MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER

MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER0%

MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER Yazar:
Grup: USUL-U DİN
Sayfalar: 0

MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER

Yazar: Abdullah TURAN
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 566
İndir: 259

Açıklamalar:

MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER
  • MEADIN ЭMKANINI ЭSPATLAYAN DELЭLLER

  • Tabiatэn Цldьkten Sonra Diriltilme Deliline Yapэlan Эtiraz

  • MEADI GEREKTЭREN DELЭLLER

  • Dipnotlar

  • BERZAH ALEMЭNE GЭRЭЮ

  • Kur'an-э Kerim'de Berzah

  • Hadisler Iюэрэnda Berzah Hayatэ

  • Kabir Suali

  • Kabirde (Berzahta) Nelerden Sorulacaрэz?

  • Kabir aleminde sorguya зekilecek olan guruplar юunlardэr:

  • Kabir Sэkmasэ

  • Kabir Sэkmasэnэn Nedenleri

  • Ders Verici Bir Цykь

  • Dipnotlar

  • Цlen Эзin Yapэlan Hayэrlэ Amel

  • Vehhabi Zihniyetlilerin Эtirazэ

  • Konunun Kitap ve Sьnnetteki Yeri

  • Dipnotlar

  • Kэyamet Alametleri

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 566 / İndir: 259
Boyut Boyut Boyut
MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER

MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER

Yazar:
Türkçe
MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER

MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER
1- İlk Yaratılış Meadın Mümkün Olduğunu Gösterir

Materyalistlerin meadı inkar ederken delil olarak, çürüyüp toz toprak olan insan bedeninin tekrar dirilmesinin akıl almaz, çok uzak bir ihtimal ve hatta imkansız olduğunu ileri sürdüklerini görmüştük.
Kur'an-ı Kerim mantıksal bir ilkeyle onlara cevap veriyor. Şöyle ki, mantık açısından bir şeyin mümkün olmasının en sağlam delili, o şeyin vuku bulmasıdır.
Sonra mantık açısından birbirinin emsali olan şeyler, mümkün ve muhal olmak bakımından aynı hükme tabidirler. Eğer bir şey mümkün olursa, onun misli olan şey de mümkün olur. Bir şey muhal olursa da, onun misli olan şey de muhal olur.
Kur'an-ı Kerim bu ilkeye dayanarak, tekrar diriltme ile ilk diriltme olayının arasında bağlantı kurar. Zira bunlar birbirlerinin emsalidirler. Her ikisi de yaratış, her ikisi de icat etmedir.
Kur'an-ı Kerim, meadı (tekrar diriltmeyi) inkar eden materyalistlere şu cevabı veriyor: "Siz, "çürüyüp toz toprak olan kemikleri tekrar kim diriltecektir?" diyerek, meadın imkansız olduğunu iddia ediyorsunuz. Oysa; eğer tekrar diriltmek imkansız olursa, ilk yaratılış olan, ilk diriltmenin de imkansız olması gerekirdi. Zira bunların her ikisi de yaratılış olup birbirlerinin emsalidirler. Mümkün ve muhal olma açısından aynı hükme tabidirler. Halbuki ilk yaratılışın vuku bulduğunu görmektesiniz. O halde ikinci yaratılış da mümkündür ve onu inkar etmek mantıksızlıktır.
Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim, onların: "Bizi tekrar kim diriltecektir?"(51) sorusuna: "İlk olarak sizi gül goncası gibi açıp yaratan, sizi tekrar diriltecektir" (52) cevabını verir. Yani eğer tekrar diriltmek imkansız olsaydı, ilk yaratılış da imkansız olurdu. Oysa; ilk yaratılışın olduğunu görüyoruz. O halde ikinci yaratılış da imkan dahilindedir.
Allah Teala'nın: "Acaba ilk yaratılış bize zor mu geldi ki (onlar, ikinci yaratılıştan şüphe ediyorlar). Doğrusu onlar, yeni yaratılış konusunda şaşkınlık içindedirler" (53) ayeti de aynı istidlale işaret etmektedir.
Yine, Allah Teala'nın: "Ölümü aranızda Biz taktir ettik; sizi ortadan kaldırıp benzerlerinizi yerinize getirmeyi, sizi bilmediğiniz şekilde var etmeyi dilesek, kimse önümüze geçemez. Andolsun ki, siz ilk yaratılışı bildiniz, yine de düşünmez misiniz?" (54) ayetleri de beşerin dikkatini aynı hususa çekiyor.
Keza; Allah Teala, meadı imkansız görüp inkar edenlerin deliline, Yasin Sûresi'nde değinip, aynı metotla cevap vermiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da: "Çürümüş kemiklere kim hayat verecek?" diyerek, Bize misal vermeye kalkar. De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir." (55)
Bu ayeti kerimede de Allah Teala, insana ilk yaratılışını hatırlatarak; insanın, ikinci yaratılışını da birinci yaratılışına kıyas etmesi gerektiğini ve birinci yaratılışının, ikinci yaratılışının mümkün olduğunu gösterdiğini hatırlatmaktadır.
Hadis kitaplarında bu ayetin nüzul sebebi şöyle açıklanmıştır: "Müşrik olan bir Arap, çürümüş bir kemik parçasını yerden bulup: "İşte bununla Muhammed'le tartışıp, onun öldükten sonra tekrar dirilme haktır, sözünü çürüteceğim" dedi.
Sonra o Arap, Hz. Resulullah'ın yanına gelerek, elinde bulundurduğu o kemiği ufalayıp, Peygamberimizin huzurunda yere dökerek şöyle dedi: "Kim bu çürümüş kemiğin tozlarını tekrar toplayıp insan yapabilir?" İşte bu olaydan sonra yukarıda zikredilen ayet inerek müşriklerin cevabını verdi.
Sonra Allah Teala, insanların mantıklı düşündükleri taktirde, aslında ikinci yaratılışın daha kolay olduğu hükmüne varacaklarını hatırlatarak şöyle buyuruyor: "Yaratmayı başlatan da, sonra onu tekrarlayan da O'dur. Bu (tekrar yaratma), O'nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce örnek O'nundur. O, izzet, kudret ve hikmet sahibidir." (56)
Gerçekten de ikinci yaratmanın birinci yaratmadan daha kolay olması gerekir. Çünkü birinci yaratma, ortada bir madde ve örnek olmaksızın gerçekleşmiştir. İkinci yaratmada ise, hem madde vardır, hem de örnek mevcuttur. O halde ikinci yaratma daha kolaydır. Ancak inkarcılığına bahane arayan materyalist düşünceli insan bunu görmezlikten gelir.
2- Tabiatın Öldükten Sonra Tekrar Dirilmesi Meadın Mümkün Olduğunu Kanıtlıyor

Kur'an-ı Kerim, mead konusunu yadırgayanların dikkatini, her yıl gözleri önünde cereyan eden tabiatın öldükten sonra tekrar canlanması olayına çekerek, meadın mümkün olduğunu kanıtlıyor.
Gerçekten de her sene sonbahar ve kış mevsiminde yemyeşil olan tabiat cansız bir hal alıyor. Ama bahar gelip yağmurlar yağmaya başlayınca, kuruyup cansız olan bu tabiatın birden canlanıp yeşerdiğini görmekteyiz.
Acaba bu, ölerek cansız olan insanın ve diğer canlı varlıkların da ahiret baharında tekrar canlanabileceğine bir örnek teşkil etmez mi?
Çünkü cansız hale gelen bir varlığın tekrar canlanması mümkün olmasaydı, tabiatın da tekrar canlanmaması gerekirdi. Oysa, her sene tabiatın öldükten sonra canlandığına şahid oluyoruz. O halde tabiatta bunu gördüğümüz halde, niçin insan ve diğer canlılar için aynı olayı mümkün görmüyoruz?
Akli ilkelerde istisna olamaz. Eğer canını yitiren bir şeyin tekrar canlanması imkan dışı ise, hiçbir şeyin canını yitirdikten sonra canlanmaması gerekir. Eğer bazı canlılarda bu oluyor ve mümkün ise, o halde her canlı için aynı kural geçerlidir ve her canlı için aynı şey mümkündür. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde insanın dikkatini bu hakikate çekmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "...Yeri de kupkuru sönük olarak görürsün; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yeşertir. Bunlar, yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye yettiğini, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini gösterir." (57)
Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Rahmetinin önünde, müjdeci olarak rüzgarları gönderen Allah'tır. Rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları taşıdığında, onu ölü bir memlekete gönderir, su indirir ve onunla her türlü ürünü yetiştiririz; ölüleri de bunun gibi diriltip, çıkarırız; belki bun­dan ibret alırsınız." (58)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Gökten bereketli bir su indirdik, kullara rızk olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan boylu hurma ağaçları yetiş­tirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir." (59)
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Rüzgarları gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları ölü bir yere sü­rüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir." (60)
Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra O can­landırır. Ey insanlar! İşte siz de böylece diriltileceksiniz." (61)
Görüldüğü üzere, Allah Teala; tabiatın her yıl öldükten sonra tekrar dirilmesini, insanın mead konusu için bir örnek alması ve bundan insanın da öldükten sonra tekrar diriltilmesinin mümkün olduğunu çıkarması gerektiğini vurgulamaktadır.

Tabiatın Öldükten Sonra Diriltilme Deliline Yapılan İtiraz

Ancak burada bazıları şöyle bir itirazda bulunabilirler ki; yer kürenin öldükten sonra diriltilmesi mead ve ahiret yaşantısının mümkün olduğuna delil olamaz.
Zira, sonbahar ve kış mevsiminde ne ağaçlar, ne de yerde bulunan tohumlar gerçekten ölmüyorlar. Sonbahar ve kış mevsiminde olan, sadece ağaçların ve yerde bulunan tohumların bir süre için hayatsal faaliyetlerini tatil etmelerinden ibarettir.
Başka bir deyimle onlar, bir çeşit uyku dönemine girerler. Yoksa, hayatlarını tamamıyla kaybetmiyorlar. Bahar gelip, onların hayati faaliyetlerini başlatmaları için ortam müsait olunca, onlar tekrar çalışmalarını başlatıyor ve biz onların öldükten sonra tekrar canlandığını sanıyoruz. Ama gerçek böyle değildir. O halde mead konusunu tabiatın canlanmasına kıyas etmek doğru değildir.
Cevap: İlk önce; insanın öldüğünde, yok olup gidecek şekilde hayatını tamamıyla kaybettiğine dair hiçbir ilmi kanıt yoktur. Aksine, bütün ilmi kanıtlar insan ruhunun öldükten sonra da hayatını sürdürdüğünü ispatlamaktadır. Zaten bizim inancımız da budur. Nitekim ölümün hakikati bölümünde Ehl-i Beyt İmamları'nın ölümü uzun süreli bir rüyaya benzettiklerini görmüştük. O halde insan, öldükten sonra ruhi hayatını devam ettirmektedir ve hayatını sürdürmekte olan insan ruhu, Allah Teala'nın dilediği bir zamanda tekrar bedensel yaşamına dönebilir. Bu durumda Allah Teala'nın mead konusunu uyku dönemine girmiş olan bitkilerin tekrar canlanmasına benzetmesi yerinde bir benzetmedir.
Sonra; ileride de açıklanacağı üzere, aslında insan ruhu hiçbir zaman bedenini yitirmemektedir. Dünya hayatındayken dünyadaki bedeniyle hayatını sürdürür. Öldüğünde de kıyamet gününe kadar berzah bedeniyle hayatını sürdürür. Kıyamet olunca da kıyamet bedeniyle hayatını sürdürecektir.
Bu üç beden birbirinden ayrı bedenler olmayıp, her biri diğerinin özü ve devamıdır. Aralarındaki farklılık sadece bir bedenin tekamül sürecinden geçerek bulunduğu aleme layık durumu almasıdır.
Nasıl ki, bir insanın ilk dünyaya geldiği sıradaki bedeniyle ömrünün sonundaki bedeni, bir beden olmasıyla birlikte, bulunduğu döneme göre, tekamül sürecinden geçip değişikliklere uğraması, onun ayniyetine bir halel getirmiyorsa, insan bedeninin dünya, berzah ve kıyamet sürecinde geçirdiği tekamül kademeleri de onun ayniyetini bozmamaktadır.
Bu durumda mead, şimdi içinde bulunduğumuz dünya hayatına tekrar dönüş değildir. Aksine mead, dünya ve berzah hayatının sona erip, ahiret hayatının başlamasıdır. Yani mead hayatında, dünya hayatında olan her şey, berzah hayatını aşarak mead hayatına ulaşacaktır.
Bu, bir varlığın tekamül süreçlerini kat etmesi demektir. Bir varlığın yok olduktan sonra tekrar var edilmesi değildir. Dolayısıyla meadı, bitkilerin uyku döneminden sonra tekrar canlanmalarıyla kıyas etmek yerinde bir kıyastır.
Bu durumda bitkilerin uyku dönemi, dünya varlıklarının berzah dönemi yerindedir. Nasıl ki; bitkiler, uyku dönemlerini aştıktan sonra, tekrar canlanma dönemlerine ulaşırlarsa, dünya varlıkları da, berzah dönemini aştıktan sonra, berzah hayatına göre daha canlılık sayılan mead hayatlarına ulaşıyorlar.
İşte bunun içindir ki, Allah Teala, asıl canlılığın ahiret hayatında olduğunu bildirerek; "Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler!" (62) buyurmuştur.
İlaveten; Allah Teala, bu ayetlerde meadı bitkilerin tekrar canlanmasıyla kıyas etmiyor. Allah Teala meada, toprağın tekrar canlanmasını misal getiriyor.
Bilindiği üzere, toprak her türlü hayattan yoksun cansız bir varlıktır. Ama bahar gelip yağmur yağmaya başlayınca, bitki tohumları ve ağaçlar, Allah Teala'nın izniyle bu cansız varlığı canlı varlığa dönüştürür.
İşte Allah Teala bu misali zikretmekle bize, kıyamet günü gelince, berzah aleminde bulunan ruhlarımızın Allah Teala'nın izniyle bu cansız toprak haline dönüşmüş olan bedenlerimizi ahiret alemine uygun canlı varlıklara dönüştüreceğini hatırlatmak istiyor. Dolayısıyla bu mukayese, yerinde bir mukayese olup, yapılan bu itiraz da mesnetsiz bir itirazdan başka bir şey değildir.
Nitekim, Allah Teala'nın, yukarıda değindiğimiz, Rum Sûresi'nin 19. ayetinde ölüden diri, diriden de ölü çıkardığından söz etmesi de, bu hakikate işaret etmektedir. Yani, bizim bedenimiz önceleri cansız bir varlıktı. Allah Teala'nın, zatı itibariyle hayat olan ruhu ona vermesiyle canlılık kazandı. Sonra; Allah Teala'nın ruhu bedenden almasıyla, beden tekrar cansız hale gelir ve kıyamet günü, ruhu tekrar ona döndürmesiyle o, yeniden ahiret yaşamına uygun bir canlılık kazanacaktır.
3- İnsanın Yaratılış Süreci Meadın Mümkün Olduğunu İspatlıyor

Kur'an-ı Kerim, mead konusunda tereddüt edenlerin, yersiz olarak tereddüt ettiklerini ve meadın pekala mümkün bir olay olduğunu göstermek için insanı, kendi yaratılış süreci üzerinde düşünmeye davet ediyor.
Şöyle ki, her gün gözümüz önünde cereyan eden, bir insan veya bir hayvan yavrusunun dünya hayatına ayak basmasına defalarca şahid olduğumuzdan bu olay, bizler için güncel ve önemsiz bir hadise halini almıştır. Oysa, bir canlı yavrunun oluşup dünya hayatına ayak basması olayı, o kadar önemli ve ince bir konudur ki, onun sadece bilinen yönlerini anlatmaya kalkışmak, bilim adamlarının ciltlerce kitap yazmalarını gerektirir.
Küçük bir toprak zerresinden ibaret olan, gözle görülemez küçük bir canlı hücre, anne rahminde kendisi gibi olan başka bir canlı hücreyle birleşir. Sonra, tek hücreli olan bu canlı varlık, akıl almaz bir süratle aldığı cansız besinleri birkaç ay içerisinde milyarlarca canlı hücreler haline getirir. Sanki o karanlık yerde onlarca mühendis, teknisyen, kimyacı, fizikçi ve ressam çalışmaktadır. Nihayet tek hücreli bu varlık, kısa bir süre içerisinde bütün mühendislerin, teknisyenlerin, fizikçilerin, kimyacıların ve ressamların akıllarını hayran bırakan bir varlık olarak belli bir günde karşımıza dikiliverir.
Acaba birkaç gram demir, fosfor, kalsiyum, karbon ve bir miktar su ile böyle akılları hayran bırakan bir varlığın oluşmasını sağlayan ve bunu yapmaya gücü yeten bir varlığın, canlı varlıkları öldükten sonra tekrar diriltmeye gücü yetmez mi?
İşte Kur'an-ı Kerim, bu nükte üzerine el koyarak, küçük bir su damlasını kamil bir insan haline getiren yaratıcının, elbette ki, öldükten sonra bir varlığı tekrar diriltmeye gücünün yeteceğine dikkatleri çekiyor.
Kur'an-ı Kerim, ölen canlı varlıkların kıyamet gününde tekrar diriltilmelerinin bundan ağır ve zor olan bir olay olmadığını vurguluyor ve biz insanlara hitaben: "Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar diriltilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne oldu­ğunuzu size açıklamak için, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da yapısı belli belirsiz bir parça etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en fena za­manına ulaştırılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeri de kupkuru ve sönük olarak görürsün; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman; harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yeşertir. Bunlar, yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye yettiğini, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini gösterir" (63) buyuruyor.
Evet mead olayı, insanın ve diğer canlıların yaratılış sürecinde geçirdikleri evrimlerden daha ağır ve daha zor bir olay değildir. Buna kadir olan, elbette ki, ona da kadirdir. Ancak bunu görmek için, gözün kör olmaması ve bunu kavramak için de aklın selim olması gerekir.
4- İlahi Kudretin Sonsuzluğu Meadın Mümkün Olduğunu Belgeliyor

Kur'an-ı Kerim bazı ayetlerinde; meadı, "Ölüp toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz)? Bu, çok uzak bir dönüştür" (64) diyerek, mümkün görmeyen inkarcılara, Allah Teala'nın sonsuz kudretini hatırlatarak, bunun Allah'ın kudreti karşısında pekala mümkün ve kolay bir iş olduğunu vurguluyor.
Şöyle ki; bazı şeyler, zatları itibarıyla muhal olan şeyler sınıfına girer. Zatı itibarıyla muhal olan şey elbette ki, gerçekleşemez. Zatı itibariyle muhal olan şeyin gerçekleşmemesi, kudret sahiplerinin onun karşısında aciz kaldığından olmayıp, böyle bir şeyin aslında kudret dışı kalmasındandır.
Başka bir deyişle; kudret, her zaman zatı itibarıyla mümkün olan şeye nispet verilir ve onun gerçekleşmesi için yeterli gücün olup olmadığı ölçülür. Zatı itibarıyla imkansız olan şey ise, ilk baştan kudret dışı kabul edilip, onun gerçekleşmesinin imkansız olduğuna hükmedilir. Bu, kudret sahiplerinin ona güçlerinin yetmediğinden veya güçlerinin azlığından değil, o şeyin zatı itibarıyla var olma imkan ve liyakati olmadığındandır.
Bazı şeyler de, zatları itibarıyla mümkün şeyler sınıfına girdiği halde gerçekleşmiyor. Zatı itibarıyla mümkün olduğu halde bir şeyin gerçekleşmemesi; bazen, onun gerçekleşmesi için yeterli gücün olmamasından kaynaklanır. Bazen de, hikmete aykırı olduğu için imkan dahilinde olduğu halde, ilim ve hikmet sahibi bir fail onu gerçekleştirmez.
Örneğin; aya gitmek, zatı itibarıyla mümkün olduğu halde; beşer, eski zamanlarda aya gidecek güce sahip olmadığından bunu gerçekleştiremiyordu. Fakat bu gün, bu güce sahip olduğundan bunu gerçekleştirmiş ve zatı itibarıyla mümkün olan aya gitmek, beşerin bilfiil gücü dahiline girmiştir.
Zatı itibarıyla mümkün olup da, mantık ve hikmete aykırı olduğundan yapılmayan bir işe de, insan eylemlerinden, aklı selim sahibi bir insanın kendi canına kıymamasını misal olarak zikredebiliriz. İnsanın kendi canına kıyması olayı, zatı itibarıyla mümkün olan bir eylemdir. Ancak, hiçbir aklı selim sahibi bunu yapmaz. Çünkü bu, mantık ve hikmete aykırıdır. Buna, tekvin aleminden de bir misal getirmek istersek; insanın gözünün elinin içinde veya ayaklarının altında yaratılmamasını, örnek olarak zikredebiliriz. Allah Teala'nın hilkatinde, böyle hikmet ve mantığa aykırı bir yaratık bulunmamaktadır. "O, öyle bir Allah'tır ki, yedi göğü ahenkli ve uygun olarak yedi kat halinde yaratmıştır. Rahman'ın yaratmasında, uygun olmayan hiçbir şey bulamazsın. Gözünü çevir de bir bak! Bir delik (kusur, eksiklik) bulabilecek misin? Sonra tekrar tekrar bak! O göz sana yorgun ve bitkin olarak dönecektir (bir kusur bulamayacaktır)." (65)
Mead olayına gelince; onun, zatı itibarıyla muhal olan olaylar sınıfına girmediğinde bir şüphe yoktur. Ancak şu var ki, zatı itibarıyla mümkün olan bu olayın gerçekleşmesi, onu gerçekleştirebilecek bir gücün varlığını ve hikmet ve mantığa aykırı olmamasını gerektirir. O halde sorun zatı itibarıyla mümkün olan mead olayını gerçekleştirebilecek bir gücün olup olmadığı ve mantık ve hikmete aykırı olup olmadığıdır.
Meadın hikmet ve mantığa aykırı olup olmadığı konusuna gelince; ileride ispatlayacağımız üzere, meadın tahakkuk bulması, hikmet ve mantığa aykırı olmadığı gibi, aslında hikmet ve mantık onun varlığını zorunlu kılmaktadır. O halde mantık ve hikmet açısından meadın olmasında bir sorun yoktur.
Gelelim, meadı gerçekleştirebilecek bir gücün olup olmadığına; inkarcılar, Allah Teala'nın kudreti hakkında yanlış düşünceye sahip olduklarından, Allah'ın kudretinin buna yetmeyeceğini sanarak, onu inkar etmişlerdir. Buna karşılık Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de kendi sonsuz kudretini ve bu kudretiyle yarattığı varlıkları örnek gösterip, mead olayının Allah Teala için göz kapayıp açmaktan bile kolay olduğunu hatırlatarak, onların ne kadar yanlış düşündüklerini ortaya koymuştur.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendirmediler. Bütün yeryüzü, kıyamet günü O'nun avucundadır; gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, putperestlerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir" (66)
Allah Teala bu ayet-i kerimede mead konusunu inkar edenlerin gerçekte, Allah'ı iyi tanımadıklarından ve O'nun kudretini kendi kudretleriyle kıyas ettiklerinden, böyle bir şüpheye kapıldıklarını belirtiyor. Yoksa; onlar Allah Teala'yı doğru tanısaydılar, asla böyle bir şüpheye kapılmaz ve meadın, Allah için pek kolay bir hadise olduğunu anlarlardı.
Daha sonra Allah Teala, konuya daha da açıklık getirerek, Allah'ın kudreti karşısında meadı inkar edenlerin şüphelerinin yersiz olduğunu, yeri ve gökleri yaratanın kudretine nispet ölüleri tekrar diriltmenin pek kolay olduğunu ve bu azamete sahip yer ve gökleri yaratanın ölüleri de diriltmeye kadir olduğunu belirtmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın, ölüleri di­riltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet; O, her şeye kadirdir." (67)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Gökleri ve yeri yaratan Allah'ın, onların benzerlerini de tekrar yaratmaya kadir olduğunu görmezler mi?" Onlar için şüphe götürmeyen bir süre tayin etmiştir. Öyleyken, fakat zalimler, inkarcılıkta hâlâ direnirler." (68)
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerini yaratmaya kadir olmaz mı? Elbette olur; çünkü O, yaratan ve bilendir." (69)
Allah Teala bu ayetlerinde, gökleri ve yeri yaratmaya kudreti yeten yaratıcının kudretinin, mead olayını da gerçekleştirmeye yeteceğinden şüphe etmenin yersiz olduğunu açıkça gözler önüne sermiştir. Zira; sadece şimdiye kadar keşfedilen bölümü, milyonlarca ışık yılı genişliğinde olan bu sonsuz evreni, içindeki bütün bu azametli galaksileri ve akılları hayran bırakan çeşitli varlıklarıyla yaratan kudret için ölüleri diriltmek; elbette ki, zor bir olay sayılamaz. Gerçekten de bu azametli fezayı sonsuz varlıklarıyla yaratarak kudretinin azametini sergileyen Allah Teala'ya, ölüleri tekrar diriltmek, hiç de zor olamaz.
İşte bunun içindir ki, Allah Teala, mead olayının kendisi için kolay olduğundan bahsederek şöyle buyurmuştur: "Bir çağrıcının yakın bir yerden çağıracağı güne kulak ver. O gün, çığlığı gerçekten duyarlar; işte o, kabirden çıkış günüdür. Doğrusu, Biz diriltiriz; Biz öldürürüz; dönüş Bize'dir. O gün, yer yarılır onlar çabucak ayrılır; bu, Bize göre kolay bir toplanmadır." (70)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İnkar edenler, tekrar dirilmeyeceklerini ileri sürerler. De ki: "Evet; Rabbime andolsun ki, şüphesiz diriltileceksiniz; sonra da, yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a kolaydır." Öyleyse; Allah'a, Peygamberi'ne ve indirdiğimiz nura, (Kur'an'a) inanın; Allah iş­lediklerinizden haberdardır. Toplanma günü için, sizi bir araya getirdiği zaman, işte o gün, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür; Allah'a kim inanmış ve salih amelde bulunmuşsa, Allah onun kötülüklerini örter; onu, içinde temelli ve sonsuz kalacağı, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar; büyük kurtuluş işte budur." (71)
Bütün bu açıklamalardan sonra, meadın olabileceğinden şüphe edenlerin ne kadar büyük bir sapıklık içerisinde olduklarını kestirmeyi, siz aziz okurların taktirine bırakıyoruz.
Ayrıca; Kur'an-ı Kerim, mead olayının mümkün bir olay olduğunu kanıtlamak gayesiyle, geçmiş ümmetlere, bazı ölmüş insan veya hayvanları tekrar diriltmek suretiyle, ölen bir canlının diriltilmesini bizzat gösterdiğinden de bahsetmektedir.
Hz. İbrahim (a.s)'ın, öldürüp parça parça doğrayarak birbirine karıştırdığı kuşları Allah Teala'nın izniyle tekrar diriltmesi, (72) Hz. Uzeyr Peygamber'in yüz sene ölü yattıktan ve merkebinin ölüp kemiklerinin çöle dağıldığından sonra tekrar dirilmesi, (73) İsrailoğulları'ndan bir grubun, ölüm korkusuyla şehirlerini terk ettikten sonra, ölüp tekrar diriltilmeleri, (74) yine İsrailoğulları'ndan bir kişinin, öldürülüp suçunun başkasının üzerine atıldığında, kendi katilini göstermek üzere tekrar diriltilmesi, (75) yine İsrailoğulları'nın: "Allah'a, görmedikçe inanmayız" dediklerinde, onların kendilerinin ve onlardan temsilci olarak seçilen yetmiş kişinin, Allah Teala'nın azamet tecellisini gördüklerinde öldükten sonra diriltilmeleri, (76) Kehf Ashabı'nın, bir çeşit ölüm olan, üç yüz sene boyunca uyuduktan sonra Allah'ın va'dlerinin hak olduğunu görmeleri üzere, tekrar uyandırılmaları (77) ve bilahare, Hz. İsa'nın, halkın gözü önünde ölüleri diriltmesi ve çamurdan kuş şekli yapıp, ona üflediğinde onun kuş olup uçması (78) bu doğrultuda gösterilen örneklerdir.
Ancak bu olayları bizzat bizim kendimiz yaşamadığımız için; bunlar, bizler için sadece bir iman konusu olur. Yani, Kur'an-ı Kerim'e inanan kimseler olan bizler, elbette ki, Kur'an'ın bütün haberlerinin de doğru olduğuna inanmaktayız.
Fakat böyle bir iman sahibi olmayan kimseler için, Kur'an-ı Kerim'in bu haberleriyle delil getiremeyiz. Onlara, Kur'an-ı Kerim'in yukarıda zikrettiğimiz, akli istidlal yöntemiyle delil getirmemiz gerekir.
Buraya kadar zikrettiğimiz deliller, meadın aklen mümkün olan ve Allah Teala'nın kudretine nispet kolay sayılan bir olay olduğunu ispatlamakla birlikte, bir taraftan bu delillerin ve meadın gerçekleşeceği va'dinin Kur'an-ı Kerim'de yer alması, diğer taraftan da önceden Allah Teala'nın varlığı ile Kur'an-ı Kerim'in Allah Teala'nın kitabı olduğu kesin akli delillerle ispatlandığı nazara alınınca; bu deliller, aynı zamanda meadın kesin olarak vaki olacağını da ispatlamış olurlar. Ancak buna rağmen, İslam uleması tarafından meadın kesin olarak vaki olacağını ispatlayan akli deliller de zikredilmiştir. Şimdi bu delilere kısaca bir göz atalım.

MEADI GEREKTİREN DELİLLER

1- Allah'ın Adaleti Meadı Gerektirir

Kitabımızın Adalet bölümünde, "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesinin, her akıl ve irade sahibi failin adalet gereğince hareket edip, zulmetmekten sakınmasını iktiza ettiğini belirtmiştik. Çünkü, akıl açısından adalet gereğince hareket etmek hasen (güzel), zulmetmek ise, kabihtir. Akıl, her akıl ve irade sahibinin hasen olanı yapması ve kabihten de çekinmesi gerektiğini emrediyor. Allah Teala da; akıl, hikmet ve irade sahibi bir fail olduğundan, Allah Teala'nın fiilleri de aynı hükme tabidir. Yani, insan aklı, bu ilke gereğince, Allah Teala'nın fiillerinde adil olup, asla zulüm yapmadığına ve yapmayacağına hükmeder.
"Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesini kabul etmeyen Eş'arî grubu da Allah'ın, adalet gereğince hareket edip, asla zulmetmediğini ve zulmetmeyeceğini kabul ederler. Ancak onların bu konudaki dayanakları, ilahi vahyin bu doğrultuda olmasıdır. Yani, onlar da Allah'ın adil olduğunu ve asla zulmetmeyeceğini kabul ediyorlar. Fakat, onların buna delilleri, aklın hükmü değil, şeriatın hükmünün, adalete uymanın ve zulümden kaçınmanın gerekliliği doğrultusunda olmasıdır.
Kısacası, bütün Müslümanlar ve hatta bütün insanlık alemi, Allah Teala'nın adil olduğunda ittifak etmişlerdir.
Öte yandan, adalet sıfatına sahip olan Hak Teala'nın, yaratıklarından akıl ve hür irade sahibi olan biz insanları ve cinleri mükellef kıldığı ve bir takım yükümlülüklerden sorumlu tuttuğunu görmekteyiz.
Bu arada biz yükümlü yaratıkların içerisinde, Allah Teala'nın mükellef kıldığı vazifelere itaat edenler olduğu gibi, yükümlülüklerini yerine getirmeyip isyan edenlerin de olduğunu görmekteyiz.
Yine; hür irade sahibi olmanın bize sağladığı imkan sayesinde, bizlerin içerisinde, diğerlerinin hak ve hukukuna riayet edenlerin bulunduğu gibi, başkalarının hak ve hukukuna riayet etmeyerek, onların can, mal ve şahsiyetlerine tecavüz edenler de bulunmaktadır.
Sonra; yine insan aklı, her itaat edenin itaat edilen üzerinde mükafat ve ücret hakkını kazandığına hükmetmekle birlikte, yaratıkların can, mal ve irade de dahil olmak üzere, her şeylerinin yaratana ait olduğundan dolayı, yaratanın kendisine itaat edenleri mükafatlandırmasının, onun bir ihsan ve tefezzülü olduğuna ve yaratıkların itaatlerinden dolayı yaratana karşı hiçbir hak sahibi olmadıklarına da hükmediyor.
Çünkü yaratıkların her şeylerinin yaratan tarafından kaynaklandığına göre, yaratıkların itaatleri de, Rablerinin onlara inayet ettiği bir nimet ve ihsanı olur. Hiçbir kimse, efendisinin kendisine verdiği ihsan ve nimetten dolayı ona karşı bir hak sahibi olamaz. Aksine, efendisinin onun üzerinde teşekkür hakkı doğar. Fakat Cenab-ı Hak, itaatkar kullarını mükafatlandıracağını va'detmiştir. Dolayısıyla bu mükafatlandırma, Allah Teala'nın, yaratılış nimet ve ihsanından sonra, kullarına inayet edeceği ikinci bir nimet ve ihsanıdır.
İsyankar kullara gelince; elbette ki onlar, Rablerinin onlara inayet ettiği nimeti kötüye kullandıklarından dolayı cezalandırılmayı hak ediyorlar. Ancak akıl, onları cezalandırma veya affetme hakkının, Allah Teala'ya ait olduğuna hükmediyor. Gerçi Allah Teala'dan beklenen, isyankar kulları affedip bağışlamaktır. Bu O'nun yüce şanına daha layıktır.
Bireylerin birbirlerine karşı ihlal ettikleri hak ve hukuklara veya zayi edilen toplumsal hak ve hukuklara gelince; akıl, zayi edilen bu tür hak ve hukukların istifa edilme (alınma) veya affedilme hakkının hak ve hukuk sahibi olan birey ve topluma ait olduğuna hükmediyor.
Bu durumda, eğer yükümlü yaratıkların tamamı Allah'a karşı aynı düzeyde itaatkar, ya da isyankar olsalardı, akıl; itaatkar kulların itaatleriyle Hak Teala üzerinde bir hak kazanmadıklarından dolayı, onların tamamının mükafatlandırılmamasının adalet ilkesiyle çelişmediğine ve keza isyankarların tamamının affedilmesinin de bir sakıncası olmadığına hükmediyor.
Ancak ne var ki, yükümlü kulların tamamı, aynı derecede itaatkar olmadığı gibi, tamamı; aynı derecede isyankar da değildir. İçlerinde, çeşitli düzeylerde itaatkarların bulunduğu gibi, çeşitli düzeylerde isyankarlar da vardır.
Durum böyle olunca; akıl, yaratılış düzeninden mükafatlandırma ve cezalandırma sisteminin tamamıyla kaldırılıp, isyankarlarla itaatkarların aynı kategoride değerlendirmeye tabi tutulmasının, adalet ilkesiyle bağdaşmadığına hükmediyor.
Çünkü akıl, itaatkarla isyankara ve iyilik yapanla kötülük yapana eşit muamele yapılmasının çirkin bir hareket olduğuna açıkça hükmediyor. Ancak aklın açık hükmü veya bizzat Allah Teala'nın kendi bildirmesi gereğince; Hak Teala, çirkin işler yapmaktan münezzehtir. O halde Allah Teala'nın, itaatkar olup iyilik yapanları mükafatlandırmaması veya isyankar olup kötülük yapanları cezalandırmaması ve her iki grubu da aynı muameleye tabi tutması muhaldir.
Öte yandan; dünya hayatında itaatkarların tam anlamıyla mükafatlarına ve isyankarların da tam anlamıyla cezalarına ulaşmadıklarını görüyoruz.
Dünya hayatında öyle zalimler vardır ki, işledikleri cinayetlerin ve isyanların karşısında en küçük bir ceza almadan ve öyle iyilik ve ihsan ehli de vardır ki, yaptıkları iyiliklerin karşısında en küçük bir mükafat almadan göçüp gidiyorlar.
Bu durumda eğer, her iyilik ehlinin iyiliğinin mükafatına, her kötülük ehlinin de kötülüğünün cezasına ulaşacağı bir hesap günü ve adalet mahkemesi olmazsa, bundan iyilik ehli ile kötülük ehlinin eşit olması lazım gelir. Böyle bir eşitlik de Allah'ın adil olma sıfatıyla çelişmekte olup, bu düzeni Kur'an Hak Teala'nın çirkin iş yapmasını gerektirir. Allah Teala da çirkin işlerden münezzeh olduğuna göre akıl, mutlaka Allah Teala'nın her şahsın kendi hakkına ulaşacağı bir hesap günü yaratıp, adalet mahkemesini kuracağına hükmediyor. İşte adalet mahkemesinin kurulacağı o hesap günü meaddır.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Hak Teala'nın da bu metotla meadın kesin olarak vaki olacağını ispatladığını görmekteyiz.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Hiç Müslümanlar'ı suçlu günahkar olanlar gibi kılar mıyız? Ne oluyor size? Nasıl yargılıyorsunuz?" (79)
Yine şöyle buyuruyor: "Yoksa kötülüklere dalanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Onların hayatları ve ölümleri eşit mi olacak? Ne de kötü hüküm veriyorlar! Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı ki, her nefis kazandığının karşılığını görsün. Ve onlara zulmedilmez." (80)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkar edenlerin sanısıdır. Vay ateşe uğrayacak inkarcıların haline! Biz hiç, inanıp salih amellerde bulunanlarla, yeryüzünde, bozgunculuk yapanları bir tutar mıyız? Hiç, Allah'a karşı gelmekten sakınanlarla yoldan çıkanları bir tutar mıyız?" (81)
Görüldüğü üzere; Cenab-ı Hak, bu ayetlerde iyilik ehli ile kötülük ehlinin eşit muamele görmesinin aklen çirkin olduğu ilkesine dayanarak, meadın kesin olarak vaki olacağını ispatlamış ve insanların kendi akıl ve vicdanlarına müracaat ettikleri taktirde, sağduyu sahibi her insanın aynı sonuca varacağını gözler önüne sermiştir.
2- Evrendeki Genel Hareket Meadı Zorunlu Kılıyor

Şüphe yok ki; evren, içinde bulundurduğu bütün varlıklarıyla birlikte, birbiriyle uyum içinde olan, tek bir şahsiyeti oluşturmaktadır.
Öte yandan; tek bir şahsiyeti oluşturan bu evrenin devamlı olarak hareket halinde olduğunu görmekteyiz. Devamlı olarak hem tek şahsiyet olarak evrenin tamamı, hem de içinde bulundurduğu her bir varlık güç halinden fiiliyat ve kemal haline doğru hareket ediyor.
Demek ki, hiçbir hareket hedefsiz değildir. Yani, hedefsiz hareketin olması imkansızdır. Çünkü mutlaka her hareket, bir fiiliyata yöneliktir. Bu hüküm, hareket türünün değişmesiyle değişmez. Yani, ister hareket türü, bir elmanın renginin yeşillikten kırmızılaşmaya doğru olan hareketi gibi, nitelikte olan bir hareket olsun, ister yine bir elmanın hacminin küçüklükten büyüklüğe doğru olan hareketi gibi, nicelikte olan bir hareket olsun, ister bir kişinin evinden işine gitmesi gibi veya ağır bir cismin yukarıdan yerin merkezine doğru olan hareketi gibi, intikali bir hareket olsun ve ister maddi bir varlığın mücerret varlık olmaya doğru olan hareketi gibi, tözde olan bir hareket olsun bütün hareketler illa de bir hedefe ve fiiliyata yöneliktir. Hiçbir hareket hedefsiz olamaz.
Bu durumda eğer, ilk hedefin (fiiliyatın) kendisi, ikinci bir hedefe (fiiliyata) ulaşmak için bir basamak mesabesinde (niteliğinde) olursa, ilk hedefin (fiiliyatın) son maksat olmadığı ve onun sadece bir geçiş menzili olduğu anlaşılır. Zira son maksat, hareketin ona ulaştığında sebata dönüştüğü hedefe denir.
Bundan, bir bütün olarak hareket halinde olan evrenin tamamının da ulaşmak istediği, hareketinin son bulacağı bir son hedefinin (fiiliyatın) olduğu ortaya çıkıyor.
Zira; eğer, bir bütün olarak cihanın hareketinin sebata dönüşeceği bir son hedefi (fiiliyatı) olmaz ve her hedefe ulaştığında, onun kendisi, başka bir hedef için menzil niteliğinde olur ve bu sonsuz olarak böyle devam ederse, bundan aslında bir bütün olarak cihanın hareketinin, ulaşmak istediği bir hedefi (fiiliyatı) olmadığı ortaya çıkar. Oysa, hiçbir hareketin hedefsiz olamayacağı açıktır.
Yani nasıl ki, her sebep ve failden önce bir sebep ve failin olması ve bunun bir ilk sebep ve faile varmadan sonsuz olarak devam etmesi, gerçekte fiilin bir fail ve sebebi olmadığını gerektirirse, hedef konusu da aynıdır. Eğer, her hedeften sonra başka bir hedef olur ve hareketin, vardığında sebata dönüşeceği bir son hedefi söz konusu olmaz ve bu sonsuz olarak böyle devam ederse, bunun gereği aslında o hareketin hedeften yoksun olmasıdır. Oysa, hedefsiz hareketin olamayacağı ortadadır.
Zira sebep ve faili olmayan bir fiil ve hareket meydana gelemediği gibi, hedefi olmayan bir fiil ve hareket de meydana gelemez.
Başlangıç ile sonucun farkı sadece şudur ki, bir sebep ve fail tarafından icat edilen bir hareket ve fiilin herhangi bir engelle karşılaşarak son hedefine ulaşmaması mümkündür. Ama fail ve sebepsiz hiçbir fiil ve hareket meydana gelemez.
Ancak engelle karşılaşmak ihtimalî sadece evrenin içindeki cüz-i varlıklar için söz konusu olabilir, evrenin bütünü için değil. Zira, evrenin bütünü tek bir şahsiyeti oluşturduğuna göre, onu hedefine varmaktan engelleyecek başka bir şey farz edilemez. O halde, hareket halinde olan evren hiçbir engelle karşılaşmadan kendisine tayin edilen nihai hedefe vararak istikrar bulacaktır.
İşte evrenin istikrar bulacağı o hedefe, ahiret alemi ve mead denir. İşte bundan dolayıdır ki, Hak Teala'nın ahiret yurdunu istikrar yurdu veya gemilerin demir attığı liman olarak andığını görmekteyiz.
Allah Teala şöyle buyuruyor: " Şüphesiz bu dünya hayatı geçicidir, ama ahiret, doğrusu işte o, kalınacak yurttur." (82)
Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Sana, şu kıyamet işinin ne zaman limana varacağını soruyorlar, de ki: "Onu, ancak Rabbim bilir, onun vaktini, O'ndan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve ye­rin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir." Sen sanki öğren­mişsin gibi, onu sana soruyorlar, de ki: "Onu bilmek, ancak Allah'a mahsustur, ama in­sanların çoğu bu gerçeği bilmezler." (83)
Evet ahiret yurdu, hareket halinde olan bu evrenin hareketinin son bulacağı nihai maksat ve varlık gemisinin uzun bir yolculuktan sonra demir atıp duracağı son limandır. Her hareketin bir nihai hedefi olması zorunluluğu bunu gerektirmektedir. Demek ki, evrenin bir bütün olarak hareket halinde olması, hareketi son bulduracak meadın olmasını zorunlu kılmaktadır.
3- İlahi Hikmet Meadı Gerektirir

