Fâtiha Sûresi'nin Tefsiri
Allâme Muhammed Hüseyin TABATABAİ
Fâtiha Sûresi / 1-5 ............................... 51
52 ................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
2- Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a özgüdür.
3- O, Rahmandır, Rahimdir.
4- Din (karşılık) gününün sahibidir.
5- Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
AYETLERİN AÇIKLAMASI Yüce Allah, "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" buyurarak
sureye başlıyor. Kimi zaman insanlar bir iş yaptıkları zaman
veya bir işe başladıkları zaman, çok saygı duydukları ya da büyük
olarak kabul ettikleri bir kişinin adını anarlar, o kişinin adıyla hareket
ettiklerini belirtirler ki, işleri kutlu ve şerefli olsun. Bazen de
bunu, saydıkları büyüklerini anmak için bir vesile edinirler. Böyle
bir amaç, belli oranda isim koymada da söz konusudur. Yeni doğan
bir çocuğa, yaptıkları veya kurdukları ürettikleri bir şeye, örneğin
bir eve ya da bir kuruma ad verirken sevdikleri ya da saydıkları
bir kimsenin adını verirler ki, adlandırılan nesne varoldukça
isim kalıcı olsun, isim varoldukça da o ismin anısı kalıcı olsun. Anısı
hep taze kalsın, sürekli hatırlansın diye babasının adını çocuğuna
veren kişinin bu davranışının altındaki gerekçe budur işte.
Yüce Allah'ın bu sözü de buna benzer bir amaca yöneliktir. Söze
O'nun yüce ismiyle başlanmıştır ki, ifadenin içerdiği anlam O'-
nun adıyla bilinsin, O'nun adıyla bağlantılı olarak zihinlerde yer etsin.
Fâtiha Sûresi / 1-5 .................................. 53 Bu şekilde söze başlamanın bir diğer amacı da, kulları söz, fiil
ve davranışlar hususunda eğitmek, onlara her şeye O'nun adını
anarak başlamaları ve O'nun adıyla hareket etmeleri yönünde bir
edep tarzı öğretmektir. Böylece yaptıkları işler, O'nun adıyla bilinir,
O'nun sıfatlarıyla tanınır, O'nun rızasını elde etmek amacıyla yapılır.
Böylece yaptıkları işler boşa gitmez, sonuçsuz kalmaz. Çünkü,
yokluk ve batıllığın asla kendisine yol bulmadığı yüce Allah'ın adıyla
yapılmıştır.Nitekim yüce Allah birçok yerde bu gerçeğe dikkat çekmektedir.
O'nun birçok sözünden şu sonuçlar çıkmaktadır: O'nun yüce rızasına
yönelik olmayan şey, yok olucudur, boştur. Allah insanların
kendi rızasına dönük olmayan tüm amellerinin önüne geçecek ve
onları yele savrulmuş toz duman gibi boşa çıkaracaktır. Yaptıklarını
un ufak edip amellerini geçersiz kılacaktır. Hiçbir şey kalıcı
değildir, O'nun yüzü hariç. O'nun rızası için yapılan, O'nun adına
gerçekleştirilen şey ise kalıcıdır, yok olmaz. Her olgu, içinde Allah-
'a pay verildiği oranda kalıcılıktan pay alır. Peygamber efendimizden
(s.a.a) rivayet edilen ve hem Ehlisünnet, hem de Şia tarafından
sahih kabul edilen şu hadis de bu gerçeği dile getirmektedir:
"Bir işe Allah'ın adıyla başlanmasa, o işin sonu kesiktir." Hadisin
orijinal metninde geçen "ebter" ifadesi deyimi, sonu kesik, devamı
olmayan demektir.
Sözün de bir tür iş olduğunu göz önünde bulundurarak rahatlıkla,
besmelenin başındaki "ba" harfinin müteallakı "başlıyorum"
fiilidir, diyebiliriz. Yani, bir tür iş olması itibariyle yüce Allah söze
besmeley-le başlamıştır. Bu da sözde bir birleyici unsurun bulunmasını,
sözün birliğini kaçınılmaz kılmaktadır. Sözün birliği ise, içerdiği
anlam, taşıdığı mesaj ve dile getirilişi ile elde edilmek istenen
nihaî amacın birliği ile olur. Kur'ân'ın bütününden ibaret olan
Allah'ın sözünün nihai amacı ise, şu şekilde belirlenmiştir:
"Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap geldi. Onunla
Allah doğru yola iletir." (Mâide, 15-16) Bunun gibi daha birçok ayet
vardır ve bu ayetlerde Kitabın indiriliş gayesi şu şekilde ifade ediliyor:
Allah'ın kitabının ve sözlerinin amacı, kulları doğru yola iletmektir.
Şu hâlde hidayet, "Rahman ve Rahim olan Allah' ın adıyla"
başlayan bir cümledir.
54 ............................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Buna göre O, kulların başvuru mercii olan Allah'tır. O, Rahman-
dır; mümini de, kâfiri de kapsamına alan genel rahmetine
giden yolu, kullarına gösterir. Bu yol, varoluşları ve hayatları için
bir hayır kaynağıdır. O, Rahim'dir; özellikle mümin kullarına özgü
kıldığı rahmetine giden yolu kullarına açıklar. Bu da onların
ahirette elde edecekleri mutluluktur, Rableriyle buluşma zevkidir.
Nitekim yüce Allah, "Rahmetim her şeyi kaplamıştır; onu, korunanlara
yazacağım." (A'râf, 156) Bu açıklamada Kur'ân-ı Kerim bir
bütün olarak göz önünde bulundurulmuştur.
Öte yandan yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde "sure"
kavramından söz etmiştir: "Ona benzer bir sure getiriniz." (Yûnus,
38) "Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin."
(Hûd, 13) "Bir sure indirildiği zaman..." (Tevbe, 86) "Bu, indirdiğimiz
ve hükümlerini farz kıldığımız bir suredir." (Nûr, 1) Bu ifadelerden
anlıyoruz ki, yüce Allah'ın parça parça ayırıp her bir parçasına sure
adını verdiği sözleri kendi içinde bir tür birliğe ve bütünlüğe sahiptir.
Bu bütünlük, ne bir surenin bölümleri, ne de iki ayrı sure arasında
söz konusu değildir. Buradan hareketle anlıyoruz ki, güdülen
amaç ve sağlanan sonuçlar sureden sureye farklılık gösterir.
Herbir surenin akışı özel bir anlamı vurgulamaya, özel bir sonuç elde
etmeye yöneliktir ve bu hedef gerçekleşmediği sürece sure bitmez.
Dolayısıyla her surenin başında yer alan "Besmele" o sureyle
güdülen özel hedefe dönüktür. Şu hâlde Hamd suresinin başındaki besmele de, surenin hedefine
ve sureden çıkarılan anlama dönüktür. Bu surede ifade edilen
amaç ise, kulluk sunmak suretiyle Allah'a hamdetmektir; kulluğu
en geniş boyutlarıyla O'na özgü kılmak, ondan yardım ve hidayet
dileyerek onu fiilen övmektir. Bu sözleri yüce Allah kulları
adına dile getiriyor ki, kulluk sunma açısından Allah'ın öngördüğü
ve gösterdiği tavırlar içinde hareket etsinler.
Kulluğun ifadesi, kulun yerine getirdiği davranışlardır; kulluk
kas-tı taşıyan eylemlerdir. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
başlamak, işte bu amaca yöneliktir. Bu durumda anlam şöyle olur:
"Senin adınla sana yönelik kulluğumu ifade etmeye
başlıyorum."
Fâtiha Sûresi / 1-5 .............. 55
Bu açıklamaya göre de yine Hamd suresinin besmelesindeki
"ba" harf-i cerrinin müteallakı, "başlama" fiilidir. Bununla da karşılıklı
hitaplaşma suretiyle kulluk makamındaki içtenlik ve samimiyet
pekiştirilip ihlâs tamamlanmak isteniyor. "Ba" harf-i cerrinin
müteallakı "yar-dım isteme"dir de denilebilir. Böyle demenin bir
sakıncası olmamakla birlikte müteallakın "başlama" olması daha
uygundur. Çünkü sure "yar-dım isteme"yi açıkça içeriyor: "Yalnız
senden yardım dileriz."
"İsim" kavramına gelince; bu ifade, ad olduğu varlığı gösteren
bir sözdür. Ya işaret anlamına gelen "simet" kökünden ya da yücelik
anlamını ifade eden "sümüvv" kökünden türemiştir. Hangi kökten
türemiş olursa olsun, lügat ve örfte bu kelimenin bir varlığa işaret
ettiği ve ad olduğu varlıktan ayrı olması gerektiği bilinmektedir.
Yüce Allah'ın sıfatlarından biri göz önünde bulundurularak zatı
ifade eden "ism"e gelince; bu, lafızlar kategorisine girmeyen, zatlardan
olan bir isimdir. Bu, birinci anlamıyla ismin müsemmasıdır.
Örneğin; (yüce Allah'ın isimlerinden biri olan) "Âlim" ismi, müsemmasını
gösterir. O da ilim sıfatı itibariyle ele alınan zattır. Bu
bakımdan Allah'ın sıfatları, zatının isimleridir. Çünkü bu zatın durumu
ancak sıfatlarından biri veya niteliklerinden biri aracılığıyla
bilinebilir.
Bu kullanımın sebebi şudur: İnsanlar, "isim" lafzının "müsemma-"
yı gösteren kelime için kullanıldığını gördüler. Sonra baktılar
ki, sıfatlar da bir açıdan zatı gösteriyorlar. Onların durumu, "isim"
diye ad-landırdığımız lafzın durumunu andırır. Onlar da aynen
"isim" denilen lafızlar gibi dış âlemdeki zatlara işaret etmektedirler.
Bu yüzden zatlara işaret eden bu sıfatları da "isim" olarak adlandırdılar.
Sonuçta, "isim" lafzî bir şey olabileceği gibi, aynî bir
şey de olabilir, sonucuna varıldı. Sonra baktılar ki zata dolaysız işaret
eden "isim", tahlil sonucu elde edilen ikinci anlamdaki isimdir.
Birinci anlamdaki isim ise, ikinci anlamdaki ismin aracılığıyla
zata işaret etmektedir. Bu yüzden ikinci anlamdakine "isim", birinci
anlamdakine ise "ismin ismi" dediler. Ne var ki bütün bunlar,
aklî tahlil sonucunda varılan şeylerdir. Bunu lügate uyarlayamayız.
Dolayısıyla lügat açısından "isim" ilk başta dediğimizden ibarettir.
56 ................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
İslâm'ın ilk dönemlerinde, kelâmcılar arasında "İsim, müsemmanın
aynısı mıdır yoksa gayrisi midir?" sorusu etrafında uzun
tartışmalar meydana gelmiştir. Ne var ki, günümüzde bu tür
meseleler artık bedihîlik düzeyinde açıklığa kavuşmuştur. Dolayısıyla,
bu konuyla ilgili olarak ne dendiğini, ne denileceğini uzun
uzadıya anlatmak, sözlerin doğrusunu tespit edip onaylamak, yanlışını
bulup çürütmek artık gereksiz bir uğraştır. Kısacası meselenin
dışında kalmak en iyisidir.
"Allah" lafzına gelince, bunun aslı "el-ilâh"tır. Çok kullanıldığından
dolayı "ilâh"ın başındaki "hemze" düşmüştür. "İlâh" kelimesi,
"kulluk etti" anlamına gelen "eleh'er-recülü ye'lehu" kökünden
gelir. Ya da "hayret etti" anlamına gelen "elih'er-recülü" ya da
"veleh'er-recülü" kö-künden gelir. Bu kelime "mef'ul" anlamında
"fial" kipindendir. Tıpkı "mektup" anlamında "kitap" gibi. İlâh olarak
nitelendirilmesi; mabut, yani kulluk sunulan olmasından ya da
akılların zatını kavrama noktasında şaşkına düşmelerinden dolayıdır.
Görüldüğü kadarıyla "Allah" kelimesi, çok kullanma sonucu
özel isim olmuştur. Kur'ân'ın inişinden önce de bu anlamıyla kullanılıyordu
ve cahiliye Arapları onun ifade ettiği anlamı biliyorlardı.
Yüce Allah bunu şu şekilde ifade etmektedir: "Andolsun, onlara
'Kendilerini kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah.' derler."
(Zuhruf, 87) "Zanlarınca, 'Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza.' dediler."
(En'âm, 136) Bu lafzın özel isim olduğunun bir kanıtı da, Allah'ın tüm güzel
isimleri ve bu isimlerden kaynaklanan fiillerle nitelendirilmesi,
ama bu lafzın hiçbir isme sıfat olmamasıdır. Söz gelimi; "Allah
Rahmandır, Rahimdir. Allah rahmet etti. Allah bildi. Allah
rızklandırdı." denir; ama "Allah" lafzının bunlardan birine sıfat olduğu
ya da bu lafızdan, bunlardan birine sıfat olacak bir kelimenin
türetildiği görülmemiştir.
Her şeyin ilâhı olarak O'nun yüce zatının varlığı, bütün kemal
sıfatlarıyla nitelendirildiğini gösterdiğinden bütün kemal sıfatları
"Allah" lafzının iltizamî manası olur. Dolayısıyla da "Allah lafzı, varlığı
zorunlu olan, tüm kemal sıfatlarını kendinde toplayan zatın
ismidir." sözü doğrudur.
Fâtiha Sûresi / 1-5 ........................... 57
Yoksa bu lafız, çok kullanma sonucu özel
isime dönüşmüş ve "elehe" kökünün işaret ettiği anlamın dışında
başka bir husus bu isimlendirmede etkin olmamıştır.
Rahman ve Rahim sıfatları ise, "rahmet" kökünden gelirler.
Bu ni-telikse, bir şeyini yitiren veya eksiğini giderecek bir şeye ihtiyaç
duyan bir insanın görülmesi anında insan kalbini etkisi altına
alan, heyecan yönü ağır basan özel bir duygudur. Bu duygu insanın
içinde uyanınca eksiği olanın eksiğini gidermeye, ihtiyacını
karşılamaya yeltenir. Ancak bu anlam, tahlil sonucunda ihtiyacı
gidermek amacıyla ver-me, bağışta bulunma anlamına döner. İşte
yüce Allah, bu anlamda rahmet sıfatıyla nitelendirilir.
Rahman kelimesi, çokluk ifade eden "fe'lân" vezninden mübalağa
sıygasıdır. Rahim ise sıfat-ı müşebbehedir ve süreklilik, kalıcılık
ifade eder. Bu açıdan "Rahman" niteliğinin hem müminlere ve
hem de kâfirlere yönelik bol rahmeti ifade ediyor olduğu şeklindeki
yaklaşım yerindedir. Bu kavramın ifade ettiği rahmet genel
niteliklidir. Kavramın bu anlamda kullanıldığına Kur'ân-ı Kerim'de
çokça rastlanır: "Rahman arşa istiva etmiştir." (Tâhâ, 5) "De ki:
Kim sapıklık içinde ise, Rahman ona mühlet versin." (Meryem, 75)
Aynı şekilde "rahim" sıfatının, müminlere yönelik sürekli nimetlere,
değişmez ve kalıcı rahmete işaret ediyor şeklindeki yaklaşım
da yerindedir. Nitekim yüce Allah'ın şu sözleri bu anlamı pekiştirir
niteliktedir: "Müminlere karşı çok merhamet edendir (rahimdir)."
(Ahzâb, 53) "Çünkü O, onlara karşı çok merhametlidir (rahimdir)."
(Tevbe, 117) Bu yüzden, "Rahman sıfatı hem kâfiri ve hem de mümini
genel olarak kapsadığı hâlde, rahim sıfatı sadece müminlere
yöneliktir." denilmiştir.
"Hamd Allah'a özgüdür." Denildiğine göre "hamd", bir insanın
özgür iradesiyle sergilediği güzelliklere yönelik övgüdür.
"Medh=meth" ise, bundan daha kapsamlıdır. "Hamedtu fulânen ev
medehtuhu li-ke-remihi" yani, "Falanı ikramından dolayı övdüm
veya methettim." denir. Aynı şekilde, "Medeht'ul-lu'lue alâ safaihi"
yani, "İnciyi saf oluşundan dolayı methettim" denir de,
"Hamadtuhu alâ safaihi" yani, "Onu saf oluşundan dolayı övdüm"
denmez. Hamd kelimesinin başındaki "el" takısı cins veya istiğrak
anlamına dönüktür. Her iki bakımdan da sonuç değişmez.
Zira bir yandan yüce Allah, "İşte Rabbiniz Allah budur, her şeyin
yaratıcısıdır." (Mü'min, 62) buyuruyor. Burada her şeyin Allah tarafından
yaratıldığını ifade ediyor. Sonra şöyle buyuruyor: "O'dur
ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı." (Secde, 7) Böylece yaratılan
her şey için, O'nun yaratığı olması, O'na izafe edilmesi açısından
güzelliği ispat ediyor. Buna göre, güzellik yaratılışı ekseninde, yaratılış
da güzellik ekseninde dönmektedir. O hâlde, hiçbir yaratık
yoktur ki O'nun güzelleştirmesi ile güzel olmasın ve hiçbir güzel
yoktur ki O'nun yaratığı olmasın, O'na izafe edilmesin. Öte yandan
yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: "O, tek ve kahredici Allah'-
tır." (Zümer, 4) ve "Bütün yüzler, O (ölümsüz) diriye, O (her şeyi ayakta
tutan) mutlak güce boyun eğmiştir." (Tâhâ, 111) buyuruyor.
Böylece yüce Allah, yarattıklarını herhangi bir gücün baskısıyla yaratmadığını, yaptıklarını bir zorlayıcının zoruyla yapmadığını; tam
tersine, yarattığı her şeyi ilmi ve özgür iradesiyle yarattığını bildiriyor.
Şu hâlde, varolan her şey, güzeldir ve onun isteği sonucu var
olmuştur. Bu, meselenin fiil yönüdür. İsim açısından meseleye
yaklaşacak olursak, yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Allah
ki, O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler O-nundur." (Tâhâ, 8)
Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "En güzel isimler Allah'ındır. O
hâlde O'nu onlarla çağırın ve O'nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları
bırakın." (A'râf, 180) Buna göre yüce Allah hem isimleriyle,
hem de fiilleriyle güzeldir ve bütün güzellikler O'ndandır.
Böylece anlaşılıyor ki, yüce Allah hem isimlerinin güzelliğinden
ve hem de fiillerinin güzelliğinden dolayı övgüye lâyıktır ve övgüye
değer bir şey karşısında övgüsünü ifade eden bir insan gerçekte
yüce Allah'ı övüyordur. Çünkü övgüye neden olan güzellik O'ndandır.
Şu hâlde övgünün cinsi ve her türlü hamd yüce Allah'a özgüdür.
Ayrıca ifadelerin akışından ve "Yalnız sana ibadet ederiz."
ifadesindeki hitap değişikliğinden anlaşılan o ki, bu sure kulların
diliyle söylenmiştir. Yüce Allah bu surede, kuluna O'nu övmesini
ve bir kulun kulluk makamında takınması gereken edep tavrını
telkin ediyor. "Hamd Allah'a özgüdür." sözü bu anlamı pekiştirir
niteliktedir.
Fâtiha Sûresi / 1-5 ....................... 59
Çünkü hamdetme bir nitelendirmedir ve yüce Allah, bazı kullarının
kendisine yönelik nitelendirmelerinden kendisini tenzih etmiştir:
"Allah onların nitelendirmelerinden münezzehtir. Sadece
Allah'ın arındırılmış kulları hariç." (Sâffât, 159-160), İfade geneldir,
bir kayıtlandırma söz konusu değildir. Yüce Allah'ın kitabında, bazı
arınmış peygamberlerinden başka, herhangi bir kimsenin kendisine
yönelik hamdını naklettiğine rastlanmaz. Yüce Allah Hz. Nuh-
'a (a.s) hitap ederken şöyle buyuruyor: "De ki: Bizi zalimler topluluğundan
kurtaran Allah'a hamdolsun." (Mü'minûn, 28) Yine bir ayette
İbrahim Peygamberin (a.s) diliyle şöyle buyuruyor: "İhtiyarlık
çağımda bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun." (İbrâhîm,
39) Yüce Allah bazı yerlerde Peygamber efendimiz Hz. Muhammed'e
(s.a.a) şöyle hitap eder: "De ki: Allah'a hamdolsun."
(Neml, 93) Bir ayette de Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın diliyle şöyle
buyuruyor: "Dediler ki: Allah'a hamd-olsun." (Neml, 15) Bir de cennet
ehlinin O'na yönelik övgülerini aktarmıştır. Çünkü onlar da göğüslerdeki
kin ve kıskançlıktan, boş ve günah sözden arındırılmışlardır.
Şu ayette olduğu gibi: "Dualarının sonu, 'Âlemlerin Rabbi
olan Allah'a hamdolsun.' sözleridir." (Yûnus, 10) Bunun dışında her ne kadar yüce Allah yaratıklarının büyük
çoğunluğunun ve hatta tümünün kendisine yönelik övgülerini birçok
ayette dile getirmiştir; meselâ, "Melekler Rabblerini hamd ile
tesbih ederler." (Şûrâ, 5) veya "Gök gürültüsü O'nu övgüyle tesbih
eder." (Ra'd, 13) veya "O'nu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur."
(İsrâ, 44) buyurmuştur; ancak ne var ki, yüce Allah bütün bunlarda
kendisine yönelik övgülerini tesbih (tenzih etme) ile birlikte
zikrediyor. Hatta asıl olarak tesbihi naklediyor, bunun yanında da
övgülerini aktarıyor.
Bunun nedeni şudur: Yüce Allah'tan başkası, O'nun fiillerinin
güzelliğini ve kemalini kuşatamaz. Aynı şekilde yüce Allah'ın fiillerinin
güzelliğinin kaynağı olan sıfatlarının ve isimlerinin güzelliğini
de tam anlamıyla O'ndan başka kimse kavrayamaz. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Onlar bilgice O'nu kuşatamazlar." (Tâhâ, 110) Kullar
O'nu neyle nitelendirirlerse, O'nu onunla kuşatmış olurlar. Bu
nitelik onların kavrayışlarının kapasitesiyle sınırlanmış, algılayışları
oranında belirlenmiş olur.
60 ............................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1 Dolayısıyla O'nu, düşünceleriyle neden
oldukları sınırlandırma ve değerlendirmeden tenzih etmedik-
leri sürece, O'nu bu nitelendirmeden dolayı tesbih etmedikleri sürece,
O'na yönelik övgüleri hedefine ulaşamaz, doğruluk niteliğini
kazanamaz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiç kuşkusuz Allah bilir,
siz ise bilmezsiniz." (Nahl, 74) Onun arındırılmış kullarına gelince; onların kendisine yönelik
övgülerini kendi kendini övmesi ve onların kendisini nitelendirmelerini
de kendi kendisini nitelendirmesi gibi değerlendirmiştir.
Bu,onların Allah'ın arındırılmış kulları olmalarından geliyor. Bundan
da anlaşılıyor ki, kulluğun öngördüğü edep, bir kulun Rabbini, O'-
nun kendisini övdüğü gibi övmesini ve bunun ötesine geçmemesini
gerektiriyor. Hem Ehlisünnet'in, hem de Şia'nın Peygamber efendimizden
(s.a.a) rivayet ettikleri hadis de bunu gösteriyor: "Ben
senin övgülerini sıralayamam. Sen, kendini övdüğün gibisin..." Şu
hâlde surenin başındaki "Hamd, Allah'a özgüdür." ifadesi, kulluğa
yaraşır bir edep tavrını edindirme amacına yöneliktir. Eğer yüce Allah,
ne şekilde övülmesi gerektiğini öğretmek için kullar adına bu
sözü söylememiş olsaydı, kul kendi kendine bunu söyleyemezdi.
"...âlemlerin Rabbi... O, Rahmandır, Rahimdir. Din gününün sahibidir." (Büyük bir çoğunluk "Meliki yevm'id-dîn" şeklinde okumuştur.) "Rab", sahip bulunduğu varlıkların işlerini düzenleyen maliktir. Dolayısıyla bu kavram, mülkiyet anlamını da içermektedir. Mülkiyet, içinde bulunduğumuz toplumsal koşullar çerçevesinde bir şeyin
bir kimseye özgü olmasının özel bir türüdür. Yani, tasarruf yetkisine
sahip olunacak şekilde bir şeyin bir kimseye ait olmasıdır. Söz
gelimi, "Falan şey bizim mülkümüzdür." dediğimiz zaman, o şey
bir şekilde bize özgü kılınmış ve bu sayede onun üzerinde tasarrufta
bulunma hakkına sahibiz demektir. Eğer bu özgü kılınmışlık
olmasaydı, böyle bir tasarruf yetkimiz de olamazdı.
Toplumsal çerçevede bu, gerçekliği bulunmayan sözleşmeli ve
itibarî anlamdır. Bu itibarî anlam, gerçekliği olan diğer bir anlamdan
alınmıştır ki, ona da mülkiyet deriz. Bu mülkiyet, vücudumuzdaki
organların ve güçlerin bizimle var olmaları şeklindeki mülkiyettir.
Bizim gözümüz, kulağımız, elimiz ve ayağımız vardır, bunlara
malikiz. Bunun anlamı şudur: Bunların varlığı bizim varlığımıza
bağlıdır ve bunlar bizden bağımsız değiller, bizim bağımsızlığımızla
bağımsızdırlar ve biz onların üzerinde dilediğimiz gibi tasarrufta
bulunma yetkisine sahibiz. İşte gerçek mülkiyet budur.
Fâtiha Sûresi / 1-5 .................... 61
Yüce Allah'a gerçeklik noktasında izafe edilebilecek mülkiyet,
ger-çek mülkiyettir, sözleşme ve itibarın ortadan kalkmasıyla geçersiz
olan itibarî mülkiyet değildir. Bilindiği gibi gerçek maliklik,
tedbir ve yönetim olgularından ayrı düşünülemez. Çünkü bir şey
varlığı açısından başka bir şeye muhtaç ise, varlığı açısından o
şeyden bağımsız değilse, varlığının sonuçları açısından da o şeyden
bağımsız olamaz. Yüce Allah, her şeyin Rabbidir ve Rab, yönetici
malik (sahip) demektir. İşte yüce Allah'ın rablığı ve malikliği
bu niteliktedir.
"Âlemîn=âlemler" kelimesi, "âlem"in çoğuludur. Bir şeyin bilinmesine
aracı olan şey demektir. Kaaleb, hâtem ve tâbe' gibi. Birincisi,
bir şeye belli bir şekil vermeye yarayan şey; ikincisi, bir şeye
son vermeye aracı olan şey; üçüncüsü ise, bir şeyin nakşedilmesine
aracı olan şey demektir. Bu kavram, bütün varlıklar için kullanıldığı gibi bireylerin ve
parçaların bir araya gelmesinden oluşan her topluluğu, her bütünlüğü
de ifade eder. Cansız varlıklar âlemi, bitkiler âlemi, hayvanlar
âlemi ve insanlar âlemi gibi. Belli niteliklere sahip bireylerden oluşan
topluluklar için de kullanılır. Arap âlemi ve Acem âlemi gibi.
Burada ikinci anlamın daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Çünkü
"Malik-i yevm'id-dîn" ifadesine kadar sayılan yüce Allah'ın güzel
isimleri hep bu kavramla bağlantılı olarak dile getiriliyor. Din ise,
kıyamet günündeki karşılık demektir. Bunun ise sadece insanları
ya da sadece insanları ve cinleri ilgilendiren bir durum olduğunu
kabul edersek, "âlemler" ifadesiyle insanlar ve cinler âleminin,
topluluğunun kastedildiği sonucu ortaya çıkar. Bu kavramın
Kur'ân-ı Kerim'in birçok ayetinde belirgin biçimde bu anlamı ile
kullanılmış olması da bizim bu yaklaşımımızı pekiştirmektedir:
."Seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı." (Âl-i İmrân, 42) "Âlemlere
uyarıcı olsun diye" (Furkan, 1) "Siz, sizden önce âlemlerde hiç kimsenin
yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?" (A'râf, 80) "Din gününün sahibidir." Bilindiği gibi "malik" kelimesi, "milk"
kökünden gelir. "Melik" ise, "mülk" kökünden gelir ve ulusal düzene
egemen olan ve onları idare eden kimse demektir. Diğer bir
ifadeyle, onlar üzerinde emir ve hüküm yetkisine sahip kimse
demektir.
Bu ifadenin hem "melik" ve hem de "malik" şeklinde okunduğuna
ilişkin açıklamalar yapılmış, her birini pekiştiren kanıtlar ileri
sürülmüştür. Şu kadarı var ki, saltanatın, egemenliğin her iki anlamı
da yüce Allah için geçerlidir. Ancak Arapça'yı ve Arap geleneğini
bilen bir insan "mülk" kavramının "zaman" olgusuyla bağlantılı
olduğunu bilir. Örneğin; "Falan dönemin meliki (kralı)" denir,
ama "Falan dönemin maliki (sahibi)" denmez. Denirse bile zorlama
olduğu anlaşılır. Yüce Allah, "melik-i yevm'id-dîn" buyurarak,
deyimi "gün"e izafe etmiştir. Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Bugün
mülk kimindir? Bir ve ezici güce sahip Allah'ındır." (Mü'min, 16) AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Uyûn ve el-Meanî'de "Bismillah" ifadesiyle ilgili olarak İmam
Rıza'nın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Yani kendimi Allah'ın
alâmetlerinden biriyle alâmetlendiriyorum ki o da ibadettir." [Uyûnu
Ahbar'ır-Rıza, c.1, bab:26, h: 19. el-Meanî, s.3] Ben derim ki: Bu anlam, bizim işaret ettiğimiz anlamdan elde
edilebilecek bir sonuçtur. Biz demiştik ki, besmelenin başındaki
"ba" harfi, başlama anlamını ifade eder. Çünkü kul, ibadetini Allah'ın
adıyla alâmetlendirdiği zaman, ibadeti izafe ettiği nefsini de
Allah'ın alâmetlerinden biriyle alâmetlendirmesi gerekir.
et-Tehzib adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s), el-Uyûn ve Tefsir'ul-
Ayyâşî'de ise İmam Rıza'nın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Besmele, Allah'ın ism-i a'zamına gözbebeğinin gözakına
yakınlığından daha yakındır." [et-Tehzib, c.2, s.289, h: 15. el-Uyûn, c.2,
bab:30, h: 11. Tef-sir'ul-Ayyâşî, c.1, s.21, h: 13] Ben derim ki: İleride ism-i a'zamla ilgili açıklamamızda bu hadisi
anlamına değineceğiz.
el-Uyûn'da Emir'ül-Müminin'in (a.s) şöyle dediği anlatılır:
"Besmele Fatiha'dan bir ayettir. Resulullah besmeleyi okur ve onu
Fatihadan bir ayet sayardı. 'Fatiha suresi tekrarlanan yedidir.'
derdi." [c.1, s. 235, bab:28, h: 59] Ben derim ki: Bu görüşü destekleyen benzeri rivayetler Ehlisünnet
kanallarınca da aktarılmıştır. Örneğin, Darekutnî Ebu
Hureyre'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Fatiha
suresini okuduğunuz zaman, besmeleyi de okuyun.
Fatiha Kur'ân'ın anası ve tekrarlanan yedidir, bismillahirrahmanirrahim
de onun bir ayetidir." [Sünen-i Darekutnî, c.1, s.236, h: 28] el-Hisal adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Ne oluyor şunlara? Allah canlarını alasıcalar, Allah'ın kitabında
yer alan en büyük ayetlerden birini bilerek terk ettiler ve
onu açıkça okumanın bid'at olduğunu ileri sürdüler." İmam Bâkır'ın (a.s) da şöyle dediği rivayet edilir: "Allah'ın kitabındaki
en şerefli ayeti, yani besmeleyi çaldılar. Büyük-küçük
her işin başında besmeleyi söylemek gerekir ki, o iş bereketlensin."
[Bihar'ul-Envar, c.92, s.238, h: 39] Ben derim ki: Bu anlam doğrultusunda Ehlibeyt İmamlarından
çokça rivayet aktarılmıştır. Bunlar da gösteriyor ki, Tevbe suresi
hariç, her surenin başında yer alan "besmele" o sureden bir ayettir.
Ehlisünnet kanallarınca da bu görüşü pekiştiren hadisler rivayet
edilmiştir.
Örneğin; Sahih-i Müslim'de Enes, Resulullah'ın (s.a.a), "Az önce
bana bir sure indirildi." dediğini ve besmeleyi okuyarak başladığını
rivayet eder. [c.4, s.112] Ebu Davud'un bildirdiğine göre İbn-i Abbas (bu hadisin rivayet
zinciri sahih kabul edilmiştir) şöyle demiştir:
"Bismillahirrahmanirrahim inmedikçe, Peygamber efendimiz
(s.a.a) surelerin aralarını (bir rivayete göre sonlarını) bilmezdi."
[Sünen-i Ebu Davud, c.1, s.209, h: 788] Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren açıklamalar, Şiî kanallardan
İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir.
el-Kâfi, et-Tevhit, el-Meanî ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın
(a.s) şöyle dediği anlatılır: "Allah her şeyin ilâhıdır, tüm yarattıklarına
karşı Rahman'dır ve özellikle müminlere karşı da Rahim'dir."
[El-Kâfi, c.1, s.114, h: 11. et-Tevhit, s.230, h: 1. el-Meanî, s.3, h: 1. Tefsir'ul- Ayyâşî, c.1, s.22, h: 19-20] Bir rivayete göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Rahman,
genel nitelikli özel isimdir; Rahim ise, özel nitelikli genel isimdir."
[Mecma'l-Beyan, c.1, s.21] Ben derim ki: Yukarıdaki açıklamalarda Rahman sıfatının
hem mümine ve hem de kâfire yönelik genel bir sıfat olduğuna,
Rahim sıfatının da sırf müminlere yönelik olduğuna işaret etmiştik.
Rahman'ın genel nitelikli özel bir isim oluşu ve Rahim'in de
özel nitelikli genel bir isim oluşu ile de Rahman sıfatının dünya
hayatına özgü olup hem kâfiri ve hem de mümini kapsaması, Rahim
sıfatının ise hem dünya hayatını ve hem de ahireti kapsamakla
birlikte sadece mümine yönelik olmasını kastediyor olsa gerektir. Diğer bir ifadeyle: Rahman sıfatı, tekvinî bağış ve lütuflara özgüdür
ve bu hem kâfiri ve hem de mümini kapsıyor. Rahim ise,
hem tekvinî [varoluşla ilgili] ve hem de teşrii (yasamayla ilgili) olanı
kapsar. Bu ise, hidayet ve mutluluk kategorisine girer. O da
sadece mümine özgüdür. Çünkü süreklilik ve kalıcılık müminlere
özgü bağışlar için geçerlidir. Çünkü akıbet, Allah'tan korkanlarındır.
Keşf'ül-Gumme adlı eserde İmam Sadık'm (a.s) şöyle dediği
belirtilir: "Babamın katırı kaybolmuştu. Eğer Allah onu bana geri
döndürürse, hiç kuşkusuz onun hoşnut olacağı bir şeyle ona
hamdedeceğim, dedi. Çok geçmeden katırı eğeriyle ve gemiyle
birlikte getirildi. Şöyle bir doğruldu, elbiselerini toparladı. Sonra
göğe başını kaldırarak, 'Allah'a hamdolsun.' dedi ve başka da bir
şey söylemedi. Ardından şöyle dedi: Geride hiçbir şey bırakmadım,
bütün hamtları Allah'a kıldım. Çünkü bu ifadenin içine girmeyen
hiçbir hamt yoktur." [c.1, s.118] el-Uyûn adlı eserde belirtildiğine göre, bu ifadenin tefsiri
hakkında İmam Ali'den (a.s) bir soru sorulmuş o da şöyle cevap
vermiştir: "Yüce Allah kullarına ancak nimetlerinin bir kısmını
detaysız biçimde bildirmiştir.
Çünkü bunların hepsini ayrıntılı biçimde
bilemezler. Bu nimetler sayılmayacak ve bilinmeyecek
kadar çokturlar. Öyleyse, 'Bize verdiği nimetlere karşılık Allah'a
hamdolsun.' deyin." [c.1, s.220, h: 30] Ben derim ki: İmam (a.s) bu sözleriyle, yüce Allah kullarına
kulluğa yaraşır edep tavrını göstermek ve onlara öğretmek amacıyla
onlar adına hamdı dile getiriyor, şeklindeki açıklamamıza işaret
ediyor.
FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA
Aklî kanıtlar, malûlün bağımsızlığını ve kendisiyle ilgili her
hususun illetine dayandığını göstermektedir. Malûlde olan her
kemal gerçekte illetinin varlığının bir uzantısıdır. Dolayısıyla eğer gerçekte illetinin varlığının bir uzantısıdır.
Dolayısıyla eğer varlıkta
güzelliğin bir gerçekliği varsa, onun kemali ve bağımsızlığı varlığı
zorunlu olan yüce Allah'a aittir. Çünkü O, bütün illetlerin kaynağı
olan tek illettir. Hamd ve övgü ise, herhangi bir varlığın kendi varlığıyla
bir başka varlığın kemalini göstermesidir. O başka varlık da
onun illetinden başkası değildir. Bilindiği gibi her kemalin kaynağı
yüce Allah'tır. Şu hâlde, her övgünün ve her hamdın gerçekliği O'-
na dönüktür. Öyleyse hamd, âlemlerin Rabbı olan Allah' a mahsustur.
* * *
"Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz..." Ayetin
orijinalinde geçen "na'budu" kelimesinin kökü olan "abd" kelimesi,
sahip olunan insan veya -anlamı soyutlarsak- tüm bilinçli varlıklar
anlamında bir kavramdır. Nitekim yüce Allah'ın şu sözünde bu
soyutlanmış anlamda kullanılmıştır: "Göklerde ve yerde bu-lunan
herkes Rahman'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 93) İbadet kavramı
da bu kelimeden türemiştir. Yerlerine göre farklı köklerden
gelmiş veya farklı anlamlarda kullanılmıştır da denebilir.
Cevherî'nin, es-Sihah'ta; "Ubudiyet (kulluk) kavramının aslı boyun eğmedir."
şeklideki sözüne gelince; boyun eğmenin ubudiyetin gereklerinden
olduğundan dolayı bu sözü söylemiş olsa gerek. Yoksa, boyun
eğme anlamına gelen "huzu" kelimesi ancak "lam" harf-i cerri
ile geçişli olabiliyor, ibadet ise, yapısı itibariyle geçişlidir.
Kısacası; ibadet, kulun kendini Rabbinin mülkü yerine koyması
ve öyle görmesidir. Bu yüzden kulluk büyüklenmenin karşıtıdır,
böyle bir duyguyu yok eder; ama şirk koşmanın karşıtı değildir.
Yani, kölenin köleliği ve kulun kulluğu üzerinde birden fazla kişinin
ortaklığı söz ko-nusu olabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Bana ibadet etmekten büyüklenenler, aşağılanarak cehenneme
gireceklerdir." (Mü'-min, 60) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Ve
Rabbine ibadete hiç kimseyi ortak etmesin." (Kehf, 110) Bu ayete,
şirk koşmanın mümkün olduğu varsayılarak yasaklanıyor. Yasaklama
ancak mümkün ve güç yetirilebilen şeyler için geçerlidir. Oysa,
Allah'a ibadet etmeye tenezzül etmeyip büyüklük taslama,
böyle bir durumu içermiyor.
66 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1 Kulluk, ancak kölelerle onlara sahip olan efendiler arasında,
efendilerin mülkiyeti altındaki hususlarda geçerli olan bir ilişki biçimidir.
Kölenin varlığıyla ilgili olup da sahip olmanın kapsamına
girmeyen hususlar, yani kölenin falanın oğlu olması ve boyunun
uzun olması gi-bi hususlar ise ibadetle, kullukla ilintili değildir. Ne
var ki, yüce Allah'ın kulları üzerindeki sahipliği bu tür bir ilişkiden
farklıdır. O'nun sahipliği başkalarının sahipliğine benzemez. O'nun
karşısında kulun konumu bölünme kabul etmez. Yani O'nun kulun
bazı kısımlarına sahip olması, buna karşın bazı kısımlarına sahip
olmaması mümkün değildir. Onun için, kul üzerindeki bazı tasarrufların
caiz, bazılarınınsa caiz olmaması söz konusu değildir.
Nitekim insanlar arasındaki kölelik ilişkilerinde kölelerin kimi
nitelikleri efendilerin mülkiyeti altındadır, kendi isteklerine bağlı
olan fiilleri gibi; bazı nitelikleri de bu mülkiyetin kapsamına
girmez, doğuştan gelen zorunlu nitelikleri gibi. Aynı şekilde köleler
üzerinde bazı tasarruflarda bulunmak caizdir, işlerinden yararlanmak
gibi; onlarla ilgili bazı tasarruflar da caiz değildir, onları
suçsuz yere öldürmek gibi.
Yüce Allah kayıtsız ve şartsız olarak maliktir, mülkiyeti sınırsızdır.
Onun dışındakilerse, kayıtsız ve şartsız olarak mülktürler.
Onların Allah karşısındaki mülklükleri bölünme kabul etmez. Burada
her iki açıdan da bir sınırlandırma vardır. Maliklik, sahiplik
Rabb'e özgüdür, kulluksa kula özgüdür. İşte yüce Allah'ın şu sözü
buna işaret etmektedir: "Yalnız sana ibadet ederiz." Burada meful
öne geçirilmiş ve ibadet kavramı da mutlak tutularak hiçbir kayıtla
kayıtlandırılmamıştır.
Daha önce de açıkladığımız gibi mülk ancak maliki ile varolabileceği
için, ne malikini perdeler, ne de malikinden perdelenir.
Söz gelimi, sen Zeyd'in evine baktığında oraya herhangi bir ev gözüyle
bakarsan, Zeyd'i göz ardı edebilmen mümkündür. Ama eğer
oraya Zeyd'in mülkü gözüyle bakarsan, onun sahibi olan Zeyd'i göz
ardı etmen mümkün değildir.
Ancak Allah'ın dışındaki varlıklar sadece mülk oldukları ve bu
ger-çeklik onların hakikatini oluşturduğu için varlıklar âleminde
hiçbir şey Allah'tan gizlenemez. Varlığa bakan bir göz yüce Allah'ı
görmeden edemez. O her zaman hazırdır.
Fâtiha Sûresi / 1-5 ........................ 67
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? İyi bil ki onlar,
Rablerine kavuşmaktan kuşku içindedirler. İyi bil ki O, her şeyi
kuşatmıştır."(Fussilet, 53-54) Durum bundan ibaret olduğuna göre,
gerçek ibadet, hakkı her iki tarafın da hazır bulunduğu bir ortamda
gerçekleştirilen ibadettir.
Bu, yüce Allah açısından, O'na hazır bulunan bir mabut gibi ibadet
edilmesiyle olur. "Yalnız sana ibadet ederiz." ifadesindeki
üçüncü şahıstan ikinci şahsa yönelik hitap değişikliğini gerektiren
husus da budur. Kul açısından ise, şöyle olur: İbadetini, hazır olan bir kulun ibadeti
gibi yerine getirir, ibadetinde mabudundan gaflet etmez.
Aksi takdirde, ibadeti sadece anlamdan yoksun bir şekle ve ruhsuz
bir cesede benzer. Ya da ibadetini böler, hem Rabbiyle ve hem
de başkalarıyla açıkta ve gizlide ilgilenir. Tıpkı hem Allah'a ve hem
de putlarına ibadet eden putperestler gibi. Ya da kulluğunu gizlice
bir başkasına yöneltir. Çeşitli amaçlar için Allah'a ibadet ediyor
görünen kimseler gibi. Böyle bir insan Allah'a ibadet eder ama, ilgisi
bir başkasına yöneliktir. Ya da cennet arzusuyla veya cehennem
korkusuyla Allah'a ibadet eder. Bütün bunlar, ibadet açısından
şirktir ve Kur'ân-ı Kerim'de yasaklanmıştır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dini yalnız kendisine has kılarak Allah'a kulluk et."
(Zümer, 2) "İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler
edinenler, 'Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.'
derler. Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri
şeyde hükmünü verecektir." (Zümer, 3) Kul içten davranınca ve tüm benliğini bu işe verince, ancak o
zaman ibadet gerçek ibadet niteliğini kazanır. Bu da sözünü ettiğimiz
gibi ibadet anında, mabudundan gaflet etmemekle mümkündür.
Bununla da anlaşılıyor ki kul, amelinde Allah'tan başkasıyla
ilgilenmediği zaman ibadeti eksiksiz olur. Eğer başkasıyla ilgilenirse,
ibadetinde, ilgilendiği kimseye Allah'ın ortağı niteliğini
kazandırmış olur. Şayet kulun kalbi bir umuda veya bir korkuya
takılı değilse, yani ibadetinin amacı cenneti elde etme veya ateşten
korunma değilse, o zaman bu ibadet sırf Allah rızası için yerine
getirilmiş olur. Kişi ibadet esnasında kendisiyle de meşgul olmamalıdır.
Çünkü bu duygu, kulluk pozisyonuna ters düşer.
Kulluk,benliği ve büyüklenmeyi içinde barındırmaz. "ibadet ederiz",
ifadesinin birinci çoğul şahıs kipiyle dile getirilmiş olması da, bu
noktaya işaret etme amacına yönelik olabilir. Çünkü bu takdirde
kişinin şahsı söz konusu değildir. Dolayısıyla bencillik ve bağımsızlık
duygusuna kapılmaz, kişisel belirginlikleri, izleri topluluk içinde
kaybolup gider. Bu açıklamaların tümünden çıkan sonuç şudur: "Yalnız sana
ibadet ederiz." sözüyle ifade edilen kulluk, anlam ve ihlâs açısından
özünde bir noksanlık barındırmaz. Ancak; "Yalnız sana ibadet
ederiz." derken kul, ibadeti kendine izafe etmiş oluyor. Bu da derken
varlık, güç ve irade bağımsızlığı olduğu zannını uyandırıyor.
Hâlbuki kul, mülktür ve başkasının mülkü olan bir kimse bir şeye
malik olamaz. Bu yüzden bu zannın ortadan kalkması için olsa gerek,
ardından hemen, "ve yalnız senden yardım dileriz."
buyuruluyor. Yani, biz ibadeti ken-dimize izafe ediyor ve bunu biz
yapıyoruz diyorsak, ancak senin yardımın olmadan bunu yapamayacağımızın da bilincindeyiz. Bu yüzden sana ibadet ederken de
senden yardım diliyoruz.
Şu hâlde, "Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım
dileriz." sözü bir tek anlamı vurgulama amacına yöneliktir. O da
sırf Allah'a yöneltilmiş samimî ibadettir. İbadet ile yardım istemenin
aynı ahenk içinde zikredilişinin amacının da bu noktayı vurgulamak
olması mümkündür. Nitekim, "Yalnız sana ibadet ederiz ve
yalnız senden yardım dileriz." buyurulmuştur, "Yalnız sana ibadet
ederiz. Bize yardım et, bizi doğru yola ilet." denmemiştir.
"Bizi doğru yola hidayet et." ifadesiyle birlikte surenin akışının
ahenksel değişikliğe uğramasına gelince, inşaallah ileride bununla
ilgili açıklamalarda bulunacağız. "Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz."
sözünün açıklaması esnasında; üçüncü şahıstan ikinci şahsa geçilmesinin
sebebi, mef'ulün öne geçirilmesiyle ifade edilen hasrın
amacı, "ibadet ederiz" ifadesinde, ibadet kavramının hiçbir kayıtla
sınırlandırılmamış olmasının nedeni, birinci çoğul şahıs lafzının
tercih edilişinin sebebi, birinci cümlenin ardından ikinci cümlenin
getirilişi ile verilmek istenen mesaj ve surenin akışı içinde bu iki
cümlenin aynı ahenk içinde oluşlarının amacı gibi hususlar açıklık
kazandı.
Fâtiha Sûresi / 1-5 .............................. 69 Bu ayetle ilgili olarak tefsir bilginleri, başka hususlara da dikkat
çekmişlerdir. Dileyen bu bilginlerin kitaplarına başvurabilir.
Yüce Allah kullarından alacaklardır, O'nun borcunu ödemek gücümüzün
üstünde bir yükümlülüktür.
7- Kendilerine nimet verdiğin, gazaba uğramamış ve de sapmamış
kimselerin yoluna.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Bizi doğru yola hidayet et. Kendilerine nimet verdiğin... kimselerin
yoluna." Hidayet kavramının anlamı, "sırat=yol" kelimesini açıklarken
açıklık kazanacaktır. Sırat, tarîk ve sebil, anlam olarak birbirine
yakın kavramlardırlar. Yüce Allah, sıratı (yolu) müstakim (doğru)
olmakla nitelendiriyor. Sonra bunun, Allah'ın nimet verdiği
kimselerin izlediği yol olduğunu açıklıyor. Şu hâlde, niteliği bu olan
ve kulların iletilme (hidayet) isteğine konu olan yol, ibadetin hedefidir.
Yani, kul Rabbinden istiyor ki, kulluğu sırf bu yolun sınırları içinde
kalsın.
Bunun açıklaması şöyledir: Yüce Allah, kitabında insan türü için,
daha doğrusu tüm varlıklar için, kendisine doğru yol alırlarken
izleyecekleri yolu belirlemiştir. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak
şöyle buyuruyor: "Ey insan, muhakkak sen, Rabbine doğru varan
bir yol üzerinde çabalayıp durmaktasın, nihayet O'na varacaksın."
(İnşikak, 6) "Dönüş O'nadır." (Teğâbun, 3) "Dikkat edin, bütün işler
sonunda Allah'a döner." (Şûrâ, 53) Bunun gibi daha birçok ayet
açıkça gösteriyor ki tüm varlıklar, bir yolu kat etmekte ve yüce Allah'a
doğru yol almaktadırlar.
Sonra şu gerçeği ortaya koymuştur: Tek bir özelliğe sahip tek
bir yol söz konusu değildir. Yol, ikiye ayrılmaktadır. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Ey Âdem oğulları! Ben size, 'Şeytana tapmayın,
o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın, doğru yol budur.'
diye? bir-dirmedim mi" (Yâsîn, 60-61)Şu hâlde, bir doğru yol var, bir de onun ötesinde başka bir yol.
Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................. 71 Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Ben pek yakınım. Bana dua ettiği
zaman, dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da benim
çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki
doğru yolu bulmuş olurlar." (Bakara, 186) Bir diğer ayette de şöyle
buyuruluyor: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk
etmekten büyüklenenler, aşağılanarak cehenneme gireceklerdir."
(Mü'min, 60) Böylece yüce Allah, kendisinin kullarına yakın olduğunu
ve kendisine en yakın yolun kendisine yönelik ibadet ve
dua yolu olduğunu açıklamıştır. Sonra inanmayanları nitelendirirken
de şöyle buyurmuştur: "Onlar uzak bir yerden çağırılıyorlar."
(Fussilet, 44) Burada, inanmayanların izledikleri yolun hedefe çok
uzak olduğu belirtilmiştir.
Bununla anlaşılıyor ki, Allah'a giden iki yol vardır: Biri yakın; ki
bu, müminlerin yoludur. Diğeri de uzak; ki bu da başkalarının yoludur.
Bu, bir yol ayrılığıdır. Bir başka yol ayrılığı daha var ki, yüce
Allah şu ayette ona işaret etmektedir: "Bizim ayetlerimizi yalanlayan
ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenlere, göğün kapıları
açılmayacaktır." (A'râf, 40) Hiç kuşkusuz, yolcuların yürüdükleri bir
yol olmasaydı, kapı bir anlam ifade etmezdi. Şu hâlde, aşağıdan
yukarıya doğru giden bir yol vardır.
Yüce Allah, bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "Kimin üstüne
gazabım inerse, artık o düşmüştür." (Tâhâ, 81) İfadenin orijinalinde
geçen "heva" fiili, aşağı doğru düşmek anlamını ifade eder.
Şu hâlde, bir de aşağıya doğru yuvarlanırken de izlenen bir yol
vardır. Sonra yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim küfrü imanla değişirse,
artık dümdüz yoldan sapmış olur." (Bakara, 108) Burada yüce
Allah "sapıtmıştır" diyerek doğru yoldan ayrılmayı şirk olarak nitelendirmiştir. Bu durumda, insanlar tuttukları yol itibariyle üç grup hâlinde
değerlendirilmektedir:
a) Yukarıya doğru yol alanlar. Bunlar, Allah'ın ayetlerine inanan,
ona kulluk sunmada büyüklenmeyen kimselerdir.
b) Aşağı doğru yol alanlar. Bunlar, Allah'ın gazabına uğramış
kimselerdir.
c) Yoldan sapmış olanlar. Bunlar şaşkındırlar, nereye gideceklerini bilmezler, sapıktırlar.
"Kendilerine nimet verdiğin, gazaba uğramamış ve de sapmamış kimselerin yoluna." ifadesinin bu sınıflandırmaya yönelik bir işaret içerdiğini söylemek mümkündür. Doğru yol, kesinlikle diğer iki yol değildir. Bununla gazaba uğramışların ve sapmışların yollarını kastediyorum. Şu hâlde doğru yol, sözü edilen ilk yoldur. Yani büyüklük taslamayan müminlerin yoludur. Ancak yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11) Bu da gösteriyor ki, müminlerin yolu da kendi içinde derecelere ayrılmaktadır.
Bunun izahı şöyledir: Her sapıklık şirktir, bunun tersi de doğrudur. Yüce Allah'ın şu sözü bu gerçeği dile getirmektedir: "Kim küfrü imanla değişirse, artık dümdüz yoldan sapmış olur." (Bakara, 108) Yüce Allah'ın şu sözü de bu anlamı pekiştirir niteliktedir: "...'Şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır.
Bana tapın,doğru yol budur.' Nitekim o, sizden birçok nesilleri saptırdı." (Yâsîn, 60-62) Kur'ân-ı Kerim şirki zulüm, zulmü de şirk olarak nitelendirir. Kıyamet koptuktan sonra her iş sonuca bağlanınca, şeytanın itirafını bize aktaran ayet-i kerime de bu anlamı destekler mahiyettedir: "Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da tanımamıştım zaten. Doğrusu zalimler için acı bir azap vardır." (İbrâhîm,22)
Aynı şekilde şu ayet-i kerimede olduğu gibi zulüm de sapıklık olarak nitelendirilir: "İnananlar ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar, işte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82) Bu anlamı, doğru yolu bulma ve sapıklık veya sapıklığı izleyen azaptan güvende olmanın zulmün bertaraf edilmesi ve imanın zulümle karıştırılmamasına bağlanmasından algılamak mümkündür. Kısacası sapıklık, şirk ve zulmün konumu birdir. Bunlar birbirlerinin vazgeçilmezleri, birbirlerinin pekiştiricileridirler. İşte, "Bunların her biri diğerini tanımlar veya her biri aynı zamanda diğeri demektir." derken bunu kastediyoruz. Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki bu, anlam aşamasında değil, mısdak aşamasında böyledir. Bunu bildikten sonra kesin olarak anlarsın ki, sapıkların yolundan ayrı bir yol olan "doğru yol"da kesinlikle şirk ve zulüm söz
konusu olmadığı gibi, yine aynı kesinlikte sapma da söz konusu olmaz. Kalplerin derinliklerinde bir küfür veya yüce Allah'ın hoşnut olmadığı bir düşünce barınmaz. Bedenin organlarıyla bir günah fiili veya itaatte bir kusur işlenmez.
İşte teori ve pratik olarak gerçek tevhit budur. Bu ikisinin arasında bir üçüncü yol yoktur. Haktan sonra, sapıklıktan başka ne var ki? Yüce Allah'ın şu sözü de bu açıklamayı pekiştirir niteliktedir: "İnananlar ve imanlarını bir zulümle karıştırmayanlar, işte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82) Bu ayette, doğru yolun güvenli olduğu vurgulanıyor, tam hidayet vaat ediliyor. Çünkü burada ism-i fail [muhtedûn=doğru yolu bulanlar] ifadesi kullanılmış ve ism-i failin geleceğe delâlet ettiğini söylüyorlar.
Dikkat edilsin! Kuşkusuz, bu da doğru yolun niteliklerinden biridir. Daha sonra yüce Allah, doğru yolun sahipleri olan bu kendilerine nimet verilen kimseleri şöyle tanımlıyor: "Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler (gerçekler, dosdoğru kullar), (amellere olan) şehitler ve sa-lihlerle birlikte olur ve onlar ne de güzel arkadaştır!" (Nisâ, 69) Yüce Allah bu ayette sözü edilen iman ve itaati, bu ayetten önce şöyle tanımlamıştır: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar.
Eğer biz, kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye bunu onlara farz etmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Hâlbuki kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu." (Nisâ, 65-66) Burada yüce Allah onları söz, davranış, iç ve dış görünüm olarak kulluk açısından sağlam ve noksansız olarak nitelendiriyor. Bu açıdan hiçbir hususu bu genellemenin dışında tutmuyor. Bununla beraber, bu son ayette niteliklerine işaret edilen müminleri, kendilerine nimet verilmiş olanların izleyicileri ve bağlıları olarak tanıtıyor ve onların safından aşağıdaki bir safta yer aldıklarını belirtiyor. Bunu "birlikte olur" tabiri ile "onlar ne de güzel arkadaştır!" ifadesinde anlıyoruz. Çünkü aynı derecede olmaları söz konusu olsaydı,"onlar, şu kimselerle birlikte olur." değil de, "onlar, şu kimselerdendir." buyurulması gerekirdi.
Yüce Allah'ın şu sözü de bu ayetin bir benzeridir: "Allah'a ve Resulüne inananlar, Rableri yanında onlar, sıddîkler ve şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır." (Hadîd, 19) Bu ayette müminlerin ahiret gününde şehitlere ve doğrulara ilhâk edilecekleri dile getiriliyor. "Rableri yanında" ve "Onların mükâfatları" sözleri bu sonucu öngörüyor. Şu hâlde, doğru yolun sahipleri, kalpleri ve amelleri sapıklıktan, şirkten ve zulümden arınmış müminlerden daha üstün bir konuma ve daha yüksek bir dereceye sahiptirler. Bu ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, zorunlu olarak, durumları ve konumları bundan ibaret olan müminlerde de bir eksiklik olduğu anlaşılıyor.
Eğer bu eksikliği gider-miş olsalardı, onlar da kendilerine nimet verilen kimselerden olurlardı. Yani onlarla arkadaşlık etme derecesinden, onlardan olma derecesine yükselmiş olurlardı. Belki de bu ayrıcalıklarının sebebi, Allah hakkındaki derin marifetleri, ileri bilgileridir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah, inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11) Şu hâlde doğru yolun sahipleri, kendilerine kâmil iman nimetinden daha üstün bir nimet verilen kimselerdir. Bu da doğru yolun niteliklerinden biridir. Yüce Allah "yol" anlamına gelen "sırat" ve "sebil" kelimelerini Kur'ân-ı Kerim'de defalarca kullanmıştır.
Fakat bir tek "sırat-ı müstakîm"den fazlasını kendisine izafe etmemiştir. Ama "sebil" olarak kendisine giden birçok yolun bulunduğunu vurgulamıştır: "Ama bizim uğrumuzda cihat edenleri biz, elbette yollarımıza (sebillerimize) iletiriz." (Ankebût, 69) Aynı şekilde, şu ayet-i kerimeden başka da "sırat-ı müstakîm"i yaratıklarından hiç kimseye izafe etmemiştir: "Kendilerine nimet verdiğin... kimselerin yoluna (sıratına)." Fakat "sebil" anlamında yol kavramını kendisinden başkasına da izafe ederek kullanmıştır: "De ki: İşte benim yolum (sebilim) budur: Allah'a basiretle davet ederim." (Yûsuf, 108) "Bana yönelen kimsenin yolu (sebili)." (Lokmân, 15) "Müminlerin yolu" (Nisâ, 115) Bununla da anlaşılıyor ki "sebil", "sırat-ı müstakîm"den farklıdır ve izleyicilerin, kulluk sunanların sayısına ve çokluğuna göre farklılık gösterir, değişir, çok olur.
Fakat "sırat-ı müstakîm" tek ve değişmezdir. Yüce Allah'ın şu sözü buna işaret etmektedir: "Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir. Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına (sebil) iletir, onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru yola (sırat-ı müstakîme) iletir." (Mâide, 15-16) "Sebil" birden fazla olarak nitelendirilirken, sırat" bir tek olarak nitelendirilmiştir. Bu durumda sırat-ı müstakîm ya sebillerin tümünden ibarettir ya da sebillerin birleşmesi ve sırat-ı müstakîmle aynılaşması sonucu oluşan ana yoldur.
Aynı şekilde yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onların çoğu, Allah'a ortak koşmadan inanmazlar." (Yûsuf, 106) Bununla da anlaşılıyor ki, şirk (ki bir sapıklıktır) imanla birlikte bulunabilir. İşte bu "sebil" dir. Dolayısıyla "sebil"in şirk ile bir araya gelebileceği anlaşılıyor. Fakat "sırat-ı müstakîm" sapıklıkla bir araya gelmez. Nitekim, "ve de sapmamı kimselerin" buyurulmuştur. Bu ayetler üzerinde kapsamlı bir şekilde düşünüldüğü zaman, bu "sebil"lerin her birinin "sırat-ı müstakîm"in aksine, kimi noksanlıklar ve kimi ayrıcalıklarla bir arada olabilecekleri anlaşılmaktadır. Yine anlaşılmaktadır ki, bu sebillerden her biri sırat-ı müstakîm olmakla birlikte diğerinden ayrıdır. Sırat-ı müstakîm de bu sebillerin her biriyle birleştiği gibi, her birinin muhalifiyle de birleşmektedir.
Böyle bir sonuca, sunduğumuz ayetlerden varmak mümkün olduğu gibi, diğer bazı ayetler de bu anlamı pekiştirir niteliktedir. Örneğin: "Bana ibadet edin; doğru yol (sırat-ı müstakîm) budur." (Yâsîn, 61) "De ki: Rabbim, beni doğru yola (sırat-ı müstakîme) iletti. Dosdoğru dine, Allah'ı bir bilen İbrahim'in dinine." (En'âm, 161) Bu ayetlerde, hem ibadet, hem de din, "sırat-ı müstakîm" olarak nitelendirilmiştir. Bu ikisi ise, bütün "sebil"lerin ortak özellikleridir. Buna göre, Allah'ın sebillerine oranla "sırat-ı müstakîm" bedendeki ruh gibidir. Nitekim bedenin hayatı boyunca geçirdiği değişik evre-ler vardır. Beden her evrede öncekinden farklıdır. Bebeklik, çocukluk, delikanlılık, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık ve ihtiyarlık gibi. Fakat her evrede ruh aynı ruhtur, bedenden ayrılmaz bir bütündür.
Yine bedenin çeşitli hâlleri olabilir ki, ruhun isteklerine ve gereklerine ters düşebilir. Ama ruh öyle değildir. Bu, Allah'ın değişmez fıtratıdır ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Bununla birlikte beden ruhtur, yani insandır. Aynı şekilde, yüce Allah'a giden "sebil" de "sırat-ı müstakîm" dir. Ancak müminlerin sebili, tövbe edenlerin sebili, Peygamberi izleyenlerin sebili vs. gibi çoğaltabileceğimiz Allah'ın sebillerine dışarıdan bir afet veya noksanlık musallat olabilir. Fakat bunlar kesinlikle "sırat-ı müstakîm"e bulaşamazlar. Nitekim bir "sebil" olan imana, şirk ve sa-pıklığın karışabileceğini gördün. Ne var ki, bunların hiçbiri "sırat-ı müstakîm"in bünyesinde barınamaz.
Şu hâlde arılığı, bulaşmışlığı, yakınlığı ve uzaklığı açısından sebilin dereceleri vardır ve bunların tümü sırat-ı müstakîm üzerindedir ya da bizzat onun kendisidir. Yüce Allah hak ve batıla örnek verirken bu gerçeği açıklamıştır. Kastettiğim, hepsi de "sırat-ı müstakîm"den olmakla birlikte Allah'a giden "sebil"lerin faklılık gösterebilecekleridir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce o su ile çağlayıp aktı. Sel üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü. Süs yahut eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hak ile batılı böyle bir benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. İşte Allah, böyle meseller verir." (Ra'd, 17) Burada yüce Allah, bilgi ve olgunluk edinmede kalplerin ve kavrama yeteneklerinin farklı kapasitelere sahip olmakla beraber, her birinin tek bir semavî rızka dayandığını, oradan beslendiğini vurguluyor. Bu örnekle ilgili yeterli açıklamaya Ra'd suresinde yer vereceğiz. Kısacası, bu da sırat-ı müstakîmin, yani doğru yolun niteliklerinden bir diğeridir.
Doğru yolun (sırat-ı müstakîm) nitelikleri üzerinde düşündüğün zaman, onun Allah'a giden tüm yollara, tüm sebillere egemen olduğunu görürsün. Şöyle ki, bir yol sırat-ı müstakîm gerçeğinden barındırdığı oranda Allah'a ulaştırır. Oysa sırat-ı müstakîm kayıtsız ve şartsız olarak mutlak şekilde Allah'a ulaştırır. Bu yüzden yüce Allah onu "sırat-ı müstakîm" olarak nitelendirmiştir. "Sırat", açık yol demektir. Bu kelime, "yutmak" anlamına gelen "serete" fiilinden türemiştir.
Sanki bu yol, yürüyenlerini yutuyor da, kendisinden ayrılmalarına, midesinden çıkmalarına izin vermiyor gibi. "Müstakîm" ise, ayağının üzerine dikilip kendine ve kendisiyle ilgili şeylere egemen olmak isteyen kimsedir. İşinin idaresini ele alan kimse gibi. Sonuç itibariyle "müstakîm", durumu ve konumu değişmeyen, demektir.
Buna göre, "sırat-ı müstakîm", izleyicisini amacına ve maksadına ulaştırmaktan geri kalmayan hedefe ulaştırıcı yoldur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "İşte Allah'a inanıp O'na sımsıkı tutunanları, kendi katından bir rahmetin ve lütfun içine alacak ve onları kendisine (varan) doğru bir yola iletecektir." (Nisâ, 175) Yani bu hidayet değişmeyecek ve böylece sürüp gidecektir.
Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah kimi hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir. İşte Rabbinin doğru yolu budur." (En'âm, 125-126) Yani, onun değişmeyen ve hedefe ulaştırmaktan geri durmayan yolu budur.
Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah dedi ki: İşte bu, benim üstlendiğim dosdoğru yoldur. Şüphesiz, sana uyan sapıtmışların dışında, senin benim kullarım üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün yoktur." (Hicr, 41-42) Yani bu, benim değişmez yolumdur, yürürlükten kaldırılmaz yasamdır. Bir bakıma bu ifade, yüce Allah'ın şu sözüne çağrışım yapmaktadır: "Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın. Allah'ın kanununda bir sapma bulamazsın." (Fâtır, 43) "Sırat-ı müstakîm" kavramının anlamına ilişkin olarak yaptığımız açıklamalardan şu hususlar belirginlik kazanıyor:
1- İslâm, iman, ibadet, ihlâs ve tevazu gibi Allah'a giden yollar (sebiller), gerçeğin kaynağı olan "sırat-ı müstakîm"e yakınlıkları oranında kâmillik ve eksiklik, pahalılık ve ucuzluk bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Bunların karşıtları olan küfür, şirk, inatçılık, azgınlık ve günahkârlık için de aynı durum söz konusudur.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Her birinin yaptıklarından ötürü dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını verir; asla kendilerine haksızlık edilmez." (Ahkaf, 19) Akılların yüce Allah'tan algıladıkları ilâhî bilgilerin durumu da tıpkı buna benzemektedir.
Yeteneklerin farklılığı oranında bu bilgiler farklılık arzeder, kapasitelerin çeşitliliği oranında çeşitli algılama biçimleri ortaya çıkar. Yüce Allah'ın verdiği şu örnek de bunu vurgulamaktadır: "Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce o su ile çağlayıp aktı..." (Ra'd, 17)
2- Sırat-ı müstakîm, bütün yollara egemen olduğu gibi, sırat-ı müs-takîmin izleyicileri de öyledir. Yüce Allah onları bu yolda yerleşik ve kalıcı kılarak onların işlerini üzerine almış ve onları da kullarının doğru yola iletilmesinde yetkili kılmıştır.
"Onlar ne de güzel arkadaştır!" (Nisâ, 69) "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namazı kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir." (Mâide, 55) derken, yüce Allah bunu kastetmiştir. Bu son ayetin müminlerin emiri Hz. Ali (a.s) hakkında indiği mütevatir hadislerle sabittir. O, bu ümmet içinde bu kapıyı açan ilk kişidir. Yeri gelince bu ayetle ilgili olarak geniş açıklamalarda bulunacağız.
3- Yola hidayet etmenin anlamı, yolun anlamının belirginleşmesiyle belirginleşir. es-Sihah adlı sözlükte belirtildiğine göre "hidayet", "göstermek, delâlet" demektir. Yine aynı sözlükte belirtildiğine göre, bu fiil Hicazlıların lehçesinde iki mef'ulü birden etkilemektedir. Diğer lehçelerde bu fiilin ikinci mef'ulü da etkilemesi için "ilâ" harf-i cerrine başvurulur. Bize göre de doğru olan görüş budur. Ancak bir görüşe göre de "hidayet" kökünden türeyen fiil, "ilâ" harf-i cerri olmaksızın ikinci mef'ulü etkilediğinde "hedefe ulaştırma" anlamını ifade eder.
Ama "ilâ" harf-i cerriyle geçişli kılındığı zaman "yol gösterme" anlamını ifade eder. Buna örnek olarak da şu ayet-i kerime gösterilir: "Sen, sevdiğini hidayet edemezsin, fakat Allah dilediğini hidayet eder." (Kasas, 56) "Yol gösterme" anlamında "hidayet" Resulullah (s.a.a) için sabit olduğuna göre burada nefyedilen "hidayet", "hedefe ulaştırma" anlamındaki "hidayet"tir. Nitekim şu ayetlerde, birinci anlamda "hidayet" Allah'a, ikinci anlamda "hidayet" ise Peygambere izafe edilmiştir: "Ve onları dosdoğru yola iletirdik." (Nisâ, 68) "Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun." (Şûrâ, 52) Şu hâlde "hedefe ulaştırma" anlamındaki "hidayet" kökünden türeyen fiil, ikinci mef'ulü doğrudan etkiler, "yol gösterme" anlamındaki "hidayet" kökünden türeyen fiil ise, "ilâ" harf-i cerriyle geçişlilik kazanır.
Ne var ki, bu görüşe kanıt olarak gösterilen ayette bizim sözümüz vardır. Şöyle ki, ayette nefyedilen hidayet, hidayetin gerçekliğidir ki bu, yalnızca Allah'ın elindedir. Yoksa bu gerçekliğin bazı dereceleri kesinlikle Peygamber için sabittir. Diğer bir ifadeyle; nefyedilen, hidayetin cinsi değil, kemal derecesidir. Ayrıca bu açıklama, Firavun hanedanı arasında yer alan bir müminin sözlerini içeren ayetin işaret ettiği anlamla çelişki arzetmektedir: "Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüreyim." (Mü'min, 38) Çünkü bu ayette "hidayet" kökünden türeyen fiil, "ilâ" harf-i cerri olmaksızın mef'ulü etkilediği hâlde "yol gösterme" anlamını ifade etmektedir.
Buna göre bizce "ilâ" harf-i cerri ile kullanılıp kullanılmamasına göre "hidayet" kökünden türeyen fiilin anlamında bir değişlik meydana gelmez. Bu fiilin "ilâ" harf-i cerri olmaksızın ikinci mef'ulü etkilemesinin "dahalt'ud-dâre=eve girdim" cümlesindeki kurala bağlı olması da mümkündür. Kısacası hidayet; işaret etmek, yolu göstermek suretiyle hedefi göstermektir. Bu da bir çeşit "hedefe ulaştırmak" demektir. Allah'ın düzeni, sebepler düzeni olduğuna göre, bunun gerçekleşmesi için yüce Allah bir sebep oluşturur. Bu sebep hedefin belirginleşmesini ve sonuçta kulun bu hedefe ulaşmasını sağlar.
Yüce Alah bu düzene şu şekilde işaret etmektedir: "Allah kimi hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar." (En'âm, 125) Şu ayet-i kerime de buna bir örnektir: "Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine (meylederek) yumuşar. İşte bu, Allah'ın hidayetidir; dilediğini bununla doğru yola iletir." (Zümer, 23) İfadenin orijinalinde geçen "telînu=yumaşar" fiilinin "ilâ" harf-i cerriyle geçişli kılınmasının sebebi, eğilim ve güven gibi bir anlamı içermesini sağlamaktır. Kalbin yumuşaması, yüce Allah'ın kalpte, Allah'ın zikrini algılamasını, ona yönelmesini ve onunla güven bulmasını sağlayacak bir netlik meydana getirmesidir. Allah'ın yolları (sebilleri) farklı olduğu gibi, yol-larının farklılığı oranında hidayeti de farklılık gösterir. Şu hâlde her yolun karşılığında ona özgü bir hidayet vardır. Yüce Allah'ın şu sözü bizim vurguladığımız bu yol ve yol göstericilik farklılığına işaret ediyor: "Bizim uğrumuzda cihat edenleri,biz elbette yollarımıza iletiriz.
Hiç şüphe yok, Allah mutlaka iyilerle beraberdir." (Ankebût, 69) Nitekim kulun Allah yolunda cihat etmesi ile Allah uğruna cihat etmesi arasında fark vardır. Birinci amaç için cihat eden kişi, yolun güvenliğinin sağlanmasını ve yoldaki engellerin bertaraf edilmesini istemektedir. İkinci amaç için cihat eden kişi ise, sadece Allah'ın rızasını elde etmek istiyor. Bunun sonucunda yüce Allah onu özel yeteneklerine ve kapasitesine uygun bir yola iletir. Sonra ilettiği bu yolun ardından onu bir diğer yola iletir ve nihayet onu kendine yakın, özel biri kılar.
4- "Sırat-ı müstakîm" farklı derece ve mertebeleri bulunan Allah yollarının (sebillerinin) tümünü kapsadığına göre, yüce Allah'ın insanı sırat-ı müstakimde olduğu hâlde yine sırat-ı müstakîme hidayet etmesi olası ve doğrudur. Yani Allah, insanı sırat-ı müstakimden yine sırat-ı müstakime hidayet edebilir, iletebilir. Şöyle ki, onu önce yollarından (sebillerinden) birine hidayet eder, iletir; sonra ona yönelik hidayetini artırır ve onu bir üst yola (sebile) iletir. Nitekim yüce Allah'ın hidayete erdirdiği kulları adına dile getirdiği "bizi doğru yola hidayet et." ifadesi, bu tür bir istek içermektedir.
Bu açıklamayla, "Fiilen hidayete ermiş bir kimsenin hidayet istemesi, elde edilen bir şeyi elde etmeye yönelik bir istektir ve bu muhaldir." veya "Kulun sırat-ı müstakîmde yürümesinden sonra sırat-ı müstakîmde yürüme isteğini dile getirmesi, elde edilmiş olanı elde et-me isteğidir ki, bu tür bir istekte bulunmak anlamsızdır." şeklindeki soru ve eleştirilerin cevabı da verilmiş oldu. Aynı şekilde, "Bizim şeriatımız bütün yönleriyle eski milletlere indirilen şeriatlardan daha geniş ve noksansızdır. Şu hâlde, yüce Allah'tan bizi onlardan nimet verdikleri kullarının yoluna iletmesini istemek ne anlam ifade eder?" şeklindeki eleştiri de geçersizdir.
Çünkü bir şeriatın bir diğer şeriattan daha geniş ve noksansız olması ayrı, bir şeriata bağlı olan bir kimsenin diğer bir şeriata bağlı olan bir kimseden daha kusursuz, daha olgun olması da ayrı bir meseledir. Söz gelimi; Hz. Muhammed'e (s.a.a) indirilen şeriata (en mükemmel ve en geniş kapsamlı şeriat olmasına rağmen) inanan normal bir mümin, şeriatları eski ve geçkin olmasına rağmen Hz. Nuh'tan ve Hz. İbrahim'den (selâm üzerlerine olsun) daha kusursuz ve daha olgun olamaz.
Çünkü şeriatların ve bu şeriatlara göre amel etmenin hükmü, bu şeriatları özümseyip onu karakter hâline getirmekten doğan velâyet makamının hükmünden farklıdır. Şu hâlde, eski şeriatlara bağlı olup da şirkten arı, katışıksız tevhit makamına ulaşmış bir insan, en kusursuz ve en geniş kapsamlı şeriat olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) şeriatına göre amel etmekle beraber tevhit makamını kazanmayan, bilgiye dayalı hayat, ruhuna egemen olmayan, ilâhî hidayetin ve Rabbanî yol göstericiliğin nuru kalbine yerleşmeyen bir insandan daha kusursuzdur, ondan üstündür. Dolayısıyla kusursuz şeriatın ehlinden olmakla beraber makamı daha aşağıda olan bir insan, daha aşağı bir şeriatın ehlinden olan bir insanın ulaştığı yüksek makama ulaşmayı Allah'tan isteyebilir.
En ilginç olanı da, bazı tefsir bilginlerinin söz konusu kuşkuyu bertaraf etmek amacıyla yaptıkları açıklamadır. Şöyle ki: Allah'ın dini birdir, o da İslâm'dır. Tevhit, peygamberlik ve ahiret gibi temel bilgiler ve bunların ayrıntıları olan genel bilgiler tüm şeriatlar açısından birdir. Bu şeriatın önceki şeriatlara karşı tek ayrıcalığı, hayatın tüm meselelerine ilişkin ayrıntı niteliğindeki hükümlerin bu şeriatta daha geniş ve daha kapsamlı tutulmuş olmasıdır. Bu şeriat kulların çıkarlarının korunmasına diğerlerine oranla daha fazla özen gösteriyor.
Ayrıca bu şeriatın temeli, hikmet, öğüt ve güzel diyalog gibi kanıtlama yollarına dayanır. Ne var ki, din bir de olsa, bütün şeriatlardaki temel bilgiler aynı da olsa, onlar bizden önce Rablerinin yoluna girdiler. Bu hususta bize göre önceliklidirler. Bu yüzden yüce Allah onların durumlarını göz önünde bulundurmamızı, onların tutumlarından olumlu dersler çıkarmamızı emretmiştir. Ben derim ki: Bu açıklama dayanak olarak tefsir biliminin zorunlu gördüğü temellerden farklı bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayışa göre, temel bilgilerin hakikatleri gerçekte birdirler ve aralarında derece ve düzey farklılığı söz konusu değildir. Batınî ve manevî dereceler de öyle.
Buna göre seçkin bir peygamberle en basit bir mümin, varlık ve dış âlemde gerçekliği olan olgunluk açısından aynı düzeydedir. Aralarındaki üstünlükse, gerçek olgunluğa dayanmayan yasamanın öngördüğü makamlar açısından söz konusudur.
Tıpkı bir kral ile onun tebaası olan halk arasındaki makamsal üstünlük gibi. Böyle bir üstünlük sözleşmeli ve atamayla belirlenmiş makamlar itibariyledir ve insanın varlığıyla bir ilgisi yoktur. Bu temelin de dayandığı bir diğer temel söz konusudur. Buna göre, asıl olan maddedir ve madde ötesi, bir değer ifade etmez. Madde ötesi, kanıtı olan bir istisna ile sadece yüce Allah'a özgüdür. Birçokları bu büyük yanılgıya düşmüşlerdir. Bunun iki nedeni vardır: Ya maddî bilimlere dayanarak somut verilerle yetinmek ya da Kur'ân tefsirine ilişkin genel anlayışla yetinerek ayetler üzerinde etraflıca düşünmemek. Bu meseleyle ilgili olarak söylenecek çok şey vardır. İnşaallah ileride yeri geldikçe bilimsel araştırmalara ilişkin bölümlerde daha geniş açıklamalarda bulunacağız.
5- "Sırat-ı müstakîm"in sahiplerinin başkalarından farklı olan tarafları ve yollarının başkalarının yollarına olan üstünlüğü bilgiden ileri gelir, amelden değil. Onlar, Rablerinin makamına ilişkin olarak başkalarının yoksun olduğu bilgiye sahiptirler. Nitekim yukarıdaki açıklamalarda, sırat-ı müstakîm ehli dışındakilerin sebillerinde de tam ve noksansız amelin gerçekleşebileceğini vurguladık. Şu hâlde sırat-ı müs-takîm ehlinin tek ayrıcalıkları bilgidir. Ancak, nedir bu bilgi? Ve nasıl bir şeydir? İnşaallah, "Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce o su ile çağlayıp aktı." (Ra'd, 17) ayetini ele alırken bu konuda ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Yüce Allah'ın şu sözü de bu anlamı çağrıştırmaktadır: "Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11) Şu ayet de bu anlamı pekiştirir niteliktedir: "Güzel söz ona çıkar, iyi amel onu yükseltir." (Fâtır, 10) Buna göre yüce Allah'ın katına çıkan, güzel sözdür. Yani, inanç ve ilimdir. Salih amelin fonksiyonu ise, güzel sözü yükseltmek, Allah katına çıkmasında ona yardımcı olmaktır. Söz konusu ayeti ele alırken, konuya ilişkin geniş bilgiye yer vereceğiz.
el-Kâfi'de "ibadet" kavramının anlamı ile ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Üç tür ibadet şekli vardır: Bazı insanlar korktukları için Allah'a ibadet ederler. Bu, kölelerin ibadetidir. Bazıları sevâp kazanmak amacıyla Allah'a ibadet ederler. Bu, ücretlilerin ibadetidir. Bazıları da sevdikleri için Allah'a ibadet ederler. Bu da, özgürlerin ibadetidir ve bu, en üstün ibadet şeklidir." [c.2, s.84, h: 5, İbadet babı] Nehc'ül-Belâğa'da şöyle bir ifade yer alır: "Bir kısım insanlar, bir beklentiyle Allah'a ibadet ederler. Bu, tüccarların ibadetidir. Bazıları korkudan dolayı Allah'a ibadet ederler. Bu, kölelerin ibadetidir.
Bazıları ise, sadece şükürlerini ifade etmek için Allah'a ibadet ederler. Bu da özgür insanların ibadetidir." [Feyz'ül-İslâm, s.1192, h: 229] el-İlel, el-Mecalis ve el-Hisal adlı eserlerde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu anlatılır: "İnsanların Allah'a yönelik kullukları üç gerekçeye dayanır: Bir kısım insanlar, sevap beklentisiyle O'na ibadet ederler. Bu, ihtiraslıların ibadetidir ve bu hırstır, tamahtır.
Bazıları da cehennem ateşinden korktukları için O'na kulluk sunarlar. Bu ise, kölelerin ibadetidir ve bu ibadet şekli korku niteliklidir. Ama ben O'nu sevdiğim için O'na ibadet ediyorum. İşte bu, şerefli ve saygın insanların ibadetidir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Ve onlar o gün korkudan emin kalırlar.' [Neml, 89] Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: 'De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.' [Âl-i İmrân, 31] Kim Allah'ı severse, Allah da onu sever ve Allah'ın sevdiği kimse de güvenli kimselerden olur. İşte bu, saklı ve koruma altında bulunan bir makamdır, ona arınmışlardan başkası ulaşamaz." [İlel'üş-Şerayi, c.1, s.12, h: 8. el-Hisal, s.188] Ben derim ki: Daha önce yaptığımız açıklamalardan, bu rivayetlerin içerdikleri anlamları açıklık kazanmış oldu. İmamların (selâm olsun onlara) özgür insanların ibadetini bir keresinde sevgi, bir keresinde de şükür olarak nitelendirmeleri, her ikisinin de sonuçta aynı anlamı ifade etmesinden dolayıdır. Çünkü şükür, insanın, kendisine nimet olarak verilen şeyi yerli yerine koymasıdır. İbadetin şükrü ise, zatı hasebiyle onu hak eden yüce Allah'a yönelik olmasıdır.
Yani yüce Allah'a Allah olduğu için, yani bütün güzellik ve ululuk (cemal ve celâl) niteliklerini zatında topladığı için ibadet edilir. O, zatı itibariyle güzeldir ve bu yüzden zatı itibariyle sevilendir. Çünkü sevgi güzelliğe ilgi duymanın, çekiciliğe kapılmanın ifadesidir. Bu yüzden; "O, zâtı itibariyle mabûttur. O, mabuttur; çünkü güzeldir, sevilendir. O, mabuttur; çünkü nimet verendir, ibadet edilerek şükrü yerine getirilendir." derken, bütün bu sözlerimiz bir tek anlamı ifade etmiş olurlar.
Ehlisünnet kanalıyla İmam Sadık'ın (a.s), "Yalnız sana ibadet ederiz..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yani senden, senin dışında bir şey istemiyoruz. Karşılık ve bedel beklentisiyle sana ibadet etmiyoruz. Senin makamına ilişkin bilgiden yoksun olan cahiller gibi kulluk sunmuyoruz." Ben derim ki: Bu rivayet, yukarıda "ibadetin, ibadet anında hazır bulunmayı ve samimiyeti gerektirdiğini, bununsa karşılık beklentisine ters düştüğünü" ifade ettiğimiz açıklamamıza yönelik bir işaret içeriyor.
Tuhaf'ul-Ukûl adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği anlatılır: "İdrak ile değil, sıfat ile ibadet ettiğini ileri süren kişi, gaip olan (hazır bulunmayan) bir şeye yönelmiş olur. Sıfata ve mevsufa birlikte ibadet ettiğini ileri süren kişi tevhit inancına ters düşmüş olur. Çünkü sıfat mevsuftan ayrı bir şeydir. Mevsufu sıfata izafe ettiğini ileri süren kişi, büyüğü küçültmüş olur.
Allah'ı O'nun şanına yaraşır şekilde tanımlayamadılar..." [s.242, Necef Baskısı] "Bizi doğru yola hidayet et." ifadesiyle ilgili olarak el-Meanî adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yani, bizi senin sevgine ulaştıracak, senin cennetine kavuşturacak, kendi heva ve hevesimize uyup da bozulmamıza ya da kendi görüşlerimize göre hareket edip de helâk olmamıza engel olacak yolda sebatlı olmaya ilet." [s.33, h: 4] Yine bu ayetle ilgili olarak el-Meanî adlı eserde İmam Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yani, geçmiş günlerimizde bize bahşettiğin kolaylaştırıcı desteğini sürdür ki, ömrümüzün gelecekteki kısmında da aynı şekilde sana itaat edelim." [s.33, h: 4] Ben derim ki: Bu iki rivayet, hidayete ermiş kişinin hidayet istemesi ile ilgili olarak, elde olan bir şeyin elde edilmesini istemenin lâzım geldiği şeklindeki kuşkuya verilebilecek cevabın iki farklı yönünü ifade ediyor.
Birinci rivayet, hidayetin derecelerinin farklılığına; ikincisi ise, bunların anlamsal birliğine işaret ediyor. el-Meanî adlı eserde İmam Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "sırat-ı müstakîm dünyada aşırılığa kaçmayan, kusur ve ihmalkârlıktan uzak olup dümdüz devam eden, ahirette ise müminleri cennete götüren yoldur." [s.33, h: 4] Yine aynı eserde İmam Ali'nin (a.s), "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna" ifadesiyle ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Yani, bizi dinine ve itaatine muvaffak olma nimeti verdiğin kimselerin yoluna ilet, mal ve sağlık nimeti verdiğin kimselerin yoluna değil. Çünkü mal ve sağlık nimeti verdiklerin kâfir ve fasık da olabilirler.
Yüce Allah nimet verdiği kimseler hakkında şöyle buyuruyor: Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salihlerle birlikte olur ve onlar ne güzel arkadaştır!" [Nisâ, 69] [s.36, h: 9] el-Uyûn'da İmam Rıza'nın (a.s), ataları kanalıyla Hz. Ali'nin (a.s) şöyle buyurduğunu aktardığı belirtilir: "Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Allah diyor ki: Fatiha suresini kendimle kulum arasında paylaştırdım. Fatiha'nın yarısı benim ve yarısı da kulumundur. Kulumun istediği kendisine verilecektir. Kul, 'Bismillahirrahmanirrahim' dediği zaman, yüce Allah, 'Kulum benim adımı anarak başladı. Bu yüzden onun işlerini eksiksiz olarak sonuçlandırmam, durumunu bereketlendirmem gerekli oldu.' der.
Kul, 'Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a özgüdür.' dediği zaman, yüce Allah, 'Kulum beni övdü, elindeki nimetlerin benim katımdan olduğunu ve kendisine yönelen belâların benim lütfumla savıldığını bildi. Siz şahit olun ki, ben dünya nimetlerine ek olarak, ona ahiret nimetlerini de vereceğim ve dünya musibetlerini başından savdığım gibi, ahiret musibetlerini de başından savacağım.' der. Kul, 'Rahmandır, Rahimdir.' dediği zaman, yüce Allah, 'Kulum benim Rahman ve Rahim olduğuma tanıklık etti. Siz şahit olun ki, ben rahmetimden onun payına düşen kısmı genişleteceğim, ona yönelik bağışlarımı arttıracağım.' der.
Kul, 'Din (karşılık) gününün sahibidir.' dediği zaman, yüce Allah, 'Nasıl ki o, benim 'din (karşılık) gününün sahibi' olduğumu itiraf etti, siz şahit olun ki, ben de he- sap günü onun hesabını kolaylaştıracağım, onun iyiliklerini kabul edeceğim, işlediği kötülükleri sileceğim.' der. Kul, 'Yalnız sana ibadet ederiz' dediği zaman, yüce Allah, 'Kulum doğru söyledi, sadece bana ibadet ediyor, siz şahit olun ki, bu ibadetine karşılık ona öyle bir sevap vereceğim ki, bana yönelik ibadetinde ona ters düşen herkes, ona gıpta edecektir.' der. Kul, 'Ve yalnız senden yardım dileriz.' dediği zaman, yüce Allah, 'Kulum benden yardım istedi ve bana sığındı. Siz şahit olun ki, işinde ona yardım edeceğim, dara düştüğü zamanlarda imdadına yetişeceğim, felâketlere uğradığı zaman elinden tutacağım.' der. Kul, 'Bizi doğru yola hidayet et.' diye surenin sonuna kadar okuduğu zaman, yüce Allah, 'İşte bu, kulumun hakkıdır, onun istediği verilecektir. Kulumun duasını kabul ettim ve onun arzuladıklarını verdim. Korktuğu şeyden güvene kavuşturdum.' der." [s.234, bab:28, h: 59] Ben derim ki:
Buna yakın bir açıklamayı, Saduk el-İlel adlı eserinde İmam Rıza'dan (a.s) rivayet eder. [c.2, s.315, h: 1] Görüldüğü gibi bu rivayet, namazda okunan Fatiha suresini, defalarca vurguladığımız tarzda açıklamaktadır. Şöyle ki: Yüce Allah bu sureyi kulları adına dile getiriyor. Bu sure kulluk makamının ve Allah'a yönelik övgü ve ibadetin ifadesidir. Şu hâlde, bu sure ibadet için indirilmiş bir suredir ve bu hususta Kur'ân-ı Kerim'de ona benzer bir başka sure yoktur. Bunu derken vurgulamak istediğim noktalar şunlardır:
1- Bu sure baştan sona kadar, yüce Allah tarafından dile getirilen kulların sözlerinden ibarettir. Kullar, kendilerini kulluk makamına koyup O'nun Rablık makamına yöneldikleri zaman bu sözleri ifade etsinler diye.
