İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT0%

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT Yazar:
Grup: TEMEL KAVRAMLAR
Sayfalar: 0

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT

Yazar: Allâme Muhammet Hüseyin TABATABAÎ
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 740
İndir: 227

Açıklamalar:

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT
  • BЭRЭNCЭ KISIM ЭTЭKADО ESASLAR

  • ЦNSЦZ

  • YARATILIЮIN BAЮLANGICINI ARAЮTIRMAK FITRОDЭR

  • Allah Эnancэ ve Dinler

  • Kur-anэ Kerimin Tevhit Konusundaki Metodu

  • Adalet

  • NЬBЬVVET

  • Nebi’nin Цzellikleri

  • Юeriat Sahibi Peygamberler

  • Dipnotlar

  • PEYGAMBERЭMЭZЭN (SALLELLAHU ALEYHЭ VE ALЭHЭ) DOРUMUNDAN RЭSALETЭNE KADAR OLAN HAYATI

  • Hicretten Vefata Kadar

  • Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Manevо Kiюiliрine Bir Bakэю

  • Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Manevо Kiюiliрi Olaрan Ьstь Эdi

  • Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi)Yцntemi

  • ЭMAMET

  • Эmametin Kanэtэ

  • Эmamэn Эsmeti

  • Эmamэn Эlmi

  • HЭDAYET ЭMAMLARI (ALEYHЭMUSSELAM)

  • Genel Hatlarэyla Эmamlarэn (Aleyhimusselam)Hayatlarэ

  • Mьminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam)Metodu

  • Эmam Hasan (Aleyhisselam) ve Эmam Hьseyin (Aleyhisselam)

  • Эmam Seccad (Aleyhisselam)

  • Эmam Muhammed Bakэr (Aleyhisselam)

  • Эmam Cafer Sadэk (Aleyhisselam)

  • Эmam Musa Kazэm (Aleyhisselam)

  • Dipnotlar

  • Эmam Ali Rэza (Aleyhisselam)

  • Эmam Muhammed Takо (Aleyhisselam),Эmam Ali Nakо (Aleyhisselam)ve Эmam Hasan Askerо(Aleyhisselam)

  • Zamanэn Эmamэ Mehdi Mevut (Aleyhisselam)

  • MEAD

  • Kur-ana Gцre Mead

  • ЦLЬMDEN KIYAMETE KADAR

  • Эslam’a Gцre Цlьmьn Anlamэ

  • Berzah

  • ЭKЭNCЭ KISIM AHLAK

  • ЗALIЮMANIN FARZ OLUЮU VE MESLEРЭN ЦNEMЭ

  • Эюsizliрin Zararlarэ

  • Зiftзilik ve Yararlarэ

  • Kendine Gьvenmek

  • Цlзь ve Tartэda Hile Yapmak

  • Zulьm ve Sitem

  • Эnsanlara Eziyet Edip Fitne Зэkarmak

  • Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) юцyle buyurmaktadэr:

  • Yalan

  • Gэybet ve Эftira

  • Rьюvet

  • Hэrsэzlэk

  • Dipnotlar

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 740 / İndir: 227
Boyut Boyut Boyut
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT

Yazar:
Türkçe
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT

BİRİNCİ KISIM İTİKADÎ ESASLAR
ÖNSÖZ
Hepimizin bildiği gibi; mukaddes İslam dininin ilimleri itikadî esaslar, ahlak ve fıkhî ameller olmaz üzere üç kısma ayrılır.
Yine bilindiği gibi; itikadî esaslar, üç esastan oluşup dinin temelleri ve kökleri anlamına gelmektedir. İnsan bu üç şeyden birine iman etmezse dinden çıkar:
1. Tevhit: Yani âlemlerin rabbi olan Allah’ın bir olduğuna iman etmek demektir.
2. Nübüvvet: Yani sonuncuları Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) olmak üzere Allah’ın peygamberlerine iman etmek demektir.
3. Mead: Yani yüce Allah’ın bütün insanları öldükten sonra diriltip, amellerini hesap ederek iyilere mükâfat vereceğine ve kötülere de kötü amellerinden dolayı ceza vereceğine iman etmek demektir.
Ehli Beyt mezhebinden olan Müslümanlar tarafından bu üç esasa “İmamet ve Adalet” olmak üzere iki esas daha eklenmektedir. Ancak insan, bu iki esasa iman etmemekle İslam’dan değil; Ehli Beyt mezhebinden dışarı çıkar.
YARATILIŞIN BAŞLANGICINI ARAŞTIRMAK FITRÎDİR
İnsan, Allah’ın kendisine vermiş olduğu içgüdüden dolayı gördüğü her olayın ve her oluşumun var oluş nedenini merak edip araştırır. Hiçbir zaman kendi kendilerine ve nedensiz bir şekilde (tesadüfen) var olduklarına olanak tanımaz.
Arabası duran bir şoför aşağı inerek arabanın durmasının nedenini bulmak için bozulduğunu sandığı yeri incelemeye başlar. Hareket etmek için tam anlamıyla hazır bir halde olan arabanın, nedensiz bir şekilde durduğuna kesinlikle inanmaz. Arabayı hareket ettireceği zaman ise arabayı hareket ettirmek için gerekli olan araçlardan yararlanır ve hiçbir zaman “tesadüfen hareket edecek” ümidiyle arabanın içinde oturup beklemez.
İnsan acıkırsa aklına ekmek gelir. Susarsa suyu aramaya başlar. Üşüdüğü zaman ihtiyacını giderecek olan elbiseyi ve ateşi hatırlar. Hiçbir zaman “tesadüfen ısınacağım” ümidiyle sakin bir halde oturmaz.
Bina yapmak isteyen bir kimse, doğal olarak yapı malzemeleri, usta ve amele hazırlamaya koyulur. İsteğinin kendi kendine oluşacağı hususunda kesinlikle en ufak bir ümidi bile olmaz.
İnsan var olduğu günden itibaren dağlar, ormanlar ve büyük denizler de yeryüzünde onunla birlikte idiler. Her zaman gökyüzündeki güneşin, ayın ve parlak yıldızların sürekli ve düzenli hareketlerini görmüştür. Bilim adamlarının hepsi bıkmadan usanmadan kendilerini hayretlere düşüren varlıkların ve oluşumların var oluş nedenlerini araştırmaktadırlar. Hiçbir zaman “Bizler var olduğumuz günden itibaren onları aynı hal üzere görmekteyiz, dolayısıyla kendi kendilerine var olmuşlardır.” diye bir şey söylememektedirler.
İşte bu meraklılık ve nedenini araştırma içgüdüsü, insanı varlık âlemini ve onun sistemini araştırmaya zorlamaktadır. Bundan dolayı “Bütün kısımları birbiriyle irtibat halinde olan ve hakikatte büyük bir varlığı anımsatan şu büyük âlem, kendi kendine mi var olmuştur yoksa başka bir şeyden mi kaynaklanmıştır? Her yerinde (her köşesinde) değişmeyen sabit kanunların uygulandığı ve içindeki her şeyi kendi hedefine doğru yönlendiren şu şaşırtıcı âlem, sonsuz kudret ve ilim sahibi biri tarafından mı yönetiliyor yoksa tesadüfen mi böyle olmaktadır?” gibi konuları merak edip araştırmaya koyulmaktadır.
Allah İnancı ve Dinler
Bildiğimiz gibi; içinde bulunduğumuz çağda, insanların geneli dindardırlar. Dolayısıyla âlemi yaratan Allah’a inanıp ibadet etmektedirler.
Önceki asırlarda yaşayan insanlar da günümüzün insanları gibi idiler. Tarihî bilgilere göre; insanların çoğu dindar idiler ve varlık âlemini yaratan Allah’a inanmaktaydılar. Toplumlar arasındaki Allah inancı ile din farklı olmasına ve her kavim varlık âleminin başlangıcını kendisine has bir şekilde anlatmasına karşın; konunun esası hakkında ittifak etmekteydiler. Hatta ilk çağ insanlarına ait keşfedilen en eski tarihi eserlerde bile Allah inancı ve dinin izleri bulunmaktadır. Onların tabiat ötesine inandıkları hususunda başka alametler de mevcuttur.
Tarihî bilgilere göre eski dünya ile irtibatları saptanmamasına karşın; Amerika’da, Avustralya’da ve son çağlarda keşfedilen eski kıtalara ait adalarda yaşayan yerli halkların da Allah’a inanıp çok az farklarla varlık âlemi için başlangıç tayin etmekte oldukları ortaya çıkmıştır.
“Allah inancı insanlar arasında her zaman var olmuştur” konusu üzerinde düşünmek, Allah inancının insanın fıtratından kaynaklandığını ve insanın Allah’ın kendisine vermiş olduğu fıtrattan dolayı varlık alemi için her zaman Allah’a inandığını ortaya koymaktadır.
Kur-anı kerim, işte bu fıtrî özelliğe işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
وَ لَئنِ سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنىَ‏ يُؤْفَكُون‏
Eğer onlara “Kendilerini kim yarattı?” diye sorsan elbette “Allah” derler. O halde nasıl çevriliyorlar?
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ لَئنِ سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَوَتِ وَ الْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ
Eğer onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan elbette “Allah” derler.
Meraklı Olmanın İnsan Hayatındaki Sonuçları
Eğer insan fıtratı gereği üzere kaynaklanan âlemin ve sistemin yaratıcısı hususundaki sorulara olumlu bir cevap verirse, âlemin oluşumu ve şaşırtıcı sistemin hareketi için sonsuz bir başlangıç ispat edip, her şeyi onun sonsuz kudretinin ve ilminin dayandığı yenilmesi mümkün olmayan iradesine bağlar.
Bundan dolayı kalbinde ortaya çıkacak olan umut ve huzur bütün varlığını kuşatacaktır. Gündelik hayatta karşılaştığı sorunlar ve bütün çarelerin (kapıların) yüzüne kapandığı problemler hususunda, kesinlikle mutlak umutsuzluğa kapılmayacaktır. Çünkü sorunlar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar bütün sorunların yüce Allah’ın kudretli elinin içinde olduğunu ve her şeyin onun emrinin altında bulunduğu bilecektir. Böyle bir insan hiçbir zaman nedenlere ve illetlere kayıtsız şartsız bir şekilde teslim olmaz. Öte taraftan dünya şartları ne kadar da onun istediği gibi olurlarsa olsunlar gururlanıp kendini beğenmişlik taslamaz, dünyanın ve kendisinin hakiki durumunu unutmaz. Çünkü nedenlerin ve illetlerin kendi başlarına hareket etmediklerini, yüce Allah’tan aldıkları emirler gereğince hareket ettiklerini bilecektir. Sonuç olarak böyle bir insan varlık aleminde Allah’tan başka hiçbir şey karşısında boyun eğilmemesi ve Allah’ın emrinden başka hiçbir emir karşısında teslim olunmaması gerektiğini bilecektir.
Ancak adı geçen sorulara olumsuz bir cevap verirse ümit, gerçekçilik, engin fıtrî cesaret v.b. gibi özelliklere sahip olamaz. Bundan dolayı maddeciliğin kendilerine hâkim olduğu ülkelerde her gün intihar olaylarının arttığını ve zahiri nedenlere bağlı olan kişilerin küçücük bir olumsuz durum karşısında bile mutlu olamayacaklarını düşünüp hayatlarına son verdiklerini görmekteyiz. Ancak Allah inancına sahip olan kişilerin, ölümle karşı karşıya kalsalar bile ümitsizliğe kapılmadıklarına ve kudretli bir Allah’a iman ettikleri için umutlu olduklarına şahit olmaktayız.