Kitabımızın Tevhid bölümünde bu cihanın, vacip bizatihi olup, bütün kemal sıfatlarına sahip olan, her şeyden müstağni ve sonsuz hikmet ve ilim sahibi bir yaratıcısının olduğunu ispatlamıştık. O halde bu cihan, vacip bizatihi olup bütün kemallere sahip olan Hak Teala'nın fiilidir.
Öte yandan akıl, hikmet sahibi olan her failin fiilinin bir hedefi olması gerektiğine ve hikmet sahibi olan varlığın hedefsiz ve boş yere iş yapmasının muhal olduğuna hükmediyor. Yani, hikmet sahibi olan bir varlığın fiilinin hedefsiz olduğunu söylemek, onun hikmet sıfatıyla çelişmek olur. O halde, hikmet sıfatına sahip olan bir varlığın fiilinin hedefsiz olması düşünülemez.
Ancak akıl, mutlak kemal olup hiçbir şeye muhtaç olmayan hikmet sahibi bir failin fiilinin hedefsiz ve boş yere olmasının muhal olduğuna hükmetmekle birlikte, onun herhangi bir hedefe ulaşmak gayesiyle iş yaptığını söylemenin de muhal olduğuna hükmediyor. Bu konuyu biraz açalım.
Eğer, bir işi yapmak isteyen hikmet sahibi bir failin kendisi mutlak olarak ihtiyaçsız olmaz ve herhangi bir yönden bir ihtiyacı söz konusu olursa, mutlaka o yaptığı işinde ihtiyacını gidermeyi ve arzulanan kemale ulaşmayı gaye edinir.
Fakat, mutlak olarak müstağni olup, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan hikmet sahibi bir varlık için böyle bir şeyi söylemek mümkün değildir.
Zira, mutlak kemal olan böyle bir varlık için herhangi bir ihtiyaç veya eksiklik olduğu düşünülemez ki, yaptığı işte o ihtiyacı gidermeyi veya o kemale ulaşmayı gaye edinmiş olsun. O halde mutlak kemal olan bir varlık, hiçbir zaman bir ihtiyacı gidermek veya bir kemale ulaşmak gayesiyle iş yapmaz.
Hatta böyle bir failin, başkasına yarar ulaştırma gayesiyle de iş yaptığını söylemek olmaz. Çünkü; bu taktirde, o failin başkasına hayır ulaştırma hususunda, iş yapmak zorunda olduğu ortaya çıkar ki, bu onun mutlak olarak müstağni oluşuyla çelişir. O halde, mutlak olarak müstağni olan bir fail, ister işin yararı kendine yönelik olsun, ister başkasına yönelik olsun bir faydaya ulaşmak gayesiyle iş görmez.
Ancak buna rağmen, onun fiilinin hedefsiz ve boş yere olduğunu söylemek de olmaz. Çünkü bu, onun hikmet sıfatıyla çelişkiye düşmek olur ve onun hikmet sıfatı böyle bir şeye meydan vermez.
Demek ki, mutlak olarak müstağni olan bir failin, kendi zatı dışında bir hedefi ve gayesi olduğu söylenemez.
Fakat, hikmet sahibi olan bir failin fiilinin hedefsiz olması da muhal olduğundan, mutlaka onun fiilinin de bir hedefi olmalıdır. Yani, gerçi mutlak olarak müstağni olan failin, fail olarak kendi zatı dışında bir gayesi olması imkansızdır. Ama mutlaka fiilinin, fiil olma açısından, o fiilin kendisinden üstün bir hedefi olmalıdır. Aksi taktirde, hedefsiz bir fiil olup hikmete aykırı olur. Hikmete aykırı bir fiilin de, hikmet sahibi bir failden meydana gelmesi muhaldir.
Kısacası, mutlak olarak müstağni olan bir failde, failin hedefi ile fiilin hedefi farklıdır. Mutlak kemal olan failin kendi zatı dışında bir hedefi olduğu düşünülemez. Çünkü onun için kendi zatı dışında kalan, kazanılabilecek bir kemalin varlığı söz konusu olamaz ki, doğrudan veya dolaylı olarak o kemali elde etmek, onun hedefi olabilsin. Ama onun fiili hikmet çeşmesinden kaynaklandığından dolayı, mutlaka o fiilin, kendisinden üstün olan bir hedefi olmalıdır.
Kur'an-ı Kerim de, bir fail olarak mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Allah Teala'nın hedefi ile fiillerinin hedefinin farklı olduğunu ortaya koymuştur.
Kur'an-ı Kerim: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım" (84) buyurarak, Allah Teala'nın fiillerinin fiil olma açısından hedefsiz olmadığını belirtmiştir. Çünkü aksi taktirde o fiil, hikmete aykırı bir fiil olur. Allah Teala'nın hikmete aykırı bir fiili yapması ise imkansızdır.
Buna karşılık, fiilin hedefi olan bu hedefin Allah Teala'nın hedefi olmadığı ve mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Allah Teala'nın kendi zatı dışında bir hedefi olmadığı hususunu da: "Siz ve yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz, Allah yine de müstağni ve bütün övgülere layık olandır" (85) ve: ".... Kim nankörlük ederse, bilsin ki, Allah alemlerden müstağnidir" (86) ayetleriyle açıklamıştır.
O halde, kulluk etmek yaratanın kendisi için olan hedefi değil, yaratıkların hedefidir. Eğer kulluk edilmezse, yaratık hedefine ulaşmaz, yaratan değil. Çünkü, mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan yaratanın kendi zatı dışında bir hedefi olduğu düşünülemez ve zatın kendisi, kendi hedefi olunca da, hiçbir zaman bu hedefin aksaması söz konusu olamaz.
Demek ki, mutlak kemal ve sonsuz hikmet sahibi bir failin fiili olan bu cihanın, fiil olarak kendinden üstün bir hedefi vardır ki, o hedefe ulaşmakla kemaline ermiş olacaktır.
Ayrıca, cihanın bu hedefe ulaşmaması da söz konusu olamaz. Çünkü, cihanın bu hedefine ulaşmaması için bir engelin olması gerekir. Bir bütün olan bu cihanı hedefine ulaşmaktan engelleyecek içsel bir engelin olması düşünülemez. Cihanın dışında kalan ise, sadece mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Hak Teala olduğundan, dışsal bir engelin olması da söz konusu olamaz.
Zira, Hak Teala'nın cihanı hedefinden engellemesi, O'nun mutlak kemal oluşu ve sonsuz hikmetiyle bağdaşamaz. O halde cihan, mutlaka kendi için tayin edilen hedefine ulaşacaktır.
Peki, cihanı kemale ulaştıracak bu hedef nedir? Açıktır ki, bu hedef, cihanın kendisinden üstün olmalıdır. Yani, dünya hayatının hedefi dünya hayatı olamaz. O halde dünya hayatında vaki olan hiçbir şey, dünya hayatının hedefi olamaz.
Dünya hayatının hedefi dünya hayatından üstün olmalıdır ki, dünya hayatı için kazanılacak bir kemal olabilsin. Bu ise, ahiret hayatından başka bir şey değildir. O halde, ahiret hayatı yani, meadın gerçekleşeceği kesindir. İşte bunun içindir ki, Allah Teala bir çok ayetinde meaddan bahsederken, mead hakkında şüphesiz gerçekleşecek bir gerçek tabirini kullanmıştır. (87)
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teala'nın aynı metotla meadın zorunlu olarak gerçekleşeceğini ispatladığını görüyoruz. Yani, Allah Tela; bir taraftan, dünya hayatı olarak nitelenen bu cihanın hikmet sahibi bir yaratıcının eseri olarak batıl ve hedefsiz olamayacağını vurgulamış, diğer taraftan da, mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan kendisinin kendi zatı dışında bir hedefi olmayacağını belirterek, cihanın hedefinin, cihanın ulaşması gereken bir hedef olduğunu belirtmiştir. Sonra da bu hedefin daha üstün bir kemal olan mead hayatından başka bir şey olamayacağını ortaya koymuştur.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkar edenlerin sanısıdır." (88)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Biz; gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak hakikat üzere yarattık, ama insanların çoğu bunu bilmez­ler." (89)
Yine şöyle buyurmuştur: "Biz; gökleri, yeri ve her ikisi arasında bulunanları hakikat üzere yarattık. Kıyamet günü şüphesiz gelecektir. O halde yumuşak ve iyi davran." (90)
Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Yoksa siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve Bize bir daha dönmeyeceğinizi mi sandınız? Her şeyin hak ve mutlak sahibi olan Allah, böyle şeyden çok yücedir. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, yüce Arşın sahibidir." (91)
Görüldüğü üzere; Allah Teala, ilk olarak bu ayetlerde yaratıkların hedefsiz ve boş yere yaratılmalarının mutlak kemal ve hak olup sonsuz hikmet sahibi olan Allah Teala hakkında düşünülemeyeceğini, sonra da yaratık aleminin hedefinin tekrar Hak Teala'ya dönüşten ibaret olan mead olayından başka bir şey olamayacağını ortaya koymakla birlikte, kendisinin mutlak mülk sahibi olarak yaratık alemi ve hedefinden müstağni olduğuna işaret etmiştir. O halde, Allah Teala'nın hikmeti, yaratık aleminin ulaşacağı bir hedef ve kemal olarak meadı zorunlu kılmaktadır.
4- Allah Teala'nın Va'di Meadın Olmasını Muhakkak Kılıyor

Önceki bahislerimizde aklın, kulların itaat etmekle Allah Teala üzerinde mükafat ve ücret talep etme hakkını kazanmadıklarına, isyan ettikleri taktirde ise, kendilerine verilen nimetleri hür iradeleriyle bilinçli olarak kötüye kullandıklarından, cezayı hak ettiklerine ve doğrudan Allah Teala'ya ait konularda cezalandırma veya affetme yetkisinin Allah Teala'ya ait olduğuna hükmettiğini belirtmiştik.
Ancak, burada aklın başka bir hükmü de söz konusudur. O da şu ki: İtaat etmekle mükafatın hak edilemediği yerlerde, kendisine itaat edilen taraf, eğer önceden itaat eden kimselere, itaat ettikleri taktirde, onları mükafatlandıracağına dair söz vermiş olursa, her ne kadar akıl, bu durumda itaat etmekten dolayı onları mükafatlandırmayı kazanılmış zorunlu bir hak olarak görmüyorsa da, verilen sözün yerine getirilmesini zorunlu görüyor. Çünkü akıl, bunun aksini, ahde vefasızlık ve yalancılık kabul edip, keramet, hikmet ve şahsiyet sahibi bir makama yakışmayan çirkin bir eylem olarak görüyor.
Yani, eğer; keramet, hikmet ve şahsiyet sahibi bir kimse, başka birine mükafat ve bahşişe dair bir şey va'dederse; akıl, o kimsenin kesinlikle sözünde durarak va'dettiği şeyi yerine getirmesi gerektiğine, bunu yapmadığı taktirde de onun kınanmaya layık olduğuna hükmeder. Zira akıl, verilen sözde durulmamasını ahde vefasızlık ve yalancılık kabul edip, kerem sahibi kimseye yakışmayan bir sıfat olarak görür.
Ancak aklın bu hükmü, mükafat ve bahşişe dair verilen sözler konusundadır. Fakat eğer verilen söz, cezalandırmaya dair olur, örneğin; "bana karşı şu suçu işlersen, seni şu şekilde cezalandırırım" derse, akıl; bu sözün yerine getirilmesi gerektiğine hükmetmez.
Hatta akıl, cezalandırmaya dair olan sözlerde, o sözün yerine getirilmeyip, karşı tarafın affedilmesinin kerem ve şahsiyet sahibi birinin büyüklüğünün nişanesi olarak kabul edip; bunun, onun yüce şahsiyetine daha layık olduğuna hükmeder.
Bu arada Allah Teala'nın, Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde itaatkar kullarını mükafatlandıracağına ve isyankar kullarını ise cezalandıracağına dair söz vermiş olduğunu görmekteyiz.
Allah Teala'nın: "Cennet muttakiler için uzak olmayacak bir şekilde yakınlaşır. İşte Allah'a yönelen, O'nun emirlerini muhafaza edenler için has olmak üzere size va'dedilen budur" (92) ayetleriyle, "Bırak onları, kendilerine va'dedilen gün ile karşılaşıncaya kadar dalıp oynasınlar" (93), "Kendilerine va'dedilen o günden dolayı, o kafirlere yazıklar olsun!" (94), "Allah şöyle dedi: "Benim gerekli kıldığım dosdoğru yol budur; "kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır. Ve Cehennem onların hepsinin toplanacağı va'dedilen yerdir. O cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, cennetlerde, pınar başlarındadırlar. Oraya güven içinde, esenlikle girin," denir. Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar sedirler üzerinde karşı­lıklı oturan kardeşlerdir. Onlar orada bir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değillerdir. Kullarıma Benim bağışlayan, merhamet eden olduğumu, azabımın can yakıcı bir azab olduğunu haber ver" (95) ayetleri Allah Teala'nın bu sözünü içeren ayetlerden bazı örneklerdir.
Bu durum karşısında, her ne kadar akıl, Allah Teala'nın cezalandırmaya dair olan sözünü yerine getirip isyankar kullarını cezalandırmasının adalete uygun bir davranış olduğuna ve Allah Teala'nın buna hakkı olduğuna hükmediyorsa da, Allah Teala'nın isyankar kullarını affetmesinin, O'nun yüce şanına daha layık olduğuna ve yüce kerem, şefkat ve merhamet sahibi olan Hak Teala'dan beklenilenin isyankar kullarını affetmesi olduğuna da hükmediyor.
O halde Cenab-ı Hakk'ın kendisine yönelik olan suçlara karşı ceza uygulayacağına dair sözünü yerine getirmeyip, suçluları affetmesi hiçbir mahzur doğurmadığı gibi, akıl açısından beğenilen bir davranış olup, övgüye layık kabul edilmektedir.
Fakat, Allah Teala'nın itaatkar kullarını mükafatlandıracağına dair sözüne gelince; akıl, Allah Teala'nın bu sözünü yerine getirmesi gerektiğine hükmediyor. Zira bunun aksi, akıl açısından ahde vefasızlık, verilen sözde durmamak ve yalancılık olur. Akıl, böyle bir şeyi; hikmet, kerem ve şahsiyet sahibi birinin uzak durması gereken çirkin bir eylem kabul eder.
Allah Teala da hikmet ve keramet açısından en yüce makam sahibi olduğundan; akıl, böyle bir vefasızlığın Allah Teala için en çirkin bir eylem olduğuna hükmedip, mutlaka Allah Teala'nın sözünde durarak, itaatkar kullarına va'dettiği mükafatları yerine getireceğini söyler.
O halde, Allah Teala'nın itaatkâr kullarına olan va'di, meadın gerçekleşmesini zorunlu kılmaktadır.
Büyük düşünür Hace Nasiruddin Tusi de, meadın zorunlu olduğuna bir delil olarak, Allah Teala'nın itaatkar kullarına verdiği mükafat sözünün olduğuna işaret ederek, şöyle demiştir: "Va'de vefa etmenin zorunluluğu meadı zorunlu kılmaktadır." (96)
Evet; va'de vefa etmek aklın zorunlu gördüğü bir husustur. Allah Teala da kıyamet günü gerçekleştireceği bir çok va'dlerde bulunduğuna göre, mutlaka va'dine vefa etmek açısından onu gerçekleştirip va'dlerine vefa edecektir.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teala'nın da aynı metotla kıyametin muhakkak gerçekleşeceğine istidlal ettiğini görmekteyiz.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "İnanıp salih amellerde bulunanları ise, Biz onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu Allah'ın hak olan va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? (97)
Görüldüğü üzere; Allah Teala, bu ayetinde mü'minlere va'dettiği va'din kesin olarak gerçekleşeceğine, kendisinin yalan konuşmasının imkansızlığını delil getirmiştir.
Yine Allah Teala, ilimde kökleşmiş kullarının dilinden şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Doğrusu geleceği şüphe götürmeyen günde, insanları toplayacak olan Sensin. Çünkü şüphesiz ki, Allah verdiği sözden caymaz." (98)
Yine Cenab-ı Hak akıl sahibi kullarının: "Ey Rabbimiz! Resullerin vasıtasıyla bize söz verdiklerini ver, kıyamet günü bizi alçaltma! Hiç şüphesiz sen, sözünde duransın"(99) şeklinde dua ettiklerini belirtmiştir.
Görüldüğü üzere; bu ayetlerde de Allah Teala'nın, akıl sahibi ve ilimde kökleşmiş kimseler olarak nitelediği insanlar, meadın mutlaka gerçekleşeceğine, Allah Teala'nın verdiği sözü bozmasının imkansız olduğunu delil getirmişlerdir.
Aslında Allah Teala'yı tanıyan bir kimsenin mead hususunda şüpheye düşmesi imkansızdır. Mead konusunda şüpheye düşenler ise, Allah Teala'nın tabiriyle, gerçekte hakkıyla Allah Teala'yı tanımadıklarından böyle bir şüpheye kapılmışlardır. (100) Yoksa, Allah'ı tanıyan birisinin böyle bir şüpheye düşmesi imkansızdır. Zira, meadı zorunlu kılan sadece bu saydığımız hususlar değildir. Allah Teala'nın zat ve sıfatlarının tamamı, meadı zorunlu kılmaktadır. Ancak, bizim maksadımız ihtisar olduğundan, bu konuya burada son verip, daha fazla bilgi edinmek isteyen kardeşlerimize, geniş kitaplara müracaat etmelerini tavsiye ederken, meadla ilgili diğer bahislere geçiyoruz.

Dipnotlar

-------------------------------------------
(52)- İsrâ: 51
(53)- Kaf: 15
(54)- Vakıa: 60, 61, 62
(55)- Yâsin: 87
(56)- Rum: 27
(57)- Hac: 5, 6, 7
(58)- A'raf: 57
(59)- Kaf: 9, 10, 11
(60)- Fâtır: 9
(61)- Rum: 19
(62)- Ankebut: 64
(63)- Hac: 5, 6, 7
(64)- Kaf: 3
(65)- Mülk: 3, 4
(66)- Zümer: 67
(67)- Ahkaf: 33
(68)- İsrâ: 99
(69)- Yasin: 81
(70)- Kaf: 41. ayetten 44. ayete kadar
(71)- Teğabûn: 7, 8, 9
(72)- Bakara: 260
(73)- Bakara: 259
(74)- Bakara: 243
(75)- Bakara: 72, 73
(76)- Bakara: 55, 56 ve A'raf: 155
(77)- Kehf: 10, 11, 12
(78)- Al-i İmran: 49 ve Maide: 110
(79)- Kalem: 35, 36
(80)- Casiye: 21, 22
(81)- Sâd: 27, 28
(82)- Mü'min 39
(83)- A'raf: 187
(84)- Zâriyat: 56
(85)- İbrâhim: 8
(86)- Al-i İmran: 97
(87)- Bkz. Al-i İmran 9, 25, Nisa: 87, En'am: 12, Kehf: 21, Hac: 7, Mü'min: 59, Şura: 7, Casiye: 26, 32
(88)- Sâd: 27
(89)- Duhan: 38, 39
(90)- Hicr: 85
(91)- Mü'minun 115, 116
(92)- Kaf: 31, 32
(93)- Zuhruf: 83
(94)- Zariyat: 60
(95)- Hicr: 42. ayetten 50. ayete kadar
(96)- Keşf-ül Murad s. 406
(97)- Nisa: 122
(98)- Al-i İmran: 9
(99)- Al-i İmran: 194
(100)- Bkz. Zümer: 67, Hac: 74, En'am: 91
1
MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER

BERZAH ALEMİNE GİRİŞ
İnsanın öldükten sonra ilk ayak bastığı alem, berzah alemidir. Kıyamet kopuncaya kadar bu alemde kalacaktır.
Berzah kelimesi, Arapça bir kelime olup sözlükte, iki şeyin arasında vaki olarak, onların birbirlerine kavuşmalarına mani olan perde gibi engele denir.
İbn-i Manzur berzahı şöyle açıklıyor: "Berzah, iki şeyin arasında olan şeye denir. "Sihah" kitabında berzah iki şeyin arasını ayıran şey olarak açıklanmıştır. Ayrıca berzah, dünya ile ahiret alemi arasında kalan, öldükten mahşer gününe kadar olan duruma denir. O halde kim ölürse, berzah alemine girer."(101)
Kur'an-ı Kerim, Rahman Sûresi'nde tatlı su ile acı suyun yan yana olup da birbirine karışmamalarını berzah kelimesiyle beyan etmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Acı ve tatlı sulu iki denizi, birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir (berzah) engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar." (102)
Bizim burada bahis konusu yapmak istediğimiz berzahtan maksat, insan ruhunun öldükten sonra kıyamete kadar içinde bulunduğu, dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında yer alan bir alemdir. İnsan ruhunun öldükten sonra ilk ayak bastığı menzil, işte bu alemdir. Kıyamete kadar, bu alemde kendisine layık bir hayatla hayatını sürdürüp, büyük kıyamet gününün gelmesini bekleyecektir.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Tekrar diriltilecekleri güne kadar, arkalarında geriye dönmekten onları alı koyan berzah vardır." (103)
Bütün İslam ümmeti, berzah aleminin varlığı ve insan ruhunun ölümden sonra kıyamete kadar bu alemde kendisine layık bir hayat sürdüreceği hususunda ittifak etmişlerdir.
Ruhu, maddenin bir çeşit kimyasal özelliği olarak gören materyalist düşünceli pek azınlık bir grup dışında, bütün düşünür ve filozoflar da, insan ruhunun ölmekle yok olup gitmediği ve hayatını sürdürdüğü konusunu akli metotlarla ispatlamışlardır.
İslam uleması, bu konuyu kabir suali, kabir azabı bölümünde ele almış ve bütün İslam ümmetinin bu konuda ittifak ettiğini belirtmişlerdir.
Ehl-i Sünnet mezheplerinden Hanbeli mezhebinin kurucusu olan Ahmet bin Hanbel şöyle diyor: "Kabir azabı haktır, kula kabirde dini ve Rabbi sorulacak, cennet ve cehennemdeki yeri gösterilecektir." (104)
Yine Ehl-i Sünnet'in önde gelen liderlerinden olan, Kadı Abdulcebbar, kabir azabı bölümünde şöyle diyor: "Velhasıl ümmet arasında bu konuda bir ihtilaf yoktur. Sadece Zırar bin Amir'in bu konuda tereddüt ettiği nakledilmektedir. O, ilk önceleri Mutezile mezhebini benimsiyordu. Fakat daha sonra cebir mezhebini benimseyenlere katıldı." (105)
Ehl-i Beyt mektebine gelince; aşağıda göreceğimiz üzere; Ehl-i Beyt mektebinde bu konu en açık şekilde ortaya konmuştur.
Ehl-i Beyt ulemasının önde gelenlerinden olan Şeyh Saduk "Akaid" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Kabir suali konusundaki inancımız, onun şüphesiz hak olduğudur. Kim, o suallere doğru cevap verirse, kabrinde neşe ve rahatlığa, ahirette ise cennet nimetine ulaşacaktır. Kim de, doğru cevap veremezse, kabrinde kaynar su ve yakıcı ateş ile karşılaşacak, ahirette ise, cehennem ateşiyle yakılacaktır." (106)
Yine Ehl-i Beyt ulemasının önde gelen liderlerinden olan Şeyh Müfit, Şeyh Saduk'un bu sözünün açıklamasında şunları yazıyor: "Hz. Resulullah (s.a.a)'dan gelen sahih hadislerde mezara defnedilmiş insanlara meleklerin nazil olup dinleri hakkında soru sordukları gelmiştir.
Bu konuda gelen hadislerin tabirleri birbirine yakındır. Bazı hadislerde, Allah Teala'nın Nekir ve Münkir isminde iki meleği olduğu ve bunların ölen kimseye nazil olarak ona, Rabbi, dini, peygamberi ve imamı hakkında soru sordukları; eğer doğru cevap verirse, onu nimet meleklerine ve eğer dili tutulur ve doğru cevap veremezse; onu azap meleklerine teslim ettikleri yer almıştır.
Bazı hadislerde de, kafirlere nazil olan iki meleğin isimlerinin Nekir ve Münkir, mü'minlere inen iki meleğin isimlerinin ise, Beşir ve Mübeşşir olduğu geçmektedir." (107)
Şeyh Müfit daha sonra şöyle devam ediyor: "Açıktır ki, o iki melek ancak, hayatı devam eden kimseye nazil olabilir ve ancak soruyu anlayıp kavrayan kimseye soru yöneltebilir. İşte bu, Allah Teala'nın ölen kulu öldükten sonra dirilttiğine ve hayatını; hak ettiyse, nimetlerden yararlanması veya hak ettiyse, azabını çekmesi için devam ettirdiğine delalet etmektedir." (108)
Büyük Ehl-i Beyt fakihi Allame Meclisi ise şöyle yazıyor: "Bil ki, berzah azabı ve mükafatı, önceki ve sonraki bütün İslam ümmetinin ittifak ettiği bir konudur. Diğer ilahi dinlerin çoğu da bunu kabul etmektedir. Müslümanlar'dan itina edilmeyen bir azınlık dışında, kimse buna karşı çıkmamış ve hem önceki Müslümanlar, hem de sonraki Müslümanlar onların görüşünün doğru olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Ayrıca, berzah alemiyle ilgili, hem Ehl-i Sünnet, hem de Ehl-i Beyt kanalından muhteva açısından mütevatir olan hadisler nakledilmiştir." (109)
Görüldüğü üzere; İslam ümmeti, öldükten sonra kişinin hayatının sürdüğü ve kıyamet gününe kadar durumuna göre, nimet veya azap içerisinde olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İşte ölümden sonra başlayıp, kıyamet gününe kadar süren bu hayat sürecine berzah hayatı denir.

Kur'an-ı Kerim'de Berzah

İslam uleması, Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinin açıkça veya ima yoluyla berzah hayatına delalet ettiğini belirtmişlerdir. Şimdi bu ayetlerden bazılarına kısaca bir göz atalım.
1- Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onlardan birine ölüm gelince: "Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim" der. Hayır; bu, onun söylediği bir sözdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah (engel) vardır." (110)
Her ne kadar, İslam müfessirleri içerisinde bu ayette geçen berzah kelimesini, sadece ölen insanın tekrar dünya hayatına dönmesine, ya da mahşer gününden önce kıyamet alemine intikal etmesine mani olan bir engel olarak tefsir edenler olmuşsa da, ancak İslam müfessirlerinin büyük bir çoğunluğu, bu ayetin ölümden sonra başlayıp mahşer gününe kadar devam edecek olan berzah hayatına delalet ettiğini savunmuşlardır.
Birinci grup müfessirlere; Zemahşeri'yi, Fahri Razi'yi ve Ebu-s Suud El- İmadi'yi örnek olarak zikredebiliriz.
Zemahşeri bu konuda şöyle yazıyor: "Bu ayette geçen berzah kelimesinden maksat, mahşer gününe kadar, insanın dünya hayatına geri dönmesine mani olan engeldir." (111)
Ebu-s Suud ise şöyle diyor: "Berzah, kıyamet gününe kadar, ölen insanların geri dönmelerine mani olan engeldir. Bu, insanları tekrar dünya hayatına dönmekten büsbütün meyus kılmak demektir. Kıyamet günü ise, dönüş dünya hayatına değil, ahiret hayatına olacaktır." (112)
İkinci gurup müfessirlere ise, Ehl-i Beyt mektebi müfessirlerinden Allame Seyit Muhammed Hüseyin Tabatabai'yi, (El-Mizan tefsirinde) Tabersi'yi, (Mecme-ül Beyan tefsirinde) Ali bin İbrahim El- Kummi'yi, (Tefsir-ül Kummi'de) El Huveyzi'yi, (Nur-üs Sakaleyn tefsirinde) Ehl-i Sünnet müfessirlerinden ise, İbn-i Kesir'i, (Tefsir-ül Kur'an-ül Azim'de) Şevkani'yi, (Feth-ül Kadir tefsirinde) İbn-ül Kayyim'i, (Er-Ruh adlı kitabında) Ebu Hayyan Endulusi'yi (Bahr-ül Muhit adlı tefsirinde) vs. örnek olarak zikredebiliriz.
Allame Muhammed Hüseyin Tabatabai bu konuda şunları yazıyor: "Berzahtan maksat, kabir alemidir. O, insanın öldükten sonra kıyamet gününe kadar yaşadığı Misal Alemi denilen alemdir. Ayetin söz akışından bu anlaşılır. Şia kanalıyla Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan nakledilen mütevatir niteliğindeki hadisler ile Ehl-i Sünnet kanalından gelen hadisler de buna delalet ediyor." (113)
Ebu Hayyan Endulusi ise bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak şunları yazıyor: "İnsanın ölümüyle kıyamet günü tekrar diriltilmesi arasında geçen sürece istiare olarak, berzah ismi verilmiştir." (114)
İbn-ül Kayyim ise konu hakkında şöyle yazmıştır: "Kabir azabı ve mükafatı berzah azabı ve mükafatının ismidir. Bu ise dünya ile ahiret arasında olacaktır. Allah Teala "Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir (berzah) engel vardır" buyurmaktadır." (115)
Ancak şunu belirtmeliyiz ki, her ne kadar Allame Tabatabai'nin belirttiği gibi, ayetin söz akışı berzah alemine delalet ettiğini açıkça ortaya koyuyorsa da, hatta biz birinci grup müfessirlerin görüşünü kabul edip ve ayette geçen berzah kelimesinin sadece engel manasını ifade ettiğini benimsesek bile, bu ayetin insan ruhunun ölümden sonra tekrar dünyaya dönmesine mani olan bir engel yüzünden dünyaya dönemediğine delalet etmesinden, insan ruhunun öldükten sonra yok olup gitmediği ve varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Zaten berzah aleminden maksat bundan gayri bir şey değildir. O halde bu ayet, her iki taktirde de berzah aleminin varlığına delalet etmektedir.
2- Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onlar: "Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı iti­raf ettik, buradan çıkmaya bir yol var mıdır?" derler." (116)
İslam uleması, Allah Teala'nın kafirlerin kıyamet gününde söyleyeceklerini buyurduğu bu ayette geçen tabirin berzah hayatına işaret ettiğini belirtmişlerdir.
Zira bu ayette, iki defa öldürülme ve iki defa diriltilmeden bahsedilmektedir. O halde, birinci öldürülme ile birinci diriltilme dünya hayatındaki öldürülme ile berzah hayatındaki diriltilmeye ve ikinci öldürülme ve diriltilme ise berzah hayatındaki öldürülme ile kıyamet hayatındaki diriltilmeye işaret etmektedir.
3- Allah Teala Nuh peygamberin kavmi hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte günahlarından dolayı suda boğuldular da, ateşe sokuldular ve Allah'a karşı kendilerine hiçbir yardımcı bulamadılar." (117)
İslam uleması, bu ayetin berzah azabına delalet ettiğini belirtmişlerdir. Zira bu ayet, Nuh kavminin boğulmalarından hemen sonra ateşe sokulduklarını belirtmektedir. Bunu, ayette geçen boğulmayla ateşe sokulma arasında kullanılan "fe" harfinden ve ateşe sokulmanın muhakkak gerçekleştiğini gösteren geçmiş zaman kipinin kullanılmasından anlıyoruz.
Zira, boğulduktan hemen sonra ateşe sokulmasaydılar, ilk önce; "fe" harfi yerine sonra gerçekleşeceğini ifade eden "sümme" kelimesi kullanılırdı.
Saniyen; işin muhakkak olduğunu gösteren geçmiş zaman kipi yerine gelecekte gerçekleşeceğini belirten gelecek zaman kipi seçilirdi. O halde bu ayette geçen ateş kıyamet ateşi değildir. Kıyamet ateşinden önce olan ateş ise, berzah ateşinden başka bir ateş değildir.
4- Allah Teala Firavun kavmi hakkında şöyle buyuruyor: "Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet gelip çattığı gün ise, "Firavun'un adam­larını azabın en ağırına sokun"denir." (118)
Bu ayet, berzah aleminin varlığını gösteren ayetlerden bir diğeridir. Zira Allah Teala bu ayette Firavun kavminin sabah ve akşam ateşle cezalandırdıklarını kıyamet gününde ise, daha ağır bir azaba sokulacaklarını belirtmektedir.
O halde, onların sabah akşam cezalandırıldıkları ateş, kıyamet ateşinden önce olan bir ateş olup, kıyamet ateşi ve azabına oranla daha hafif olan bir azap ve ateş türüdür.
Sonra; bu ayette sabah ve akşamdan söz ediliyor. Oysa, kıyamet gününde bunların bir anlamı yoktur. Bu da, bu azabın kıyamet gününden önce olan bir azap olduğunu göstermektedir.
5- Yine Allah Teala, gönderilen ilahi elçileri yalanlayan kavmine karşı çıkarak: "Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun. Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar. Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim? Siz de O'na döneceksiniz. O'nu bırakıp da ilahlar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah, bana bir zarar vermek isterse, o ilahların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar. Doğrusu, o takdirde apaçık bir sapıklık içinde olurum. Şüphesiz, ben Rabbinize inandım, beni dinleyin" diyerek, onları ikaz eden Al-i Yasin'in mü'min kişisinin kavmi tarafından şehid edildiğinde; Allah Teala'nın onu, "Cennete gir" diyerek mükafatlandırmasını ve onun ilahi nimetleri görünce: "Keşke milletim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!" (119) diyerek, öldükten hemen sonra sevincini ortaya koyması, bu mükafatlandırmanın kıyamet mükafatından önce olduğunu ve bu ayette geçen cennetin kıyamet cennetinden önce olan berzah cenneti olduğunu göstermektedir. İşte bu ayet de, berzah hayatını ispatlayan ayetlerden bir diğeridir.
6- Allah Teala'nın, Allah yolunda cihad ederken şehid düşenler hakkında nazil etmiş olduğu ayetler, açıkça berzah hayatının olduğunu kanıtlamaktadır.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis Rableri katında diridir­ler. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızklanırlar, arka­larından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendi­lerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler." (120)
Yine Allah Teala şehidler hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (121)
Bu ayetler, ölümden sonra başlayan berzah hayatını ve o hayatta mükafatların olabileceğini açıkça belgelemektedir. Zira bu ayetlerde, şehidlerin Allah Teala'nın katında ilahi nimetlerden yararlanmakta olduklarını ve henüz dünya hayatında olan mü'min kardeşlerine, kendileri için bir korku ve hüznün söz konusu olmayacağını müjdelediklerini, ancak henüz dünya hayatında olan bizlerin bu hayatı algılamak imkanına sahip olmadığımızı ortaya koymaktadır.
Berzah hayatını ispatlayan başka ayetler de vardır. Ancak biz bu kadarıyla yetinip, berzah hayatına değinen hadislere de kısaca bir göz atmak istiyoruz.

Hadisler Işığında Berzah Hayatı

Berzah hayatıyla ilgili olarak, ister Ehl-i Beyt kanalından, ister Ehl-i Sünnet kanalından bir çok hadis nakledilmiştir. Onların tamamına burada yer vermemiz imkansızdır. Biz konuya ışık tutmak açısından sadece birkaç hadise değineceğiz.
Hadisler, berzah alemindeki hayatı çeşitli eziyetler, hüzünler, lezzetler ve sevinçlerle karşılaştığımız uyku alemine benzetmişlerdir. İnsan berzahta dünyadaki bedenine benzer bir bedenle hayata devam edecektir. Eğer iyi amel sahibi ise çeşitli lezzetlerle karşılaşacak, aksi halde azap görecektir.
Bu hususta İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala birinin ruhunu aldığı zaman, onu dünyada bulunduğu bedene benzer bir bedene koyar. Onlar orada yerler, içerler, aralarına yeni biri geldiğinde, onu dünyadaki şeklinden tanırlar." (122)
Başka bir hadiste de şöyle buyurmuştur: "Mü'minlerin ruhları birbirleriyle görüşüp konuşurlar. Öyle ki insan, o Misali bedeni görürse; "İşte o falan şahıstır" der." (123)
Yine Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'a: "Berzah nedir?" diye sorulduğunda, İmam: "Berzah ölümden kıyamete kadar devam eden bildiğiniz kabir alemidir(124) cevabını vermişlerdir.
İshak El-Cevzi diyor: "Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'a: "Mü'minlerin ruhları nerededir?" diye sordum. İmam (a.s): "Mü'minlerin ruhları cennet evlerindedir. Cennetin yemeklerinden yer, içeceklerinden de içerler. Birbirlerini ziyaret eder ve: "Rabbimiz! Kıyameti getirip de bize va'de ettiğini gerçekleştir" derler buyurdu.
Ben: "Peki, kafirlerin ruhları nerededir?" dedim. İmam (a.s): "Onların ruhları da cehennem odalarındadır. Onlar da onun yemeklerinden yer ve içeceklerinden içerler, birbirlerini ziyaret edip: "Rabbimiz! Kıyameti getirerek bize va'dettiklerini gerçekleştirme" diye yalvarırlar buyurdu."(125)
Yine Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) berzah aleminin önemini şöyle beyan etmiştir: "Andolsun Allah'a ki, sizin için korktuğum, sadece berzah aleminde meydana gelen olaylardır. Ama mahşer günü bizim şefaatimiz size ulaşacaktır."(126)
Hz. İmam Ali (a.s)'dan nakledilen uzunca bir hadiste Hazret, berzah alemi hakkında şöyle buyurmuştur: "İnsan ömrünün son günü ve ahiret hayatının ilk günü yetiştiğinde, kişi ihtizar halinde iken, o kimsenin malı, evlatları ve ameli tecessüm bularak gözünün önüne gelir. İhtizar halinde olan bu şahıs malına dönerek: "Allah'a yemin olsun ki, seni kazanmak için çok çaba sarf ettim; şimdi söyle senden bana ne hayır vardır" der. Mal cevabında: "Kefenini benden al ve git" der. Sonra evlatlarına dönerek: "Allah'a yemin olsun ki, sizin seveniniz ve koruyanınız idim; şimdi söyleyin bakayım bana ne hayrınız olacak" der. Onlar: "Biz seni mezara kadar uğurlar ve gömeriz" derler. Sonra ameline dönerek: "Allah'a yemin olsun ki, senden yüz çevirirdim, sen bana çok yorucu ve ağır gelirdin. Şimdi senden bana gelecek hayır nedir?" diye sorar. Amel onun cevabında: "Sen ve ben Rabbine sunuluncaya kadar, kabirde ve kıyamet gününde seninle arkadaş olup yanında bulunacağım" der.
Eğer dünyadan göçen insan, Allah'ın dostlarından olur ise, ameli onun yanına, en güzel kıyafette olan güzel yüzlü, güzel kokulu bir insan şeklinde gelerek: "Seni bütün üzüntü ve tehlikelerden kurtulmak ve cennet nimetleriyle müjdeliyorum. Hoş sefa geldin" der.
İhtizar halindeki o kişi ona: "Sen kimsin?" diye sorar. O, cevabında: "Ben senin güzel ve salih amellerinim" der.
Sonra böylece o insan dünyadan cennete göçer. O, kendine gusül vereni tanır ve acele etmesi için ona yemin verir.
O cenaze mezara gömüldüğü zaman, onun yanına iki melek gelir. Onlar kabir melekleridir. Tüyleri yerde sürünür ayakları ise yere gömülür, sesleri şimşeğin sesi gibi korkunç, gözleri ise, yıldırımdan çıkan ışık gibidir. Ondan "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir?" diye sorarlar. O, cevaplarında: "Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed (s.a.a) ve dinim İslam'dır" der.
Bunun üzerine, o melekler ona dua ederek, Allah'tan onu sevdiği ve istediği şeyler üzere sabit kılmasını isterler. İşte Allah Teala'nın; "Allah, sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında, hem de ahirette sapasağlam tutar" ayetinin anlamı budur.
Sonra, o kimsenin kabrini göz alabildiğine genişletir ve onun için cennetten bir kapı açarlar ve ona: "Rahat bir şekilde, bir gencin bol nimet içerisinde uyuduğu gibi uyu" derler. İşte bu, Allah'ın şu va'didir: "O gün cennettekilerin kalacakları yer çok huzurlu ve dinlenecekleri yer pek güzeldir." (127)
Ama eğer ölen kimse, Allah'ın düşmanı olur ise, ameli onun yanına en kötü kokular içerisinde Allah'ın en çirkin bir yaratığı kılığında gelir ve: "Seni cehennem ateşiyle müjdelerim" der.
O adam da ona gusül verenleri tanır. Ancak onu mezara götürenlere onu geciktirmeleri için yemin vermeye başlar.
Sonra o adam kabre bırakılınca, kabir melekleri gelerek onun kefenini açarlar ve ona: "Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin nedir?" sorularını yöneltirler. O, cevaplarında "Bilmiyorum" der. Bunun üzerine melekler ona: "Öğrenmedin ve hidayet olmadın ha!" diye hitap ederler ve demir bir topuzla ona öyle bir şekilde vururlar ki, yeryüzünde cinler ve insanlar dışındaki bütün canlılar bundan korkar.
Sonra onun yüzüne ateşten bir kapı açarlar ve ona "En kötü bir şekilde uyu" derler. O, öyle bir darlık içine düşer ki, kabrinin onu sıkması sonucu, o bir mızrak ve mızrak ucu gibi erir ve incelir. Bu sıkma sonucu beyni kulak ve tırnak kısmından dışarı fışkırır.
Sonra Allah yerdeki yılan, akrep ve haşereleri ona musallat eder. Kıyamet kopuncaya kadar bedenini ısırıp kopararak ona azap ederler. Bu dönem o kadar zorlu bir dönem olur ki, kıyametin bir an önce koparak, bu zorluktan kurtulmasını arzu eder." (128)
İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (129)
Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Sizden biri öldüğünde sabah akşam kalacağı yerden ona sunulur. Eğer cennet ehli ise cennetten, eğer cehennem ehli ise cehennemden ona sunulur ve ona: "Bu Allah seni kıyamette tekrar diriltinceye kadar kalacağın yerdir" denilir." (130)
Buna göre berzah alemi, insanın ölümden sonra kıyamete kadar dünyadaki bedenine benzer bir bedenle içinde bulduğu ve durumuna göre, zevk-ü safa veya çeşitli eziyetler çektiği bir alemdir.