2- Bu sure iki kısımdır; bir kısmı Allah'a, bir kısmı da kula aittir.
3- Bu sure Kur'ân'ın içerdiği bilgileri kısaca ve özet olarak kapsamaktadır.
Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in temel bilgiler ve bunlara bina edilen ahlâk, hukuk, ibadet, insanlar arası ilişkiler, siyaset, toplumsal ilişkiler, vaat ve tehditler, kıssa ve ibret tabloları ile ilgili akıllara durgunluk veren kapsamlılığı, bütünüyle tevhide, peygamberliğe, ahirete ve bunların ayrıntılı açıklamasına, kulların dünya ve ahiretleri için elverişli olan yola iletilmesine dönüktür.
Görüldüğü gibi bu sure, söz konusu gerçekleri öz, ama derin anlamlı ifadelerle içermektedir. Dilersen yüce Allah'ın Müslümanların namazlarında okumalarını emrettiği bu surenin güzelliğini, Hıristiyanların namazlarında okuduk-ları ve Matta İncili'nde yer alan şu sözlerle karşılaştırabilirsin: "Ey gökteki babamız, ismin kutsansın, egemenliğin gerçekleşsin, göklerde olduğu gibi yerde de senin iraden yürürlükte olsun.
Bizim azığımız ekmeğimizdir, bugün bize ver. Nasıl ki biz, bize karşı suç işleyenleri bağışlıyoruz, sen de bizim günahımızı bağışla, bizi denemeye tâbi tutma, bizi kötülüklerden koru. Amin!" [Matta İncili: Bap: 6 : 9-13] Semavî olduğu ve kulluk tavrını içerdiği iddia edilen şu sözler üzerinde biraz durduğumuzda karşımıza şu sonuçlar çıkıyor.
Birincisi: Babaları (hâşâ, bununla yüce Allah'ı kastediyorlar) göklerdedir! Sonra, babanın hakkında adının kutsanması, egemenliğinin gerçekleşmesi ve göklerde olduğu gibi iradesinin yerde de yürürlüğe girmesi için dua ediliyor. Fakat daha çok siyasal partilerin sloganlarına benzeyen bu duayı kim kabul edecektir?! Ardından yüce Allah'tan bugünün ekmeği ve bağışlamanın karşılığı bağışlama isteniyor, bir hakkı görmezlikten gelme, bir diğer hakkı görmezlikten gelmenin karşılığı olarak öngörülüyor.
Eğer Allah onlara böyle bir hak vermezse, onların ne gibi bir hakları olabilir ki?! Ayrıca burada, kendilerini sınamaması ve kötülüklerden kurtarması isteniyor. Bu ise, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir istektir. Çünkü dünya imtihan yurdudur, eksikliklerin giderileceği yerdir. Bu karşılaştırmayı yaptıktan sonra Batılı bilginlerden bazı oryantalistlerin1 ve onlara uyan bazı sözde Müslüman bilginlerin şu sözlerine şaşmadan edemeyeceksin: "Temel bilgiler konusunda İslâm'ın diğer dinlere herhangi bir üstünlüğü yoktur. Çünkü Allah'tan gelen bütün şeriatlar tevhide ve nefsi güzel ahlâk ve salih amel ile arındırmaya çağırıyorlar. Dinler arasındaki tek üstünlük toplumsal meyvelerinin kökleşmesinden ileri gelir." (!!)
------------------------------
1- Piskopos Gustaw Lebon, "İslâm Medeniyet Tarihi"
Men La Yahzuruh'ul-Fakih'te ve Tefsir-ul-Ayyâşî'de İmam Sadık- ın (a.s), "Sırat-ı müstakîm, Emir'ül-Müminin Ali'dir (a.s)." dediği rivayet edilir. [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.24, h: 25] el-Meanî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Bu (sırat-ı müstakîm), Allah'ı bilmeye giden yoldur. Bu yolun iki yönü vardır; biri dünyada, biri de ahirette.
Dünyadaki yol, itaat edilmesi zorunlu olan imamdır. İmamı tanıyan ve onun rehberliğinde yol alan bir kimse ahiretteki yoldan, yani cehennem üzerinde kurulan köprüden geçer. Onu dünya hayatında tanımayan kimsenin de, ahirette ayağı kayar ve cehenneme yuvarlanır." [s.32, h: 1] Yine el-Meanî adlı eserde İmam Seccad'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Allah ile hücceti arasında bir hicap, hüccetini Allah'- tan alı koyacak bir perde yoktur.
Biz Allah'ın kapılarıyız. Biz doğru yoluz. Biz Allah'ın bilgisinin mahalleriyiz, O'nun vahyinin tercümanlarıyız, birliğinin temel rükünleriyiz ve sırlarının saklı bulunduğu heybeleriz." [s.35, h: 5] İbn-i Şehraşub Vekî b. Cerrah'dan, o da Sevrî'den, o da Süddî'den, o da Esbat ve Mücahid'den, o da İbn-i Abbas'tan, "Bizi doğru yola hidayet et." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder:
"Ey kullar topluluğu, şöyle deyin: Bizi Muhammed (s.a.a) ve Ehlibeyti'nin (a.s) sevgisine ilet." [el-Menakıb, c.3, s.73] Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren birçok rivayet vardır. Bu tür rivayetler, ayetin anlamını değil, mısdakını, somut örneğini belirlemeyle ilgilidir. Bu Ehlibeyt İmamlarının dilinde "cery" (genel bir mefhumu, somut mısdaklarına, örneklerine tatbik etmek) kavramı ile ifade edilmiştir.
Örneğin, Tefsir-ul-Ayyâşî'de Fuzayl b. Yesar'ın şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) 'Kur'ân-ı Kerim'de bulunan her ayetin bir zahiri, bir de batını vardır. Kur'ân'daki tüm harflerin bir sınırı vardır, her sınırın da bir çıkış noktası vardır.' şeklindeki rivayette yer alan 'zahir ve batın' kavramlarının ne anlama geldiğini sordum, bana şu cevabı verdi: Ayetin zahiri, vahyedilen orijinal metnidir; batını ise, bu metnin te'vilidir. Bu te'villerin bir kısmı geçmiştir, bir kısmı da henüz gerçekleşmemiştir.
Ayetler güneş ve ay gibi akıp giderler, te'villerinden birinin zamanı gelince, gerçekleşir..." [c.1, s.11, h: 5] Bu anlamı destekler mahiyette birçok rivayet vardır. Bu, Ehlibeyt İmamlarının izledikleri bir yöntemdir. Onlar, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bir ayeti, o hususta inmemiş olsa bile, tatbik edilebilecek bir somut örneğe tatbik ederlerdi. Bu yöntemi, akıl da desteklemektedir. Çünkü Kur'ân âlemlere yol gösterici olarak inmiştir.
İnsanlara gerekli olan inancı, zorunlu olan ahlâkı ve yerine getirilmesi kaçınılmaz olan ameli öğretir. Kur'ân'ın ortaya koyduğu teorik bilgiler, gerçeği ifade ederler ve sadece bir zamana ve bir duruma özgü kılınarak değerlendirilemezler. Kur'ân'ın dile getirdiği üstün nitelikler veya aşağılık huylar ya da pratik bir duruma ilişkin hükümler, sadece bir fertle veya bir dönemle sınırlandırılamazlar.
Çünkü Kur'ân'ın öngördüğü yasal sistem, tüm zamanları kuşatıcı evrensel niteliktedir. Ayetlerin inişiyle bağlantılı olgulara (bir kişi veya bir olayla ilgili olarak bir veya birkaç ayetin inişini ardından getiren durum veya olay) gelince; bir hükmü belli bir olayla sınırlandırmak, olayın ortadan kalk-masıyla hükmün yürürlükten kalktığına ya da şahsın ölümüyle birlikte ona ilişkin hükmün de geçersiz olduğuna inanmak doğru bir tutum değildir.
Çünkü açıklama geneldir ve ardındaki gerekçe de mutlaktır. Dolayısıyla mümin fertlerden bazıları hakkında inen övgülerin ve başkaları hakkında inen yergilerin gerekçesi, onların sahip bulundukları niteliklerdir. Böyle nitelikler daha sonra başka insanlar için de söz konusu olabileceği hâlde, bu yergi ve övgüleri indikleri dönemlerdeki kişilere özgü kılmak tutarlı bir davranış değildir.
Kur'ân-ı Kerim bu noktaya da dikkat çekmektedir: "Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir." (Mâide, 16) "O, öyle bir kitaptır ki, ne önünden, ne de ardından ona batıl gelmez." (Fussilet, 41-42) "O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr, 9) Kur'ân ayetlerinin Ehlibeyt İmamlarına (a.s) ya da düşmanlarına tatbiki ile ilgili "cery" rivayetlerinin sayısı yüzleri bulmaktadır. Bu kısa değiniden sonra hadisler ışığındaki incelemelerimizde, bu tür rivayetlere yer vermeyeceğiz. Çünkü bu tür rivayetler amacımızın dışında kalır. Fakat meseleyi doğrudan ilgilendiren bir husus varsa ona da değineceğiz.
2- Bu, o kitaptır ki kendisinde hiç şüphe yoktur; muttakiler
(kötülüklerden korunanlar) için yol göstericidir.
3- Onlar, gaybe iman ederler, namaz kılarlar ve kendilerine
verdiğiniz rızktan infak ederler.
4- Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler;
ahirete de kesin inanırlar.
5- Onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler,
işte onlardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu sure belli aralıklarla ve dönem dönem indiği için bir hedef
üzerinde yoğunlaşmaz. Ancak surenin geneli açısından belirgin bir
hedefin olduğunu söyleyebiliriz. Bu hedef doğrultusunda Allah'a
yönelik kulluğun bir gereği olarak kulun Allah'ın indirdiği ve peygamberleri
aracılığıyla duyurduğu her şeye inanması, vahiyler ve
peygamberler arasında bir ayırım gözetmemesi vurgulanmakta,
buna bağlı olarak da kâfirler ve münafıklar azarlanmakta, Allah'ın
dininde ayırımcılık icat ettikleri ve peygamberler arasında ayırım
gözettikleri için Ehlikitab'a mensup topluluklar kınanmaktadır.
Bu husus iyice vurgulandıktan sonra da birtakım pratiğe dönük hükümlerin
açıklanmasına geçiliyor. Kıble değişikliği, hac, miras ve
oruç hükümleri gibi. "Elif, Lâm, Mîm." Bazı surelerin girişinde yer alan bu tür birbirinden
kopuk harflerle ilgili açıklamaları inşaallah Şûrâ suresinin
giriş kısmında yapacağız. Ayrıca Kur'ân'ın yol göstericiliğine ve kitap
olarak nitelendirilişine de etraflıca değineceğiz. "Muttakiler için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar..." Muttakilerden
maksat müminlerdir.
Takva müminlerin herhangi bir sınıfının
özel niteliği değildir. Bunu derken, iman derecelerinden birini
kastediyorum. Yani takva ihsan, ihlâs ve huşû gibi bir iman makamı
değildir. Aksine, takva imanın tüm makamlarını kapsayan
genel bir niteliktir. İman gerçekleşme aşamasına girer girmez,
takva niteliği belirginleşmeye başlar. Bunun kanıtı da, yüce Allah-
'ın değişik sınıfları ve dereceleri bulunan mümin gruplardan birini
özellikle takva ile nitelendirmiyor olmasıdır.
Yüce Allah, Bakara suresinin giriş kısmındaki on dokuz ayette,
müminlerin, kâfirlerin ve münafıkların durumunu tasvir ederken
takvaya özgü beş özellik sıralıyor. Bunlar; gaybe inanmak, namaz
kılmak, yüce Allah'ın rızk olarak verdiği şeyleri hayır amaçlı olmak
üzere harcamak, Allah'ın peygamberlerine indirdiği kitaplara inanmak
ve ahirete en ufak bir kuşku duymayacak biçimde kesinlikle
iman etmektir.
Sonra yüce Allah, onları Rableri tarafından bir hidayet üzere
olmakla nitelendiriyor. Bu da gösteriyor ki, onların bu onur verici
niteliklerle nitelendirilmelerinin sebebi, yüce Allah tarafından bir
hidayete konu olmalarıdır. Ancak yüce Allah, daha önce de bu kitabın
söz konusu muttakiler için bir hidayet, bir yol gösterici olduğunu
bildirmiştir. Bununla anlıyoruz ki, bu hidayet öncekinden ayrıdır
ve muttakiler, iki hidayete muhataptırlar. Birinci hidayet sayesinde
muttaki niteliğini kazanmışlardır.
İkincisini de yüce Allah
takvadan sonra onlara bahşetmiştir ve bu sayede muttakilerin kâfirler
ve münafıklarla karşılaştırılmaları mümkün olabilmiştir. Aynı şekilde yüce Allah, kâfirleri ve münafıkları iki sapıklık ve
iki şaşkınlık içinde olmakla nitelendiriyor. Birinci sapıklık, küfür ve
nifak gibi kötü niteliklerine sebep oluyor. İkincisi ile de birinci
sapıklıkları pekiştiriliyor.
Onlar bu ikinci sapıklık niteliğini küfür ve
pıklıkları pekiştiriliyor. Onlar bu ikinci sapıklık niteliğini küfür ve
nifak niteliklerin gerçeklik kazanmasından sonra alıyorlar. Nitekim
yüce Al-lah kâfirler hakkında şöyle buyuruyor: "Allah, onların
kalplerini ve ku-laklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır."
(Bakara, 7) Burada yüce Allah mühürlemeyi kendisine, perdeyi
ise onlara mal ediyor.
Münafıklar hakkında da şöyle buyuruyor: "Onların kalplerinde
hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır." (Bakara, 10) Birinci
hastalığı onlara izafe ediyor, ikinci hastalığı ise kendisinin
meydana getirdiğini vurguluyor. Bu husus bir ölçüde yüce Allah'ın
şu sözünde de belirginlik kazanıyor: "Onunla birçoğunu saptırır ve
yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla sadece fasıkları saptırır."
(Bakara, 26) Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir:
"Onlar eğrilince, Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5) Kısacası, kâfirler ve münafıklar iki sapma ile karşı karşıya oldukları
gibi, muttakiler de iki hidayetle karşı karşıyadırlar.
Öte yandan, ikinci hidayet Kur'ân aracılığıyla gerçekleşirken,
birinci hidayet Kur'ân'dan önce ve dejenere olmamış fıtrat sayesinde
gerçekleşir. Fıtrat, bozulmadığı takdirde, zatı itibariyle dışındaki
bir etkene muhtaç olduğunu görür. Aynı şekilde onun gibi his,
vehim veya akıl ile algılanabilecek şeylerin de, ihtiyaç zincirinin
son bulduğu noktada, dışlarındaki bir varlığa muhtaç olduklarını
teslim eder. Dolayısıyla fıtrat, duyuları tarafından algılanmayan
görünmez bir varlığa inanır. Her şeyin bu varlıktan geldiğini ve onda
noktalanacağını kabul eder. Bu varlık, yaratıklarının ihtiyaç
duydukları hiçbir şeyi ihmal etmediği gibi, insanları helâk edici
ameller ve huylardan kurtaracak şeye hidayet etmeyi de ihmal
etmediğini kavrar.
İşte bu, dinin temelini oluşturan tevhit, nübüvvet ve mead
(ahiret) inancıdır. Bu inanç da, yüce Allah'ın Rablığı karşısında
huzû ve huşû sunmayı; mal, mevki, ilim ve fazileti de bu hususun
canlandırılıp yaygınlaştırılması için kullanmayı gerektirir. Bu iki
husus ise, namaz ve infak şeklinde somutlaşmaktadır.
Böylece öğrenmiş bulunuyoruz ki, burada yüce Allah'ın onlar
için sıraladığı nitelikler, bozulmamış fıtrattan kaynaklanan niteliklerdir.
Ayrıca yüce Allah, onlara ek bir vaatte bulunuyor ve bunu dahidayet olarak nitelendiriyor.
Şu hâlde, onların sergiledikleri bu olumlu
ameller, iki hidayet arasında gerçekleşmektedir. Biri geçmiş,
biri de bunu izleyen hidayet. Bu iki hidayet arasında da doğru
inanç ve salih amel gerçekleşir. Yüce Allah'ın bahşettiği ikinci hidayetin
sağlam ve bozulmamış fıtrattan kaynaklanan birinci hidayetin
bir sonucu olduğuna kanıt oluşturacak birçok ayet vardır:
"Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam
sözle sabitleştirir." (İbrâhîm, 27) "Ey inananlar, Allah'tan korkun,
O'nun Resulüne inanın ki, size rahmetinden iki pay versin, sizin
için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın." (Hadîd, 28) "Siz Allah'a
yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar."
(Muhammed, 7) "Allah, zalimler topluluğunu doğru yola
iletmez." (Saff, 7) "Allah, fasıkları doğru yola iletmez." (Saff, 5)
İleride değineceğimiz gibi, kâfirler ve münafıkların sapıklığı
meselesi (iki aşamalı olması) de tıpkı muttakilerin hidayet durumu
gibidir.
Bu ayetlerde, şu dünya hayatının altında gizli olan bir başka
hayata işaret ediliyor. İnsanoğlu bu hayatı bu dünyada, ölümden
sonra ve diriliş anında yaşar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında
yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp
ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122) İnşaallah
yeri gelince bu ayet üzerinde gerekli açıklamalarda bulunacağız.
"...iman ederler" İman, inancın kalbe yerleşmesi demektir. Bu
kelime, güven anlamına gelen "emn" kökünden türemiştir. Sanki
mümin, inandığı şeyi kuşku ve kuruntuya karşı korumaya almakta,
güvende kılmaktadır. Bilindiği gibi kuşku ve kuruntu, inancın
afetidir. Daha önce de değindiğimiz gibi imanın dereceleri vardır.
Çünkü iman, bazen sadece bir şeyin özüne yönelik olur, onun gereklerine
nüfuz etmez. Bazen biraz daha güçlü olup onun kimi gereklerini
de kapsamına alır. Bazen de öyle güçlü olur ki, onun bütün
gereklerini etkiler. Buradan da şu sonuç çıkar: İmanın sınıfları
oranında müminlerin de sınıfları vardır. "Gaybe..." Gayb, görünmeyen demektir ve görünenin karşıtıdır.
Dolayısıyla duyularla algılanmayan her şey, gaybın kapsamına girer.
O da, yüce Allah ve O'nun duyularımız tarafından algılanamayan büyük ayetleridir.
Vahiy de duyularca algılanıp kavranmayan
büyük ayetlerden biridir. Nitekim, "Sana indirilene ve senden önce
indirilenlere iman ederler." ifadesinde de vahiy gerçeğine işaret
edilmiştir. Şu hâlde, vahye iman etme ve ahirete kesin inanma
karşısında "gaybe iman etme" ifadesiyle yüce Allah'a iman kastediliyor.
Böylece dinin üç temel ilkesi tamamlanmış oluyor. Kur'ân-ı
Kerim burada sırf somut algılarla yetinilmemesini, aklıselime ve
katıksız usa da uyulmasını teşvik ediyor.
"Ahirete de kesin inanırlar." Ahirete inanmaktan söz edilirken,
iman yerine, yakin (kesin inanma) fiili kullanılıyor. Sanki takva sıfatının,
ancak ahirete hiçbir zaman unutulmayacak şekilde kesin
bilgiyle inanmakla gerçekleşebileceğine işaret ediliyor. Çünkü insan
bazen bir şeye inandığı hâlde, onun bazı gereklerinden gaflet
ederek inancına ters davranışlar içine girebilir.
Ancak insan, önemli-önemsiz tüm amellerinden dolayı bir gün
hesaba çekileceğini sürekli hatırında tutarsa, yoldaki engellere
takılıp tökezlemez ve elbette Allah'ın haramlarını işlemeye
yeltenmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Nefsin isteğine
uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır.
Allah'ın yolundan sapanlar,
hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin azap
vardır." (Sâd, 26) Burada yüce Allah, Allah'ın yolundan sapmanın, hesap gününü
unutmaktan kaynaklandığını vurguluyor. Şu hâlde hesap gününü
sürekli akılda tutmak, takva gerçeğinin doğup gelişmesine yol açar. "Onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler." Hidayet tümüyle Allah'tandır
ve kesinlikle O'ndan başkasına isnat edilemez. Ancak
mecazî olarak hidayet fiili bir başkasına izafe edilebilir. İnşaallah
ileride bu konuya daha geniş biçimde değineceğiz.
Yüce Allah,
muttakileri hidayet üzere olmakla nitelendirmiş, bir başka yerde
de bunun özelliğini anlatmıştır: "Allah kimi hidayet etmek isterse,
onun göğsünü açar." (En'âm, 125) Göğsü açmak; göğsü genişletmek, kapasitesini artırmak demektir.
Bu genişlik, ondan her türlü darlığı, dar görüşlülüğü uzaklaştırır.
Bunun sonucu olarak da kurtuluşa erer. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,
işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr, 9)
Yüce Allah bu surede de, "Onlar, Rableri tarafından bir hidayet
üzeredirler." ifadesinin ardından şöyle buyuruyor: "ve kurtuluşa
eren-ler, işte onlardır."
el-Meanî adlı eserde İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Onlar, gaybe
iman ederler." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir:
"Burada Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışının hak olduğuna inanan kimseler
kastediliyor." Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren başka rivayetler de vardır
ve bunlar, tatbik (cery) türündendirler. Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Kendilerine verdiğimiz
rızktan infak ederler." ifadesiyle ilgili olarak, "Onlara öğrettiğimiz
bilgileri dağıtırlar." dediği rivayet edilir. [c.1, s.25, h: 1] el-Meanî adlı eserde yine o Hazretin şöyle dediği rivayet edilir:
"Onlara öğrettiğimiz bilgileri dağıtırlar, Kur'ân'dan onlara öğrettiklerimizi
insanlara okurlar." [s.23, h: 2] Ben derim ki: Her iki rivayette de, değindiğimiz gibi, "infak" kavramı
mal dağıtmaktan daha geniş tutulmuştur.
FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA
Acaba duyu organlarının somut algılarının dışında aklî ve soyut
algılara dayanmak doğru olur mu? Bu mesele, son kuşak Batılı
düşünürler arasında görüş ayrılıklarına konu olan meselelerden
biridir. Eski kuşaklara mensup Batılı düşünürler ile İslâm bilginleri,
hem duyu organlarının algılarına, hem de akla dayanılabileceği
düşüncesindedirler. Hatta bilimsel kanıtın, somut olanı somut olmaması
açısından kapsamadığını söylemişlerdir. Buna karşılık,
Batılı filozoflar bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların
büyük çoğunluğu, özellikle doğa bilimcileri somut olmayana
dayanılmayacağı düşüncesindedirler.
Bunu ileri sürerken de gerekçeleri
şudur:
Salt aklî algıların yanılma, yanlışa düşme ihtimali çok yüksektir.
Çünkü soyut algıların doğruluk ve yanlışlığını belirleyecek bir
ölçü yoktur. Çünkü ölçü, duyu ve denemedir ve bunlar ancak cüz'î
olgulara ulaşabilirler. Söz gelimi biz, duyu organlarımızdan biri aracılığıyla
bir şey algıladığımız zaman, örneklerini yineleyerek denemeye
tâbi tutarız. Bu işlemi, elde edilmesi arzulanan özelliği
kesinleştirene kadar sürdürürüz. Bundan sonra onun gerçekliği
hakkında herhangi bir kuşku kalmaz." Batılı filozofların bu kanıtları hem yanlış ve hem de çelişkilidir.
Çünkü:
1- Bu kanıttaki bütün önermeler, duyusal deneyime dayalı olmayan
aklî önermelerdir. Şu hâlde bu kanıt, içerdiği aklî önermelerle,
aklî önermelere dayanmanın yanlışlığının kanıtıdır. Dolayısıyla
bu kanıtın doğruluğu, yanlışlığını gerektirmektedir.
2- Somut verilerdeki yanılgılar, sayısal olarak aklî verilerdeki
yanılgılardan, yanlışlardan daha az değildir. Nitekim onların göz
veya diğer duyu organlarının yanılmaları ile ilgili araştırmaları bunu
pekiştirir niteliktedir. Şayet, herhangi bir yöntemde yanılma
söz konusu olduğunda bu, o yöntemi bir kerede silmeyi, bir daha
ona dayanmamayı gerektiriyorsa, somut verilere dayanmama,
güvenmeme çok daha gerekli ve çok daha zorunlu olurdu.
3- Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma işlemi tüm algılar için
kaçınılmazdır. Fakat, somut verinin yinelenmesinden ibaret olan
deneme, eğri ile doğruyu ayırt etmeye yarayan bir araç değildir. Bilakis
deneysel önerme, sadece alınmak istenen sonucu kanıtlayan
kıyasın iki önermesinden birini oluşturur. Örneğin biz, duyu
organlarımız aracılığı ile herhangi bir olgunun bir özelliğini algıladığımız
ve bunun örneklerini yineleyerek denemeden geçirdiğimiz
zaman gerçekte şöyle bir kıyas elde etmiş oluruz: "Bu özellik, ele
almakta olduğumuz olgu açısından varlığı süreklidir ya da daha
çok bu özelliğin varlığı ön plândadır. Eğer bu özellik, bu olgudan
başkasına özgü bir özellik olsaydı, bu şekilde sürekli ya da ön
plânda olmazdı. Ama görüyoruz ki bu özellik, bu olgu için sürekli
ya da ön plânda olma niteliğini koruyor." Görülüyor ki, bu kıyasta
somut ve deneysel olmayan aklî öncüller vardır.
4- Farz edelim ki bütün somut bilimler, pratikte deney desteklidirler.
Ancak, deneyin kendisinin bir başka deneyle pekiştirilmediği,
doğruluğu kesin biçimde doğrulanmadığı ortadadır. Yoksa,
her deneyin bir başka deneyce doğrulanması işlemi sonsuza kadar
sürüp giderdi. Şu hâlde, deneyin doğru olup olmadığı, somut
verilerin dışındaki bir yöntemle bilinir. Dolayısıyla somut verilere
ve deneye dayanmak, zorunlu olarak aklî bilgiye dayanmak demektir.
5- Duyu organları ile algılanan veriler, ancak cüz'î ve değişken
şeyleri kapsarlar. Bilimler ise, sadece küllî önermeleri kullanırlar
ve genel önermeler şeklindeki sonuçlara varırlar. Bunlarsa, somut
ve deneysel değildirler. Söz gelimi; anatomi, insanlardan az veya
çok sayılı kişilere ulaşabilir. Bu bilim aracılığıyla somut olarak, örneğin
şu veya bu insanın bir kalbi ve bir ciğeri olduğu gözlemlenir.
Bunun tekrarıyla az ya da çok birtakım gözlemler elde edilir. Fakat
bu veri, "Her insanın bir kalbi ya da bir ciğeri vardır." şeklindeki
bütünsel yargımızdan farklıdır. Bu yüzden kendimizi sırf somut ve
deneysel verilerle sınırlandırırsak, sadece bunlara dayanarak hareket
edersek, salt bunlardan yararlanırsak ve baştan itibaren aklî
verilere dayanmaktan kaçınırsak, genel bir kavrayış, teorik bir düşünce
ve bilimsel bir araştırma elde etmiş olamayız. Şu hâlde, maddeye özgü alanlarda somut verilere dayanıp güvenmek
nasıl bir zorunluluksa, aklî beceriye özgü alanlarda da aklî
verilere dayanıp güvenmek bir zorunluluktur. Akıl derken, küllî
önermeler ve genel yargıların kaynağı ve kavrayıcısını kastediyoruz.
İnsanın bu tür bir yeteneğe sahip olduğunda kuşku yoktur.
Şu hâlde, kökünden yanılmaya mahkûm bulunan veya ilgili
alanında dahi yanılabilecek olan bir şeyin, yaratılış tarafından
meydana getirilmesi düşünülebilir mi? Çünkü yaratılış, ancak aralarında
bir dış bağlantıyı kesin tespit ettikten sonra varlıklardan
herhangi birini belli bir işlev görevlendirir. Şu hâlde, gerçekte var
olmayan, yani hata ve yanılgı olarak değerlendirilen şeyle, varolan
bir şey arasında bir bağ kurulabilir mi? Bilimler ve duyu organlarının algılarındaki hata ve yanılgılara
gelince; işin gerçeği yerinde açıklanmıştır, oraya başvurmak gerekir.
Hiç kuşkusuz, doğruyu gösteren yüce Allah'tır.
Hayata henüz adım atan basit bir insan, olguları dış yansımaları
itibariyle algıladığını zannederek olgularla kendi algılayışı arasında
bilgi niteliğinin aracılık yaptığının farkında olmaz. Bazı tavırlarında
kuşku veya zanna kapılana kadar bu durum devam eder.
Bu sırada şu gerçeğin farkına varır: İnsan bir canlı organizma olarak
hareketlerinde ve dünyadaki yaşamında kaçınılmaz olarak
bilgi niteliğini kullanır ve bu nitelik bazen eğri ile doğruyu birbirinden
ayırmada yanılır. Yoksa, olguların dış yansımalarında yanılma
ve yanlışa düşme söz konusu olamaz. Bu noktada insan "bilgi" niteliğinin
varlığına kesin olarak inanır. (Kastettiğimiz önermenin
olumsuzuna engel oluşturan "kavrama" yeteneğidir.) Ayrıca, etraflı bir araştırma da bizi bu sonuca ulaştırır. Çünkü
bizim onaylamalı kavrayışlarımız, tahlil sonucu şu ilkel (bedihî)
önermeye dayanırlar: "Olumluluk ve olumsuzluk nitelikleri bir olguda
aynı anda bulunamazlar ve ikisi birlikte de yok olamazlar."
Şu hâlde, ilkel veya teorik her önerme, bütünüyle onaylanması için,
ilkel önermelerin başında gelen bu önermeye muhtaçtır.
Bu
önerme, o kadar ilkel ve açıktır ki, bununla ilgili varsayılan kuşku
dahi, kendi olumsuzuyla bir araya gelememektedir. Bu önerme
bütün açıklığıyla kesinlik kazanınca, buna duyulan ihtiyaç oranında
bilimsel onaylamalar alanında bol veriler elde edilmiş olur. İşte
insan, bakış açısı ve amelleri açısından, bu verilere dayanır.
Şu hâlde, bilimsel bir tavır veya pratik bir olgu söz konusu olunca,
kesinlikle insanın dayanağı bilgidir. O kadar ki, kişinin kuşkusu
da, onun kuşku olduğuna ilişkin bilgisi ile belirginleşir. Zannı,
vehmi ve bilgisizliği açısından da durum bundan ibarettir.
Antik Yunan'da kendilerini sofist olarak adlandıran bir grup
filozof, bilginin varlığını inkâr etmişlerdi. Kendileri ve kuşkuları da
dahil, her şeyden kuşku duyuyorlardı. Bunları septizm adı altında
diğer bir grup izledi ki, anlayışları aşağı yukarı aynıydı. Bunlar
kendilerinin ve düşüncelerinin (kavrayışlarının) dışında bilginin
varlığını kabul etmiyorlardı. Hatta bu görüşlerini ispatlayabilmek
için birtakım kanıtlar da üretmişlerdi.
Kanıtlarından biri şöyledir: En güçlü bilgiler ve kavrayışlarımız
dahi (duyu organlarımız aracılığıyla algıladıklarımız kastedilmek- te) hata ve yanlışlarla doludur. Başka bilgilerimizde durum nasıl
olur acaba?! Şu hâlde, kendimizin dışındakilerle ilgili bilgi ve hükümlerimize
nasıl güvenebilir, dayanabiliriz?! Bir diğer kanıtları da şudur: Dışımızdaki olgulardan birini algılamaya
yöneldiğimiz zaman, onun yerine ona ilişkin bilgiyi algılarız.
Şu hâlde herhangi bir olguyu algılamak mümkün değildir.
Ve daha bunun gibi birtakım kanıtlar...
Birinci kanıtlarına vereceğimiz cevap şudur: Bu kanıt öncelikle
kendi kendini geçersiz kılıyor. Şayet herhangi bir hükme dayanmak
doğru değilse, bu kanıtı oluşturan önermelere de dayanmak
doğru olmaz. Ayrıca bilgilerde çok sayıda hata ve yanlışın varlığını
kabul etmek, yanlışlara denk veya onlardan daha fazla doğruların
da varlığını kabul etmek anlamına gelir. Kaldı ki, bilginin varlığını
kabul eden bir kimse, onun tüm onaylarının tartışmasız doğrular
olduğunu iddia etmez. Tam tersine, bazılarının böyle olduğunu savunur.
Diğer bir ifadeyle; bu hususta küllî olumsuzluğa karşın cüz'î
olumluluğu iddia eder. Söz konusu kanıt ise, cüz'î olumluluğu da
reddetmeye yeterli gel-mektedir.
İkinci kanıtlarına vereceğimiz cevap da şudur: Tartışma konusu
olan bilginin gerçekliği ötesini keşfetmesi, göstermesidir. Dış
olgulardan birine yöneldiğimiz zaman ona ilişkin bilgi edindiğimizi
varsaymakla, o şeyi keşfettiğimizi kabul etmiş oluruz. Ancak biz,
bu keşfin her zaman için söz konusu olmadığını da kabul ediyoruz.
Bilginin varlığını kabul eden hiçbir kimse de, "Biz olgunun kendisini
buluyoruz, kendisine ulaşıyoruz, keşfine değil." demiyor.
Böyleleri, vicdanlarının hayattaki isteğe bağlı davranışlar ve
başka hususlar ile ilgili zorunlu olarak itiraf ettiği gerçeği
görmüyorlar gibidir. Çünkü onlar, açlık ve susuzluk hissettikleri
zaman yemeğe ve suya, başka bir şeye ihtiyaç duydukları zaman
da ona yönelirler, sırf o şeyi düşünmekle ona yönelmezler. Aynı
şekilde, ancak sakıncalı ve kaçınılması gereken şeylerin varlığı
söz konusu olduğunda kaçarlar, sırf onu düşünmekle böyle bir harekete
geçmezler. Kısacası; doğalarının ihtiyacı olan her şeye ihtiyaç duyduklarında,
o ihtiyacın giderilmesi için dışa yönelik bir hareket başlatırlar.
Fakat doğaları ihtiyaç duymadan sırf o şeyi düşünmekle onu ortadan kaldırma yönünde bir çaba içine girmezler.
Hiç kuşkusuz,
bu iki durumda söz konusu olan bilgi arasında fark vardır. Şöyle
ki: Bu iki bilgiden birisini insan kendi isteğiyle kendi meydana getirir.
Diğer bilgi ise, insanın dışında ve insan üzerinde etkili olan bir
etkenin etkisiyle meydana gelir. O dış etken de bilginin keşfettiği
şeydir. Şu hâlde bilgi vardır ve bizim aradığımız da budur.
Bil ki: Bilginin varlığıyla ilgili bir başka açıdan da güçlü bir
kuşku söz konusudur. Bu kuşku, günümüz pozitif bilimlerin temelini
oluşturan her şeyin değişken olduğu ilkesi doğrultusunda, bilginin
de değişken olduğu kuşkusuzdur. [Oysa ki her bilgi
değişmezdir.] Bunun açıklaması şöyledir: Bilimsel araştırmalar,
doğada bir dönüşüm ve tekâmül (olgunlaşma) sisteminin varlığını
kanıtlamış bulunmaktadır. Bu-na göre doğada yer alan her parça,
hareket hâlindedir ve tekâmüle yöneliktir. Her şeyin ikinci anındaki
varoluşu, birinci anındaki varoluşundan farklıdır. Düşünme ve
kavrama yeteneğinin de, beyine özgü özelliklerden olduğunda
kuşku yoktur.
Şu hâlde düşünme ve kavrayış, maddî bir olgunun maddî bir
özelliğidir ve dönüşüm ve tekâmül yasasına boyun eğmesi de kaçınılmazdır.
Dolayısıyla bu kavrayışlar, (aralarında bilgi denilen
kavrayış da olmak üzere) sürekli bir değişim ve dönüşüm hâlindedirler.
Demek ki, bilginin değişmezliği ve kalıcılığı söz konusu değildir.
Her şeyde olduğu gibi bilginin de değişmezliği ve kalıcılığı
nispîdir. Yani bazı bilgiler, diğer bazısına göre daha uzun sürelidirler,
daha çok yaşarlar ya da daha az çelişiktirler.
Bunu şöylece cevaplamak mümkündür: Bu kanıt, bilginin varoluşu
noktasında maddî olup soyut olmaması esasına dayalı bir
kanıttır. Ne var ki, bilginin maddî olduğuna dair herhangi bir delil
elde olmadığı gibi, maddî olmadığına dair deliler mevcuttur. Çünkü
maddî olguların birtakım özellikleri vardır ki, bunlar bilgi hakkında
söz konusu değildir. Örneğin:
1) Maddî olgular, bölünmeyi kabul etme noktasında ortaktırlar.
Bilgi ise, bilgi olması itibariyle bölünmeyi kabul etmez.
2) Maddî olgular, mekâna ve zamana bağlıdırlar. Bilgi ise, bilgi
olması itibariyle mekân ve zaman kabul etmez. Buna ilişkin kanıt
ise, belli bir mekânda ve belli bir zamanda meydana gelen bir olayın, niteliğini ve belirliliğini korumak koşuluyla her mekân ve her
zamanda düşünülebilir olmasıdır.
3) Bütün maddî olgular, genel devinim yasasının egemenliği
altındadırlar. Şu hâlde değişim, maddî olguların genel bir özelliğidir.
Oysa bilgi, bilgi olması itibariyle değişim kabul etmez. Çünkü
bilgi, zatı itibariyle, değişime ve başkalaşıma ters düşer.
4) Eğer bilgi, tıpkı maddî olgular gibi bizzat değişken olsaydı,
bir şeyin ve bir olayın iki farklı zamanda düşünülmesi mümkün
olmazdı. Geçmişte kalan bir şey veya bir olay bir sonraki zamanda
hatırlanamazdı. Çünkü değişken bir şey, ikinci anında, birinci anından
farklıdır.
İşte bu gerekçeler ve benzeri yaklaşımlar sonucu bilginin, bilgi
olması itibariyle, maddî olmadığı ortaya çıkıyor. Düşünme sırasında
beyin dediğimiz duyarlı organda meydana gelen doğal harekete
gelince, bunun konumuzla bir ilgisi olmadığı gibi bilgi olduğuna
dair kesin bir delil de mevcut değildir. Sırf bir şeyin meydana gelişi
sırasında bir hareketin gerçekleşiyor olması, o ikisinin aynı şey olduğu
anlamına gelmez. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, başka bir kaynağa başvurmak
durumundadırlar.
6- Hiç kuşkusuz, şu kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar
için birdir; onlar inanmazlar.
7- Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde
de perde vardır ve onlar için büyük bir azap vardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Hiç kuşkusuz, şu kâfirleri..." Bunlar, inkârlarını sürdüren ve gerçeği
kabul etmeme duygusu karakteristik bir özellik olarak kalplerine
yerleşmiş bulunan kimselerdir. Uyarmakla uyarmamanın, onlar
açısından fark etmediği şeklindeki nitelendirilişleri bunu gösteriyor.
Bu ifadeyle Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin ve Mekke
kentinin koda-manlarının kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.
Çünkü bunlar, inatçılıklarını sürdürmüş ve dinin mesajı karşısındaki
katı tutumlarından vazgeçmemişlerdi. Bedir Savaşında
ve başka yerlerde Allah onları helâk edene kadar da inanmamaya
devam etmişlerdi. "Onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için
birdir; onlar inanmazlar." ifadesinin bütün kâfirler hakkında söz
konusu olamayacağı da, bu ihtimali pekiştirmektedir. Aksi takdirde
hidayet kapısının kapalı olduğunu söylememiz gerekir. Oysa
Kur'ân açıkça bunun aksini ifade ediyor.
Ayrıca bu tür ifadeler, Mekke inişli Yâsîn suresi ile Medine döneminin
ilk başlarında inen Bakara suresinde yer alır. Bu ayet inerken
de henüz Bedir Savaşı meydana gelmemişti. Dolayısıyla,
gerek bu ifadede ve gerekse başka yerlerde geçen "kâfirler" sözüyle,
Peygamberimizin gönderilişinin ilk dönemlerinde Kur'ân'a
muhatap olan Mekke kodamanlarının kastedilmiş olması güçlü bir ihtimaldir.
Ancak bunun aksini gösteren bir karine olduğu yerlerde
durum değişir. Benzeri bir durum da "iman edenler" ifadesi
için geçerlidir. Aksine bir karine yok-sa, genelde bu ifade ilk Müslümanlara
yönelik olarak kullanılmıştır. Onlar, bir onurlandırma
olarak böyle bir hitaba özgü kılınmışlardır.
"Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de
perde vardır..." İfadenin akışı içinde meydana gelen değişiklik (yüce
Allah'ın kalpleri mühürlemeyi kendisine, gözlerin önündeki perdeyi
de onlara izafe etmesi) gösteriyor ki, onların gerçeği görmelerine
engel olan, biri kendilerinden, diğeri de kâfirlikleri ve fasıklıklarından
dolayı yüce Allah'tan, iki perde vardır. Onların tüm
amelleri, bu iki perde arasında meydana geliyor. "Allah... örnek
vermekten çekinmez..." [Bakara, 26] ifadesini ele alırken konuya ilişkin
bazı açıklamalarda bulunacağız. Şunu da hatırlatalım ki, tıpkı iman gibi, küfür de güçlü veya
zayıf olmaya elverişli bir niteliktir. Onun da, tıpkı iman gibi, değişik
sonuç-lar doğuran farklı dereceleri, mertebeleri vardır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de, Zübeyrî'den şöyle rivayet edilir: "İmam Sadık'tan
(a.s), Allah'ın kitabında kaç çeşit küfürden söz edildiğini sordum,
şöyle cevap verdi:
"Allah'ın kitabında beş çeşit küfürden söz edilir: [1 ve 2] İnkâr anlamında küfür ki bunun iki çeşidi vardır. [3] Allah'ın emirlerini
terk etme anlamında küfür. [4] Uzaklığı bildirme, ilişkiyi kesme,
tanımama anlamında küfür. [5] Nimete karşı nankörlük etme anlamında
küfür."
"İnkâr anlamındaki küfür, Rablık makamını inkâr etmektir.
'Rab yoktur, cennet ve cehennem yoktur.' diyenlerin sözü gibi. Bu,
zındıklar zümresine mensup iki grubun sözüdür. Bunlara dehrîler
de denir. 'Bizi yok eden ancak zaman (dehr)dır.' [Câsiye, 24] dedikleri
için bu adı almışlardır. Bu anlayış, düşünme ve araştırmaya
gerek duymadan, bu böyledir, böyle olur, diyerek kendini rahatlamaya
çalışan bir zihniyetin ürünüdür. Nitekim yüce Allah onlar
hakkında, 'Onlar sadece zannediyorlar.' [Câsiye, 24] buyuruyor. Yani,
herhâlde böyledir diyerek kendilerini avutuyorlar.
Yine buyuruyor ki: 'Hiç kuşkusuz, kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar
için birdir; onlar inanmazlar.' Yani, Allah'ın birliğini kabul etmezler.
İşte küfrün bir çeşidi budur."
"Küfrün ikinci çeşidi ise, bilerek inkâr etmektir. Bununla kastettiğimiz,
kişinin gerçek olduğunu kesin olarak bildiği hâlde bir
şeyi inkâr etmesidir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor:
'Onların doğru olduğunu kesin bildikleri hâlde, haksızca ve böbürlenerek
onları inkâr ettiler.' [Neml, 14] Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor:
'Daha önce kâfirlere karşı zafer umurlarken, o bildikleri,
tanıdıkları şey kendilerine gelince, onu inkâr ettiler.
Artık Allah'ın
lâneti, inkârcıların üzerine olsun!' [Bakara, 89] İşte küfrün iki çeşidinin
açıklaması budur."
"Küfrün üçüncü çeşidi ise, nimete karşı nankörlüktür. Yüce Allah
bu durumu Hz. Süleyman'ın diliyle şöyle ifade etmektedir: 'Bu,
Rabbi-min lütfundandır; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük
mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için
şükretmiş olur; nan-körlük eden de, bilsin ki, Rabbim müstağnidir,
çok kerem sahibidir.' [Neml, 40] Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor:
'Andolsun, eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi arttırırım
ve eğer nankörlük ederseniz, azabım pek çetindir.' [İbrâhîm,
7] Başka bir ayette de şöyle buyuruyor: 'Öyleyse beni anın ki, ben
de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin.' [Bakara, 152]"
"Küfrün dördüncü çeşidi de, yüce Allah'ın emirlerini terk etmektir.
Bu hususta yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Birbirinizin kanını
dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız,
diye sizden kesin söz almıştık.
Sonra siz de bunu ikrar etmiş, siz
de buna tanık olmuştunuz. Ama siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz,
sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz, onlara karşı
günah ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz, onları çıkarmak
size yasaklanmış iken esir olarak geldiklerinde fidyelerini veriyorsunuz.
Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr
mı ediyorsunuz?' (Bakara, 84)"
"Burada yüce Allah, emirlerini terk ettikleri için onları küfürle
nitelendiriyor, bir yönden de onları imana nispet ediyor.
Fakat bu
imanlarını kabul etmediğini, bunun kendi katında onlara bir yarar
sağlamayacağını da şöyle vurguluyor: "Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir.
Kıyamet
gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı
bilmez değildir.' [Bakara, 85]"
"Küfrün beşinci çeşidi ise, uzaklığı olmadığını bildirme, tanımama
anlamındaki küfürdür. Bunun örneği de yüce Allah'ın Hz.
İbrahim'in (a s.) diliyle aktardığı şu ifadelerdir: 'Sizi tanımıyoruz.
Siz, bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli
bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.'1 Burada Hz. İbrahim, biz
sizden uzağız, aramızda ilişki kalmadı, demek istiyor."
"Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor (şeytan, kıyamet günü
insanlar arasındaki dostlarıyla bir ilişkisinin olmadığını dile getiriyor):
'Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da tanımamıştım
zaten.'2 Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: Siz, dünya hayatında
aranızdaki sevgi uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz.
Daha sonra kıyamet gününde birbirinizi tanımaz ve birbirinizi
lânetlersiniz. Varacağınız yer ateştir ve hiçbir yardımcınız
yoktur."3 [Usûl-i Kâfi, c.2, s.389, h: 1]
Ben derim ki: Bu hadis, daha önce de söylediğimiz gibi, küfrün
güçlülük ve zayıflık gösterilebilecek bir nitelik olduğunu açıklayıcı
mahiyettedir.
12- Bilin ki, gerçekten asıl fesatçılar onlardır; ama farkında
değiller.
13- Yine kendilerine, "İnsanların iman ettiği gibi, siz de iman
edin." denildiğinde, "Düşük akılların iman ettiği gibi, biz de mi iman
edelim?" derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük akıllılar kendileridir;
ama bilmezler.
14- İman edenlerle karşılaştıkları zaman, "İman ettik." derler.
Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise derler ki: "Şüphesiz, biz sizinle
beraberiz. (Onlarla) sadece alay ediyoruz."
15- (Asıl,) Allah onlarla alay eder ve taşkınları içinde şaşkınca
dolaşmalarına (belli bir) süre tanır.
16- İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat
bu alış verişleri kazançlı olamamış ve doğru yolu bulamamışlardır.
17- Onların örneği, tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın
örneğine benzer; ateşi, çevresini her aydınlattığında, Allah onların
ışığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakıverir de artık
göremezler.
18- Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.
19- Ya da (onların örneği,) gökten boşanan, içinde karanlıklar,
gök gürlemesi ve şimşek bulunan şiddetli bir yağmura (tutulmuş
kimsenin örneğine benzer. Yıldırımların saldığı dehşetle; ölüm
korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Allah, kâfirleri çepeçevre
kuşatmıştır.
20- Şimşek, neredeyse gözlerini kapıverecek. Önlerini her aydınlattığında
(biraz) yürürler; üzerlerine karanlık basıverince de kalakalırlar.
Allah dileseydi, işitmelerini de, görmelerini de gideriverirdi.
Şüphesiz, Allah her şeye güç yetirendir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"İnsanlardan bazıları da vardır ki, 'Allah'a ve ahiret gününe inandık.'
derler. Oysa inanmış değiller..." Ayetlerin orijinalinde geçen "hud'a"
bir tür aldatmadır. "Şeytan" ise kötülüğün kaynağı, çok kötülük
yapan demektir. İblis'in "Şeytan" olarak adlandırılması bu yüzdendir.
Bu ayetlerde münafıkların durumuna ilişkin açıklamalar yer
almaktadır. İnşaallah, ileride Münafikûn suresinde ve diğer bazı
surelerde onlardan ayrıntılı olarak söz edeceğiz.
"Onların örneği tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın örneğine
benzer..." Bu, münafıkların durumlarını somutlaştıran bir örnektir.
Onlar, koyu bir karanlığın içine düşmüş gibidirler; o karanlıkta
iyiyi kötüden ve zararlıyı yararlıdan ayırt edemiyorlar. Bu yüzden
aydınlanma gereçlerinden birine başvurma gereğini duyuyorlar.
Bir ateş yakıp çevreyi görmek istiyorlar. Ateş tutuşup çevrelerini
aydınlatınca yüce Allah, rüzgar ve yağmur gibi bir sebebi devreye
sokarak ateşi söndürür. Böylece eski karanlığın içinde kalmaya
devam ederler. Hatta bu defa iki karanlığın ortasında bocalarlar:
Bir, çevrelerini saran karanlık; bir de şaşkınlık karanlığı, aydınlanma
gerecinin devreden çıkması ile yaşadıkları psikolojik karanlık.
Bu örnek, münafikların durumunu gözler önüne seriyor. Bunlar
mümin gibi görünerek, müminlerle iç içe yaşamaktan dolayı dinin
sağladığı bazı nimetlerden yararlanırlar. Miras ve nikâh gibi. Fakat
imandan asıl yararlanma dönemi olan ölüm vakti gelip çatınca,
yüce Allah, nurlarını giderir, amellerini geçersiz kılar, onları koyu
bir karanlığın ortasında bırakır. Burada ne yapacaklarını, nasıl
edeceklerini bilemezler. Hem eski karanlığın ve hem de amellerinin
yol açtığı karanlığın içinde bocalayıp dururlar. "Ya da (onların örneği,) gökten boşanan..." İfadenin orijinalinde
geçen "sayyib", şiddetli yağmur demektir. "Berk" herkesçe bilinen şimşek demektir.
"Ra'd" ise, şimşek çakarken bulutlardan gelen
gürlemedir. "Sâika" ise, şimşeklerden inen yıldırım demektir.
Bu ikinci örnek de, münafıkların iman niteliğini dışa vurmalarını
somutlaştırmaktadır. Bu durumda onlar, tıpkı göz gözü
görmez bir karanlığın ortasında şiddetli bir yağmura tutulan kimseler
gibidirler. Şiddetli yağmur onları kaçıp kurtulma zorunda bırakıyor,
karanlık ise buna imkân vermiyor. Gök gürlemesinin ve
yıldırımların saçtıkları dehşet de onları çepeçevre kuşatmıştır. Artık
tek seçenekleri, şimşekten ve onun sağladığı aydınlıktan yararlanmaktır.
Ama şimşeğin aydınlığı sürekli ve kalıcı değildir. Şimşek
çakınca bir parça yürürler; ardından tekrar karanlığın ortasında
çakılıp kalırlar.
İşte, imanı benimsemeyen, ama müminmiş gibi görünmek zorunda
kalan münafıkın durumu bundan ibarettir. Kalbi ile dili anasında
birlik, uyuşma ve ahenk olmadığı için yolu bütünüyle
aydınlanmaz. Bu yüzden ikide bir tökezlemesi ve ayağının kayıp
yere kapanması kaçınılmaz olur. Biraz yürür, az sonra tekrar durur.
Böylece yüce Allah, onu rezil eder. Şayet Allah dileseydi, görme
ve işitme organlarını devre dışı bırakarak, daha ilk günden onu rezil ederdi.
21- Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, belki korunasınız.
22- O, sizin için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü bir bina kıldı ve gökten yağmur indirerek sizin için (çeşitli) ürünlerden rızk çıkardı. Öyleyse, (bütün bunları) bile bile Allah'a eşler koşmayın.
23- Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, o zaman siz de onun gibi bir sure getirin ve Allah'tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın; eğer doğru söylüyorsanız (bunu yapın).
24- Ama eğer yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız, bu durumda, kâfirler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ile taşlar olan ateşten sakının.
25- İman edip iyi işler yapanları müjdele. Gerçekten, onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlardaki meyvelerden rızk olarak kendilerine bir şey verildiğinde, her defasında, "Bu daha önce de rızk olarak bize verilen şey!" derler. Bu, benzeşir olarak onlara sunulmuştur. O cennetlerde, onlar için tertemiz eşler de vardır ve onlar oralarda süresiz kalacaklardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Ey insanlar... kulluk edin ki..." Yüce Allah, bundan önce üç insan grubunun; muttakilerin, kâfirlerin ve münafıkların durumunu gözler önüne serdi. Muttakilerin, Rableri tarafından bir hidayet üzere olduklarını ve Kur'ân'ın onlar açısından bir yol gösterici olduğunu; kâfirlerinse, kalplerinin ve kulaklarının mühürlü olduğunu, gözlerinin önünde perde bulunduğunu; münafıkların da hasta olduklarını, yüce Allah'ın da onların hastalıklarını artırdığını, onların sağır, dilsiz ve kör olduklarını (ilk on dokuz ayet boyunca) açıkladı. Bunun ardından yüce Allah, şu beş ayette insanları Allah'a kulluk sunmaya, kâfirler ve münafıklardan değil, müminlerden olmaya çağırıyor.
Ayetlerin bu akışından anlaşılıyor ki, "belki korunasınız." ifadesi, "kulluk edin" ifadesiyle bağlantılıdır, "sizi... yaratan" ifadesiyle değil. Bununla beraber, bunu her iki ifadeyle de bağlantılandırmak doğrudur. "Öyleyse bile bile Allah'a eşler koşmayın." ayetin orijinalinde geçen "endad" kelimesi, "nidd"in çoğuludur ve "misl" ile aynı kalıptan olduğu gibi aynı anlamı da ifade eder. "Bile bile" ifadesinin özel bir kayıtla sınırlandırılmadan "eşler koşmayın" ifadesi için hâl kılınması, insanların, az da olsa sahip oldukları bilgiler sayesinde, hiçbir şekilde yüce Allah'a eşler koşmamaları gerektiğini vurgulamaktadır. Çünkü, hem onları ve hem de onlardan öncekileri O yaratmış, evrensel düzeni O kurmuş ve bu düzen sayesinde beslenmelerini ve bu dünya üzerinde hayat sürdürmelerini mümkün kılmıştır. "O zaman siz de onun gibi bir sure getirin." ifadesi, Kur'ân-ı Kerim- 'in mucizeliğini vurgulama amacına yönelik, karşıtları çaresiz bırakan bir meydan okumadır.
Kur'ân'ın Allah katından geldiğinde kuş-ku yoktur. Geçen zamana ve çağlara rağmen Kur'ân'ın mucizeliği devam eder. Bu tür meydan okumalar Kur'ân-ı Kerim'de sıksık tekrarlanır: "De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olsalar da." (İsrâ, 88) "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin; Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın." (Hûd, 13) Şu hâlde, "onun gibi" ifadesindeki zamir, "indirdiğimiz" ifadesine dönüktür. Bu durumda, meydan okuma hem Kur'ân'ın kendisi, hem ifade tarzı ve hem de açıklama yöntemiyle ilgilidir.
Zamirin "kulumuz" ifadesine dönük olması da mümkündür. [Bu ihtimale göre ayetin meali şöyle olur: "O zaman siz de onun (Peygamber) gibi birisinden bir sure getirin."] Bu durumda, bu meydan okuma Kur'ân'ı getiren kişinin, eğitim görmemiş okumayazmasız bir kişi oluşu, bu yüce ve değerli bilgileri, bu güzel ve sağlam ifade tarzlarını hiçbir kimseden öğrenmemiş bir kişi olması açısından ön plâna çıkıyor. Bu bakımdan ele aldığımız ifade, şu ayet-i kerimeyle aynı mesajı içermektedir: "De ki: Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdim. Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musunuz?" (Yûnus, 16) Elimize ulaşan bazı rivayetlerde, ayetin her iki şekilde de tefsir edildiği görülmektedir.
Biliniz ki: Bu ve benzeri ayetler, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan Kevser ve Asr sureleri gibi en kısa surelerin de mucize niteliğinde olduklarını ortaya koymaktadır. Kur'ân'ın mucizeliğini ifade eden ayetlerdeki zamirin, söz konusu ayetlerin içinde yer aldıkları Bakara ve Yûnus gibi surelere dönük olması ihtimali göz önünde bulundurularak bir değerlendirme yapılırsa, bu, alışılagelmiş ifade biçimlerine ters düşer. Çünkü Kur'ân'ın Allah'a iftira edilerek uydurulduğunu ileri süren birisi, Kur'ân'ın tümünü göz önünde bulundurur, bu iddiasında sureler arasında ayrım yapmaz.
Dolayısıyla, Bakara veya Yunus suresiyle ona meydan okumanın bir anlamı yoktur. Çünkü bu durumda, "Eğer, söz gelimi Kevser ve İhlâs sureleri hakkında kuşku içindeyseniz, o zaman siz de Yu- nus suresi gibi bir sure getirin." gibi bir anlam ortaya çıkar. Bunun da ne kadar yanlış bir anlam olduğunu herkes teslim eder.
Biliniz ki: Kur'ân-ı Kerim'in bu ayette, meydan okuyucu bir ifade tarzıyla kendini olağanüstü bir mucize olarak tanımlaması, gerçekte iki iddiayı gündeme getirmektedir. Birisi, mucize ve olağanüstülüğün varlığı; diğeri de, Kur'ân-ı Kerim'in mucize oluşu. Bilindiği gibi, ikinci iddianın kesinlik kazanması aynı zamanda birinci iddianın da kesinlik kazanması demektir. Kur'ân-ı Kerim de bu çerçevede kendisinin mucize oluşuyla meydan okuyarak, bununla yukarıda sözünü ettiğimiz her iki sonucu elde ediyor. Ancak bu noktada henüz, doğada alışılagelene aykırı bir görünüm sergileyen mucizenin nasıl gerçekleştiği açıklık kazanmış değildir. Doğanın normal sistemi, olguların bilinen somut sebeplerine dayanmalarını öngörür. Burada, nedensellik noktasında bir kuraldışlılığa ya da nedensellik yasasının şaşması veya çelişmesine rastlanmaz.
Kur'ân-ı Kerim, mucizenin hakikatini açıklayarak bu konudaki kuşkuları gidermektedir. Kur'ân, konuya iki açıdan açıklık getirmektedir: Birincisi; mucize vardır ve bunun örneklerinden biri de, meydan okuma yoluyla hem mucizenin varlığını, hem de kendisinin mucize olduğunu kanıtlayan Kur'ân-ı Kerim'dir. İkincisi; mucizenin gerçek mahiyeti nedir? Doğada, onun olağan sisteminin dışında ve onun bütünlüğüyle çelişen gelişmeler nasıl meydana geliyor? Kur'ân'ın Mucizeliği Kur'ân-ı Kerim'in gerek Mekke ve gerekse Medine inişli birçok ayette kendi mucizeliğiyle meydan okuduğundan kuşku yoktur. Bütün bunlar gösteriyor ki, Kur'ân olağanüstü bir mucizedir. Hatta söz konusu ayet-i kerime, ikinci ihtimaliyle de, Kur'ân'ın mucizeliğini kanıtlamaktadır.
Şu ayeti kastediyorum: "Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, o zaman siz de onun gibi bir sure ge- tirin." Yani, Peygamber (s.a.a) gibi birisinden onun getirdiğine benzer bir sure getirin. Burada, Peygamber gibi eğitim görmemiş, okuma-yazması olmayan bir şahıstan onun getirdiğine benzer bir surenin getirilmesi noktasında meydan okunarak, asıl Kur'ân'ın mucize olduğu kanıtlanmaktadır, direkt ve dolaysız olarak Peygamberimizin peygamberliği kanıtlanmamaktadır. Bunun delili, ayetin başındaki şu ifadedir: "Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz." Dikkat edilirse, "Eğer kulumuzun peygamberliğinden şüphedeyseniz."denmiyor.
Dolayısıyla, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bütün meydan okumalar, Kur'ân'ın Allah katından gelen olağanüstü bir mucize olduğunu kanıtlama amacına yöneliktir. Meydan okumaya ilişkin mesajlar içeren ayetlerin bir kısmı genel ve bir kısmı da özel niteliklidir. En genel nitelikli meydan okuma da şu ayet-i kerimede ifadesini bulmaktadır: "De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olsalar da." (İsrâ, 88) Bu ayet, Mekke inişlidir ve içerdiği meydan okuyuşun genel nitelikli olduğundan hiç kimse en ufak bir kuşku duymaz.
Şayet meydan okuma, sırf Kur'ân'ın ifadesinin belâgati, üslûbunun güzelliği ile ilgili olsaydı, sadece belli kavme karşı, yani cahiliye devrinin öz Arapları ile Arap dilinin (başka dillerle) karışıp bozulmasından önceki İslâmiyet devrinin Araplarına karşı meydan okunurdu. Oysa bu ayette bütün insanların ve cinlerin kulağı çınlatılmıştır. Aynı şekilde, ifadenin belâgati ve fesahati dışında hakikî bilgiler, üstün ahlâka ilişkin öğretiler, yasalar, hükümler, gayb âlemine ilişkin haberler ve Kur'ân'ın indiği sıralar insanlığın henüz üzerindeki perdeyi aralayamadığı nice bilgiler gibi Kur'ân-ı Kerim'in kapsadığı niteliklerden herhangi birisiyle özellikle meydan okunmamıştır. Dolayısıyla, her iki topluluğa da mutlak bir şekilde meydan okunması, niteliksel açıdan üstünlük sağlanabilecek tüm hususlarla ilgilidir.
Şu hâlde, Kur'ân belâgat ve fesahat açısından beliğ ve etkin söz söyleyebilen insanlar için, hikmet açısından hekimler için, ilim açısından âlimler için, sosyoloji açısından sosyologlar için, yasalar açısından yasamacılar için, siyaset açısından siyasetçiler için, yönetim açısından yöneticiler için bir ayet, bir mucize olduğu gibi, tüm âlemler için de birlikte ulaşamadıkları, birlikte çözemedikleri konular açısından -gayb âlemi ile ilgili bilgiler, yargıda, bilgide ve ifadede görüş ayrılıklarının çözümü gibi- olağanüstü, erişilmez bir mucizedir. Buradan anlaşılıyor ki, Kur'ân, bütün yönlerden mucizelik niteliğine sahip olduğunu ilân ediyor.
O, insan ve cin türünün tüm bireyleri, geneli ve özeli, bilgini ve cahili, erkeği ve kadını, üstün yetenekli veya daha alt düzeydeki tüm söz anlayan akıl sahipleri açısından bir mucizedir. Çünkü insan, öz yaratılışı itibariyle iyiliğin, üstünlüğün bilincindedir; bu niteliklerin az veya çok oluşunu farkeder. Şu hâlde her insan, kendisinin veya aile efradının sahip bulunduk- ları iyi ve üstün nitelikler üzerinde gözlemci bir yaklaşımla düşünsün, sonra da algıladıklarını Kur'ân'ın içerdiği iyi ve üstün niteliklerle karşılaştırsın, o zaman hak ve adaletle hükmetsin.
Acaba insan gücü, gerçeklik noktasında Kur'ân'ın içerdiği bilgilere denk, kanıtlanmış ilâhî bilgiler ortaya koyabilir mi? Kur'ân'ın ortaya koyduğu ahlâkî sistemin saflığına ve üstünlüğüne denk, gerçeklere dayalı bir ahlâk sistemi ortaya koyabilir mi? Kur'ân-ı Kerim'in getirdiğine benzer insanların bütün amellerini kapsayan eksiksiz fıkhî hükümler koyabilir mi? Hem de tüm genişliğine rağmen bu hükümler çelişkiye neden olacak herhangi bir ihtilâfın bulunmaması şartıyla?! Bunun yanı sıra, her hükmünde ve elde ettiği her sonuçta tevhit ruhunu ve takva olgusunu koruyabilir mi? Koyduğu her hükmün temeline ve ayrıntısına temizliği, arılığı egemen kılabilir mi? Bu olağanüstü özen ve bu akıllara durgunluk veren titizlik, insanı hayran bırakan duyarlılık, okuma-yazması olmayan bir insandan kaynaklanabilir mi?
Üstelik, bu insanın içinde yaşadığı toplumun tek ayrıcalığı haksız saldırı, talan etme, çalıp çırpma, insanların mallarını zorla gasp etme, kız çocukları diri diri toprağa gömme, yoksulluk korkusuyla çocukları öldürme, atalarla övünme, annelerle evlenme, günahları normal sayma, bilgiyi yerme, cehaletle belirginleşme olsa?! Ve sözde gayretkeşlik karakterine sahip olmalarına rağmen tüm zorbaların karşısında onursuzca ezilen, bir gün Yemenlilerin, bir gün Habeşlilerin, bir gün Romalıların ve bir gün İranlıların egemenliği altında yaşamış olan bir topluluk olsa, bu toplum?! Ki, Hicaz bölgesindeki cahiliye Araplarının durumu bundan ibaretti.
Bir insan, tüm âlemler için yol göstericilik iddiasıyla bir kitap ortaya koymaya yeltensin, sonra bu kitapta gayba ilişkin bilgilere, geçmiş ve geleceğe dair haberlere, geçip giden veya ileride ortaya çıkacak toplumların hayatına yer versin; bu kitapta bir değil, iki değil, birçok kıssaya, olaylara, geleceğe ilişkin gaybî bilgilere değinsin ve ama doğrudan hiç sapmasın; bu mümkün müdür?!
Sürekli bir dönüşüm ve tekâmül içinde olan maddî doğa âleminin bir parçası olan insan, mümkün müdür ki, insanlık âleminin her işine el atsın; dünyaya küçük-büyük, ince-kaba her konuda bilgiler, ilimler, kanunlar, hikmetler, öğütler, örnekler ve kıssalar sunsun ve fakat ömrünün sonuna kadar bütün bunların hiçbirinde en ufak bir değişiklik getirmeye bile ihtiyaç duymasın?! Oysa usulüyle, füruuyla bütün bun-lar, aşamalı bir süreçten geçmeye, değişik aşamalarda değişik değerlendirmelere tâbi tutulmaya, çeşitli deneyimlerden geçirilmeye mahkûm olan şeylerdir.
Buna, bir de hiçbir insanın düşünce ve eylem nok-tasında kemal ve eksiklik açısından aynı yerde olamayacağı gerçeğini eklersek, Peygamberin (s.a.a) ve getirdiği ebedî mesajın yüceliği çok daha iyi anlaşılacaktır. Bu anlamlar üzerinde düşünebilecek aklı başında bir insan, Kur'â-n-ı Kerim'in kapsadığı bu genel veya başka nitelikli meziyetlerin, beşer gücünün üstünde ve doğal araçların ötesinde olduklarından kuşku duymayacaktır. Şayet bunların üzerinde düşünülebilecek kapasitede ol-masa bile, insana yaraşır çizgiden sapmayacak, öz yaratılışından kaynaklanan duyarlılığı uyarınca, uzmanlık alanına girmeyen, hakkında bilgi sahibi olmadığı hususları uzmanlarına havale etmekten kaçınmayacaktır. Denebilir ki: Meydan okumayı özel kapsamlılıktan çıkarıp genele yöneltmenin ne yararı var? Çünkü kitleler, bir çağrı karşısında çabuk heyecanlanırlar, ortaya konan her şeye koşabilecek karakterdedirler. Nitekim Bab, Baha, Kadiyanî ve Müseyleme gibi yalancıların getirdiklerini, deli saçmalarını ve hezeyanı andıran kanıtlarını onaylayıp benimseyenler çoktur.
Buna vereceğim cevap şudur: Bütün insanlar ve bütün zamanlar için mucize olabilmenin tek yolu, ilim ve bilgi türünden olmasıdır. Burada, insanların anlayış kapasitelerinin zorunlu olarak farklılık arzetmesi, yeteneklerinin aynı düzeyde olmaması sebebiyle herkesin bu mucizeyi kavrayamayacağı sorunu ise, üstün anlayışa ve isabetli bakış açısına sahip kişilerin onu iyice kavraması, ondan daha alt düzeyde olan kimselerin de onlara başvurmasıyla çözümlenir. Bu konuda insanın fıtrat ve içgüdüsü hâkim pozisyonundadır.
Bunu biraz daha açalım: İnsanın kavrama gücüyle algıladığı ve anlayışının ulaştığı her şey, her zaman ve mekândaki her birey için ay-nı kapsamlılığı ve genelliği ifade edemez. Ancak sözünü ettiğimiz şey, ilim ve bilgi türünden bir şey olursa o zaman durum değişir. Çünkü ilim ve bilginin dışında olağanüstü bir mucize olarak değerlendirilen her şey, doğal bir varlıktır ya da somut bir olgudur ve madde âleminin yasalarına boyun eğmeye mahkûm olup zaman ve mekânla sınırlıdır. Şu hâlde, ancak bazı insanlar tarafından gözlemlenebilir. Olasılığı bulunmayan bir varsayımla böyle bir mucizenin tüm bireyler için genellik ifade ettiği farz edilse dahi, ancak tüm mekânlar içinde, bir tek mekân için söz konusu olabilir. Tüm mekânları kapsadığı da varsayılsa, tüm zamanları kuşatması mümkün değildir.
Ancak Kur'ân öyle bir şey getirmiş ki, onunla tüm zamanlar ve tüm mekânlardaki bireylere meydan okuyabilmektedir. Kur'ân'ın Bilgiyle Meydan Okuması Kur'ân-ı Kerim, özellikle bilgiyle meydan okur: "Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan olarak indirdik." (Nahl, 89) "Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın." (En'âm, 59) Bu ve benzeri ayetler, Kur'ân-ı Kerim'in içerdiği bilgilerle meydan okuyuşunun örneklerini oluştururlar. Çünkü, Kur'ân'ın içerdiği küllî gerçekleri ve "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (Haşr, 7), "...Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye..." (Nisâ, 105) emirleri uyarınca bun-
ların Peygamberin açıklamalarına bırakılan cüz'î ayrıntılarını inceleyen biri, İslâm'ın, en üstün ve en ince ilâhî-felsefî bilgiler, üstün ahlâk, ibadetler, insanlar arası ilişkiler; siyaset, sosyoloji gibi insanı ilgilendiren her meselede ayrıntılı bilgiler sunduğunu ve bunların tümünü fıtrat temeline ve tevhit ilkesine dayandırdığını görecektir.
Öyle ki, ayrıntılı hükümler analiz sonucu tevhit ilkesine, tevhit ilkesi ise bileşim sonucu ayrıntı niteliğindeki hükümlere dönüşür. Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'in, zamanın geçmesine ve koşulların değişmesine rağmen her zaman kalıcığını ve insanların çıkarlarına uygunluğunu koruduğunu belirtiyor: "O, üstün bir kitaptır. Ne önünden, ne de ardından ona batıl gelmez. O, hüküm ve hikmet sahibi, çok övülen Allah tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41- 42) "O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr, 9) Şu hâlde Kur'ân, neshin (yürürlükten kalkmanın) kendisine yol bulmadığı, dönüşüm ve tekâmül yasasının hakkında işlemediği kalıcı bir kitaptır.
Eğer denirse ki: Sosyal araştırmacılar ve kanun uzmanları günümüzde, toplumların değişmesiyle birlikte yürürlükteki yasaların da de-ğişmesinin, zamanın değişmesi ve uygarlığın gelişmesiyle birlikte kanunların da değişip gelişmesinin zorunluluğunu ortaya koymuşlardır. Buna karşılık olarak derim ki: İleride bu konuya değineceğiz. "İnsanlar tek bir ümmet idi..." (Bakara, 213) ayetini incelerken bu husustaki kuşkuları gidereceğiz.
Özetleyecek olursak; Kur'ân-ı Kerim, yasamanın temeli olarak insan fıtratından kaynaklanan tevhit ilkesini ve insan mizacının vazgeçilmez gördüğü üstün ahlâkı öngörür. Yasama, evrensel bütünlük ve varlık âlemi ile uyum içinde gelişme göstermelidir diye ilân eder. Sözünü ettiğimiz araştırmacılar ise, görüşlerini toplumun değişmesi esasına dayandırırken tevhidî bilgiler ve üstün ahlâk gibi manevî değerleri göz ardı ederler. Dolayısıyla onların sözleri, manevî değerlerden yoksun maddî toplumlar için geçerlidir. "Allah- 'ın sözü ise en yücedir."
Kendisine Kur'ân İnen Kişinin Şahsında Meydan Okuması Kendisine ifade ve anlam olarak mucizelik niteliğine sahip Kur'ân indirilen okuma-yazmasız Peygamberin kişiliği de bir meydan okuma unsuru olarak ön plâna çıkarılmıştır. Bir öğretmenden ders almamış olması, bir eğitimci tarafından yetiştirilmemiş olması Kur'ân'ın mucizeliğine bir kanıt olarak ileri sürülüyor. "De ki: Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdim. Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musunuz?" (Yûnus, 16) Peygamber efendimiz (s.a.a) onlardan biri olarak aralarında yaşıyordu, bir ayrıcalığı olmadığı gibi uzmanlaştığı bir bilim dalı da yoktu. Öyle ki, kırk yaşına kadar ne şiir ve ne de nesir (düz yazı) şeklinde bir eser ortaya koymamıştı. Kırk yaş ise, onun ömrünün üçte ikisini oluşturuyor. O güne kadar, bu yönde bir çaba içine girmediği gibi, bu tür bir ideale sahip olduğu da görülmemiştir.
Sonra ne oluyorsa, birden bire oluyor ve getirdiği mesaj karşısında dahiler küçük dillerini yutuyor, edebiyat ustaları dut yemiş bülbüle dönüyor. Ardından bu mesajı yeryüzünün dört bir yanına yayıyor ve bir tek bilgin, bir tek erdemli kişi ve bir tek üstün zekâlı kimse, karşısında söyleyecek bir şey bulamıyor. Hakkında bütün söyleyebildikleri şundan ibarettir: Ticaret amacıyla Şam'a gitmiş ve Kur'ân'da yer alan kıssaları oradaki papazlardan öğrenmiştir.(!) Oysa Şam'a yaptığı seferlerde amcası Ebu Talip'le beraber olmuş ve o zaman henüz ergenlik çağına ermemiştir.
Hz. Hatice'nin kölesi Meysere ile birlikte yaptığı seferde ise, yirmi beş yaşındaydı ve yolculuk sırasında ne gece ve ne de gündüz arkadaşlarından ayrılmamıştı. Ayrıldığı varsayılsa bile, bu sırada hangi bilgileri öğrendi? Bu hikmetli bilgileri ve gerçekleri nereden edindi? Fesahat ustalarının, karşısında küçük dillerini yuttuğu ve dost-düşman herkesin büyüleyiciliğini onayladığı bu olağanüstü ifade tarzını kimden öğrendi? Bir iddia da şudur: Hz. Peygamber Mekke'de yaşayan bir Bizanslı demircinin yanına gider, onunla sohbet ederdi. Bu adam kılıç yapar ve bunları satarak geçimini sağlardı. Yüce Allah bu iddiayla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Biz onların, 'Ona bir insan öğre-
tiyor.' dediklerini biliyoruz. Haktan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili yabancı, bu ise apaçık Arapça bir dildir." (Nahl, 103) Bir iddia da, onun bazı bilgileri İranlı bir bilgin olan ve dinler ve mezhepler hakkında geniş bilgilere sahip bulunan Selman-ı Farisî'den öğrendiği şeklindedir. Oysa Hz. Selman Medine döneminde ona inanmıştır. Kur'ân'ın büyük çoğunluğu ise Mekke'de inmiştir.
Kur'ân'ın Mekke'de inen kısmı, Medine'de inen kısmından daha çok kıssa ve küllî bilgiler içermektedir. Şu hâlde Selman ve diğer sahabîlerin inan-ması, ona ne tür katkılar sağlamıştır? Kaldı ki, Eski Ahit ile Yeni Ahit (Tevrat ile İncil) ve onların içerdiklerin olayları inceleyen biri, ardından Kur'ân'ın anlattığı peygamberler kıssalarını ve geçmiş toplumların tarihini inceleyecek olursa, görecektir ki, bu tarih o tarihten ve bu kıssa o kıssadan farklıdır. Ahitlerde büyük yanlışlıklar, çarpıtmalar vardır. Bunlar, Allah'ın peygamberlerine yönelik korkunç iddialar içermektedir.
Bu iddialar karşısında fıtrat tiksinti duyar, bu tür nitelikleri insanların en iyilerine ve en akıllılarına yakıştırmaktan hayâ eder. Beri tarafta ise Kur'ân, peygamberlerin pak ve masumluklarını ortaya koyuyor. Eski ve Yeni Ahit'te gerçeğe ilişkin bir bilgi vermeyen, erdeme ve ahlâka ilişkin ilkeler, öğütler içermeyen gereksiz bölümler vardır. Kur'ân ise, kıssaların sadece insanlara bilimsel ve ahlâkî olarak yarar sağlayan bölümlerine yer vermiş, geri kalan büyük kısmına hiç değinmemiştir.
Kur'ân'ın Gaybe İlişkin Haberleriyle Meydan Okuması Kur'ân-ı Kerim'in gayb âlemine ilişkin haberler vermek suretiyle karşıtlarına meydan okuduğuna örnek oluşturan birçok ayet vardır. Bu ayetlerin bir kısmı, geçmiş peygamberlerin ve onların gönderildikleri toplumların yaşadıkları serüvenlerle ilgilidir: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz." (Hûd, 49) Yüce Allah Yusuf Peygamberin kıssasını anlattıktan sonra da şöyle buyuruyor: "Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin." (Yûsuf, 102) Meryem kıssası ile ilgili olarak da şöyle buyuruyor: "Bunlar gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan han-
gisi Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur'a atarlarken sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin." (Âl-i İm-rân, 44) "İşte Meryem oğlu İsa! Şüphe edip ayrılığa düştükleri, gerçek söz budur." (Meryem, 34) Bunlar gibi daha birçok ayet vardır.
Gelecekte yaşanacak olaylara ilişkin haberler de yer alır, Kur'ân-ı Kerim'de. Şu ayette olduğu gibi: "Rumlar yenildi. En yakın bir yerde. Onlar, bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde." (Rûm, 2-4) Şu ayetlerde de Peygamberimizin Medine'ye hicretinden sonra, Mekke'ye tekrar döneceği önceden haber verilmiştir: "Kur'ân'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir." (Kasas, 85) "Allah dilerse güven içinde, başlarınızı tıraş ederek ve kısaltarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz." (Fetih, 27) "O geri bırakılanlar, ganimetleri almak için gittiğiniz zaman, 'Bizi bırakın, sizinle beraber gelelim.' diyeceklerdir." (Fetih, 15)
Şu ayetleri de aynı kategoride değerlendirmeliyiz: "Allah seni insanlardan korur." (Mâide, 67) "O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr, 9) Ve bunlar gibi müminlere yönelik ileriye dönük vaatler ve Mekkeli kâfir ve müşriklere yönelik tehditler içeren birçok ayet vardır ki, aynen tahakkuk etmişlerdir. Bunun yanı sıra Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetleri, kimi toplumların ve kimi gelişmelerin işaretlerini, belirleyici özelliklerini içermektedir: "Helâk ettiğimiz bir ülkeye artık dünya hayatı haramdır.
Onlar bir daha geri dönemezler. Nihayet Ye'cuc ve Me'cuc setleri açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği ve gerçek vaadin yaklaştığı zaman, birden inkâr edenlerin gözleri donup kalır: Vah bize, biz bundan gaflet içinde idik. Biz gerçekten zalim kimseler idik.' (Enbiyâ, 95-97) "Allah sizden, inanıp salih amel işleyenlere vaat etti: Onları yeryüzünde hü-kümran kılacak." (Nûr, 55) "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden bir azap göndermeye kadirdir." (En'âm, 65)
Şu ayet-i kerimeler de aynı kategori içinde değerlendirilirler: "Rüzgarları, aşılayıcı olarak gönderdik." (Hicr, 22) "Orada her şeyden ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik." (Hicr, 19) "Dağları birer kazık kılmadık mı?" (Nebe, 7) Bu ayetlerin içerdikleri bilgiler, Kur'ân'ın indiği dönemlerde bilinmeyen bilimsel gerçeklere da-
yanmaktadır. Söz konusu gerçekler üzerindeki bilinmezlik perdesi ancak son çağlarda bilim alanındaki gelişmelerden sonra aralanabilmiştir. Mâide suresinde yer alan şu ayet-i kerime de gayb âlemine ilişkin bilgiler içermektedir. (Bu yöntem, Kur'ân ayetlerinin bazısını bazısına uyarlama, bazısını bazısına tanık olarak öngörme esasına dayanan tefsir anlayışının özelliklerinden biridir.): "Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki, O onları sever, onlar da onu severler." (Mâide, 54) Yûnus suresinde yer alan bir ayette de şöyle buyurulur: "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri onlara gelince aralarında adaletle hükmolu-nur ve onlara hiç zulmedilmez." (Yûnus, 47) "Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratışına, ki insanları ona göre yaratmıştır." (Rûm, 30) Bunlar gibi, gelecekte İslâm ümmetinin veya tüm dünyanın tanık olacağı olayları haber veren birçok ayet vardır.
Tüm bu haberler, Kur'ân'ın indiriliş döneminden sonrasını ilgilendirmektedir. İnşaallah, İsrâ suresinin ilgili ayetinde bu konuyu etraflıca irdeleyeceğiz. Kur'ân'ın, Çelişkilerden Uzak Olduğunu Söyleyerek Meydan Okuması Kur'ân-ı Kerim, kimi ayetlerde de kendi içinde çelişki barındırma- dığını vurgulayarak meydan okur: "Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82) Evren zorunlu olarak maddî niteliklidir, ona egemen olan yasa da dönüşüm ve tekâmül yasasıdır. Şu hâlde, bu evrenin bir parçası olarak varolan her şey, aşamalı bir varoluş süreci yaşar; zayıflıktan güçlülüğe, eksiklikten olgunluğa yönelir.
Bu yöneliş, o şeyin hem özünde ve hem de özüne bağlı unsurlarda, davranış ve eylemlerinde söz konusudur. İnsan da bu süreci yaşar; varoluşu, eylemleri ve eylemlerinin sonuçları itibariyle dönüşüm hâlindedir, tekâmül etmektedir. Fikir ve kavrayış noktasında da bu kural geçerlidir. Aramızda hiç kimse yoktur ki, kendisini bugün dünden daha olgun, daha yeterli görmesin. Yine hepimiz, ikinci anımızda
birinci anımızdaki söz ve davranışlarımızdaki sürçmelerimizle karşılaşmaktayız. Bu, bilinçli bir insan olarak kendini tanıyan herkesin kabul edeceği, inkâr edemeyeceği bir realitedir. Bu kitabı, Peygamberimiz dönem dönem insanlara sunmuş, yirmi üç yıl boyunca, değişik şartlarda, farklı ortamlarda, Mekke'- de, Medine'de, zaman zaman gece, zaman zaman da gündüz, yolculukta, mukimlikte, savaşta, barışta, zor günlerde, zafer günlerinde, güvenli dönemlerde, korkulu anlarda, ilâhî bilgileri sunmak, üstün ahlâkın kurallarını öğretmek, ihtiyaç duyulan her konuda dinî hükümleri yasalaştırmak amacıyla parça parça insanlara okumuştur.
Buna rağmen benzeşen söz diziminde en ufak bir çelişki, birbirini tutmazlık söz konusu değildir. Nitekim kendisi, kendisini "(ayetleri) birbirine benzeyen ve tekrarlanan bir kitap" [Zümer, 23] olarak nitelendirmektedir. Sunduğu bilgiler, koyduğu temel ilkeler ve ahlâk kuralları açısından tek bir uyuşmazlık, birbirini çürütme meydana gelmemiştir. Tam tersine, ayetleri birbirlerini tefsir eder, birbirlerinin kapalı noktalarını açıklar niteliktedir. Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Kur'ân'ın bir kısmı bir kısmını destekler, bir kısmı bir kısmına tanıklık eder."1 Eğer Kur'ân Allah'tan başkası tarafından ortaya konulmuş bir eser olsaydı, ifade tarzının bazı yerleri diğer bazı yerlerinden daha güzel olacaktı, sözün vurgusu ve etkinliği bakımından bazı yerleri diğer bazı yerlerinden daha parlak olacaktı. Sunduğu bilgiler, koyduğu ilkeler ve kurallar da doğruluk ve yanlışlık, sağlamlık ve çürüklük noktasında farklılık arzedecekti.
Denebilir ki: Bu, salt bir iddiadır ve bir kanıta da dayanmıyor. Çünkü Kur'ân'da birçok çelişkilere ve anlaşılmaz ifadelere rastlanmıştır. Bunlar bir araya getirilse, ciltler dolusu kitap eder. Bunların bir kısmı, ifade biçimiyle ilgili ve belâgat açısından birer kusur sayılan sorunlardır. Bir kısmı da manevî anlamla ilgili ve Kur'ân'ın görüşleri ve öğretilerinin yanlışlığını ortaya koyan çelişkilerdir. Gerçi Müslümanlar bunlara cevap vermişlerdir ama, bu cevaplar gerçekte yorumdan öteye gitmezler, tutarlılık esasına ve orijinalitesi bozulmamış fıtrat duyarlılığına göre bir değer ifade etmezler.
Buna karşılık olarak ben de derim ki: İşaret edilen çelişkiler ve anlaşılmaz ifadeler, açıklamalarıyla ve doyurucu cevaplarıyla birlikte tefsir kitaplarında yer alırlar. Bu kitapta da yeri geldiğinde bu sorunlara değinilmiştir. Dolayısıyla bu eleştiri, delili olmayan boş bir iddiadan öteye gitmemektedir.
Kur'ân'da anlaşılmaz şeyler olduğunu ya da onda çelişki bulunduğunu iddia eden kimselerin, geniş tefsir kitaplarında cevaplarıyla birlikte değinilmemiş tek bir sorunları bulunmamaktadır. Ne var ki onlar, sorunları almış, bir araya toplamış, düzene sokmuş, ama cevaplarına değinmemişlerdir. Ne güzel söylemişler: "Eğer sevgi gözü (kusurları görememekle) suçlanıyorsa, (erdemleri görmeme noktasında da) kin gözü daha çok suçlanmaktadır." Denebilir ki: Peki Kur'ân'daki "nesh" olgusuna ne dersin? Çünkü bizzat Kur'ân onun geçerliliğinden söz ediyor: "Biz bir ayeti neshedersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz." (Bakara, 106) "Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indirdiğini çok iyi biliyor-..." (Nahl, 101) Şimdi, ifade tarzı açısından bu değişikliklerin bir çelişki sayılmayacağını kabul etsek bile, nesih görüş değişikliği değil de nedir? Buna karşılık olarak ben de derim ki: Kur'ân-ı Kerim'deki nesih olgusu, ifade tarzı açısından bir çelişki olarak değerlendirilemeyeceği gibi, bakış açısı ve hüküm değişikliği olarak da değerlendirilemez. Bunun açıklanması şöyledir: Bakarsın, olumlu koşullar gereği verilen bir hüküm bir güne uygun düşer de, koşulların değişmesi sonucu bir başka güne uygun düşmez. Bu durumda, o günün koşullarına uygun düşen yeni bir hüküm yürürlüğe konur.
Bunun en açık kanıtı, Kur'ân-ı Kerim'de, içerdikleri hükümleri yürürlükten kaldırılan ayetlerde, sözlü olarak bu ayetlerin içerdikleri hükümlerin ileride yürürlükten kaldırılacağının ima edilmiş olmasıdır. Örneğin, hükmü yürürlükten kaldırılan bir ayette şöyle buyuruluyor: "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört erkek şahit isteyin; eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evler-
de tutun (hapsedin)." (Nisâ, 15) (Son cümlenin içerdiği ima dikkat çekicidir.) Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor: "Ehlikitap'tan birçoğu, gerçek kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan sonra vazgeçirip kâfir olmanızı istediler. Allah emrini getirinceye kadar, affedin, hoş görün." (Bakara, 109) Görüldüğü gibi, ifadenin son cümlesi, onlara karşı takınılacak tavra ilişkin hükmün geçici olduğunu ima ediyor.
Kur'ân'ın, Belâgatiyle Meydan Okuması Kur'ân-ı Kerim, ifade tarzının belâgat ve etkinlik açısından erişilmez olduğunu vurgulayarak bu alanda da karşıtlarına meydan okuyor: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin; Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.' Eğer size cevap veremedilerse, bilin ki o, Allah'ın bilgisiyle indirilmiştir ve O'ndan başka ilâh yoktur. Artık Müslüman oluyor musunuz?" (Hûd, 13-14) Ayetler Mekke'de inmiştir. "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.' Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, te'vili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar." (Yûnus, 38-39) Bu ayetler de Mekke'de inmişlerdir.
Bu ayetlerde, Kur'ân ifadelerindeki belâgat ve düzen açısından bir meydan okuma söz konusudur. Çünkü o dönemde Kur'ân'ın muhatabı olan öz Arapların en belirgin özellikleri, belâgatte ileri gitmiş olmalarıdır. Nitekim tarih, belâgat ve fesahat alanında, açık, anlaşılır ve etkileyici söz söyleme sanatı açısından öz Arapları geride bırakan eski ve yeni bir ulustan söz etmez. Araplar, güzel, yeterli, anlaşılır hâl ve makama uygun konuşma sanatı açısından eski-yeni tüm ulusları geride bırakmışlardı. İşte Kur'ân onları gayretkeşliğe itecek ve içlerindeki asabiyet damarını kabartacak şekilde, onlarla özdeşleşmiş bir alanda onlara meydan okuyor. Gururları, başkalarının karşısında eğilmemeleri, ürünlerinin küçük görülmesini kabullenmemeleri, onların karakteristik özellikleriydi. Bu meydan okumanın üzerinden uzun zaman geçmiş, ama onlardan ses çıkmamıştı; gün geçtikçe çaresizlikleri biraz daha belirginleşmişti. Bu meydan okumanın karşı-
sında sadece saklanıyorlardı, köşe bucak kaçıyorlardı. Nitekim yüce Allah, onların bu durumlarını şöyle tasvir ediyor: "İyi bilin ki onlar, ondan (Peygamberden) gizlenmek için göğüslerini bükerler. İyi bilin ki onlar, örtülerine büründükleri zaman, Allah onların içlerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir." (Hûd, 5) Bu meydan okumanın üzerinden bin dört yüzyılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen, kimse onun bir benzerini getirebilmiş değildir ve kimse ona karşı çıkabilmiş değildir. Çıkanlar da rezil olmuşlardır, gülünç duruma düşmüşlerdir.
