olarak tanıtmıştır. Böylece her imam kendinden sonraki imamı tanıtarak on ikinci imama ulaşılmıştır. Her imamın öteki imam ile ilgili olan nassına ilave olarak, Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) de Ehli Sünnet ve Ehli Beyt mezheplerinin naklettikleri rivayetler gereğince, imamların on iki kişi olduklarını, hatta bazı rivayetlerde de on iki imamın adlarını açıklamıştır. Dipnotlar ---------------------------------------------- 1-Cin: 26-28 2-Lat ve Uzza Mekkelilerin taptıkları iki put adıdır. 3-Araf: 157 4-Bakara: 89 5-Mümin: 65-66 6-Al-i İmran: 64 7-Hicr: 94-95 8-Şuara: 214 9-Haşr: 9 10-Saf: 9-10 11-Al-i İmran: 110 12-Kurb-ul İsnad: 57 ve Kafi: 1/295 ve Müsned-i Ahmet: 1/118 13-Maide: 67 14-Yusuf: 108 15-Tevbe: 128 16-Kurb-ul İsnad: 57 ve Kâfi: 1/295 ve Müsned-i Ahmet: 1/118 17-Uyun-u Ahbar-i Rıza: 1/71 ve Hisal: 574 ve Tuhef-ul Ukul: 430 18-Al-i İmran: 61 19-Al-i İmran: 61 20-Ahzab: 33 21-Uyun-u Ahbar-i Rıza: 1/30 ve Tuhef-ul Ukul: 113
2
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İKİNCİ CİLT-2 İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR İKİNCİ CİLT-2
KISACA ON İKİ İMAMIN (ALEYHİMUSSELAM) TARİHÇELERİ Birinci İmam Müminlerin Emiri Ali b. Ebi Talip (Aleyhisselam) Doğum: Hicretten 23 yıl önce Hilafet: Hicretin 35. yılı Vefat: Hicretin 40. yılı Hilafet süresi: Yaklaşık beş yıl Ömrü: 63 yıl İkinci İmam Hazreti İmam Mücteba (Aleyhisselam) Adı: Hasan Meşhur lakabı: Mücteba Künye: Eba Muhammed Babası: Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 3. yılı Şahadet: Hicretin 50. yılında Muaviye’nin tahrik etmesi sonucu eşinin eliyle zehirlenmiştir. İmamet süresi: 10 yıl Ömrü: 48 yıl Üçüncü İmam Şehitlerin Efendisi (Aleyhisselam) Adı: Hüseyin Lakap: Şehitlerin efendisi Künye: Eba Abdillah Babası: Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 4. yılı Şahadet: Hicretin 61. yılında Muaviye’nin oğlu Yezit’in emriyle şehit olmuştur. İmamet süresi: 10 yıl Ömrü: 57 yıl Dördüncü İmam İmam Seccad (Aleyhisselam) Adı: Ali Lakap: Seccad ve Zeynel Abidin Künye: Eba Muhammed Babası: İmam Hüseyin (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 38. yılı Vefat: Hicretin 94. yılında Hişam b. Abdulmelik’in emriyle zehirlenmiştir. İmamet süresi: 35 yıl Ömrü: 66 yıl Beşinci İmam İmam Bakır (Aleyhisselam) Adı: Muhammed Lakap: Bakır Künye: Eba Cafer Babası: İmam Seccad (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 58. yılı Vefat: Hicretin 117. yılında İbrahim b. Velid’in emriyle zehirlenmiştir. Ömrü: 59 yıl İmamet süresi: 23 yıl Altıncı İmam İmam Sadık (Aleyhisselam) Adı: Cafer Lakap: Sadık Künye: Eba Abdillah Babası: İmam Muhammed Bakır (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 80. yılı Vefat: Hicretin 148. yılında Abbasi halifesi Mansur’un emriyle zehirlenmiştir. Ömrü: 68 yıl İmamet süresi: 31 yıl Yedinci İmam İmam Kazım (Aleyhisselam) Adı: Musa Lakap: Kazım Künye: Eba Hasan Babası: İmam Cafer Sadık (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 128. yılı Vefat: Hicretin 182. yılı Ömrü: 54 yıl İmamet süresi: 35 yıl Sekizinci İmam İmam Rıza (Aleyhisselam) Adı: Ali Lakap: Rıza Künye: Eba Hasan Babası: İmam Musa Kazım (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 148. yılı Vefat: Hicretin 203. yılında Abbasi halifesi Memun’un emriyle zehirlenmiştir. Ömrü: 55 yıl İmamet süresi: 21 yıl Dokuzuncu İmam İmam Muhammed Taki (Aleyhisselam) Adı: Muhammed Lakap: Taki ve Cevad Künye: Eba Cafer Babası: İmam Rıza (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 195. yılı Vefat: Hicretin 220. yılında Abbasi halifesi Mutasım tahrik etmesi sonucu eşinin eliyle zehirlenmiştir. Ömrü: 25 yıl İmamet süresi: 17 yıl Onuncu İmam İmam Ali Naki (Aleyhisselam) Adı: Ali Lakap: Hadi ve Naki Künye: Eba Hasan Babası: İmam Muhammed Taki (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 214. yılı Vefat: Hicretin 254. yılı Ömrü: 40 yıl İmamet süresi: 34 yıl On Birinci İmam İmam Askeri (Aleyhisselam) Adı: Hasan Lakap: Askeri Künye: Eba Muhammed Babası: İmam Ali Naki (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 232. yılı Vefat: Hicretin 260. yılı Ömrü: 28 yıl İmamet süresi: 7 yıl On