İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT0%

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT Yazar:
Grup: TEMEL KAVRAMLAR
Sayfalar: 0

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT

Yazar: Allâme Muhammet Hüseyin TABATABAÎ
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 630
İndir: 159

Açıklamalar:

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT
  • BЭRЭNCЭ KISIM ЭTЭKADО ESASLAR

  • DЭN

  • Netice

  • Din Fэtrоdir

  • Genel Hatlarэyla Dinler Tarihi

  • Ulu’l Azim Peygamberler ve Цteki Peygamberler

  • 1-Hazreti Nuh (Aleyhisselam)

  • 2-Hazreti Эbrahim (Aleyhisselam)

  • 3-Hazreti Musa Kelimullah (Aleyhisselam)

  • 4-Hazreti Эsa Mesih (Aleyhisselam)

  • Dipnotlar

  • 5-Hazreti Muhammed b. Abdullah (Sallellahu aleyhi ve alihi)

  • Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Taif’e Yolculuрu

  • Bedir Savaюэ

  • Uhut Savaюэ

  • Hendek Savaюэ

  • >Yahudilerle Yapэlan Savaю ve Hayber Savaюэ

  • Padiюahlarэn ve Krallarэn Эslam’a Davet Ediliюi

  • Huneyn Savaюэ

  • Tebьk Savaюэ

  • Эslam’эn Цteki Savaюlarэ

  • Vefat

  • Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Mьslьmanlara Olan Vasiyeti

  • Kur-anэ Kerim

  • Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Ehli Beyti

  • Dipnotlar

  • Genel Hatlarэyla Ehli Beytin (Aleyhimusselam) Цzellikleri

  • Эmamlarэn (Aleyhimusselam) Zamanэn Hьkьmetlerine Karюэ Muhalefet Etmelerinin Aslо Nedeni

  • Цzet ve Sonuз

  • Ehli Beytin (Aleyhimusselam) Metodunda Var Olan Farklэ Bir Nьkte

  • Ali(Aleyhisselam)

  • Bьtьn Araplar benimle savaюsalar bile kendimi kaybedip korkuya kapэlmam.

  • Hiзbir acэ, cahillik acэsэ gibi olmaz

  • Эslam dinine gцre, bцyle bir kaptan su iзmek mekruhtur.

  • Hazreti Fatэma Sэddоke-i Kьbra (sa)

  • Эmam Hasan (Aleyhisselam) ve Эmam Hьseyin (Aleyhisselam)

  • Hasan ve Hьseyin cennet genзlerinin efendisidirler.

  • Acaba imam Hasan (Aleyhisselam) ile Эmam Hьseyin’in (Aleyhisselam)Metotlarэ Farklэ mэydэ?

  • Din Цnderlerinin Metotlarэnэn Ahlakо Sonuзlarэ

  • Mead (Ahiret Эnancэ)

  • Dinlere Gцre Mead

  • Dipnotlar

  • ЭKЭNCЭ KISIM AHLAK

  • GЦREV BЭLЭNCЭ

  • Yine юцyle buyurmaktadэr:

  • Savunma ve Baрэюlama

  • Fedakвrlэk

  • Mal Baрэюэ

  • Эlim црrenmek her Mьslьman’a farzdэr.

  • Yalan ve Yalan Sцylemek

  • Tцhmet ve Эftira

  • Anne Baba Haklarэ

  • Gэybet

  • Эnsanlarэn Namuslarэna Saldэrmak

  • ЬЗЬNCЬ KISIM AHKВM TЭCARET

  • ЭKRAR

  • YЭYECEK VE ЭЗECEK

  • Birinci Kэsэm: Hayvanlar

  • Эkinci Kэsэm: Cansэz Eюyalar

  • Dipnotlar

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 630 / İndir: 159
Boyut Boyut Boyut
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT

İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT

Yazar:
Türkçe
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT

BİRİNCİ KISIM İTİKADÎ ESASLAR
DİN
Din, dillerde çokça dolaşan bir sözdür. Genellikle alemlerin bir Allah’ı olduğuna inanıp, onun razı olması için özel ameller yapan kişiye “dindar” denir.
Bir toplum veya bir millet içinde kanunlar gereğince bireyler için görevler belirlenip onlara göre yaşadıklarını ve bundan dolayı dine ihtiyaç duymadıklarını düşünmek mümkündür; ancak İslamî hükümlere ve kanunlara dikkatle bakıldığı zaman bu düşüncenin aksi ispat olacaktır. Zira İslam dini yalnızca Allah’a kulluk etmenin içeriğini açıklamamıştır. Bu konuya ilave olarak; insanın bireysel ve toplumsal yaşantısıyla ilgili olan konular hakkında da genel ve özel kanunlar belirleyip, insanlık âlemini çok şaşırtıcı bir şekilde araştırarak bireysel ve toplumsal her hareket veya her durgunluk için uygun bir yasa açıklamıştır. Kuşkusuz böyle bir dine “merasim dini” demek olanaksızdır.
Yüce Allah Kur-anı kerimde İslam dinini biraz önce açıklandığı gibi sıfatlandırmıştır. Yine Tevrat ve İncil ilahî kitapları olup bireysel ve toplumsal kanunlara sahip olan Yahudilik ve Hıristiyanlığı da böyle tanıtmaktadır. Nitekim bu konuda şöyle buyurmaktadır:
وَ كَيْفَ يحَُكِّمُونَكَ وَ عِندَهُمُ التَّوْرَئةُ فِيهَا حُكْمُ اللَّهِ ثُمَّ يَتَوَلَّوْنَ مِن بَعْدِ ذَلِكَ وَ مَا أُوْلَئكَ بِالْمُؤْمِنِينَ إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَئةَ فِيهَا هُدًى وَ نُورٌ يحَْكُمُ بهَِا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُواْ لِلَّذِينَ هَادُواْ وَ الرَّبَّنِيُّونَ وَ الْأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظ ُوْ مِن كِتَبِ اللَّهِوَ كَانُواْ عَلَيْهِشهَُدَاءَ فَلَاتَخْشَوُاْ النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَ لَاتَشْترَُواْ بَِايَتىِثَمَنًا قَلِيلًا وَ مَنلَّمْ يحَْكُم بِمَاأَنزَلَ اللَّهُفَأُوْلَئكَ هُمُالْكَفِرُونَ وَكَتَبْنَا عَلَيهِْمْفِيهَا أَنَّ النَّفْسَبِالنَّفْسِ وَالْعَينْ‏َبِالْعَينْ‏ِ وَالْأَنفَ بِالْأَنفِ وَالْأُذُنَ بِالْأُذُنِوَ السِّنَّبِالسِّنّ‏ِ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌفَمَن تَصَدَّقَ بِهِفَهُوَ كَفَّارَةٌ لَّهُ وَ مَن لَّمْيحَْكُم بِمَا أَنزَلَاللَّهُ فَأُوْلَئكَهُمُ الظَّلِمُونَ وَقَفَّيْنَا عَلىَءَاثَرِهِم بِعِيسىَ ابْنِ مَرْيَمَ مُصَدِّقًا لِّمَابَينْ‏َ يَدَيْهِ مِنَالتَّوْرَئةِوَ ءَاتَيْنَهُالْانجِيلَ فِيهِ هُدًىوَ نُورٌ وَ مُصَدِّقًالِّمَا بَينْ‏َ يَدَيْهِمِنَ التَّوْرَئةِ وَهُدًى وَ مَوْعِظَةًلِّلْمُتَّقِينَ وَ لْيَحْكمُ‏ْ أَهْلُ الْانجِيلِ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فِيهِ وَ مَن لَّمْ يحَْكُم بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئكَ هُمُ الْفَسِقُونَ وَ أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَبَ بِالْحَقّ‏ِ مُصَدِّقًا لِّمَا بَينْ‏َ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَبِ وَ مُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُم بَيْنَهُم بِمَا أَنزَلَ اللَّهُّ‏ ‏
İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar, ondan sonra da (verdiğin hükümden) dönüyorlar. Kuşkusuz Tevrat’ı biz indirdik, onda hidayet ve nur vardır. (Allah’ın emirlerine) teslim olan peygamberler, onunla Yahudilere ve Hıristiyanlara hüküm verirlerdi, kendilerini tanrıya vermiş zahitler ve âlimler de Allah’ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden onunla (hüküm verirlerdi) ve onu gözetip kollarlardı… Onların ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Ona içinde yol gösterme ve nur bulunan, kendinden önceki Tevrat’ı doğrulayan ve korunanlar için yol gösterme ve öğüt olan İncil’i verdik. İncil sahipleri, Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsinler… Sana da kendinden önceki kitabı doğrulayıcı ve onu koruyup kollayıcı olarak bu kitabı (Kur-anı) gerçekle indirdik. Artık onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet…
Günümüzde Yahudilerin ve Hıristiyanların ellerinde olan Tevrat ve İncil de (bozulmalarına karşın;) bu konuyu onaylamaktadırlar. Zira Tevrat’ın içinde hukukî ve adlî birçok hüküm bulunmaktadır. İncil de Tevrat’ın yasalarını onaylamaktadır.
Netice
Bir önceki açıklamalardan anlaşıldığı gibi; Kur-an ıstılahına göre, insanın kendisinden kaçmasının mümkün olmadığı hayat metoduna din denir. Din ile (insanların yasalaştırdığı) toplumsal kanunlar arasındaki fark şudur: Din, yüce Allah’ın tarafından gelmektedir; ancak toplumsal kanunlar, insanların düşüncelerinin ürünüdürler. Başka bir ifadeyle; din, insanların toplumsal hayatı ile yüce Allah’a kulluk etmek arasında bağlantı kurmaktadır. Ancak toplumsal kanunlarda bu bağa önem verilmemektedir.
Kanunları Allah’a Bağlamanın Güzel Sonuçları
Din insanın toplumsal hayatı ile Allah’a kulluk etmek arasında kurmuş olduğu bağın sonucu olarak, insanın bireysel ve toplumsal işlerinin hepsinde ilahî bir mesuliyet icat edip, onu bütün hal ve hareketlerinde yüce Allah katında sorumlu olarak görmektedir.
Yüce Allah sonsuz kudreti ve sınırsız ilmi ile insanı bütün yönleriyle kuşatıp aklında düşündüğü fikirleri ve kalbinin derinliklerinde sakladığı sırları bilmektedir. Hiçbir şey kendisinden gizli değildir. Bundan dolayı din de (insanî kanunlar gibi) emniyeti sağlamak ve suçluları cezalandırmak amacıyla muhafızlar (memurlar) görevlendirip yasalar çıkarmıştır. Dinin, insanî kanunlara karşı başka bir üstünlüğü daha vardır ve o da şudur: Din, insanı gözetleme ve kontrol etme yönetimini, işi konusunda gaflet edip yanlışa düşmeyen ve cezasından (azabından) kaçılamayan bir muhafızın eline teslim etmektedir.
Yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır:
وَ هُوَ مَعَكمُ‏ْ أَيْنَ مَا كُنتُم‏
Nerede olursanız olun, O sizinle birliktedir.
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ اللَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ محُِيط
Allah yaptıkları şeyleri kuşatmıştır.
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ إِنَّ كلاًُّ لَّمَّا لَيُوَفِّيَنهَُّمْ رَبُّكَ أَعْمَلَهُمْ إِنَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ خَبِير
Kuşkusuz Rabbin, hepsinin işlediklerinin karşılığını tam olarak verecektir. Çünkü Allah, yaptıklarından bütünüyle haberdardır.
Eğer insanî kanunlarla yönetilen bir yerde yaşayan bir kişinin hali ile dinî yasalarla yönetilen bir ortamda yaşayan bir kimsenin durumunu karşılaştırırsak, bizim için dinin üstünlüğü ve yararları tamamen ortaya çıkacaktır. Çünkü bireylerinin hepsi dindar olan ve dinî görevlerini yapan toplumdaki insanlar, Allah’ın bütün işlere hazır ve nazır olduğunu bildikleri için, birbirlerine karşı güven duygusu içinde yaşayacaklardır. Bundan dolayı böyle bir ortamda yaşayan bireylerin hepsi birbirlerinin dillerinden ve ellerinden gelecek olan tehlikelere karşı güven içinde olup, ömürlerini huzur dolu bir şekilde geçirecekler ve sonunda da ebedî mutluluğa ulaşacaklardır. Ama insanî kanunların egemen olduğu bir ortamda ise yalnızca görevlinin kendilerini gördüğünü anladıkları zaman yasak işi yapmaktan vazgeçeceklerdir. Aksi takdirde (herhangi bir görevli yokken) yasak işleri yapmaktan kesinlikle çekinmeyeceklerdir.
Evet, güzel ahlaka önem veren bir toplumda kalp huzuru belli bir noktaya kadar sağlanabilir; ancak ahlak da insanî kanunlara değil, dinî yasalara ait bir ilkedir.
Din Fıtrîdir
İnsan, Allah’ın kendisine verdiği fıtrattan ve doğal hükümlerden dolayı dine muhtaçtır. Çünkü insan hayat süreci içinde mutlu olabilmek için uğraşır. İhtiyaçlarını gidermek için etkili olan sebeplere ve araçları elde etmeye çalışır. Kuşkusuz her zaman etkili olan ve yenilgi tanımayan bir sebep ister. Öte taraftan tabiat aleminde her zaman etkili olan ve hiç yenilgi yüzü görmeyen bir dahi sebep bulunmamaktadır.
İşte insanın mutlu olabilmek için yenilmeyen bir sebep, hayatını sürdürebilmek için yıkılmayan bir dayanak ve gerçek manevî huzuru bulabilmek için kendisine bağlanacağı bir hakikat istemesinin nedeni dindir. Çünkü irade konusunda hiçbir zaman yenik düşmeyen ve hiçbir eksikliği bulunmayan yegane varlık yüce Allah’tır. Kendisi vesilesiyle yüce Allah ile bağlantı kurulması gereken hayat metodu ise İslam dinidir.
Dolayısıyla şöyle söylemek mümkündür: İnsanın içgüdüsünden kaynaklanan istek, tevhit, nübüvvet ve mead olmak üzere dinin üç esasını ispat eden en güzel delildir. Zira (insanın özel yapısının gereği olarak) fıtrî idrak hiçbir zaman hata yapmaz. Örnek olarak insan hiçbir zaman dostluğun anlamını düşmanlıkla karıştırmaz. Susuzluğu suya doygunluk olarak hissetmez.
Evet bazen insan kanatlanıp bir kuş gibi uçmak veya gökyüzünde bir yıldız olup doğmak ve batmak istemektedir. Ancak bu tür düşünceler hayalden başka bir şey değildir. Öte taraftan insan ruhunun derinliklerinden gelen duygudan dolayı hakikî bir dayanak istemektedir. Kayıtsız şartsız bir huzur veya insanî mükemmel bir yaşam arzulamaktadır. Bu tür düşüncelerden hiçbir zaman vazgeçmemektedir. Eğer varlık aleminde yenilmeyen bir sebep (Allah) olmasaydı bu tür düşüncelerin peşine düşmezdi. Eğer (ahiret aleminin huzuru ve rahatlığı gibi) kayıtsız şartsız bir huzur ve bir rahatlık var olmasaydı doğal olarak araştırmaya koyulmayacaktı. Eğer bizlere nübüvvet vesilesiyle ulaşan din metodu hak olmasaydı (dinin) istekleri insan ruhunun derinliklerine etki etmezdi.
Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi
Dinî bakımdan kısaca dinlerin oluşumunu araştırma konusunda güvenilebilecek en garantili yol Kur-anın beyan ettiği özet açıklamadır. Zira Kur-an yanlış, hata, taassup, garaz v.b. gibi şeylerden münezzehtir. Allah’ın dini olan İslam dini (Allah katında din yalnız islam’dır.) insanın var olduğu ilk günden itibaren onunla birlikte idi. Zira Kur-anı kerimde de açıklandığı gibi; insanların soyları Adem ve Havva olmak üzere bir kadın ve bir erkeğe dayanmaktadır. Adem peygamber idi ve kendisine ilahî vahiyler nazil olmaktaydı.
Adem’in dini çok sade olup genel konuları içermekteydi. Örnek olarak; insanlar Allah’ı zikretmek zorundaydılar. Birbirlerine özellikle anne ve babaya iyilik yapmakları gerekmekteydi. Fesat, cinayet v.b. gibi çirkin işlerden uzak durmaları gerekiyordu.