Kur'ân'a karşı çıkmaya yönelik bazı girişimlerin olduğu bilinmektedir. Söz gelimi yalancı Müseyleme "Fil" suresine nazire yaparak şöyle demiştir: "Fil; nedir fil? Nereden bileceksin ki, nedir fil? Onun sert bir kuyruğu ve uzun bir hortumu vardır." Yalancı kadın peygamber Seccah'a hitap olarak da şöyle der: "Onu bir şekilde siz kadınlara girdiriyoruz ve yine onu bir şekilde siz kadınlardan çıkarıyoruz." Şu saçmalıklara ve hezeyanlara bakıp da ibret alın. Şu da bazı Hıristiyanların Fâtiha suresine karşı uydurdukları bir sözdür: "Rahman'a hamdolsun. O, kâinatın Rabbidir, cezalandıran meliktir. İbadet sana ve yardım sendendir. Bizi iman yoluna ilet." Ve bunların benzeri tutarsız bir sürü hezeyan ve söylence ortaya atılmıştır.
Denebilir ki: İnsan zekâsının ortaya koymuş olduğu söz, nasıl insan açısından mucize düzeyinde olabilir? İnsan zekâsından kendisinin kavrayamadığı bir şeyin sızması mümkün müdür? Oysa fail fiilinden daha güçlüdür, bir eseri ortaya koyan, eserini kuşatmış durumdadır. Başka bir ifadeyle, sözü anlamın alâmeti hâline getiren insanın kendisidir. Çünkü toplumsal ihtiyaç, insanı içindekini başkalarına anlatma zorunluluğunu doğurur. Dolayısıyla, sözdeki anlamı ortaya çıkarma (keşif) özelliği itibarî, sözleşmeli ve anlaşmalı bir özelliktir. İnsan zekâsının ürünü olan bu özelliğin, insan zekâsının sınırlarını aşıp zekâ tarafından kavranamayacak bir olağanüstülüğe ulaşması muhaldir. Şu hâlde, herhangi bir sözün zekâ tarafından kavranamayacak bir anlamın ortaya çıkarması da muhaldir. Aksi takdirde söz, itibarî bir alâmet olmaktan çıkar.
Eğer "Sözel terkiplerin arasında, mucize düzeyine ulaşan bir terkip vardır." dense, bu demektir ki, kastedilen anlamlardan her
birinin, eksiklik ve mükemmellik, fesahat ve belâgat açısından farklılık gösteren birçok terkibi vardır. Bu terkiplerin arasında, son derece etkin, en üst düzeyde bir terkip vardır ki beşer gücünü aşa. Mucize olan da bu terkiptir işte. Bunun gereği, ifade edilmek istenen her anlam açısından mucize niteliğine sahip tek bir terkibin olduğudur. Oysa Kur'ân-ı Kerim'in bir anlamı değişik ifadelerle ve farklı terkiplerle dile getirdiği çokça görülmektedir. Peygamberler kıssalarında bu tür sözel değişikliklere rastlamak mümkündür.
Eğer Kur'ân'ın sözel terkipleri mucize nitelikli olsaydı, o zaman ifade edilmek istenen her anlam için, her zaman aynı sözel terkip kullanılmalıydı, başkası değil. Ben derim ki: Bu iki şüphe ve benzeri diğer şüpheler, bazı araştırmacıları, Kur'ân'ın sözel mucizeliğini Allah'ın caydırması, engellemesiyle açıklamaya itmiştir. Bunu derken şunu kastediyorlar: Kur'ân-ın ya da bir veya birkaç suresinin bir benzerini getirmek, insan açısından imkânsız bir şeydir. Kur'ân'da yer alan meydan okuyucu ayetler ve yüzyıllardır Kur'ân'a karşı çıkanların bu husustaki çaresizlikleri bunu ortaya koyuyor. Fakat bu demek değildir ki, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan ifadeler insan gücünün üstündedirler.
Bilâkis, Kur'ân'da yer alan tüm ifadeler, insanlarca söylenebilecek türden ifadelerdir. Meselenin özü şudur: Yüce Allah, insanları Kur'ân'a karşı çıkmaktan, onun bir benzerini ortaya koymaya kalkışmaktan alıkoyuyor, onları böyle bir girişimde bulunmaktan caydırıyor. Çünkü ilâhî irade beşer iradesine egemendir. Amaç, peygamberlik mucizesini korumak ve peygamberlik misyonunun dokunulmazlığını sağlamaktır. Yukarıdaki iddia yanlıştır ve meydan okumaya ilişkin ayetlerin ifade ettiği gerçeklerle uyuşmaz: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin; Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.' Eğer size cevap veremedilerse, bilin ki o, Allah'ın bilgisiyle indirilmiştir." (Hûd, 13-14) Bu son cümleden anlaşılıyor ki, meydan okuma ile verilmek istenen mesaj, Kur'ân'ın Peygamber tarafından uydurulmadığı, onun Allah'ın bilgisi dahilinde indiğidir. Onun şeytanlar tarafından indirilmediğini vurgulamaktır. Nitekim yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar?
Hayır, onlar inanmıyorlar.Eğer doğru söylüyorlarsa, onun gibi bir söz getirsinler." (Tûr, 33-34) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Onu şeytanlar indirmedi. Bu, onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da. Çünkü onlar işitmekten uzaklaştırılmışlardır." (Şuarâ, 210-212) Hâlbuki onların sözünü ettikleri caydırma ve vazgeçirme, Kur'ân'ın Allah katından indirilmiş bir kitap oluşuna değil, sadece Peygamberimizin (s.a.a) peygamberlik mis-yonunun doğruluğuna yönelik bir kanıt oluşturur.
Yukarıda sunduğumuz ayetle aynı mesajı içeren bir ayet de şudur: "Yoksa, 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın.' Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, te'vili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar." (Yûnus, 38-39) Bununla da açıkça anlaşılıyor ki, imkânsızlığı ifade edilen şey, insanların Kur'ân'a benzer bir kitap getirebilmeleridir, hem kendilerinin ve hem de kendilerine bu hususta yardım edecek herkesin buna güç yetirebilmeleridir. Çünkü Kur'ân, bilgisini kuşatmadıkları, te'vilini bil-medikleri bir kitaptır. Onun bilgisini ancak yüce Allah kuşatabilir. Bu yüzden de ona karşı çıkmamakta, bir benzerini getirememekteler. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82) Bu da gösteriyor ki, insanları Kur'ân'ın benzerini ortaya koymaktan âciz kılan unsur, Allah'ın insanların onda çelişki bulmalarına engel olması değil, onun kendi içinde birbirini tutmaz şeyler barındırmasıdır; sözel ve anlamsal olarak bir çelişkinin Kur'ân'da yer almamasıdır. Bu yüzden Kur'ân'ın mucizeliğini, Allah'ın gönüllerde tasarruf ederek insanları ona karşı çıkmaktan caydırmasına bağlanmak kesinlikle yanlıştır, itibar etmemek gerekir. Bu mukaddime aydınlandıktan sonra söz konusu iki şüphenin asıl cevabına geçelim. Birinci şüphede şöyle deniyordu: Belâgat sözün niteliklerindendir. Söz ise insan zekâsının icat ettiği bir şeydir. Dolayısıyla sözün insan zekâsının kapasitesini aşması mümkün değildir. Çünkü söz zekânın ürününden başka bir şey değildir.
Bu yaklaşıma verilecek cevap şudur: Söz açısından insan zekâsıyla ilgili olan şey, lafızların tek başına ifade ettikleri anlamlardır. Ancak zihindeki anlamı, zihinde olduğu biçimde, tam veya eksik olarak, açık veya kapalı olarak anlatabilmek için kelimeleri sıralayıp cümle kurmak, aynı şekilde, ifade edilmek istenen anlamı, tüm bağlantılarıyla, öncülleriyle, ilintileriyle ya da bunların bir kısmıyla realiteye uygun olabilecek şekilde zihinde şekillendirmek, kelimeleri anlamlar karşılığında vazetmekle, kelimelere mana yüklemekle ilgisi bulun-mayan bir meseledir. Bu, bir yandan ifade etme ve belâgat sanatındaki maharete, kelimeleri sıralayıp güzel cümleler kurma yeteneğine, öte yandan da zihnin dış âlemdeki anlatılan olguyu tüm yönleriyle, gerekleriyle ve bağlantılarıyla algılamasındaki inceliğe, dikkatine bağlı olan bir şeydir.
Dolayısıyla meselenin üç yönü vardır. Bunlar, bir varlıkta aynı anda bulunabildikleri gibi, birbirlerinden ayrı olarak da bulunabilirler. Örneğin, bir insan herhangi bir dilin istisnasız tüm kelimelerini bilebilir, ancak konuşma yeteneğine de sahip olmayabilir. Bir insan da, söz ve ifade sanatında uzmanlaşmış olduğu hâlde, bilgi ve kültür yönünde yetersiz olabilir. Böyle bir insan, tüm anlamları kuşatıcı, doyurucu bir konuşma yapamaz. Bir başka insan da, bilgi ve kültür açısından büyük bir birikime sahip olabilir, keskin bir zekâsı ve duyarlı bir fıtratı olabilir. Fakat içindeki birikimi açık ve anlaşılır bir dille insanlara aktarmaktan, gözlemlediği güzellikleri ve göz alıcı manzaraları verdikleri mesajlarla birlikte, büyüleyici kelimelere yükleyip anlatmaktan âciz olabilir.
Bu üç olgudan yalnızca birincisi, insanın toplumsal zekâsıyla ortaya koyduğu şeyle ilgilidir. İkincisi ve üçüncüsü ise, insanın kavrama gücündeki bir tür letafet ve incelikle ilgilidir. Bilindiği gibi, bizim sahip bulunduğumuz kavrama gücünün kapasitesi sınırlıdır, ölçülüdür. Dışımızda meydana gelen olayları tüm ayrıntılarıyla ve dış âlemde yer alan olguları tüm bağlantılarıyla birlikte kuşatamayız. Dolayısıyla biz, hiçbir zaman hata işlemeye karşı güvencede değiliz. Bunun yanı sıra varoluşumuzun aşamalılığı, bilgilerimizin de aşamalı bir farklılığa sahip olmalarını, yani noksandan tamama doğru bir süreç içinde olmalarını gerektirir.
Bu yüzden bir konuşmacı ne kadar yetenekli olursa olsun ve bir şair ne kadar kurcalayıcı, bilinmezlikleri ortaya çıkarıcı olursa olsun, başlangıçta ortaya koyduğu eser, zekâsının ve kavrama kapasitesinin elverdiği ölçüde, son demlerinde ortaya koyduğu eserin düzeyine ulaşamaz. İnsan ürünü bir sözü ele alacak olursak, bu söz hiçbir şekilde yanılgıdan soyutlanmış olarak değerlendirilemez. Çünkü bu sözü söy-leyen kişi, her şeyden önce, konuşmasına konu olan olgunun tüm parçaları ve koşullarına vâkıf olamaz. Bu bir. İkinci olarak da; bu söz, ne önceki sözlerinin, ne de sonraki sözlerinin haddi ve ölçüsünde olamaz. Hatta çok ince olmasından dolayı biz somut olarak fark etmezsek bile, konuşmanın başı ile sonu eşit düzeyde olamaz. Çünkü dönüşüm ve tekâmül kuralı geneldir.
Dolayısıyla, hiçbir şaka ve çelişki içermeyen son söz niteliğini taşıyan ciddî bir söz gördüğümüz zaman (kuşatıcı bir bilgiden kaynaklanmayan söz de, şakanın ciddîsidir) hiç tartışmasız, bunun beşer sözü olmadığını anlarız. Yüce Allah bu gerçeği şöyle dile getirir: "Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82) Bir ayette de şöyle buyurur: "Dönüşü olan göğe, yarılan yere andolsun ki o, (hak ile batılı, doğru ile yanlışı) ayıran son sözdür; o, şaka değildir." (Târık, 11-14) Bu ayette değişken olan iki olguya, yani göğe ve yere yemin ediliyor.
Hakkında yemin edilen şeyse, değişmeyen ve te'vilinden ibaret olan sabit gerçeğe dayanan Kur'-ân'dır. (İleride Kur'ân-ı Kerim'de yer alan "te'vil" kavramının ne anlama geldiğini açıklayacağız.) Yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: "Hayır! O, yüce Kur'- ân'dır. Levh-i Mahfuz'dadır." (Bürûc, 21-22) Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Apaçık kitaba andolsun ki biz, düşünüp anlamanız için onu Arapça Kur'ân kıldık. O, katımızda bulunan ana kitaptadır. Şanı yücedir, hüküm ve hikmet doludur." (Zuhruf, 2-4) Bir başka ayette ise şöy-le buyuruyor: "Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim. Bilseniz, bu büyük bir yemindir. O, elbette şerefli Kur'ân'dır. Korunmuş bir ki-taptadır. Temizlenenlerden başkası ona dokunamaz." (Vâkıa, 75-79) Bu ve benzeri ayetler, Kur'ân-ı Kerim'in içerdiği anlamlar itibariyle kalıcı ve değişmez gerçeklere dayandığı gibi, kendisinin de değişmez olduğunu ortaya koyuyor.
Yukarıdaki açıklamaları anladıktan sonra bilirsin ki, dilin ortaya
çıkışının insana dayanıyor olması, dili ortaya koyan insanın gücünün
üstünde sözel terkibin olmamasını gerektirmez. Aksi takdirde,
kılıç yapan demircinin onu kullanan en cesur, tavla ve satrancı
çıkaranın onları oynayan en usta oyuncu ve udu icat edenin
de onu çalan en güzel utçu olması gerekirdi.
Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki, söz sanatının
erişilmezliği (eksiksiz belâgat), realiteyle örtüşen bir tür bilgiye dayanır.
Bu örtüş-mede hem lafzın manayla örtüşmesi, hem de mananın
zihinsel biçimin aktardığı dış olguyla örtüşmesi şarttır.
Lafız yönüne gelince; Şeyh Abdulkahir Cürcanî'nin Delâil'ülİ'caz
adlı eserinde belirttiği gibi, ortaya çıkışı itibariyle lafzın cüzleri
arasındaki tertip, doğası itibariyle lafız ile ifade edilen mananın
cüzleri arasındaki tertiple örtüşür olmalıdır.
Mana yönüne gelince; doğruluğu ve uygunluğu açısından dış
gerçeğe dayanmalıdır ki, içerdiği gerçekler çarçabuk ortadan
kalkmasın. Bu mertebe, bir önceki mertebenin dayanağıdır. Çünkü
ciddiyeti olmayan nice beliğ şakalar vardır ki, ciddî sözler karşısında
hiçbir değer ifade etmezler. Aynı şekilde cehalete dayalı
nice belâgatli sözler vardır ki, asla hikmete karşı koyamazlar, karşı
koyacak durumda olamazlar. Bu nedenle, lafız tatlılığına, üslûp
güzelliğine, anlam belâgati-ne ve dış gerçekliğine bir arada sahip
bulunan söz, en üst düzeydeki sözdür.
Bir söz, gerçeklik temeline dayanır, ifade ettiği anlam tam
tamına hakikatle örtüşürse, başka gerçekleri yalanlamaz, başka
gerçeklerce de yalanlamaz. Çünkü hakkın parçaları birbiriyle uyum
içindedir, temelleri birbiriyle bağlantılıdır. Bir gerçek bir başka
gerçeği geçersiz kılmaz, çürütmez. Bir doğru bir başka doğruyu
yalanlamaz. Ama batıl, hem bir başka batılla ve hem de gerçekle
çelişir. Yüce Allah'ın şu sözünün ifade ettiği derin anlama bakınız:
"Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var?" (Yûnus, 32) Burada,
gerçeğin tekliği, bölünmezliği ve parçalanmazlığı dile getiriliyor.
Bir de şu ayetin içerdiği anlama bakınız: "Başka yollara uymayın.
Yoksa sizi bölüp parçalar..." (En'âm, 153) Burada batılın dağınıklığı
ve dağıtıcılığı, bölünmüşlüğü ve bölücülüğü dile getiriliyor.
Durum böyle olunca, gerçeğin cüzleri arasında ayrılık olmaz;
tam tersine, her yönüyle bütünlük ve kaynaşmışlık olur. Gerçeğin
cüzleri, birbirine götürür, birbiriyle sonuçlanır, birbirine tanıklık eder,
birbirini anlatır.
Hiç kuşkusuz bu, Kur'ân'ın şaşırtıcı bir yönüdür. Kur'ân
ayetlerinden her birinin ifade ettiği bir anlam, verdiği bir sonuç
vardır. Bununla birlikte, bu ayetlerin her biri, uygun bir ayetle
birlikte ele alınınca, bugüne kadar fark edilmeyen yepyeni bir
gerçeği dile getirir. Sonra bir üçüncü ayet de bu gerçeği doğrular
ve ona şahitlik eder. Bu, Kur'ân'ın özelliğidir, ayırıcı niteliğidir.
Bu kitabımızda yer verdiğimiz kimi açıklamalarda bu yöntemin
bazı örneklerini göreceksiniz. Ne var ki, bu yolu izleyen olmamış,
bu yöntem bir kenara bırakılmış durumdadır. Şayet tefsir
bilginleri bu yönteme başvurmuş olsalardı, bu yolu izleselerdi, bugün
Kur'ân'ın tatlı denizlerinden nice kaynaklarla, onda saklı bulunan
mücevherlerden nice hazinelerle tanışmış olurduk.
Böylece Kur'ân'ın belâgat açısından mucize olamayacağı yönündeki
eleştirinin her iki yönüyle de batıl ve yanlış olduğu ortaya
çıkmış oldu. Çünkü belâgatin mucizeliği, sözel ifadeden dolayı değildir
ki, "Sözü ortaya koyan insandır, şu hâlde nasıl olur da insan
sözün en be-lâgatlisine ve en etkileyicisine güç yetiremez?!" denilsin;
ya da, "Tasarlanabilecek sözel terkipler içinde sadece bir tanesi
belâgatin doruğunda olur.
Şu hâlde, bir anlamı birden fazla sözel terkiple ifade etmek ve
üstelik bu terkiplerin her birinin mucizelik düzeyinde, beşer gücünün
üstünde olması mümkün müdür?!" söylensin. Çünkü; mucizelik,
zihin ve dış âlemle ilgili tüm yönleri özünde barındıran anlamla
ilgilidir.
Kur'ân'da Mucizenin Anlamı ve Gerçek Mahiyeti Hiç kuşkusuz, Kur'ân-ı Kerim mucize olgusunun varlığını ve
gerçekleşmişliğini onaylar. Kur'ân'ın onayladığı şekliyle mucize,
olağanüstü bir olgudur ve doğada ve maddî varoluşun sınırları içinde
doğa üstü bir tasarrufa işaret eder. Kur'ân'ın onayladığı mucize,
aklın kesin hükümlerini geçersiz kılmaz. Dolayısıyla günümüzde
bazı kimselerin, mucizenin varlığına delâlet eden ayetleri
yorumlayarak, doğa üzerindeki bilimsel araştırmaların verileri ile
bunlar arasında bir paralellik kurma amacına yönelik girişimleri
boş ve anlamsızdır.
Kur'ân'ın mucize kavramı ile vurguladığı gerçek anlama gelince;
aşağıdaki açıklamalarımız arasında buna yer vereceğiz.
1- Kur'ân, Genel Nedensellik Yasasını Onaylar Kur'ân-ı Kerim, doğal fenomenler ve olayların sebepleri olduğunu
ifade eder ve genel nedensellik yasasını doğrular. Nitekim
aklın kesin hükmü de bu yasayı ispat eder, bilimsel araştırmalar
ve tüm kanıtlamalar bu yasaya dayanır. Çünkü insan, öz yaratılışı
gereği, hiç tereddüt etmeden her maddî gelişmenin arkasında
meydana getirici bir illet, bir neden aramaktadır. Doğal bilimler ve
öteki bilimsel araştırmalar da olayları ve olguları eldeki verilere
göre ilgili illetlerine, sebeplerine dayandırırlar. İllet derken şunu
kastediyoruz: Bizler, gözlemler ve deneyimlerimiz sonucu, doğada
bir olgu veya birkaç olgu birden gerçekleştiği zaman, onlarla birlikte
başka şeyler de gerçekleştiğini biliyoruz. İşte biz, o olgu veya
olgulara illet (neden), meydana getirdiği şeylere de malûl (sonuç)
deriz. Söz gelimi, deneyimle kanıtlanmıştır ki, bir "yanma" olayı
söz konusu olduğu zaman, ondan önce ateş, hareket ya da çarpışma
ve sürtüşme gibi yanmayı gerektirici bir illet (ne-den) söz
konusudur. Bu yüzden, genellik ve değişmezlik nedenselliğin, sebep-
sonuç ilkesinin vazgeçilmez hükümlerindendir.
Bu anlamı doğrulayan ifadeler Kur'ân-ı Kerim'de çokça yer alır.
Ölüm, hayat, rızk, gök veya yer menşeli diğer gelişmeleri
Kur'ân-ı Kerim, belli sebeplere bağlamakta, aynı zamanda bunların
tümünü de tevhit ilkesi uyarınca, sonuçta yüce Allah'a dayandırmaktadır.
Evet; Kur'ân-ı Kerim, şu anlamda genel nedensellik yasasının
doğ-ruluğunu vurgular: Herhangi bir sebep, kendisini gerekli kılan
ve kendisine dayanak oluşturan etkileyici koşullarıyla birlikte gerçekleşirse
ve arada bir engel yoksa, yüce Allah'ın izniyle bu sebepten
etkilenen ve varlığı ona bağlı olan müsebbep de gerçekleşir.
Müsebbep varsa, bu kaçınılmaz olarak sebebinin varlığını gösterir.
2- Kur'ân, Olağanüstü Olguları İspat Eder Ayrıca Kur'ân-ı Kerim, birtakım olaylardan haber verir ki, bunlar
doğada yürürlükte olan sebep-sonuç ilişkisine dayalı sistemin
ölçüleri içinde, gözle görülür düzenin normlarına göre gelişmezler.
Sözünü ettiğimiz olağanüstü gelişmeler, Kur'ân-ı Kerim'in kimi
peygamberlere (selâm üzerlerine olsun) izafe ettiği mucizelerdir.
Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, Davud, Süleyman, Musa, İsa ve Muhammed
peygamberlerin (salât ve selâm tümünün üzerine olsun)
gösterdikleri mucizeler gibi. Çünkü bunlar, normal doğa yasalarının
ölçülerine uymazlar.
Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, söz konusu olaylar ve
gelişmeler alışılagelmişin dışında olsalar bile, doğa yasalarına
göre gerçekleşmiyor olsalar bile, aklın kesin hükmünün inkâr
etiği imkânsız gelişmeler değildirler. Söz gelimi, akıl şu tür
iddiaları kesinlikle imkânsız görür: "İki çelişik önerme, birlikte
doğru veya birlikte yanlış olabi-lirler." Veya "Bir şey kendisi
olmayabilir." Ya da "Bir, ikininin yarısı değildir." gibi. Bu gibi
imkânsız olan şeyleri akıl kesin hükmüyle reddeder. Bu nedenle
en eski dönemlerden beri, bütün milletlere mensup insanların
akılları, yukarıda sözünü ettiğimiz şeylerin imkânsız olduk-larını
onaylamışlardır. Eğer mucize de bizzat imkânsız olsaydı, hiçbir
akıl onu kabul etmez ve bu hususta kanıt istemez ve herhangi bir
kimse bir başkasına onu izafe etmezdi.
Ayrıca bu gelişmeler, yani mucizeler, temelden doğal sistem
tarafından kabul edilemez nitelikte gelişmeler değildirler. Tersine,
madde yasası her zaman bu tür bir hareket hâlindedir. Diriyi ölüye,
ölüyü diriye dönüştürür, bir şekli diğer bir şeklin yerine koyar,
bir olayı diğer olayla, rahatı sıkıntıyla, sıkıntıyı rahatla değiştirir.
Normal gelişmeler-le mucizevî gelişmeler arasındaki tek fark şudur:
Gözlemleyebildiğimiz maddî sebepler, sonuçlarla olan özel
bağlantılarından dolayı, zamana ve mekâna ilişkin özel koşulların
gerçekleşmesiyle aşamalı olarak etkilerini yaparlar. Söz gelimi;
bir asâ, hareket eden bir yılana ve canlı bir insana dönüşebilir. Fakat
böyle bir dönüşüm, normal koşullarda, özel sebeplerin, zaman
ve mekâna bağlı özel koşulların ortaya çıkması ile mümkündür.
Bu koşullarda, madde bir durumdan diğer bir duruma geçiş yapar,
önceki biçimi yerine diğer bir biçime bürünür, nihayet gözlem ve
deneyimle tespit edilen evrelerden geçerek öngörülen son şeklini
alır. Böyle bir dönüşüm, rastgele koşullarda veya nedensiz olarak
ya da bir dileyenin dilemesiyle olmaz. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'in
sözünü ettiği mucizeler ve olağanüstü gelişmelerde görünürde
böyle bir durum söz konusudur.
Her şeyi duyu organları ve basit deneyimlerle algılamaya alışık
olan normal halk, bu tür olağanüstü gelişmeleri kabullenmekte
bir hayli zorlandığı gibi doğa bilimleri de konuya iyimser yaklaşmamaktadır.
Çünkü doğa bilimleri, ancak doğal sebep-sonuç sisteminin
gözlemlenebilen yüzeyine ulaşabilmektedir. Bugünkü bilimsel
deneyimlerin ve maddî gelişmelerin nedenlerini açıklamaya
yönelik varsayımların uğraşı alanı olan yüzeyi kastediyorum.
Ancak bilim, olağanüstü olayların varlığını inkâr edemez, bunları
perdeleyemez. Çünkü nice olağanüstü gelişmeler vardır ki,
mücahede ve riyazet ehli tarafından ortaya koyuluyor ve herkes
bunları gözleriy-le görüyor, yayınlarda dile getiriliyor, gazeteler ve
kitaplarda kaydediliyor. Öyle ki, hiçbir akıl sahibi bunları inkâr
edemez ve kuşku duyamaz.
Bu yüzden psikoloji alanında araştırma yapan bazı çağdaş bilim
adamları, bu tür olağanüstülükleri görünmez elektrik ve manyetik
akım dalgaları ile sebeplendirmeye çalışıyorlar. Onların varsayımlarına
göre, ağır bedensel riyazet, insanı görünmez güçlü ve
rumuzlu akımlara egemen kılar. Bu sayede gerilim ve açılım yoluyla
maddî olarak şaşırtıcı ve olağanüstü niteliğine sahip hareketler,
hareketlendirmeler ve tasarruflar ortaya çıkar.
Bu varsayım doğru olur ve hiçbir probleme karşılaşmazsa, bütün
değişik gelişmeleri tek bir nedene dayandıran yeni ve geniş bir
varsayım ortaya çıkacaktır. Eskiden olayların tümünü veya bir
kısmını yorumlamaya yönelik "hareket ve kuvvet" varsayımı gibi
bir varsayım.
Söylenenler bundan ibaret. Bu konuda da biraz haklı sayılırlar.
Çünkü sürekli korunan doğal bir bağlantının varsayılmasıyla, doğal
bir malûlün doğal bir illetin olmaması düşünülemez. Başka bir
ifadey-le; biz, doğal illet derken, bazı doğal varlıkların bir araya
gelmesini ve aralarında özel bağlantıların olmasını kastediyoruz.
Aralarında özel bir ilgi bulunan bu varlıklardan yeni ve doğal bir
varlık meydana gelir. Bu ikinci varlık, illetinden sonra ve onunla
bağlantılı olarak meydana gel-miştir. Eğer ondan önceki sistemde
bir aksaklık olsaydı, böyle bir şey meydana gelmeyecek ve varlığı
gerçekleşmeyecekti.
Kur'ân-ı Kerim, her ne kadar olağan veya (bize göre) olağanüstü
tüm maddî gelişmelerin temelinde yatan bu son doğal illeti,
amacının dışına çıktığı için, adıyla ve etkisinin mahiyetiyle tanımlamasa
da, ancak her maddî olayın temelinde, Allah'ın izniyle bir
sebebin bulunduğunu dile getirir. Başka bir ifadeyle; her maddî
olayın, varlığı itibariyle yüce Allah'a dayandığını belirtir. Her şey,
doğal sistem içinde gerçekleşen varoluşu itibariyle yüce Allah'a
dayanır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
"Kim Allah'tan çekinirse, Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve
ona ummadığı yerden rızk verir. Kim Allah'a güvenirse, O, ona
yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şey için bir ölçü
koymuştur." (Talâk, 2-3) Ayetin baş tarafı genellik ifade eder ve bir
kayıtlandır-ma söz konusu değildir. Buna göre, bizim algıladığımız
normal sebep-ler aksini gösterse, olmayacağının işaretini verse bile,
yüce Allah, kendisinden çekinen ve kendisine güvenen kimseye
yeter, istenen durum kaçınılmaz olarak gerçekleşir.
Yüce Allah'ın şu sözünün ifade ettiği genellik de bu amaca
yöneliktir: "Kullarım, beni sana sorarlarsa, hiç şüphesiz ben yakınım;
bana dua ettiği zaman dua edenin duasına karşılık veririm."
(Bakara, 186) Şu ayetler de buna örnek oluştururlar: "Bana dua edin,
duanızı ka-bul edeyim." (Mü'min, 60) "Allah, kuluna kâfi değil mi?"
(Zümer, 36) Yukarıdaki ayetteki (Talâk, 2-3), "Allah emrini yerine getirendir."
cümlesi, baş taraftaki ifadedeki genelliğin sebebini açıklayıcı
niteliktedir.
Yüce Allah'ın şu sözü de bu anlamı pekiştirir niteliktedir: "Allah,
emrini yerine getirendir, ama insanların çoğu bilmezler." (Yûsuf,
21) Bu cümlenin ifade ettiği anlam geneldir ve hiçbir şekilde
sınırlandırılmaz. Buna göre, yüce Allah'ın irade ve meşiyetinin taalluk
ettiği her olaya bir yolu vardır; alışılagelmiş normal yollar kapalı
olsa dahi.
Burada iki ihtimal ortaya çıkar: Birincisi; yüce Allah, söz konusu
gelişmeye maddî bir sebep ve doğal bir illet olmaksızın sırf iradesiyle
müdahale edip yönlendirir. İkincisi; ortada doğal bir sebep
vardır ve bu sebep bizim bilgimize kapalıdır; yüce Allah bu sebebi
kuşatmış ve onun aracılığıyla iradesini gerçekleştiriyor.
Ancak söz konusu ayetin ikinci cümlesi, yani "Allah, her şey
için bir ölçü kılmıştır." ifadesi, bu iki ihtimalden ikincisine delâlet
etmektedir. Çünkü burada, sonuçların normal sebeplerin gerektirdiğinden
veya gerektirmediğinden daha kapsamlı oldukları dile
getiriliyor. Her şeyin, Allah tarafından belirlenmiş bir ölçüsü, başka
varlıklarla bağlantıları ve diğer olgularla varoluşsal ilintileri vardır.
Normal sebepler-le ilişkisi kopuk olup aralarında bir bağlantı olmasa
bile. Yüce Allah, bu bağlantılar aracılığıyla iradesini yürürlüğe
koyabilir. Çünkü bu ilişkiler ve bağlantılar eşyanın mülkiyetinde
değildirler ki, bir durumda emre uysunlar ve bir başka durumda
da başkaldırsınlar. Tersine; bunlar, yüce Allah'ın emriyle var olmuşlar,
O'na itaat ederler ve O'nun iradesine bağlıdırlar.
Bu ayet gösteriyor ki yüce Allah, varlıklar arasında bağlantılar
ve ilişkiler koymuştur ve dilediği zaman bunlardan birini ele alabilir.
Ama bu, varlıklar arasındaki nedensellik ilişkisinin iptali anlamına
gelmez. Tersine; nedenselliğin Allah'ın kontrolünde olduğunu
ve onu dilediği şekilde harekete geçirdiğini ortaya koyar. Şu
hâlde, varlıklar âleminde gerçek bir nedensellik ve bağlantı vardır.
Her varlık, kendinden önceki varlıklarla bağlantılı olup aralarında
belli bir düzen söz konusudur. Ancak bu ilişki, bizim normalde gözlemlediğimiz varlıklar arası ilişki türüne benzemez. (Bu yüzden,
mevcut bilimsel varsayımların varlıklar âlemindeki gelişmeleri izah
etmede, sebeplendirmede yetersiz kaldıklarını görüyoruz.)
Tersine, bu ilişki türü, yüce Allah'ın bilgisine ve düzenlemesine göre
gelişme gösterir.
İşte kadere ilişkin ayet-i kerimeler de bu gerçeği dile getirmektedirler:
"Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda
olmasın, ama biz onu bilinen bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21)
"Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık." (Kamer, 49) "Her şeyi yaratmış,
ona bir düzen vermiş, ölçüsünü tayin etmiştir." (Furkan, 2)
"O ki, her şeyi yarattı, düzene koydu. O ki, belirleyip hedefini gös-
terdi." (A'lâ, 2-3) "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen
hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta
olmasın." (Hadîd, 22) "Hiçbir musibet başa gelmez ki, Allah'ın
izniyle olmasın. Kim Allah'a inanırsa, onun kalbini hidayet eder.
Allah, her şeyi bilendir." (Teğâbun, 11) Birinci ayetle birlikte diğer
ayetler, şeylerin belirsizlik alanından, Allah'ın takdiri sonucu belirlilik
ve belirginlik aşamasına indiklerini gös-teriyor. Yüce Allah, onları
belli bir ölçüyle sınırlandırıyor. Bir şeyin diğer varlıklarla olan
tüm bağları belirlenmeyince, sınırlanmayınca, o şeyin sınırlı ve ölçülü
oluşu bir anlam ifade etmez. Maddî bir varlık, diğer tüm
maddî varlıklarla ilişki ve bağlantı hâlindedir. Varlıklar bütünü,
şeylerin varlığını belirleyen, sınırlandıran ve ölçen bir kalıp gibidir.
Çünkü bütün maddî varlıklar, varlıklar bütünüyle ölçülürler, onlarla
bağlantılıdırlar. Her maddî varlık, kendinden önceki ve kendisiyle
birlikte olan tüm varlıklarla bağlantılıdır ve kendisi gibi bir
varlığın malûlüdür, sonucudur.
Yaptığımız bu açıklamaları şu ayet-i kerimelerle pekiştirmek
müm-kündür: "İşte Rabbiniz Allah budur, her şeyin yaratıcısıdır."
(Mü'min, 62) "Hiçbir canlı yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş
olmasın. Gerçekten Rabbim, doğru bir yol üzerindedir." (Hûd, 56)
Bu iki ayet, daha önce Kur'ân-ı Kerim'in genel nedensellik yasasını
onayladığına ilişkin olarak sunulan ayetlerle birlikte ele alındıkları
zaman, istenen sonuca yaklaştırırlar.
Şöyle ki: İlk ayet, yaratılışı her şeye genelleştiriyor. Hiçbir şey
yoktur ki, yüce Allah tarafından yaratılmış olmasın. İkinci ayet ise,
yaratılış ve varoluşun bir ahenk içinde ve bir düzen doğrultusunda
gerçekleştiğini, değişikliğin, karışıklığın, çarpıklığın söz konusu
olmadığını ifade ediyor.
Bildiğiniz gibi, Kur'ân-ı Kerim, maddî varlıklar arasında genel
nedensellik yasasını doğruluyor. Böylece anlaşılıyor ki, maddî varlıklara
egemen olan yasalar sistemi, ister normal şekliyle, ister olağanüstü
şekliyle yürürlükte olsun, kesinlikle doğru yol üzerindedir.
Bu yolda bir değişiklik olmaz. Sistem, bir ahenk içinde devam
eder. Burada her olay, kendisinden önceki zorlayıcı bir illetin malûlüdür.
Yine buradan hareketle anlıyoruz ki, kimi durumlarda, sonuçlarından
ayrılan sebepler, o sonuçların gerçek sebepleri değildirler.
Tersine; burada gerçek sebepler vardır, bunlar sürekli yürürlüktedirler,
hükümleri ve özellikleri değişikliğe uğramaz. Nitekim,
hayatın kökeni ile ilgili bilimsel deneyimler ve az önce değindiğimiz
olağanüstü gelişmeler, bunu destekler niteliktedirler.
3- Kur'ân, Maddî Nedene Dayanan Şeyleri Aynı Zamanda Allah'a
Dayandırır Kur'ân-ı Kerim, eşya arasında nedensellik kuralının varlığını,
bazı şeylerin diğer bazı şeylere sebeplik oluşturduğunu onayladığı
gibi, bü-tün her şeyi sonunda Allah'a dayandırır. Buradan çıkan
sonuç şudur: Varoluşsal sebepler, etkileme açısından kelimenin
tam anlamıyla bağımsız değildirler. Tüm anlamıyla gerçek etkinlik,
tartışılmaz otoriteye sahip yüce Allah'a özgüdür. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyor: "İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur."
(A'râf, 54) "Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır." (Bakara,
284) "Göklerin ve yerin mül-kü O'nundur." (Hadîd, 5) "De ki: Hepsi
Allah katındandır." (Nisâ, 78)
Bunun gibi daha birçok ayet vardır ki, bunlar her şeyin salt Allah'ın
mülkü olduğunu, bu hususta kimsenin O'na ortak olmadığını,
bunlar üzerinde dilediği gibi tasarruf ettiğini ifade ederler. O'-
nun dışında hiç kimsenin tasarruf yetkisi yoktur. Ancak O, dilediği
kimseye izin verir ve bazı hususlarda ona tasarruf yetkisi tanır;
ama hiç kimse bu tasarrufunda bağımsız değildir. Çünkü izin alan
kişinin tasarruf yetkisi, sadece izin verilen alanlarla sınırlı kalır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Allah'ım, ey mülkün sahibi,
sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın."
(Âl-i İmrân, 26) "O ki, her şeye yaratılışını verdi, sonra onu doğru yola
iletti" (Tâhâ, 50) Bu anlamda başka ayetler de vardır. Yine şöyle
buyuruyor: "Göklerde ve yerde olanların hepsi Onundur. O'nun izni
olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 255)
"Sonra arşa istiva etti; işi tedbir eder. O'nun izni olmadan hiç
kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3)
Buna göre, sebeplerin, sebepliğe sahip olmaları yüce Allah'ın
ken-dilerine bu yetkiyi vermiş olmasına bağlıdır. Hiçbir sebep, se-
bepliğinde bağımsız değildir. İşte yüce Allah, bu anlamı şefaat ve
izinle ifade ediyor. Bilindiği gibi izin olgusu, ancak tasarrufa engel
oluşturan bir şeyin varlığı durumunda söz konusu olabilir. Engel
olgusu da, engelleneni etkisiz bırakan, tasarrufta bulunmasını önleyen
bir unsurun var-lığı durumunda geçerlidir. Böylece anlaşılıyor
ki, her sebepte sonucu gerektiren bir etkinlik özelliği vardır ki,
herhangi bir engel olmadığı takdirde bu etkinlik kendini gösterir.
Bununla birlikte işler bütünüyle yüce Allah'ın elindedir.
4- Kur'ân, Mucizelerde Peygamberlere Etkin Rol İspat Eder
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir elçi, Allah'ın izni olmadan
bir mucize getiremez. Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir
ve işte o zaman Allah'ın ayetlerini boşa çıkarmaya uğraşanlar,
hüsrana uğrarlar." (Mü'min, 78) Burada, herhangi bir peygamberin
herhangi bir mucize göstermesi, yüce Allah'ın iznine bağlanıyor,
peygamberlerin gösterdikleri mucizeler üzerinde peygamberlerin
içinde olan bir etkenin rol oynadığı, ancak bu etkenin devreye
girebilmesi için, daha önce de söylediğimiz gibi, Allah'ın izninin
şart olduğu belirtiliyor.
Bu hususla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Süleyman-
'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları sözlere
uydular. Oysa Süleyman küfre gitmemişti. Fakat o şeytanlar, küfre
gittiler; insanlara büyü öğretiyorlardı ve yine onlar Babil'de
Harut ve Marut adlı meleklere indirilene uydular. Oysa o ikisi
(Harut ve Ma-rut), 'Biz bir fitneyiz; sakın küfre gitme!' demedikçe,
kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Onlar, o ikisinden, erkekle karısının
arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ancak, Allah'ın izni
olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler." (Bakara, 102)
Ayet-i kerime genel olarak sihrin gerçekliğini dile getirmekle
birlikte, tıpkı mucizede olduğu gibi sihirde de, sihir yapan kimsede
var olan bir gücün etkili olduğunu, ancak ilâhî izin olmadan bu gücün
hiçbir işe yaramayacağını ortaya koyuyor.
Kısacası, ister mucize, ister sihir ve isterse evliyanın kerameti
veya riyazetler ve meşakkatli mücahedelerle sağlanan özellikler
gibi tüm olağanüstü olgular, ayet-i kerimelerde vurgulandığı gibi
insanın içinde varolan birtakım etkenlere ve irade gücüne dayanır.
Bunun yanı sıra ayet-i kerimelerde, peygamberlerin içinde varolan
bu etkenin, her durumda tüm sebeplere egemen olduğu dile getirilmektedir:
"Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti:
Mutlaka kendilerine yar-dım edilecektir ve galip gelecek
olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." (Saffât, 171-173) "Allah, 'Elbette
ben ve elçilerim galip geleceğiz' diye yazmıştır." (Mücâdele,
21) "Elbette biz, elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında,
hem de şahitlerin duracakları günde yardım edeceğiz." (Mü'min,
51) Bu ayetler, hiçbir kayıtla mukayyet olmayan genel nitelikli anlamlar
içermektedirler.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, varolan ve üstünlüğü
tartışılmaz şekilde belirgin olan bu iç etken, doğaötesi ve madde
üstü bir olgudur. Çünkü maddî olgular ölçülü, oranlı ve sınırlıdırlar.
Sürtüşme ve çarpışma durumunda kendilerinden daha güçlü olan
bir olgu karşısında yenik düşerler. Soyut olgular da, öyle olmakla
birlikte, bir şekilde mad-deyle ilintili olmadıkça, aralarında sürtüşme
ve engelleşme söz konusu olmaz. Allah'ın izniyle her zaman
üstün olan bu soyut iç etken, maddî bir engelle karşılaştığı
zaman, Allah ona öyle bir güç verir ki, hiçbir maddî engel onun
karşısında tutunamaz.
5- Kur'ân, Mucizeleri Peygamberlerdeki Ruhanî Güce Dayandırdığı
Gibi Allah'ın Emrine De Dayandırır Bir önceki bölümde yer alan ayetin şu son cümlesi, yani "Allah'ın
emri geldiği zaman hak yerine getirilir..." ifadesi gösteriyor
ki, peygamberlerdeki o iç etkenin etkinliği, Allah'ın iznine bağlı olduğu
gibi, o izinle birlikte yüce Allah'tan gelen bir emre de bağlıdır.
Demek ki, diğer bütün sebeplerde olduğu gibi peygamberlerdeki
mucizeleri mey-dana getirici iç etkenler de, ancak Allah'ın
emrine denk düştüğü veya onunla özdeşleştiği takdirde etkili olabilir.
Emrin ne demek olduğu şu ayet-i kerimede açıklanmıştır: "O'-
nun işi (emri), bir şeyi istedi mi ona, sadece 'Ol' demektir, hemen
oluverir." (Yâsîn, 82) Yüce Allah'ın işleri, var etmeye ilişkin sözle ve
"Ol" kelimesiyle tahakkuk bulur. "Bu bir öğüttür; dileyen Rabbine
varan bir yol tutar. Ancak, Allah dilemedikçe siz bir şey dileye-
mezsiniz." (İnsân, 29-30) "O, bütün âlemlere öğüttür; aranızdan
doğru hareket etmek dileyenler için. Ancak, âlemlerin Rabbi Allah
dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvîr, 27-29)
Bu ayetler gösteriyor ki, insanın dilemesine ve tercihine bağlı
olan bir iş, yüce Allah dilemedikçe gerçekleşmez. Allah, insanın o
işi istemesini ister, o işi irade etmesini irade eder, sonra o iş gerçekleşir.
Bu ayet-i kerimeler, şunu anlatmak istiyor: İnsanın işleri
kendi eliyle ve kendi iradesiyle gerçekleşmesine rağmen, iradesi
ve istemesi kendi elinde değildir. Bu, bütünüyle yüce Allah'ın iradesine
bağlı bir şeydir. Yoksa bu ayetler, insanın her dilediğini Allah
da dilemiştir, demiyor. Böyle düşünmek, fahiş bir hata olur ve
insanın bir fiile yönelik iradesinin gerçekleşmemesi durumunda,
Allah'ın iradesinin gerçekleşmemesini gerektirir. Oysa yüce Allah
böyle bir nitelendirmeden münezzehtir, uzaktır. Ayrıca, böyle bir
düşünce birçok ayetin açık anlamına da ters düşmektedir. Şu ayetler
gibi: "Dileseydik, herkese hidayetini verirdik." (Secde, 13)
"Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı." (Yûnus,
99) Bu anlamda başka ayetler de vardır.
Buna göre, irademiz ve dileğimiz bizde gerçekleştiğinde, bu,
Allah'ın bunu irade etmesi ve dilemesiyle gerçekleşmiş olur. Aynı
şekilde, fiillerimiz de, bizim irademiz ve dileğimiz aracılığıyla Allah'ın
iradesi sonucu gerçekleşir. Bu ikisi, yani irade ve fiil de, birlikte
yüce Allah'ın emrine ve "Ol" kelimesine bağlıdır.
Dolayısıyla olgular, ister olağan, ister olağanüstü olsunlar, olağanüstü
olgular da ister mucize ve keramet gibi hayır ve mutluluk
yönünde olsunlar, ister sihir ve kehanet gibi kötülük yönünde
olsunlar, gerçekleşme noktasında doğal sebeplere dayanırlar. Bununla
beraber yüce Allah'ın iradesine bağlıdırlar, Allah'ın emri olmadıkça
gerçekleşemezler. Bunu için de sebep, ya Allah'ın emriyle
aynı doğrultuda olmalı ya da onunla birleşmiş olmalıdır.
Gerçi bütün şeyler, varlıklarının ilâhî emre dayalı olması açısından
eşittirler -öyle ki, Allah'ın o şeylerin varoluşuna ilişkin izni
ve emri gerçekleşirse, o şeyler de sebepleri aracılığıyla gerçekleşirler,
izni ve emri gerçekleşmezse de, sebeplerin sebepliği tamamlanmadığı
için, gerçekleşmezler- ancak bu şeylerin bir kısmı -
peygamberlerin gösterdikleri mucizeler ve kulun dua aracılığıyla
Rabbine yönelttiği dilekler gibi- hiçbir şekilde Allah'ın gerektirici
iradesinden ve kesin emrinden ayrı düşünülemezler.
Şu ayet-i kerimeler bunu açık biçimde ortaya koyuyorlar: "Allah,
'Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz' diye yazmıştır." (Mücâdele,
21) "Bana dua edince dua edenin duasına karşılık veririm."
(Bakara, 186)
Önceki bölümde yer verdiğimiz birçok ayetle birlikte bu ayetler,
üzerinde durduğumuz gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadırlar.
6- Kur'ân, Mucizeleri Alt Edilmez Bir Sebebe Dayandırır Bundan önceki bölümlerden anlaşıldığı kadarıyla mucizenin,
tıpkı öteki olağanüstü olgular gibi, doğal bir sebebe ihtiyaç duymak
bakımından olağan olgulardan farklı bir yanı yoktur ve her ikisinde
de gözlemlenmeyen birtakım gerçek sebepler söz konusudur.
Aralarındaki tek fark şudur: Olağan gelişmeler görünürde
birtakım zahirî sebeplere dayanırlar, ancak bu zahirî sebeplerin
ardında genelde veya çoğunlukla birtakım gerçek sebepler vardır
ki, yüce Allah'ın iradesi ve emri de bunlara eşlik eder. Ancak sihir
ve kehanet gibi kötülük yönündeki veya duaların kabul olunması
ve benzeri gibi iyilik yönündeki olağanüstü olaylar, Allah'ın izni ve
iradesiyle, alışılagelmiş sebepler türünden olmayan gerçek doğal
sebeplere dayanırlar.
Mucize de aynen bunlar gibi, Allah'ın izni ve emriyle gerçek bir
doğal sebebe dayanır. Yalnız, mucizede bunlardan ayrı olarak
peygamberliğin, elçiliğin ve Allah'a yönelik davetin doğruluğunu
ispat için; "Bu iş insan gücünü aşan ilâhî bir iştir; inanmıyorsanız,
siz de böyle bir iş yapın da görelim." diye bir iddia, bir meydan okuma
söz konusudur. Ayrıca, diğerlerinin aksine son iki kısmın
(duaların kabul olunması sonucu meydana gelen olağanüstü gelişmeler
ile mucize) sebepleri kesinlikle alt edilemezler.
Denebilir ki: Buna bakılırsa, şayet mucizenin doğal sebebine
ulaşılabilirse, peygamber olmayanların da mucize göstermeleri
mümkün olur ve mucize ile diğer doğal gelişmeler arasında bir
fark kalmaz, mucizenin izafî bir kavram olduğunu kabullenmemiz
gerekir. Şu hâlde bazı insanlara göre mucize olan bir olgu, onun
gerçek doğal sebebini bilen diğer insanlara göre mucize olmayabilir.
Bir çağda mucize sayılan bir şey, bilim çağı olan diğer bir çağda
mucize sayılmayabilir. Onun için şayet bilimsel gelişmeler, en üst
düzeyde gerçek doğal sebepleri ortaya çıkarırsa, mucize diye bir
şey kalmaz ve onunla herhangi bir iddia ispatlanamaz. Bu varsayımların
doğru olduğu takdirde şu sonuç ortaya çıkar: Mucize özü
itibariyle kanıt değil, sebebini bilmeyen cahil kimseler tarafından
kanıt olarak algılanmaktadır.
Buna verilecek cevap şudur: Kesinlikle hayır. Mucizenin mucizeliği,
bilinmeyen bir doğal sebebe dayanıyor olmasından
kaynaklanmıyor ki, bilinmezlik ortadan kalkınca mucizelik de ortadan
kalksın, kanıtlığı geçersiz olsun. Sırf olağandışı bir sebebe
dayandığından dolayı da bu niteliği kazanmış değildir. Mucizeyi
mucize yapan; olağan dışı, aynı zamanda asla alt edilemeyen, daima
üst olan bir sebebe, bir nedene dayanıyor olmasıdır. Duanın
kabulü sonucu hastanın şifa bulmasının keramet sayılması da sebebinin
alt edilemez olmasından dolayıdır. Yoksa, böyle bir olay,
başka türlü de gerçekleşebilir. İlâçla tedavi gibi. Fakat bu durumda
olay olağanlık niteliğini kazanır ve dayandığı sebep daha güçlü
bir sebep tarafından alt edilebilir.
7- Kur'ân, Mucizeyi Peygamberliğin Doğruluğuna Dair Avamca Bir
Delil Değil, Kesin Bir Kanıt Sayar Bu noktada şöyle bir soru akla geliyor: Akıl, peygamberin Allah'a
kulluk sunmaya ilişkin çağrısının doğruluğu ile peygamberin
olağanüstü bir olgu meydana getirmesi arasında zorunlu bir bağlantı
öngör-mediği hâlde, mucize ile peygamberlik iddiasının doğruluğu
arasında ne gibi bir bağlantı olabilir? Kur'ân-ı Kerim'in anlattığı,
Hud, Salih, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.a) gibi peygamberlerin
kıssalarından da, bu ikisi arasında böyle bir bağlantının
olmadığı anlaşılmaktadır. Kur'-ân'ın anlattığına göre, bu peygamberler
davalarını yayarlarken, davalarının gerçekliğini ortaya koyan
bir mucize göstermeleri önerisi ile karşılaşmışlar. Onlar da
öneriyi olumlu karşılayıp birtakım mucizeler göstermişlerdir.
Bazı durumlarda da halkları böyle bir istekte bulunmadan, onlar
davet sürecinin başlangıcında mucize göstermişlerdir. Nitekim
yüce Allah, Musa ve Harun (selâm üzerlerine olsun) hakkında şöyle
buyuruyor: "Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün ve beni anmakta
gevşeklik etmeyin." (Tâhâ, 42) İsa (a.s) ile ilgili olarak da
şöyle buyuruyor: "Onu İsrailoğullarına elçi kılacak (ve o, onlara
şöyle diyecek): 'Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim.
Ben siz çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim,
Allah'ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah'ın izniyle doğuştan kör
olanı ve alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüleri diriltirim.
Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi size haber veririm.
Şüphesiz, eğer inanmışsanız, bunda sizin için kesin bir ayet vardır."
(Âl-i İmrân, 49) Kur'ân-ı Kerim'in bir mucize olarak Peygamber
efendimize (s.a.a) indirilmiş olması da öyle.
Kısacası; aklıselim, peygamberlerin anlattıkları tevhit ve kıyamet
bilgilerinin hakkaniyeti ile onların bazı olağanüstü mucizeler
göstermeleri arasında zorunlu bir bağlantı görmez.
Bunun yanı sıra peygamberlerin getirdikleri bilgiler ve öğretiler
açık ve sağlam kanıtlara dayanırlar. Ki bu kanıtların varlığıyla, bilgi
ve basiret sahibi kimselerin ayrıca mucize aramalarına gerek
kalmaz. Bu yüzden, mucizeler genel halk kitlelerinin ikna edilmeleri
amacına yöneliktir, diyebiliriz. Çünkü onların aklî kapasiteleri
aklî gerçekleri kav-rama hususunda yetersiz kalır. Ama bilgide belli
bir düzeyin üstünde bulunan seçkin kimseler, aklî gerçeklere inanmak
için mucize gösterilmesine gerek duymazlar.
Yukarıdaki soruya şöyle bir cevap vermek mümkündür: Peygamberler
(selâm üzerlerine olsun) Allah'ın birliği ve ölümden sonra
diriliş gibi aklın algılayabildiği varoluşun başlangıcı ve sonucuna
ilişkin bilgileri kanıtlamak için mucize göstermiş değildirler. Tam
tersine, sözünü ettiğimiz meselelerde aklî kanıtlar sunmakla ve
karşılıklı diyalogla yetinmişler. Örneğin; yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Peygamberleri, 'Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe
mi var?!' dediler." (İbrâhîm, 10) Bu ifade, Allah'ın birliğine kanıt
gösterme amacına yöneliktir. "Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri
boş yere yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır. Bu yüzden, o kâfirlere
ateşten helâk vardır. Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde
bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttaki-
leri, yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?" (Sâd, 27-28) Bu ayet de ölümden
sonra dirilişin gerçekleşeceğini kanıtlama amacına yöneliktir.
Dolayısıyla, peygamberlerden bu tür bilgileri kanıtlamak için
değil, sadece peygamberlik iddialarında doğru olduklarının ortaya
çıkması için mucize istenmiş, onlar da bu amaca yönelik olarak
mucize göstermişlerdir. Çünkü peygamberler (selâm üzerlerine olsun)
Allah'tan vahiy aldıklarını, yüce Allah'la konuştuklarını ve
kendilerine melek geldiğini iddia ediyorlardı. Bu ise, insanların
genelinin tanıdığı, kendilerinde buldukları zahirî ve batınî idrakler
türünden olmayan olağanüstü bir idraktir.
Böyle bir idrak, ancak doğaötesi tarafından peygamberlerin
nefislerine yönelik bir tasarrufla gerçekleşebilir. Oysa peygamberler
de herkes gibi birer insandırlar. Bu yüzden de bu iddialarında
insanların şiddetli inkârı ve amansız direnişiyle karşılaşmışlardır.
Bu inkârları ve direnişleri iki şekilde kendini göstermiştir:
Kimi durumlarda, peygamberlik iddiasını delil ileri sürerek çürüt-
mek istemişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dediler
ki: Siz, ancak bizim gibi birer insanız. Bizi, babalarımızın taptığından
çevirmek istiyorsunuz." (İbrâhîm, 10) Burada, peygamberlerin
insan oluşlarını ileri sürerek peygamberlik iddialarını yalanlama
amacındadırlar. Çünkü insanlar, aralarındaki yaratılış benzerliğine
rağmen kendilerinde böyle bir olağanüstülük
görmüyorlardı. Eğer gerçekten böyle bir şey varsa, o zaman herkes
böyle olmalı, olabilmelidir. Bu yüzden peygamberler de, yüce
Allah'ın bize bildirdiği şekliyle kendilerini şu şekilde savunmuşlardır:
"Peygamberleri onlara dediler ki: "Biz de ancak sizin gibi birer
insanız; fakat Allah, kullarından dilediğine nimetini lütfeder."
(İbrâhîm, 11)
Görüldüğü gibi, peygamberler cevap verirlerken aradaki benzerliği
kabul ediyorlar ama peygamberlik misyonunun Allah'ın özel
lütuflarından biri olduğunu da vurguluyorlar. Bazı özel lütuflara özgü
kılınmak ise genel benzerliğe ters düşmez. Çünkü her insanın
özgü kılındığı birtakım özel lütuflar vardır. Yüce Allah, onlardan dilediği
birine lütufta bulunmak isteseydi, yapardı ve buna kimse de
engel olamazdı. Dolayısıyla peygamberlik herkes için mümkün bir
şey olmakla birlikte, bazı kişilere özgü kılınmış bir misyondur.
Buna benzer bir delil ileri sürmelerine de, Peygamber efendimizle
(s.a.a) ilgili olarak söyledikleri şu sözlerinde rastlamaktayız:
"O zikir (Kur'ân) aramızdan ona mı indirildi?!" (Sâd, 8) "Bu Kur'ân,
iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?!" (Zuhruf, 31)
Aynı tarzda bir delil göstermelerini de, yüce Allah'ın onlardan
ak-tardığı şu sözlerde görmekteyiz: "Dediler ki: Bu peygambere ne
oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?! Ona kendisiyle beraber
uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi?! Yahut kendisine
gökten bir hazine atılmalı, yahut kendisinin bir bahçesi olmalı
da ondan yemeli değil mi?!" (Furkan, 8) Burada ileri sürdükleri
kanıtlarının özü şudur: Peygamberlik iddiasında bulunan kimse,
bize benzememelidir. Çünkü onun sahip bulunduğu Allah'la konuşmak,
doğaüstü bir kanaldan vahiy almak gibi nitelikler bizde
yoktur. O hâlde, niçin yemek yiyor, ne diye geçimini sağlamak için
çarşılarda dolaşıyor?! Eğer bu iddiasında doğru olsaydı, uyarıcılık
görevini yerine getirmede ona yardımcı olacak bir melek de onunla
birlikte görevlendirilmeliydi. Ona gökten bir hazine indirilmeliydi
ki, geçimini sağlamak için çarşılarda dolaşmak zorunda kalmasın.
Ya da özel bir bahçesi olmalıydı, o bahçenin meyvelerini yemeliydi,
bizim yediklerimizden değil.
Yüce Allah onlara şöyle cevap veriyor: "Bak, senin için nasıl
misaller vediler de saptılar. Artık bir daha yolu bulamazlar."
(Furkan, 9) "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de
yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi. Biz sizi birbiriniz için bir sınama
aracı yaptık, 'Sabrediyor musunuz?' diye. Rabbin her şeyi
görür." (Furkan, 20) Yüce Allah, müşriklerin peygamberle birlikte bir
meleğin de uyarı görevine katılması şeklindeki önerilerini bir diğer
ayette şöyle cevaplandırıyor: "Eğer onu melek yapsaydık, yine bir
adam yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük."
(En'âm, 9)
Aynı yönde benzer bir delil göstermelerini de şu ayette görmekteyiz:
"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, 'Bize melekler indirilmeli,
yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?' dediler.
Andolsun ki, onlar kendi işlerinde büyüklük tasladılar ve büyük
bir azgınlıkla haddi aştılar." (Furkan, 21) Onlar, peygamberlere benzer
niteliklere sahip olma-larından dolayı, melek indirilişi veya yüce
Rabbi görmek gibi önerilerde bulunmakla, peygamberlik iddia-
sını ve vahiy olgusunu geçersiz kıldıklarını sanıyorlardı. Yüce Allah
onların bu kuruntularını şöyle cevaplandırıyor: "Melekleri gördükleri
gün, işte o gün suçlulara sevinç haberi yoktur ve '(Size sevinmek)
yasaktır, yasak!' derler." (Furkan, 22) Burada yüce Allah,
onların ancak ölüm anında melekleri görebileceklerini vurguluyor.
Bir diğer ayette de konuya ilişkin olarak şöyle buyuruyor:
"Dediler ki: 'Ey kendisine Kur'ân indirilmiş olan, sen mutlaka
delirmişsin. Eğer doğrulardansan, bize melekleri getirsene!' Biz
melekleri ancak hak ile indiririz, o zaman da kendilerine mühlet
verilmez." (Hicr, 6-8) Son olarak sunduğumuz bu ayetler, onların inkârlarını
gerekçelendirmede bir eklemede bulunduklarını aktarıyor.
Yani, bu defa onun peygamberlik iddiasında yalancı olmadığını
kabul etmekle beraber, bunun delilikten kaynaklanan, realiteyle
bağdaşmayan bir iddia olduğunu ileri sürüyorlar. Nitekim
başka bir yerde de bu iddiaları gündeme getiriliyor: "Ve 'delidir.'
dediler ve o zorlandı." (Kamer, 9) Özetleyecek olursak; bu ve benzeri ayetlerde, inkârcıların aradaki
beşeri benzerliği ileri sürerek, peygamberlik iddiasını çürütme
peşinde oldukları dile getiriliyor.
Kimi zamanlar da, yadsıyıcı bir tutum içine girerek, iddianın
doğruluğuna ilişkin kanıtlar, belgeler istemişlerdir. Çünkü bu iddia
insanın kabul edemediği, akılların alışık olmadığı bir olguya ilişkindi.
(Tartışma sanatındaki belge isteyerek iddiayı engelleme
yöntemine başvuruyorlardı.) İşte onların sözünü ettikleri belge,
mucizeydi. Onların bu yadsıyıcı tavırlarını şu şekilde izah edebiliriz:
Kur'ân'ın anlattığı şekliyle nebi ve resullerin ortaya attıkları nübüvvet
ve risalet iddiaları vahiy alma, doğrudan veya melek aracılığıyla
Allah'la konuşma şeklindeki olağandışı olgulara dayanıyordu.
Bu ise, somut verilerin desteklemediği ve deneyimin kanıtlamadığı
bir durumdur.
Onların kuşkuları iki noktada yoğunlaşıyordu: Birincisi; ortada
bu iddiayı doğrulayacak kanıt yoktur. İkincisi; iddianın doğru olmadığına
dair elde kanıt vardır. Çünkü insanlar kendi nefislerinde
vahiy almak, yüce Allah'la konuşmak, peygamberin getirdiği türden
dinî yasama ve eğitim gibi şeylere rastlamıyorlar. Sebep ve
sonuçlarla ilgili genel-geçer kural da böyle bir şeyi reddediyor. Şu
hâlde bu, olağanüstü bir olgudur ve genel nedensellik yasası bunu
normal karşılamaz. Dolayısıyla, eğer peygamber bu iddiasında doğruysa, gerçekten
peygamberlik misyonuna sahipse ve gerçekten vahiy alıyorsa,
doğaüstü âlemle iletişim hâlinde olduğunu, olağanüstülükleri yaratan
ilâhî güçle desteklendiğini ve olağanüstü bir şekilde peygamberlik
misyonunu almasını, vahyi algılamasını yüce Allah'ın
irade ettiğini kanıtlamalıdır.
Eğer bu iddia doğruysa, o zaman bir olağanüstülükle diğer bir
olağanüstülük arasında fark olmamalıdır. Bir peygamber, herhangi
bir engelle karşılaşmaksızın bir başka olağanüstülüğü de sergileyebilmelidir.
Yüce Allah, hiçbir engel tanımadan peygamberlik
misyonunu ve vahiy olgusunu doğrulayan yeni bir olağanüstülük
gerçekleştirmelidir. Çünkü birbirlerine benzeyen şeyler aynı hükme
tâbidirler. Eğer yüce Allah, insanların doğru yola girmelerini
olağanüstü bir yöntemle, yani peygamberlik misyonu ve vahiy olgusu
aracılığıyla dilemişse, bu olağanüstülüğü, diğer bir olağanüstülükle,
yani mucizeyle pekiştirebilmelidir.
Aralarından biri çıkıp da peygamberlikle görevlendirildiğini ileri
sürünce, bu iddiaya muhatap olan tüm toplumlar, öz yaratılışlarından
kaynaklanan doğal bir dürtüyle, mucize gösterilmesini istemişlerdir.
Dolayısıyla mucize isteği, peygamberlik misyonunun
kanıtlanması ve doğrulanması amacına yöneliktir; peygamberlerin
getirdikleri tevhit ve ahiret inancı gibi hak dayanaklı bilgilerin
doğrulanması yönünde bir istek değildir bu. Çünkü bu bilgiler kanıtlarla
ispatlanabilecek şeylerdir. Bu tıpkı şuna benzer: Diyelim
ki bir adam, bir topluluğa, kendilerinin üzerinde egemenlik yetkisine
sahip liderlerinden, onun emir ve yasaklarını içeren bir mesaj
getiriyor. Bu elçi, söz konusu hükümleri açıklıyor ve bunların kendilerinin
yararına olduğunu kanıtlıyor. Onlar da liderlerinin kendilerinin
yararını düşündüğünü biliyorlar.
Bu kanıtlar, gelen hükümlerin yararlı, gerçek ve uygulamaya
elverişli olduğunu ispatlama bakımından yeterlidir, ancak bu kanıtlar
o adamın elçi olduğunu, liderlerinin onu kendilerine bu emir
ve yasakları iletmekle görevlendirdiğini kanıtlamaya yetmez. Tersine;
liderin el yazısı, mührü veya ona ait olduğunu bildikleri bir i-
şareti göstererek elçilik iddiasını kanıtlamasını isterler. Nitekim
müşrikler de Peygamber efendimize (s.a.a) şöyle demişlerdi: "Sen,
bize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe..." (İsrâ, 93) Bu açıklamalarımızla iki husus açıklık kazanmış oldu:
a) Peygamberlik iddiasının gerçekliği ile mucize arasında zorunlu
bir bağlantı söz konusudur. Mucize peygamberlik iddiasının
kanıtıdır ve bu konuda halkın geneli ile özel bir kesimi arasında
hiçbir fark yoktur.
b) Nebi ve elçinin algılayıp kavradığı vahiy, bizim duyularımız
ve aklî yeteneğimiz aracılığı ile algıladığımız şeylerden farklıdır.
Çünkü vahiy, isabetli düşünceden, mahiyet olarak ayrıdır. Bu anlama
gelen ifadeler, Allah'ın kitabında o kadar çoktur ki, en ufak
bir anlayışa ve insaf duygusuna sahip olan birisi de, bundan kuşku
duymaz.
Çağdaş araştırmacılardan bazıları bu gerçeğin dışına çıkarak
ilâhî bilgileri ve dinî gerçekleri doğal bilimlerin ileri sürdüğü "dönüşüm
ve tekâmül hâlindeki maddenin temel oluşu" şeklindeki
kurala dayalı olarak değerlendirmek istemişlerdir. Bu adamlar, insanın
sahip bulunduğu tüm algı yeteneklerinin insan beyninden
salgılanan madde kökenli özellikler olduğuna; bütün varoluş gayelerinin,
tüm gerçek kemallerin ve bireysel ya da toplumsal evrimlerin
maddî nitelikli olduğuna inandıkları için böyle bir düşünce geliştirmişlerdir.
Bu adamlara göre, peygamberlik olgusu bir düşünsel derinlik
ve zihinsel berraklıktır.
Peygamber diye nitelendirilen insan, bununla
top-lumunun ilerlemesini, tekâmül etmesini sağlar. Halkını vahşîlik
ve bar-barlık düzeyinden kurtarıp uygarlaştırmak ister. Geçmişten
kalan inanç ve görüşleri bir araya getirip, çağının koşullarına
uydurur. Böylece halkı için toplumsal yasalar ve davranış biçimlerini
belirler. Bunlar sayesinde onların pratik hayatlarını ıslah etmeye
çalışır. Bunu ibadet kastı taşıyan hüküm ve davranışlarla
tamamlar. Bununla da onların manevî duyarlılıklarını diri tutmayı
amaçlar. Çünkü iyi bir toplum ve faziletli bir medeniyet, bu tür
manevî dayanaklara da muhtaçtır. Bu varsayıma dayanarak da şu
sonuçlara varırlar:
1- Peygamber, halkını sağlıklı ve yararlı bir toplumsal ortama davet eden büyük bir düşünür, büyük bir dâhidir.
2- Vahiy, erdemli düşüncelerin onun zihnine kazınmasıdır.
3- Semavî kitap, nefsanî tutkulardan, kişisel amaçlardan uzak, söz konusu erdemli düşüncelerin toplamıdır.
4- Peygamberin haber verdiği melekler, doğadaki gelişmeleri yönlendiren doğal güçler ya da insanlara, kemal niteliklerini kazandıran ruhsal güçlerdir. Ruh'ul-Kudüs, maddî doğal ruhun kutsal fikirleri üreten mertebesidir. Şeytan ise, aynı ruhun kötü düşünceleri üreten, insanları, iğrenç işleri ve toplumu ifsat edici amelleri işlemeye çağıran mertebesidir.
Maddeyi her şeyin temeli gören bu adamlar, Levh, Kalem, Arş, Kürsü, Kitap, Hesap, Cennet ve Cehennem gibi peygamberlerin haber verdikleri tüm gerçekleri yukarıda işaret ettiğimiz üslûplarıyla yorum-lamaya çalışmışlardır.
5- Dinler yaşadıkları dönemin gereklerine tâbidirler; çağların değişmesi ile birlikte onlar da değişirler.
6- Peygamberlerden nakledilen, onlara atfedilen mucizeler, dine destek sağlama, kitlelerin inançlarını çağların değişmesine karşı korumaya alma ya da dinî önderlerin ve mezhep liderlerinin konumlarını koruma amacına yönelik hurafeler veya çarpıtılmış olaylardır. Bunları bir topluluk uydurmuş, başkaları da o topluluğa uymuştur.
Onların bu açıklamaları ve peygamberlik misyonu olarak değerlendirdikleri şey, Allah'ın öngördüğü peygamberlik misyonundan çok, politik bir oyun olarak nitelendirilmeye lâyıktır. Bu iddiaları uzun uzadıya cevaplandırmak bu kitabın amacını aşar. Ancak şunu söyleyebiliriz: Semavî kitaplar ve elimizde bulunan peygamberlerden naklolunan açıklamalar, yukarıdaki yoruma hiçbir şekilde uymuyor, aralarında en ufak bir münasebet yoktur. Bu yorum, onların yeryüzüne çakılıp kalmalarından ve madde alanındaki araştırmalara dayanmalarından kaynaklanıyor. Bu durum onları, doğaötesi âlemi inkâr etmeye ve madde üstü gerçekleri, asıl konumlarından soyutlayıp donuk maddenin düzeyine indiren bir yorumla açıklamaya sürüklemiştir.
Bu yorumlama biçimi, gerçekte bir başka grubun sahip olduğu an-layışın biraz daha gelişmiş şeklidir. Onlar da, dinin kapsadığı tüm gerçekleri, maddeyi esas alarak yorumlama yönüne gitmişlerdi.
Ancak onlar Arş, Kürsü, Levh, Kalem ve Melekler gibi gerçeklerin duyu organlarınca algılanmayan varlıkları olduğunu kabul ediyorlardı. Sonraki dönemlerde doğal bilimlerin etkinlik alanı genişleyip, araştırmalar somut verilere ve deneysel metoda dayalı olarak yapılmaya başlayınca, bu yöntemi benimseyen araştırmacılar, bu gerçeklerin duyu organlarınca algılanamayan varlıklarını da inkâr etmeye yeltendiler ve bunları somut bir varlığa sahipmişler gibi tanımlamaya kalkıştılar. Böylece dinle bilimi uzlaştırmayı, dini bilim karşısında silinmekten korumayı amaçlıyorlardı.
Bunlar, haksızlık ve aşırılık uçlarını temsil eden iki gruptur. Biri eski kelâm bilginlerinden, diğeri de çağdaş araştırmacılardan oluşmaktadır. Eski kelâm bilginleri, dinsel açıklamaların gerçek amaçlarını kavrıyor ve mecaz olarak değerlendirmiyor olmakla beraber, bu gerçeklerin tümünün salt maddî niteliklere sahip şeyler olduğunu, ancak duyu organlarının algılama alanının dışında olduklarını, madde oldukları hâlde maddeyle ilgili hükümlerin onlar hakkında geçerli olmadığını ileri sürüyorlardı. Çağdaş araştırmacılar ise, dinsel açıklamaları açık-seçik amaçlarından soyutlayacak şekilde yorumlayarak, bunları duyularla algılanan ve deneyimle onaylanan maddî gerçeklere uyarladılar. Oysa o açıklamalardan bunlar kastedilmemiştir ve bu yorumlarla bağdaşmamaktadırlar.
Bu konuda yapılacak doğru araştırma şöyle olmalıdır: Araştırmacı, dinsel metinleri, lafızların örf ve dil açısından ifade ettikleri anlama göre açıklamalı, sonra bu anlamlarını mısdaklarının, somut örneklerinin teşhisi konusunda sözün bazısının diğer bazısını açıklayabileceği ilkesine dayanmalıdır. Ardından, bilimsel görüşler bunları doğruluyor mu, reddediyor mu diye bakmalıdır. Eğer bu esnada madde dışı ve maddenin hükmünün kapsamına girmeyen bir şeye rastlanırsa, burada doğal araştırmadan ve doğal bilimlerin öngördüğünden farklı bir yöntemle söz konusu gerçeği kanıtlama yönüne gidilmelidir. Doğayla ilgilenen bilimsel araştırmanın doğaüstü şeylerle ne ilgisi olabilir?! Çünkü maddeyi ve maddenin özelliklerini araştıran bir bilim dalı, ister kanıtlama, is-
ter reddetme amacıyla olsun madde ve maddenin özelliklerinin ötesine geçme hakkına sahip değildir.
Bir araştırmacı, bu şekilde alanının dışına çıkarsa, onun sunduğu veriler ve ifadeler ilgisiz şeyler olarak nitelendirilir. Söz gelimi; dilbilgisi alanında araştırma yapan bir bilgin astronomi biliminin alanına giren hususlarla ilgili olarak birtakım olumlu ya da olumsuz yargılarda bulunursa, bu tutum son derece yanlış ve sonuçları çarpık olur. Şimdi geriye kalan ayetleri inceleyelim.
* * *
"...bu durumda, kâfirler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan, ateşten sakının." surenin başından buraya kadar muttakilerin, kâfirlerin ve münafikların (üç grubun) durumu anlatılıyor. Ancak yüce Allah, "Ey insanlar, Rabbinize kulluk edin." buyurarak onları topluca muhatap alıyor ve onları kendisine kulluk sunmaya davet ediyor. Bu durumda zorunlu olarak müminler ve diğerleri şeklinde bir bölünme söz konusu olur. Çünkü bu davet karşısında, davete olumlu ya da olumsuz karşılık vermek açısından insanlar iki gruba ayrılmak durumunda olurlar: Müminler ve kâfirler. Münafıklar ise, dış görünüşünün iç âleme, dilin kalbe eklenmesiyle bu bölünmedeki gerçek yerlerini alırlar. Bu davete olumlu karşılık verenlerde, dil ile kalbin iman açısından birlikteliği; olumsuz karşılık verenler ise, dil ile kalbin küfür açısından birlikteliği ya da dil ile kalbin birbirini tutmaması söz konusudur. İşte (belki) bu yüzden burada münafıklardan söz edilmemiş, ifade müminlerle kâfirlere özgü kılınmış ve takva yerine iman niteliği kullanılmıştır.
Bu ateşin yakıtı, ayetin kesin olarak ifade ettiği gibi bizzat insanın kendisidir. Buna göre insan, hem ateşin yakıtıdır, hem de ateşte yanan varlıktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mü'min, 72) "Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir, ki gönüllere işler." (Hümeze, 6-7) Buna göre insan, kendi tutuşturduğu ateşte azap görecektir. Şu ifade de benzeri bir mesaj içermektedir: "Onlardaki meyvelerden rızk olarak kendilerine bir şey verildiğinde, her defasında, 'Bu, daha önce de rızk olarak bize verilen şeydir!' derler. Bu, benzeşir olarak onlara sunulmuştur." (Bakara, 25) Bununla da anlaşılıyor ki, insana öte tarafta, burada kendisi için hazırladığı şeylerden başka bir şey verilmeyecektir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (salât ve selâm ona ve Ehlibeyt'ine olsun) şöyle buyurmuştur: "Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi dirilirsiniz..." Ancak, iki grup arasında bir fark vardır. Şöyle ki; cennet ehli için Rableri katında fazladan nimetler vardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Orada onlar için diledikleri her şey vardır. Katımızda da daha fazlası vardır." (Kaf, 35) Ayette cehennemin yakıtı olarak nitelendirilen taşlardan maksat, müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak kulluk sundukları putlardır. Yüce Allah'ın şu sözü bunu göstermektedir: "Siz ve Allah'- tan başka taptıklarınız, cehennemin odunusunuz." (Enbiyâ, 98) İfadenin orijinalinde geçen "hasab" ateşin yakıtı demektir.
"O cennetlerde, onlar için tertemiz eşler de vardır." "Eşler" ifadesine bakarak anlıyoruz ki, "tertemiz" ifadesiyle kaynaşmaya, birleşmeye, yakınlaşmaya engel oluşturan her türlü fizikî ve ahlâkî çirkinliklerden, iğrençliklerden, tiksinti uyandırıcı şeylerden arınmışlık kastediliyor.
AYETLE İLGİLİ BİR HADİS
Şeyh Saduk şöyle rivayet etmiştir: İmam Sadık'a (a.s) bu ayet sorulunca şöyle buyurdu: "Tertemiz eşler, aybaşı kanaması (hayız) geçirmeyen, hacet gidermek durumunda olmayan kadınlardır." Ben derim ki: Bazı rivayetlerde "temizlik" kavramı, tüm kusurlardan ve hoşa gitmeyen şeylerden uzak olmayı kapsayacak şekilde genel tutulmuştur.
Bakara Sûresi / 26-27.................................................... 159 26- Allah herhangi bir örnek vermekten çekinmez, sivrisinek olsun veya ondan üstün olan. İman edenler onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, "Allah bu örnekle ne demek istemiştir?" derler. Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu hidayete erdirir. Ancak onunla sadece fasıkları saptırır.
27- Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit hâline getirdikten sonra bozarlar, Allah'ın korunmasını emretmiş olduğu ilişkileri keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanlardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI "Allah herhangi bir örnek vermekten çekinmez, sivrisinek olsun veya..." Sivrisinek bilinen bir hayvandır ve gözle görülür en küçük canlı türlerindendir. Bu ve bir sonrası ayet ile Ra'd suresinde yer alan şu ayetler içerik ve mesaj açısından benzerdirler: "Şimdi Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, kör gibi olur mu? Ancak selim akıl sahipleri düşünüp öğüt alırlar. Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar. Ve onlar Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdürürler." (Ra'd, 19- 21)
Her ne ise; bu ayet gösteriyor ki: Kötü amellerinin sonucunda insan bir tür sapıklığa ve körlüğe düşürülür ve bu, onun daha önce yaşadığı sapıklık ve körlükten ayrıdır. Çünkü yüce Allah "Ancak onunla sadece fasıkları saptırır." buyuruyor. Bu ifadede söz konusu kişinin saptırılmasının fasıklığından sonra gündeme geldiği vurgulanıyor, önce değil.
Öte yandan hidayet ve sapıklık, yüce Allah tarafından mutlu ve bedbaht kullarına verilen her türlü onurluluğu ve alçaklığı kapsayan iki kavramdır. Yüce Allah Kur'ân'da mutlu kullarını güzel bir hayatta yaşattığını, onları iman ruhuyla desteklediğini, karanlıklardan aydınlığa çıkarttığını, kendilerine yollarını görmelerini sağlayan bir nur bahşettiğini, onların dostu, velisi olduğunu, onlar için bir korku olmadığı gibi üzülmelerinin de söz konusu olmadığını ve bunların yanı sıra dua ettiklerinde dualarını kabul ettiğini, kendisini andıklarında kendisinin de onları andığını ve meleklerin sürekli üzerlerine müjde ve selâm indirdiklerini dile getiriyor.
Bedbaht kullarına gelince, onları saptırdığını, aydınlıktan çıkarıp karanlıklara düşürdüğünü, kalplerini ve kulaklarını mühürlediğini, gözlerinin önünde bir perde bulunduğunu, onları yüzükoyun süründürdüğünü, boyunlarına çenelerinin altına gelip sıkışan zincirler taktığını, önlerine bir set, arkalarına da bir set çekerek onları perdelediğini, bu yüzden göremediklerini, şeytanları onlara arkadaş yaptığını ve bu şeytanların onları doğru yoldan saptırırken onların kendilerini doğru yolda sandıklarını, şeytanların onlara amellerini hoş gösterdiklerini, onların dostları olduklarını, farkında olmadıkları şekilde yüce Allah'ın yavaş yavaş onları acı akıbete doğru sürüklediğini, onlara süre tanıdığını, ama tuzağının da çetin olduğunu, bu tuzakla onları kıskıvrak yakalayacağını, azgınlıkları içinde bocalasınlar diye onlara mühlet verdiğini belirtiyor.
Buraya kadar verdiğimiz bilgiler, yüce Allah'ın her iki gruba yönelik tasvirlerinin bir kısmını oluşturur. Görüldüğü kadarıyla, insanoğlu bu dünyada yaşadığı hayatın ötesinde, mutlu ya da mutsuz bir başka hayat yaşar. İleride sebeplerin etkinlikleri sona erip perde kaldırılınca insanoğlu bu hayatını çıplak gözle görür, gerçeği kavrar. Yine yüce Allah'ın bize verdiği bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, insanlar dünya hayatından önce de bir hayat yaşamışlar ve
dünya hayatının ahiret hayatını şekillendirdiği gibi o hayat da dünya hayatına şekil vermektedir. Diğer bir ifadeyle, insanoğlunun dünya hayatından önce ve sonra bir hayatı vardır. Üçüncü hayat ikinci hayatın ve ikinci hayat da birinci hayatın hükmüne tâbidir.
Şu hâlde dünya hayatında insan, iki hayatın ortasında duruyor demektir. Geçmiş hayat ve gelecek hayat... Kur'ân ayetlerinin ifadeleri bu sonucu öngörüyor.
Ne var ki, tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu, geçmiş hayatı tanımlayan birinci kısım ayetleri, insanların kabiliyetiyle ilgili bir tür lisan-i hâl şeklinde yorumlamışlar. Gelecekteki hayatı tanımlayan ikinci kısım ayetleri ise mecaz ve istiare yollu ifadeler olarak algılamışlardır. Oysa birçok ayetin açık anlamı bu yaklaşımı reddediyor. Birinci kısımdan maksat, zerr ve misak âlemiyle ilgili ayetlerdir. İnşaallah yeri gelince, bunlara değineceğiz.
İkinci kısım ayetlere gelince; birçok ayette vurgulandığı gibi, kıyamet günü insanlar işledikleri amellerin aynısı ile karşılık göreceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bugün özür dilemeyin. Çünkü siz ancak yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz." (Tahrîm, 7) "Sonra herkese kazandığı eksiksizce verilecek." (Bakara, 281) "Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının." (Bakara, 24) "O zaman meclisini (taraftarlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağırırız." (Alak, 17-18) "O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de." (Âl-i İmrân, 30) "Onlar karınlarını ateşten başka bir şey doldurmuyorlar." (Bakara, 174) "Karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar." (Nisâ, 10) Bunun gibi daha birçok ayet vardır.
Ömrüme andolsun ki, eğer Allah'ın kitabında "Andolsun, sen bundan gaflet içinde idin. Biz senin gözünden perdeni açtık; bugün artık gözün keskindir." (Kaf, 22) ayetinden başka konuya işaret eden ayet olmasaydı, bu bile yeterli olacaktı. Çünkü ancak fiilen varolan ve bilinen bir şeyden gaflet içinde olunur. Perdeyi açmak, ancak perdeli bir şeyin var olması ile mümkündür. Eğer insanın kıyamet günü göreceği şeyler önceden var olmasaydı, hazır bekletilmeseydi, insana, "Sen bunlardan gaflet içindeydin. Bunlar senden gizlenmişti. Bugünse üzerlerindeki perde kaldırılmış ve senin gafletin giderilmiştir." demek doğru olmazdı.
Ömrüme andolsun ki, eğer bu anlamlar hiçbir mecaza yer bırakmayacak son derece net bir ifadeyle dile getirilmek istense, Kur'ân'ın ifadelerinden daha net bir ifade bulunamaz.
Kısacası, yüce Allah'ın sözü iki yönlüdür:
1- Sevap ve ceza olarak karşılık görme yönü. Bu noktayı vurgulayan birçok ayet vardır. Sonuç itibariyle, insanın ileride karşısına çıkacak cennet ve cehennem gibi hayır ve şerr ancak onun dünya hayatında işlediği amellerinin karşılığıdır.
2- Amellerin somutlaşması yönü. Bu noktaya da işaret eden çok sayıda ayet vardır. Bu ayetler gösteriyor ki, ameller ya bizzat ya da sonuçları itibariyle istenen ya da istenmeyen durumlara, hayra veya şerre yol açarlar. İşte insanlar her şeyin ortaya çıktığı günde bunları göreceklerdir. Sakın bu iki yönün birbirlerine ters düştüğü sanılmasın. Çünkü, Kur'ân-ı Kerim'in de vurguladığı gibi gerçekler ancak verilen örneklerle anlaşılabilir.
"Ancak onunla sadece fasıkları saptırır." İfadenin orijinal kökü olan "fısk" denildiğine göre, Kur'ân-ı Kerim'in kendisine yeni bir anlam yükleyerek kullandığı bir kavramdır. Bu ifade, hurmanın kabuğundan ve zarından çıkması anlamında "fesekati't-temretu" örneğinden alınmıştır. Nitekim ondan sonra yer alan ifade de bunu açıklar niteliktedir: "Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit hâline getirdikten sonra bozarlar." Bilindiği gibi, bozma, ancak bir şeyi önceden onaylama durumu söz konusuysa gerçekleşebilir. Ayrıca fasıklar "ahirette hüsrana uğrayanlar" olarak nitelendiriliyorlar. Bir insan sahip olduğu bir şeyde hüsrana uğrar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini hüsrana uğratanlardır." (Şûrâ, 45)
Onun için, sakın yüce Allah'ın kitabında, mukarrebler, muhlisler, mütevazılar, salihler, arınmışlar vs.; veya zalimler, fasıklar, hüsrana uğrayanlar, azgınlar, sapıklar vs. gibi mutlu ve bedbaht kullarına yakıştırdığı sıfatları, birtakım bayağı nitelikler veya sözün güzelliği ve çekiciliğini sağlayan öğeler olarak algılamayasın! Aksi takdirde Allah'ın sözünü kavrama hususunda zihnin karışır, bunları tek bir değerlendirmeye tâbi tutar, basit bir laf olarak algılarsın. Oysa bunlar mutluluk ve bedbahtlık yolunda psikolojik gerçekleri ve manevî makamları ortaya koyan niteliklerdir. Her biri kendi
içinde özel sonuçların başlangıcı, özel ve belirgin hükümlerin kaynağıdır. Tıpkı, insan ömrünün mertebelerinin, bu mertebelere özgü özelliklerin ve insandaki güçler ve fizikî niteliklerin her birinin özel hükümlerin ve sonuçların kaynağı olması gibi. Herhangi bir özelliği kaynağından ayrı olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. Şayet, yeri geldikçe ayetler üzerinde düşünürsen ve derinine nüfuz etmeye çalışırsan bu iddialarımızı doğrulayan bulgulara rastlarsın.
CEBİR VE SERBESTLİK MESELESİ
Bil ki: Yüce Allah'ın saptırmanın fasıklarla ilgili bir durum olduğuna ilişkin açıklaması, Allah'ın kulların amelleri ve bu amellerin sonuçları üzerindeki etkinliğinin niteliğini açıklar mahiyettedir. (Cebir ve serbestlik başlığı altında açıklığa kavuşturulmak istenen de budur.)
Konunun açıklanması: Yüce Allah buyuruyor ki: "Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır." (Bakara, 284) "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." (Hadîd, 5) "Mülk O'nundur, hamd O'nundur." (Teğâ-bun, 1) Bu ve benzeri ayetlerde âlemler üzerinde mutlak malikliğin O-na ait olduğu vurgulanıyor. Yani; onun malikliğinin hiçbir sınırı yoktur; bazı yönlerden evrene malik olup da diğer bazı yönlerden malik olmaması söz konusu değildir. Örneğin bir insanın bir köleye veya başka bir şeye malik olması gibi değildir. İnsanın malikliği, akıllılarca onaylanan tasaruflarla sınırlıdır; akıllılarca onaylanmayan beyinsizce tasarruflar insanın malikliğinin kapsamına girmez.
Allah mutlak malik olduğu gibi aynı şekilde evren de Allah'ın mutlak mülküdür. Bu mülkiyet, dünyanın bazı şeylerinin bizim mülkümüz olmasına benzemez. Bizim malikliğimiz eksiktir, malik olduğumuz şey üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip değiliz. Söz gelimi, bir merkebe malik olan insan, onu taşıma ve binme işinde kullanma yetkisine sahiptir. Ama onu durduk yerde susuzluktan veya açlıktan ya da ateşte yakarak öldürmesi onun yetkisinde değildir. Akıllılar ona bu hakkı vermezler. Yani insanlık âlemi içinde geçerli olan bütün maliklikler noksandırlar ve malik olunan şey üzerinde insana sınırsız değil, kısmi bir tasarruf yetkisi verirler.
Ama yüce Allah'ın şeyler üzerindeki malikliği bundan farklıdır. Şeylerin Allah'tan başka bir maliki, bir rabbi yoktur. Hiçbir şey kendisine yarar ve zarar verme, kendisini öldürme veya diriltme ya da kendini var etme gücüne sahip değildir. Nesneler üzerinde akla gelebilecek her türlü tasarruf yetkisi yüce Allah'a aittir. Kulları ve yarattığı diğer varlıklar üzerinde hangi tasarrufta bulunursa bulunsun, bundan dolayı bir suçlamaya, bir yergiye veya bir kınamaya maruz kalmaz. Kulların tasarruflarından bir kısmı, kınanır ve yerilir; çünkü o tür tasarruflarda bulunma yetkileri yoktur, akıllılar onlara bu hakkı tanımamışlar.