İkinci İmam Zamanın İmamı Mehdi (Aleyhisselam) Adı: Muhammed Lakap: Hadi ve Mehdi Künye: Eba Kasım Babası: İmam Hasan Askeri (Aleyhisselam) Doğum: Hicretin 256. yılı İmam Mehdi (Aleyhisselam) Allah’ın emriyle gözlerden gizlenmektedir ve Allah’ın ortaya çıkmasına izin verdiği gün ise dünyayı adaletle dolduracaktır. GENEL HATLARIYLA HİDAYET İMAMLARININ (ALEYHİMUSSELAM) HAYATLARI On iki imamın (Aleyhimusselam) hayatlarına dakik bir şekilde bakıp zamanlarının durumunu ve hayat şartlarını göz önünde bulundurursak, hepsinin ortak bir metoda ve ortak bir hedefe sahip olduklarını görürüz. Onların metotları, önceki sayfalarda kısaca açıklanan Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) mukaddes metodudur. Hidayet imamlarının (Aleyhimusselam) hepsinin ortak bir hedefi vardı. Onların hedefleri, Allah’ın dinini korumak ve İslami ilimleri yaymak idi. Hiçbir zaman bu mukaddes görevi yerine getirmek konusunda gevşeklik göstermemişlerdir. Mümkün olduğu kadar açık bir şekilde, mümkün olmadığı zamanlar ise gizli bir şekilde salih insanları eğitmeye ve öğretmeye çalışmışlardır. Ömürlerini Allah’ın dinini yayma konusunda harcamışlardır. Bütün varlıklarını bu hususta feda etmişlerdir. Hatta Allah’ın dini yayma ve insanları hidayet etme konusunda canlarını da adamışlardır. Onların hak kelimesini yüceltme ve zalimleri (zulmü) yok etme konusunda durmaksızın çalışmaları, zalimlerin ve zorba hâkimlerin onların mübarek başlarına ellerini uzatmalarına neden olmuştu. Bundan dolayı bazen onların evlerini yaktılar. Bazı zamanlar onlara rutubetli, karanlık ve korkunç zindanlarda işkence ettiler. Bazen zincirle bağlayıp şehir şehir dolaştırdılar. Ancak onlar bu belaları Hak yolunda hiç saydılar. Sevgi dolu bir kalple sıcakkanlı bir şekilde insanları doğru yola iletmeye ve Allah’ın dinini yaymaya çalıştılar. Sonuç olarak insanların arasında kalmış oldukları 250 yıl süresince, Allah’ın nurunu söndürmek için amansız bir şekilde onları yok etmeye çalışan inatçı ve güçlü düşmanlarla karşı karşıya kalmışlardır. Ancak imamların (Aleyhimusselam) hayatlarına baktığımız zaman, İslam dininin yüce hedeflerinin ilerlemesi konusunda izledikleri metodun, var olan koşullar altında izlenilebilecek en güzel yol olduğunu görürüz. Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) İzlediği Metot Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefatından sonra, henüz mübarek cesedi toprağa verilmeden ve Haşim oğulları ile birlikte Ali (Aleyhisselam) defin törenleriyle uğraşırken, Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) ashabından olan bir grup Ali’ye (Aleyhisselam) haber vermeden Medine’nin dışında toplanıp peygamberin yerine geçecek bir halife belirlediler ve Müminlerin Emiri Ali’yi (Aleyhisselam) gerçekleşen iş karşısında karar kıldılar. Hâlbuki hilafet, Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) açık emriyle Müminlerin Emiri Ali’ye (Aleyhisselam) teslim edilmişti. Ali (Aleyhisselam) İslam yolunda yapmış olduğu hizmetlerden ve fedakârlıklardan, ilim ve amel bakımından sahip olduğu şahsi yeteneklerden dolayı da hilafete herkesten daha layık idi. Hiç olmazsa toplantıya katılma hakkına sahipti. Ali (Aleyhisselam) kendisinin hakkaniyeti hakkında var olan delilleri açıkladıktan sonra, evinde inzivaya çekildi. Hak ve hakikat aşığı olan kişileri eğitmeye ve öğretmeye başladı. Yirmi beş yıllık inziva döneminde kanlı kılıcını ve güçlü pençelerini unuttu. Hakkını almak için kanlı mücadeleye girmedi. Hakikatte kanlı bir mücadeleye girmek mümkün de değildi. Çünkü hilafet, hakkında hakkı gerçekleştirmek için mücadele yapılan bir konum değil; hakkında koltuk ve makam aşkına mücadele yapılan bir konum kıyafetine bürünmüştü. Buna ilave olarak, eğer Ali (Aleyhisselam) savaş açsaydı Müslümanlar arasında büyük ihtilaflar oluşacaktı. Münafıklar, Yahudiler ve Hıristiyanlar birleşerek bir hamle ile İslam’ın kökünü kazıyacaklardı ve onun yerine puta tapıcılık ayakta kalacaktı. (Müseyleme-i Kezzap gibi;) yalancı peygamberler v.b. gibi başka olaylar da Ali’nin (Aleyhisselam) hakkından vazgeçmesine ve sessizliğe bürünmesine neden oldu. Ali (Aleyhisselam) yirmi yıl içinde