Ademden ve eşinden sonra çocukları günleri ihtilafsız bir şekilde geçiriyorlardı.
Günden güne insanların sayıları çoğaldığı için bir araya gelip gruplar halinde yaşamaya başladılar. Aynı zamanda güzel yaşama metotlarını da yavaş yavaş öğrenip kendilerini medeniyete biraz daha yaklaştırıyorlardı.
İnsanların sayıları çoğaldığı için çeşitli kabilelere bölündüler. Her kabile içinde kabile üyelerinin kendilerine saygı gösterdiği büyük insanlar bulunmaktaydı. Hatta öldükten sonra da heykellerini yapıp saygı göstermeye devam ettiler. Dolayısıyla söz konusu olan günlerde insanlar arasında puta tapıcılık yayılmaya başladı. İmamlardan (Aleyhimusselam) nakledildiği gibi; puta tapıcılığın ortaya çıkması böyle olmuştu. Puta tapıcılık tarihi de bunu doğrulamaktadır.
Sonra güçlülerin zayıflara yaptıkları zulümlerden dolayı insanlar arasında ihtilaflar meydana geldi. Bu ihtilaflar hayat süreci içinde farklı kargaşaların ortaya çıkmasına neden oldu.
Mutluluk yolundan saptıran söz konusu ihtilaflar insanları helake sürüklemeye başladı. Dolayısıyla yüce Allah ilahî kitaplar ışığında insanların ihtilaflarını çözmeleri için peygamberler seçip gönderdi. Nitekim yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır:
كاَنَ النَّاسُ أُمَّةًوَحِدَةً فَبَعَثَاللَّهُ النَّبِيِّنَمُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَ أَنزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَبَبِالْحَقّ‏ِ لِيَحْكُمَ بَينْ‏َ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَ مَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلَّا الَّذِينَ أُوتُوهُ مِن بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَتُ بَغْيَا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللَّهُ الَّذِينَ ءَامَنُواْ لِمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ مِنَ الْحَقّ‏ِ بِإِذْنِهِ وَ اللَّهُ يَهْدِى مَن يَشَاءُ إِلىَ‏ صِرَطٍ مُّسْتَقِيم‏
İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla birlikte hak yolu gösteren kitaplar da gönderdi.
Ulu’l Azim Peygamberler ve Öteki Peygamberler
İlahî bir kitaba ve şeriata sahip olan peygamberler beş tanedir. Nitekim aşağıdaki ayette onlara şöyle işaret edilmiştir:
شَرَعَ لَكُم مِّنَ الدِّينِ مَا وَصىَ‏ بِهِ نُوحًا وَ الَّذِى أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَ مَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَهِيمَ وَ مُوسىَ‏ وَ عِيسىَ أَنْ أَقِيمُواْ الدِّينَ وَ لَا تَتَفَرَّقُواْ فِيه‏
“Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye Nuh’a vahyettiğimizi, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de şeriat (din) kıldı.
Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (Aleyhimusselam) olmak üzere bu beş kişiye Ulu’l Azim peygamberler denir. Ancak Allah’ın peygamberleri yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Çünkü her ümmetin bir peygamberi vardı ve yüce Allah tarafından birçok peygamber gönderilmişti. Kur-anı kerim peygamberlerin çoğunun adını açıklamamıştır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ لَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِّن قَبْلِكَ مِنْهُم مَّن قَصَصْنَا عَلَيْكَ وَ مِنْهُم مَّن لَّمْ نَقْصُصْ عَلَيْكَ
Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, sana kıssalarını anlatmadığımız kimseler de var.
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ لِكُلّ‏ِ أُمَّةٍ رَّسُولٌ
Her ümmetin bir peygamberi vardır.
Yine şöyle buyurmaktadır:
وَ لِكلُ‏ِّ قَوْمٍ هَاد
Her ümmetin bir hidayet edeni vardır.
Evet Ulu’l Azim peygamberlerden sonra gelen peygamberler, insanları Ulu’l Azim peygamberlerin şeriatlarına davet ettiler. Böylece risalet ve davet sürmüş oldu. Nihayet yüce Allah peygamber efendimiz Muhammed b. Abdullah’ı (Sallellahu aleyhi ve alihi) peygamberlerin sonuncusu olarak, dinî kanunların en sonuncusu ve en mükemmeli ile birlikte seçip gönderdi. Onun getirdiği ilahî kitap, ilahî kitapların sonuncusu oldu. Netice olarak getirdiği din ve şeriat da kıyamete kadar evrenselliğini koruyacaktır.
1-Hazreti Nuh (Aleyhisselam)
Yüce Allah’ın ilahî bir kitap ve şeriatla birlikte seçip insanlara gönderdiği ilk peygamber, Nuh (Aleyhisselam) idi.
Nuh (Aleyhisselam) zamanının insanlarını tevhide, Allah’ı birlemeye, şirkten sakınmaya ve puta tapıcılıktan kaçınmaya davet etti. Nitekim Kur-anı kerimdeki açıklamalardan da anlaşıldığı gibi; sınıfsal farklılıkları yok etmek, zulmün kökünü kazımak ve adaletsizliği ortadan kaldırmak için çok mücadele etmiştir. (O günün insanları için yeni olan) delil gösterme vesilesiyle öğretilerini açıklamıştır.
Cahil, inatçı ve isyankar insanlara karşı yıllarca süren mücadelelerden sonra küçük bir grubu doğru yola hidayet etti. Yüce Allah gönderdiği tufan vasıtasıyla kafirleri helak edip yeryüzünü onların necis bedenlerinden arındırdı. Taraftarlarıyla birlikte kurtulan Nuh (Aleyhisselam) ise dünyada dinî bir toplumun temellerini atmış oldu.
Bu değerli peygamber, zulümle, adaletsizle ve tuğyanla mücadele eden ilahî görevlilerin birincisi ve tevhit şeriatını kuranların ilkidir. Hak dine ve hakikate yaptığı değerli hizmetlerden dolayı, yüce Allah insanlık alemi var oldukça payidar kalacak olan özel bir selamla selamlanmıştır:
سَلَمٌ عَلىَ‏ نُوحٍ فىِ الْعَلَمِين‏
Alemlerde Nuh’a selam olsun.
2-Hazreti İbrahim (Aleyhisselam)
Nuh’dan (Aleyhisselam) uzunca yıllar geçtikten sonra Hud, Salih v.b. gibi birçok peygamber insanları Allah’a davet etmelerine karşın; şirk ve put pazarı günden güne çoğaldı. Nihayet bütün dünyayı kaplayınca yüce Allah engin hikmeti gereğince İbrahim’i (Aleyhisselam) seçip gönderdi.
İbrahim (Aleyhisselam) çok güzel ahlaka sahip mükemmel bir insandı. Tertemiz fıtratıyla hakikati araştırıp yüce Allah’ın birliğini kavradı. Yaşadığı sürece şirkle ve zulümle mücadele etti.
İbrahim (Aleyhisselam) , Kur-anı kerimin ve Ehli Beyt’in (Aleyhimusselam) de açıkladığı gibi; çocukluk dönemini bir mağarada insanların gürültü ve patırtısından uzak bir şekilde geçirdi. Yalnızca ara sıra yemek getiren annesini görüyordu.
Bir gün annesiyle birlikte mağaradan dışarı çıkıp şehirle tanıştı. Amcası olan Azer’in yanına geldi. Ancak gördüğü her şey onun için yeni idi ve kendisine çok şaşırtıcı geliyordu.
Tertemiz fıtratı onu şaşırtıcı binlerce olaydan dolayı gördüğü varlıkların yaratılışlarına yöneltti. Bu bakımdan yaratılmalarının nedenini ve sebebini araştırmaya koyuldu. Azer’in ve başkalarının yontup taptıkları putları gördü. Onlar hakkında bir takım sorular sordu. Ancak putların ilahlığı hakkında yapılan açıklamalar onu ikna etmedi.
Venüs gezegenine, aya ve güneşe tapan bir grup insan gördü. Bunların hepsi bir süre sonra battıkları için İbrahim (Aleyhisselam) ilah olduklarını inkar etti.
İbrahim (Aleyhisselam) bu aşamalardan sonra yüce Allah karşısındaki kulluğunu ve puta tapıcılıktan uzak olduğunu insanlara ilan etti. Artık şirk ve puta tapıcılıkla mücadele etmekten başka bir düşüncesi kalmamıştı. Bu bakımdan dur durak bilmeksizin puta tapıcılarla mücadele etmeye başlayıp, onları tevhide davet etti.
Nihayet bir gün put evine girip, bütün putları kırdı. İnsanlara göre cinayetlerin en büyüğü olan bu olaydan dolayı onu yargıladılar. Yargılamadan sonra ateşin içinde yakmaya karar verdiler. Ön hazırlıklar yapıldıktan sonra onu ateşin içine attılar. Ancak yüce Allah’ın koruması altında ateşin içinden sağlıklı bir şekilde dışarı çıktı.
Ömrünün sonlarında iki tane çocuk sahibi oldu. Çocuklardan biri Yakub’un (Aleyhisselam) babası İshak (Aleyhisselam) idi. Öteki ise Mısır Araplarının babası İsmail (Aleyhisselam) idi. İsmail’i (Aleyhisselam) bebeklik döneminde yüce Allah’ın emri üzere annesiyle birlikte hicaza götürdü. Dağlar arasında kupkuru susuz bir yere yerleştirdi. Böylece bedevî olan Arapları tevhit dinine davet etti. Sonra Kabe’yi yaptı. İslam dininin ortaya çıkışına ve Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) davetine kadar Araplar arasında yaygın olan hac amellerini duyurdu.
İbrahim (Aleyhisselam) fıtrat dinine sahiptir. Kur-an ayetine göre ilahî bir kitaba sahipti. Allah’ın dinini “İslam” ve ona iman edenleri de “Müslüman” olarak adlandıran ilk peygamberdir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam olmak üzere dünyada var olan tevhit dinleri ona dayanmaktadırlar. Zira adı geçen dinlerin önderleri olan Hazreti Musa (Aleyhisselam) , Hazreti İsa (Aleyhisselam) ve Hazreti Muhammed (Sallellahu aleyhi ve alihi) onun yaptığı davetin aynısını yapmışlardır.
3-Hazreti Musa Kelimullah (Aleyhisselam)
İmran’ın oğlu Musa (Aleyhisselam) üçüncü Ulu’l Azim peygamberdir. İlahî bir kitap ve şeriat sahibidir. Yakup’un (Aleyhisselam) soysundan dünyaya gelmiştir.
Musa’nın (Aleyhisselam) bir çok mücadeleye sahne olan bir hayatı olmuştur. İsrail oğullarının Mısır’da Kıptîler arasında zillet ve esaret altında yaşadıkları ve firavunun emriyle çocuklarının kesildikleri çok kötü bir dönemde dünyaya gelmiştir.
Musa’nın annesi, rüyasında kendisine söylendiği gibi; Musa’yı tahta bir sepetin içine koyup Nil nehrine bıraktı. Su, sepeti sürükleyip firavunun sayarının önüne getirdi. Firavunun emriyle sepeti alıp içini açtıkları zaman ortasında bir çocuk gördüler.
Firavun, karısının ısrarından dolayı çocuğu öldürmekten vazgeçti. Çocukları olmadığı için onu evlatlık edinip, emzirmesi amacıyla öz annesine teslim ettiler.
Musa (Aleyhisselam) gençlik çağına kadar firavunun sorumluluğu altında idi. Adam öldürme olayından sonra firavunun korkusundan dolayı Mısır’dan kaçmak zorunda kalıp Medyen’e gitti. Orada Şuayb (Aleyhisselam) peygamber ile karşılaştı. Şuayb’ın (Aleyhisselam) kızlarından biri ile evlenip, yıllarca onun koyunlarını güttü.
Birkaç yıl sonra öz vatanına geri dönmeye karar verip, ailesini alarak hazırladığı erzakla birlikte Mısır’a yöneldi. Yolculuk esnasında Tur-i Sina’ya ulaştığı zaman yüce Allah tarafından peygamber olarak seçilip, firavunu tevhit dinine davet etmekle, İsrail oğullarını Kıptîlerin ellerinden kurtarmakla ve kardeşi Harun’u veziri yapmakla görevlendirildi.
Ancak görevini duyurduktan ve ilahî mesajı açıkladıktan sonra, puta tapan ve aynı zamanda kendini rab olarak tanıtan firavun, onun peygamberliğini kabul etmedi ve İsrail oğullarının özgür olmalarına karşı çıktı. Musa (Aleyhisselam) yıllarca insanları tevhit dinine davet etmesine ve birçok mucize göstermesine karşın; firavun ve yandaşları tepki olarak inatçılıktan ve düşmanlıktan başka bir şey göstermediler.
Nihayet Musa (Aleyhisselam) Allah’ın emriyle İsrail oğullarına hicret etmelerini emredip, geceleyin Mısır’dan ve Sina çölünden kaçmalarını sağladı. Kızıl denize ulaştıkları zaman olaydan haberdar olan firavun da onları takip ederek arkalarında geldi. Musa (Aleyhisselam) mucize yaparak denizi ortadan ikiye ayrılmasını sağlayıp kavmini sudan geçirdi. Ancak firavun ve ordusu denizin içinde boğuldular.
Bu olaydan sonra yüce Allah Tevrat’ı Musa’ya (Aleyhisselam) nazil kılarak şeriat kelimesini İsrail oğulları arasına yerleştirdi.
4-Hazreti İsa Mesih (Aleyhisselam)
Hazreti İsa (Aleyhisselam) Ulu’l Azim peygamberlerin dördüncüsüdür. İlahî bir kitap ve şeriat sahibi idi. İsa (Aleyhisselam) olağan üstü bir şekilde dünyaya gelmiştir. Çok takvalı ve iffetli bir kadın olan annesi Meryem, mukaddes evde ibadetle meşgul iken yüce Allah tarafından Ruh-ul Kudüs nazil olarak, ona İsa’nın dünyaya geleceği müjdesini verdi ve Meryem İsa’ya hamile kaldı.
İsa (Aleyhisselam) dünyaya geldikten sonra, insanların annesine yapmış oldukları iftiralar karşısında beşikte iken konuşmaya başladı ve annesinin masumiyetini savundu. Kendisine peygamberlik ve kitap verileceğini insanlara bildirdi.
Sonra gençlik döneminde insanları hak dine davet etmeye başladı. Musa’nın (Aleyhisselam) dinini çok az bir değişiklikle diriltti. Dostları olan Havarileri tebliğci olarak çeşitli bölgelere gönderdi.
Daveti her tarafa yayıldıktan bir süre sonra, Yahudiler onu öldürm istediler. Ancak yüce Allah onu kurtararak Yahudiler başka birini onun yerine tutuklayıp astılar.
Şu nükteyi hatırlatmak gerekir ki; yüce Allah Kur-anı kerimde İsa’ya (Aleyhisselam) ilahî bir kitap olan İncil’in nazil olduğunu ve ölümünden sonra ona nispet verilen İncillerden ayrı olduğunu açıklamaktadır. Hıristiyanlar arasında Luka, Markas, Matta ve Yuhanna olmak üzere dört İncil resmî olarak tanınmaktadır.
Dipnotlar
--------------------------------------
1-Maide: 43-48
2-Hadid: 4
3-Enfal: 47
4-Hud: 111
5-Al-i İmran: 19 (????? ???????? ????? ??????? ??????????)
6-Bakara: 213
7-Şura: 13
8-Ğafir: 78
9-Yunus: 47
10-Rad: 7
11-Saffat: 79
12-Mısır'da padişahlara firavun denir.
1
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT

5-Hazreti Muhammed b. Abdullah (Sallellahu aleyhi ve alihi)
İslam’ın yüce peygamberi, yüce Allah’ın insanları doğru yola iletmek için gönderdiği en son peygamberdir.
On dört asır önce insanlık dünyası, tevhit dininin adından başka bir şeyi kalmadığı, insanların Allah’a kulluk yapmaktan ve Allah’a iman etmekten uzaklaştıkları, insaniyet edeplerinin ve toplumsal adaletin yok olduğu, Allah’ın evi put haneye ve İbrahim’in (Aleyhisselam) tevhit dininin vatanı olan Arabistan yarımadası da puta tapıcılık merkezine dönüştürüldüğü bir halde yaşamakta idiler.
Arapların yaşantısı kabile yaşantısı şeklinde idi. Hatta Hicaz, Yemen v.b. gibi birkaç bölgede yer alan şehirler bile kabile törelerine göre yönetiliyorlardı.
Arap kabileleri olabilecek en kötü koşullar ve şartlar altında yaşamaktaydılar. Kültürlü olmaları gerekirken iffetsizlik, ayyaşlık, içki, kumar v.b. gibi şeyler aralarında çok yaygın bir hale gelmişti. Kızlarını diri diri toprağa gömüyorlardı. İnsanların birçoğu yaşamlarını hırsızlık, eşkıyalık, cinayet, başkalarının mallarını ve hayvanlarını yağmalamakla geçiriyordu. Kan dökmek ve zulüm etmek, iftiharların en büyüğü olarak değerlendiriliyordu.
Yüce Allah işte böyle bir ortamda Peygamber Efendimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) dünyayı ıslah edip insanları doğru yola iletmesi için seçip gönderdi. İçinde ilahî maarifler, semavî itikatlar, adalet, öğüt ve ibret bulunduran Kur-anı ona nazil kıldı. Peygamberimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) ilahî bir belge ışığında insanları insaniyete ve hakkı izlemeye davet etmesi için görevlendirdi.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) 570. miladi yılında (hicretten 53 yıl önce) Mekke şehrinde Arapların en asaletli ve en şerefli ailesi olarak değerlendirilen bir aile içinde dünyaya geldi.
Annesinden doğmadan önce babası vefat etti. Altı yaşında iken de annesini kayıp etti. İki yıl sonra ise dedesi Abdulmuttalip öldü. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) amcası Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) babasının sorumluluğu altına girdi.
Ebu Talip, Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendi çocuklarından biriymiş gibi saygıyla baktı. Hicretten birkaç yıl öncesine kadar her zaman onu korumak için çok çaba sarf etmiştir. Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) yapılan saygısızlara hiçbir zaman hoşgörü göstermemiştir.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) ders okumamıştı. Mekke dışında süt annesinin kabilesinin içinde ve ondan sonra da Mekke’de dedesinin ve amcasının evinde yaşamıştır. Ergenlik çağına yakın bir dönemde ticarî bir kervanla Şam’a yolculuk yaptı. Söz konusu olan yolculukta rahip Bahira onu görüp, peygamber olacağının haberini verdi ve yanındakilere onun hakkında bazı tavsiyelerde bulundu.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hayata atıldığı ve insanlarla muaşeret etmeye başladığı ilk günden itibaren, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik, esenlik v.b. gibi hoş sıfatlarla tanınmaya başlandı. İnsanların katında “Muhammed-ul Emin” lakabıyla meşhur oldu. Böylece büyük bir servete salip olan Mekke hanımefendilerinden biri (Hatice-i Kübra) onu işlerinin başına getirdi. Çok geçmeden evlilik teklifinde de bulundu ve Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) ile evlendi.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) risaletten önce puta tapan bir toplum içinde yaşamasına karşın; hiçbir zaman putlara ibadet etmemiştir ve yalnızca bir olan Allah’a kulluk etmiştir. Ara sıra Mekke yakınlarındaki Hira dağında olan mağaraya gidip, insanların gürültüsünden uzakta yaratıcısına münacatta bulunurdu.
Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) mübarek ömrünün kırk yılını bitirdikten sonra, yüce Allah tarafından risalet makamına seçilip, peygamber unvanına sahip olarak kendisine Kur-anın ilk suresi (Alak suresi) nazil oldu ve insanları dine davet etmekle görevlendi. Peygamberliğin başlangıcında daveti gizli bir şekilde yapmakla görevlendi.
Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) iman eden ilk kişi, onun evinde yaşayan ve bizzat kendisinin terbiyesini gören Ali b. Ebi Talip (Aleyhisselam) idi. Ondan sonra Hatice-i Kübra Müslümanlıkla şereflendi. Bir süre bu iki değerli kimse peygamberimizle (Sallellahu aleyhi ve alihi) birlikte namaz kıldılar. Öteki insanlar ise küfür içinde yaşamaktaydılar. Bir müddet sonra insanların bir kısmı iman etti.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) üç yıl sonra daveti alenî bir şekilde yapmakla ve ilk olarak akrabalarına açıklamakla görevlendi.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu emre itaat ederek en yakın akrabalarını davet etmekle işe başladı. Risaletini onlara açıklayıp ilk kabul edecek olan kişinin kendisinin vasisi, halifesi ve veziri olacağını müjdeledi. Bu teklifi üç defa tekrar etti. Ali (Aleyhisselam) dışında hiçbir kimse ona cevap vermedi. Ali (Aleyhisselam) üç defa ayağa kalkarak, bu öneriyi kabul etmeye hazır olduğunu ilan etti. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu davranışından ötürü onu teşvik edip, kendi yerine geçireceğinin sözünü verdi. Nihayet toplantıda bulunan kişiler ayağa kalkarak, Ebu Talip ile alay edip şöyle dediler: “Bundan sonra artık kendi çocuğuna itaat etmelisin.” Sonra oradan ayrıldılar.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu olaydan sonra alenî ve genel davete başladı. Ancak insanlar tarafından meydana gelen inanılmaz bir direniş ve inatçılıkla karşı karşıya kaldı. Mekke halkı vahşice davranışlarla ve puta tapıcılıktan dolayı sahip oldukları alışkanlıklarla düşmanlık etmeye başladılar. Peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve ona iman edenlere ellerinden geldiği kadar eziyet, zulüm, alay ve işkence yaptılar. Günden güne cehaletlerini ve inatçılıklarını artırdılar.
İnsanların baskısı ve zulmü arttıkça, peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) daveti konusundaki direnişi ve sabrı bu tür sıkıntılar karşısında daha da belirgin olmaya başlamıştı. Kesinlikle davetini yapmaktan çekinmiyordu. Dolayısıyla yavaş yavaş Müslüman olanların sayısı artmaya başlamıştı.
Ara sıra kafirler davetinden vazgeçmesi veya (kendi Allah’ına davet edip) en azından onların ilahlarına karışmaması karşılığında, peygamberimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) çok etkili tekliflerde bulunup birçok mal vermeyi, servetlerin en büyüğünü amade kılmayı, yönetici yapmayı v.b. gibi önerilerde bulunuyorlardı.
Ancak peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) onların önerilerini ret edip, insanlara ilahî sorumluluğunu uygulayacağı ve dinî davetini sürdüreceği hususundaki katî kararını ilan etti.
Kafirler bu yolla bir şey yapamayacaklarını anlayınca tekrar baskılarını artırıp, işkencelerini ve ara sıra ölümle sonuçlanan zulümlerini Müslümanlara yönelttiler. Kafirler yalnızca peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) amcası, Haşim oğullarının lideri ve onun koruyucusu olan Ebu Talip’e göstermiş oldukları saygıdan dolayı onu öldürmekten kaçınıyorlardı. Ancak bu saygı öteki zulümlerin ve işkencelerin önünü alamıyordu.
Bir süre sonra Müslümanların işi daha da zorlaştı. Artık şartlar çok zorlaşmıştı. Dolayısıyla peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendisine iman edenlerin Habeş’e hicret edip kavimlerinin yapmış olduğu zulümlerden ve işkencelerden güvende olabilmelerine izin verdi. Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) kardeşi ve Ebu Talip’in oğlu (aynı zamanda peygamberin en yakın dostu) olan Cafer’in liderliğinde bir grup aileleriyle birlikte Habeşistan’a hicret ettiler.
Mekkeli kafirler Müslümanların hicretinden haberdar olduktan sonra Habeşistan kralına iki tane elçi gözetimi altında bir çok hediye ve armağan gönderip, Mekkeli muhacirlerin geri verilmesini istediler. Ancak Cafer b. Ebi Talip kralın huzurunda açıklamış olduğu beyanat ile peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) şahsiyetini ve engin İslamî esasları krala, Hıristiyan keşişlere ve orada bulunan ülke yöneticilerine tebliğ etti. Meryem suresinden de birkaç ayet okudu. Cafer’in samimi açıklamaları çok çekici idi. Kralın ve toplantıdakilerin ağlamalarına neden olmuştu.
Kral Mekkeli müşriklerin isteğine olumsuz bir cevap verdi. Göndermiş oldukları hediyeleri ve armağanları ret etti. Oraya gelen Müslümanların rahat edebilmeleri için gerekli olan ortamın hazırlanmasını emretti.
Mekkeli kafirler bu olaydan sonra kendi aralarında peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) akrabaları olan Haşim oğulları ile irtibatı kesecekleri ve alış veriş yapmayacakları hususunda bir anlaşma yaptılar. Bu konu hakkında bir de ahitname yazıp altına imza attıktan sonra Kabe’nin duvarına astılar.
Peygamberimizle (Sallellahu aleyhi ve alihi) birlikte olan Haşim oğulları Mekke’den çıkıp “Ebu Talip Vadisi” diye meşhur olan vadilerden birine sığınmak zorunda kaldılar. Dolayısıyla zor şartlar altında aç susuz bir halde yaşamaya başladılar.
Bu süre içinde hiçbir kimse Ebu Talip vadisinden dışarı çıkmaya cesaret edemiyordu. Günleri kavurucu sıcaklarla, geceleri kadınların ve çocukların feryatlarıyla perişan bir halde geçiriyorlardı.
Üç yıl sonra kafirler ahitnamenin yok olmasından ve öteki kabilelerden görmüş oldukları kınamalardan dolayı anlaşmalarından vazgeçmek zorunda kaldıkları için Haşim oğulları Ebu Talip vadisinden dışarı çıktılar.
Ancak aynı günler içinde peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) tek koruyucusu olan Ebu Talip ve eşi Hatice-i Kübra vefat ettiler. Davet yapmak peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) için daha da zoru bir hale gelmişti. Artık insanların arasına çıkma veya birileriyle görüşme ya da belirli bir yerde durma gücü tamamen yok olmuştu. Can güvenliği diye bir şey de kalmamıştı.
Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Taif’e Yolculuğu
Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve Haşim oğullarının Ebu Talip vadisinden dışarı çıktıkları yıl, risaletin on üçüncü yılı idi. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) aynı günler içinde Taif’e (Mekke’ye yaklaşık yüz kilometre uzaklıkta olan bir şehir) bir yolculuk yapıp, oranın halkını İslam’a davet etti. Ancak şehrin cahil insanları bir araya gelip ona hakaret ettiler ve onu taşladılar. Nihayet şehirden dışarı çıkardılar.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Taif’ten Mekke’ye geri dönüp bir süre orada kaldı. Hiçbir şekilde can güvenliği olmadığı için insanlara görüşmüyordu. Mekke’nin ekabirleri de onu ortadan kaldırma şartları müsait bir hale geldiği için meclis konusunda olan Dar-un Nedve adını verdikleri yerde gizlice toplanıp, peygamberimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) öldürmek amacıyla bir plan kurdular.
Söz konusu olan plan şu şekilde gerçekleşecekti: Arap kabilelerinin her birinden bir kişi seçilecek ve seçilen kişiler topluca peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) evine saldırıp onu öldürecekler. Kuşkusuz her kabileden birer kişi katılmasının nedeni peygamberimizin kabilesi olan Haşim oğullarının intikam almak amacıyla kıyam edip cinayete sebep olan kişilerle savaşmalarını önlemekti.
Aynı şekilde cinayet olayına Haşim oğullarından da bir kişinin katılması, Haşim oğullarının bir şey söylemesine engel olacaktı.
Netice olarak bu karar kesinleşti. Çeşitli kabilelerden yaklaşık kırk kişi peygamberimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) öldürmek için aday oldular. Karanlıktan yararlanarak kavmin kararını uygulamak amacıyla gece yarısı evi kuşatma altına aldılar.
Ancak ilahî irade, kavmin irade ve isteğinin üzerinde idi. Onların tezgahlarını yok etti. Yüce Allah peygamber efendimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) vahiy göndererek kavmin kararından haberdar edip, geceleyin Mekke’den dışarı çıkmasını ve Medine’ye hicret etmesini emretti.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Ali’yi (Aleyhisselam) olaydan haberdar edip, gece kendisinin yatağına yatmasını emretti. Ali’ye (Aleyhisselam) bir takım emanetler verdi. Sonra geceleyin evden dışarı çıktı. Yolda Ebu Bekir’i görünce onu da yanına aldı ve Medine’ye doğru yola düştü.
Medine’nin ileri gelenlerinin bir kısmı peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicret etmeden önce Mekke’de iken onunla görüşüp ona iman etmişlerdi. Aynı zamanda eğer peygamber (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’ye gelirse kendi canlarını ve namuslarını korudukları gibi onu da koruyacakları ve savunacakları hususunda söz vermişlerdi.
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’ye Hicreti
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) gece Mekke yakınlarında olan Sevr dağındaki mağaraya ulaştı ve üç gün bu mağarada gizlendi. Üç gün sonra mağaradan dışarı çıkıp Medine’ye ulaşıncaya kadar yolculuğuna devam etti. Medine halkının coşkulu karşılamasıyla karşılandı. (Medine o günlere kadar Yesrib olarak tanınmaktaydı. Ancak peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) oraya hicret ettikten sonra Medinet-ur Resul olarak adlandırıldı.)
Öte taraftan peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) evini gece kuşatma altına alan Mekkeli kafirler ise sabaha doğru evin içine girip, peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) yatağına doğru koştular. Ancak onun yerine Ali’yi (Aleyhisselam) buldular. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) dışarı çıktığını anlar anlamaz Mekke etrafındaki bölgelerde onu aramaya başladılar. Uzunca bir süre aradıktan sonra umutsuz bir halde Mekke’ye geri döndüler.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’ye yerleştiler. Medine halkı İslam dininin kabul etti. Medine şehri İslam elbisesine bürünüp, İslam’ın ilk şehri unvanına sahip oldu. Kuşkusuz şehir halkının üçte birini oluşturan ve münafık olan Medineli Araplar, çoğunluğun korkusundan dolayı Müslüman olduklarını ilan ettiler.
İslam güneşi Medine’nin bulutsuz gökyüzünde parlayıp, nurunu etrafa yaymaya başlamıştı. Evs ve Hazrec olmak üzere iki büyük taife arasında yıllardır süren birinci derecedeki savaş hali barışa dönüşmüştü. Medine halkının müminleri olan Ensar, mumun etrafında dönen kelebekler gibi; risaletin (peygamberimizin) etrafında dönmeye başladılar. Medine etrafında olan kabileler arka arkaya Müslüman oldular. İslam’ın ilahî hükümleri peş peşe nazil olup uygulanmaya başlandı. Her gün insanlar arasında var olan fesat köklerinden biri sökülüp, yerine takva ve adalet yerleştirildi. Mekke’de olup peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretinden sonra ağır işkencelere ve zulümlere maruz kalan Müslümanlar yavaş yavaş evlerini ve mallarını terk ederek Medine’ye doğru hicret ettiler ve Ensar’ın samimi ev sahipliği ile karşılaştılar.
Medine’de, etrafında, Hayber’de ve Fedek’de bulunan birçok Yahudi taifesinin alimleri ve bilginleri, peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hakkında Araplara müjdeler vermekteydiler. Hakikatte Medine halkının iman etme nedenlerinden biri de Yahudi alimlerinden duydukları ve peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) özelliklerine uyan müjdeler ve alametler idi. Ancak adı geçen Yahudi taifeleri hicretten sonra İslam’a davet edildikleri vakit, daveti kabul etmeyip İslam dininden yüz çevirdiler. Dolayısıyla İslam ile Yahudiler arasında özel koşullar altında barış anlaşması yapıldı.
İslam dininin hızlı ilerleyişi Mekkeli kafirleri çok rahatsız ediyordu. Kinleri ve öfkeleri peygamber efendimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve Müslümanlara karşı her gün biraz daha artıyordu. Dolayısıyla onları yok etmek için bahane arıyorlardı. Müslümanlar da (özellikle Muhacir) kafirler hakkına çok kötü anılara sahiptiler. Bundan dolayı zalim kafirlere yapmış olduklarının cezasını verip, Mekke’de onların zulümleri ve işkenceleri altında yaşayan kadınları, çocukları ve yaşlıları kurtarmak için ilahî izin beklentisi içinde idiler.
Bedir Savaşı
Sonunda hicretin ikinci yılında Müslümanlar ile Mekkeli kafirler arasında Bedir bölgesinde ilk savaş gerçekleşti. Bu savaşta kafirler tam teçhizatlı ve donanımlı bir şekilde bin kişi idiler. Müslümanlar ise askerî donanımdan, yiyecek ve içecekten yoksun bir halde onların üçte biri kadar idiler. Ancak ilahî lütuf sayesinde Müslümanlara büyük bir zafer nasip oldu. Böylece kafirleri yenmiş oldular.
Bu savaşta kafirlerden, yarısı Ali’nin (Aleyhisselam) kanlı kılıcıyla olmak üzere yetmiş kişi öldürüldü. Yetmiş kişiyi de esir olarak verdiler. Geriye kalanlar ise bütün teçhizatlarını ve donanımlarını bırakıp Mekke’ye kaçtılar.
Uhut Savaşı
Hicretin üçüncü yılı Mekkeli kafirler Ebu Süfyan’nın liderliğinde üç bin kişiyle birlikte Medine’ye doğru hareket ettiler. Medine’nin dışında yer alan Uhut çölünde Müslümanlarla karşı karşıya geldiler. Bu savaşta peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) yedi yüz Müslüman ile birlikte düşman karşısına çıktı.
Savaşın başlangıcında Müslümanlar galip durumda idi. Ancak bir süre sonra Müslümanların bazılarının hata yapmalarından dolayı İslam ordusu yenilmeye başladı. Kafirler her taraftan saldırıp Müslümanları kılıçtan geçirdiler.
Bu savaşta peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) amcası Hamza ile birlikte geneli Ensar’dan olan yaklaşık yetmiş kişi şehit oldu. Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) alnı yaralandı ve mübarek ön dişlerinden biri kırıldı. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) omzuna bir darbe vuran kafirlerden birinin “Muhammedi öldürdüm” diye feryat etmesinden dolayı İslam ordusu dağıldı ve yalnızca Ali (Aleyhisselam) ile birkaç Müslüman peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) yanında kaldılar. Ali (Aleyhisselam) dışında hepsi şehit oldu. Ali (Aleyhisselam) ise savaşın sonuna kadar direniş gösterip peygamberimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) korudu.
İslam ordusunun içinden kaçanlar son gün tekrar peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) etrafında toplanıp savaşmak istediler. Ancak düşman ordusu o ana kadarki başarılarını ganimet sayıp savaşmaktan vazgeçerek Mekke’ye doğru hareket ettiler.
Kafirlerin ordusu birkaç fersah gittikten sonra, savaşı fetihle sonuçlandırmadıkları, Müslümanların kadınlarını ve çocuklarını esir almadıkları, mallarını yağmalamadıkları için çok pişman oldular. Netice olarak tekrar Medine’ye saldırma konusunda birbirleriyle konuşmaya başladılar. Ancak İslam ordusunun savaşmak amacıyla kendilerinin peşine düştüğü haberini aldılar. Bu haberi duyar duymaz korkup, Medine’ye dönmekten vazgeçerek hızlı bir şekilde Mekke’ye geri döndü-ler.
Gerçekten de böyle idi. Zira peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Allah’ın emriyle savaşta zarar görenlerden bir ordu oluşturup, Ali’nin (Aleyhisselam) önderliğinde kafirlerin peşinden göndermişti.
Bu savaşta Müslümanlar ağır kayıplar vermelerine karşın; hakikatte Müslümanların lehine sonuçlanmıştı. Özellikle iki taraf savaşı bıraktıkları zaman birbirlerine bir sonraki yıl Bedir’de yeniden savaşmak üzere söz verdiler. Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bir grup sahabeyle birlikte vaat edilen gün Bedir’e geldiler; ancak kafirler gelmediler.
Bu savaştan sonra Müslümanlar kendilerine çeki düzen verdiler. Mekke ve Taif bölgeleri hariç arap yarımadasının bütün bölgelerinde birçok ilerleme gösterdiler.
Hendek Savaşı
Arap kafirlerin peygamber efendimizle (Sallellahu aleyhi ve alihi) yaptıkları üçüncü savaş ve Mekke halkının önderliğinde gerçekleşen şiddetli son çarpışma, Hendek ve Hizipler savaşı olarak adlandırılmaktadır.
Uhut savaşından sonra başlarında Ebu Süfyan’ın yer aldığı Mekke önderleri peygamber efendimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) son darbeyi vurup, İslam nurunu bütünüyle söndürmeye karar verdiler. Bundan dolayı arap kabilelerini tahrik edip, kendilerine yardım etmeleri için çağrıda bulundular. Yahudi grupları da İslam ile barış anlaşması yapmalarına karşın; gizlice bu birleşmeyi desteklemeye başladılar. Nihayet anlaşmalarını bozup kafirlerle işbirliği yaptılar.
Netice olarak hicretin beşinci yılında Kureyş’ten, çeşitli arap kabilelerinden ve Yahudi gruplarından oluşan tam teçhizatlı bir ordu Medine’ye doğru hareket etti.
Düşmanların kararından haberdar olan peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) sahabesine danıştı. Uzun süren konuşmalardan sonra sahabelerden biri olan Salman-ı Farsi’nin önerisiyle Medine şehrinin etrafına hendek kazıp şehrin içine sığınmaya karar verdiler. Düşman ordusu Medine’ye ulaşınca şehre girebilecek herhangi bir yol bulamadı. Çaresiz bir şekilde şehri kuşatmak zorunda kaldılar. Böylece savaşmaya başladılar. Savaş ve kuşatma bir süre bu şekilde sürdü.
Bu savaşta Arapların en cesur ve en meşhur kahramanlarından biri olan Amr b. Abddud, Ali’nin (Aleyhisselam) eliyle öldürüldü.
Nihayet rüzgar, soğuk, yorgunluk v.b. gibi etkenlerden dolayı Araplar ile Yahudiler arasında ihtilaf çıktı ve kuşatma kalktı. Böylece kafirlerin ordusu Medine etrafından dağılmak zorunda kaldılar.
Yahudilerle Yapılan Savaş ve Hayber Savaşı