Kabir Suali

Ehl-i Beyt İmamları'ndan bize ulaşan rivayetlere göre, insanoğlu kabre konduğu zaman Nekir ve Münkir isminde iki sorgu meleği ona gelip, akide ve inanç esaslarından, Ehl-i Beyt'in velayet ve sevgisinden, hatta bazı rivayetlerde olduğu gibi, ömrünü hangi yolda sona erdirdiğinden, mal varlığını hangi yoldan kazanıp ve nerede harcadığından soracaklardır. Eğer gerçek inananlardan ise, sorulara Allah'ın izniyle doğru cevap verip onun rahmet ve nimetine kavuşacaktır. Aksi takdirde sorulanlara cevap veremeyecek ve azaba duçar olacaktır.
Kabir sualinin kesin olacağı ile ilgili İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kim üç şeyi inkar ederse bizim şialarımızdan (takipçilerimizden) değildir:
1- Peygamber efendimizin Miraca gitmesini
2- Kabir sualini
3- Biz Ehl-i Beyt'in kıyamet günündeki şefaatini." (131)

Kabirde (Berzahta) Nelerden Sorulacağız?

İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) her Cuma günü Medine'de Peygamber'in camiinde, kabirde insanoğlunun nelerden sorgulanacağına değinerek, halka şöyle nasihat ediyordu: "Ey insanlar! Takvayı seçin çünkü dönüşünüz Allah'adır. Burada iyilik etmiş olan herkes orada iyiliği kendi karşısında bulacak, kötü amel işlemiş olan herkes orada kötülüğü kendi karşısında bulacak ve kötü amel işlemiş olan kimse kendisi ile ameli arasında uzun bir mesafenin olmasını dileyecektir.
Allah sizleri çetin bir azapla uyarıyor. Ey insanoğlu! Ne yazık ki sen gaflettesin, ama senden gafil değiller; ölüm her şeyden daha hızlı varıp seni arayacak ve nihayet seni bulacaktır. Sanki o an gelip çatmış, ölüm meleği senin ruhunu almış, tek başına kabir evine gelmiş ve soru melekleri zor bir sorgulama ve imtihan için yanına varmışlardır.
Onlar; ilk olarak taptığın Allah, sana gönderilen peygamber, bağlandığın din, okuduğun kitap, velayetini seçip emrine uyduğun imam hakkında, daha sonra da ömrünü hangi yolda harcadığından ve mal varlığını nasıl kazanıp, nerede harcadığından soracaklar.
O halde sorgulanmadan önce dikkatli ol, cevaplamaya hazırlan. Eğer imanlı ve takva ehli isen, kendi dinini iyi tanımış, gerçek ve hak imamlara uymuş isen, Allah dostlarını sevmiş isen, Allah dilini hakkı söylemeye açacak, seni cennetle ve kendi rızasıyla müjdeleyecek, melekler nimet ve rızk ile seni karşılamaya gelecekler. Aksi halde dilin tutulacak cevap veremeyeceksin ve ateş sözünü sana verecekler, azap melekleri seni konuklamak için ateşle sana doğru gelecekler." (132)
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kabirde beş şeyden soracaklar: "Namaz, zekat, hac, oruç ve biz Ehl-i Beyt'in velayetinden." (133)
Berzahta Kimler Sorguya Çekilecekler?

Kabir aleminde sorguya çekilecek olan guruplar şunlardır:

1- İman ehli olanlar
2- Kafir olanlar
Bu iki grubun arasında yer alan mustazafların durumunu belirlemek ise kıyamet gününde Allah Teala'ya aittir.
Ebu Bekir Hazremi diyor ki; "Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s): "Kabirde sırf iman ve sırf küfr sahipleri sorguya çekilecektir" buyurdu. Ben: "Peki, diğer insanların durumu ne olacaktır?" deyince, İmam (a.s): "Onlardan geçilir" buyurdu."(134)
Kabirdeki sorgu ve sualden sonra, ehli takva olanlar cennet müjdesi, kafir olanlar ise azapla karşılaşacaklar.
Nitekim Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Eğer o (ölen kişi), yakın kılınanlardan (mukarrep olan) ise, bu durumda rahatlık, güzel rızk ve nimetlerle donatılmış cennet onundur. Ve eğer ashab-ı yeminden (amel defterleri sağ ellerine verilenlerden) ise, artık ashab-ı yeminden selam sana. Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise, artık onun için de ala bildiğine kaynar sudan bir şölen vardır. Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da." (135)
Bu ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, Allah Teala inkarcıları ve hakikati yalanlayanları cehennem ateşine sokacaktır. Önemli bir hakikat olan Ehl-i Beyt İmamlarını inkara kalkışanlar da aynı akıbete duçar olacaklardır.
Yunus isminde bir ravi şöyle diyor: "İmam Rıza (a.s)'ın huzuruna vardığımda, Hazret bana dönerek: "Ali bin Hamza vefat etti" dedi. Ben: "Ey Peygamber oğlu! Evet öyledir" dedim. İmam: "O cehenneme dahil oldu" buyurunca, ben irkildim ve korktum. İmam nedenini şöyle açıkladı: "Kabir aleminde ona İmam Musa Kazım (a.s)'dan sonra imamından sorduklarında "tanımıyorum" deyip inkara kalkıştı, dolayısıyla kabri ateşle doldu." (136)
Ali bin Hamza İmam Rıza (a.s)'ın imametini kabul etmeden dünyadan giden bir şahıstır.
Hz. Resul (s.a.a) şöyle buyurdular: "Allah'ın Nekir ve Münkir isminde iki meleği vardır. Kabirde, ölen şahıstan, Allah'ından, Peygamber ve imamından soracaklar. Hakkıyla cevap verebildiyse cennet meleklerine teslim olunacaktır. Ama eğer o ölen şahıs dili tutulup cevap vermezse azap meleklerine teslim edeceklerdir." (137)
Kummi tefsirinde Zureysi Kennasi'ye istinaden şöyle yazıyor: "Zureysi şöyle rivayet etti: İmam Muhammed Bakır (a.s)'a: "Canım sana feda olsun, bana, Allah'ı ve Peygamberi'ni tanıyan, ama günahkar olan ve sizin velayet ve imametinizden haberdar olamayanların durumlarını, açıklar mısınız?" dedim. İmam şöyle buyurdular: "Bu durumda olanlar kabirlerinde kalacaklar. İşlerinde salih amel sahibi olup da biz Ehl-i Beyt'e düşmanlık etmeyenler için, cennetin kapılarından bir kapı yüzlerine açılacaktır, oradan Allah'larına kavuşana kadar, bir çeşit rahatlık esintisinden istifade edeceklerdir. Allah onları iyi ve kötü amellerine göre hesaba çekecektir. Ve bunlar hesapları Allah'a ait olan guruplardandır. mustazafların, akılsızların, çocukların, buluğ çağına girmeyen Müslüman çocuklarının durumları da Allah'a aittir." (138)
İmamın bunların durumları Allah'a aittir buyruğu aşağıda zikredilen ayeti kerimeye işarettir:
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Diğer bir kısmın da, durumları Allah'a aittir. Ya, azap eder veya tevbelerini kabul buyurur, Allah alim ve hekimdir." (139)

Kabir Sıkması

Berzah aleminde karşılaşacağımız ikinci bir husus da kabir azabı ve sıkmasıdır. Bu konu Ehl-i Beyt İmamları'nca birçok hadislerde beyan olunmuştur.
Ebu Besir diyor, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'a: "Hiç kabir sıkmasından kurtulan olur mu?" diye sordum. İmam (a.s): "Ondan Allah'a sığınırım, çok az kimse ondan kurtulur" (140) buyurdu.
Kabir sıkması ve azabı bazıları için yaptıklarının cezası olarak şiddetli olabilir. Ama bazıları için hafif olacaktır. Bu onların günahlarına oranla değişecektir.
İmam Cafer Sadık (a.s) Allah'ın Resulünden naklen şöyle buyurdular: "Kabir sıkması, imanlı kişiler için, israf ettikleri ilahi nimetlere karşılıktır." (141)

Kabir Sıkmasının Nedenleri

Ehl-i Beyt kanalından ulaşan hadislerden anlaşılıyor ki, kabir sıkması en çok şu aşağıda saydığımız amellerden dolayıdır:
1- Namazı hafife almak
2- Zor durumda kalan mazlumun (çağırdığı halde) yardımına koşmamak
3- Gıybet etmek
4- Söz dolandırmak
5 Ayak üstü idrar etmek ve idrarın sıçrayan damlalarından kaçınmamak
6- Kendi helalının (hanımının)doğal isteklerine olumlu cevap vermemek
7- Aile fertlerine karşı iyi ahlaka sahip olmamak
8- İlahi nimetleri israf etmek. (142)

Ders Verici Bir Öykü

Peygamberi Ekrem (s.a.a)'in büyük ashabından biri olan Sa'd bin Muaz vefat ettiğinde Allah'ın habibi Sa'd'in cenazesi yıkandıktan sonra, bizzat kendi mübarek elleriyle cenazenin bir tarafından tuttular ve gömüleceği yere kadar geldiler. Sa'd'in bedenini kabre koyup, ashabın yardımıyla bizzat kendisi kabrin üzerini örtüp sağlamlaştırdılar ve Resul-i Ekrem (s.a.a) defin esnasında şöyle buyurdular:
"Biliyorum, Sa'd'in kefeni ve bedeni çürüyecektir. Ama Allah işini iyi ve sağlam yapan kulunu sever, bunun için ben de kabrin üzerini ve içini sağlam yaptım."
Sa'd'in annesi, Hazret'in oğlunun cenazesine gösterdiği ilgi ve yakınlığı görünce: "Ey oğlum! Cennet sana afiyet olsun" dedi.
Peygamberi Ekrem (s.a.a) Sa'd'in annesinin böyle güvenli konuşmasını duyunca, şöyle buyurdular: "Ey Sa'd'in annesi! Oğlun hakkında cennet hususunda öyle kesin konuşma! Senin oğlun aile içerisinde haşin bir ahlaka sahip olduğu için bu anda kabir sıkmasına duçar olmuştur." (143)
Ruhun Bu Dünya İle Olan Bağlantısı
İslam Peygamberi ve Ehl-i Beyt'inden bize ulaşan rivayetlere göre, ölen kimsenin ruhu, tamamen bu dünyadan alakasını kesmiyor ve bazen yaşadığı eve dönerek aile fertlerini izler.
İmam Cafer Sadık (a.s) bu hususta şöyle buyurmuştur: "Her mü'min ve kafirin ruhu öğle üzeri kendi dünyadaki ailesinin yanına geliverir. Mü'min olan ruh kendi ev halkının iyi amellerle baş başa olduğunu görünce, Allah'a şükreder. Kafir ise kendi ev halkının iyi amele yöneldiklerini gördüğünde, hasret duyar."(144)
İshak bin Ammar dedi ki; "Hz. İmam Musa Kazım (a.s)'a: "Ölen insan ailesini ziyaret eder mi?" diye sordum. İmam (a.s): "Evet ziyaret eder" buyurdu.
Ben: "Ne kadar bir sürede ziyaret eder?" dedim.
İmam (a.s): "Derecelerine göre, cuma günleri, ayda bir veya senede bir ziyaret eden olur. Ölen insan bu ziyaretinde eğer ailesinin hayır amel yaptıklarını ve ferah içinde olduklarını görürse sevinir, ama eğer onları kötü amel üzere bulur veya zorluklar içinde olduklarını görürse üzülür" buyurdu. (145)
İlim ve tecrübe yoluyla, ruhlarla irtibat sağlayan bilim adamları da ruhların bu dünya ile olan bağlantılarını savunmaktadırlar.

Dipnotlar

------------------------------------------

(101)- Lisan-ül Arap c. 3 s. 8 berzah kelimesi
(102)- Rahman: 20
(103)- Mü'minin: 99
(104)- Ahmet bin Hanbel'in Es-Sünnet kitabı s. 47, El- İlahiyat Cafer Sübhani'nin c. 2 s. 735
(105)- Şerh-i Usul-ül Hamse s. 730
(106)- Akaid Saduk'un s. 81
(107)- Şerh-ül İtikadat liş Şeyh Saduk s. 100
(108)- Şerh-ül İtikadat liş Şey Saduk s. 100
(109)- Bihar-ül Envar c. 6 s. 271
(110)- Mü'minun: 99, 100
(111)- Tefsir-ül Keşşaf c. 3 s. 203
(112)- Tefsir-i Ebu-s Suud c. 6 s. 150
(113)- El- Mizan c. 15 s. 72
(114)- El- Bahr-ül Muhit c. 7 s. 584
(115)- Er-Ruh s. 73
(116)- Mü'min: 11
(117)- Nuh: 25
(118)- Mü'min 46
(119)- Yasin: 20. ayetten 26. ayete kadar
(120)- Al-i İmran: 169, 170
(121)- Bakara: 154
(122)- Kafi c.3 s. 245
(123)- Bihar-ül Envar c. 6. S 134
(124)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 267
(125)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 134, Usul-u Kafi c. 3 s. 246
(126)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 216
(127)- Furkan: 24
(128)-Tefsiri Ali İbn-i İbrahim Kummi, c.1 s.340; Tefsir-i Ayyaşi, c. 2 s. 227, Kuleyni Furu-u Kafi, c. 3 Kitab-u el-Cenaiz s. 3, 231, Şeyh Tusi el-Emali, c.1 s. 9, 357, Bihar-ül Envar c. 6 s. 225, 226 Burada dikkat edilmesi gereken nükte şudur ki; bu ve benzeri hadislerde geçen amelin tecessüm bulması, ölen insanın tecessüm bulan ameliyle konuşması, kabir suali, kabir sıkması, kabre cennetten veya cehennemden bir kapı açılması vb. olaylar, ölen insanın berzah alemindeki bedeni üzerinde vuku bulan olaylardır. Yoksa biz, "kabre defnedilen bedeni açtığımızda onun üzerinde bu gibi olayların herhangi bir izine rastlamıyoruz veya kabre kaydedici bir cihaz bıraksak böyle konuşmaların olduğunu görmüyoruz" deyip de bunları yalanlamak mümkün değildir. Çünkü bu olay madde aleminin bir üst tabakası olan berzah aleminde vuku bulmaktadır. Dolayısıyla da bunların izine madde aleminde rastlamak mümkün değildir. Zaten bu gibi hadisler de bu anlama işaret etmektedir. Ancak bizlerin anlaması için bazen de maddi tabirler kullanılmıştır.
(129)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 214
(130)- Buhar-ül Envar: c. 2 s. 124, Müslim c. 4 s. 65, Müsned c. 2 s. 51
(131)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 223.
(132)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 223
(133)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 266
(134)- Bihar-ül Envar c. 6 s. 235
(135)- Vakia: 88, 94
(136)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 242
(137)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 245
(138)- Nur-us Sakaleyn Tefsiri c. 3 s. 562
(139)- Tevbe: 106
(140)- Bihar-ül Envar c. 6 s. 261
(141)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 221
(142)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 221, 222
(143)- Er- Ruh: s. 56
(144)- Usul-u Kafi: c. 3 s. 23
(145)- Bihar-ül Envar c. 6 s. 257
2
MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER

Ölen İçin Yapılan Hayırlı Amel
Şüphe yok ki, insan yaptığının karşılığını görecektir. Eğer yaptığı amel hayır olursa, mutlaka onun karşılığı da hayır olacaktır. Hem akıl buna hükmediyor, hem ilahi hükümler. Allah Teala "İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey mi olur?" (146) buyururken, aklın bu açık hükmünü bize hatırlatıp teyit etmektedir.
Ayrıca bu, Allah'ın va'didir. Va'de vefasızlık akıl açısından çirkin olduğundan, elbette ki, bütün çirkinliklerden münezzeh olan Hak Teala'nın va'dine vefasızlık edebileceği düşünülemez. "İnanıp salih amellerde bulunanlar ise, Biz onları içinde temelli ve ebedi kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Bu, Allah'ın hak olan va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?" (147)
Ama eğer insanın ameli şer doğrultusunda olursa, her ne kadar onun doğal karşılığının şer olması gerekirse de, şerre ve isyana yönelik amellerde bağışlanma ve affedilme olanağı söz konusu olduğundan, şer nitelikli amellerin şer olan karşılığının insana ulaşacağı kesin ve mutlak değildir.
Zira isyan nitelikli amellerin en azından doğrudan Allah Teala'ya ait olan kısmının Allah Teala tarafından affedilmesi muhtemeldir.
Allah Teala: "Allah kendisine şirk koşmayı bağışlamaz, bundan başkasını diledi­ğine bağışlar." (148) buyuruyor.
Hz. Resulullah (s.a.a)'dan nakledilen; "Kime Allah yaptığı bir amelden dolayı bir mükafat va'detmişse, mutlaka onu yerine getirecektir. Kime de yaptığı bir amelden dolayı bir ceza tehdidinde bulunmuşsa, ihtiyar o konuda Allah'a aittir" (149) hadis-i şerifi de bunu teyit etmektedir.
O halde insanın yaptığı şer ve isyan nitelikli amellerinin şer olan karşılığının insana mutlaka ulaşacağı iddia edilmez. Zira onların tamamının veya en azından bazısının affa uğraması muhtemeldir.
Ancak burada bahis konusu olan konu, birinin, ister hayatta olsun, ister ölmüş olsun başka birinin yaptığı hayır amelden yararlanıp yararlanamayacağı veya yaptığı şer amelden zarar görüp göremeyeceği konusudur.
Şu kesindir ki insan, doğrudan veya dolaylı yoldan hiçbir dehaleti olmadığı ve kalben de razı olmadığı başka birinin yaptığı şer amelden dolayı, adaletin tahakkuk edeceği gün olan kıyamet günü sorumlu tutulmayacak ve ondan dolayı cezalandırılmayacaktır.
Nitekim aynı şartlara haiz olan, bir kimsenin yaptığı hayırdan da onun kendi izni olmadan başka birinin yararlandırılması da söz konusu olamaz. Zira bunun aksi zulüm olup, Allah Teala'nın adaletiyle çelişmektedir. Sonsuz rahmet, hikmet ve adalet sahibi olan Hak Teala'nın bir kimseyi başka birinin suçundan sorumlu tutup cezalandırması veya başka birinin yapmış olduğu hayrı onun izni olmadan başka birine vermesi aklın hükmü gereğince imkansız olduğu gibi, bizzat Hak Teala'nın kendisi, Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde böyle bir şey olmayacağını açıkça bildirmiştir. "Kim doğru yolu bulursa, o kendisi için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, o kendi aleyhine sapmıştır. Hiç kimse, kimsenin yükünü (günahını) yüklenmez..." (150)
Burada kesin olan bir husus da, insanın doğrudan veya dolaylı olarak dehaleti olduğu başka birinin yaptığı iyi veya kötü amelde ortaklık payının olduğu konusudur. Bu hususta aklın da hükmü aynı doğrultuda olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler de aklın bu hükmünü onaylamışlardır.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Kim iyi bir işte aracılık ederse, ona onun sevabından bir pay vardır; kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona o kötülükten bir hisse vardır. Allah, her şeyin karşılığını verir." (151)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Böylece kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını da kısmen yüklenirler. Dikkat edin, yüklendikleri yük ne kötü­dür!" (152)
Görüldüğü üzere, bu ayeti kerimelerde insanın kendisinin doğrudan mübaşeret etmediği, ancak dolaylı olarak sebebiyet ve dehaleti olduğu hayır ve şerlerde payı olduğu vurgulanmıştır.
Hz. Resulullah (s.a.a) da şöyle buyurmuştur: "Kim İslam'da iyi bir gelenek bırakırsa, o geleneğin ve o geleneğe amel edenlerin sevabı kadar bir sevap, o geleneğe amel edenlerin sevabından bir şey eksilmeksizin ona ulaşır. Kim de İslam'da kötü bir gelenek bırakırsa, o geleneğin ve o geleneğe amel edenlerin günahı kadar bir günah, o geleneğe amel edenlerin günahından bir şey eksilmeksizin ona ulaşır." (153)
Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan nakledilen mü'minin öldükten sonra amel defterinin kapandığı ve sadece kendisinin sebebiyet konumunda olduğu, baki hayır, yararlanılan ilim, ona dua eden hayırlı evlat ve benzeri hayırlar açısından amel defterinin açık olduğunu bildiren hadisler de aynı hükmü teyit etmektedirler.
İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdular: "Mü'min kula öldükten sonra sürekli yararı ulaşan altı şey vardır:
1- Babası için istiğfar eden hayırlı evlat
2- Halkın arasında koyup gittiği Kur'an
3- Halk yararına, kazdığı su kuyusu
4- Diktiği ağaç
5- Hazırladığı akarsu
6- Kendisinden sonra bıraktığı amel olunan iyi bir gelenek." (154)
Ayrı bir hadiste de İmam Cafer Sadık (a.s) Allah'ın Resulü'nden naklen şöyle buyurmuştur: "Bir gün Hz. İsa (a.s) bir kabrin yanından geçiyordu, kabir sahibinin azap içerisinde olduğunu gördü. Dönüşte aynı kabrin yanından geçerken azabın o adamdan kaldırılmış olduğunu müşahede etti ve bunun sırını Cenab-ı Hak'tan niyaz ettiğinde, şu cevap geldi: "Ey Peygamberim! Onun salih ve kabiliyetli oğlu babasının hayrına yol yaptı ve bir yetime kanat gerdi. İşte oğlunun bu amelinin hatırına onu affettim." (155)
Açıktır ki, insanın doğrudan veya dolaylı olarak dehaleti olup sebebiyet konumunda olduğu şerler de yukarıda işaret ettiğimiz ayet-i kerime ve Hz. Resulullah'ın hadis-i şerifinde yer aldığı üzere, kendi zatında aynı hükme tabidir.
Ancak insanın bizzat kendisinin mübaşireten işlediği günahlarda olduğu gibi, doğrudan veya dolaylı olarak dehaleti olan günahlar da af kapsamına dahildir. Onları affedip etmemek Allah Teala'ya ait olan bir konudur. Dilerse, rahmetinin gereği ihsan edip affeder, dilerse de adaletinin gereğini yerine getirip cezalandırır.
Bizim burada varmak istediğimiz husus, bu gibi suçlardan dolayı insanın sorumlu tutulmasının ne akla ne de Allah Teala'nın adaletine hiçbir aykırılığı olmadığı ve ilahi açıklamaların bu doğrultuda olduğudur.
İnsanın doğrudan veya dolaylı yoldan hiçbir dehaleti olmadan bir başkasının yaptığı hayırdan yararlanıp yararlanamayacağı konusuna gelince, bazıları, özellikle de son zamanlarda Arabistan'da yaygınlaşan Vehhabi mezhebi mensupları ve onların etkisi altında kalanların Allah Teala'nın "İnsan için çalıştığından başkası yoktur." (156) ayetine istinaden ölen bir insanın başka birinin yaptığı hayır amelden, onun kendisi, kendi gönül rızasıyla ona hediye etse bile, bir fayda görmeyeceğini, dolayısıyla da hayatta olan insanların, ölen insanların hayrına yapıp sevabını hediye ettikleri hayır amellerin ölenlere hiçbir fayda vermeyeceğini ve abes bir iş olduğunu savunuyor ve özellikle de ölen insandan zayi olmuş olan namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin hayatta olanlar tarafından yerine getirilmesinin ölen insana hiçbir fayda sağlamayacağını ileri sürüyorlar.
Biz bu konuyu ilk önce akıl açısından, sonra da Kur'an ve hadis açısından ele alıp doğru olup olmadığını gözden geçireceğiz.
Bir kimsenin yaptığı şer nitelikli amelin zararının başka birine dokunması ve birinin başka birinin yaptığı şer nitelikli amelden sorumlu tutulmasının aksine akıl, bir kimsenin yaptığı hayır nitelikli amelin yararının, hayır amel sahibinin gönül rızası olduğu taktirde, ister hayatta olsun, ister ölmüş olsun başka birine ulaşmasında hiçbir engel ve mahzur görmemektedir.
Zira insan emeğinin malikidir. Dolayısıyla onu istediği yerde ve istediği şekilde kullanması onun en doğal hakkıdır. Onu kendi yararına istifade edebileceği gibi, başka birine hediye etmesinde de hiçbir mahzur söz konusu değildir.
Ama yukarıda işaret ettiğimiz üzere, bir kimsenin yaptığı şer nitelikli amelin zararının, doğrudan veya dolaylı olarak hiçbir katkısı olmayan başka birine dokunması veya onun bu şer amelden sorumlu tutulması önünde akli engel vardır. O da böyle bir şeyin zulüm olmasıdır. Yani akıl, bir kimsenin doğrudan veya dolaylı yoldan hiçbir katkısı olmadığı başka birinin yapmış olduğu şer nitelikli amelden dolayı sorumlu tutulmasını veya zararının ona dokundurulmasını zulüm etmek olarak görür.
Öte yandan akıl, sonsuz adalet, rahmet ve hikmet sahibi Hak Teala'nın adalete aykırı davranarak birine zulmetmesini imkansız görmekle birlikte, bizzat Hak Teala'nın kendisi de hiçbir kimseye en ufak bir zulüm yapmayacağını bildirmiştir. O halde Allah Teala bir kimsenin yaptığı şerrin zararını başka birine ulaştırmaz ve bir kimsenin yaptığı şerden dolayı başka birini sorumlu tutmaz.
Ama bir kimsenin yaptığı bir hayrın yararının, onun kendi gönül rızasıyla başka birine ulaştırılması Allah Teala'nın hiçbir sıfatıyla çelişmemekte ve akıl bunda hiçbir sorun görmemektedir. O halde akıl açısından bunun önünde hiçbir engel ve mahzur bulunmamaktadır.
Kur'an ve Sünnet'e gelince, Kur'an ve Sünnet'in böyle bir şeyi reddetmediği gibi aksine, Kur'an ve Sünnet'in bunun tahakkuk bulacağını ortaya koyduğunu görmekteyiz. Biz Kur'an ve Sünnet'in bu doğrultuda olan açıklamalarını daha sonra ele alacağız.
Biz burada ilk önce Vehhabbi zihniyetli insanların buna engelleyici olduğunu ileri sürdükleri Allah Teala'nın, "İnsan için çalıştığından başkası yoktur." (157) ayetini kısaca gözden geçirmek istiyoruz.

Vehhabi Zihniyetlilerin İtirazı

Onlar, Allah Teala'nın bu ayet-i kerimede insanın ancak kendi yaptığı hayır amelden fayda göreceğini beyan ettiğini, dolayısıyla da başka birinin yaptığı hayır amelden, onun kendi hediye etse bile, insana bir yarar gelmeyeceğini iddia ediyorlar. Onlar bu anlamı, ayette bağlaç olarak kullanılan "lam" harfinden çıkarıyorlar. Şöyle ki, ayette geçen "lam" harfi yarar anlamını ifade ediyor. Ayet-i kerime de yararı yalnızca insanın kendi ameliyle sınırladığına göre, insana yararı ve faydası dokunacak olan ancak insanın kendi amelidir. Bunun ters anlamı, başkasının yaptığı hayır amelden insana bir yarar gelmeyeceğidir. O halde başkasının yaptığı hayır amelden insana bir fayda gelmeyecektir.
Cevap: Bu ayetin manası hakkında yapılan bu yorumun doğru olup olmadığını bilmek için, ilk önce bu ayette bağlaç olarak kullanılan "lam" harfinin Arap dilinde ne anlam ifade ettiğini bilmek zorundayız.
Her ne kadar Arap dilinde bağlaç olarak kullanılan "lam" harfi; mülkiyet, ihtisaslık, neden ve yemin anlamlarını ifade etmek için kullanılmış ise de, mezkur ayette geçen anlama en uygun olanı, onlardan sadece mülkiyet ve ihtisaslık anlamlarıdır.
Meselâ, Arap dilinde "El-malu li Zeyd'in" denildiğinde, bu cümlede kullanılan "lam" harfi mal Zeyd'in mülküdür, anlamını ifade ediyor. Benzeri kullanma tarzı Kur'an-ı Kerim'de de çok gelmiştir. Allah Teala'nın "Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Ve bütün işler sonunda Allah'a döner." (158) ayetinde geçen "lam" harfi göklerde ve yerde olan her şeyin mülkiyetinin Allah Teala'ya ait olduğu anlamını ifade etmektedir.
Yine Arap dilinde "El- Cüllu lil Feres" (çul ata aittir) denildiğinde, bu cümle içerisinde bağlaç olarak kullanılan "lam" harfi çulun ata mahsus olduğu anlamını ifade ediyor. Yani ihtisas anlamı, cümlede kullanılan lam harfinden çıkarılıyor. Buna göre mezkur ayetin anlamı, ya "İnsan ancak kendi çabasına maliktir" olur, ya da "İnsana ait ve mahsus olan ancak kendi çabasıdır" olur. Bundan insanın sadece kendi çabasına malik olduğu veya insana ait ve mahsus olanın sadece kendi çabası olduğu anlamı çıkar.
Ama insanın maliki olduğu veya kendine ait olduğu çabasını kendi gönül rızasıyla başka birine devredip devredemeyeceği hususu bu ayetin anlamı dahiline girmemektedir. Yani bu ayet, bu konuya ispat veya reddetme açısından açıklama getirme konumunda değildir. O halde bu ayet insanın maliki olduğu veya kendine ait olan çabasını başka birine devretme yetki ve tasarruf hakkını reddetmemektedir. Zaten aklın hükmü de bu doğrultudadır. Yani akıl insanın malik olduğu veya kendine ait olan bir şeyde istediği şekilde tasarruf etme hak ve yetkisinin olduğuna hükmediyor.
Buna göre, insan mülkiyetini elinde bulundurduğu veya kendine ait olan bir şeyi kendi yararına kullanma yetki ve hakkına sahip olduğu gibi, onu hibe ve hediye etmek suretiyle başka birinin yararına kullanma hak ve yetkisine de sahiptir. Akıl ve din bu açıdan birinin hayatta olmasıyla ölmüş olması arasında hiçbir fark görmemektedir. Aksine, akıl ve din, insanın mülkiyetini bulundurduğu ve kendine ait olan şeylerde tasarruf yetkisinin, makul ve meşru ölçüler dahilinde olmak kaydıyla mutlak olduğuna hükmediyor. Bunun önünde ilahi bir engel de söz konusu olmadığına göre, insan maliki olduğu veya kendine ait olan şeyleri hayatta bulunan başka birine hibe ve hediye edebileceği gibi, ölen birisine de hibe ve hediye edebilir.
Başka bir tabirle bu ayet insanın bizzat ancak kendi amelini bulacağını ifade etmektedir. Gerçekte bu ayet Allah Teala'nın "Herkes kazancına bağlı bir rehindir." (159) ayetinden farklı bir anlam ifade etmiyor. Buna göre her insan bizzat ancak kendi amelini bulacak ve hayrıyla şerriyle sonucuna katlanacaktır.
Ama bir insanın hayır amelinin sevabını kendi gönül rızasıyla başka birine hediye edip edemeyeceği konusu bu ayetin anlamı dışındadır. Bu ayetin ne müspet ne de menfi açıdan bu konuya herhangi bir işareti yoktur.
Nasıl ki, bir babanın oğluna; "Oğlum, herkes ancak kendi için çalışır ve kendi çabasından yarar görür, gözünü ona buna dikme" diye nasihat etmesinden oğlunun başka birinin herhangi bir niyetle ona hediye ettiği şeylerden yarar görmeyeceği ve oğlunun hiçbir kimseden herhangi bir hayır görmeyeceği anlamına gelmiyorsa, bu ayette aynı konumdadır.
Acaba böyle bir durumda başka birinin hediyesinden yararlanan bu çocuk babasına; "Baba, sen bana ancak kendi çabamdan hayır göreceğimi demiştin, oysa ben arkadaşımın hediyesinden de yarar gördüm" diye itiraz etme hakkı olabilir mi?
Eğer böyle bir itirazda bulunursa, babası ona; "Oğlum ben her insanın bizzat ancak kendi çabasına sahip olduğunu ve asıl yarar sağlayacak şeyin insanın kendi çabası olduğunu söylemiştim. Benim bu sözüm başka birinin sana hediyede bulunamayacağı anlamına gelmiyordu" demez mi?
Sonra faraza bu ayetin insanın yalnızca kendi çabasından yararlanabileceğini ifade ettiğini kabul etsek bile, bu ayet insanın başkasının kendi gönül rızasıyla hediye ettiği hayırdan yarar görmeyeceğini ifade etmemektedir.
Zira başkasının insana hediye ettiği hayırlar da, doğrudan olmasa bile, dolaylı yoldan insanın dünya hayatında yapmış olduğu kendi çabasının ürünüdür. Açıktır ki, dünya hayatında iken kimseye bir hayrı dokunmayan kendinden kötülükten başka bir hatıra bırakmayan birini kimse hayırla anmaz ve bir hayrı ona hediye etmez.
Buna karşılık yaşadığı sürece, hep insanlara hayrı dokunan, toplumda iyi izlenim bırakan ve örnek hayırlı hayatıyla insanların beğenisini kazanan birini ise, ölümünden sonra insanlar hep hayırla anacak, hakkında hayırlı duada bulunacak ve çeşitli hayırlarla onu anıp sevabını ona hediye edeceklerdir. Bu durumda başkalarının bir insana ölümünden sonra hediye ettikleri hayır ameller de onun dolaylı yoldan kendi çabasıyla kazanmış olduğu hayırlar olup bu ayetin kapsamı dahiline girmektedir.
Ehl-i Sünnet ulemasından da bu hakikatin farkına varanlar olmuştur. Ehl-i Sünnet ulemasının önde gelenlerinden olan Ebu-l Vefa bin Akil bu konuda şöyle yazıyor: "İnsan kendi çabasıyla ve güzel muaşeretiyle dostlar kazanır, evlenip evlat sahibi olur, ailesine ve diğer insanlara yaptığı iyiliklerle onların sevgisini kazanır. Bu da onların ona karşı şefkat duymalarını ve hayırlı amellerin ve ibadetlerin sevabını ona hediye etmelerini sağlar. Dolayısıyla bu hediyeler de onun kendi çabasının ürünlerindendir.
Nitekim Hz. Resulullah (s.a.a)'in "Kişinin yediği en temiz yemek kendi kazancından olandır" hadisi ile "Kul ölünce, şu üç şey dışında ameli kesilir: Baki hayır, yararlanılan ilim ve ona dua eden salih evlat" (160) hadisi de buna delalet etmektedir." (161)
Ancak bir noktayı gözden kaçırmamalıyız ki, İslam dini insanlara hayatta bulundukları sürece, namaz, oruç ve hac gibi bir takım kişisel yükümlülükler getirmiştir. Öyle ki, insanın kendisi hayatta bulunduğu sürece, kişisel olarak sorumlu olduğu bu görevleri başka birisi onun tarafından yerine getiremez ve başka birisinin onun tarafından yerine getirdiği bu ameller onun sorumluluğunu boynundan kaldırmaz.
Ancak bu durum, insanın hayatta bulunduğu döneme aittir. Bunun içinde insanın ölümünden sonra bunların kazasının başka biri tarafından yerine getirilemeyeceği kaydı yoktur. Aksine, ileride göreceğimiz üzere, Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerde bunun mümkün olduğu ve hatta gerekli olduğu yer almıştır.
Burada şu noktayı da belirtmeliyiz ki, bir insanın kişisel olarak sorumlu olduğu görevlerin onun ölümünden sonra başkası tarafından kaza edilmesi, artık onun kendisinin hiçbir sorumluluğu kalmadığı ve boynunda olan yükümlülüğün tamamıyla kalktığı anlamını ifade etmiyor.
Nitekim insanın kendisi hayatta iken zamanında yerine getirmediği bu gibi görevlerini sonradan kaza etmesi de, onun bütün sorumluluktan kurtulduğu anlamına gelmemektedir.
Ancak bu kaza etmenin hiçbir faydası olmadığı ve boş bir iş olduğu da iddia edilemez. Bizzat Allah Resulü ve ilahi önderler olan Ehl-i Beyt İmamları bunu emrettiğine göre, elbette ki, bunun bir faydası vardır. Bu gibi amellerden ölen insanın faydalandığı gibi, bizzat bu ameli yapan insan da faydalanmaktadır. Nitekim, ileride nakledeceğimiz hadislerde bu hususa bizzat işaret edilerek, bu amellerin sevabının hem ölen insana, hem de bu ameli yapan hayatta bulunan insana ulaştığı yer almıştır.
Sonra bizim bahsimiz, insanların kişisel olarak sorumlu olduğu namaz, oruç ve hac gibi konularla sınırlı değildir. Biz hayatta bulunan bir insanın kişisel olarak farz olmayan, sadaka vermek ve Kur'an tilaveti gibi, herhangi bir hayır ameli yapıp sevabını ölen bir insana hediye edip edemeyeceği konusunu tartışıyoruz. Vehhabbi zihniyetli insanlar bunu bile inkar ediyorlar.