sessizce birçok alim ve bilgin yetiştirip İslami ilimleri ve maarifleri onlara öğretmiştir. Nitekim inziva dönemi bitip zahiri hilafete ulaştıktan sonra etrafında yüzlerce Ehli Beyt dostu insan toplanmıştır. Beş yıllık zahiri hilafet döneminde de iç savaşlardan kaynaklanan sayısız sorununun yanı sıra, İslami ilimleri yayma ve dinî toplumsal adaleti yerleştirme konularında hiç duraklamadan şehit olmuştur. İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) Kıyamı Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) şahadetinden birkaç ay sonra hilafeti eline geçiren Muaviye, seçimle yapılan hilafet sistemini diktatörlük rejimi haline çevirdi. İslam’a bağlı şehirlere atadığı adamların vasıtasıyla, Ali’nin (Aleyhisselam) mektebinde yetişmiş olan insanları peşine düştü. Bulduğu kişileri bulduğu yerlerde çok ilginç vesilelerle yok etti. Ali’nin (Aleyhisselam) öğretilerine karşı bir takım boş ve asılsız sözler kullandı. Ali’nin (Aleyhisselam) dostlarına ve gerçek Müslümanlara elinden gelen bütün zulümleri yaptı. Yaptığı bütün işleri (zulümleri) din yaftası altında gerçekleştirdi. Genellikle sahabe olan devlet görevlileri, onun yapmış olduğu kötü işleri doğruymuş gibi yorumladılar. Onu da müminlerin dayısı, vahiy katibi ve peygamberin vefalı dostlarından biri olarak tanıttılar. Ancak Muaviye öldükten ve oğlu Yezit İslami ülkelerin hükümet sorumluluğunu eline geçirdikten sonra, bir anda metodu değiştirip açıkça dine muhalefet etmeye başladı. Yezit’in doğru olmayan kötü metodu, kısa bir süre içinde insanlar arasında var olan dini zahiri şekilleri dahi ortadan kaldırdı. Yeni yanmaya başlayan lambayı söndürdü. Hiçbir kimsenin de Emevilerin güçlü saltanatını yıkmaya kudreti yoktu. Sözlerinden de anlaşıldığı gibi; Emeviler akımını çok iyi bilen imam Hüseyin (Aleyhisselam) temiz kalpli arkadaşlarıyla birlikte kıyam etmekten, öz kanıyla İslam’ın çehresini boyamaktan, İslam dünyasını kaplayacak olan sorunlar karşısında bu vesileyle (kıyamıyla) gerçekçi ve özgür bir grup oluşturmaktan başka bir çare görmemiştir. Bundan dolayı imam Hüseyin (Aleyhisselam) kıyam edip öldürülmeye karar verdi ve Yezit’e biat etmedi. Hac döneminde birlerce hacının gözünün önünde Mekke’den dışarı çıkıp Irak’a doğru hareketlendi. Hareket esnasında ve Yezit’in askerleri tarafından kuşatma altına alınan Kerbala’ya vardığı zaman, defalarca hutbe okumuştur. Kendisinin ve dostlarının öldürüleceğini kendisiyle birlikte olanlara bildirmiştir. Kuşkusuz kendisiyle birlikte gelenlerin arasında, onu yalnız bırakmayacak vefalı dostları bulunmaktaydı. Dolayısıyla eğer kendisiyle birlikte gelenlerin hiçbiri kalmasaydı, yine de onunla beraber kalacak bir grup vardı. İmam Hüseyin (Aleyhisselam) , (sayı açısından az olsalar bile) takatlerinin sonuna kadar mücadele edecek ve korkunç Kerbala meydanında öz kanlarının içinde yüzerek canlarını yaratana teslim edecek pak askerlerden olan bir ordu oluşturmaya çalışmıştır. Bu şekilde de oluşturmuştur. İmam Hüseyin (Aleyhisselam) vefalı dostlarıyla birlikte hicretin 61. yılının Muharrem ayının 10. günü Yezit’in ordusuyla savaştı. Hüseyin (Aleyhisselam) ve delikanlılardan, erkek kardeşlerinin çocuklarından, kız kardeşlerinin çocuklarından, amcaoğullarından, dostlarından oluşan ordusu ile birlikte çok acı bir şekilde şehit oldular. Bütün musibetleri tatlı bir canmış (hayatmış) gibi satın aldılar… Mukaddes başlarını Kerbela’dan Kufe’ye ve Kufe’den Şam’a süngülerin ucunda birçok insanın gözünün önünde dolaştırdılar. Aralarında Fatıma Zehra’nın (Aleyhimusselam) kızlarının, imam Hasan (Aleyhisselam) ve imam Hüseyin’in (Aleyhisselam) eşlerinin ve kızlarının, aynı zamanda dördüncü imam Hz. Seccad’ın (Aleyhisselam) ve beşinci imam Hz. Bakır’ın (Aleyhisselam) da olduğu erkek kadın, küçük büyük, bütün ailelerini çıplak develere bindirip esir unvanıyla her yere görürdüler. Özet olarak, İslam dünyasında benzeri görülmemiş ve dünyada da benzerine az rastlanmış korkunç bir cinayete ve zulme maruz kaldılar. Şahadetin Derin Etkisi İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) şahadeti, İslam ülkelerinde on iki yıl bütün hızıyla sürecek ve ardından bir