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Allah’ın emriyle, Hendek savaşının aslî tahrikçileri olup müşrikler ile işbirliği yapan ve Müslümanlar ile yaptıkları anlaşmaları açık bir şekilde bozan Yahudi gruplarını adı geçen savaştan sonra cezalandırmaya başladı. Onlarla yapmış olduğu savaşların hepsinden fetihle ve zaferle ayrıldı.
Bu savaşların en önemlisi Hayber savaşı idi. Hayber Yahudileri sağlam kalelere sahip idiler. Birçok savaşçı asker ve teçhizat bulundurmakta idiler.
Ali (Aleyhisselam) bu savaşta Yahudilerin ünlü pehlivanı Hayberli Merhab’ı öldürüp Yahudi ordusunu dağıttı. Ondan sonra kaleye doğru hareket edip kale kapısını yerinden sökerek İslam ordusuyla birlikte kalenin içine girdi ve fetih bayrağını onun tepesinde dalgalandırdı.
Hicretin beşinci yılında son bulan bu savaşlarla Arabistan Yahudilerinin işi bitirilmiş oldu.
Padişahların ve Kralların İslam’a Davet Edilişi
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretin altıncı yılında İran şahı, Rum kayseri, Mısır sultanı, Habeşistan Necaşisi v.b. gibi padişahlara ve krallara birçok mektup gönderip, onları İslam’a davet etti. Bir grup Hıristiyan ve Mecusi Müslüman oldu. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Mekkeli kafirlerle barış anlaşması yaptı. Kafirlerin Mekke’de yaşayan Müslümanlara zulüm etmemeleri ve İslam düşmanlarına yardım yapmamaları bu anlaşmanın şartlarından bazıları idi.
Ancak Mekkeli kafirler bir süre sonra anlaşmalarını bozdular. Dolayısıyla peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Mekke’yi fethetmeye karar verdi. Hicretin altıncı yılında on bin askerle birlikte Mekke’ye doğru hareket etti. Mekke’yi bir damla kan dökülmeden ve savaşmadan fethetti. Kabe’nin içinde yer alan birçok putu kırdı. Mekke halkının geneli Müslüman oldu. Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendisine ve dostlarına yirmi yıl içinde birçok düşmanlık gösteren ve insanlık dışı davranışlar yapan Mekke önderlerini huzuruna çağırdı. Ancak sinirlenmeden ve kızmadan büyük bir olgunlukla hepsini bağışladı.
Huneyn Savaşı
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Mekke’yi fethettikten sonra, Taif şehrinin de içinde yer aldığı etraftaki bölgeleri (şirkten) arındırmaya koyuldu. Araplar ile içlerinde Huneyn savaşının da yer aldığı birçok savaş yaptı.
Huneyn savaşı, peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) önemli savaşlarından biridir. Bu savaş Huneyn vadisinde Mekke’nin fethinden bir süre sonra Hevazun kabilesine karşı gerçekleştirildi. Savaşçı on iki bin askere sahip olan İslam ordusu, birkaç bin kişilik süvari birliğine sahip olan Hevazun ordusunun karşısında yer aldı. İki ordu arasında çok şiddetli bir çarpışma gerçekleşti.
Hevazun savaşın başlangıcında Müslümanlara çok ağır bir yenilgi tattırdı. Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) önünde İslam bayrağını elinde bulundurup savaşan Ali (Aleyhisselam) ve birkaç sahabe dışında herkes savaştan kaçtı. Ancak birkaç saat sonra, önce Ensar, ondan sonra öteki Müslümanlar, kendi yerlerine geri döndüler. Yapmış oldukları şiddetli savaştan sonra düşmanı yenilgiye uğrattılar.
Bu savaşta İslam ordusunun eline beş bin esir geçti. Ancak peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) emriyle Müslümanlar esirlerin hepsini özgür bıraktılar. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) razı olmayan birkaç kişiden ise parayla satın alıp onları da özgür kıldı.
Tebük Savaşı
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretin dokuzuncu yılında Rumlar ile savaşma kastıyla Tebük için bir ordu hazırladı. Zira Rum kralının adı geçen bölgede Rumlardan ve Araplardan oluşan bir ordu hazırladığı duyulmuştu. Rumlarla daha önce yapılan Mute savaşı da adı geçen bölgede gerçekleşmişti. Mute savaşında Cafer b. Ebi Talip, Zeyd b. Harise ve Abdullah b. Ravaha başta olmak üzere birçok İslam kahramanı şehit olmuşlardı.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) üç bin kişilik bir ordu ile Tebük’e doğru yöneldi. Ancak İslam ordusu Tebük bölgesine ulaştığı zaman orada bulunan (düşman ordusuna ait ) grup dağıldı. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) üç gün Tebük’de bekledikten ve etraftaki bölgelerle ilgilendikten sonra Medine’ye geri döndü.
İslam’ın Öteki Savaşları
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Medine’de yaşadığı on yıl içinde açıklanan savaşlar dışında irili ufaklı yaklaşık seksen savaş daha yapmıştır. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu savaşların dörtte birine bizzat kendisi de katılmıştır.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) katılmış olduğu savaşlarda öteki komutanlar gibi karargahta yer alıp emir vermek ve savaşı yönetmek yerine kendisi de düşman askeriyle omuz omuza çarpışmıştır. Ancak söz konusu olan savaşların hiçbirinde hiçbir kimseyi öldürmemiştir.
Vefat
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretin onuncu yılında Allah’ın evini ziyaret etmeye gitti ve hac amellerinin nasıl yapılacağını insanlara öğretti. Medine’ye geri dönerken Ğadir-i Hum bölgesinde on binlerce insanın arasında Ali’yi (Aleyhisselam) kendisinin halifesi ve ümmetin yöneticisi olarak belirledi. Medine’ye geri döndükten bir süre sonra fani dünyadan göçüp gitti.
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Özellikleri Hakkında Birkaç Nükte
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) engin ahlakı hususunda dost düşman bütün insanların parmaklarıyla gösterdikleri bir örnek idi. İnsanlara güzel bir şekilde oturup kalkma, güler yüzlülük, sabır, alçak gönüllülük, metanet, vakar v.b. gibi sıfatlar konusunda benzersiz idi. Zalim düşmanlardan ve cahil dostlardan görmüş olduğu eziyetler ve sıkıntılar karşısında hiçbir zaman kaşlarını eğmeyip rahatsızlığını belirtmemiştir. Çocuklara, kadınlara ve kölelere selam verme konusunda her zaman önce davranırdı. Yüce Allah tarafından dini öğretileri duyurmakla ve insanları doğru yola iletmekle görevlendiği günden itibaren bir an bile olsa vazifesini yerine getirme hususunda gaflet etme-miştir. Yorgunluk bilmeyen gayretinden dolayı bir an dahi olsa otur-mamıştır.
Hicretten önce Mekke’de bulunduğu on üç yıllık dönemde arap müşrikleri tarafından kaynaklanan acımasız zulümler karşısında sürekli Allah’ın dinini duyurmakla ve Allah’a ibadet etmekle meşgul olmuştur. Hicretten sonraki on yıllık dönemde ise din düşmanları tarafından oluşturulan ve günden güne artan sorunlara ilave olarak, Yahudilerin ve münafıkların karışıklık çıkarmalarına karşın; şaşırtıcı bir şekilde dinî öğretileri ve İslamî kanunları insanlara duyurdu. İslam düşmanlarıyla seksenden daha fazla savaş yaptı.
O dönemde Arap yarımadasının tamamını kapsayan Müslümanların işlerini yönetme sorumluluğuna ilave olarak, insanların özel ve şahsi şikayetlerini de dinleyip ihtiyaçlarını bizzat kendisi gidermeye çalışmıştır.
Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) cesareti ve kahramanlığı hususunda, zorbalıktan ve haksızlıktan başka bir şey bilmeyen o günün insanları karşısında, tek başına hakka davet etmesini örnek göstermek yeterlidir. Zamanın zalimlerinden görmüş olduğu zulümler ve eziyetler, daveti konusunda zayıflamasına neden olmadı ve hiçbir savaştan da geri adım atmadı.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) çok çekici bir izzete sahipti. Özel hayatında fakirler gibi çok sade yaşardı. Onunla hizmetçiler ve köleler arasında zahirî bakımdan hiçbir fark görülmezdi. Eline geçen malların hepsini Müslüman olan fakirlere bağışlar, kendisi ve ailesi için de çok az bir miktarını alırdı. Bazen günler geçerdi; ancak evinin bacasından duman çıkmaz ve bir yemek bile pişmezdi. Özel yaşamında temizliğe ve güzel kokuya çok ilgi gösterirdi.
Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) tavırları asla değişmedi. Başlangıçta sahip olduğu tevazu ve alçak gönüllülüğe, hayatının sonunda da sahipti. Sahip olduğu değerli makamdan dolayı, kendisinin sosyal konumunu belli edecek herhangi bir değeri ön plana çıkarmamıştır. Kürsünün üzerine oturmamıştır. Sohbetlerde baş köşeyi kendine has kılmamıştır. Yürürken insanların önünde yürümezdi. Hiçbir zaman padişahlık ve krallık elbisesine bürünmemiştir.
Ara sıra sahabesi arasında sohbet ederken onu tanımayan kişiler onunla görüşmeye gelirlerdi; ancak onu zahirî bakımdan öteki insanlardan ayırt edemedikleri için oradaki topluluğa “Hanginiz Allah’ın resulüdür?” diye sorarlardı. Oradaki insanlar da peygamber efendimizi (Sallellahu aleyhi ve alihi) gösterirlerdi.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hayatı boyunca hiçbir kimseye kötü bir söz söylememiştir. Hiçbir zaman boş konuşmamıştır. Kahkaha ile gülmemiştir. Değersiz bir iş ve amel yapmamıştır. Düşünmeyi ve tefekkür etmeyi çok severdi. Sorunu olan kişilerin sorun-larını ve itirazı olan kişilerin itirazlarını sabırla dinleyip, güzelce ce-vaplarını verirdi. Hiçbir zaman hiçbir kimsenin sözünü kesmemiştir. Özgür düşünceyi öldürmezdi; ancak birbirine benzeyen yanlışları ayırt edip, yaranın üzerine merhem sürerdi.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) çok şefkatli ve çok merhametli idi. Problemlerden dolayı çok etkilenirdi; ancak problemi oluşturanları ve kötüleri cezalandırma konusunda kendini kaybetmezdi. Ceza kanunlarını uygulama konusunda yakın ile uzak ve tanıdık ile yabancı arasında asla ayrımcılık göstermezdi.
Ensar’dan olan birinin evinde gerçekleştirilen bir hırsızlık olayı konusunda bir Müslüman ve bir de Yahudi zanlı idi. Ensar’dan olan kalabalık bir grup onu huzuruna gelip, Müslümanların ve özellikle de Ensar’ın izzetini koruması için Yahudilerin alenî bir şekilde yaptıları düşmanlıkları da göz önünde bulundurarak Yahudi zanlıyı cezalandırmasını istediler; ancak peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hakkı (gerçeği) onların istedikleri şeyin aksine belirlediği için açıkça Yahudi zanlıyı savunup, Müslüman olan zanlıyı da mahkum ederek cezalandırdı.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) Bedir savaşında İslam ordusu saflarını düzenlerken, ötekilerden daha önde duran savaşçı askerlerden birinin karnına elinde bulunan sopayla geride durması için biraz dokundu. Savaşçı asker şöyle dedi: Ey Allah’ın Resulü! Allah’a yemin ederim ki, karnım ağrıdı, kısas yapmak gerekir. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) elinde bulunan sopayı ona verdi. Elbiseyi karnının üzerinden kaldırıp şöyle buyurdu: Kısasını uygula. Savaşçı adam koşarak gelip peygamberimizin karnını öptü ve sonra şöyle dedi: Ben bugün öldürüleceğimi biliyorum. Bundan dolayı mukaddes bedenine dokunmak istedim. Sonra düşmana saldırdı ve şehit oluncaya kadar kılıç salladı.
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Müslümanlara Olan Vasiyeti
Varlık alemindeki öteki üyeler gibi insanlık dünyası da değişikliklere mahkumdur. Aynı şekilde insanlar arasında görülen bir çok farklılıktan dolayı da çeşitli huylar ve farklı alışkanlıklar oluştuğu için insanların sürat ve yavaş, algılama ve kavrama, ezberleme ve unutma konularındaki yetenekleri de farklıdır. Bundan dolayı toplumlara hakim olan itikadî, geleneksel, kanunî v.b. gibi konular sağlam temeller üzerine kurulmayıp güvenilir imanlı koruyucuların ellerine teslim edilmezse, en kısa sürede değişerek bozulacak ve yok olup gideceklerdir. Görsel ve belgesel deneyimler bu meseleyi bize böyle göstermektedir.
Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) evrensel dini konusunda buna benzer tehlikeleri önlemek için sağlam bir senet olan Kur-anı kerimi ve salahiyetli koruyucular olan Ehli Beytini tanıtmıştır.
Nitekim Ehli Sünnet ve Ehli Beyt mezheplerinin tevatür olarak naklettikleri bir hadiste peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) defalarca şöyle buyurmuştur:
Ben, benden sonra aranızda Allah’ın kitabını ve Ehli Beytimi bırakıyorum. Bu ikisi asla birbirlerinden ayrılmazlar. Sizler bu ikisine sarıldığınız sürece asla sapıtmayacaksınız.
Kur-anı Kerim
Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) nübüvvet belgesi olarak tanıtıp, İslamî ilimlere dayalı esasların ve füruların karargahı olarak açıkladığı en büyük senet, adı Kur-anı kerim olan ilahî kitaptır.
Kur-anı kerim, peygamber efendimize (Sallellahu aleyhi ve alihi) izzet, azamet ve kibriya sahibi olan yaratıcı tarafından nazil olmuş ve böylece içerisinde saadet yolu gösterilmiş olan yüce Allah’ın kelamıdır.
Kur-anı kerim, insanlara uygulamalarıyla dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşacakları bir takım ilmî ve amelî bilgiler öğretmektedir.
Kur-anı kerim, peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) nübüvvet mucizesidir. Düşmanları her yönden aciz kılan hüccettir. Özür, mazeret, itiraz, münakaşa ve münazara yollarını kapatıp hedeflerini en açık şekilde ispat etmektedir.
Kur-anı kerim, belirtmiş olduğu hedefleri, körü kürüne taklit etmeye davet etmeksizin Allah’ın kendilerine vermiş olduğu mantıkla anlayabilecekleri sade bir anlatım tarzıyla açıklar. Kur-anı kerim, insanların fıtratları gereğince isteyerek veya istemeyerek derk ettikleri, kabul etmekten başka çarelerinin olmadığı ve itiraz etmelerinin olanaksız olduğu bir takım bilgileri hatırlatmaktadır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
إِنَّهُ لَقَوْلٌ فَصْل وَ مَا هُوَ بِالهَْزْل‏‏
Kuşkusuz o (Kur-an) ayırt eden bir sözdür. O kesinlikle bir şaka değildir.
Kur-anı kerimin açıklamış olduğu konular, delaletlerinin elverdiği ölçüde herkes için her zaman evrenseldir. Düşüncenin ve tefekkürün bütün yönlerini ihata edebileceği, gaflet ve ihmal bulunduran insanların sıradan sözleri gibi değildir. Kur-anı kerim, gizli ve açık her şeyi kuşatıp iyi ve kötü her şeyden haberdar olan yüce Allah’ın kelamıdır.
Bundan dolayı her Müslüman’a basiret gözünü açarak yukarıdaki iki ayeti kerimeyi hatırlayıp yüce Allah’ın kelamını evrensel ve ebedî olarak telakki etmesi farzdır. Başkalarının anladıkları ve söyledikleri şeylerle kanaat etmeyip, insanın tek sermayesi olan özgür düşünce kapısını kendi yüzüne kapatmaması da farzdır. (Kur-anı kerim özgür bir şekilde düşünebilme yeteneğini harekete geçirme konusunda bir çok tekitlerde bulunmaktadır.) Zira Allah’ın kelamı herkes için her zaman ayırt edeci bir söz ve canlı bir hüccettir. Dolayısıyla böyle bir kitap belli bir grubun anladıkları şeylerle sınırlı olmayacaktır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
* أَ لَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ ءَامَنُواْ أَن تخَْشَعَ قُلُوبهُُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَ مَا نَزَلَ مِنَ الحَْقّ‏ِ وَ لَا يَكُونُواْ كاَلَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَبَ مِن قَبْلُ فَطَالَ عَلَيهِْمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبهُُمْ وَ كَثِيرٌ مِّنهُْمْ فَسِقُون‏
Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun bir zaman geçince kalpleri katılaşmıştır. Onların birçoğu yoldan çıkan kimselerdir.
Kur-anı kerim insanlardan fıtratlarına başvurup hakkı kabul etmelerini istemektedir. Yani öncelikle hakkı kabul etmek için kendilerini kayıtlardan ve şartlardan arındırmaları gerekmektedir. Hak olarak görüp dünya ve ahiret hayırlarının kendisinde toplandığı şeyleri, şeytanî vesveselere ve nefsanî heveslere kapılmadan kabul etmek zorundadırlar.
Ondan sonra İslamî ilimleri canlı olan şuurlarına sunmalıdırlar. Eğer hak olduğunu anlayıp hakiki maslahatları ve rahatlıkları onları kabul edip uygulamada görürler ise, onlara teslim olmalıdırlar. Kuşkusuz insan, böyle bir durumda, insanî hayat metodu olup insanî bir toplumda uygulanan ve fıtrî içgüdüler tarafından onay gören kanunları isteyecektir.
Netice olarak insan, bir yerde maneviyattan, başka bir yerde maddiyattan esinlenen ve bazen akılla, bazen de nefsanî arzularla uyum sağlayan tezatlarla dolu bir metot üzere değil; bütün üyeleri ve organları tam anlamıyla insanî yapıyla (fıtratla) uyum sağlayan, zıtlıklardan ve tezatlardan uzak olan tek tip bir metot üzere olacaktır.
Yüce Allah Kur-anı kerimin sıfatları hakkında şöyle buyurmaktadır:
ِ يهَْدِى إِلىَ الْحَقّ‏ِ وَ إِلىَ‏ طَرِيقٍ مُّسْتَقِيم‏
Hakka ve dosdoğru yola iletir.
Yine şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ هَذَا الْقُرْءَانَ يهَْدِى لِلَّتىِ هِىَ أَقْوَمُ وَ يُبَشرُِّ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّلِحَتِ أَنَّ لهَُمْ أَجْرًا كَبِيرًا
Kuşkusuz ki bu Kur-an en doğru yola iletir. İyi ameller işleyen müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.
Başka bir ayette de İslam dininin güçlü olmasının nedenini, insan fıtratıyla uyum içinde olması olarak göstermektedir. Zira açık olduğu üzere insanın fıtrî isteklerine ve hakiki ihtiyaçlarına cevap veren bir metot, insanı en güzel şekilde mutlu kılacaktır.
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَتَ اللَّهِ الَّتىِ فَطَرَ النَّاسَ عَلَيهَْا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَ لَكِنَّ أَكْثرََ النَّاسِ لَا يَعْلَمُون‏
Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah’ın insanları kendisi üzere yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme olmaz. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yine şöyle buyurmaktadır:
كِتَبٌ أَنزَلْنَهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَتِ إِلىَ النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلىَ‏ صِرَطِ الْعَزِيزِ الحَْمِيد
(Bu Kur-an) Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip ve övgüye layık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.
Kur-anı kerim, insanları aydın olan ve hedefi açıkça gösteren bir metoda davet etmektedir. Söz konusu olan metot, insanın fıtrî isteklerine, hakiki ihtiyaçlarına cevap veren ve aklın verdiği hükümlerle uyum içinde olan bir metot olmak zorundadır. Söz konusu olan metot ise, adına İslam denilen fıtrî dindir.
Ancak bireylerin veya toplumların nefsanî arzularına göre oluşturulan bir metot; aynı şekilde atalardan ve babalardan alınıp körü körüne taklit edilen bir metot; aynı şekilde geri kalmış bir milletin uygar bir milletten araştırmadan, aklın hükümleriyle karşılaştırmadan, onların yanında buldukları şeyleri soru sormadan aldıkları bir metot; karanlıklar içine gömülmekten başka bir şey değildir. Hakikatte böyle bir metodu izlemek, hedefe ulaşma konusunda garantisi olmayan bir metodu izlemek demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
أَ وَ مَن كاَنَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَهُ وَ جَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشىِ بِهِ فىِ النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فىِ الظُّلُمَتِ لَيْسَ بخَِارِجٍ مِّنهَْا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَفِرِينَ مَا كاَنُواْ يَعْمَلُون‏
Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları şeyler böyle süslü gösterilmiştir.
Peygamber Efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) Ehli Beyti
Lügat ve halk diline göre; bir erkeğin evinin içinde onun sorumluluğu altında yaşayan kadın, oğlan, kız gibi bireylerden oluşan küçük toplum organına Ehli Beyt ve aile denir.
Ehli Beyt kelimesi bazen daha genelleşerek anne, baba, kardeş, kızkardeş, evlat, amca, hala, teyze, dayı ve bunların çocukları içine alan yakın akrabalar hakkında kullanılmaktadır.
Ancak kitaba ve sünnete göre “Peygamber Ehli Beyti” ile kast olunan şey bu iki geleneksel anlamın dışındadır. Zira Ehli Sünnet ve Ehli Beyt mezheplerinin naklettikleri mütevatir rivayetlere göre; “Ehli Beyt” Peygamber Efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) , Hazreti Ali (Aleyhisselam) , Hazreti Fatıma (sa), Hazreti Hasan (Aleyhisselam) ve Hüseyin (Aleyhisselam) ile özelleşen bir isimdir. Dolayısıyla peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) aile halkı ve akrabaları lügat ve geleneksel bakımdan onun ehli beyti sayılmalarına karşın; söz konusu olan Ehli Beyt değildirler. Hatta peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) en değerli eşi ve Hazreti Fatıma’nın (sa) annesi Hazreti Hatice (sa), aynı zamanda iftiharların en büyüğüne sahip olan peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) küçük oğlu İbrahim (Aleyhisselam) de söz konusu olan Ehli Beyt’ten değildirler.
Dolayısıyla Ehli Beyt yalnızca on dört masum olmaktadır. “Peygamber Ehli Beyti” diye de peygamberimizden sonra on üç kişiye denir.
İslam’a göre Peygamber Ehli Beyti’nin bir çok faziletleri, menkıbeleri ve ulaşılması olanaksız olan makamları bulunmaktadır. Bu makamların en önemlisi şu ikisidir:
1- “Ey Ehli Beyt! Allah yalnızca sizden her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister.” ayeti kerimesi gereğince ismet ve taharet makamına sahiptirler. Bu makam gereğince hiçbir zaman günah işlememişlerdir ve işlemeyeceklerdir.
2- Bir önceki sayfalarda da değinildiği gibi; mütevatir bir şekilde nakledilen “İki ağır emanet” hadisi gereğince her zaman Kur-an ile birliktedirler. Hiçbir zaman Kur-an ile onlar arasına ayrılık girmez. Bundan dolayı Kur-anı kerimin anlamlarını ve dinî hedefleri anlama konusunda, hata ve yanlış yapmazlar.
Bu iki makam gereğince Ehli Beytin sözü ve davranışları öteki insanlar için hüccettir. Nitekim şia mezhebi de böyle iman etmektedir.
Dipnotlar
-----------------------------------
1-Tebük, Hicaz ve Şam bölgeleri arasında yer alan bir yer adıdır.
2-Bihar-ul Envar: 23/107-109, h. 8-13
3-Tarık: 12-13
4-Hadid: 16
5-Ahkaf: 30
7-İsra: 9
8-Rum: 30
9-İbrahim: 1
10-Enam: 122
2
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT

Genel Hatlarıyla Ehli Beytin (Aleyhimusselam) Özellikleri
Ehli Beyt (Aleyhimusselam), peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) eğittiği ve öğrettiği en mükemmel örneklerdir. Ehli Beytin özellikleri ise peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) özelliklerinin aynısıdır.
Kuşkusuz hidayet imamlarının (Aleyhimusselam) insanlarla iç içe oldukları iki yüz elli yıllık süre zarfında (peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefat ettiği hicretin on birinci yılından imam Mehdi’nin (Aleyhisselam) gizlilik döneminin başlangıcı olan hicretin iki yüz altmışıncı yılına kadarki geçen zaman diliminde) imanların (Aleyhimusselam) hayat tarzlarını çeşitli şekillerde gösteren birçok yaşam tarzı sergilenmiştir. Ancak peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) dinî esasları ve füruları değişikliğe uğramadan koruyup insanları eğitip öğretmek olan metodunu, hiçbir zaman terk etmemişlerdir.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) yirmi üç yıllık daveti boyunca, yaşam tarzının üç aşamasını kat etmiştir. Zira risaletin başlangıcındaki üç yıllık dönemde gizli bir şekilde davet yapmıştır. Ondan sonraki on yıllık dönem içinde alenî bir şekilde davet yapmıştır. Ancak kendisi ve dostları en ağır işkence ve zulüm koşulları altında yaşamaktaydılar. Toplumun ıslahı konusunda etkili olabilecek amel özgürlüğüne sahip değildiler. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretten sonraki on yıllık dönemde ise hedefi hakkı ve hakikati diriltmek olan bir ortamda idi. Dolayısıyla mukaddes İslam dini günden güne ilerlemeye devam ediyor, insanların yüzlerine her saat ilimden ve bilgiden olan yeni bir kapı açılıyordu.
Açıkça anlaşıldığı gibi; söz konusu olan bu üç farklı yaşam tarzı, çeşitli hükümlere sahipti. Dolayısıyla hakkı ve hakikati diriltmek olan peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) yaşantısı çeşitli şekiller üzere sergilenmiştir.
Hidayet imamları ile aynı zamanlara denk gelen çeşitli dönemler, peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretten önceki davet zamanına benzemekteydiler. Bazen nübüvvetin başlangıcındaki üç yıllık dönemde olduğu gibi, hakkı açıklamak olanaksız idi. Zamanın imamı ihtiyatlı bir şekilde görevini yapardı. Nitekim dördüncü imamın (Aleyhisselam) ve altıncı imamın son zamanları da böyle yaşamayı gerektiriyordu. Bazen peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) alenî bir şekilde Mekke’de davet yaptığı ve kendisi ile dostları her yönden kafirlerin işkencesine maruz kaldıkları hicretten önceki on yıllık dönemde olduğu gibi; zamanın imamı da dinî ilimleri öğretmeye ve ilahî hükümleri yaymaya çalışıyordu. Ancak vaktin zalimleri ellerinden geldikleri kadar işkence ve zulüm yapıp, her gün yeni bir sorun oluşturuyorlardı.
Evet, peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicretinden sonraki yaşam tarzına benzeyen dönem, Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) beş yıllık hilafet dönemi, Hazreti Fatıma’nın (sa) ve imam Hasan’ın (Aleyhisselam) yaşantılarının bir kısmı, hakkı ve hakikati açıkça anlatıp peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) zamanındaki mukaddes dini tertemiz bir ayna gibi gösteren imam Hüseyin’in (Aleyhisselam) ve dostlarının yaşantısının birkaç günüdür.
Kısaca şöyle söylemek mümkündür: İşaret edilen dönemler hariç, hidayet imanları zamanın halifelerine ve yöneticilerine karşı açıkça muhalefet etme gücüne sahip olamamışlardır. Bundan dolayı sözleri ve davranışları konusunda takiye yapmaktan ve zamanın hükümetlerine herhangi bir bahane vermemekten başka bir çareleri yoktu. Buna rağmen yine de birçok bahane uydurup nurlarını söndürmeye ve etkilerini yok etmeye çalışıyorlardı.
İmamların (Aleyhimusselam) Zamanın Hükümetlerine Karşı Muhalefet Etmelerinin Aslî Nedeni
Peygamber efendimizden sonra İslam toplumu içinde kurulan çeşitli hükümetler, İslamî hükümet adını almışlardı. Ancak hepsi Ehli Beyte (Aleyhimusselam) muhalefet etmişlerdir. Barışı olmayan bu düşmanlık, hiçbir zaman kurumayacak canlı bir köke sahipti.
Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendi Ehli Beyti hususunda Kur-an ilimlerini bilme, helal ve haramları açıklama v.b. gibi faziletler ve menkıbeler açıklamış olduğu doğrudur. Bu bakımdan bütün ümmetin onlara saygı göstermeleri ve hürmet etmeleri gerekir. Ancak İslam ümmeti, bu tavsiye ve ısrarın hakkını ödememiştir.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) alenî daveti başlatıp yakın akrabalarını İslam dinine çağırdığı birinci gün ve mübarek ömrünün sonlarında Ğadir-i Hum bölgesinde Ali’yi (Aleyhisselam) vasisi olarak tanıtmıştır. Ancak peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefatından sonra, insanlar başkalarını onun halifesi olarak seçip Ehli Beyti haklarından mahrum ettiler. Bundan dolayı zamanın hükümetleri Ehli Beyti (Aleyhisselam) kendileri karşısında çok tehlikeli bir rakip olarak görmüşlerdir. Onlara göre çok korkutucu oldukları için Ehli Beyti (Aleyhisselam) yok etmek amacıyla ellerinden gelen bütün olanakları kullanmışlardır.
Ancak hilafet meselesinin de onun fürularından biri olan Ehli Beyt (Aleyhimusselam) ile İslamî hükümetler arasındaki en derin ihtilaf başka bir şeydi. Ehli Beyt (Aleyhimusselam) peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sünnetini İslam ümmeti için gerekli biliyordu. Fakat peygamber efendimizden sonra iş başına gelen islamî hükümetler, uygulamalarından da anlaşıldığı gibi; islamî kanunları uygulama ve peygamber efendimizin sünnetlerini izleme konusuna dikkat etmiyorlardı.
Yüce Allah Kur-anı kerimin birkaç yerinde peygamber efendimize ve ümmetine ilahî kanunları değiştirmelerini yasaklamaktadır. Hatta dinî kanunların aksine biraz da olsa eğilim göstermekten sakındırmaktadır. Bundan dolayı Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) de dinî kanunları icra konusunda zaman, mekân ve şahıs bakımından farklı olmayacak bir sünnet uygulamaktaydı. İlahî kanunlara uymak bütün insanlar hatta peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendisi için bile uyulması gereken bir farz idi. Şeriat yasaları her koşulda ve her yerde etkili idi.
Bu adaletli uygulamalardan dolayı insanlar arasındaki farklılıklar kaldırılmıştı. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) , Allah’ın emriyle kendisine itaat edilmesi farz olan rehber ve komutan olmasına karşın, özel ve sosyal hayatı konusunda öteki insanlara oranla hiçbir farlılığa sahip değildi. Gösterişli bir hayatı yoktu. Yöneticilikle ilgili konularda resmî tören uygulamazdı. Üstün konumunu insanlara karşı kullanmazdı. Netice olarak zahirî bakımdan öteki insanlardan farklı hiçbir yanı yoktu.
Sahip oldukları makamdan dolayı sosyal sınıfları birbirlerine karşı koz olarak kullanmazdı. Ona göre kadın ve erkek, asil olan ve olmayan, zengin ve fakir, güçlü ve zayıf, şehirli ve bedevî, köle ve özgür bütün insanlara eşit idi. Hiçbir kimse dinî vazifelerinin dışında bir şey yapmak zorunda değildi. Hiçbir kimse toplumun güçlüleri karşısında boyun eğmek veya zalimlerin zulmüyle ezilmek mecburiyetinde değildi.
(Özellikle peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefatından günümüze kadarki tarih içinde yaptığımız incelemelerden sonra) birazcık düşünecek olursak peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) tek hedefinin şu olduğunu anlarız: İslam dininin ilahî hükümleri insanlar arasında eşit ve adil bir şekilde uygulanmalıdır. İslam kanunları değişikliklerden ve bozulmalardan korunmalıdır.
Ancak adı geçen İslamî hükümetler, uygulamalarını peygamberimizin uygulamalarına uydurmayıp, metodu değiştirdiler. Netice olarak aşağıdaki gibi iki sonuç ortaya çıktı:
1- Çok kısa bir süre içinde İslamî toplum içinde sınıfsal farklılıklar ortaya çıktı. Dolayısıyla Müslümanlar güçlü ve zayıf olmak üzere ikiye ayrılarak grubun birinin canı, malı ve namusu öteki grubun nefsanî arzularının oyuncağı haline dönüştü.
2- İslamî adını taşıyan hükümetler yavaş yavaş İslamî kanunları değiştirmeye başladılar. Bazen İslamî toplumu kontrol altında bulundurmak ve bazen de devletin siyasî konumunu korumak amacıyla İslamî kanunları uygulamaktan yüz çevirdiler. Bu durum günden güne yayılarak İslamî hükümet çatısı altında bulunan kurumların İslamî kanunlara uyma konusunda sorumluluk duymayacakları kadar çok ciddi bir noktaya ulaştı. Samimi uygulayıcısı olmayan genel yasaların durumunun nasıl bir sonla noktalanacağı da belli bir konudur.
Özet ve Sonuç
Bir önceki açıklamalardan şöyle anlaşılmaktadır: Ehli Beyt (Aleyhimusselam) ile çağdaş olan İslamî hükümetler, zamanın maslahatlarına göre İslamî kanunlar ve hükümler konusunda bir takım değişiklikler yapmışlardır. Söz konusu olan değişiklikler çok olduğu için yaptıkları uygulamalar, peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) uygulamalarından tamamen farklı oldu. Ancak Ehli Beyt (Aleyhimusselam) Kur-anın da buyurduğu gibi, peygamberimizin sünnetlerini ve uygulamalarını her zaman gerekli (farz) bilmişlerdir.
İşte bu ihtilaftan dolayı zamanın hükümetleri Ehli Beyti (Aleyhimusselam) yok etmek ellerinden geleni yaptılar. Nurlarını söndürmek için mümkün olan her yolu denediler.
Ehli Beyt (Aleyhimusselam) inatçı düşmanlardan kaynaklanan birçok sorunla karşı karşıya olmalarına rağmen, ilahî sorumluluklarından dolayı, dinî hakikatleri duyurup salih insanlar yetiştirmeye çalışmışlardır.
Bunu anlamak için tarihe başvurup, Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) beş yıllık hilafeti dönemindeki şia topluluğunun çokluğunu görmek yeterli olacaktır. Zira biraz düşünürsek şöyle anlayacağız: Bu topluluk, Ali’nin (Aleyhisselam) evinde oturmak zorunda kaldığı yirmi beş yıllık dönem içinde yetişmişlerdi. Aynı şekilde imam Muhammed Bakır’ın (Aleyhisselam) evine hücum eden şialar seli de imam Seccad’ın (Aleyhisselam) yetiştirdiği kimselerdi. Aynı şekilde gönüllerini imam Rıza’ya (Aleyhisselam) bağlayan binlerce Ehli Beyt (Aleyhimusselam) dostu da imam Musa b. Cafer’in (Aleyhisselam) karanlık hapishane köşelerinde yetiştirdiği hakikat başaklarıydı.
Netice olarak peygamber efendimizin (Aleyhisselam) vefat ettiği gün küçük bir grup olan şia, Ehli Beytin (Aleyhisselam) eğitimi ve öğretimi sayesinde, imamların hayatlarının sonlarına doğru korkutucu bir çoğunluğa ulaştı.
Ehli Beytin (Aleyhimusselam) Metodunda Var Olan Farklı Bir Nükte
Açıklandığı gibi; peygamber Ehli Beyti (Aleyhimusselam) hayatlarını zulüm altında geçirmişlerdir. İlahî sorumluluklarını takiye ortamında ve zor koşullar altında yerine getirmişlerdir. Ancak onların dört tanesi kısa bir süre için farklı bir tutum (yani takiyesiz ve özgürce davet) sergilediklerini görmekteyiz. Bundan dolayı şimdi biz, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (Aleyhimusselam) olmak üzere söz konusu olan dört kişinin hayatlarına kısaca değineceğiz:
Ali(Aleyhisselam)
Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) , peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) öğretip yetiştirdiği ilk mükemmel örnektir.
Ali (Aleyhisselam) çocukluk dönemini peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) yanında geçirdi. Hayatının sonuna kadar gölgesi gibi onunla birlikte yaşadı. Mumun etrafında dönen kelebek gibi etrafında döndü. Peygamberimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) ayrıldığı zaman ise mübarek cesedini kucaklayıp toprağa defnettiği zaman idi.
Ali (Aleyhisselam) evrensel bir kişiliğe sahiptir. Dolayısıyla cesaretli bir şekilde şöyle söylemek mümkündür: Ali (Aleyhisselam) hakkında yapılan tartışmalar ve söyleşiler, hiçbir kimse hakkında yapılmamıştır. Şiî ve Sünnî, Müslüman olan ve olmayan yazarlar, onun kişiliği hakkında binlerce kitap yazmışlardır.
Ali (Aleyhisselam) hakkında dost ve düşmanların yaptıkları birçok araştırmaya karşın, hiçbir kimse onun imanı, cesareti, iffeti, bilgisi, adaleti v.b. gibi öteki güzel sıfatları hususunda en ufak bir noksan bulamamıştır. Zira Ali (Aleyhisselam) fazilet ve mükemmelden başka bir şey tanımayan ve aynı zamanda fazilet ve mükemmelden başka bir şeye de sahip olmayan bir şahsiyet idi.
Tarihin açıkladığı bilgilere göre; Ali (Aleyhisselam) peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefat ettiği günden zamanımıza kadar Müslümanlara egemen olan yöneticiler arasında, yöneticiliği boyunca peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sünnetine göre uygulama yapıp kıl kadar farklılık göstermeyen tek kişidir. Ali (Aleyhisselam) İslamî kanunları ve yasaları, peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) zamanında uygulandığı şekil üzere uygulayıp, hiçbir şekilde değişiklik yapmamıştır.
İkinci halifenin emri üzere ölümünden sonra altı kişilik şura vesilesiyle gerçekleştirilen üçüncü halife seçimi olayında, birçok görüşmeden sonra, hilafet Ali (Aleyhisselam) ile Osman arasında kaldı. Hilafeti, birinci ve ikinci halifenin uygulamalarına uymak koşuluyla Ali’ye (Aleyhisselam) teklif ettiler. Ancak Ali (Aleyhisselam) bu öneriyi kabul etmeyerek şöyle buyurdu: “Ben bildiğim şeyden başka bir şey uygulamam.” Hilafeti söz konusu olan koşullarla Osman’a teklif ettiler. Hilafete geçtikten sonra başka şeyler uygulamasına karşın, Osman da bu öneriyi kabul edip halife oldu.
Ali’nin (Aleyhisselam) hak yolunda yaptığı kahramanlıklar, fedakarlıklar ve özveriler konusunda peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) sahabeleri arasında ona rakip olacak hiçbir kimse yoktur.
Eğer Ali’nin (Aleyhisselam) İslam için yaptığı fedakârlıklar olmasaydı, kâfirler ve müşrikler peygamberin (Sallellahu aleyhi ve alihi) hicret gecesinde ve ondan sonra gerçekleşen Bedir, Uhut, Hendek, Hayber, Huneyn v.b. gibi savaşlarda islam’ın nurunu söndürüp hak bayrağını indireceklerdi.
Ali (Aleyhisselam) sosyal hayata adımını attığı ilk gün, çok sade bir yaşamı vardı. Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) yaşadığı dönemde ve onun vefatından sonra, hatta halife olduğu azametli hilafet döneminde de fakirler gibi yaşamıştır. Yiyecek, içecek, giyecek ve mesken konularında hiçbir şeye sahip olmayan kişiler ile onun arasında fark yoktu. Nitekim bu konuda defalarca şöyle buyurmuştur:
Bir toplumun yöneticisi, fakirlerin ve yoksulların hasretlerini artırıp üzülmelerine neden olacak bir şekilde değil; onlara teselli verici bir şekilde yaşamalıdır.
Ali (Aleyhisselam) günlük ihtiyaçlarını gidermek için çalışırdı. Özellikle çiftçiliğe çok önem verir ve ağaç dikerdi. Bu yolla kazandığı şeyleri veya ele geçirdiği savaş ganimetlerini fakirlere dağıtırdı. Abat ettiği toprakları vakfederdi veya satardı. Parasını da fakirlere verirdi.
Halife olduğu dönemde kendisine ait olan vakıfların gelirlerini yanına getirmeleri ve sonra dağıtmalarını emretti. Söz konusu olan gelirler toplandığı zaman yaklaşık yirmi dört bin altın dinar idi.
Ali (Aleyhisselam) katıldığı savaşların hepsinde rakiplerini öldürmedikçe savaşı bırakmamıştır ve hiçbir zaman sırtını düşmana dönmemiştir. Bu konuda defalarca şöyle buyurmuştur:
Bütün Araplar benimle savaşsalar bile kendimi kaybedip korkuya kapılmam.
Ali (Aleyhisselam) dünya tarihinin rakip belirtmediği bir cesarete ve bir kahramanlığa sahip olmasına karşın, aynı zamanda da çok şefkatli, çok merhametli ve çok yiğit bir insandı. Savaşlarda kadınları, çocukları ve zayıfları öldürmezdi. Hiçbir kimseyi esir almazdı. Kaçanları takip etmezdi.
Sıffın savaşında Muaviye’nin ordusundakiler hamle yapıp Fırat ırmağının su içilmeye müsait olan kısmını işkâl ettiler ve suyu Ali’nin (Aleyhisselam) ordusunun kullanmasına izin vermediler. Ali (Aleyhisselam) şiddetli bir çarpışmadan sonra ırmağı ele geçirdi ve suyolunu düşman ordusuna açmaları için kendi askerlerine emir verdi.
Halifelik yatığı dönemde bekçisiz ve korumasız bir şekilde herkesle görüşüyordu. Çarşılarda ve pazarlarda tek başına gezerdi. İnsanlara takvalı olmalarını tavsiye ederdi. Birbirlerine zulüm etmelerini yasaklardı. Çaresizlere ve yaşlı kadınlara şefkatli ve merhametli bir şekilde yardım ederdi. Sahipsiz yetim çocukları kendi evinde besleyip korurdu. Bizzat kendisi onların günlük ihtiyaçlarını gidermeye çalışır ve onları eğitirdi.
Ali (Aleyhisselam) ilme ve bilgiye çok değer verirdi. Özellikle ilmi yayma konusunu çok önemsiyordu. Bu konuda defalarca şöyle buyurmuştur:
Hiçbir acı, cahillik acısı gibi olmaz.
Ali (Aleyhisselam) kanlı Cemel savaşında ordu saflarını düzenlemekle meşgul iken bir arap öne çıkıp tevhidin anlamını sordu. Ordudaki kişiler ona yönelip “Şimdi bu tür soruları sormanın ve böyle şeyleri konuşmanın zamanı değil” diye o adamı şiddetle eleştirdiler. Ancak Ali (Aleyhisselam) onları o adamın etrafından dağıtıp şöyle buyurdu:
Biz, insanlarla işte böyle hakikatleri diriltmek için savaşıyoruz.
Sonra o adamı yanına çağırıp, ordu saflarını düzenlemekle meşgul olmasına karşın, çok çekici bir beyanla meseleyi ona açıkladı.
Ali’nin (Aleyhisselam) şaşırtıcı dinî disiplini ve ilahî gücünü anlatan başka bir hikâyeyi de Sıffın savaşından nakletmişlerdir: İki ordu coşmuş iki deniz gibi birbirlerine saldırdıkları ve sel suyu gibi kanlar akmaya başladığı zaman, Ali (Aleyhisselam) kendi askerlerinden birinin yanına vardı. Askerden içmek için su istedi. Söz konusu olan asker tahtadan yapılmış bir matara çıkardı. Su doldurup Ali’ye (Aleyhisselam) takdim etti. Ancak Ali (Aleyhisselam) tahta matarayı görünce şöyle buyurdu:
İslam dinine göre, böyle bir kaptan su içmek mekruhtur.
Asker şöyle arz etti: “Ok yağmuru ve birlerce kılıç darbesi altında iken böyle bir konuya dikkat etmeye güç yetmez.” Duymuş olduğu cevabın özeti şöyledir:
Bizler, işte bu tür dinî emirleri uygulamak için savaşıyoruz. Dinî emirlerin ise küçüğü ve büyüğü olmaz.
Sonra iki elini açıp birleştirdi ve suyu içine boşaltması için emir verdi. Su eline dökülünce de içti.
Ali (Aleyhisselam) , peygamber efendimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) sonra felsefî düşünce tarzıyla (yani delil göstererek) konuşan, birçok ilmî ıstılah icat eden ve Kur-anı kerimi tahrif olmaktan korumak için Arapça dilbilgisi kurallarını düzenleyen ilk kişidir.
Sohbetlerde, mektuplarda v.b. gibi şeylerde yaptığı fasih açıklamalarla Ali’den (Aleyhisselam) bizlere ulaşan şaşırtıcı birçok ilmî hakikat, ilahî marifet, ahlakî konu, içtimaî mesele, siyasî görüş ve hatta matematik kuralı bile bulunmaktadır.
Hazreti Fatıma Sıddîke-i Kübra (sa)
Hazreti Fatıma (sa), peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) çok değerli ve sevgili kızı idi. Sahip olduğu marifet, takva ve imandan dolayı; kendisinde toplanmış olan övülmüş sıfatlar ve güzel özelliklerden ötürü; babasının pak kalbini, muhabbet ve sevgiyle doldurmuştu.
Hazreti Fatıma (sa) marifet, züht, ibadet v.b. gibi güzel niteliklerden dolayı babası tarafından “Seyyidetun Nisail Âlemin - Dünya ve ahiret kadınlarının en üstünü” lakabıyla adlandırılmıştır. Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmaktadır:
Fatıma’nın hoşnut olması, benim hoşnut olmam demektir. Benim hoşnut olmam ise Allah’ın hoşnut olması demektir. Fatıma’nın öfkelenmesi, benim öfkelenmem demektir. Benim öfkelenmem ise Allah’ın öfkelenmesi demektir.