İmam Hüseyin (Aleyhisselam) her taraftan ok yağmuruna ve kılıç darbelerine maruz kaldığı hayatının son saatlerinde defalarca şöyle buyurmuştur:
Bana isabet eden bu kötü musibeti, yalnızca yüce Allah’ın amellerime hazır ve nazır olduğunu bilmem kolaylaştırıyor.
Kur-anı Kerimin Tevhit Konusundaki Metodu
Eğer insan temiz fıtratıyla ve huzur dolu bir kalple varlık âlemine bakarsa, her yerde münezzeh yaratıcının varlığı hakkında deliller görecek ve her taraftan onun hakikati konusunda sesler duyacaktır.
İnsan’ın bu dünyada karşılaştığı şeyler, yüce Allah’ın yarattığı oluşumlardır veya onlarda karar kıldığı özelliklerdir ya da ilahi emir üzere varlıklarda uygulanan sistemlerdir. İnsanın kendisi de onlardan biridir ve bütün vücuduyla adı geçen hakikate tanıklık etmektedir. Çünkü varlığı insanın kendisine ait değildir, kendi iradesiyle herhangi bir özellik (varlık) ortaya çıkarmamaktadır, (herhangi bir varlık için) oluşumunun başlangıcında kendi iradesiyle çizdiği herhangi bir hayat programı yoktur, varlık âlemindeki sistemin rastlantı sonucu gerçekleşip birbirlerinden ayrıldıklarını sayamaz, varlık âlemindeki ve kendi vücudundaki sistemi içinde var olduğu ortama nispet veremez. Zira adı geçen ortamın varlığı ve ona hâkim olan yasaların hepsi, adı geçen ortamın yaratıkları değildirler ve rastlantı sorunu da var olmamışlardır. Bu bakımdan insanın varlık âlemi hususunda varlıkları yaratıp onları terbiye eden, her varlığa varlık veren ve ondan sonra onların (ayakta kalıp) yaşabilmeleri için özel bir sistem çerçevesi içinde kendilerine mahsus kılınmış kemale yönlendiren bir başlangıca inanmaktan başka bir çaresi yoktur.
İnsan, varlık âlemindeki şeyleri birbirlerine bağlı ve varlık âlemindeki sistemi bir tane gördüğü için şöyle hüküm vermek zorundadır: Varlık âleminin başlangıcı ve onun sahip olduğu sistemi sahibi, birden fazla olamaz.
İnsan Bu Hakikati Bazen Niçin Kabul Etmiyor?
Bu hakikat, birazcık dikkat sayesinde insan için aydınlanır ve belirsiz hiçbir şey kalmaz. Ancak insan ara sıra aklî gücünün tamamını gündelik hayatla mücadele konusunda harcayacak kadar veya zamanının hepsini gündelik yaşam hususunda tüketecek kadar günlük sorunların içine dalmaktadır. İşte o zaman artık bu tür şeyleri düşünmek için güç (fırsat) diye bir şey bulamaz. Bundan dolayı bu hakikatten gaflet eder veya doğanın aldatıcı zahirî çekiciliğine kapılıp nefsanî heveslerine uyar. Bu hakikate bağlı olmak birçok maddî esaretlere kapılmayı önlediği için, doğal olarak adı geçen hakikati incelemek, v.b. gibi konulardan kaçınıp kabul etmeye yanaşmayacaktır.
Bundan dolayı Kur-anı kerimde varlık âlemi, içindeki varlıklar ve bunlar arasında uygulanan yasalar (sistemler) hususuna daha çok dikkat edilip çeşitli şekillerde deliller verilmiştir. İnsanların birçoğu (özellikle doğanın zahirî çekiciliğine aldanan ve mutluluğu dünya hayatını hoş geçirmekte gören kişiler) maddî şeyleri sevdiklerinden dolayı felsefî düşünce ve aklî görüşleri inceleme güçlerini yoktur.
Ancak insan, netice olarak varlık âleminin bir parçası ve varlık âleminin bir üyesidir. Varlık âleminde uygulanan genel ve özel yasalardan bir anlık bile olsa müstağni değildir. Bu bakımdan aklını varlık âlemine ve onda uygulanan yasalara yönelterek âlemlerin yaratıcının ve terbiye edicisinin varlığını tanıyabilir.
Yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ فىِ السَّمَوَتِ وَ الْأَرْضِ لاََيَتٍ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَ فىِ خَلْقِكمُ‏ْ وَ مَا يَبُثُّ مِن دَابَّةٍ ءَايَتٌ لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ وَ اخْتِلَفِ الَّيْلِ وَ النهََّارِ وَ مَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِن رِّزْقٍ فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتهَِا وَ تَصْرِيفِ الرِّيَحِ ءَايَتٌ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُون‏
Şüphesiz göklerde ve yerde iman edenler için ayetler (işaretler) vardır. Sizin yaratılışınızda ve (yeryüzüne) yaymakta olduğu canlılarda kesin olarak iman edenler için ayetler (işaretler) vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten rızık (sebebi olarak) indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesinde, rüzgârları estirmesinde aklını kullanan bir toplum için ayetler (işaretler) vardır.
Açıklama ve Örnek
Kur-anı kerimde insanı gökler, güneş, ay, yıldızlar, yeryüzü, dağlar, denizler, bitkiler, hayvanlar, insanların yaratılışı hususunda düşünmeye çağırarak bunlarda uygulanan çok şaşırtıcı yasaları (sistemleri) hatırlatmaktadır.
Varlık âlemindeki çeşitli faaliyetleri fıtrî hedeflerine ve yaratılış amaçlarına doğru sürükleyen yasalar bütünü, gerçekten de çok şaşırtıcıdır.
Toprağın içinde yetişen bir buğday tanesi veya bir badem çekirdeği, birçok buğdaydan oluşan bir başak veya birçok meyvesi olan bir ağaç olmaktadırlar. Toprağın içine konduktan bir süre sonra yarılarak dışarıya yeşil bir filiz çıkarmakta ve beyaz kökünü de toprağın dibine doğru göndermektedir. Hedefine ulaşıncaya kadar aklın büyüklüğüne ve enginliğine şaşırıp kalacağı daha birçok muazzam ve muhteşem olay gerçekleşmektedir.
Yapısal ve değişken hareketlere sahip olan ve kendilerinde gizli (bilinmeyen) güçler bulunduran gökteki yıldızlar, ışık saçan güneş, parlak ay, yeryüzü aynı şekilde buğday tanesi ve badem çekirdeğine verilmiş olan esrarengiz güçler, yılın mevsimleri, atmosferin durumu, bulutlar, yağmur, rüzgâr, günler, geceler v.b. gibi şeyler bir başağının oluşması için hep birlikte çalışmaktadırlar. Eğitim beşiklerine yatırdıkları bu yeni oluşumu, gelişip hedefine ulaşması için çocuk bakıcıları ve ebeler gibi elden ele dolaştırmaktadırlar.
Aynı şekilde bir bitkinin veya başka bir şeyin oluşmasından daha ilginç olan bir insan çocuğunun varlığı da milyonlarca hatta milyarlarca yıllık varlık âleminin şaşırtıcı faaliyeti ve dakik yasalarının ürünüdür.
Bir insanın (dış dünya ile olan irtibatına ilave olarak) gündelik hayat akışı, asırlardır bilim adamlarının düşüncelerini çok şaşırtıcı zahirî görüntüsüyle meşgul etmekte olan varlığının derinliklerindeki olağanüstü yasalar (sistemler) bütününden kaynaklanmaktadır. Her gün yeni bir perde kaldırılması karşın; yine de bilinenler bilinmeyenlere karşısında çok azdır.
Konunun Neticesi
Şu muazzam varlık âleminin birbirine bağlı olan üyelerini, varlık âlemindeki şaşırtıcı hareketleri, her tarafında var olan ve birbirlerine bağıl olarak hareket eden olağan üstü özel sistemleri (yasaları), özel hedeflerine doğru kendilerine özgü bir sistemle (yasayla) hareket eden oluşumları görmek; akıllı insanlar için şunu ortaya çıkarmaktadır. Varlık âlemi ve onda olan şeyler var olup varlıklarını sürdürebilmek için, sonsuz kudretiyle ve sınırsız ilmiyle kendilerini yaratan ebedî bir varlığa muhtaçtırlar. O yarattığı varlıkları kendine özgü terbiye (eğitim) beşiğinde karar kılıp, özel rahmetiyle uğruna yaratıldıkları yüce hedeflerine doğru yönlendirmektedir. Onun varlığı fanî değildir. Onun her şeye gücü yeter ve O her şeyi bilir.
Yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır:
لَهُ مُلْكُ السَّمَوَتِ وَ الْأَرْضِ يحُْىِ وَ يُمِيتُ وَ هُوَ عَلىَ‏ كلُ‏ِّ شىَ‏ْءٍ قَدِيرٌ هُوَ الْأَوَّلُ وَ الاَْخِرُ وَ الظَّهِرُ وَ الْبَاطِنُ وَ هُوَ بِكلُ‏ِّ شىَ‏ْءٍ عَلِيم‏
Göklerin ve yerin mülkü onundur. Yaşatır ve öldürür. O her şeye kadirdir. O ilktir, sondur, zahirdir, batındır. O her şeyi bilir.
Konunun Başka Bir Neticesi
Adalet
Bir önceki açıklanan konunun anlamı başka bir ifadeyle şöyledir: Varlıklar, var oluşları ve varlıklarını sürdürebilmeleri konusundaki eksiklikleri kendileri gideremezler. Rastlantı sonucu ve tesadüfen de giderilmez. Bundan dolayı görünen varlık âleminin ötesinde bir varlıktan temin edilmesi gerekir.
Bu bakımdan O (Allah) bütün eksikleri ve ihtiyaçları giderir. Kuşkusuz O bütün eksiklerden ve ihtiyaçlardan münezzehtir. Aksi takdirde onun eksiklerini ve ihtiyaçlarını giderecek başka bir başlangıç gerekecektir. Sonuç olarak o da varlık âleminin fakirlerinden biri olacaktır.
O sonsuz kudretiyle ve sınırsız ilmiyle varlık âlemindeki her oluşuma varlık bağışlamaktadır. Varlık âlemini ve varlıkları kemale ermeleri için değişmeyen yasalar vesilesiyle uğruna var oldukları hedeflere iletmektedir.
Bu açıklamalardan aşağıdaki iki sonuç elde edilmektedir:
1- Yüce Allah varlık âlemine kayıtsız şartsız bir şekilde hâkimdir. Var olan bütün varlıklar ve meydana gelen bütün oluşumlar, onun emriyle var olmaktadırlar. Nitekim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ
Mülk (hâkimiyet) yalnızca ona aittir ve hamt yalnızca ona mahsustur.
Çünkü bütün güzellikler ve iyilikler, onun yaratmasıyla gerçekleşmişlerdir.
Yine şöyle buyurmaktadır:
إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لله‏
Hüküm, yalnız Allah’a mahsustur.
2- Yüce Allah adildir. Çünkü hüküm verme ve hükmü uygulama konusundaki adalet istisna ve ayrımcılık kaldırmaması (sahibi olmaması) gerekir. Dolayısıyla hüküm vermeyi içine alan konularda her zaman aynı hüküm sabit olmalıdır ve hükmün uygulanması gereken konularda ise her zaman aynı hüküm uygulanmalıdır. Varlık âlemi ve varlık âlemindekiler, umumîsine illiyet ve maluliyet kanunu denilen bir takım sabit yasalarla idare edilmektedirler. Örnek olarak; ateş özel koşullar altında siyah kömür, elmas, kuru odun, elbise v.b. gibi yanma özelliği olan cisimleri yakar.