süre daha devam edecek olan büyük bir inkılâbın ayaklanmasına neden oldu. Nihayet bir süre sonra Emevi saltanatı sallanmaya başladı. Ancak bu kıyamın en önemli yansıması, Ehli Beyt düşmanlarından nefret eden ve hakikat yolunu hedefleri karar kılan özgür ve gerçekçi Müslüman bir grubun oluşmasıydı. İmam Bakır (Aleyhisselam) ve İmam Sadık’ın (Aleyhisselam) İlmî Kıyamları İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) şahadetinden sonra Ehli Beyt dostlarının sayısı günden güne artmasına karşın; Emevi saltanatının onlara yapmış olduğu şiddetli baskından dolayı, imam Seccad (Aleyhisselam) İslami maarifleri yayabilecek ve öğretebilecek ilmi bir saha bulamadı. Nihayet imam Muhammed Bakır’ın (Aleyhisselam) imameti zamanında, Emevi saltanı Abbasilerle olan iç ihtilaflardan dolayı zayıflamaya başladı. Bundan dolayı imam Seccad’ın (Aleyhisselam) 35 yıl süren imameti döneminde yetişen Ehli Beyt dostları ve izleyicileri fırsat bularak, İslami maarifleri ve dini ilimleri öğrenmek için imam Muhammed Bakır’ın (Aleyhisselam) evine akın etmeye başladılar. İmam Bakır’dan (Aleyhisselam) sonra ise İmam Cafer Sadık (Aleyhisselam) İslami maarifleri yaymaya devam etti. Dünyanın kıyısından köşesinden (her bölgesinden) kapısına gelen bilginleri kabul edip, eğitimleri ve öğretimleri için durmaksızın çaba gösterdi. İmam Sadık’ın (Aleyhisselam) çabaları sonucunda, birçok ilim ve bilim dalında uzman olan binlerce din adamı dünyanın çeşitli bölgelerine dağılıp İslami ilimleri yaymaya başladılar. İmam Sadık’ın (Aleyhisselam) mektebinin öğrencilerinden hatıra olarak kalan kitaplar, Şii âlimleri arasında “Usul-i Erbaa Mie” adıyla meşhur olan dört yüz kitaptır. Öteki imamlar (Aleyhimusselam) da bu iki imamın (Aleyhimusselam) metodunu uygulayıp İslami maariflerini yaymaya çalışmışlardır. Abbasilerin baskıları çok ağır olmasına karşın; birçok bilgin yetiştirip, onlara İslami ilimleri öğretmişlerdir. Hidayet imamlarının (Aleyhimusselam) çabalarının sonucu, bu gün dünyanın birçok bölgesinde hakikat ehli milyonlarca insan yaşamaktadır. MEAD Mead, mukaddes İslam dininin üç temel esasından ve gereklerinden biridir. Yüzlerce Kur-an ayetinin yanı sıra binlerce Peygamberimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve hidayet imamlarından (Aleyhimusselam) nakledilen rivayet, yüce Allah’ın kullarını öldükten sonra belirli bir günde tekrar yaratacağını ve amellerini hesapladıktan sonra iyilere ebedî nimetler bağışlayıp, kötülere de kötü amellerinden dolayı ebedî azapla azap edeceğini açıklamaktadırlar. Yüce Allah Kur-anı kerimde bütün peygamberlerin meadı ve kıyamet gününü insanlara hatırlattıklarını buyurmaktadır. İslam dini gibi; öteki ilahi dinler de meadın ve kıyam gününün var olacağını bildirmektedirler. Bunlara ilave olarak, binlerce yıl öncesine ait keşfedilen tarihsel kabirlerde de ilk çağlarda yaşayan insanların ölümden sonraki hayata inandıklarını belgeleyen birçok alamet ve eser bulunmaktadır. Bundan dolayı şöyle söylemek mümkündür: İnsan, salt anlayışıyla iyilerin ve kötülerin amellerinin karşılıklarının verileceği günü ispat etmektedir. Böyle bir gün bu dünyada olmadığı için başka bir dünyada olmak zorundadır. İKİNCİ KISIM AHLAK Çocukların Anne ve Baba Üzerindeki Hakları İnsanın, sonunda menfaat gören kimseye oranla yaptığı işlere hak denir. İnsanın, işleri yapan kimseye karşı yapmak zorunda olduğu işlere ise vazife, görev ve hüküm denir. Örnek olarak, ücret karşılığında başkaları için çalışan bir kimseye, ücreti vermek, işverenin görevidir ve ücreti almak ise işçinin hakkıdır. Eğer işveren ücreti ödemez ise işçi onu isteyip hakkını savunabilir. İnsan, bu dünyada ebedi olarak yaşamayacak bir şekilde yaratılmıştır. İnsan, isteyerek veya istemeyerek bir süre sonra bu dünyadan göçüp gitmektedir. Yüce Allah insanlık türünün yok olmasını önlemek için üreme ve çoğalma yolunu karar kılıp, onları nesil oluşturma vesileleriyle donatarak içsel duygularını onlara doğru yönlendirmiştir. İnsan işte bu tam teçhizatlı donanımdan dolayı doğal olarak çocuğunu kendisinin bir parçası ve onun yaşamını da kendi yaşamı olarak görmektedir. Çocuğunun huzuru ve mutluluğu için