Hazreti Fatıma (sa) İslam dininin yüce kadını Hazreti Hatice’den (sa) risaletin altıncı yılında dünyaya gelmiştir. Hicretin ikinci yılında Müminlerin Emiri Ali (Aleyhisselam) ile de evlenmiştir. Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefatından yaklaşık üç ay sonra ise fani dünyayı terk etmiştir.
Hazreti Fatıma (sa) hayatı boyunca her zaman Allah’ın rızasını kendi rızasına tercih etmiştir. Evinde çocuklarını terbiye etmeye çalışmıştır. Ev işlerini, hizmetçi ile kendisi arasında taksim ederdi. Ev işlerini bir gün kendisi, bir gün de hizmetçisi yapardı. Müslüman kadınları ilgilendiren konuları ve sorunları çözerdi. Boş vakitlerinde de Allah’a ibadetle uğraşırdı. Özel malını ve bilhassa bereketli Fedek arazisinden ele geçen gelirleri Allah yolunda harcayıp, zaruri ihtiyaçları dışında kendisi için hiçbir şey ayırmazdı. Bazen günlük yemek ihtiyaçları için ayırdığı payı fakirlere ve yoksullara verip, kendisi aç kalırdı.
Hazreti Fatıma’nın (sa) peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) vefatından sonra peygamberin mescidinde sahabeler ve bir grup Müslüman için yaptığı konuşma, Fedek arazisi hususunda birinci halifeye karşı getirmiş olduğu deliller ve kendisinden nakledilen öteki açıklamalar, onun yüce bir makama, engin bir ruha, büyük bir cesarete ve sabra sahip olduğunu gösteren delilerdir.
Hazreti Fatıma (sa) peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) kızı, Müminlerin Emiri Ali’nin (Aleyhisselam) eşi ve İslam dininin on bir imamının da annesidir. Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) soyu yalnızca onun evlatları vesilesiyle devam etmektedir.
Hazreti Fatıma (sa) Kur-an ayetine göre ismet makamına da sahipti.
إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَ يُطَهِّرَكمُ‏ْ تَطْهِيرًا
Ey Ehli Beyt! Allah sizden, her türlü pisi gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.
İmam Hasan (Aleyhisselam) ve İmam Hüseyin (Aleyhisselam)
Bu iki imam kardeştirler. Ali’nin (Aleyhisselam) ve Fatıma’nın (sa) çocuklarıdırlar.
Nakledildiği gibi; peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) “evlatlarım” diye hitap ettiği bu iki torununu çok seviyordu. Onların üzülmelerine ve rahatsız olmalarına dayanamazdı. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) iki torunu hakkında defalarca şöyle buyurmuştur:
Bu iki çocuğum, kıyam etseler de otursalar da imamdırlar.
Kıyam etmek ve oturmak; zahirî hilafete sahip olmak ve din düşmanlarına karşı kıyam etmek veya zahirî hilafete sahip olmamak ve din düşmanlarına karşı kıyam etmemek demektir. Peygamberimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) defalarca şöyle buyurmuştur:
Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendisidirler.
İmam Hasan (Aleyhisselam) babasının vasiyet ettiği gibi halife oldu ve insanlar da ona biat ettiler. Muaviye’nin yönettiği Şam ve Mısır dışında, İslamî memleketlerin yöneticiliğini altı ay boyunca elinde bulundurup babasının uyguladığı metodu uygulamıştır.
İmam Hasan (Aleyhisselam) söz konusu olan süre içinde Muvayi fitnesinin kökünü kazımak için bir ordu hazırladı. Ancak insanların Muaviye’ye aldandığını, ordu komutanlarının onunla anlaşma yaptığını, kendisini öldürmek için Muaviye’den emir beklediklerini ve düşmana teslim edeceklerini öğrendi. Bundan dolayı barış önerisini kabul etmek zorunda kaldı.
İmam Hasan (Aleyhisselam) Muaviye ile bazı koşullar altında anlaşma yaptı. Ancak Muaviye anlaşmaya uymadı. Anlaşmayı bozduktan sonra Irak’a gelip kürsüye çıktı ve insanlara şöyle hitap etti:
Ben, sizinle namaz kılmanız ve oruç tutmanız için savaşmadım. Ben, sizinle yalnızca sizi yönetmek ve hedeflerime ulaşmak için savaştım.
Sonra şöyle dedi:
Hasan ile yaptığım anlaşmalar, ayaklarımın altındadır.
İmam Hasan (Aleyhisselam) barıştan sonra yaklaşık dokuz yıl Muaviye’nin hükümeti içinde karanlık ve acı koşullar altında yaşadı. Evinin içi de dahil olmak üzere hiçbir şekilde can ve mal güvenliği yoktu. Nihayet Muaviye’nin tahrik etmesiyle eşi tarafından zehirlenip şehit edildi.
İmam Hasan’ın (Aleyhisselam) şehit olmasından sonra imam Hüseyin (Aleyhisselam) Allah’ın emri ve ağabeyinin vasiyeti üzere onun yerine geçip insanları hidayet etmeye başladı. Ancak şartlar ve koşullar, imam Hasan (Aleyhisselam) zamanındaki şartlar ve koşullar idi. Muaviye sahip olduğu hâkimiyet ile bütün olanakları onun elinden almıştı.
Yaklaşık dokuz yıl sonra Muaviye öldü ve hilafet saltana dönüşüp oğlu Yezit’e geçti.
Yezit, iki yüzlü babasının aksine gururlu, sarhoş ve kayıtsız şartsız bir şekilde yaşamayı seven bir genç idi.
Yezit yönetimi ele geçirir geçirmez Medine valisine imam Hüseyin’den (Aleyhisselam) biat almasını ve biat etmezse öldürmesini emretti.
Vali emir gereğince biat etmesi gerektiğini imam Hüseyin’e (Aleyhisselam) bildirdikten sonra, imam ondan mühlet istedi ve geceleyin yakınlarıyla birlikte Mekke’ye hareket etti. İslam dinine göre sığınak olan Allah’ın evine sığındı. Ancak orada birkaç ay kaldıktan sonra, Yezit’in kendisinden hiçbir surette el çekmeyeceğini ve biat etmezse kesinlikle öldürüleceğini anladı. Öte taraftan bu süre içinde kendisine zalimlere karşı yardım edecekleri sözünü veren Irak halkına ait binlerce mektup geldi.
İmam Hüseyin (Aleyhisselam) genel durumun gösterdiği ve kanıtların delalet ettiği karineler ile kıyamının zahirî bakımdan bir sonuca ulaşamayacağını biliyordu. Buna karşın Yezit’e biat etmekten kaçınarak ölmeye karar verdi. Yakınlarıyla birlikte kıyam unvanıyla Mekke’den Kufe’ye doğru hareket etti. Yol üzerindeki (Kufe’ye yetmiş kilometre civarında bulunan) Kerbela bölgesinde kalabalık düşman ordusu ile karşılaştı.
İmam Hüseyin (Aleyhisselam) yolda gelirken insanları kendisine yardım etmeleri için davet etti. Kendisiyle birlikte olan kişilere de kesinlikle öldürüleceklerini bildirip, ayrılma ve kalma konusunda özgür olduklarını açıkladı.
Bundan dolayı düşman ordusu ile karşılaştıkları gün, canlarını onun uğruna fedakarca veren kimselerden başka hiçbir kimse kalmamıştı. Netice olarak kalabalık düşman ordusunun kuşatması altında düşmanla savaşmak için rahat bir şekilde onların karşısına çıktılar. Düşman ordusundakiler suyun önünü kesip biat ile ölüm arasında özgür olduklarını bildirdiler.
Ancak imam Hüseyin (Aleyhisselam) biat etmeye yanaşmadı ve öldürülmeye hazır oldu. Sabahtan akşama kadar dostlarıyla birlikte düşman ordusuyla savaştı. Bu savaşta kendisi ile birlikte toplam yetmiş iki kişi olan çocukları, kardeşleri, kardeşlerinin çocukları, amcaoğulları ve dostları şehit oldular. Yalnızca hastalıktan dolayı savaşmaya gücü olmayan imam Seccad (Aleyhisselam) sağ kaldı.
Düşman ordusu imam Hüseyin (Aleyhisselam) şehit olduktan sonra malını yağmalayıp ailesini esir aldılar. Onları şehitlerin kesik başlarıyla birlikte Kerbela’dan Kufe’ye ve Kufe’den de Şam’a götürdüler.
Söz konusu olan tutsaklıkta imam Seccad’ın (Aleyhisselam) Şam’da okuduğu hutbe ve aynı zamanda Hazreti Zeynep’in Kufe’de, İbni Ziyat’ın toplantısında ve Yezit’in karşısında söylediği sözler, hakkın üzerindeki perdeleri kaldırıp Emevilerin yaptıkları zulümleri gün ışığı gibi ortaya çıkardı.
Sonuç olarak imam Hüseyin’in (Aleyhisselam) , çocuklarının, yakınlarının ve dostlarının şehit olmalarıyla, mallarının yağmalanmasıyla, ailelerinin esir olmalarıyla son bulması pahasına zulüm ve adaletsizlik karşısında gerçekleştirilen Hüseynî kıyam, sahip olduğu özelliklerle birlikte, dünya tarihinde yapılan kıyamlar içinde benzerine rastlanılmamıştır. Bundan dolayı cesaretle şöyle söylemek mümkündür: İslam dini bu acı olay sayesinde sağ kalmıştır. Eğer bu olay gerçekleşmemiş olsaydı, Emeviler İslam’ın resminden ve adından başka bir şey bırakmayacaklardı.
Acaba imam Hasan (Aleyhisselam) ile İmam Hüseyin’in (Aleyhisselam) Metotları Farklı mıydı?
Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) emriyle ikisi de hak imam olmalarına karşın, metotları zahirî bakımdan farklı görülmektedir. Ancak derinlemesine incelendiği zaman bunun aksi ispat olmaktadır. Zira imam Hasan (Aleyhisselam) Muaviye’nin saltanatı içinde yaklaşık dokuz buçuk yıl yaşamış ve ona karşı alenî bir şekilde muhalefet yapmamıştır. Aynı şekilde imam Hüseyin (Aleyhisselam) de kardeşinin şehit olmasından sonra yaklaşık dokuz buçuk yıl Muaviye’nin saltanatı içinde yaşamış ve hiçbir şekilde kıyamdan bahsetmemiştir.
Dolayısıyla bu ihtilafın hakiki nedenini, söz konusu olan iki imamın metotlarındaki farklılıkta değil; Muaviye ile Yezit’in metotlarındaki farklılıkta aramak gerekir.
Muaviye’nin metodu kayıtsız şartsız esaslar üzere kurulmuş ve alenî muhalefetiyle dinî hükümler ile alay eden bir metot değildi. Muaviye kendisini peygamberin sahabesi ve vahiy katibi olarak tanıtıyordu. Peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) eşi ve müminlerin annesi olan kız kardeşi vasıtasıyla “Müminlerin dayısı” olarak adlandırılıyordu. Bunlara ilave olarak ikinci halife tarafından da çok ilgi görüyordu. İnsanları geneli (Ehli Sünnet mezhebi) ise halifeye çok güveniyorlardı.
Bunlara ilave olarak Ebu Hureyre, Amr b. As, Semure, Muğire b. Şube v.b. gibi insanların saygı gösterdikleri peygamber sahabelerini de halkı olumlu yönde etkilemek için ülkenin ve hükümetin hassas noktalarına atadı. İnsanlar arasında onların faziletleri, dinlerinin korunmuşlukları ve ne yaparlarsa yapsınlar mazeretli oldukları hususun-da bir çok rivayet nakledildi.
Netice olarak Muaviye’nin yaptığı çirkin işler adı geçen kişiler tarafından bir kılıfa uydurulup halka sunuluyordu. Aksi takdirde itiraz eden kişinin ağzı keseler dolusu altınlarla kapatılıyordu. Eğer bu da bir işe yaramaz ise söz konusu olan dostları vesilesiyle yok ediliyordu. Nitekim nefsani arzularına uyan dostlarından dolayı Ali’nin (Aleyhisselam) binlerce günahsız taraftarı, birçok Müslüman ve hatta peygamber sahabeleri bile öldürülmüşlerdir.
Muaviye yaptığı işlerin hepsinde hak elbisesine bürünüp sabırlı olduğunu göstermeye çalışmıştır. Özel bir taktikle insanların sevgilerini kendine çekmeye uğraşmıştır. Bazen küfürlü sözler işitir ve incinirdi. Ancak güler yüzlü ve tatlı dilli bir şekilde cevap verip, özel siyasetini uygulamaya devam ederdi.
İmam Hasan’a (Aleyhisselam) ve imam Hüseyin’e zahirî olarak çok saygı gösterirdi. Onlara birçok hediye gönderirdi. Öte taraftan kim Ehli Beytin (Aleyhimusselam) fazileti hakkında bir hadis naklederse mal, can ve namus bakımından güvencesinin olmadığı ve kim de sahabenin fazileti hakkında bir hadis naklederse birçok hediye alacağı hususunda da umumî ilanlar verdirdi.
Hatiplerin cami kürsülerinde Ali’ye (Aleyhisselam) lanet etmelerini ve onun taraftarlarını buldukları yerde öldürmelerini emretmiştir. Bu konuda Ali’nin düşmanı olan birçok kişiyi de taraftarı olarak tanıtıp öldürmüşlerdir.
Bu açıklamalardan şöyle anlaşılmaktadır: İmam Hasan (Aleyhisselam) böyle bir durumda kıyam etseydi İslam dininin zararına sonuçlanacaktı. Kendisi ve taraftarlarının yok olmasından başka bir faydası olmayacaktı. Hatta Muaviye, imam Hasan’ın (Aleyhisselam) taraftarları vasıtasıyla onu öldürmesine de az kalmıştı. Onu öldürdükten sonra ise insanları sakinleştirmek için genel yas ilan edip, onun intikamını almak bahanesiyle Şiileri öldürecekti. Nitekim bunun aynısını Osman olayında gerçekleştirmiştir.
Ancak Yezit’in siyasî metodu babasının metoduna benzememekte idi. Yezit kendini beğenmiş, kayıtsız şartsız yaşamayı seven ve zorbalıktan başka bir şey bilmeyen bir genç idi. Dolayısıyla toplumun inançlarına önem vermiyordu. Yezit hükümeti döneminde İslam dinine perde arkasından yapılan zararları bir anda ortaya çıkarıp perde yırttı.
Bundan dolayı imam Hüseyin’in (Aleyhisselam) kıyamı toplum tarafından kolayca kabul edildi. Günden güne etkileri derinleşti ve netleşti. Kıyamın başlangıcında kanlı inkılaplar şeklinde ortaya çıktı. Nihayet Müslümanların bir çoğunu hak ve Ehli Beyt taraftarı unvanı altında topladı.
Bu bakımdan Muaviye oğlu Yezit’e yaptığı vasiyetler arasında imam Hüseyin’in (Aleyhisselam) işine karışmaması ve onu düşman edinmemesi hususunda defalarca uyarılarda bulunmuştur. Ancak Yezit’in sahip olduğu bencillik ve kendini beğenmişlik, yararlı olan şeyi zararlı olan şeyden ayırt etmesine engel olmuştu.
Din Önderlerinin Metotlarının Ahlakî Sonuçları
Peygamberlerin ve dinî önderlerin tarihlerinden elde edilenler kısaca şunlardır: Onlar, gerçekçi ve hak taraftarı olan insanlar idiler. İnsanlık dünyasını da gerçekçi ve hak taraftarı olmaya davet etmişlerdir. Bu konuda ellerinden gelen bütün fedakârlığı ve özveriyi göstermişlerdir.
Başka bir ifadeyle; bireyleri ve toplumları olmaları gerektikleri gibi yetiştirmeye çalışmışlardır. Cahilce fikirlerle üretilen batıl inançların insanlar arasında hükümet etmesine engel olup, sahih itikatlarla süslenmeleri için çaba sarf etmişlerdir. Birbirlerini parçalamaktan ve şikemlerini doldurmaktan başka bir şey bilmeyen yırtıcı ve sürüngen hayvanlar gibi olmayıp, pak insaniyet fıtratını hayvanî huylarla lekelemeden engin insanî özellikler kazanarak, hayat çarşısında insanlık sermayesini harekete geçirip mutluluğu elde etmelerini istemişlerdir.
Yani toplumların ve insanlık dünyasının mutluluğu için açıklanan konulardan başka bir vazife bilmeyen insanlar idiler. İnsanların hayırsever ve mutlu olmalarını (ki insanlar bu ikisinden başka bir şey arzu etmezler) kendi hayırları ve mutlulukları olarak gördüler. Kim kendisi için bir şey isterse herkes için istemesi ve kim kendisi için bir şey istemezse başkaları için de istememesi gerektiğini bildiler.
Gerçekçi ve hak taraftarı olmalarından dolayı insanların genel vazifesi olan bu konuyu (başkalarının iyi olmalarını istemek) ve bu konunun ayrıntıları olan öteki konuları kavrayıp, fedakarlık ve özveri gibi sıfatlarla süslendiler. Hak yolunda can ve mal vermekten çekinmediler. Başkalarının kötülüğünü istemekle eş değere sahip olan sıfatların köklerini kazıdılar. Canlarını ve mallarını feda etme konusunda cimrilik göstermediler. Kendini beğenmişlik v.b. gibi çirkin sıfatlardan uzak durdular. Hiçbir zaman yalan söylemediler. Hiçbir kimseye iftira atmadılar. Başkalarının mallarına ve namuslarına saldırmadılar.
Bu tür sıfatları ve eserlerini ahlak bölümünde araştırmak gerekir.
Mead (Ahiret İnancı)
İstisnasız bütün insanlar, Allah’ın kendilerine verdiği İslam fıtratından dolayı hayırlı işleri ve kötü işleri ayırt edip bilirler. Yapmasalar bile hayırlı işlerin yapılması gerektiğine inanırlar. Yapsalar bile kötü işlerin yapılmaması gerektiğini düşünürler. İyilik ve kötülük, hayırlı işler ve kötü işler, sonuç ve ödül bakımından iki ayrı sıfata sahiptirler. Aynı şekilde bu dünyada hayırlı işlerin sonucunu hayırseverlere ve kötü işlerin sonucunu da kötü kişilere ulaştıran bir gün yoktur. Zira hayırsever insanların birçoğunun günlerini acılar (sıkıntılar) içinde geçirdiklerini görmekteyiz. Öte taraftan zulüm, cinayet, çirkin işler, kötü ahlaklar v.b. gibi özelliklere sahip olan kötü kişilerin de hayatlarını hoşça geçirdiklerine şahit olmaktayız.
Dolayısıyla eğer insanın yaptığı iyiliklere ve kötülüklere uygun karşılıklar verileceği bu fani dünyadan başka bir geleceğe ve dünyaya sahip olunmasaydı, insan ruhunun derinliklerine “hayırseverlik, iyi bir ameldir ve yapılması gerekir; kötülük, kötüdür ve kötü işlerden sakınılması gerekir” gibi bir düşünce yerleşmezdi.
“İnsanın iyi saydığı hayırlı işlerin ödülü, toplum içinde bir takım kurumların yapılıp bireylerin mutlu bir hayata ulaşmalarını sağlamak ve netice olarak hayırsever kişinin de oluşan yararlardan payını almasıdır. Aynı şekilde kötü kişinin de yaptığı çirkin işlerden dolayı toplumu bozmasının cezası, kendisinin de müptela olacağı kötü sonuçlardır.” diye düşünmemek gerekir.
Zira bu tür düşünceler güçsüz zayıf insanlar hakkında doğru olsa bile, iktidarın başında yer alan kişiler için geçerli değildir. Çünkü toplumun kurumsallaşması veya bozulması onlar için hiçbir anlam ifade etmez. Hatta toplum içinde fitne, fesat ve kargaşa ne kadar çok olursa; insanlar ne kadar çok kötü duruma düşerlerse; onlar aynı oranda mutlu olurlar. Bu tür insanların hayırseverliği iyi olarak ve kötülüğü de kötü olarak kabul etmeleri için hiçbir neden yoktur.
Aynı şekilde “onlar birkaç günlük dünya hayatında mutlu olsalar bile yaptıkları kötü işlerden dolayı isimleri her zaman tarih sayfasında kara bir leke olarak anılacak ve bütün insanların nefretlerini kazanacaklardır.” diye de düşünmemek gerekir.
Zira gelecekteki insanların onların adlarını kötüleyip mahkum ettikleri zaman, onlar dünyadan gidip hiç oldukları zaman gerçekleşecektir. Dolayısıyla baştan aşağı mutlu bir şekilde yaşadıkları hayata hiçbir etkisi olmayacaktır.
Bu bakımdan insanın hayırseverliği iyi bilip elde etmesi ve kötülüğü kötü bilip sakınması ve adı geçen itikatlara inanması için hiçbir neden olmayacaktır. Çünkü eğer mead (ahiret inancı) olmazsa bu tür itikatlar kesinlikle batıl olacaktır.
Bundan dolayı bizler, yaratanın hakikatimize yerleştirdiği bu pak itikattan dolayı şöyle inanmak zorundayız: İşin içinde kesinlikle bir mead vardır. Yaratanın huzurunda insanın amellerini hesap edecekleri, yaptığı iyi işlere ödül ve kötü işlere de ceza verecekleri bir gün gelecektir.
Dinlere Göre Mead
İlahî dinlerin hepsinin itikadî ve amelî kanunları (hükümleri) bulunmaktadır. Bu kanunlar, insanları Allah’a itaat etmeye tavsiye etmekte, yapılacak olan iyi işler için ödüller vaat etmekte, kötü işler ve isyanlar için ise kötü bir cezaya mahkûm etmektedirler. Dolayısıyla bu vaatler yerine gelmesi için amellerin karşılıklarının alınacağı bir gün olmak zorundadır. Çünkü bu fani dünyada böyle bir güne sahip değiliz. Bu bakımdan ölümden sonra başka bir dünyada olmak zorundadır.
Netice olarak İslam dini söz konusu olan günü kıyamet günü (yeniden diriliş günü) olarak adlandırmaktadır. Kıyamet gününün çok açık bir konu ve hakkında kuşkulanmanın olanaksız olduğunu belirtip, üç itikadî esastan biri olarak saymaktadır. Kur-anı kerim bu konuyu geçmiş peygamberlerin yaptıkları davetlerden de nakletmektedir.
Dipnotlar
-------------------------------------
1-Ahzab: 33 ((???????? ??????? ??????? ?????????? ??????? ????????? ?????? ????????? ?? ?????????????? ??????????
2-Nehcul Belağa: Hutbe, 209
3-Nehcul Belağa: Mektup, 45
4-Ğurer ve Durer: Amedî, h, 819
5-Emalî: Şeyh Müfit, 112, h. 90/10 ve Bihar-ul Envar: 8/22, h. 15
6-İlel-uş Şerayi: 1/186 ve Mean-il Ahbar: 303
7-Ahzab: 33
8-Deaim-ul İslam: 1/37 ve Bihar-ul Envar: 16/307
9-İhticac: 1/171-172 ve Bihar-ul Envar: 22/280, h. 33
10-Hatta bazıları bu konuda şöyle söylemişlerdir: Bu iki kardeşin görüşleri çok farklı idi. Birisi savaşçı kırk bin askere sahip olmasına karşın, barış yapmıştır. Öteki ise dostlarından olan kırk kişi ile birlikte düşmanla savaşmaya kalkıştı. Nihayet küçücük çocuklarına varıncaya kadar hepsini bu yolda feda etti.
11-Tarih kitaplarının yazdığına göre; Osman, Muaviye'den ısrarla yardım istemesine karşın, Muaviye ona yardım etmemiştir. Ancak öldürüldükten sonra, onun intikamını almak bahanesiyle Ali (s) ile savaşmıştır.
3
İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT İTİKADÎ ESASLAR VE DİNÎ BUYRUKLAR DÖRDÜNCÜ CİLT