Konunun Kitap ve Sünnetteki Yeri

Yukarıda işaret ettiğimiz üzere, Kitap ve Sünnet insanın, ister ölmüş olsun, ister hayatta olsun başka birinin hayır amelinden yararlanabileceğini tasdik etmektedir. Biz ilk önce Kur'an-ı Kerim'in konuya işaret eden ayetlerini, daha sonra da konuya işaret eden hadisleri özet olarak ele alacağız.
Kur'an-ı Kerim ve Ölen İnsan İçin Yapılan Hayır Amel
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onlardan sonra gelenler: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeş­lerimizi bağışla; kalbimizde mü'minlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin" derler." (162)
Görüldüğü üzere, Allah Teala bu ayeti kerimede sonradan iman etmiş olan mü'minleri, kendilerinden önce gelen mü'minlerin bağışlanması için dua ettiklerinden dolayı överek iman ehlini böyle amel yapmaya teşvik etmektedir. Demek ki, sonradan gelen mü'minlerin dualarının kendilerinden önce iman ehli olarak vefat etmiş olan mü'minlere faydası vardır. Yoksa Allah Teala'nın mü'minlerin bu amelini överek iman ehlini böyle amel yapmaya teşvik etmesinin bir anlamı kalmaz.
Yine Allah Teala meleklerin, ister hayatta olsun ister vefat etmiş olsun iman ehlinin bağışlanması için dua ettiklerini bildirerek şöyle buyurmuştur: "Arşı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tespih ederler; O'na inanırlar. Mü'minler için: "Rabbimiz! İlmin ve rahmetin her şeyi içine almıştır. Tevbe edip Senin yoluna uyanları bağışla; onları cehennemin azabından koru" diye bağışlanma dilerler." (163)
Yine şöyle buyurmuştur: "...Melekler ise Rablerini överek tespih eder ve yeryüzünde bulunanlar için O'ndan bağışlanma dilerler..." (164)
Görüldüğü üzere, Allah Teala bu ayetlerinde de meleklerin iman ehlinin bağışlanması için dua ettiklerini bildirmiştir. Açıktır ki, eğer Vehhabi zihniyetlilerin, insanın ancak kendi çabasından fayda göreceği ve başkasının hayır amelinden kendi gönül rızalarıyla insana hediye etse bile, ona hiçbir fayda gelmeyeceği iddiaları doğru olsaydı, iman ehline meleklerin duasından hiçbir fayda gelmemesi lazım gelirdi. Bunun anlamı ise, meleklerin abes bir işe yeltenmeleri, Allah Teala'nın da abes bir iş olan meleklerin bu eylemini onaylaması olur ki, böyle bir şeyi masum olan Allah Teala'nın meleklerine ve daha önemlisi bütün çirkinliklerden münezzeh olan Cenab-ı Hakk'a yakıştırmak, bilinçli olduğu taktirde, insanı küfre bile götürür. O halde Kur'an-ı Kerim açısından insanın yarar göreceği şey, asıl kendi çabası olmakla birlikte, sadece onunla sınırlı değildir. İnsan başkasının hayır duasından ve kendi gönül rızasıyla ona hediye ettiği hayır amelden de yarar görebilir.
Ölen İnsanın Hayatta Olan İnsanların Yaptığı Hayır Amellerden Yarar Göreceğine Delalet Eden Hadisler
Ölen insanın, hayatta bulunan insanların ona hediye ettiği hayır amelinden yarar göreceğini belirten hadisler tevatür haddini aşmıştır. Özellikle de Ehl-i Beyt İmamları bu konuya tam manasıyla açıklık getirmişlerdir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet ulemasının aksine, Ehl-i Beyt uleması arasında buna karşı çıkan bir kişi bile bulunmamaktadır.
Biz burada konumuzla ilgili olarak, buna karşı çıkan Ehl-i Sünnet'in bazı Vehhabi zihniyetli alimlerinin de aydınlanması gayesiyle, daha çok Ehl-i Sünnet kaynaklarında konu hakkında nakledilen hadislerden bazı örnekler vereceğiz.
Ölen İnsanın Kendine Verilen Selamı Duyup Cevapladığını ve Ölen İnsanın Hayatta Bulunanların Duasından Yararlandığını Bildiren Hadisler
Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Müslümanlar'dan kim dünya hayatındayken tanıdığı kardeşinin mezarı başına gelir ve ona selam verirse, Allah Teala onun selamını cevaplaması için o ölen kimseye ruhunu gönderir."(165)
Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Kim kardeşinin mezarını ziyaret eder ve orada oturursa, oradan ayrılıncaya kadar mezar sahibi onunla menus olup sözlerinin cevaplar." (166)
Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Ölen kişi mezarına konup arkadaşları oradan ayrılınca, o onların ayakkabılarının çıkardığı sesi duyar" (167)
Hz. Resulullah (s.a.a)'in kendisi bizzat mezarlığı ziyaret eder, mezarda olanlara dua eder, Müslümanlar'a mezarlığı ziyaret etme ve ölülere dua etme şeklini öğretir, Allah Teala'nın kendisine bunu emrettiğini buyuruyordu.
Aişe diyor ki; "Hz. Resulullah: "Rabbim bana Baki mezarlığına gitmemi ve onlara af dilememi emretti" buyurdu. Ben Hazret'e: "Ey Resulullah! Ben mezarlığı ziyaret ettiğimde ne söyleyeyim?" dedim. Hazret: "Mü'min ve Müslüman mezarlık sakinlerine selam olsun. Allah bizden önce ölenlere de sonradan öleceklere de rahmet eylesin. Biz de inşallah size kavuşacağız" söyle buyurdu." (168)
Başka bir hadiste de Hz. Resulullah (s.a.a)'in Baki mezarlığını ziyaret ettiğinde: "Ey Mü'min ve Müslüman mezarlık ehli selam olsun size. inşaallah biz de size kavuşacağız. Siz bizlerin öncülleri biz de sizlerin takipçileriyiz. Allah Teala'dan size ve bize afiyet inayet etmesini niyaz ediyorum" (169) buyurduğu yer almıştır.
Yine Aişe diyor; "Hz. Resulullah (s.a.a)'in Baki mezarlığını ziyaret etme gecesi geldiğinde, gecenin geç vakitlerinde Baki mezarlığına gider ve onlara: "Selam olsun size, ey mü'min kavmin evinde olanlar. Va'dedildiğiniz şey gelip size çattı. Yarın için ise vaktiniz belirlenmiştir. İnşaallah biz de size kavuşacağız. Allah'ım! Baki ehlini bağışla" (170) diye seslenirdi.
Afv bin Malik diyor; Hz. Resulullah bir cenazenin namazını kıldıktan sonra ona dua etti. Ben Hazretin duasından şunları hıfzettim: "Allah'ım! Onu mağfiret et, ona rahmet, onun suçundan geç, onu affeyle, onun menzilini yüce kıl, onun yerini geniş eyle, beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi, onu serin suyla yıkayıp günahlardan temizle, onun evine karşı daha hayırlı bir ev, ailesine karşı daha hayırlı bir aile ve hanımına karşı daha hayırlı bir hanım ona inayet eyle, onu cennet mekan eyle ve kabir ve ateş azabından onu koru." (171)
Osman bin Afvan şöyle demiştir: "Hz. Resulullah (s.a.a) bir cenazenin defninden sonra orada durur ve: "Kardeşiniz için mağfiret dileyin ve onun için sebat dileyin. Çünkü o şimdi sorgulanmaktadır" (172) buyururdu.
Hz. Emir-ül Mü'minin Ali (a.s) da Hz. Resulullah (s.a.a)'in bir cenazeyi defnettikten sonra şöyle dua ettiğini rivayet etmiştir: "Allah'ım! Bu senin kulundur. Sana gelmiştir. Sen gelinenlerin en hayırlısısın. Öyleyse onu bağışla ve yerini geniş kıl." (173)
Abdullah bin Aclan diyor; "Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) Ehl-i Beyt dostu bir kişinin mezarı başında durdu ve şöyle dua etti: "Allah'ım! Sen onun yalızlığını ve korkusunu gider ve ona senden gayrisinin rahminden müstağni kılacak rahmetini indir." (174)
Muhammed bin Müslim diyor; Hz. Ebu Abdullah İmam Cafer Sadık (a.s)'a: "Ölüleri ziyaret edelim mi?"diye sordum. İmam (a.s): "Evet" buyurdu. Ben: "Onları ziyaret ettiğimizde ne diyelim?" dedim. İmam (a.s): "Allahım! Yeri onların etrafından genişlet, ruhlarını kendine yükselt, rıdvanını onlara inayet buyur ve kendi rahmetinden onların yalnızlıklarını ve korkularını giderecek rahmetini onlara nazil et" de buyurdu."(175)
Hem Ehl-i Sünnet, hem de Ehl-i Beyt kaynaklarından naklettiğimiz bu hadisler, bu konuda gelen hadislerden sadece birkaç örnekti. Konuyla ilgili onlarca hadis rivayet edilmiştir. İsteyen ilgili kaynaklarda daha fazlasını görebilir.
Peki, eğer insan sadece kendi amelinden yarar görecekse, Hz. Resulullah (s.a.a)'in, Ehl-i Beyt İmamları'nın ve Hz. Resulullah'ın ashabının mezarlığı ziyaret edip, ölen insanlara selam verip, onlara dua etmeleri ve Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'nın diğer insanlara da aynı ameli yapmayı emretmeleri ne anlam taşıyor? Acaba Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'nın boş ve faydasız bir iş yapıp, diğer Müslümanlar'a da bu boş işi yapmayı emretmeleri mümkün müdür? Böyle bir şeyi savunmak ne anlam taşır? O halde ölen bir insan başkalarının hayır dualarından da fayda görmektedir. Bunun aksini savunmak Kur'an ve Sünnet'e açıkça karşı çıkmaktır.
Ölen İnsanların, Hayatta Bulunanların Onlar için Okuduğu Kur'an'dan Yararlandıklarını Bildiren Hadisler
Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Yasin Kur'an'ın kalbidir. Kim onu yalnızca Allah Tebareke ve Teala ve ahiret niyetiyle okursa, günahları bağışlanır. Onu ölüleriniz için de okuyunuz." (176)
Yine Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Kim mezarlıktan geçtiğinde on bir defa İhlas Sûresi'ni okur ve onun sevabını orada bulunan ölülere hediye ederse, orada bulunan ölülerin sayısınca ona mükafat verilir." (177)
Yine Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Yasin Sûresi'ni ölülerinize okuyun." (178)
Yine Hz. Resulullah şöyle buyurmuştur: "Kim mezarlığa gider sonra Fatihe, İhlas ve Tekasür Sûreleri'ni okur ve: "Rabbim! Kelamından okuduğum sûrelerin sevabını mezarlık ehlinden mü'min ve mü'minelere hediye ettim" derse, onlar onun için Allah katında şefaatçi olacaklardır." (179)
Hz. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Eğer bir mü'min, mü'min kardeşinin kabrini ziyaret edip, yedi defa Kadir Sûresi'ni ona okursa, Allah onu ve kabir sahibini affeder." (180)
Hz. Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Mü'min bir kimse, Ayet-ül Kürsi'yi okuyup sevabını mezarlık ehline hediye ederse, Allah Teala onun her bir harfinden bir melek yaratır. O melekler kıyamet gününe kadar onun için Allah Teala'yı tesbih ederler." (181)
Görüldüğü üzere, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt kaynaklarından örnek olarak naklettiğimiz bu hadislerde ölen insanlar için Kur'an okumanın, özellikle de Kur'an-ı Kerim'in bazı sûre ve ayetlerinin okunmasının, hem okuyan insan için, hem de ölen insan için büyük sevabı olduğundan bahsedilmiştir. O halde, ölen insana Kur'an okumak bid'attir, şeklinde çıkış yaprak bunları reddedenler gerçekte tevatür haddine ulaşmış olan Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamları'nın hadisleri ile asr-i saadetten şimdiye kadar bütün Müslümanlar'ın amelen kabul ettiği bir İslami ilkeyi reddetmektedirler.
Ölen İnsanların, Hayatta Bulunanların Onlar İçin Yaptığı Namaz, Oruç Gibi Hayır Amellerden Yararlandığını Belirten Hadisler
Ölen insanların hayatta bulunanların onlar için yaptığı namaz oruç gibi hayır amellerden yararlandıklarını belirten hadislere gelince, bu doğrultudaki hadisler hem Ehl-i Sünnet hem de Ehl-i Beyt kaynaklarında tevatür haddine ulaşacak, belki de tevatür haddini aşacak kadar fazladır. Biz burada örnek olma açısından bu hadislerden sadece birkaçına işaret edip bu konudaki bahsimizi bitirmeye çalışacağız.
1- İbn-i Abbas diyor ki; "Bir kişi Hz. Resulullah'ın yanına gelerek: "Ey Resulullah! Annem vefat etmiştir. Boynunda bir ay oruç borcu da vardı. Ben onun yerine kaza edeyim mi?" diye sordu. Hz. Resulullah (s.a.a) ona: "Eğer annenin borcu olsaydı, onu vermez miydin?" buyurdu. O adam: "Elbette verirdim" dedi. Hazret: "Öyleyse Allah'ın borcu ödenmeye daha layıktır" buyurdu." (182)
2- Yine İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Bir kadın Hz. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek; "Ey Resulullah, annem vefat etmiştir. Boynunda nezir orucu da vardı. Ben onun yerine onu tutayım mı?" dedi. Hz. Resulullah (s.a.a) ona: "Eğer annenin bir borcu olurdu ve sen onun yerine bu borcu ödeseydin, acaba bu annenin borcunu boynundan kaldırmaz mıydı?" buyurdu. Kadın: "Evet kaldırırdı" dedi. Bunun üzerine Hazret ona: "Öyleyse annenin yerine oruç tut" buyurdu." (183)
3- Aişe şöyle rivayet etmiştir: "Bir kişi Hz. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek; "Ey Resulullah! Annem ansızın vefat etti, sanıyorum ki, eğer konuşma imkanı olsaydı, sadaka vermeye vasiyet edecekti. Ben onun yerine sadaka vereyim mi?" diye sordu. Hazret: "Evet annenin yerine sadaka ver" buyurdu." (184)
4- Abdullah bin Abbas şöyle rivayet etmiştir: Bir kişi Hz. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek; "Annem vefat etmiştir. Acaba onun yerine sadaka verirsem, ona bir faydası olur mu?" diye sordu. Hazret: "Evet" buyurdu. Bunun üzerine, o adam: "Benim bir bostanım vardır. Sen de şahid ol ki, onu annemin adına sadaka verdim" dedi." (185)
5- Ebu Hureyre şöyle rivayet etmiştir: "Bir kişi Hz. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek; "Babam vefat etmiş, bir miktar mal bırakmış, vasiyet de etmemiştir. Acaba onun tarafından sadaka verirsem, bu onun bağışlanmasına sebep olur mu?" dedi. Hazret: "Evet" buyurdu." (186)
6- Bureyde şöyle rivayet etmiştir: "Ben Hz. Resulullah (s.a.a)'in huzurunda oturduğum bir sırada bir kadın Hazret'e gelerek; "Ben anneme bir keniz vermiştim. Şimdi annem ölmüştür" dedi. Hazret: "Sen sevabına ulaşmışsın, o keniz de miras olarak sana geri dönmüştür" buyurdu. O kadın: "Ey Resulullah! Annemin boynunda bir ay oruç borcu vardı. Ben onu tutayım mı?" diye sordu. Hazret: "Evet annenin yerine o orucu tut" buyurdu. O kadın: "Annem asla hacca gitmemiştir. Ben onun yerine hacca gideyim mi?" dedi. Hazret: "Onun yerine hacca git" buyurdu." (187)
7- Abdullah bin Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Sa'd'in annesi, Sa'd'in yolculukta olduğu bir vakitte vefat etti. Sa'd gelince, Hz. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek: "Annem benim olmadığım bir vakitte vefat etti. Acaba ben onun yerine sadaka verirsem, ona bir yararı olur mu?" diye sordu. Hazret: "Evet" buyurdu. Bunun üzerine, Sa'd Hazret'e: "Seni şahid ediyorum ki, Mihraf bostanım annemin tarafından sadakadır" dedi." (188)
8- Yine Abdullah bin Abbas şöyle rivayet etmiştir: Sa'd bin Ubade Hz. Resulullah (s.a.a)'dan annesinin boynunda olup da yerine getirmeden öldüğü bir nezrin hükmünü sordu. Hazret: "Annenin yerine onu kaza et" buyurdu." (189)
9- Yine İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Bir kadın deniz yolculuğuna çıkmıştı. O, Allah Teala'nın onu bu yolculuktan selametle kurtardığı taktirde, bir ay oruç tutmayı nezir etti. Allah Teala onu kurtardı, ama o orucu tutmadan öldü. Bunun üzerine onun kızı veya kız kardeşi Hz. Resulullah (s.a.a)'a gelerek, durumu arz etti. Hazret: "Ona, onun yerine o orucu tutmasını emretti." (190)
10- Yine İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: Cuheyni kabilesinden bir kadın Nebiyy-i Ekrem'e gelerek: "Annem hacca gitmeyi nezir etmişti. Hacca gitmeden önce vefat etti. Ben onun yerine hacca gideyim mi?" dedi. Hazret: "Onun yerine hacca git, acaba annenin boynunda borcu olsaydı, onu ödemez miydin?" buyurdu. Kadın: "Evet öderdim" dedi. Hazret: "Öyleyse, onun için olanı da kaza et. Çünkü Allah vefa etmek için daha layıktır" buyurdu."(191)
11- Aişe şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Resulullah şöyle buyurdu: "Kim ölür ve boynunda oruç borcu olursa, velisi onun yerine o orucu tutmalıdır." (192)
12- Abdullah bin Ömer şöyle rivayet etmiştir: "As bin Vail cahiliye döneminde yüz deve kesmeyi nezir etmişti. Oğlu Hişam, babası tarafından kendi payı olan elli deveyi kesmişti. Diğer oğlu Amir konuyu Hz. Resulullah'a arz etti. Bunun üzerine Hazret şöyle buyurdu: "Eğer baban tevhide ikrar etmiş olsaydı, onun yerine oruç tutsan veya sadaka verseydin ona yararı dokunurdu. (Ebu Davud'un naklinde ise, "Baban İslam dinini kabul etmiş olsaydı, onun tarafından köle azat etsen, hacca gitsen veya sadaka verseydin, ona yararı dokunurdu" ibaresi yer almıştır." (193)
13- İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Bir kadın Hz. Resulullah (s.a.a)'a: "Babam hacca gitmeden vefat etmiştir. Ben onun yerine hacca gideyim mi?" diye sordu. Hazret ona: "Baban tarafından hacca git" buyurdu." (194)
14- Yine İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Bir kişi Hz. Resulullah (s.a.a)'a gelerek: "Kız kardeşim hacca gitmeyi nezretmişti. Ama hacca gidemeden öldü" dedi. Bunun üzerine, Hazret: "Eğer kız kardeşinin bir borcu olsaydı, onu öder miydin?" buyurdu. O adam: "Evet" dedi. Hazret: "Öyleyse, Allah vefa edilmeye daha layıktır" buyurdu." (195)
15- Yine İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Bir kadın Hz. Resulullah (s.a.a)'a gelerek: "Kız kardeşim vefat etmiştir. Boynunda da peş peşe iki ay oruç tutma borcu vardı" dedi. Hazret ona: "Acaba kız kardeşinin boynunda bir borç olsaydı, onu ödemez miydin?" buyurdu. O kadın: "Evet, öderdim" dedi. Bunun üzerine, Hazret ona: "Öyleyse, Allah'ın hakkını ödemek daha layıktır" buyurdu." (196)
Bu zikrettiğimiz hadisler bu konuda Ehl-i Sünnet kaynaklarında zikredilmiş olan onlarca hadislerden sadece birkaç örnekti.
Bu konuda Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislere gelince, konu hakkında en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak kadar fazladır. İşte bunun içindir ki, Ehl-i Beyt ulemasından konu hakkında en küçük bir tereddüde düşen tek bir fert bile bulunmamaktadır. Dolayısıyla burada Ehl-i Beyt kanalından bu konuda gelen hadislere de değinmeye gerek duymuyoruz. Zaten bizim burada özellikle Ehl-i Sünnet kaynaklarından gelen hadislere yer vermemiz, onlardan bazı Vehhabi zihniyetlilerin ortaya atmış oldukları bu düşüncenin Kur'an ve Sünnet'e ne kadar aykırı olduğunu ortaya koymak içindi.
Burada şunu da belirtmeliyiz ki, bu hadislerde geçen, ölen kimse için sadaka vermek, oruç tutmak, hacca gitmek ve köle azat etmek gibi hayır ameller, ölen kimse için yapılacak hayır amellere bir sınırlama getirmek için zikredilmemişlerdir. Bunlar sadece ihtiyaç gereği olarak ortaya konulan birer konu ve söz gelişi olarak zikredilmiş misal niteliğini taşımaktadır. Yoksa, ölen insan için yapılacak her hayır amel aynı hükme tabidir. Hz. Resulullah (s.a.a)'in, bu hadislerde zikredilen örneklerin bazısını, insanın boynunda olan maddi borca benzeterek; "Nasıl ki, maddi borcun ödenmesi gerekirse, Allah hakkının da yerine getirilmesi gerekir" şeklinde delil getirmesi bu hükmün her borç niteliğini taşıyan konuyu kapsadığını göstermektedir. O halde ister oruç olsun, ister namaz olsun, ister hac olsun insanın yükümlü olduğu her ilahi hak aynı hükme tabidir.
O halde bu dünyadan göçenler için, yapılan hayırlı ameller hediye şeklinde onlara ulaşır, eğer günah ehli iseler onların azaplarının hafiflemesine ve eğer hayır ehli iseler makamlarının daha yücelmesine sebep olur.

Dipnotlar

-------------------------------------------------------------

(146)- Rahman: 60
(147)- Nisa: 122
(148)- Nisa: 48, 116
(149)- İlm-ül Yakin c. 2 s. 1322 naklen Tevhid-i Saduk s. 406
(150)- İsrâ: 15, ayrıca bkz. En'am: 164, Fatır: 18, Zümer: 7, Necm: 38
(151)- Nisa: 85
(152)- Nahl: 25
(153)- Müsned-i Ahmet bin Hanbel: c. 4 s. 357 18675. hadis, Sahih-i Müslim
(154)- Bihar-ül Envar: c.71 s. 257
(155)- Bihar-ül Envar: c.6 s.220
(156)- Necm: 39
(157)- Necm: 39
(158)- Al-i İmran 109
(159)- Tûr: 21, Müddessir: 38
(160)- Sünen-i Tirmizi: c. 3 s. 1376, Sahih-i Müslim
(161)- Fi Zilli Usul-ül İslam naklen: Et- Tevessül vez Ziyaret Şeyh Muhammed Hakkı'nın s. 234
(162)- Haşr: 10
(163)- Mü'min: 7
(164)- Şûra: 5
(165)- Er- Ruh İbn-i Kayyim Cevzi'nin s. 5
(166)- Aynı kaynak
(167)- Sahih-i Buhari hadis no: 1252, 1285, Sahih-i Müslim hadis no: 5116, Sünen-i Nisai hadis no: 2023, 2022, 2224, Sünen-i Ebu Davut hadis no: 2812, Müsned-i Ahmet hadis no: 11823, 12964
(168)- Sünen-i Nisai c. 4 s. 93 hadis no: 2010, 2012, Müslim hadis no: 1619, İbn-i Mace hadis no: 1535, Müsned-i Ahmet hadis no: 21907, 23335 vs.
(169)- Sünen-i Nisai c. 4 s. 94 hadis no: 2013, Müslim hadis no: 1620, İbn-i Mace hadis no: 1536, Müsned-i Ahmet hadis no: 21961 vs.
(170)- Sahih-i Müslim c. 7 s. 41 hadis no: 1618
(171)- Sahih-i Müslim c. 7 s. 30 hadis no: 1600, Tirmizi hadis no: 946, Nisai hadis no: 1957, 1958, İbn-i Mace hadis no: 1489, Müsned-i Ahmet hadis no: 22850 vs.
(172)- Sünen-i Ebu Davut c. 3 s. 215 hadis no: 2804
(173)- Cami-ül Usul c. 11 s. 149
(174)- Vesail-üş Şia c. 3 s. 199
(175)- Vesail-üş Şia c. 3 s. 225
(176)- Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no: 19415
(177)- Kenz-ül Ümmal: c. 15 s. 655 hadis no: 42596
(178)- Müsned-i Ahmet bin Hanbel c. 5 s. 26 hadis no: 19416, 19427, Sünen-i Ebu Davut hadis no: 2714, Sünen-i İbn-i Mace hadis no: 1438
(178)- Saruh-ül Kur'an s. 82
(179)- Saruh-ül Kur'an s. 82
(180)- Muheccet-ül Beyza: c. 8 s. 290, Vesail-üş Şia: c. 3 s. 227
(181)- Vesail-üş Şia: c. 3 s. 199
(182)- Sahih-i Müslim: c. 8 s. 24 hadis no: 1937, Sahih-i Buhari hadis no: 1817, Müsned-i Ahmet hadis no: 2320
(183)- Sahih-i Müslim c. 8 s. 25 hadis no: 1937, Sünen-i Ebu Davut hadis no: 2878, Müsned-i Ahmet hadis no: 1901, 3245
(184)- Sünen-i Nisai c. 6 s. 250 hadis no: 2589, Sahih-i Buhari hadis no: 1299, 2554, Sahih-i Müslim hadis no: 1672, 3082, 3083, Müsned-i Ahmet hadis no: 23117, Sünen-i Nisai: hadis no: 3589, Muvatta-i Malik hadis no: 1255
(185)- Sünen-i Tirmizi c. 3 s. 56, 57 hadis no: 605, Sahih-i Buhari hadis no: 2563, 2563, Sünen-i Nisai: hadis no: 3595, Müsned-i Ahmet hadis no: 3324
(186)- Sahih-i Müslim c. 11 s. 83 hadis no: 3081, Sünen-i Nisai hadis no: 3592, Sünen-i İbn-i Mace hadis no: 2707, Müsned-i Ahmet hadis no: 8486
(187)- Sahih-i Müslim hadis no: 1939, Sünen-i Tirmizi hadis no: 603, 851, Sünen-i Ebu Davut hadis no: 2492, Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no: 21878, 212954
(188)- Sahih-i Buhari hadis no: 2551, 2556, Sünen-i Nisai hadis no: 3594, Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no: 2919, 2324
(189)- Sahih-i Müslim hadis no: 3092, Sünen-i Tirmizi hadis no: 1466, Sünen-i Nisai hadis no: 3757, 3594, 3758, 3759, Sünen-i Ebu Davut hadis no: 2876, Sünen-i İbn-i Mace hadis no: 2123, Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no: 1795, 2891, Muvatta-i Malik hadis no: 895
(190)- Sünen-i Nisai hadis no: 3756, Süneni Ebu Davut hadis no: 2877, Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no: 2951
(191)- Sahih-i Buhari hadis no: 1720, Sünen-i Nisai hadis no: 2586, Müsned-i Ahmet hadis no: 2387
(192)- Sahih-i Buhari hadis no: 1935, 1816, Sünen-i Ebu Davut hadis no: 2048, Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no: 23265
(193)- Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no: 2417, Sünen-i Ebu Davut hadis no: 2497
(194)- Sünen-i Nisai hadis no: 2587
(195)- Müsned-i Ahmet hadis no: 3055, Sünen-i Daremi hadis no: 1703, 2227
(196)- Sahih-i Tirmizi hadis no: 650, Sünen-i İbn-i Mace hadis no: 1748.
3
MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER

Kıyamet Alametleri
Kur'an-ı Kerim ve Ehl-i Beyt İmamları'nın sözlerinden elde edilen şudur ki, kıyamet koptuğu zaman insanlar yeniden dirilecek, bu dünyaya ait olan nizam değişikliğe uğrayacak ve ayrı bir alem söz konusu olacaktır.
Biz karşılaşacağımız o alem hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Kur'an-ı Kerim kıyamet koptuğu zaman meydana gelecek bazı olaylara şöyle değinmektedir:
"Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Şüphe yok ki, o kıyamet saatinin sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her süt veren anne emzirdiğini unutup geçecek, her hamile karnındaki çocuğunu düşürecektir. O gün insanları da sarhoş olmuş görürsün; oysa onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (197)
"Yer, şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığı; yer, içindekileri dışarı çıkardığı ve insan: "Ona ne oluyor?" dediği zaman..." (198)
"Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından da tek bir çarpma ile birbirlerine çarpışıp parça parça olacağı zaman..." (199)
"Denizler fışkırtılıp taşırıldığı zaman..." (200)

Göklerin Ve Yıldızların Durumu

"Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar bulanıklaşıp döküldüğü zaman, dağlar yürütüldüğü zaman..."(201)
"Ay karardığı, güneş ve ay birleştirildiği zaman, o gün insan der ki: "Kaçacak yer nerede?" (202)
"Gök, erimiş maden gibi olacağı gün; dağlar atılmış rengarenk yün gibi olduğu zaman...." (203)
"Öyleyse sen, göğün açıkça bir duman getireceği günü gözle; o duman insanları sarıp kuşatıverir. İşte bu acıklı bir azaptır" (204)

Sûr'a Üfleme

Kur'an-ı Kerim iki Sur'a üfleme olayından bahsediyor. Birincisi Allah Teala'nın istisna ettiği kimseler dışında bütün canlıları öldürecektir. Ansızın meydana gelecek olan bu korkunç olayın ilki kıyamet koptuğu an olacaktır. İkincisi ise, ölen canlıları dirilterek mahşere toplama özelliğine sahiptir ve mahşer günü gerçekleşecektir.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Sur'a üflenince, Allah'ın dilediği bir yana, göklerde ve yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sur'a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar." (205)
Yine Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Onlar çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlıktan başka bir şey beklemiyorlar. O zaman, artık ne vasiyet edebilirler ne de ailelerine dönebilirler. Sur'a (ikinci defa) üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar. Vay halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?" derler. Onlara: "İşte Rahman olan Allah'ın va'dettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi" denir." (206)
Zikredilen bu ayetlerden ve Ehl-i Beyt İmamları'nın sözlerinden anlaşılan şudur ki: Sûr'a üfleme olayı bir gerçek olmakla beraber, öldürücü ve diriltici olmak üzere iki özelliğe sahiptir.
Bilindiği gibi ses dalgaları şiddetli olduğu taktirde, bir anda karşısındaki her türlü engeli aradan kaldırabilir. Dolayısıyla İsrafil ismindeki meleğin Allah'ın emriyle Sûr'a üfürmesi sonucu ondan çıkan ses dalgalarının az bir zaman içerisinde bütün canlıların ölümüne sebep olması kesinlikle hayret edilecek bir şey değildir.
Hz. Ali (a.s) Sûr'dan çıkan sesin gücünü şöyle beyan buyurmuştur: "Sûr'a üfürüldüğü zaman, kalpler durur, diller tutulur, yüksek dağlar ve kayalar öyle birbirine çarpar ki toz duman olur. Yerleri sanki önceden orda dağ ve kaya yokmuş gibi düzgün olur." (207)
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) bu korkunç olayı açıklayan uzunca bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Allah (c.c) İsrafil'e Sûr'u ile yeryüzüne inmesi için emir verir. O da Beyt-ül Mukaddes'e iner, kıbleye doğru yönelip, bir defa Sûr'a üfler, İsrafil'in kendi dışında göklerde ve yerde olan canlılar; büyük bir ıstırap yaşadıktan sonra ölürler. Sonra Allah'ın dilediği bir süreden sonra hesap günü tekrar dirilirler." Ravi diyor, İmamın sözleri buraya varınca baktım ki, İmam ağlıyor. (208)

Meadın Niteliği

Tarih boyunca insanlık alemi mead hususunda meadın gerçekleşeceğini kabul edenler, meadı reddedenler ve mead konusunda tereddüt ve şüphe içinde olanlar olmak üzere üç gruba ayrılmıştır.
Meadı reddedenler, insan ruhunu maddenin bir çeşit kimyasal ürünü olarak görmekle birlikte, herhangi bir ilahi dini de kabul etmeyen materyalist düşünceli filozoflardır. Bu düşünceye sahip olan filozoflar, insan ruhunun madde ötesi (mücerret) bir varlık olduğunu kabul etmediklerinden, tabii olarak insanın ölmekle yok olup gittiğine de inanmaktalar. Öte yandan evrenin ve insanın ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısının olduğuna da inanmadıklarından ve herhangi bir ilahi dini de kabul etmediklerinden, öldükten sonra çürüyerek yok olup giden insanın tekrar iade edilmesini de kabul etmemekteler. Sonuç olarak meadın olacağını da kabul etmiyorlar. Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle onların mantığı şudur ki: "Hayat ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz." (209) "Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; za­manın geçişinden başka bizi yokluğa sürükleyen başka bir şey yoktur." (210)
Meadın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda tereddüt ve şüphe içinde olanlar ise, insan ruhunun hakikatinin ne olduğunda tereddüt içinde olan filozoflardır. Onlar, ne bir takım ilahiyatçı filozoflar gibi insan ruhunun ölüm ile yok olmayan madde ötesi (mücerret) bir varlık olduğunu söyleyebiliyorlar, ne de materyalist filozoflar gibi, insan ruhunun yalnızca maddenin bir çeşit kimyasal ürünü olduğunu ileri sürebiliyorlar. Aksine, bu konuda tereddüt ve şüphe içinde olduklarını ve insan ruhunun hakikatinin ne olduğunu bilmediklerini açıklıyorlar. Dolayısıyla da insanın öldükten sonra bedeninin çürüyüp dağılmasıyla tamamıyla yok olup gittiği, yoksa çürüyüp gidenin sadece insanın bedeni olup, ruhunun varlığını sürdürdüğünü kestiremiyorlar. Öte yandan herhangi bir ilahi dine de mensup olmadıklarından, onları meadın olacağına inandıran bir dini inanç da söz konusu olmadığı için bu konuda şüphe ve tereddüt içinde olmaktan başka bir yolları kalmıyor. Eski Yunan filozoflarından Calinos'un bu görüşte olduğu kaydedilmektedir.
Meadın gerçekleşeceğine inanlar ise, bu konuda üç ayrı görüş ortaya atmışlardır:
1- Mead sadece insan nefsi ve ruhu içindir. Yani, insan ruhu öldükten sonra herhangi bir bedeni olmaksızın varlığını sürdürecek, dünya hayatında ihsan ehli olan iyi ruhlardan olursa, bedensel olmayan akli mükafatlar alacak, dünya hayatında kötülük ehli olan bedbaht ruhlardan olursa da, bedensel olmayan cezalarla cezalandırılacaktır.
Bu görüşü savunanlar, insan ruhunun ölmekle yok olmayan madde ötesi (mücerret) bir varlık olduğuna inanan herhangi bir ilahi din mensubu olmayan ilahiyatçı filozoflarla, herhangi bir ilahi din mensubu olmakla birlikte, aynı felsefi görüşü paylaşan bazı dindar filozoflardır.
Ancak bir ilahi dini kabul etmekle birlikte felsefi düşüncelerini öne çıkaran bu tip filozoflar, Kur'an-ı Kerim gibi ilahi kitaplarda ve ilahi din önderlerinin açıklamalarında yer alan kıyametteki cismani mükafat ve cezaların da, bizlere anlaşılır olması için o tabirlerle açıklandığını, yoksa maksadın akli mükafatlar ve cezalar olduğunu kaydediyorlar. İslam dünyasından Meşşai felsefesini savunan bazı filozof ile bazı kelamcılar da bu görüşü kabul edenler arasındadır.
2- Mead sadece insanın bu dünyada olan bedeni içindir. Bu görüşü, insan nefsinin mücerret oluşunu kabul etmeyen ilahi din mensubu bazı kelamcılar ortaya atmıştır.
Bu kelamcılara göre, insan ruhu, öldükten sonra bedensiz olarak varlığını sürdürebilecek mücerret bir varlık değildir. Dolayısıyla da insan ruhunun bedensiz olarak varlığını sürdürdüğünü ileri süren filozofların akli mükafat ve cezalandırmaya dair olan görüşleri doğru değildir. Öte yandan ilahi din, kıyamet gününün geleceğini ve o günde insanların tekrar diriltilip hesaba çekilerek, iyi ve kötülerin hak ettikleri mükafat veya cezanın kendilerine verileceğini bildirdiğine göre, kesinlikle bu bedensel bir diriliş şeklinde olacaktır. Yani onlar: "İnsanın öldükten sonra dağılıp giden bedeni, tekrar dizilip eski haline getirilerek, kıyamet gününde va'dedilen hadiseler gerçekleşecektir" diyorlar.
3- Mead, insanın hem nefsi hem de bedeni içindir. Herhangi bir ilahi dine mensup olup olmadığı bilinmeyen eski Yunan felsefesinin bazı ilahiyatçı filozoflarıyla, İslam dini mensubu olan filozof ve kelamcılarının büyük bir çoğunluğu bu görüşü benimsemişlerdir.
Büyük filozof Sadr-ül Müteallihin şöyle diyor: "Tahkik ehli filozoflarla şeriat ehli meadın hak oluşunda ittifak etmişlerdir. Ancak meadın niteliği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
a) Müslümanlar'ın büyük bir çoğunluğu ile, fakihlerin ve hadisçilerin geneli meadın sadece cismani (bedensel) olacağını kabul etmişlerdir. Zira onlara göre ruh, daha ince bir madde olup, suyun çiçek içerisinde ve zeytin yağının zeytin içerisinde yayıldığı gibi beden içerisinde yayılmıştır. Dolayısıyla da mead sadece bedensel olacaktır. Zira insanın hakikatinde cisim ve madde dışında başka bir şey yoktur ki, kıyamet günü onun da iade edilmesi söz konusu edilsin.
b) Filozofların büyük bir çoğunluğu ile, Meşşai felsefesinin takipçileri meadın sadece ruhani yani, akli olacağını benimsemişlerdir. Onlara göre beden, cevher ve ilinekleriyle birlikte ruhun ondan ilişkisini kesmesinden sonra yok olup gidiyor. Bu yüzden artık bedenin kendi bizzat iade olunamaz. Çünkü yok olanının iade edilmesi imkansızdır. Ruha gelince, ruh mücerret bir varlıktır. Onun yok olması veya fani olması imkansızdır. O halde ruh, ölüm ile bedenden ilişkisi kesilince tecerrüt alemine döner. Dolayısıyla da mead sadece mücerret olan ruh içindir.
c) Filozofların büyüklerinden büyük bir çoğunluk, irfan büyükleri ve Hüccet-ül İslam Gazali, Ka'bi, Halimi, Rağib İsfahani gibi kelam ehlinin büyükleriyle, Şeyh Müfit, Ebu Cafer Tusi, Seyit Murtaza, Allame Hilli ve Muhakkik Tusi gibi, Ehl-i Beyt mektebinin önde gelen uleması meadın hem cismani, hem de ruhani olacağına kail olmuşlardır. Zira ruh mücerret bir varlıktır ve onun tekrar bedene dönmesinde hiçbir mahzur görülmemektedir.
Sonra meadın hem cismani hem de ruhani olacağını kabul eden bu grup, kıyamet günü ruhun taalluk bulacağı bedenin, işbu dünyadaki bedenin kendisi mi, yoksa misli mi olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Yine bedenin dünyadaki bedenin kendisi veya misli olacağını savunanlar, o bedenin dünyadaki bedenin bütün organ, şekil ve çizgiler açısından aynı veya misli olup olmayacağı hususunda da ihtilafa düşmüşlerdir.
Zahir olan şudur ki; hiçbir kimse, ahiretteki bedenin dünyadaki bedenin her açıdan aynı veya misli olacağını gerekli görmemiştir. Hatta Müslümanlar'ın büyük bir çoğunluğunun sözü, kıyametteki bedenin şekil açısından dünyadaki bedenden farklı olacağı doğrultusundadır. Bazıları buna, cennet ve cehennem ehlinin sıfatlarıyla ilgili olarak; cennet ehlinin on sekiz yaşında gençler olacağı, cehennem ehlinin ise Uhud dağı gibi kocaman dişleri olacağına dair olan hadisleri ve Allah Teala'nın; "...Derileri kızardıkça, azabı tatsınlar diye derilerini tazeleriz" (211) ayeti ile, "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmaya muktedir olmaz mı?" (212) ayetini de delil getirmişlerdir.
Eğer; "Bu durumda kıyamet günü cismi lezzetlerle mükafatlanan ve cismi acılarla cezalandırılan bedenin itaat veya isyan eden bedenin kendisi olmaması gerekir" derseniz; cevabında denir ki; bu hususta önemli olan idraktir. İdrak ise araç aracılığıyla olsa bile ruha aittir. Ruh ise bakidir. İşte bunun içindir ki, çocukluk döneminden ihtiyarlık dönemine kadar kişinin şekli, miktarı, ilineği, organ ve güçlerinin bir çoğu değişmesine rağmen, onun aynı şahıs olduğunda tereddüt edilmez. Keza gençlik döneminde bir suç işleyen kimse, ihtiyarlık döneminde cezalandırılırsa, bu suçsuz olanı cezalandırmak sayılmaz.
Mead konusundaki görüşler bundan ibarettir. Ancak ileride de göreceğiniz üzere, hak görüş; kıyamet günü hem ruh, hem de beden açısından kişinin kendisinin geleceğidir. Nefsi işbu dünyadaki nefsinin kendisi, bedeni de işbu dünyadaki bedeninin aynı olacaktır. Öyle ki, eğer onu görürsen, (gerçi birine demir diğerine altın denecek kadar, bir çok değişimler ve evrimlerden geçmiş olsa bile), dünyadaki o kişinin kendisini gördüğünü söylersin. Kim bunu inkar ederse, şeriatı ve Kur'an-ı Kerim'in bir çok nas olan ayetlerini inkar etmekle birlikte, hikmet açısından da eksik olduğu anlaşılır." (213)
Ancak burada şunu belirtmeliyiz ki, ruhani meadı savunan Müslüman Meşşai filozoflar cismani meadı da inkar etmiyorlar. Aksine, cismanî meadın olacağına da inanıyorlar. Ancak onların sözü şudur ki; şimdilik biz hikmet ilkeleri ile ancak ruhani meadı ispat edebiliyoruz. Cismani meada gelince, her ne kadar onu hikmet ilkeleriyle ispatlayamazsak bile, hak şeriat onun olacağını bildirdiği için ona da inanıyoruz.
Meşşai felsefesinin en büyük liderlerinden olan İbn-i Sina, en büyük eserlerinden biri olan "Eş-Şifa" kitabında şöyle yazıyor: "Şu bilinmelidir ki, meadın bir kısmı ancak şeriatın bildirmesiyle kabul edilen meaddır. Onun ispatı için şeriat ve nübüvvet haberini tasdik etmekten başka bir yol yoktur. O, kıyamet günü bedenin haşrine dair olan meaddır. Bedene ait hayır ve şerler açıktır. Onların açıklanmasına bir gerek yoktur. Zaten efendimiz Hz. Muhammed (s.a.a)'in getirdiği hak şeriat, bedenin saadet ve bedbahtlığı hususunda yeterli açıklamada bulunmuştur.
Meadın diğer bir kısmı ise, akli burhanlarla idrak edilen ve nübüvvetin tasdik ettiği kısmıdır. O ise burhanı metotlarla ispatlanan ruhların saadet ve bedbahtlığıdır. Gerçi şimdilik bizim aklımız bunun niteliğini idrak etmekten de acizdir. İlahi filozofların bu tür saadete ulaşma arzuları bedeni saadete ulaşmaktan daha fazladır. Hatta onlar bedeni saadete, kendilerine verilse bile, iltifat etmez ve Hak Teala'nın kurbundan ibaret olan bu saadet karşısında onu büyüksemezler. Öyleyse, bu saadet ve karşıtı olan bedbahtlığının açıklamasını yapalım. Çünkü bedeni saadet ve bedbahtlık şeriat açısından kesin olup fazla bir açıklamayı gerektirmez." (214)
Bu açıklamalardan anlaşıldı ki, mead hususunda, onu mutlaka inkar eden, onun olup olmayacağında şüphe eden, meadın sadece cismani olacağına inanan, meadın sadece ruhani olacağını savunan ve meadın hem cismani hem de ruhani olacağına inanan olmak üzere beş görüş mevcuttur. Şimdi bu görüşleri özet olarak gözden geçirelim.
Meadı mutlak olarak inkar eden materyalistlere gelince, biz hem kitabımızın tevhid bölümünde bu evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olduğunu ispatlamakla onların materyalist dünya görüşlerinin batıl olduğunu ispatladık, hem de kitabımızın mead bölümünün başlangıcında insan ruhunun ölmekle yok olmadığını ve meadın mümkün olduğunu, hatta daha ötesi meadın zorunlu olduğunu ispatlamakla onların büyük bir yanılgı içinde olduklarını açıkça ortaya koyduk. O halde bu görüş devreden çıkmıştır.
Meadın vuku bulup bulmayacağı konusunda şüphe içinde olan bazı Yunan filozoflarına gelince, kitabımızın başlangıcında ortaya koyduğumuz meadın mümkün ve daha ötesi zorunlu olduğunu gösteren delillerimiz, aynı zamanda onların da cevabıdır.
Ayrıca ilgili felsefe kitaplarında insan ruhunun madde ötesi (mücerret) bir varlık olduğu kesin felsefi ve ilmi kanıtlarla ispatlandığına göre, onların bu görüşlerinin temelsiz bir görüş olduğu ve şüphelerinin de yersiz olduğu ortaya çıkmaktadır.
Meadın sadece cismani olacağına inanlara gelince, onlar insan ruhunu mücerret (soyut) bir varlık olarak görmediklerinden bu görüşü benimsemişlerdir. İlgili felsefe kitaplarında kesin burhanlarla ruhun mücerret olduğu ispatlandığına göre, bu görüşü savunmanın da bir dayanağı kalmıyor.
Meadın sadece ruhani (akli) olacağını savunanlar ise, bu görüşlerine, insan ruhunun madde ötesi (mücerret) bir varlık olmasına karşın, bedeninin öldükten sonra tamamıyla yok olup gittiğini, yok olup giden bir şeyin de aynen iade edilmesinin imkansız olduğunu, insan ruhunun başka bir bedene taalluk bulmasının ise, tenasüh (reankarnasyon) olacağını, onun da muhal olduğunu gerekçe göstermişlerdir.
Bu görüşün de cevabı şudur ki; insan ruhu, ne dünya hayatında, ne de öldükten sonra hiçbir zaman bedensiz kalmıyor ki, öldükten sonraki hayatı yalnızca akli bir hayat olsun. İnsan ruhu öldükten sonra bulunduğu berzah aleminde de kendi bedeniyle birliktedir. Kıyamet aleminde de yine kendi bedeniyle birlikte olacaktır. Ancak her alemdeki bedeni o aleme uygun bir bedendir. O halde insan ruhu kıyamette başka bir bedene taalluk bulmuyor ki, bu reankarnasyon sayılsın veya kıyamet günü iade edilen insanın zaman süreci içerisinde tahlil olup giden ve insan bedeni olmaktan çıkarak başka bir varlığın bedeni olan madde parçaları değildir ki, bunun bir takım mahzurları olduğu iddia edilsin. Kıyamet günü insan ruhu bizzat kendi bedeniyle haşrolunacaktır.
Ancak açıktır ki, insanın kıyamet günündeki bedeni kıyamet alemine uygun olacaktır. Nitekim insanın kıyametteki beden özelliğini açıklayan ilahi açıklamalar da bunu göstermektedir. Keza insanın berzah alemindeki beden özelliklerini belirten ilahi açıklamalar da bunu kanıtlıyor.
Kısacası, Kur'an-ı Kerim'de geçen meadla ilgili ayetler, Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'nın mead hususundaki sözleri ışığında elde edilen şudur: Allah Teala insanı bizzat kendi bedeniyle haşredip, ona yaptığının karşılığını verecektir.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: " İnsan, bizim onun kemiklerini kesin olarak bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor? Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip ( yeniden) düzene koymaya gücümüz yeter." (215)
Yine şöyle buyurmuştur: "Kendi yaratılışını unutarak bizim için misal biçti. "Çürümüş, bozulmuşken bu kemikleri kim diriltecekmiş?" dedi. Ey Resulüm! De ki: "Onları, ilk defa yaratıp inşa eden diriltecek. O, her yaratılanı bilendir." (216)
Allah Teala'nın çürüyen kemiklere tekrar hayat vermesini, insanların kıyamette kabirlerinden kalkmalarını, insanın topraktan yaratılıp toprağa dönüşmesini ve özellikle insanların uzuvlarının, yaptıklarına şahitlik edeceklerini içeren ayetleri göz önüne aldığımızda, insanın bizzat kendi bedeniyle haşrolunacağı kesinlik kazanır.
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala ölüleri kabirlerinden, kuşların, yırtıcı hayvanların yuvalarından ve savaş meydanlarından (onlara yem oldukları taktirde) aktarıp yeniden hayat verecektir." (217)
Yine Hazret başka bir hutbede şöyle buyurmuştur: "Allah yerde gömülü olanları dışarı aktaracaktır. Onları çürüyüp dağınık oldukları halde yeniden bir araya getirip hayat verecektir." (218)
Demek ki, hak görüş insanın hem ruhani hem de cismani meadı olacağıdır. Ancak insanın berzahtaki bedeni bulunduğu o aleme uygun bir beden olduğu gibi, ahiretteki bedeni de o aleme uygun bir beden olacaktır.
İbn-i Sina'nın "Felsefi ilkelerle cismani meadı ispatlayamadığı" sözüne gelince, bu husus İbn-i Sina için zor gelmiştir. Ama İslam aleminde öyle filozoflar olagelmiştir ki, hem meadı ruhaniyi, hem de mead-ı cismaniyi felsefi ve akli ilkelerle ispatlamıştır. Bu filozoflardan biri Ehl-i Beyt mektebinin büyük filozoflarından Sadr-ül Müteallihin'dir.
Sadr-ül Müteallihin, hem en büyük felsefi eseri olan "Esfar-ül Erbaa" adlı kitabının mead bahsine ayırdığı dokuzuncu cildinde, hem de diğer bir çok eserlerinde, hem meadı cismaniyi, hem de meadı ruhaniyi felsefi metotlarla ispatlamıştır. Biz Sadr-ül Müteallihin'in "Şevahid-ür Rübubiyye" kitabında takrir ettiği mead-ı cismani ve mead-ı ruhaniyi ispat metodunu özetleyerek buraya aktarıyoruz.
Sadr-ül Müteallihin mead-ı cismaniyi ispatlamak için bir takım ilkeler beyan etmiştir. Onlardan bazıları şöyledir:
1. İlke: Her tabii varlığın asıl içeriği ve hakikatini oluşturan onun sureti ve en son faslının menşeidir. Cinsleri ve yüksek ve orta fasıllarına gelince, onlar ancak o şeyin levazımından (zorunlu sıfatlarından) olur.
Keza her tabii bileşimin varlığı, onun kemal yönünü oluşturan suretinin varlığıyla tahakkuk bulur. Onun maddeye (güce) muhtaç olması ise, sadece varlığını bizatihi tek başına sürdürmekten aciz kalmasından kaynaklanır. Yoksa varlığının hakikati tabii bileşime bağlı değildir. Çünkü madde bir şeyin hakikatini taşıyan güçten ibarettir. Madde (kuvve) ve madde yerinde olan şeyler ise, maddi varlıklarda müphem olarak (belirsiz olarak) muteberdir. Kişinin organları ve bedeni devamlı olarak değişim halinde olup her gün yenilendiği halde, suretinin tamamı olan nefsi baki olup bedeninin hüviyetini koruduğu için, ömrünün başından sonuna kadar kişi hem beden, hem de ruh açısından aynen bakidir. (Yani, bedendeki birliği ve bağlantıyı koruyan ruh, insan ömrünün başlangıcından sonuna kadar baki kaldığı için, bedenin maddesinde meydana gelen değişim ve yenilenme onun ayniyetini ortadan kaldırmamaktadır.)
2. İlke: Her şeyin teşahhus bulması, ister maddi bir varlık olsun, ister mücerret (soyut) varlık olsun ona ait olan varlıkla gerçekleşir. Şeyin (nesnenin) ilineklerine gelince, o kişinin levazımındandır. Hakikatini teşkil eden içeriklerinden değil. Dolayısıyla da ilineklerin hem nicelik hem de niteliğinin değişmesi mümkündür. Bu değişim kişinin ayniyetini değiştirmez.
3. İlke: Cevheri varlığa sahip olan bir şahsın varlığının tekamül ederek daha üstün bir varlık niteliğini alması mümkündür. Bu değişim ve tekamül onun birlik ve şahsiyetinin bekasına bir halel getirmez. Onu başka bir şahıs kılmaz.
Bu ilkeler bilindikten sonra anlaşılıyor ki, kıyamet günü mahşere gelecek olan şahıs, hem ruh, hem de beden açısından kişinin kendisidir. Bedeninde meydana gelen miktar ve benzeri açıdan değişikler ise, onun şahsiyetinin baki olmasına bir halel getirmemektedir. Çünkü bedenin teşahhusu (bireyselleşmesi) bir maddeye bağlı olan ruh iledir. Ruh ise, bedenin özellikleri değişse bile bakidir. Dolayısıyla kişinin şahsiyeti ve ayniyeti bakidir. Meselâ, sen önceden gördüğün bir insanı uzun bir aradan sonra gördüğünde mutlaka onun cismi özellikleri değişip yenilenmiş olacaktır. Buna rağmen sen o insanın önce gördüğün insanın aynı olduğundan şüphe etmezsin. Bunun sırrı şudur ki, ruh baki kaldığı sürece bedenin bir takım değişimlere uğraması, hatta yenilenmesi o insanın birliğine ve ayniyetine bir zarar getirmemektedir.
İşte kıyamet günü haşrolunacak insanın hali de böyledir. Onun bedeninde bir takım değişim ve tekamülün olması onun ayniyetini ne beden, ne ruh açısından bozmamaktadır. O kişi işbu dünyadaki kişinin kendisidir. Ruhu da o ruhtur, bedeni de o bedendir. Yani, her ne kadar meydana gelen değişim, dünyadaki beden demir ise altın olacak kadar bir yönden farklılık doğurmuşsa de, hem ruh, hem de beden o kişinin kendi ruh ve bedenidir. Bu farklılık onun ayniyetini bozmamaktadır. Söz gelimi altına dönüşen, işbu dünyadaki demirin kendisi, ruh da o ruhun kendisidir." (219)