elinden gelen bütün çabayı gösterip çeşitli sıkıntılara göğüs germektedir. Çünkü onun varlığının veya şahsiyetinin yok olmasını, kendi varlığının veya şahsiyetinin yok olması olarak görmektedir. Hakikatte o insan türünün kalmasını isteyen fıtrat kurumunun emrine itaat etmektedir. Dolayısıyla anne ve babanın görevi, fıtratın ve dinin birleşip çocuk hususunda verdikleri hükmü uygulamaktır. Örnek bir insan olması için onu iyi yetiştirmelidirler. Onun hakkında, insanlık bakımından kendileri için beğendikleri şeyi beğenmelidirler. Şimdi bunların bir kısmına işaret edilecektir: 1. Sözleri veya işaretleri anlamaya başladığı ilk günden itibaren batıl şeylerden koruyabilmeleri ve namusa aykırı işlerden alıkoyabilmeleri için hoş ahlakların ve güzel sıfatların temellerini ruhuna işleyip sağlamlaştırmalıdırlar. Güzel ahlaklı ve iffetli olması için kendileri de onun yanında (veya ayrı) iken yalan, kötü söz, küfür, çirkin sözler v.b. gibi davranışlardan sakınıp güzel tavırlar sergilemelidirler. Adaleti sevip (ana babanın) terbiye özelliklerini ahlak intikali kanunu vesilesiyle alarak zulüm, rezalet ve bencillikten uzak durması için ciddi, himmetli ve adil olmalıdırlar. 2. İyiyi kötüden ayırt etme çağına ulaşıncaya kadar yemek, içmek, uyumak v.b. gibi gündelik ihtiyaçları konusunda ona yardım etmelidirler. Sağlıklı bir beden, sağlıklı bir zeka ve güçlü bir yapıya sahip olup eğitim ve öğretim için hazır bir hale gelmesi için bedensel sağlığına dikkat etmelidirler. 3. Öğretim yeteneklerini elde ettiği (genellikle yedinci) yaşa ulaştığı zaman bir öğretmene teslim etmelidirler. Duyduğu şeylerin onda iyi etkiler bırakması, ruhunun latif olması, nefsini tezkiye etmeye yönelmesi ve ahlakını güzelleştirmeye karar vermesi için örnek bir öğretmenin eğitimine girmesi amacıyla çaba sarf etmelidirler. 4. Kalabalık toplantılara veya aile görüşmelerine katılabilecek yaşa geldiği zaman, toplumsal gelenekleri öğrenmesi için, onu da kendileriyle birlikte toplantılara götürüp güzel dayanışma türlerini ona tanıtmalıdırlar. Anne ve Babanın Çocuk Üzerindeki Hakları Fıtratın ve dinin sesinden anne ve babanın kulağına gelip onları çocukları konusunda sorumlu yapan ses, çocuğu da anne ve baba karşısında sorumlu yaparak onların yapmış oldukları iyiliklere sözüyle, eliyle v.b. gibi vesilelerle teşekkür etmesi gerektiğini bildirmektedir. Anne ve baba, Allah’ın izniyle çocuğu dünyaya getiren, onun ruhsal ve bedensel sağlığı için kendilerinin huzurunu feda eden, bir ömür boyunca geceleri uyumayıp gündüzleri sıkıntı çeken, onu verimli bir insan haline getiren kişilerdir. İnsanın anasını babasını incitmesi veya ihtiyarlık çağlarında iken imkânlarıyla onların ellerinden tutmaması namertliktir, kötü fıtratlılıktır ve nankörlüktür. İnsanın birinci görevi olan yüce Allah’ı birlemekten (tevhitten) sonra, İslam dini ikinci vazife olarak anne ve babaya iyilik etmeyi belirlemiştir: وَ قَضىَ رَبُّكَ أَلَّا تَعْبُدُواْ إِلَّا إِيَّاهُ وَ بِالْوَلِدَيْنِ إِحْسَنًا Rabbin yalnızca kendisine tapmanızı ve anneye babaya iyilik etmenizi emretti. İslam dininde karar kılınan bu görevden dolayı, çocuk annesini ve babasını hiçbir surette kötü sayamaz veya onların incinmesine neden olacak bir iş yapamaz. Çocuk annesine ve babasına her zaman saygı gösterip, onlara karşı alçak gönüllü olmalı ve özellikle ihtiyaçları olduğu zaman iyilik yapmaktan kaçınmamalıdır. Ancak onların rızasını kazanmanın yalnızca müstehablar konusunda olduğunu ve farzlar hususunda onların rızasını kazanmanın gerekli olmadığını bilmek gere-kir. Kız Kardeşin ve Erkek Kardeşin Birbirleri Üzerindeki Hakları Kur-anı kerimde akrabalar hususunda defalarca öğütlerde bulunulup akraba ilişkisini kesmek yasaklanmıştır. Kız kardeş ve erkek kardeş; anne, baba ve çocuktan sonra en yakın akraba sayılır. Bunların arasındaki sosyal ilişkiler doğal olup öteki insanlarla kurulan ilişkilerden daha sağlam ve daha köklüdür. Kız kardeşin ve erkek kardeşin birbirlerine karşı olan vazifelerinin bazıları şunlardır: Birbirleri arasındaki soy irtibatını kesmemelidirler. Mümkün olduğu kadar karşılıklı yardımlaşarak birbirlerine yardım etmelidirler. İhtiyaç