Buna ilave olarak adaleti terk eden bir kimse, ihtiyacını gidermek için kötü bir iş olan zulmü işlemeye başlar. Söz konusu olan ihtiyaç, başkalarının mallarını çalarak birikimlerini artırmak isteyen bir kimse örneğinde olduğu gibi maddî bir ihtiyaç da olsa veya başkalarının haklarına saldırıp güç ve hâkimiyet göstermekten lezzet alan bir kimse örneğinde olduğu gibi manevî bir ihtiyaç da olsa zulmü işler.
Anlaşıldığı gibi; âlemlerin yaratıcısının mukaddes zatının hiçbir şey ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla varlık âlemini koruma konusunda gerekli olan genel maslahatların temini için verilmiş tekvinî bir hüküm olsa da veya kulların mutluluğu için verilmiş teşriî bir hüküm olsa da, azametli makamından hâsıl olan bütün hükümler varlıkların menfaatleriyle ilgilidir. Yüce Allah bu konuda kelamında şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ
Kuşkusuz Allah zerre miktarı zulüm etmez.
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ مَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِّلْعِبَاد
Allah kullara zulüm etmek istemez.
NÜBÜVVET
Kitabın başlangıcında açıklandığı gibi; nübüvvete iman etmek, İslam dininin üç itikadî esasından biridir. İslam dininin gereklerinden (şartlarından) biri olan nübüvvetin anlamı şudur: Yüce Allah insanları doğru yola iletmek için bazı kulları vesilesiyle bir takım buyruklar göndermiştir. Gönderilen buyruklara “din” ve onları getirenlere ise “peygamber veya nebi” denir. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) son peygamber ve İslam da son dindir.
Nübüvvetin Kanıtı
Tevhit konusunda açıkladığımız bilgiler ışığında aydınlandığı gibi; varlıkları yaratmak ve onları terbiye etmek, yalnız yüce Allah’a mahsustur.
Daha açık bir ifadeyle; var oldukları ilk günden itibaren ayakta kalıp ihtiyaçlarını gidermek için çalışmaya başlayan, ihtiyaçlarını ve eksiklerini arka arkaya gideren, mümkün olduğu kadar kendilerini mükemmelleştirip müstağni olan, ayakta (hayatta) kalma çizgisi olarak gösterilen düzgün yolu kendi varlıklarıyla sürdüren varlık alemindeki oluşumların yaşam yollarını düzenleyen ve bir aşamadan öteki aşamaya kadar (sürekli) onlara yol gösteren yüce Allah’tır.
Bu bakımdan şu şekilde katî bir netice elde edilmektedir: Varlık âlemindeki oluşum türlerinin her birinin yaşayabilmek için kendilerine özgü çalışmalarıyla uyguladıkları özel tekvinî programları vardır.
Başka bir ifadeyle; varlık âlemindeki oluşumların, yaşamlarını sürdürebilmeleri için, yüce Allah tarafından iletilen (ilham edilen) bir takım özel görevleri vardır. Nitekim Kur-anı kerim bu hakikate işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
رَبُّنَا الَّذِى أَعْطَى‏ كلُ‏َّ شىَ‏ْءٍ خَلْقَهُ ثمُ‏َّ هَدَى
Rabbimiz, her şeye (özel) yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir.
Varlık âleminin üyeleri, bu genel hüküm konusunda ortaktırlar. Kesinlikle istisna diye bir şey söz konusu değildir. Gökyüzündeki yıldızlar, ayağımızın altındaki yeryüzü, bu ikisinde var olan unsurlar, başlangıç oluşumlarını oluşturan terkipler, hayvanlar v.b. gibi her şey bu konuda ortaktırlar.
İnsan da yalnızca bir farkla bu genel hüküm konusunda öteki varlıklar gibidir.
İnsan ile Öteki Varlıklar Arasındaki Farkın Açıklanışı
Milyonlarca yıl önce yaratılan yeryüzü kendinde saklı olan enerjiler bütününü harekete geçirerek, kendine özgü varlık alanında muhalif etkenlerin izin verdiği ölçülerde faaliyetlerini sürdürüp, yapısal ve değişken hareketleri dairesi içinde vücudunun eserlerini ortaya çıkarmakta ve böylece varlığını garanti altına almaktadır. Eğer güçlü muhalif bir etken önüne geçmezse faaliyetlerini sürdürmeye devam edip, görevlerini yapmaktan da vazgeçmeyecektir.
Badem ağacı, eğer güçlü muhalif bir etken yoluna geçmezse, çekirdeğin ortasından çıkıp büyük bir ağaç haline geldiği güne kadar beslenme, gelişme, büyüme v.b. gibi (kendine özgü çizgisi üzerindeki) görevleri yerine getirme hususunda tembellik göstermez. Tembellik göstermesi de mümkün değildir. Öteki varlıkların durumları da böyledir.
Ancak insan kendine özgü çalışmalarını seçerek yapmaktadır. Yaptığı işler, düşüncesinden ve kararından kaynaklanmaktadırlar.
İnsan, yüzde yüz yararına olan ve muhalif bir etkenin de önüne geçmediği bir işi yapmaktan çekinmez. Öte taraftan yüzde yüz zararına olan bir işi bilerek ve anlayarak seçer. İnsan, bazen güzel bir içeceği içmekten sakınır; ancak zehir dolu bir bardağı içip kendini de öldürebilir.
İlahî genel yönlendirmenin (hidayetin), seçme özgürlüğüne sahip bir şekilde yaratılan bir varlık hakkında zorla uygulanmayacağı çok açık bir konudur. Yani peygamberler hayır, şer, mutluluk, bedbahtlık v.b. gibi yüce Allah tarafından bildirilen konuları insanlara duyurmaktadırlar. Dindar olanlara sevap müjdesi verip, yaratıcının rahmeti hususunda ümitlendirmektedirler. Asileri ve bozguncuları ise Allah’ın azabı konusunda korkutmaktadırlar. Dindarlar ve asiler, bu iki yoldan birini seçme konusunda özgürdürler.
Evet, insanın akıl vasıtasıyla hayrı ve şerri, yararı ve zararı bir noktaya kadar anlaması mümkündür; ancak aynı akıl genellikle nefsanî isteklere yenilip onları izlemektedir. Ara sıra da doğru yolda hareket etmektedir.
Dolayısıyla ilahî yönlendirme (hidayet), akıla ilave olarak, kesinlikle başka bir yolla daha yapılması gerekmektedir. Söz konusu olan yol hatadan ve yanlıştan korunmalıdır. Başka bir ifadeyle; yüce Allah’ın akıl vasıtasıyla genel olarak ulaştırdığı buyruklar, başka bir yolla daha onaylanmalıdır.
Bu yol, yüce Allah’ın mutluluk verici buyruklarını vahiy vasıtasıyla kullarından birine bildirdiği; emirlerini kullarına ulaştırmakla görevlendirdiği; kullarını ümit, korku, teşvik ve tehdit vesileleriyle emirlerine uymaya davet etmesi gereken; nübüvvet yoludur.
Yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır:
إِنَّا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ كَمَا أَوْحَيْنَا إِلىَ‏ نُوحٍ وَ النَّبِيِّنَ مِن بَعْدِهِ وَ أَوْحَيْنَا إِلىَ إِبْرَهِيمَ وَ إِسْمَعِيلَ وَ إِسْحَقَ وَ يَعْقُوبَ وَ الْأَسْبَاطِ وَ عِيسىَ‏ وَ أَيُّوبَ وَ يُونُسَ وَ هَرُونَ وَ سُلَيْمَنَ وَ ءَاتَيْنَا دَاوُدَ زَبُورًا وَ رُسُلًا قَدْ قَصَصْنَهُمْ عَلَيْكَ مِن قَبْلُ وَ رُسُلًا
لَّمv نَقْصُصْهُمْ عَلَيْكَ وَ كلََّمَ اللَّهُ مُوسىَ‏ تَكْلِيمًا رُّسُلًا مُّبَشرِِّينَ وَ مُنذِرِينَ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلىَ اللَّهِ حُجَّةُ بَعْدَ الرُّسُلِ وَ كاَنَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik… Resuller geldikten sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmaması için, resulleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik...
Nebi’nin Özellikleri
Bir önceki açıklamadan da anlaşıldığı gibi; bir peygamber şu özelliklere sahip olmak zorundadır:
1- Görevini yerine getirme hususunda yanlış yapmaktan korunup masum olmalıdır. Kendisine vahiy olan şeyleri doğru bir şekilde algılayıp, algıladığı şeyleri hatasız ve yanlışsız bir şekilde insanlara ulaştırabilmesi için unutkanlık v.b. gibi zihinsel sorunlarla karşılaşmaktan korunma. Aksi takdirde ilahî yönlendirme (hidayet) hedefine ulaşmayacaktır. Genel yönlendirme yasası, genellikten çıkıp insanlar hususunda etkisiz bir hale gelecektir.
2- Sözleri ve davranışları hususunda hatadan ve günahtan korunmalıdır. Günahın varlığından dolayı tebliğin hiçbir tesiri olmaz. Çünkü insanlar, davranışlarıyla sözleri farlı olan bir kimseye değer vermezler. Hatta davranışlarını yalancılığı ve sahtekârlığı hususunda kanıt gösterip “Eğer doğru sözlü olsaydı söylediği şeye amel ederdi” diye söylemektedirler.
Bu iki konuyu “Davetin doğru ve etkili olması için, peygamberin yanlıştan ve günahtan korunması gerekir” diye bir ifade altında birleştirmek de mümkündür.
Yüce Allah Kur-anı kerimde bu konuya işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
عَلِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلىَ‏ غَيْبِهِ أَحَدًا إِلَّا مَنِ ارْتَضىَ‏ مِن رَّسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِن بَينْ‏ِ يَدَيْهِ وَ مِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا لِّيَعْلَمَ أَن قَدْ أَبْلَغُواْ رِسَلَتِ رَبهِِّمْ وَ أَحَاطَ بِمَا لَدَيهِْمْ وَ أَحْصىَ‏ كلُ‏َّ شىَ‏ْءٍ عَدَدَا
Gaybı (gizliyi) bilen odur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. Çünkü o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar. Ki onların rablerinin kendilerine verdiği emirleri duyurduklarını bilsin.
3- İffet, cesaret, adalet v.b. gibi ahlakî faziletlere sahip olmalıdır. Çünkü bunların hepsi güzel sıfatlar olarak sayılmaktadırlar. Bütün günahlardan korunan ve yalnızca dini izleyen bir kimse, hiçbir zaman ahlakî rezaletlerle (kötü sıfatlarlarla) kirlenmez.
İnsanlar Arasındaki Peygamberler
Tarih vesilesiyle elde edilen bilgilere göre; kesinlikle insanlar arasında peygamberler var olmuştur ve insanları (ilahî) dine davet etmişlerdir. Ancak bu bilgiler ışığında yaşamları aydınlığa kavuşmamaktadır. Belirsizlikten uzak olan yalnızca Hazreti Muhammed’in (Sallellahu aleyhi ve alihi) hayatıdır. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) getirdiği ilahî kitap olan ve dinî yüce hedefleri içinde bulunduran Kur-anı kerim, geçmiş peygamberlerin davetlerinin konusunu açıklayıp maksatlarını ve hedeflerini beyan etmektedir.
Kur-an kerim, yüce Allah tarafından birçok peygamberin geldiğini ve tevhit kelimesi üzerinde birleşip hak dine davet ettiklerini açıklamaktadır. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
وَ مَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رَّسُولٍ إِلَّا نُوحِى إِلَيْهِ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدُون‏
Sende önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona “Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.
Şeriat Sahibi Peygamberler
Kur-anı kerim, bütün peygamberlerin ilahî bir kitaba ve bağımsız bir şeriata sahip olmadıklarını ve “O size, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı.” ayetinde de işaret edildiği gibi, peygamberler arasındaki beş peygamberin hepsinden (makam bakımından) daha büyük olup, ilahî kitap ve şeriat sahibi olduklarını beyan etmektedir:
1. Hazreti Nuh (Aleyhisselam)
2. Hazreti İbrahim (Aleyhisselam)
3. Hazreti Musa (Aleyhisselam)
4. Hazreti İsa (Aleyhisselam)
5. Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi)
Bu büyük peygamberlerin şeriatları bir önceki şeriatın tamamlayıcısıdır.
Dipnotlar
-------------------------------
1-Zuhruf: 87
2-Lokman: 25
3-Bihar-ul Envar: 45/46
4-Casiye: 3-5
5-Hadid: 2-3
6-Teğabün: 1
7-Yusuf: 40
8-Nisa: 40
9-Ğafir (Mümin): 31
10-Taha: 50
11-Nisa: 163-165
12-Cin: 26-28
13-Enbiya: 25
14-Şura: 14 (?????? ????? ????? ???????? ??? ?????? ???? ?????? ?? ??????? ??????????? ???????? ?? ??? ?????????? ???? ??????????? ?? ??????? ?? ?????? ???? ?????????? ???????? ?? ??? ?????????????? ????)?
1
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT

PEYGAMBERİMİZİN (SALLELLAHU ALEYHİ VE ALİHİ) DOĞUMUNDAN RİSALETİNE KADAR OLAN HAYATI
Kur-anı kerim ayetlerinden açık bir şekilde şöyle anlaşılmaktadır: Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) yetim idi. Hiçbir kimsenin önünde ders okumamıştır. Malı ve mülkü yoktu. Kavminin arasında normal bir şekilde iddiasız ve kavgasız bir yaşam sürdürüyordu.
Ancak güvenilir bir kimse idi ve çok engin bir ahlaka sahipti. Cahil, kültürsüz, zalim ve kendi başlarına buyruk olan insanlar arasında yaşıyordu. Puta tapmaktan, batıl şeyleri izlemekten, nefsanî isteklere uymaktan, iffetsizlikten, kan dökmekten, çocuklarını öldürmekten, yağma yapmaktan, kumardan ve geçmişleriyle öğünmekten başka hiçbir iftiharları olmayan bir kavmin içinde yaşamaktaydı.
O günlerde zulümden, haksızlıktan ve sapıklıktan başka hiçbir şey hükümet etmiyordu. Yahudiler, kendi âlimlerinin ve onların nefsanî isteklerinin hâkimiyeti altında idiler. Hıristiyanlar da kayıtsız şartsız bir şekilde kilisenin kontrolü altında idiler. Mecusiler de dinî önderlerine teslim olmuşlardı. Öteki insanlar ise tahtadan, taştan, altından ve bakırdan yaptıkları putlara tapmaktaydılar.
Risaletten Hicrete Kadar
Cehaletler, hurafeler, zulümler, adaletsizlikler v.b. gibi şeylerle dolu olan böyle karanlık bir dünyada, yüce Allah peygamberini âlemlere rahmet olması amacıyla seçti. İnsanları Allah’ın birliğine davet edip adalet’e, hayırseverliğe, sosyal ilişkileri güçlendirmeye çağırması ve hoş görülü olmasızın hakkı izlemesi için onu görevlendirdi.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) ilk olarak davet etmekle sorumluydu. Zulüm, merhametsizlik ve asilikle dolu bir ortamda olduğu için sorumluluğunu yalnızca kabul etmeye hazır olan kişilere açıkladı. Böylece bazıları ona iman ettiler. Rivayetlere göre; ilk iman eden erkek, elinde yetişen amcasının oğlu Ali b. Ebu Talip (Aleyhisselam) ve ilk iman eden kadın ise eşi Hatice-i Kübra (sa) idi.
Bir süre sonra yakın akrabalarını davet etmekle görevlendi. Dolayısıyla Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) yüce Allah’ın emriyle alenî ve genel davete başladı.
Özellikle alenî davet başladıktan sonra Arapların ve özellikle Mekke halkının davet karşısındaki tepkileri çok kaba oldu. Kâfirler ve müşrikler mukaddes İslam davetine vahşice ve acımasızca cevap verip, akıllarını çalıştırmayı düşünmediler.
Peygamberimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) kâhin, sihirbaz, cinlenmiş ve şair olarak adlandırıp onunla alay ettiler. Davet ederken veya Allah’a ibadetle meşgulken gürültü çıkarıp ortalığı karıştırdılar. Başına toz, toprak, çöp ve diken döktüler. Dayak atıp küfür ettiler. Ara sıra taşladılar. Bazen de kararını ve azmini kırmak için servet, başkanlık v.b. gibi tatlı ve aldatıcı tekliflerde bulundular.
Ancak Peygamberimizde (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu tür yaklaşımlar karşısında en ufak bir yılgınlık belirtisi görülmemesine ilave olarak, ara sıra kavminin cehaletinden ve inatçılığından dolayı da üzülüp kederleniyordu. Bu konu hakkında defalarca ayet nazil olup, yüce Allah onu teselli etmiş ve sabırlı olmasını emretmiştir. Bazen de Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) insanların sözlerine eğilim göstermesini veya (onların inançlarına karşı) yumuşak olmasını yasaklayan ayetler nazil olmuştur.
Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) iman eden kişiler ise kâfirlerin eziyetlerine ve işkencelerine maruz kalıyorlardı. Bazıları işkence altında iken canlarını veriyorlardı. Bazen görmüş oldukları eziyetlerin şiddetinden dolayı kıyam edip kaderlerini belirlemek için Peygamberimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) izin bile istiyorlardı. Ancak Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) “Ben bu konuda yüce Allah’tan herhangi bir emir almadım, (dolayısıyla) sabretmek gerekir.” diye buyuruyordu. Bazıları ise eziyetlerin şiddetin dolayı eşyaların toplayıp Mekke’den çıkıp gitmişlerdir.
Kafirler, Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve ona iman edenlere yıllarca zulüm ve işkence ettiler. Nihayet bu büyük problemi Peygamberimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) öldürüp sona erdirmeye karar verdiler. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) de yüce Allah’ın emriyle gece Mekke’yi terk etti.
Hicretten Vefata Kadar
Yüce Allah peygamberini kafirlerin kararı konusunda haberdar edip gece Medine’ye hicret etmesini emretti. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) amcasının oğlu Ali b. Ebu Talip’e yerine yatmasını emretti. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Allah’a sığınarak gece yarısı düşmanlar tarafından kendisini öldürmekle görevlendirilmiş ve evini kuşatmış olan grubun ortasından geçip gitti. Yolda Ebu Bekir’e rastladı. Onu da yanına alarak Mekke’den dışarı çıkıp şehrin yakınlarındaki dağlarda bulunan bir mağaraya gizlendiler. Kafirler, Peygamberimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) üç gün takip ettiler; ancak bulamadılar ve geri döndüler. O da Medine’ye hareket etti.
Hicretten yıllarca önce Mekke’de liderleri Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) iman edip biat eden, Medine’ye döndükten sonra yakınlarının da Müslüman olmalarına vesile olan Medine halkı, Hazreti Muhammed’in (Sallellahu aleyhi ve alihi) gelişini coşkuyla karşıladılar. Bütün mallarını ve canlarını İslam dininin ilerlemesi için onun emrine amade kıldılar.
İslam dini her tarafta yayılmaya başladı. Mekke’de müşriklerin baskısı ve işkencesi altında olan Müslümanlar vatanlarını terk edip peyderpey Medine’ye hicret ettiler. Bir süre sonra savaş ayeti nazil oldu ve Müslümanlar cihada hazırlandılar; ancak kesinlikle peygamberin (Sallellahu aleyhi ve alihi) emri olmaksızın müşriklere saldırmadılar.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine ve etrafındaki yerleşim yerlerinin yönetimini eline alıp Medine ve etrafındaki yerleşim yerlerinde yaşayan Yahudilerle, çölde yaşayan ve puta tapan Arap kabilelerle, anlaşmalar yaparak adaleti yaymaya başladı.
Hicretin ikinci yılında Medineli Müslümanlar ile müşrikler arasında Bedir’de şiddetli bir savaş gerçekleşti. Sayıları müşriklerin toplam sayısının üçte biri olmasına ve müşrikler donanımlı çok güçlü bir orduya sahip olmalarına karşın; Bedir savaşı, mucizevî bir şekilde Müslümanların lehine sonuçlandı. Müslümanlar savunma silahlarından yoksun olmalarına rağmen; yüce Allah’ın yardımıyla galip geldiler. Müşrikler ise ağır can kayıplarıyla, verdikleri birçok esirle ve savaş donanımıyla birlikte Mekke’ye doğru kaçtılar.
Hicretin üçüncü yılında Mekkeli müşrikler bir önceki yılın intikamını almak için üç bin erkekle (başka bir rivayete göre beş bin erkekle) Medine’ye hareket ettiler. Medine dışında İslam ordusuyla şiddetli bir şekilde çarpıştılar. Uhut savaşı olarak meşhur olan bu savaşın başlangıcında kâfirler yenilmeye başlamışlardı; ancak sonunda Müslümanlar yenilgiye uğrayıp birçok can ve mal kaybı verdiler. İslam ordusu içinde şehit olan birçok güçlü kişiden sonra, kimler direniş göstermeye çalıştı ise onlar da şehit oldular. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) mübarek alnı ve ağzı yaralandı. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) ashabı yenilgiden dolayı kaçmaya başladı. Ancak Ali b. Ebi Talip (Aleyhisselam) sonuna kadar savaş meydanında Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) mukaddes canını korumak için kılıç sallıyordu. Sonunda Müslümanlar tekrar Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) etrafında toplandılar. Ancak müşrikler savaşı bırakıp istedikleri ölçüde yararlanamadan Mekke’ye doğru hareket ettiler.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu iki savaştan sonra Arap kâfirleri ve Yahudiler ile en meşhurları Hendek, Hayber ve Huneyn olmak üzere birçok (toplam seksen dört) savaş daha yapmıştır. Bu savaşların hepsinde Muhacir ve Ensar birçok fedakârlık yapmışlardır. Tarihçilerin ortak görüşüne göre; bu savaşlarda İslam ordusunun kahramanı Ali b. Ebi Talip (Aleyhisselam) ve galibiyet kilidi onun kanlı kılıcı olmuştu.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretin sekizinci yılında Rum Kayseri, Mecusî olan İran Şahı, Mısır Kıralı, Habeş Sultanı v.b. gibi birçok padişahı ve Necranlılar, öteki Hıristiyanlar v.b. gibi birçok ehli kitabı İslam dinine davet etti.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretin sekizinci yılında yüce Allah’ın kendisine vermiş olduğu vaat gereğince Mekke şehrini bir damla kan dökülmeden fethetti. Böylece Hicaz bölgesinde İslam aleyhine faaliyet gösteren yegâne fesat ve bozgunculuk yuvası yıkılmış oldu. Kısa bir süre sonra Taif şehri de fethedildi ve İslam Arabistan yarım adasının tamamına hâkim oldu.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretin dokuzuncu yılında son haccı olan veda haccı için Mekke’ye hareket etti. Hac ibadetlerini yerine getirip gerekli olan bilgileri insanlara öğrettikten sonra, Medine’ye dönüş yolu üzerinde olan Ğadir-i Hum bölgesinde yüce Allah’ın emriyle, bir rivayete göre yetmiş bin başka bir rivayet göre ise yüz yirmi bin kişi olan ashabına ve Arabistan yarım adasının çeşitli bölgelerinden gelen hacılara, Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) İslam ümmetine olan velayetini ve hilafetini bildirdi.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’ye geri döndükten bir süre sonra vefat etti. Allah’ın salatı O’na ve Ehli Beytine olsun.
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Manevî Kişiliğine Bir Bakış
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) sahih tarihî verilere göre, hayat şartlarının en kötüsünün yaşandığı, fesat ve cehalet yuvası, rezil ahlaklar merkezi olan bir ortamda yetişmişti. Böyle bir ortamda ilmî eğitim ve öğretim görmeden çocukluk ve gençlik yıllarını tamamlamıştı.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hiçbir zaman putlara tapmamasına ve insanlık dışı kötü ahlaklara bulaşmamasına karşın; açıklanan kötü sıfatlara sahip bir toplum içinde yaşıyordu ve normal bir şekilde süren hayatı ilerde olağan üstü bir geleceğe sahip olacağını da göstermiyordu. Fakir, yetim ve okuması yazması olmayan bir çocuktan da başka neler beklenirdi?!
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) günlerini işte böyle geçiriyordu. Nihayet bir gece boş bir zihin ve huzur dolu bir kalple ibadetle meşgul iken aniden başka bir kişilik elde etti. Sessiz manevî kişiliği, ilahî bir şahsiyete dönüştü. Bir toplumun bin yıllık inancını ve itikadını batıl olarak ilan etti. İnsanların dinlerini zalimlik olarak değerlendi. Dünyanın geçmişini ve geleceğini birbirine bağlayıp, insanın mutlu olacağı şeyleri belirledi. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) gözü ve kulağı değişmiş ve hakikatten başka bir şey görmüyordu. Dili Allah’ın kelamıyla, ilahî beyanla, hikmetle ve öğütle açılmıştı. Küçük bir yerde ticaret ve alış veriş ile gündelik ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan iç âlemi; dünyayı ve dünyalıları ıslah etmek, bin yıllık sapıklık ve zulüm kurumunu yıkmak için büyük bir sorumluluğun altına girdi. Muhaliflerin dehşet verici kuvvetlerini hiçe sayıp, hakkı ve hakikati diriltmek uğruna tek başına kıyam etti. İlahî maarifler hususunda sözler söyledi. Varlık âlemindeki hakikatlerin hepsinin, bir olan âlemlerin yaratıcısından kaynaklandığını ilan etti.
Yüce ahlakı en güzel şekilde açıkladı. Aralarındaki ilişkileri aydınlattı. Açıkladığı şeylere herkesten daha çok iman ediyordu. Teşvik ettiği şeyi herkesten önce kendisi yapıyordu. Bir takım dinî törenleri içine alan ve bir olan Allah’ın azameti karşısındaki kulluk makamını en güzel şekilde açıklayan bazı yasalar getirdi.
Birbirleriyle irtibatı olan, tevhit esasına dayanan ve insanî yüce ahlaka saygı gösteren toplumların ihtiyaç duyduğu konulara yeterli cevabı verecek başka yasalar da getirdi.
İbadetler, malumatlar v.b. gibi konular hakkında Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) getirmiş olduğu yasalar bütünü, insanlık dünyasında akla gelebilecek olan bireysel ve toplumsal hayat meselelerinin tamamını çözecek ve zamanla ortaya çıkacak olan öteki ihtiyaçları da giderecek derecede geniş ve engin idiler.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) getirmiş olduğu dinin yasalarını evrensel ve ebedî olarak tanıtmıştır. Yani dininin, toplumların dünya ve ahiret ile ilgili sorunlarının hepsini her zaman ve her çağda çözebileceğini, insanların mutluluğu elde etmek için bu yolu takip etmeleri gerektiğine inanıyordu.
Kuşkusuz Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu sözleri araştırmaksızın söylememiştir; çünkü varlık âlemini inceleyip insanlık dünyasının geleceğini gördükten sonra böyle bir neticeye ulaşmıştır.
Başka bir ifadeyle; ilk olarak, getirmiş olduğu yasalar ile insan bedeni ve ruhu arasında uyumluluk sağlamıştır. İkinci olarak, gelecekte gerçekleşecek olan değişiklikleri ve Müslümanların başlarına gelecek olan zararları göz önünde bulundurmuştur. Ondan sonra dininin hükümlerinin ebedî ve evrensel olduğu sonucuna varmıştır.
Peygamberimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) sahih rivayetlerle bizlere ulaşan gelecek hakkındaki tahminler, vefatından hemen sonra veya yıllarca sonra gerçekleşecek olan genel durumları açıklamaktadır.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) , genel hatlarıyla maarif ve şeriat esaslarını, olağan üstü bir fesahate sahip olan ve belagat ülkesinin öncüleri Arap ediplerini diz üstü çökertip dünya bilginlerinin fikirlerini alt üst eden Kur-an ayetleri vesilesiyle açıklamıştır.
Bütün bu işleri, on üç yılını kâfirlerin dayanılmaz işkenceleri ve zulümleri altında geçirmesine ilave olarak, on yılını da savaşlarla, iç ve dış düşmanlara karşı mücadelelerle, münafıklara karşı mübarezeyle, Müslümanların işlerini yönetmekle, itikatlarını, ahlaklarını, amellerini v.b. gibi binlerce sorunu ıslah etmekle geçirmesine karşın; yalnızca yirmi üç yıllık bir dönem içinde gerçekleştirmiştir.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bunların hepsini hakkı izlemek ve diriltmek üzere olan sarsılmaz kararıyla geçmiştir. Onun gerçekçi gözü yalnızca hakkı tanımaktaydı ve hakkın dışında hiçbir şeyi görmüyordu. Kendi çıkarlarıyla veya genel eğilimlerle uyum içinde olsa da hak bildiği şeyi kabul edip ret etmemiştir; batıl bildiği şeyi ise ret edip hiçbir zaman kabul etmemiştir.
Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Manevî Kişiliği Olağan Üstü İdi