Dolayısıyla söz konusu kişinin tasarrufu sınırlıdır ve aklın tasvip ettiği alanlara özgüdür. Fakat yüce Allah'ın bütün tasarrufları, mutlak malikin mutlak mülkü üzerindeki tasarrufudur; bunun için de hiçbir tasarrufu bir kınama ve bir yermeye konu olmaz. Yüce Allah, dilediği veya izin verdiği tasarrufların dışında kimsenin O'- nun mülkünde herhangi bir tasarrufta bulunmayacağını vurgulayarak bu gerçeği beyan etmiştir. O, sınırlı tasarruf yetkisi tanıdığı kimseyi sorgular, hesaba çe-ker. Ama kendisi sorgulanmaz, sorumlu tutulmaz.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onun izni olmadan katında şefaat edecek kimmiş?" (Bakara, 255) "Onun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3) "Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi." (Ra'd, 31) "O dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola iletir." (Nahl, 93) "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvîr, 29) "O, yaptığından sorulmaz; ama onlar, sorulurlar." (Enbiyâ, 23) Buna göre mülkünde etkin tasarruf yetkisine sahip olan yüce Allah'tır. O'nun dışında hiç kimsenin böyle bir yetkisi yoktur, O'nun izni ve yetki tanıması hariç. Bu, O'nun Rabliğinin gereğidir.
Sonra görüyoruz ki, yüce Allah kendini kanun koyucu olarak tanımlıyor ve bu hususta akıllı insanların, insanlık toplumu içinde yaptıkları değerlendirmelere benzer değerlendirmelerde bulunuyor. Güzel olanı güzel olarak nitelendirmek, onu övmek ve ona karşılık şükür etmek ve ayrıca çirkini çirkin olarak nitelendirmek, onu yermek ve kınamak gibi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel!" (Bakara, 271) "Fasıklık ne kötü bir isimdir." (Hucurât, 11) Yüce Allah, yasamalarında insanların yararları ve zararlarının göz önünde bulundurulduğuna ve insanın eksikliklerinin giderilmesi için en uygun ve en tutarlı yolun izlenildiğine dikkat çekmiştir. Buna örnek olarak sunacağımız ayetler şunlardır: "Sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman." (Enfâl, 24) "Eğer bilirseniz sizin için en iyisi budur." (Saf, 11) "Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder."
(Nahl, 90) "Allah hayâsızlığı emretmez." (A'râf, 28) Bu hususla ilgili olarak çok sayıda ayet yer alır Kur'ân-ı Kerim'de. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Kur'ân'ın yasamalarında da akıllıların toplumdaki yöntemleri esas alınmıştır. Yani, güzel, çirkin, yararlı, zararlı, emir, yasak, ödül, ceza, övme ve yerme gibi akıllılar arasında geçerli olan kavramlar ve bu kavramlara dayandırılan "İyi ve güzel olan yapılmalı; kötü ve çirkin olandan kaçınmalı" gibi hükümler, akıllıların genel hükümlerinin temelini oluşturduğu gibi, yüce Allah'ın kulları için koyduğu şer'î hükümlerde de göz önünde bulundurulmuştur. Akıllı insanlar fiillerinin akıllıca amaç ve maslahatlara dayanması gerektiği noktasında müttefiktirler. Yasalar, hükümler ve kanunlar koymaları, iyiliğe iyilikle, dilerlerse kötülüğe kötülükle karşılık vermeyi öngörmeleri de onların fiillerinden olup bütün bunların temelinde birtakım maslahatlar ve geçerli sebepler bulunmalıdır. Öyle ki eğer akıl ürünü herhangi bir emir veya yasakta toplumun çıkarı ve maslahatı gözetilmemişse, akıllı insanlar böyle bir emir ve yasağa uymazlar.
Cezalandırma ve ödüllendirmelerde de verilen karşılıkla amelin hayır ve şer noktasında uyumluluğu ve uygun oranda ve nasıl uygun düşüyorsa öylece karşılık verilmesi, göz önünde bulundurulur. Yine akıllı insanların genel yargılarına göre, emir, yasak ve tüm yasal kurallar zor durumda kalan veya bir şey yapmaya zorlanan kimseye değil, ancak serbestçe davranabilen kimseye yöneliktirler. Aynı şekilde iyi veya kötü karşılık, yani sevap ve azap ancak isteğe bağlı olarak sergilenen amellere göre belirlenir. Ancak, isteğe bağlılığın kapsamın-dan çıkıp zorlanmışlığın kapsamına girmek kötü tercihten kaynaklanıyorsa, akıllı insanlar böyle birinin
cezalandırılmasını çirkin bir tutum olarak algılamazlar ve onun zorlanmışlıkla ilgili olarak anlattığı hikayeye de aldırış etmezler. Şayet yüce Allah kullarını itaat veya isyana zorlasaydı, itaat edenin cennetle ödüllendirilmesi gereksizlik ve günah işleyenin de cehennem azabına çarptırılması zulümden başka bir şey olmayacaktı. Oysa gereksizlik ve zulüm ise, akıllı insanlarca çirkinliği bilinen şeylerdir ve yine tercihi gerektirecek bir husus meydanda yokken, bir şeyden yana tercih koymayı gerektirecekti ki, bunun da çirkinliği yine akıllılarca bilinmektedir. Çirkin bir tutumda da bahaneyi kesecek bir gerekçenin varlığı söz konusu değildir. Oysa yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ki, peygamberler geldikten sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın." (Nisâ, 165) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Ki helâk olan, açık delille helâk olsun; yaşayan da açık delille yaşasın." (Enfâl, 42)
Şu ana kadar yaptığımız açıklamalardan aşağıdaki hususlar belirginleşiyor: 1- Yasama, fiillerde zorlama esasına dayalı olarak gerçekleşmez. Yükümlülükler kulların dünya ve ahiret çıkarlarına uygun olarak belirlenir, onların yapmak veya yapmamak hususunda tam bir serbestliğe sahip oluşları göz önünde bulundurularak kendilerine iletilir. Yükümlülük altında olanlar, ancak serbest iradeleri sonucu işledikleri iyilik veya kötülük üzerine ödüllendirilirler veya cezalandırılırlar.
2- Kur'ân-ı Kerim'de saptırma, kâfirlere karşı hile ve tuzak kurma, zorbaların azgınlıklarını uzun süreli kılma, şeytanı musallat etme, onu kimi insanlara dost ve yoldaş etme gibi, yüce Allah'a izafe edilen fiiller, O'nun kirlerden, noksanlıklardan, çirkinliklerden ve tiksinti uyandırıcı şeylerden münezzeh olan kutsal sahasına uygun olabilecek anlamda O'na izafe edilmektedir. Bu anlamların tümü sonuçta saptırmanın kapsamına girerler, onun şubeleri ve türleri sayılırlar. Aslında her saptırma da, hatta saptırmanın en ilkel türü olan aldatma da O'na izafe edilemez, O'nun kutsal sahasına yakıştırılamaz. Yüce Allah'a izafe edilen saptırma, kötülüğe kendi isteğiyle yöneleni cezalandırma ve onu kendi başına bırakma anlamını taşımaktadır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu hidayete erdirir. Onunla sadece
fasıkları saptırır." (Bakara, 26) "Onlar eğrilince Allah da kalplerini eğriltti." (Saf, 5) "İşte Allah aşırı giden şüpheci kimseleri böyle saptırır." (Mü'-min, 34)
3- İlâhî kazâ, faillerine mensup fiiller olmaları itibariyle değil, varlık âlemindeki varlıklardan biri olmaları itibariyle kulların fiillerine taalluk eder. Biraz sonraki açıklamalarda ve kazâ-kader konusu açıldığı yerde bu hususla ilgili geniş açıklamalarda bulunacağız, inşaallah.
4- Yasama cebir (zorlama) ile bağdaşmadığı gibi tam serbestlikle de bağdaşmaz. Çünkü efendinin sahip olmadığı bir hususta kölelerine emir ve yasaklar koyması bir anlam ifade etmez. Kaldı ki, kulların tam serbestliği, yüce Allah'ın mülkünden bazı kısımların üzerindeki mutlak egemenlik, sınırsız sahiplik yetkisinden soyutlanması demektir.
HADİSLER IŞIĞINDA CEBİR VE SERBESTLİK MESELESİ
Ehlibeyt İmamlarının (selâm üzerlerine olsun): "Ne zorlama var, ne de tam serbestlik, kullar bu ikisinin ortasında bir yol izleyerek hareket ederler." dedikleri dilden dile dolaşmaktadır.
el-Uyûn adlı eserde, çeşitli kanallardan şöyle rivayet edilir: "Emir- ül-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.) Sıffin'den dönünce, onun saflarında savaşa katılmış bulunan yaşlıca bir adam, yanına gidip şöyle dedi: 'Ey müminlerin emiri, bize haber ver; bu başımıza gelenler Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca mı oluyor?' Emir'ül-Müminin şöyle dedi: 'Evet, ey ihtiyar! Allah'a andolsun ki, aştığınız her tümseği, geçtiğiniz her vadiyi Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca aşarsınız, geçersiniz.' Bunun üzerine yaşlı adam şöyle dedi: Öyleyse katlandığım zahmetleri, yorgunluklarımı Allah'ın hesabına yazıyorum." "Emir'ül-Müminin şöyle dedi: 'Yavaş ol, ihtiyar! Herhâlde sen kazâyı kesin ve kaderi zorlayıcı sanıyorsun. Eğer öyle olsaydı, sevap, ceza, emir, nehiy ve azap geçersiz olurdu. Müminlere yönelik vaat ve kâfirlere yönelik azap tehdidi bir anlam ifade etmezdi.
Kötülük yapan kınanmaz ve iyilik yapan övülmezdi. İyilik yapan kötülük yapandan daha çok kınanabilirdi. Kötülük yapan iyilik yapandan daha çok övülebilirdi. Bu tür sözler, putperestlere, Rahman olan Allah'a karşı çıkanlara ve bu ümmetin Kadercileri ve Mecusi-
lerine aittir. Ey ihtiyar, yüce Allah isteğe bağlı olarak yükümlülük vermiş ve sakındırma amacı ile yasaklama getirmiştir. Az amele çok ödül vermiştir. Yenik düşürülerek O'na isyan edilmez; zorla da kendisine itaat edilmez. Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıkları boşuna yaratmamıştır. Bu sadece kâfirlerin kuruntusudur. Cehennem azabı karşısında kâfirlerin vay hâline..." [c.1, s.114, bab:11, h: 38]
Ben derim ki: "Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca..." ifadesinden, "Öyleyse katlandığım zahmetleri, yorgunluklarımı Allah'ın hesabına yazıyorum." ifadesine kadar ki kısmın üzerinde biraz durmak istiyorum. İslâm'da üzerinde çokça tartışma çıkmış, eğri-doğru görüşler ileri sürülmüş en eski meselelerden biri, kelâm meselesi ile kazâ ve kader meselesidir. O zamanlar kazâ ve kaderin ifade ettiği anlamı tasavvur ederek şöyle bir sonuca varmışlar: İlâhî irade öncesizliğiyle âlemde yer alan her şeye taalluk etmiştir. Âlemde hiçbir şey mümkünlük niteliğiyle var değildir. Tersine, bir şey varsa zorunlu olarak vardır, demektir. Çünkü ilâhî iradeyle bağlantılıdır ve yüce Allah'ın istediği şeyin O'nun iradesine ters düşmesi mümkün değildir. Eğer bir şey yoksa, bu da bir zorunluluktur. Çünkü ilâhî irade ona taalluk etmemiştir. Aksi takdirde varolurdu.
Bu kural tüm varlıklara uygulanınca, bizim sergilediğimiz isteğe bağlı fiillerde problemler baş gösterdi. Çünkü, biz her şeyden önce bu fiillerin varlıklarının veya yokluklarının eşit olarak doğrudan bize izafe edildiklerini görüyoruz. Bu iki husustan biri kendisine yönelik tercihten sonra ancak iradenin devreye girişi ile belirginleşir. Dolayısıyla fiillerimizde herhangi bir zorlama söz konusu değildir ve bu fiillerin gerçekleşmesi ve varoluşunda irademiz etkin rol oynamaktadır. Ancak, muradından ayrılması mümkün olmayan ezelî ilâhî iradenin fiile taalluk edişinin farzı en başta, fiilin serbestiliğini, ikinci olarak da fiilin meydana gelişinde bizim irademizin rolünü geçersiz kılıyor. Böyle olunca da bir fiil gerçekleşmeden, o fiili yerine getirebilecek gücün varlığı bir anlam ifade etmez. Aynı şekilde, fiilden önce fiili yerine getirecek gücün varlığı söz konusu olmadığı için sorumluluk vermek de bir anlam ifade etmez.
Özellikle karşı çıkma ve başkaldırma durumları ile ilgili olarak düşündüğümüzde verilen yükümlülük güç yetirilemez niteliğinde
olur. Yine zorla itaat ettirilen kişiyi sevapla ödüllendirmek de bir anlam ifade etmez, gereksiz ve çirkin bir tutum olur. Aynı şekilde zorlama sonucu günah işleyeni cezalandırmak da anlamsız ve çirkin bir zulüm olur. Bunun gibi daha bir sürü sorun gündeme gelir.
Sözünü ettiğimiz araştırmacılar bütün bu mahzurları kabullenerek, fiilden önce fiili gerçekleştirecek gücün var olmadığını, güzellik ve çirkinliğin gerçekliği olmayan iki itibarî kavram olduğunu, dolayısıyla da ilâhî fiilleri bu kavramlarla bağlantılı olarak değerlendirmemek gerektirdiğini, O'nun yaptığı her şeyin güzel olduğunu ve hiçbir fiilin çirkin olarak nitelendirilemeyeceğini, ortada tercihi gerektirecek bir gerekçe olmadan tercih yapılabileceğini, anlamsız iradenin, güç yetirilemez nitelikteki yükümlülüğün ve isyana zorlanan kimsenin cezalandırılmasının hiçbir sakıncası olmadığını ileri sürmüşlerdir. Yüce Allah bütün bunlardan münezzehtir.
Kısacası, kazâ ve kader İslâm'ın ilk dönemlerinde güzellik, çirkinlik ve hakkederek karşılık alma kavramlarının ortadan kaldırılışı anlamında algılanıyordu. Bu yüzden yaşlı adam, başlarına gelenlerin kazâ ve kader sonucu meydana gelmiş olduğunu duyunca, çok etkilenmiş ve büyük bir üzüntü içinde; "Öyleyse katlandığım zahmetleri, yorgunluklarımı Allah'ın hesabına yazıyorum." demişti. Yani ilâhî irade bu işe taalluk ettikten sonra benim irade ve eylemimin hiçbir önemi kalmıyor. Bana kalan yorgunluk ve zahmetlere katlanmak oluyor. Dolayısıyla yorgunluğumu Allah'ın hesabına yazıyorum. Çünkü beni bu zahmetlere sokan O'dur.
İhtiyarın bu düşüncesine karşılık olarak İmam Ali (a.s) şöyle demişti: "Eğer böyle olsaydı, o zaman sevap ve ceza anlamsız olurdu..." İmam'ın bu sözleri aklın onayladığı ilkeleri içermektedir ki, yasamalar da bu ilkelere dayanır. İmam sözlerini tamamlarken, kanıt olarak da şöyle diyor: "Gökler, yer ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıklar boşuna yaratılmamışlardır." Çünkü, eğer seçme özgürlüğünü ortadan kaldıran amaçsız iradeyi doğru kabul edersek, o zaman amaçsız ve hedefsiz fiilin varlığı da gerçeklik kazanır. Bu da sonuçta yaratılışın ve varoluşun amaçsız olabileceğini gündeme getirir. Bu olabilirlik, gereklilikle aynı düzeydedir. Bu durumda yaratılışın ve varoluşun hiçbir gayesi olmaz. Gökler, yer ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıklar boşuna yaratılmış olur-
lar. Ahiret de, anlamsızlaşır. Böyle olunca da çok büyük mahzurlarla karşı karşıya gelinir. Hz. Ali'nin "Yenik düşürülerek O'na isyan edilmez, zorla da kendisine itaat edilmez" şeklindeki sözünden maksat, "Günahkâr zorlamanın baskısı altında yenik düşürülerek günah işlemez ve itaatkâr itaat etme zorunda bırakılarak itaat etmez." olsa gerektir.
et-Tevhit ve el-Uyûn adlı eserlerde belirtildiğine göre, İmam Rıza- nın (a.s) yanında cebir (zorlama) ve serbestlikten söz açılmış, İmam şöyle demiştir: "Size, ona bağlı kaldığınız sürece ayrılığa düşmeyeceğiniz ve kimsenin sizinle baş edemeyeceği bir ilkeyi bildireyim mi?" Biz, "Nasıl isterseniz!" dedik. Bunun üzerine şöyle dedi: "Yüce Allah zorla itaat ettirmez, baskı sonucu kimseyi günah işleme durumunda bırakmaz. Mülkü içinde kullarını ihmal etmez.
Kullarını sahip kıldığı şeylerin de sahibi O'dur. Onlara verdiği güçler üzerindeki etkin güç O'nundur. Eğer kullar Allah'a itaat etmeye karar verirlerse, Allah onların önüne geçmez, onları engellemez ve eğer kullar isyan etme kararındaysalar dilerse onlara engel olur, dilerse engel olmaz, isyan ederler. Dolayısıyla, onları günaha sokan yüce Allah değildir." İmam devamla şöyle demiştir: "Kim bu açıklamayı hakkıyla kavrarsa, karşı çıkanları alt eder." [el-Uyûn, c.1, s.119, h: 48; et-Tevhid, s.361, h: 7]
Ben derim ki: Cebircilerin bu görüşü benimsemelerinin altında, kazâ ve kader konusu ile ilgili incelemeleri ve buradan kesin ve kaçınılmaz bir kazâ ve kader anlayışı çıkarmaları yatmaktadır. Bu inceleme ve bundan elde edilen sonuç doğru olmakla birlikte söz konusu kişiler, elde ettikleri sonucu pratiğe uyarlama noktasında yanılgıya düştüler. Gerçeklerle itibarî şeyleri birbirine karıştırdılar. Zorunlu ile mümkünü ayırt edemediler. Bu meselenin açıklaması şöyledir: Kesinlikleri varsayılırsa kazâ ve kader olgularının değerlendirilmesinden çıkan sonuç şudur: Varoluş ve yaratılış düzeninde eşya gereklilik ve zorunluluk niteliğine sahiptir.
Şu hâlde, her bir varlık ve her bir durumun ölçü ve sınırları, içinde bulunacağı tüm tavırlar ve koşullar Allah katında belirlenmiştir. Bilindiği gibi zorunluluk ve gereklilik nedenin niteliklerindendir. Bu yüzden bir şey kâmil nedeniyle birlikte düşünüldüğü zaman, zorunluluk ve gereklilik niteliği ile nitelenmiş olur. Ama
kâmil nedenin dışında neyle düşünülürse düşünülsün ancak mümkünlük niteliği ile nitelendirilir.
Evrensel boyuttaki kazâ ve kader çizgisi, top yekun âlemde kâmil nedensellik cereyanının akışıdır. Ama bu, bir başka açıdan ve bir diğer bakışa göre âlemde güç ve mümkünlük hükmünün de yürürlükte oluşuna ters düşmez. Örneğin insanın kendi iradesi uyarınca ortaya koyduğu isteğe bağlı bir fiil, varoluşu bakımından muhtaç olduğu bilgi, irade, gerekli gereçler ve fiilin gerçekleşmesi için elverişli zamansal ve mekânsal koşullara kıyasla zorunluluk niteliğini kazanır. İşte, ezelî ilâhî iradenin taalluk ettiği husus da budur. Fakat, fiilin kâmil nedeninin tüm parçalarına kıyasla zorunluluk niteliğini kazanmış olması, kâmil nedeninin bazı parçalarına kıyasla da zorunluluk niteliğini kazanmasını gerektirmez.
Söz gelimi, bir fiil kâmil nedeninin tüm parçalarının içinden sadece failine kıyas edilirse, mümkünlüğün sınırını aşamaz, gereklilik sınırına ulaşamaz. Şu hâlde, "kazâ olgusunun genelliği ve ilâhî iradenin fiile taalluk edişi gücün ortadan kaldırılmasını ve serbestliğin geçersiz kılınmasını gerektirir" şeklindeki iddia bir anlam ifade etmez. Çünkü ilâhî irade, tüm varoluşsal özellikleri, nedenlerine olan bağlantıları ve var olmasında etkili olan koşullarıyla birlikte bir fiile taalluk eder. Diğer bir ifadeyle, ilâhî iradenin, söz gelimi Zeyd tarafından sergilenen bir fiile taalluk edişi mutlak değildir. Tersine, ilâhî irade bu fiilin falanca failden falan zaman ve mekânda failin isteğine bağlı olarak gerçekleşmesine taalluk etmiştir.
Şu hâlde ilâhî iradenin fiil üzerindeki etkinliği, fiilin isteğe bağlı (ihtiyarî) olmasını gerektirir. Aksi takdirde, ilâhî iradenin muradından ayrılması gerekecektir. Öyleyse, fiili zorunlu kılan ilâhî iradenin etkinliği, fiilin isteğe bağlı olmasını da gerektiriyor. Yani, ilâhî irade açısından fiilin zorunlu olmasını, fiili işleyen insan iradesi açısından da mümkün ve ihtiyarî olmasını gerektiriyor. Şu hâlde, insanın iradesi ilâhî iradeye paralel değil, onun uzantısında yer almaktadır. Dolayısıyla aralarında bir çekişme söz konusu değildir ki, ilâhî iradenin etkinliğinden dolayı beşerî irade etkinliğini yitirsin.
Görülüyor ki, Cebriye ekolünün hatasının özü, ilâhî iradenin fiile
taalluk edişinin niteliğini kavrayamamaları, birbirlerine paralel
olan iki iradeyle, biri diğerinin uzantısında yer olan iki iradeyi birbirinden
ayırt edememeleri ve yüce Allah'ın iradesinin taalluk etmesinden
dolayı kulun iradesinin etkisizleştiğini zannetmeleridir.
Mutezile ekolü, gerçi kulların fiillerinin isteğe bağlı oluşu ve
bunun diğer gerekleri konusunda Cebriye ekolünden farklı bir anlayış
benimsemişlerdir; ama onların da tuttukları yol Cebriye ekolünün
tutumundan daha az yıkıcı değildir. Mutezile ekolü, ilâhî iradenin
fiillere taalluk etmesinin, isteğe bağlılığı geçersiz kılacağı
hususunda Cebriye ekolünün görüşünü kabul etmişlerdir. Beri tarafta
ise, isteğe bağlı fiillerin ihtiyarî oluşunda ısrar etmişlerdir.
Sonuçta ilâhî iradenin fiillere taalluk edişini reddetmişlerdir. Bu
yüzden fiiller için bir başka yaratıcı öngörmek durumunda kalmışlardır.
Yani insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Fiillerin dışındaki olguların yaratıcısı da yüce Allah olduğuna
göre, Mutezile ekolü, iki yaratıcı olduğunu kabul etme gibi
sapık bir inancı benimseme durumunda kalmıştır. Kısacası Cebriye
ekolünün işlediği düşünsel yanlışlardan daha tehlikelisini, daha
yıkıcısını işlemişlerdir. Nitekim İmam Ali (a.s) şöyle demiştir:
"Kaderiyenin miskinleri Allah'ı adaletle nitelendirelim derken, O'nu gücünden ve egemenliğinden soyutladılar..." Buna bir örnek verecek olursak, köle ile efendisinin durumunu
örnek verebiliriz. Efendi kölelerinden birini cariyelerinden biriyle
evlendirir, sonra ona bir tarla verir, dayalı döşeli bir ev tahsis eder.
Bir insanın hayatı boyunca ihtiyaç duyabileceği her şeyi belli bir
süre için onun emrine verir. Eğer biz, efendi kölesine bunları vermiş
olmasına, bunları kölenin mülkü etmesine rağmen, "köle bunların
maliki değildir. Köle nere, sahip olmak nere?" dersek, Cebriye'nin
görüşünü yansıtmış oluruz. Eğer biz, "efendi kölesine mal
vermekle, bazı şeyleri onun mülkü kılmakla, onu söz konusu malların
maliki kılar ve kendisi de maliklikten azlolur. Asıl malik söz
konusu köledir." dersek, Mutezile ekolünün görüşünü ifade etmiş
oluruz. Eğer biz, konumlarını, statülerini korumakla birlikte iki
mülkiyeti bir arada bulundursak ve: "Efendinin konumu efendiliktir.
Kölenin konumu da köleliktir. Köle ancak efendinin mülkünün
kapsamında olan bir şeye sahiptir. Efendi aynı zamanda kölenin
sahip olduğu şeyin de sahibidir" dersek, Ehlibeyt İmamlarının ileri
sürdükleri ve aklî kanıtların onayladığı gerçek sözü ifade etmiş oluruz.
el-İhticac adlı eserde Abâye b. Rib'î el-Esedî'nin, güç yetirebilmenin
ne anlama geldiğini Emir'ül-Müminin'den sorduğu, onun da
şöyle dediği belirtilir: "Sen bu güce Allah'la birlikte mi sahipsin?
Yoksa ondan ayrı mı?" Abâye b. Rib'î sustu, İmam Ali (a.s), "Söyle,
ey Abâye" dedi. Abâye, "Ne söyleyeyim ey Emir'ül-Müminin?" dedi.
Hz. Emir şöyle dedi: "Ona Allah sayesinde sahibim ve O ben olmadan
ona sahiptir, dersin. Eğer Allah onu sana verdiyse, bu, O'nun
sana yönelik bir bağışıdır. Eğer onu senden aldıysa, bu da, O'nun
sana yönelik bir sınamasıdır. O, seni malik kıldığı şeyin malikidir;
O, seni kadir kıldığı şeye kadirdir..." [c.2, s.255] Ben derim ki: Bu rivayetin ifade ettiği gerçeği az önceki açıklamalarımızda
dile getirdik.
Şeyh Müfid'in Şerh'ul-Akâid'inde şöyle deniyor: Rivayete göre
İmam Ali Naki'den (a.s) kulların fiillerini Allah mı yaratır? diye sorulmuş,
o da şöyle demiştir: "Eğer fiillerin yaratıcısı Allah olsaydı,
bunlardan teberri etmezdi, uzak olduğunu bildirmezdi. Oysa yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Allah müşriklerden beridir, uzaktır.
"1 Yaratılmışlardan beri olmak, onların zatlarıyla ilgili değildir, berilik
onların işledikleri şirk ve iğrenç davranışlar için geçerlidir." [s.13] Ben derim ki: Fiillerin iki yönü vardır: 1) Varoluşluk, olguluk
yönü. 2) Faile mensubiyet yönü. Fiillerin itaat, isyan, güzel veya
kötü olarak nitelendirilmelerini sağlayan işte bu ikinci yöndür.
Çünkü meydana gelme ve gerçekleşme açısından nikah adı altında
gerçekleşen cinsel birleşme ile zina arasında bir fark yoktur.
Aradaki tek belirleyici fark, nikah adı altındaki cinsel birleşmenin
Allah'ın emrine uygun olması, buna karşın zinanın bu uygunluktan
yoksun oluşudur. Bir cana karşılık olmak üzere adam öldürmekle,
bir cana karşılık olmaksızın adam öldürmek, terbiye etmek amacıyla
yetimi dövmekle, haksızlık ederek dövmek arasındaki niteliksel
fark da bunun gibidir.
Dolayısıyla günahlarla günah olmayan fiillerin farkı, günahların
yapıcı yönünün olmayışı veya ilâhî emre ters düşmesi ya da
toplumsal bir amaç ile bağdaşmayışıdır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer, 62) Fiil ise, varlığı
ve olguluğu ile bir "şey"dir. Hz. Ali (a.s), "Allah dışında 'şey' olarak
isimlendirilen her olgu yaratılmıştır..."1 diyor. Bir ayette yüce Allah
şöyle buyuruyor: "O'dur ki, her 'şey'in yaratılışını güzel yaptı."
(Fussilet, 7) Buradan anlaşılıyor ki; her şey "yaratılmış" olduğu gibi
"yaratılmış olması yönünden güzeldir de. Şu hâlde yaratılış ve güzellik
birbirlerini gerektirirler, birlikte bulunurlar ve hiçbir şekilde
birbirlerinden ayrılmazlar.
Sonra yüce Allah bazı fiilleri "kötü" olarak nitelendirmiş ve
şöyle buyurmuştur: "Kim iyilik getirirse, ona getirdiğinin on katı
vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır."
(En'âm, 160) Cezalandırma olgusundan söz edilmiş olmasından
anlıyoruz ki, burada insanların işlemiş oldukları günahlar kastediliyor.
Bu şekilde, söz konusu günahların yaratılmışlıkla nitelendirilemeyecek
ademî (yokluksal) kavramlar olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
Aksi takdirde güzel olarak nitelendirilirlerdi. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana
gelen hiçbir musibet yoktur ki biz, onu yaratmadan önce, bir kitapta
olmasın." (Hadid, 22) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Hiçbir musibet başa
gelmez ki Allah'ın izniyle olmasın. Kim Allah'a inanırsa onun kalbini
hidayet eder." (Teğâbun, 11) "Başımıza gelen herhangi bir musibet,
kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah birçoğunu
da affeder." (Şûrâ, 30) "Sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana gelen
her kötülük de kendindendir." (Nisâ, 79) "Onlara bir iyilik erişirse,
'Bu, senin yüzündendir.' derler. De ki: 'Hepsi Allah tarafındandır.'
Bu topluma ne oluyor ki, hemen hiç söz anlamıyorlar."
(Nisâ, 78)
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, insanın başına gelen musibetler,
nisbî kötülüklerdir. Şöyle ki, güven, selamet, sağlık ve zenginlik
gibi yüce Allah'ın nimetlerinden biriyle nimetlenen insan bunlara
sahip olan kişi olarak nitelendiriliyor. Eğer bir felaketin inmesi ve
musibetin başa gelmesi sonucu bu nimetlerden birini kaybederse,
inen felâket onun açısından "kötü"dür. Çünkü bir şeyin yitirilmesi,
yok olmasını beraberinde getiriyor. Şu halde her musibet Allah'-
tandır ve bu açıdan asla kötü değildir. Sadece insan açısından
nisbî olarak kötü sayılmaktadır. Çünkü musibet sonucu sahip olduğu
bir nimeti kaybetmiştir. Onun için her kötülük yoklukla ilgili
bir durumdur ve kesinlikle bu açıdan yüce Allah'a mensup değildir. Kurb'ul-İsnad adlı eserde Bezentî'nin şöyle dediği rivayet edilir:
İmam Rıza'ya (a.s) dedim ki: "Bizim arkadaşların bir kısmı fiiller
hususunda ilâhî bir zorlamanın olduğuna inanıyor, bir kısmı da insanın
yapabilirliğinin etkin rol oynadığı düşüncesindedir." Bunun
üzerine bana şöyle dedi: "Yaz. Yüce Allah diyor ki: Ey Âdemoğlu,
benim dilememle kendin için dilediğin şeyi dileyebiliyor oldun.
Benim gücüm-le öngördüğüm farzlarımı yerine getirdin. Benim
sana bahşettiğim nimetlerim sayesinde bana karşı günah işleyecek
gücü bulabildin. Seni işiten, gören ve güçlü biri kıldım. Karşına
çıkan her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de sendendir.
Çünkü sana iyilik verme hususunda ben senden daha öncelikliyim
ve sana kötülük verme noktasında sen benden daha layıksın.
Çünkü ben yaptığımdan dolayı sorgulanmam, ama onlar sorgulanırlar.
Ben, senin dilediğin her şeyi düzenledim..." [s.155, s. 13] Bu ve benzeri açıklamalar diğer Şiî ve Sünnî kanallardan da
rivayet edilmiştir. Kısacası, günahlar, sadece günah olmaları yönüyle
yüce Allah'a izafe edilmez. Buradan hareketle, bundan öneki
rivayette yer alan "Eğer onları yaratan Allah olsaydı, onlardan
teberri etmezdi... Allah sadece onların şirkleri ve iğrenç tutumlarından
teberri etmiştir." ifadesi daha kolay anlaşılmış olur.
et-Tevhid adlı eserde İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) ve İmam
Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dedikleri rivayet edilir: "Yüce Allah
kullarını günahlara zorlayıp sonra da onlara azap etmekten çok
daha merhametlidir ve Allah dilediği şeyin gerçekleşmemesinden
çok daha yücedir." "O zaman zorlama ve kader arasında bir üçüncü
olan mı var?" diye soruldu. "Evet, dediler. Bu alan yerle gök arası
kadar geniştir." [s.360, h: 3]
et-Tevhid adlı eserde Muhammed b. Aclan'ın şöyle dediği rivayet
edilir: "İmam Cafer Sadık'a (a.s), 'Allah her şeyi kullarına mı bırakmıştır?'
diye sordum. O şöyle buyurdu: 'Allah her şeyi kullarına
bırakmayacak kadar yücedir, kerimdir.' 'Peki, Allah kullarını işledikleri
fiillere zorluyor mu?' dedim. 'Yüce Allah bir kulu bir şey
yapmaya zorlayıp sonra da ona azap etmeyecek kadar adildir.'
dedi." [s.361, h: 6] Yine et-Tevhid adlı eserde Mihzem'in şöyle dediği rivayet edilir:
"İmam Cafer Sadık (a.s) bana, 'Geride bıraktığın taraftarlarımızın
üzerinde görüş ayrılığına düştükleri hususları bana haber ver.' dedi.
Dedim ki: 'Cebir ve serbestlik meselesi hakkında farklı görüşleri
savunuyorlar.' 'O zaman sor bana neyi soracaksan!' dedi. 'Allah
kulları günah işlemeye zorlar mı?' dedim. 'Allah onlar üzerinde,
bundan daha kahredicidir.' dedi. 'Onları bütünüyle serbest mi bırakmıştır?'
dedim. 'Allah onlar üzerinde bundan daha güçlüdür.'
dedi. 'Peki bunlardan hangisi doğrudur?' dedim. Bunun üzerine elini
iki veya üç kere çevirdi, sonra şöyle dedi: Eğer bu konuda sana
cevap verecek olursam, küfre girersin." [s.363, h: 11] Ben derim ki: "Allah onlar üzerinde bundan daha kahredicidir."
sözünün anlamı şudur: Zorlama, ancak etkin gücün direncini
kırma amacına yönelik bir baskıdır. Bundan daha kahredicilik ve
daha güçlülük ise, isteğe bağlı fiilin failin irade ve serbestliğine
gölge düşürülmeden veya fail ile âmirin iradeleri çelişmeden gerçekleşmesini
sağlamaktır. et-Tevhid adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Kim, Allah'ın kötülüğü ve hayâsızlığı
emrettiğini ileri sürerse, hiç kuşkusuz Allah adına yalan
söylemiş olur. Kim hayır ve şerrin Allah'ın iradesinin dışında gerçekleştiğini
iddia ederse, Allah'ı bir kısım egemenliğinden soyutlamış
olur." [s.359, h: 2]
et-Tarâif adlı eserde, Haccac b. Yusuf'un Hasan el-Basrî'ye,
Amr b. Ubeyd'e, Vasıl b. Ata'ya ve Âmir b. Şa'bî'ye birer mektup
göndererek kazâ ve kader meselesi hakkında bildiklerini ve bu
hususla ilgili olarak bugüne kadar duyduklarını kendisine bildirmelerini
istediği rivayet edilir. Hasan el-Basrî şu cevabı verir: "Bu
mesele ile ilgili olarak bugüne kadar duyduğum en güzel söz
Emir'ül-Müminin Ali b. Ebu Talib'in (a.s) şu sözüdür: "Aklın mı seni
nehyediyor sandın? Aklın sadece seni alçaltır ve yüceltir ve Allah
bundan beridir." Amr b. Ubeyd'in cevap mektubunda ise şunlar
yazılıydı: "Bugüne kadar, bu mesele ile ilgili olarak duyduğum en
güzel söz Ali b. Ebu Talib'in (a.s) şu sözüdür: Zorbalığın temelinde
zorlama olsaydı, hakkında kısas uygulanan zorba mazlum sayılırdı."
Vasıl b. Atâ'nın mektubunda ise şunlar yazılıydı: "Kazâ ve kaderle
ilgili olarak duyduğum en güzel söz Emi-r'ül-Müminin Ali b.
Ebi Talib'in şu sözüdür: "Sana yol gösterip sonra da yolunu kapatacağını
mı sandın?" Şa'bi ise mektubunda şunları yaz-mıştı: "Kazâ
ve kader hakkında duyduğum en güzel söz Emir'ül-Mü-minin Ali
b. Ebu Talib'in şu sözleridir: "Dolayısıyla Allah'tan bağışlanma dilediğin
her şey sendendir ve dolayısıyla Allah'a hamdettiğin her
şey O'ndandır." Mektuplar Haccac'a ulaşıp içerikleri üzerinde biraz
düşündükten sonra şöyle dedi: "Bu sözleri berrak bir kaynaktan
almışlardır." [Tarâif'ul-Hikem, s.329] Yine et-Tarâif adlı eserde belirtildiğine göre, bir adam İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) kazâ ve kader hakkında bir soru sormuş, o
da şöyle cevap vermiştir: "Bir kulu dolayısıyla kınayabileceğin her
davranış ondandır, dolayısıyla kınayamadığın şeyler de Allah'tandır.
Allah kuluna, 'Niçin günah işledin? Niçin yoldan çıktın? Niçin
şarap içtin? Niçin zina ettin?' der. Çünkü bunlar kulun fiilleridirler.
Ama, 'Niye hastalandın? Niye kısa boylu oldun? Niye beyaz oldun?
Veya Niye siyah oldun?' demez. Çünkü bunlar Allah'ın fiilleridirler."
[s.340] Nehc'ül-Belâğa'da belirtildiğine göre, İmam Ali'ye (a.s) tevhidin
ve adaletin ne anlama geldiği sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir:
"Tevhit, O'nun hakkında zan beslememendir. Adalet ise, O'nu
suçlamamandır." [Kısa sözler: 470] Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz rivayetlerin benzerleri oldukça
fazladır. Ancak bizim aktardıklarımız, değinmediğimiz rivayet-
lerin içeriklerini içermektedir. Eğer şimdiye kadar sunduğumuz
rivayetler üzerinde etraflıca düşünecek olursan, bu rivayetlerin çeşitli
yön-lerden konuya ilişkin kanıtlar içerdiğini görürsün.
Bunların bir kısmında emir, nehiy, ceza, sevap ve benzeri hususlarından
yola çıkarak ne cebir, ne tevfiz (başıboşluk) olmaksızın
serbestliğin söz konusu olduğu kanıtlanmıştır. Emir'ül-Müminin
Ali b. Ebu Talib'in yaşlı adama verdiği cevapta bu husus vurgulanıyor.
Söz konusu açıklama, yüce Allah'ın sözünden çıkardığımız
sonuçla da uyuşuyor. Bir kısmında; ne cebri ne de tefvizi (başıboşluk)
doğrulamayan Kur'ân-ı Kerim'de yer alan ifadelerle konu kanıtlanmıştır.
Yüce Allah'ın şu sözü gibi: "Göklerin ve yerin mülkü
Allah'ındır." (Mâide, 18) "Senin Rabbin kullara zulmedici değildir."
(Fussilet, 46) "De ki: Al-lah, hayâsızlığı emretmez." (A'râf, 28) Bu konuda şöyle bir görüş ileri sürülebilir: Bir fiil bizim açımızdan
hayâsızlık veya zulüm olarak nitelendirilebilir; ama aynı fiil Allah'a
izafe edilince hayâsızlık veya zulüm olarak nitelendirilemez.
Çünkü yüce Allah'tan hayâsızlık veya zulüm vuku bulmaz. Ne var
ki, ayetin giriş kısmı özel işaretiyle bu anlamı reddeder özelliktedir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bir hayâsızlık işledikleri zaman:
"Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti"
derler. De ki: Allah hayâsızlığı emretmez." ayette "Allah bunu bize
emretti" denip ardından da hemen "Allah hayâsızlığı emretmez."
buyurulması, nefy-edilen hayâsızlıkla anlatılmak istenen şey "bunu"
sözcüğüyle işaret edilen şeyin aynısıdır. Dolayısıyla o "şey", ister
Allah'a izafe edilince hayâsızlık olarak nitelendirilsin, ister nitelendirilmesin
Allah'ın emretmeyeceği bir şeydir.
Bir diğer kısmında; Allah'ın sıfatları yöntemiyle konuya
yaklaşılmıştır. Şöyle ki; yüce Allah en güzel isimlere sahiptir. En
yüce sıfatlar O'nundur. Zorlama veya başıboşluk söz konusu
olursa, bu sıfatlar ve isimlerin bir kısmı doğru olmaz. Çünkü yüce
Allah kahredicidir, her şeye güç yetirendir, kerimdir, rahimdir. Her
şeyin varlığı O'ndan olmadığı sürece bu sıfatların anlamı
pekişmez, kesinlik kazanmaz. Aynı şekilde bu niteliklerin gerçekten
O'na ait olması için, eksiklik ve bozuklukların O'na dönük
olmaması, O'nun kutsal katının bunlardan münezzeh olması
gerekir. Nitekim et-Tevhid adlı eserden aktardığımız rivayetlerde
bu husus vurgulanıyor. Bir kısmında da cebir veya tefviz (başıboşluk) söz konusu olsaydı, bağışlanma dileme, kınama gibi şeylerin anlamsız olacağı
vurgulanarak meselede hak görüş kanıtlanmak istenmiştir.
Şöyle
ki; eğer günah kuldan kaynaklanan bir davranış olmasaydı, onun
bağışlanma dilemesi bir anlam ifade etmezdi. Eğer fiillerin tümü
Allah'tan olsaydı, o zaman fiiller arasında kınanma veya kınanmama
açısından bir fark olmazdı. Hâlbuki realite bunun aksidir.
Bu arada saptırma, mühürleme, azdırma gibi anlamların yüce
Allah'a izafe edilince ne anlamlar ifade ettiğini açıklayan rivayetler
de vardır.
Örneğin el-Uyûn adlı eserde, İmam Rıza'nın (a.s) yüce Allah'ın,
"Onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir." sözü
ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yaratıklarda olduğu gibi
yüce Allah 'terketmek'le, 'bırakıvermek'le nitelendirilemez. Ancak
O, kullarının küfürden ve sapıklıktan dönmeyeceklerini bilince, onlara
yönelik yardımını ve lütfunu keser. Onları kendi tercihleriyle
baş başa bırakır." [c.1, s.101, bab: 11] Yine el-Uyûn adlı eserde, İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği anlatılır:
"Allah onların kalplerini mühürlemiştir." Mühürleme, kâfirliklerinde
ısrar etmelerinden dolayı, kâfirlerin kalplerinin algılama
yeteneklerinin devre dışı bırakılmasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Tersine, kâfirliklerinden dolayı, Allah o kalplerin üzerini
mühürlemiştir. Artık çok azı hariç, onlar inanmazlar."1 [c.1,
s.101, bab: 11] Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Sadık'ın (a.s) "Allah...
çekinmez." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah'ın
bu sözü Allah'ın kullarını saptırdığını, sonra da sapıklıklarından
dolayı onları azaba çarptırdığını ileri sürenlerin, iddialarını çürütmektedir."
Bu ayetin açıklamasına daha önce yer verildi.
CEBİR VE SERBESTLİKLE İLGİLİ FELSEFÎ İNCELEME
Hiç kuşkusuz, dış âlemde türler olarak nitelendirdiğimiz şeyler,
türsel fiiller gerçekleştiren, türsel eserler bırakan olgulardır.
Gerçek şu ki biz türlerin varlıklarını, onların başkalarından tür olarak
farklı oluşlarını, ancak eserleri ve fiilleri aracılığı ile anlayabilmekteyiz.
Bu durum, onlardan duyu organlarımız aracılığı ile türlü
fiilleri gözlemlemek, başkalarından farklı eserleri algılamak şek-
linde olur. Duyu organları, gözlemlenen eserlerin ötesinde herhangi
bir gerçeği algılayamamaktalar.
Sonra burhan ve kanıtlama aracılığı ile, söz konusu eserlerin
meydana getirici nedenlerini ve oluştukları platformu belirleriz.
Sonra bu nedenler ve platformların, yani türlerin farklı olduklarına
karar veririz. Çünkü onlardan gözlemlediğimiz eserler ve fiiller
farklıdır. Örneğin, insanların ve diğer canlı türlerinin ortaya koydukları
eserlerde gözlemlenen farklılık, şöyle şöyle adlandırılan,
şu şu eserleri ve fiilleri sergileyen değişik türlerin varolduğuna karar
vermeyi bir zorunluluk hâline getirir.
Aynı şekilde arzular ve fiiller arasındaki farklılığı da ancak oluştukları
platformları veya özellikleri aracılığı ile belirleyebiliyoruz.
Konumu ne olursa olsun bütün fiiller, en başta iki kısma ayrılırlar.
a) Meydana gelişinde bilginin herhangi bir müdahalesi söz konusu
olmayan doğadan kaynaklanan fiiller. Büyüyüp gelişme ve
beslenme (bitkiler için) ve çeşitli hareketler (cisimler için) bu tür fiillerdendir. Sağlık, hastalık ve benzeri şeyler de bu kapsama girerler.
Bu fiiller bizim tarafımızdan biliniyor olsalar da ve bizimle birlikte
varolsalar da, bilginin onlara yönelik taalluku, varoluşları ve
sergilenişleri üzerinde hiçbir etkinlik sağlayamaz. Bu tür fiiller bütünüyle
doğal faillerine dayanırlar.
b) Bilginin, meydana gelişleri üzerinde etkin rol oynadığı, failden
bilinçli olarak kaynaklanan fiiller. İnsan ve öteki bilinçli canlıların
isteğe bağlı olarak sergiledikleri fiiller gibi. Bu tür fiilleri, faili,
bilgisinin taalluk etmesiyle, kendi tanımlamasıyla ve ayırt etmesiyle
gerçekleştirir. Bu konudaki bilgi, fiilin belirginleşmesini ve
başka fiillerden ayırt edilmesini sağlar. Bu ayırt etme ve belirginleştirme,
fail için kemal sayılacak bir mefhumun bu fiile tatbik edip
etmemesi açısından önem taşımaktadır. Çünkü kim olursa olsun
bir fail bir fiili ancak varlığının kemali ve eksikliğini gidermek
için yapar. Bilgiden kaynaklanan fiil, fail için kemal olan ile olmayan
şeylerin birbirinden ayırt edilmesi bakımından bilgiye muhtaçtır.
Bu noktadan bakınca görüyoruz ki, konuşan insan tarafından
düzenli harfler aracılığı ile ortaya konan sesler gibi özden kaynaklanan
fiiller, aynı şekilde, insanın nefes alıp vermesi gibi doğanın
da müdahalesi ile gerçekleşen fiiller ve aynı şekilde üzüntü, korku
veya bunun gibi bir etkenin sonucu insanın sergileme durumunda
kaldığı refleksler, failin uzun boylu düşünmesini gerektirmemektedir.
Çünkü burada fiil ve faile tatbik eden tek bir bilgi şekli söz
konusudur. Fiili bekleyen başka bir durum yoktur. İster istemez
böyle bir fiil işlenme durumunda kalıyor. Fakat, değişik bilgi şekilleri
olan fiiller böyle değildir.
Bu şekillerin bazısında insanın gerçek veya hayalî kemali söz
konusudur. Bazısında ise insanın ne gerçek ne de hayalî kemali
söz konusu değildir. Nitekim acıkmış Zeyd açısından ekmeğin durumu
bundan ibarettir. Ekmek onu doyuran ve açlığını gideren bir
şeydir. Ancak bu ekmek kendinin olabileceği gibi, başka birine de
ait olabilir. Temiz ve sağlıklı olabileceği gibi zehirli, pis ve insanı
tiksindirici de olabilir. İnsanın bu ekmeği yiyeyim mi yemeyeyim
mi diye düşünmesinin nedeni, bu niteliklerin hangisinin ekmeğe
uyarlandığını anlamak istemesidir. Niteliklerden biri kesinlik kazanıp
ötekileri devre dışı kalınca ve failin kemali de onda olunca,
fail hiçbir şekilde bu fiili işlemekten geri durmayacaktır. Birinci kısım
fiilleri "zorunlu fiiller" olarak adlandırıyoruz. Doğanın etkisi
sonucu oluşan fiiller gibi. İkinci tür fiilleri de, "irâdî fiiller" olarak
adlandırıyoruz. Yürümek ve konuşmak gibi.
Bilgi ve iradeden kaynaklanan "irâdî fiiller" de ayrıca iki kısma
ayrılır: Çünkü fiilin iki yönünden birini tercih ederek yapıp veya
yapmamak, ya başkalarından etkilenmeksizin failin kendisine dayalıdır.
Yanında bulunan bir ekmeği yemeyi düşünen aç kimse gibi.
Bu adam, ya başkasının malı olduğu ve onun izni olmadan yememesi
gerektiği için onu yememeyi tercih edecek ve yemeyecek
ya da onu yemeyi yeğleyecek ve yiyecektir. Ya da fiilin tercihi ve
belirginleşmesi başka bir şeyin etkisine dayalıdır. Bir zorba tarafından
ölümle veya başka bir şeyle tehdit edilerek herhangi bir fiili
işlemeye zorlanan, dolayısıyla kendi seçimi ve isteği ile belirginleştirmeksizin
söz konusu fiili zorlanarak işleyen kimse gibi.
Birinci kısım fiiller, ihtiyarî, yani isteyerek yapılan fiillerdir. İkinci
kısma girenler ise, icbarî, yani zorlama sonucu işlenen fiillerdir.
Şöyle ki; sen iyice düşündüğün zaman görürsün ki, icbarî bir fiili,
gerçi bir zorlayıcının zorlamasına isnat ederiz ve zorlama aracılığı
ile yapma veya yapmama şıklarından birinin imkânsızlaştığını
dolayısıyla fail için tek bir şıkkın kaldığını söyleriz, ancak icbarî fiil
de tıpkı ihtiyarî fiil gibi, ancak zorlanan failin yapmayı yapmamaya
tercih etmesiyle gerçekleşebilir. Zorlayan kimsenin fiilin gerçekleşmesinde
büyük rolü olması hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü tercihi
zorlayıcının zorlamasına ve tehdidine dayanıyor olsa bile, failin
kendisi yapmayı yapmamaya tercih etmediği sürece fiil
gerçekleşmez. Yozlaşmamış vicdan bunun en büyük tanığıdır.
Böylece anlaşılıyor ki, irâdî fiillerin "ihtiyarî" (isteğe bağlı) ve "icbarî"
(zorlamalı) olmak üzere ikiye bölünmesi, bölünen fiili zat ve
sonuçlar açısından iki farklı türe ayıran gerçek bir bölünme değildir.
Çünkü "iradî fiil" bilgiye dayalı bir tercih ve tayine muhtaçtır ki,
fiilin kaderini belirlesin. Bu da, hem "ihtiyarî" ve hem de "cebrî" fiilde
eşit düzeyde bir gerekliliğe sahiptir. İki fiilden birinde failin
tercihi kendi temennisine, diğerinde bir dış etkene dayanıyor olması,
sonuçların farklılaşmasına yol açan türsel bir farklılığa sebep
olmaz.
Nitekim bir duvarın dibinde gölgelenen kimse, duvarın yıkılmak
üzere olduğunu fark edip korkarak oradan ayrılırsa, bu fiili,
"ihtiyarî fiil" olarak tanımlanır! Ama eğer bir zorba gelir ve "eğer
kalkmazsan duvarı üzerine yıkarım" diye tehdit ederse, o da korkarak
oradan ayrılırsa, bu fiili "icbarî fiil" olarak nitelendirilir. Oysa
iki fiil ve iki tercih arasında temelde bir fark yoktur. Sadece tercihlerden
biri zorbanın iradesine dayanıyor.
Eğer desen ki: "İki fiilin birbirlerinden farklı olduklarının anlaşılması
için, ihtiyarî fiilin, meydana gelişi ile fail katındaki bir maslahatla
uyuşmasının bilinmesi yeterlidir. Övgü ve yergi de bu tür
bir fiili izler; sevap ve ceza gibi daha birçok sonuç da bu tür fiiller
için söz konusudur. İcbarî fiilde ise, durum bundan farklıdır. Bu tür
bir fiili yukarıdaki sonuçlardan herhangi birisi izlemez." denecek
olursa buna vereceğim cevap şudur:
Durum söylendiği gibidir, ancak bu sonuçlar, nihai toplumsal
kemale uygun olarak akıllı insanların yaptıkları değerlendirmelerden
ibarettirler. Dolayısıyla bunlar itibarî sonuçlardır, gerçek değil.
Bu yüzden cebir ve ihtiyar meselesi felsefî bir mesele değildir.
Çünkü felsefi meseleler, dış âlemde yer alan varlıkları ve onların
objektif sonuçlarını kapsarlar. Fakat sonuç olarak akıllı insanların
değerlendirmelerinden ibaret olan itibarî kavramlar felsefî bir araştırmaya
tâbi tutulmaz ve aklî kanıtlarla ret veya ispat edilmez.
Şu hâlde felsefî bir araştırmada söz konusu meseleyi başka bir
yöntemle ele alıp şöyle demeliyiz:
Hiç kuşkusuz meydana gelen her mümkün bir illete muhtaçtır.
Bu hüküm, kanıt yoluyla sabittir. Aynı şekilde, hiç kuşkusuz bir
"şey" zorunlu olmadıkça var olmaz. Çünkü bir şeyin varlığı herhangi
bir belirleyici tarafından belirlenmediği sürece, o şey eşit bir
şekilde varlığa da, yokluğa da izafe edilir. Dolayısıyla bir şey, bu
eşitlik konumunu korumakla beraber varolamaz. Çünkü bir şey
varolduğu sürece zorunlulukla nitelenmek durumundadır. Bu zorunluluğu
da hiç kuşkusuz illeti tarafından kazanmıştır. Dolayısıyla
varlıklar âlemini bir bütün olarak ele aldığımız zaman, tümü de
varlığı zorunlu olmak üzere birbirine bağlı ardışık halkalardan oluşan
bir zincir gibi görürüz. Bu zincirde varlığı mümkün olarak nitelendirilebilecek tek bir halkaya rastlanmaz.
Ayrıca, söz konusu zorunluluk nispeti, dört illet, şartlar ve hazırlayıcılar
gibi malûlün, yalın veya birçok şeyden meydana gelen
bileşik nitelikli tam (eksiksiz) illetine izafe edilmesinden kaynaklanıyor.
Fakat söz konusu malûl illetin bazı parçalarına veya söz
gelimi başka bir şeye izafe edilirse, bu izafe zorunlu olarak mümkünlük
nispeti niteliğini kazanır. Bu durum son derece açıktır. Eğer
bu nispet, zorunluluk niteliğini taşıyor olsaydı, tam (eksiksiz) illete,
tam (eksiksiz) illet olmasıyla beraber ihtiyaç duyulmaz olurdu.
Şu hâlde, içinde yaşadığımız doğaya iki sistem egemendir: Zorunluluk
sistemi ve mümkünlük sistemi. Zorunluluk sistemi, eksiksiz
tam illetlere ve onların malûllerine hakimdir. Bu sistemin
parçaları arasında, kesinlikle ne zat ve ne de zatın fiili açısından
mümkünlük niteliğine sahip bir parçaya rastlanmaz. Mümkünlük
sistemi ise, madde, maddenin alabileceği şekilleri ve madde tara-
fından kabul edilmesi imkân dahilinde olan sonuçları kapsar. Söz
gelimi, insanın ihtiyarî fiillerinden biri ele alınırsa, bu fiil, tam iletine
kıyasla -ki o; insan, ilim, irade, kullanıma elverişli madde, mekân
ve zamanla ilgili şartların gerçekleşmesi ve engellerin ortadan
kaldırılması ve kısaca fiilin var olmak için ihtiyaç duyduğu her
şeydir- gereklilik ve zorunluluk niteliğine sahip olur. Ama bu fiil
sadece insana izafe edilirse, -ki insan, tam illetin sadece bir parçasıdır-
o zaman mümkünlük niteliğine sahip olur.
Kaldı ki, yerinde açıklandığı gibi illete ihtiyaç duyuluyor olmasının
sebebi, varlığın mümkün niteliğine sahip bir varlık olmasıdır.
Yani bağımlı olmasıdır, gerçeklik bakımından kendi başına bir varlık
ifade etmemesidir. Çünkü bağımlılık zinciri sonuçta kendi başına
bağımsız olan bir varlıkla noktalanmazsa, muhtaçlık ve yoksulluk
zinciri öyle devam eder.
Buradan hareketle şu sonuçları elde ediyoruz: a) Malûl illetine dayanıyor olmakla, mümkünlük zincirinin son
bulduğu zorunlu illete muhtaç olmaktan kurtulmaz. b) Bu muhtaçlık, var olmak bakımından olduğu için bütün varoluşsal
özelliklerinin, illetleri ile olan bağlantılarının, zaman ve
mekânla ilgili koşullarının korunmuş olmasıyla birlikte söz konusudur. Böylece iki şey açıklık kazanmış oluyor:
1- İnsan, diğer tüm doğal olgular ve onların doğal fiilleri düzeyinde
varoluşsal olarak ilâhî iradeye dayandığı gibi, insanın fiilleri
de varoluşsal olarak ilâhî iradeye dayalıdırlar. Dolayısıyla Mutezile
ekolünün, "insanın fiilleri varoluşsal olarak Allah'ın iradesine bağlı
değildir" şeklindeki iddialarıyla kaderi inkâr etmeleri temelden
yanlıştır. Bu dayanma, varoluş için kaçınılmaz bir durum olduğu için,
malûlün varoluşsal özellikleri de burada etkin rol oynar.
Şu hâlde her malûl, kendine özgü varoluş sınırları içinde illetine
dayalıdır. Bir insan bireyi de baba, ana, zaman, mekân, şekil,
nicelik, nitelik ve diğer maddî etkenlerden müteşekkil tüm varoluşsal
sınırlarıyla ilk illete dayandığı gibi, insanın fiilleri de tüm varoluşsal
nitelikleriyle birlikte ilk illete dayanır. Örneğin şu fiil ilk illete
ve zorunlu olan iradeye intisap ettiği zaman, bu durum onu,
asıl konumunun dışına çıkarmaz. Söz gelimi, insan iradesinin et-
kinliğini geçersiz kılmaz. Çünkü zorunlu ilâhî irade, ancak irade ve
ihtiyar sonucu insandan sadır olan fiile taalluk eder. Eğer bu fiil,
gerçekleştiği zaman irade dışı ve istem dışı olursa, bu durum yüce
Allah'ın iradesinin gerçekleşmemesi demektir ki, bu da yüce Allah
açısından imkânsızdır. Bu yüzden Cebriye anlayışına sahip
Eş'arîlerin, "İlâhî iradenin isteme bağlı fiillere taalluk edişi irade ve
istemin etkinliğini geçersiz kılar." şeklindeki görüşleri temelden
yanlıştır.
Doğruluğunda kuşku olmayan kesin gerçek şudur: İnsanların
fiilleri hem faile ve hem de ilâhî iradeye izafe edilirler ve bu iki
nispetlilik birbirlerini geçersiz kılmazlar. Çünkü bunlar, birbirlerinin
karşısında değil, yanındadırlar. 2- Fiiller eksiksiz illetlerine izafe edildikleri gibi (Bu izafe edilişin,
zorunlu olarak eksiksiz illetlerine izafe edilen diğer olgular gibi
zorunlu ve gerekli olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun) eksiksiz illetlerinin
bazı cüzlerine de -insan gibi- izafe edilirler. (Bu izafe edilişin
ise mümkünlük niteliğine sahip olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun.)
Şu hâlde zorunlu ve eksiksiz illetinden dolayı herhangi bir fiilin
varoluşsal olarak zorunluluk niteliğine sahip olması, bu fiilin bir
başka açıdan varoluşsal olarak mümkünlük niteliğine sahip olmasına
engel değildir.
Öyleyse, önce de söylediğimiz gibi iki türlü nispet vardır ve
bunlar arasında bir çelişki yoktur. Dolayısıyla günümüzde materyalistlerin
ve çağdaş filozofların ortaya attıkları doğa sisteminin
determinizminin evrenselliği ve isteme bağlı fiillerin geçersizliği
şeklindeki teori yanlıştır. Aksine, evrensel sistemin dayanağı olan
gerçek şudur:
Olaylar eksiksiz illetleri bakımından zorunlu birer varoluşa sahiptirler.
Ama maddeleri ve illetlerinin parçaları bakımından varoluşları
mümkünlük niteliğine sahiptir. İnsanın fiil ve davranışlarında
da temel ölçü budur. Davranışlarının konumsal dayanağı umut,
terbiye ve eğitim gibi olgulardır. Varlığı zorunlu ve gerekli olan olguları,
terbiye ve eğitime dayandırmak bir anlam ifade etmez. Bu
hususta umuda da dayanılmaz. Ne demek istediğimiz son derece
açıktır.
28- Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz. O sizi diriltti,
yine öldürecek, yine diriltecek; sonra O'na döndürüleceksiniz.
29- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra
göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Burada ikinci kez başa dönülüyor. Yüce Allah surenin giriş bölümünde
bazı açıklamalarda bulunduktan sonra, tümünü özetleyen
şöyle bir ifadeye yer vermişti: "Ey insanlar Rabbinize kulluk
sununuz..." Sonra bir kez daha meseleye dönüyor ve daha ayrıntılı
bir açıklamada bulunuyor: "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz" diye başlayan
on iki ayette insan gerçeği, yüce Allah'ın onun özüne yerleştirdiği
kemal özellikleri, varoluşunun kapsamı, bu varlığın geçmek
zorunda olduğu ölüm, hayat, sonra tekrar ölüm, sonra tekrar hayat
ve ardından Allah'a dönüş gibi aşamalar ayrıntılı biçimde açıklanıyor.
Bu ayetlerde yüce Allah'ın insana bahşettiği varoluşsal ve yasal
nitelikli özel bağışlara, lütuflara değiniliyor. Buna göre, insan
ölüydü, Allah onu diriltti, sonra onu öldürecek ve ardından tekrar
diriltip huzuruna götürecektir. Allah yerde olan her şeyi onun için
yaratmıştır. Gökleri ona musahhar etmiştir. Onu yeryüzünde kendi
halifesi olarak görevlendirmiştir. Melekleri ona secde ettirmiştir,
daha önce de babasını cennete yerleştirmişti, ona tövbe kapılarını
açmıştı. Nasıl kulluk sunacağını ve doğru yolu göstermek suretiyle
lütufta bulunmuştu. Bu açıklamalar, ayet-i kerimenin akışıyla da
uyum içindedir: "Allah' ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz,
O, sizi, diriltti..." Görüldüğü gibi ayetin akışı, kınama ve nimetleri
hatırlatma yönündedir. "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz." Bu ayet içerik olarak
yüce Allah'ın şu sözünü andırıyor: "Dediler ki: Rabbimiz, bizi
iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik.
Şimdi çıkmak için bir yol var mı?" (Mü'min, 11) Bu ayet dünya ile
ahiret arasında bir ara dönemin (berzah) varlığına kanıt olarak
gösterilen ayetlerdendir. Çünkü burada iki kez öldürmeden söz ediliyor.
Eğer bunlardan biri insanın dünyadan ayrılışına yol açan
ölümse, bu durumda bu ikinci ölümün tasviri bakımından iki ölüm
arasında bir hayatın kaçınılmazlığı gündeme geliyor ki, bu berzah
âlemidir. Bu da bize göre berzah âlemini ispat için yeterli bir kanıttır.
Bazı rivayetlerde de bu kanıtlamaya rastlamaktayız.
Fakat berzah hayatını inkâr edenler, bu iki ayetin, yani "Nasıl
inkâr edersiniz..." ve "Dediler ki: Ey Rabbimiz" ayetlerinin akışının
bir amaca yönelik olduğunu söylerler. Çünkü her iki ayette de iki
ölümden ve iki hayattan söz ediliyor. Şu hâlde vurguladıkları gerçek
de aynı olmalıdır. Birinci ayette açıkça görülüyor ki, ilk ölüm,
insanın, dünya hayatında kendisine ruh verilmeden önceki hâlidir.
Şu hâlde birinci ölüm ve hayatla dünya hayatından önceki ölüm ve
dünya hayatı kastediliyor. İkinci ölüm ve hayatla da, dünyadaki
ölümle ahiretteki diriliş kastediliyor. İkinci ayetteki aşamalarla da
birinci ayetteki aşamalar kastediliyor. Dolayısıyla bu ayetlerde
berzah hayatına ilişkin bir işaret yoktur.
Ama bu, büyük bir yanılgıdır. Çünkü her iki ayetin akışı farklı
mesajları vurgulamaya yöneliktir. Çünkü birinci ayette bir ölümden,
bir öldürmeden ve iki diriltmeden söz ediliyor. İkinci ayette
ise, iki öldürmeden ve iki diriltmeden bahsediliyor. Bilindiği gibi
ölümün aksine, öldürmenin öncesinde hayatın varlığı kaçınılmazdır.
Hayat olmazsa, öldürme olmaz. Şu hâlde birinci ayette sözü
edilen ilk ölüm, ikinci ayette sözü edilen ilk öldürmeden farlıdır.
Dolayısıyla, "Bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin" ifadesindeki
ilk öldürmenin dünya hayatından sonraki öldürme olduğu anlaşılıyor.
Ondan sonraki diriltme ise berzah hayatı içindir. İkinci öldürme
ve diriltme ise ahiretteki diriliş günü içindir. "Siz ölüler idiniz,
sizi dirilttik." ifadesinde ise, dünya hayatından önceki ölüm hâli
kastediliyor. Bu ise, öldürmeden ayrı bir durumdur. Burada kast
edilen hayat da dünya hayatıdır. "Sonra O'na döndürüleceksiniz"
ifadesinde ise, "sonra" edatıyla "diriltme" ile "döndürülme" arasında
bir ara dönemin varlığı ifade ediliyor. Bu ifade tarzı, bizim
yaptığımız açıklamayı pekiştirici niteliktedir.
"Siz ölüler idiniz." ifadesi insanın varoluşuna ilişkin temel bir
gerçeği dile getiriyor. İnsanın varoluşu, dönüşen, tekâmül eden bir
varoluştur. İnsan değişen ve dönüşen varoluş çizgisini tedricî olarak
geçer. Bu çizgi aşamalara bölünmüş hâldedir. Buna göre, insanoğlu
dünyaya gelmeden, varoluşa adımını atmadan önce ölüydü.
Sonra Allah tarafından diriltildi. Sonra öldürme ve diriltilme olguları
aracılığı ile durumdan duruma dönüşür. Böylece sürüp gider.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve insanı yaratmağa
çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, basbayağı bir
sudan yaratmıştır. Sonra onu düzeltti ve ona kendi ruhundan üfledi."
(Secde, 7-9) "Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların
en güzeli Allah, ne yücedir." (Mü'minûn, 14) "Dediler ki: Üzerinize
vekil edilen ölüm meleği, canınızı alır." (Secde 10-11) "Sizi
ondan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız."
(Tâhâ, 55)
Gördüğün gibi ayetler (yeri gelince daha ayrıntılı bilgi vereceğiz)
insanın yeryüzünün ayrılmaz, koparılmaz bir parçası olduğunu
ifade etmektedirler. Bir varlık olarak yerden çıkmıştır. İnsan, sonra
çeşitli evrelerden geçerek gelişimini tamamlamış ve bir aşamaya
ulaşınca da, orada bambaşka bir yaratığa dönüşmüştür, bambaşka
bir yaratık olmuştur. Bu son ve mükemmel şeklini söz konusu
dönüşümle sağlamıştır. Ardından ölüm meleği gelip insanı bir şekilde
bedeninden ayırıyor, canını alıyor. Sonra Allah'a dönüyor. İşte
insanın varoluş süreci budur.
Ayrıca ilâhî plânlama insanı öyle bir kalıba sokmuştur ki, yer
ve gök menşeli tüm varlıklarla irtibata geçebilmekte, hayvanı, bitkisi,
madeni, su ve hava gibi diğer öğeleriyle en basit hücrelisinden
en karmaşık hücrelisine kadar tüm yaratıklarla bağlantı kurabilmektedir.
Aslında doğada yer alan tüm varlıklar böyledir. Her
varlık etkilemek, etkilenmek ve varlığını sürdürebilmek için baş-
kasıyla irtibata geçmek zorundadır. Yaratılışı bunu gerektirmektedir.
Ancak bu arada insanın manevra alanı ve çalışma kapasitesi
diğerlerinden daha geniş boyutludur. Nasıl mı? Bu donanımsız varlık,
hayatındaki birtakım basit amaçlarına ulaşmak için doğada
yer alan diğer varlıklarla yaklaşmak, uzaklaşmak, bir araya gelmek
ve ayrılmak şeklinde gerçekleşen hareketlerle ortak yöne
sahip olsa da, kavrama ve düşünme yeteneğine sahip olması bakımından
kendine özgü bazı tasarruflarda bulunur ki, bu, öteki
varlıkların gücünü aşar. İnsan bu yeteneği ile çevresindeki olguları,
varlıkları ayırır, birleştirir, bozar ve ıslah eder. İnsanın etkinlik
alanına girmeyen hiçbir varlık yoktur. Kimi zaman, doğada elde
edemediği bir şeyi doğaya öykünerek teknoloji aracılığıyla meydana
getirir. Zaman olur, doğaya doğayla karşı koyar.
Kısacası insan her amaç için, her şeyden yararlanır. Bu ilginç
canlı türünün üzerinden geçen bunca zaman, tasarruf alanını genişletmesi
ve bakışlarını daha derine nüfuz edici kılması için ona
destek olmuştur. Çünkü Allah, sözleriyle gerçeği ortaya çıkarmak
ve şu sözünün pratikte doğrulanmasını istemiştir: "Göklerde ve
yerde ne varsa hepsini kendinden size boyun eğdirdi." (Câsiye, 13) "Sonra göğe yöneldi..." (Bakara, 29) Sözün, lütfun tamamlanması
için sağlanan nimetlerin açıklanması amacına yönelik olması gösteriyor
ki, yüce Allah'ın göğe yönelmesi de insan içindir. Gökyüzünün
yedi gök hâlinde düzenlenmesi de onun içindir.
Daha önce anlattıklarımız insanın varoluş süreci olarak izlediği
yolu ortaya koyuyordu. Şimdiki açıklamamız ise, insanın evrensel
boyuttaki tasarruf alanının sınırlarını belirliyor. Yüce Allah insanlık
âleminden bunları anlatıyor; nereden başladığını ve bu sürecin
nerede noktalanacağını dile getiriyor.
Şu kadarı var ki, Kur'ân-ı Kerim insanın dünya hayatının
başlangıcını doğadan alıp zaman zaman onunla irtibatlı olarak
gündeme getiriyorsa da, bu sürecin başlangıcını noksan sıfatlardan
münezzeh olan yüce Allah'la da bağlantılı olarak söz
konusu ediyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sen hiçbir
şey değilken, daha önce seni de yaratmıştım." (Meryem, 9) "İlkin
var eden, sonra geri çevirip yeniden yaratan O'dur" (Bürûc, 13)
Şu hâlde insanoğlu, evren beşiğinde yetiştirilip terbiye edilen,
yaratılış ve varoluş memelerinden beslenen ve çeşitli varoluş aşamalarından
geçen bir yaratıktır. Hayat çizgisinin ölü doğa ile sıkı
bir ilişkisi vardır. Aynı şekilde öz yaratılış ve yoktan var edilme bakımından
da yüce Allah'ın emrine ve sınırsız egemenliğine bağlıdır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "O'nun emri, birşeyi istedi
mi ona, sadece 'ol' demektir, o da hemen oluverir." (Yâsîn, 82) "Biz
bir şeyi istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'ol'
dememizdir; derhâl oluverir." (Nahl, 40) Bu, meselenin başlangıcı
ile ilgili açıklamadır.
Dönüş açısından ise, insanın izlediği yol ikiye ayrılır: Mutluluk
ve mutsuzluk yolu. Sonunda insanı yüceler âlemine ulaştırmaya
en elverişli olanı mutluluk yoludur. İnsan bu yolu Rabbine ulaşana
kadar izler. Mutsuzluk yolu ise, menzile uzak düşer ve sonunda insanı
aşağıların aşağısı bir konuma düşürerek âlemlerin Rabbinin
huzuruna çıkarır. Yüce Allah tüm varlıkları çepeçevre kuşatmıştır.
Fatiha suresinde yer alan, "Bizi doğru yola hidayet et." ayetini incelerken
bu hususa ilişkin açıklamalarda bulunmuştuk.
İnsanın izlediği yola ilişkin genel bir değerlendirmeydi bu. Onun
dünya hayatından önceki, dünya hayatındaki ve dünya hayatından
sonraki hayatı ile ilgili açıklamalara da yeri geldikçe yer vereceğiz.
Şu kadarı var ki, Kur'ân-ı Kerim bu meseleyi, hidayet, sapıklık,
mutluluk ve mutsuzluk durumlarıyla olan bağlantısı dolayısıyla
gündeme getiriyor. Hedefinin dışında kalan hususları ise, üstü
kapalı olarak geçiyor.
"Onları yedi gök olarak düzenledi." İnşaallah "Fussilet" suresinin
ilgili ayetinde "gök" kavramı üzerinde etraflı bir değerlendirme yapıp
ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
30- Hani bir zaman Rabbin, meleklere; "Ben, yeryüzünde bir
halife yaratacağım." demişti. Onlar da: "Orada bozgunculuk yapacak
ve kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek
tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." dediler. Allah: "Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim" dedi.
31- Ve Âdem'e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere
sundu ve "Eğer doğru söylüyorsanız, bunların isimlerini bana
haber verin." dedi.
32- Dediler ki: "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim
hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz sen, bilensin, hikmet sahibisin." 33- (Allah:) "Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver."
dedi. O, bunları onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: "Ben
size, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim, sizin açığa vurduğunuzu
ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim, dememiş miydim?"
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Yukarıdaki ayet-i kerimeler insanın yeryüzüne indiriliş gayesini,
yeryüzüne halife olarak atanmasının mahiyetini, bu misyonu-
nun sonuç ve özelliklerini açıklamaktadır. Bu kıssa, Kur'ân-ı Kerim'de
yer alan diğer kıssaların aksine sadece burada gündeme
getirilmiştir.
"Hani bir zaman Rabbin... demişti..." İleride yüce Allah'ın "demesinin",
meleklerin "demelerinin" ve şeytanın "demesinin" ne anlam
ifade ettiğini açıklayacağız, inşaallah.
"Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?
Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." Görüldüğü
kadarıyla melekler, yüce Allah'ın "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım." sözünden, yeryüzünde bozgunculuğun yaşanacağını
ve kan döküleceğini anlıyorlar. Çünkü yer menşeli maddî varlık,
öfke ve ihtiras güçlerinin bir bileşkesidir. Yaşanılacak yurt da didişme,
sürtüşme yurdudur. Her bakımdan sınırlıdır. Her an çekişmeye
yol açacak niteliktedir. Bileşimleri çözülmeye elverişlidir.
Düzeni ve ıslah edilmiş yanları yeniden bozulabilir, sistemi allak
bullak olabilir. Burada ancak türsel bir hayat sürdürülür. Birleşme
ve dayanışma olmadığı sürece kalıcılık olmaz.
Buradan anladılar ki, yeryüzünde sözü edilen halifelik, ancak
bireylerin bir araya gelmesiyle gerçekleşen toplumsal hayatta söz
konusudur. Böyle bir düzende de bozgunculuk ve kan dökücülük
kaçınılmazdır.
Halifelik misyonu ise, tam anlamıyla bu misyonun asıl sahibi
temsil edilmedikçe gerçekleşmez. Yani halife, bu makamın asıl
sahibinin adına yönetme, hükmetme ve düzenleme salahiyetine
sahip olmalıdır. Yeryüzünde temsil edilmek istenen yüce Allah,
varlığı itibariyle en güzel isimlere sahiptir. Güzellik ve yücelikle ilgili
en üstün nitelikler O'nundur. Zatı açısından noksanlıklardan
münezzehtir, fiilleri bakımından kötülükten ve bozgunculuktan
uzaktır, yücedir.
Yer menşeli bir halife bu hâliyle Allah'ın halifesi olmaya lâyık
değildir. Her türlü noksanlığı barındıran varlığıyla, noksanlıklardan
münezzeh, her türlü yokluktan beri olan, ilâhî varlığın yerine
halife olamaz. Toprak nerede, sahiplerin sahibi, ortaksız Rab nerede!
Meleklerin sarf ettikleri bu sözler, bilmedikleri hususları öğrenme,
söz konusu halifeyle ilgili olarak içinden çıkamadıkları
meseleleri çözüme kavuşturma amacına yöneliktir. Yoksa her-
hangi bir itiraz veya karşı çık-ma söz konusu değildir. Bunun kanıtı
da yüce Allah'ın onlar adına aktardığı şu ifadedir: "Şüphesiz sen
bilensin, hikmet sahibisin." Cüm-lenin ifade biçiminden meleklerin
teslimiyetçi bir tavır içinde oldukları anlaşılıyor.
Meleklerin sözlerinden çıkan sonuç şudur: Halife tayini, ancak
halifenin, kendisini tayin eden yüce zâtı, tüm noksanlıklardan tenzih
ederek övmesi ve varlığı ile onun kutsiyetini kanıtlaması içindir.
Yer menşeli bir varlık ise, bunu gerçekleştiremez. Tersine bu
konumunu ve işlevini bozgunculuk ve kötülük uğrunda kullanacaktır.
Bu görevlendirmenin amacı, Allah'ı tesbih etmektir, O'nu
noksan sıfatlardan tenzih etmektir. Bu ise, bizim seni tesbih etmemizle,
sana hamd etmemizle, seni noksan sıfatlardan tenzih
etmemizle gerçekleşmiş bulunmaktadır. Öyleyse senin halifelerin
biziz veya bizi kendine halife kıl. Şu yer menşeli hilafetin sana ne
faydası olacaktır? Yüce Allah onların bu değerlendirmelerini şu
sözleriyle cevaplandırıyor: "Dedi ki: 'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.'
Ve Âdem'e isimlerin tümünü öğretti."
Ayetlerin akışından öncelikle şu husus anlaşılıyor: Söz konusu
halifelik, yüce Allah adınadır. Bazı tefsir âlimlerinin ihtimal verdikleri
gibi, insanlardan önce yaşayan bir tür canlı adına değildir bu
halifelik. İddiaya göre bu canlı türü yok olunca yüce Allah insanları
onlara halife kılmak istemiştir. Ama bu doğru değildir. Çünkü yüce
Allah'ın onlara, Âdem'e isimleri öğretmek suretiyle verdiği cevap,
söz konusu iddiayla bağdaşmıyor. Bundan dolayı, hilafet Hz. Âdem'in
(a.s) şahsıyla sınırlı değildir. Bir ayırım gözetilmeksizin tüm
soyu bu görevde ona ortaktır. İsimlerin öğretilmesi, bu bilginin insanın
özüne yerleştirilmesi demektir. Nitekim, bunun etkisi yavaş
yavaş ama kesintisiz olarak kendini belli eder. İlâhî hidayet söz
konusu olursa insan, bu bilgiyi kuvveden fiile geçirebilir.
Halifeliğin tüm insanları kapsadığı yüce Allah'ın şu sözünde de
vurgulanmaktadır: "Hani sizi, Nuh kavminden sonra, halifeler kıldı."
(A'râf, 69) Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Sonra
sizi yeryüzünde halifeler yaptık." (Yûnus, 14) Konuyla ilgili bir diğer
ayet de şudur: "Ve sizi yeryüzünün halifeleri yapıyor." (Neml, 62)
Ayetlerin akışından çıkan ikinci sonuç da şudur: Yüce Allah
yeryüzü halifesinin bozgunculuk yapacağını ve kan dökeceğini
reddetmiyor ve meleklerin kendisini tesbih edip noksanlıklardan
tenzih ettikleri şeklindeki iddialarını da yalanlamıyor. Ancak yeni
bir şey ortaya koyuyor. Meleklerin kaldıramayacakları bir olgudan
söz ediyor. Ama yer menşeli bu halife bu yükümlülüğü kaldıracak
kapasitededir. O, yüce Allah'tan bir örnek alabilmekte, bir sır taşıyabilmektedir ki, meleklerin buna güçleri yetmez. Bu yeteneğiyle
de bozgunculuk ve kan dökücülük niteliği telafi edilmiş olur.
Yüce Allah, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" şeklindeki sözünü
ikinci kez, "Ben size, 'Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim.'
dememiş miydim?" sözüyle değiştiriyor. Bu gaybdan maksat, isimlerdir;
Âdem'in isimlere ilişkin bilgisi değildir. Yani melekler,
kendilerinin bilmedikleri birtakım isimlerin varlığından haberdar
değildiler. Bilgisizlikleri, bu isimleri biliyorlardı da Âdem'in bunları
bildiğini bilmiyorlardı, şeklinde değildi. Aksi takdirde yüce Allah'ın
bu isimleri onlardan sormasının anlamı olmazdı ve "Ey Âdem,
bunlara onların isimlerini haber ver" sözü ile yetinilir; onlar da
Âdem'in de bu isimleri bildiğini anlarlar, mesele bitip giderdi.
Oysa ayette, "Bunların isimlerini bana haber verin" diye meleklere
soru yöneltilmiştir. Bu ifade tarzından anlaşılan o ki; melekler
ha-lifelik misyonuna taliptiler, ama sonunda Hz. Âdem'in bu
iş için seçilmiş olmasını kabul etmek durumunda kaldılar. Çünkü
halifelik misyonunu üstlenecek biri, isimleri bilmek zorundadır. Bu
yüzden yüce Allah, meleklere isimleri soruyor, onlar bilemiyorlar,
ama Âdem biliyor. O zaman Âdem'in halifelik misyonuna lâyık olduğu
ve bu hususta meleklerden daha üstün olduğu ortaya çıkıyor.
Yüce Allah meleklere yukarıdaki soruyu yöneltirken "eğer
doğru söylüyorsanız" şeklinde bir ifade kullanıyor, bu da gösteriyor
ki, melekler isimleri bilmeyi gerektiren bir iddiada bulunmuşlardı,
bir misyona talip olmuşlardı.
"Âdem'e isimlerin tümünü öğretti, sonra onları meleklere sundu."
Buradan anlaşılıyor ki, bu isimler veya isimlerinden söz edilen varlıklar,
akıl sahibi canlı varlıklardı. Bunlar gayb perdesinin altında
bulunuyorlardı ve onların isimlerini bilmek, bizim şu andaki eşyaların
isimlerini bilişimize benzemiyordu. Yoksa, Hz. Âdem'in söz
konusu isimleri meleklere haber vermesi sırasında onlar da bu isimleri
öğrenirler ve bilgi bakımından Âdem'le aynı düzeye gelirlerdi.
Dolayısıyla Hz. Âdem'in meleklere karşı bir üstünlüğü söz konusu
olmazdı.
Çünkü eğer Allah bu isimleri meleklere öğretmiş olsaydı, onlar
da Âdem'in düzeyine gelirler, belki de ondan üstün olurlardı. Bu
durumda da melekleri ikna eden veya gerekçelerini geçersiz kılan
bir durum söz konusu olmazdı. Çünkü, yüce Allah'ın öğretmesiyle
bir adamın birtakım sözcükleri bilmesi, onu Allah'ın emrini eksiksiz
yerine getiren meleklerden üstün kılmaz. Bu bilgi Allah'ın, "Bu
benim halifemdir ve benim katımda meleklerden daha üstün bir
konuma sahiptir." buyurmasına sebep olmaz.
Yüce Allah'ın meleklere, "İnsanların ileride duygu ve düşüncelerini
anlatmak, aralarında anlaşmak için kullanacakları kelimeleri
söyleyin; eğer iddianızda veya halifeliğimi istemenizde doğru iseniz!"
buyuracağını düşünemeyiz. Çükü dil bilmenin kemal sayılması,
kalplerin içindeki amaçları bildirmesinden ileri geliyor. Bu
duyguları ifade etmek için meleklerin konuşmaya ihtiyaçları yoktur.
Onlar duyguları, düşünceleri vasıtasız algılarlar. Dolayısıyla onlar
bu hususta konuşmanın da ötesinde bir mükemmelliğe
sahiptirler.
Kısacası, Hz. Âdem'in onlara isimleri haber vermesi sonucu
meleklerde oluşan bilgi, yüce Allah'ın isimleri öğretmesi ile Âdem'de
meydana gelen gerçek bilgiden farklıdır. Bu iki bilgiden
sadece biri, melekler ve kapasiteleri açısından mümkündür. Hz.
Âdem, isimleri meleklere haber vermesinden dolayı değil, isimlere
ilişkin gerçek bilgisinden dolayı halifelik misyonunu hakketmişti.
Nitekim melekler cevap niteliğinde şöyle demişlerdi: "Sen yücesin;
bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur."
Böylece bilgi hususunda olumsuz bir konuda olduklarını kabul ediyorlar.
Şimdiye kadar sunduğumuz açıklamalardan çıkan sonuca göre,
söz konusu nesnelerin isimlerini bilmek, onların gerçek mahiyetlerini,
somut varlıklarını bilmek şeklinde olmalıdır. Yani sırf, bir
kavramı ifade etmeye yönelik bir kelimeyi bilmek yeterli değildir.
Şu hâlde söz konusu nesneler, göklerin ve yeryüzünün bilinmezlik
perdesi altında gizli olan birtakım dışsal olgular ve somut varlıklardır.
Bu nesneleri asıl nitelikleriyle bilmek de, ancak yer menşeli
bir varlık için mümkündür; gök menşeli bir melek için değil. Ayrıca
bu bilgi, ilâhî hilafetin bir gereğidir.
"Âdem'e isimlerin tümünü öğretti." ifadesinin orijinalinde geçen
"el-esmâ=isimler" kelimesi başına "lâm" getirilmiş bir çoğuldur.
Başında bu şekilde "lam" harfi bulunan çoğullar genellik ifade
ederler. Bunun yanı sıra kelime, "kulleha=tümünü" ifadesiyle de
pekiştirilmiştir. Yani varlıkları ifade için kullanılan tüm isimleri
hiçbir sınırlandırma olmaksızın kapsadığı vurgulanmıştır. Ayrıca,
"Sonra onları meleklere sundu." ifadesi gösteriyor ki, bütün isimler
yani isim tarafından tanımlanan nesneler, hayat ve ilim sahibidirler.
Bununla beraber gayb perdesi, yani göklerin ve yerin
bilinmezlikleri altında gizlidirler.
"Gayb" kelimesinin göklere ve yere izafe edilmesi -kimi yerlerde
"min" harf-i cerrinin ifade ettiği "bazı" anlamını ifade etmesi
mümkün olmakla birlikte- burada "lâm" harf-i cerrinin anlamını
ifade etmesi gerekiyor. Çünkü burada amaç yüce Allah'ın gücünün
tümünü, kuşatıcılığını, buna karşılık meleklerin güçsüzlüklerini ve
yetersizliklerini vurgulamaktadır. Bundan çıkan sonuca göre, Hz.
Âdem'in bildiği isimler, gök ve âlemlerine oranla "gayb" sayılan
şeylerdir, evrenin çerçevesinin dışında yer alan olgulardır.
Meselenin bu boyutları, yani isimlerin genelliği, işaret ettikleri
nesnelerin hayat ve bilgi sahibi oluşları, bunların göklerin ve yerin
gaybî olarak nitelendirilişleri üzerinde düşünüldüğünde, bununla
yüce Allah'ın şu sözü arasında kaçınılmaz bir bağlantı olduğu görülecektir:
"Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda
olmasın. Biz onu bilinen bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21)
Burada yüce Allah, "şey" denebilecek her şeyin, katında bir
hazinesinin bulunduğunu, o şeyin orada saklandığını, sürekli olduğunu,
hiç tükenmediğini, herhangi bir sınırla sınırlanmadığını, ölçü
ve sınırın sadece indirme ve yaratma aşamasında söz konusu olduğunu,
bu hazinelerdeki çokluğun, ölçü ve sınırlamayı kaçınılmaz
kılan sayısal bir çokluk olmadığını, sadece mertebe ve derecelerle
ilgili bir çokluğun söz konusu olduğunu bildiriyor. İnşaallah Hicr
suresinde yer alan bu ayeti açıklarken, daha ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Buna göre, yüce Allah'ın meleklere sunduğu isimler, Allah katında
koruma altında olan, gayb perdesinin gerisinde gizli bulunan
yüce varlıklardı. Yüce Allah âlemde olan her ismi, o yüce varlıkla-
rın hayrı ve bereketiyle indirmiştir. Göklerde ve yerde bulunan her
şey bunların nurundan ve göz alıcı aydınlığından türemiştir. Çoklukları,
farklılıkları, bireyler ve kişilerin çokluğuna, değişikliğine
benzemez. Buradaki işlem, mertebeler ve dereceler şeklinde gerçekleşir.
Bunların katından inen bir isim, bu tür bir inişle iner.
"Sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim."
Bu ikisi, göklerin ve yerin bir parçası olan izafî gaybın kapsamına
girerler. Bu yüzden bundan önce, "Ben göklerin ve yerin
gaybını bilirim." denilmiştir. Amaç gaybın her iki yanını da, yani
gökler ve yer âlemlerinin kapsamının dışındaki gayb ile, bu iki âlemin
kapsamındaki gaybı birlikte ifade etmektir.
"içinizde gizlemekte olduğunuzu" ifadesinin orijinalinde
"kitman= gizleme" fiilinin "kuntum" fiiliyle kayıtlandırılarak "gizlemekte
olduğunuz" şeklinde bir ifade kullanılmasından ortada Hz.
Âdem ve onun halife olarak görevlendirilmesi ile ilgili gizlenen bir
hususun varolduğu anlaşılıyor. Bunu yüce Allah'ın bir sonraki ayetteki
şu sözünden de sezinlemek mümkündür: "hepsi secde ettiler.
O ise imtina etti ve büyüklük tasladı ve o kâfirlerden idi."
Buradan anlaşıldığı kadarıyla, İblis bundan önce kâfir olmuştu.
Secde etmekten kaçınması daha önce içinde gizlediği şeye dayanıyordu.
Açıklanan bu nüktenin kadrini bilmelisin.
Bununla da anlaşılıyor ki, meleklerin secde etmeleri ve İblis'in
secde etmekten kaçınması, yüce Allah'ın, "Ben sizin bilmediklerinizi
bilirim." sözü ile, "sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte
oldu-ğunuzu bilirim." sözünün arasında yer alan bir anda
gerçekleşmiştir. Yine bununla, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim."
ifadesinden sonra, "Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim." ifadesinin
kullanılmış olmasının sırrı da açıklığa kavuşuyor.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de belirtildiğine göre, İmam Sadık (a.s) şöyle
demiştir: "Eğer melekler yeryüzünde bozgunculuk yapan, orada
kan döken kimseler görmemiş olsalardı, 'Orada bozgunculuk yapacak,
kan dökecek birisini mi yaratacaksın?' şeklindeki bir bilgiye
sahip olmazlardı." [c.1, s.29, h: 4]
Ben derim ki: Burada, Âdemoğullarından önce yaşanmış bir
döneme işaret edilmiş olabilir. Böyle bir sonuç çıkarmak, meleklerin
bu yargıya, "Ben yeryüzünde halife yaratacağım." sözünden hareketle
vardıkları şeklindeki açıklamamızla da bir çelişki
oluşturmaz. Bilakis bu açıklama göz önünde bulundurulmadan rivayeti
de açıklayamayız. Aksi takdirde meleklerin bu sözleri, İblis'inki gibi kötü ve yerilmiş bir kıyas olur.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de şöyle bir rivayet yer alır: Zürare diyor ki: "İmam
Muhammed Bâkır'ın (a.s) huzuruna çıktım. Bana, 'Yanında
Şia kaynaklarınca aktarılan hadisler var mıdır?' diye sordu. Dedim
ki: 'Yanımda birçok hadis vardır. Bir ateş tutuşturup onları yakmak
istedim.' İmam buyurdu ki: 'Onları sakla, doğru bulmadıklarını unutursun.'