olunduğu zaman birbirlerinin ellerinden tutmalıdırlar. Büyükler küçüklere karşı şefkatli ve merhametli olmalıdırlar; Küçükler büyüklere karşı saygılı davranmalıdırlar. Şerefli Olmak ve Hayırseverlik Yüce yaratan insanı sosyal ve yardımlaşmaya muhtaç bir varlık olarak yaratmıştır. Aynı şekilde toplumsal hayat içinde kişisel gücüyle kendisini tehlikelerden koruyabilecek ve yaptığı yararlı işlerle gündelik hayatını sürdürebilecek bir şekilde de donatmıştır. Bir önceki açıklama üzerinde düşünmek şerefli bir şekilde yaşama sıfatının şöyle olduğunu ispat etmektedir: İnsan gündelik hayatı içinde Allah’ın kendisine vermiş olduğu güçlerden yararlanmalıdır. Hedeflerine ulaşmak için bunları harekete geçirmelidir. Başkalarının güçlerine dayanmamalıdır. Bu özellik, insanın fıtri ve güzel ahlaklarından biridir. Şerefli bir şekilde yaşamak; insanı rezil bir hayattan, birçok kötü işten ve çirkin davranıştan alı koyan bir settir. Şerefli olmayan bir kimse gözünü ona veya buna dikip şahsiyetini ve iradesini kolayca satabilir. Bir lokma yemek hırsıyla söylenen her şeyi yapabilir. Hatta karşılığında fıtri özgürlüğünü, şerefini, izzetini ve namusunu isteseler bile peşkeş çekebilir. Adam öldürmek, yol kesmek, hırsızlık yapmak, yankesicilik, ihanet, yalan söylemek, dalkavukluk, vatana hıyanet etmek, yabancılara (İslam düşmanlarına) sevgi gösterisinde bulunmak v.b. gibi cinayetler (çirkin işler) genellikle hırsın kötü sonuçlarından ve başkalarının sırtına dayanarak yaşamaktan kaynaklanır. Ancak şerefin iftihar tacını başının üzerinde bulunduran, Allah’ın azametinden başka hiçbir azamet karşısında boyun eğmeyen ve hiçbir görkemlinin karşısında diz üstü çökmeyen bir kimse, hak neyi belirlerse her zaman onu savunur. Şerefli olmak, hayırseverlilik sıfatını elde etmek ve onu korumak için en güzel vesiledir. Aciz İnsanların Elinden Tutmak ve Onlara İyilik Etmek Şu konu çok açıktır: Toplumlardaki acizler ve yoksular yardıma muhtaç kişilerdir. Onlara yardım etmek zenginlerin görevidir. Çok açık olan bu hakkı ayaklar altına almamalıdırlar. Mukaddes İslam dini de bu konuya dikkat edilmesi gerektiği hususunda tekitlerde bulunarak, zenginleri fakirlerin ve yoksulların ellerinden tutmaları gerektiği konusunda sorumlu bilmektedir. Yüce Allah Kur-anı kerimde kendisini iyiliksever, bağışlayıcı ve affedici olarak tanıtıp kullarını da bu güzel sıfatlara sahip olmaları için teşvik etmektedir. Nitekim bir ayette şöyle buyurmaktadır: إِنَّ اللَّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَواْ وَّ الَّذِينَ هُم محُّْسِنُون Allah iyilik edenlerle birliktedir. Yine şöyle buyurmaktadır: وَ مَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيرٍْ فَلِأَنفُسِكُم İnfak ettiğiniz şeyler kendi hayrınız içindir. Ayetin devamında şöyle buyurmaktadır: وَ مَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيرٍْ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَ أَنتُمْ لَا تُظْلَمُونَ Verdiğiniz şeyler size tastamam verilecektir ve hiç hakkınız yenmeyecektir. Sosyal yapı ve hayır yapma konusunda dikkatli bir şekilde araştırma yapmak, bu ayetlerin içeriğini ortaya çıkaracaktır. Çünkü hakikatte toplumsal kuvvetlerin hepsi bireyler için çalışmaktadır. Bir toplum içinde yoksulluktan dolayı çalışamayan bir grup varsa, aynı oranda servet üretiminden azalıyor demektir. Bunun hoş olmayan sonuçları ise bütün bireyleri ilgilendirmektir. Bu olay bir gün zenginlerin bütün fakirlerden daha fakir olacakları bir noktaya ulaşacaktır. Ancak eğer zenginler iyilik yaparak ve bağışlayarak fakirlerinden ellerinden tutarlarsa, çok güzel sonuçlar elde edeceklerdir. Bu sonuçların bazıları şunlardır: 1. Bu iş vesilesi ile başkalarının muhabbetini kazanıp, kalplerinde yer edecekler. 2. Naçiz bir sermaye ile büyük bir saygı elde edecekler. 3. İnsanların desteğini kazanacaklar. Çünkü insanlar hayırsever kişileri desteklerler. 4. Yoksulların kin ve öfkesinin birleşip her kuruyu ve her yaşı yaktığı günün tehlikesine karşı güvende olacaklar. 