Ebedi Hayata Doğru

Kur'an-ı Kerim ebedi hayatın başlangıcını şöyle beyan etmektedir: "O gün ki, yer başka bir yere gökler de başka göklere çevrilecek, insanlar kabirlerinden her şeye hakim olan Allah'ın huzuruna çıkacaklar." (220) "Sur'a (ikinci defa) üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar. Vah halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?" derler. Onlara: "İşte Rahman olan Allah'ın va'dettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi" denir." (221)
"O sizi çağıracağı gün, tam bir hürmetle onun emrine koşacaksınız ve zannedeceksiniz ki, kabirlerinizde pek az bir müddet kaldınız." (222)

Mahşer Aleminde İnsanların Durumu

Kur'an-ı Kerim mahşer günü ve o günde insanların durumu hakkında şöyle buyurmaktadır: "O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buy­ruk, yalnız Allah'ındır." (223)
"O gün, hiçbir tarafa sapmadan bir dâvetçiye uyarlar. Sesler Rahman'ın heybetinden kısıl­mıştır; artık bir hırıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin." (224)
"O gün kişi kendi kardeşinden, anasından ve babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır, ancak kendi derdi ile ilgilenir."(225)
"O gün öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır. Güler sevinç içindedir. Ve o gün öyle yüzler vardır ki üzerini toz bürümüştür." (226)
"O gün, muttakiler hariç bütün dostlar birbirlerine düşmandır." (227)
"Allah'ın huzuruna çıkacaklarını inkar edenler gerçekten hüsrana uğramışlardır. Nihayet kendilerine kıyamet ansızın geldiği zaman, ağırlıklarını sırtlarında taşıyarak: "Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı vah bize yazıklar olsun!" derler. Dikkat edin, o işleyip yüklendikleri ne kötüdür." (228)
Hz. Ali (a.s) kıyamet gününde meydana gelen dehşet verici olayları şöyle beyan buyurmaktadır: "O gün insanlar niyaz ve huşu içerisinde aceleyle mahşere doğru yol alacak, sessiz olarak saflara dizilecek. Hepsi göz önünde olup nida eden sesini onlara duyuracaktır. Hepsi teslim olup zilletini kabul edecektir. O günde hile ve bahane kapıları kapalıdır. Ümitler kesilir, kalpler gamlı sesler kısılır, yüzlerinden ter dökülür, ıstırap ve korku onları sarar. Hak ve batılın bir birinden ayırt edilmesi ve amellerin karşılığının verilmesi için bir nida eden tarafından yükselen sesin azametinden kulaklar çınlar." (229)

Amel Dosyasının Sahibine Verilmesi

Kur'an-ı Kerim kıyamet günü herkes mahşerde toplanınca, amel defterlerinin dağıtılarak herkesin amel defterinin kendine verileceğini belirtiyor. "Amel defterleri dağıtıldığı zaman..." (230) Ancak bu amel defterleri bazılarına sağ tarafından, bazılarına ise sol tarafından verilecektir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Her insanın işlediklerini boynuna dolamışız. Kıyamet günü de onun için, önünde açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız." (231)
"Her kişinin yaptığı iyiliği ve yaptığı kötülüğü, ki kendisiyle o kötülük arasında uzun bir mesafe olmasını diler, hazır bulacağı günü bir düşünün. Kullarına karşı şefkatli olan Allah size kendinden korkmanızı emreder." (232)
"Amel defteri ortaya konur, suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün, "Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bı­rakmadan hepsini saymış!" derler. İşlediklerini hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez." (233)
"Kitabı sağından verilen "Alın, kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı umuyordum" der. (234)
"Kitabı sol eline verilmiş olan ise der ki: "Eyvahlar bana keşke kitabım bana verilmeseydi."(235)
Hz. İmam Caferi Sadık (a.s) şöyle buyurdular: "Kıyamet koptuğu zaman insanın amel defteri kendine verilecek ve okuması için emir olunacaktır. Ravi diyor: İmam'a: "Acaba o insan amel defterinde bulunanları (dünyadaki yaptıklarını) tanıyabilecek midir?" dedim. İmam: "Allah ona sanki şimdi yapmış gibi her an konuştuğunu, attığı her adımı, yaptığı her şeyi hatırlatacaktır. Dolayısıyla amel defterini alanlar: "Eyvah halimize bu nasıl bir amel defteridir ki, büyük küçük ne varsa sayıp tespit etmiştir" diyecektir." (236)

İlahi Adalet Mahkemesi

Bütün canlıların mahşer alanına toplanıp amel defterleri insanlara dağıtıldıktan sonra ilahi mahkeme kurulacaktır. Herkesin amel defteri açılıp okunacak ve hakkında hak ettiği hüküm verilecektir. Kıyamette kurulacak ilahi mahkeme bir açıdan dünya mahkemelerine benzemektedir. O büyük mahkemenin de hakimi, amellerin ölçüleceği ölçeği, dinlenecek şahidleri vardır. Ancak o mahkemenin dünya mahkemelerinden farkı şudur ki, o mahkemenin hakiminin yanılması, taraf tutması veya birine haksızlık etmesini söz konusu olmadığı gibi, şahidlerinin de hata etmesi imkansızdır.
Ayrıca o mahkemede kullanılacak ölçeğin dakik olduğu gibi, verilen hüküm kesin, hükmü uygulayanlar da kararlıdır. O mahkemede Allah'ın kendilerine konuşma izni verdiği doğru konuşanlar hariç, kimsenin konuşma hakkı olmayacak ve her şeyden haberdar olan sonsuz adalet sahibi Hak Teala ile insanın kendi vicdanı hakimliğini yapacaktır.

Kimler şahitlik Yapacaktır?

Kur'an-ı Kerim kıyamet gününde on şahidin dinleneceğini açıklıyor. Bu şahidler Allah Teala'nın kendisi, her ümmetin kendi peygamberi, Hz. Resulullah, masum imamlar, kişinin kendi organları, kişinin derisi, melekler, amel defterleri, yer küre, zaman dilimleri ve insanın kendi amelinin tecessüm etmesidir.

Birinci Şahid Hak Teala

Kur'an-ı Kerim kıyamet günü Hak Teala'nın kulların gizli ve açık bütün amellerine tanıklık edeceğini belirtiyor.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Allah onların neyi gizlediklerini ve neyi aşikâr ettiklerini bilir. Çünkü o bütün kalplerin özünü bilendir." (237)
"De ki: Ey kitap ehli, Allah yapmakta olduklarınıza şahid iken ne diye Allah'ın ayetlerini inkar ediyorsunuz?" (238)
"Allah kıyamet günü aralarında hükmünü verecek, hak ve batılı ayıracaktır; doğrusu Allah, her şeye şahittir." (239)
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Gizli hallerde de Allah'a isyan etmekten sakının. Zira kıyamet günü, hiçbir şeyin gizli kalmadığı şahidin kendisi aynı zamanda hakimdir." (240)

İkinci Şahid Her Ümmetin Kendi Peygamberi

Kur'an-ı Kerim, kıyamet günü her ümmetin peygamberinin kendi ümmetinin yaptıklarına tanıklık edeceğini belirtiyor.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "O gün her ümmetten bir kişiyi onlara şahid tutarız. Seni de onlara şahid getiririz...." (241)
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "O gün her ümmetten bir şahid çıkarır ve "kesin delilinizi ortaya koyun" deriz. O za­man, gerçeğin Allah'a ait olduğunu, uydurduklarının kendilerini bırakıp kaçtığını anlarlar." (242)
Gerçi bu ayetlerde her ümmetten getirileceği belirtilen şahidlerin o ümmetlerin peygamberleri olduğu açıklanmamışsa da, bu şahidlerin o ümmetlerin peygamberleri olduğu açıktır. Zira ilahi mahkemede tanıklık yapabilecek şahidin, ilk olarak ister açık ister gizli şahidi olacağı kimselerin her halûkardaki durumundan haberdar olması gerekir.
Sonra şahitlik edeceği olayı, ister açıkta yapılmış olsun ister gizlide, dış görünümüyle değil, asıl sahip olduğu hakiki yönüyle bilmesi şarttır. Yani hem ilmi, gizli ve açık, bütün amelleri ve hatta kulun kalbinden geçeni bile bilecek kabiliyette olmalıdır, hem de şahitlik edeceği konularda hata yapmaması ve hıyanet etmemesi için masum olmalıdır.
Açıktır ki, bu sıfatlar ancak ilahi peygamberlerde ve masum imamlarda olabilir. O halde her ümmetten getirileceği belirtilen şahitten maksat, her ümmetin kendi peygamberidir. Nitekim, Allah Teala ilahi bir peygamber olan Hz. İsa'nın şahitliğini şöyle açıklamıştır: "...Ben onların içinde olduğum müddetçe, onlara şahid idim. Beni yanına aldığında artık onları gözetleyen Sen oldun." (243)

Üçüncü Şahid Hz. Resulullah (s.a.a)

Kur'an-ı Kerim, kıyamet günü Hz. Resulullah (s.a.a)'in hem kendi ümmetine, hem de diğer ilahi peygamberlere şahitlik yapacağını belirtmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Her ümmetten peygamberlerini birer şahid olarak getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahid olarak getirdiğimiz zaman bakalım kafirlerin hali ne olacak!" (244)
Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Peygamber: "Ey Rabbim! Doğrusu kavmim, bu Kur'an'ı büsbütün terk etti" der." (245)
Hz. Ali (a.s) Hz. Resul (s.a.a)'in kendi ümmetine ve diğer peygamberlere yapacağı şahitliği şöyle beyan ediyor: "O gün peygamberler Allah'ın huzuruna varacaklar. Allah onlardan görevlerini nasıl yerine getirdiklerini soracak. Peygamberler: "İlahi mesajı ümmetimize ilettik" diye cevap verecekler. Sonra ümmetlerden, peygamberlerin risaleti hususunda sorulacaktır. Onlar, risaleti ve peygamberlerin ilahi mesajı ilettiklerini inkar edeceklerdir. Nitekim, Allah Teala: "Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen elçilere de soracağız" buyuruyor. (246)
Ümmetler: "Bize uyarıcı ve müjdeleyici gelmedi" dediklerinde, peygamberler Hz. Muhammed (s.a.a)'i şahitliğe davet edecekler. Hazret, peygamberleri tebliğlerinde tasdik edip, inkarcıları yalanlayacak ve her ümmete hitaben şöyle buyuracaktır: "Evet sizlere uyarıcı ve müjdeleyici gelmiştir. Allah her şeye kadirdir." Allah Teala: "Her ümmetten peygamberlerini birer şahid olarak getirdiğimiz ve seni de onlara şahid olarak getirdiğimiz zaman bakalım inkar edenlerin halleri ne olacak!" (247) buyuruyor. Hazret'in şehadetinden sonra artık inkarcılar mahkum ve mağlup olacaklardır.
Yine Hz. Resul (s.a.a) kendi ümmetinin Ehl-i Beyt'ine karşı yaptıklarına ve itaat etmediklerine şahitlik edecektir." (248)

Dördüncü Şahid Ehl-i Beyt İmamları

Kıyamet gününde insanların yaptıklarına şahitlik yapacak dördüncü gurup İmamlardır.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Böylece sizi şerefli ve orta halli bir ümmet karar verdik ki, insanlar üzerine hak şahidler olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şahid olsun." (249)
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Allah uğrunda gereği gibi cihad edin. O, sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'an'da, peygamberin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için size Müslüman adını veren O'dur. Artık, namaz kılın, zekât verin, Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!" (250)
Gerçi bu ayeti kerimelerde ümmetin tamamına hitap edilmiştir. Ama açıktır ki; maksat, ümmetin tüm fertleri değildir. Zira kıyamet gününde şahitlik yapacak kişi, şahitlik yapacağı insanın fiillerinin dış görünüşüne değil, hakikatinin ne olduğuna ve tarafın his yoluyla algılanması imkansız olan iman küfür, riya, sadakat gibi kalple kazanılan manevi durumlarına tanıklık edecektir. Oysa ümmetin çoğunluğu, bu gibi hakikatleri algılama imkanına sahip değillerdir.
Sonra şahitlik yapacak kimsenin en azından adil, takvalı sadık ve emin olması gerekir. Oysa ümmetin bütün fertlerinin bu özelliklere sahip olmadığı açıktır. Öyle ki, bir kilo buğday veya bir kilo meyvenin kime ait olduğu gibi küçük konularda bile onlardan bazılarının tanıklığına itimat edilemez.
O halde kıyametteki tanıklığın fiillerin hakikatine ve kişinin iman, takva nifak ve küfür gibi manevi hallerine olacağından ve bunun da tanıklık yapacak kişinin basiret güzünün açık olmasını gerektirdiğinden ve yine şahitlik yapacak kimsenin adil, sadık ve emin olması gerektiğinden ayette geçen ümmet lafzından ümmetin bütün fertlerinin kastedilmediği anlaşılmaktadır. Çünkü ümmetin fertlerinin tamamının böyle olmadığı ve ancak pek azınlık bir grubunun bu özelliğe sahip olduğu açıktır. Demek ki, zikredilen ayetlerde ümmet kelimesi çoğulu ifade etse de, maksat ümmetten bir guruptur.
Peki, o grup kimdir? Acaba o grup, Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Resulullah'ın paklığına, masumluğuna, ilmine, imanına ve takvasına tanıklık ettiği, Kur'an'ın eşi olarak ümmete emanet buyurduğu Ehl-i Beyt İmamları'ndan gayri kim olabilir? Zaten Ehl-i Beyt İmamları'ndan gayri ümmetin hiçbir ferdi böyle bir makama sahip olduğunu da iddia etmemektedir.
Sadece Ehl-i Beyt İmamları'dır ki, bu ayetlerden kendilerinin kastedildiğini buyurmuşlardır.
Usul-u Kafi kitabının imamet bölümünde nakledilen bir hadiste şöyle yazıyor: "Bureyd-il İcli dedi ki: "Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık (a.s)'a: "Ve böylece insanlara şahid olasınız ve Resul da size şahid olsun diye, sizi orta ümmet kıldık" (251) ayeti hakkında sordum. İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Orta ümmet biziz ve biz, Allah'ın yaratıklarına olan şahidleri ve yeryüzündeki hüccetleriyiz." Ben: -Babanız İbrahim'in dini... (252) ayeti hususunda ne dersin?" dedim. İmam şöyle buyurdu: "Bu ayette yalnızca bizler kastedilmişiz. -O sizi önceden Müslüman olarak adlandırmıştır.- Yani, önceki kitaplarda -Ve bunda- Yani, Kur'an'da -Resul size şahid olsun diye- (253) Resulullah (s.a.a) Allah'tan, bize iblağ ettiği hususlarda bize şahittir. Biz ise, insanlara şahidiz. Her kim bizi tasdik ederse, biz de onu kıyamet günü tasdik ederiz, her kim de bizi tekzip ederse, biz de onu kıyamet günü tekzip ederiz." (254)
Yine Zübeyri Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'ın Allah Teala'nın "Ve böylece insanlara şahid olasınız ve Resul da size şahid olsun diye, sizi orta ümmet kıldık" ayeti hakkında şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Allah Teala'nın bu ayetten bütün kıble ehli olan tevhid ehlini mi kastettiğini sanıyorsun? Acaba Allah Teala dünyada iken üç kilo hurma için tanıklığı kabul edilmeyen birinden kıyamet günü tanıklık yapmayı isteyip, bütün geçmiş ümmetler önünde onun tanıklığını mı kabul edecek? Asla böyle değildir. Allah Teala yaratıklarından böyle bir şey istememiştir" (255)
Kıyamet gününde Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'nın tanıklık edeceğine delalet eden diğer bir ayet de Allah Teala'nın: "De ki: "İstediğinizi işleyin; Allah, peygamberi ve mü'minler işlediklerinizi gö­recektir. Hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size, işlediklerinizi bildirecektir" (256) ayetidir. Bu ayette geçen mü'minlerden maksat da Ehl-i Beyt imamlarıdır.
Bu hususta Ehl-i Beyt İmamları'ndan bize ulaşan rivayetlere baktığımızda, şu elde edilmektedir ki; Allah Teala, ümmetin yaptıklarını peygamber ve onun Ehl-i Beyt'ine, özel vasıtalarla göstermektedir. Numune olarak o rivayetlerden bazılarına değiniyoruz.
Ebu Besir dedi ki: "Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Her sabah iyileriyle kötüleriyle ameller, yani kulların amelleri Hz. Resulullah (s.a.a)'a sunulur. O halde sakının. İşte Allah Teala'nın "...Yapın yaptıklarınızı! Yakında amelinizi Allah ve Resulü görecek..." (257) ayetinin anlamı budur" dedi ve sustu." (258)
Yakup bin Şuayb dedi ki: "Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık (a.s)'dan Allah Azze ve Celle'nin "...Yapın yaptıklarınızı! Yakında amelinizi, Allah, Resulü ve mü'minler görecektir..." (259) ayetini sordum. İmam (a.s): "Onlar imamlardır" dedi." (260)
Sümaa dedi ki: "Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık (a.s)'ın şöyle buyurduğunu duydum. "Ne olmuş size, niçin Resulullah (s.a.a)'ı üzüyorsunuz?" Bu arada adamın biri, "Nasıl Hz. Resulullah'ı üzüyoruz?" dedi. Bunun üzerine İmam (a.s): "Amelinizin o Hazret'e sunulduğunu bilmiyor musunuz? Amelleriniz içerisinde bir isyan gördü mü üzülüyor. O halde Resulullah'ı üzmeyin ve onu sevindirin" dedi." (261)
O halde bu ayetlerde geçen ümmet ve mü'minlerden maksat, ümmetin tamamı olmayıp sadece Allah Teala'nın özel inayetine mazhar olan Ehl-i Beyt İmamları'dır. Bu, ayetlerde belirtilen görevin mahiyeti ve Ehl-i Beyt İmamları'nın tefsirinden anlaşılmaktadır. Bu lafızların ilk bakışta çoğul anlamı ifade etmesi, delil olduğu yerde özel kişilere tahsis edilmesine engel teşkil etmez.
Zira Kur'an-ı Kerim'de bu tür kullanışlar çoktur. Yani, çoğulu ifade eden lafız kullanıldığı halde, özelin kastedildiği tabirler Kur'an-ı Kerim'in beyan üsluplarından biridir.
Örneğin, "Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükua varırken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır. İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekinci­lerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir. Allah, inanıp salih amellerde bulunanlara, bağışlama ve bü­yük ecir va'detmiştir." (262) ayetinde geçen "onunla birlikte olanlar" lafzı ilk bakışta hazretin ashabının tamamını içerdiği halde ashaptan bazılarının kastedildiği açıktır. Çünkü Hazret'in yanında olup da nifak sıfatına bürünenlerin sayısı az değildi.
Yine Kur'an-ı Kerim'in İsrailoğulları'na hitaben "... Sizi hükümdar kıldı..." (263) buyurduğunu görüyoruz. Açıktır ki, hükümdar olan onların sadece bazılarıydı. O halde ilk bakışta çoğulu içeren lafızlardan özel bir kitlenin kastedilmesi Kur'an-ı Kerim'in beyan üsluplarındandır. Yukarıda zikrettiğimiz ayetler de bu numunedendir.

Beşinci Şahid Kur'an-ı Kerim

Kıyamet günü şahitlik yapacaklardan biri de Kur'an-ı Kerim'dir. Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlu hesaba çağrılırken Kur'an-ı Kerim en güzel bir şekilde onun önünde gelecek ve: "Ey Rabbim! Ben Kur'an'ım bu ise senin kulundur. O beni tilavet etmekte kendini yorar, geceleyin uzun uzun beni tilavet eder ve ağlardı. Rabbim! O beni razı ettiği gibi sen de onu razı et" diyecektir.
Bunun üzerine, Allah Azze ve Celle o kula sağ elini uzat diyecek ve sağını kendi rızası, solunu ise kendi rahmetiyle dolduracak, sonra da ona: "İşte bu cennet sana mubah kılınmıştır, oku ve yüksel" denilecektir. O ise okuduğu her ayetle bir derce yukarı çıkacaktır." (264)

Altıncı Şahid Bedenin Organları

Kur'an-ı Kerim, kıyamet günü insanın dil, el, ayak gibi organlarının Allah Teala'nın izniyle konuşma imkanını bularak insanın yaptıklarına tanıklık edeceğini belirtiyor.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmuştur: "O gün, dilleri, elleri ve ayakları onların yaptıklarına şahitlik edecektir." (265)
Yine şöyle buyurmuştur: "İşte o gün ağızlarını mühürleriz, Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıkla­rına şahitlik eder." (266)

Yedinci Şahid Bedenin Derisi

Kur'an-ı Kerim, kişinin bedeninin derisinin de onun yaptıklarına tanıklık edeceğini belirtmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Sonunda oraya varınca, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında on­ların aleyhinde şahitlik ederler. Derilerine: "Aleyhimize niçin şahitlik ettiniz?" derler. Derileri onlara: "Bizi, her şeyi konuştu­ran Allah konuşturdu. Sizi önce yaratan O'dur ve O'na döndürülüyorsunuz" ceva­bını verirler." (267)
Şunu belirtmeliyiz ki, beden organlarının ve derisinin kıyamet gününde tanıklık etmesinin niteliği bizce bilinmemektedir. Bu gün bile parmak izleriyle suçluların ortaya çıkarıldığı nazara alınınca, Allah Teala'nın sonsuz kudreti karşısında bunun garipsenecek bir şey olmadığı açıktır.
Ancak Ehl-i Beyt İmamları, kıyamet günü aleyhte tanıklık edecek olan organların inkarcıların organları olduğunu, mü'minlerin organlarının ise böyle bir tanıklık etmeyeceklerini belirtmişlerdir.
Bu hususta İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Bedenin organları mü'minin aleyhine şahitlik etmeyecektir. Bu sadece ilahi azaba müstahak olanlar için geçerlidir. Mü'minin amel defteri sağ eline verildiğinde onu okuyacak ve zerre kadar zulme uğramayacaktır.
Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Bir gün bütün insanları önderleriyle (İmamlarıyla) beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitaplarını okurlar. Onlara kıl kadar haksızlık edilmez." (268)

Sekizinci Şahid Melekler

Kur'an-ı Kerim insanın bulûğ çağına erdiğinden itibaren yaptıklarını gözetleyip kaydetmekle görevli olan meleklerin onunla beraber olduğunu ve kıyamet günü olunca da onların tanıklık yapacağını belirtmektedir.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır bi­rer gözcü olarak söylediği her sözü zapt ederler." (269)
Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Ve herkes beraberinde bir sevk eden ve bir şahid ile gelir." (270)

Dokuzuncu Şahid Amel Defteri

Kur'an-ı Kerim insanın küçük büyük bütün eylemlerinin yazıldığı bir kitabın olduğu, kıyamet günü olunca da o kitabın ortaya konup okunacağını buyurmaktadır.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "...Şüphesiz elçilerimiz, yaptığınız hileleri yazmaktadırlar." (271)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnsanların yaptıkları her şey kitaplarda kayıtlıdır. Küçük ve büyük, hepsi satır satırdır." (272)
Yine Hak Teala şöyle buyuruyor: "Her ümmeti diz üstü çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kitabına çağrılır. Onlara denir ki: "Bugün, size işlediğinizin karşılığı verilecektir. Bu kitabımız gerçekten sizin aleyhinize konuşur. Biz yaptıklarınızı şüphesiz bir bir kaydediyorduk." (273)
Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Her insanın boynuna işlediklerini dolarız ve kıyamet günü açılmış bulacağı bir kitap olarak önüne çıkarırız. Kitabını oku, bugün, hesap görücü olarak sen kendine yetersin." (274)
Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Amel defteri ortaya konunca, suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün. Onlar: "Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bı­rakmadan hepsini saymış!" derler. İşlediklerini hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez." (275)

Onuncu Şahid Yeryüzü

Kur'an-ı Kerim yeryüzünün Allah Teala'nın izniyle kıyamet günü konuşarak üzerinde olup bitenleri anlatacağını belirtmektedir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "İşte o gün, yer, Rabbinin ona vahyetmesiyle kendi haberlerini anlatır." (276)
Bir hadiste şöyle yazıyor: "Hz. Resulullah (s.a.a) Zelzele Sûresi'ni okurken "İşte o gün, yer, kendi haberlerini anlatır" ayetine gelince, "Yerin neleri anlatacağını biliyor musunuz? Cebrail bana kıyamet günü olduğunda yerin üzerinde vaki olan bütün olup bitenleri anlatacağını bildirdi" buyurdu." (277)
Yine hadislerde, Hz. Resulullah (s.a.a)'in bir yerden orada iki rekat namaz kılmadan ayrılmadığı ve: "Yerin benim namaz kılmama tanıklık etmesi için böyle yapıyorum" buyurduğu nakledilmiştir. (278)
Ebu Kahmas diyor: "Hz. İmam Sadık (a.s)'a: "Kişi, nafile namazlarını bir yerde mi kılmalı, yoksa değişik yerlerde mi kılmalı?" diye sordum. İmam (a.s): "Hayır, değişik yerlerde kılmalı. Zira yer ona tanıklık edecektir" buyurdu." (279)

On Birinci Şahid Zaman Dilimleri

Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerde, insanın ömrü süresince geçirdiği ay ve gün gibi zaman dilimlerinin de insanın yaptıklarına şahitlik yapacağı bildirilmiştir.
Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Ademoğluna gelen her yeni gün, ona şöyle seslenir: "Ey Ademoğlu! Ben yeni bir günüm, ben sana şahitlik edeceğim. Öyleyse, bende hayır amel işle ki, kıyamet günü senin hayrına tanıklık edeyim. Çünkü sen bir daha beni asla bulamayacaksın." (280)
Yine o Hazret şöyle buyurmuştur: "Gece olunca nida eder, onun sesini insan ve cinlerden başka bütün yaratıklar işitir. O, şöyle der: "Ey Ademoğlu! Ben, bende olan her şeyle birlikte şahitlik edeceğim. Öyleyse, benden bir şey almaya çalış. Çünkü eğer güneş doğarsa, artık bende hayrını artırmaz, yaptığın bir günah için de af dileyemezsin." (281)
Hz. Resulullah şöyle buyurmuştur: "Bilin ki; nasıl ki, Allah Teala sizlere, adil şahid tutarak canınız, dininiz ve malınız için ihtiyatlı olmanızı emretmişse, öylece kendisi de kulları hakkında ihtiyat ederek onlara şahidler tayin etmiştir. O halde kendinizle ilgili işlerde şahid tutunuz. Allah Teala'nın da her kuluna bütün yaratıklarından şahidleri ve takipçileri vardır. Onlar, o kulu önünden ve arkasından korur ve onun yaptığı amelleri, konuştuğu sözleri ve bakışlarını kaydederler. Onun bulunduğu yer parçası da Rabbinin onun leh veya aleyhine olan şahidlerindendir. Geceler, gündüzler ve aylar da Allah'ın onun leh veya aleyhine tanıklık yapacak şahidleridir. Kulun amellerini zapteden melekler de Allah'ın kulunun leh veya aleyhine tanıklık edecek şahidleridir. Nice saadetli kişiler var ki, kıyamet günü bunların tanıklığı ile saadete ererler, nice de bedbaht kişiler var ki, kıyamet günü bunların tanıklığıyla bedbaht olurlar. Kıyamet günü olunca Allah Azze ve Celle bütün yaratıklarını bir vadide toplayacak, onların tamamı göz önünde olup, nida edenin sesini duyacaklardır. Geceleri, gündüzleri mahşere getirip, yer parçalarını ve ayları kulların amellerine tanıklık etmeye davet edecektir. Kim, salih amel yapmış olursa, organları, üzerinde yaşadığı yer parçacıkları, ömrünü geçirdiği, ayları, yılları, günleri, geceleri ve bütün saatleri onun lehine tanıklık edecek ve böylece o ebedi saadete kavuşacaktır. Kim de kötü amel sahibi olursa, organları, üzerinde yaşadığı yer parçaları, ömrünü geçirdiği ayları, yılları, gündüzleri, geceleri ve bütün saatleri onun aleyhine tanıklık yapacak, böylece o ebedi bedbahtlığa ulaşacaktır. Öyleyse, kıyamet günü için amel edin, feryad-u figan günü olup herkesin bir araya toplanacağı gün için azık hazırlayın. İlahi takvayla isyanlardan kaçının ki, kurtuluş beklenilsin. Bilin ki, kim Recep ve Şaban aylarının hürmetini korur ve Allah'ın en büyük ayı olan Ramazan ayına oruç tutarak kavuşturursa, bu aylar kıyamet günü onun lehine tanıklık edip, kendilerinin ihtiramını koruduğunu bildirecekler. O gün bir nida eden: "Ey Receb, ey Şaban, ey Ramazan bu kulun sizde yaptığı ameli nasıldı? Nasıl Allah'a itaat ederdi?" diye nida edecektir. Bunun üzerine, Recep, Şaban ve Ramazan ayları: "Ey Rabbimiz! Bu kulun bizden sana itaat etmek için yardım almaktan başka bir şey yapmadı. Senin fazlına hazırlanmaktan başka bir şey talep etmedi. Senin rızanı ve muhabbetini kazanmak için çaba harcayıp durdu" diye cevap verecekler. Bunun üzerine, Allah Teala bu ayların yönetimiyle görevli olan meleklere: "Siz bu tanıklık için ne dersiniz?" buyuracaktır. Onlar da: "Ey Rabbimiz! Recep, Şaban ve Ramazan ayları doğru söylüyorlar. Bu kulunu, sana itaat etmekte ciddi, senin rızanı kazanmakta çaba gösteren, iyilik ve ihsan işinde koşan biri olarak gördük. O, bu ayları peş peşe oruç tutmaktan sevinç ve neşe duyardı. Onlarda senin rahmetini ve affını arzu ederdi. Senin yasaklarından sakınır, senin teşvik ettiğin şeylere de koşardı. O; karnıyla, şehvetiyle, gözüyle, kulağıyla ve bütün organlarıyla oruç tutardı. O, bu aylarda gündüzleri susuz kalıp oruç tutar, geceleri de uyak kalıp ibadet ederdi. O, bu aylarda fakirlere ve öksüzlere çok yardım ederdi. Onun, senin kullarına çok ihsan ve iyiliği dokunurdu. O, bu aylara güzel arkadaşlık eder, onlardan ayrılırken de güzel ayrılırdı. O, bu aylar sona erdikten sonra senin haramlarına yaklaşmazdı. Bu kulun ne güzel bir kul idi!" cevabını verirler. İşte o zaman, Cenab-ı Hak o kulun cennete götürülmesini emreder. Melekler onu hediyeler ve ikramla karşılarlar. Onu nur bineğine bindirip, bitişi olmayan nimetlere, eskimeyen ve sakinleri çıkarılmayan, gençleri ve hizmetçileri ihtiyarlamayan, neşesi kesilmeyen, yenileri eskinmeyen ve neşesine bulut çökmeyen, eve (cennete) götürürler. Orada onlara ne bir zahmet, ne de bir yorgunluk dokunur. Onlar orada azaptan eman bulurlar, kötü muhasebeden korunurlar. Onların yeri ne de yüce, ne de kerametli bir yerdir." (282)

On İkinci Şahid Amelin Kendi Tecessümü

Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Resul ile Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerden istifade ettiğimiz diğer bir konu da insanın öldükten sonra berzah aleminde ve kıyamet günü dünyada yaptığı amellerinin tecessüm ederek karşısına dikileceği konusudur. Amelin tecessüm etmesi gerçekte bizzat amelin kendisinin insanın yaptıklarına tanıklık etmesidir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "O gün herkes yaptığı iyilikleri önünde hazır görür. Kötülükleri de... O gün kendisiyle o kötülüğün arasında uzun bir mesafe olmasını arzular..." (283)
Bu ayeti kerime kıyamet günü bizzat insanın yaptığı iyilik ve kötülüğün tecessüm ederek insanın önünde hazır olacağını ve kötülük işleyenin kendisiyle yaptığı kötülüğün arasında uzun bir mesafe olmasını arzulayacağını buyurmaktadır.
Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır." (284)
Bu ayeti kerime de haksız yere yenen yetim malının kıyamet günü karna tıkınmış ateş şeklinde tecessüm edeceğini beyan buyurmaktadır.
Yine Hak Teala şöyle buyuruyor: "Artık bugün kimseye hiçbir haksızlıkta bulunulmaz. İşlediklerinizden başka­sıyla karşılık görmezsiniz." (285)
Bu ayeti kerimeden insanın kıyamet günü amelinden gayri bir şeyi bulamayacağı anlaşılmaktadır. Bu da insanın amelinin kıyamet günü tecessüm ederek ona döneceğini kanıtlamaktadır.
Hadislere gelince, bu konu daha açık bir şekilde ortaya konmuştur. Hz. Resulullah Kays bin Asim'e şöyle buyurmuştur: "Ey Kays! Şüphesiz seninle beraber defnedilecek bir arkadaşın olacak. Seninle beraber defnedilecek o arkadaşın canlıdır, sen ise ölüsün. Eğer o arkadaşın kerim olursa, sana ikram edecek ve eğer alçak tabiatlı ve cimri olursa sana acı çektirecektir. Sonra o seninle haşrolacak, sen de onunla beraber mahşere geleceksin ve sen ondan gayri kimseden sorulmayacaksın. Öyleyse, o arkadaşının salih olmasına çalış ki, eğer salih olursa, onunla arkadaş olursun, ama eğer fasit olursa, ondan gayri kimseden korkmazsın. İşte o senin kendi amelindir." (286)
Biz berzah aleminden bahsederken bu anlamı ifade eden bir çok hadise işaret ettik. İsteyen o bölüme müracaat edebilir.
Görüldüğü üzere, bu hadiste insanın amelinin tecessüm edip tanıklık yapacağı açık bir şekilde beyan edilmiştir.
Amellerin tecessüm etmesi mantığa aykırı bir olay değildir. Günümüzde, dünyada hiçbir şeyin yok olmadığı sabit olmuştur. Hatta amellerimiz bile çeşitli enerjilere dönüşmektedir. Konuştuklarımız özel ses dalgaları şeklinde havada dağılmaktadır. Dağılan ses dalgaları bir takım engellere, (etraftaki duvarlara ve bizlerin bedenlerine) çarptıktan sonra başka bir enerjiye dönüşmektedir. O enerjinin de defalarca başka şeylere dönüşmesi mümkündür. O halde yapılan ameller yok olup gitmemektedir.
Yine bilim adamlarının yaptıkları deneylere göre, maddede ve enerji arasında yakın bir ilişki vardır. Başka bir deyimle madde ve enerji bir gerçeğin tecellileridirler. Madde yoğunlaşarak cime dönüşen enerjidir. Enerji ise onun dağılışıdır. Dolayısıyla belli şartlar altında birbirlerine dönüşmeleri mümkündür. Bu değerlendirmeye göre, sözlerimiz ve yaptıklarımız ortadan kaybolmamaktadır ve kainatı var edenin emri ile, tekrar bir araya toplanıp cisme dönüşmesi hiçte akıl almaz bir şey değildir.
O halde insanların yaptıkları çeşitli şekillerde zahir olabilirler. İyi ameller nimetlere, kötülükler ise azaba dönüşebilir.
İşte bunun içindir ki, Kur'an-ı Kerim: "Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar ve yakında alevli bir ateşe atılacaklardır." (287) buyurarak, yetim malını haksız yere yemenin, görünürde lezzetli bir yemeği yemek gibi görünse bile, kıyamet günü ateş yemeğe dönüşeceğine işaret etmektedir.
Hz. Resulullah (s.a.a)'dan naklettiğimiz hadis ise bu gerçeği daha açık olarak ortaya koymuştur.
O halde amellerimizin dış görünüşünün haricinde bir de gerçek yüzü vardır. Amellerin bu gerçek yüzü bu dünyada gizli kalsa da ahirette meydana çıkarak kişinin leh veya aleyhine şahitlik edecektir.