Burada Âdemoğulları hatırımdan geçti. Bunun üzerine
İmam şöyle buyurdu: 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek
birisini mi yaratacaksın?' derlerken, melekler bunu nereden biliyorlardı?'
Zürare dedi ki: 'İmam Sadık (a.s) da Âdem kıssasından
söz açılınca şöyle diyordu: 'Bu hadise, Kaderiye'nin görüşünü red
etmektedir.' Sonra İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: 'Hz. Âdem'in
(a.s) gökyüzünde meleklerden bir dostu vardı. Âdem gökten yere
inince melek yalnızlık hissetmeye başladı. Bunun üzerine durumunu
yüce Allah'a şikâyet etti ve kendisine izin vermesini istedi.
Yüce Allah ona izin verdi, o da yere, Âdem'in yanına indi. Onu bir
çölde oturmuş buluverdi. Âdem onu görünce ellerini başının üzerine
koyup bir çığlık attı.' İmam Sadık (a.s) diyor ki: 'Derler ki, bütün
yaratıklar onun çığlığını duydular. Bunun üzerine melek ona şöyle
dedi: 'Ey Âdem, görüyorum ki, sen Rabbine isyan ettin ve altından
kalkılmaz bir yükün altına girdin. Yüce Allah'ın senin hakkında ne
dediğini ve bizim ona ne cevap verdiğimizi biliyor musun?' Âdem,
'Hayır.' dedi. Melek dedi ki: 'Allah, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dedi. Buna karşılık biz de dedik ki: 'Orada bozgunculuk
yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?' Allah seni
yeryüzü için yaratmıştır, gökte kalman uygun düşer mi?' İmam
Sadık (a.s) üç defa şöyle dedi: Allah'a andolsun ki, Âdem bu sözle
teselli buldu." [c.1, s.32, h: 9-10] Ben derim ki: Bu rivayetten anlaşılıyor ki, Hz. Âdem'in yeryüzüne
inmeden önce, içinde yaşadığı cennet gökteydi. Bunu destekleyen
başka rivayetlere de ileride yer vereceğiz.
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu'l-Abbas kanalıyla İmam Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet edilir: Ebu'l-Abbas diyor ki: "Âdem'e isimlerin
tümünü öğretti..." ayetini okuduktan sonra, "Allah Âdem'e ne öğretti?"
diye sordum. İmam Sadık şöyle cevap verdi: "Yerleri, dağları,
dereleri, ovaları." Sonra altındaki sergiye baktı ve "Bu sergi de
yüce Allah'ın, isimlerini Âdem'e öğrettiği şeyler arasında yer alır."
dedi. [c.1, s.32, h: 11] Yine aynı eserde Fudayl b. Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir:
İmam Sadık'a (a.s), "Âdem'e isimlerin tümünü öğretti." ayetini
okuduktan sonra, "Neler öğretildi?" diye sordum, şöyle cevap verdi:
"Yeryüzündeki vadilerin, bitkilerin, ağaçların ve dağların adını
öğretti." [c.1, s.32, h: 12] Söz konusu tefsirde belirtildiğine göre Davud b. Serhân el-
Attâr şöyle demiştir: "Bir ara İmam Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum.
Sofranın getirilmesini istedi. Yemeğimizi yedikten sonra,
leğen ve ibrik istedi. Bunun üzerine, 'Sana feda olayım. Yüce Allah,
'Âdem'e isimlerin tümünü öğretti.' buyuruyor. Leğen ve ibrik de
Âdem'e öğretilen isimler arasında yer alır mı?' diye sordum. İmam,
'Bütün vadileri ve dereleri öğretti.' dedi." [c.1, s.32, h: 13] el-Meanî adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Yüce Allah bütün hüccetlerinin isimlerini Âdem'e öğretti,
sonra onların ruhlarını meleklere sundu ve 'Eğer tesbih etmenizden
ve beni noksan sıfatlardan tenzih etmenizden dolayı, yeryüzündeki
halifelik misyonu açısından Âdem'den daha lâyık olduğunuz
şeklindeki iddianızda samimi ve doğru iseniz, bunların adlarını
bana söyleyin.' buyurdu. Bunun üzerine melekler şöyle dediler:
'Seni tenzih ederiz. Bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz
yoktur. Şüphesiz sen bilensin ve hikmet sahibisin.' Allah
dedi ki: Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver."
"Âdem, onların isimlerini meleklere haber verince, onların Allah
katındaki yüksek makamlarını öğrendiler. O zaman anladılar
ki, onlar yeryüzünde Allah'ın halifesi olmaya, Allah'ın insanlar üzerinde
hücceti olmaya kendilerinden daha lâyıktırlar. Sonra onları
meleklerin gözlerinden kaybetti. Kendilerinden onların velâyetini
kabullenerek, sevgilerini besleyerek Allah'a kulluk sunmaya çağırdı.
Ardından onlara şöyle dedi: Ben size, ben göklerin ve yerin
gaybını bilirim, sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte
olduğunuzu bilirim, dememiş miydim?" Ben derim ki: Bundan önceki açıklamalarımıza bir kez daha
göz atılacak olursa, bu rivayetlerin ifade ettikleri anlamlar daha
kolay anlaşılır ve bu rivayetler ile önceki açıklamalar arasında bir
çelişki söz konusu olmadığı görülür. Nitekim daha önce de vurguladığımız
gibi, "Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda
olmasın." (Hicr, 21) ayeti, bütün şeylerin gayb hazinelerinde bir varlığa
sahip olduklarını ve oradan inerek burada varolduklarını ortaya
koymaktadır. Varlıklara konulan tüm isimler, aynı zamanda
gayb hazinelerinde yer alan şeylerin de isimleridir. Dolayısıyla, "Allah
gaybının hazinelerinde bulunan şeyleri (ki bu göklerin ve yerin
gaybıdır) Âdem'e öğretti." demekle, "O, Âdem'e her şeyin ismini
öğretti; göklerin ve yerin gaybı budur." demek arasında bir fark
yoktur. Her iki ifade de aynı sonuca dönüktür, her ikisi de aynı kapıya
çıkar.
Yaratılışla ilgili bazı rivayetleri burada ele almamız uygun olacaktır.
Bihar'ul-Envar'da Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet
edilir: "Bir gün Resulullah'a (s.a.a) dedim ki: 'Yüce Allah'ın ilk yarattığı
şey nedir?' Şöyle dedi: Ey Câbir, Allah ilk önce senin peygamberinin
nurunu yarattı. Sonra bütün iyilikleri ondan yarattı.
Sonra onu, önünde, Allah'ın dilediği ölçüde bir yakınlığa oturttu.
Sonra onu birkaç kısma ayırdı. Arşı bir kısımdan ve kürsüyü de bir
kısımdan yarattı. Arşı taşıyanlarla, Kürsüyü tutanları bir diğer kısımdan
yarattı."
"Dördüncü kısmı Allah'ın dilediği ölçüde sevgi makamına oturttu.
Sonra bu makamı da kısımlara ayırdı. Kalemi bir kısmından,
levhi bir kısmından, cenneti bir kısmından yarattı; dördüncü
kısmını ise dilediği şekilde korku makamına yerleştirdi. Sonra onu
da parçalara ayırdı, melekleri bir parçadan, güneşi bir parçadan ve
ayı bir parçadan yarattı."
"Sonra dördüncü parçayı Allah'ın dilediği şeyler için umut makamına
yerleştirdi. Sonra onu da parçalara ayırdı. Aklı bir parçasından,
bilgiyi ve hilmi bir parçasından, günahsızlık ve başarıyı da
bir parçasından yarattı. Dördüncü kısmı ise Allah'ın dilediği şeyler
için hayâ makamına yerleştirdi. Sonra ona heybet gözüyle baktı ve
söz konusu nur sızdı. Ondan da yüz yirmi dört bin katre damladı.
Yüce Allah bu damlaların her birinden bir nebinin ve resulün ruhunu
yarattı. Sonra peygamberlerin ruhları soluk alıp vermeye başladılar.
Yüce Allah bu ruhların soluklarından evliyanın, şehitlerin ve
salihlerin ruhlarını yarattı."
Ben derim ki: Bu anlamları içeren birçok rivayet vardır. Bunlar
üzerinde sağlıklı bir inceleme yapıldığı zaman, bunların bizim
açıklamalarımızı destekledikleri görülecektir. İleride bu konuya
ilişkin olarak bazı açıklamalara yer vereceğiz. Onun için
tasavvufçuların uydurmaları ve asılsız kuruntularıdır diye, ilim ve
hikmet kaynaklarından gelen bu tür hadisler reddedilmemelidir.
Çünkü yaratılışın bilmediğimiz birçok sırrı vardır.
Görüyorsunuz ki, yeryüzünde yaşayan ulusların en seçkin
bilginleri, insan türünün doğup gelişmeye başlamasından bu yana
doğanın sırlarını çözmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor olmasına
rağmen bu hususta attıkları her adımın ardından daha
birçok şeyi bilmediklerinin farkına varıyorlar. Üstelik araştırdıkları
da âlemlerin en dar kapsamlısı ve en önemsizi olan madde âlemidir.
O hâlde madde ötesi uçsuz bucaksız nur âlemleri hakkında
ne düşünülebilir!
34- Hani bir zaman meleklere, "Âdem'e secde edin." demiştik,
İblis hariç hepsi secde ettiler. O ise imtina etti ve büyüklük tasladı
ve o kâfirlerden idi.
AYETİN AÇIKLAMASI
Daha önceki açıklamalarımızda, "içinizde gizlemekte
olduğunuzu" ifadesinden, önceleri gizli olup da sonra açığa
çıkarılan bir hususun söz konusu olduğuna işaret etmiştik. Bunun,
"imtina etti ve büyüklük tasladı ve o kâfirlerden idi." ifadesiyle bir
ilgisi vardır. Çünkü, "o diretti, böbürlendi ve inkâr etti" şeklinde bir
ifade kullanılmıyor. Yine açıklamalarımızdan anlaşılıyor ki secde
olayı, "ben sizin bilmediklerinizi bilirim." sözünün sarf edildiği an
ile "sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu
bilirim." sözünün sarf edildiği an arasında gerçekleşmişe benziyor.
Dolayısıyla, "Hani bir zaman meleklere, 'Âdem'e secde edin.'
demiştik." ifadesi, önceki ifadeleri noktalayıp cennet kıssasına
geçişi sağlama amacına yöneliktir. Çünkü daha önce de söylediğimiz
gibi, bu ayetler, insana hilafet misyonunun yüklenmesini,
yaratıklar arasındaki fonksiyonunu, yeryüzüne indirilişini, mutluluk
ve mutsuzluğa yol açan davranışlarını konu ediniyorlar.
Dolayısıyla secde kıssasının buradaki en önemli işlevi, ana
hatlarıyla cennet kıssasına ve Âdem'in indirilişi olayına geçişi kolaylaştırmaktır.
Olayın etraflıca anlatılmayıp kısaca değinilmesinin
gerisindeki gerekçe bu olsa gerektir. Belki de ifadede üçüncü tekil
kipi yerine, birinci çoğul kipinin kullanılması da bu yüzdendir: "meleklere,
'Âdem'e secde edin.' demiştik." Oysa bundan önce, "Hani
bir zamanlar Rab-bin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.'
demişti." şek-linde bir ifade kullanılmıştı.
Şimdiye kadarki açıklamalardan çıkan sonuca göre, İblis'in bir
eylemi olmasına rağmen, gizleme fiilinin tüm meleklere izafe edilmesi,
söz sanatının bir kuralının gereğidir. Bu kurala göre, bir
topluluğun içinde yer alan, onlardan ayrı olarak değerlendirilmeyen
bir ferdin fiili, içinde bulunduğu topluluğa mal edilir.
Bu ifade tarzı, bir diğer hususu da vurgulamaya yönelik olabilir.
Şöyle ki: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." sözü ile dile
getirilen "hilafet" misyonunun genelliği, melekleri de kapsıyor olabilir.
Nitekim, meleklere Âdem'e secde etmelerinin emredilmiş
olması da bu anlamı pekiştirir niteliktedir. Bundan dolayı meleklerin
içinde birtakım duygular uyanmış olabilir. Çünkü onlar, yeryüzü
menşeli bir yaratığın her şeyden, hatta onlardan bile üstün olabileceğini
düşünmüyorlardı. İleride de değineceğimiz gibi, elimize
ulaşan bazı rivayetler de bu anlamı pekiştirir niteliktedir.
"Âdem'e secde edin." Bu ayetten, Allah'ın emrine uymak suretiyle
O'na boyun eğme söz konusu olduğu zaman selâmlama ve
saygı sunma amacıyla Allah'tan başkasına secde etmenin cevazı
anlaşılmaktadır. Bunun bir örneği de Yusuf kıssasında görülmektedir:
"Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi onun için secdeye
kapandılar. Yusuf dedi ki: Babacığım, işte bu, önceden gördüğüm
rüyanın te'-vilidir. Rabbim onu gerçek yaptı." (Yûsuf, 100)
Bu konuda Fatiha suresinde de açıkladığımız gibi kısaca şöyle
diyebiliriz: İbadet, kulun kendini, kulluk statüsüne oturtup bunu
kanıtlayacak davranışlar sergilemesidir. Dolayısıyla kulluk kastı
taşıyan bir fiilde efendinin efendiliğini açığa vurma salahiyeti olmalıdır
ya da kulun kulluğunu sergileme kabiliyeti olmalıdır. Efendinin
karşısında secdeye kapanmak, rükua eğilmek, o oturduğu
zaman önünde hazır ol vaziyette ayakta beklemek, yürüdüğü zaman
peşinde yürümek gibi. Bir fiilde söz konusu salahiyet ne kadar
fazla olursa, kulluğu sergileme açısından fiil ve yapılan ibadet
bir o kadar belirginlik kazanır. Bu noktada efendiliğin üstünlüğünü,
buna karşın kulluğun alçaklığını en çarpıcı biçimde somutlaştıran
fiil secdedir. Çünkü secdede yere kapanma ve yüzü yere
sürme gibi bir alçalma pozisyonu söz konusudur.
Ancak biz, "Secde zatî bir ibadettir" şeklindeki iddiaya
katılmıyoruz. Çünkü zatla ilgili olan bir şey, hiçbir zaman ondan
ayrılmaz. Ama bu fiil, ibadet kastı ile yüceltme duygusundan başka
bir gerekçeyle de yerine getirilebilir. Alay etmek ve küçümsemek
amacıyla secdeye gitmek gibi. İbadet kastı ile yerine getirilirken
kapsadığı tüm unsurları içinde barındırıyor olmasına rağmen,
böyle bir davranış ibadet niteliğini kazanmaz. Evet, diğer kulluk
kastı taşıyan davranışlara kıyasla ibadet anlamı secde fiilinde daha
belirgindir. Zatî bir ibadet olmadığına göre de, mabutluk Allah-
'a özgüdür, diye zatı hasebiyle Allah'a özgü kılınmış değildir. Eğer
ortada bir engel varsa, bu, şer'î veya aklî bir yasaklamadan dolayıdır.
Şer'an veya aklen yasaklanan şeyse, Rablık niteliğini Allah'-
tan başkasına yakıştırmaktan başka bir şey değildir.
Fakat Rablık niteliğini yakıştırmaksızın Allah'tan başkasına
saygı göstermek, onu yüceltmek, daha doğrusu nezaket kurallarının
gereğini yerine getirmek meselesine gelince, bunun yasak olduğuna
ilişkin bir kanıt yoktur elimizde. Ancak ne var ki, dinin zahirî
amelleri ile içli dışlı olmanın insana kazandırdığı dinsel haz, bu
eylemin (sadece) yüce Allah'a özgü kılınmasını, sırf selâmlaşma
veya saygı sunma amacıyla da olsa bu fiilin Allah'tan başkasına
sunulmamasını öngörmektedir.
Ama secde dışında, Allah'ın salih kullarına veya velilerinin kabirlerine
veya eserlerine karşı sevgiden kaynaklanan diğer fiillerin
yasak olduğuna dair ne aklî, ne de naklî bir kanıt yoktur. İnşaallah
yeri gelince bu hususa etraflıca değineceğiz.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Allah Âdem'i yaratınca meleklere ona secde etmelerini emretti.
Melekler kendi kendilerine, 'Biz, yüce Allah'ın katında bizden
daha büyük değer verdiği bir canlı türünü yaratacağını
sanmıyorduk. Çünkü biz O'nun komşuları ve tüm yaratıklar arasında
O'na en yakın olanlar idik.' Bunun üzerine yüce Allah şöyle
buyurdu: 'Sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu
bilirim, dememiş miydim?' Yüce Allah, burada, onların cinlerle
ilgili olarak dışa vurdukları sözlerini ve içlerinde gizledikleri
duygularını kastediyor. Bu yüzden o sözü söyleyen melekler arşa
sığındılar." [c.1, s.33, h: 14]
Yine aynı tefsirde İmam Zeynelabidin'in (a.s) aşağı yukarı benzer
şeyleri söylediği rivayet edilir. Bu rivayette şöyle geçer: "Melekler,
hata işlediklerini anlayınca arşa sığındılar. Ancak bu hatayı
tüm melekler değil, arşın çevresinde bulunan meleklerden bir
grubu işlemiş... Onlar kıyamete kadar arşın çevresine sığınırlar."
[c.1, s.30, h: 7]
Ben derim ki: Bu iki rivayetin içeriğini şu ifadeden anlamak
mümkündür: "Biz seni överek tespih ediyor ve seni takdis ediyoruz...
Sen yücesin. Bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz
yoktur."
İleride de değineceğimiz gibi "arş" ilimdir. Bu anlamı pekiştiren
Ehlibeyt İmamlarından aktarılan birçok rivayet de mevcuttur.
Buna göre, "kâfirlerden idi." sözü ile insanlardan önce yaratılan İblis'in
soydaşları olan cinler kastedilmiştir. Nitekim yüce Allah bir
ayette şöyle buyuruyor: "Andolsun biz insanı pişmemiş çamurdan,
değişmiş cıvık balçıktan yarattık. Cinne gelince, onu da daha önce
nüfuz eden çok sıcak ateşten yarattık." (Hicr, 26-27)
Buradan hareketle diyebiliriz ki, gizleme durumunun tüm melekleri
kapsadığını ortaya koymak için fazla zorlamaya gerek yoktur.
Çünkü gizlenen anlam tüm meleklerin gönlünden geçmiş olabilir.
Do-layısıyla bu rivayet ile, gizlenen şeyin, İblis'in kendi içinde
gizlediği Âdem'e boyun eğmekten kaçınma, secdeye varmaya tenezzül
etmeme niyeti olduğu şeklindeki yorum arasında bir çelişki
yoktur ve her ikisi de kastedilmiş olabilir.
Kasas'ul-Enbiya adlı eserde Ebu Basir'in şöyle dediği rivayet
edilir: "İmam Sadık'a (a.s), 'Melekler Âdem'e secde ederlerken alınlarını
yere koydular mı?' diye sordum. 'Evet. Bu, yüce Allah'ın
Âdem'e bahşettiği bir onurdu.' dedi."
Tuhaf'ul-Ukûl adlı eserde ise, şöyle bir rivayet yer alıyor:
"Meleklerin Âdem'e secde etmeleri, Allah'a yönelik itaatin ve
Âdem'e karşı besledikleri sevginin ifadesiydi."
el-İhticac adlı eserde, İmam Musa Kâzım'ın (a.s), atalarından
şu sözleri aktardığı rivayet edilir: "Bir Yahudi, geçmiş peygamberlerin
mucizeleri karşısında, Resulullah'ın (s.a.a) ne tür mucizeler
gösterdiğini Emir'ül-Müminin Ali b. Ebu Talip'ten (a.s) sordu. Şöyle
dedi: Allah, meleklerine Âdem için secdeye kapanmalarını emretti.
Söyler misiniz, Muhammed için de bu türden bir şey yaptı mı?"
"Bunun üzerine Ali (a.s) dedi ki: Dediğin gibi oldu. Ne var ki,
yüce Allah'ın meleklerine Âdem için secdeye kapanmalarını emretmesi,
onların Allah'ı bir yana bırakarak Âdem'e kulluk sundukları
anlamında değildir. Aksine bu, onların Âdem'in üstünlüğünü
ve Allah'ın ona bahşettiği rahmeti kabul ettiklerinin bir ifadesiydi.
Hz. Muhammed'e gelince, bundan daha fazlası ona verilmiştir.
Yüce Allah o sonsuz mülkünde ona salât ediyor, tüm melekler,
ona esenlik diliyorlar. Müminler de ona salât getirmek suretiyle Allah'a
kulluk sunuyorlar. İşte bu, onun daha üstün bir konumda olduğunun
göstergesidir, ey Yahudi..." [c.1, s.314, Necef baskısı] Tefsir'ul-Kummî'de deniyor ki: "Yüce Allah Âdem'i yarattı. Âdem
kırk yıl kendisine biçim verilmiş hâlde bekledi. O sırada melun
İblis yanından geçiyor ve 'Önemli bir şey için yaratılmış olmalısın!'
diyordu. O sırada İblis'in içinden şöyle geçti: 'Eğer Allah buna
secde etmemi emrederse, kesinlikle isyan ederim.' Daha sonra
yüce Allah melek-lere, 'Âdem için secdeye kapanın.' buyurunca,
hepsi secdeye kapanırken İblis içindeki kıskançlığı dışa vurdu ve
secde etmeye yanaşmadı."
Bihar'ul-Envar'da, peygamberlerin kıssaları ile ilgili olarak İmam
Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İblis'e Âdem için
secdeye kapanması emredildi. Fakat İblis, 'Ya Rabbi, izzetin hakkı
için, eğer Âdem'e secde etmekten beni muaf tutarsan, sana öyle
bir kulluk sunacağım ki, hiç kimse benzeri bir kulluk sunmamıştır.'
dedi. Bunun üzerine yüce Allah, 'Ben istediğim konuda bana
itaat edilmesini severim.' buyurdu."
Yine İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki: "İblis dört kere acıyla
feryat etmiştir: Birincisi, lânetlendiği gün. İkincisi, yeryüzüne indirildiği
gün. Üçüncüsü, peygamberlerin ardından geçen uzun bir fetret
döneminden sonra Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamber olarak
görevlendirildiği gün. Dördüncüsü, Ümm'ül-Kitab [ana kitap
yani Fâtiha suresi] indirildiği gün."
"İki kere de sevinçle çığlık atmıştır: Birincisi, Âdem'in yasak
ağacın meyvesini yediği sırada. İkincisi, Âdem'in cennetten indirildiği
sırada. Ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Böylece
ayıp yerleri kendilerine göründü.' Bundan önce görünmüyordu,
ama artık açıkça görüyorlardı. Âdem'in yaklaşmaması istenen
ağaç da başaktı." [c.11, s.145, h: 14]
Ben derim ki: Sayıları oldukça kabarık olan rivayetlerde, bizim
"secde" olayıyla ilgili açıklamalarımız desteklenmektedir.
208 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1 35- Dedik ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, ondan dilediğinizi
yerde bol bol yiyin. Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa
zalimlerden olursunuz.
36- Derken şeytan onların ayaklarını oradan kaydırdı, onları içinde
bulundukları durumdan çıkardı. Dedik ki: Birbirinize düşman
olarak inin. Sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır. 37- Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunu üzerine
(Rabbi, rahmetiyle) ona döndü. Şüphesiz O, tövbeyi çok kabul eden
ve esirgeyendir.
38- "Hepiniz oradan inin." dedik. Yalnız size benden bir hidayet
geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. 39- İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidir, onlar
orada ebedî kalacaklardır.
"Dedik ki: Ey Âdem..." Meleklerin Hz. Âdem'e secde etmeleri olayı
Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde tekrarlanmasına karşın, Hz.
Âdem'in dünya hayatından önceki cennet deneyimi sadece üç
yerde gündeme getiriliyor.
Birincisi: Bakara suresinin şu anda tefsirini sunduğumuz ayetin
de. İkincisi: A'râf suresinde. Bu surede yüce Allah kıssayı şu ifadelerle
sunuyor: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, ondan dilediğiniz
yerde afiyetle yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa
zalimlerden olursunuz. Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine
göstermek için onlara fısıldadı; 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı
değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi kalıcılardan olursunuz
diye sizi bu ağaçtan menetti.' dedi. Ve onlara, 'Elbette ben size
öğüt verenlerdenim.' diye de yemin etti.
Böylece onları aldatarak
aşağı sarkıttı. Ağacı tadınca çirkin yerleri kendilerine göründü
ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeğe
başladılar. Rableri onlara seslendi: 'Ben sizi o ağaçtan menetmedim
mi? Ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?' Dediler:
'Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve
bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.' Allah
buyurdu ki: Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir
süreye kadar kalıp geçinmeniz lâzımdır. Orada yaşayacaksınız,
orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız" dedi." (A'râf, 19-
25)
Üçüncüsü: Tâhâ suresinde, yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun
biz, önceden Âdem'e ahit vermiştik. Fakat o, unuttu. Biz onda
bir kararlılık bulmadık. Meleklere, 'Âdem'e secde edin.' demiştik.
İblis'in dışında diğerleri secde ettiler. O, ayak diretti. Bunun
üzerine dedik ki: 'Ey Âdem! Bu, senin ve eşinin düşmanıdır.
Sakın sizi cennetten çı-karmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz.
Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen
burada susamayacaksın ve güneşin altında yanmayacaksın da.'
Nihayet şeytan ona fisıldayıp, 'Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve
yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?' dedi. O ağaçtan
yediler. Böylece kendilerine kötü yerleri göründü. Üstlerini cen-
net yaprağıyla örtmeğe başladılar. Âdem Rabbine karşı geldi de
yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti, doğru
yola iletti. Dedi ki: 'Hepiniz oradan inin, birbirinizin düşmanısınız.'
İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman kim benim hidayetime
uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden
yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü
onu kör olarak haşrederiz. 'Rabbim, der, niçin beni kör haşr-ettin,
oysa ben görür idim?' Allah buyurur ki: İşte böyle. Sana da bizim
ayetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bugün de sen öyle unutulursun."
(Tâhâ, 115-126)
Ayetlerin akışı, özellikle kıssanın giriş kısmındaki, "Ben yeryüzünde
bir halife yaratacağım." ifadesi gösteriyor ki, Hz. Âdem yeryüzünde
yaşamak ve orada ölmek üzere yaratılmıştı. Onun ve eşinin
cennete yerleştirilmeleri ise, bir denemeydi ki, bu vesileyle
yeryüzüne insinler. Ayrıca Tâhâ suresindeki hitap, "Biz dedik ki: Ey
Âdem..." şeklindedir. A'râf suresinde ise, "Ey Âdem, yerleş..." şeklindedir.
Yani cennet kıssasıyla meleklerin secde etmesi olayı,
peşpeşe gelişen bir kıssaymış gibi, aynı ifade tarzı ile sunulmuştur.
Kısacası, Hz. Âdem (a.s) yeryüzüne yerleşsin diye yaratılmıştı.
Onun yeryüzüne yerleşmesinin yolu da şu aşamalardan geçiyordu:
Halifeliğinin kanıtlanması için, meleklerden üstün olduğu gösterilmeliydi.
Sonra meleklere, ona secde etmeleri emredilmeli;
ardından cennete yerleştirilip yasak ağaca yaklaşmaları yasaklanmalı;
yasağa rağmen o ağaçtan yemeli, bunun sonucunda ayıp
yerleri kendilerine görünmeliydi ki, yeryüzüne inebilsinler. Dolayısıyla
yeryüzüne yerleşme ve dünya hayatını seçme, nihayet ayıp
yerlerinin ortaya çıkışına bağlıydı.
Şu ifadeden de anlaşıldığı gibi ayıp yerlerden maksat, cinsel
organlardır: "Üstlerini cennet yaprağıyla örtmeğe başladılar..."
Cinsellik, hayvanî bir eğilimdir ki, beslenmeyi ve büyüyüp gelişmeyi
gerektirir. Şeytanın tek derdi de onların, ayıp yerlerini ortaya çıkarmaktı.
Gerçi yüce Allah Âdem ve eşini yeryüzünün koşullarına
uygun bir yaratılışta yaratmış, sonra da cennete sokmuştu; ama
onlar yaratıldıktan sonra kendi ayıp yerlerinin farkına varacak ve
dünya hayatının gereksinimlerini kavrayabilecek kadar uzun bir
süre dünyada kalmamış, hemen cennete götürülmüşlerdi. Dolayısıyla
yüce Allah, onları cennete götürdüğü zaman, kavrayışları ruh
ve melekler âleminden henüz tam olarak kopmamıştı.
Bunun kanıtı ise, yüce Allah'ın şu sözüdür: "Kendilerinden örtülüp
gizlenen ayıp yerlerini açığa çıkarmak için." (A'râf, 20) Burada
"Onlara gizli olan" değil, "Onlardan gizletilen" şeklinde bir ifadenin
kullanılmış olması ilgi çekicidir. Bu ifadeden anlaşılıyor ki,
ayıp yerlerinin sürekli olarak gizlenmesi, dünya hayatı açısından
mümkün değildir. Bu olay bir kere gerçekleşmiş ve onu da cennete
yerleştirilme izlemiştir. Şu hâlde, yasak ağacın meyvesini yemekle
birlikte dünya hayatında ayıp yerlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz
bir gereklilikti. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz."
Bir yerde de şöyle buyuruyor: "Onları içinde bulundukları
yerden çıkardı."
Ayrıca yüce Allah, tövbe ettikten sonra, onların hatalarını bağışladı;
ama onları cennete geri almadı, tersine, orada yaşasınlar
diye onları yeryüzüne indirdi. Eğer yasak ağacın meyvesinin yenmesi
ve ayıp yerlerinin ortaya çıkması ile birlikte dünya hayatı bir
zorunluluk ve cennete dönüş de bir imkânsızlık niteliğini almasaydı,
hiç kuşkusuz, hatanın bağışlanması ile birlikte cennete geri
dönmeleri gerekirdi.
Kısacası, onların cennetten çıkmalarına ve yeryüzüne indirilmelerine
yol açan etken, yasak ağacın meyvesini yemeleri ve ayıp
yerlerinin görünmesiydi. Bu da lânetlenmiş şeytanın vesveseleri
sonucu gerçekleşmişti. Nitekim yüce Allah, Tâhâ suresinde kıssanın
giriş kısmında şöyle buyuruyor: "Andolsun biz, önceden Âdem-
'e ahit vermiştik. Fakat o, unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmadık."
Sonra yüce Allah kıssayı ayrıntılı olarak sunuyor.
Acaba bu ahit, Allah'ın şu sözü müdür: "Sakın bu ağaca
yaklaşmayın, sonra zalimlerden olursunuz." Yoksa şu sözü
müdür: "Bu senin ve eşinin düşmanıdır." Yoksa genelde tüm
insanlardan, özelde de, vurgulu ve pekiştirilmiş şekliyle
peygamberlerden alınan bir söz müdür?
Birinci ihtimal doğru değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Şeytan onlara fısıldadı; 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı
değil, sırf melek olursunuz ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye
sizi şu ağaçtan menetti.' dedi. Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt
verenlerdenim.' diye de yemin etti." (A'râf, 20-21) Demek ki onlar,
hata işlerken ve ağaca yaklaşırken, bunun yasaklanmış olduğunu
unutmamışlardı. Oysa söz konusu ahit hususunda yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Fakat o, unuttu. Biz onu kararlılardan bulmadık."
Şu hâlde söz konusu ahit, ağaca yaklaşmanın yasaklığı değildir.
İkinci ihtimale gelince, (söz konusu ahdin şeytana uymaktan
sakındırma olduğu ihtimali) büsbütün uzak bir ihtimal olmasa bile,
ayetlerin zahirî anlamı, bu ihtimali desteklememektedirler.
Çünkü görüldüğü kadarıyla ahit, Hz. Âdem'in (a.s) şahsına özgüdür.
Hâlbuki şeytana karşı uyarılma, hem ona ve hem de eşine
yöneliktir.
Dolayısıyla, Tâhâ suresinde ilgili ayetlerin son bölümüyle giriş
kısmının uyumu da göz önünde bulundurularak söz konusu ahdin
genel bir "söz alma" şeklinde olması daha uygun görünüyor. Yüce
Allah şöyle buyuruyor: "İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman,
kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz.
Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim
var. Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz."
Ayetler arasında bir uyarlamaya gidecek olursak, "Kim benim
zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır." ifadesi,
ahdi u-nutma olgusuyla uyuşmaktadır. Gördüğün gibi bu ifade,
Rablık ve kulluk üzerine yapılmış bir ahitleşmeyi içermenin yanı
sıra, İblis'e karşı uyarma anlamındaki bir ahitten daha uygun
düşmektedir. Çünkü, anlam olarak zikirden yüz çevirme ile, İblis'e
uyma arasında fazla bir münasebet yoktur. Ama, Rablık makamı
üzerine söz alma anlamı daha uygundur. Çünkü, Rablık üzerine
söz alma, insanın yüce Allah'ın Rab olduğunu unutmaması anlamını
içeriyor. Yani, her şeyi yönetip düzenleyen hükümdar O'dur.
Yani, insan hiçbir zaman ve hiçbir durumda, Allah'ın mülkü olduğunu,
hiçbir şeyi kendi başına yapamadığını, kendine bir fayda veya
zarar dokunduramadığını, ölüm, hayat ve yeni-den diriliş üzerinde
bir etkinliğinin olmadığını, yani zat, nitelik ve fiil olarak etkin
bir rol oynamadığını aklından çıkarmamalıdır.
Bu anlama uygun düşen, onu karşılayan hata ise, insanın
Rabbinin makamını anmaktan kaçınması ve nefsine yahut da
nefsine hoş gelen geçici ve sınama yurdu olan dünyanın çekici güzelliklerine
yönelerek Rabbinden gafil olmasıdır.
Bunun için değişik yönleriyle, farklı taraflarıyla, mümin ile kâfire
aynı oranda yansıyan cihetleriyle dünya hayatının üzerinde irdeleyici
bir gözle düşünüp kavramaya çalıştığın zaman görürsün
ki, hakikat ve öz olarak, mümin ile kâfirin hayatı birbirinden farklıdır.
Biri Allah'ı bilmenin zevkini yaşarken, öteki bu zevkten yoksun
olmanın, bilgisizliğin ıstırabını çeker. Rabbinin makamının bilincinde
olan kimse, kendine ve türlü elemleri ve acılarıyla birlikte
dünya hayatına baktığı zaman, ölüm-hayat, sağlık-hastalık, bollukdarlık,
rahatlık-yorgunluk, var-lık-yokluk, bulmak-yitirmek gibi olguları
gözlemlediğinde, bütün bunların Yüce Rabbinin mülkü olduğunu
görür. Bu mülkün içinde hiç-bir şey, ondan bağımsız değildir.
Her şey, izzet ve celâline yakışır biçimde katında güzellik, iyilik ve
hayırdan başka bir şey olmayan yüce bir zattandır.
Böyle bir anlayışa, böylesine derin bir kavrayışa sahip olan bir
insan etrafına baktığı zaman tiksinti duyacağı bir iğrençlik
görmez. Hiçbir şeyden korkmaz, ürkmez. Sakınılması gereken sakıncalı
bir şey görmez. Tam tersine, gördüğü her şeyi güzel ve sevimli
bulur. Rab-binin tiksinti duymasını, buğzetmesini emrettiği
şeyler hariç. Bu durumda bile o, Allah emrettiği için tiksinir. Allah-
'ın emri doğrultusunda, sevdiğini sever, O'nun emriyle zevk aldığı
şeyden zevk alır. Bir şey O'nun emri gereği çekici gelir kendisine.
Tek meşgalesi var, o da Rabbinin yüceliğidir.
Bütün bunların sebebi, her şeyi kayıtsız şartsız Rabbinin mülkü
olarak görmesi, Allah'ın mülkünde, başka hiç kimsenin en ufak
bir payının, bir etkinliğinin bulunmadığını düşünmesinden dolayıdır.
O hâlde, mülk sahibinin, kendi diriltme, öldürme, zarar veya
yarar verme gibi tasarruflarından ona ne?! İşte tertemiz hayat budur.
Burada kesinlikle mutsuzluk söz konusu değildir. Bu hayat
apaydınlıktır, karanlıktan eser bulunmaz. Sevinçtir, coşkudur bu
hayatta; üzüntüye, gama, kedere yer yoktur. Bu hayatta bulmak
vardır, yitirmek yoktur. Bu hayatta yoksulluğa rastlanmaz, herkes
Allah sayesinde zengindir.
Bu mutlu hayatın karşıtı ise, Rabbinin makamının bilincinde
olmayan bedbahtın hayatıdır. Bu miskin adam Rabbinden kopması
sonucu, kendi iç âleminde ve dış âlemde gördüğü her şeyi
kendi başına bağımsızmış gibi görür. Her varlığın kendi başına yarar,
zarar, hayır ve şer dokundurabileceğini sanır. Bu yüzden tüm
hayatı boyunca birtakım zevklerin tükeneceği korkusuyla, birtakım
felâketlerin başına gelebileceği endişesiyle ve kaçırdığı fırsatların
hüznüyle, kaybettiği makamların, malların, oğulların, yardımcıların
ve sevgi beslediği, güvendiği, dayandığı ve önemsediği daha birçok
şeyin hasretiyle yanıp tutuşur.
Bir kötülüğe iyice alışıp, onu bir alışkanlık hâline getirince, bu
sefer yeni bir acıya bürünür. Sıkıntılar içinde kıvranarak vicdan azabı
çeker. Boğulur gibi tıknefes olur; ahlarla, vahlarla, yürek sızılarıyla
in-leyen göğsü sıkıntıdan daraldıkça daralır. Göğe doğru çıkıyormuş
gibi olur. İşte yüce Allah, inanmayanları bu şekil bir iğrençliğe
mahkum eder.
Bu noktayı kavradığın zaman, anlarsın ki, Allah'la yapılan sözleş-
meyi unutmak, dünya hayatında mutsuzluğa mahkum olmak
demektir. Her iki durumun merciî aynıdır. Dünya hayatındaki mutsuzluk,
Allah-la yapılan sözleşmeyi unutmanın bir sonucudur.
Yüce Allah'ın, tüm dünya halkına yönelik genel bir yükümlülük
içeren şu hitabından çıkan sonuç budur: "İmdi benden size bir hidayet
geldiği zaman kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve
mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için
de dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak
haşrederiz." (Tâhâ, 124)
Bu surede ise, bunun yerine şöyle bir ifade kullanıyor: "Kim
benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir."
Eğer kavrama yeteneğin körelmemişse, o zaman anlamış olmalısın
ki, söz konusu ağaca yaklaşma dünya hayatının yorgunluğunu
ve mutsuzluğunu gerektiriyordu. Ki bu, insanın dünyada
Rabbini unutmuş hâlde, O'ndan, O'nun yüce makamından gafil
olarak yaşaması de-mekti. Öyle anlaşılıyor ki, Âdem hem ağaçtan
yemek, hem de yaptığı sözleşmeye bağlı kalmak istiyordu. Ama
bu mümkün olmadı, yaptığı sözleşmeyi unuttu ve dünya hayatının
yorgunluğuna mahkûm oldu. Ama sonra tövbe ile bu sıkıntısı giderildi.
"Ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin." İfadenin orijinalinde geçen
"rağad" kelimesi, afiyet ve hoşça geçinme, hayat sürme demektir.
Araplar, "erğad'el-kavmu mevaşiyehum" derler. Yani sürülerini
diledikleri gibi otlasınlar diye serbest bıraktılar. "Kavm'un
rağadun" veya "nisâun rağadun" derler. Bununla, bir topluluğun
veya kadınların rahat ve bolluk içinde bir hayat sürdürdüklerini
vurgulamak isterler.
"Ama şu ağaca yaklaşmayın." Öyle anlaşılıyor ki, ağacın meyvesinin
yenmesinin yasaklığı, ona yaklaşmayı yasaklamakla vurgulanmak
isteniyor. Bununla söz konusu yasağın ne kadar önemli
olduğu, aşılmaması gerektiği ifade ediliyor. Yüce Allah'ın şu sözü
bunu pekiştirici niteliktedir: "Ağacı tadınca kötü yerleri kendilerine
göründü." (A'râf, 22)
"O ağaçtan yediler, böylece kendilerine kötü yerleri göründü."
(Tâhâ, 121) Dolayısıyla onların yasağı çiğneyişleri, meyveyi yemekle
somutlaşmıştır. Bu ise, "yaklaşmayınız." ifadesiyle yasaklanan
şeyin "yemek" olduğunu gösteriyor.
"Yoksa zalimlerden olursunuz." Ayetin orijinalinde geçen "zalimîn"
kelimesi, "zulm" kökünden gelir. Bazılarının ihtimal dahilinde
gördükleri gibi "karanlık" anlamını ifade eden "zulmet" kökünden
gelmez. Nitekim onlar da suçlarını itiraf ederlerken, "zulüm"
işlediklerini dile getirmişlerdi. Yüce Allah onların bu itiraflarını şu
şekilde aktarıyor: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik.
Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan
oluruz." (A'râf, 23)
Ne var ki, yüce Allah "yoksa zalimlerden olursunuz" ifadesi
yerine, Tâhâ suresinde "fe-teşga" yani "sıkıntıya düşersiniz, yorulursunuz
ve mutsuz olursunuz" ifadesini kullanıyor. İfadenin kökü
olan "eş-şi-ka"nın anlamı, "yorulmak"tır. Sonra "yorulma"yı da şu
şekilde açıklığa kavuşturuyor: "Şimdi burada acıkmayacaksın,
çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susamayacaksın, güneşte
yanmayacaksın."
Bununla da anlaşılıyor ki, söz konusu zulmün cezası, dünya
hayatında yorulmaktır; açlık, susuzluk, çıplaklık ve meşakkat
çekmektir. Buna göre, Hz. Âdem ve eşinin işledikleri zulüm, kendi
nefislerine karşı işlenmiş bir zulümdü. Günah işleme ve Allah'a
zulmetme anlamında bir suç söz konusu değildi. Yine buradan
anlıyoruz ki, söz konusu yasak, yani "yaklaşmayınız," ifadesi,
"irşadî nehiy" yani doğruyu gösterme, yükümlünün çıkarına ve iyiliğine
olanı gösterme amacına yönelik öğüt nitelikli bir yasaklamaydı,
"mevlevî nehiy" yani teşri nitelikli bir yasaklama değildi.
Dolayısıyla Hz. Âdem ve eşi cenneti terk etme durumunda kalmakla
kendilerine karşı bir zulüm işlemişlerdi. Çünkü mevlevî
nehye yani teşri nitelikli bir yasağa karşı gelmenin cezası tövbe
edilirse ve tövbe de kabul görürse kaldırılır. Fakat görülüyor ki, Hz.
Âdem ve eşinin cezası kaldırılmıyor. Tövbe etmiş, tövbeleri kabul
görmüş olmasına rağmen, cennette bulunan önceki yerlerine geri
döndürülmüyor. Eğer onlara getirilen yükümlülük, zorunlu sonuçları
olan bir öğüt nitelikli yol gösterme olmayıp, teşri nitelikli bir
yükümlülük olsaydı, tövbelerinin kabulü ile birlikte önceki yerlerine
dönmeleri de gerekecekti. İnşaallah, ileride bu konuyu daha
ayrıntılı biçimde ele alacağız.
"Derken şeytan onların ayaklarını oradan kaydırdı." Bu ve benzeri
ifadelerden, şeytanın onlara yaptığı telkinlerin biz Âdemoğullarına
görünmeksizin yönelttiği vesveselerden farklı bir şey olmadığı anlaşılıyorsa
da, ancak; "Dedik ki: Ey Âdem, bu, senin ve eşinin
düşmanıdır." gibi ifadelerden de yüce Allah'ın, şeytanı onlara göstermiş
ve onu nitelikleriyle değil, şahsen onlara tanıtmış olduğu
anlaşılmaktadır. Yine şeytanın Âdem'e yönelik hitabını aktaran şu
ayet-i kerimeden de aynı şey anlaşılıyor: "Ey Âdem sana sonsuzluk
ağacını göstereyim mi?" İfadede doğrudan bir hitap kullanılmıştır.
Bu da varlığının farkında olunan bir konuşmacıya tanıklık
etmektedir.
A'râf suresindeki, "Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt
verenlerdenim.' diye yemin etti.' ayeti de bunun gibidir. Ancak
somut olarak var-lığı hissedilen bir kişiden yemin gerçekleşebilir.
Çünkü, yüce Allah'ın şu sözü de bu yaklaşımı destekler
mahiyettedir: "Rableri onlara seslendi: Ben sizi o ağaçtan
menetmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim
mi?" (A'râf, 22)
Bütün bunlar gösteriyor ki, şeytan onlara görünüyordu, onu
çıplak gözle görebiliyorlardı. Eğer Âdem ve eşi de (selâm üzerlerine
olsun) bizim gibi vesvese anında şeytanı göremez olsalardı, o
zaman şunu söyleme hakkına sahip olurlardı: Rabbimiz, bilemedik.
Onu açıkça göremediğimiz için şeytanın vesveselerini kendi
düşüncemizmiş gibi değerlendirdik. Yoksa bu tavrımızla, onun
vesveselerine karşı bize yönelttiğin uyarılara, karşı çıkmak niyetinde
değildik.
Kısacası, Âdem ve eşi şeytanı görüyor ve onu tanıyorlardı.
Allah'ın koruması altında bulunan masûm peygamberler (a.s) de
onu tanıyor ve kendilerine bir vesvese vermeye kalkıştığı zaman
onu görüyorlardı. Bu hususta Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Yahya,
Eyyub, İsmail ve Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerlerine olsun)
ile ilgili olarak birçok rivayet aktarılmıştır.
Aynı şekilde, yukarıda ayetlerden çıkardığımız sonucu şu ayeti
kerimeden de çıkarmak mümkündür: "Rabbiniz başka bir sebepten
dolayı değil... sizi bu ağaçtan menetti." (A'râf, 20) Buradan
anlaşıldığı kadarıyla Hz. Âdem ve eşi, cennette söz konusu ağacın
civarında şeytanla (Allah'ın lâneti üzerine olsun) birlikte bulunuyorlardı,
Şeytan cennete gitmiş, onlara eşlik etmiş ve vesveseleriyle
onları yoldan çıkarmıştı. Burada sözü edilen cennet sonsuzluk
cenneti olmadığı için, şeytanın oraya girmesinde bir sakınca yoktur.
Bunun kanıtı da hep birlikte o cennetten çıkarılmış olmalarıdır.
Yüce Allah'ın İblis'e yönelik şu sözüne gelince, "Öyle ise oradan
in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık oradan."
(A'râf, 13) burada, meleklerin arasından veya gökyüzünden
çıkma kastedilmiş olabilir. Çünkü gökyüzü bir bakıma yakınlık ve
onurlandırma makamıdır.
"Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin..." İfadeden anlaşıldığı
kadarıyla hitap, Hz. Âdem, eşi ve İblis'e yöneliktir. A'râf suresinde
ise hitap özel olarak İblis'e yöneltiliyor: "Oradan in, orada büyüklük
taslamak senin haddin değildir." Burada ise, "ininiz" buyuruluyor.
Sanki iki hitap birleştiriliyor gibi. Burada bir de yüce Allah-
'ın Âdem, eşi ve çocukları ile İblis arasında öngördüğü düşmanlığa
dikkat çekiliyor ve bunların bir süre yeryüzünde yaşamaları; orada
ölmeleri ve oradan dirilmelerinin öngörüldüğü açıklanıyor.
Âdem'in soyu da onunla aynı hükme tâbidir. Bu yargı şu ifadeden
de anlaşılabilir: "Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan
çıkarılacaksınız." (A'râf, 25) İleride ele alacağımız şu ayet-i kerimeden
de bu hususu istifade etmek mümkündür: "Sizi yarattıktan
sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, 'Âdem'e secde edin.'
dedik." (A'râf, 11)
Hiç kuşkusuz meleklere, "Âdem'e secde edin." emrinin verilmiş
olması, bir anlamda onun yer menşeli bir halife olmasından
dolayıdır. Secde edilen Âdem'di; ama secde hükmü tüm insanlık
için geçerliydi. Kısacası, Hz. Âdem bir temsilci, bir model olarak
secde edilen konumunda bulunuyordu.
Belki de yüce Allah, bu kıssayı anlatmak, Hz. Âdem ve eşinin
cennete yerleştirilmelerini, sonra yasak ağacın meyvesini yedikleri
için cennetten indirilişlerini hikâye etmekle, insanların dünya hayatına
inmeden önce, cennette, yüksek ve yaklaştırılmış mekânda,
nimet, sevinç, yakınlık ve aydınlık yurdunda, tertemiz arkadaşlarla,
ruhanî dostlarla ve âlemlerin Rabbinin katında yaşadıkları
mutluluğu ve nail oldukları saygınlığı bir örnekle dile getirmek istemiştir.
Ancak insan, o temiz hayat yerine fani, kokuşmuş ve alçak bir
hayata eğilim göstererek her türlü yorgunluğu, meşakkati, acı ve
ıstırabı seçiyor. Buna rağmen eğer insan, bundan sonra tekrar
Rabbine dönecek olursa, Allah onu yeniden saygınlık ve mutluluk
yurduna döndürecektir. Ama eğer Rabbine dönmez, toprağa bağlanıp
kalırsa, heva ve hevesi doğrultusunda hareket ederse, bu
durumda Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmiş, azap yurdunu
hak etmiş olur, cehenneme atılır; orası ne kötü bir barınaktır.
"Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunun üzerine (Rabbi,
rahmetiyle) ona döndü." İfadenin orijinalinde geçen "telekka" kelimesi,
sözü derinden kavrayarak algılamak demektir. Bu algılama
sayesinde Hz. Âdem'in tövbe etmesi kolaylaşmıştı.
Buradan anlıyoruz ki, tövbe iki kısma ayrılır: Biri, yüce Allah'ın
tövbesidir ki, kuluna merhametle döner. Diğeri de kulun tövbesidir
ki, bağışlanma dileyerek, günahından pişmanlık duyarak Allah'a
döner. Kulun tövbesi, Allah'ın iki tövbesi ile çevrilmiş hâldedir. Çünkü
kul hiçbir durumda Rabbinden müstağni olamaz. Kulun; günahtan
pişmanlık duyup dönmesi Rabbinin başarı vermesine, yardımına
ve rahmetine muhtaçtır ki, tövbesi gerçekleşmiş olsun. Tövbe gerçekleştikten
sonra da yüce Allah'ın tövbeyi kabul etmesine, lütuf
ve merhametine ihtiyaç hasıl oluyor. Buna göre kulun tövbesi, kabul
görmesi durumunda, yüce Allah'tan kaynaklanan iki tövbe ile
kuşatılmış durumdadır, demektir. Yüce Allah'ın şu sözü de bunu
pekiştirici niteliktedir: "Sonra tövbe etsinler diye rahmetiyle onlara
döndü." (Tevbe, 118)
"Âdem" kelimesinin nasb, "kelimat" sözcüğünün de ref hâlinde
okunması bu hususu destekler mahiyettedir. Gerçi öteki
okuyuş biçimi ("Âdem" kelimesinin ref, "kelimat" sözcüğünün de
nasb hâlinde okun-ması) da bu anlama ters düşmüyor.
Şimdi, acaba Âdem'in Rabbinden aldığı, kavrayarak algıladığı
ke-limeler nelerdi? Bir ihtimal, bu kelimeler, yüce Allah'ın A'râf suresinde
dile getirdiği şu sözlerdir: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize
zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak
ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) Fakat bu sözler,
yani "Dediler ki: Rabbimiz, biz..." cümlesi, A'raf suresinde "Dedik
ki: Oradan ininiz." buyruğundan önce ifade ediliyor. Dolayısıyla bu
surede, "oradan ininiz." sözünden sonra, "Âdem, Rabbinden birtakım
kelimeler aldı." sö-zünün yer almış olması yukarıdaki yaklaşımı
desteklemiyor.
Ne var ki, ortada şöyle bir durum vardır: Gördüğün gibi yüce Allah
kıssanın başında şöyle buyuruyor: "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım." Buna karşılık melekler şöyle diyorlar: "Orada bozgunculuk
yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa
biz seni överek tespih ediyoruz ve seni takdis ediyoruz." Burada
yüce Allah, meleklerin yer menşeli halifeye getirdikleri suçlamaları
ve öteki iddiaları reddetmiyor; bu itiraza cevap olarak sadece,
Âdem'e tüm isimleri öğrettiğini vurguluyor.
dürürlerdi ve kesinlikle ikna olmazlardı. Şu hâlde yüce Allah'ın
Âdem'e öğrettiği isimler arasında, isyan eden isyankâra ve günah
işleyen günahkâra yararlı olan bir söz vardır. Dolayısıyla Hz. Âdem-
'in yüce Allah'tan algıladığı sözlerin bu öğretilen isimlerle bir ilgisi
olsa gerek. Artık sen, bunun gerisini düşün.
Bil ki, her ne kadar Hz. Âdem kendini yok oluş uçurumunun
kenarına kadar atarak ve mutluluk diyarı ile mutsuzluk diyarının,
yani dünyanın yol ayırımına kadar gelerek kendine zulmetmiş, indirildiği
yerde kalmalı olursa helâk olmuş, ilk mutluluğuna geri
dönmeyi başarırsa kendini yormuş, dolayısıyla her hâlükârda kendine
zulmetmiş idiyse de, ancak Hz. Âdem, bu inişi ile kendine öyle
bir mutluluk derecesi ve öyle bir kemal mertebesi hazırladı ki,
eğer bu iniş olmasaydı veya günah işlemeden olsaydı, kesinlikle
bu mertebeye ulaşamazdı.
Bu iniş olmasaydı, insanoğlu kendi fakirliğini, zelilliğini, miskinliğini,
muhtaçlığını ve kusurluluğunu nasıl gözlemleyecekti?
Katlandığı zahmet ve meşakkatler, çektiği acı ve dertlere karşılık,
âlemlerin Rabbinin komşuluğunda kendisi için huzurlu bir hayat,
iç açıcı nimetler olduğunu nasıl anlayacaktı?! Yüce Allah'ın ancak
günahkârların ulaşabilecekleri affetme, bağışlama, şefkat, tövbeleri
kabul etme, günahları örtme, iyilikte bulunma ve acıma gibi
sıfatları olduğunu ne bilecekti?! Yüce Allah'ın zaman içinde esen
hoş kokulu bağış meltemlerinin varolduğunu, bu meltemlerden
yararlanmak için sadece on-ların estiği yerde bulunmanın yeterli
olduğunu nasıl öğrenecekti?! İşte, izlenecek yolla ilgili teşrii (yasamayı) zorunlu kılan tövbe
bu-dur. Ancak tövbe sayesinde bu yolu izlemek mümkün olur ve
ileride varılacağı umulan mekâna arınmış olarak varılır. Demek ki,
tövbenin ardında dinin teşrii ve dine dayalı sosyal hayatın sağlam
bir temele oturtulması söz konusudur.
Bunun en güzel kanıtı da, yüce Allah'ın sık sık tövbeyi imandan
önce gündeme getirmesidir: "Öyleyse emrolunduğun gibi
doğru ol; ve seninle beraber tövbe edenler de." (Hûd, 112) "Ve ben
tövbe eden ve inanan kimselere karşı elbette çok bağışlayıcıyım."
(Tâhâ, 82) Bu hususla ilgili olarak daha birçok ayet örnek
gösterilebilir.
"Hepiniz oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği
zaman..." İşte din hususunda Hz. Âdem ve soyu için yasalaştırılan
ilk ilke budur. Burada din iki cümle ile özetlenmiştir ve kıyamete
kadar da buna bir eklemede bulunulmaz.
Bu kıssayı (cennet kıssasını) özellikle Tâhâ suresinde ifade edildiği
şekliyle inceleyecek olursan, sonuçta bu kıssanın akışı içinde
yüce Allah'ın Âdem ve soyu ile ilgili iki yargıda bulunduğunu
göreceksin. Yasak ağacın meyvesinden yemeleri yüce Allah'ın Âdem
ve soyunun yeryüzüne indirilip oraya yerleştirilmelerine, orada
ağacın meyvesine yaklaşmamaları uyarısında bulunurken işaret
ettiği meşakkatli hayatı çekmelerine hüküm vermesini gerektirmiştir.
Bunun ardından gerçekleşen tövbe ise, yüce Allah'ın ikinci bir
hüküm vermesini gerektirmiştir. Bunun sonucunda yüce Allah,
Âdem ve soyuna, kulluk sunma biçimini göstermeye, onları doğru
yola iletmeye karar vermiştir. İlk hüküm, dünya hayatının kendisiydi.
Sonrasında gerçekleşen tövbe sonucu, yüce Allah bu hayatın
koşullarını iyileştirmiştir; insanlara içinde yaşadıkları bu hayatta
Allah'a nasıl kulluk sunacaklarını göstermiştir. Böylece insan hayatı,
dünyevî ve semavî hayatın bir bileşimi hâlini almıştır.
Bu surede, cennetten "indiriliş" olayının tekrarlanışından da
çıkan sonuç budur. Bir keresinde yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dedik
ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzünde kalıp bir
süre yaşamanız lazımdır." Sonra şöyle buyuruyor: "Hepiniz oradan
inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman..."
Cennetten indirilmeye ilişkin iki emrin arasında tövbe olayının
anlatılmış olması gösteriyor ki, Hz. Âdem ve eşi önceki gibi kalıcı
olmamakla birlikte, tövbe ettikleri sırada henüz cennetteydiler.
Yüce Allah'ın şu sözü de bunu destekler mahiyettedir: "Rableri onlara
seslendi: Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi?" Bundan önce
de şöyle buyurmuştu: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın." Daha önce
ağaca yakını gösteren "bu" işaret edilirken, sonrasında uzağı gösteren
"o" zamiriyle işaret ediliyor. Aynı şekilde daha önce yakını
ima eden "dedi." ifadesi kullanılırken sonrasında uzağı ima eden
"seslendi" ifadesi kullanılmıştır. Buna göre gerisini sen düşün.
Bil ki, "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzün-
de kalıp bir süre yaşamanız lazımdır." ayeti ile ,"Orada yaşayacaksınız,
orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız."
ayetinin zahiri gösteriyor ki, cennetten indirilişten sonraki bu hayat,
cennetten indirilişten önceki hayattan farklı niteliklere sahiptir.
Yine anlıyoruz ki, bu hayatın özü, yerin özünden kaynaklanan
bir karaktere sahiptir. Bu hayatın karakteristik özelliği meşakkat
ve mutsuzluktur. Bu yüzden insanın yeryüzünde kalması, ölümle
oraya dönmesi, sonra oradan diriltilmesi gerekir. Şu hâlde yeryüzündeki
hayat, cennetteki hayattan farklıdır. Buna göre cennet
hayatı dünyevî niteliklere sahip değildir, semavîdir.
Buradan hareketle kesin olarak denebilir ki, Hz. Âdem'in dünyaya
indirilmeden önce yerleştirildiği cennet, gireni bir daha dışarı
çıkmayan ahiretteki cennet değilse de mekân olarak gökte yer
alan bir cennettir. Dolayısıyla "gök" kavramı üzerinde de durmamız
gerekiyor. İnşaallah ileride bu kavramı etraflıca ele alma imkânını
bulabiliriz.
Geriye bir şey kalıyor: O da Hz. Âdem'in işlediği hatadır. Biz diyoruz
ki; ayetler, ilk bakışta onun bir günah, bir hata işlediğini ifade
ediyorlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yoksa zalimlerden
olursunuz." Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Âdem,
Rabbine karşı geldi de yolunu şaşırdı." Nitekim yüce Allah'ın bize
aktardığı şekliyle, onlar da suçlarını itiraf etmişlerdir: "Rabbimiz,
biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan,
muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz."
Ne var ki, kıssayı aktaran ayetler üzerinde iyice durulduğu ve
ağacın meyvesi ile ilgili olarak konulan yasak titiz olarak incelendiği
zaman, kesin olarak bu yasağın mevlevî nehiy yani teşri nitelikli
bir yasak olmadığı, tersine irşadî nehiy yani öğüt nitelikli yol
gösterme amacına yönelik olduğu anlaşılır. Bu yasaklama ile yükümlüye
yasağın, kendisine ne kadar yararlı ve hayırlı olduğu vurgulanmak
istenmiştir. Yoksa Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde getirilen
bir yasak değildir.
Bunun ilk işareti şudur: Yüce Allah hem bu surede ve hem de
A'râf suresinde yasaktan sonra, bunun bir zulüm olduğu şeklinde
bir ayrıntıya yer vermiştir: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın. Yoksa
zalimlerden olursunuz." Tâhâ suresinde ise, "yorulursunuz" şeklinde
bir ayrıntıya yer veriyor. Bunu cennetin terkine yönelik bir ayrıntı
olarak sunuyor. "eş-şika" kelimesinin anlamı, yorulmak, meşakkat
çekmektir. Sonra bu kavramı açıklayıcı mahiyette şöyle
buyuruyor: "Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın.
Ve sen burada susamayacaksın, güneşte yanmayacaksın."
Böylece açık biçimde anlaşılıyor ki, "eş-şika" kavramından
maksat, dünya hayatının gerektirdiği açlık, susuzluk ve çıplaklık
gibi dünyevî meşakkatlerdir.
Şu hâlde, bu tür durumlardan korunmak, yukarıda işaret ettiğimiz
irşadî nehiy yani öğüt nitelikli bir yasağı gerektirmektedir.
Yani burada mevlevî nehiy yani teşri nitelikli, Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde bir yasaklama söz konusu değildir. Bütün mesele,
doğruyu gösterme amacına yöneliktir. İrşadî nehiy/öğüt nitelikli
bir yasağı çiğnemek, mevlevî nehiy/teşri nitelikli bir yasağı çiğneme
gibi, isyanı gerektirmez, kulluk sınırlarının dışına çıkma olarak
nitelendirilemez. Buna göre, ayetlerde sözü edilen "zulüm"den
maksat, kendilerini yorucu ve tehlikeli bir hayata atmış olmaları
dolayısıyla kendilerine zulmetmeleridir. Yoksa; burada Rablık ve
kulluk ilişkileri açısından yerilmeyi gerektiren bir zulmün söz konusu
olmadığı gayet açıktır.
İkinci işareti şudur: Kulun, yaptığından pişmanlık duyup geri
dönmesi anlamına gelen "tövbe" yüce Allah tarafından kabul edilirse,
söz konusu günah hiç işlenmemiş gibi olur ve sanki böyle bir
masiyet gerçekleşmemiş gibi yepyeni bir sayfa açılır. Dolayısıyla
günahından tövbe eden az önceki günahkârla, emirlere içtenlikle
uyan itaatkâr bir kul gibi muamele edilir. Yaptığı fiil emre uymak
olarak değerlendirilir.
Eğer söz konusu ağacın meyvesi ile ilgili olarak konulan yasak
mevlevî/teşri nitelikli olsaydı, bu fiilden sonra gerçekleşen tövbe
de kulluk görevi ile ilgili olarak işlenen bir günahtan ve ilâhî bir
emre karşı gelmekten pişmanlık duymak olarak değerlendirilir ve
her ikisi de tekrar cennete geri alınırdı. Ama görüyoruz ki, bu olaydan
sonra ikisi de dönmüş değildir.
Bununla da anlaşılıyor ki, yasak meyvenin yenilmesinden sonra
gerçekleşen cennetten çıkma olayı, önceden plânlanmış, ev-
rensel sistemin gereği olarak gerçekleşmesi zorunlu olan bir olaydı.
Tıpkı zehrin ölüme yol açması ve tıpkı ateşin yanmaya yol açması
gibi kaçınılmazdı. İrşadî/öğüt nitelikli yükümlülüklerde bu
böyledir. Oysa mevlevî/teşri nitelikli yükümlülüklerde cezalandırma
türünden birtakım sonuçlar söz konusudur. Namaz kılmayı
bırakanın ateşe atılması, kulun Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde konan
genel toplumsal kuralları çiğnemesi durumunda söz konusu
olan kınanması ve dışlanması gibi.
Üçüncü İşareti de şudur: Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hepiniz
oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman,
kimler benim hidayetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve
onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar
ise, ateş ehlidir, onlar orada ebedi kalacaklardır." (Bakara, 38-39)
Bu ayetlerin ifade tarzı, yüce Allah'ın melekler, kitaplar ve peygamberler
aracılığı ile ayrıntılarıyla birlikte dünyada indirdiği tüm
mevlevî/teşri nitelikli kuralları içerecek şekilde kapsamlıdır. Bu
sözlerle Âdem ve soyunun yurdu olan bu dünyada konan ilk yasa
anlatılıyor. Görüldüğü gibi bu yasama, yüce Allah'ın Âdem'in yeryüzüne
inmesiyle ilgili ikinci emrinden sonra gerçekleşmiştir. Açıktır
ki, yeryüzüne iniş emri, cennette oluştan sonra, söz konusu
hatanın işlenmesinin ardından gerçekleşen tekvinî emirdir.
Demek ki, yasağın çiğnendiği ve yasak ağaca yaklaşıldığı sırada
ne yürürlükte olan bir din ve ne de teşri nitelikli bir yükümlülük
vardı. Dolayısıyla kulluk görevi ile ilgili bir günah ve teşri nitelikli
bir emre karşı çıkma şeklinde bir durum gerçekleşmiş değildir.
Bu durum, "ağaca yaklaşmayın." emrinden önce, meleklere
ve İblis'e yönelik "Âdem'e secde edin." emrinin mevlevî/teşri nitelikli
oluşu ile bir çelişki arzetmiyor. Çünkü bu iki emre muhatap
olan yükümlüler farklı kimselerdirler.
Denebilir ki: Madem ki bu yasak öğüt niteliklidir ve teşri nitelikli
değildir, şu hâlde yüce Allah'ın Âdem ile eşinin davranışını zulüm,
isyan ve azma olarak nitelendirmesi ne anlam ifade eder?
Buna karşılık olarak vereceğim cevap şudur: "Zulüm" niteliği
ile ilgili olarak, bununla onların yüce Allah katında kendilerine
zulmetmelerinin kastedildiğini vurgulamıştık. İsyan ise, etkilenme
veya zorla etkilenmeyi ifade eden bir kavramdır. Nitekim
"kesertuhu fe'n-kesere" (onu kırdım o da kırıldı) ve "kesertuhu feasâ"
(onu kırmaya çalıştım, etkilenmedi) denir. Buna göre isyan
bir emir veya yasaktan etkilenmemek, isteneni yapmamak demektir.
Böyle bir durum, Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesindeki yükümlülükler
için söz konusu olduğu gibi irşadî/öğüt nitelikli hitaplar için
de geçerlidir.
Günümüzde, "namaz kıl", "oruç tut", "hacca git" veya "şarap
içme" ve "zina etme" gibi emir ve yasaklara karşı gelme durumunda
Müslüman topluluğun dilinde "isyan" kavramının kullanılmasına
gelince; bu, şeriat veya şeriat ehli tarafından bu kelimeye yüklenen
anlamdır. Dolayısıyla sözlük ve genel ürf açısından kavramın
ifade ettiği anlamın genelliğine bir zarar vermez.
Azma olarak tercüme ettiğimiz "el-gavaye" ise, bir insanın
yaşama amacını koruyamaması ve bu doğrultuda bir düzenlilik
içinde hayatını sürdürme kabiliyetini gösterememesi demektir.
Bununsa, emrin irşadî/öğüt nitelikli mi; yoksa mevlevî/teşri
nitelikli mi olma durumlarına göre farklılık göstereceği kesindir.
Bu durumda diyebilirsin ki: Şu hâlde Hz. Âdem ve eşinin tövbe
etmesine ve "Eğer sen bizi bağışlamasan ve bize acımasan elbette
hüsrana uğrayanlardan oluruz." demeleri ne anlam ifade eder?
Buna cevap olarak derim ki: Daha önce de söylediğimiz gibi
"tövbe", yapılan işten pişmanlık duyup geri dönmektir. Duruma
göre, dönüş de farklı olabilir.
Efendisinin emrine başkaldıran bir köle, yaptığına pişman olup
tövbe etmekle efendisinin katında kaybettiği eski konumuna,
eski yakınlığına dönmesi mümkün olduğu gibi, doktor tarafından
belli bir meyveyi ve yiyeceği yemesi yasaklanmış bir hasta için de
aynı durum söz konusudur: Doktorun bu yasağı bütünüyle onun
sağlığı ve selâmeti ile ilgili öğüt nitelikli bir yasaklamadır.
Diyelim ki, hasta doktorun bu uyarısına uymadı ve yasağı çiğnedi,
sonuçta ölümle burun buruna geldi. Böyle bir duruma düşen
adamın yaptığına pişman olması, kendisini eski sağlığına kavuşturacak
bir ilâç vermesi için yeniden doktora başvurması son derece
normaldir. Doktor da, ilk karakteristik sağlığına kavuşması
ve hatta ondan daha iyi bir duruma gelmesi için bir süre zorluk
çekmesi, meşakkatlere katlanması, yorulması, egzersiz yapması
gerektiğini söyleyebilir. Bağışlama ve merhamet etmeye gelince, yukarıdaki diğer durumlar
için de söylediğimiz gibi, duruma göre bunların yönelik oldukları
hedef de değişiklik arzedebilir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Kummî'de müellif kendi babasından a da rivayet
zincirlerine yer vermeksizin İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
eder: "İmam'a, 'Âdem'in yerleştirildiği cennet, dünya bahçelerinden
bir bahçe miydi, yoksa ahiretteki bahçelerden biri miydi?' diye
soruldu. İmam şöyle buyurdu: Bir dünya bahçesiydi, üzerine güneş
ve ay doğardı. Eğer ahiret bahçelerinden bir bahçe olsaydı,
sonsuza dek oradan çıkmazdı. Yüce Allah onu söz konusu cennete
yerleştirince, o ağaç hariç diğer her şeyi ona helâl kıldı. Çünkü
Âdem öyle bir yaratılışa sahipti ki, varlığını ancak emir, yasak,
beslenme, giyinme, barınma ve nikâh (cinsel birleşme) ile
sürdürebilirdi. Bir yerden destek almadığı sürece kendisine yararlı
olan şeyi zararlı olan şeyden ayırt edemezdi."
"İblis, yanına gelip ona şöyle dedi: 'Eğer siz, yüce Allah'ın size
yasak ettiği bu ağacın meyvesinden yerseniz, birer melek olursunuz
ve sonsuza dek bu cennette kalırsınız. Eğer bu meyveden yemezseniz,
Allah sizi buradan çıkaracaktır.' Sonra da kendilerine
öğüt vermek istediğini bildirerek yemin etti. Nitekim yüce Allah da
bu olayı şöyle haber veriyor: 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı
değil, sırf melek olursunuz ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye
sizi şu ağaçtan menetti ve onlara, 'Elbette ben size öğüt verenlerdenim.'
diye de yemin etti.' [A'râf, 20-21]"
"Âdem onun sözünü tuttu ve eşi ile birlikte söz konusu ağacın
meyvesinden yedi. Sonra da yüce Allah'ın bize haber verdiği gelişmeler
oldu: 'Ayıp yerleri kendilerine göründü.' Yüce Allah'ın üzerlerine
giydirdiği cennet giysileri açıldı. Ayıp yerlerini cennet
yapraklarıyla örtmeye çalıştılar. Bunun üzerine, 'Rableri onlara
şöyle seslendi: Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim ve ben
size şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, dememiş miydim?' Yüce
Allah'ın bize aktardığına göre onlar da şöyle demişlerdi:
'Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize
acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.' Bunun üzerine
yüce Allah onlara şöyle dedi: 'Birbirinize düşman olarak inin,
sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz lazımdır.' Yani
kıyamete kadar... Âdem Safa tepesinin üzerine indi. Bu tepenin
'Safâ' olarak adlandırılması, Âdem Safiyyullah'ın oraya indirilmiş
olmasından dolayıdır."
"Havva da Merve tepesine indi. Bu tepenin 'Merve' adını alması,
kadının (el-mer'e) oraya indirilmiş olmasından dolayıdır. Hz.
Âdem kırk gece secdeye kapanıp cennetten ayrılmış olmanın
hüznüyle ağlayarak sabahladı. Cebrail yanına inerek ona şöyle
dedi: 'Allah seni kendi elleriyle yaratmadı mı? Senin içine kendi
ruhundan üfleyip bütün melekleri sana secde ettirmedi mi?' Âdem,
'Evet.' dedi. 'Şu ağaçtan yeme dediği hâlde, emrini çiğnemedin
mi?' Âdem, 'İblis bana Allah adına yalan yemin içti.' dedi."
Ben derim ki: Hz. Âdem'in yerleştirildiği cennetin, dünya bahçelerinden
biri olduğu şeklinde birçok açıklama Ehlibeyt
İmamlarından rivayet edilmiştir. Bunların bir kısmı, İbrahim b.
Haşim kanalıyla aktarılmış ve bu rivayetle uyum oluşturmuştur.1
Aslında Hz. Âdemin yerleştirildiği cennetin; dünya bahçelerinden
biri olduğu şeklindeki ifadeden maksat, onun sonsuzluk cennetlerine
karşılık, bir ara dönem (berzah) bahçesi oluşudur. Rivayetin
bazı bölümlerinde de buna yönelik işaretler vardır. "Âdem
Safa tepesine indi." ve "Havva Merve tepesine indi..." Yine "Bir süreden
maksat, kıyamet günüdür." şeklindeki ifade de buna yönelik
bir işaret içermektedir. O süreden maksat, kıyamet günü olduğuna
göre de; ölümden sonraki berzah bekleyişi, yeryüzünde gerçekleşen
bir bekleyiştir.
Nitekim Kur'ânı Kerim'de ölümden sonraki dirilişi konu edinen
ayetler de berzah bekleyişinin yeryüzünde gerçekleştiğini ifade
etmektedirler. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Ve Allah dedi: 'Yeryüzünde yıllar sayısınca ne kadar kaldınız?'
'Bir gün yahut günün bir kısmı kadar kaldık; sayabilenlere sor.'
dediler. Buyurdu ki: Sadece az bir zaman kaldınız, keşke bilseydiniz."
(Mü'minûn, 112-114) "Kıyamet koptuğu gün, suçlular yeryü-
zünde bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. Zaten onlar,
böyle çevriliyorlardı. Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler
ki: "Andolsun siz, Allah'ın kitabınca, ta yeniden dirilme gününe
kadar kaldınız. İşte bu da dirilme günüdür. Fakat siz
bilmiyordunuz." (Rûm, 55-56)
Ayrıca, Ehlibeyt İmamlarından aktarılan bazı rivayetler de, Hz.
Âdem'in yerleştirildiği cennetin gökte olduğunu ve Âdem ile eşinin
gökten indiklerini ifade ediyorlar. Bu arada, rivayetlerin diliyle tanışık
olanlar, söz konusu cennetin gökte olması ve Hz. Âdem ile
eşinin gökten indirilmiş olması ile, bu ikisinin yeryüzünde yaratılmış
olmaları ve orada yaşamış olmaları arasında bir çelişki doğacağından
korkmazlar. Aynı şey, cennetin gökte oluşu ile, kabir
sorgulamasının yeryüzünde olması, ayrıca kabrin ya cennet bahçelerinden
bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur olması
için de geçerlidir. İnşaallah "gök" kavramı üzerinde durduğumuz
zaman bu ve benzeri problemlerin ortadan kalkacağını
umuyorum.
İblis'in Hz. Âdem ile eşinin yanına nasıl geldiği, hangi yollara
başvurduğu hususuna gelince; sahih ve itibar edilen rivayetlerde
buna ilişkin bir açıklamaya yer verilmemiştir. Bize ulaşan bazı haberlerde
yılan ve tavus kuşunun İblis'e Âdem ve eşini yoldan çıkarma
hususunda yardımcı oldukları belirtilmekle beraber, bunlara
itibar etmemek gerekir. Bunların uydurulmuş olduğuna inandığımız
için, anlatma gereğini duymadık. Bu kıssa aslında Tevrat'tan
alınmıştır. Onun için kıssayı olduğu gibi oradan aktarıyoruz.
Tekvin Kitabının 2. Babında şöyle denir: "Ve Rab Allah yerin
toprağından Âdem'i yaptı, ve onun burnuna hayat nefesini üfledi;
ve Âdem yaşayan can oldu. Ve Rab Allah şarka doğru Âdem'de bir
bahçe dikti; ve yaptığı Âdem'i oraya koydu. Ve Rab Allah görünüşü
güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin ortasında hayat
ağacını, ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi. Ve bahçeyi
sulamak için Aden'den bir ırmak çıkardı, ve oradan bölündü,
ve dört kol oldu. Birinin adı Nil'dir; kendisinde altın olan bütün
Havila diyarını kuşatır, ve bu diyarın altını iyidir; orada ak günnük
ve akik taşı vardır. Ve ikinci ırmağın adı Ceyhun'dur. Bütün Habeş
diyarını kuşatan odur. Ve üçüncü ırmağın adı Dicle'dir. Musul'un
doğusunda akar. Ve dördüncü ırmak Fırat'tır. Ve Rab Allah Âdem'i
aldı baksın ve onu korusun diye Aden bahçesine koydu. Ve Rab Allah
Âdem'e emredip dedi: Bahçenin her ağacından istediğin gibi
ye; Fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü
ondan yediğin günde mutlaka ölürsün."
"Ve Rab Allah dedi: Âdem'in yalnız olması iyi değildir; kendisine
uygun bir yardımcı yapacağım. Ve Rab Allah her kır hayvanını,
ve göklerin her kuşunu topraktan yaptı; ve onlara ne ad koyacağını
görmek için Âdem'e getirdi; ve Âdem her birinin adını ne koydu
ise canlı mahlukun adı o oldu. Ve Âdem bütün sığırlara ve göklerin
kuşlarına, ve her kır hayvanına ad koydu; fakat Âdem için kendisine
uygun yardımcı bulunmadı. Ve Rab Allah Âdem'in üzerine derin
uyku getirdi; ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini
aldı, ve yerini etle kapadı; ve Rab Allah Âdem'den aldığı kaburga
kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu Âdem'e getirdi. Ve Âdem dedi:
Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna Nisa
denilecek, çünkü o insandan alındı. Bunun için insan anasını ve
babasını bırakacak, ve karısına yapışacaktır, ve bir beden olacaklardır.
Ve Âdem ve karısı, ikisi de çıplaktılar, ve utançları yoktu."
3. Bab: "Ve Rab Allah'ın yaptığı bütün kır hayvanlarının en hilekârı
olan yılandı. Ve kadına dedi: Gerçek, Allah: Bahçenin hiçbir
ağacından yemeyeceksiniz, dedi mi? Ve kadın yılana dedi: Bahçenin
ağaçlarının meyvesinden yiyebiliriz; fakat bahçenin ortasında
olan ağaç hakkında Allah: Ondan yemeyin, ve ona dokunmayın ki,
ölmeyesiniz, dedi. Ve yılan kadına dedi: Katiyen ölmezsiniz; çünkü
Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, ve iyiyi
ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız. Ve kadın gördü ki, ağaç
yemek için iyi; ve gözlere hoş ve anlayışlı kılmak için arzu olunur
bir ağaçtı; ve onun meyvesinden aldı ve yedi; ve kendisiyle beraber
kocasına da verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı, ve
kendilerinin çıplak olduklarını bildiler; ve incir yaprakları dikip
kendilerine önlükler yaptılar."
"Ve günün serinliğinde bahçede gezmekte olan Rab Allah'ın
sesini işittiler; ve Âdem'le karısı Rab Allah'ın yüzünden bahçenin
ağaçları arasına gizlendiler. Ve Rab Allah Âdem'e seslenip ona
dedi: Neredesin? Ve o dedi: Senin sesini bahçede işittim ve kork-
tum, çünkü ben çıplaktım, ve gizlendim. Ve dedi: Çıplak olduğunu
sana kim bildirdi. Ondan yeme, diye sana emrettiğim ağaçtan mı
yedin? Ve Âdem dedi: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi,
ve yedim."
"Ve Allah kadına dedi: Bu yaptığın nedir? Ve kadın dedi: Yılan
beni aldattı, ve yedim. Ve Allah yılana dedi: Bunu bilerek yaptığın
için bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lânetlisin;
karnın üzerinde yürüyeceksin, ve ömrünün bütün günlerinde toprak
yiyeceksin; ve seninle kadın arasına, ve senin zürriyetinle onun
zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım; o senin başına saldıracak,
ve sen onun topuğuna saldıracaksın. Kadına dedi: Zahmetini ve
gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlât doğuracaksın; ve
arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacaktır. Ve Âdem'e dedi:
Karının sözünü dinlediğin ve: Ondan yemeyeceksin, diye sana emrettiğim
ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lânetli oldu;
ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin; ve sana
diken ve çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin, toprağa dönünceye
kadar, alnının teriyle ekmek yiyeceksin; çünkü ondan alındın;
çünkü topraksın, ve toprağa döneceksin. Ve Âdem karısının adını
Havva (hayatı olan) koydu; çünkü bütün yaşayanların anası oldu.
Ve Rab Allah Âdem için ve karısı için deriden kaftan yaptı, ve onlara
giydirdi."
"Ve Rab Allah dedi: İşte, Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden
biri gibi oldu; ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın,
ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye, böylece Rab Allah
onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek
için çıkardı. Ve Âdem'i kovdu; ve hayat ağacının yolunu korumak
için, Âdem bahçesinin şarkına Kerubileri, ve her tarafa dönen kılıcın
alevini koydu." (Tevrat'tan alınan bölüm burada sona erdi.)
Kıssayı iki kanaldan, yani Kur'ân ve Tevrat kanallarından süzüp
incelediğin zaman, ardından Şiî ve Sünnî kanallardan gelen rivayetleri
göz önünde bulundurup üzerinde düşündüğün zaman,
gerçeği kavrayabilirsin. Ne var ki, biz, kitabın amacını aştığı için bu
hususta ayrıntılı bir inceleme yapmaktan kaçındık. Gelelim şeytanın cennete girmesi olayına: Burada iki soruyla
karşılaşıyoruz:
1- Bilindiği gibi cennet, Allah'a yakınlığın, arınmışlığın ve temizliğin
sembolüdür. Nitekim yüce Allah cennet için şöyle buyuruyor:
"İçinde ne saçmalama var, ne de günaha sokma." (Tûr, 23)
2- Cennet göktedir ve şeytan Âdem'e secde etmekten kaçınınca
yüce Allah ona şöyle hitap etmiştir: "Çık oradan, çünkü sen
kovuldun." (Hicr, 34) "Oradan in, orada büyüklük taslamak senin
haddin değildir." (A'râf, 13)
Birinci soruya verilebilecek cevap şudur: Kur'ân-ı Kerim'in işaret
ettiği saçmalama ve günaha sokma durumlarının mümkün
olmadığı cennet, müminlerin ahirette girecekleri sonsuzluk cenneti
ile, ölümden sonra ve sorumluluk dünyasından göçün ardından
girdikleri berzah cennetidir. Fakat insanın yeryüzüne yerleştirilip,
sorumluluk altına sokulmasından, emir ve yasaklara muhatap
kılınmasından önce Hz. Âdem'in yerleştirildiği cennetle ilgili olarak
Kur'ân-ı Kerim bu tür bir nitelendirmede bulunmamıştır. Aslında
bu cennette durum bunun tersini göstermektedir. Nitekim Hz. Âdem
de burada söz konusu hatayı işlemiştir. Kaldı ki, saçmalama
ve günaha sokma kavramları nispîdirler ve ancak insanın dünyaya
gelip emir ve yasaklara muhatap olmasından ve sorumluluk altına
girmesinden sonra gerçekleşebilirler.
İkinci soruya ise birkaç şekilde cevap vermek mümkündür: Birincisi:
Her şeyden önce "çık oradan" ifadesi ile "in oradan" ifadesindeki
zamirin "gök"e dönük olduğu hususu kesin değildir. Çünkü
bu ifadelerden önce gökten söz edilmediği gibi, konunun da
"gök"le bir ilgisi yoktur. Şu hâlde, bazı mülâhazalara göre meleklerin
arasından çıkış ve inişin kastedildiği söylenebilir. Belki de,
saygınlık makamından çıkış ve iniştir kastedilen.
İkincisi: Söz konusu iniş ve çıkış emriyle, kinaye yöntemi ile,
orada meleklerin arasında sürekli kalmanın yasaklığı anlatılmak
istenmiş olabilir. Buna göre, ara sıra oraya, meleklerin bulunduğu
yere çıkmak söz konusu yasağın kapsamına girmez. Nitekim şeytanların
kulak hırsızlığı yapmaktan alıkonduklarını ifade eden ayetlerde
de buna yönelik işaretler vardır, daha doğrusu bu ayetler
bizim bu yaklaşımımızı pekiştirir niteliktedir.
Bazı rivayetlerde de, Hz. İsa'dan önce şeytanların yedinci göğe
kadar çıktıkları, İsa (a.s) doğduktan sonra dördüncü göğe ve daha
yukarısına çıkmaları yasaklandığı, daha sonra Hz. Muhammed
(s.a.a) dünyaya gelince, tüm göklere çıkışları, yakalandıkları yerden
fırlatılıp atıldıkları anlatılmaktadır.
Üçüncüsü: Kur'ân-ı Kerim'de İblis'in cennete girdiğine
değinilmiyor. Onun için meseleyi fazla kurcalamanın bir anlamı
yoktur. Bu olay sadece bazı rivayetlerde konu ediliyor ki, bunlar,
tevatür haddine ulaşmayan birtakım "ahbâr-ı âhâd"dır. Ayrıca
ravinin, hadisi anlam olarak rivayet etme ihtimali de vardır.
İblis'in cennete girdiğine yönelik en belirgin işareti içeren ifade
yüce Allah'ın bize aktardığı şeytanın şu sözüdür: "Dedi ki: Rabbiniz
başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi
kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti." Burada "şu"
zamiri kullanılmış ki, bu zamir nesneye yakın olan bir kişinin kullanacağı
türdendir. Ne var ki, eğer bu zamir, mekânsal bir yakınlığı
ifade ediyor olsaydı, o zaman, "Sakın şu ağaca yaklaşmayın, yoksa
zalimlerden olursunuz." ifadesine bakılarak aynı durumun yüce
Allah için de geçerli olduğunu söylemek gerekirdi.
el-Uyûn adlı eserde Abdusselâm el-Herevî'nin şöyle dediği rivayet
edilir: "İmam Rıza'ya (a.s) dedim ki: 'Ey Resulullah'ın oğlu
Hz. Âdem ve eşi Havva hangi ağacın meyvesini yediler? Çünkü insanlar
bu hususta farklı görüşler ileri sürüyorlar. Bir kısmı onun
buğday ağacı olduğunu söylerken, diğer bir kısmı da onun kıskançlık
ağacı olduğunu söylüyorlar.' İmam, 'Hepsi doğrudur.' dedi.
Bunun üzerine, 'Birbirlerinden farklı görüşler, aynı anda nasıl doğru
olabilirler?' diye sordum, şöyle dedi: Ey Salt'ın oğlu, cennetteki
bir ağaç, birkaç türden meyve verebilir. Buğday ağacı üzüm de verebilir.
Onlar dünya ağaçlarına benzemezler."
"Yüce Allah melekleri Âdem'e secde ettirip, onu cennete yerleştirince,
Hz. Âdem kendi kendine, 'Acaba Allah benden daha hayırlı
bir insan yaratmış mıdır?' dedi. Yüce Allah onun içinden geçenleri
bildi ve 'Ey Âdem, başını yukarı kaldır ve Arş'ın ayaklarına
bak.' diye seslendi. Âdem Arş'ın ayaklarına bakınca, orada 'Allah'-
tan başka ilâh yoktur; Muhammed O'nun elçisidir; Ali b. Ebu Talib
müminlerin emiridir; Fatıma onun eşi dünya kadınlarının efendisidir;
Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir.' diye yazılı
olduğunu gördü. Bunu gören Âdem, 'Ya Rabbi, kim bunlar?' diye
sordu. Yüce Allah, 'Ay Âdem, bunlar senin zürriyetindir. Ama senden
de ve bütün yarattığım varlıklardan da daha hayırlıdırlar. Onlar
olmasaydı, ne seni, ne cenneti, ne ateşi, ne göğü ve ne de yeryüzünü
yaratırdım. Sakın onlara kıskanarak bakma. Yoksa seni
yakın çevremden uzaklaştırırım.' dedi.
Fakat Hz. Âdem onlara kıskanarak
baktı, onların yerinde olmayı istedi. Bunun üzerine şeytan
ona musallat oldu, nihayet kendisine yasaklanan ağacın meyvesini
yedi. Aynı şekilde şeytan Havva'ya da musallat oldu. O da
Fatıma'ya kıskanarak baktı. Nihayet o da Âdem gibi yasak meyveyi
yedi. Bunun üzerine yüce Allah onları cennetinden çıkardı, onları
yakın çevresinden uzaklaştırıp yeryüzüne indirdi." [c.1, s.239, h:
1] Ben derim ki: Aşağı yukarı aynı anlamı vurgulayan başka rivayetler
de vardır. Bir kısmı konuyu daha geniş çerçevede ele almış,
bir kısmı daha kısa tutmuş, bir kısmı da daha özet ve daha genel
ifadelerle meseleyi aktarmıştır. Gördüğün gibi bu rivayette İmam
(a.s), söz konusu ağacın buğday ve kıskançlık ağacı olduğunu ve
Âdem ile eşinin buğday ağacının meyvesinden yiyip kıskançlık illetine
yakalandıklarını, bunun sonucunda da Hz. Muhammed ve soyunun
(hepsine selâm olsun) yerinde olmayı temenni ettiklerini dile
getiriyor. Birinci anlama göre, yasak ağaç cennet ehlinin ilgisini
ve iştahını çekmeyecek kadar önemsiz ve cazibesizdi. İkinci anlama
göre ise, bu ağaç Âdem ve eşinin ulaşamayacakları kadar
önemli ve erişilmezdi. Nitekim bir rivayette de bu ağacın, Hz. Muhammed
ve soyunun bilgisi olduğu bildirilmiştir.
Kısacası, bunlar iki farklı anlam ifade etmektedirler. Ancak
sen, misakla ilgili olarak geçen konuya bir göz attığın zaman, anlamın
bir olduğunu görürsün. Buna göre Hz. Âdem, Allah'tan başkasına
yönelmeme anlamını kapsayan ve Allah'a yakınlığı sembolize
eden cennetten yararlanma ile, dünyaya bağlanma zorluk ve
meşakkatini beraberinde getiren yasak ağaçtan yemeyi birlikte
yürütmek istemişti. Ama bu iki olguyu birlikte yürütmek ona
mümkün olmamış, nihayet yeryüzüne indirilmişti. Dolayısıyla Hz.