Bir önceki bölümde anlatılan konulara insaflı bir gözle bakarsak, öyle bir ortamda böyle bir kişinin var olmasının mucizeden başka bir şey ve ilahî onaydan başka bir nedene sahip olmadığını kabul ederiz. Bundan dolayı yüce Allah kelamında Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) ümmîliği, yetimliği ve fakirliği hususunu defalarca hatırlatmıştır. Ona verdiği kişiliği ilahî bir mucize olarak sayıp, onunla davetinin hakkaniyetine delil getirmektedir. Nitekim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
أَ لَمْ يجَِدْكَ يَتِيمًا فََاوَى‏ وَ وَجَدَكَ ضَالاًّ فَهَدَى‏ وَ وَجَدَكَ عَائلًا فَأَغْنى‏
O seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup yola iletmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ مَا كُنتَ تَتْلُواْ مِن قَبْلِهِ مِن كِتَبٍ وَ لَا تخَُطُّهُ بِيَمِينِكَ إِذًا لاَّرْتَابَ الْمُبْطِلُون‏
(Ey Muhammed!) sen bundan önce bir kitap okumuyordun, onu elinle de yazmıyordun. Öyle olsaydı o zaman iptalciler kuşkulanırlardı.
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ إِن كُنتُمْ فىِ رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلىَ‏ عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَ ادْعُواْ شُهَدَاءَكُم مِّن دُونِ اللَّهِ إِن كُنتُمْ صَدِقِين‏
Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sure getirin. Allah’tan başka bütün şahitlerinizi de çağırın. Eğer doğru söylüyor iseniz.
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Yöntemi
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) yüce Allah’ın emriyle dinî kurumları üzerine karar kılıp, insanların mutluluk nedeni olarak tanıttığı yegâne esas tevhittir.
Tevhidin esası gereğince âlemin başlangıcı olmaya ve tapılmaya layık olan varlık, yalnızca bir olan Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir kimse için boyun eğip ibadet etmek olanaksızdır.
Dolayısıyla toplumlar içinde uygulanması gereken yöntem şudur: Herkes eşit ve kardeş olmalıdır. Allah’tan başka hiçbir kimseyi kayıtsız şartsız bir şekilde egemen olarak kabul etmemek gerekir.
Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
قُلْ يَأَهْلَ الْكِتَبِ تَعَالَوْاْ إِلىَ‏ كَلِمَةٍ سَوَاءِ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكمُ‏ْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَ لَا نُشرِْكَ بِهِ شَيًْا وَ لَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللَّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُون‏
De ki: “Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, birbirimizi Allah’tan başka rabler edinmeyelim.” Eğer yüz çevirirlerse “Şahit olun, biz Müslümanlarız” deyin.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) ilahî emir gereğince herkesi eşit ve kardeş ilah etmiştir. İlahî yasaları ve hükümleri uygulama konusunda hiçbir zaman istisna ve ayrımcılık gözetmemiştir. Tanıdık ve yabancı, güçlü ve güçsüz, zengin ve fakir, erkek ve kadın arasında farklı davranmamıştır. Herkesin, dinî kanunlar ve hükümler esasına göre haklarını almasını sağlamıştır.
Hiçbir kimsenin başka bir kimseye hükmetme, zulüm etme ve egemen olma hakkı yoktur. İnsanlar kanunlarla çizilen sınırların dışında istediklerini yapma özgürlüğüne sahiptiler. (Kuşkusuz kanunlar karşısındaki özgürlüğün, İslam dininin yanı sıra öteki toplumsal yasaların hiçbirinde de anlamı yoktur.)
Bu, yüce Allah’ın peygamberini tanıtırken buyurmuş olduğu özgürlükçü yöntem ve toplumsal adalettir:
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبىِ‏َّ الْأُمِّىَّ الَّذِى يجَِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فىِ التَّوْرَئةِ وَ الْانجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَ يَنهَْئهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَ يحُِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَتِ وَ يحَُرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَئثَ وَ يَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَ الْأَغْلَلَ الَّتىِ كاَنَتْ
عَلَيْهɨمْ فَالَّذِينَ ءَامَنُواْ بِهِ وَ عَزَّرُوهُ وَ نَصَرُوهُ وَ اتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِى أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَئكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ قُلْ يَأَيُّهَا النَّاسُ إِنىّ‏ِ رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِى لَهُ مُلْكُ السَّمَوَتِ وَ الْأَرْضِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ يُحْىِ وَ يُمِيتُ‏
Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Resul’e, o ümmi peygambere uyarlar. O kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder. Onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona iman eden, destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte indirilen nura uyanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır. De ki: “Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan, kendisinden başka ilah bulunmayan, yaşatan ve öldüren Allah’ın resulüyüm.
Bundan dolayı Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hayatı boyunca kendisini öteki insanlardan farklı görmemiştir. Onu önceden tanımayan ve ilk defa gören bir kimse öteki insanlardan ayırt edemezdi. Gündelik işleriyle uğraşırdı. Bütün insanlarla bizzat kendisi görüşürdü. İhtiyaç sahiplerinin sözlerini bizzat kendisi dinlerdi. Toplantılarda taht üzerine ve sandalyeye oturmazdı. Hareket ederken resmî tören uygulatmazdı. Eğer eline bir mal geçtiği zaman, zarurî ihtiyaçları için gerekli olandan fazlasını fakirlere dağıtırdı. Ara sıra zarurî ihtiyaçları için gerekli olan miktarı da fakirlere verir ve kendisi aç kalırdı. Her zaman fakirler gibi yaşar ve fakirlerle birlikte otururdu. İnsanların haklarını yerine getirme konusunda kesinlikle hoşgörü göstermezdi; ancak kendi hakkını alma hususunda çok bağışlayıcı ve affedici davranırdı. Mekke’nin fethi esnasında Kureyş liderlerini huzuruna getirdiler. Hicretten önce birçok zulüm etmelerine, hicretten sonra birçok fitne çıkarmalarına ve onunla birçok kanlı savaşlar yapmalarına karşın; sert ve kaba davranmadan hepsini bağışladı. Allah’ın selamı O’na ve Ehli Beytine olsun.
İMAMET
İnsanların din ve dünya önderliğini yapmaya “İmamet” denir. Önder olan kişiye ise “İmam” denir.
Şii mezhebi şöyle inanmaktadır: Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefatından sonra yüce Allah tarafından dinî ilimleri ve yasaları koruyup insanları doğru yola iletmesi amacıyla insanlar için bir imam belirlenmesi gerekir.
İmametin Kanıtı
Nübüvvet bölümünde aydınlığa kavuştuğu gibi; âlemlerin yaratıcısı varlıklara olan lütfü gereğince yarattığı varlıkları kendileri için belirlenmiş (kemale erecekleri makam) olan hedeflere hidayet etmelidir (yönlendirmelidir). Örnek olarak; meyve ağacı büyüyüp tomurcuklanması ve meyve vermesi için hedefine hidayet edilmelidir (yönlendirilmelidir). Onun hayat çizgisi, kuşun hayat çizgisinden farklıdır. Aynı şeklide bir kuş da bir ağacın hedefine değil; kendine özgü hayat çizgisini geçip özel hedefinin peşine düşmelidir. Böylece her yaratık kendine özgü hayat çizgisini geçip özel hedefine ulaşması dışında başka bir şeye hidayet edilmemelidir (yönlendirilmemelidir). İnsanın da Allah’ın yaratıklarından bir yaratık olduğu ve bu genel hidayet (yönlendirme) yasasının onu da içine aldığı çok açıktır.
İnsanın mutluluğu, isteyerek seçme yoluyla elde edilmesinden dolayı, yalnızca ona mahsus olan ilahî hidayet (yönlendirme) insanın Allah’a karşı herhangi bir hücceti olmaması için davet, duyuru, din, şeriat ve peygamber gönderme vesilesiyle gerçekleşmesi gerektiği daha önce aydınlığa kavuşmuştu. Nitekim aşağıdaki ayeti kerime de bu konuya delalet etmektedir:
رُّسُلًا مُّبَشرِِّينَ وَ مُنذِرِينَ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلىَ اللَّهِ حُجَّةُ بَعْدَ الرُّسُلِ وَ كاَنَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Resuller geldikten sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmaması için, resulleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.
Peygamber gönderip dinî davet yapmayı gerekli kılan kanıt şöyle hükmetmektedir: Yüce Allah, ismeti vesilesiyle dini koruyup insanlara önderlik eden peygamber vefat ettikten sonra, dinî ilimler ve kanunların aslî hallerine bekçilik edip insanları doğru yola iletmesi için onun engin sıfatları konusunda (nübüvvet ve vahiy dışında) ona benzeyen bir kimseyi onun yerine bırakmak zorundadır. Aksi takdirde genel hidayet (yönlendirme) yasası yok olacaktır. Dolayısıyla insanlar da Allah’a karşı hüccet getirebileceklerdir.
İmam’dan Yoksun Kalmak Olanaksızdır
Akıl, sahip olduğu yanlış ve hatalarla insanları Allah’ın peygamberlerinden yoksun kılamadığı gibi; ümmet arasındaki din alimlerinin varlığı ve dinî duyuruları da, insanları imamdan yoksun kılmamaktadır. Çünkü aydınlığa kavuştuğu gibi, konumuz insanların dine inanmaları veya inanmamaları hakkında değil; konumuz, Allah’ın dininin aslî halini koruyup değişmeden veya eksilmeden insanlara ulaşmalarını sağlamak hakkındadır.
Bilindiği gibi; ümmetin alimleri takvalı ve salih insanlar olsalar da yanlıştan ve günahtan korunmamaktadırlar. Yani masum değildirler. Bilerek olmasa da onlar tarafından dinî kanunların ve ilimlerin bazılarının değişmeleri veya bozulmaları olanaksız değildir. Bu konunun en güzel şahidi, İslam ümmeti arasında meydana gelen çeşitli ve ihtilaflı mezheplerin varlığıdır.
Bundan dolayı, Allah’ın dininin hakiki kanunlarının ve gerçek ilimlerinin yanında korunacağı ve insanlar ihtiyaç duydukları zaman kendisinin yönlendirmesinden yararlanacakları bir imam gereklidir.
İmamın İsmeti
Bir önceki açıklamadan da anlaşıldığı üzere imam da peygamber gibi yanlış yapmaktan ve günah işlemekten korunmak zorundadır. Çünkü aksi takdirde dinî davet eksik olacak ve ilahî hidayet (yönlendirme) etkisini kaybedecektir.
İmamın Ahlakî Faziletleri
İmam cesaret, yiğitlik, iffet, cömertlik, adalet v.b. gibi ahlakî faziletlere sahip olmak zorundadır. Zira günahlardan korunan bir kimse, dinî emirlerin hepsine amel edecektir. Güzel ahlaklı olmak da dinî emirlerdendir.
Ahlakî faziletler hususunda bütün insanlardan daha üstün olmak zorundadır. Çünkü bir kimsenin, kendisinden üstün olan bir kişiye önderlik etmesinin hiçbir manası yoktur. Kuşkusuz ilahî adalet de böyle bir şeyin karşısındadır.
İmamın İlmi
İmam insanların önderi ve dinin taşıyıcısı olduğu için, insanların dünya ve ahiret konusunda ihtiyaç duydukları ve onların mutluluklarının kendilerine bağlı olduğu meselelerin hepsini bilmek zorundadır. Zira cahil bir kişinin önderlik etmesi, aklî olarak caiz değildir. İlahî genel hidayet bakımından da hiçbir anlamı yoktur.
HİDAYET İMAMLARI (ALEYHİMUSSELAM)
Peygamber Efendimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) sonra, onun yerine geçip insanların din ve dünya işlerinin önderlerin olan hidayet imamları, on iki kişidirler. Bu konu hakkında Ehli Sünnet ve Ehli Beyt mektepleri, Peygamberimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) birçok rivayet nakletmişlerdir. Buna ilave olarak her imamın kendinden önceki imam veya imamlar belirlemişlerdir.
İmamların Adları
1. Müminlerin Emiri Ali b. Ebi Talip (Aleyhisselam)
2. İmam Hasan Mücteba (Aleyhisselam)
3. Şehitlerin efendisi İmam Hüseyin (Aleyhisselam)
4. İmam Seccad (Aleyhisselam)
5. İmam Muhammed Bakır (Aleyhisselam)
6. İmam Cafer Sadık (Aleyhisselam)
7. İmam Musa Kazım (Aleyhisselam)
8. İmam Ali Rıza (Aleyhisselam)
9. İmam Muhammed Takî (Aleyhisselam)
10. İmam Ali Nakî (Aleyhisselam)
11. İmam Hasan Askerî (Aleyhisselam)
12. Zamanın imamı (Hüccet b. Hasan) (Aleyhisselam)
Genel Hatlarıyla İmamların (Aleyhimusselam) Hayatları
Peygamber Efendimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) sonra on iki imam iki yüz elli yıl insanların arasında kalmışlardır. Ancak Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefat ettiği ilk gün, hilafet kürsüsünü gasp edip dinin doğal yönünü değiştiren ve onlara karşı olan muhalifler ortaya çıktı.
Bunlara ilave olarak söz konusu olan muhalifler hükümetlerini güçlendirip mevkilerini korumak için ihtimal dâhilinde olan bütün tehlikeleri ve Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Ehli Beytinin nurunu söndürme konusunda ellerinden geleni yapıyorlardı. Onları bir takım bahaneler vesilesiyle baskı altında tutup işkence ediyorlar ve sonunda da öldürmeye çalışıyorlardı.
Bundan dolayı hidayet imamları (Aleyhimusselam) genel ıslahat konularıyla uğraşamadılar. İslamî toplum içinde Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sünnetlerini, İslamî kanunları ve ilimleri bütünüyle yayamadılar.
Hatta Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) bile beş yıllık zahirî hilafet döneminde Talha, Zübeyir, Aişe, Muaviye v.b. gibi peygamberin sahabelerinden olup ihtilaf çıkaran kişilerin meydana getirdikleri iç karışıklıklardan dolayı, yüce hedefleri izleyip gönlünün isteği gibi ıslahat çalışmalarıyla uğraşamamıştır.
Bu bakımdan hidayet imamları (Aleyhimusselam) yüce Allah katında sahip oldukları sorumluluktan ve omuzlarında olan görevden dolayı toplum içindeki genel eğitim, öğretim ve ıslahatçılıktan vazgeçip özel kişileri eğitip öğretmekle ve (imkânlar çerçevesinde) halka iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla kanaat etmişlerdir.
Yani dinî ilimler ve kanunlar konusunda toplum içinde hak sözü açıkça yayıp, yönetim işlerini ellerine alarak toplumun gündelik hayat çarkını dinî yüce maslahatlara doğru çevirmeleri gerekirken; imkânları olmadığı için sınırlı sayıdaki layık olan bireylerin eğitim ve öğretimiyle uğraşmak zorunda kaldılar. Dinin bütünüyle yok olup gitmesini önlemek ve ilahî nura sahip olan dinin yavaş yavaş gürültüsüz bir şekilde ışık saçmaya devam edip başlangıçtaki haline geri dönerek dünyayı tekrar aydınlatması için, insanlara ve zamanın hükümetlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalıştılar.
Bu hakikat, hidayet imamlarının her birinin imamet dönemlerinde ve yaşadıkları ortamlarda edindikleri metotları incelemekle bütünüyle aydınlığa kavuşmaktadır.
Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam)Metodu
Bildiğimiz gibi; Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefatından sonra, peygamberimizin yüce Allah’tan aldığı emir gereğince Müminlerin Emeri Ali’ye (Aleyhisselam) devrettiği Müslümanların (dünya ve ahiret) işlerini yönetmek, seçimle yapılan bir hilafet makamında çevrildi ve hilafet kürsünü başkaları işkâl etti.
Ali (Aleyhisselam) ve Selman, Ebuzer, Miktat v.b. gibi sahabelerden oluşan özel bir grup insanlara (Ali’nin halifeliği konusunda) delil getirdiler; ancak olumlu bir cevap duymadılar.