Dip[notlar

---------------------------------------

(197)- Hac: 1, 2
(198)- Zelzele: 1, 3
(199)- Hakka: 14
(200)- İnfitar: 3
(201)- Tekvir: 1, 3
(202)- Kıyamet: 8, 10
(203)- Mearic: 8, 9
(204)- Duhan: 10, 11
(205)- Zümer: 68
(206)- Yasin: 49. ayetten 52. ayete kadar
(207)- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 195
(208)- Bihar-ül Envar: c. 6 s. 324
(209)- Mü'minun: 37
(210)- Câsiye: 24
(211)- Nisa: 56
(212)- Yasin: 81
(213)- Esfar-ül Erbaa c. 9 s. 165, 166
(214)- Eş-Şifa İbn-i Sina'nın İlâhiyat bölümü s. 423
(215)- Kıyamet: 3, 4
(216)- Yasin: 78, 79
(217)- Nehc-ül Belağa: Hutbe: 83
(218)- Nehc-ül Belağa Hutbe: 109
(219)- Şevahid-ür Rübubiyye s. 261, 262..
(220)- İbrahim: 48
(221)- Yasin: 49. ayetten 52. ayete kadar
(222)- İsrâ: 52
(223)- İnfitar: 119
(224)- Taha: 108
(225)- Abese: 34, 35, 36, 37
(226)- Abese: 34, 40
(227)- Zuhruf: 67
(228)- En'am: 31
(229)- Nehc-ül Belağa hutbe: 83
(230)- Tekvir: 10
(231)- İsra: 13
(232)- Al-i İmran: 30
(233)- Kehf: 49
(234)- Hakka: 19,20
(235)- Hakka: 25
(236)- Nur-us Sakaleyn Tefsiri c. 3 s. 267
(237)- Hud: 5
(238)- Ali İmran: 98
(239)- Hac: 17
(240)- Gürer-ül Hikem s. 128
(241)- Nahl: 89
(242)- Kasas: 75
(243)- Maide: 117
(244)- Nisa : 41
(245)- Furkan: 30
(246)- A'raf: 6
(247)- Nisa: 41
(248)- İhticac s. 242
(249)- Bakara: 143
(250)- Hac: 78
(251)- Bakara: 138
(252)- Hac: 78
(253)- Hac: 78
(254)- Usul-u Kafi c. 1 s. 190
(255)- Tefsir-i Nur-üs Sakaleyn c. 1 s. 113
(256)- Tevbe: 105
(257)- Tevbe: 105
(258)- Usul-u Kafi c. s. 219
(259)- Tevbe: 105
(260)- Usul-u Kafi c. 219
(261)- Usul-u Kafi c. 1 s. 219
(262)- Fetih: 29
(263)- Maide: 20
(264)- Bihar-ül Envar c. 7s. 268
(265)- Nur: 24
(266)- Yasin: 65
(267)- Fussilet: 21
(268)- İsra: 71, Bihar-ül Envar c. 7 s. 318
(269)- Kaf: 17, 18
(270)- Kaf: 21
(271)- Yûnus: 21
(272)- Kamer: 52, 53
(273)- Câsiye: 23, 29
(274)- İsra: 13, 14
(275)- Kehf: 49
(276)- Zelzele: 4, 5
(277)- Dürr-ül Mensur: c. 6 s. 380
(278)- El Mizan: c. 6 s. 337
(279)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 318
(280)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 325
(281)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 325
(282)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 315, 316
(283)- Al-i İmran: 30
(284)- Nisa: 10
(285)- Yasin: 54
(286)- İlm-ül Yakın c. 2 s. 1079 naklen Emali-i Es-Saduk s. 51
(287)- Nisa: 10
4
MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER

Hesap
Kıyamet günü tüm mahlukat, dünyada büyük ve küçük yaptıklarından dolayı hesaba çekileceklerdir.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız, peygamberlere de."(288)
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "...Mutlaka yapmakta olduğunuz şeylerden sorguya çekileceksiniz." (289)
Yine Allah Teala Hz. Lokman'ın oğluna şöyle nasihat ettiğini buyuruyor: "Ey oğulcuğum! Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da ve bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa da, Allah onu ge­tirip meydana kor. Doğrusu Allah latiftir, haberdardır." (290)
Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Siz içinizdekini açıklasanız da saklasanız da Allah Teala sizi ondan hesaba çeker. İstediğini bağışlar, istediğine azap verir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." (291)

Kim Sorgulayacaktır?

Şüphe yok ki, yaratıkları bizzat sorgulayacak olan Allah Teala'dır. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Doğrusu onların dönüşü Bize'dir. Şüphesiz sonra hesaplarını görmek de Bize düşmektedir"(292)
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü doğru teraziler kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratıl­maz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz." (293)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İnkar edenlerin işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O da hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir." (294)
Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "O, kulların üstünde yegane Hakim'dir, size koruyucular gönderir. Artık bi­rinize ölüm gelince elçilerimiz, bir eksiklik yapmaksızın onun canını alırlar, sonra gerçek Mevlalarına döndürürler. Haberiniz olsun, hüküm O'nundur. O, hesap görenlerin en süratlisidir." (295)
Bir hadis-i şerifte şöyle yazıyor: "Bedevi bir Arap Hz. Resul-ü Ekrem'e gelerek: "Yaratıkların muhasebesini kim üstlenecektir?" diye sordu. Hazret: "Allah Teala muhasebe edecektir" buyurdular. Bedevi Arap: "Bizzat kendi mi sorgulayacak?" dedi. Hazret: "Evet" buyurdular. Bunun üzerine o bedevi Arap gülmeye başladı. Hazret ona: "Ey Arap! Niçin gülüyorsun?" dediler. O Arap: "Çünkü büyük makam sahibi, kudret bulunca af eder ve muhasebe edince de müsamaha gösterip çok incelemez" dedi. (296)
Hz. Emir-ül Mü'minin Ali (a.s)'a: "Allah bunca yaratıkları nasıl sorgulayacaktır?" diye soruldu. Hazret: "Onca varlığa nasıl rızk veriyorsa, öylece de hesaba çekecektir" cevabını verdi. Bu arada Hazret'e: "Yaratıklar O'nu görmezken nasıl onları sorgulayabilir?" şeklinde soruldu. Hazret: "Nasıl ki, onlar O'nu görmezken onlara rızk veriyorsa, öylece de onları sorgulayacaktır" (297) buyurdu.
Ancak Kur'an-ı Kerim bir de insanın kendi kendini sorgulayacağını buyurmaktadır. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Her insanın boynuna işlediklerini dolarız ve kıyamet günü açılmış bulacağı bir kitap olarak önüne çıkarırız. "Kitabını oku, bugün, hesap görücü olarak sen kendine yetersin" deriz.(298)
O halde kıyamet günü bir de insanın kendisi kendini, kendi vicdanında muhasebe edip kendi hakkında hüküm verecektir.
Burada şunu da belirtmeliyiz ki, Ehl-i Beyt İmamları'ndan bize ulaşan hadislerde kulların sorgulamasına katılacak üçüncü makamın, her ümmetin peygamberi ile Allah Teala'nın her peygamberden sonra kulları arasında hüccet olarak tayin ettiği imamlar olacağı belirtilmiştir. Hatta bazı müfessirler "Doğrusu onların dönüşü Bize'dir. Şüphesiz sonra hesaplarını görmek de Bize düşmektedir" (299) ayetinde ve benzeri ayetlerde Allah Teala'nın tekil kip yerine çoğul kipini kullanmasının buna işaret ettiğini yazmışlardır.
Fakat biz bahsin uzamaması için bu hadislere değinmiyoruz. İsteyenler ilgili kitaplarda bu hadisleri görebilirler.

Kıyamet Günü Nelerden Sorgulanacağız?

Gerçi yukarıda işaret ettiğimiz ayetlerden insanın bütün amel ve durumlarından sorgulanacağı anlaşılıyorsa da, hem Kur'an-ı Kerim, hem de hadislerde bazı şeylerin önemli olduğu ve özellikle sorgulanacağı belirtilmiştir.
Bunlardan biri Allah Teala'nın insana verdiği nimetleridir. Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor: "Sonra o gün, nimetlerden muhakkak sorguya çekileceksiniz." (300)
Allah Teala'nın insana bahşettiği, insanın yararına olup, tekamül ve mutluluğuna sebep olan her şey nimettir, ister zahiri (aşikar) nimet olsun; hayat, sağlık vb. gibi, ister batınî (gizli) nimet olsun, idrak ve akıl gibi. İnsan nimetlerden dolayı sorgulanırken bu nimetleri gerektiği gibi, gerektiği yerlerde kullanıp kullanmadığından sorgulanacaktır. Yoksa yüce kerem sahibi Hak Teala verdiği ekmek ve suyu sormaktan çok yücedir. Allah Teala'nın insana bahşettiği manevi nimetlerin başında beşeri hidayet için gönderdiği peygamberler ve insanlara önder tayin ettiği imamlar gelmektedir. İşte Ehl-i Beyt İmamları'nın; "Kıyamet günü insanlar, biz Ehl-i Beyt'in velayet ve sevgisinden sorguya çekilecekler" buyruğu bu kategoriye girmektedir.
Cemil diyor; Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'a Allah Teala'nın "Sonra o gün, nimetlerden muhakkak sorguya çekileceksiniz" (301) ayetini sorduğumda, İmam (a.s) şöyle buyurdular: "Bu ümmet kendilerine verilen iki nimetten sorgulanacaklardır. İlk olarak Resulullah (s.a.a)'den sonra onun Ehl-i Beyt'inden." (302)
İbrahim bin Abbas es- Suli şöyle diyor: "Hz. İmam Rıza (a.s)'ın huzurunda bulunduğumuz bir gün, Hazret: "Dünyada hakiki bir nimet yoktur" buyurdu.
Bu arada orada bulunan fakihlerden bazıları Allah Teala'nın "Sonra o gün, nimetlerden muhakkak sorguya çekileceksiniz" ayetini okuyarak, bu nimetin soğuk su olduğunu söyledi.
Bunun üzerine, Hz. İmam Rıza yüksek sesle; "Bu sizin tefsirinizdir. Siz ayeti böyle tefsir edip çeşitli anlamlara yorumluyorsunuz" buyurdu.
Bu sırada fakihlerin bazıları nimetten maksadın soğuk su, bazıları güzel yemekler, diğer bazıları ise uygu lezzeti olduğunu ileri sürdüler.
Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Babam babası aracılığıyla bana şunu nakletti ki, Allah Teala'nın bu ayetiyle ilgili sizin bu görüşleriniz Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'a söylendiğinde Hazret sinirlenerek şöyle buyurdu: "Allah Azze ve Celle kullarına ihsan ettiği şeyden dolayı onları sorgulayarak minnet vurmaz. Nimetten dolayı minnet vurmak yaratıklara yakışmayan bir eylemdir. O halde nasıl kullara yakıştırılamayan böyle bir şey yüce yaratıcıya isnat edilebilir? Nimetten maksat biz Ehl-i Beyt'in sevgisi ve velayetidir. Allah Teala tevhid ve nübüvvetten sonra onu soracaktır. Zira kul gereğince ona vefa ederse, bu onu nimetleri bol olan cennete götürür."(303)
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: "Kıyamet günü kul adımını atmadan dört şeyden sorgulanacaktır:
1- Ömrünü nasıl tükettiğinden
2- Gençliğini nasıl geçirdiğinden
3- Mal varlığını nasıl kazanıp nerede harcadığından
4- Biz Ehl-i Beyt'in sevgisinden" (304)
Allah Teala insanın organlarına yaptıkları sorulacağını bildiriyor. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur." (305)
Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) bu ayetle ilgili olarak: "Kulak işittiği şeylerden, göz bakıp gördüğü şeylerden, kalp de itikat ettiği şeylerden sorgulanacaktır" buyurdu.
Bazı hadislerde kıyamet günü kula sorulacak ilk amelin namaz olacağı, eğer namazı kabul edilirse, diğer amellerinin de muhasebe edileceği, aksi taktirde diğer amellerinin hesabına bakılmayacağı yer almıştır.
Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kulun ilk muhasebe edilecek ameli namazıdır. Eğer namazı kabul edilirse, diğer amelleri de kabul olacaktır ve eğer namazı kabul edilmezse, diğer amelleri de reddedilecektir." (306)

Hesabı Kolay Olanlar

Kolay bir hesaptan geçenler, iman sahibi olup amel defterleri sağ ellerine verilenlerdir. Onların küçük günahları ve sürçmeleri olsa da, Allah Teala onların hatalarından geçip hesaplarını kolaylaştıracaklardır.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Kimin amel defteri kendisine sağından verilirse, işte o, kolay bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına sevinçle döner." (307)
Hz. Resulullah (s.a.a)'a: "Kolay hesap nedir?" diye sorulunca, Hazret: "Kişinin amel defterine bakılır ve geçilir" buyurdu.
Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Üç sıfat kimde olursa, Allah onun hesabını kolay tutup cennetine götürecektir.
1- Sana vermeyen ve mahrum bırakana ihsan edip verenlerden olasın
2- Senden akrabalık ve dostluk bağını kesenle irtibat kurasın
3- Sana zulüm edeni affedesin." (308)

Hesabı Zor olanlar

Allah Teala kıyamet günü bazılarının zor hesaptan geçirileceklerini bildiriyor. Allah Teala şöyle buyuruyor: "...Ve kötü muhasebeden korkarlar" (309)
Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala kıyamet günü kuluna verdiği akıl oranında hesabı üzerinde dikkat edecektir." (310)
Hammad bin Osman diyor: "Hz. İmam Cafer Sadık bazı mü'min kardeşlerinin şikayette bulunduğu bir kişiye: "Niçin falan kardeşin senden şikayet ediyor?" dedi. O adam: "Hakkımı incesiyle hesap edip almamın da mı şikayeti olur?" dedi. Bunun üzerine İmam (a.s) sinirli bir vaziyette oturarak şöyle buyurdu: "Sanki sen inceden inceye hesap ettiğinde kötülük etmediğini mi sanıyorsun? Acaba Allah Teala'nın mü'minlerden hikaye ettiği "Onlar kötü muhasebeden korkarlar" sözlerinde mü'minlerin Allah Teala'nın onlara zulüm etmesinden mi korktuklarını nakletmek istiyor? Hayır andolsun Allah'a ki, onların korktuğu Allah Teala'nın hesapta dikkat edip ince hesaba tutmasıdır. İşte Allah Teala hesapta dikkat edip incelemeyi kötü hesap saymıştır. O halde kim hesabında inceden inceye dikkat ederse kötülük yapmıştır." (311)
Bu hadisten kıyamet gününde zor hesaba tutulacakların, bu dünyada kardeşlerinin hatalarını bağışlamayan, onlara zorluk çıkaran borçlu olan kardeşlerinin durumlarını gözetmeyen kimseler olacağı anlaşılmaktadır.

Muhasebesiz Cennete Gidecekler

Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Resulullah ve Ehl- Beyt İmamları'ndan gelen hadislerden kıyamet günü bazı insanlar amellerinin muhasebe edilmesine gerek duyulmaksızın cennete gireceklerdir.
Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) babaları aracığıyla Hz. Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Kıyamet günü olunca, Allah Teala bütün yaratıkları bir meydanda toplayacak. Sonra Allah tarafından bir münadi: "Sabır ehli nerededir?" diye seslenecektir. Onun sesini orada bulunanların en sonunda bulunanlar da önünde bulunanlar gibi duyacaklardır. Bunun üzerine, bir grup insan ayağa kalkacaktır. Onları bir grup melek istikbal edecek ve onlara: "Sizi sabır ehli kılan sabrettiğiniz şey neydi?" diyecekler. Onlar: "Biz nefsimizi Allah'a itaat etmek ve isyan etmek konusunda sabrettirdik" cevabını vereceklerdir. Bunun üzerine Allah Teala tarafından bir münadi: "Kullarım doğru söylüyor, yol açın onlar muhasebesiz cennete girsinler" diye seslenecektir. Sonra yine Allah tarafından bir münadi: "Fazl ve ihsan ehli nerededir?" diye seslenecektir. Onun bu sesini orada bulunanların en sonunda bulunanlar ön saflarda bulunanlar gibi duyacaktır. Bu arada bir grup ayağa kalkacaktır. Melekler onların önüne gelip; "Sizi fazl ve ihsan ehli kılan fazlınız neydi?" diyeceklerdir. Onlar: "Dünyada iken bize saygısızlık yapıldığında onu tahammül eder ve kötülük yapıldığında onu af ederdik" cevabını verirler. Bunun üzerine, Allah katından bir münadi: "Kullarım doğru söylüyor, önlerini açın muhasebesiz cennete girsinler" diyecektir. Sonra Allah tarafından bir münadi: "Allah'ın evindeki komşuları nerededir?" diye seslenecektir. Bu münadinin sesini orada bulunanların en sonunda bulunanlar, ön saflarda bulunanların duyduğu gibi duyacaktır. Bu arada bir grup insan ayağa kalkacaktır. Onları da melekler istikbal edip; "Sizi bu gün Allah'ın evinde komşusu kılan, dünyada yaptığınız ameliniz neydi?" diye soracaklar. Onlar: "Biz Allah için birbirimizi sever, Allah için birbirimize bahşiş eder, Allah için birbirimizi ziyaret ederdik" cevabını verirler. Bunun üzerine, Allah katından bir münadi: "Kullarım doğru söylüyor, önlerini açın onlar muhasebesiz olarak cennette Allah'ın komşuluğuna gitsinler" diye seslenecektir." Sonra İmam (a.s) şöyle devam etti: "İşte bunlar Allah'ın evinde O'nun komşularıdır. İnsanlar korkarlar, ama onlar korkmazlar. İnsanlar muhasebeye çekilirler, ama onlar muhasebeye çekilmezler." (312)

Muhasebesiz Cehenneme Gidecekler

Kur'an-ı Kerim ve hadislerden kafir ve müşriklerin kıyamet günü muhasebesiz cehenneme gidecekleri anlaşılmaktadır.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "De ki: "Size, amelce en çok kayıpta bulunanları haber verelim mi?" Onlar ki; dünya hayatında, çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı. Bunlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkar edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü Biz onlar için tartı koymayacağız." (313)
Hz. İmam Rıza (a.s) babaları aracılığıyla Hz. Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Allah Azze ve Celle Allah'a şirk koşanlar hariç bütün yaratıkları muhasebe edecektir. Şirk koşanları ise, muhasebe etmeksizin cehennem ateşine atılmalarını emredecektir." (314)
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur: "...Allah'ın kulları! Bilin ki, şirk ehli için terazi kurulmayacak ve amel defterleri açılmayacaktır." (315)

Kul Hakkı

Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler, kıyamet gününde insanların bir birlerinin haklarına olan tecavüz ve zulmünü Allah Teala'nın bağışlamayacağını belirtiyor.
Hz. Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurdular: "Ey insanlar! Günahlar; bağışlanacak olan, bağışlanmayacak olan ve ümit ve korku içinde olduğumuz günah olmak üzere üç kısımdır.
Bağışlanacak olan günah, Allah Teala'nın kulun dünyada iken cezalandırdığı günahıdır. Zira Allah Teala kulunu günahından dolayı iki defa cezalandırmaktan daha adil, daha yücedir.
Bağışlanmayacak günah ise, kulların birbirlerine karşı olan zulümleridir. Çünkü yaratıklar kıyamet günü Allah Teala'nın huzuruna çıktıklarında kendi izzetine yemin ederek şöyle buyuracaktır: "Andolsun kendi izzet ve celalime ki, hiçbir zalimin zulmü benden geçmeyecektir. Velev ki, o zulüm, el ile ele vurmak veya tırnaklamak, ya da boynuzlu bir koyunun boynuzsuz bir koyunla dövüşmesi olsun.
Böylece Allah Teala hiçbir kimsenin kimse üzerinde bir hakkı kalmayıncaya kadar kulların bazısının bazısına karşı yaptığı zulmü kısas edecek, sonra onları muhasebeye tutacaktır.
Korku ve ümit içinde olduğumuz üçüncü kısım günaha gelince, Allah Teala'nın kulunun gizleyip tevbe etmeyi inayet ettiği günahıdır. Böylece o kul günahından dolayı korku içinde olup, Rabbinin rahmetini ümit etmektedir. Biz de onun hakkında onun kendi hakkında taşıdığı duyguları aynen taşıyor, onun için rahmeti ümit edip azap gelmesinden de korkuyoruz." (316)
Yine Hz. Emir-ül Mü'minin Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Mahşer günü Cenab-ı Hak kullarına hitaben şöyle buyuracaktır: "Bu gün, aranızda adaletle hükmedeceğim. Bu gün, katımda kimseye zulmedilmeyecektir. Bu gün, zayıfın hakkını zorbadan alacağım. Bu gün, mazlumun yararına, zalimden sevaplarını (varsa) alıp mazlumun amel defterine yazmakla, yada mazlumun günahını zalime ilave etmekle intikam alacağım. Bu gün, sadece mazlumun kendi hakkından geçip bağışladığı kimseler hariç, kimse bu sarp yoldan geçemeyecektir."(317)

Mizan ve Terazi

Kur'an-ı Kerim ve Hz. Resulullah ile Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler, Allah Teala'nın insanların hayır ve şer amellerini tartmak için adalet terazisinin kurulacağını buyurmaktadır.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Kıyamet günü Biz, doğru adalet terazileri kurarız, kimse hiçbir haksızlığa uğratıl­maz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı getirir ortaya koyarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz." (318)
Yine şöyle buyuruyor: "Kimin tartıları (iyilikleri) ağır basarsa, artık o hoşnut olan bir hayat içindedir. Kimin de tartıları (iyilikleri) hafif kalırsa, artık onun yeri Haviye (çukur) dir. Onun ne olduğunu ne bilirsin? O çok kızgın bir ateştir." (319)
Yine şöyle buyuruyor: "O gün, tartı gerçekten hak olacaktır. Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtulanlar­dır. Kimin tartıları hafif gelirse de, işte onlar ayetlerimizi yalanladıklarından ötürü gerçekten zarar edenlerdir." (320)
Terazi bildiğimiz tartı aletidir. Ancak tartı aleti tartılacak şeylere ve hatta zamana göre değişebilir. Dolayısıyla Allah Teala'nın kıyamet günü tartıların kurulacağını bildirmesinden kıyamet günü bu gün nesnelerin ağırlığını tartmakta kullandığımız bir tartı ile insanların amellerini tartacağı anlamı çıkmaz. Elbette kıyamet günü insanların hayır ve şerlerini ölçecek tartı aleti tartacağı şeye uygun bir tartı aleti olacaktır.
Büyük filozof Sadr-ül Müteallihin kıyamet günü kullanılacak olan tartı aleti konusunda şöyle yazıyor: "Tartıların Kur'an-ı Kerim'de çoğul lafzı ile ifade edilmesi, tartı aletlerinin çok çeşide sahip olduğuna işaret etmek içindir. Bazı tartılar ilimleri tartmak, bazıları da amelleri tartmak içindir.
İlimlerin ölçeğine gelince; bil ki, Allah Teala gökten doğru ve açık bir mizan indirmiştir. Onunla manevi rızkların ölçüsü ve manevi gıdaların ağırlığı bütün çeşitleriyle bilinir, hakkı batılından ayrılır. Onunla akli cevherlerin hakikat ile, ilmi suretlerin nakitleri ölçülüp, ahiret pazarından geçerli olanı geçerli olmayanından, halisi katışığından ayrılır. Biz Allah'ın melekleri ve elçilerinin öğretileriyle bu ölçekle ölçme tarzını öğrenmiş bulunmaktayız. Allah Teala "Doğru bir terazi ile tartın" (321) buyuruyor. Dolayısıyla kim Allah Teala'nın kitabında Resulü'ne indirdiği ölçekleri öğrenirse, hidayet bulur, kim de ondan yüz çevirir ve rey ve tahmin ile hareket ederse, sapar, kayar ve cehenneme düşer. Allah Teala "O, göğü yükseltmiştir; tartıyı koymuştur. Artık tartıda tecavüz etmeyin. Tartmayı doğru yapın, tartıyı eksik tutmayın " (322) buyruğu ile "Andolsun ki peygamberlerimizi belgelerle gönderdik; insanların doğru hare­ket etmeleri için peygamberlere Kitab ve ölçü indirdik;" (323) ayetini duymamış mısın?
Ey akıl sahibi düşünür! Acaba Allah katından indirilen kitap ve gönderilen elçilerle birlikte nazil ettiği ölçeğin buğday, arpa, pirinç hurma ve benzerlerinin tartıldığı terazi olduğunu mu sanıyorsun? Acaba göğün yükseltilmesiyle beraber konan terazinin, kantar türünden olduğunu mu hayal ediyorsun? Böyle bir sanı, böyle bir hayal ne de uzak bir sanı ve hayal ve ne de büyük ve kötü bir iftiradır.
Ey araştırmacı kardeş! Allah'ın kitabının anlamı hususunda dikkatli ol, olur olmaz te'viller yaparak, inat ve cehalet yolunu tutma. Ben sana nasihat ediyorum. Sakın cahillerden olma! Bil ki, bazı zahircilerin ve Hanbeliler'in Kitap ve sünnette gelen lafızları avamsal manalara hamletmeleri gerçekte onların zihinlerinin cisim ve cisimsel kavramlardan öteye geçmediğindendir.
Oysa eğer onlar, dış özelliklerden tecrit ederek bizzat terazinin kendi anlamı üzerinde biraz teemmül etmiş olsalardı, terazinin hakikatinin belli bir şekil veya cismani bir yapısı olması gerekmediğini anlarlardı.
Zira terazinin hakikati ve özü bir şeyin ölçüldüğü alettir. Ölçülen şey cismani olmaktan daha geniş olabileceği gibi, ölçü aleti de daha geniş bir kavramı ifade etmektedir.
Nasıl ki, kantar ve benzeri tartı aletleri, ağırlığı ölçmek için; usturlap, yükseklikleri ve vakitleri ölçmek için; şakul, duvar ve direklerin dikeyliklerini ölçmek için ve cetvel satırın düzlüğünü ölçmek için bir ölçek ve mizan ise; aynı şekilde mantık ilmi, nazari ilimde doğru düşünceyi yanlış düşünceden ayıran; nahiv ilmi, kelimelerin yapısını belirleyen; aruz ilmi, şiirin yapısını ölçen; duyu organları, bazı hissedilenleri ölçen ve bilahare kamil akıl, her şeyi ölçen bir ölçek ve mizandır.
Kısacası her şeyin ölçeği kendi türünden olur. O halde ölçekler farklıdır. Kur'an'da zikredilen bir ölçeği ise, ölçeklerin en şereflisine hamletmek lazımdır. O ise kıyamet günü konacak olan ölçektir. Allah Teala "Kıyamet günü Biz, doğru adalet terazileri kurarız..." ayetinde işte bu ölçeğe işaret etmiştir. O ölçekle hem ilimler ölçülecek hem de kalbi ve bedensel amellerin doğurduğu sonuçlar." (324)
O halde ahirette söz konusu olacak terazinin, bildiğimiz ağırlığın ölçüldüğü kantar türü terazilerden olacağını sanmayalım. Ahiretteki ölçekler her şeyin özünü ortaya koyuyor. Ahiretteki terazi, ister amelde olsun, ister düşüncede olsun, ister ahlak ve sıfatta olsun, hak ve batılı, güzel ve çirkini birbirinden ayırıp, herkese hak ettiği notu veriyor. İşte ilahi elçilerin, ilahi hüccetlerin, ilahi kitapların ölçek olması bu yüzdendir.
Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: "Nefsini Allah'ın kitabında olanlara sun. Eğer onun yolundan gidiyor, onun sakındırdığı şeylerden sakınıyor, onun rağbet ettirdiği şeylere rağbet duyuyor ve onun korkuttuğu şeylerden korkuyorsan, sebatlı ve sevinçli ol. Zira bu durumda senin hakkında söylenen hiçbir şey sana zarar veremez ve eğer Kur'an'dan kopmuş durumda isen, seni neyin aldattığına bakmalısın" (325)
İşte bunun içindir ki Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'a "Kıyamet günü Biz, doğru adalet terazileri kurarız..." ayetinde geçen mizandan maksat nedir?" diye sorulduğunda, İmam (a.s): "Peygamberler ve onların vasi ve halifeleridir, onlar ümmet için ölçü ve terazidirler" (326) cevabını vermiştir.
Başka bir rivayette de şöyle gelmiştir: "Hz. Ali (a.s) ve onun evlatları ümmet için terazi ve ölçüdürler. Çünkü onların amelleri Allah'ın rızasına uygundur. Onların amellerine ahlak, kulluk ve diğer yönden benzeyen ameller ise tartıya gelip değer kazanabilecektir."



Sırat Köprüsü

Kur'an-ı Kerim ayetleri ve özellikle de hadislerden kıyamet gününde insanların hesaplarının görüldükten sonra cehennem üzerinde kurulu olan bir köprü üzerinden geçecekleri anlaşılmaktadır. Mü'minler, hadislerde kıldan ince ve kılıçtan keskin olarak tanımlanan ve Sırat ismi verilen bu köprü üzerinden selametle geçip cennete ulaşırken; kafir, münafık ve isyan ehli, bu köprü üzerinden geçmeyi başaramayacak ve cehenneme yuvarlanacaklardır.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Sizden oraya (cehenneme) uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Biz, Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtarır, zalimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakırız." (327)
Hadislerde ise Sırat köprüsü daha açık bir şekilde açıklanmıştır. Hadisler, biri dünyada, diğeri ahirette olmak üzere iki Sırat'ın olduğunu ve insanların dünyadaki Sırat'ı izleme durumu aynen ahiretteki Sırat'tan geçişine de yansıyacağını bildiriyorlar. Hadisler, dünyadaki Sırat'ı şaşmadan ilahi elçilerin önderliğinde kat edenlerin ahiretteki Sırat'ı da yine onların önderliğinde kolaylıkla geçeceklerini, şeytana uyarak dünyadaki Sırat'tan sapanların ise, ahiretteki Sırat'ı geçmekte de şaşkınlık ve sapmalara kapılarak cehenneme yuvarlanacaklarını açıklıyorlar.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onun (Şeytanın) hakkında şöyle yazılmıştır: O kendisini dost edinen kimseyi saptırır ve alevli azaba götürür." (328)
Buna karşılık ilahi elçilerin önderliğini kabul etmek ise, hem dünyada hem de ahirette insanı selamete ve kurtuluşa götürür.
Hz. İmam Cafer sadık (a.s)'a Sırat'ın ne olduğu sorulunca Hazret şu cevabı verir: "Sırat ilahi marifete doğru giden yol ve Allah'ı tanımaktır. Sırat iki tanedir, dünyadaki sırat ve ahiretteki sırat. Dünyadaki sırat, itaati vacip olan Masum İmam'dır. Kim dünyada iken onu tanıyıp, ona iktida ederse, ahirette ateş üzerinde kurulan köprüden geçecektir. Kim de dünyada iken imamını tanımayıp, itaatinde olmazsa, ahirette Sırat köprüsünden geçerken ayakları titreyip ateşe yuvarlanacaktır." (329)
Başka bir hadiste ise, Hz. İmam Hasan Askeri (a.s) şöyle buyurmuştur: "Sırat-ı müstakim (doğru yol) iki sırattır. Dünyadaki Sırat ve ahiretteki Sırat, dünyadaki Sırat ifrat ve tefritten uzak olup, istikamet gösterilen ve hiçbir batıla meyledilmeyen Sırat'tır. Ahiretteki Sırat ise, mü'minleri cennete götüren doğru yoldur. O yol onları ne ateşe ne de cennet dışı başka bir şeye götürmez." (330)
Sonra hadisler, ahiretteki Sırat'ın kıldan ince ve kılıçtan keskin olduğunu belirterek, ondan geçmenin zorluğuna işaret etmişlerdir. Bunun sırrı da dünyadaki Sırat'ı kat etmenin zorluğunda yatmaktadır.
Nasıl ki, insanın dünyada hem inanç, hem de amel açısından doğru yol üzerinde istikamet etmesi zor olup, kıldan ince ve kılıçtan keskinse, ahiretteki Sırat da böyledir. Hz. Resulullah istikamet emri gelen Hud Sûresi'nin saçlarını ağarttığını buyururken işte bu zorluğa işaret etmiştir. İşte bu zorluk yüzündendir ki, pek az insan hem inanç hem de amel açısından tam olarak doğru yol üzerinde istikamet edebiliyor.
Büyük filozof Sadr-ül Müteallihin Sırat'ın kıldan ince ve kılıçtan keskin olma sırrını şöyle açıklıyor: "İnsanın kemale ermesi iki gücünü kullanmasına bağlıdır. O iki gücünden ilki fikirsel ve düşünsel gücüdür. İnsanın bu gücü ile hak ve yakini bulması, ince fikirsel çalışmayı gerektirir ki, temessül ederse dikkat ve letafet açısından kıldan ince olarak temessül eder. İkinci gücü olan ameli gücünü kullanmak ise, ancak nefsinin ifrat ve tefritten uzaklaşıp itidal halini bulmasıyla sağlanır. Bu ise ancak sahip olduğu şehvet, gazap ve fikir güçlerinin çalışmalarında itidal halini bulmasıyla mümkündür. Zira ifrat ve tefrit olan bütün uç noktalar kınanmış olup insanın ateşe düşmesine ve bedbahtların yurdunu menzil edinmesine vesile olur. Birbirinin zıddı olan bu uç noktaların tam anlamında ortasını bulmak ise, bunlardan hali olmak menzilesinde olup, adalet hali olarak nitelenen bu hal ateşten kurtulma menşeidir. Bu ise kılıçtan keskindir. O halde Sırat'ın iki yüzü vardır. Bir yüzüyle kıldan ince, ikinci yüzüyle de kılıçtan keskindir." (331)
O halde Sırat'ın kıldan ince olması, fikrin ıslah edilmesinin inceliği ve kılıçtan keskin olması ise, ameli gücün ıslah edilmesinin keskinliğindendir. Ahiretteki Sırat ise dünyadaki Sırat'ın incelik ve keskinliğinin tecessümünden ibarettir.
Sırat'la ilgili olan bir başka konu da Sırat'tan geçenlerin geçiş şeklidir. Hadisler, bazılarının Sırat'tan surat ve kolaylıkla geçerken bazılarının zorluklarla geçeceğini bildiriyor.
Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar Sırat'tan tabakalar halinde geçeceklerdir. Sırat ise kıldan ince ve kılıçtan keskindir. Bazısı şimşek gibi hızlı geçecek, bazısı at koştururcasına geçecek, bazısı sürünerek geçecek, bazısı yürüyerek geçecek, bazısı ise ona asılı olarak geçecek ve ateş onun bazı yerlerini yakacak bazı yerlerini de yakmayacaktır."(332)
Açıktır ki, insanların bu ahiretteki Sırat'tan geçiş şekli de, onların dünyadaki Sırat'tan geçiş şekillerinden kaynaklanmaktadır. Zira insanlar dünyada iken bazıları hem inanç hem de amel açısından ihlas ehli olup, her halûklarda Allah'ı görüp, Allah için hareket ederken, bazıları hem inanç hem de amel boyutunda bunun tam aksi durumda olur, bazıları ise, bu iki uç tarafın ortasında derecelere girmekteler.

Şefaat

Mead bölümünde bahis konusu edilen önemli konulardan biri de şefaat konusudur. Lügatte yama anlamını ifade eden şefaat, ıstılahta birinin günahlarının bağışlanması için yapılan aracılık anlamını ifade etmektedir.
Kur'an-ı Kerim ayetlerinde şefaat konusuna işaret edildiği gibi, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerde konu daha detaylı olarak açıklanmıştır.
Biz burada şefaat konusunu detaylı olarak inceleyemeyiz. Ama en azından konunun ana hatlarına işaret etmeden geçmemiz de doğru olmaz. Dolayısıyla en azından konunun ana hatlarına özet olarak işaret etmeyi zorunlu görüyoruz.
Her ne kadar yüzeysel bir bakışla Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinin anlamı şefaati mutlak olarak reddeder gibi görünüyorsa da, ancak Kur'an-ı Kerim'in şefaatle ilgili olan ayetleri bir araya getirilip, birlikte değerlendirildiğinde, Kur'an-ı Kerim'in mutlak olarak şefaati reddetmediği ve sadece Allah'ın izni olmadan yapılacağı düşünülen şefaati veya bazı kafirlerin itikadı olan putların şefaati gibi, şefaatin bazı türlerini reddettiğini görmekteyiz.
Velhasıl Kur'an-ı Kerim'in: "O gün Rahman'ın kendisine izin verdiğinden ve sözünden razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez."(333) "...O'nun izni olmadan, hiç kimse O'nun yanında şefaat edemez...." (334) "...O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez...." (335) "İman edip Rahman olan Allah'tan bir söz alan hariç, hiç kimse o gün şefaate sahip olmaz" (336) ayetleri ve benzeri diğer ayetler Allah Teala'nın izniyle şefaat olunacağını açıkça ortaya koymaktadır.
Ayrıca, Allah Teala kıyamet günü şefaat edecek ve şefaati makbul olacaklardan örnekler vererek şöyle buyurmuştur: "Rahman çocuk edindi" dediler. Hayır; melekler şerefli kılınmış kullar­dır. Allah'tan önce söz söyleyemezler; ancak O'nun emri üzerine iş yaparlar. Allah, onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler; O'nun korkusundan titrerler."(337)
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Allah, dilediğine ve hoşnut olduğuna izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir işe yaramaz." (338)
Bu ayetler kıyamet günü meleklerin Allah Teala'nın izniyle şefaat edeceklerini ve Allah Teala'nın razı olduğu kimseler üzerinde onların şefaatinin makbul olacağını göstermektedir.
Keza İslam müfessirleri Hz. Resulullah (s.a.a) hakkında nazil olan "Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki de Rabbin seni (Makam-ı Mahmud'a) övülecek makama yükseltir" (339) ayetinde geçen övülecek makamdan maksadın şefaat makamı olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.
O halde bu ayet-i kerime Hz. Resulullah için de şefaat makamını ispat etmektedir.
Görüldüğü üzere bu ayetler Kur'an-ı Kerim'in, şefaati mutlak olarak reddetmediğini ve Allah Teala'nın izniyle bazı mukaddes insan ve meleklerin şefaat edeceklerini ortaya koyuyor.

Hadislerde Şefaat

Hadislere gelince, hem Hz. Resulullah (s.a.a), hem de Ehl-i Beyt İmamları'dan konu hakkında gelen hadisler şefaat konusuna daha da açıklık getirmiştir. Kimlerin şefaat edebileceği ve kimlere şefaat olunabileceği hususu genişçe beyan edilerek, şefaat konusunun İslam dininin temel ilkelerinden biri olduğu açıkça gözler önüne serilmiştir.
Bizim tevatür haddini aşan bu hadislerin tamamına değinme imkanımız yoktur. Ancak numune olarak onların bazısına işaret edeceğiz.
Hz. Resulullah şöyle buyurmuştur: "Her peygamberin müstecab duası vardır. Her peygamber o duasını acilen etmiştir. Ancak ben duamı, ümmetime şefaat için kıyamet gününe saklamışım. Benim şefaatim ümmetimden Allah'a ortak koşmadan ölenlere nail olacaktır." (340)
Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Bana beş şey verildi.... onlardan biri şefaat etmektir. Ben onu ümmetime saklamışım. O, Allah'a şirk koşmayanlar içindir."(341)
Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. İhsan ehline gelince onlar için bir sorun yoktur" (342)
Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Üç taife Allah katında şefaat edecektir: Peygamberler, alimler ve şehidler." (343)
Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Ben ümmetimin yarısını cennete götürmekle şefaati seçmek arasında muhayyer kılındım. Ben şefaati seçtim. Çünkü şefaat daha kapsamlı daha yeterlidir. Şefaatin takva ehli için mi olduğunu sanıyorsunuz? Hayır o günahla kendini lekeleyen günah ehli içindir." (344)
Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Üç şeyi inkar eden bizim şiamız (takipçimiz) değildir: Miracı, kabir sualini ve şefaati."(345)
Bu hadislere benzer onlarca hadis vardır. Bütün bu hadisler ve yukarıda işaret ettiğimiz ayetlere rağmen, bazılarının şefaat konusunda tereddüt etmesi, doğrusu tevcih edilecek bir konu değildir.

Kimlere Şefaat Olunacak?