Muhammed'in (s.a.a) sahip olduğu, bu iki olguyu bir arada yürütme
makamına erişememişti. Ama daha sonra yüce Allah onu seçerek
ve tövbe etmesini sağlayarak onu dünyadan soyutlamıştı ve
ona doğru yolu göstermişti. Unuttuğu misakı da bunun ardından
ona hatırlatmıştı. Böylece meseleyi düşünüp anla. İmam'ın, "Onlara kıskançlık gözüyle baktı, yerlerinde olmayı
istedi." şeklindeki sözüne gelince; burada söz konusu kıskançlığın,
onların yerinde olmayı istemek şeklinde gerçekleştiğini, yoksa,
aşağılık bir huy olan hasedin söz konusu olmadığı, bu şekilde açıklanmaktadır.
Yukarıdaki açıklama sayesinde Kemal'ud-Dîn adlı eserde
Sumâli'nin İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) aktardığı rivayet ile
Tefsir'ul-Ayyâşî'de aktardığı rivayet arasında ilk etapta varmış gibi
görünen çelişki de bertaraf edilmiş oluyor. Birinci rivayette1 İmam
Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor: "Yüce Allah Âdem'den, bu ağaca yaklaşma
diye söz aldı. Allah'ın öngördüğü vakit gelince, Âdem yememesine
ilişkin sözü unutarak yasak ağacın meyvesini yedi. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: Andolsun Biz, önceden Âdem'-
den söz almıştık; fakat unuttu. Biz onda bir kararlılık görmedik."
[Tâhâ, 115]
İkinci rivayette ise2, şöyle geçer: İmam Bâkır (a.s) veya İmam
Sadık'tan (a.s) birine, "Allah Âdem'i 'unuttu' diye nasıl sorumlu tutuyor?"
diye soruldu. Şöyle cevap verdi: "Âdem unutmadı. Hem
nasıl unutabilir ki? Oysa şeytan ona şöyle diyordu: Rabbiniz, başka
bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi kalıcılardan
olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti." Geçen açıklamalara
dikkat edilirse, bu iki rivayetin arasıda çelişki olmadığı son
derece açıktır.
Şeyh Saduk'un el-Emalî adlı eserinde, Ebu's-Salt el-Herevî'nin
şöyle dediği rivayet edilir: "Halife Me'mun İmam Ali Rıza (a.s) ile
tartışmak üzere İslâm bilginlerini ve Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik
ve Sabiîlik gibi diğer dinlere mensup bilginleri topladığı
zaman, hiç kimse ona karşı bir kanıt ileri sürememişti. O, bir kayanın
katılığı gibi görkemiyle duruyordu. Bu arada Ali b. Muhammed
b. Cehm ayağa kalktı ve şöyle dedi: 'Ey Resulullah'ın oğlu,
peygamberlerin masum olduklarını kabul ediyor musun?' İmam,
'Evet.' dedi. 'Peki, 'Âdem Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.'
ayetini nasıl yorumluyorsun?' dedi."
"Bunun üzerine Efendimiz Rıza (a.s) şöyle dedi: Yavaş ol, ey Ali;
Allah'tan kork ve Allah'ın peygamberlerine kötü nitelikler yakıştırma.
Allah'ın kitabını kişisel görüşünü esas alarak yorumlamaya
kalkışma. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Onun yorumunu ancak
Allah ve ilimde derinleşenler bilir.' Yüce Allah'ın, 'Âdem
Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.' sözüne gelince, Allah Âdem'i
yeryüzündeki hücceti ve memleketlere hükmeden halifesi
olsun diye yarattı. Allah Âdem'i cennet için yaratmadı. Âdem'in işlediği
günah da cennette gerçekleşmişti, dünyada değil ve bu, yüce
Allah'ın Âdem ve soyunun yaşam süreçleri için öngördüğü plânın
gerçekleşmesine yönelik bir ilk adımdı. Âdem yeryüzüne indirildikten
sonra yüce Allah onu hücceti ve halifesi yaptı. Sonra da
ona masumluk niteliğini verdi: 'Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini
ve İmrân ailesini âlemler içinde seçkin kıldı.'1..." [Oturum: 20,
s.28, h: 32]
Ben derim ki: "Günah cennette işlenmişti..." ifadesi, daha önce
de değindiğimiz gibi, mevlevî ve teşri nitelikli dinsel yükümlülüğün
henüz cennette yürürlüğe konulmadığına yönelik bir işaret
içermektedir. Dinsel yükümlülüğün yurdu dünya hayatıdır ki, bu
hayat, cennetten inişten sonra Hz. Âdem (a.s) için öngörülmüştür.
Şu hâlde, söz konusu günah, irşadî ve öğüt nitelikli bir emre karşı
işlenmişti, mevlevî/teşri nitelikli bir emre karşı değil. Dolayısıyla
bazılarının yaptığı gibi, rivayeti körü körüne yorumlamanın bir anlamı
yoktur.
el-Uyûn adlı eserde Ali b. Muhammed b. Cehm'in şöyle dediği
rivayet edilir: "Bir gün Halife Me'mun'un yanına gittim, İmam Rıza
da orada bulunuyordu. Me'mun dedi ki: 'Ey Resulullah'ın evlâdı,
sen peygamberlerin masum olduğunu demiyor musun?' 'Evet.'
dedi. 'Şu hâlde, 'Âdem Rabbinin emrine karşı çıktı ve yolunu şaşırdı.'
ayetini nasıl yorumluyorsun?' diye sordu. Bunun üzerine İmam
Ali Rıza (a.s)şöyle dedi: Allah Âdem'e dedi ki: 'Sen ve eşin cennette
kalın. Ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin. Ama sakın şu
ağaca yaklaşmayın. (Onlara buğday ağacını gösterdi.) Yoksa za-
limlerden olursunuz.' Allah onlara, 'Şu ağaçtan yemeyin.' demedi.
O ağacın türünden olan diğer ağaçlarla ilgili olarak da böyle bir
şey söylemedi. Onlar da söz konusu ağaca yaklaşmadılar ve
meyvesinden yemediler. Başka ağaçların meyvesinden yediler.
Nihayet şeytan onlara vesvese verip dedi ki: 'Allah sizi bu ağaçtan
menetmedi. Tersine sizi başkasına yaklaşmaktan menetti. Sizi
bundan menetmesi de, meyvelerini yiyip de melek veya sonsuza
dek kalıcılardan olmamanız içindir."
"Ayrıca kendilerine öğüt vermek istediğini yemin ederek belirtti.
Âdem ve Havva o güne kadar Allah adına yalan yemin içen birine
rastlamamışlardı. Böylece onları kandırdı ve Allah adına içilen
yemine güvenmelerini sağlayarak yasak ağacın meyvesini onlara
yedirdi. Hz. Âdem bu suçu peygamberlik misyonunu üstlenmeden
önce işlemişti. Yani ateşe atılmayı gerektiren bir büyük günah söz
konusu değildi. Hz. Âdem'in (a.s) işlediği suç, peygamberlik misyonunu
üstlenmeden önce bir peygamberin işleyebileceği türden
bağışlanmış küçük bir hataydı. Allah onu seçip peygamberlikle görevlendirince, masumluk niteliğine sahip oldu; artık ne büyük ve
ne de küçük günah işledi. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Âdem
Rabbinin emrine karşı çıktı ve yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu
seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.' Yine buyuruyor
ki: 'Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini
âlemler içinde seçkin kıldı.'..." [c.1, s.155, h: 1, bab:15]
Ben derim ki: Şeyh Saduk (r.a) bu hadisi naklettikten sonra,
"Bu hadisin Ali b. Muhammed b. Cehm kanalıyla gelmiş olması
son derece ilginçtir. Çünkü bu adam Ehlibeyt'i sevmez, onlara
düşmanlık beslerdi." demiştir. Şeyh Saduk'un ilgisini çeken husus,
rivayetin, peygamberlerin masumluğuna ilişkin ifadeler içermesidir.
Ancak rivayetin içeriği üzerinde daha derin düşünseydi, kendisine
hiç de ilginç gelmezdi. Çünkü bu rivayette Âdem'le ilgili olarak
Ehlibeyt mezhebinin yaklaşımıyla uyuşmayan hususlar vardır.
Ehlibeyt kaynaklı çok sayıda rivayetlere dayanan görüşe göre,
peygamberler, peygamberlikle görevlendirilmelerinden önce de,
sonra da masumdurlar.
Ayrıca, İmamın Me'mun'un sorusuna cevap olarak sarf ettiği
ileri sürülen sözlerde yüce Allah'ın, "Rabbiniz başka bir sebepten
dolayı sizi bu ağaçtan menetmedi, belki..." şeklindeki sözü "Allah
sizi bu ağaçtan menetmedi. Tersine başkasına yaklaşmaktan
menetti. Başkasına yaklaşmaktan menetmesi de, meyvelerini yiyip
de melek ya da sonsuza dek kalıcılardan olmamanız içindir..."
şeklinde yorumlanmıştır. Oysa yüce Allah'ın, İblis'in dilinden aktardığı
"Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, belki melek veya
sonsuza dek kalıcılardan olmayasınız diye sizi bu ağaçtan
menetti." sözü ile, "Dedi ki: Ey Âdem, sana sonsuzluk ve tükenmeyen
hükümranlık ağacını göstereyim mi?" ifadesi gösteriyor
ki, şeytan onları sonsuzlukla ve yasak dolayısıyla görünmeyen hükümranlık
umuduyla kandırıp bizzat yasaklanan ağacın meyvesinden
yemeye teşvik etmişti.
Kaldı ki, adı geçen adam, yani Ali. b. Muhammed b. Cehm yukarıda
sunduğumuz rivayette sorusunun tam ve doğru cevabını
almıştı. Şu hâlde, bazı hususlarla ilgili olarak bazı yorumlarda bulunmak
mümkünse de, söz konusu rivayet tamamıyla sorunsuz değildir.
Şeyh Saduk, İmam Bâkır'dan (a.s), o da atalarından, onlar da
Hz. Ali'den ve o da Resulullah'tan (s.a.a) şöyle rivayet eder: "Âdem
ile Havva'nın cennete girmeleri ve oradan çıkmaları, bir dünya gününün
yedi saati kadar sürdü. Allah onları aynı gün yeryüzüne indirdi."
[el-Hisal, s.396, h: 103]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Abdullah b. Sinan'ın şöyle dediği rivayet edilir:
Benim de hazır bulunduğum bir sırada İmam Sadık'a (a.s) şöyle
bir soru yöneltildi: "Hz. Âdem ve eşinin cennete girişleri ile bir
hata işleyip oradan çıkışları arasında ne kadar bir süre geçti?" İmam
şu cevabı verdi: "Yüce Allah cuma günü, güneşin batıya
meyletmesinden sonra Âdem'in burnuna kendi ruhundan bir
nefha üfledi. Sonra eşini en alt kaburgasından yarattı. Ardından
tüm melekleri ona secde ettirdi ve aynı gün içinde onu cennete
yerleştirdi. Allah'a andolsun ki, cennete yerleştirilişinin üzerinden
altı saat geçmemişti ki, Allah'ın emrine karşı geldi. Bunun üzerine
yüce Allah, güneşin batışından sonra onları oradan çıkardı, sabaha
kadar cennetin kapısının eşiğinde beklediler. Bu sırada ayıp
yerleri kendilerine göründü. 'Bunun üzerine Rableri onlara şöyle
seslendi: Ben sizi bu ağaca yaklaşmaktan menetmemiş miy-
dim?' Âdem çok utandı ve boyun bükerek şöyle dedi: 'Rabbimiz,
biz kendimize zulmettik. Suçumuzu itiraf ettik. Şu hâlde bizi bağışla.'
Allah onlara şöyle dedi: Göklerimden yeryüzüne inin, çünkü
bir günahkâr ne cennetimde ve ne de göklerimde bana komşuluk
edemez." [c.2, s.10, h: 11]
Ben derim ki: Bu rivayetin içeriği, cennetten çıkışın mahiyeti
ile ilgili olarak bize ışık tutabilir. Buna göre, önce cennetten, kapısının
eşiğine çıkmışlar, oradan da yere inmişler. Bu hususu, tekvinî
bir emir olup karşı gelmesi mümkün olmamakla birlikte iniş
emrinin ayetlerde iki kez tekrarlanmasından ve yüce Allah'ın,
"Dedi ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun... ve sakın şu ağaca
yaklaşmayın." sözü ile, "Rableri onlara şöyle seslendi: Ben sizi
o ağaçtan menetmemiş miydim?" sözü arasındaki ifade tarzı
farklılığından da anlamak mümkündür. Çünkü birincisinde yakını
gösteren "dedi" kelimesi ile "şu" zamiri kullanılmışken, ikinci ayette
uzağı gösteren "seslendi" fiili ile "o" zamiri kullanılmıştır.
Ne var ki, rivayette Tevrat'ta olduğu gibi Havva'nın Âdem'in en
alt kaburgasından yaratıldığı belirtiliyor. Oysa ileride Âdem'in yaratılışı
konusunda değineceğimiz gibi, Ehlibeyt İmamlarından gelen
rivayetler bu iddiayı yalanlar niteliktedirler. Bununla birlikte rivayeti,
Havva'nın, Âdem'in kaburgalarının yaratılışından sonra arta
kalan balçıktan yaratıldığı şeklinde yorumlamak da mümkündür.
Cennetteki kalış sürelerinin altı veya yedi saat oluşuna gelince;
bu, basit bir meseledir, çünkü rivayetlerde yaklaşık bir rakam kullanılmıştır.
el-Kâfi'de İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin,
"Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı." ayeti ile ilgili olarak
şöyle dediği rivayet edilir: "Âdem'in aldığı kelimeler şunlardı: Senden
başka ilâh yoktur. Allah'ım, seni överek tenzih ederim. Bir kötülük
işledim, kendime zulmettim. Beni bağışla, Çünkü sen, bağışlayanların
en hayırlısısın. Senden başka ilâh yoktur. Allah'ım, seni
överek tenzih ederim. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim.
Bana acı, çünkü sen, bağışlayanların en hayırlısısın. Senden başka
ilâh yoktur. Allah'ım seni överek tenzih ederim. Bir kötülük işledim,
kendime zulmettim. Bana acı, çünkü sen merhamet edenlerin
en hayırlısısın. Senden başka ilâh yoktur. Seni överek tenzih
ederim. Bir kötülük işledim, kendime zulmettim. Beni bağışla ve
tövbemi kabul et. Çünkü sen tövbeleri çok kabul edensin, çok
merhamet edensin." [c.8, s.253, h: 472]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren metinleri Şeyh Saduk, Ayyâşî,
Kummî1 ve diğerleri de rivayet etmişlerdir. Ayrıca Ehlisünnet mezhebinin
dayandığı kanallardan da buna yakın anlamlar içeren hâdisler
rivayet edilmiştir. Belki de bu sonuçları, kıssayı anlatan ayetlerin
ifadelerinden edinmişlerdir.
Yine el-Kâfi'de Kuleynî şöyle der: "Bir diğer rivayette de, 'Âdem
Rabbinden bazı kelimeler aldı.' ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurulu-
yor: Âdem; Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin hakkı için
Allah'tan bağışlanma diledi." [c.8, s.253]
Ben derim ki: Şeyh Saduk, Ayyâşî, Kummî ve diğerleri de buna
yakın hâdisler rivayet etmişlerdir. Buna yakın rivayetler Ehlisünnet
kanallarınca da aktarılmıştır. Örneğin ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde,
Peygamber efendimizin (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir: "Âdem
işlediği günahı işleyince, başını göğe kaldırıp şöyle dedi: 'Muhammed'in
hakkı için beni bağışlamanı diliyorum.' Bunun üzerine
Allah ona, 'Muhammed de kimdir?' diye vahyetti. Âdem, 'Senin
şanın yücedir. Beni yarattığın zaman, başımı kaldırıp Arş'ına baktım,
orada 'La ilâhe illallah, Muhammed'ur-resulullah' yazılı olduğunu
gördüm. O zaman anladım ki, senin katında, adını kendi adının
yanına yazdığın zattan daha kadri yüce biri olamaz.' dedi.
Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyetti: Ey Âdem, o, senin soyundan
gelen son peygamberdir, eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım." Ben derim ki: Bu anlam, ilk bakışta ayetlerin zahiri ile
uyuşmuyor gibi görünse de, derine nüfuz edici bir bakış açısı ve titiz
bir inceleme ile, ayetlerle bir yakınlığı, bir ilgisi olduğu görülebilir.
Çünkü "Âdem... aldı." ifadesinin orijinalinde geçen "telakka"
kelimesi, karşılayarak kucaklayarak almak anlamını içermektedir.
Burada Âdem'in bu kelimeleri Rabbinden aldığı belirtiliyor, yine
burada "tövbe" olayından önce bir bilginin varlığından söz ediliyor.
Çünkü Hz. Âdem, daha önce Rabbinden tüm isimleri öğren-
mişti. Yüce Allah meleklere şöyle demişti: "Ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım. Melekler, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan
dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor
ve seni noksan sıfatlardan tenzih ediyoruz.' dediler. Allah,
'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.' dedi. Ve Âdem'e isimlerin tümünü
öğretti."
Bu bilgi kaçınılmaz olarak bütün zulüm ve günahların
giderilmesini, tüm hastalıkların tedavi edilmesini gerektiriyordu.
Aksi takdirde, meleklere cevap verilmemiş ve gerekçeleri geçersiz
kılınmamış olacaktı. Çünkü yüce Allah, onların "bozgunculuk
yapacak, kan dökecek" şeklindeki sözlerine herhangi bir cevap
vermiyor, sadece Âdem'e tüm isimleri öğrettiğini belirtiyor. Şu
hâlde, her türlü bozgunculuğun ıslahı bu isimlerin kapsamındadır.
Bu isimlerin hakikatinin ne olduğunu daha önce öğrendin. Bunlar,
göklerin ve yerin bilinmezlikleri arasında yer alan gaybî varlıklardır.
Yüce Allah bunlar aracılığı ile kullarına yönelik lütuflarını aktarır.
Bu isimlerin bereketi olmadan mükemmelleşmek isteyen hiç
kimsenin tekâmülü gerçekleşemez.
Bize ulaşan bazı rivayetlerde1 belirtildiğine göre yüce Allah
ona isimleri öğretince, o, Ehlibeyt'in hayallerini ve nurlarını görmüştü. Yine bazı rivayetlere göre, yüce Allah, onlardan misak almak
üzere sulbündeki soyunu çıkardığı zaman, Ehlibeyt'i görmüştü. Bazı rivayetlere göre de Hz. Âdem cennetteyken Ehlibeyt'i
görmüştü. Yüce Allah, "Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı."
derken, kelimeleri belirsiz kılarak, meseleye bir müphemlik getirmiştir.
Ama Kur'ân-ı Kerim'de "kelime" kavramı açıkça dış dünyada
gerçekliği olan bir varlığı, bir objeyi ifade etmek için kullanılmıştır:
"Adı Meryemoğlu İsa Mesih olan bir kelimeyle..." (Âl-i
İmrân, 45) Bazı tefsir bilginlerine göre de, Hz. Âdem'in Allah'tan aldığı kelimeler,
yüce Allah'ın A'râf suresinde dile getirdiği şu sözlerdir:
"Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi
bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan
oluruz."
Biz bu görüşe katılamayacağız. Çünkü, Bakara suresinde ele
aldığımız ayetlerden de anlaşıldığı gibi Âdem ve eşinin tövbe etmeleri,
yeryüzüne inişlerinden sonra gerçekleşmişti. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin." Ardından
şöyle buyuruyor: "Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı,
bunun üzerine Allah onun tövbesini kabul etti."
Bu kelimeleri ise, A'râf suresinde de vurgulandığı gibi Âdem ve
eşi yeryüzüne inmeden önce cennette söylemişlerdi. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Rableri onlara seslendi: 'Ben sizi o ağaçtan
menetmedim mi?' Onlarsa dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize
zulmettik..." Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dedik ki: Birbirinize
düşman olarak inin..." Görüldüğü gibi, "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik." sözünü
söylemiş olmaları, yüce Allah'ın seslenişi karşısında duydukları
ezikliğin, suçu itiraf etmenin bir ifadesidir. Bununla, Rablık niteliğinin
Allah'a özgü olduğunu, kendilerininse hüsrana uğrama tehlikesi
ile burun buruna gelmiş iki zalim olduklarını vurgulamakla
birlikte meselenin tamamen Allah'ın yetkisinde olduğunu, nasıl dilerse
öyle hareket edeceğini bildiriyorlar.
Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Hz. Musa yüce Allah'tan kendisini Hz. Âdem'le karşılaştırmasını
diledi. Yüce Allah da onları buluşturdu. Hz. Musa, Hz. Âdem'e
şöyle dedi: 'Babacığım, yüce Allah seni kendi elleriyle yaratmadı
mı? İçine kendi ruhundan üflemedi mi? Melekleri sana
secde ettirmedi mi? Ve sana sakın şu ağaçtan yeme, demedi mi?
Peki ne diye Rabbinin emrine karşı çıktın?' Âdem dedi ki: 'Ey Musa,
Tevrat'ta, yaratılışımdan kaç yıl önce o hatayı işlediğime rastladın?'
Musa dedi ki: 'Otuz bin yıl önce.' Âdem dedi ki: Öyledir."
İmam Sadık (a.s) diyor ki: "Böylece Âdem Musa'nın kanıtını çürütmüş
oldu." Ben derim ki: Allâme Suyutî de ed-Dürr'ül-Mensûr'da bu anlamı
içeren bir hadisi birkaç kanaldan Peygamber efendimize (s.a.a)
dayandırarak rivayet etmektedir. İlel'uş-Şerayi adlı eserde İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği anlatılır:
"Allah'a andolsun ki, Allah Âdemi dünya için yarattı. Ama onu
önce cennete yerleştirdi ki, emrine karşı gelsin de onu yaratılışının
amacı olan yere indirsin." Ben derim ki: Bundan önce değindiğimiz Ayyâşî'nin İmam Sadık'tan
(a.s) rivayet ettiği ve Hz. Âdem'in meleklerden bir arkadaşının
olduğu şeklinde ifadeler içeren hâdis de buna yakın mesajlar
kapsamaktadır. el-İhticac adlı eserde Şamlı bir adamın İmam Ali
(a.s) ile girdiği şu diyaloga yer verilir: Adam Hz. Ali'ye şöyle sorar:
"Yeryüzünün en şerefli vadisi hangisidir?" Hz. Ali der ki: "Serandib
vadisidir. Hz. Âdem gökten oraya düşmüştür." Ben derim ki: Buna karşın, diğer bazı rivayetlerde Hz. Âdem'in
Mekke'ye indiği belirtilir. Bunların bir kısmına da değindik. Aslında
bu rivayetleri uyuşturmak mümkündür. Hz. Âdem önce Serandib
vadisine oradan da Mekke'ye inmiş olabilir.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Taberanî'den, el-Azame'de Ebu'şŞeyh'ten
ve İbn-i Mürdeveyh'den Ebuzer'in şöyle dediği rivayet edilir:
"Dedim ki: 'Ya Resulallah! Sence Âdem, peygamber miydi, değil
miydi?' Resulullah buyurdu ki: Evet, o bir nebi, bir resuldü. Allah
onunla önceden konuştu ve ona şöyle dedi: Ey Âdem, sen ve
eşin cennette kalın." Ben derim ki: Ehlisünnet mezhebinin mensubu bazı bilginler,
değişik kanallardan buna yakın ifadeler içeren hâdisler rivayet
etmişlerdir.
40- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana
verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece
benden korkun.
41- Sizin yanınızda bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak indirmiş
bulunduğum Kur'ân'a inanın ve onu inkâr edenlerin ilki olmayın.
Benim ayetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız benden çekinin.
42- Bile bile hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin.
43- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükua varanlarla
birlikte siz de rükua varın.
44- İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Oysa
siz kitabı okuyorsunuz. Hiç düşünmüyor musunuz?
Yüce Allah, Yahudilerin tutumunu kınamak amacı ile yüz küsûr
ayette kendilerine bahşettiği nimetlerden, kendilerine kazandırdığı
seçkin ve onurlu konumdan, buna karşılık onların takındıkları
inkârcı ve başkaldırıcı tavırdan, sözlerinde durmamalarından,
inatçılıklarından ve dik başlılıklarından söz ediyor. Ulusal tarihleri
boyunca başlarından geçen serüvenleri içeren on iki kıssaya değinerek
onlara uyarıda bulunuyor. Denizi yarıp, Firavun'u ve ordusunu
suda boğmak suretiyle onları Firavunoğullarından kurtarması;
Musa ile gerçekleştirilen Tûr dağı randevusu; Musa'dan sonra buzağıya
tapınmaları ve Musa'nın onlara kendinizi öldürün emrini
vermesi; Hz. Musa'ya Allah'ı açıkça kendilerine göstermesini önerip
ardından korkunç bir yıldırıma çarpılmaları ve yüce Allah'ın
tekrar kendilerini diriltmesi gibi, onların yaşadığı birçok kıssaya
işaret ediliyor.
Bu olayların tümü, ilâhî lütfun ve Rabbani inayetin damgâsını
taşıyorlar. Bunun yanı sıra kıssalarda, yüce Allah'ın onlardan aldığı
sözlere, onlarınsa bu sözlerini tutmayıp kulak ardı edişlerine değiniliyor.
Kazandıkları günahlar, işledikleri suçlar, kendilerine indirilen
kitapta açıkça yasaklanmış olmasına rağmen bir türlü terk
etmedikleri iğrenç huylar hatırlatılıyor. Katı kalpli, taş yürekli ve
sapkın mizaçlı oldukları için akıllarını düşünmekten alıkoymaları
gündeme getiriliyor bu kıssalarda.
"Bana verdiğiniz sözü tutun." İfadenin orijinalinde geçen "a-hid"
kelimesi, köken olarak "korumak" demektir. Bu köken anlamından
hareketle birçok anlam da kullanılmıştır. Sözleşme, antlaşma,
yemin, vasiyet, buluşma ve konaklama gibi.
"Sadece benden korkun." İfadenin orijinalinde geçen "irhebû" fiilinin
kökü olan "er-rehbe" kelimesi, "korku" demektir ve bunun
karşıtı "er-rağbe"dir.
"Onu inkâr edenlerin ilki olmayın." Yani Ehlikitap toplulukları arasında
veya, kendi ulusunuzdan geçmiş ve gelecek kuşaklar içinde
ilk inkârcılar siz olmayın. Yoksa Mekkeli kâfirler onlardan önce
Kur'ân'ı inkâr etmişlerdi.
45- Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin. Ve kuşkusuz
o Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.
46- Onlar ki, Rableri ile buluşacaklarını, onun huzuruna döneceklerini
zannederler.
AYETLERİN AÇIKLAMASI-2
"Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin." İfadenin orijinalinde
geçen "isteînû" fiilinin mastarı olan "istiane" kelimesi, yardım
istemek demektir. Bu istek ise, ancak insanın tek başına üstesinden
gelemediği görevler ve karşısında duramadığı felaketler açısından
söz konusu olabilir. Çünkü, gerçekte Allah'tan başka yardım
edebilecek kimse yoktur.
Şu hâlde, üstlendiği görevler açısından insana yardım etmek
ve onu sağlamlaştırmak, sürekli Allah ile iletişim hâlinde olmasını
sağlamakla olur. İnsanın zorlukların üstesinden gelebilmesi için
Allah'a yönelmesi, kendini O'na ve O'nun yoluna adaması gerekir.
Bu ise, sabır ve namazdır. Yardım dilemenin en güzel yolu bu iki
olgudur. Çünkü sabır her olağanüstü gelişmeyi, her felaketi insanın
gözünde küçültür, sıradanlaştırır. Allah'a yönelmek ve O'na sığınmakla
da iman ruhu uyanır ve insanın zihnine şu anlayış egemen
olur: İnsan yıkılmaz bir dayanağa ve yerinden kopmaz bir sebebe
dayanmaktadır.
"Ve, kuşkusuz o, Allah'a saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir."
İfadenin orijinalindeki "ha=o" zamiri "namaz"a dönüktür. Önceki
cümlenin "isteînû=yardım dileyin" ifadesinden hareketle, söz konusu
zamiri "istiane"ye dönük olarak kabul etmek, "Allah'a saygı
gösterenlerden başka" ifadesi ile uyuşmamaktadır. Çünkü "saygı"
kavramının orijinali olan "huşû" sabır olgusuyla fazla uyuşmamaktadır.
Her ikisi de ezikliği, düşüklüğü, ifade ediyor olmalarına rağmen
"huşû=saygı" ile "hudû=boyun bükme" kavramları arasında
niteliksel fark vardır. Çünkü hudû=boyun bükme, bedensel organlarla
ilgili bir kavramdır, huşû/saygı ise kalp ile ilgili bir kavramdır.
"Onlar ki, Rableri ile buluşacaklarını... zannederler." Bu meselede,
ahirete inanma meselesini kastediyorum, zanna ve karşıt düşünceyi
kesin olarak reddetmeyen sanıya dayalı bilginin hiçbir yararı
yoktur. Burada kesin bilgiye dayanan inanç zorunludur. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ahirete de kesin olarak iman ederler."
(Bakara, 9)
Ancak burada mesele "huşû=saygı"nın gerçekleşmesi açısından
e-le alınmış olabilir. Aşamalı sebeplerin ürünü olan aşamalı
bilgilerde, söz konusu bilgiyi algılayan nefis, aşamalı olarak önce
sorunun farkına varır, sonra kuşkulanmaya başlar, ardından karşıt
düşüncelerden biri daha ağır basmaya başlar, bunu izleyen aşamada
karşı ihtimaller peyderpey devre dışı kalırlar ve nihayet kesin
kavrama gerçekleşir. İşte bilgi budur.
Bu tür bir bilgi nefsin sıkıntıya düşmesine, derinden ürpermesine
ve belli oranda bir kaos yaşamasına yol açan önemli bir meseleyle
ilgili olunca, huşû, yani içten ürpererek saygı duyma olayı,
ilmî kavrayışın tamamlanmasından önce, ihtimallerin tercihi söz
konusu olduğu andan itibaren gündeme gelir.
Şu hâlde kesin bilgiyi ilgilendiren bir meselede "zan" kavramının
kullanılmış olması, şu gerçeği vurgulama amacına yöneliktir:
Buluşabileceği ve huzuruna çıkabileceği bir Rabbi olduğunun farkına
varan bir insan, bu konuda kesin bilgi edinmek için fazla bir
şeye ihtiyaç duymaz. Bu zan, onu kesin bilgiye ulaştırmaya kâfi
gelir. Tıpkı şairin şu beytinde belirttiği gibi:
"Onlara, 'Müzehhec kabilesinden iki bin / zırhlı savaşçı düşünün.'
dedim." Düşman ancak kesin olan bir şeyle korkutulabileceği hâlde
şair burada onlara düşünmelerini emrediyor. Çünkü, burada muhalefetten
vazgeçmeleri için, düşünmek, zannetmek bile yeterlidir.
Bunun için kesin bilgiye gerek yoktur. Onun için tehdit eden
şahıs, karşı tarafta kesin bilgi oluşturma zahmetine katlanmıyor.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, bu ayet-i kerime, içerik olarak
şu ayeti kerimeye benzemektedir: "Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa,
salih amel işlesin." (Kehf, 110)
Bütün bunlar, "Rableri ile buluşacaklarını" sözündeki,
buluşmadan maksadın diriliş günü olduğu takdirde geçerlidir.
Ama eğer maksat, ileride A'râf suresinde ayrıntılı olarak
sunulacak durum ise, bu durumda hiçbir sorun kalmaz.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz.
Ali korkunç bir hadise ile karşılaşınca, hemen namaza durur ve
'Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin' ayetini okurdu."
[c.3, s.480, h: 1]
Yine el-Kâfi'de, bu ayetle ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle
dediği belirtilir: "Bu ayette geçen 'sabır' kavramından maksat oruçtur." Yine İmam Sadık (a.s) buyuruyor ki: "Bir adam zor bir durumla
karşılaştıysa veya başına bir musibet geldiyse, oruç tutsun.
Çünkü yüce Allah, 'Sabrederek... yardım dileyin.' buyuruyor." [c.4,
s.63, h: 7]
Ben derim ki: Bu iki hadisin içerdiği anlamı Tefsir'ul-Ayyâşî'de
de rivayet edilmiştir.1 Sabrı oruca yorumlamak, genel kavramı
örneklerine tatbik etmek babındandır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de söz konusu ayetle ilgili olarak İmam Rıza'-
dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Sabır, oruçtur. Bir adam zor bir durumla
karşılaştıysa veya başına bir musibet geldiyse, oruç tutsun.
Çünkü yüce Allah, 'Sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin.
Ve kuşkusuz o Allah'a huşû, edenler, saygı gösterenlerden başkasına
ağır gelir.' buyuruyor. Huşû eden, saygı gösteren ise, namaz
esnasında zelilliğinin bilincinde olup namaza rağbet eden
kimsedir. Bununla da Resulullah (s.a.a) ve Emir'ül-Müminin (a.s)
kastediliyor." [c.1, s.43, h: 41]
Ben derim ki: Bu rivayetten çıkan sonuç, felaketlerin ve zorlukların
baş gösterdikleri durumlarda oruç tutmanın ve namaz kılmanın
müstehap olduğudur. Aynı şekilde bu sırada Peygamber ve
veliye tevessül etmek de müstahaptır. Bu, oruç ve namazı
Resulullah ve Emir'ül-Müminin olarak yorumlamaktır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hz. Ali'nin, "Onlar ki, Rableri ile buluşacaklarını
zannederler." ayeti ile ilgili olarak, "Dirileceklerini kesin olarak
bilirler. Bu husustaki zanları, kesin bilgi konumundadır." dediği
rivayet edilir. [c.1, s.44, h: 42] Şeyh Saduk da bunu rivayet etmiştir.
İbn-i Şehraşub İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Bu
ayet Ali, Osman b. Maz'un, Ammar b. Yasir ve arkadaşları hakkında
inmiştir."
47- Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetleri ve sizi âlemlere
üstün kıldığımı hatırlayın.
48- Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse başkasının yerine
bir şey ödeyemez, hiç kimseden şefaat kabul edilmez, hiç
kimseden fidye alınmaz ve hiç kimse başkalarından yardım görmez.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Öyle bir günden korkun ki o gün hiç kimse başkasının yerine bir
şey ödeyemez..." Bütün türleriyle, bütün kısımlarıyla ve bütün ilgi
alanlarıyla dünyevî egemenlik ve hükümranlık, bu egemenliğin
kanunları koyucu, uygulayıcı ve zorlayıcı gücü, hayatın ihtiyaçlarına
dayanır. Amacı da zamana ve mekâna bağlı etkenlerin el verdiği
ölçüde söz konusu ihtiyaçları gidermektir. Bununla ilgili olarak
bazen egemenliği sürekli kılan genel sistemin dışında bir meta,
bir diğer metayla, bir menfaat, bir diğer menfaatle ve bir hüküm
bir diğer hükümle yer değiştirebilir.
Aynı şey ceza hukuku için de geçerlidir. Çünkü hukukçulara
göre suç ve cinayet, cezayı kaçınılmaz kılar. Ama zaman olur, yargıç,
bir amaç uğruna cezayı değiştirebilir. Söz gelimi, yargıç tarafından
cezalandırılması beklenen mahkum, yargıca yalvarabilir.
Israrlı yakarışları sonucu yargıcı kendisine acındırabilir ya da rüşvet
vermek suretiyle, kararını etkileyerek yanlış bir hüküm vermesine
yol açabilir. Ya da suçlu kendisiyle yargıç veya hükmü uygulayacak
olan kimse arasına bir aracı sokabilir. Ya da bir şekilde
yargının yönünü değiştirebilir.
Diyelim ki, suçlu bir bedel veya fidye vermek istemektedir ve
diyelim ki, adamı cezalandırmak isteyen hakim, verilecek bedele
ve fidyeye cezadan daha çok ihtiyaç duymaktadır; böyle bir durumda
da yargının niteliği değişebilir. Veya Adam kavminden yardım
isteyebilir, onlar da onu cezadan kurtarabilirler. Bunun benzeri
diğer bir takım şeylerle de yargının yönü değiştirilebilir. Bu, öteden
beri uygulanan bir kural ve her zaman başvurulan bir gelenektir.
Eski putperest milletler ve benzeri sapık inançlı kimseler,
ahiret hayatının da tıpkı dünya hayatı gibi olduğunu düşünüyorlardı.
Orada da sebepler yasasının yürürlükte olduğunu, doğada egemen
olan madde kaynaklı etki ve tepki kuralının orada da geçerli
olduğunu sanıyorlardı. Bu yüzden işledikleri suçları
görmezlikten gelsinler veya birtakım ihtiyaçlarını gidermede yardımcı
olsunlar diye tanrılarına birtakım kurbanlar ve hediyeler sunuyorlardı.
Bununla o tanrıların şefaatlerini umuyorlardı veya günahlarının
fidyesini verdiklerini düşünüyorlardı. Bazen bir canlı veya silah
sunarak onlardan yardım diliyorlardı, hatta yer yer ölülerle birlikte
bazı süs eşyalarını da gömüyorlardı ki, ölü ahirette onlardan yararlansın.
Veya ölünün mezarına bazı silahlar da koyarlardı ki, gerektiğinde
kendisini savunabilsin. Kimi zaman da, ölüyle birlikte ona
arkadaşlık edecek bir cariyeyi ve ona yardım edecek bir yiğidi de
defnederlerdi. Bugün müzelerde, topraktan çıkarılan tarihi eserlerin
yanı sıra, bu tür amaçlar için kullanılan gereçler de sergilenmektedir.
Değişik dilleri ve farklı renkleri olan birçok İslâm milletleri arasında
da bu tür inançların kalıntılarına rastlanmaktadır. Kalıtım
yoluyla gelen bu inançlar zaman sürecinde bazı şekilsel değişimlere
de uğramıştır.
Kur'ân-ı Kerim bu tür asılsız kuruntuların ve yalana dayalı söylencelerin
tümünü geçersiz kılmıştır. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyuruyor: "O gün emir yalnız Allah'a aittir." (İnfitâr, 19) Bir diğer
ayette de şöyle buyuruyor: "Azabı gördüler ve aralarındaki bütün
bağlar kesildi." (Bakara, 166) Bir yerde de şöyle buyuruyor:
"Andolsun, sizi ilk kez yarattığımız gibi, yine tek olarak bize gel-
diniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Hani ortaklarınız
olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda
görmüyoruz. Aranızdaki bağlar kesilmiş ve iddia ettiğiniz şeyler
sizden kaybolup gitmiştir." (En'âm, 94)
Bir başka ayette de bu gerçeği şu şekilde dile getirir: "İşte orada
her can, geçmişte yaptıklarını dener. Gerçek Mevlâları olan
Allah'a döndürülürler ve uydurdukları şeyler, kendilerinden kaybolup
gider." (Yûnus, 30)
Bu ve benzeri ayetlerde ahiret ortamında dünyevi bağların,
sebeplerin ortadan kalktığı, doğal ilgilerin yok olduğu dile getirilir.
ahi-retle ilgili olarak göz önünde bulundurulması gereken gerçek
ve asıl ilke budur.
Bu asılsız kuruntular genel bir ifadeyle çürütüldükten sonra,
bu sefer de teker teker ele alınıp reddediliyor: "Öyle bir günden
korkun ki, o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez,
hiç kimseden şefaat kabul edilemez, hiç kimseden fidye alınmaz
ve hiç kimse başkalarından yardım görmez." (Bakara, 48) "O gün
ne alışveriş, ne dostluk ve ne de şefaat olur." (Bakara, 254) "O gün
dost, dostundan bir şey savamaz." (Duhân, 41) "O gün arkanızı dönüp
kaçarsınız, ama sizi Allah'tan başka kurtaracak kimse yoktur."
(Mü'min, 33)
"Size ne oldu ki birbirinize yardım etmiyorsunuz? Hayır, onlar
o gün teslim olmuşlardır." (Sâffât, 25-26) "Allah'ı bırakıp kendilerine
ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve 'Bunlar
Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.' diyorlar. De ki: 'Allah'ın
göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?'
O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir." (Yûnus,
18) "Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de sıcak bir dostumuz."
(Şuarâ, 100-101) Bu ve benzeri ayetler kıyamet ortamında
şefaat olayının, iltimasın, aracılığın ve dünyevi bağların söz konusu
olamayacağını dile getiriyorlar.
Ancak bütün bunlarla birlikte Kur'ân'ı Kerim şefaat olayını bütünüyle
de reddetmiyor, aksine kimi durumlarda şefaatin gerçekleşeceğini
vurguluyor: "O Allah, gökleri, yeri ve ikisinin arasında
bulunan canlı-cansız varlıkları altı günde yarattı; sonra arşa istiva
etti. sizin, O'ndan başka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur. düşü-
nüp öğüt almıyor musunuz?" (Secde, 4) "Ondan başka ne dostları,
ne de şefaatçileri yoktur." (En'âm, 51) "De ki: Bütün şefaat Allah-
'ındır." (Zümer, 44) "Gök-lerde ve yerde olanların hepsi O'nundur.
O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir? Onların
önlerinde ve arkalarında olanı bilir." (Bakara, 255) "Rabbiniz O
Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti.
İşleri evirip çevirir. Onun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez."
(Yûnus, 3) "Rahman çocuk edindi, dediler. O, münezzehtir. Hayır,
onlar ikram edilmiş kullardır. O'n-dan önce söz söylemezler ve
onlar, O'nun emriyle hareket ederler. Onların önlerinde ve arkalarında
ne varsa bilir. Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat
edemezler ve onlar O'nun korkusundan titrerler." (Enbiyâ, 26-28)
"O'ndan başka, yalvardıkları şeyler şefaat etme yetkisine sahip
değildirler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır."
(Zuhruf, 86) "Rahmanın huzurunda söz almış olanlardan başkaları
şefaat edemezler." (Meryem, 7) "O gün Rahman'ın izin verip
sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez.
Onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir; onlar ise, bilgice
O'nu kavrayamazlar." (Tâhâ, 109-110) "O'nun huzurunda O'nun izin
verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez." (Sebe', 23)
"Göklerde nice melek var ki, onların şefaati hiçbir işe yaramaz.
Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra
olsun." (Necm, 26)
Görüldüğü gibi bu ayetlerin ilk üçü şefaati bütünüyle Allah'ın
tekeline verirken geriye kalanları Allah'ın izin vermesi koşuluyla
başkalarının da şefaat edebileceklerini vurguluyor. Hangi açıdan
bakılırsa bakılsın, bu ayetler şefaatin varlığını ortaya koyuyorlar.
Ancak bu ayetlerin bir kısmı şefaatin temelden tek ve ortaksız Allah'a
özgü olduğunu vurgularken, diğer bir kısmı, Allah'ın izin vermesi
ve razı olması durumunda başkalarının da şefaat edebileceklerini
ortaya koyuyorlar.
Bunun yanı sıra, şefaati temelden reddeden ayetleri de gördün.
Bu ayetlerin şefaati reddedişleri, Allah'tan başkasının gaybı
bilmesini reddeden ayetleri andırmaktadır. Yüce Allah, gaybı bilmeyi
bütünüyle kendine özgü kılıyor ve başkalarının da gaybı bilmesini
rızasına, onayına bağlı kılıyor. Nitekim yüce Allah bu hususla
ilgili olarak şöyle buyuruyor: "De ki: Göklerde ve yerde Al-
lah'tan başka kimse gaybı bilmez." (Neml, 65) "Gaybın anahtarları,
O'nun yanındadır, onları O'ndan başkası bilmez." (En'âm, 59) "O,
gaybı bilendir, kendi gaybını kimseye göstermez. Ancak razı olduğu
elçiler hariç." (Cin, 26-27)
Aynı durum öldürme, yaratma, rızk verme, etkileme, hükmetme,
sahip olma gibi olguları ifade eden ayetler için de söz konusudur.
Kurân'ın ifade tarzında benzeri bir üsluba sıkça rastlanır.
Bu tür ayetlerde Allah'tan başka tüm varlıkların mükemmellikleri
reddedilir, ardından bu mükemmellik bütünüyle Allah'a özgü kılınır,
sonra Allah'ın dışındaki varlıkların da O'nun izni ve iradesi ile
birtakım kemallere sahip olabilecekleri vurgulanır.
Bu ifade tarzından edindiğimiz sonuç şudur: Yüce Allah'ın dışındaki
tüm varlıkların bu tür kemallere ilişkin sahiplikleri kendilerinden
kaynaklanan bağımsız nitelikli bir sahiplik değildir. Onlar
sahip oldukları şeylere Allah'ın sahip kılması sayesinde sahip olabilmişlerdir.
Hatta Kur'ân-ı Kerim, hakkında kesin olarak hüküm
verilmiş, kesin karara bağlanmış konularda dahi, İlahî irade için
bir açık kapı bırakmıştır. Bu konularda bile, Allah dilerse aksini
yapabileceğini vurgula-mıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bahtsızlar
ateştedirler. Onların orada bir soluk alış verişleri vardır ki!
Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Ancak
Rabbin dilerse, o başka. Çünkü Rabbin istediğini yapandır. Mutlu
kılınanlar ise cennettedirler. Gökler ve yer durdukça onlar orada
sürekli kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse, o başka. Kesintisiz
bir bağıştır bu." (Hûd, 106-108)
Bu ifadede görüldüğü gibi sonsuzluk da Allah'ın dilemesine
bağlı kılınmıştır. Özellikle cennetteki kalışın kesintisiz bir bağış olduğu
vurgulanmakla birlikte, bunun bile Allah'ın dilemesiyle ilintili
olduğu dile getiriliyor. Bu ifadeyle vurgulanmak istenen mesaj şudur:
Yüce Allah sonsuzluğa hükmetmiştir, ama bu, meseleyi O'nun
kontrolünün dışına çıkarmaz. Hükümranlığını ve yüce otoritesini
geçersiz kılmaz. "Rabbin istediğini yapandır." sözü bunu vurgulama
amacına yöneliktir. Kısaca bütünüyle O'nun kontrolünden çıkan,
O'nu bir anlamda yoksun ve muhtaç bırakan hiçbir bağışı
yoktur. Yine esirgediği şeyi esirgemesini engelleyecek hiçbir güç
söz konusu değildir. Hiçbir güç O'nun otoritesini geçersiz kılamaz,
hükmünü yürürlükten kaldıramaz.
Bununla da anlaşılıyor ki, şefaat olayını reddeden ayetler,
kıyamet ortamına yönelik olduğu takdirde, Allah'tan başkasının
şefaatçiliğini, kendi başına, bağımsız bir yetki olması anlamında
reddetmektedirler. Şefaatin varlığını ifade eden ayetler ise, onun
temelde Allah'a özgü bir yetki olduğunu, bunun yanı sıra Allah'tan
başkasının da O'nun izni ve iradesiyle şefaat edebileceklerini dile
getiriyorlar. Şu hâlde Allah'tan başkasının şefaatçilik etmesi, Onun
iznine bağlıdır. Öyleyse şefaat kavramının ne anlama geldiğini
ve buna bağlı olarak gündeme gelen sonuçlan ayrıntılı olarak
inceleyelim. Şefaat nerelerde ve kimin için geçerlidir? Ne zaman
doğru olur ve ne zaman gerçekleşir? Yüce Allah'ın affı ve bağışlaması
içindeki oranı ne kadardır?
ŞEFAAT ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
1- Şefaat nedir?
Dayanışma ve toplumsal hayattan edindiğimiz anlayışla bildiğimiz
anlamıyla "şefaat" kısaca, maksatlarımıza ulaşmak, hayatımızdaki
ihtiyaçlarımızı karşılamak amacıyla kullandığımız yöntemlerden
ve baş vurduğumuz yollardan biridir. Kelime itibariyle
"tek" anlamına gelen "vetr"in karşıtı olan "çift" anlamındaki
"şef'a" kökünden türemiştir. Sanki şefaat eden kimse, şefaat olunan
kimsenin yanındaki eksik araca ekleniyor; böylece daha önce
tek olduğu, elindeki aracın eksikliği ve yetersizliği için istediğine
ulaşamayan, şimdi "çift" oluyor, istediğine daha rahat ulaşabiliyor.
Şefaat aradığımız konular çoğunlukla ya bir yarar ve hayır elde
etme amacına yöneliktir ya da bir zarar ve şerri defetme amacına
yöneliktir. Fakat bu durum bütün yarar ve zararlar için geçerli
değildir. Çünkü biz, doğal sebeplerin ve evrensel yasalar sisteminin
kapsamında olan hususlarla ilgili hayır ve şerlerde, yarar ve
zararlarda bir başkasının şefaatçiliğine başvurmayız. Açlık, susuzluk,
sıcaklık, soğukluk, sağlık ve hastalık durumlarında olduğu gibi.
Bu gibi durumlarda doğal sebeplere başvurur, uygun araçları
kullanır ve münasip yöntemlere tevessül ederiz. Yemek, içmek,
giyinmek, barınmak ve tedavi olmak gibi. Biz, toplum yönetiminin
tanıdığı, yasayıp yürürlüğe koyduğu genel ve özel nitelikli hükümlerin,
yasaların ve sistemlerin öngördükleri veya gerektirdikleri
hayırlar, şerler, yararlar ve zararlarla ilgili olarak başkalarının aracılıklarına, şefaat etmelerine ihtiyaç duyarız.
Efendilik ve kölelik çerçevesi içinde, yöneten ve yönetilen ilişkilerinde
birtakım emir ve yasak nitelikli hükümler vardır ki, yükümlü
bu hükümleri uygulayıp gereklerini yerine getirdiği takdirde
bu, övgü nitelikli bir sonuç doğurur veya yükümlüye bir mevki, bir
mal kazandırır. Hükümlere muhalefet edip başkaldırdığı takdirde
de yergi nitelikli bir sonuçla karşılaşır; kınanma, maddî veya manevî
zarara uğrama gibi bir ceza alır. Efendi, kölesine veya otoritesi
altında bulunan herkese bir emir verdiğinde veya bir şeyi yasakladığında,
buyruğa mu-hatap olan kişi gerekeni yaptığı zaman büyük
bir ödülü hakkeder, muhalefet ettiği zaman da bir azaba veya
cezaya çarptırılır. Şu hâlde, iki tür yasama ve değerlendirme ile
karşı karşıyayız: Hükmün yasanması ve hükmün gereğinin
yasanması yani, hükme muvafakat veya muhalefetin gereğinin
belirlenmesi.
Milletlerarası genel nitelikli ve her insan ile emri altında bulunanlar
arasındaki özel nitelikli tüm egemenlikler bu temel üzerinde
odaklaşır.
Dolayısıyla bir insan, toplumun belirlediği kurallara ve hak ediş
ölçülerine uymaksızın maddî veya manevî bir hayra ve kemale
ulaşmak isterse, yahut karşı çıkışından dolayı kendisine yönelen
bir kötülüğü savmak ister, ama elinde bir savunma aracı olmazsa
-savunma aracı derken emirlere uymayı ve üzerinden yükümlülüğü
kaldırmayı kastediyorum- daha açık bir ifadeyle, bir insan koşullarını
yerine getirmeksizin, sebeplerini hazırlamaksızın bir sevap,
bir ödül elde etmek isterse veya kendisine yöneltilen yükümlülüğü
yerine getirmeksizin bir cezadan kurtulmak isterse, bu, şefaatin
etkinlik alanına girer.
Böyle bir durumda şefaat, etkin rol oynayabilir. Fakat bu etkinlik
şartsız, sınırsız değildir. Örneğin, yüksek ilmi bir makama gelmek
isteyen okuma-yazmasız cahil bir kimse gibi, kemal kisvesine
bürünme açısından bir liyakate sahip bulunmayan veya efendi-
sinin emirlerine uymayan dik başlı, azgın bir köle gibi, kendisini
katında şefaat edilen makama bağlayacak her hangi bir bağı bulunmayan
kimse için şefaatin hiçbir yararı olmaz. Çünkü şefaat,
kendi başına bağımsız bir etkinliğe sahip değildir, eksik sebebin
tamamlayıcı öğesidir.
Ayrıca katında şefaat girişiminde bulunulan hakimin nezdinde
şefaatçilik pozisyonunda bulunan kişinin etkinliği, sebeplerden
bağımsız ve ölçüsüz bir etkinlik değildir. Tersine, hakim üzerinde
etkinlik uyandıracak bir durumun söz konusu olması gerekir ki,
ardından ödül almayı veya cezadan kurtulmayı getirsin.
Meselâ şefaatçi, efendiden, kendi efendiliğini ve kölesinin de
köleliğini geçersiz kılarak onu cezalandırmamasını isteyemez. Efendiden
hükmünden el çekmesini, kölesine yükümlülük vermekten
kaçınmasını veya genel olarak veya olaya özgü olmak üzere
hükmünü geçersiz kılmasını talep edemez. Aynı şekilde şefaatçi,
hakimden genel olarak veya özel bir durumla ilgili olarak cezalandırma
yasasını yürürlükten kaldırmasını, cezalandırmamasını
isteyemez.
Dolayısıyla efendilik, kulluk, hüküm ve ceza sistemi üzerinde
şefaatçinin hiçbir etkinliği yoktur. Şefaatçi, sözünü ettiğimiz bu üç
hususa, bu üç cihete, kesin gözüyle baktıktan ve tartışmasız kabul
ettikten sonra ya hakimlik pozisyonunda bulunan efendinin cömertliği;
mertliği, şerefi ve yüceliği gibi affetmeyi ve bağışlamayı
gerektiren sıfatlarını ya kölenin ezikliği, miskinliği, düşkünlüğü,
hakirliği ve kö-tü hâllere düşmüşlüğü gibi acımayı gerektiren
sıfatlarını ya da bizzat kendi niteliklerini, yani efendiye olan yakınlığını,
şerefini ve yüksek konumunu öne sürerek şöyle der:
Senden kendi efendiliğini ve onun köleliğini geçersiz kılmanı,
hüküm ve ceza sistemini yürürlükten kaldırmanı istemiyorum. Aksine
senden bağışlamanı istiyorum. Çünkü sen efendisin, acıma
duygusuna sahipsin, cömertsin. Onu cezalandırmak sana bir yarar
sağlamaz, günahlarını bağışlaman da sana bir zarar dokundurmaz
veya o, düşkün ve hakir bir cahildir. Senin gibiler onun durumuna
aldırmazlar. Onunla gereğinden fazla ilgilenmezler veya senin katındaki
seçkin konumuma ve sana olan yakınlığıma güvenerek
onu affetmeni istiyorum.
Konuyu enine-boyuna irdeleyen biri açık olarak görür ki: Şefaatçi,
örneğin cezanın kaldırılması ile ilgili olarak katında şefaatte
bulunulan zatın sıfatları gibi konuyla ilgisi bulunan etkenleri kullanarak
aracılıkta bulunur. Böylece konu bir hükmün kapsamından
çıkıp diğer bir hükmün kapsamına girer. Yoksa birinci hükmün
kapsamında olduğu hâlde hükmün iptali söz konusu değildir.
Yani doğadaki birbirine zıt etkenlerin bazısının, diğer bazısının etkinliğini
geçersiz kılması ve ona galebe çalması gibi bir durum söz
konusu değildir. Şu hâlde şefaatin gerçek anlamı, konunun bir
hükmün kapsamından çıkıp diğer bir hükmün kapsamına girmesini
sağlayarak çelişkiye meydan vermeme suretiyle bir yarar elde
etme veya bir zararı defetme amacına yönelik, aracılık girişimidir.
Ayrıca bununla, şefaatin nedensellik kuralının bir örneği olduğu
da ortaya çıkıyor. Çünkü şefaat, yakın sebebin, ilk ve uzak sebep
ile müsebbebi arasında aracı edinilmesinden ibarettir. Şefaat
kavramının anlamı üzerinde yaptığımız analizlerden elde ettiğimiz
sonuç budur.
Nedensellikle ilgili olarak yüce Allah'ın etkinliği iki açıdan değerlendirilebilir:
1- Etkinlik O'ndan başlar ve nedensellik O'nunla son bulur. Dolayısıyla
o, sınırsız ve kayıtsız yaratma ve meydana getirme gücüne
sahiptir. Tüm illetler ve sebepler O'nunla başkaları arasında,
tükenmez rahmetinin ve yaratıklarına yönelik sayısız nimetlerinin
yayılmasının ve aktarılmasının aracılarıdırlar.
2- Yüce Allah sonsuz yüceliğiyle birlikte bize yaklaşarak lütufta
bulunmuştur. Dinini bir yasalar sistemi olarak yürürlüğe koymuş
ve birtakım emir ve yasak nitelikli hükümler belirlemiştir. Ahiret
yurdunda verilmek üzere, söz konusu emir ve yasaklara uymak
veya karşı çıkmak durumlarına göre birtakım ödüller ve cezalar
öngörmüştür. Bu amaca yönelik olarak cennetle müjdeleyen ve
cehennem azabına karşı uyaran peygamberler göndermiştir. Bu
peygamberler de yüce Allah'tan aldıkları mesajı en güzel şekilde
duyurmuş ve insanlara karşı bir gerekçe, bir kanıt ortaya koymuşlardır.
Böylece Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe
tamamlanmış oldu. Hiç kimse de O'nun sözlerini değiştiremez...
İlk değerlendirme esas alınarak konuya bakıldığında, görülecektir
ki, bu, tekvinle, varoluşsal ilgili bir değerlendirmedir. Bu
durumda şefaat kavramının aradaki varoluş ile ilgili neden ve sebeplere
intibak ettiği açık-seçiktir. Çünkü aradaki varoluşla ilgili
nedenler, yüce Allah'ın rahmet, yaratma, diriltme ve rızk gibi üstün
sıfatlarından yararlanıp çeşitli nimet ve lütufları, yaratıklardan
muhtaç durumda olanlara ulaştırırlar.
Yüce Allah'ın bazı sözleri de muhtemelen bu anlamı çağrıştırmak-
tadırlar: "Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O'nun
izni ol-madan kendisinin katında kim şefaat edebilir." (Bakara,
255) "Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.
Sonra Arş'a istiva etti. İşi tedbir eder. O'nun izni olmadan hiç
kimse şefaat edemez." (Yûnus, 3)
Şu hâlde şefaat, varoluşla ilgili alanda, neden ve sebeplerin
O'nun-la müsebbepler (sebeplerden etkilenenler) arasında,
müsebbeplerin işlevlerini plânlanma, varlıklarını ve kalıcılıklarını
düzenlenme noktasında aracılık etmeleridir. Buna "tekvinî (varoluşla
ilgili) şefaat deriz.
İkinci değerlendirme esas alındığında, meselenin teşri nitelikli
olduğu görülecektir. Böyle bir durumda söylenecek söz şudur:
Yaptığımız analizlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, şefaat kavramı
yerinde kullanıldığı zaman doğru bir anlam ifade eder ve bunun
bir sakıncası da yoktur. Şu ayet-i kerimeler de bu anlamı vurgulamaya
yöneliktir: "O gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı
kimseden başkasının şefaati fayda vermez." (Tâhâ, 109)
"O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati
fayda vermez." (Sebe', 23) "Onların şefaati hiçbir işe yaramaz.
Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra
olsun." (Necm, 26) "Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat
etmezler. (Enbiyâ, 28) "O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaate
sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır."
(Zuhruf, 86)
Gördüğün gibi ayet-i kerimeler, yardım etmek anlamında, ilâhî
izin ve rızadan sonra meleklerden ve insanlardan bazı kimselerin
şefaatte bulunacaklarını vurgulamaktadırlar. Şu hâlde şefaat,
mülk ve emir yetkisi kendisine özgü olan yüce Allah'ın bazı kimse-
lere tanıdığı bir yetkidir. Dolayısıyla şefaat edecek kimseler O'nun
rahmetine, affına, bağışlamasına ve buna benzer üstün niteliklerine
sarılarak günahtan dolayı kötü duruma düşmüş, azap belasına
duçar olmuş kullardan birinin O'nun rahmetinin kapsamına
girmesini, kuşatıcı azabın ve işlenmiş cürümün kapsamının dışına
çıkmasını sağlarlar. Nitekim daha önce de açıkladığımız gibi şefaatin
etkinliği, konuyu bir hükmün kapsamından çıkarıp diğer bir
hükmün kapsamına sokma şeklindedir; aynı hükmün kapsamında
olmakla birlikte hükmün uygulanmasını engellemek şeklinde
değildir. Şu ayet-i kerimeler de bunu ortaya koymaktadırlar:
"...İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirir." (Furkan, 70)
Dolayısıyla yüce Allah bir amelin yerini diğer bir amelle
değişti-rebilir. Nitekim varolan bir ameli de yok edebilir. Bu hususla
ilgili olarak şöyle buyuruyor ulu Allah: "Yaptıkları her işin önüne
geçtik de, onları etrafa saçılmış toz zerreleri hâline getirdik."
(Furkan, 23) "Allah onların amellerini heder etmiştir." (Muhammed, 9)
"Eğer siz yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük
günahlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) "Allah, kendisine ortak koşulmasını
bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ,
48) Bu ayet kesinlikle iman ve tövbeyle ilgili değildir. Çünkü iman
ve tövbe ile diğer günahlar gibi şirk günahı da bağışlanmanın
kapsamına girer.
Ulu Allah az olan bir ameli arttırma, çoğaltma yetkisine de sahiptir:
"Onlara ödülleri iki kere verilir." (Kasas, 54) "Kim iyilik getirirse,
ona getirdiği iyiliğin on katı vardır." (En'âm, 160) Aynı şekilde
yüce Allah var olmayan bir ameli var etme gücüne ve yetkisine de
sahiptir: "Onlar ki inandılar, zürriyetleri de imanda kendilerine
uydu; zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır: kendi amellerinden
de hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kendi kazandığına
bağlıdır." (Tûr, 21) Bu ayet, amellere başka amellerin de katılacağını
ifade ediyor. Kısacası yüce Allah dilediğini yapar ve istediği
gibi hükmeder.
Evet, yüce Allah dilediğini gerektirici bir maslahat icabı yapar
ve bunun için de aracı vasıtalar kullanır. Peygamberlerden, evliyalardan
ve seçkin kullarından bazı kimselerin şefaati de kuşkusuz
bu konumdadır.
Böylece anlaşılmış oldu ki, aracılık anlamında şefaat,
gerçekte yüce Allah hakkında geçerlidir. Çünkü O'nun her sıfatı,
O'nunla yaratıkları arasında birer aracı pozisyonundadırlar; yaratıklara
ilâhî cömertliği ve varoluş bağışını aktarırlar. Şu hâlde
gerçek anlamda, mutlak şefaatçi O'dur. Bu hususla ilgili olarak
yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Bütün şefaat sadece Allah-
'ındır." (Zümer, 44) "Sizin, O'ndan başka hiçbir dostunuz, bir şefaatçiniz
yoktur." (Secde, 4) "O'ndan başka ne dostları, ne de şefaatçileri
yoktur." (En'âm, 51) Allah'tan başka birisi eğer şefaat
edecekse, bu; Allah'ın izni ve yetki vermesi ile mümkün olacaktır.
Yukarıdaki açıklamalarımızla, kısaca yüce makamına yakışmayacak
bir olumsuzluk oluşturmadığı takdirde O'nun katında şefaatin
gerçekleşeceği ispat edilmiş oldu.
2- Şefaatle İlgili Problemler Ve Yanıtları
Şefaatin kısaca bazı durumlarda söz konusu olduğunu, bu hususta
bir genelleme yapamayacağımızı öğrenmiş bulunuyorsun.
Aynı şekilde ileride Kitap ve sünnetin de bundan fazlasını dile getirmediğini de öğreneceksin. Daha doğrusu, sırf şefaat kavramının
ifade ettiği anlam üzerinde derin bir bakış açısıyla düşünmek bile,
insanı böyle bir sonuca götürebilir. Daha önce de söylediğimiz gibi
şefaat, anlam olarak nedensellik ve etkinlik açısından bir tür aracılığa,
tavassuta dönüktür. Şefaat için sınırsız bir nedensellik ve
etkinlik anlamı söz konusu değildir. Hiçbir sebep koşulsuz olarak
tüm müsebbeplerin sebebi niteliğini kazanamaz ve yine hiçbir
müsebbep mutlak anlamda tüm sebeplerden etkilenen
müsebbep konumunda olamaz. Böyle bir durum nedensellik yasasının
geçersizliği sonucunu doğurur ki bu, hiç kuşkusuz yanlıştır.
İşte şefaat olgusunu kabul etmeyenler, bu hususta yanılgıya düşmüşler
ve şefaatin hiçbir şarta bağlı olmayan mutlak bir etkinlik
olduğu kuruntusuna kapılmışlardır.
Dolayısıyla bazı açılardan meselenin içinden çıkamaz olmuşlardır.
Buradan hareketle de Kur'ân'la sabit olan gerçeği reddetme
esasına dayalı düşünceler geliştirmişlerdir. Onlar tarafından içinden
çıkılmaz olarak algılanan şefaatle ilgili hususların bir kısmını
aşağıya alıyoruz.
Birinci sorun: Yüce Allah'ın tehditle vurguladığı bir cezanın
kıyamet günü suçluya uygulanmaması ya adalet ilkesine dayalı ya
da zulme dayalı bir uygulamadır. Eğer adil bir uygulamaysa, bu
durumda önceki cezalandırmaya ilişkin hüküm zulüm nitelikli olur;
bu ise, yüce Allah'a yaraşmaz. Eğer zulüm esasına dayalı bir
uygulamaysa bu durumda söz gelimi peygamberlerin şefaatleri
yüce Allah'tan zulüm talep etme olarak kabul edilir ki bu, peygamberlere
(Allah'ın selâmı onlara olsun) yakışmayan bir cehalettir.
Birinci sorunun çözümü: Birincisi nakzî cevaptır. Şöyle ki, tüm
imtihan amaçlı emirlerde durum böyledir. Peki onlarda ne diyeceksiniz?
Bize sorulursa, imtihan amaçlı hükmün önce yasanması
sonra da kaldırılması her ikisi de adaletin gereğidir. Bu gibi emirlerdeki
temel gerekçe, yükümlünün içindekini bilmek veya gizli niteliklerini
ortaya çıkarmak ya da onda bilkuvve varolan kabiliyetin
bilfiil çiçeklenmesini sağlamaktır.
Şefaatle ilgili olarak da şöyle denebilir: Kıyamet günü tüm
müminler için kurtuluş öngörülmüş olabilir. Sonra hükümler konuyor
ve bu hükümlere aykırı hareket edenler için çeşitli cezalar
öngörülüyor ki kâfirler, küfürlerinden dolayı helâk olsunlar. Müminlere
gelince, aralarında yer alan muhsinlerin dereceleri itaatlerinden
dolayı yükselir; geriye kalan günahkarlar, kötülük işleyenler
ise şefaat aracılığı ile kendileri için öngörülen kurtuluşa nail olurlar.
Berzah âleminde ve kıyametin dehşet verici ortamında bazı
azaplara duçar olsalar bile, kurtuluşa erirler. Şu hâlde hem hükmün
yasanıp muhalefetine azap kararı verilmesi, hem de daha
sonra bu azabın kaldırılması adalet ilkesine uygundur.
İkinci cevabımız ise hallî, çözümsel cevaptır: Şöyle ki, ilkin verilmiş
olan cezanın şefaat aracılığı ile uygulamadan kaldırılmasının
söz konusu adalet ilkesi ya da zulme dayalı bir uygulama
olma açısından birinci hükümle çelişki arzetmesi, ancak cezanın
şefaat aracılığı ile kaldırılmasının, verilen ilk hükümle veya hükmün
cezayla sonuçlandırılması ilkesiyle çelişki arzettiği takdirde
söz konusu olabilir. Ancak sen bunun böyle olmadığını öğrenmiş
bulunuyorsun. Çünkü şefaatin etkinliği hükümle çelişki arzedecek
şekilde değil, konuyu hükmün şümulünden çıkarmak şeklindedir.
Şefaat aracılığı ile suçlu cezanın kapsamından çıkarılıp yüce Allah'ın
rahmet, af, bağışlama gibi sıfatlarının kapsamına alınır. Yüce
Allah'ın şefaatçiye yönelik ikramı ve onurlandırması da sözünü
ettiğimiz İlâhî sıfatlardan biridir.
İkinci sorun: Yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasalar sistemi,
O'nun fiillerinin etkilerini yapmamak veya değişik etkiler yapmaktan
korunmuş olmasını öngörmektedir. Bir şeye karar verdi mi veya
bir hüküm koydu mu, onu istisnasız olarak tek bir çizgide ve
kesintisiz olarak aynı tarzda uygular. Nedensellik yasası da bu tarz
üzeredir.
Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Kullarım
üzerinde senin hiçbir etkinliğin, hiçbir yaptırım gücün yoktur.
Fakat sana uyan azgınlar hariç. Cehennem onların tümünün
buluşma yeridir." (Hicr, 43) "İşte bu, dosdoğru yolumdur. Ona uyunuz.
Sakın başka yolları izlemeyin, sonra sizi doğru yoldan ayırırlar."
(En'âm, 153) "Allah'ın yasasında bir değişiklik, Allah'ın yasasında
bir farklılık bulamazsın." (Fâtır, 43)
Şefaatin geçerli olması ise, fiillerde değişikliğe yol açar. Çünkü
şefaat aracılığı ile bütün suçluların tüm cezalarını kaldırmak,
mezkur İlâhî sünnetin geçersizliği anlamını taşır ve yükümlülükle
çelişmektedir. Bu ise, kesinlikle mümkün değildir ve kesinlikle
yüce Allah'ın fiil-lerinin hikmete dayalı olmasıyla uyuşmaz.
Bazı suçluların cezalarını kaldırmak veya tüm suçluların bazı suçlarına
ve günahlarına ceza uygulamamak ise, yüce Allah'ın fiilinin
farklılık göstermesi, yürürlükte olan yasasının değişmesi, öteden
beri izlenilen yolunun yön değiştirmesi demektir. Çünkü suçluluk
noktasında suçlular arasında bir fark olmadığı gibi, günahlık ve
kulluğun sınırlarını aşmak bakımından günahlar arasında da bir
fark yoktur.
Şu hâlde suçluların bir kısmını veya onların bazı suçlarını
genelden ayrı olarak şefaat aracılığı ile hoşgörünün ve
görmezlikten gelmenin kapsamına almak imkansızdır. Şefaat ve
benzeri aracılık girişimleri, ancak fiillerin, hak ve batılda aynı
hükmü verebilen, hikmet ve cehaletten yana aynı tavrı takınabilen
tutkular ve kuruntular üzerine bina edildiği dünya hayatında
geçerli olabilir.
Bu soruna karşı vereceğimiz cevap şudur: Yüce Allah'ın yolunun
dosdoğru ve yasalar sisteminin tek ve değişmez olduğu kuşkusuzdur.
Ne var ki bu tek ve değişmez yasalar sistemi, sadece
yüce Allah'ın örneğin yasa koyma ve hükmetme gibi sıfatlarından
birine dayanmamaktadır ki, bir hususla ilgili hüküm değişmesin
ve bir hükme ilişkin ceza hiçbir şekilde yürürlükten kaldırılmasın.
Aksine ilâhî yasalar sistemi, yüce Allah'ın bunlarla ilgili tüm sıfatlarının
öngördükleri hususlar üzerine bina edilmiştir. -Ki yüce Allah'ın
sıfatları bizim kavrayışımızdan çok yücedir.- Bunun açıklaması şöyledir: Varlıklar âleminde, hayat, ölüm,
rızk ve nimet gibi olguları bahşeden, lütfeden yüce Allah'tır. Bunlarsa
birbirlerinden farklı olgulardır ve yüce Allah'la olan bağlantıları
aynı şekilde, aynı yönden ve aynı bağ ile değildir. Çünkü bu tür
bir ilişki tarzında bağlılığın ve nedensellik yasasının iptali söz konusudur.
Örneğin, yüce Allah gerektirici bir sebep ve iktiza edici bir
maslahat olmaksızın hastaya şifa vermez. Hastaya şifâ vermesi,
O'nun öldürücü, intikam alıcı ve şiddetle yakalayıcı olması gibi sıfatlarıyla
ilgili değildir; şefkatli, merhametli, nimet bahşeden, şifa
veren ve afiyete kavuşturan olması gibi sıfatlarıyla ilgilidir.
Keza, yüce Allah, sebepsiz yere bir zorbayı, bir müstekbiri
helâk etmez; şefkatli, merhametli olduğu için de onu helâk etmez.
Tersine intikam alıcı, şiddetle yakalayıcı ve karşı konulmaz gücüyle
ezici olduğu için helâk eder. Kısacası yaptığı her iş, onunla ilgili
bir sıfatın gereğidir... Kur'ân bu gerçeği ana hatlarıyla ortaya koymaktadır.
Şu hâlde meydana gelen herhangi bir olay, varoluşsal açıdan
kapsadığı nitelikleri bakımından bir veya aralarındaki uyum ve itilafın
gerektirdiği vecihle birden fazla ilâhî sıfata dayanmaktadır.
Dilersen şöyle de diyebilirsin: Her şey kapsadığı maslahat ve iyi niteliklere
uygun yönüyle yüce Allah'a bağlıdır. Bu gerçeği kavradıktan sonra şu hususu öğrenmiş olursun:
Yüce Allah'ın yolunun doğruluğu, yasasının değişmezliği ve fiillerinin
çelişmezliği, birbirleriyle bağlantı hâlinde olan tüm sıfatlarını
kullanarak ortaya koyduğu düzen için söz konusudur. Yoksa tek
bir sıfatın gerektirdiği sonuç için bu durum geçerli değildir. İstersen
şöyle de diyebilirsin: Böyle bir durum hükümle, hükmün konu-
suna ilişkin tüm maslahatlar arasındaki etkileşimden kaynaklanan
sonuç için geçerlidir. Tek bir maslahatın gerektirdiği sonuç için
değil. Eğer konulmuş hükmün sebebi tek başına söz konusu
olsaydı, bu hüküm ne iyiliksever, ne günahkâr, ne mümin ve ne de
kâfir için değişmezdi. Ancak sebepler çoktur. Bunların hepsinin
veya bir kısmının bir arada göz önünde bulundurulmasıyla doğacak
sonuç, her birinin tek başına mülahaza edilmesinden doğacak
sonuçla farklı olabilir. Ne demek istediğimizi iyice düşünün.
Dolayısıyla şefaatin varlığı ve cezanın yürürlükten kaldırılması
-ki bu, rahmet, bağışlama, hükmetme, karar verme, her hak sahibine
hakkını verme ve yargıda eğri ile doğruyu kesin biçimde ayırma
gibi birtakım sebeplerin doğurduğu sonuçtur- yürürlükte olan
ilâhî yasalar sisteminde bir değişikliğe ve dosdoğru yolda bir
sapmaya yol açmaz.
Üçüncü sorun: Halk arasında bilindiği şekliyle şefaat, şefaatçinin;
katında şefaatte bulunulan zatı daha önce irade ettiğinin -
ister iradesi doğrultusunda hükümde bulunsun, ister bulunmasın-
aksi olan bir şeyi yapmaya veya terk etmeye zorlamasıdır. Buna
göre, şefaatçinin isteği doğrultusunda, onun hâtırı için irade terk
edilmedikçe ve geçersiz kılınmadıkça şefaat gerçekleşmez. Şimdi,
katında şefaatte bulunulan kimse, ya adildir ya da zalimdir.
Adil bir hâkim irade ettiği veya hükmettiği hususla ilgili bilgisinin
niteliği değişmediği sürece şefaat girişimini kabul etmez.
Yani, ancak yanılması, sonra doğruyu öğrenmesi ve yapılması gerekenin
veya maslahatın, irade ettiği veya hükmettiğinden farklı
olduğunu görmesi gibi bir durum söz konusu olursa, şefaat girişimini
kabul eder.
Zalim ve despot bir yönetici ise, haksızlık ettiğini ve adalete
uygun tutumun, yaptığının aksi olduğunu çok iyi bildiği hâlde yakın
adamlarının ve elit zümrenin şefaatini kabul eder, kendi katında
seçkin bir konumda olan kişiyle irtibatını korumada olacak
çıkarını adalet ilkesine tercih eder.
Söz konusu her iki durum da, yüce Allah açısından imkansızdır.
Çünkü O'nun iradesi ilmine göre tecelli eder, ilmi ise ezelîdir,
kesinlikle değişmez.
Şefaati inkâr edenlerin bu yaklaşımına vereceğimiz cevap şudur:
Şefaat olayında yüce Allah açısından bir irade ve bilgi değişikliği
söz konusu değildir. Değişiklik irade edilen ve bilinen şey açısından
söz konusudur. Çünkü yüce Allah, falanca insanın başına
çeşitli durumların geleceğini, şu sebepler ve koşullardan dolayı şu
zamanda şu durumda olacağını bilir. Böyle bir durumda onun
hakkında bir irade ortaya koyar. Sonra başka sebeplerin ve başka
koşulların baş göstermesi ile diğer bir zamanda diğer bir duruma
düşeceğini de bilir. Bu sefer de onun hakkında başka bir irade ortaya
koyar. O, her gün yeni bir iştedir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır, Ana kitap O'-
nun katındadır." (R'ad, 39) "Hayır, O'nun iki eli de açıktır, dilediği
gibi verir." (Mâide, 64)
Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz: Biz biliriz ki, havayı bir süre
sonra karânlık bürüyecektir ve gözlerimiz fonksiyonlarını yerine
getiremez olacaklardır. Oysa buna da ihtiyacımız vardır. Sonra güneşin
ışık saçması ile birlikte karanlık dağılacaktır. Bu örnekte
gecenin gelişi ile birlikte, irademiz lamba aracılığı ile aydınlanmaya,
gecenin sona ermesi ile birlikte de lambayı söndürmeğe taalluk
eder. Burada bilgi ve irade değişmemiştir. Sadece bilinen ve
irade edilen şey değişmiştir. Yani bilinen ve irade edilen şey, bilgi
ve iradeye uygunluk pozisyonundan çıkar. Nitekim her bilgi, her bilinene
uymaz. Her irade de her irade edilen şeye taalluk etmez.
Evet; yüce Allah açısından imkânsız olan bilgi ve irade
değişikliği, bilinen ve irade edilen şeyin durumunu korumasına
rağmen bilgi ve iradenin onlara uymamasıdır. Buna yanılma ve
feshetme denir: Söz gelimi, bir karartı görürsün; önce bunun insan
olduğuna hükmedersin; bir süre sonra karartının at olduğu ortaya
çıkar, böylece karartıya ilişkin bilgi değişir. Ya da bir maslahat
gözeterek bir şeyi irade edersin, daha sonra asıl maslahatın irade
ettiğin şeyin karşıtında olduğunu öğrenirsin, buna bağlı olarak
iradeni değiştirirsin, İşte bu iki örnekte vurguladığımız hususlar
yüce Allah hakkında düşünülemez. Oysa şefaatin ve buna bağlı
olarak da cezanın yürürlükten kaldırılması olayında yukarıdaki
hususların söz konusu olmadığını öğrenmiş bulunuyorsun.
Dördüncü sorun: Yüce Allah'ın şefaat vaadinde bulunması veya
peygamberlerin bunu duyurmuş olmaları, insanların günah iş-
lemeye devam etmeleri ve Allah'ın koyduğu haramları çiğnemeleri
yönünde teşvik edilmeleri sonucunu doğuruyor. Bu ise, dinin biricik
hedefi ile çelişmektedir. Dinin tek ve değişmez amacı insanların
tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya, O'na itaat etmeye
yöneltilmeleridir. Şu hâlde Kitap ve sünnette şefaatle ilgili olarak
yer alan nasları dinin bu apaçık temel ilkesi ile çelişmeyecek şekilde
yorumlamak gerekir.
Dördüncü soruna çözüm şudur: Öncelikle bu yaklaşım, bağışlamanın
kapsamlılığını ve rahmetin genişliğini gösteren ayetlerle
çelişmektedir: "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz,
bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48) Daha önce de değindiğimiz gibi bu ayet, tövbe olayının söz konusu olmadığı durumlara
işaret ediyor. Bunun kanıtı da tövbe edilmiş olması durumunda
bağışlanan günahlar kapsamına giren şirkin bu ayette istisna
edilmiş olmasıdır.
İkincisi; yüce Allah tarafından dile getirilen şefaat vaadinin veya
bu vaadin peygamberler aracılığıyla duyurulmasının insanları
günaha sürüklemesi, dik başlılık ve isyankarlık yapmaya teşvik
etmesi iki şar-ta bağlıdır:
1- Suçlunun şahsı ve nitelikleriyle belirlenmesi ya da hakkında
şefaat edilen günahın hiçbir şüpheye yer bırakılmayacak şekilde
belirginleştirilmesi. Yani şu şahıs veya bu günah hakkında kesin
olarak şefaat sözü verilmesi ve hiçbir muhtemel şarta bağlı kılınmaması.
2- Şefaatin her türlü cezayı, tüm zamanlarda temelden yürürlükten
kaldıracak şekilde etkin bir rol oynaması.
Eğer; "Falanca gruptan olan insanlar veya bütün insanlar işledikleri
suçlardan dolayı cezalandırılmazlar, günahlarından dolayı
kesinlikle sorgulanmazlar." veya; "Falanca günahtan dolayı hiçbir
zaman azap görülmez." şeklinde bir iddia ortaya atılacak olursa,
bu kesinlikle batıl bir iddiadır, yükümlülere yöneltilen hüküm ve
sorumluluklarla alay etmektir. Fakat, eğer her iki şart açısından
konu müphem bırakılırsa; şefaatin hangi günahlar ve hangi günahkarlar
hakkında geçerli olacağı belirtilmezse; ya da yürürlükten
kaldırılacak cezaların, bütün cezalar, tüm zaman ve durumlarda
olacağı şeklinde bir iddia ortaya atılmazsa, kişi vaat edilen
şefaatin kapsamına girip girmeyeceğini bilmez, dolayısıyla yüce
Allah'ın koyduğu yasakları çiğnemeye cesaret etmez. Tersine bu
durum, kişide ilâhî rahmete yönelik bir duyarlılık meydana getirir,
işlediği günahlardan ve kötülüklerden dolayı ümitsizliğe ve yüce
Allah'ın rahmeti hakkında karamsarlığa kapılmaz.
Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuyor mu?: "Eğer size yasaklanan
büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı
örteriz." (Nisâ, 31) Ayet-i kerime büyük günahlardan kaçınma şartına
bağlı olarak küçük günahlar ve suçlar için öngörülen cezaların
kaldırılacağını ifade etmektedir. Eğer: "Büyük günahlardan sakınırsanız,
küçük günahlarınızı affederiz." demek doğru ise, bu durumda;
"Eğer imanınızı korur da kıyamet gününde sağlam bir imanla
bana gelirseniz, şefaatçilerin sizinle ilgili şefaatlerini kabul
ederim." demek de doğru ve yerinde olur.
Bütün mesele de zaten nihayet imanı koruyabilmektir. Çünkü
günahlar imanı zayıflatır, kalbi taşlaştırır ve nihayet şirke götürür.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hüsrana uğrayan topluluktan başkası,
Allah'ın tuzağından emin olmaz" (A'râf, 99) "Hayır, onların işleyip
kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur."
(Müteffifîn, 14) "Sonra kötülük edenlerin sonu; Allah'ın ayetlerini
yalanlamak oldu." (Rûm, 10) Bu uyarılar günahkârı günahlarından
uzaklaştırmaya, takva yolunu izleyip muhsinlere ulaşmasını sağlamaya
yeter ve böylece bu anlamdaki şefaate bile ihtiyaç
duymaz. İşte bu, en büyük yarar ve en güzel sonuçlardan biridir.
Aynı şekilde hakkında şefaat edilen suçlu veya şefaate konu
olan suç belirlenir de, ancak azabın bazı yönlerini veya bazı zamanlarını
kapsadığı vurgulanırsa, bu da, kesinlikle suçluların cesaretlenmesine,
suç işlemeye teşvik edilmesine yol açmaz.
Kur'ân-ı Kerim şefaate konu olacak suçluları da günahları da
belirleştirmez. Cezanın kaldırılmasını da, ancak bazı durumlar için
söz konusu eder. Dolayısıyla bu yönden herhangi bir sorunla
karşı karşıya değiliz.
Beşinci sorun: Akıl, eğer kanıtlık oluşturacaksa, ancak şefaatin
mümkünlüğüne kanıtlık oluşturur; vukuuna değil. Bununla beraber,
bu hususta aklın kanıtlık oluşturması kesinlikle geçersizdir.
Nakle gelince; Kur'ân ayetlerinde şefaatin vukuuna ilişkin bir
kanıt yoktur, aksine şefaatin geçersizliğini ifade eden ayetlere
rastlıyoruz: "O gün ne alış veriş, ne dostluk ve ne de şefaat olur."
(Bakara, 254) Diğer bir ayet de şefaatin hiçbir yarar sağlamadığını
ortaya koyuyor: "Onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez."
(Müddessir, 48) Olumsuzluk ifade eden diğer bazı ayetler de şu şekildedir:
"O'nun izninin olması dışında..." (Bakara, 255) "Ancak O'nun izninden
sonra..." (Yûnus, 3) "Ancak razı olduğu kimse için..." (Enbiyâ, 28)
Bu tür istisnalar, yani izin ve iradeye bağlı olarak gündeme getirilen
istisnalar Kur'ân-ı Kerim'de çokça yer alırlar ve Kur'ân'ın ifade
tarzı içinde kesin olumsuzluk ifade ederler. Amaç, bunun yüce Allah'ın
iznine ve iradesine bağlı olduğunu vurgulamaktır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sana okutacağız ve unutmayacaksın.
Yalnız Allah'ın dilediği başka." (A'lâ, 6-7) "Gökler ve yer durdukça
orada sürekli kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka." (Hûd,
107) Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'de şefaatin kesinlikle gerçekleşeceğine
ilişkin açık ve kesin bir nas yoktur.
Sünnete gelince; konunun detayına inen rivayetlerin sıhhati,
tartışma konusudur ve onlara güvenilmez. Hadisler arasında doğruluğu
tartışılmaz olanlarsa, Kur'ân-ı Kerim'in ifadesine ek bir açıklama
getirmiyorlar.
Bu yaklaşıma vereceğimiz cevap şudur: Şefaatin geçersizliğini
ifade eden ayetlerin, onu bütünüyle reddetmediklerini gördün.
Tersine bu ayetlerde, Allah'ın izninden ve rızasından bağımsız
şefaat reddediliyor.
Bu eleştiride bulunanın iddiasına göre, şefaatin bir yarar sağlamadığını
ifade eden ayetler ise, onu olumsuzlamıyor, aksine onun
kesinlikle gerçekleşeceğini ortaya koyuyor. Müddessir suresinde
yer alan bu ayetler, şefaatin suçlulardan belli bir zümreye
yarar sağlamayacağı-nı ifade ediyor, tüm suçlulara değil.
Ayrıca ayetlerde ifade edilen şefaat, izafet terkibi içinde dile
getirilmiştir, yani tamlamadan soyut ve yalın değildir. Çünkü, "Fela
tenfeuh-uş şefaetu=şefaat onlara fayda vermez." demekle, "Fela
tenfeuhum şefaet-uş şafiîn=şefaatçilerin şefaati onlara fayda
vermez" demek arasında fark vardır. Birinci ifadede fiilin dışta
gerçekleştiğine dair herhangi bir işaret olmamasına karşın ikinci
ifadede fiilin dışta gerçekleşmiş olduğu söz konusudur. Delâil-ül
İ'caz adlı eserinde Şeyh Abdulkahir bunu açıkça ifade etmiştir.
"Şefaatçilerin şefaati" ifadesi, şefaatin bir şekilde gerçekleştiğini,
ama sözü edilen zümrelerin bundan yararlanamayacaklarını gösteriyor.
Ayrıca, "şefaatçiler" şeklinde çoğul bir ifadenin kullanılmış
olması da bu yaklaşımı pekiştirici niteliktedir. Tıpkı şu ifadeler gibi:
"Ama o geride kalanlardan oldu...", "O, kâfirlerdendi..." "O, azgınlardan
idi...", "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz..." Aksi takdirde,
müfret bir nesneyi ifade için ek bir anlam taşıyan çoğul bir kelime
kullanmak, ifade tarzı açısından gereksiz bir fazlalık olacaktı.
Şu hâlde, "şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." ayeti, şefaati
kanıtlayan ayetlerdendir, reddeden ayetlerden değil.
İzin ve rıza istisnasını kapsayan ayetlere gelince; "illa bi-iznihi=
ancak O'nun izniyle", "illa min ba'd-i iznihi=ancak O'nun izninden
sonra" ifadeleri, şefaatin gerçekleşeceğini ortaya koymaktadırlar.
İzafet tamlamasının gereği budur. İfade tarzlarını ve söz söyleme
yöntemlerini bilenler, bu gerçeği inkâr etmezler. Aynı şekilde,
"Ancak O'nun izniyle" ve "Ancak O'nun razı olduğu kimse için"
ifadelerinin aynı anlama, yani ilâhî iradeye yönelik olduğu şeklindeki
söze de kulak asmamak gerekir.
Kaldı ki, şefaatle ilgili istisna değişik şekillerde gündeme gelmiştir.
"Ancak O'nun izniyle", "Ancak O'nun izninden sonra", "Ancak
razı olduğu kimseler için" ya da "Ancak bilerek hakka
şahitlik edenler için" vb.
Kaldı ki, izin ve rızanın aynı anlama geldiğini, yani "irade" anlamını
ifade ettiğini kabul etsek dahi, aynı şeyi yüce Allah'ın şu
sözü için de söyleyebilir miyiz: "Ancak bilerek hakka şahitlik edenler
hariç." Bu istisna ile de iradeye ilişkin istisnanın kastedildiği
söylenebilir mi? Böyle bir müsamahayı sıradan bir konuşma
için bile düşünmemek gerekirken, söz sanatının parlak örneklerinden
biri, daha doğrusu en parlak örneği için nasıl düşünebiliriz?!
Sünnete gelince; bu konuda Kur'ân'ın ifade ettiğinden başka
bir şey ifade etmediğini yeri gelince açıklayacağız.
Altıncı sorun: Kıyamet günü suçun kesinlik kazanmasından ve
cezanın zorunlu hâle gelmesinden sonra suçluların cezalarının
kaldırılacağı hususu, ayet-i kerimelerde net biçimde dile getirilmemektedir.
Bu ayetlerle kastedilen şey, peygamberlerin peygamber
olmaları hasebiyle insanlarla Rableri arasında aracılık
yaparak, vahiy kanalıyla hükümleri alıp insanlara duyurmaları ve
insanlara doğru yolu göstermeleridir. Bu durum tıpkı toprağa atılan
bir tohuma benzer; bu tohum yeşerir ve ondan gelecekteki oranlar,
nitelikler ve durumlar ortaya çıkar. Peygamberler de
(selâm üzerlerine olsun) hem dünyada ve hem de ahirette müminlerin
bu anlamda şefaatçileridirler.