İKİNCİ KISIM AHLAK
GÖREV BİLİNCİ
Bu gün insanların ellerinde bulunan ve gece gündüz kendilerini elde etmek için çabaladığımız sayısız nimetler, başlangıçta insanların ellerinde değil idiler. İnsanların çalışmaları sonucunda peyderpey oluşup kullanıma sunulmuşlardır.
Ancak ne olursa olsun ilk insandan günümüzdeki modern insana kadar, insanlar çalışmayı terk etmemişlerdir. Günlük ihtiyaçlarını temin etmek için Allah’ın kendilerine verdiği fıtrattan dolayı sürekli çaba sarf etmişlerdir. Zira bedeni çalışmayan ve göz, kulak, ağız, el, ayak, beyin, kalp, böbrek, ciğer v.b. gibi iç ve dış organları faaliyet göstermeyen bir insan ölü bir insan demektir.
Bu bakımdan insan mecburiyete ilave olarak insan olduğu için de çeşitli faaliyetler göstermek zorundadır. İnsanî şuur vasıtasıyla mutlu bir hayat temin etmek zorunda olduğunu anladığı için çaba sarf etmektedir. Arzularına ulaşmak amacıyla adım atmaktadır. İnsan, dinli veya dinsiz, kanunlu veya kanunsuz, şehirli veya bedevî, hangi ortamda yaşarsa yaşasın kendilerini yapmakla insanî arzularını gerçekleştireceğine ve onun için mutlu bir hayat hazırlayacaklarına inandığı bir takım vazifeler ve görevler bulunmaktadır.
Yalnızca mutluluğa ulaşma yolu olan bu görevlerin ve vazifelerin değeri, kendisinden daha değerli bir şey tasavvur etmediğimiz ve hiçbir şeyle değişmeyeceğimiz insaniyet değerinin ta kendisidir.
Bundan dolayı “görev bilinci” ve onu yerine getirmek, insanın hayatı boyunca karşı karşıya kaldığı amelî konuların en önemlisidir. Zira onun önemi, insanın kendisine verdiği önemin ta kendisidir. Vazifelerini yapmaktan kaçınan veya onları yerine getirme konusunda kusur gösteren bir kimse, aynı oranda yüce insaniyet makamından aşağı düşüp, toplumun varlığına daha doğrusu kendi varlığına ağır bir darbe vuruyor demektir.
Yüce Allah kelamında şöyle buyurmaktadır:
وَ الْعَصْرِ إِنَّ الْانسَنَ لَفِى خُسْرٍ إِلَّا الَّذِينَ ءَامَنُواْ وَ عَمِلُواْ الصَّلِحَتِ وَ تَوَاصَوْاْ بِالْحَقّ‏ِ وَ تَوَاصَوْاْ بِالصَّبر
Asra andolsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnadır.
Yine şöyle buyurmaktadır:
ظَهَرَ الْفَسَادُ فىِ الْبرَِّ وَ الْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِى النَّاسِ‏
İnsanların bizzat kendi elleriyle işledikleri şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı.
Vazifeyi Belirleme Konusunda Metot Farklılıkları
İnsanlık dünyasında görevi tanıma ve onu yerine getirmenin önemi, sabit ve çok açık bir vazifedir. İnsanî fıtratıyla bu hakikati inkar eden bir insan bulmak olanaksızdır.
Evet, çünkü insanî görevin insanın mutluluğuyla direkt olarak ilgisi bulunmaktadır. Dinî metot ile dinî olmayan metotlar arasında insanın yaşamı konusunda görüş ayrılıkları vardır. Bundan dolayı zorunlu olarak dinî vazife ile öteki metotların vazifesi arasında da ayrılıklar bulunacaktır.
Din şöyle açıklamaktadır: İnsan hayatı, ölümle son bulmayan sınırsız ve sonsuz bir hayattır. Sonsuz olan hayatın sermayesi ise insanın şu fani dünyada ölmeden önce edindiği sahih itikatlar, hoş ahlaklar ve salih amellerin ta kendileridir.
Bundan dolayı dinin bireyler ve toplumlar için düzenlediği vazifeler ve görevler, sonsuz olan öteki dünyayı da göz önünde bulundurmaktadırlar.
Din kendi yasalarını, sonuçları ölümden sonraki yeniden diriliş gününde belli olacak olan Allah’ı tanıma, Allah’a kulluk etme ve Allah’a tapma konuları etrafında belirlemiştir.
Nerede olursa olsunlar dinî olmayan metotlar, yalnızca birkaç günlük dünya hayatını göz önünde bulundurmaktadırlar. İnsan için, yalnızca insan ile öteki hayvanlar (canlılar) arasında ortak olan maddî ve cismanî hayattan daha fazla yararlanmak amacıyla bir takım vazifeler düzenlemişlerdir.
Hakikatte hayvanî bir hayatı yırtıcıların ve sürüngenlerin duygularından kaynaklanan bir mantıkla insan için düzenlemişlerdir. Dolayısıyla artık gerçekçi düşünce, sonsuz hayat ve maneviyat gibi kavramların hiçbir anlamı kalmamaktadır.
Bundan dolayı yüce insanî ahlak (kesin delillerin gösterdikleri gibi) dinî önem vermeyen bir toplumdan yavaş yavaş yok olup gitmekte ve ahlakî çöküşler günden güne daha da belirgin bir hale gelmektedir.
Bazıları şöyle söylemektedirler: Dinin özü taklit etmek ve soru sormaksızın bir takım kanunları (hükümleri) kabul etmektir. Ancak toplumsal metotlar (insan düşüncesine dayalı fikirler) çağın mantığına uyum sağlamaktadırlar.
Bu sözü söyleyen kişiler, toplumlar arasında uygulanan kanunlar ve yasaların soru sormaksızın uygulanması gerektiği konusundan gaflet etmektedirler. Bir ülke halkının kendi ülkelerinde uygulanan kanunları ilmî tartışma masalarına yatırarak, söz konusu olan kanunun nedenini anlamadılarsa o kanundan muaf oldukları veya kabul edip etmeme konusunda özgür oldukları ne duyulmuştur ne de görülmüştür. Bu bakımdan dinî olan metotlar ile dinî olmayan metotlar arasında hiçbir fark yoktur.
Evet, bir ülkenin doğal ve siyasî durumlarını inceleyip, kanunların genel nedenlerini ve detaylarının bir kısmını anlamak mümkündür. Bu özellik dinî kanunlarda da söz konusudur. Yani varlık âlemine ve insanın fıtrî ihtiyaçlarına gerçekçi bir gözle bakarak, fıtrî metot olan dinî kanunların genelini ve detaylarının bir kısmını anlamak mümkündür.
Kur-anı kerim ve birçok rivayet, düşünmeye ve aklı kullanmaya davet etmektedirler. Hükümlerin bazılarında da kısaca hükmün maslahatına işaret edilmektedir. Peygamber efendimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) ve Ehli Beyt’ten (Aleyhimusselam) nakledilen birçok rivayette (bazı) hükümlerin nedenleri açıklanmıştır.
Savunma ve Bağışlama
Bir insanın hayatında mutlu bir yaşamı arzulaması, çalışmalarını mutluluğu elde etmek için göstermesi, aynı zamanda bazılarının varlığının aslını ve bazılarının da mutluluk nedenlerini hedef alıp tehdit eden sayısız tehlikeler bulunduğu için zorunlu olarak onlardan korunup onlara karşı direnç göstermek zorunda olması gibi; insanın yapısında çekici ve itici olmak üzere iki unsur göz önünde bulundurulmuş ve varlık binasında onlara uygun donanımlar harekete geçirilmiştir.
Aynı şekilde toplum için de temin edilmesi gereken bir takım menfaatler ve karşılarına dikilip mukaddes ilkelerin kendilerinden korunması gereken bir takım tehlikeler bulunmaktadır.
İnsanları öldürmeyi düşünen veya bağımsızlık bayrağını indirmek isteyen ya da özgürlüğü yok etmeyi hedefi olarak belirleyen bir kimse bütün toplumun düşmanıdır. Fakirlik, iman zayıflığı ve cahillik toplumun düşmanıdır. Kendi toplumuna, yani kendi mutluluğuna, yani insanî hakikatine değer veren bir kimse bu tür tehlikeli düşmanlar karşısında savunmak zorundadır.
Fedakârlık
Şu konular hakkında kuşkulanmak olanaksızdır: İnsanî fıtrat sözlüğünde hayatın ve şerefli bir hayatın aslı yalnızca bir temel üzerinedir. Şereflice olan; ancak insanı mutlu etmeyen bir hayat, hayat değildir. Böyle bir hayat, doğal ölümden daha acı ve daha soğuktur. Şerefini ve mutluluğunu düşünen bir insan ölüm gibi hatta ondan da rezil olan bir hayattan kaçmak zorundadır.
İnsan, hangi ortamda yaşarsa yaşasın ve hangi metoda ilgi gösterirse göstersin, yüce Allah’ın kendisine verdiği fıtrat vasıtasıyla, mukaddes saydığı bir yolda ölmenin mutluluk olduğunu bilir. Bu konu dinin mantığında, öteki mantıklardan daha net ve daha açık bir şekilde yer almaktadır. Zira dinin emrinden dolayı dindar olan bir toplumu canı pahasına olsa da korumaya çalışan bir kimse, mahrumiyetlerle birlikte olmayacağını, Allah yolunda bağışladığı tatlı canına karşılık olarak daha tatlı, daha değerli ve sonsuz bir hayata sahip olacağını ve mutluluğunun yok olup gitmeyeceğini bilir.
Nitekim yüce Allah Kur-anı kerimde şöyle buyurmaktadır:
وَ لَا تحَْسَبنَ‏َّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فىِ سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَتَا بَلْ أَحْيَاءٌ عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُون‏
Allah yolunda öldürülen kişileri ölüler saymayın. Çünkü onlar diridirler (ve) rableri katında rızıklanırlar.
Ancak insan hayatını şu birkaç günlük fani dünya ile sınırlı bilen dinî olmayan metotlar hususunda şöyle söylemek olanaksızdır: “İnsan, öldükten sonra tekrar dirilecektir veya mutlu bir hayata kavuşacaktır.” “Vatan uğruna veya millî değerler uğruna ölen bir kimsenin adı ülkenin kahramanlar listesinde yer alacaktır, makamı tarih sayfasına altın harflerle işlenip ebedî ve sonsuz olacaktır” gibi batıl söylemler konumuzun dışındadır.
İslam dininde, Allah yolunda öldürülmek ve şehit olmak konularının övüldüğü kadar hiçbir salih amel övülmemiştir. Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Her hayırlı amelden daha yüce bir hayırlı amel bulunmaktadır. Ancak şahadetten daha yüce bir hayırlı amel yoktur.
Müslümanlar islam’ın başlangıcında peygamber efendimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) kendileri için bağışlanma dilemesini istiyorlardı. Peygamberimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) duasından dolayı yüce şahadet makamına nail oluyorlardı. Şehit olan kişilere yaşadığı ve ölmediği için de ağlamıyorlardı.
Mal Bağışı
Yaşamı dengeleme konusunda malın üzerine düşen payı açıklamaya gerek yoktur. Çok önemli olmasından dolayı insanlar birçoğu hayatı malın ta kendisi olarak bilmektedirler. İnsanlar için mal sahibi olmaktan başka bir şeref ve fazilet tasavvur etmemektirler. Bütün çalışmalarını mal yığmak ve para saklamak üzere yoğunlaştırmaktadırlar. Neticede işte bu hırstan dolayı cimrilik sıfatına müptela olup, başkalarını mahrum etmektedirler. Bazen daha da ileri gidip kendilerini dahi maldan yararlanmaktan mahrum etmektedirler. Ne kendileri yemektedirler ne de başkalarına yedirmektedirler. Yalnızca para toplamaktan lezzet almaktadırlar.
Cimrilik sıfatına müptela olan kişiler, insanî fıtrattan çıkıp hayat pazarında yenilgiye uğrayan kimselerdir. Çünkü:
1- Hayatta mutluluğu ve rahatlığı sadece kendileri için isterler. Bireysel bir şekilde yaşamayı tercih ederler. Hâlbuki insan fıtratı bizlere toplumsal hayatı göstermektedir. Bireysel bir hayat her bakımdan yenilmeye mahkûmdur.
2- Başkalarına güç gösterisinde bulunarak yoksulların ve fakirlerin dikkatlerini kendi üzerlerine çekerler. Hâlbuki onların dertlerine deva olmazlar, onların sürekli olarak boyunları eğik bir halde köle gibi kalmasını isterler ve böylece puta tapıcılık ruhunu diriltirler. Neticede her türlü cesaret, kahramanlık, övünç, iftihar v.b. gibi insanî sıfatları toplumdan alırlar.
3- Sevgi, muhabbet, insanlık, şefkat, hayırseverlik v.b. gibi pak duyguları ayaklar altına almalarına ilave olarak, toplum içinde birçok suç, hıyanet, alçaklık, rezillik v.b. gibi konuları da yaymaktadırlar. Zira yoksul sınıflar arasındaki kötü sözlülük, iffetsizlik, hırsızlık, eşkıyalık, cinayet v.b. gibi suça neden olan etkenlerin en güçlüsü muhtaçlık derecesindeki fakirliktir. Bu bakımdan fakirlikten ötürü fakirlerin perişan kalplerinde zenginlerin cimriliğinden kaynaklanan öfke, kin ve intikam duyguları bulunmaktadır.
Bundan dolayı toplum içindeki cimri bir insan toplumun en büyük düşmanıdır. Netice olarak âlemlerin rabbinin gazabına ve azabına, insanların nefretlerine müptela olacaktır.
Kur-anı kerimde cimrilik rezaletini kötüleyen ve yeren birçok ayet bulunmaktadır. Öte taraftan Allah yolunda yapılan cömertlik ve sahaveti, yoksulların ellerinden tutmayı öven de birçok ayet bulunmaktadır.
Yüce Allah Kur-anı kerimde infak edilen mal hususunda bire karşı on vereceğini vaat etmektedir. Bazı ayetlerde de bire karşı yetmiş, bazılarında da bire karşı yedi yüz ve hatta daha fazlasını da vereceğini buyurmaktadır.
Eli açık olan, delikanlıca yoksulların ellerinden tutan ve toplumun eksiklerini tamamlamaya çalışan kimselerin, servetlerine servet ekledikleri deneyimlerle sabitlenmiştir.
Eğer bir gün sıkıntıya düşerlerse bütün insanlar onlara yardım etmekte ve başkalarına yaptıkları yardımlar gruplar halinde kendilerine geri dönmektedir.
Şerefli bir insanın yaptığı gibi güzel bir davranışla vicdanlarına huzur vermelerine, farz olan hukuklar hakkındaki ilahî sese icabet etmelerine, mukaddes insaniyet duygularını şefkat, rahmet, insana saygı ve hayırseverlik vesilesiyle harekete geçirmelerine ve insanların kusursuz saygılarını ve sevgilerini kazanmalarına ilave olarak; yüce Allah’ın rızasını ve sonsuz mutluluğu da az bir değer karşılığında ele geçirmişlerdir.
İlim Bağışı
İlim ve bilgi, insanın hayatı boyunca kendilerine muhtaç olduğu rakipsiz servetlerdir. İnsanî fıtratıyla ilmin cahillik karşısındaki üstünlüğünü anlamayan veya ilim ehline saygı gösterilmesi gerektiğini savunmayan bir insan bulmak olanaksızdır.
Yüce Allah kelamında bilgili olan kişi ile bilgisiz olan kişi arasındaki farkı, canlı ile ölü ve gören ile kör örneklemesiyle açıklamıştır. İslam dininde ilme ve bilgiye verilen önem, öteki dinlerin ve ideolojilerin hiçbirinde verilmemiştir. Nitekim peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır.
Yine şöyle buyurmaktadır:
Dünyanın öbür tarafında da olsa beşikten mezara kadar ilim öğrenin.
Bu bakımdan İslam dini cimriliği ve eli sıkılığı yasakladığı gibi; ilmi gizlemeyi de yasaklamıştır. Hatta ilmi gizlemeyi haram kılıp, alim kimseyi cahil kişiyi eğitmesi gereken sorumlu olarak tanıtmıştır.
Toplumun İçindeki Düşmanlarla Mücadele
Fıtratın hükmüne göre, toplumun dış düşmanlarıyla savaşmak ve toplumu zararlardan korumak gerektiği gibi; toplumun içindeki düşmanlara karşı da savaşmak ve mücadele vermek gerekir.
Toplumun düşmanı diye, toplumsal kanunlara ve genel yasalara karşı gelen kimseye denir. Bu tür düşünceye sahip olan insan bu vesileyle toplumun hayat damarını kesip, yürürlükte olan düzeni alt üst ederler. Bundan dolayı kurumsallaşan toplumlarda düzeni ve yürürlükte olan yasaları korumak amacıyla muhalefet edenler için birçok mahkemeler ve cezalar öngörülmüştür.
İslam dini de çeşitli mahkemelere ve cezalara ilave olarak, mücadeleyi daha genel ve daha etkili kılmak için iyiliği emredip kötülükten sakındırmak görevini bütün Müslümanlara farz kılmıştır.
İslam dini ile öteki ideolojiler arasındaki en önemli fark şudur: Öteki ideolojilerde yalnızca insanların davranışlarını düzeltmeye önem verilmektedir; ancak İslam dininde insanların hem davranışlarını hem de ahlaklarını düzeltmeye önem verilip, her iki aşamada da bozgunculukla mücadele edilmiştir.
İslam dininin haram kıldığı günahlar, toplum içinde kötü ve rezil sonuçlara neden olan işlerdir. Söz konusu olan işlerin bazısı o işlere bulaşan bireyi veya bireyleri direkt olarak bozmaktadır. Böylece insan bedeninde oluşan fiziksel yaralar veya organ eksiklikleri gibi; toplum içinde delikler ve yaralar meydana getirmektedir. Namaz kılmamak, oruç tutmamak v.b. gibi kulluk yapmaya engel olan ve ilahî hakları zayi eden günahların geneli, işte bu halete sahiptirler.
Bunların bazıları da insan hayatıyla iç içe olan ve hayatî kökleri yok eden hastalıklar gibi; direkt olarak toplumsal hayatı tehdit edip, toplumsal bünyeyi yok etmektedirler. Yalan söylemek, iftira atmak v.b. gibi günahlar bunlara örnektir. İslam dinine göre anne baba haklarına saygı göstermemek, gıybet etmek ve insanların namuslarına saldırmak da aynı hükme sahiptirler.
Yalan ve Yalan Söylemek
İnsan hayatı boyunca dış dünya ile iç içedir. Dış dünya içinde yaptığı faaliyetler ve çalışmalar ile yaşayıp, arzularına ulaşmaya çalışır.
Şuur ve irade ile hareket eden varlık (insan), hayatının bütün aşamalarını bilgi temelleri üzerine kurup düşünerek hareket etmektedir. Yaptığı işler direkt olarak edindiği bilgiler ve malumatlar üzere kuruludur. Her zaman düşüncelerinin önünü ve arkasını düzenleyip, dış dünya içinde gösterdiği çalışmaları buna göre gerçekleştirir.
Bundan dolayı insan doğru haberler öğrenmek zorundadır. Bu konu en önemli konulardan biridir. Yolu kuyu, kuyuyu yol, uzağı yakın ve yakını da uzak gören bir kişi örneğinde olduğu gibi; eğer insan doğru bilgilerden uzaklaşırsa, hayat çarkının mili merkezinden çıkar.
Bundan dolayı yalanın, toplumsal hayata oranla çok tehlikeli ve yalan söylemenin de düşmanlık olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenden ötürü yalancı bir kimse kişiliksiz, değersiz, toplum düşmanı, sözüne insanlar tarafından önem verilmeyen, kendisine güvenilmeyen ve Allah’ın lanetine müptela olan kişi demektir.
Töhmet ve İftira
Töhmet, bireylerden birinin üzerine atılan kötü bir yalandır. Sonucu ise yalan söylemenin akıbetinin aynısıdır. Lakin yalandan daha çirkin ve daha tehlikelidir. Çünkü bir töhmetten dolayı birçok can ve şeref yok olup, birçok yuva yıkılmaktadır.
Töhmet eden bir kimse, mukaddes insanî duygulara sahip olmamasına ilave olarak, görünüşte insan; ancak gerçek yüzü şeytan olan bir varlıktır. Çünkü başkalarının canlarına ve şereflerine, aynı zamanda toplumsal bir hayatın oluşmasına da saygı göstermemektedir. Bundan dolayı insanlar kendilerini gafilce avlayan düşmandan korktukları gibi, ondan da sakınıp kaçarlar.
Anne Baba Hakları
Anne ve babanın çocuklarına karşı aile ortamındaki durumları, ağaç kökünün dallara oranla bulunduğu duruma benzerler. Nitekim ağaç dallarının varlığı köklere bağlıdır. Aynı şekilde çocuğun hayatının temellerini atan da anne ve babadır. Bu bakımdan bir toplum anne baba ve çocuk olmak üzere iki sınıftan oluştuğu için, toplumun ana kökü anne ve babanın ta kendisidir.
Anne ve babaya kötü davranıp eziyet etmek, namertlik ve nankörlük olmasına ilave olarak, insaniyetin çöküşü ve toplumun yok olmasına da neden olur. Zira bir çocuğun anne ve babasına saygısızlık etmesi, anne ve baba tarafından da ilgisizlik ve sevgisizlik şeklinde yansıyacaktır. Öte taraftan çocuklar anne ve babalara küçümseme ve aşağılama gözüyle bakarlarsa, çocuklarından kendilerinin davranış biçiminden başka bir şey görmeyeceklerdir. Yaşlılık ve zayıflık günlerinde ellerinden tutup şefkat gösterecek birileri hususunda umutları kalmayacaktır. Dolayısıyla zorunlu olarak aile oluşturmaktan da kaçınacaklardır. Nitekim günümüzdeki gençlerin birçoğunda bu durum müşahede edilmektedir.
Bu tür düşüncelerin umumiyet kazanmaları, nesil ve kuşak oluşturma yolunu kesin olarak kapanmasına neden olacaktır. Zira akıllı bir insan değerli ömrünü meyvesini görmeyeceği, gölgesinde oturmayacağı, görüntüsünden üzüntü ve kederden başka bir karı olmayacağı bir fidan yetiştirmek için harcamaz.
Şöyle düşünmemiz mümkündür: Devlet çeşitli ödüller vasıtasıyla insanları aile kurmaya teşvik edip, nesil ve kuşak oluşturma konusunu çözebilir.
Ancak şu konuyu belirtmek gerekir ki; (örnek olarak anne, baba ve çocuk sevgisi gibi) doğal destek sahibi olmayan geleneksel bir töre veya bir metodun sürekli olması olanaksızdır.
Doğal içgüdülerden birini terk etmeye ilave olarak, insanı bir takım ruhî lezzetlerden de mahrum edecektir.
Gıybet
Başkalarının ayıplarını ortaya çıkarmak ve kötü sözler söylemek, insanların birbirlerine karşı olan düşüncelerini bozmaya neden olmaktadır. Böyle davranışlar insanların hayatlarına ansızın vurulan darbelerdir. Nitekim Kur-anı kerimde gıybeti ölü kardeşin etini yemeye benzetmektedir:
وَ لَا تجََسَّسُواْ وَ لَا يَغْتَب بَّعْضُكُم بَعْضًا أَ يحُِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا
Birbirinizin gıybetini edip çekiştirmeyin. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi ister.
İnsanların Namuslarına Saldırmak