5. İnfak yolunda harcanan naçiz mallar, ekonomi çarkının harekete geçmesinden dolayı artarak kendilerine geri dönecektir. Allah yolunda yapılan infakın fazileti ve teşvik edilmesi hakkındaki ayetler ve hadisler sayısızdır. Yardımlaşmak Bir önceki satırlarda açıklanan hayırseverlik ve iyilik yapmak konuları, toplumsal hayatın esası olan yardımlaşma meselesinin kollarından biridir. Çünkü toplumsal hayatın hakikati; herkesin işinin görülmesi, herkesin hayatının sağlam temeller üzere kurulması ve herkesin ihtiyaçlarının giderilmesi için bireylerin birbirlerine yardım ederek birbirlerinin ellerinden tutmalarıdır. Mukaddes İslam dininin hayırseverlik yapmayı yalnızca mal konusunda emrettiğini tasavvur etmemek gerekir. Çünkü ne bakımdan olursa olsun yoksul olanların ellerini tutmak, mukaddes İslam dininin ve insan fıtratının isteklerinden biridir. Dolayısıyla bilgisiz kişiye bilgi öğretmek, görmeyenin elini tutmak, yolunu kaybetmiş kimseye doğru yolu göstermek, düşeni kaldırmak v.b. gibi konular iyilik yapmak ve hayırseverliğin ölçütlerindendir. Aynı zamanda bu konular yardımlaşmanın da ölçütlerindendir. Çünkü bizler toplumsal hayatı oluşturduğumuz ilk gün yardımlaşmanın önemini tasdik edip altına imza ettik. Bir insanın ayrıntıya mahsus olan işlerin bir kısmını yapmaması esasî işleri de yapmayacağı ve önemsiz küçük görevlere dikkat etmemesi önemli büyük görevleri de yapmayacağı anlamına gelir. Yardımseverlik ve İyilik Konularına Başlamak Hayırseverliğin beğenilmesinin nedeni, ondan elde edilen sonuçlardır. Kuşkusuz sonuçları ve eserleri ne kadar sürekli olursa, hayırseverliğin kendisi de aynı oranda güzel ve yüce olacaktır. Bir hastayı tedavi ettirmek, hayırseverlik ve iyiliktir. Ancak gün boyunca yüzlerce hastanın tedavi olduğu bir hastane yaptırmak ile kıyaslanamaz. Bir öğrenci yetiştirmek, çok güzel bir iştir. Ancak bir yıl içinde yüzlerce öğrenci yetiştiren bir okulun seviyesine hiçbir zaman ulaşamaz. Bundan dolayı sürekli olan vakıflar ve hayrat, hayırseverlik ve yardımseverliğin engin mertebelerindendir. Hadislerde bu tür genel hasenatlar “Sadaka-i Cariye” olarak ifade edilmektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu konuda şöyle buyurmaktadır: Salih bir evlat ve sadaka-i cariye olmak üzere iki şey insanın onurlu olmasına neden olur. Kitaptan ve sünnetten anlaşıldığı üzere, sadaka-i cariye var olduğu sürece yüce Allah onu yaptıran kişinin amel defterine hasenat yazmaktadır. Yetim Malı Yemek Allah’ın kullarına iyilik yapmak aklî ve dinî bakımdan ne kadar güzel ise onlara kötülük yapmak da aynı oranda çirkindir. Ancak mukaddes İslam dininde, birisi de yetim malı yemek olan zulüm konularının bazıları şiddetle yasaklanmıştır. İslam, yetim malı yemeyi büyük günahlardan biri olarak saymaktadır. Kur-anı kerimde yetim malı yiyen kişinin hakikatte ateş yediği ve yakında alevlenmiş ateşe atılacağı buyrulmaktadır. Hidayet imamlarından nakledildiği gibi; bu konunun üzerinde bu kadar durulmasının nedeni şudur: Eğer orta yaştaki bir insana zulüm edilirse kaba davranıp hakkını savunabilir. Ancak küçücük yetim bir çocuk malını savunmaktan acizdir. Adam Öldürmek Mukaddes İslam dininde çok kötü görülen zulümlerden bir diğeri de günahsız bir insanı öldürmektir. Adam öldürmek, büyük günahlardan biridir. Yüce Allah Kur-anı kerimde bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmeye eş değer olduğunu buyurmaktadır. Bunun anlamı şudur: İnsan katilinin, aslında insanlığa karşı bir sorunu vardır. Bir kişide ve bin kişide var olan insanlık ise aynıdır. Allah’ın Rahmetine Karşı Umutlu Olmak Allah’ın rahmetin ümit kesmek, İslam dinindeki en büyük günahlardan biridir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: قُلْ يَعِبَادِىَ الَّذِينَ أَسْرَفُواْ عَلىَ أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُواْ مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيم De ki: “Ey kendilerine zulüm eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” Başka bir ayette ise Allah’ın rahmetinden ümit kesen kişiyi kâfir olarak tanıtmaktadır. Bunun anlamı ise şudur: Eğer bir kimse Allah’ın rahmetinden ümit keserse artık gündelik hayatı içinde iyi ve güzel bir iş yapacak veya günahların büyüğünden küçüğünden ve çirkin davranışlardan kaçınmasına neden olacak fıtrî hareketleri (faktörleri) kaybeder. Çünkü