Yukarıda naklettiğimiz ayet ve hadislerden şefaatin meşruiyeti anlaşıldığı gibi, şefaatin şartlarından bazıları da anlaşılmış olur.
Bir kere bir kimsenin şefaat kapsamına girebilmesi için ilk şart, şefaat edilecek kişinin tevhid ehli olup Allah Teala'ya şirk koşmamasıdır. Bu konu, Hz. Resulullah (s.a.a)'in hadisinde açıkça belirtilmesiyle birlikte, Allah Teala'nın, meleklerin sadece Allah'ın razı olacağı kimselere şefaat edeceklerini bildiren ayetinden de anlaşılmaktadır.
Şefaate nail olmanın ikinci şartı, halisane bir kalple Allah Teala'ya inanmaktadır.
Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Benim şefaatim, kalbi dilini ve dili de kalbini onaylayacak bir şekilde halisane bir kalple Allah'ın birliğine ikrar edenler içindir." (346)
Şefaate nail olmanın üçüncü şartı, Ehl-i Beyt'e karşı kin ve düşmanlık beslememektir.
Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Mü'min kimse arkadaşına şefaat edecektir. Meğer ki, arkadaşı Ehl-i Beyt'e karşı kin ve düşmanlık besleyen ola. Eğer böyle olursa, ona bütün mürsel peygamber ve mukarrep melekler şefaat etseler dahi, şefaatin ona bir faydası olmayacaktır." (347)
Şefaatin dördüncü şartı, namazı hafife almamaktır. Hz. İmam Musa Kazım (a.s) şöyle buyuruyor: "Babam (İmam Sadık) vefat edeceği sırada yanına gittim. Babam bana şöyle buyurdu: "Ey oğlum namazını hafife alana bizim şefaatimiz nail olmayacaktır." (348)
Şefaatin beşinci şartı, Hz. Resulullah'ın şefaat edeceğini yalanlamamaktır. Hz. İmam Rıza Hz. Ali (a.s)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim, Hz. Resulullah (s.a.a)'in şefaatini yalanlarsa, ona nail olmayacaktır." (349)
Yine Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Kim, benim havuzuma (Havz-u Kevser'e) inanmazsa, Allah onu oraya dahil etmeyecektir. Kim de, benim şefaatime inanmazsa, o günde Allah onu benim şefaatimden mahrum koyacaktır." (350)
Şefaatin bu zikrettiklerimiz dışında bazı diğer şartları da olabilir. Biz şimdilik bu şartları gördük.
Kısacası, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, şefaat kelimesinin lügatteki anlamının yama olduğunu görmüştük. Zaten kıyamet günü olacak şefaate de şefaat denilmenin şefaat edecek olan kimsenin, şefaat edeceği insanın eksik kalan yönlerini kendi şefaatiyle tekmil etmesinden dolayıdır. Nasıl ki, beyaz bir elbiseye siyah bir kumaştan yama vurulmaz ve o elbisenin kendi renginden olmasa da, onun rengine uygun bir kumaştan olmasına dikkat edilirse, bizler de, Hz. Resulullah, Ehl-i Beyt İmamları ve diğer şefaat edecek kimselerin şefaatlerine nail olabilmemiz için, amel ve özellik yönünden onların rengine yakın olmaya çalışmalıyız. Aksi taktirde onların şefaati bizleri kapsamı dahiline almayacaktır.
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Peygamberlerin davetlerini kabul ediniz, onların emirlerine teslim olunuz. Amellerinizle onların dediklerine uygun olun. Eğer böyle olursanız onların şefaatleri size nasip olacaktır." (351)

Kimlere şefaat olunmayacak?

Yukarıda zikrettiğimiz ayet ve hadislerden anlaşıldı ki, zikredilen şartlara haiz olmayanlar şefaate nail olmayacaklardır.
Ayrıca Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de cehenneme giden bir grubun şefaate nail olmama sebeplerini şöyle açıklıyor: "Cennet ehli o azgın suçlulara soracaklar: "Sizi şu cehenneme sürükleyen nedir?" diye. Onlar diyecekler ki: "Biz namaz kılanlardan olmadık, yoksula da yedirmezdik, batıla dalanlarla beraber de dalıyorduk, hesap gününü de yalanlardık, sonunda yakin (ölüm) gelip bize çattı." Artık şefaatçilerin şefaati de onlara bir fayda vermedi." (352)
Görüldüğü üzere; bu ayet-i kerime, o insanların yukarıda işaret ettiğimiz şefaat olunmanın şartlarından yoksun olduklarından dolayı şefaatten mahrum kaldıklarını açıkça gözler önüne sermektedir.

Kimler Şefaat Edecekler?

Yukarıda işaret ettiğimiz hadislerden de anlaşılacağı üzere, kıyamet gününün en büyük şefaatçisi Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'dir.
Hazret şöyle buyuruyor: "Kıyamet günü ben, Allah'ın izniyle Allah katında ümmetimin günahkarları için şefaat edeceğim ve benim şefaatim kabul olacaktır. Benim Ehl-i Beyt'im de o günde şefaat edecektir ve onların şefaatleri de Allah katında kabul olacaktır."(353)
Diğer peygamberler onların vasileri ve mü'minler de şefaat edeceklerdir.
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: "Peygamberler, ihlasla Allah'ın birliğine inananlara şefaat edip onları ateşten kurtaracaklardır." (354)
Melekler, alimler, şehidler ve Kur'an-ı Kerim de şefaat edecektir. Meleklerin şefaat edeceğine dair ayeti yukarıda görmüştük. Kur'an-ı Kerim, alimler ve şehidlere gelince, Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler bu konuya açıklık getirmiştir.
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdular: "Biliniz ki, Kur'an-ı Kerim mahşer günü şefaati kabul gören bir şefaatçidir." (355)
Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Üç taife Allah katında şefaat edecektir: Peygamberler, alimler ve şehidler."(356)

Cennet

Cennet, Allah Teala'nın iyi amel sahiplerine mükafat olarak vereceği ebedi bir makamdır. Orada her türlü nimetler, rahatlık, refah ve ferahlık vesileleri, kısacası ehlinin arzuladığı her şey vardır.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, cennetlerde, pınar başlarındadırlar. "Oraya güven içinde, esenlikle girin" denir. Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar sedirler üzerinde karşı­lıklı oturan kardeşlerdir. Onlar orada bir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değillerdir."(357)
"İman edip salih ameller işleyenleri müjdele. Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve rızk olarak verilirse, "Bu daha önce de rızklandığımızdandır" derler; bu birbirinin benzeri olarak sunulur. Onlar için orada tertemiz eşler vardır ve onlar o cennette ebedi olarak kalıcıdırlar." (358)
"Rabbine karşı durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu iki cennet türlü ağaçlarla doludur. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu cennetlerde türlü meyveden çift çift vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Orada, örtüleri parlak atlastan yataklara yaslanırlar; iki cennetin meyvelerini de kolayca toplarlar. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? O cennetlerde, gözlerini kocalarından başkasına çevirmeyen hanımlar vardır ki, kocalarından önce kendilerine ne bir insan dokunmuştur ne de bir cin. Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsanız? Onlar sanki yakut ve mercan gibidirler. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir? Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Renkleri koyu yeşildir. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? İkisinde de türlü türlü meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Oralarda iyi huylu güzel kadınlar vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Çadırlar içinde ceylan gözlüler vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Onlara daha önce insan da, cin de dokunmamıştır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Cennetlikler orada yeşil yastıklara ve harikulade işlemeli döşeklere yaslanır­lar. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Büyük ve pek cömert olan Rabbinin adı ne yücedir!" (359)
"İyilik yapmakta önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır. Naim cennetlerinde Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır. Onların büyük kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir. Murassa tahtlara karşılıklı olarak yaslanırlar. Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, canlarının çektiği kuş eti ile dolaşırlar. İşlediklerine karşılık olarak, sedefteki inciler gibi ceylan gözlüler vardır. Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar. Sâdece selama karşılık selam sözü işitirler. Defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağcılara! Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler. Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır. Bunların bir kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir." (360)

Cehennem
Cehennem kafirlerin ve günahkarların işledikleri suçlara bir ceza olarak varacakları yerdir. Kur'an-ı Kerim cehennemden korkunç bir tasvir sergiliyor:
"Doğrusu, ayetlerimizi inkar edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, Hakim'dir." (361)
"İşte Rableri hakkında tartışmaya giren iki taraf: O'nu inkar edenlere, ateşten elbiseler kesilmiştir, başlarına da kaynar su dökülür de bununla karınların­dakiler ve deriler eritilir. Demir topuzlar da onlar içindir. Kafirler için ateşten çamaşırlar biçilmiştir. Başlarının üstünden kaynar su dökülür. Bu kaynar su ile karınlarında olan şeyler ve derileri eritilir. Onlar için bir de demirden kamçılar var her ne zaman ateşten, onun ıstırabından çıkmak isterler ise, yine içine döndürülürler ve onlara: "Haydi tadın yakıcı azabını" denir." (362)
"Ateşte olanlar, cehennemin bekçilerine: "Rabbinize yalvarın da hiç değilse bir gün, azabımızı hafifletsin" derler. Bekçiler: "Size, belgelerle peygamberleriniz gelmiş miydi?" derler. Onlar da: "Evet, gelmişti" derler. Bekçiler: "O halde kendiniz yalvarın" derler. Fakat inkarcıların yalvarışı şüphesiz boşunadır." (363)
"Şüphe yok ki, cehennem pusudadır. Azanların dönüp varacakları yerdir, yıllar boyunca kalırlar orada. Orada ne bir serinlik tadacaklar ne de içilecek bir şey! Kaynar sudan ve irinden başka. Öyle bir ceza ki, işledikleri amellere uygun. Onlar hesaba çekileceklerini hiç ummuyorlardı. Ayetlerimizi hep yalan sayıp dururlardı." (364)
"Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden kişinin vay haline ki, o mal biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Malının kendisini ebedi kılacağını sanır. Hayır, andolsun ki o, Hutame'ye atılacaktır. Hutame'nin ne olduğunu sen bilir misin? Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir ki o, kalplere kadar girer, o dikilip yükseltilmez sütunlarda onların üzerine kilitlenecektir." (365)
"İnsanların hepsi Allah'ın huzuruna çıkarlar; güçsüzler, büyüklük taslayanlara: "Doğrusu biz size uymuştuk, az da olsa Allah'ın azabından bir şey bizden giderebilir misiniz?" derler. Onlar: "Allah bizi doğru yola eriştirseydi, biz de sizi eriştirirdik. Artık sızlan­sak da sabretsek de birdir, çünkü kaçacak yerimiz yoktur" derler. " (366)
"O gün kafirleri birbirine bağlanıp kelepçelenmiş olarak görürsün. Gömlekleri katrandandır ve yüzlerini de ateş kaplar." (367)
"Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da seni alaya alıyorlar. Onlara öğüt verildiğinde dinlemezler. Bir mucize gördüklerinde onu eğlenceye alırlar. "Bu apaçık bir sihirdir; öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman, ön­ceki babalarımız yahut biz mi dirileceğiz?" derler. De ki: "Evet hem de zelil ve hakir olarak." Tek bir çığlık. Hemen bakıp kalırlar. Ve : "Vay bize! İşte bu ceza günüdür" derler. Onlara: "İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür" denir. İlgililere şöyle emredilir: "Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklarını derleyin. Onları cehennem yoluna koyun. Onları durdurun; çünkü kendilerinden daha da sorulacaktır." Onlara: "Size ne oldu ki, birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?" denir. Hayır; bugün onların hepsi teslim olmuşlardır. Birbirlerine dönüp sorarlar. İleri gelenlerine: "Doğrusu siz bize sağdan (güveneceğimiz taraftan) sokuldunuz" derler. Onlar da: "Hayır; zaten siz inanmış kimseler değildiniz. Bizim sizin üstünüzde bir nüfuzumuz yoktu. Bilakis, azmış bir millettiniz." "Bu sebeple, Rabbimizin sözü aleyhimizde gerçekleşti. Şüphesiz azabı tada­cağız." "Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık" derler. O gün hepsi azapta birleşirler. Doğrusu suçlulara böyle yaparız. Onlara: "Allah'tan başka ilah yoktur" dendiği zaman şüphesiz büyüklenirler. "Deli bir şair yüzünden ilahlarımızı mı bırakalım?" derlerdi. Hayır; o, gerçeği getirmiş ve peygamberleri doğrulamıştı. Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız. Yaptığınızdan başka bir şeyle cezalandırılmayacaksınız." (368)
"Doğrusu, inkarcılar için zincirler, demir halkalar ve çılgın alevli cehennem ha­zırladık. "(369)
"Ama yoldan çıkanların, işte onların varacağı yer ateştir. Oradan çıkmak iste­yişlerinin her defasında geri çevrilirler ve onlara: "Yalanlayıp, durduğunuz ateşin azabını tadın" denir."(370)
"Fakat onlar, kıyametin kopacağını yalanladılar. Biz de kıyametin geleceğini yalanlayan­lara çılgın alevli bir ateş hazırladık. Bu ateş, onlara uzak bir yerden gözükünce, onun kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak, o ateşin dar bir yerine atıldıkları zaman, orada, yok olup gitmeyi isterler. "Bir kere yok olmayı değil, bir çok defa yok olmayı isteyin" denir." (371)
"Bedbahtlar ateştedir, onlar için orada (kahırla ve acıyla) nefes alıp vermeler vardır." (372)
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Ey Allah'ın kulları! Hastalanmadan önce, sağlığınızda fırsatınız ve gücünüz varken, darlığa düşmemişken Allah'ı anın! Kurtuluş yolu kapatılmamışken kendinizi cehennemin ateşinden kurtarmaya çalışın. Allah uğrunda gözlerinizi uykusuzluğa, karınlarınızı açlığa (oruç tutmaya) alıştırınız. Allah yolunda adım atın ve mülkünüzü, servetinizi onun yolunda bağışlayın. Vücudunuzdan ruhunuz ve canınız için faydalanın ve bunu yapmaktan kaçınmayın." (373)

Dipnotlar
----------------------------------------------------
(288)- A'raf: 6
(289)- Nahl: 93
(290)- Lokman: 16
(291)- Bakara: 284
(292)- Ğaşiye: 25, 26
(293)- Enbiya: 47
(294)- Nur: 39
(295)- En'am: 62
(296)- İlm-ül Yakin: c. 2 s. 1171
(297)- Bihar-ül Envar: c. 7 s. 271
(298)- İsra: 14
(299)- Ğaşiye: 25, 26
(300)- Tekasûr: 8
(301)- Tekasûr: 8
(302)- Mizan-ül Hikmet c. 2 s. 411, Bihar-ül Envar c. 7 s. 272
(303)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 273
(304)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 258
(305)- İsrâ: 36
(306)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 276
(307)- İnşikak: 7, 8
(308)- Nur-us Sakaleyn c. 5 s. 537
(309)- Ra'd: 21
(310)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 267
(311)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 266
(312)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 171
(313)- Kehf: 103
(314)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 260
(315)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 259
(316)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 265
(317)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 268
(318)- Enbiya: 47
(319)- Karia : 6, 11
(320)- A'raf: 8, 9
(321)- Şuara: 182
(322)- Rahman: 7, 8, 9
(323)- Hadid: 25
(324)- Esfar-ül Erbaa: c. 9 s. 298, 299
(325)- Bihar-ül Envar c. 78 s. 126
(326)- Bihar-ül Envar c. 7 s. 252
(327)- Meryem: 71, 72
(328)- Hac: 4
(329)- Mean-ül Ahbar s. 32, Bihar-ül Envar c. 8 s. 66
(330)- Bihar-ül Envar c. 8 s. 70
(331)- Esfar-ül Erbaa: c. 9 s. 285
(332)- Bihar-ül Envar c. 8 s. 64
(333)- Taha : 109
(334)- Bakara: 255
(335)- Yunus: 3
(336)- Meryem: 87
(337)- Enbiya: 26, 27, 28
(338)- Necm: 26
(339)- İsra: 79
(340)- Sahih-i Buhari hadis no: 5829, 6920, Müslim hadis no: 296, Tirmizi hadis no: 3526, İbn-i Mace hadis no: 4297, Müsned-i Ahmet hadis no: 7389
(341)- Sahih-i Buhari hadis no: 323, 419, Müslim hadis no: 810, Nisai hadis no: 429, Daremi hadis no: 1353, Müsned-i Ahmet hadis no: 18902, 20352 vs.
(342)- Men La Yahzuruh-ül Fakih Şeyh Saduk'un c. 3 s. 376, Bihar-ül Envar c. 8 s. 34, Uyun-u Ahbar-ı Rıza c. 1 s. 136, Tirmizi hadis no: 2360, İbn-i Mace hadis no: 4300, Ebu Davut hadis no: 4114, Müsned-i Ahmet hadis no: 12745
(343)- El- Hisal Saduk'un 142
(344)- Sünen-i İbn-i Mace hadis no: 4301, Müsned-i Ahmet hadis no: 5195
(345)- Emali-i Saduk s. 37, Bihar-ül Envar c. 6 s. 223
(346)- Müsned-i Ahmet hadis no: 7725, 10295
(347)- Sevab-ül A'mal Şeyh Saduk'un s. 251
(348)- Usul-u Kafi c. 3 s. 270, c. 6 s. 401, Tehzib Şeyh Tusi'nin c. 9 s. 107
(349)- Uyun-u Ahbar-ı Rıza c. 2 s. 66
(350)- Minhac-ün Necat: 54
(351)- Mizan- ül Hikmet 123
(352)- Müddessir: 40, 48
(353)- Mizan-ül Hikmet c. 5 s. 122
(354)- Tefsiri Numune c.25 s. 257
(355)- Mizan-ül Hikmet c.5 s.122
(356)- El- Hisal Saduk'un 142
(357)- Hicr: 45, 48
(358)- Bakara: 25
(359)- Rahman : 56. ayetten 78. ayete kadar
(360)- Vakia:10. ayetten 39. ayete kadar
(361)- Nisa: 56
(362)- Hac: 19, 22
(363)- Mü'min: 49, 50
(364)- Nebe: 21, 27
(365)- Humeze Sûresi
(366)- İbrahim: 21
(367)- İbrahim: 49
(368)- Sâffat: 12. ayetten 39. ayete kadar
(369)- İnsan: 4
(370)- Secde: 20
(371)- Furkan: 11, 12, 13
(372)- Hud: 106
(373)- Nehc-ül Belağa, Hutbe:182
5
MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER MEADIN İMKANINI İSPATLAYAN DELİLLER


CENNETİ KAZANMANIN YOLLARI
1- İman ve Salih Amel

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "İman edip salih amellerde bulunanlar cennet ehlidirler, ebedi olarak orada kalıcıdırlar." (374)
Yine Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmuştur: "İman edip salih ameller işleyenleri müjdele. Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve rızk olarak verilirse, "Bu daha önce de rızklandığımızdandır" derler; bu birbirinin benzeri olarak sunulur. Onlar için orada tertemiz eşler vardır ve onlar o cennette ebedi olarak kalıcıdırlar." (375)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İnanıp salih amellerde bulunanları, içlerinden ırmaklar akan cennetteki köşklere yerleştiririz. Onlar orada ebedi kalacaklardır, çalışanların ecri ne güzeldir!" (376)
İman ve salih amelin, meyve ağacıyla meyvesi gibi aralarında bağlantı vardır, sağlam bir meyve ağacı meyvesiz olmadığı gibi, iman da salih amelsiz olamaz. İmam Cafer Sadık (a.s)'dan imanın hakikati nedir diye sorulduğunda Hazret şöyle buyurdular: "İman, Allah'a itaat etmek ve ona isyandan kaçınmaktır."(377)
Demek ki salih amel kalpteki imanın tecelli ve ortaya çıkışıdır. Dolayısıyla salih ameli peşinde getirmeyen bir imanın hakiki iman olmadığı ortaya çıkıyor ve böyle bir imanla saadeti kazanmak olanaksızdır.
2- Takva

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Kullarımızdan takva sahibi olanları mirasçı kılacağımız Cennet işte budur."(378)
Takva ilahi emirleri yerine getirmek ve haram ettiği şeylerden kaçınmaktır. Takva görünürde tüm organların günahlardan kaçınmasıyla, batında ise kalpten tüm kötü sıfatları söküp atmakla gerçekleşebilir.
3- Güzel Ahlak

İlahi nimetlere kavuşmanın bir önemli etkeni de geniş manasıyla güzel ahlaka sahip olmaktır.
Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: "Kim Rabbine üç sıfatla kavuşursa istediği kapıdan cennete girebilecektir:
1- Güzel ahlak sahibi olmak
2- Gizlide ve aşikârda günah etmemek
3- Haklı olsa da mantıksız tartışmadan kaçınmak." (379)
4-Cihad ve Şehadet

İslam yolunda canlarını feda eden mücahitlerin makamları çok yüksektir. Kur'an-ı Kerim onların makamlarına şöyle işaret etmektedir: "Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur'an'da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır." (380)
5- Heva ve Hevese Uymamak

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi de heva (istek ve tutkular)'dan sakındırırsa, şüphesiz onun barınağı cennettir." (381)
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Sizler için en fazla şu iki şeyden korkuyorum:
1- Nefsi isteklere uymak
2- Uzun arzular etmek
Nefsi isteklere uymak sizi haktan alıkoyur, uzun ve gerçekleşmesi güç arzular ise size ahireti unutturur." (382)
Nefsi isteklere uymak kötü şeylerin insanın gözünde güzel görünmesine ve teşhis gücünün zayıflamasına sebep olur. Nitekim, Hz. Yakup (a.s), oğullarının Hz. Yusuf'a ait kanlı gömleği babalarına; "Yusuf'u kurt yedi" diye sunduklarında: "Hayır, nefisleriniz size bir iş uydurmuştur. Bana düşen, yalnız güzelce sabretmektir..." (383) buyurarak onların bu hastalığa kapıldıklarından böyle bir hileye kalkıştıklarını ortaya koymuştur.
Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "Cennet sabır ve zorluklarla kaplıdır. Kim bu dünyada zorluklara sabır ederse, cennete, girer. Cehennem ise lezzetler ve nefsi isteklerle kaplıdır, kim nefsi isteklere yenik düşerse, ateşe girer." (384)
Kısacası, cehennem ateşi nefsi isteklere uymanın doğurduğu bir sonuç olduğu gibi, hatta dünyadaki cehennemi yaşam, düzensizlikler, zulümler, savaşlar da heva ve hevese uymaktan kaynaklanmaktadır. Buna karşılık, cennet nefsani arzu ve isteklere karşı koymakla kazanılan bir nimet olduğu gibi, dünyadaki huzurlu ve mutlu yaşam da ona bağlıdır.
6- Zorluklar ve Nefsi Baskılar Karşısında Sabır ve Sebat

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Muhakkak biz sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele. Onlara bir musibet geldiğinde: "Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz" derler. İşte Rablerinin mağfiret ve rahmeti onlaradır. O'nun yolunda olanlar da onlardır." (385)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlar ki, Rablerinin rızasını kazanmak için sabrederler, namazı kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızktan, gizlice ve açıkça sarf ederler; iyilikle kötülüğü ortadan kaldırırlar; işte son yurt olarak, girecekleri Adn cennetleri onlarındır; babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekler her kapı­dan yanlarına girip: "Sabrettiğinizden dolayı size selam olsun; burası son yurt olarak ne güzeldir!" derler." (386)
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "İşte onlar, sabrettiklerinden ötürü cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfat­landırılırlar. Orada tebrik ve esenlik dilekleriyle karşılanırlar. Orada temellidirler. Orası ne güzel bir yer ve ne güzel duraktır!" (387)
Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Sabırlarının karşılığı, cennet ve oradaki ipeklerdir. Orada tahtlara yaslanırlar; orada yakıcı sıcak ve dondurucu soğuk görme­zler. Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış ve ürünlerinin koparılması kolay­laştırılmıştır. Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kaseler dolaştırılır. Billurları gümüş gibi parlaktır, onları ölçüp ölçüp dağıtırlar. Orada, zencefil karışık bir tasla içirilirler. O pınara "Selsebil", denir. Yanlarında ölümsüz gençler dolaşır; onları gördüğünde saçılmış birer inci sa­nırsın. Oranın neresine baksan, nimet ve büyük bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır; gümüş bilezik­lerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. "İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer" denir." (388)
Hem Ehl-i Beyt, hem de Ehl-i Sünnet kaynaklarında İnsan Sûresi'nden naklettiğimiz bu ayetlerin üç gün peş peşe oruç tutarak kendilerine ait olan iftariyelerini yoksula, yetime, esire vermekle sabır edenlere öncülük eden Hz. İmam Ali, Hz. Fatime, Hz. Hasan ve Hüseyin (a.s) hakkında nazil olduğu yer almıştır. Böylece Allah Teala her yönden insanlık alemine güzel örnekler olan Ehl-i Beyt'in ortaya koyduğu bu sabır örneğini taktirle anarak insanlık alemini sabır yönünden de Ehl-i Beyt'i örnek almaya teşvik ediyor.
Demek ki, musibetler ve nefsin diretmeleri ile Allah'ın emirlerine itaatin zorlukları karşısında sabretmek çok önemli bir konudur. Kim bu konuda başarı gösterirse, mutlaka büyük ilahi mükafatı kazanacaktır. Kim de tahammülsüzlük gösterirse bu büyük şansı kaybedecektir.
İşte bunun içindir ki, Hz. Ali (a.s) sabrın önemine işaretle şöyle buyurmuştur: "Baş bedende nasıl ise, sabır imana oranla öyledir. Başsız bedenin bekası olmadığı gibi, sabırsız imanın da değeri yoktur." (389)
Sonuç olarak; nefsin gayri meşru istekleri karşısında yılmamak, dünyadaki çeşitli musibetlerin ve Allah'a itaatin doğurduğu zorlukları yenecek sabır cennet anahtarlarından biridir.

7- Doğru Yolda İstikamet Göstermek

Allah Teala şöyle buyuruyor:"Şüphesiz, "Rabbimiz Allah'tır" deyip de, istikamet gösterenler, ne bir korku görecekler ne de bir üzüntü. İşte onlar, cennetliklerdir; işlediklerine karşılık olarak, orada ebedi kalacaklardır." (390)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz Allah'tır" deyip de doğrulukta istikamet edenlere me­lekler inerek: "Korkmayınız, üzülmeyiniz, size söz verilen cennetle sevi­nin, biz dünya hayatında da, ahirette de size dostuz. Burada, canlarınızın çektiği, umduğunuz şeyler, bağışlayan ve acıyan Allah katından bir ziyafet olarak size sunu­lur" derler." (391)
Hz. Ali (a.s) doğru yolda istikamet etmenin önemine işaretle şöyle buyurmuştur: "Siz ki, Rabbimiz Allah'tır dediniz, öyleyse O'nun ve gönderdiği kitabın emirlerine uyunuz. O'na itaat ve tapmak olan en güzel yolda sabır ve istikamet gösteriniz, dediğinden çıkmayınız, dinde bidat koymayınız ve hak yoldan sapmayınız." (392)

8- Tevella ve Teberra
Tevella Allah'ın sevdiklerini sevmek, teberra, Allah düşmanlarına düşman olmaktır.
Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Allah'a ve ahiret gününe inanan hiçbir kavmin; babaları, oğul­ları, kar­deşleri veya aşiretleri dahi olsa Allah'a ve pey­gamberine karşı gelen­lere, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiş­tir. Allah onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde te­melli kalacak­ları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut ol­muşlar. İşte bunlar, hizbullahtır. İyi bilin ki, saadete erecek olanlar, kuşkusuz hizbullah olanlardır." (393)
Gerçek bir Tevella ve Teberra, ancak Ehl-i Beyt'i sevmek ve onları sevmeyenleri sevmemekle gerçekleşir. Çünkü Ehl-i Beyt'i sevmek iman ve cennete girmeye sebep olduğu gibi, onların velayet ve muhabbetinden uzak olmak ise, Hak'tan uzak olmak demektir.

9- Namaza Önem Vermek
Kur'an-ı Kerim, Meâric Sûresi'nde namaz kılanlar için bir takım sıfatlar beyan etmekte ve o sıfatlarla süslenmiş olanları cennetle müjdelemektedir. O sıfatlar şunlardır:
1- Namazlarında sürekli olanlar
2- Mallarında mahrumlar için belirli bir hak gözetenler
3- Ahiret gününe inananlar
4- Rablerinin azabından korkanlar
5- Örtülü ve İffetli olanlar
6- Emanetlerine riayet edenler
7- Verdikleri sözlere vefalı olanlar
8- Şahitliklerinde hak üzere olanlar
9- Namazlarına şartlarına uygun devamlı olarak riayet edenler."(394)
Bu sıfatlar namaza önem vermek ve devamlı olmakla başlamış namaza riayetle sona ermiştir. Namazın kabul olup olmamasında zikredilen diğer sıfatların da önemli rolü ve bağlantısı beyan olunmuştur. Sonuç olarak hayırlı ameller namazla başlar ve namazla sona erir.
Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: "Ümmetim için beş vakit namaz, bir kimsenin evinin önünden geçen ırmağa benzer. Nasıl ki, o ırmakta her gün beş defa yıkananın vücudunda pislik kalmazsa, beş vakit kılınan namaz da öyledir (insanın manevi temizliğini sağlar)" (395)
Cehennemde Ebedi Kalınacak mı?
Dünya hayatının aksine, ahiret hayatının ebedi hayat, ahiret yurdunun da beka yurdu olduğunu bilmekteyiz. Dolayısıyla mü'minlerin mükafatlandırılacağı yer olan Allah'ın rahmetinin mazharı cennet ile, isyan ehlinin cezalandırılacağı yer olan gazabının mazharı cehennem de ebedilik yurdudurlar.
Cennet ehlinin cennette ebedi kalmasında hiçbir mahzur olmadığı gibi, aslında Allah Teala'nın sonsuz rahmeti de bunu iktiza etmektedir. Ancak sorun cehennem ehlinin cehennemde ebedi olarak cezalandırılmalarındadır.
Bazıları bunun Allah'ın adalet ve sonsuz rahmetiyle bağdaşmadığını düşünerek cehennem ehlinin cehennemde ebedi olarak kalmayacağını ya da ebedi olarak acı çekmeyeceklerini savunmuşlardır.
Gerçi Allah Resulü, bu dünyada günah işlemiş olup da tevbe etmeye muvaffak olmayanlardan, belli bir süre cezalarını çektikten sonra Allah'ın rahmetine kavuşanların olacağını bildirmiştir. Fakat Kur'an-ı Kerim bir çok ayetinde bazı grupların cehennemde ebedi olarak kalacaklarını açıklamaktadır.
Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Küfre sapıp ayetlerimizi yalanlayalar ise, ateş ehlidirler, onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar." (396)
Yine şöyle buyuruyor: "İnkar eden kimselerin malları ve çocukları, Allah'tan yana, onlara bir fayda vermeyecektir. İşte onlar ateş ehlidirler, onlar orada temellidirler." (397)
Yine şöyle buyuruyor: "İnkar edip de o halde ölenler var ya, işte, Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin lâneti onlaradır. Onlar lanette temellidirler, onlardan azab hafifletilmez ve onlara bakılmayacaktır da" (398)
Yine şöyle buyuruyor: "Allah, münafık erkek ve kadınlara ve inkarcılara, ebedi kalacakları cehennem ateşini va'detmiştir. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Ve onlara kalıcı bir azab vardır." (399)
Yine şöyle buyuruyor: "İnkar edenler, bölük bölük cehenneme doğru sürülür. Nihayet oraya vardıklarında kapıları açılır; bekçileri onlara: "Size içinizden Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugüne ka­vuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi" derler. Onlar: "Evet geldi, lakin azab sözü inkarcılara hak olmuştur" derler. Onlara: "Temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin; böbürlenenlerin durağı ne kötüdür!" denir." (400)
Yine şöyle buyuruyor: "Allah'ın ayetleri üzerinde tartışanları görmez misin? Nasıl da döndürülüyor­lar? Kitabı ve peygamberlerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlar elbette bileceklerdir. Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar. Sonra onlara: "Allah'ı bırakıp da koştuğunuz ortaklar nerededir?" denir. Onlar: "Bizden uzaklaştılar; hayır; biz zaten önceleri hiç bir şeye kulluk etmiyorduk" der­ler. İşte Allah inkarcıları böyle saptırır. Onlara: "İşte bu, yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Temelli kalacağınız cehenneme kapılarından girin" denir. Büyüklenenlerin durağı ne de kötüdür!" (401)
Yine şöyle buyuruyor: "Benim yaptığım yalnız, Allah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Allah'a ve peygamberine kim karşı gelirse ona, içinde sonsuz ve temelli kalınacak cehennem ateşi vardır." (402)
Yine şöyle buyuruyor: "Kim bir mü'mini kasten öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennem­dir. Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük azab hazırlamıştır." (403)
Yine şöyle buyuruyor: "Kim Allah'a ve Peygamberine baş kaldırır ve yasalarını aşarsa, onu, temelli kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azab onadır." (404)
Yine şöyle buyuruyor: "Onlar, Allah'ın yanında başka ilah tutup ona yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa, cezasını bulur. Kıyamet günü azabı kat kat olur, orada, alçaltılarak temelli kalır." (405)
İşbu zikrettiğimiz veya zikretmediğimiz benzeri ayetler İslam uleması arasında iki önemli bahsi doğurmuştur:
1- Bu ayetlerin bazı grupların cehennemde ebedi kalacağına delalet edip etmediği konusu;
2- Bu ayetlerin bazı grupların cehennemde ebedi olarak kalacağına delalet ettikleri kabul edilse bile, acaba cehennemde ebedi olarak kalacak olanların azabı da mı ebedi olarak devam edecek midir? Yoksa bir süreden sonra cehennem onlar için rahmet olup nimet halini alacak mıdır?
Birinci konuyla ilgili olarak hemen şunu belirtmeliyiz ki, her ne kadar İslam ulemasından azınlık bir grup, bu ayetlerde geçen "Hulud ve Halidin" kelimelerinin uzun süre kalmak anlamını ifade ettiğini ve bu nedenle de bu kelimelerin ebedi olarak kalmak anlamını ifade etmediğini savunmuşlarsa da, bizzat işbu ayetlerin bazısında ebedi olarak kalmak anlamını ifade eden"Ebeden" kelimesi açıkça zikredildiğinden, onların bu görüşüne katılmamız mümkün değildir. Dolayısıyla İslam ulemasının pek azınlık bir grubu dışında tamamı bazı grupların ebedi olarak cehennemde kalacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Asıl ihtilaf, ikinci husus olan cehennemde ebedi kalacakların azabının da ebedi olarak devam edip etmeyeceği konusudur.
Ehl-i Beyt ulemasının önde gelenlerinden olan Allame Hilli "Şerh-i Tecrit" kitabında şöyle yazıyor: "Müslümanlar'ın tamamı kafirin azabının ebedi olup kesilmeyeceği hususunda ittifak etmekle birlikte, Müslüman olup da kebire (büyük günah) ehli olanları hususunda ihtilaf etmişlerdir. Müslümanlar'dan Vaidiye (406) mezhebi mensupları onların da aynı konumda olduğunu savunurken, İmamiyye (Ehl-i Beyt) mezhebini kabul edenlerle, Mutezile mezhebine mensup olanların çoğunluğu ve Eşaire mezhebini kabul edenler onların azabının bir süreden sonra kesileceğini kabul etmişlerdir. Bize göre, hak görüş Müslümanlar'dan büyük günah ehlinin azabının bir süreden sonra kesileceğidir. Buna iki delilimiz vardır:
1- Büyük günah ehli olan iman ehli aynı zamanda imanından dolayı mükafata da müstahaktır. Çünkü Allah Teala: "Kim mıskal zerre kadar hayır işlerse onu görecektir" (407) buyurmaktadır. İman ise hayır amellerin en büyüğüdür. Bu durumda günahından dolayı cezalandırılmayı hak ettiğine göre, ya mükâfatlandırılması cezalandırılmasından önce olacaktır ki, bu icmai batıldır. Zira önceki bahislerimizde iman ile kazanılan mükafatın ebedi olacağını ispatlamışız. Ya da bunun aksi olacaktır. Zaten biz de bunu savunuyoruz. Mükafatlandırılma ile cezalandırılmanın birlikte olması ise muhaldir.
2- Bu görüşe göre, ömrü boyunca çeşitli ibadetlerle Allah Teala'ya kulluk eden birinin imanını kaybetmeden ömrünün sonunda bir büyük günah işlemekle ömrü boyunca Allah'a şirk koşan gibi cehennemde ebedi kalması gerekir. Bu ise muhaldir. Zira akıl sahipleri bunu çirkin kabul etmekteler. Allah Teala ise bütün çirkinliklerden münezzehtir." (408)
Yine Ehl-i Beyt ulemasının önde gelen liderlerinden olan Şeyh Müfit şöyle diyor: "İmamiyye (Ehl-i Beyt) mezhebine mensup olanlar cehennem ateşinde ebedi kalacakların yalnızca kafirler olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Kıble ehli olup, Allah'ın farzlarına ikrar eden Allah'a marifeti olanlardan günah işleyenler ise cehennemde ebedi kalmayacaklardır." (409)
Ehl-i Sünnet ulemasının önde gelenlerinden olan "Makasid" kitabının şarihi Teftazani ise şöyle yazıyor: "İslam ehli, iman ehlinden büyük günah işleyip de tevbe etmeden ölen kimsenin durumu hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bize göre, onun hakkında ne af edileceğine ne de cezalandırılacağına kesin gözüyle bakılamaz. Aksine, her ikisi de Allah'ın meşiyetine bağlıdır.
Ancak şu kesindir ki, cezaya tabi tutulduğu taktirde, ebedi olarak cehennemde kalmayacak ve elbette ki çıkacaktır. Biz bu hükmü verirken, bunun Allah'a zorunlu olduğunu söylemek istemiyoruz. Biz, Allah Teala'nın bu yönde va'di olduğundan böyle hükmediyoruz.
Nitekim cennet ehlinin cennette ebedi kalacağına hükmetmemiz de Allah Teala'nın cennet ehlinin cennette ebedi kalacaklarını va'dettiğinden dolayıdır.
Mutezile mezhebine göre ise, onların af edilmeksizin ateşten çıkmayacakları ve daim azap çekecekleri kesindir. Bazılarının sözlerinde yer alan, "Mutezile mezhebi büyük günah ehlinin ne cennette ne de cehennemde olacağına inanıyor" görüşünün yanlış olduğu ortadadır. Bu yanlışlık Mutezile mezhebinin büyük günah işleyeni iki menzilin (iman ve küfr menzilleri) arasında bir menzilde (fasıklık menzili) görmesinden kaynaklanmıştır. (410)
Mukatil bin Süleyman ve Murcie mezhebine mensup bazılarına isnat edilen, Allah Teala'nın "Doğrusu bize vahyedildi ki, azap yalanlayıp sırt çevirenindir" (411) ve "...İşte bu gün rezalet ve kötülük inkar edenlere aittir" (412) gibi ayetlerine istinaden isyankar mü'minlerin asla azap görmeyecekleri ve cehennem ateşinin kafirlere mahsus olduğu görüşüne gelince, cevabı şudur ki: Anılan azabın ebedi olacak şekilde mahsus kılınması kafirlere aittir.
Onların, Hz. Resulullah (s.a.a)'in "Kim la ilahe illallah derse, zina etse veya hırsızlık yapsa dahi cennete girecektir" sözüne istinat etmelerine gelince, bu da zayıf bir delildir. Zira bu hadis de cehennemde ebedi kalmayı kaldırıyor, cehenneme girmeyi değil. Velhasıl biz iman ehli olan isyankarların cehennemde ebedi kalmayacaklarına inanıyoruz, delillerimiz ise şunlardır:
1- Mü'minlerin cennete gireceklerini belirten ayet ve hadislerdir. Bu ayet ve hadisler bizim en önemli delilimizdir. Şöyle ki, ayet ve hadisler bütün mü'minlerin cennete gireceklerini belirtmiştir. Elbette ki bu, cehenneme girecek olanlarının cehenneme girmesinden önce olmayacaktır. O halde bu, cehenneme girmelerinden sonra olacaktır. Bu ise azabın onların üzerinden kaldırılması demektir. Yahut suçlu olan mü'min bir kimse, asla cehenneme girmeden cennete girecektir. Bu ise onun tamamıyla bağışlanması demektir.
Allah Teala: "Kim mıskal zerre miktarından bir hayır yaparsa onu görecektir"(413) ve "Kadın veya erkek, kim, inanarak salih amelde bulunursa, işte onlar cennete girerler; orada hesapsız şekilde rızıklanırlar." (414) buyuruyor.
Hz. Resulullah (s.a.a) de: "Kim la ilahe illallah derse cennete girecektir" ve "Kim Allah'a şirk koşmadan ölürse zina etse ve hırsızlık yapsa bile cennete girecektir" buyurmuştur.
2- Allah Teala'nın: "...Artık cehennem kalacağınız durağınızdır, Allah'ın dilediği hariç, orada kalacaksınız" (415) ayeti ve Hz. Resulullah (s.a.a)'in: "Bir kavim cehennem ateşinden yakılıp kömürleştikten sonra çıkacak ve sel çerçöpü içerisinde bir dânenin yeşermesi gibi yeşerecektir" gibi cehennem ateşinden çıkılacağına işaret eden bazı ayet ve hadisleridir.
Gerçi bu gibi hadisler, vahit haber türünden olmaları açısından usul-ü din konusunda delil sayılamazlar, ama nasların birbirlerini teyit etmeleri açısından konumuzu teyit ve tekit etmektedirler.
3- Bu delilimiz Mutezile mezhebi ilkesi üzere kuruludur. Şöyle ki, yüz yıl boyunca iman ehli olup, salih amel yapmaya çalışan bir kimsenin, bu süre esnasında veya sonrasında bir yudum şarap içmek gibi büyük bir günah işlemesinden dolayı ebedi olarak cezalandırılması hikmet sahibi olan Hak Teala'ya yakışmaz. Eğer böyle bir cezalandırma zulüm sayılmazsa, artık hiçbir şey zulüm sayılamaz ve eğer böyle bir cezalandırma kınanmaya layık olmazsa, artık hiçbir şey kınanmaya layık sayılamaz.
4- İsyan, hem zaman açısından, hem de miktar açısından mütenahidir. İsyanın zaman açısından mütenahi oluşu açıktır. Miktar açısından mütenahi olması ise, her isyandan daha ağır bir isyanın mümkün oluşundandır. O halde onun cezası da mütenahi olması gerekir. Çünkü adalet ilkesi bunu iktiza ediyor. İnkarcılığa gelince, zaman açısından mütenahi olsa da, miktar açısından gayri mütenahidir. Zira inkarcılığın daha şiddetlisi yoktur." (416)