Ali (Aleyhisselam) insanlardan uzaklaşıp bir süre evinde Kur-anı kerimi toplamakla meşgul oldu. Ondan sonra sahabeden olan özel bir grupla birlikte başka insanları eğitip öğretmeye başladı.
Ali (Aleyhisselam) parlak bir geçmişe, Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hayatta iken rakipsiz bir şöhrete sahip olmasına, peygamberin vezirliğini yapmasına, İslamî fetihlerde kilit rolü oynamasına ve ilim, yöneticilik, belagat v.b. gibi manevî faziletler konusunda öteki Müslümanlardan (sahabelerden) daha üstün olmasına karşın; birince halife döneminde toplumsal konularda varlığından hiçbir şekilde yararlanılmamıştır. Yalnızca hakka ibadet etmek ve dostlarını eğitip öğretmekle meşgul olarak sıradan bir insan gibi yaşadı.
İkinci halifenin hilafet döneminde önemli bir görev almamasına karşın; belli bir noktaya kadar dikkatler üzerinde toplandı. Çok hassas konularda görüşlerinden yararlanılarak danışmanlık makamında yer aldı. Nitekim ikinci halife defalarca “Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu” diye söylemiştir.
Üçüncü halife döneminde ise insanların ilgisi Ali’ye (Aleyhisselam) karşı çoğalmıştı. Yirmi beş yıllık süre içinde Ali’nin (Aleyhisselam) eğitim ve öğretim dairesi günden güne genişlemiş ve her tarafa yayılmıştı. Nihayet velayet mektebinde direkt veya dolaylı olarak yetişen sayısız kişi iş başına geldi. Üçüncü halife öldürüldükten sonra her taraftan hücum ederek hilafeti kabul etmeye mecbur ettiler.
Ali (Aleyhisselam) yönetimin başına geçer geçmez uzun bir zamandır unutulan Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sünnetlerini uygulamaya başladı. Sosyal eşitlik ve adalet ilkelerini icra etti. Anlamsız üstünlükleri ve ayrıcalıkları yok etti. Yönetim merkezlerinin başlarında yer alan başına buyruk hâkimleri görevlerinden uzaklaştırdı. Beyt-ül Mal’dan yağmalanan malları, hilafet makamının hesapsız bir şekilde hediye ettiği mülkleri ve ambarları geri aldı. Dinî kanunlara uymayan kişileri cezalandırdı.
Şahsi çıkarlarının tehlike içinde olduğunu gören nüfuzlu yağmacılar ve talancılar, hemen muhalefet bayrağını çektiler. Osman’ın kanını istemek bahanesiyle Ali’nin (Aleyhisselam) ıslahat çalışmalarına engel olan ve birçok sorunun oluşmasına neden olan kanlı iç savaşlar çıkardılar.
Ali (Aleyhisselam) beş yıllık hilafeti döneminde çok ciddî sorunlarla karşılaşmasına rağmen; sayısız insan yetiştirip fasih hutbeler ve konuşmalar vesilesiyle çeşitli ilmî konularda değerli hatıralar bırakmıştır. Temel Arapça dil bilgisi kurallarını beyan etmesi bunlardan biridir.
Ali’nin (Aleyhisselam) değerli kişiliği sözlere sığmaz. Sınırsız olan faziletlerini saymak olanaksıdır. Tarih, onun gibi düşünürlerin fikirlerini ve bakışlarını kendine çeken başka bir şahsiyet hatırlamamaktadır.
İmam Hasan (Aleyhisselam) ve İmam Hüseyin (Aleyhisselam)
Şiî ve Sünnî mezhepleri Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:
Şu iki oğlum, kıyam etseler de otursalar da imamdırlar.
Bu iki imamın imametlerinin en önemli dönemi, iki yüz elli yıllık hidayet imamları tarihindeki en karanlık ve en üzücü dönem olan Muaviye’nin hilafet zamanına denk gelmişti.
İmam Hasan (Aleyhisselam) altı aylık zahirî hilafet döneminde ve imam Hüseyin (Aleyhisselam) de Muaviye’den sonra yaşadığı altı aylık dönem içinde, zahiren yenilgi gibi sonuçlanan; ancak gerçek zafer ve fetihle neticelenen bazı girişimlerde bulunmuşlardır.
İmam Hasan (Aleyhisselam) değerli babasının vefatından sonra hilafet makamına geçti. Muaviye fitnesini yok etmek amacıyla ordu hazırlamaya başladı. İnsanlar arasında da dedesinin (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve babasının (Aleyhisselam) sünnetlerini izledi. Ancak bir süre sonra, Muaviye’nin gizli komplolarından dolayı, çabasının suyun üzerine resim çizmekten başka bir şey olmadığını anladı. Ordusundaki komutanlar Muaviye ile anlaşma yapmışlardı. İşbirliğiyle onu Muaviye’ye teslim etmeye hatta öldürmeye bile hazır bir hale gelmişlerdi.
Böyle bir durumda Muaviye ile savaşmak imam Hasan’ın (Aleyhisselam) yenilgisinden başka bir şey değil demekti. Hatta imam yalnızca yakınlarıyla birlikte direniş gösterip öldürülseydi bile, Muaviye’nin saltanatının sarsılmasında veya insanların kalplerini kendine çekme konusunda en ufak bir etkisi olmayacaktı. Zira Muaviye sahip olduğu kurnazlıkla kolayca bazı bahanelerle hatta (imam Hasan’ın) adamları vesilesiyle onu öldürebilirdi. Bundan dolayı insanlar mateme bürünüp, intikam almaya kalkışarak peygamber evladının kanını temizlemeye çalışacaklardı.
Bu bakımdan imam Hasan (Aleyhisselam) bazı koşullar altında Muaviye ile barış yapma önerisini kabul edip hilafetten uzaklaştı. Ancak Muaviye anlaşma koşullarının hepsini çiğnedi ve hiçbirine uymadı.
İmam Hasan (Aleyhisselam) böylece kendisinin, kardeşi imam Hüseyin’in (Aleyhisselam) ve az sayıdaki dostlarının canını büyük bir tehlikeden korumuş oldu. Özel dostlarıyla topluma oranla çok küçük; ancak gerçek İslamî bir cemaat teşkil edip yok olmaya yüz tutan İslam dinini kurtardı.
Kuşkusuz Muaviye, imamın metodunu anlamayan bir kişi değildi. Bundan dolayı barış gerçekleşip egemenliği bütünüyle ele geçirince, Ali’nin (Aleyhisselam) dostlarından kimi yakaladıysa çeşitli bahaneler ileri sürerek yok etti. Hâlbuki risalet ailesinin dostlarının emniyet içinde yaşamaları barış koşullarından biri idi.
Ancak Muaviye, risalet ailesine, oğlu Yezit’in veliahtlığını sağlamlaştırma konusundaki hazırlıklardan ve imam Hasan’ı (Aleyhisselam) karısı vesilesiyle zehirletip şehit ettirmekten başka hiçbir şey yapmadı. Zira barış koşullarından biri, hilafetin Muaviye’den sonra imam Hasan’a (Aleyhisselam) geçmesini gerekli kılıyordu.
İmam Hüseyin (Aleyhisselam) değerli kardeşinden sonra Allah’ın emri ve kardeşinin vasiyeti üzere imamet makamına geçerek, Muaviye’nin hilafeti döneminde yaklaşık on yıl yaşadı. Bu zaman zarfında imam Hasan’ın (Aleyhisselam) uyguladığı metodu uyguladı. Dolayısıyla Muaviye’nin yaşadığı süre içinde etkili bir iş yapamadı.
Muaviye öldükten sonra, oğlu Yezit hilafet makamını işkal etti. Korkunç emevî egemenliği gücünün zirvesinde olmasına karşın; Yezit, başına buyruk tavırlarından dolayı babasının yaptığı gibi dindarlık ve maneviyat gösterisinde bulunamadı. Hatta İslam’ın mukaddesatıyla açıkça alay etmeye başladı.
Bu çirkin metot, imam Hüseyin’e (Aleyhisselam) muhalefet yapıp hak ve adalet yolunda kıyam etmesi için güzel bir fırsat tanımıştı. Emevilerin korkunç kudreti karşısında mücadele etmek, kendisinin ve ailesinin yenilmesine neden olmasına karşın; mazlum bir şekilde hak ve adalet uğrunda şehit olması, İslam dininde yeni bir çırağ yakıp taze gönülleri kendisine bağlamasını bildi.
İmam Hüseyin (Aleyhisselam) fırsattan yararlanıp Yezit’e biat etmedi. Bir süre Allah’ın evine sığındıktan sonra kıyam etti. Kerbela’da Yezit’in ordusuyla yaptığı savaşta (yaklaşık yüz kişi olan ve aralarında birkaç aylık bebek, beş yaşında, on bir yaşında ve on üç yaşında çocuklarında bulunduğu) evlatları, kardeşleri, akrabaları ve dostları ile birlikte şehit oldu.
Yezit’in ordusu, imam Hüseyin (Aleyhisselam) şehit olduktan sonra malını yağmaladılar. Aralarında Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) kızı Zeyneb-i Kübra, imam Hasan’ın kızları, imam Hüseyin’in kızları, imam Seccad ve dört yaşlarında olan imam Muhammed Bakır’ın da bulunduğu ailesini esir alıp şehitlerin başlarıyla birlikte Kerbela’dan Kufe’ye ve Kufe’den de Şam’a Yezit’in önüne götürdüler. Şehitlerin başsız paramparça olmuş bedenleri üç gün yerin üstünde kaldı. Nihayet etraftaki insanlardan oluşan bir grup toplanın onları toprağa verdiler.
Bu can yakıcı korkunç olay, peygamber Ehli Beytinin hedefi ile emevî soyunun ve dostlarının amaçlarının arasını ayırıp hakkı ve batılı gün yüzüne çıkardı.
Bu olay kısa bir süre içinde İslamî toplumun her yerine yayıldı. Birçok kanlı kıyamların ortaya çıkmasına neden oldu. Nihayet bu ayaklanmalar on yıl sürdü ve emeviler saltanatının yıkılmasının aslî etkenlerinden biri oldu.
Bu olayın en belirgin eseri, Ali b. Ebi Talip’in (Aleyhisselam) velayetini kalplerine yazan, risalet ailesinin sevgisini şiarları karar kılan ve günden güne sayılarını artırıp güçlerine güç katan birçok insanın yetişmesidir. Nitekim bu gün dünyanın çeşitli ülkelerinde Şii adıyla yaklaşık iki yüz elli milyon Müslüman yaşamaktadır.
İmam Seccad (Aleyhisselam)
İmam Seccad’ın (Aleyhisselam) kendi imameti döneminde uyguladığı metot, hidayet imamlarının genel metotlarıyla uyum içinde olan iki farklı kısma ayrılmaktadır. Çünkü imam Seccad (Aleyhisselam) elim Kerbala faciasında değerli babasıyla birlikte idi ve Hüseynî kıyama o da katılmıştı. Babasının şahadetinden sonra esir alınarak Kerbela’dan Kufe’ye ve Kufe’den de Şam’a götürüldü. Esirlik süresi içinde kesinlikle takiye yapmamıştır. Korkusuzca hakkı ve hakikati açıklamıştır. Koşullar uygun oldu zaman hutbeler ve sohbetler vesilesiyle risalet ailesinin hakkaniyetini ve iftiharlarını, herkese hatırlatıyordu. Değerli babasının mazlumca öldürülüşünü ve emevî oğullarının zalimliklerini gün yüzüne çıkarıp insanların duygularını harekete geçirmeye çalıştı.
Ancak esirlik bitip Medine’ye geri döndükten ve askerî ortamın huzur ortamına dönüşmesinden sonra evine kapandı. Evinin kapısını yabancıların yüzlerine kapadı. Allah’a ibadet etmekle meşgul olup, gürültüsüz bir şekilde hak ve hakikat taraftarı olan kişileri yetiştirmeye başladı.
İmam Seccad (Aleyhisselam) otuz beş yıllık imameti döneminde direkt veya dolaylı olarak birçok kişiyi yetiştirip İslamî ilimleri kalplerine yazmıştır.
İmam Seccad’ın (Aleyhisselam) yalnızca ibadet mihraplarında ilahî lehçe ile yaptığı ve kendileri vesilesiyle yüce Allah’a içini döktüğü dualar, yüce İslamî maariflerin büyük bir kısmını içinde bulundurmaktadır. Bu dualar bir kitap içinde toplanıp Sahife-i Seccadiye adıyla meşhur olmuştur.
İmam Muhammed Bakır (Aleyhisselam)
İmam Muhammed Bakır’ın (Aleyhisselam) imameti döneminde İslamî ilimleri yaymak için yeteri miktarda alt yapı oluşmuştu. Zira Emevilerin baskısından dolayı fıkıhla ilgili olan Ehli Beyt hadisleri yok olup gitmişti. Halbuki yalnızca ahkam için birlerce hadis gerekli idi. Hatta Peygamber Efendimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) sahabe vesilesiyle nakledilen rivayetlerden de beş yüzden başkası kalmamıştı.
Kısaca o günlerde elim Kerbala faciasından ve imam Seccad’ın (Aleyhisselam) otuz beş yıllık telaşından dolayı, Şiî birçok grup oluşmuştu; ancak fıkıhla ilgili İslamî bilgilerden yoksun idiler.
Emevî saltanatı iç karışıklıklardan ve devlet adamlarının rahatlığa düşkün olmalarından dolayı zayıflayıp bünyesinde (kadrolarında) durgunluk izleri görülmeye başlayınca, beşinci imam fırsattan yararlanarak fıkıhla ilgili İslamî bilgileri ve Ehli Beyt ilimlerini yaymaya başladı. Nihayet mektebinde birçok alim yetiştirip toplumun içine göndermiştir.
İmam Cafer Sadık (Aleyhisselam)
Altıncı imam (Aleyhisselam) zamanında İslamî ilimleri yaymak için çok müsait bir ortam oluşmuştu. Zira bir taraftan imam Muhammed Bakır’ın (Aleyhisselam) hadislerinin yayılmasından ve onun mektebinde yetişen kişilerin tebliğlerinden dolayı, insanlar İslamî maariflere ve Ehli Beyt ilimlerine olan gereksinimlerini daha çok hissederek hadis öğrenmek için daha çok susamaya başladılar. Öte taraftan Emevî saltanatı yıkılmış ve Abbasî saltanatı henüz yerleşmemişti. Abbasiler, hedeflerine ulaşıp Emevî hükümetini yıkmak için Ehli Beyte yapılan zulümleri ve Kerbala şehitlerinin kanlarını kullanarak, onlara düşman olmadıklarını göstermeye çalışıyorlardı.
İmam Sadık (Aleyhisselam) çeşitli ilimleri yaymaya başladı. Alimler ve bilginler her taraftan grup grup evine akın etmeye başlayıp huzuruna ilim öğrenmeye geldiler. ahlak, peygamberler tarihi, dinler tarihi, hikmet v.b. gibi İslamî ilimlerin birçok dalı hakkında sorular yönelttiler ve cevaplar aldılar.
İmam Sadık (Aleyhisselam) çeşitli sınıflarla farklı söyleşiler yaptı. Çeşitli dinler ve mezheplerle farklı münazaralar gerçekleştirdi. Çeşitli ilimler konusunda birçok öğrenci yetiştirdi. İmam Sadık’ın (Aleyhisselam) hadis-leri ve ilmî açıklamaları hususunda “Usul” adında yüzlerce kitap yazıl-mıştır.
Peygamber Ehli Beytinin metodunu izleyen Şiiler, imam Sadık’ın (Aleyhisselam) bereketiyle dinî meselelerini ve hedeflerini belirsizlikten uzaklaştırdılar. Mezheplerinin bilinmeyen yönlerini onun şifa verici beyanlarıyla çözdüler. Bundan dolayı Ehli Beyt mezhebi olan şia mezhebi, insanlar arasında “Caferî Mezhebi” olarak meşhur oldu.
İmam Musa Kazım (Aleyhisselam)
Abbasiler, Emevî hükümetini yıktıktan sonra hilafeti ele geçirip Fatıma’nın (Aleyhisselam) evlatlarına yöneldiler ve bütün güçleriyle risalet soyunu yok etmeye çalıştılar. Bazıların boynunu kestiler. Bazılarını diri diri mezara gömdüler. Bazılarını yeni yapılan binaların temellerinin ve duvarlarının arasına koydular. Altıncı imamın (Aleyhisselam) evini yaktılar. Birkaç defa onu Irak’a çağırdılar.
Böylece altıncı imamın ömrünün sonlarında takiye yapmak artmıştı. İmam Kazım (Aleyhisselam) sürekli göz altında bulundurulduğu için özel dostlarından başka hiçbir kimseyi kabul etmiyordu. Nihayet Abbasilerin ikinci halifesi Mansur tarafından zehirletilip şehit oldu. Bundan dolayı imam Musa Kazım’ın (Aleyhisselam) imamet dönemi muhaliflerin şiddetli baskısı altında geçmiştir.
İmam Kazım (Aleyhisselam) zor şartlar altında takiye yaparak İslamî ilimleri yaymaya çalıştı. Şiilerin yararlanabilecekleri birçok hadis bırakmıştır. Nitekim şöyle söylemek mümkündür: “Beşinci ve altıncı imamdan sonra, imam Kazım’dan (Aleyhisselam) fıkıh hakkında nakledilen hadisler öteki imamlardan daha çoktur.” Takiye şartlarının ağır olmasından dolayı ondan nakledilen rivayetlerde onun adının yerine “Alim”, “Salih kul” v.b. gibi isimler kullanılmış ve adı açık bir şekilde yazılmamıştır.
İmam Musa Kazım (Aleyhisselam) Mansur, Hadi, Mehdi ve Harun olmak üzere dört Abbasi halifesiyle aynı dönemde yaşamıştır. Sürekli onların baskısına maruz kalmıştır. Nihayet Harun’un emriyle hapse atıldı. Yıllarca bir zindandan başka bir zindana nakledildi. Sonunda da zindanda zehirlenip şehit oldu.
Dipnotlar
-------------------------------------
1-Mekke ve Medine arasında kuyuları olan bir vadi adıdır.
2-Zuha: 6-8
3-Ankebut: 48
4-Bakara: 23
5-Al-i İmran: 64
6-Araf: 157-158
7-Nisa: 165
8-Kafi: 7/424, h. 6 ve Şerhi Nehcul Belağa: İbni Ebil Hadid, 1/18
9-Bihar-ul Envar: 16/307
10-Meşhur kimyacı Cabir b. Hayyam onun öğrencilerinden biridir.
2
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR ÜÇÜNCÜ CİLT