insanı harekete geçiren faktörlerin temeli, Allah’ın rahmetine karşı umutlu olmak ve Allah’ın azabından kurtulmak için umutlu olmak üzere iki şeye dayanır. Bu ümit ise böyle bir insanda bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kişinin, hiçbir dine inanmayan kâfir ile (kalp ve içsel özellikler bakımından) en ufak bir farkı yoktur. Savaştan Kaçmak Savaş meydanından kaçmanın ve düşmana sırtını dönmenin anlamı şudur: Kaçan kişi canını toplumun hayatından daha değerli ve daha önemli görmektedir. Hakikatte dinî mukaddesatı, toplumun canını, malını ve namusunu, hayatlarını tehdit eden düşmana teslim etmek demektir. Bundan dolayı savaştan kaçmak büyük günahlardan biri olarak sayılmıştır. Yüce Allah Kur-anı kerimde savaştan kaçan kişilere açıkça ateş vaat etmektedir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: وَ مَن يُوَلِّهِمْ يَوْمَئذٍ دُبُرَهُ إِلَّا مُتَحَرِّفًا لِّقِتَالٍ أَوْ مُتَحَيزًِّا إِلىَ فِئَةٍ فَقَدْ بَاءَ بِغَضَبٍ مِّنَ اللَّهِ وَ مَأْوَئهُ جَهَنَّمُ وَ بِئْسَ المَْصِير Kim o gün savaşmak için bir tarafa çekilmek veya başka bir birliğe katılmak dışında arkasını dönüp kaçarsa, o Allah’tan bir gazaba uğrar, onun yeri cehennemdir, o ne kötü varılacak bir yerdir. Suyu ve Toprağı Savunmak Açıklandığı gibi; İslamî toplumu ve Müslümanların evini savunmak, İslamî farzların en önemlilerinden biridir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: وَ لَا تَقُولُواْ لِمَن يُقْتَلُ فىِ سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَتُ بَلْ أَحْيَاءٌ وَ لَكِن لَّا تَشْعُرُون Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, ancak siz farkında değilsiniz. İslam’ın başlangıcında canlarını avuçlarına alıp kanlı savaşlara koşan erkeklerin ve öz kanlarına boyanan şehitlerin öyküsü, çok ilginç ve çok ibret vericidir. Onlar, pak kanlarıyla ve delik deşik bedenleriyle mukaddes İslam dininin temellerini sağlamlaştıran kişilerdir. Hakkı Savunmak Suyu ve toprağı savunmaktan daha derin ve daha geniş olan başka bir savunma türü ise mukaddes İslam dininin yegane hedefi olan hakkı savunmaktır. Hakkı ve hakikati diriltmek, yüce Allah’ın en köklü hedeflerinden biridir. Bu bakımdan mukaddes İslam dini “Hak dini” olarak adlandırılmaktadır. Yani hakka ait olan, haktan başka bir şey üzere olmayan ve haktan başka bir hedef karar kılmayan bir din demektir. Yüce Allah bütün hakikatleri içinde bulunduran kitabının sıfatı hususunda şöyle buyurmaktadır: ِ يهَْدِى إِلىَ الْحَقِّ وَ إِلىَ طَرِيقٍ مُّسْتَقِيم Hakka ve dosdoğru yola götüren bir kitap… Bundan dolayı Müslümanlara hakkı takip etmek, hakkı söylemek, hakkı dinlemek, bütün gücüyle ve mümkün olan vesilelerle hakkı savunmak farzdır. Öfkelenmek ve Sinirlenmek Öfke, insanın içinde var olan bir halettir. Eğer insan onu ortaya çıkarırsa intikam alma düşüncesine sürükler ve içsel rahatlığı intikam alma düşüncesiyle bozar. Nitekim insan öfkelendiği zaman nefsinin yularını elinde tutma konusunda en ufak bir gaflette bulunursa, anında aklı öfkesine yenik düşer ve artık bütün kötülükler, çirkinlikler, fenalıklar habislikler v.b. gibi şeyler gözünde güzel görünmeye başlar. Nihayet öfkeden dolayı yırtıcı hayvanlardan daha yırtıcı ve ateşten daha yakıcı bir noktaya ulaşır. İslam dininde öfke tuğyanın önünü alma konusunda birçok tekitler yapılıp, öfkesine uyan kişiler kınanmıştır. Yüce Allah öfkesini yutan ve sinirli iken sabırlı olan kişilere özel bir inayetle bakmaktadır. Nitekim bu konuda şöyle buyurmaktadır: وَ الْكَظِمِينَ الْغَيْظَ وَ الْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ (Takva sahipleri…) öfkesini yutup insanları bağışlayanlar-dır. Müminlerin alametleri hususunda ise şöyle buyurmaktadır: وَ إِذَا مَا غَضِبُواْ هُمْ يَغْفِرُون (Müminler) öfkelendikleri zaman bağışlarlar. Son Hicrî Şemsî Mehrmah - 1342 Milâdî, Ekim Ayı - 1963 Dipnotlar ---------------------------------- 1-İsra: 23 2-Nahl: 128 3-Bakara: 272 4-Bakara: 272 5-Okul, çeşme, hastane, yol vb. gibi sürekli insanlara yararı dokunan hasenata Sadaka-i Cariye denir. (Çevirmen) 6-Deaim-ul İslam: 2/340 7-Nisa: 10 8-Maide: 32 9-Zümer: 53 10-Enfal: 16 11-Bakara: 154 12-Ahkaf: 30 13-Al-i İmran: 134 14-Şura: 37