Cehennem Azabı Ebedi Olarak Devam Edecek mi?
Şimdiye kadar olan bahsimizden görüldü ki, İslam ulemasının çoğunluğu kafirlerin cehennemde hem ebedi kalacakları hem de azaplarının ebedi olacağı hususunda ittifak ederken, iman ehli olup da büyük günah işleyenler hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu konuda pek azınlık bir grup olan Havariç mezhebinin Vaidiye kolu ile Mutezile mezhebinden bir grup onların da cehennemde ebedi kalacaklarını savunurken, İslam ümmetinin büyük bir çoğunluğu isyankar iman ehlinin azabını çektikten veya affa uğradıktan sonra cehennemden çıkacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Ancak İslam uleması içerisinde hatta kafirler ve münafıklar hakkında bile cehennem azabının ebedi olamayacağını savunanlar da olagelmiştir. İslam ulemasından genellikle irfan ehlinin savunduğu bu görüşe göre, her ne kadar kafir ve münafıklar cehennemde ebedi kalacaklarsa da, onların acı çekmeleri ve azap görmeleri ebedi olarak devam etmeyecektir. Zira ebedi olarak acı çekmek ve azap görmek Allah Teala'nın Rahman ve Rahim sıfatlarıyla çelişmekle birlikte Kur'an-ı Kerim'de cehennemde ebedi kalacakların azap ve acı çekmelerinin da ebedi olacağına dair açık bir ayet de yoktur. Bunların başında İslam irfanının babası sayılan Muhyiddin-i Arabi gelmektedir.
Muhyiddin-i Arabi en büyük eseri olan "Futuhat-i Mekkiye" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Her iki evin (cennet ve cehennemin) ehli onlara girecektir. Saadet ehli Allah'ın fazlı ile evine (cennete) girecek, ateş ehli de Allah'ın adaleti ile evine (cehenneme) girecek. Onlar oraya yaptığı amelleri sonucu girecekler ve niyetleri gereği de orada ebedi olarak kalacaklardır.
Sonra şirk ehli dünyada şirk koştukları ömür müddetince cehennemde acı ve azap çekecektir. Bu süre bitince de Allah Teala onların ebedi kalacakları yeri onlar için nimet kılacaktır. Öyle ki, eğer onlar oradan çıkarılıp cennete götürülürlerse, tabiatlarına uymadığından bundan acı duyacaklardır. Böylece cennet ehlinin cennetteki gölgelerden, nurdan ve cennet kızlarının öpücüklerinden lezzet aldıkları gibi, onlar da orada bulunan ateş, yakıcı soğuk ve yılan ve akrep sokmalarından, lezzet duyacaklardır.
Zira onların tabiatları bunu iktiza ediyor. Bazı böcekleri görmüyor musun? Onların tabiatı öyledir ki, onlar pis kokulardan hoşlanır, güzel gül kokularından ise zarar görürler. Yine ateşi yükselmiş bir insan misk kokusundan acı duyuyor. O halde lezzetler, bir şeyin kişinin tabiatıyla uyumlu olmasına acı ise, uyumlu olmamasına bağlıdır."(417)
Yine Muhyiddin Arabi'nin, en önemli eserlerinden biri olan "Fusus-ül Hikem" adlı kitabının Hud fassında (bölümünde) Hud peygamberin kavminin inkarcılığı karşısında Allah Teala'nın onları helak etmek üzere gönderdiği kum fırtınasına işaret eden "O azabın, yayılarak vâdilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde: "Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır" dediler. Hûd: "Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir; can yakıcı azab veren bir rüzgardır; Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder" dedi. Bunun üzerine evlerinin harabelerinden başka bir şey görünmez oldu. Biz, suçlu milleti işte böyle cezalandırırız" (418) ayetlerinin tefsirinde ayette geçen "rih" (rüzgar) kelimesinin rahat kelimesiyle aynı kökten olmasından yola çıkarak, bu rüzgarın zahirde azap ve acı niteliğinde olsa bile, batında onların rahatlamasına vesile olduğuna işaret etmesi dolayısıyla, "Fusus-ül Hikem" kitabının en büyük şerh edenlerinden olan Davut bin Mahmut el- Kayseri bunun açıklamasında şunları yazıyor: "Bil ki, gözü Hak nuruyla sürmelenen her şahıs şunu biliyor ki, alemde olan her şey baştan başa Allah Teala'nın kullarıdır. Onların varlığı, sıfatı ve fiili Allah Teala'nın kudretinden kaynaklanmaktadır. Onların tamamı da Allah'ın rahmetine muhtaçtır. Allah Teala ise Rahman ve Rahim'dir. Böyle bir sıfata sahip olan bir varlığın bir kimseyi ebedi olarak cezalandırıp acı çektirmesi yakışmaz.
Allah'ın bu miktar azap ve acı vermesi de onları mukadder olan kemallerine ulaştırmaktan başka bir şey için değildir. Nitekim, altın ve gümüşün de ateşte yakılarak eritilmesi onların ayarlarının düşmesine sebebiyet veren katışık maddeleri onlardan ayırmak içindir. O halde bu miktar azap da lütfün ta kendisidir.... Şeyh bu gibi tabirlerle azabın altında yatan ilahi rahmete işaret etmek istiyor. Yoksa o azabın varlığını veya ilahi elçilerin beyan ettikleri cehennem ehlinin durumlarını inkar etmek durumunda değildir. Zira insanların işledikleri kötü ameller sonucu dünya hayatında karşılaştıkları çeşitli acı azapları gören bir kimse, ahiret hayatındaki azapları nasıl inkar edebilir? Oysa onun kendisi ilahi velilerin başta gelenlerinden biridir."(419)
Davut bin Mahmut El- Kayseri kitabının başka bir yerinde de şöyle yazıyor: "Ateş ehline gelince, onlar nihayet nimete ulaşacaklardır. Ama bu nimet ateş içinde olacaktır. Zira ateş suretinin ceza müddeti sona erdikten sonra, onda olanlar için serinlik ve selamet olması gerekir. Bu ise onların nimetleridir. Yani ateş ehlinin sonu kendilerine uygun nimet olacaktır. Bu, ya onların azaptan kurtulmasıyla olacak veya ona alışmaları sonucu ateşten lezzet almak şeklinde olacak, ya da Allah Teala'nın, Hz. İbrahim'e ateşi serinlik ve selamet kıldığı gibi, ateş sureti mahfuz olmakla birlikte lütuf suretinde tecelli etmesiyle gerçekleşecektir.
Ancak bütün bunlar azap süresinin sona ermesinden sonra olacaktır. Zaten cehennem azabının daimi olacağına dair açık bir nas da yoktur. Sadece cehennemde kalmanın ebedi olacağı açıkça belirtilmiştir. Cehennemde ebedi kalmaktan orada olan azabın da ebedi olacağı çıkmaz. O halde cehennemin nimete dönüşmesi, hakların yani, Allah ve kul hakkının Allah'ın Muntakim ismi tarafından tamamıyla alınmasından sonra, Hz. İbrahim Halilullah'ın ateşe atıldığında gördüğü nimet türünden olacaktır.
Zira Hz. İbrahim ateşe atıldığı sırada onu görünce, önceden ilminde olup kalbine yerleştiği, ateşin kendine düşen canlıları yaktığına dair bilincinden ve Allah Teala'nın o ateşten onun için neyi kastettiğini bilmediğinden dolayı acı duydu. Fakat ona atılınca, ateş sureti mahfuz olmakla birlikte onun, kendisi için nimet olduğunu gördü. O halde o ateş halkın gözünde ateş olduğu halde, Hz. İbrahim için nur ve rahatlık oluverdi. Demek ki, bir şey ona bakanların gözünde çeşitli şekilde tecelli edebilir." (420)
Yine Muhyiddin Arabi "Futuhat-i Mekkiye" adlı kitabında Allah'ın sonsuz rahmetinin cehennemde ebedi kalacakların azabının ebedi olarak devam etmesine izin vermeyeceğini şöyle açıklıyor: "Her iki ev de yani nimet ve acı evleri olan cennet ve cehennem mamur olur. Allah'ın rahmeti gazabından önce olup cehennem dahil her şeyi kapsamıştır. Allah ise rahmedenlerin en rahimlisidir.
Biz kendi aramızda öylelerini buluyoruz ki, rahmet onun canına öyle işlemiştir ki, eğer Allah Teala yaratıkları hakkında ona yetki verirse, bütün alemden azabı kaldırmak ister. Bu sıfatı ona veren Allah Teala'dır. Elbette ki, bir sıfatı veren o sıfata daha layıktır. Bu sıfata sahip olan ben ve benim gibi insanlardır. Oysa bizler yaratılmış olan çeşitli heva ve heves sahibi birer kuluz. Şüphesiz Allah yaratıklarına karşı bizden daha şefkatli ve rahmedendir. O kendisinin rahmedenlerin en rahimlisi olduğunu bildirmiştir. O halde onun yaratıklarına bizden daha çok şefkat ve rahmet beslediğinden şüphe edemeyiz. Bizde bu duygu olduğuna göre, onda daha fazlası vardır."(421)
Yine Muhyiddin Arabi "Fusus-ül Hikem" adlı kitabının İsmail fassında (bölümünde) Allah Teala'nın Hz. İsmail (a.s)'ı va'dine sadık olmasıyla övmesinden yola çıkarak, hayra dair verilen va'de sadık kalıp vefa etmenin övgüye layık olduğu ve yapılan tehdidin yerine getirilmesinin övgüye layık olmadığı ilkesi gereği, bizatihi övgüyü gerektiren ve övgüye layık olan Hak Teala'nın elbette ki, verdiği hayra dair va'dleri yerine getireceğini, isyankarları cezalandıracağına dair olan tehditlerini ise övgüye layık olmadığından gerçekleştirmeyeceğini vurguluyor.
Muhyiddin Arabi şöyle diyor: "Övgü va'de sadık kalmak içindir, tehdide sadık kalmak için değil. Hazret-i Hak ise bizatihi övgüyü iktiza ettiğine göre, verdiği va'de sadık kalmakla övgüye layık olur. Yaptığı tehdide sadık kalmakla değil, aksine ona göz yummakla övgü kazanır.
Öte yandan Allah Teala'nın elçilerine verdiği va'dden caymayacağını buyurduğunu görüyoruz. "Allah elçilerine verdiği va'dden cayacağını sanma" (422) buyuruyor. Peygamberler aracılığıyla bildirdiği tehditlerden geçmeyeceğini buyurmamıştır. Aksine, "Onların kötülüklerinden geçeceğiz" (423) buyurmuştur." (424)
Hz. Resulullah (s.a.a)'dan nakledilen; "Kime Allah yaptığı bir amelden dolayı bir mükafat va'detmişse mutlaka onu yerine getirecektir. Kime de yaptığı bir amelden dolayı bir ceza tehdidinde bulunmuşsa, ihtiyar o konuda Allah'a aittir." (425) hadis-i şerif de bunu teyit etmektedir.
Muhyiddin Arabi, va'de sadık kalmanın övgüye layık olması ilkesine dayanarak, Allah Teala'nın mutlaka affa dair olan bu va'dini yerine getirip, bir çok isyankar kulunu affedeceği ve cehenneme gideceklerin de Allah Teala'nın Muntakim ismi gereğini yerine getirdikten sonra, cehennem azabının onlar için cennet ehlinin nimetinden farklı olan bir çeşit nimete dönüşeceği neticesine varmıştır. (426)
Davut bin Mahmut El- Kayseri ise, Muhyiddin'in bu sözlerini genişçe ele alarak konuya daha açıklık getirmiştir.
O şöyle yazıyor: "Bil ki, ahirette bütün kulları kapsamı altına alacak genel makamlar, her biri kendi içinde sayısız bir çok derecelere sahip olmakla birlikte, ilahi kelamın bildirdiği gibi, Cennet, Cehennem ve A' raf olmak üzere üçtür. Her bir makama bizatihi o makamın ehlinin kemalini talep eden bir ilahi isim hakimdir. Zira o makamın ehli o ismin raiyeti mesabesindedir. O makam işbu ehli ile mamur olmaktadır. Allah'ın va'di ise bu makamların hepsini kapsamaktadır. Zira Allah'ın va'di her şeyi kendine layık olan kemale ulaştırmaktır. Dolayısıyla Cennet, Allah Teala'nın va'di olduğu gibi, Cehennem ve A'raf da Allah'ın va'didir. Allah'ın iadı (tehdidi) de böyle olup her üç makamı da kapsamı altına almaktadır. Cennet ehli cennete önünden bir çeken ve arkasından bir süren olarak girecektir. Allah Teala "Her can, kendisiyle beraber bir sürücü ve şahid bulunduğu halde gelir" (427) buyuruyor. Cennet ehlini cennete çeken onlarla cennet arasında peygamberler ve evliyalar vasıtasıyla kazanılan zati münasebettir. Sürücüleri ise onları çeşitli belalar ve musibetlerle tehdit eden Rahman'dır. Cehennem ehlini cehenneme çeken onlarla cehennem arasında olan zati münasebet, sürücüleri ise Şeytan'dır. Dolayısıyla cehennem onlar için va'dedilen bir yer hükmüne girer.
Allah Teala'nın iadına (tehdidine) gelince, Allah Teala'nın Muntakim isminin gereği olup, beş taifeyi kapsamına alacaktır. Çünkü cehennem ehli ya Allah'a ortak koşandır, ya kafirdir, ya münafıktır, ya da iman ehli olan isyankardır. Bu sonuncusu ise, kamil olmayan tevhid ehli arif ve hicap ehli olmak üzere iki kısma ayrılır. Böylece beş kısım ortaya çıkıyor. Bunlar Allah Teala'nın Muntakim isminin sultasına girdiklerinde cehennemin ateşinde acı çekeceklerdir.
Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "De ki: "Gerçek Rabbinizdendir." Dileyen inansın, dileyen inkar etsin. şüphesiz zalimler için, duvarları çepçevre onları içine alacak bir ateş hazırlamışız­dır. Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendile­rine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır!" (428)
Yine şöyle buyurmuştur: "Suçlular ise, hiç şüphesiz cehennem azabında ebedi kalacaklardır. Azaba hiç ara verilmez, onlar orada tamamen umutsuzdurlar. Biz onlara zulmetmedik, ama onlar zalim kimselerdi. Onlar: "Ey nöbetçi! Rabbin hiç değilse canımızı al­sın" diye seslenirler. Nöbetçi: "Siz böyle kalacaksınız" der." (429)
Yine şöyle buyurmuştur: "Tartıları hafif gelenler, işte onlar, kendilerine yazık edenlerdir, cehennemde temellidirler. Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır. Allah: "Ayetlerim size okunurken onları yalanlıyordunuz değil mi?" der. Şöyle derler: "Rabbimiz! Bizi bedbahtlığımız yenmişti; sapık bir millet olmuş­tuk." "Rabbimiz! Bizi buradan çıkar, tekrar günaha dönersek, doğrusu zulmetmiş oluruz." Allah: "Orada alçakça kalın! Benimle konuşmayın. Kullarımdan bir topluluk: "Rabbimiz! İnandık, artık bizi bağışla, bize acı. Sen acıyanların en iyisisin" diyordu. Siz ise, onları alaya alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size Beni anmayı unutturuyordu. Onlara hep gülüyordunuz. Sabretmelerine karşılık bugün onları mükâfatlandırdım. Doğrusu onlar kurtulanlardır" der." (430)
Böylece onlara yıllar ve dönemler geçip cennet nimetlerini unuttuklarında, "Artık sızlan­sak da sabretsek de birdir, çünkü kaçacak yerimiz yoktur" (431) diyeceklerdir. İşte o zaman rahmet onlara gelecek ve azap onlardan kalkacaktır." (432)
Ehl-i Beyt mektebinin büyük filozoflarından Sadr-ül Müteallihin de büyük eseri "Esfar-ül Erbaa" kitabında cehennemde ebedi kalacakların azabının ebedi olmayacağı hususunda Muhyiddin Arabi'nin görüşünü kabul ederek, bütün yaratıkların bizzat kendine layık kemali talep ettiğini ve kemaline ulaştığında rahata kavuşacağını delil getirmiştir. Zira bir şeyin kemali onun için azap olamaz.
Ancak bununla birlikte Sadr-ül Müteallihin cehennem azabının ebedi olarak devam edeceğini de savunarak, bunun kişiler üzerinde değil, gruplar üzerinde olacağını beyan ediyor. Yani her grup cehenneme girip cezasını çektikten sonra, cehennem cezasını çekmiş olan grup için nimete dönüşürken, cehennem ehli olan yeni bir grup için azap başlayacak ve bu böylece ebedi olarak devam edecektir. Çünkü Allah'ın zatı sıfatları, yaratılışın sonsuz olarak devam etmesini ve her alem ve döneme ait varlıkların kemallerine ermelerinden sonra benzeri sonraki alem ve döneme ait varlıkların muhasebesinin başlamasını iktiza ediyor.
Sadr-ül Müteallihin şöyle diyor: "Bil ki, hikmet ilkeleri, bir tabiatın tabii iktizasını zorla engellemenin sonsuza kadar devam edemeyeceğini, her tabii varlığın bir gayet ve nihayeti olduğunu, o gayetin onun kemali ve hayrı olup bir vakit elbet ona ulaşacağını ve Allah Teala'nın varlıkları mevcut hayırlarını koruma ve yoksun kemalini talep etme tabiat ve özelliği üzere yarattığını ispatlamaktadır. Nitekim Allah Teala "Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren ve sonra da onu doğru yola hidayet edendir" (433) buyurmaktadır. İşte bundan dolayı her varlığın varlığa ve talep edip ona ulaşmak için bizatihi hareket ettiği zati gayet ve nihayeti olan varlık kemaline aşk beslediğini görmekteyiz. Varlığın bu hareketi her gayete ulaştıktan sonra, bir sonraki gayete ulaşmak için, böylece devam edip gidecek ve bir ön kesici ve engelleyici olmadığı sürece gayetlerin gayeti ve hayırların hayrı olup en son gayet olan Hak Teala'ya ulaşıncaya kadar devam edecektir.
Ancak önceleri ispatladığımız üzere engelleyiciler ve ön kesiciler ne çoğunlukta olabilir ne de daimi. Zira aksi taktirde düzen bozulur, varlıklar muattal kalır, hayırlar batıl olup gider, yer ve gök ayakta duramaz ve ne dünya ne de ahiret yaratılamazdı. "Bu ise ancak kafirlerin zannıdır. Kafirlere cehennem ateşinden dolayı yazıklar olsun." (434) Böylece bütün varlıkların bizatihi Hak Teala'yı talep ettiği, bizatihi ona kavuşmaya müştak olduğu, adavet ve nefretin ise arazi olarak ortaya çıktığı anlaşılmış oldu.
İşte bu yüzden kim, bizatihi Allah'a kavuşmayı severse, Allah Teala'da ona kavuşmayı bizatihi sever. Kim de, nefsine arız olan bir hastalıktan dolayı, arazi olarak Allah'a kavuşmaktan nefret ederse, Allah da arazi olarak ona kavuşmaktan nefret eder. Bu yüzden de onun hastalığı gidip ilk fıtratına dönünceye kadar, ya da hastalık haline adet edip alışıncaya kadar ona azap verir. Sonra o ilk fıtratına dönünce, ya da ilk fıtratına dönmesinden ümit kesip, hasta haline alışarak, Allah'ın özel rahmetinden meyus olan kafirlerin fıtratı olan ikinci fıtrata kavuşunca azap ondan gider. Çünkü Allah'ın genel rahmeti her şeyi kapsamı altına almıştır. Nitekim Allah Teala "...Azabımı istediğime indiririm, rahmetim ise her şeyi kapsamıştır..." (435) buyurmaktadır.
Sonra katımızda bir takım ilkeler vardır ki; onlar, cennetin nimet ve hayırlarının cennet ehline ebedi olacağı gibi, cehennemin azap ve acılarının da cehennem ehline daimi olacağını ispatlamaktadır. Fakat bu iki daimilik arasında fark vardır."(436)
Yani cennetin nimetinin daimiliği kişisel, cehennemin azabının daimiliği ise türseldir ve şahısların birbirinin ardınca değişimiyle türsel olarak azap devam edecektir.
Sonra Sadr-ül Müteallihin Hadis-i Kudsi'de yer alan, "Ben Adem'in (Yani Ebu-l Beşer Adem (a.s)'ın) isyanını dünyanın mamur olma sebebi kıldım" tabiri ile Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'de yer alan, "Biz dilesek herkese hidayet verirdik, fakat Benden cehennemi cin ve insan­lar yığınından dolduracağıma dair söz çıkmıştır." (437) ayetinden yola çıkarak, dünya nizamının şakı insanlar olmaksızın düzene giremeyeceğini ve tabii olarak onların zati gayet ve menzillerinin saadet ehlininkinden farklı olacağını ve her şeyin tabii ve zatı gayesinin onun için acı olamayacağını, sonunda cehennem ehlinin azabının son bulacağına delil getirmiştir.
Sadr-ül Müteallihin şöyle diyor: "Sen biliyorsun ki, dünya nizamı katı nefisler ve kaba kalpler olmaksızın düzene giremez. Eğer bütün insanlar Allah'ın azabından korkan nefis sahibi ve alçak gönüllü saadet ehlinden oluşsaydı, aşırı tamahlarıyla bu dünyanın abat olmasını sağlayan tuğyancı Firavunlar ve Deccallar gibi katı nefis sahipleri, insandan olan şeytanlar gibi hileci nefis sahipleri ve kafirler gibi cahil hayvansal nefis sahipleri olmadığından düzen bozulurdu. Hadis-i Kudsi'de "Ben Adem'in (Yani Ebu-l Beşer Adem (a.s)'ın) isyanını dünyanın mamur olma sebebi kıldım" buyrulmuştur. Yine Allah Teala "Biz dileseydik herkese hidayet verirdik, fakat Benden cehennemi cin ve insan­lar yığınından dolduracağıma dair söz çıkmıştır" (438) buyurmuştur. O halde önce de açıkladığımız üzere, alemin tek bir tabakaya sahip olması hikmete aykırıdır. Zira bu taktirde mümkün olan diğer tabakalar güç halinden fiiliyata kavuşturulmadan imkan aleminde bırakılmış olurdu. Bu ise bu alemin bir çok derece ve tabakalarının sahiplerinden yoksun olmasını doğururdu. Oysa bu alemin düzeni, bu dünyada ihtiyaç duyulan zulmet ve hicap ehlinin ürettiği bir kısım hakir ve düşük nesneler olmaksızın yoluna giremez. Bu nesnelerden hem saadet ehli yararlanır hem de keramet, nur ve muhabbet evinden uzak olan şakiler. Dolayısıyla Hikmet-i Hak tabakaların dereceleri için güçlülük ve zayıflık, saflık ve bulanıklık bakımından istidatların farklı olmasını gerektirir.
Allah Teala'nın nafiz olan kaza ve kaderi de hem saadet hem de şekavet ehlinin olmasına hükmetmiştir. Öte taraftan her taifenin varlığı ilahi kaza ve kader ile Rabbani ismin zuhuru gereğince olduğuna göre, her bir taife için zati gayet ve hakiki menzil de olması zorunludur.
Bu durumda nesnelerin zatlarında olan ve yaratılış fıtratlarında yerleşen şeylere dönmeleri, gerçi aralarına ayrılık girip onlardan uzun müddetlerce ayrı kalsalar ve orada istikrar bulmaları uzun zamanlar alsa bile, onlar için uyumlu ve lezzetli olmalıdır. Nitekim Allah Teala "Kendileriyle, arzuladıkları şeyler arasına artık engel konur; nitekim, daha önce, kendilerine benzeyenlere de aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler." (439) buyurmaktadır." (440) Yani, gerçi cehennem ehli ile arzuladıkları şeyler arasına bir engel girerek uzun müddetlerce acı çekmelerine sebep olacaktır. Ama cehennem, onların tabiatlarının ve zatlarının iktiza ettiği bir şey olduğundan, bilahare onlar için nimet halini alacaktır.
Sonra Sadr-ül Müteallihin, Muhyiddin Arabi'nin "Futuhat-ı Mekkiye" kitabında yer alan; "Genel hallerden biri de Allah'ın yaratıkların yaratılışında koyduğu Allah'tan gayrisine tapmama fıtratıdır. Dolayısıyla bütün insanlar bu fıtrat gereği tevhid üzere bakidirler. Allah'tan gayri ilahlara tapanlar da onları Allah olarak değil, Allah'a yakınlaştırıcı vesile olarak ilah edinmişlerdir" sözünün açıklamasında şöyle yazıyor: "Bu, varlıklarda olan zati ibadettir. Biz daha önce tabii varlıkların zatında ve nefislerde olan bütün tabii hareketlerin ve değişimlerin Allah'a yönelik, Allah'ın gücü ve Allah yolunda olduğunu söylemiştik. Bu açıdan insan, fıtratı gereğince Allah'a doğru hareket edenlerin içinde yer almaktadır.
Ancak insan ihtiyarı ve heva hevesi gereğince, iman ehli ve inkarcı olmak üzere iki kısma ayrılır. Eğer saadet ehlinden olursa, fıtri yakınlığına yakınlık katar, çabasıyla fıtri sulüküne derinlik ve daha hızlılık kazandırır. Ama eğer, sağır, kör ve bir şey taakkul etmeyen eksik kafirlerden olursa; o, hayvanlar gibi olup, hayvansal isteklerden başka bir şey anlamaz. O, varlığına gaye olarak, dünya peşinde olmak ve bedeni mamur etmekten başka bir şey düşünmez. Ahiretten ise hiçbir nasibi olmaz. O, ancak davarların ve yırtıcı hayvanların otlağında hareket eder. O, hayvanlar gibi mahşere gelir, hayvanlar gibi hesaba çekilir, hayvanlar gibi mükafatlandırılır veya cezalandırılır.
Ve eğer, has fıtrattan reddedilen ve rahmet semasından kovulan nifak ehlinden olursa, onun cezası daha acı olur. Çünkü o, kendi yaptıklarıyla yaratılış fıtratından sapmış ve cehennem kuyusuna kendini atmıştır. Dolayısıyla fıtrattan uzaklaştığı ve cehennem kuyusuna düştüğü oranda onun azabı daha acı olacaktır.
Fakat rahmet daha geniştir. Cehennem ehlinin cehennemde çektiği acılar da düşük hayvansal özelliklerle çelişen asli cevherin henüz onların zatında olduğunu göstermektedir. Bu arada yerinde ispatlandığı üzere, iki zıt arasındaki çatışma ve mukavemet ise, ne daimi olabilir, ne de çoğunlukta. Lamahale bu mukavemet, ya iki zıttan birinin batıl olup gitmesiyle, ya da birinin diğerinden kurtulmasıyla son bulur. Ancak insanın zatı batıl olup gitmeyi kabul etmediğinden, ya düşük hayvansal özellikler (eğer sebepleri şirk koşmak gibi itikadi hususlardan oluşmazsa), sebeplerinin ortadan kalkmasıyla yok olup gider ve insan, asli fıtratına dönerek cennete girer, ya da insanın fıtratı başka bir fıtrata dönüşür ve böylece insan acı ve azaptan kurtulur." (441)
Velhasıl İslam ulemasından Muhyiddin Arabi ve Sadr-ül Müteallihin gibi bir çok büyük zat, cehennemde ebedi kalmanın ebedi acı ve azap çekmeyi gerektirmediğini, bunun Allah'ın sonsuz genel rahmetiyle bağdaşmadığının yanı sıra, irfanı mükaşefeler ve hikmet ilkeleriyle birlikte, bir çok Kur'an ayetinin de buna işaret ettiğini savunmuşlardır.
Muhyiddin-i Arabi şöyle diyor: "Cehennemi mamur eden cehennem ehlinin cehennemde bulunması onların orada acı çekmelerini gerektirmiyor. Zira cehennemin kontrolcüsü Malik, meleklerden olan bekçileri ve cehennemde olan yılan akrep gibi haşereler de cehennem ehli olup onu mamur edenler arasında bulunmaktalar. Kıyamet günü de onlar orada bulunacaklardır. Ancak onların hiç biri cehennem ateşinden acı duymamakta ve azap çekmemektedir. Cehennemde ölmeden ve dirilmeden kalacak olan diğer ehlinin durumu da aynı olabilir.
Kur'an ve hadislerde Allah Teala'nın bütün yaratıkları kendine nispet vererek, geneli kapsayacak şekilde; "Ey kullarım" diye hitap ettiği yer almıştır. Allah Teala rahmeti kapsamına girmeyen bir şeyi asla kendine nispet vermez. O halde onlar cehennemde ebedi kalsalar bile, Allah onların azap ve acılarını ebedi kılmayacaktır.
Nitekim Allah Teala (Hadis-i Kudsi'de) şöyle buyurmuştur: "Ey kullarım! Eğer ilkiniz ve sonunuz, insanlarınız ve cinleriniz hep birlikte sizden en takvalı kişinin kalbine sahip olmakta bir araya gelseniz, bu benim mülküme bir şey artırmaz.
Ey kullarım! Eğer ilkiniz ve sonunuz, insanlarınız ve cinleriniz sizden en isyankar kişinin kalbine sahip olmakta bir araya gelseniz, bu benim mülkümden bir şey eksiltmez.
Ey kullarım! Eğer ilkiniz ve sonunuz, insanlarınız ve cinleriniz bir meydanda toplanarak benden dilekte bulunsalar ve ben onların her birinin isteğini ona versem, bu benim mülkümden bir şey eksiltmez." (Hadis-i Kutsi)
Şüphe yok ki, herkes ona acı veren şeyden nefret eder, Allah Teala'dan ona acı vermemesini ve varlıkları ona lezzetli kılmasını ister. İstek ise bazen sözlü olur, bazen de süt emer çocuğun ağlamasında olduğu gibi lisan-ı hal ile olur." (442)
Bizim burada cehennem ehlinin azap ve acılarının ebedi olmayacağına dair Muhyiddin-i Arabi, Sadr-ül Müteallihin ve Davud-u Kayseri gibi zatlardan naklettiğimiz bu deliller, bu zatların konu hakkında zikretmiş oldukları delillerden sadece birkaç örnektir. İsteyen ilgili kitaplara müracaat ederek konuyu daha detaylı olarak inceleyebilir.
Ancak şunu belirtmeliyiz ki, bizim kendimiz Allah Teala'nın indirdiği hükümlere olduğu gibi inanmakla birlikte, sonsuz rahmet sahibi olan Hak Teala'nın kullarına sonsuz acı çektireceğini uzak görüyoruz. Nitekim hadis-i şerifte en son şefaat edenin Erham-ür Rahimin'in olacağı yer almıştır. Yani kıyamet günü şefaat edecek olan peygamberler, evliyalar, alimler ve şehidler gibi bütün şefaat edenlerin şefaat edip isyankar kullardan bir çoğunun azaptan kurtulmasına vesile olduktan sonra, kendi kusurundan dolayı bunlardan hiç birinin şefaatine layık olmayan ve her kapıdan ümidi kesilenler için rahmeti herkesten bol olan Erham-ür Rahimin ümit kapısı olacak ve O'nun sonsuz rahmeti böyle insanların da imdadına yetişecektir. Özellikle de kıyamet günü Allah Teala'nın rahmetinin tamamının tecelli edeceği hadislerde yer almıştır.
Hz. Resulullah şöyle buyurmuştur: "Allah Teala gökleri ve yeri yaratırken yüz rahmet yarattı. Yeryüzüne sadece bir rahmet koydu. İşte o rahmet eserinde anne yavrusuna şefkat gösterir. Hayvanlar ve kuşlar yavrularına ilgi gösterir. Doksan dokuz rahmeti ise kıyamet günü için saklamıştır. Kıyamet günü olunca, bu rahmetle birlikte yüz rahmeti tamamlayacaktır." (443)
Fakat buna rağmen, kitabımızın Adalet bölümünde de belirttiğimiz üzere, faraza cehennem ehlinin azabı ebedi olsa da, bu Allah Teala'nın adil olması ve sonsuz rahmetiyle hiçbir çelişkisi yoktur. Zira orada açıkladığımız gibi, suç ile ceza arasında uyum olması itibari cezalarda aranır, suçun doğal sonucu ve hatta suçun kendinden ibaret olan cezalarda değil.
Aslında, "Allah'ın kıyamet günü vereceği cezalar, O'nun rahmet ve adaletiyle nasıl bağdaşır?" sorusunu yöneltenler önemli bir noktadan gaflet etmişlerdir. Yani, onlar tekvini kanunlarla, koyulan kanunlar arasında olan farkı görememişlerdir. Örnek olarak koyulan kanunlarda şöyle ilan olunur: "Kim şu suçu işlerse, ona bu kadar ceza verilecektir." Muhakkak bu hususta suçla ceza arasında uygunluk ve eşitlik gerekmektedir. Hiçbir zaman küçük bir suç için birini idam etmezler. Bu gibi yerlerde hikmet ve adalet suçla ceza arasında tam olarak uyum olmasına hükmetmektedir.
Ama gerçekte amelin doğal eseri veya kendi tecessümü olan cezalar, ister bu dünyada olsun ister o dünyada yukarıdaki sorulan sorunun ve konunun kapsamına girmez. Örnek olarak trafik kurallarını çiğneyen bir şoförü göz önüne alalım, kuralları çiğnediğinden veya aşırı hızdan dolayı kaza yapıyor ayakları kırılıyor sonuç olarak bir ömür boyu yürüyememeye mahkum olur. İşte burada kimse; "Ani bir hatadan dolayı bir ömür boyu öyle kalması adaletsizliktir" diyemez. Çünkü onun başına gelen kendi dikkatsizliğinin doğal eseridir. Yine eğer bir doktor birine; "İçki içmeyin, aksi taktirde mideniz ve bir takım iç organlarınız bozulacak ve ömür boyu acı çekeceksiniz" dediğinde, doktorun bu tavsiyesini dinlemeyip içki içenin bir ömür boyu hastalığa duçar olması, hiçbir zaman günahla ceza arasındaki eşitsizlik sayılamaz.
Sonuç olarak belirtmeliyiz ki, kitabımızın adalet bölümünde açıkladığımız üzere, ahiretle ilgili cezalar amellerin doğal neticesi veya kendi tecessümü türündendir, amellerin tekvini ve doğal eserlerinin veya kendi tecessümünün insanın karşısına çıkması ve sürekli olması gayet doğaldır. Adalet ve rahmetle hiçbir çelişkisi yoktur. Kur'an-ı Kerim konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Derken işledikleri kötülükler kendilerine belli oldu ve onları, alaya aldıkları şeyler ku­şatıverdi." (444)
Bir an heva ve hevese uymak bir ömür boyu hüzün ve pişmanlık duymayı doğurabilir. Bir kibrit bir şehri yakıp kül edebilir. İşte bizim de iyi ve kötü amellerimizin eserleri kalıcı olabilir.

Cennet ve Cehennemin Var Oluşu
Her ne kadar Ehl-i Sünnet'ten Mutezile mezhebine mensup bazıları cennet ve cehennemin şimdi var olmadıklarını ve kıyamet günü yaratılacaklarını ileri sürmüşlerse de, İslam mezheplerinin çoğunluğu, Kur'an-ı Kerim ayetleri ve hadislerden anlaşıldığı üzere, cennet ve cehennemin şimdi var olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.
Ehl-i Beyt ulemasının önde gelen liderlerinden olan Şeyh Mufid şöyle yazıyor: "Cennet ve cehennem şu an için yaratılmışlardır. Hadisler bunu belirtiyor, şeriat ve hadis ehlinin icması da bu doğrultudadır." (445)
Ehl-i Sünnet ulemasından Teftazani ise şöyle yazıyor: "Cennet ve cehennemin kıyamet günü yaratılacağını sanan Mutezile mezhebinden Ebu Haşim ve Kadı Abd-ül Cebbar ve benzerlerinin aksine, Müslümanlar'ın cumhuru cennet ve cehennemin yaratılmış oldukları görüşündedirler." (446)
Kur'an-ı Kerim cennet hakkında şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Rabbiniz tarafından bağışlanmaya, Allah'a ve pey­gamberlerine inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle göğün genişliği kadar olan cennet için yarışın; bu Allah'ın dilediğine verdiği lütfüdür. Allah, büyük lütuf sahibidir." (447)
Yine Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki o, Cebrail'i Sidret-ül Münteha yanında başka bir inişinde de görmüştür. Orada Me'va cenneti vardır." (448)
Cehennemle ilgili olarak da şöyle buyurmuştur: "Artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odunu (kafir) insanlarla taşlardır. O ateş kafirler için hazırlanmıştır." (449)
Bu ve benzeri ayetler cennet ve cehennemin şu anda yaratılıp hazırlandığını belirtmektedir.
Hadislerde ise, cennet ve cehennemin varoldukları hususu daha açık olarak ortaya konmuştur:
Hz. İmam Rıza (a.s) ashabından birinin cennet ve cehennemin şu an için var oluşuna dair sorusuna cevaben şöyle buyurdular: "Cennet ve cehennem bu an için vardır. Hz. Resulullah (s.a.a) miraca gittiğinde cennete girdi ve cehennem ateşini gördü. Ravi diyor; ben İmam'a: "Bazılarının cennet ve cehennemin taktir edildiğini ve bu an için yaratılmadığını savunduklarını" söyledim. Bunun üzerine, İmam (a.s) şöyle buyurdular: "Onlar bizden ve biz de onlardan değiliz. Kim cennet ve cehennemin yaratılmış olduğunu inkar ederse peygamber ve bizi yalanlamış olup cehennemde ebedi kalacaktır. Allah Teala "İşte suçluların yalanladıkları cehennem budur. Onlar, cehennem ateşiyle kaynar su arasında dolaşır dururlar" (450) buyuruyor." (451)
Keza; Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a)'in Miraca gittiğinde cennet ve cehennemi müşahede etmesi de bunu ispatlamaktadır.
Yine hem Ehl-i Beyt, hem de Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer alan: Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a)'in Miraç gecesi cennete girdiğinde cennet meyvelerinden yediği ve bu cennet meyvesinden Hz. Fatime-i Zehra'nın nutfesi oluştuğu ve bu yüzden Resul-ü Ekrem (s.a.a)'in Hz. Zehra'yı her öptüğünde: "Ondan cennetin kokusunu alıyorum" (452) buyurduğuna dair olan hadisi şerif de cennetin bilfiil şimdi var olduğunu göstermektedir.
Meadla ilgili bahsimizi burada bitirirken, sonsuz rahmet ve şefkat sahibi Cenab-ı Hak'tan bu naçiz çalışmayı kendi yüce lütuf ve inayetiyle kabul buyurmasını ve bütün iman ehlini sonsuz rahmetiyle kıyametin acı azabından korumasını niyaz ediyorum.

Dipnotlar

--------------------------------------

(374)- Bakara: 82
(375)- Bakara: 25
(376)- Ankebut: 58
(377)- Usul-u Kafi, c. 2 s. 33
(378)- Meryem: 63
(379)- Mizan-ül Hikme, c.2, s.95
(380)- Tevbe: 111
(381)- Naziat: 40, 41
(382)- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 42
(383)- Yusuf: 18
(384)- Nur- us Sakaleyn c.5 s.507
(385)- Bakara: 155, 156, 157
(386)- Ra'd: 22, 23, 24
(387)- Furkan: 75
(388)- İnsan: 12. ayetten 22. ayete kadar
(389)- Nehc-ül Belağa Kısa sözleri: 82
(390)- Ahkaf: 13, 14
(391)- Fussilet: 30, 31
(392)- Nehc-ül Belağa Hutbe 176
(393)- Mücadele: 22
(394)- Mearic: 22, 34
(395)- Nur-üs Sakaleyn Tefsiri c. 2 s. 401
(396)- Bakara: 39
(397)- Al-i İmran: 116
(398)- Bakara: 161, 162
(399)- Tevbe: 68
(400)- Zümer: 70, 71
(401)- Mü'min: 69. ayetten 76. ayete kadar.
(402)- Cin: 23
(403)- Nisa: 93
(404)- Nisa: 14
(405)- Furkan: 68, 69
(406)- Vaidiye mezhebi Havariç mezhebinin bir koludur. Onlar kebire günah (büyük günah) işleyen kimsenin kafir olup dinden çıktığını savunuyorlar. Bunların tam karşıtı ise, Murcie mezhebidir. Onlar ise, iman olduğu taktirde hiçbir günahın zarar vermeyeceğini kabul ederler. Onlara göre amel imanın erkanından değildir. Nitekim küfür ehline yaptıkları itaatler bir yarar sağlamıyorsa, iman ehline de yaptıkları isyan bir zarar vermeyecektir.
(407)- Zelzele: 7
(408)- Bihar-ül Envar c. 8 s. 364 naklen Keşf-ül Murad s. 261
(409)- Avail-ül Makalat s. 14
(410)- Büyük günaha düşen Müslümanlar'ın iman ehli olup olmadığı konusu, İslam ulemasının ihtilaf ettiği konulardan biridir. İslam ulemasının çoğunluğu bu kimselerin günah işlemekle imandan çıkmadıkları ve sadece fasık olduklarını kabul ederken, Havariç mezhebine mensup olanların çoğunluğu onların günah işlemekle imandan çıkıp kafir olduklarını, Mutezile mezhebine mensup olanlar ise, bu kimselerin ne iman ehli ne de küfür ehli olduklarını, bu iki menzilin arasında bir menzilde olduklarını ileri sürmüşlerdir. Ancak buna rağmen Mutezile mezhebi büyük günah ehlinin kesinlikle cehenneme gidecekleri ve orada ebedi kalacakları hususunda Havariç mezhebiyle birleşmiştir.
(411)- Tâhâ: 68
(412)- Nahl: 27
(413)- Zelzele: 7
(414)- Mü'min: 40
(415)- En'am: 128
(416)- Bihar-ül Envar: c. 8 s. 370, 371, 372 naklen Şerh-i Makasid
(417)- Esfar-ül Erbaa c. 9 s. 349 naklen Futuhat-i Mekkiye
(418)- Ahkâf: 24, 25
(419)- Şerh-i Fusus-ül Hikem el Kayseri s. 251
(420)- Şerh-i Fusus-ül Hikmet El- Kayseri s. 386, 387
(421)- Esfar-ül Erbaa c. 9 s. 352, 353 naklen Futuhat-i Mekkiye
(422)- İbrahim: 47
(423)- Ahkaf: 16
(424)- Şerh-i Fusus-ül Hikem el Kayseri s. 211
(425)- İlm-ül Yakin c. 2 s. 1322 naklen Tevhid-i Saduk s. 406
(426)- Bkz. Şerh-i Fusus-ül Hikmet el- Kayseri s. 212
(427)- Kaf: 21
(428)- Kehf: 29
(429)- Zuhruf: 74, 75, 76, 77
(430)- Mü'minun 103. ayetten 108. ayete kadar
(431)- İbrahim: 21
(432)- Şerh-i Fusus-ül Hikem s. 213
(433)- Tâhâ: 50
(434)- Sâd: 27
(435)- A'raf: 156
(436)- Esfar-ül Erbaa: c. 9 s. 347, 348
(437)- Secde: 13
(438)- Secde: 13
(439)- Sebe: 54
(440)- Esfar-ül Erbaa: c. 9 s. 348
(441)- Esfar-ül Erbaa: c. 9 s. 350, 351
(442)- Esfar-ül Erbaa: c. 9 s. 355
(443)- İlm-ül Yakın c. 2 s. 1326 naklen Sünen-i İbn-i Mace c. S. 1435, Kenz-ül Ümmal c. 4 s. 250 ve...
(444)- Casiye: 33
(445)- Avail-ül Makalat: s. 102
(446)- Şer-ül Makasid c. 2 s. 218, Şerh-i Tecrit Kuşci'nin s. 507
(447)- Hadid: 21
(448)- Necm: 13, 14, 15
(449)- Bakara: 24
(450)- Rahman: 43, 44
(451)- İlm-ül Yakin c. 2 s. 1232 naklen Tevhid-i Saduk s. 118, Bihar-ül Envar c. 8 s. 119
(452)- Müstedrek-üs Sahiheyn c.5 s.156


6