Bu iddiayı şu şekilde yanıtlayabiliriz: Bunun bir çeşit şefaat olduğuna
söz yoktur. Ne var ki, daha önce de söylendiği gibi şefaat
olgusu sırf bununla sınırlı değildir. Yüce Allah'ın şu sözü de bu sözlerimize
kanıt oluşturmaktadır: "Allah kendisine ortak koşulmasını
bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48)
Daha önce bu ayetin iman ve tövbe olgularıyla ilgili olmadığını açıklamıştık.
Oysa sorun çıkartanın peygamberler için öngördüğü
şefaat ise, ancak iman ve tövbeye davet yoluyla gerçekleşebiliyor. Yedinci sorun: Akıl aracılığı ile şefaatin gerçekleşeceğini kanıtlamak
mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerim'de şefaatle ilgili ayetler
ise, benzeşen (müteşabih) ayetlerdir. Bu ayetlerin kimisinde şefaat
onaylanırken, kimisinde de reddedilmektedir. Bazen sınırlandırılırken,
bazen de sınırsız tutulmaktadır. Dinin öngördüğü edep
tavrı, bunlara inanmamızı ve yüce Allah'ın bilgisine havale etmemizi
gerektirmektedir.
Bu sorunu şu şekilde cevaplandırabiliriz: Müteşabih ayetler,
muhkem ayetlere döndürülerek muhkem olurlar. Bu da bizim için
hem mümkün, hem de câizdir. İleride, "Onun bazı ayetleri muhkemdir,
bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir (birbirlerine
benzerler)." (Al-i İmrân, 7) ayetini incelerken, bu hususa açıklık
getireceğiz.
3- Kimler Hakkında Şefaat Edilir?
Kıyamet günü haklarında şefaat edilecek kişilerin belirlenmesinin
dini anlayış ve edep tavrıyla uyuşmadığını, ancak bütünüyle
müphemlik perdesinden soyutlandırılmamakla birlikte bir ölçüde
bilinmelerinde de bir mahzur olmadığını daha önce öğrenmiş bulunuyorsun.
Kur'ân'ın ifade tarzı bu şekilde meseleyi ortaya koymaktadır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Herkes kendi kazandığının rehinidir. Yalnız sağ ehli hariç.
Onlar cennetler içinde, suçlulardan sorarlar: 'Sizi bu yakıcı ateşe
ne sürükledi?' Derler ki: 'Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula
da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Ceza
gününü yalanlardık. Sonunda bu hâlde iken ölüm bize gelip çattı.'
Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." (Müddessir, 38-48)
Burada yüce Allah, kıyamet günü her nefsin kazandığı günahların
rehini olduğu, geçmişte işlediği hatalardan dolayı sorgulanacağını,
ama sağ ehli olanların bu kapsamın dışında tutulacağını,
rehinlikten kurtarılıp serbest bırakılacaklarını ve cennetlere yerleştirileceklerini belirtmektedir. Ardından onlarla amellerinden dolayı
rehin tutulan ve yakıcı ateş içinde sorgulanan suçlular arasında
bir perde olmadığını dile getirmektedir. Sağ ehli olanlar, suçlulara
yakıcı ateşe nasıl sürüklendiklerini soruyor, onlarsa kendilerini
ateşe sürükleyen bazı sıfatlarına işaret ederek kendilerine yöneltilen
soruyu cevaplandırıyorlar. Bu sıfatların sıralanmasının ardından,
bundan dolayı şefaatçilerin şefaatlerinin kendilerine bir
yarar sağlamadığı şeklinde bir ayrıntıya yer veriliyor.
Bu açıklamanın sonucu, sağ ehli olanların söz konusu sıfatlara
sahip olmadıklarıdır ki, ifade tarzından bu sıfatların şefaatin kapsamına
girmeye engel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Şefaatin kapsamına
girmeye engel oluşturan bu sıfatlara sahip olmadıkları için,
şefaatten yoksun bırakılan ve yakıcı azaba sürüklenen suçlulardan
ayrı olarak, yüce Allah onları günahlarından dolayı rehin tutulmaktan
ve amellerinden ötürü sorguya çekilmekten kurtarmıştır.
Söz konusu rehinlikten kurtulma ve sorgulamanın dışına çıkma
da ancak şefaatle olmuştur. Şu hâlde haklarında şefaat edilen
kişiler sağ ehli olanlardır. Ayet-i kerimelerde, sağ ehli kimseler söz
konusu olumsuz niteliklere sahip olmayanlar olarak tanıtılmaktadırlar.
Şöyle ki: Bu ayetler Müddessir suresinde yer almaktadır. Ayetlerin
içeriğinden de anlaşıldığı gibi bu sure, Mekke döneminin baş-
larında inen surelerdendir. O dönemde ise, bugünkü şekliyle namaz
ve zekât ibadetleri belirlenmemişti. Şu hâlde, "Biz namaz kılanlardan
değildik." ifadesindeki "namaz"dan maksat, kulluk
sunmak amacıyla boyun eğip Allah'a yönelmektir. Yoksulları doyurmakla
da genel anlamda Allah yolunda muhtaçlara infak etme,
malî yardımda bulunma kastedilmiştir. Bu iki kavramla, İslam
şeriatında bugünkü şekliyle yer alan namaz ve zekât ibadetleri
kastedilmiştir. Dalmaktan maksat ise, ya hayatın eğlencelerine ve
dünyanın çekici süslerine kapılmaktır. Ki bunlar, insanı ahirete
yönelmekten, hesaplaşma gününü anmaktan alı-koyar ya da hesaplaşma
gününü hatırlatan müjdeleyici ve uyarıcı ayetlere tam
anlamıyla karşı gelmektir.
Bu dört nitelik yani, Allah'a yönelmeyi ve Allah yolunda malî
harcamada bulunmayı terk etmek, boş ve yararsız şeylere dalmak
ve caza gününü yalanlamak insanda gerçekleşince, artık dinin
temelleri yıkılmış olur. Aynı şekilde bunların karşıtlarıyla da
dinin temelleri pekiştirilmiş olur.
Çünkü din, dünyaya sarılmaktan vazgeçip ahirete yönelmek
suretiyle tertemiz hidayet rehberlerine uymaktır. Bu da boş şeylere
dalmayı terk etmek ve ceza gününü tasdik etmekten ibarettir.
Bu ikisi de, kulluk kastı taşıyan davranışlarla Allah'a yönelmek ve
toplumun ihtiyaçlarının giderilmesi için çabalamayı gerektirir.
Bunları sembolize edenlerse namaz ve Allah yolunda infaktır. Şu
hâlde, din ilim ve amel açısından bu dört temel unsura dayanır.
Tevhit ve nübüvvete inanmak gibi dinin diğer temel unsurları da
bu dört şeyin doğal olarak gerektirdiği şeylerdir. Bu hususa iyice
dikkat edin ve üzerinde düşünün.
Buna göre, şefaat sayesinde kurtuluşa erenler sağ ehli olanlardır.
Bunlar, amelleri kabul görmüş veya görmemiş olsun, şefaate
muhtaç olsunlar veya olmasınlar din ve inanç açısından beğenilen
kimselerdirler. Şefaat bunlar için öngörülmüştür. Buna göre,
şefaat sağ ehlinin günahkârları içindir.
"Eğer size yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız,
sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) ayet-i kerimesinin gereğince
de, kimin kıyamet gününe kadar affedilmeyen bir günahı
kalmışsa, o, kesinlikle büyük günah işleyen kimselerdendir. Çün-
kü eğer günah, küçük günahlardan olsaydı, hiç kuşkusuz görmezlikten
gelinecekti. Bu açıklamalarımızla şu sonuca varılıyor: Şefaat, sağ ehlinden
olup da büyük günah işleyen kimseler için ön görülmüştür. Nitekim
Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Benim şefaatim
ümmetimden büyük günah işleyen kimseler içindir. Muhsinlere
gelince, onlar aleyhine bir yol yoktur..."
Öte yandan, bunların sağ ehli (ashab-ı yemîn) olarak nitelendirilmeleri,
sol ehli (ashab-ı şimal) olarak nitelendirilen zümreye
karşılıktır. Kimi zaman "ashab-ı meymene" ve "ashab-ı meş'eme"
olarak da nitelendirilirler. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'in, kıyamet günü
amel kitabının sağdan veya sol taraf tan verilmesini esas alarak
kullandığı kavramlardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Her milletin
önderini çağırdığımız gün kimlerin kitabı sağından verilirse işte
onlar, kitaplarını okurlar ve en ufak bir haksızlığa uğratılmazlar.
Şu dünyada kör olan kimse, ahirette de kördür ve yol bakımından
daha da sapıktır." (İsrâ, 71-72) Bu ayet-i kerimeyi incelediğimiz zaman kitabın sağ taraftan
verilmesinin hak imama uymayı kitabın sol taraftan verilmesinin
de sapıklık önderine tâbi olmayı ifade ettiğini inşallah açıklayacağız.
Nitekim yüce Allah, Firavun ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Kıyamet günü kavminin önünde gider. İşte onları ateşe soktu."
(Hûd, 98) Kısacası, sağ ehli nitelendirmesinin özü, dinin kabul görmesine
dönüktür. Nitekim yukarıda değindiğimiz dört niteliğin özünün
dönük olduğu nokta da budur. Bu hususa iyice dikkat
etmelisin.
Ayrıca yüce Allah başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "Allah'
ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler." (Enbiyâ, 28) Bu ayet-
i kerimede Allah'ın razı olduğu kimseler hakkında şefaat edileceği
kesin biçimde ortaya konmaktadır. "Rahman'ın izin verip
sözünden razı olduğu kimseden başka." (Tâhâ, 109) ayet-i kerimesinin
aksine burada "razı olma" fiilinin bir amel veya başka bir
şeyle bağlantılı olarak kullanılmamış olmasından anlaşılıyor ki
maksat, yüce Allah'ın kendilerinden, yani dinlerinden razı olmasıdır,
amellerinden değil. Dolayısıyla bu ayet-i kerime de sonuç ve
ifade bakımından önceki ayetlerle aynı noktaya dönüktür.
Yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: "Muttakileri heyet
hâlinde Rahman'ın huzuruna topladığımız gün, suçluları da susuz
olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahman'ın huzurunda söz
(ahit) a-lmış olanlardan başkaları şefaat edilmeye malik değildir."
(Meryem, 85-87) Demek ki, yüce Allah'ın katında söz almış olanlar
için şefaat edilebilir. (Buradaki mastar (şefaat), meçhul fiil
anlamını ifade eder. Yani, "la yemlikûn'eş-şefaete=şefaate malik
değildirler." anlamındadır.) Çünkü her suçlu, ateşe girmesi kaçınılmaz
olan kâfir değildir. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür:
"Kim Rabbine suçlu olarak gelirse, onun için cehennem vardır;
orada ne ölür, ne de yaşar. Kim de ona salih ameller işleyen
bir mümin olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır."
(Tâhâ, 74-75) Demek ki, "salih amel işleyen mümin"in dışında kalan suçludur.
Bu noktada mümin olmaması ile iman edip de salih amel işlememesi
arasında bir fark yoktur. Buna göre hak din üzerinde olup
da salih amel işlememiş suçlular da vardır. İşte Allah katında
söz almış olanlar bunlardır. Yüce Allah'ın şu sözü de buna işaret
etmektedir: "Ey Âdem oğulları, ben size söz (ahit) almadım mı:
Şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana kulluk sunun,
doğru yol budur, diye?" (Yâsîn, 60-61) Şu hâlde, "Bana kulluk
sunun" ifadesi, emir anlamında ahittir, "doğru yol budur" ifadesi
de, emirlere sarılmak anlamında ahittir. Çünkü doğru yol, mutluluğa
ve kurtuluşa iletici kılavuzluğu da kapsamaktadır.
Öyleyse sözü edilen kimseler, kötü amellerinden dolayı ateşe
giren müminlerdir. Sonra şefaat aracılığı ile bu ateşten kurtulurlar.
Yüce Allah'ın şu sözünde de bu anlama dönük işaret vardır: "Dediler
ki: 'Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır.'
De ki: Allah'tan bir söz (ahit) mü aldınız?" (Bakara, 80) Bu ayetler
de yukarıdaki ayetlerin vurguladıkları amaca yöneliktirler.
Buraya kadar sunduğumuz ayetlerin hepsi şefaate konu olanların,
yani kıyamet günü kendileri için şefaatte bulunulacak kimselerin
hak dini benimsemekle beraber büyük günah işleyen kimseler
olduğunu kanıtlamaktadır. Bunlar, dinleri Allah tarafından
hoşnutlukla karşılanan kimselerdirler.
Daha önce şefaatin "tekvinî" ve "teşriî" olmak üzere iki kısım
olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun.
Tekvinî şefaati şöyle tanımlamak mümkündür: Evrende yer
alan tüm sebepler Allah katında şefaatçi konumundadırlar. Çünkü
Allah ile varlıklar arasında aracılık işlevini görmektedirler.
Teşriî şefaat ise, yükümlülük ve ceza âleminde geçerlidir. Bu
tür şefaatin bir kısmı, dünyada Allah tarafından bağışlanmayı, ona
yakınlaşmayı gerektiren şeylerdir. Bu tür şeyler de Allah ile kulları
arasında aracılık yapan şefaatçilerdir.
Bunlardan biri tövbedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Ey
nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit
kes-meyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o, çok bağışlayan,
çok merhamet edendir. Rabbinize dönün." (Zümer, 53-54) Şirk
dahil tüm günahları kapsayacak şekilde tövbenin etkinlik alanı
geniş tutuluyor.
Bir şefaatçi de imandır. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Peygamberi-
ne inanın ki... günahlarınız bağışlansın." (Hadîd, 28)
Bütün salih ameller de şefaatçi konumundadırlar: "Allah, inanıp
salih ameller işleyenlere vaat etmiştir: Bağışlama ve büyük
ödül on-laradır." (Mâide, 9) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor ulu
Allah: "Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na doğru (götürecek) vesile
arayın." (Mâide, 35) Bu hususa işaret eden birçok ayet vardır.
Kur'ân-ı Kerim de bir şefaatçidir: Bu ayet-i kerime bunu göstermektedir:
"Onunla Allah, rızasının peşinden gidenleri esenlik
yollarına iletir ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp
dosdoğru bir yola iletir." (Mâide, 16) Salih amelle bağlantısı bulunan her şey, mescitler, mübarek
mekânlar ve kutsal günler de şefaatçi konumundadırlar.
Nebi ve resuller de ümmetleri için bağışlanma dilerken bu
misyonu yerine getirirler. Yüce Allah'ın şu sözü buna yönelik mesajlar
içermektedir: "Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman
sana gelselerdi, Allah'tan, günahlarını bağışlamasını isteselerdi
ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici,
merhametli bulurlardı." (Nisâ, 64)
Müminler için bağışlanma dileyen melekler de öyle. Onlarla ilgili
olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Arşı taşıyanlar ve O'nun
çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tesbih ederler, O'na inanırlar
ve müminler için bağışlanma dilerler." (Mü'min, 7) Bir diğer
ayette de şöyle buyurur ulu Allah: "Melekler, Rablerini hamt ile
tesbih ederler; yerdekiler için de bağışlanma dilerler. İyi bil ki Allah,
çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Şûrâ, 5)
Kendilerine ve mümin kardeşlerine bağışlanma dileyen müminler
de şefaatçilik işlevini görürler. Yüce Allah onların bu tavrını
onların diliyle şöyle anlatır: "Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen
bizim mevlâmızsın!" (Bakara, 286)
Teşriî şefaatin bir kısmı da, bildiğin anlamı ile kıyamet günü
gerçekleşecek olan şefaattir. Kıyamet günü şefaat edeceklerin
başında peygamberler gelir. Yüce Allah buna şu şekilde değinmektedir:
"Rahman çocuk edindi, dediler. O, yücedir. Hayır onlar
ikram edilmiş kullardır... Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat
etmezler." (Enbiyâ, 26-28) Ayette sözü edilen kullardan biri de
bir peygamber olan Meryem Oğlu İsa'dır. Yüce Allah bir başka ayette
de şöyle buyuruyor: "O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaat
yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler
bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Bu iki ayet, meleklerin de şefaat
edebileceklerini göstermektedir. Çünkü müşrikler onların Allah'ın
kızları olduklarını ileri sürüyorlardı.
Şefaat yetkisine sahip olanlardan biri de meleklerdir: "Göklerde
nice melekler var ki, onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer
Allah' ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun."
(Necm, 26) Bir diğer ayette de yüce Allah şöyle buyuruyor: "O
gün Rahman'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının
şefaati fayda vermez. Onların önlerindekini ve arkalarındakini
bilir." (Tâhâ, 109-110)
Şu ayet-i kerimeden anlaşıldığı kadarıyla kıyamet günü
şahitler de şefaat edeceklerdir: "Ondan başka yalvardıkları şeyler,
şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka
şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Hakka şahitlik etmiş
olmaları sayesinde şefaat yetkisine sahip olmuşlardır. Şu hâlde
her şahit, şahitlik yetkisine sahip bir şefaatçidir. Ancak bu
şahitlik, Fatiha suresinin tefsirinde değindiğimiz ve "Böylece sizi
orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız." (Bakara, 143)
ayet-i kerimesini ele alırken değineceğimiz gibi amellere tanıklık
anlamındaki "şehadet"tir, savaşta şehit düşme anlamındaki
"şehadet" değil.
Bu ifadeden, müminlerin de şefaatte bulunacakları anlaşılmaktadır.
Çünkü yüce Allah, onların kıyamet günü şahitlere katılacaklarını
haber vermiştir: "Allah'a ve Resulüne inananlar, Rableri
yanında sıddîkler ve şahitlerdir." (Hadîd, 19) İleride bu ayeti ele
alırken daha geniş açıklamalarda bulunacağız.
5- Şefaat Neyle İlgilidir?
Şefaatin bir kısmının, sebepler âleminde varoluşla ilgili tüm
sebepleri kapsamına alan "tekvinî"; bir kısmının da sevap ve azapla
ilgili "teşriî şefaat" olduğunu öğrendin. Teşriî şefaatin bir kısmı,
şirkten tut, daha aşağı düzeydekilere kadar tüm günahların cezalarıyla
ilgilidir. Kıyamet gününden önce (dünyada) tövbe ve imanın
şefaati böyledir. Bir kısmı da, bazı salih ameller gibi, kimi günahların
sonuçlarıyla ilgilidir.
Üzerinde tartışılan şefaat türü ise, peygamberlerin ve başkalarının
kıyamet günü, hesaplaşmadan sonra azabı hakkedenlerden
cezalarının kaldırılması için bulanacakları şefaat girişimidir.
Konumuzun üçüncü bölümünde bu tür şefaatin, hak dini benimseyen
ve dini inancı Allah tarafından hoşnutlukla karşılanan büyük
günah işleyen kimselerle ilgili olduğunu öğrendin.
6- Şefaat Ne Zaman Fayda Verir?
Bununla da kesinleşmiş bir cezanın yürürlükten kaldırılmasına
yol açan şefaati kastediyoruz. Yüce Allah'ın şu sözü bunu kanıtlar
mahiyettedir: "Her nefis kendi kazandığı ile rehin alınmıştır. Yalnız
sağ ehli hariç. Onlar cennetler içinde, suçlulardan sorarlar:
Sizi şu yakıcı ateşe ne sürükledi?" (Müddessir, 38-42) Daha önce de
söylediğimiz gibi bu ayet-i kerimeler kimin şefaatin kapsamına
girdiğini ve kimin de bu kapsamın dışında kaldığını vurgulama
amacına yöneliktirler.
Ancak bu ayetler, şefaatin ancak günahlara karşılık rehin alınma,
cezalandırılma ve ateş zindanına atılma cezasından
kurtulma hususunda yararlı olacağını vurgulamaktadırlar. Ama
bunlardan önceki kıya-met gününün dehşet verici ortamı ve akıllara
durgunluk veren gelişmeler için şefaatin bir yarar sağlayacağına
dair bir delil yoktur. Hatta ayet-i kerimelerin, şefaatin sırf ateşte
rehin kalmaktan kurtulma açısından fayda sağlayacağı şeklinde
bir sınırlandırmayı ifade ettiği de söylenebilir.
Ayrıca bu ayet-i kerimelerden, işaret edilen diyaloğun, cennet
ehlinin cennete ve ateş ehlinin de cehenneme yerleştirilmelerinden
ve şefaatin birtakım suçluları kapsamına alıp cehennemden
kurtarmasından sonra gerçekleşmiş olmasını istifade edebiliriz.
Çünkü "cennetler içinde" ifadesi, oraya yerleştirilmiş olduklarını
gösterir. "Sizi ateşe sürükleyen nedir?" ifadesi de bunu gösterir.
Çünkü sürükleme de, bir tür sokmadır, ama her sokma değildir.
Toplama, bir araya getirme ve düzene koyma anlamı vardır bunda.
Bu da yerleşmeyi gösterir. "Onlara fayda vermez." ifadesi de
öyle. Çünkü ayetin orijinalinde kullanılan ve olumsuzluğu ifade
eden "ma" edatı, şimdiki zamana yönelik bir olumsuzluğa delâlet
eder. Bu mesele üzerinde iyice düşünmelisin.
Berzah âlemi, Peygamber efendimiz (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarının
ölüm ve kabir sorgusu sırasında hazır bulunup, zorluklar
karşısında kişiye yardımcı olmaları meselesine gelince;
"Andolsun, kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce
ona inanacak olmasın." (Nisâ, 159) ayetini incelerken de değineceğimiz
gibi, bunun Allah katındaki şefaatle bir ilgisi yoktur. Bunlar
yüce Allah'ın izniyle onlara bahşedilmiş bulunan tasarruf ve yetkilerdir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "A'râf üzerinde hepsini yüzlerindeki
işaretleriyle tanıyan erkekler vardır. Cennet halkına "Selâm
üzerinize olsun." diye seslenirler. Bunlar henüz oraya girmemişlerdir,
fakat girmeyi çok istemektedirler... A'râf ehli, yüzlerindeki
işaretleriyle tanıdıkları bir takım adamlara seslenerek derler ki:
"Ne topluluğunuz, ne de büyüklük taslamanız, size hiçbir yarar
sağlamadı. Allah onları hiçbir rahmete erdirmeyecek, diye yemin
ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? Girin cennete, artık size ne korku
vardır, ne de siz üzüleceksiniz." (A'râf, 46-49)
Şu ayet-i kerime de bir bakıma aynı anlamı vurgulamaktadır:
"Her milletin imamını çağırdığımız gün kimlerin kitabı sağından
verilirse..." (İsrâ, 71) Buna göre imamın davet hareketinde ve kitabın
verilmesinde aracılık yapması, bahşedilmiş bir yetkidir. Artık
bu meseleyi iyice düşünmen gerekir.
Sonuç olarak ortaya şu çıkıyor: Şefaat, kıyamet günündeki en
son durakta gerçekleşiyor. Bu sayedeki bağışlanma sonucu bazı
kimseler ateşe girmekten alıkonulurlar. Ya da ateşe girenlerin bir
kısmı oradan çıkarılırlar. Hiç kuşkusuz bütün bunlar rahmetin geniş
kapsamlılığı veya kullara yönelik ilâhî lütfun zuhuru sayesinde
gerçekleşirler.
ŞEFAATİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Şeyh Saduk'un el-Emâlî adlı eserinde Hüseyin b. Halid'in, İmam
Rıza'dan (a.s), onun da atalarından, onların da Emir-ül
Müminin'den şu sözleri aktardıkları rivayet edilir: Resulullah
(s.a.a) buyurdu ki: "Benim havzıma inanmayanı, Allah havzımın
başına getirmeyecektir. Benim şefaatime inanmayanı Allah şefaatimin
kapsamına almayacaktır." (Sonra şöyle buyurdu:) "Benim
şefaatim, ancak ümmetimden büyük günahlar işleyen kimseler içindir.
Muhsin kimselere gelince, onların aleyhine kullanılacak bir
yol yoktur." Hüseyin b. Halid diyor ki: İmam Rıza'ya şunu sordum:
"Ey Resulullah'ın oğlu, yüce Allah'ın; 'Ancak Allah'ın razı olduğu
kimselere şefaat ederler.' sözü ne anlama gelir?" Dedi ki: "[Bu]
Ancak Allah'ın, dininden hoşnut olduğu kimseye şefaat ederler
[anlamındadır]." [s.16, h: 4, Oturum:2]
Ben derim ki: "Benim şefaatim, ancak..." sözüne gelince, bu
anlamı pekiştirici birçok hadis, hem Şia ve hem de Ehlisünnet
kanallarınca aktarılmıştır. Yukarıdaki ayetlerden de bunu
pekiştiren sonuçlar çıkarıldı.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de yer alan bir hadiste, Semaa b. Mehran, İmam
Musa Kâzım'ın (a.s) "Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir
makama ulaştırır." (İsrâ, 79) ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet
eder: "Kıyamet günü insanlar kırk yıl kadar bir süre kalırlar.
Güneşe emredilir, insanların tepesine dikilir. Bu yüzden kanter içinde
kalırlar. Yeryüzüne emredilir, onların tanıdığı hiçbir şeyi kabul
etmez. İnsanlar Âdem peygamberin yanına gidip kendilerine
şefaat etmesini isterler. O, Hz. Nuh'u gösterir onlara. Hz. Nuh da
Hz. İbrahim'i gösterir. Hz. İbrahim de onları Hz. Musa'ya gönderir.
Hz. Musa da Hz. İsa'ya gitmelerini söyler. Hz. İsa ise onlara şöyle
der: Beşeriyetin son peygamberi olan Muhammed'e gidin."
"Hz. Muhammed (s.a.a) der ki: 'Sizin için şefaat edeceğim.'
Sonra gidip cennetin kapısını çalar. 'Kim o?' diye seslenilir. Allah
onun kim olduğunu bildiği hâlde o: 'Muhammed' diye cevap verir.
'Ona kapıyı açın.' diye seslenilir. Kapı açılınca Rabbi ile karşılaşır,
hemen secdeye kapanır. Kendisine; 'Konuş, iste, istediğin verilsin;
şefaat et, şefaatin kabul edilsin.' diye seslenilinceye kadar başını
secdeden kaldırmaz. Başını kaldırınca, Rabbi ile karşılaşır; tekrar
secdeye kapanır, az önceki gibi kendisine seslenilir, o da başını
secdeden kaldırıp ateşte yanan kimseler için şefaatte bulunur. O
gün gelmiş geçmiş tüm ümmetlere mensup tüm fertler, kıyamet
günü kendisine şefaat etmesi için Hz. Muhammed'e (s.a.a) başvurur.
İşte yüce Allah'ın, 'Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir
makama ulaştırır.' sözünden maksat budur." [c.1, s.315, h: 151] Ben derim ki: Bu anlamı içeren ifadeler yaygın biçimde, bazen
özet, bazen de ayrıntılı biçimde değişik kanallardan hem Şia, hem
Ehlisünnet kaynaklarında rivayet edilmiştir. Bu ifadelerde, ayet-i
kerimede işaret edilen "övülmüş makam"ın şefaat makamı olduğu
vurgulanmıştır. Burada Peygamberimizin dışındaki peygamberlerin
ve başkalarının şefaat edebilmeleri açısından bir olumsuzluk
söz konusu değildir. Çünkü diğer peygamberlerin ve başkalarının
şefaatleri Peygamberimizin şefaatinin bir ayrıntısı olabilir. Dolayısıyla
da şefaat olayı Peygamberimizin eliyle başlar.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Bâkır veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin,
"Belki böylece Rabbin seni, övülmüş bir makama ulaştırır."
ifa-desi ile ilgili olarak, "Bu makam şefaattir" dediği rivayet edilir.
[c.1, s.315, h: 151]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ubeyd b. Zürâre'nin şöyle dediği rivayet
edilir: "İmam Sadık'a (a.s), 'Mümin için şefaat var mı?' diye soruldu.
'Evet.' dedi. Bunun üzerine topluluk içinden bir adam ona,;
'O gün mümin kimsenin Hz. Muhammed'in şefaatine ihtiyacı var
mıdır?' diye sordu. 'Evet.' dedi. 'Müminlerin de birtakım hataları ve
günahları olur. O gün Hz. Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan
hiç kimse yoktur.' Sonra bir adam Resulullah'ın, 'Ben Âdemoğullarının
efendisiyim, ama kibirlenecek bir durum yoktur.' şeklindeki
sözlerinin ne anlam ifade ettiğini sordu. 'Evet. Resulullah
cennetin kapısının halkasını tutarak açar, ardından secdeye kapanır.
Yüce Allah ona, 'Kaldır başını, şefaat et, şefaatin kabul edilsin;
iste, istediğin verilsin.' der. Bunun üzerine Peygamberimiz başını
kaldırır, şefaat eder, şefaati kabul edilir; istekte bulunur, istediği
şey kendisine verilir.' dedi." [c.1, s.314, h: 148]
el-Furat tefsirinde, Muhammed b. Kasım b. Ubeyd'den, zincirleme
olarak Bişr b. Şureyh el-Basri'den şöyle rivayet edilir: "Muhammed
Bâkır'a (a.s) dedim ki: 'Allah'ın kitabında yer alan hangi
ayet daha çok ümit vericidir?' 'Senin kavmin bu konuda ne düşünüyor?'
dedi. Dedim ki: 'Benim kavmime göre, Kur'ân-ı Kerim'deki
en çok ümit verici olan ayet şudur: 'Ey nefislerine karşı aşırı giden
kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.' (Zümer, 53) Bunun
üzerine, 'Ama biz Ehlibeyt böyle demiyoruz.' dedi. 'Peki size göre
en çok ümit verici olan ayet hangisidir?' diye sordum. Dedi ki: Bize
göre en çok ümit verici olan ayet şudur: 'Rabbin sana verecek ve
sen razı olacaksın.' (Zuhâ, 5) Bu şefaattir. Vallahi bu şefaattir. Vallahi
bu şefaattir." [s.215]
Ben derim ki: "Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama
ulaştırır" sözü ile şefaatin kastedilmiş olduğunu ifade eden
çok sayıdaki hadislerden başka ayetin ifade tarzından da bunu anlamak
mümkündür. Çünkü "ulaştırır" ifadesi geleceğe dönüktür ve
bu makamın Peygamberimize kıyamet günü verileceğine işaret
etmektedir. "Övülmüş" ifadesi de mutlaktır, hiçbir kaydı yoktur.
Herhangi bir sınırlandırma getirilmeyen bu övgü, bunun öncekiler
ve sonrakilerle beraber tüm insanlık tarafından dile getirileceğini
göstermektedir. Övgü, isteğe bağlı olarak gerçekleştirilen güzel bir
şeyin yüceliğini ifade etmektir. Bu da herkesin yararlanacağı, istifade
edeceği ve övgüyle anacağı bir fiilin Peygamberimiz (s.a.a)
tarafından gerçekleştirileceğini gösterir. Bu yüzden İmam (a.s)
Ubeyd b. Zürâre'nin aktardığı rivayette şöyle diyor: "O gün Hz. Muhammed'in (s.a.a) şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur..." Bu anlamı, ileride daha güzel bir açıdan da ele alıp açıklayacağız.
"Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden
ümit kesmeyin." ayeti yerine, "Rabbin sana verecek ve sen
razı olacaksın." ayetinin Allah'ın kitabındaki en çok ümit verici
ayet olması meselesine gelince; Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin
yasaklanmasına Kur'ân'da sıkça rastlanmasına rağmen,
bu ifade bir keresinde Hz. İbrahim'in (a.s) dilinden hikaye ediliyor:
"Sapık bir kavimden başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser?"
(Hicr, 56) Bir keresinde de Hz. Yakûb'un dilinden aktarılıyor:
"Kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yûsuf,
87) Konunun da tanıklığıyla bu iki ayet, varoluşla ilgili tekvinî
rahmetten ümit kesmeye işaret etmektedir.
"De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın
rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. O,
çok bağışlayandır, çok merhametlidir. Rabbinize dönünüz..."
(Zümer, 53-54) ayetlerinde, "Nefislerine karşı aşırı giden"
ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla burada teşriî rahmetten ümit
kesme yasaklanmış olmakla birlikte bu ümit kesmenin günah
nedeniyle olduğu da anlaşılıyor. Yüce Allah da istisnasız tüm
günahlar için bağışlamayı genelleştirmiş olmakla beraber bunun
devamında hemen tövbe, İslâm ve salih amel emrini vermektedir.
Bu da gösteriyor ki, nefsine karşı aşın giden kul, tövbe, İslâm ve
salih ameli seçme imkânı olduğu sürece Allah'ın rahmetinden
ümidini kesmemelidir. Kısacası, söz konusu rahmet şartlı rahmettir.
Yüce Allah kullarına O'na yönelmeyi emretmiştir. Şartlı bir rahmeti umma, yüce
Allah'ın âlemler için rahmet olarak gönderdiği Peygamberine
bahşettiği genel bir rahmeti ve sınırsız bir bağışı ve hoşnutluğu
umma gibi değildir. Bu vaat ile yüce Allah elçisinin gönlünü hoş
tutuyor, ona moral veriyor: "Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın."
Bunu şöylece açıklamak mümkündür: Ayet-i kerime minnet ve
bağışı vurgulama amacına yöneliktir. Ayrıca burada Peygamber
efendimize özgü bir vaade yer verilmektedir ki, yüce Allah yarattığı
canlılar arasında hiç kimseye böyle bir vaatte bulunmamıştır.
Peygamberimize yönelik bu bağışını da hiçbir şeyle sınırlandırmamıştır.
Dolayısıyla bu, sınırsız bir bağıştır.
Yüce Allah buna benzer bir lütfu, cennetteki bazı kullarına da
bahşetmiştir: "Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır."
(Şûrâ, 22) "Orada onlar için diledikleri her şey vardır. Bizim
katımızda ise, bundan fazlası vardır." (Kaf, 35) Burada, onlara dilediklerinin de ötesinde nimetler bahşedildiği ifade edilmektedir. Dileyiş
ise, insanın aklına gelebilecek her türlü mutluluk ve iyilikle
ilgilidir. Ama, öte yandan insanın aklına gelmeyecek nimet ve bağışlar
da vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir nefis
kendileri için gizlenen göz aydınlatıcı şeyleri bilemez." (Secde, 17)
Yüce Allah'ın iman edip salih ameller işleyen kullarına bahşettiği
nimetlerin miktarı bu olduğuna göre, yüce Allah'ın minnet ve bağış
anlamında Peygamberine bahşettiği nimetler ne kadar geniş
kapsamlı ve görkemli olacağını anlamış olmalısın.
Yüce Allah'ın bağışının niteliği budur. Peygamber efendimizin
(s.a.a) hoşnut kalışına gelince; bu hoşnutluk, yüce Allah'ın, emri
doğrultusunda bahşettiği nimete razı olmak değildir. Çünkü yüce
Allah her şeyin sahibidir ve zenginliği sınırsızdır. Kul ise, zorunlu
olarak yoksulluk ve muhtaçlık pozisyonundadır. Bu yüzden,
Rabbinin bahşettiği az veya çok nimete razı olmalıdır. Rabbinin
kendisi ile ilgili olarak verdiği karara rıza göstermelidir, bu karar
ister onu sevindirsin, ister üzülmesine neden olsun, fark etmez.
Ne var ki bu rıza, bağışın karşısına konulduğu zaman başka
bir anlam ifade eder. Bu rıza yoksulu, yokluğundan şikayetçi olduğu
şeyi vererek, aç insanı doyurarak hoşnut kılmaya benzer. Dolayısıyla
bu, sınırsız bir bağışla hoşnut etmedir.
Bunun benzerini yüce Allah kimi kullarına da vaat etmiştir:
"İman edip salih ameller işleyenler, yaratılmışların en iyileridirler.
Onların Rableri katındaki ödülleri; altlarından ırmaklar akan
cennetlerdir. Orada ebediyen kalacaklardır. Allah onlardan razı
olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Bu, Rabbinden korkanlar
içindir." (Beyyine, 8) Hiç kuşkusuz bu bağış da minnet ve özgü
kılma niteliklidir. Onun için müminlere bahşedilen nimetlerden
daha geniş boyutlu ve daha üstün olmalıdır.
Nitekim yüce Allah, Peygamberini tanımlarken şöyle buyuruyor:
"Müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe, 128) Burada
yüce Allah Peygamberimizin müminlere karşı acıma duygu-
suyla dolu ve şefkatli olduğunu vurguluyor. Peki, bazı müminler
korkunç alevli ateşin içinde yanarlarken, Allah'ın rabliğini kabul
ettikleri, Allah'ın elçisine ve peygamberlik misyonuna inandıkları,
Peygamberin getirdiği ilâhî mesajı onayladıkları hâlde cehaletlerine
yenik düştükleri, şeytânın oyununa geldikleri, bu yüzden inatçılık
ve büyüklenmeye kapılmaksızın birtakım günahlar işledikleri
için ateşin katmanlarında zindan hayatı yaşarlarken Peygamber
efendimiz hoşnut olabilir mi? Gönlü hoş olabilir mi? Cennet nimetlerinin
zevkini çıkarabilir mi? Cennet bahçeleri içinde mutluluktan
coşabilir mi?
Herhangi birimiz ömrünün geçen kısmına dönüp baktığında,
yarım kalmış olgunlukları, tamamlanmamış iyilikleri gördükçe
büyük bir öfkeye kapılıp gücü dahilinde olan bu hususları yerine
getiremediği için kendini kınar. Ama gençliğin cehaletine, tecrübe
yetersizliğine bakınca, büyük bir ihtimalle öfke ateşi söner, kınayıcı
tutumunu terk eder. Yüce Allah'ın öz yaratılışına yerleştirdiği sınırlı
ve eksik acıma duygusu depreşiverir.
Ya sen, sırf insanın cehaletinden ve zayıf karakterinden kaynaklanan
bir hareket karşısında âlemlerin Rabbinin rahmetini ne
sanıyorsun? Müminlere karşı acıma duygusuyla dopdolu olan şefkatli
ve merhametli Peygamberin cömert karakterini nasıl değerlendiriyorsun?
Merhametlilerin en merhametlisi Ulu Allah kullarına
acımaz mı? Üstelik günahkâr insan, kıyamet gününün o dehşet
verici ortamını, günahının dayanılmaz ıstırabını sonuna kadar hissetmiştir.
Tefsir'ul-Kummî'de, "İzin verdiklerinin dışında, O'nun katında
şefaat fayda vermez." ayeti ile ilgili olarak Ebu Abbâs el-
Mükebbir'in şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Zeynelabidin'in (a.s)
karısının Ebu Eymen adında azatlı kölesi bir gün İmam Muhammed
Bâkır'a (a.s) gelip şöyle dedi: 'Ey Ebu Cafer, insanları kandırıyorsunuz
ve Muhammed'in şefaati, Muhammed'in şefaati deyip
duruyorsunuz.' İmam Muhammed Bâkır (a.s) bu sözlere çok öfkelendi
ve yüzünün rengi değişti, ardından şöyle dedi: Yazıklar olsun
sana ey Ebu Eymen! Karımın ve avret yerini iffetli tutman seni aldattı
mı? Hiç kuşkusuz kıyametin dehşetini gördüğün anda Muhammed'in
şefaatine muhtaç olacaksın. Yazıklar olsun sana, Mu-
hammed, ateşi hakkedenden başkasına mı şefaat edecek? Önceki
ve sonraki ümmetlerden, kıyamet günü Muhammed'in şefaatine
muhtaç olmayan hiç kimse yoktur."
"Ardından İmam Bâkır (a.s) devamla şöyle dedi: Resulullah
ümmeti için şefaat edecek, biz de Şiilerimiz için şefaat edeceğiz.
Şiilerimiz de ailelerine şefaat edeceklerdir." Sonra dedi ki: "Hiç
kuşkusuz bir mümin Rebia ve Mudar oğulları sayısında insana şefaat
eder. Mümin hizmetçisi için şefaat eder ve der ki: Ya Rabbi,
bu, bana hizmetinin hakkıdır, beni sıcaktan ve soğuktan
koruyordu." [c.2, s.202]
Ben derim ki: "Önceki ve sonraki ümmetlerden, kıyamet günü
Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur."
ifadesi gösteriyor ki, bu şefaat genel niteliklidir ve "Yazıklar olsun
sana. Muhammed, ateşi hakkedenden başkasına mı şefaat edecektir?"
ifadesinde vurgulanan şefaatten ayrıdır. Buna benzer bir
anlam da Ayyâşî'nin Ubeyd b. Zürâre'den, onun da İmam Sadık'-
tan (a.s) aktardığı rivayette ifade edilmişti.
Bu anlamı pekiştiren, Şia ve Sünnî kanallardan aktarılan birçok
rivayet vardır. Buna kanıt oluşturan da yüce Allah'ın şu sözü
de delâlet eder: "Ondan başka yalvardıkları şeyler, şefaate sahip
değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır."
(Zuhruf, 86) Bu ayet gösteriyor ki, şefaatin özünde şahitlik
yatmaktadır. Şu hâlde şahitler, şefaat yetkisine sahip şefaatçilerdir.
İnşallah, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara
şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun." (Bakara, 143) ayetini
ele alırken bu meseleyi daha detaylı biçimde açıklayacağız. Buna
göre, peygamberler insanlar üzerinde şahittirler, Hz. Muhammed
de peygamberlerin üzerinde şahittir; şahitlerin şahidi, dolayısıyla
da şefaatçilerin şefaatçisidir. Eğer şahitlerin şahitliği olmasaydı,
kıyametin bir dayanağı olmazdı.
Tefsir'ul-Kummî'de, "İzin verdiklerinin dışında, O'nun katında
şefaat fayda vermez." ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir açıklama
yer almaktadır: "Allah izin vermedikçe, hiçbir nebi ve resul şefaat
edemez. Ama Resulullah (s.a.a) bu genellemenin dışındadır. Çünkü
yüce Allah, kıyamet gününden önce ona şefaat iznini ve yetkisini
vermiştir. Şefaat etmek öncelikle onun ve soyundan gelen
imamların hakkıdır, bundan sonra da peygamberlerin hakkıdır."
[c.2, s.201] el-Hisal adlı eserde Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Üç grup, Allah katında şefaat ederler ve
şefaatleri de kabul edilir: Peygamberler, sonra âlimler ve daha
sonra da şehitler." [c.2, s.201]
Ben derim ki: Büyük bir ihtimalle bu hadisin orijinalinde geçen
"şüheda" kelimesinden maksat, savaş alanında öldürülen kimselerdir.
Ehlibeyt İmamlarının dilinde bu kelime daha çok bu anlamda
kullanılmaktadır. Yani burada, Kur'ânî bir kavram olan "amellerin
tanıkları" kastedilmemiştir.
el-Hisal adlı eserde, "dört yüz hadisi"nde şöyle deniyor: İmam
(a.s) dedi ki: "Biz şefaat ederiz, bizi sevenler de şefaat ederler."
[s.624] Ben derim ki: Kadınların efendisi Hz. Fatıma'nın (a.s), İmamların
dışında Fatıma'nın soyundan gelen kimselerin, müminlerin ve
hatta müminlerin düşük çocuklarının bile şefaat edeceğine ilişkin
birçok hadis rivayet edilmiştir. Meşhur bir hadiste Peygamber efendimiz
(s.a.a) şöyle buyuruyor: "Evleniniz, çoğalınız; çünkü ben
kıyamet günü diğer ümmetlere karşı, düşükleriniz dahil, sizinle
övüneceğim. Düşük çocuk, kıyamet günü cennetin kapısına dayanır.
Ona; 'içeri gir' denir, ama o; 'Annem-babam girmedikçe girmem'
der..." Yine el-Hisal adlı eserde belirtildiğine göre İmam Sadık, babasından,
dedesinden ve nihayet Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder:
"Cennetin sekiz kapısı vardır. Bir kapıdan peygamberler ve
sıddîkler girerler. Bir kapıdan şehitler ve salihler girerler. Beş kapıdan
da bizim taraftarlarımız (Şia) ve sevenlerimiz girerler. Ben
de o sırada yol üzerinde durur şöyle dua ederim: 'Rabbim, benim
Şia'ma, sevenlerime, yardımcılarıma ve dünya yurdunda bana
dost olanlara esenlik ver.' O sırada Arş'tan şöyle bir ses gelir: 'Duan
kabul edildi. Şia'n için şefaat edebilirsin.' Şia'ma, dostlarıma,
yardım edenlerime ve sözlü ve fiili olarak düşmanlarıma savaş
açanlara mensup her bir kişi, komşularından ve akrabalarından
yetmiş bin kişi için şefaat eder. Bir kapıdan da, Allah'tan başka bir
ilâh olmadığına tanıklık eden ve kalbinde, biz Ehli-beyt'e karşı en
ufak bir kin kırıntısı bulunmayan diğer Müslümanlar girerler."
[s.407] el-Kâfi adlı eserde belirtildiğine göre, Hafs el-Müezzin İmam
Sadık'ın (a.s) ashabına gönderdiği mektupta şöyle dediğini rivayet
eder: "Biliniz ki, Allah'ın yarattıklarından hiç kimse, ne seçkin bir
melek, ne gönderilmiş bir peygamber ve ne de başka birisi, Allah-
'a karşı size bir yarar sağlayamaz. Kim, Allah katında şefaatçilerin
şefaatinden yararlanma mutluluğuna ermek isterse, Allah'tan
kendisinden razı olmasını dilesin." [Ravzat'ul-Kâfi, c.8, s.10] el-Furat tefsirinde, İmam Sadık'a (a.s) dayandırılan bir rivayete
göre, Cabir İmam Bâkır'a (a.s) şöyle demiştir: "Sana feda olayım,
ey Resulullah'ın oğlu! Bana büyük annen Fatıma hakkında bir
hadis aktar." Bunun üzerine, Hz. Fatıma'nın kıyamet günü şefaat
edeceğine ilişkin bir hadis anlattı ve şöyle ekledi: "Allah'a
andolsun ki, Allah'ın dininden kuşku duyandan veya kâfirden ya
da münafıktan başka hiç kimse ateşte kalmaz. Bunlar ateşin
katmanlarına sürüklendikleri zaman, yüce Allah'ın da vurguladığı
gibi, 'Bizim için ne şefaatçiler ve ne de sıcak bir dost vardır. Eğer
bir kez daha dünyaya dönseydik, hiç kuşkusuz müminlerden olurduk.'
diye seslenirler." İmam Bâkır (a.s) dedi ki: "Ne mümkün!
İstekleri geri çevrilir. Şayet tekrar dünyaya gönderilseler, yine de
kendilerine yasaklanan şeyleri yaparlardı, on-lar yalancılardır."
[s.113-114]
Ben derim ki: İmamın (a.s) "Bizim için şefaatçiler yoktur." sözünü
ele alması gösteriyor ki; İmam, ayetlerin şefaatin gerçekleşeceğini
kanıtladığına işaret etmek istemiştir. Şefaati inkâr edenler
de bu ayeti şefaatin gerçekleşmeyeceğine yönelik bir kanıt olarak
değerlendirmek istemişlerdir. Biz de daha önce, "şefaatçilerin
şefaati onlara fayda vermez." ifadesinin şefaatin varlığına kanıt
oluşturduğunu ana hatlarıyla ortaya koymuştuk. Eğer ifadeden
maksat sırf şefaatin gerçekleşmeyeceğini vurgulamak olsaydı, o
zaman ifadenin şu şekilde olması gerekirdi: "Bizim için ne bir şefaat
eden ve ne de sıcak bir dost vardır." Çünkü olumsuzluk pozisyonunda
çoğul bir ifade kullanmak, şefaatin bir cemaat tarafından
gerçekleştirildiğini, ama onlar hakkında bir yarar sağlamadığını
gösterir.
Bunun yanı sıra, "Eğer bir kez daha dünyaya dönseydik, hiç
kuşkusuz müminlerden olurduk." ifadesi, "Bizim için ne şefaatçiler
ve ne de sıcak bir dost vardır." ifadesinden sonra yer alıyor ve
bu sözler, yaşanan realiteden duyulan hasreti ifade ediyorlar. Bilindiği
gibi, hasret çekmek, kaybolan bir şeyden dolayı gündeme
gelir ve bu hasreti ifade eden sözler, hasreti duyulan şeyi de ifade
ederler. Buna göre, "Eğer bir kez daha dünyaya dönseydik..." sözünün
anlamı şudur: Keşke dünyaya dönüp müminlerden olsaydık
da şu müminler gibi biz de şefaatçilerin şefaatinin kapsamına girseydik.
Şu hâlde, bu ayet de tıpkı diğer ayetler gibi şefaatin gerçekleşeceğini
kanıtlamaktadır.
et-Tevhit adlı eserde, İmam Musa Kâzım'ın, babasından, o da
atalarından aktararak Peygamber efendimizin şöyle dediği rivayet
edilir: "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.
Muhsinlere gelince, onlar aleyhine kullanılacak bir yol yoktur:'
İmam Kâzım'a denildi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu! Büyük günah işleyenler
için şefaat olur mu? Yüce Allah 'Ancak Allah'ın razı olduğu
kimse için şefaat ederler.' demiyor mu? Büyük günah işleyenler
Allah'ın razı olduğu kimseler olabilirler mi?" Bunun üzerine İmam
(a.s) şöyle dedi:
"Hiçbir mümin yoktur ki, bir günah işlediği zaman üzülmesin
ve pişmanlık duymasın. Peygamberimiz (s.a.a) buyuruyor ki:
'Tövbe için pişmanlık yeterlidir.' Ve yine buyuruyor ki: 'Kim iyi bir
işten dolayı sevinir, kötü bir işten dolayı üzülürse, o, mümindir.'
Buna göre, işlediği bir günahtan dolayı pişmanlık duymayan kişi
mümin değildir, onun için şefaat gerekmez ve o, zalimdir. Yüce Allah
böyle biri ile ilgili olarak; 'Zalimlerin yakın bir dostu ve sözü
yerine getirilen bir şefaatçisi yoktur.' buyuruyor."
Bunun üzerine denildi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu! İşlediği günahtan
dolayı pişmanlık duymayan kişi nasıl mümin olmaz?" Buna
karşılık olarak şöyle dedi: "Büyük bir günah işleyip de bundan
dolayı cezaya çarptırılacağını bilen hiç kimse yoktur ki, işlediği
günahtan dolayı pişmanlık duymasın. Ne zaman pişmanlık duyarsa,
tövbe etmiş [Allah'a dönmüş] olur ve şefaati hakkeder. Ama
pişmanlık duymazsa, günahta ısrar ediyor sayılır."
"Günahta ısrar edeninse, bağışlanması söz konusu değildir.
Çünkü o, işlediği suçtan dolayı cezalandırılacağına inanmıyordur.
Eğer cezalandırılacağına inansaydı pişmanlık duyardı. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: 'İstiğfar edildikten sonra
büyük günahtan söz edilmez. İsrar edilince de küçük günahtan
söz edilmez."
"Yüce Allah'ın, 'Ancak Allah'ın razı olduğu kimseler için şefaat
ederler.' sözüne gelince; bu demektir ki, ancak Allah'ın dininden
razı olduğu kimseler için şefaat ederler. Din ise, iyiliklerin ve kötülüklerin
belli bir günde karşılıklarını göreceklerine inanmaktır. Buna
göre, dininden razı olunan kişi, kıyamet günü cezalandırılacağını
bildiği için işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duyar." [s.407,
h: 6, bab:43]
Ben derim ki: İmamın "o zalimdir." sözü, kıyamet günü zalim
olanlar tanımlamakta, aynı zamanda Kur'ân-ı Kerim'in tanımlamasına
da işaret etmektedir: "Aralarında bir seslenici, 'Allah'ın
lâneti zalim-lerin üzerine olsun!' diye seslenir. Onlar ki, Allah'ın
yolundan menedip, onu eğriltmek isterler, ahireti de inkâr ederlerdi."
(A'râf, 44-45) Buna göre zalim, amellerin karşılık göreceği
güne inanmayan, Allah'ın emirlerine uymamaktan dolayı üzülmeyen,
Allah'ın koyduğu haramları çiğnemekten dolayı içinde bir ıstırap
duymayan kimsedir. Bunun sebebi ise, ya tüm hak nitelikli
mesajlara ve dini öğretilere inanmaması ya da hak içerikli mesajları
küçümsemesi ve amellerin karşılık göreceği gerçeğine gereken
özeni göstermemesi, din ve ceza günü ile alay etmesidir.
İmamın, "tövbe etmiş olur ve şefaati hakkeder." sözünün anlamı
şudur: Yani, razı olunmuş bir dinin sahibi olarak Allah'a döner
ve böylece şefaati hakkeder. Yoksa, ıstılah anlamıyla "tövbe" başlı
başına bir şefaatçidir, bir kurtarıcıdır.
İmamın, "Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
İstiğfar ile birlikte büyük günahtan söz edilmez..." şeklindeki değerlendirmesi, gösteriyor ki, İmam meseleye ısrar açısından yaklaşmıştır.
Israr ise, günahtan kaçınmamak ve günah işlemekten
dolayı pişmanlık duymamaktır. Bu durumda günah asıl niteliğinden
soyutlanıp başka bir niteliğe bürünür. Yani günah, günahlıktan
çıkıp ahireti yalanlamaya, Allah'ın ayetlerine karşı haksızlık
etmeye dönüşür; dolayısıyla bağışlamanın kapsamına girmez.
Çünkü günah, ya tövbe aracılığı ile ya da hoşnut kalınmış bir dine
dayalı olarak gerçekleşen şefaat aracılığı ile bağışlanmanın kap-
samına girer. Burada ise, ne tövbe ve ne de hoşnut kalınmış bir
din söz konusudur. Buna benzer bir rivayet de el-İlel'de Ebu İshak el-Leysî kanalıyla
aktarılmıştır: "İmam Muhammed Bâkır'a (a.s) dedim ki: 'Ey
Resulullah'ın oğlu! Bana haber ver: Acaba bilgi ve kemalin son
noktasına ulaşmış basiretli bir mümin zina eder mi?' 'Kesinlikle
hayır.' dedi. 'Homoseksüel ilişkide bulunur mu?' dedim. 'Kesinlikle
hayır.' dedi. 'Hırsızlık yapar mı?' dedim. 'Hayır.' dedi. 'Peki şarap
içer mi?' diye sordum. 'Hayır.' dedi. 'Sözünü ettiğimiz bu büyük
günahlardan veya hayâsızlıklardan birini işler mi?' dedim. 'Hayır.'
dedi. 'Peki bir günah işler mi?' dedim. 'Evet, o mümindir, günahkar
Müslümandır.' dedi. 'Müslüman ne demektir?' dedim. 'Müslüman,
günahı alışkanlık hâline getirmez ve günahta ısrar etmez.' dedi..."
[İlel'üş-Şerayi, s.489]
el-Hisal adlı eserde, çeşitli kanallardan İmam Rıza'nın, atalarından
şu hadisi rivayet ettiği belirtilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu
ki: "Kıyamet günü yüce Allah mümin kuluna tecelli eder. İşlediği
günahları birer bire ona bildirir, sonra onu bağışlar. Yüce Allah
hiçbir seçkin meleği ve hiçbir gönderilmiş peygamberi onun durumundan haberdar kılmaz. Kimsenin onun durumunu öğrenmemesini sağlayacak şekilde onu örter.
Sonra onun işlediği kötülüklere, iyiliğe dönüşün, der." Sahih-i Müslim'de merfu olarak Ebuzer'e dayandırılan bir
hadiste Peygamberimizin (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir:
"Kıyamet günü bir adam getirilir ve şöyle denir: 'Küçük günahlarını
ona sunun, büyük günahlarını da ondan uzaklaştırın.' Sonra şöyle
denir: 'Falan gün şu şu günahları işledin.' O da hepsini kabul eder,
ama büyük günahlarından korkar. Bunun üzerine şöyle denir: 'İşlediği
her kötülük yerine bir iyilik verin.' O der ki: Benim bazı günahlarım
vardı, onları burada göremiyorum." Ebuzer der ki: "Bunu
söylerken Resulullah'ın azı dişleri görülecek şekilde güldüğünü
gördüm." el-Emalî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Kıyamet günü yüce Allah rahmetini yayar, o kadar ki, İblis bile
rahmete nail olma ümidine kapılır." [s.171, h: 2, Oturum:37]
Ben derim ki: Sunduğumuz son üç rivayet mutlaktır. Gerek Ehlibeyt
kanalıyla ve gerekse Ehlisünnet kanalıyla Peygamberimizin
(s.a.a) kıyamet günü şefaat edeceğini ortaya koyan hadisler tevatür
düzeyine ulaşmış bulunuyorlar. Aslında bu hadisler hep birlikte
aynı anlama işaret etmektedirler: İman ehli günahkârlar şefaatten
yararlanacaklardır. Bu yararlanma ya ateşe girmekten kurtulma
ya da girdikten sonra çıkarılma şeklinde gerçekleşecektir.
Bundan çıkan sonuca göre, iman ehli günahkârlar sonsuza dek
ateşte kalmayacaklardır. Bildiğin gibi, Kur'ân-ı Kerim de bundan
fazla bir açıklama getirmiyor.
ŞEFAATLE İLGİLİ BİR FELSEFÎ ARAŞTIRMA
Aklî kanıtlar, gerçi Şeyh İbn-i Sina'nın dediği gibi, sonuç elde
etme için gerekli olan öncüllere ulaşmadığı için ahiretle ilgili olarak
Kitap ve sünnette yer alan ayrıntıları vermek noktasında yetersizdirler;
ama insanın ileride ruhunun bedeninden ayrılmasından
sonra, haklarında kanıt ileri sürülen mutluluk ve bedbahtlık
yollarında ulaşacağı aklî ve misali mükemmellikleri ortaya koyabilirler.
Çünkü her şeyden önce insanın yaptığı her iş, onun için ruhsal
bir atmosfer ve mutluluk veya bedbahtlıkla ilgili bir durum
meydana getirir. Mutluluk derken, bir insan olarak kendisi için iyi
olan şeyleri kastediyoruz. Bedbahtlık derken de, bunun aksini kastediyoruz.
Bu durumlar yavaş yavaş tekrarlanmak suretiyle köklü
ve karakteristik bir özellik kazanırlar.
Daha sonra bunlardan ruh için mutlu veya bedbaht bir şekil
oluşur. Bu da ruhu bekleyen şekil ve biçimlerin temelini oluşturur.
Eğer ruhun alacağı biçim mutluluk nitelikli ise, bunun yansıması
varoluşsal karakterde olur ve yeni biçimi ile ve bu yeni biçimi kabullenecek
madde konumunda olan ruh ile uyum içinde olur. Eğer
kişinin ruhunun karakteristik özelliği bedbahtlık ise, yansıması
yokluk nitelikli olur. Tahlil sonucu yitirmişliğe ve kötülüğe dönük
bir mahiyet sergiler.
Mutlu ruh, insan olması hasebiyle eserlerinden zevk alır. Fiilen
mutlu insan olması itibariyle de eserlerinden lezzet alır. Bedbaht
ruhun eserleri, fiilleri ruha şekil veren unsurlar olmaları bakımından
ruhla uyum içinde olsalar bile, insana insan olması itibariyle
ıstırap verirler. Bu durum, mutluluk ve bedbahtlık noktasında kâmilleşen
ruh-lar için geçerlidir. Kişilik ve salih amel itibariyle mutlu
insan ile kişilik ve kötü amel itibariyle bedbaht insanı kastediyorum.
Mutluluğu ve bedbahtlığı açısından eksik olan ruha gelince; bu
durumda insan, kişilik olarak mutlu, ama amel olarak bedbaht
olur. Şöyle ki, insanın kişiliği özünde hak ve değişmez bir inanç
sistemine inanma mutluluğuna erişir, ruhunda, seçim yetkisine
sahip bulunduğu dünya hayatından edindiği günahlardan ve kötülüklerden
kaynaklanan aşağılık ve bedbaht unsurlar bulunursa,
bunlar, onun kişiliğiyle uyuşmadığı için sürekli olamazlar. Aklî kanıtlar,
zorlamanın sürekli olmayacağını ortaya koymuştur.
Dolayısıyla bu olumsuz unsurlara bulaşmış ruh, bu unsurlardan
etkilenmişliği oranında ya berzah âleminde ya da kıyamet
günü onlardan arınır. Aynı durum, kimi mutluluk unsurlarına bulaşmış
bedbaht ruh için de geçerlidir. Bedbaht ruh açısından bu
mutluluk unsurları geçicidirler, hızlı veya yavaş bir süreçte ondan
ayrılırlar.
Dünya hayatında mutluluk veya bedbahtlık operasyonunu tamamlamadan
zayıf ve eksik bir şekilde bedenden ayrılan ruhların
durumu, yüce Allah'ın buyruğuna kalmıştır. Sevap ve azapla cezalandırmaya ilişkin kanıtlar bunu öngörmektedir. Bu, amel ve sonuçlarının kaçınılmazlığından kaynaklanan bir zorunluluktur. Çünkü
göreceli ve uyduruk bağların sonunda gerçek ve varoluşsal
bağlara dönüşmeleri gerekmektedir. Bu nükteyi ganimet bil.
Ayrıca, kesin olarak kanıtlanmıştır ki, varoluş açısından kemale
ulaşmak, kemal, eksiklik, şiddet ve zaaf dereceleri oranında
farklılık arzetmektedir. Buna, özellikle soyut aydınlıkla ilgili olarak
"teşkik" denir. Buna göre, kemal mertebesinin başlangıcına ve
sonuna yakınlık ve uzaklık açısından ruhların değişik dereceleri
vardır. İlerleme sürecinde veya başladığı noktaya yeniden dönme
hareketinde de bu, böyledir. Dolayısıyla bazı ruhlar diğer bazısına
oranla daha üstün düzeydedirler. Bu, failî illetlerin ve feyiz araçlarının
temel karakteristik özelliğidir. Buna göre, peygamberlerin
(selâm üzerlerine olsun) ruhları gibi, tam ve kâmil ruhlar, özellikle
de kemal derecesinin en üst düzeyine ulaşanı, zayıf ruhların, kişi-
likleriyle uyuşmayan aşağılık ve bedbahtlık niteliklerini gidermede
aracılık yaparak etkin rol oynarlar. İşte günahkârlara özgü şefaat
budur.
SOSYOLOJİK AÇIDAN ŞEFAAT
Sosyoloji kurallarına göre, bir toplum ancak, aralarında otoritesi
kabul edilmiş bir yasal sistem aracılığı ile hayatını koruyup
varlığını sürdürebilir. Bu sistem toplumun durumuna göre biçimlenmeli,
fertlerin amel ve işleri üzerinde otoriter bir konumda olmalıdır.
Ayrıca bu yasal sistem, mevcut koşulların elverdiği ölçüde
toplumu oluşturan fertlerin karakterlerinden ve toplumun doğuştan
getirdiği özelliklerinden kaynaklanmalıdır. Toplumu oluşturan
katmanların her biri, sistemin kendi durumunu yansıtması ve toplumsal
statüsüne uygunluğu oranında sistemin rehberliği altında
yaşamını sürdürür. Böylece toplum son derece özenli ve duyarlı
hareketle yol alır.
Bütün unsurların kaynaşması ve farklı unsurlarının olumlu etkileşimleri
sonucu sosyal adalet gerçekleşir. Bu ise, toplumun
maddî kalkınmasının ihtiyaç duyduğu maddî çıkar ve yararların
yanı sıra, doğru sözlülük, ahde vefa ve hayırseverlik gibi toplumsal
hayatın gerektirdiği manevî mükemmelliklere, güzel ve üstün ahlâka
dayanır.
Konulmuş yasa ve hükümlerin itibarî olması nedeniyle de, ceza
sistemi ile ilgili olarak başka kanunlar koymak suretiyle önceki
kanun ve hükümlerin etkinliğini sağlamak gerekir. Toplumun kimi
ihtiraslı fertlerinin diğer fertlerin haklarını çiğnemelerini önlemek
için böyle bir girişimde bulunmak bir zorunluluktur.
Bu yüzden, hükümet (hangi hükümet şekli olursa olsun) cezaî
uygulamaları yürütme gücüne ve etkinliğine sahip olduğu oranda
toplumsal gelişim süreci sekteye uğramaz, hedeflediği sonuca
doğru yol alan birey, yolundan sapmaz. Hükümet zayıfladığı zaman,
topluma kargaşa egemen olur. Toplum gelişim sürecinden
sapar.
Dolayısıyla toplumun özüne yerleştirilmesi gereken öğretilerden
biri, topluma ceza sisteminin telkini ve bireylere bu sisteme
yönelik inancın aşılanmasıdır. Dolayısıyla, aracılık, rüşvet ve top-
lum açısından ölümcül yıkımlara yol açan türlü dolaplarla, bir şekilde
cezadan kurtulmanın, isyan ve muhalefetin sorumluluğundan
sıyrılmanın mümkün olduğu şeklindeki bir anlayışın kafalardan
silinmesi gerekir.
Bu yüzden, Hıristiyanlık dinindeki, Hz. Mesih'in bütün insanların
günahlarına keffaret olmak üzere çarmıha gerildiği şeklindeki
inanç sapması, bu dine yönelik en büyük eleştirilerden birine gerekçe
oluşturmaktadır. Hıristiyanlar bu inanç sapmasına güvenerek
kıyamet günü yargılanmaktan kurtulacaklarına inanmaktadırlar.
Bu hâliyle din, insanlık için bir yıkımdır. Medeniyeti geriye götürücü
rol oynar. İnsanı vahşîliğe, barbarlığa, kan emiciliğe yöneltir.
İnsanı geriletir. Nitekim Hıristiyanlık dinine yönelik eleştirilerden
biri de, onun bu özelliğidir. İstatistikler en çok yalan söyleyen,
başkalarına karşı adalet ilkesini en fazla çiğneyenlerin, dinlerine
bağlı Hıristiyanlar olduğunu gösteriyor.
Bunun nedeni, onların dini inançlarının özünden kaynaklanan
söz konusu anlayıştır. Kıyamet günü şefaat sonucu işledikleri cinayetlerden
kurtulacaklarına inanmalarıdır. Bu yüzden başkalarına
karşı işledikleri suçları, haksızlıkları önemsemezler. Ama başkaları,
onlar gibi fıtrat dejenerasyonuna uğramadıkları için, karakterleri
ve öz yaratılışlarının duyarlılığıyla insanlığa ve uygarlığa ters
düşen şeylerin geriliğine, aykırılığına ve iğrençliğine hükmederler.
Hıristiyanların bu sapık anlayışları yüzünden bazı araştırmacılar,
Kur'ân'da sözü edilen ve sünnette de tevatür düzeyinde rivayetlerle
gerçekleşeceği vurgulanan şefaatle ilgili olarak İslâm'da
yer alan nasları yorumlama eğilimini göstermişlerdir.
Ancak İslâm'da onların açıklamaya çalıştıkları gibi bir şefaat
anlayışı söz konusu değildir. İslâm'daki şefaat anlayışı, onların iddia
ettikleri gibi bir etkinliğe de sahip değildir. Bu yüzden araştırmacılar,
dinî bilgileri iyice araştırmalıdırlar, İslâm'ın toplumsal yapıya
uyguladığı ilkeleri sağlıklı biçimde incelemelidirler. Sağlıklı
bir toplum ve faziletli bir uygarlık için, İslâm'ın öngördüğü ilke ve
yasaların uygulanış biçimini etüt etmelidirler. O zaman vaat edilen
şefaatin ne olduğunu, İslam'ın getirdiği öğretiler arasında nasıl bir
konum ve statüye sahip olduğunu öğrenirler.
Öncelikle şunu bilirler: Kur'ân-ı Kerim'de dile getirilen şefaatin
özü şu gerçektir: Müminler kıyamet günü sonsuza dek ateşte
kalmazlar. Ancak hoşnut kalınmış bir imana sahip ve hak bir dine
mensup olarak Rablerinin huzuruna çıkmaları şarttır. Bu, Kur'ân-ı
Kerim'in şartlı olarak sunduğu bir vaattir. Ardından imanın; kalıcılığı
açısından günahlar, özellikle büyük günahlar ve özellikle de bu
günahların alışkanlık hâline getirilmesi gibi büyük bir tehlikeyle
karşı karşıya olduğunu vurgulamaktadır.
Kısacası mümin sürekli bir yok oluş uçurumunun kenarında
bulunmaktadır. Kurtuluş ümidi ile yok oluş korkusu bundan kaynaklanır.
Müminin ruhu ümit ve korku arasındaki bir denge çizgisinde
yol alır. Kurtuluşu arzulayarak ve yok oluştan korkarak
Rabbine kulluk sunar. Tüm hayatı boyunca dengeli bir tutumla orta
bir yol izler. Ne büsbütün ümitsizliğe ve ne de yanıltıcı ve tembelleştirici
bir güven duygusuna kapılır.
İkincisi: İslâm dini maddî ve manevî nitelikli toplumsal yasalar
koymuştur. Bu yasalar fert ve toplumun her türlü hareket ve
davranı-şını kuşatıcı niteliktedir. Sonra koyduğu her yasa maddesi
için uygun bir sorumluluk ve cezâi yükümlülük öngörmüştür. Diyet,
had ve tazir-den tutun toplumsal ayrıcalıklardan yoksun bırakmaya,
kınamaya, yermeye ve takbih etmeye kadar birtakım
cezalar koymuştur. Sonra bu sistemini ayakta tutmak amacı ile
ululemr (emir sahipleri) yönetiminin kurulmasını öngörmüştür. İyiliği
emretme ve kötülüğü yasaklama ilkesine dayalı olarak tam bir
otoritenin kurulmasını gerektirmiştir. Son-ra buna, dini davet ruhuyla
canlılık kazandırmıştır.
Bu davetin mahiyeti, ahirette gerçekleşecek ceza ile korkutma
ve sevapla da müjdelemedir. İslâm, böylece eğitim sistemini
dünya ve ahiret hayatına ilişkin ilkelerin bireylere aşılanması esasına
dayandırmıştır.
İslâm'ın prensipleriyle yerleştirdiği anlayışı budur. Peygamber
efendimiz (s.a.a) bunu getirmiş ve onun dönemi ile, onun dönemini
izleyen dönemdeki pratik uygulama bunu doğrulamıştır. Nihayet
Emevî saltanatı döneminde yöneticiler bu anlayışla oynamış,
zorbalıkları ve hükümlerle oynamaları sonucu bu anlayışı
tanınmaz hâle getirmişler. Emevîler bununla da yetinmemiş şeria-
tın öngördüğü hadleri yürürlükten kaldırıp, dinsel siyaseti geçersiz
kılmışlar ve bu sapma çizgisi günümüze kadar sürüp gelmiş. Bunun
sonucu olarak da batıda özgürlük bayrakları yükseltilince batı
medeniyeti, İslâm âlemine karşı kesin bir üstünlük sağladı. Müslümanlar
arasında din namına, sadece bir yemek kabının dibindeki
kırıntılar gibi bireysel uygulamalar kaldı.
Müslümanlar arasında yaygınlık kazanan dinsel siyasetin zayıflığı
ve geri kalmışlık, Müslümanların üstün niteliklerini ve ayırıcı
özelliklerini yitirmelerine, ahlak ve davranış biçimleri alanında kelimenin
tam anlamıyla bir çöküş yaşamalarına, şehevî arzuların ve
eğlencelerin köreltici dünyasında kaybolmalarına, fuhuş ve kötü
alışkanlıklara dalmalarına yol açtı.
Bunun sonucu dinin öngördüğü her yasağı çiğnemeye cüret ettiler,
haramları tanımaz oldular. Herhangi bir dine mensup olmayanların
bile tiksindiği iğrençlikleri işlediler. Dine karşı çıkan bir
insanın bile aklına gelmeyecek bozulmalar bulaştı kimi dini öğretilere.
Oysa dinin prensiplerinin tek ve değişmez amacı, insanın
dünya ve ahiret mutluluğudur. Hiç kuşkusuz yardım Allah'tandır.
Sözü edilen istatistikler de, üzerlerinde güçlü bir otorite, içlerinde
güçlü bir koruyucu bulunmayan dindar kesim ile, toplumsal eğitim
ve öğretim almış, toplumsal çıkarlarını bilen dinsiz kesim üzerinde
gerçekleştirildiği için bilimsel açıdan hiçbir değer ifade etmezler.
49- Hani sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Size kötü bir
işkence yapıyorlardı; oğullarınızı kesiyorlar, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda da, Rabbinizden size yönelik bir imtihan vardı.
50- Hani sizin için denizi yarmıştık da sizi kurtarmış, Firavun
hanedanını (denizde) boğmuştuk; siz de bakıyordunuz.
51- Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz onun
ardından, zalimler olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz.
52- Sonra, bunun ardından, belki şükredersiniz diye, sizi affetmiştik.
53- Hani belki doğru yolu bulursunuz diye, Musa'ya kitap ve
furkan (doğruyla eğriyi ayıran hükümler) vermiştik.
54- Hani Musa, kavmine; "Ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı)
edinmekle kendinize zulmettiniz. O hâlde, hemen yaratıcınıza tövbe
edin ve kendinizi (birbirinizi) öldürün. Bu, yaratıcınız katında sizin
için çok daha iyidir." demişti. Allah da tövbenizi kabul etmişti.
O, tövbeleri kabul edendir, merhametlidir.
55- Hani siz, "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayız." demiştiniz. Bunun üzerine, sizi yıldırım kapıverdi ve siz
bakıyordunuz.
56- Sonra, belki şükredersiniz diye, ölümünüzden sonra sizi diriltmiştik.
57- Ve bulutu üstünüze gölgelik yapmıştık ve size kudret helvası
ile bıldırcın indirmiştik de, "Size verdiğimiz temiz rızklardan
yiyin." (demiştik.) Onlar, bize zulmetmediler, sadece kendilerine
zulmediyorlardı.
58- Hani "Şu şehre girin, nimetlerinden dilediğiniz yerde bolbol
yiyin. Kapısından secde ederek girin ve "(Rabbmiz!) Bizi bağışla!"
deyin ki, hatalarınızı size bağışlayalım. İyilik edenlere ise, (iyiliklerinin karşılığını) fazlasıyla vereceğiz." demiştik.
59- Fakat zulmedenler, kendilerine söylenen başka bir söz uydurmuşlardı. ["Rabbimiz! Bizi bağışla!" yerine, "Bize buğday ver!"
demişlerdi.] Biz de zulmedenlere, ha bire yoldan çıktıkları için
gökten bir azap indirmiştik.
60- Hani Musa, kavmi için su istemişti. Ona, "Değneğinle taşa
vur." demiştik de (vurunca) taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her bölük,
su içeceği kaynağı bilmişti. Allah'ın rızkından yiyin, için; fakat
bozguncular olarak yeryüzünde azgınlık etmeyin.
61- Hani "Ey Musa, biz bir çeşit yiyeceğe dayanamayız. Bizim
için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiklerinden, sebzesinden, hıyarından, sarmısağından (veya buğdayından), mer-cimeğinden, soğanından çıkarsın." demiştiniz. Musa da, "Daha iyi olanı, daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?! O hâlde, bir şehre inin;
istediğiniz, sizin için var." demişti. Üzerlerine aşağılık ve yoksulluk
çullanmıştı ve Allah'tan gelen bir gazaba uğrayarak geri dönmüşlerdi.
Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere
peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi. Bu, emre karşı geldikleri
ve sürekli sınırları aştıkları içindi.
"Kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı." Yani kadınlarınızı, oğullarınız
gibi öldürmüyorlardı. Onları hizmet etmeleri için sağ bırakıyorlardı.
İfadenin orijinalinde geçen "yestehyûne" fiilinin mastarı olan
"istihya", "hayat istemek" anlamına gelir. Bunun "hayâ" kökünden
olması da muhtemeldir. Bu durumda şöyle bir anlam ortaya çıkar:
"Onların hayâ duygularını giderecek iş yapıyorlardı." Orijinal
ifadede geçen "yesûmûnekum", "size reva görüyorlardı" anlamındadır.
"Hani sizin için denizi yarmıştık." "Yarmak" anlamında kullanılan
"fark", "toplama" demek olan "cem'"in karşıtıdır. Fasl (ayırma) ile
vaslın (birleştirme) karşıtlığı gibi. "Fark" ifadesi, deniz için kullanıldığında "yarma" anlamını vurgular. İfadenin orijinalinde geçen
"ba" harf-i cerri, "sebebiyet" ya da "mülabeset" anlamını ifade eder.
Yani, "sizin kurtulmanız için denizi yardık." ya da "sizin denize
girmeniz için denizi yardık." "Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik." Yüce Allah, Hz. Musa
ile sözleşme kıssasını A'râf suresinde şu ifadelerle anlatmaktadır:
"Musa ile otuz gece için sözleştik ve buna bir on gece daha ekledik.
Böylece Rabbinin belirlediği vakit, kırk gece olarak
tamamlandı." (A'râf, 142) Dolayısıyla, tefsirini sunduğumuz ayette
sözleşme süresinin kırk gece olarak belirtilmiş olmasını, ya son on
gecenin hükmen sözleşmede belirlenen otuz geceden
sayılmasına, ya da son on gecenin başka bir sözleşmeyle
belirlenmiş olduğunu varsayarak burada toplam iki sözleşmede
belirlenen süreden bahsedildiğine bağlamalıyız. Nitekim bazı
hadislerde de kırk gecenin iki sözleşmeyle belirlenmiş olduğu vurgulanmıştır.
"O hâlde, hemen yaratıcınıza tövbe edin..." Yaratıcı ve var edici
anlamına yakın bir anlamda kullanılan orijinal ifadedeki "el-bâ-ri'"
ismi, yüce Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor: "O, yaratan, var eden (el-bâri'), şekil veren Allah'tır:"
(Haşr, 24) Bu kelime, ikisi ele almakta olduğumuz bu ayette
olmak üzere Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde kullanılmıştır. Belki de
konuyla ilgili diğer isimler arasında özellikle bu ismin burada kullanılmış
olmasının sebebi, kelimenin yaratma ve var etme anlamına
yakın bir anlam taşımasıdır. Kök itibariyle "beree, yebreu,
beraen"den gelir ve ayrılma anlamını ifade eder. Çünkü yüce Allah
bu ismiyle yaratıkları yokluktan veya insanı topraktan ayırır. Bu
anlamı göz önünde bulundurduğumuz zaman sanki yüce Allah
şöyle buyurmuş oluyor:
"Gerçi bu tövbe ve kendinizi [birbirinizi] öldürmeniz, son derece
ağır bir yükümlülüktür ama, öldürmek suretiyle sizin için bu
yokluğu ve zevali öngören, sizi var eden ve varoluşunuzu seven
yüce Allah'tır. Sizin için daha hayırlı olan varlığınızı isteyen yüce Allah, şimdi sizin öldürülmenizi istiyor. Demek ki bu sizin için daha
hayırlıdır. Sizi var eden Allah, sizin için hayırlı olanı istemez mi?"
"el-Bâri'" ifadesi, her iki yerde de [yaratıcınıza ve yaratıcınız
katında] onlara izafe edilerek kullanılmıştır. Bunun nedeni, onların
yüce Allah'a olan sevgi duygularını uyandırmaktır."
"Bu, yaratıcının katında sizin için daha iyidir." Bu ve önceki ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla, aralarında işlenen suçlar ve günahlar,
bazıları tarafından işlenmiş olmasına rağmen hepsine izafe edilmiştir.
Çünkü onlar, birbirlerinin işlerini hoşnutlukla karşılayan etnik
bir topluluk idiler. Dolayısıyla bazılarının işleri hepsine izafe edilebilir.
Çünkü aralarında bir birlik söz konusudur. Yoksa bütün İsrail-
oğulları buzağıya tapmış değildi. Onlara mensup olan her bireyin
de peygamberlerin öldürülmesine adı karışmamıştı. Bunun gibi
onlara izafe edilen her suça, tümü birden iştirak etmemişti. Dolayısıyla,
"kendinizi (birbirinizi) öldürün" ifadesi ile, aranızdaki bazı
kimseleri, yani buzağıya tapanları öldürün denmek isteniyor.
Nitekim yüce Allah'ın şu sözleri de bu anlamı pekiştirici niteliktedir:
"Sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz.",
"Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir." Hz. Musa'nın sözleri
olarak aktarılan bu cümlelerden bu anlamı çıkarmak mümkündür.
"Allah da tövbenizi kabul etmişti." ifadesi, yüce Allah'ın onların
tövbesini kabul ettiğini göstermektedir. Bazı hadislerde de belirtildiğine
göre, henüz aralarındaki tüm suçlular öldürülmeden Allah,
tövbelerini kabul etti.
Bununla, meselenin imtihan amaçlı olduğu anlaşılmaktadır.
Tıpkı Hz. İbrahim'in, henüz Hz. İsmail'i kurban etmeden, "Ey İbrahim,
sen rüyayı doğruladın." (Saffât, 104-105) hitabına muhatap olduğu
gibi. Burada Hz. Musa onlara, "O hâlde, hemen yaratıcınıza
tövbe edin ve kendinizi (birbirinizi) öldürün. Bu, Yaratıcınız katında
sizin için daha iyidir." buyuruyor. Yüce Allah da, Hz. Musa'nın
sözünü onaylıyor. Ancak, bazılarının öldürülmesini tümünün öldürülmesi
gibi kabul edip, "Allah da tövbenizi kabul etmişti." sözüyle
tövbelerini kabul ettiğini bildiriyor.
"Gökten bir azap indirmiştik." İfadenin orijinalinde geçen "ricz",
azap demektir.
"azgınlık etmeyin." İfadenin orijinalinin kökü olan "ays" ve
"usiyy", bozgunculukta ileri gidip azgınlık yapmak demektir.
"...hıyarından, sarmısağından (veya buğdayından), mercimeğinden..."
İfadenin orijinalinde geçen "kıssâ", hıyar, "fum" ise
sarmısak ya da buğday demektir.
"Allah'tan gelen bir gazaba uğrayarak geri dönmüşlerdi." Orijinal
ifadede geçen "bâu" kelimesi, geri döndüler anlamındadır.
"Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve..." ifadesi, öncesinde
ifade edilen duruma sebep olan gerekçeyi açıklamaya yöneliktir.
"Bu, emre karşı geldikleri ve..." ifadesi de, bir önceki sebep bildirmenin
sebebini bildirmeye yönelik bir açıklamadır. Buna göre,
emre karşı gelmeleri ve sınırları aşmayı sürdürmeleri, Allah'ın ayetlerini
inkâr etmelerine ve peygamberlerini öldürmelerine sebep olmuştur.
Nitekim yüce Allah bu hususu şu şekilde açıklıyor: "Sonra,
kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu: Allah'ın ayetlerini yalanladılar
ve onlarla alay ediyorlardı." (Rûm, 10) Emre karşı gelmenin, işledikleri
suçlara gerekçe olarak gösterilmesinde açıklığa kavuşturulması
gereken bir husus var ki, hadisler ışığında açıklama bölümünde
buna değineceğiz.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de "Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik."
ayeti ile ilgili olarak, İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği
rivayet edilir: "İlâhî bilgi ve takdirde otuz gece kararlaştırılmıştı.
Sonra duruma göre Allah buna on gece daha ekledi. Böylece
Rabbinin tayin ettiği süre kırk gece olarak tamamlandı." [c.1, s.44,
h: 46]
Ben derim ki: Bu hadis, kırk gecenin iki sözleşmenin toplam
süresi olduğu şeklindeki değerlendirmeyi desteklemektedir.
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde, "Hani Musa, kavmine, 'Ey
kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz.'
demişti." ifadesiyle ilgili olarak, Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Soydaşları Musa'ya dediler ki: 'Nasıl tövbe edeceğiz?' Musa,
'Birbirinizi öldüreceksiniz.' dedi. Bunun üzerine herkes bıçağa
sarıldı; kardeşini, babasını ve oğlunu öldürmeye başladı. Allah'a
andolsun ki, yetmiş bin kişi öldürülene kadar hiç kimse kimi öldürdüğüne
aldırmıyordu. Nihayet yüce Allah, Musa'ya vahyetti ki:
Onlara söyle; artık birbirlerini öldürmesinler. Allah, öldürülenleri
bağışladı, geride kalanların da tövbesini kabul etti." [c.1, s.69] Tefsir'ul-Kummî'de ise şöyle deniyor: Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:
"Hz. Musa, Rabbi ile sözleştiği yere gidip dönünce, kavminin
buzağıyı tanrı edinip ona kulluk sunduklarını gördü. Bunun üzerine
onlara şöyle dedi: 'Ey kavmim, sizler buzağıyı (tanrı) edinmekle
kendinize zulmettiniz. O hâlde, hemen yaratıcınıza tövbe edin ve
kendinizi öldürün. Bu, yaratıcınız katında sizin için daha iyidir.'
Onlar, 'Kendimizi nasıl öldüreceğiz?' dediler. Musa dedi ki: 'Hepiniz
Beyt'ül-Makdis'te toplanın. Yanınıza, bir bıçak veya bir demir
parçası ya da bir kılıç alın. Ben İsrailoğullarının minberine çıktığım
zaman, birbirinizi tanımamanız için yüzlerinizi örtün. Sonra birbirinizi
öldürün.' Bunun üzerine, buzağıya tapan yetmiş bin kişi
Beyt'ül-Makdis'te toplandı. Musa onlara namaz kıldırıp minbere
çıkınca, birbirlerini öldürmeye başladılar. Nihayet Cebrail inip şöyle
dedi: 'Ey Musa, birbirlerini öldürmekten vazgeçmelerini söyle.
Allah sizin tövbenizi kabul etti.' Bu olayda on bin kişi öldürüldü.
Sonra yüce Allah şöyle buyurdu: Bu, yaratıcınız katında sizin için
daha iyidir. Allah da tövbenizi kabul etmişti. O, tövbeleri kabul
edendir, merhametlidir." [c.1, s.47]
Ben derim ki: Gördüğün gibi rivayet, "Bu, yaratıcınız katında
sizin için daha iyidir." ifadesinin hem Musa ve hem de yüce Allah
tarafından söylenmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Bu, Hz. Musa'nın
sözlerinin yüce Allah tarafından onaylandığını ve ilk etapta
eksik gibi görünen ifadenin tam olduğunu ortaya koymaktadır.
Yani ilk etapta Hz. Musa'nın, onların tümünün öldürülmesinin ya-
ratıcıları katında daha iyi olduğunu dile getirmiş olduğu sanılıyor.
Oysa tümü değil, sadece bir kısmı öldürülmüştü. Ancak yüce Allah'ın
bu sözü onaylamasıyla gerçekleşen öldürülmenin, Hz. Musa'nın
daha iyi olduğunu söylerken işaret ettiği durum olduğu anlaşılıyor.
Aynı şekilde Tefsir'ul-Kummî'de, "Ve bulutu üstünüze gölgelik
yapmıştık." ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Hz. Musa, İsrailoğullarını denizden geçirip karşı kıyıdaki sahraya ulaştırınca, dediler
ki: 'Ey Musa, bizi mahvettin, öldürdün ve uygarlıktan çıkarıp
gölgeliksiz, ağaçsız ve susuz bir çöle getirdin.' Bunun üzerine gündüz
vakti bir bulut onları gölgelendirip güneşin yakıcı sıcaklığından
korurdu. Geceleyin kudret helvası bitkilere, ağaçlara konar, onlar
da yerlerdi. Gece yarısı kızartılmış kuş gelir sofralarına konardı. Yiyip
içtikten sonra kuş tekrar uçup giderdi.
Hz. Musa'nın yanında da
bir taş vardı. Bu taşı kampın orta yerine koyar, sonra da asasıyla
vururdu. Bunun üzerine taşta oluşan on iki gözenekten su fışkırırdı.
Yüce Allah'ın da vurguladığı gibi, her gözeneğin suyu bir oymağa
doğru akardı. İsrail-oğulları o sıralar on iki oymaktan oluşuyordu."
[c.1, s.48]
el-Kâfi'de, "Onlar bize zulmetmediler, sadece kendilerine
zulmediyorlardı." ifadesiyle ilgili olarak, İmam Musa Kâzım'ın (a.s)
şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah, kendisine zulmedilmeyecek ve
kendisine biz zulüm yakıştırmayacak kadar güçlü ve caydırıcıdır.
Ne var ki, yüce Allah bizi kendisine katmış, bize yapılan zulmü,
kendisine yapılmış bir zulüm olarak, bizim velâyetimizi de kendi
velâyeti olarak kabul etmiştir. Sonra yüce Allah, bu anlamı pekiştiren
ifadeleri Peygamberine (s.a.a) vahyetmiş ve şöyle buyurmuştur:
'Onlar bize zulmetmediler, sadece kendilerine zulmediyorlardı.'
Ravi diyor ki: 'Bu söylediğiniz, Kur'ân'ın ifade ettiği bir anlam
mı?' diye sordum. 'Evet.' dedi." [c.1, s.435, h: 91] Ben derim ki: Buna benzer bir ifade de İmam Bâkır'dan (a.s)
rivayet edilmiştir. "Yüce Allah, kendisine zulmedilmeyecek... kadar
güçlü ve caydırıcıdır." ifadesi, ayetteki "Onlar bize zulmetmediler"
ifadesini açıklamaya dönüktür. "Ne var ki, yüce Allah bizi kendisine
katmış" sözündeki "biz"den maksat, peygamberler, vasiler ve
imamlardır. Ravinin, "Bu söylediğiniz, Kur'ân'ın ifade ettiği bir an-
lam mı? diye sordum. 'Evet.' dedi." şeklindeki sözü ise, şöyle izah
edilebilir:
Bu gibi durumlardaki olumsuzluk ifadesi ("Onlar bize
zulmetmediler."), ancak olumluluk ifadesinin doğru olduğu veya
doğru olabileceği sanıldığı durumlarda kullanılır. Söz gelimi; özel
bir mesaj verme amacı güdülmediği sürece, "şu duvar görmez
veya zulmetmez" şeklinde bir ifade kullanılmaz. Yüce Allah, zulme
uğrayabileceği düşüncesine sebep olacak veya böyle bir şeyin gerçekten
mümkün olduğunu anlatacak bir söz söylemekten çok daha
yücedir. Bu nedenle, bu ifadedeki olumsuzluğa anlam kazandıran
nükte, işin içine söz konusu kişilerinde katılmasıdır. Çünkü
büyükler, hizmetçileri ve yardımcıları adına da konuşurlar.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, "Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri
ve..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir açıklamaya yer verilir: "İmam
Sadık (a.s), 'Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri ve
haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi. Bu, emre
karşı geldikleri ve sürekli sınırları aştıkları içindi.' ayetini okudu
ve şöyle dedi: Allah'a andolsun ki onlar, peygamberleri elleriyle
dövmediler ve kılıçlarıyla öldürmediler. Fakat onların sözlerini duyup
yaydılar. Onlar da bu sözlerinden dolayı yakalanıp öldürdüler.
İşte bu tutumları öldürme, zulüm ve felâkete sebep oldu." [c.1, s.45,
h: 51] Ben derim ki: el-Kâfi'de de İmam Sadık'a (a.s) dayandırılan
benzeri bir açıklamaya yer verilmiştir.1 Öyle anlaşılıyor ki, İmam
(a.s) bu değerlendirmesine, "Bu, emre karşı geldikleri ve sürekli
sınırları aştıkları içindi." ifadesini esas almıştır. Çünkü adam öldürmenin,
özellikle peygamberleri öldürmenin ve Allah'ın ayetlerini
inkâr etmenin geri plânındaki nedeni, emre karşı gelme olarak
gösterilemez. Olayın şiddeti ve önemi bakımından bunun tersi söz
konusu olabilir. Fakat, peygamberlerin söylediklerini zorbalardan
saklamama ve peygamberleri korumaya çalışmama anlamındaki
"emre karşı gelme", bu durumlara sebep olabilecek niteliktedir.