İmam Ali Rıza (Aleyhisselam)
Yaşanan durumlar üzerinde düşünmek geniş ufuklu her insan için şu sonucu ortaya çıkarmaktadır: Zamanın halifeleri ve Ehli Beyt düşmanları, hidayet imanlarına (Aleyhimusselam) zulüm ederek yok etme (öldürme) konusunda ne kadar çabaladılarsa ve onların taraftarlarına ne kadar baskı yaptılarsa, dostlarının sayısı günden güne artmıştır. İmanları daha da güçlenmiştir. Hilafet kurumu onların gözüne çirkeflik olarak yansımıştır.
Bu konu, zamanın halifelerinin imanlara (Aleyhisselam) eziyet etmelerine neden olan ruhsal bir sorundu. Hakikatte bu durum onları (halifeleri) aciz düşürüp çaresiz bir hale getirmişti.
İmam Rıza (Aleyhisselam) ile çağdaş olan yedinci Abbasi halifesi Memun, kardeşi Emin’i öldürdükten sonra hilafeti eline geçirdi. Sonra kendisini rahatsız eden ruhsal sorunlarını ve endişelerini çözmek için Şiilik meydanını zulüm ve baskı yolu dışında bir yolla ele geçirmeyi düşünmeye başladı.
Bu hedefi eyleme geçirmek için seçtiği siyaset şu idi: Veliahtlığını imam Rıza’ya (Aleyhisselam) vererek, hilafetin bozuk sisteminin içine girmesiyle adını Şiilerin gözünde kirletecek ve onların imam Rıza’nın (Aleyhisselam) masum oluşu hakkındaki inançlarını akıllarından çıkaracaktır. Böylece şia mezhebinin temeli olan imamet makamı için hiçbir üstünlük kalmayacak, dolayısıyla şia mezhebi kendiliğinden parçalanıp yok olacaktır.
Bu siyaseti uygulamak şu şekilde bir başarıyı daha sağlayacaktı: Abbasi hilafetini yıkmak için ayaklanan Fatımiler’in kıyamlarının önünü kesecektir. Çünkü Fatımiler hilafetin kendilerine geri döneceğine inandıkları için kanlı kıyamlardan sakınacaklardır. Kuşkusuz bu hedef eyleme döküldükten sonra imam Rıza’yı (Aleyhisselam) öldürmenin hiçbir sakıncası kalmayacaktır.
Memun, ilk olarak hilafeti sonra da veliahtlığı kabul etmesi için davet etti. Tekit, ısrar ve tehditten sonra imam Rıza (Aleyhisselam) veliahtlığı azletme, atama ve öteki devlet işlerine karışmaktan muaf tutulması koşuluyla kabul etti.
İmam Rıza (Aleyhisselam) böyle bir ortamda insanları doğru yola iletmeye çalıştı. Elinden geldiği kadar mezhep ve din liderleriyle münazaralarda bulundu. İslamî maarifler ve dinî hakikatler hususunda çok değerli açıklamalar yaptı. Memun’un da dinî tartışmalara karşı çok aşırı bir ilgisi vardı. İmam Rıza’dan (Aleyhisselam) İslamî ilimlerin esasları hakkında nakledilen açıklamalar, çokluk bakımından, Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) açıklamaları gibidir ve bu konuda öteki imamlardan ulaşan rivayetlerden daha çoktur.
İmam Rıza’nın (Aleyhisselam) bereketlerinden biri de şudur: Babalarından nakledilerek Şiilerin ellerine ulaşmış olan rivayetler ona sunuldu. Onun işaretiyle, kirli ellerin Ehli Beyt rivayetleri arasına kattıkları uydurulmuş rivayetler belirlenip terk edildi.
İmam Rıza (Aleyhisselam) veliaht unvanıyla Medine’den Merv’e (Meşhed’e) doğru yapmış olduğu yolculuk esnasında özellikle İranlı insanlar arasında çok şaşırtıcı bir coşku meydana getirdi. Her taraftan gruplar halinde onu ziyaret etmek maksadıyla huzuruna geliyorlardı. Gece gündüz kelebekler gibi etrafında dönüp dinî maarifleri ve ahkâmları öğreniyorlardı.
Memun, halkın imam Rıza’ya (Aleyhisselam) karşı gösterdiği şaşırtıcı ilgiden dolayı siyasetinin yanlış olduğunu anladı. Siyasî yenilgisini düzeltmek amacıyla imam Rıza’yı (Aleyhisselam) zehirleyip şehit etti. Ondan sonra halifeler, Ehli Beyte ve onların taraftarlarına karşı eski siyasetlerini uygulamaya devam ettiler.
İmam Muhammed Takî(Aleyhisselam),İmam Ali Nakî(Aleyhisselam) ve İmam Hasan Askerî (Aleyhisselam)
Bu üç değerli imamın yaşantıları birbirlerinin yaşantılarına benziyordu. Memun, imam Rıza’nın (Aleyhisselam) şahadetinden sonra onun oğlu olan imam Muhammed Takî’yi (Aleyhisselam) Bağdat’a çağırdı. Sevgi ve muhabbet gösterisinde bulundu. Kızıyla evlendirip saygı göstererek yanında kalmasını sağladı.
Bu davranış, dostça görünmekteydi; ancak Memun bu siyaset sayesinde imamı (Aleyhisselam) her yönüyle gözaltına almayı başarmıştı.
İmam Ali Nakî’nin (Aleyhisselam) ve imam Hasan Askerî’nin (Aleyhisselam) imametleri döneminde başkent olan Samerra’da ikamet etmeleri, aslında gözaltı unvanına sahipti.
Bu üç imamın imamet süreleri toplam elli yedi yıldır. O dönemlerde İran, Irak ve Suriye’de yaşayan Şiiler yaklaşık yüz bin kişi idiler. Aralarında binlerce hadisçi bulunmaktaydı. Buna rağmen, bu üç imamdan nakledilen hadis çok azdır. Bu üç imamın ömürleri de kısa sürmüştür. Dokuzuncu imam yirmi beş yaşında, onuncu imam kırk yaşında ve on birinci imam yirmi yedi yaşında iken şehit olmuşlardır.
Bu konuların hepsi şuna tanıklık etmektedir: Onların zamanında düşmanların kontrolleri ve denetimleri çok şiddetli idi. Bu üç imamdan dinin esasları ve füru’ları hakkında değeri biçilmez birçok rivayet nakledilmesine karşın; görevlerini özgür bir şekilde yapamamışlardır.
Zamanın İmamı Mehdi Mevut (Aleyhisselam)
Hilafet sistemi, imam Hasan Askerî (Aleyhisselam) zamanında onun vasisini yok etmeye karar vererek imamet meselesini ve şia mezhebini sona erdirmek istiyordu. İmam Hasan Askerî (Aleyhisselam) öteki konulara ilave olarak, bu konu hakkında da gözaltında tutuluyordu.
Bundan dolayı zamanın imamının (Aleyhisselam) doğumu gizli olmuştur. Altı yaşına kadar babası hayatta idi ve onu insanların gözlerinden gizliyordu. Özel Şiilerden başka hiçbir kimse onu görmüyordu.
İmam Mehdi (Aleyhisselam) , babasının şahadetinden sonra Allah’ın emriyle kısa süreli gizlilik dönemini seçti. Arka arkaya naiplik görevine ulaşan dört naip vasıtasıyla dostlarının sorularına cevap verip sorunlarını çözdü.
İmam Mehdi (Aleyhisselam) ondan sonra uzun süreli gizlilik dönemini seçti. Nihayet Allah’ın emriyle ortaya çıkıp, yeryüzünü zulümle dolduktan sonra adaletle dolduracaktır.
Peygamber Efendimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve hidayet imamlarından şahsî özellikleri, gizlilik dönemi ve ortaya çıkışı hakkında Şii ve Sünni mezheplerinin rivayet ettikleri birçok hadis nakledilmiştir.
Şii büyüklerinin birçoğu babası hayatta iken onun huzuruna vararak, benzersiz cemalini görüp değerli babasından imamet müjdesini almışlardır.
Bunlara ilave olarak nübüvvet ve imamet bölümünde şu sonuca ulaşmıştık: İnsanlık âlemi, hiçbir zaman Allah’ın dininden ve onu taşıyıp koruyacak olan imamdan yoksun kalamaz.
MEAD
Kitabın başlangıcında hatırlatıldığı gibi; mead’a (ahirete) iman etmek, mukaddes İslam dininin üzerine kurulu olduğu üç esastan biridir. Yani yüce Allah’ın herkesi öldükten sonra tekrar diriltip, amellerini hesap ederek iyilere sonsuz güzel bir mükafat vereceğine ve kötüleri de davranışlarına uygun olarak cezalandıracağına iman etmek gerekir. İnsanların tekrar dirilecekleri günün adına “Kıyamet” denir.
Mead, Dinler ve Ümmetler
Yüce Allah’a kulluk etmeye davet ederek, insanlara iyiliği emredip onları kötülükten sakındıran dinlerin ve mezheplerin hepsi, insanların öldükten sonra tekrar dirilip yaşayacaklarına inanmaktadırlar. Çünkü hayırseverliliğin, güzel bir mükâfat elde edildiği zaman değer kazanacağı konusunda kuşkulanmamaktadırlar. Söz konusu olan mükâfat ise şu fani dünyada görülmemektedir. Dolayısıyla öldükten sonra başka bir dünyada başka hayat vesilesiyle elde edilecektir.
Bunlara ilave olarak, keşfedilen tarihî mezarlarda ilk çağ insanlarının ölümden sonraki hayata iman ettiklerini ve bundan dolayı inançları gereğince ölünün öteki dünyada huzur içinde yaşaması için bazı törenler düzenlediklerini gösteren izler bulunmuştur.
Kur-ana Göre Mead
Kur-anı kerim yüzlerce ayette meadı insanlara hatırlatıp, hakkındaki her türlü şek ve şüpheyi ret etmektedir. Birçok yerde de basiretin artması ve varlıkların tekrar yaratılmasını olanaksız sanmayı önlemek için, yüce Allah’ın mutlak kudretini insanlara hatırlatmaktadır. Nitekim bir ayette şöyle buyurmaktadır:
أَ وَ لَمْ يَرَ الْانسَنُ أَنَّا خَلَقْنَهُ مِن نُّطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُّبِينٌ وَ ضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَ نَسىِ‏َ خَلْقَهُ قَالَ مَن يُحْىِ الْعِظَمَ وَ هِىَ رَمِيمٌ قُلْ يحُْيِيهَا الَّذِى أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَ هُوَ بِكلُ‏ِّ خَلْقٍ عَلِيم‏
İnsan, bizim kendisini nutfeden (spermden) nasıl yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi? Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” dedi. De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek, O her yaratmayı bilir.”
Bazen insanların düşüncelerini, sonbaharla gelen ölümden sonra ilkbaharın gelişiyle yeryüzünün dirilişine yönlendirerek Allah’ın kudretini hatırlatmaktadır. Nitekim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
وَ مِنْ ءَايَتِهِ أَنَّكَ تَرَى الْأَرْضَ خَشِعَةً فَإِذَا أَنزَلْنَا عَلَيهَْا الْمَاءَ اهْتزََّتْ وَ رَبَتْ إِنَّ الَّذِى أَحْيَاهَا لَمُحْىِ الْمَوْتىَ إِنَّهُ عَلىَ‏ كلُ‏ِّ شىَ‏ْءٍ قَدِير
Onun ayetlerinden biri de (şudur): Sen, toprağı boynu bükük görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten (Allah) kuşkusuz ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir.
Bazen aklî delillere dayanarak, bu hakikatleri itiraf etmesi için insanın Allah vergisi fıtratını uyandırmaktadır. Nitekim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
وَ مَا خَلَقْنَا السَّمَاءَ وَ الْأَرْضَ وَ مَا بَيْنهَُمَا بَطِلًا ذَلِكَ ظَنُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ كَفَرُواْ مِنَ النَّارِ أَمْ نجَْعَلُ الَّذِينَ ءَامَنُواْ وَ عَمِلُواْ الصَّلِحَتِ كاَلْمُفْسِدِينَ فىِ الْأَرْضِ أَمْ نجَْعَلُ الْمُتَّقِينَ كاَلْفُجَّار
Göğü, yeri ve iki arasında olan şeyleri boş yere yaratmadık. Bu inkar edenlerin zannıdır. Ateşten (kendilerine gelecek olan azaptan dolayı) vay o kafirlerin hallerine! Yoksa biz iman edip iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa takva sahiplerini yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?
Çünkü şu fani dünyada hayırsever ve çirkin davranışlı kişi amellerinin karşılıklarına tam anlamıyla ulaşamamaktadırlar. Eğer kendisinde iki grubunda amellerine uygun olarak ödüllerine kavuşacakları başka bir dünya olmazsa, Allah’ın katında her iki grup eşit olacaklardır. Bu sonuç ise ilahî adalete aykırıdır.
ÖLÜMDEN KIYAMETE KADAR
Ölen Şey Ruh Değil; Bedendir
İslam’a göre; insan beden ve ruhtan yaratılmış bir varlıktır.
İnsan bedeni, yasalara mahkum olan madde bileşenlerinden oluşmuştur. Yani hacmi ve ağırlığı vardır. Zaman ve mekanda yaşar. Soğuk, sıcak v.b. gibi şeylerden etkilenir. Yavaş yavaş yaşlanıp (ölür ve) çürür. Nitekim bir gün yüce Allah’ın emriyle var olup, bir günde parçalanıp yok olmaktadır.
Ancak ruh, maddî olmamakla birlikte söz konusu olan maddî özelliklerin hiçbirine de sahip değildir. İlim, duygu, düşünce, irade, sevgi, kin, sevinç, üzüntü, korku, ümit v.b. gibi öteki sıfatlar ruhun özelliklerindendir. Ruh, adı geçen maddî özelliklere nasıl sahip değilse; ruhun sıfatları da bu tür özelliklere sahip değildirler. Kalp, beyin v.b. gibi bedenin öteki organların çalışmaları, ruhun ve ruhî sıfatların egemenliği altındadırlar. Beden organlarından herhangi birini, egemenlik (yönetim) merkezi unvanıyla belirlemek olanaksızdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ لَقَدْ خَلَقْنَا الْانسَنَ مِن سُلَلَةٍ مِّن طِينٍ ثمُ‏َّ جَعَلْنَهُ نُطْفَةً فىِ قَرَارٍ مَّكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَمًا فَكَسَوْنَا الْعِظَمَ لحَْمًا ثُمَّ أَنشَأْنَهُ خَلْقًا ءَاخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الخَْلِقِين‏
Andolsun biz insanı çamurdan olan bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperm) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alakaya (embriyoya) çevirdik. Alakayı bir çiğnemlik ete çevirdik. Bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik. Kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla daha yarattık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir.
İslam’a Göre Ölümün Anlamı
İslam’a göre ölümün anlamı, insanın hiç olup yok olması manasına gelmez. İslam’a göre ölümün anlamı şudur: Ebedî olan insan ruhu, beden ile olan alakasını keserek beden yok olmakta ve ruh bedensiz bir şekilde hayatını sürdürmektedir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ قَالُواْ أَ ءِذَا ضَلَلْنَا فىِ الْأَرْضِ أَ ءِنَّا لَفِى خَلْقٍ جَدِيدِ بَلْ هُم بِلِقَاءِ رَبهِِّمْ كَفِرُونَ قُلْ يَتَوَفَّئكُم مَّلَكُ الْمَوْتِ الَّذِى وُكلّ‏َِ بِكُمْ ثُمَّ إِلىَ‏ رَبِّكُمْ تُرْجَعُون‏
“Biz yerde (toprağa karışıp) kaybolduktan sonra, yeni bir yaratılış içinde mi olacağız?” dediler. Doğrusu onlar rableriyle buluşmayı inkar edenlerdir. De ki: “Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, canınızı alır, sonra rabbinize döndürüleceksiniz.”
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmaktadır:
Sizler yok olmayacaksınız; yalnızca bir evden başka bir eve göçeceksiniz.
Berzah
İslam’a göre, insan öldükten sonra özel bir şekil üzere yaşamaktadır. Eğer hayırsever bir insan ise mutluluk içinde nimetlerden yararlanacaktır ve eğer kötü amelli bir insan ise azap görecektir. Kıyamet kurulduğu zaman ise bütün insanlar genel hesap için hazır olacaklardır.
İnsanın öldükten sonra kıyamete kadar yaşayacağı aleme “Berzah” denir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ مِن وَرَائهِم بَرْزَخٌ إِلىَ‏ يَوْمِ يُبْعَثُون‏
Önlerinde tekrar dirilecekleri kıyamet gününe kadar bir berzah vardır.
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ لَا تحَْسَبنَ‏َّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فىِ سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَتَا بَلْ أَحْيَاءٌ عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُون‏
Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma. Hayır, (onlar) diridirler, rableri katında rızıklanmaktadırlar.
İKİNCİ KISIM AHLAK
ÇALIŞMANIN FARZ OLUŞU VE MESLEĞİN ÖNEMİ
Çalışmak ve faaliyet göstermek, varlık alemindeki yasalarının kendisi üzerine kurulduğu ve varlıkların hayat garantisi olan temel yapıdır.
Yüce Allah, yaratıklarını kendilerine özgü durumlarına uygun bir şekilde, kendilerini çalıştırmak vesilesiyle yararlar kazanıp zararları da def etmeleri için bazı araçlarla donatmıştır.
Varlık aleminin en şaşırtıcı ve en karışık portresi olan insanın gündelik ihtiyaçları öteki varlıklardan daha çoktur. Bundan dolayı sayısız olan şahsî ihtiyaçlarını karşılaması ve doğal olarak bir aile düzeni kurup ayakta tutabilmesi için daha çok çalışmak zorundadır.
Bu bakımdan fıtrî ve sosyal bir din olan İslam çalışmayı ve faaliyet göstermeyi farz kılmıştır. İşsiz güçsüz bir şekilde oturan kişilere ise değer vermemektedir.
İslam’da bireyler zevklerine uygun bir şekilde, yüce Allah’ın insanların düşüncelerini kendilerine doğru yönelttiği sanatlardan (mesleklerden) birini seçip, onun vesilesiyle rızkını temin etmelidir. Toplumsal olan yüklerden birini omzuna alıp, insanların huzuru için ağırlıklarını hafifletmeye çalışmalıdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ أَن لَّيْسَ لِلْانسَنِ إِلَّا مَا سَعَى‏
İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.
Bu bakımdan tembellikten dolayı işsiz güçsüz oturmak şiddetle yasaklanmıştır.
İşsizliğin Zararları
Bir önceki açıklamalardan aydınlığa kavuştuğu gibi; çalışmak, varlık âleminin insanın önüne mutlu bir hayata ulaşması için koyduğu dosdoğru bir yoldur. Kuşkusuz söz konusu olan fıtrat ve yaratılış yolundan az da olsa sapmak, insanın zararından başka bir şeyle sonuçlanmayacaktır. Bundan dolayı hayat kanunlarının kendisi üzerine kurulu olduğu bir konudan sapmak, dünya ve ahiret bedbahtlığından başka bir şey değildir.
Bu bakımdan yedinci imam (Aleyhisselam) şöyle buyurmaktadır:
Çalışma konusunda tembellik gösterme. Aksi takdirde hem dünyayı hem de ahireti kaybedersin.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) işsiz güçsüz bir şekilde oturmayı huy edinip, yaşam ağırlıklarını başkalarının omuzlarına yükleyen kişilere lanet etmiştir.
Günümüzde bu konu ruhsal ve toplumsal testler sonucunda şöyle aydınlığa kavuşmuştur: Toplumsal bozuklukların büyük bir kısmı işsizlikten kaynaklanmaktadır. İşsizlik, ekonomi çarkını ve toplumun kültürünü durgun bir hale getirip ahlakî bozulmaları ve boş şeylerle uğraşmayı yaygınlaştırmaktadır.
Çiftçilik ve Yararları
Kendisi vasıtasıyla toplumun yiyecek maddelerinin hazırlandığı çiftçilik, sahip olduğu önemden dolayı mesleklerin en beğenilenlerinden biridir. Bu bakımdan İslam dininde bu mesleği edinme konusunda birçok tekitlerde bulunulmuştur.
Altıncı imam (Aleyhisselam) şöyle buyurmaktadır:
Kıyamet günü, çiftçilik makamı bütün makamlardan daha üstün olacaktır.
Beşinci imam (Aleyhisselam) şöyle buyurmaktadır:
Hiçbir iş, çiftçilikten daha güzel ve yararı daha geniş değildir. Çünkü iyi amel işleyenler ve kötü amel işleyenler, otçul hayvanlar ve sürüngenler ondan yararlanıp hal diliyle çiftçiye dua etmektedirler.
Kendine Güvenmek
İtikatlar bölümünde defalarca hatırlatıldığı gibi İslam’ın genel programı şudur: İnsan, bir olan Allah’tan başka hiçbir kimseye tapmamalıdır. Âlemlerin rabbi olan Allah’tan başka hiçbir varlık karşı-sında boyun eğip saygı göstermemelidir.
Her şey ama her şey, yüce Allah’ın yaratıp yetiştirdiği varlıklardır ve yalnızca onun rızkını yemektedirler. Allah’a dönen (takvayla yapılan ameller) dışında hiçbir kimsenin başka bir kimseye karşı öncelik hakkı yoktur.
Müslüman olan her insan kendi nefsine güvenmek zorundadır. Yüce Allah’ın kendisine verdiği bağımsızlıktan yararlanmalıdır. Kendisine sunulan araçları harekete geçirerek hayat yolunu aşmalıdır. Başkalarına ümit bağlayıp, Allah için her gün yeni bir ortak karar kılmamalı ve yeni bir put yontmamalıdır.
Hizmetçi olan bir kişi, işverenin değil; kendisinin ekmeğini yediğini bilmelidir. İşçi olan bir kişi, patronunun verdiği bahşişi değil; el emeğinin ürününü yediğini bilmelidir. Her işçi, reisin veya bağlı olduğu dairenin ya da devletin yahut toplumun hediyesini değil; yaptığı işin karşılığını aldığına iman etmelidir. Özgür bir insan, Allah’tan başka hiçbir kimseye ümit bağlamamalı ve boyun eğmemelidir. Aksi takdirde puta tapanların görünürde sahip oldukları şirke ve çirkinliğe, içinde gizli bir şekilde sahiplenecektir.
Başkalarına Güvenerek Yaşamanın Zararları
Başkalarına güvenerek yaşamak, yani başkalarının desteğine ümit bağlayarak hayat sürdürmek, aslında insanlık iftiharını, bağımsızlık ve özgürlük şerefini yitirmek demektir. Alçaklıktan ve rezillikten kaynaklanan toplumsal bozuklukların hepsi bundan dolayı ortaya çıkmaktadır. Başkalarına ümit besleyen bir kimse, gözünü sağa sola diker. Hakikatte iradesini ve aklını bu yolda satıyor demektir. Dolayısıyla yaltaklık yapması gerekecektir. Hak veya batıl, iyi veya kötü, ne isterlerse ya da neyi söylerlerse yapmak zorundadır. Her türlü haysiyetsizlik ve namussuzluğa boyun eğmek zorunda kalacaktır. Düş-manlara yağcılık yapacaktır. Her türlü zulüm ve siteme razı olacaktır. Netice olarak her türlü insanî yasayı ve sınırı hiçe sayacaktır.
Zor durumda kalınmadığı sürece istemek (dilenmek) İslam dininde haram kılınmıştır. İslamî kanunlardan biri olan fakirlere malî yardımda bulunmak, yalnızca maaşları giderlerini karşılamayan veya çalışma özürlü olan fakirleri kapsamaktadır.
Ölçü ve Tartıda Hile Yapmak
İslam’a göre; ölçü ve tartıda hile yapmak büyük günahlardan biridir. Yüce Allah kelamında bu işi yapanları kınayıp tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
وَيْلٌ لِّلْمُطَفِّفِينَ الَّذِينَ إِذَا اكْتَالُواْ عَلىَ النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ وَ إِذَا كاَلُوهُمْ أَو وَّزَنُوهُمْ يخُْسِرُونَ أَ لَا يَظُنُّ أُوْلَئكَ أَنهَُّم مَّبْعُوثُونَ لِيَوْمٍ عَظِيم‏
Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey aldıklara zaman ölçüyü tam yaparlar. Kendileri onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik yaparlar. Onlar, tekrar dirileceklerine inanmıyorlar mı? Büyük bir gün için.
Ölçü ve tartıda hile yapan bir kimse, insanlara zulüm etmesine ilave olarak, mallarını da hırsızlık yoluyla çalıyor demektir. Böyle bir kimse, insanların güvenini kaybederek yavaş yavaş müşterilerini ve sermayesini kaybedecektir.
Zulüm ve Sitem
Yüce Allah ilahî kelamında yüzlerce defa zulmü anarak, vahşi hayvanların huyu olan bu çirkin sıfatı kötülemiştir. Toplum yüz on dört olan Kur-anı kerim surelerinin üçte ikilik bölümünde zulüm hakkında ayetler bulunmaktadır.
Fıtratı vesilesiyle zulmün çirkinliğini anlamayan veya zulümden dolayı toplumun bünyesine değen acı musibetleri, dökülen kanları, yıkılan evleri az veya çok bilmeyen bir kimse bulmak olanaksızdır.
Sahih deneyimlerle elde edilen verilere göre, zulüm sarayı ne kadar sağlam olursa olsun ayakta duramayıp er veya geç zalimlerin başlarına yıkılmaktadır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللَّهَ لَا يهَْدِى الْقَوْمَ الظَّلِمِين‏
Kuşkusuz Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
Allah’ın veli kulları şöyle buyurmuşlardır:
Bir saltanat küfür vesilesiyle ayakta kalır; ancak zulüm vasıtasıyla kalmaz.
İnsanlara Eziyet Edip Fitne Çıkarmak
Bu iki sıfat birbirlerine çok yakındırlar. Çünkü küfür etmek v.b. gibi rahatsız edici sözler vasıtasıyla başkalarına zulüm etmeye veya (vurmak v.b. gibi) el hareketleri vasıtasıyla insanları incitmeye, eziyet etmek denir. İnsanlar için şer icat eden işleri yapmaya ise fitne çıkarmak denir.
Netice olarak, bu iki sıfat, kendilerine ulaşmak için insanlar tarafından toplum oluşturulmasına neden olan ve insanlara emniyetli bir yaşam sağlayan isteklerin karşısında yer almaktadırlar.
Bundan dolayı İslam dini toplumun hayrını her şeyden daha önemli karar kıldığı için bunları (insanlara etmeyi ve fitne çıkarmayı) haram kılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ الَّذِينَ يُؤْذُونَ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَتِ بِغَيرِْ مَا اكْتَسَبُواْ فَقَدِ احْتَمَلُواْ بُهْتَنًا وَ إِثْمًا مُّبِينًا
Mümin erkekleri ve mümin kadınları yapmadıkları bir şeyden dolayı incitenler bir iftira ve açık bir günah yüklenirler.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmaktadır:
Bir Müslüman’ı inciten bir kimse, beni incitmiştir. Beni inciten kimse ise Allah’ı incitmiştir. Böyle bir kimse Tevrat’ta, İncil’de ve Kur-an’da lanetlenmiştir.
Yine şöyle buyurmaktadır:
Bir Müslüman’a sert bir şekilde bakıp onu korkutan bir kimseyi, yüce Allah kıyamet gününde korkutacaktır.
Yalan
İslam dinine göre; yalan, yüce Allah’ın Kur-anı kerimde karşılığında katî azap vaat ettiği büyük günahlardan biridir. Dinde yalanın çirkin bir günah ve kötü bir amel olarak tanıtılmasının yanı sıra, akıla göre de çirkin ve kötü bir davranış olarak değerlendirilmektedir. Böyle çirkin bir davranışın toplum içinde yaygınlaşması, çok kısa bir süre içinde insanların sosyal ilişkilerini sağlayan güven duygusunun yok olmasına neden olur. Böyle bir ilişkinin yok olması demek, insanların şekil olarak toplu görünseler bile birbirlerine karşı duydukları endişeden dolayı yalnız yaşamak zorunda kalacakları anlamı gelir.
Gıybet ve İftira
Başkalarını kötülemeye ve yermeye, eğer hakikati var ise “gıybet” veya “çekiştirmek” denir. Eğer hakikati yok ise “iftira” veya “töhmet” denir.
Kuşkusuz yüce Allah (peygamberler ve imamlar dışındaki) insanları masum yaratmamıştır. Bütün insanlar sahip oldukları eksikliklerden dolayı yanlış yapmaktadırlar. İnsanların geneli, yüce Allah’ın engin hikmetinden dolayı amellerin üzerine çektiği perde arkasında yaşamaktadırlar. söz konusu olan ilahî perde eksiklerin üzerinden kısa bir süre için kaldırılsa, bütün insanlar birbirlerinden nefret edip kaçmaya başlarlar ve toplumsal kurumları bir anda harap olup yok olur gider.
Bundan dolayı insanların birbirlerine karşı güven duymaları, yaşamlarının zahirde güzel görünmesi ve böylece zahirdeki güzelliğin peyderpey içteki çirkinliği ıslah etmesi için yüce Allah gıybet etmeyi haram kılmıştır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ لَا تجََسَّسُواْ وَ لَا يَغْتَب بَّعْضُكُم بَعْضًا أَ يحُِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ‏
Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirip gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemeyi sever? Ondan tiksindiniz (değil mi?)
İftiranın çirkinliği ve günahı ise, mertebe olarak gıybetten daha şiddetlidir. Akıla göre çirkin oluşu çok açık bir konudur. Yüce Allah kelamında onun kayıtsız şartsız bir şekilde kötü olduğunu açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
إِنَّمَا يَفْترَِى الْكَذِبَ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بَِايَتِ الله‏
Yalanı, yanlızca Allah'ın ayetlerine iman etmeyen kişiler uydururlar.
Rüşvet
Görevli bir kişinin bir iş veya bir hüküm karşılığında para ya da hediye almasına “rüşvet” denir.
İslam dinine göre rüşvet, büyük günahlardan biri olarak sayılmaktadır. Kitap ve sünnet rüşvete bulaşan kişinin dinî sosyal (adalet v.b. gibi) değerlerden mahrum kalıp, yüce Allah’ın azabına çarptırılacağını söylemektedirler.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) rüşvet verene, rüşvet alana ve ikisine aracı olana lanet etmiştir.
Altıncı imam (Aleyhisselam) şöyle buyurmaktadır:
Adalet (yargılama) konusunda rüşvet almak, Allah’ı inkar etmekle eş değerdedir.
Kuşkusuz bütün bu kınamalar, hak bir hüküm veya adilane bir amel karşılığında alınan rüşvet hakkındadır. Hakka karşı olan bir hüküm veya zalimce bir amel karşılığında alınan rüşvetin ise günahı daha büyük ve azabı daha ağır olacaktır.
Hırsızlık
Hırsızlık, toplumun mal güvenliğini tehdit eden çok çirkin ve çok kötü bir iştir. İnsanın hayatı pahasına elde ettiği mal ve servet, gündelik yaşam içinde maddî bakımdan gereksinim duyduğu şeylerin başında gelmektedir. Güvenlik içinde kalarak bütün zararlardan ve saldırılardan korunup topluma katkıda bulunmak ve destek vermek için etrafına duvar çekmektedir. Kuşkusuz böyle bir duvarı yıkmak ve böyle bir sistemi bozmak demek, onu elde etmek için harcanan ömür sermayesini değersiz saymak, insanların çalışmalarının büyük bir kısmına mani olmak ve onların ellerini kesmek anlamına gelir.
Bundan dolayı İslam dini nefret ettirici (hırsızlık yapan kimsenin vicdanı da bu işin hainlik olduğuna tanıklık etmektedir) bu ameli yapan kişiyi cezalandırma konusunda elini (sağ elin dört parmağını) kesmelerini emretmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ السَّارِقُ وَ السَّارِقَةُ فَاقْطَعُواْ أَيْدِيَهُمَا جَزَاءَ بِمَا كَسَبَا نَكَلًا مِّنَ الله‏
Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin.
Son
Hicrî Şemsî Mehrmah - 1342
Milâdî, Ekim Ayı – 1963
Dipnotlar
-------------------------------
1-Hz. Fatıma'nın (sa), dolayısıyla Peygamberimizin (sss) soyundan gelenlere denir.
2-Bihar-ul Envar: c. 52
3-Yasin: 77-79
4-Fussilet: 39
5-Sad: 27-28
6-Müminun: 12-14
7-Secde: 10-11
8-Müminun: 100
9-Al-i İmran: 169
10-Necm: 39
12-Kafi: 5/85, h. 2
13-Kafi: 4/12, h. 9
14-Kafi: 5/261, h. 7
15-Kafi: 5/260, h. 5
16-Mutaffifin: 1-5
17-Enam: 144
18-Emalî: Şeyh Müfit, 310, h. 3
19-Ahzab: 58
20-Bihar-ul Envar: 64/72, h. 40
21-Kafi: 2/368, h. 1
22-Hucurat: 12
23-Nahl: 105
24-Bihar-ul Envar: 101/274, h. 9
25-Bihar-ul Envar: 101/273, h. 3
26-Maide: 38
3