İslam dinine göre iffet perdesini yırtmak, büyük günahlardan biridir. Bu konu hakkında olayların farklılıklarına göre kırbaçlama, öldürme, kamçılama v.b. gibi çeşitli ağır cezalar öngörülmüştür.
Bu çirkin işi yapma yolunun açık olması, her iki tarafın rızasıyla gerçekleşse bile, İslam dinin çok önem verdiği soy (nesil) kurumlarını sarsıp miras v.b. gibi konular hakkındaki hükümleri yürürlükten kaldırmak demektir. Netice olarak anne, baba ve çocuk sevgisinin önemini azaltıp tabii olarak nesil ve kuşak oluşturma konusunun güvencesi olan toplumu yok etmektedir.
İslam Dinine Göre Büyük Günahların Umumî Cezaları
İslam dinine göre bu tür çirkin davranışlar “büyük günahlar” olarak adlandırılmaktadır. Yüce Allah Kur-anı kerimde bu tür günahları işleyenlere azap vaat etmiştir.
Bazıları konusunda ağır cezalar uygulanmasına ilave olarak, (bir defa işleseler bile) bu tür günahlara mürtekip olanlardan adaleti kaldırmıştır. Yani toplumun en önemli kurumlarından birini onlar hakkında feshetmiştir.
Büyük günah işleyen bir kimse, adaleti yitirip toplum üyelerinden iyi kişilerin yararlandıkları meziyetlerden birinden faydalanamayacaktır. İslam hükümetinde yer alan kurumların hiçbirinde görev alamaz. Cemaat imamı olamaz. Her hangi bir kimsenin yararına veya zararına olan tanıklığı kabul edilmez. Tövbe edip takvalı oluncaya ve adalet sıfatını tekrar elde edinceye kadar söz konusu olan durum üzere olacaktır.
ÜÇÜNCÜ KISIM AHKÂM TİCARET
Ticaret Nedir?
Bir malı satmaya ve başka bir mal ile değiştirmeye ticaret denir. Yani satıcı olarak adlandırılan mal sahibi, mal sahipliğini aldığı para karşılığında karşı tarafa vermelidir. Alıcı olarak adlandırılan karşı taraf da malı alarak parasını satıcıyla vermelidir.
Bilindiği gibi; ticaret, anlaşmadan gelmektedir. Ticaretin gerçekleşmesi için de satıcı ve alıcı olmak üzere iki kişiye ihtiyaç vardır. Dolayısıyla satıcı ve alıcı ergenlik, akıl, niyet, özgürlük v.b. gibi anlaşma koşullarına sahip olmalıdırlar.
Ticaretin Gerekliliği
Ticaret, anlaşmadan dolayı yerine getirilmesi gerekir. Yani anlaşma gerçekleştikten sonra satıcı veya alıcı olmak üzere anlaşanlardan her hangi biri onu bozamaz.
Ancak bazen ticaretten (yanlışlık veya gafletten) dolayı satıcı veya alıcı aldanıp büyük zararlara uğramaktadır. Böyle durumlarda ticaretin gerekliliği umumî maslahatlara muhaliftir. İslam dini bu tür fesatları önlemek için iki konuya değinmiştir:
Anlaşmayı Bozmak: Alış veren yapanlardan birinin ticaretten pişman olması halinde, karşı taraftan muameleyi bozmak istemesine anlaşmayı bozmak denir. Karşı tarafın isteği kabul edip muameleyi bozması ise müstehaptır.
Ruhsat: Muamele yapan kişinin kendisinden yararlanıp muameleyi bozabileceği özel izne ruhsat denir.
Meşhur Olan Ruhsatlar Birkaç Tanedir:
1. Toplantı Ruhsatı: Anlaşma toplantısı sona ermedikçe her iki tarafta muameleyi bozma hakkına sahiptirler.
2. Zarar Ruhsatı: İki taraftan biri aldanıp muamele konusunda zarar gördüğünü anlamasına denir. Örnek olarak mal gerçek değerinden daha düşük bir fiyata satılırsa veya daha fazla bir fiyata satın alınırsa, zarara uğrandığı için muameleyi bozabilir.
3. Kusur Ruhsatı: Muamele bittikten sonra satın alan kişi malda her hangi bir kusur görürse, muameleyi bozabilir veya değer farkını alabilir.
4. Hayvan Ruhsatı: Koyun, at v.b. gibi hayvan alım satımlarında satın alan kişi üç güne kadar muameleyi bozma hakkına sahiptir.
5. Şart Ruhsatı: Eğer satan kişi veya satın alan kişi ya da her ikisi, muamele konusunda her hangi bir şart (koşul) ileri sürdülerse, şartın bozulması halinde muameleyi bozabilirler.
Peşin, Veresiye ve Selem
Ticaret, malı ve parayı teslim etmek ve ödemek bakımından dört kısma ayrılır:
1. Mal ve parası, muamele yapılmasıyla birlikte alınıp verilerek yapılan ticarete “peşin ticaret” denir.
2. Malın muamele vaktinde satın alan kişiye teslim edilmesine ve paranın sonra ödenmesine ise “veresiye ticaret” denir.
3. İkinci kısmın aksine paranın peşin ödenmesine ve malın sonra verilmesine ise “selem ticaret” denir.
4. Birinci kısmın aksine mal ve paranın muameleden sonraya ertelenmesine “söze karşı söz ticareti” denir.
Bu kısımları ilk üçü sahih, dördüncü kısmı ise batıldır.
İKRAR
İkrarın Önemi
Ayaklar altına alınan ve zayi olan hukukların diriltilmelerini topluma ikrar etmenin (bildirmenin) önemini açıklamaya ihtiyaç yoktur. Zira icra kurumlarının birçok çalışmadan sonra deliller, karineler ve elde edilen deneyimler ışığında tahmin ederek yaptığı işleri ikrar etmek (söylemek) iki kelimeyle en kolay ve en açık bir şekilde ifade etmektedir.
İslam dinine göre bireysel bakımdan ikrar etmek de çok önemlidir. Zira bu mesele İslamî çalışmaları diriltip harekete geçirmek içgüdüsünden kaynaklanmaktadır. Bu içgüdü ise, karşı tarafında nefsanî arzuların yer aldığı hakkı (adaleti) izleme içgüdüsüdür.
Yüce Allah kelamında İslam izleyicilerini muhatap alarak şöyle buyurmaktadır:
يَأَيهَُّا الَّذِينَ ءَامَنُواْ كُونُواْ قَوَّمِينَ بِالْقِسْطِ شهَُدَاءَ لِلَّهِ وَ لَوْ عَلىَ أَنفُسِكُمْ أَوِ الْوَلِدَيْنِ وَ الْأَقْرَبِينَ إِن يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقِيرًا فَاللَّهُ أَوْلىَ‏ بهِِمَا
Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhine de olsa Allah için (söyleyip) şahitlik eden kimseler olun.
Peygamber efendimiz (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle buyurmaktadır:
Kendi zararınıza da olsa hakkı söyleyin.
İkrarın Anlamı ve Şartları
Şeriata göre, başka birinin hakkını söyleyen kişi üzerine sabit kılan söze ikrar denir. Bir kimsenin “benim falan adama bin lira borcum var” diye söylemesini örnek olarak gösterebiliriz.
İkrar eden kişi hakkında ergenlik, akıl ve özgürlük şarttır. Dolayısıyla bir çocuğun, bir delinin, bir sarhoşun, baygın bir kişinin, uykuda olan bir kimsenin ve mecbur edilen birinin ikrarı sahih değildir.
YİYECEK VE İÇECEK
Yiyecekler ve İçecekler
Mukaddes İslam dinine göre; bazılarının yüce Allah’ın kitabında ve bazılarının da peygamber efendimizin (Sallellahu aleyhi ve alihi) hadislerinde açıklandığı şeyler müstesna, yenebilme ve içilebilme özelliklerine sahip olan her şey helaldir.
Yenmesi ve içilmesi haram olan şeyler, iki kısımda sınırlanmıştır:
Birinci Kısım: Hayvanlar
Hayvanlar da deniz hayvanları, kara hayvanları ve kuşlar olmak üzere üçe ayrılırlar.
Deniz Hayvanları: Suda yaşayan hayvanlardan yalnızca su kuşları ve pullu balıkların etlerini yemek helaldir. Su yılanı, su köpeği, kaplumbağa, su domuzu v.b. gibi öteki hayvanların etlerini yemek haramdır.
Kara Hayvanları: Kara hayvanları evcil ve vahşi olmak üzere iki kısma ayrılırlar.
Koyun, keçi, sığır ve deve gibi evcil hayvanların etleri helaldir. aynı şekilde at, eşek ve katır gibi hayvanların etleri de haleldir; ancak buna benzer hayvanların etlerini yemek mekruhtur. Köpek, kedi v.b. gibi hayvanların etleri ise haramdır.
Dağ koyunu, dağ keçisi, yaban eşeği ve ceylan gibi vahşi hayvanların etleri helaldir. Aslan, kaplan, kurt, tilki, çakal, tavşan v.b. gibi yırtıcı veya tırnaklı olan hayvanların etleri ise haramdır.
Kuşlar: Kuşlardan yemlik ve taşlık sahibi olanlar veya tavuk, güvercin, kumru, keklik v.b. gibi uçmaya hazırlanırlarken kanat çırpanlar ve pençesi olmayanların etleri helaldir. Ötekilerin ise haramdır. Çekirge türlerinin etleri helaldir.
Açıklama: Adı geçen hayvanların etlerinin helal olması tezkiye edilme şartına bağlıdır.
İkinci Kısım: Cansız Eşyalar
Hayatı olmayan şeyler katılar ve sıvılar olmak üzere iki kısma ayrılırlar.
Katılar
1. Etleri ister helal olsun ister haram olsun, hayvan leşlerini yemek haramdır. Aynı şekilde eti haram olan hayvanların dışkıları gibi haram olan şeyleri yemek de haramdır. Aynı şekilde helal olup necis şeylere temas ettikleri için necis olan şeyleri yemek de haramdır.
2. Toprak
3. Öldürücü zehirler
4. Etleri helal olan hayvanların dışkıları, tükürükleri, bağırsaklarında bulunanlar v.b. gibi insanların doğal olarak nefret ettikleri şeyler haramdır. Aynı şekilde etleri helal olan hayvanların beden kısımlarının on beş tanesi de haramdır.
Sıvılar
1. Az bir miktar da olsa sarhoş edici içecekleri içmek haramdır.
2. Domuz, kedi, köpek v.b. gibi etleri haram olan hayvanların sütleri de haramdır.
3. Kanı sıçrayan hayvanların kanları.
4. Kanı sıçrayan hayvanların idrarı, menisi v.b. gibi necis olan sıvıları.
5. İçlerine necis olan şeylerden birinin döküldüğü sıvılar.
Açıklama: Haram olan yiyecekler ve içecekler, zaruret olmadığı zaman haramdırlar. Haram yiyeceği yemediği takdirde açlıktan ölecek olan veya hastalıktan ya da şiddetli bir hastalığa yakalanmaktan endişelenen yahut yol arkadaşlarından geriye kalıp helak olacağından korkan kişiler örneğindeki gibi zaruret hallerinde, haram olan yiyecekler ve içeceklerden zarureti giderecek oranda yararlanmak caizdir. Ancak hırsızlık niyetiyle veya İslam hükümetine isyan etmek amacıyla vatanından çıkıp sıkıntıya düşen bir kimse konumuzun dışındadır.
Önemli Bir Açıklama
İnsanların en önemli vazifelerinden biri de sağlığa dikkat etmektir. Bütün insanlar yüce Allah’ın kendilerine verdiği şuur vesilesiyle bu konuya çok önem verirler.
Yiyecek ve içecek türlerinin sağlık konusundaki etkileri de çok açık olan konulardandır. Buna ilave olarak insanın ruhî ve ahlakî konularında, aynı şekilde toplumsal ilişkilerinde de birçok etkileri bulunmaktadır.
Sarhoş bir kişi ile aklı başında olan bir kininin durumlarının ve toplumsal konumlarının eşit olmadığı konusunda hiçbir zaman şüphe etmeyiz. Örnek olarak bir kimse nefret ettirici yiyecek ve içeceklere alışırsa, bu alışkanlığın bireysel ve toplumsal hayat içinde oluşturacağı eserler, tanıyan kimseler için tahammül edilemez.
Bundan dolayı insan yüce Allah’ın kendisine verdiği fıtrat vesilesiyle beslenme konusunda az veya çok bir takım sınırlandırmalar getirmesi gerektiğini anlar. Dolayısıyla her yiyeceği yemez ve her içeceği içmez. Netice olarak her yutulacak olan şeyi yutmaz.
Kur-an ayetleri ışığında yeryüzünde olan şeylerin hepsini insanlar için yarattığını, insanlara ve onların gündelik hayatta yaptıklarına ihtiyacı olmadığını açıklayan ve varlıkların yaptıkları iyilikleri ve kötülükleri bilip gören yüce Allah, insanların mutlu olmaları amacıyla, yiyecek ve içeceklerin bir kısmını helal, bir kısmını da haram kılmıştır.
Haram kılınan şeylerin bir kısmının yasaklanmalarının hikmeti sade bir anlayışa sahip olan bir kimse için çok açıktır. Bazılarının yasaklanma hikmeti ise ilmî araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Şu ana kadar haram kılınmalarının hikmeti belli olmayanlar hususunda ise “hiçbir zaman belli olmayacaktır” diye bir şey söylemek olanaksızdır. Belli olmasa bile “hikmetten ve maslahattan yoksundur” diye bir şey söylenemez. Çünkü bu tür yasalar sonsuz bir ilme sahip olan yüce Allah tarafından kaynaklandığı için şöyle söylemek gerekir: İlmî donanımlarımız kusurlu ve varlığımız kısıtlı olduğu için anlamaktan aciz olmamıza karşın, hikmet ve maslahatın en güzeline ve en etkilisine sahiptir.
Gasp
Bir kimsenin malını zor kullanarak alıp malik olma nedenlerinden her hangi biri gerçekleşmeksizin söz konusu mala sahip olan veya söz konusu olan mala sahiplenmese bile bir kimsenin malından zor kullanarak yararlanan bir kimsenin yaptığı iş, şer’i bakımdan “gasp” olarak adlandırılmaktadır.
Dolayısıyla ticaret, kiralamak, izin almak v.b. gibi malikiyet nedenlerinden herhangi biri gerçekleşmeksizin başkalarının mallarına sahip olmaya “gasp” denir.
Bundan dolayı gaspın, ihtisas ve malikiyetin aslını ayaklar altına alan kötü bir iş olduğu ortaya çıkmaktadır. İhtisas ve malikiyet toplumun dimdik ayakta kalabilmesi için ne kadar önemli ise, gasp da aynı oranda toplumun ilerlemesinin önüne geçip yok olmasına neden olmaktadır.
Toplumun güçlülerinin yasal bir izin olmaksızın çalışanların ve güçsüzlerin ücretlerine el uzatsalar, ihtisas ve malikiyet, itibarlarını yitirirler. Bu bakımdan herkes kendinden daha zayıf gördüğü kimsenin özel hakları hususunda aynı fikirlere sahip olacaktır. Çalışan zayıf kesim ise çalışmalarının neticesine sahip olabilmek için güçlü, izzetli ve şerefli kılan her şeye başvuracaklardır. Nihayet insanî bir camia kölelik ve kulluk pazarına dönüşecektir. Kanunlar ve yasalar tamamen yürürlükten kaldırılıp, yerlerine zorbalık ve zalimlik geçecektir.
Bundan dolayı İslam dini gasıp için çok ağır yasalar öngörüp, gaspı da büyük günahlardan biri olarak saymıştır.
Kur-ana ve sünnete göre, şirkten dışındaki bütün günahların Allah tarafından bağışlanma ihtimali vardır. Bütün günahlar hatta şirk bile tövbe edildiği takdirde bağışlanabilir. Ancak hayat dosyası içinde başkalarının haklarına saldırıp onları gasp eden bir kimsenin, hak sahipleri haklarını bağışlamadıkça, yüce Allah’ın hesabından ve azabından kurtuluş umudu olmayacaktır.
Bir Takım Gasp Hükümleri
1- İade etmek zararına da olsa gasp ettiği malı sahibine geri vermek ve mal sahibi sağ değilse varislerine teslim etmek, gasıbın acilen yerine getirmesi gerektiği bir farzdır. Örnek olarak bir taşı veya bir demir parçasını gasp edip binlerce liraya bitirdiği bir bina içinde kullanan bir kimse, söz konusu olan binayı yıkıp gasp ettiği taşı veya demir parçasını çıkararak sahibine geri vermek zorundadır. Veya mal sahibi taşın ve demir parçasının değerini almaya razı edilmelidir… Başka bir örnek vermek gerekirse, gasp ettiği bir kilo buğdayı on kilo arpa ile karıştıran bir kimse, eğer buğday sahibi buğdayın değerini almaya razı olmazsa, buğdayları arpalardan ayırıp sahibine geri vermek zorundadır.
2- Eğer gasp edilen malda herhangi bir kusur ortaya çıkarsa, söz konusu olan malı iade etmesine ilave olarak, zararlarını da ödemek zorundadır.
3- Eğer gasp edilen mal telef olursa, değerini ödemek zorundadır.
4- Gasp eden kişi gasp ettiği malın yararlarını yok ederse, kendisi yararlanmamış olsa bile, söz konusu olan yararları ödemek zorundadır. Örnek olarak ticarî bir taksiyi gasp edip birkaç gün saklayan bir kimse, taksi ile birlikte birkaç günlük gelirini sahibine geri vermek zorundadır.
Bir kuzuyu gasp edip çok güzel bir şekilde yetiştiren ve iri bir koyun haline getiren bir kimse örneğinde olduğu gibi; gasp edilen malda herhangi bir yarar ortaya çıkarsa, söz konusu olan yarar hususunda gasıbın hiçbir hakkı yoktur. Bir yeri gasp edip eken ve ürün elde eden bir kimse örneğinde olduğu gibi; söz konusu olan yarar ayrılmış ise gasp edilen malı elde edilen ürün veya üründen elde edilen ücretle birlikte sahibine geri vermelidir. Tarımcılık hususunda yapılan masrafları ise gasıbın ödemesi gerekir.
Şufea
İki kişi bir ev veya başka bir mal hususunda yarı yarıya ortak olurlar ve sonra ortaklardan biri hisseni üçüncü bir kişiye satarsa, öteki ortak anlaşılan şartlarda ve değerde onun hissesini almaya hak sahibidir. İşte bu hakka şufea hakkı denir.
Bilindiği gibi; İslam dinindeki bu hak ortaklıklar hususunda ortakların tasarruflarından kaynaklanan zararların ve ziyanların önlenmesi amacıyla düzenlenmiştir. Zira mala yeni sahip olan ortağın malikiyeti şufea hakkına sahip olan ortağın zararına tamamlandığı veya zevklerin farklı olmasından dolayı bir takım ihtilaflar meydana geldiği ya da satmak isteyen ortağa zarar verdirmeksizin mala tek başına sahip olmak şufea hakkına sahip olan ortak için daha faydalı olabileceği görülmüştür.
Şufea yer, ev, bahçe v.b. gibi gayrimenkullerde geçerlidir. Dolayısıyla öteki mallar hususunda şufea hakkı yoktur.
Çorak Yerlerin Abat Edilmesi
İslam dinine göre; hiçbir zaman abat olmayan bir yeri veya bir zamanlar abat imiş ancak sahibinin yok olmasından dolayı bakımsız hale gelen bir yeri ya da otlak ve sazlık gibi kendilerinden yararlanılmayan çorak yerleri abat etmek, güzel amellerden biri olarak sayılmaktadır. Dünya malına sahip olmaya ilave olarak, ahirette sevabının karşılığını görmeye de neden olacaktır.
Bu konuda peygamber efendimizden (Sallellahu aleyhi ve alihi) şöyle nakledilmiştir:
Kim çorak bir yeri abat ederse, o yer onundur.
İmam Sadık’tan (Aleyhisselam) şöyle nakledilmiştir:
Bir yeri abat eden bir cemaat, evleviyet hakkına sahiptirler. O yer onlara aittir.
İslam dinine göre; çorak yerler, Allah’a, Resulüne ve imama (İslam hükümetine) aittirler. Aynı zamanda da enfal mallarından sayılırlar.
Çorak yerleri aşağıdaki koşullarla birlikte abat edip sahip olmak mümkündür. Bir yere birkaç kişi niyetlenirlerse, evleviyet hakkı ilk adım atan kişinindir.
1- Masum imamın veya naibinin izni ile abat edilebilir.
2- Başka bir kimse söz konusu olan yerin etrafına taştan duvarla veya herhangi bir şeyle sınır çizmemiş olmalıdır.
3- Irmak etrafı, kuyu kenarı, mezra sınırı v.b. gibi başkalarına ait olan yerlerin kenarında olmamalıdır.
4- Harap olmuş camiler ve vakıflar gibi veya yollar ve caddeler gibi Müslümanların geneline ait olan yerler olmamalıdır.
Açıklama: Abat etmek geleneksel bir tanımdır. Dolayısıyla insanlar “falan adam filan yeri abat etti” diye söylerlerse malikiyet gerçekleşir. Kuşkusuz abat etmek de hedefler hasebince çok çeşitlidir. Nitekim tarımcılık konusunda sürmek vasıtasıyla gerçekleşir. Bina konusunda ise duvar yapmakla sabit bir hale gelir.
5- Görünürde olan ve herkesin zahmete girmeden kullanabileceği maden ocaklarından ihtiyaç miktarı kadar yararlanmak caizdir. Eğer hafriyat yapma, kazma v.b. gibi öteki teknik işleri gerektirirse oradan çıkan altın, bakır v.b. gibi şeyler zahmet çeken kişiye aittir.
6- Büyük ırmaklar, Müslümanların ortak mallarıdır. Aynı şekilde dağlık bölgelerden akıp gelen küçük ırmaklara, yağmur ve kar sularına kim daha yakın ise evleviyet hakkı onundur.
Lukate
Bulunup da sahibi belli olmayan her mala lukate denir.
1- Bulunan ve sahibi belli olmayan bir mal, üç buçuk gram ağırlığındaki bir bakırdan daha az olursa alıp tasarruf etmenin hiçbir sakıncası yoktur. Eğer ağırlığı söz konusu olan ağırlıktan daha fazla olursa almamak gerekir. Alındığı takdirde bir yıl boyunca normal yollardan sahibini aramak gerekir. Mal sahibi bulunursa malı kendisine vermek gerekir. Eğer bulunmaz ise onun adına sadaka olarak fakirlere vermek gerekir.
2- Sahipleri ölmüş harabelerde veya çorak yerlerde bulunan bir mal, bulan kişiye aittir.
Eğer bir mülkün içinde bulunursa, önceki sahiplerinden açıklama istenir. Eğer onlar gizlemişlerse ve alametlerini biliyorlarsa onlara teslim edilir. Aksi takdirde bulan kişiye aittir.
3- Eğer sahipsiz bir hayvan bulunursa lukate hükmüne göre hareket edilir.
4- Eğer sahipsiz bir çocuk bulunursa, alıp büyütmek bütün Müslümanların üzerine farzdır. Bir kimse onu büyütürse ötekilerin bu farz ötekilerin üzerinden kalkar.
5- Eğer hırsızlık yoluyla çalınan mal bir kimseye emanet edilirse lukate hükmüne göre hareket edilip gerçek sahibine vermek gerekir. Dolayısıyla hırsıza iade etmek doğru değildir.
Kitap Sonu
Hicrî Şemsî Azermah – 1342
Milâdî, Kasım Ayı – 1963
Dipnotlar
-------------------------------
1-Asr: 1, 2, 3
2-Rum: 41
3-Al-i İmran: 169
4-Kâfi: 2/348, h. 4
5-Enam: 5 ve Fatır: 19-22
6-Kâfi: 1/30, h. 1
7-Vesail-uş Şia: 27/27, h. 20
8-Hucurat: 12
9-Nisa: 135
10-Bihar-ul Envar: 74/171, h. 7
11-Ayrıntıları ameliye risalelerinde aramak gerekir.
12-Yani ameliye risalelerinde açıklandığı üzere kesilmeli veya öldürülmelidir.
13-Ameliye risalelerine başvurulması rica edilir.
14-Vesail-uş Şia: 25/412, h. 5
15-Vesail-uş Şia: 25/412, h. 4
4