62- İman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden Allah'a
ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanların mükâfatları Rableri
katında mahfuzdur; onlara ne bir korku vardır, ne de onlar üzüleceklerdir.
AYETİN AÇIKLAMASI
Ayetin akışından da anlaşılacağı gibi, ikinci kez imandan söz
edilmiş olması, gerçek anlamda iman niteliğine sahip olmayı vurgulamaya
dönüktür. Buna göre, ayetin girişinde yer alan "iman
edenler" ifadesinden maksat, dış görünüş olarak imanla nitelendirilen,
dışarıdan bu isimle anılan kimselerdir.
Bu durumda ayetten, şöyle bir anlam çıkıyor: Müminler, Yahudiler,
Hıristiyanlar ve Sabiiler gibi isimler ve bu isimlerle nitelendirilme,
Allah katında ödül almayı gerektirici ve azaba karşı güvencede
olmayı sağlayıcı unsurlar değildirler. Yani meselenin özü,
Yahudiler ve Hıristiyanların, "Yahudi yahut Hıristiyan olmayan kesin
olarak cennete girmeyecek." (Bakara, 111) dedikleri gibi değildir.
Meselenin özü, saygınlık ve mutluluğun sebebi, Allah'a ve
ahirete gerçekten inanmak ve buna bağlı olarak iyi işler yapmaktır.
Bu yüzden "sıla" cümlesinde "mevsul"a dönmesi zorunlu olan
zamir zikredilmemiş ve "onlardan inanıp iyi işler yapanlar" şeklinde
bir ifade kullanılmamıştır. Bununla, bir isimle anılmanın bir
yarar sağlayacağı şeklinde yanlış bir yoruma yol açılmasın, istenmiştir.
Bunu, ifadenin akış biçiminden açıkça anlamak mümkündür.
Kur'ân-ı Kerim'de yer alan birçok ayet tekrar tekrar bu anlamı
vurgulamaktadır. Kur'ân-ı Kerim, mutluluk ve saygınlığın tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya bağlı olduğunu ısrarla belirtmektedir. Dolayısıyla bu isimlerden hiçbiri, ad oldukları kimseye bir yarar sağlayamazlar. Allah'a yönelik kullukla yoğrulmadığı sürece
hiçbir kemal sıfatı sahibi için kalıcı olamaz, onu kurtaramaz. Bu
temel gerçek açısından peygamberlerle başka insanlar arasında
bir fark yoktur. Nitekim yüce Allah peygamberlerini bütün güzel sıfatlarla
andıktan sonra, onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Eğer
onlar Allah'a ortak koşsalardı, yaptıkları işler hiç olur giderdi."
(En'âm, 88)
Yüce Allah, Peygamberinin (s.a.a) ashabı ve onunla birlikte
iman edenlerle ilgili olarak, haklarında zikredilen onca yücelik, üstünlük
ve fazilete rağmen, şöyle buyuruyor: "Allah, onlardan inanıp
iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir ödül vaat etmiştir."
(Fetih, 29) Dikkat edilirse burada yüce Allah "onlardan" ifadesini
kullanmıştır. Bunların dışında, kendisine Allah'ın ayetleri sunulan
başkası hakkında da şöyle buyuruyor: "Dileseydik elbette onu o
ayetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine
düştü." (A'râf, 176) Buna benzer daha birçok ayet vardır ki, saygınlığın
gerçek inanca bağlı olduğunu, dış görünüşle bir ilgisi olmadığını
kesin olarak ortaya koymaktadır.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde Selman-i Farisî'nin şöyle dediği
rivayet edilir: "İslâm'dan önce, mensubu bulunduğum dinin bağlılarının
durumlarını Resulullah'a sordum. Bana onların namazlarından
ve ibadetlerinden söz etti. Bunun üzerine, 'İman edenler,
Yahudiler...' diye başlayan ayet-i kerime indi." Ben derim ki: Bu ayetin Selman-i Farisi'nin adamları hakkında
indiği başka kanallardan da rivayet edilmiştir.
el-Meanî adlı eserde belirtildiğine göre, İbn-i Fazzal şöyle
demiştir: İmam Rıza'ya (a.s) dedim ki: "Hıristiyanlara niçin
'Nasara' deniyor?" Dedi ki: "Çünkü ilk Hıristiyanlar Şam mıntıkasında yer alan 'Nasıra' adlı bir kasabanın halkındandılar. Hz.
Meryem ve İsa Mısır'dan döndükten sonra orada konaklamışlardı."
Ben derim ki: İnşaallah Âl-i İmrân suresinde Hz. İsa ile ilgili
kıssalarda bu rivayeti inceleyeceğiz.
Aynı rivayette, Yahudilerin de Hz. Yakub'un oğlu Yahuda'nın
soyundan geldikleri için bu ismi aldıkları belirtilmektedir.
Tefsir'ul-Kummî'de, İmamın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Sabiiler, ne Mecusi, ne Yahudi, ne Hıristiyan, ne de
Müslümandırlar. Onlar yıldızlara ve gökcisimlerine taparlar." Ben derim ki: Sabiilik bir tür putperestliktir. Onları diğer puta
tapanlardan ayıran, yıldızlar putlarına tapmalarıdır.
SABİİLERLE İLGİLİ TARİHSEL BİR ARAŞTIRMA
Ebu Reyhan el-Bîrunî, el-Âsâr'ul-Bakiye adlı eserinde şöyle der:
"Onlardan, yani peygamberlik iddiasında bulunanlardan, adından
ilk kez söz edilen kimse Yuzasef'tir. Hindistan topraklarında
Tahmures'in kırallığa gelişinden bir yıl sonra ortaya çıkıp Farsça
yazıyı icat etmişti. Halkı Sabiilik dinine davet etmiş, birçok kimse
de ona uymuştu. Belh bölgesini yurt edinmiş Pişdadî kralları ve
kimi Keyanîler, güneş, ay, yıldızlar ve genel unsurları (toprak, su,
ateş, rüzgar) kutsuyorlardı. Beştasef'in tahta çıkışının otuzuncu yılında
Zerdüşt'ün ortaya çıkışına kadar durum böyleydi."
"Sabiilerin bir kısmı da Harran da yaşıyorlardı ve beldelerinin
adı ile, yani 'Harranîler' olarak anılıyorlardı. Bazılarına göre bu isim,
Hz. İbrahim'in (a.s) kardeşi Haran b. Tarh'a izafeten verilmiştir.
Çünkü Haran onların önderleri arasında yer alan ve dinine son
derece bağlı bulunan birisiydi..." "Bir Hıristiyan olan İbn-i Senkela, onların çarpık inançlarını çürütme
amacı ile kaleme aldığı eserinde, yalan ve batıl inançlarını
dile getirdikten sonra, Hz. İbrahim'le ilgili olarak şöyle bir iddiayı
ileri sürdüklerinden söz etmektedir: İbrahim'in sünnet yerinde alaca
hastalığı çıktığı için aralarından ayrılır. Çünkü vücudunda alaca
hastalığı bulunan biri onlara göre pistir ve bu yüzden aralarına
karışamaz. İbrahim de bu yüzden derisini keser, yani sünnet olur.
Sonra put evlerinden birine girer. O sırada bir putun kendisine şöyle
seslendiğini duyar: Ey İbrahim, aramızdan tek ayıpla ayrıldın,
ama iki ayıpla döndün. Çık ve bir daha da yanımıza dönme. Bunun
üzerine İbrahim öfkeye kapılıp putları parçalar. Sonra oradan ayrı-
lır, ama yaptığından dolayı büyük pişmanlık duyar. Gelenekleri
uyarınca oğlunu Müşteri (Jüpiter) yıldızına kurban etmek ister.
Müşteri yıldızı, onun samimî olarak pişmanlık duyduğunu anlayınca,
oğlunun yerine kurban etmek üzere ona bir koç gönderir."
"Abdulmesih b. İshak el-Kindî, Abdullah b. İsmail el-Haşimî'nin
kitabına cevap olarak kaleme aldığı eserinde Sabiilerden şöyle
söz eder: Sabiiler, insan kurban etmeleriyle bilinirler. Fakat günümüzde
bu geleneklerini açıkça sürdüremiyorlar. Onların hakkında
bildiğimiz tek şey, Allah'ı birledikleri, çirkinliklerden tenzih
ettikleri, olumlu değil, olumsuz sıfatlarla nitelendirdikleridir. Örneğin,
'Allah öfkelenmez, görmez, zulmetmez, zor kullanmaz...' derler.
O'nu mecazî anlamda güzel isimlerle adlandırırlar. Çünkü onlara
göre, Allah'ın gerçek anlamda bir sıfatı yoktur. Tabiattaki plânı,
düzeni feleğe ve gökcisimlerine mal ederler. Bunların canlı olduğuna,
konuştuğuna, duyduğuna ve gördüğüne inanırlar. ruhlara
büyük saygı gösterirler. Dimaşk Camiinin avlusundaki mihrabın
üstündeki kubbe onların eseridir. Burası onların tapınaklarıydı.
Yunanlılar ve Romalılar da onların dinleri üzerindeydiler. Sonra bu
tapınak Yahudilerin eline geçti. Onu kendi ibadetlerine tahsis edip
havraya dönüştürdüler. Sonra Hıristiyanların egemenliği altına girdi.
Onu kilise hâline getirdiler. Nihayet İslâm geldi ve bölge Müslümanların
eline geçti. Müslümanlar söz konusu tapınağı camiye
dönüştürdüler." "Sabiilerin çeşitli heykelleri ve putları vardı. Bunlara belli şekiller
verir, güneşin adlarıyla adlandırırlardı. Nitekim Ebu Ma'şer el-
Belhî, tapınaklara ilişkin eserinde, Ba'lebek heykelinin Güneş adına
dikildiğinden söz eder. Kıran heykelinin de Ay adına dikildiğini
belirtir. Onu yuvarlak bir halka şeklinde yapmışlardı. Heykelin yakınında
'Selem-sin' adında bir kasaba vardır. Bu kasabanın eski adı
'Senem sin' idi. Ya-ni 'Ay putu'. Bölgede diğer bir kasaba daha vardır
ki, adı 'Tara Uz'dur. Yani 'Zühre kapısı'. Denildiğine göre, içindeki
putlarla birlikte Kâbe on-lara aitti. Bu putlara yönelik ibadetler
de onlar aracılığı ile bölgeye ak-tarılmıştı. Lat putunu Zuhal adına,
Uzza putunu da Zühre adına dikmişlerdi. Kendilerine gelmiş birçok
peygamberden söz ederler. Bunların çoğu da Yunan filozoflarıdır.
Mısırlı Hürmüs, Ağazimun, Valis, Pisagoros ve Eflatun'un ana tarafından
büyük babası Papasuvar gibi."
"Bunların bir kısmı, köpük olur korkusuyla balığı sürekli
hummalıdır diye civcivi, baş ağrısına yol açar; kanı kaynatır ya da
âlemin temel dayanağı olan meniyi yakar diye sarımsağı zihni kalınlaştırıp
bozar diye ve de ilk defa insan kafatasında yeşerdiği için
baklagilleri kendilerine haram etmişlerdir. Sabiilerin üç tane farz
namazları vardır: Birincisi; güneş doğarken kılınır ve sekiz rekâttır.
İkincisi; güneşin göğü yarılamasından sonra kılınır ve beş rekâttır.
Her rekâtında üç secde vardır. Biri gündüzün ikinci saatinde, biri
de gündüzün dokuzuncu saatinde olmak üzere iki de nafile namaz
kılarlar. Üçüncüsü; gecenin üçüncü saatinde kılınır."
"Temizlenerek ve abdest alarak namaz kılarlar. Cenabet oldukları
zaman gusül alırlar. Sünnet olmazlar, böyle bir emir almadıklarını
iddia ederler. Evlilik ve hadlerle ilgili yasaların büyük çoğunluğu,
Müs-lümanların bu alanlardaki hükümlerine benzer. Ölülere
dokunmayı necasete bulaşmak olarak değerlendirme gibi uygulamaları
da, Tevrat'taki açıklamaları andırmaktadır. Gökcisimlerine,
onlar adına dikilmiş putlara, heykellere, adaklar, kurbanlar
sunarlar. Kurban sunma törenini kâhinleri ve büyücüleri yönetir.
Bunun sonucunda kâhinlerin, ilâhî makama yakınlaşmayı ve sorulan
soruların cevabını bulmayı gerektiren bir bilgiye ulaşacakları
umulur. Bazen Hürmüs'ü, Tevrat'ta Ehnuh olarak geçen İdris adıyla
anarlar. Bir kısmına göre de Hürmüs Yuzasef'tir." "Bazıları şöyle bir iddiayı ileri sürmüşlerdir: Harranîler gerçek
Sa-biiler değildirler. Harranîler kitaplarda hanifler ve putperestler
diye geçen kimselerdir. Gerçek Sabiiler ise, Babil esaretinin ardından
Kûruş ve Artahuşust dönemlerinde Beyt'ül-Makdis'te ortaya
çıkan oymaklardan gelirler. Bunlar Mecusilik kanunlarına eğilim
göstererek Buhtunnasr'ın dinine girmişlerdir."
"Böylece Şam Samirîleri gibi Mecusilik ve Yahudilik karışımı
bir mezhep geliştirmişlerdir. Bunların çoğunluğu Irak'ın Vasıt, Cafer,
Câ-mide ve Şatt'ul-Arap bölgelerindeki yerleşim birimlerinde
yaşarlardı ve Enuş b. Şit soyundan geldiklerini söylerlerdi.
Harranîlere muhaliftiler. Onların mezheplerini ayıplar ve çok az
meselede onlarla uyuşur-lardı. Söz gelimi; onlar namazlarında kuzey
kutbuna dönerlerken, Har-ranîler güney kutbuna dönerlerdi.
Ehlikitab'a mensup bazılarına göre, Matuşalh'ın Sabî adında kral
olmayan bir oğlu vardı. Sabiiler onun adıyla anılırlar. İnsanlar, şeriatların
ortaya çıkışından ve Yuzasef'in gelişinden önce Şamanist
idiler. Bunlar, yeryüzünün doğu kısmında yaşarlar ve putlara taparlardı.
Bunların kalıntıları, şu anda Hindistan, Çin ve Tagazgoz'da
yaşarlar. Horasanlılar onlara Şamnan derler. Onların eserlerine,
görkemli yapıtlarına, putlarına ve tapınaklarına Horasan'ın Hindistan'a
komşu olan bölgelerinde rastlamak mümkündür. Bunlar,
zamanın öncesizliğine, ruhların tenasuhuna ve feleğin sonsuz boşlukta
yüzdüğüne inanırlar. Onlara göre, felek bu yüzden dönerek
hareket eder. Çünkü yuvarlak bir şey, bir yerden ayrıldığı zaman
dönerek iner. Onların bir kısmının da âlemin sonradan oluştuğuna
ve bir milyon yıllık bir süresi olduğuna inandıkları söylenir." (Ebu
Reyhan el-Bîrunî-den aktardıklarımız burada bitti.)
Ben derim ki: Sabiiliğin, Harranîliğin bazı özelliklerini taşımakla
birlikte Yahudilik ve Mecusîlik dinlerinin bir karışımı olduğu şeklindeki
açıklama ayetin içeriğine en uygun yorumdur. Çünkü görünen
o ki, ayette semavî dinlerin mensupları sıralanmıştır.
63- Hani sizden sağlam bir söz almıştık ve dağı üstünüze kaldırmıştık,
"Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekileri (sürekli)
hatırlayın, belki korunasınız." (demiştik.)
64- Sonra siz, bundan sonra yine yüz çevirmiştiniz. Eğer Allah-
'ın size yönelik lütfu ve rahmeti olmasaydı, kesinlikle ziyankârlardan
olurdunuz.
65- Andolsun, içinizden cumartesi günü yasağı çiğneyenleri
bilmişsinizdir. Onlara, "Aşağılık maymunlar olun." demiştik.
66- Biz bunu, görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret, korunanlara
da bir öğüt kıldık.
67- Hani Musa kavmine, "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor."
demişti de, "Bizimle alay mı ediyorsun?" demişlerdi. O da,
"Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." demişti.
68- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, bize onun ne (biçim bir
inek) olduğunu açıklasın." demişlerdi. Musa, "Allah diyor ki: 'O, ne
yaşlı, ne de körpe; ikisi arasında bir inektir. Hadi, size emredileni
yapın.' " demişti.
69- (Bu defa) "Bizim için Rabbine dua et, bize onun renginin
ne olduğunu açıklasın." Musa, "Allah diyor ki: O, halis koyu sarı,
bakanlara sevinç veren bir inektir." demişti.
70- (Yine) "Bizim için Rabbine dua et, bize onun ne (biçim bir
inek) olduğunu açıklasın. Zira inekler bizim için ayırt edilemez oldu.
Allah dilerse, (bu kez) mutlaka ona iletileceğiz." demişlerdi.
71- Musa, "Allah diyor ki: O, yer sürmeyen, ekin sulamayan,
boyunduruk altına alınmamış, serbest dolaşan (salma) ve (renginde
hiç) alacası bulunmayan bir inektir." (O zaman) "İşte şimdi gerçeği
getirdin." demişlerdi de onu kesmişlerdi. Ancak az kalsın
yapmayacaklardı.
72- Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya
kalkışmıştınız. Oysa Allah, gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı.
73- Bunun için de, "İneğin bir parçasıyla ona (o öldürülene) vurun."
demiştik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve belki düşünürsünüz
diye, ayetlerini size böyle gösterir.
74- Sonra, bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Şimdi o kalpler,
taş gibi, hatta daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki,
içinden ırmaklar kaynar. Öylesi var ki, çatlar da ondan su çıkar.
Öylesi de var ki, Allah korkusundan (yukarılardan) aşağıya düşer.
Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Ve üstünüze dağı kaldırmıştık." Ayetin orijinalinde geçen "tûr"
kelimesi, dağ demektir. Nitekim yüce Allah bir başka ayette bunun
yerine yine dağ anlamında olan "cebel" kelimesini kullanmıştır:
"Hani dağı yerinden kopararak üstlerine bir gölge gibi kaldırmıştık."
(A'râf, 171) Bu ayetin orijinal metninde geçen "neteka" fiili,
çekip koparmak demektir.
Ayetin başında, "sağlam bir söz almak"tan bahsediliyor, sonunda
kendilerine verileni kuvvetle tutmaları ve içindekileri sürekli
hatırlamaları emrediliyor, bu ikisinin arasında da üstlerine dağın
kaldırılmasından bahsediliyor. Fakat bunun ne sebeple ve hangi
amaca yönelik olarak gerçekleştirildiğine değinilmiyor. Bundan şu
anlaşılıyor: Dağın, başlarının üstüne kaldırılmasından maksat, ilâhî
gücün büyüklüğünü göstererek onları korkutmaktır; onları zorlamak
ve güç kullanarak kendilerine verileni uygulamalarını sağlamak
değildi. Yoksa onlardan "söz alma"nın bir anlamı kalmazdı.
Dolayısıyla, "Üzerlerine dağın kaldırılması bir mucizedir. Bu da
kaçınılmaz olarak onları emirleri yerine getirmeye zorlamıştır. Oysa
yüce Allah, 'Dinde zorlama yoktur.' (Bakara, 256) ve 'Yoksa sen,
insanları mümin olmaları için zorlayacak mısın?' (Yûnus, 99) buyuruyor." şeklindeki bir yorum doğru değildir. Çünkü, az önce de vurguladığımız gibi ayet-i kerime korkutma ve ürkütme anlamından
fazla bir şey ifade etmiyor. Şayet sırf dağın üzerlerine kaldırılmış
olması, İsrail-oğullarını inanmaya ve inancın gereklerini yerine getirmeye
zorlayıcı bir olgu olarak değerlendirilecekse, Hz. Musa'nın
gösterdiği birçok mucize daha çok zorlayıcı bir rol oynamış olmalıdır.
Bazıları da bu olayı şöyle yorumlamışlardır: "İsrailoğulları dağın
dibinde bulunuyorlardı. Daha sonra dağ sarsılmaya ve sallanmaya
başladı; o kadar ki, dağın tepesi üzerlerine eğiliverdi. Onlar
da dağın üzerlerine düşeceğini sandılar. İşte bu olay, dağın üzerle-
rine kaldırılması ya da yerinden koparılıp üzerlerine dikilmesi şeklinde
ifade edilmiştir.
Bu şekilde bir yorum, temelde mucizeleri ve olağanüstü gelişmeleri
inkâr esasına dayanır ki, biz bu konudaki düşüncemizi ve
tavrımızı daha önce ortaya koyduk. Eğer bu tür yorumlar doğru
kabul edilecek olursa, bundan böyle ifadeler için anlaşılır bir anlamdan,
söz sanatının belâgat ve fesahatinden, söz söyleme sanatı
için dayanılacak bir temel unsurdan söz edilemez olur.
"...belki korunasınız." Orijinal ifadede geçen "lealle=belki" edatı,
ümit etme anlamını ifade eder. Bu kelime, ancak ümit etmenin
cümle içinde doğru ve yerinde olması durumunda kullanılır. Bu
doğruluk ve yerindeliğin konuşan ya da muhatap yahut konu, konum
ve durum itibariyle olması fark etmez. Eğer konuşan ve muhatap
açısından ümit etme söz konusu değilse, bu durumda konu
ve durumun ümit eme ile bir ilgisi olmalıdır. Çünkü ümit etmek,
gerçekte işin sonucunu bilmemekten kaynaklanan bir duygudur.
Dolayısıyla yüce Allah'ın sözünde geçen ümit etmeler ya muhatap
ya da durum açısındandır. Yoksa yüce Allah işlerin akıbetini kesin
olarak bildiği için, ümit etme ona izafe edilemez. Nitekim el-
Müfredat adlı eserinde Ragıp da buna dikkat çekmiştir.
"Aşağılık maymunlar olun." Ayetin orijinalinde geçen "hasiîn" ifadesi,
aşağılık, alçaklık, küçüklük anlamını ifade eder.
"Biz bunu... bir ibret kıldık." Yani, ders alınan bir ibret tablosu
yaptık. Orijinal metinde geçen "nekal" kelimesi, başkalarına ibret
olsun diye, birine uygulanan küçük düşürücü ve onur kırıcı ceza
demektir.
"Hani Musa, kavmine; "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor."
demişti..." Bu, İsrailoğullarının başından geçen bakara (inek) kıssasıdır
ve ele almakta olduğumuz sure de bu isimle anılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'in bu kıssayı sunuş tarzı son derece dikkat çekicidir.
Kıssanın bazı bölümleri diğer bazı kısımlarından ayrı olarak
anlatılıyor. Örneğin; "Hani Musa, kavmine... demişti de..." şeklinde
kıssaya başlıyor, yani geçmiş zamandan haber veriliyor. Ardından,
şimdiki zamanda bulunan muhataba yönelerek şöyle
buyuruluyor: "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize
atmaya kalkmıştınız." Sonra kıssanın ortasından bir bölüm çı-
karılıp başa konuyor, kıssanın başı ile devamına ise bunun ardından
yer veriliyor.
Ayrıca geçen ayetlerde İsrailoğullarına yönelik hitap tarzı
muhatapla konuşma şeklindeyken burada muhatapla konuşma
tarzından, üçüncü şahısla konuşma tarzına dönülüyor ve "Hani
Musa, kavmine... demişti..." buyruluyor. Ardından, bir kez daha
muhatapla konuşma tarzına dönülüyor ve "Hani siz bir adam
öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya kalkmıştınız..."
"Hani Musa, kavmine; 'Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor.'
demişti..." ifadesinde hitap, kıssanın bir bölümünde, ineğin
kesilmesini emreden ve onun niteliklerini sayan bölümde,
İsrailoğullarından Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltiliyor ki, ileride
İsrailoğullarına yöneltilecek şu hitaba ilişkin açıklayıcı bir giriş
olsun: "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya
kalkmıştınız. Oysa Allah, gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı.
Bunun için de, 'İneğin bir par-çasıyla ona (o öldürülene) vurun.'
demiştik. İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve belki düşünürsünüz
diye, ayetlerini size böyle gösterir."
"Hani Musa, kavime... demişti..." şeklinde başlayıp "Ancak az
kalsın yapmayacaklardı." ifadesiyle son bulan beş ayet,
İsrailoğulları-na yönelik hitabın ortasında açılan bir parantez içi açıklama
niteliğindedir ki, hemen ardından gelen hitabın anlamını
açıklamaktadır. Bunun yanı sıra, İsrailoğullarının peygamberlerine
karşı takındıkları edebe aykırı tavırları, ona gereksiz yere eziyet
etmeleri, onu boş ve gereksiz yere konuşmakla suçlamaları ifade
ediliyor.
Ayrıca onların zorluk çıkarmaları, işi yokuşa sürmeleri, biraz
daha açıklama yapılsın bahanesi ile inatçı tutumlarını sürdürmeleri,
ilâhî emirlerin ve peygamberlerin getirdikleri açıklamaların
anlaşılmaz olduğu anlamına gelen sorular sorup durmaları çarpıcı
biçimde dile getiriliyor. Onların bu olumsuz tavırlarını yansıtan sözlerinde, yüce Rablık makamını küçümsediklerini, önemsemediklerini
de görmek mümkündür. Bakın Musa onlara ne diyor ve onlar
nasıl cevap veriyorlar? Musa (a.s) onlara diyor ki: "Allah size,
bir inek kesmenizi emrediyor." Onlar ise şöyle cevap veriyorlar:
"Bizim için Rabbine dua et, bize onun ne (biçim bir inek) olduğunu
açıklasın. Zira inekler bizim için ayırt edilemez oldu."
Dikkat edilirse, bütün sözlerinde "Rabbin" deyimini kullanıyorlar
ve "Rabbimiz" demiyorlar. Ayrıca, sürekli "ne biçim bir inektir?"
diyorlar ve yapılan bunca açıklamadan sonra da "inekler bizim için
ayırt edilemez oldu." iddiasında bulunuyorlar. Dikkat edilirse,
"O inek bizim için ayırt edilemez oldu." demiyorlar, "İnekler izim
için ayırt edilemez oldu." diyorlar. Böylece bütün ineklerin ölüyü
diriltme etkinliği olamayacağını, bu kadar açıklamanın da bu etkinliğe
sahip olan ineği belirlemek için yeterli olmadığını vurgulamak
istiyorlar. Oysa etkinlik yüce Allah'a özgüdür, bunun inekle
bir ilgisi yoktur.
Yüce Allah, onlara herhangi bir inek kesmelerini emretmişti ve
ifadede herhangi kayda ve şarta yer vermemişti. Onlar da ifadedeki
bu kayıtsızlıktan hareketle herhangi bir inek kesmeliydiler.
Bakın peygamberlerine ne diyorlar? "Bizimle alay mı ediyorsun?"
Bu ifadenin altında Hz. Musa'ya yönelik cahillik ve boş konuşma
suçlaması yatıyor. Nitekim Hz. Musa da bu suçlamayı şu sözleriyle
reddediyor: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." Yüce Allah-
'ın açıklamaları son bulduktan sonra, "İşte şimdi gerçeği getirdin."
demeleri de, bundan önceki açıklamaları, gerçeğin ifadesi
olarak algılamadıklarını gösteriyor. Yani ilâhî açıklama tarzına ve
nebevî tebliğe gerçek dışılık yakıştırmasında bulunuyorlar.
Genel bir değerlendirmede bulunacak olursak, kıssanın bu
kısmının öne alınması, bir sonraki açıklamaya giriş olması içindir.
Bu tarz bir yer değiştirmenin, bir diğer amacı da vurgulamaya yönelik
olması mümkündür. Şöyle ki: Bugün Yahudilerin elinde bulunan
Tevrat'ta inek kıssasından söz edilmiyor. Dolayısıyla böyle
bir kıssayla hiç muhatap olmamaları ya da yaptıkları tahrifata
dikkat çekildikten sonra kıssanın anlatımına geçilmesi gerekirdi.
Onun için Kur'ân-ı Kerim İsrailoğullarına yönelik hitaba ara vererek
hitabı Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltiyor. Ardından onlara
yönelerek meselenin başlangıç noktasını açıklıyor. Tevrat'ta da
bu kıssanın gerçekleştiğine ilişkin işaretler mevcuttur. Tevrat'taki
metin şöyledir:
Tesniye kitabı 21. babda şöyle deniyor: "Allah'ın Rabbin mülk
edinmek için sana vermekte olduğu diyarda kırda düşmüş ve kimin
tarafından vurulduğu bilinmeyen öldürülmüş bir adam bulunursa,
o zaman senin ihtiyarların ve hâkimlerin çıkacaklar ve öldürülmüş
adamın etrafında olan şehirlere uzaklığını ölçecekler; ve
vaki olacak ki, öldürülmüş adama en yakın olan şehrin ihtiyarları
sığırlardan, çalıştırılmamış ve boyunduruk taşımamış genç bir inek
alacaklar; ve o şehrin ihtiyarları ineği, sürülmemiş ve ekilmemiş
bir yer olan, akan bir vadiye indirecekler ve orada, vadide
ineğin boynunu kıracaklar. Ve Levi oğulları, kâhinler yaklaşacaklar;
çünkü Allah'ın Rab kendisine hizmet etmek için ve Rabbin ismiyle
mübarek kılmak için onları seçti; ve her davada ve her
döğüşte onların sözüne göre olacaktır. Ve o şehrin bütün ihtiyarları,
öldürülmüş adama en yakın olanlar, vadide boynu kırılmış olan
ineğin üzerinde ellerini yıkayacaklar; ve cevap verip diyecekler: Ellerimiz
bu kanı dökmedi ve gözlerimiz onu görmedi. Kurtardığın
kavmin İsraile bağışla, ya Rab ve kavmin İsrail arasında suçsuz
kan bırakma. Ve kan onlara bağışlanacaktır. Ve Rabbin gözünde
doğru olanı yaptığın zaman suçsuz kanı aranızdan kaldıracaksın." Bu uzun açıklamalardan sonra, "Hani siz bir adam
öldürmüştünüz..." hitabıyla, kıssanın tüm ayrıntılarıyla değil, genel
hatlarıyla özet bir biçimde anlatıldığını anlamış olursun. Kıssanın
bir bölümünün ayrıntılı bir biçimde ayrı bir kıssaymış gibi anlatılmasının
sebebi ise, bununla bir mesaj verilmek isteniyor olmasıdır.
"Hani Musa, kavmine... demişti..." ifadesindeki hitap, Peygamber
efendimize (s.a.a) yöneliktir ve ifadeye kıssa anlatım tarzı egemendir.
Aslında bu, az sonraki hitaba ilişkin açıklayıcı bir giriştir.
Fakat bu tarz bir ifadenin ne sebeple seçildiği, niçin böyle bir yola
başvurulduğu açıklanmıyor. Tersine, bu hususta bilinçli bir belirsizlik
sağlanıyor ki, dinleyici buna dikkat etsin ve işin iç yüzünü kurcalamaya
çalışsın. Kıssanın aslını duyduğu zaman heyecanlansın
ve iki değişik anlatım tarzı arasında bir bağlantı kurabilsin. Bu
yüzden İsrailoğulları, "Allah size, bir inek kesmenizi emrediyor."
sözünü duydukları zaman, hayret etmişlerdi, bunu Allah'ın peygamberi
Musa'nın bir alayı olarak değerlendirmişlerdi. Çünkü ineğin
kesilmesi ile onların, çekişmenin çözüme kavuşturulması ve
katilin bulunması yönündeki istekleri arasında bir bağlantı kura-
mamışlardı. Bu yüzden, "Bizimle alay mı ediyor, dalga mı geçiyorsun?"
demişlerdi.
Aslında bu sözler onların dinleme ve itaat etme ruhunu yitirmiş
olmalarından, büyüklük ve inatçılık kompleksinin içlerine yerleşmiş
olmasından ve "Biz taklit ehli değiliz; biz ancak gözlerimizle
gördüğümüze inanırız" demelerinden kaynaklanıyordu. Nitekim
Hz. Musa'ya, "Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız." demişlerdi.
Bu duruma düşmeleri, bilir bilmez karar vermelerinden ve
yetkilerinde olsun olmasın her meselede kendi başlarına yargıda
bulunmalarından dolayıydı. Söz gelimi, akılla algılanan soyut bir
varlığa, somut bir var-lık gibi yaklaşıyorlardı. Bu yüzden Rabbi somut
olarak ve çıplak gözle görmek istemişlerdi. Nitekim bir keresinde
de, "Ey Musa, demişlerdi, nasıl onların tanrıları varsa, bize
de bir tanrı yap. Musa, 'Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz.' demişti."
(A'râf, 138)
Onlar peygamberleri Musa'yı da kendileri gibi ihtirasları, hevesleri
bulunan, kendileri gibi oyuna, eğlenceye düşkün biri sanıyorlardı.
Bu yüzden onu alaycılıkla, ahmaklıkla ve cahillikle
suçluyorlardı. Öyle ki Hz. Musa (a.s) onların bu nitelendirmelerine
cevap olarak, "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım." demişti.
Hz. Musa böyle bir niteliğe sahip olmaktan Allah'a sığınıyor ve
"Ben cahil değilim." diye ortaya atılmıyor. Böylece cehalete karşı
ilâhî korumanın (ismet) koruyuculuğuna güveniyor, yaratılışta
kendisine bahşedilen hikmete değil.
Onlar, insan ancak doğruluğuna ilişkin bir kanıt varsa bir sözü
kabul edebilir, sanmışlardı. Aslında bu sanıları ilkesel olarak doğrudur.
Ancak buradan hareketle, "Her hükmün kanıtını en ince ayrıntısına
kadar bilmek gerekir, bu hususta özet kanıtlamalar yeterli
değildir." şeklinde bir yanlış sonuç çıkarmışlardı. Bu yüzden ineğin
niteliklerinin ayrıntılı olarak belirtilmesini istemişlerdi. Çünkü
inek türü diriltme özelliğine sahip olmadığına göre, kesilmesi istenen
belli bir inek olmalı ve nitelikleri en ince ayrıntısına kadar
açıklanmalı diye düşünmüşlerdi. "Bizim için Rabbine dua et, onun
ne (biçim bir inek) olduğunu bize açıklasın." demeleri de bu yüzdendi.
Aslında bu istekle boş yere kendilerini zora sokuyorlardı. Allah
da onların işini zorlaştırdı. Musa dedi ki: "Allah diyor ki: O, ne yaşlı
-yani doğuramayacak kadar yaşlı- ne de körpe; -yani hiç doğurmamış-
ikisinin arasında bir inektir." Kadınlar ve dişi hayvanlar için
kullanılan "avân" niteliği, yaşlılıkla körpelik arası orta yaş demektir.
Buna rağmen yüce Allah onlara acıyor ve gereksiz yere soru
sormamalarını öğütlüyor. Durumlarını zorlaştırıcı tavırlardan
sakınıp yapılan açıklamalarla yetinmeleri uyarısında bulunuyor:
"Hadi, size emredileni yapın." Ne var ki onlar, bu uyarıyı dikkate
almıyorlar ve "Bizim için Rabbine da et, onun renginin ne olduğunu
bize açıklasın." diyorlar. Musa da şöyle diyor: "Alla diyor ki: O,
halis ve koyu sarı, -koyu ve parlak bir sarı- bakanlara sevinç veren
bir inektir." İneğin tanımlanmasına ilişkin açıklama böylece tamamlanıyor.
Onun nasıl bir şey olduğu ve renginin ne olduğu açıklığa kavuşuyor.
Buna rağmen onlar hoşnut olmuyorlar ve tekrar başlangıçtaki
sözlerine dönüyorlar; utanmadan, sıkılmadan, "Bizim için
Rabbine dua et, o-nun ne (biçim bir inek) olduğunu bize açıklasın.
Zira inekler bizim için ayırt edilemez oldu. Allah dilerse, (bu
kez) mutlaka ona iletileceğiz." diyorlar. Hz. Musa üçüncü kez onun
nasıl bir şey olduğunu açıklamak durumunda kalıyor, onlara
şöyle cevap veriyor: "Allah diyor ki: O, yer sürmeyen, ekin sulamayan,
boyunduruk altına alınmamış -çifte koşulmamış- bir inektir..."
Bu açıklamanın sonunda, söyleyecek bir şey bulamıyorlar, zorun-
lu olarak, "İşte şimdi gerçeği getirdin." diyorlar. Kesin delillerle
susturulan ve artık gerçeği kabul etmekten başka seçeneği olmayan
insanların söylediği türden bir sözdür bu. Reddetmek için
bir yol bulamıyorlar. Bu yüzden gerçeği onaylamak zorunda kalıyorlar.
Dolayısıyla önceki sözlerin tam anlamıyla açık olmadığı
bahanesini ileri sürüyorlar. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür:
"... onu kesmişlerdi. Ancak az kalsın yapmayacaklardı." "Hani siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinize atmaya kalkmıştınız."Bu ifade, kıssanın başlangıcını anlatmaktadır. Ayetin orijinalinde geçen ifadenin mastarı olan "tedaru", "tedafu" anlamındadır;
yani, kendini savunup başkasını suçlamak demektir ve
"defaa" anlamında "deree" kökünden gelir. Ortada öldürülen bir Bakara Sûresi / 63-74 .................................................... 321 adam vardı, her taife de suçu başkasının üzerine atıyordu. Yüce
Allah da onların gizlediklerini açığa çıkarmak istiyordu. "İneğin bir parçasıyla ona (o öldürülene) vurun, demiştik." Zamirlerden birincisi öldürülen adama dönüktür; ikincisi ise ineğe dönüktür. Şöyle de diyenler olmuştur: "Bu kıssanın anlatımı ile kastedilen şey, Tevrat'ta yer alan ve bizim de naklettiğimiz söz konusu hükmün yasalaştırılmasının sebebini açıklamaktır. Ölünün diriltilmesinden
maksat ise, bu hükmün yasalaşması sonucu, öldürülenin kanının kimin tarafından döküldüğünün ortaya çıkmasıdır.
Yani burada sözü edilen hayat, yüce Allah'ın "Kısasta sizin için
hayat vardır." (Bakara, 179) şeklindeki sözünde geçen hayat gibi bir
hayattır. Yoksa, mucize yoluyla diriltme olayı söz konusu değildir.
Ancak sizin de takdir edeceğiniz gibi kıssanın akışı, özellikle, "İneğin
bir parçasıyla ona (o öldürülene) vurun, demiştik. İşte Allah,
ölüleri böyle diriltir." ifadesi, böyle bir yoruma engel oluşturmaktadır.
"Sonra, bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Şimdi o kalpler, taş gibi,
hatta daha da katıdır." Kalpteki katılık, taştaki sertlik düzeyindedir.
Ayetin orijinalinde geçen "ev" edatı, "bel=hatta" anlamındadır.
Daha doğrusu, "bel" edatının kullanıldığı yerde kullanılmıştır. Kalplerin
taştan da katı olabileceğini şöyle açıklıyor: "Çünkü taşlardan
öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar." Bu ifadede taş ile su karşılaştırılıyor.
Çünkü taş sertliğin sembolüdür, su ise yumuşaklığın.
Buna rağmen sertliğin sembolü olan taştan, yumuşaklığın sembolü
olan su kaynar. Sert taş yarılır içinden yumuşak sular akar. Ama
onların kalbinden gerçeği kucaklayacak bir duygu yansımaz, pratik
ve somut gerçeği yansıtacak bir hak söz ağızlarında çıkmaz.
"Öylesi de var ki, Allah korkusundan (yukarılardan) aşağıya düşer."
Taşların aşağıya düşmesi; bildiğimiz gözlemlediğimiz, dağların doruklarındaki kayaların parçalanıp yer sarsıntıları veya kışın aralarında
oluşan buzların bahar mevsiminde eriyip suya dönüşmesi
sonucu aşağı doğru yuvarlanmasıdır. Doğal sebeplerine bağlı bu
yukarıdan düşüşün yüce Allah'ın korkusundan kaynaklanan bir
düşüş olarak nitelendirilmesi, bütün sebeplerin yüce Allah'ta son
bulduğundan dolayıdır. Onun için taşın özel nedenlere bağlı olarak
aşağı doğru yuvarlanması, yüce Allah'ın ona yuvarlanmaya ilişkin
verdiği emre itaat etmesi demektir. Dolayısıyla o, varlığıyla
Rabbinin kendisine yönelik emrini algılamaktadır. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey
yoktur. Ama siz onların tes-bihlerini anlamazsınız." (İsrâ, 44) "Hepsi
ona boyun eğmiştir." (Bakara, 116) Korku bilinçli edilgenliktir. O
da Allah'ın korkusu ile yuvarlandığına göre, bu yuvarlanışında bilinçlidir.
Bu bakımdan ele aldığımız ayet şu ayetleri andırmaktadır:
"Gök gürültüsü, övgüsüyle, melekler de korkusundan O'nu
tesbih ederler." (R'ad, 13) "Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister
istemez Allah'a secde ederler. Gölgeleri de sabah akşam." (R'ad,
15) Bu ayetlerde gök gürlemesinin çıkardığı ses, övgüyle Allah'ı
tesbih etme olarak nitelendirilmiştir. Gölgenin yüce Allah'a secde
ettiği vurgulanmıştır. Buna benzer daha birçok ayet vardır ki, ifadenin
tahlil niteliğinde olduğu gün gibi ortadadır.
Kısacası; "Öylesi de var ki, Allah korkusundan (yukarılardan)
aşağıya düşer." ifadesi, kalplerinin taştan daha katı ve duyarsız
olduğunu vurgulamaya yönelik ikinci bir açıklamadır. Çünkü taş
Allah'tan korkar, O'nun korkusundan yukarıdan aşağı düşer. Ama
onların kalpleri, ne Allah'tan korkar, ne de O'ndan çekinir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Mehasin adlı eserde, "Size verdiğimizi kuvvetle tutun." ifadesiyle
ilgili olarak İmam Sadık'a (a.s), "Bundan maksat beden
kuvveti midir? Yoksa kalp kuvveti midir?" diye sorulduğu, İmam'ın
da, "Her ikisi de kastedilmiştir." şeklinde cevap verdiği rivayet edilir.
[c.1, s.319]
Ben derim ki: Aynı hadis Tefsir'ul-Ayyâşî'de de rivayet etmiştir.1 Tefsir'ul-Ayyâşî'de, "İçindekileri (sürekli) hatırlayın." ifadesiyle
ilgili olarak, Halebî'nin şöyle rivayet ettiği belirtilir: "İçindekilerini
hatırlayın, onu terk etmekle uğranılacak cezayı unutmayın." [c.1,
s.45, h: 53]
Ben derim ki: Bu mesajı, "ve dağı üstünüze kaldırmıştık, 'Size
verdiğimizi kuvvetle tutun.'..." ifadesinin oluşturduğu atmosferden
de algılamak mümkündür.
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet
edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Eğer İsrailoğulları, 'Allah
dilerse, (bu kez) mutlaka ona iletiliriz.' demeselerdi, hiçbir
zaman o ineği bulamazlardı ve eğer herhangi bir ineği ilk etapta
alıp kesselerdi, yeterli olacaktı. Ama onlar işi yokuşa sürdüler, yüce
Allah da işlerini gittikçe zorlaştırdı." [c.1, s.77]
Tefsir'ul-Kummî'de belirtildiğine göre, İbn-i Fazzal diyor ki, İmam
Rıza'nın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Yüce Allah,
İsrailoğullarına bir inek kesmelerini emretti. Ama onlar daha fazla
açıklama istediler. Bunun üzerine yüce Allah işlerini zorlaştırdı." el-Meanî'de ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de Bezentî'nin şöyle dediği belirtilir:
İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediğini duydum:
"İsrailoğullarından bir adam, akrabalarından birini öldürdü. Sonra
adamın ölüsünü tutup İsrailoğullarından üstün nitelikleriyle bilinen
bir oymağın yolunun üzerine attı ve gidip öldürülmüş akrabasının
kan bedelini istedi. Musa'ya dediler ki: 'Falanca oğulları oymağı
falanca adamı öldürdüler. Bize katilin kim olduğunu bildir.'
Hz. Musa, 'Bana bir inek getirin.' dedi. Onlar, 'Bizimle alay mı ediyorsun?' dediler. Hz. Musa, 'Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım.'
dedi. Şayet herhangi bir inek getirselerdi, yükümlülükten kurtulacaklardı.
Fakat onlar işi yokuşa sürdüler, yüce Allah da yükümlülüklerini
zorlaştırarak arttırdı. Dediler ki: 'Bizim için Rabbine dua
et, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın.' Musa dedi ki: O
diyor ki: O inek ne yaşlı, ne de körpedir; yani ne küçük, ne de büyüktür; ikisinin ortasında bir inektir."
"Eğer bu açıklamayla yetinip herhangi bir inek getirip kesselerdi,
yükümlükten kurtulacaklardı. Ama onlar emredileni yerine
getirmemek için yan çizmeye devam ettiler, yüce Allah da işlerini
gittikçe zorlaştırdı. Dediler ki: 'Bizim için Rabbine dua et, renginin
nasıl olduğunu bize açıklasın.' Dedi ki: 'O diyor ki: O, halis koyu
sarı, bakanlara sevinç veren bir inektir.' Şayet onlar istenen niteliklerde
bir inek kesselerdi, görevlerini yerine getirmiş sayılacaklardı;
ama kıvırmaya devam ettiler, yüce Allah da yükümlülüklerini
bir kat daha arttırdı. Dediler ki: 'Bizim için Rabbine dua et, onun
nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın. Zira inekler bizim için ayırt
edilemez oldu. Allah dilerse, (bu kez) mutlaka ona iletiliriz.' Dedi
ki: 'O şöyle diyor: 'O, yer sürmeyen, ekin sulamayan, boyunduruk
altına alınmamış, serbest dolaşan ve alacası bulunmayan bir inektir.'
'İşte şimdi gerçeği getirdin.' dediler. Ardından istenen niteliklere
sahip bir inek aramaya koyuldular. Sonunda İsrailoğullarına mensup bir gencin yanında bu nitelikte bir inek buldular. Genç, 'Onu ancak derisi dolusu altın karşılığı satarım.' dedi.
Bunun üzerine Musa'nın yanına gelip durumu ona bildirdiler. usa, onu satın almalarını istedi. Onlar da gidip bedelini ödeyerek ineği satın aldılar. Hz. Musa ineği kesip kuyruğu ile ölüye vurmalarını emretti. İsteneni yapınca ölü dirildi ve 'Ey Allah'ın resulü, beni öldüren amcamın oğludur. Beni öldürdüğü iddia edilen diğer kişi suçsuzdur.' dedi. Böylece katilin kim olduğunu öğrenmiş oldular."
"Bazı arkadaşları Hz. Musa'ya, 'Bu ineğin ilginç bir öyküsü vardır.'
dediler. Hz. Musa, 'Nedir bu?' dedi. Dediler ki: 'İsrailoğullarına
mensup bir genç babasına iyi davranırdı. Bir gün bir mal satın almıştı,
babasının yanına döndüğünde anahtarların onun başının altında
olduğunu gördü. Fakat o, babasını uyandırmak istemedi ve
söz konusu malı almaktan vazgeçti. Daha sonra babası uyanınca,
ona meseleyi açtı. O da, 'İyi ettin, kaçırdığın mala karşılık bu inek
senin olsun.' dedi. Hz. Musa, bu öyküyü anlatana dedi ki: İyi davranışa
bak, sahibine ne kadar yararlı oluyor." Ben derim ki: Gördüğüm gibi bu rivayetlerle, ayet-i kerimelerden
edindiğimiz genel değerlendirmeler arasında bir uyum vardır.
KONUYLA İLGİLİ FELSEFÎ BİR İNCELEME
Gördüğünüz gibi bu sure, gerek İsrailoğullarına ve gerekse
başka topluluklara ilişkin kıssalarda sözü edilen birtakım mucizeler
içermektedir. Denizin yarılması ve Firavun hanedanının denizde
boğulması gibi: "Hani izin için denizi yarmıştık da sizi kurtarmış,
Firavun hanedanını (denizde) boğmuştuk." İsrailoğullarına
yıldırımın çarpması ve öldükten sonra tekrar diriltilmeleri gibi:
"Hani siz, 'Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız.'
demiştiniz. Bunun üzerine, sizi yıldırım kapıverdi." Üzerlerine
bulutun gölgelik yapılması, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi
gibi: "Bulutu üstünüze gölgelik yapmıştık." Taştan göz göz
pınarların fışkırması gibi: "Hani Musa, kavmi için su istemişti..."
Üstlerine dağın kaldırılması gibi: "ve dağı üstünüze kaldırmıştık."
Aralarında bazılarının başka bir yaratığa dönüşmesi gibi: "Onlara,
'Aşağılık maymunlar olun.' demiştik." Boğazlanmış ineğin etinden
bir parçanın öldürülmüş adama değdirilmesi sonucu adamın dirilmesi
gibi: "Bunun için de, 'İneğin bir parçasıyla ona (o öldürülene)
vurun.' demiştik." Başka bir topluluğun diriltilmeleri gibi:
"Yurtlarından çıkanları görmedin mi?..." [Bakara, 243] Harap olmuş
bir beldeye uğrayan kişinin öldükten sonra mucizevî bir biçimde
diriltilmesi gibi: "Ya da (duvarları, çatıları üstüne yığılmış, alt üst
olmuş,) ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi)?"
[Bakara, 259] Hz. İbrahim'in eliyle kuşların diriltilmeleri gibi: "Hani
bir zaman İbrahim, 'Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.'
demişti." [Bakara, 260]
Kur'ân'da sözü edilen ve sayıları on ikiyi bulan bu olağanüstü
mucizelerin büyük çoğunluğu, İsrailoğullarıyla ilgili olarak gerçekleşmiştir.
Bundan önce, mucizevî olayların gerçekleşebileceğini ve
varlık âleminde olağanüstü gelişmelerin her zaman mümkün olduğunu
vurgulamıştık ve bunun genel neden-sonuç yasası ile çelişmediğini
dile getirmiştik. Bununla da, mucizelere ilişkin ayetlerin
zahirlerinden anlaşılan anlamları yorumlamanın, bu ayetlere,
zahirlerinden anlaşılandan farklı anlamlar yüklemenin bir kanıta
dayanmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü bu gibi olgular, üçün iki tam
sayıya bölünmesi ve çocuğun aynı zamanda kendi kendisinin babası
olması gibi mümkün olmayan şeyler değiller.
Evet, ölülerin dirilmesi ve başka bir varlığa dönüşüm gibi mucizeler
ayrı bir incelemenin konusudurlar. Bu gibi mucizelerle ilgili
olarak şöyle bir şüphe ileri sürülmüştür: Yerinde kanıtlanmıştır ki,
kemal ve fiililik kuvvesine sahip bir varlık kuvveden fiile dönüşünce
onun bir kez daha kuvveye dönüşmesi imkânsız olur. Aynı şekilde
varoluşsal olarak mükemmellik niteliğine sahip olan bir şey
de, olgunlaşma süreci içinde varoluşsal olarak olduğundan daha
noksan bir mükemmellik konumuna dönüş yapmaz. İnsanoğlu da
ölüm sonucu maddeden soyutlanır, misalî ya da aklî niteliğe sahip
soyut bir varlığa dönüşür. Bu varoluş aşamalarının her ikisi de,
maddî varoluş aşamasından daha ileridirler. Bu düzeylerdeki varoluş,
maddî varoluştan daha güçlüdür. Dolayısıyla ölümden sonra
ruhun tekrar maddeye yönelmesi, ilgi duyması imkânsızdır. Aksi
taktirde, fiile dönüşen bir şeyin tekrar kuvveye dönüşmesi gerekecek
ki, bu muhaldir. Ayrıca, insanoğlu varoluş bakımından diğer
canlı türlerinden daha güçlü bir konumdadır. Böyle bir varlığın da
"mesh" aracılığı ile öteki canlı türlerinden birine dönüşmesi imkânsızdır.
Ben derim ki: Kuvveden fiile geçen bir şeyin tekrar kuvveye
dönüşmesinin imkânsızlığı, kuşkusuz gerçektir. Ne var ki, ölenin
bir kez daha dünya hayatına dönmesinde, aynı şekilde "başka bir
canlıya, varlığa dönüşüm" olayında kuvveden fiile geçmek söz konusu
değildir. Bunu şöylece izah etmek mümkündür: Somut olguların
ve kanıtların verilerine göre, bitkisel maddî cevher, hayvanî
tekâmül sürecine girdiği zaman, hayvanîliğe doğru hareket eder,
hayvanî bir biçim alır. Bu biçim, madde ile madde ötesi arasındaki
ara aşamadaki (berzah) özgü soyut bir biçimdir.
Bunun hakikati ise, 'şeyin' kendisini cüz'î ve hayalî bir kavrayışla
algılamasıdır. Sözünü ettiğimiz biçim, bitkisel cevher açısından
kâmil bir varoluştur ve söz konusu kuvve açısından cevherî
hareketle elde edilen bir fiililiktir. Dolayısıyla bunun bir gün maddî
cevhere yönelmesi, ona dönüşmesi mümkün değildir. Ancak eğer
söz konusu "şey" maddesinden ayrılır ve o madde, söz konusu
maddî bir biçimle baş başa kalırsa, o başka. Bir hayvanın ölüp hareketsiz
bir cesede dönüşmesi gibi. Bu hayvanî biçim, kendisinden
kaynaklanan algılama faaliyetlerinin, bilmeyle ilgili durumların
kaynağıdır. Hayvanî ruh, söz konusu eylemlerin gerçekleşmesi ile
birlikte bilmeye ilişkin bu durumları özüne nakşeder.
Öze işlenen bu nakışlar üst üste yığılınca, birbirine benzeyen
nakışlardan yepyeni bir nakış meydana gelir. Ve bu, yok edilmez
kalıcı bir biçim ve köklü bir öz varlık olur. Bu yeni ruhsal biçimden,
hayvanî bir tür ortaya çıkabilir, kendine özgü biçimi ve türü olan
özel bir hayvan türü oluşabilir; hile, kin, şehvet, vefa ve ihtiras gibi
biçimlerden biriyle belirginleşebilir. Fakat söz konusu biçimler, öz
varlık hâlini almayınca nefis eski basit aşamasında kalır. Öze ilişkin
cevherî hareketlilikten geri duran bitkiler gibi. Böyle olunca da
bitki olarak kalırlar ve hayvanî faaliyet alanına çıkış yapamazlar.
Şayet berzahî nefis aniden biçim elde etmek suretiyle durumları
ve fiilleri açısından tekâmül ederse, varoluşunun ilk aşamasında
bedeni ile olan ilişkisi kesilir. Ne var ki, berzahî nefis, madde ile
bağlantılı olan algılama faaliyetleri aracılığı ile git gide tedricî bir
tekâmül gerçekleştirir. Nihayet eğer doğal ömrünü ve kendisi için
öngörülen süreyi tamamlarsa, kendine özgü bir canlı türü hâline
gelir. Eğer yok edici ölüm gibi herhangi bir engelden dolayı doğal
ömrünü yaşama ve kendisi için öngörülen süreyi tamamlama imkânını
bulamazsa, basit hayvanîlik niteliğini korur.
Aynı şekilde eğer hayvan, insan olma sürecine girerse -insan,
zatını maddeden, onun gereklerinden, oranlar ve renkler gibi ona
ilişkin olgulardan soyutlanmış olarak bütünsel bir yaklaşımla düşünebilen
bir varlıktır- cevherî hareketle aklın kuvve merhalesi olan
misal fiilîliğinden çıkar, soyut akıl fiilîliğine girer. Böylece fiilî
olarak insan biçimini kazanır. İşte bu fiilî durumun yeniden, hayvan
için söz konusu olan kuvvesine, yani misalî soyutluğa dönüşmesi
muhaldir. Ayrıca, bu biçimin de kendine özgü fiil ve durumları
vardır. Bunların tedricî birikimi sonucu özel bir biçim oluşur. Bu
da hayvanî türe ilişkin olarak söz konusu edilen durumun bir benzeri
olmak üzere, insan türüne ilişkin yeni bir çeşitliliğe yol açar.
Yaptığımız açıklamayı anladıysan, şu varsayımı rahatlıkla kavrarsın:
Diyelim ki, bir insan öldükten sonra tekrar dünyaya döndü
ve ruhu yeniden maddeye bağlandı. Özellikle daha önce bağlı bulunduğu
maddî biçime yeniden kavuştu. Bu durum ruhunun soyutlanmışlığını
geçersiz kılmaz. Çünkü ruh ilginin kesilmesinden önce
de soyutlanmış durumdaydı. Aynı şekilde ikinci bir bağlantıdan
sonra da soyutlanmışlığını korur. Ölüm olayı ile birlikte meydana
gelen durum, ruhun madde içindeki faaliyetlerinin bağlantısını
sağlayan araçları kaybetmesidir. Dolayısıyla artık ruh maddî bir
eylem gerçekleştirememektedir. Tıpkı gerekli araç ve gerecini yitiren
bir sanatkâr gibi. Ruh madde ile olan bağlantısını yeniden sağlayınca,
bedensel güçlerini ve araçlarını yeniden kullanmaya başlar.
Fiiller aracılığı ile kazandığı yeni durumlar ve melekeler sergiler.
Bunlar daha önce elde ettiği durumlardan daha üstün bir konumda
olurlar ve bunlar sayesinde yeni bir tekâmül gerçekleştirmiş
olur. Dolayısıyla bu madde ile yeniden bağlantı kurmak, bir
328 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1 geriye dönüş, olgunluk konumundan noksanlık konumuna iniş ve
fiilden kuvveye geçiş değildir.
Desen ki: Buna göre, sürekli aksiliğin, zorlamanın mümkün
olduğunu söylemek gerekir. Hâlbuki bunun yanlış olduğu kesindir.
Çünkü bedenden kopmuş soyut ruh, ikinci kez maddeyle bağlantı
kurması dolayısıyla, maddî fiiller açısından karakteristik bir tekâmüle
kavuşabilecekse, onu sonsuza dek bu tekâmülden yoksun
bırakmak, karakteristik olarak sahip olması gereken bir nitelikten
yoksun bırakmak anlamına gelir. Çünkü her ruh, mucizevî bir şekilde
ya da olağanüstü bir yöntemle tekrar dünyaya dönmez. Şu
hâlde kesintisiz yoksunluk, sürekli bir zorlamadır.
Buna karşılık ben derim ki: Dünya hayatında kuvveden fiile
geçen ve belli bir sınıra varıp ardından ölen ruhlar açısından, sürekli
olarak bir adım ötede bekleyen bir tekâmül imkânı söz konusu
değildir. Aksine; ruh, bir süre sonra sahip bulunduğu fiililik
durumu üzere istikrar kazanır. Ya da kendine uygun aklî biçimi alarak
eriştiği düzeyi korur. Böylece söz konusu imkân da ortadan
kalkar. Çünkü birtakım iyi ve kötü ameller işlemiş olmasına rağmen
basit ve yalın bir ruhla ölen insan, eğer bir süre daha yaşayacak
olsaydı, yalın ruhuna mutlu veya mutsuz bir biçim kazandırabilirdi.
Aynı şekilde eğer öldükten sonra tekrar dünyaya dönerek
bir süre daha yaşayacak olursa, eski biçimi üzerine yeni ve özel bir
biçim edinebilir. Dönmediği takdirde ise, dünya ve ahiret arası ara
dönemde (berzah âleminde) daha önce işlediği amellerden dolayı
ya ödüllendirilir, sevap alır ya da cezaya çarptırılarak azap görür.
Ta ki, geçmiş misalî biçimine uygun aklî bir biçim alana kadar.
Böylece de söz konusu imkân geçersiz olur ve sadece aklî tekâmül
imkânı kalır. Eğer dünyaya dönecek olursa, -peygamberler ve
velilerin öldükten sonra tekrar dünyaya dönecekleri varsayımı gibi-
maddî bakımdan ve madde ile bağlantılı fiiller açısından başka bir
aklî biçim elde edebilir. Dönmediği takdirde ise, onun için kazandığı
kemal ve kemal yolu üzerindeki derecelerden başka bir şey
olmaz.
Bilindiği gibi bu, sürekli bir zorlama olarak değerlendirilemez.
Eğer ruhun, birtakım etkenler ve etkin illetlerin sonucu kendisi için
mümkün olan tekâmülden yoksun olması sürekli bir zorlama ola-
rak kabul edilecek olursa, didişme ve çekişme yurdu olan bu dünyadaki
olayların büyük çoğunluğu ya da tümü, sürekli zorlama olarak
değerlendirilmelidir. Çünkü doğanın bütün parçaları bütün olayların
üzerinde etkin rol oynar. Hâlbuki sürekli zorlama, türlerden
birinin karakteristik olarak tekâmül gücüne ve kabiliyetine
sahip olması, sonra da bunun belirtilerini, ya kendi içinden ya da
dışarıdan kaynaklanan ve karakteristik özelliğin işlevsiz bırakılmasına
dönük olan bir olgunun etkisi sonucu, hiçbir zaman dışa
vuramamasıdır. Bu durumda söz konusu türün tekâmül edebilme
kabiliyetiyle donatılması saçma, gereksiz ve anlamsız olur. Gerisini
sen anla artık.
Aynı şekilde, eğer bir insanın biçiminin değiştiğini, maymun ve
domuz gibi herhangi bir hayvanın biçimine büründüğünü varsayarsak,
bu, biçim üstüne biçim şeklinde gerçekleşir. Buna göre o,
insan domuzdur veya insan maymundur. İnsanlığı devre dışı kalmış,
onun yerini domuzluk veya maymunluk almış değildir. Çünkü
insan kendisi için karakteristik biçimlerden birini elde ettiği zaman
ruhunu onunla biçimlendirmiş olur. Bu biçimin tıpkı öldükten
sonra ahirette olacağı gibi, dünyada da gizlenmişlikten açıklığa
çıkmasının imkânsız olduğuna ilişkin bir kanıt elde mevcut değildir.
Daha önce de vurgulandığı gibi insan ruhu, ilk varoluş aşamasında,
özel bir biçimde türlenebilecek, belirsizlikten sonra belli bir
biçim alabilecek, mutlaklıktan sonra sınırlandırılabilecek bir basitliktedir.
Şu hâlde meshedilmiş insan, biçim değiştirmiş insandır.
İnsanlığını yitirmiş değildir. Bizler günlük yayınlarda Avrupa ve
Amerika'daki bilimsel kurumların yayınladıkları bildirilerde ölümden
sonra hayatın olabileceğine ve insan şeklinin mesh yoluyla
değişebileceğine ilişkin haberler okuyoruz. Gerçi biz, bu tür meseleleri
ele alırken sırf bu tür haberlere dayanarak düşünce üretmeyiz,
ama bir araştırmacı da dün okuduğunu bugün unutmamalıdır.
Desen ki: Şu hâlde, tenasuha (reenkarnasyon) inanmamak için
herhangi bir neden yoktur.
Buna karşılık vereceğimiz cevap şudur: Bu yaklaşım kesinlikle
doğru değildir. Çünkü, kendine özgü tekâmülünü tamamlayan bir
ruhun bedenden ayrılmasından sonra diğer bir bedene girmesi
demek olan tenasuh imkânsızdır. Çünkü ruhun girdiği bu bedenin
eğer bir ruhu varsa, bu durumda tenasuh soncu iki ruh aynı bedende
bir araya gelmiş olacaktır. Bu ise, çoğun birliği ve birin çokluğu
demektir. Yok eğer söz konusu bedenin ruhu yoksa, o zaman
da fiilî olanın kuvveye dönüşmesi söz konusu olur. Yaşlı adamın
çocuk hâline gelmesi gibi. Aynı şekilde, yaptığımız bu açıklamalardan
çıkan sonuca göre, tekâmülünü tamamlayıp bedenden ayrılan
insan ruhunun bitkisel veya hayvanî bir bedene geçmesi de
imkânsızdır.
KONUYLA İLGİLİ İLMÎ VE AHLÂKÎ BİR İNCELEME
Kur'ân-ı Kerim'de en çok sözü edilen, hayatlarından kesitler
sunulan topluluk İsrailoğullarıdır. Adı en fazla geçen peygamber
de İm-ran oğlu Musa'dır (selâm üzerine olsun). Söylenene göre,
Hz. Musa'nın adı yüz otuz altı yerde geçer. Bu sayı, Hz. Musa'dan
sonra en çok adı geçen peygamber olan Hz. İbrahim'in adının sayısından
bir kat daha fazladır. Çünkü yine söylenene göre, Hz. İbrahim'in
adı da altmış dokuz yerde geçmiştir. Bundaki belirgin
amaç şudur: İslâm, Allah'ın birliği ve ortaksızlığı esasına dayanan
hanif dindir. Bu dinin temelleri Hz. İbrahim döneminde atılmış ve
nihayet yüce Allah, sevgili peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.a)
gelişi ile birlikte bu dini tamamlayıp kemale erdirmiştir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: "Babanız İbrahim'in dini (böyleydi). O,
sizi daha önceden Müslümanlar olarak adlandırdı." (Hac, 78)
Uluslar içinde en inatçı, en dik baş, hakka boyun eğmekten en
çok kaçınan ulus, İsrailoğullarıdır. Nitekim Peygamber efendimizin
muhatap olduğu Arap kâfirleri de bu niteliğe sahiptiler. Öyle ki
yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Hiç kuşkusuz, şu
kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar."
(Bakara, 6) İsrailoğullarıyla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'in
sözünü ettiği hiçbir aşağılık nitelik yoktur ki, Arap müşriklerinde
bulunmasın. Onlar da tıpkı İsrailoğulları gibi pislik içinde yüzüyorlardı.
Katı yüreklilikte, anlayışsızlıkta İsrailoğullarından geri kalır
bir yanları yoktu. Kur'ân-ı Kerim'de İsrailoğullarıyla ilgili kıssalar üzerinde iyice
düşündüğün zaman göreceksin ki, İsrailoğulları maddeye bağlanan,
ondan vazgeçemeyen bir topluluktur. Tek hedefleri duyu or-
ganlarının sağladığı maddî hayata ilişkin zevklerdir. Bu topluluk
duyu ötesine inanmazdı, sadece zevklerinin ve maddî doygunluğun
peşinde koşarlardı. Nitekim bugünkü Yahudiler de aynı karaktere
sahiptirler. Bu karakterleri, akılları ve iradelerinin duyu organlarının
ve maddenin kontrolünde olmasını sağlamıştı. Ancak duyularının
ve maddenin elverdiği ölçüde akledebiliyor ve ancak bunların
izin verdiği sınırlar içinde iradelerini kullanabiliyorlardı. Bütünüyle
duyularına bağlı olmalarından dolayı, duyu organlarıyla algılayamadıkları
bir şeyi gerçek de olsa kabul etmiyorlardı. Maddeye
bağlılıkları yüzünden, maddî güzelliklere ve hayatın çekici süslerine
sahip olan büyüklerinin her dediğini yanlış da olsa kabul ediyorlardı.
Bu da onların söz ve fiillerinin çelişmesine yol açmıştı.
Onlar, duyularından uzak olduğu sürece, uyulması gerekiyor olsa
da, gelenek adına uygulanan her hususu kınayarak reddederlerdi.
Ama uyulmaması gerekiyor olsa da, maddî tutkularıyla uyum içinde
olan, hayatın zevki adına diye yapılan her şeyden övgüyle
söz ederlerdi. Onların bu karaktere sahip olmalarını sağlayan etkenlerin
başında uzun süre Mısırlıların egemenliği altında, onların
köleleri olarak onur kırıcı bir hayat yaşamaları gelir. Mısırlılar onlara,
kötü işkenceler yapıyor, oğullarını öldürüp kadınlarını sağ bırakıyorlardı.
Bunda Rablerinden onlara yönelik büyük bir sınav
vardı.
Kısacası İsrailoğulları, bu sebeplerden dolayı peygamberlerinin
ve dini hayata geçirme misyonunu üstlenen bilginlerinin, onların
dünya ve ahiret mutluluklarına yönelik sözlerine uymada çok
ağır davranırlarken, aralarındaki müstekbirlerin ve haktan yüz çevirenlerin
çağrılarından çok çabuk etkilenirlerdi. (Bu hususta Hz.
Musa ve başkalarına karşı takındıkları tavırları hatırlayabilirsiniz.)
Hak ve hakikat, bugün de Batıda ortaya çıkan madde eksenli
medeniyete karşı benzeri bir sınav vermektedir. Bu medeniyet de
duyulara ve maddeye dayanmaktadır. Duyularca algılanmayan
hiçbir kanıtı kabul etmiyor ve duyularca algılanan maddî bir lezzet
kapsayan bir şey hakkında da kanıt arama gereğini duymuyor. Bu
yüzden Batı medeniyeti, eşya ve olaylara ilişkin yargılarında insanî
karakteristiği devre dışı bırakmıştır. Yüksek bilgiler ve üstün ahlâk
insanlık âleminden uzaklaşmıştır. Dolayısıyla insanlık yok oluş
tehdidiyle burun burunadır. İnsanoğlu yeryüzündeki serüveninde
bugüne kadar tanık olmadığı korkunç bir fesadın, dejenerasyonun
ölümcül tehdidi altındadır. Bir zaman sonra bunun haberleri
duyulacaktır.
Oysa ahlâk alanında yapılacak bir araştırma aksi bir sonuç verecektir.
Çünkü her kanıt zorunlu olarak istenmez ve her gelenek
de zorunlu olarak kötülenmez. Şöyle ki: Beşer türü, insan olması
hasebiyle iradeye bağlı fiilleri ile hayatta kendisi için öngörülen
kemale doğru yol alır. İradesi de düşünceye bağlıdır. Düşünce olmadan
iradenin gerçekleşmesi imkânsızdır. Dolayısıyla zorunlu
varoluş kemalinin dayandığı biricik temel düşüncedir. Bu yüzden
insanın varoluşsal kemali ile dolaylı veya dolaysız bağlantısı bulunan
pratik veya teorik bilgilerinin bulunması kaçınılmazdır. Bunlar
bireysel ve toplumsal eylemlerimizi ya da zihnimizde tasarlayıp da
eylemlerimiz aracılığı ile dış âlemde elde ettiğimiz şeyleri gerekçelendirdiğimiz önermelerdir.
Ayrıca, insanın temel bir özelliği de, karşılaştığı olayların ya da
zihnine hücum eden bilgilerin sebebini araştırma gereğini duymasıdır.
Gerektirici illeti (nedeni) zihninde belirlemediği sürece bir insanın,
dış âlemin yansıması olarak zihninde oluşan şeyin gerçekleşmesine
yol açacak bir eylemi gerçekleştirmesi düşünülemez.
Aynı şekilde insanoğlu, illetinin onaylanmasına dayanmayan teorik
bir onayı da kabul etmez. İşte bu, insanın ayrılmaz bir karakteridir,
onsuz edemediği özelliğidir. Şayet bu karakterin aksini gösteren
bazı örnekler bulursak, üzerinde biraz düşündükten sonra
hiçbir kuşku kalmaz, onların da bir illete dayandığı gün yüzüne
çıkmış olur. Çünkü bu temele dayanıp güvenmek, insanın öz yaratılışının
bir gereğidir. İnsanın öz yaratılışı, yani fıtratı ise, değişmez
ve fiilleri arasında başkalaşım söz konusu olmaz. Bu da doğal ihtiyacın
çok geniş çaplı olduğundan dolayı, insanı gücünün üstündeki
bir düşünsel eyleme ve bundan kaynaklanan fiillere yöneltir.
İnsanoğlu, sırf kendisine güvenerek ve sadece kendi doğal gücüne
başvurarak bu ihtiyacı ortadan kaldıramaz. İnsanın öz yaratılışı,
onu toplum içinde destek ve güç araştırmasına yöneltir. Medeniyet
dediğimiz şey de budur. Böylece söz konusu ihtiyaç kapıları
toplum birey-leri arasında bölüştürülmüş olur. Her bir ihtiyacın
giderilmesi bir gruba yüklenir. Tıpkı bir canlı organizmanın, görev-
leri değişik, ama amaçları bir olan organları gibi, tümünün çabası
organizmanın ihtiyacının giderilmesine yönelik olur. İnsanlığın ihtiyaçları
da nitelik ve kapasite olarak sürekli gelişme kaydetmekte,
sürekli artmaktadır. Yeni sanat, bilim ve sanayi dalları ortaya
çıkmaktadır. Buna paralel olarak bilginler ve sanatkârlar arasında
her gün yeni uzmanlar yetişmektedir. Bilimler ve sanatların birçoğu,
bir zamanlar tek bir bilim, tek bir sanat sayılıyor, tek bir kişi
üstesinden gelebiliyordu. Ama bugün bunların her bir dalı başlı
başına bir bilim ya da bir sanat kabul edilmektedir. Söz gelimi, tıp
bilimi geçmişte doğa biliminin bir dalı sayılıyorken, bugün kendi
içinde birçok dallara ayrılmış ve bir uzman ancak onun bir dalı ile
ilgili olarak öne çıkabilir.
Bu durum, öz yaratılışın da ilham etmesi ile birlikte, insanı sadece
kendi alanında bağımsız davranmaya, ilgi alanının illetini araştırırken
kendi uzmanlığını kullanmaya ve bunun dışındaki hususlarda,
deneyimine ve maharetine güvendiği kimselere uymaya
yöneltir. Toplum fertlerinin akıllıları deneyimli kişilere başvurmayı öngörürler.
Bu tür bir uymanın ve meşhur deyimiyle taklidin gerçek
mahiyeti, insanın, kanıtsal ayrıntılarını elde edemediği hususlar
da ayrıntısız, kısa kanıta uymasıdır. İlletini ve kanıtını ayrıntılı biçimde
elde edebildiği hususlarda, tek başına ayrıntılı kanıtı araştırmaya
koyulması insanın öz yaratılışından olduğu gibi, bu da öz
yaratılıştan kaynaklanan bir tavırdır.
Meselenin özü ise şudur: İnsanoğlu, bilgiden başkasına
dayanmaz. Öz yaratılışı açısından zorunlu olan da içtihattır. İçtihat,
elinden geldiği hususlarda bağımsız araştırma yapmak demektir.
Taklit ise, bilmeyenin, bilgisi ve kapasitesi dahilinde olmayan hususlarda,
bilene başvurup verdiği bilgilere uymasıdır. İnsan türü içinde
bir bireyin, dünya hayatının temel dayanağı olan tüm hususlarda
kendi başına davranabilmesi, bağımsız hareket etmesi imkânsız
olduğu için, herhangi bir hususta başkasına uymamak ve
taklitsizlik imkânsızdır. Onun için kim hayatta hiç kimseyi taklit
etmediğini iddia ederse veya böyle bir sanıya kapılırsa, o kendini
bilmeyen bir budaladır.
Evet, tıpkı ulaşılması ve elde edilmesi mümkün olmayan bir
hususta içtihat yapmaya kalkışmak gibi, insanın illetine ve sebebine
ulaşabileceği hususlarda başkasını körü körüne taklit etmesi
de toplumları yok oluşa sürükleyen, üstün nitelikli uygarlıkları yıkıma
uğratan aşağılık bir hastalıktır. Onun için sadece yüce Allah-
'a sorgusuz sualsiz uyulur. Çünkü tüm sebeplerin vardığı ilk sebep
O'dur.
75- Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?
Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işittiler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi. 76- İman edenlerle karşılaştıkları zaman "İman ettik" der-ler.
Birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise, "Allah'ın size açtıklarını
Rabbinizin katında aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?" derler.
77- Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.
78- Bunların içinde bir de ümmîler (okur-yazar olmayanlar) var
ki, kitabı bilmezler. Bütün bildikleri, birtakım kuruntulardır; onlar,
ancak zannederler.
79- Artık vay hâline o kimselerin ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra
az bir değer karşılığında satmak için "Bu, Allah katındandır." diyenlere! Ellerinin yazdığından ötürü vay hâline onların; kazandıklarından ötürü vay hâline onların!
80- Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, bize ateş dokunmayacaktır."
De ki: "Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden
asla dönmez.- Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?"
81- Hayır, kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşat-mış
olursa, işte onlar ateş halkıdırlar, orada ebedî kalacaklardır.
82- İman edip iyi işler yapanlar, işte onlar cennet ehlidir, onlar
orada ebedî kalacaklardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Ayetlerin akışı özellikle sona doğru, Yahudilerin kâfirlerle birlikte
hareket ettiklerini vurgulamaktadır. Özellikle Medineli kâfirlerin
safında yer alıyorlardı. Çünkü birbirlerine komşuydular. Yahudiler,
Pey-gamberimizin gönderilişinden önce Allah'ın elçisinin
destekçileri olarak bilinirlerdi. Din ve kitap hakkında bilgi sahibiydiler.
Bu yüzden herkesten çok onların inanması umuluyordu,
Peygambere (s.a.a) kitle-ler hâlinde gelip iman etmeleri, ona destek
olup, mesajının aydınlığının parlamasına, davetinin yayılmasına
yardımcı olmaları beklenirdi.
Fakat Peygamber efendimiz Medine'ye hicret edince, tavırlarından
dolayı onlara yönelik ümit ümitsizliğe, beklenti de karamsarlığa
dönüştü. Bu yüzden yüce Allah, "Şimdi siz bunların size inanacaklarını
mı umuyorsunuz?" buyuruyor. Yani gerçeği örtbas
etmek, sözü çarpıtıp ilâhî mesajı tahrif etmek onların karakteristik
özelliğidir. Şu hâlde sözlerinin tersini yapmaları, verdikleri sözden
dönüp anlaşmalarını çiğ-nemeleri yadırganmamalıdır.
"Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?" Bu ifadede
İsrailoğullarına yönelik hitap Peygamber efendimize ve
müminlere yöneltilerek, İsrailoğulları üçüncü şahıs konumuna getiriliyor.
Bununla güdülen amaç şudur: Bakara Kıssası anlatıldığı
sırada, Yahudilerin bu hususta meydana getirdikleri tahrifattan ve
kıssayı Tevrat'tan çıkarmış olmalarından dolayı, hitap İsrailoğulları
yerine Peygamberimize (s.a.a) yöneltilmişti. Daha önce bu hususa
dikkat çekmiştik. Şimdi de aynı tarz da, yani İsrailoğulları üçüncü
şahıs konumuna getirilerek konu tamamlanmak isteniyor ve bu
doğrultuda Allah'ın kitabı üzerinde meydana getirdikleri tahrifata
dikkat çekiliyor. İfadenin gaip sıygası ile sunulması bu yüzdendir.
"İman edenlerle karşılaştıkları zaman, 'İman ettik.' derler. Birbirleriyle
baş başa kaldıklarında ise." Buna benzer bir ifade de bu surenin
başlarında geçmişti. Orada şöyle buyruluyordu: "İ-man edenlerle
karşılaştıkları zaman, 'İman ettik.' derler. Fakat şeytanlarıyla baş
başa kaldıklarında ise, derler ki, şüphesiz biz, sizinle beraberiz,
onlarla sadece alay ediyoruz." (Bakara, 14) Ne var ki, oradaki iki
önerme arasındaki karşılık (tekabul) yöntemi burada söz konusu
değildir. Çünkü burada amaç, Yahudilerin suçları ve cehaletlerinden
iki örnek daha sunmaktır:
Birincisi: Onlar kendilerini eziyetten, kınamalardan ve ölümden
kurtarmak için müminmiş gibi görünerek münafıklık yapıyorlar,
iki yüzlü davranıyorlar.
İkincisi: Onlar gizli-açık her şeylerini bilen yüce Allah'ı aldatabileceklerini
sanıyorlar. Şöyle ki: Onların avam tabakası, bu tabakaya
özgü saflıklarıyla kimi zaman müminlerle rahat bir şekilde konuşabiliyorlardı. Bu sırada kitaplarında yer alan Peygamber efendimize
ilişkin kimi müjdelerden veya Peygamberimizin nübüvvetini
doğrulayan müminlere faydalı olacak kimi bilgilerden söz ederlerdi.
Nitekim ayetlerin vurgusundan bu sonucu çıkarmak mümkündür.
İleri gelenleri, büyükleri, onları bundan sakındırıyor ve "Bu bilgileri
müminlere söylememeniz gerekir, yoksa yüce Allah katında
bunları aleyhinize kanıt olarak kullanırlar." diyorlardı. Sanki müminler
bunları kanıt olarak sunmayacak olurlarsa, yüce Allah onların
durumlarından haberdar olmayacak ve onları sorumlu tutmayacakmış
gibi. Bundan çıkan sonuç, yüce Allah'ın ancak meselenin
görünen kısmını bildiği, meselenin gizli yönünü, iç yüzünü
bilmediğidir. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın uluhiyet makamının
yüceliğini kavrayamamaktan kaynaklanan bir cehaletin ürünüdür.
Ulu Allah onların çarpık anlayışlarını şöyle reddediyor: "Bilmiyorlar
mı ki, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını biliyor?"
Bu tür bir bilgi yani meselenin iç yüzünü bilemeden sadece dış yüzünü
bilme, duyuya dayalı bir bilgidir. Duyu ise, maddî gereçlerle
donatılmış, zaman ve mekânla sınırlı, birtakım maddî illetlerin ürünü
olan maddî bedene muhtaçtırlar. Böyle bir durum, âlemin bir
parçası olan yaratığın niteliğidir; âlemin yaratıcısının niteliği değildir.
Bu da, İsrailoğullarına ilişkin az önceki değerlendirmemize ilişkin
bir kanıttır. İsrailoğulları maddenin temel değer olduğuna
inandıkları için, yüce Allah'ı da maddî varlıklar gibi değerlendiriyorlardı.
Onun maddenin içinde etkin bir varlık olduğunu ve maddeye
üstünlük sağlayıp ona egemen olduğunu sanıyorlardı; herhangi
bir maddî illetin bir maddî malûlün üzerindeki etkinliği, egemenliği
gibi. Bu çarpık anlayış sırf Yahudilere özgü değildir.
Maddenin temel değer olduğuna inanan tüm toplulukların ortak
anlayışıdır bu. Böyleleri, Allah'ın yüce zatı ile ilgili olarak maddî
varlıklarda gördükleri; hayat, ilim, kudret, ihtiyar, irade, kaza, hüküm,
olayları plânlayıp yönetme ve karar verme gibi sıfatlarla değerlendirme
yapıyorlar. Bu öyle bir hastalıktır ki, hiçbir ilâç fayda
vermez.
Mucizeler ve uyarı dolu mesajlar da böyle aklını kullanmayan
top-lumlara kâr etmez. Öyle oldu ki, hak dinle alakası olmayan,
dinin sunduğu gerçeklerden habersiz olanlar, onlarla alay eder oldular.
Dediler ki: Peygamberlerinden, "Allah Âdem'i kendi suretinde
yaratıyorlar." diye rivayet eden Müslümanlara bakın, Allah'ı
Âdem suretinde yaratıyorlar (düşünüyorlar). Bunlar kendilerini
Rableri hakkında iki şeyden birini seçme mecburiyetinde görüyorlardı:
Ya maddeyle ilgili tüm hükümleri Rableri içinde geçerli bilecekler.
Tıpkı Müslümanlar arasında ortaya çıkan müşebbihe ve
müşebbihe olarak tanınmasa da bu konuda onlardan farklı düşünmeyenler
gibi. Ya da O'nun güzel sıfatlarından hiçbir şey anlamadıklarını
söyleyecek, tüm olumlu sıfatları olumsuz sıfatlara
çevirerek Allah'ın sıfatlarını anlatan kelimelerin müşterek kavramlar
olduğunu ileri süreceklerdir. Söz gelimi, "O, vardır, sabittir, â-
limdir, kadirdir, diridir." derken birtakım anlamlarını anlayamadığımız,
kavrayamadığımız kelimeler söylemişizdir. Bu yüzden bunların
anlamlarını olumsuza çevirmek gerekir. "O , yok olucu, gidici,
cahil, âciz ve ölü değildir" gibi.
Ey gören gözleri olanlar, varın siz ibret alın! Aslında bu, "Kavramadıkları
şeye inandıkları, anlamadıkları şeye ibadet ettikleri,
hem kendilerinin ve hem de hiç kimsenin akledemedikleri şeye
dua ettiklerine" ilişkin bir itiraftır. Ancak, dinî çağrının sunduğu
bilgiler, onların bu tür batıl düşüncelerden uzaklaşmalarını gerektirecek
oranda açık gerçekler içermektedir. Dinsel öğreti genel olarak
avam kesimi için teşbih ile tenzih arası bir noktada sözün
gerçeğini ve gerçeğin özünü korumalarını öngörmüştür.
Avam kesimi, "Yüce Allah şeylere benzemeyen bir şeydir. O'-
nun bilgisi vardır, ama bizim bilgimize benzemez. O'nun gücü bizim
gücümüz gibi değildir. Hayatı da bizimkine benzemez. İster,
ama bu bir arzudan dolayı değildir. O'nun konuşması da ağız kanalı
ile gerçekleşmez." demek durumundadır. Havas kesimi ise,
onun ayetlerinin üzerinde düşünmeli, dininde derin bilgiye sahip
olmalıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilenlerle bilmeyenler
bir olur mu? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar." (Zümer, 9)
Havas kesiminden olan insanlar avam kesiminden olan insanlarla
aynı bilgi düzeyine sahip olmadıkları gibi, bunların yüküm-lülükleri
de bir olmaz. Eğer benimseyip uyacaklarsa kendileri ile ilgili dinî
prensip budur.
"Bunların içinde bir de ümmiler (okur-yazar olmayanlar) var ki, kitabı bilmezler; bütün bildikleri birtakım kuruntulardır." Ayette geçen "ümmî" kelimesi, okur-yazar olmayan demektir. "Anne" anlamındaki "ümm"e mensupluğu ifade eder.
Çünkü analık duygusallığı ve şefkati; çocuğu öğretmene gönderip onu
eğitmesine elvermemiş dolayısıyla çocuk anasının verdiği eğitimle yetinmek durumunda kalmıştır. Ayetin orijinal metninde geçen "emaniyy" kelimesi
ise, "umniyye" kelimesinin çoğuludur; "yalanlar, asılsız kuruntular"
demektir. Bundan çıkan sonuca göre, Yahudiler, kitabı
okuyup yazan ve onu tahrif eden grupla okuma-yazma bilmeyen
ve tahrifçilerin uydurdukları yalanlardan başka kitapla ilgili olarak
herhangi bir bilgiye sahip olmayan iki gruptan oluşuyor.
"Vay hâline o kimselerin ki, kitabı elleriyle yazıp..." Ayetin orijinalinde
geçen ve "vay hâline" anlamını verdiğimiz "veyl" deyimi, "yok
oluş, şiddetli azap, dayanılmaz hüzün, rezil oluş ve insanın şiddetle
kaçındığı her türlü onur kırıcı alçalış anlamını ifade eder. "elİştira"
ise "satmak" demektir.
"Ellerinin yazdığından ötürü vay hâline onların; kazandıklarından ötürü vay hâline onların!" İfadedeki "onlar" zamiri ya tüm
İsrailoğullarına ya da sadece "kitabı tahrir' işinde fiilen katkısı
bulunanlara dönüktür. Bunların her birine göre çıkan sonuç da
değişir. Birinci ihtimale göre, onlardan okuma-yazma bilmeyenler
de "veyl"in kapsamına girerler.
"Hayır, kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa,
işte onlar ateş halkıdırlar, orada ebedi kalacaklardır." Suç (veya orijinal ifadede geçtiği şekliyle ("hata") günah kazanmaktan kaynaklanan
psikolojik bir durumdur. Suçun insanı kuşatmasının "günah
kazanma" olayından sonra söz konusu edilmesi bu yüzdendir. İnsanın
suç ve hata tarafından kuşatılmış olması durumu, kurtuluşa
giden tüm yolların kesilmesini doğurur. Suç tarafından kuşatıldığı
için, hidayet, bu adama doğru yol bulamazmış gibi. Şu hâlde bu
adam ateş halkıdır, orada sonsuza dek kalacaktır. Eğer kalbinde
imandan bir şey kalmış olsaydı veya insaf ve gerçek karşısında
boyun eğme gibi hakkı reddetmeyen huy ve melekelere sahip bulunsaydı,
bu durumda hidayet ve mutluluk ona doğru yol bulabilirdi.
Şu hâlde, "suç tarafından kuşatılma" olayı ancak Allah'a ortak
koşma söz konusu olursa gerçekleşir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan
başkasını dilediği kimse için bağışlar." (Nisâ, 48) Diğer bir yaklaşımla
suç tarafından kuşatılma, ancak küfür ve Allah'ın ayetlerini
yalanlama söz konusu olursa gerçekleşir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidirler,
onlar orada ebedî kalacaklardır." (Bakara, 39) Şu hâlde, "günah
kazanma ve suç tarafından kuşatılma" deyimi ateşte sonsuza dek
kalmayı gerektirici sebebi anlatan bir ifadedir.
Bil ki, bu iki ayet içerik olarak, "Şüphesiz müminler, Yahudiler,
Hıristiyanlar ve Sabiiler..." ayetine yakın anlamlar içermektedir.
Aradaki tek fark şudur: Bu iki ayet, yani "Kim bir günah kazanır..."
ifadesi, mutluluğun temel taşının gerçek iman ve salih amel olduğunu,
bu hususta iddiaların bir yarar sağlamayacağını açıklama
amacına yöneliktir. "Şüphesiz müminler ve..." diye başlayan ayetler
ise, mutluluğun temel taşının gerçek iman ve salih amel olduğunu,
bu hususta isimlerin bir yarar sağlamayacağını açıklama
amacına yöneliktir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "İman edenlerle karşılaştıkları
zaman" ifadesi ile ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği bildirilir:
"Yahudiler arasında bir grup vardı ki, inatçı değillerdi ve
gerçek karşısında ayak diretmezlerdi. Müslümanlarla karşılaştıkları
zaman, Tevrat'ta yer alan Hz. Muhammed'in kimi niteliklerinden
söz ederlerdi. Yahudi toplumunun ileri gelenleri, bu tür açıklamalarda
bulunmalarını yasaklayarak, Hz. Muhammed'in (a.s)
Tevrat'ta yer alan sıfatlarından onlara söz etmeyin, yoksa
Rabbinizin huzurunda verdiğiniz bu bilgileri aleyhinize kanıt olarak
kullanılırlar, dediler. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi."
el-Kâfi'de, "Hayır, kim bir günah kazanır da..." ayeti ile ilgili
olarak İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin şöyle
dediği belirtilir: "Emir'ül-Müminin'in velâyetini inkâr ederlerse,
sonsuza dek kalmak üzere ateş ehli olurlar." [c.1, s.429, h: 82]
Ben derim ki: Buna benzer bir hadisi de Şeyh Saduk, el-Emalî
adlı eserinde Peygamber efendimize (s.a.a) dayandırarak rivayet
eder. Her iki rivayet de genel hükmün örneklerini sunma amacına
yöneliktir. Nitekim yüce Allah velâyeti güzellik, iyilik olarak nitelendirmiştir:
"De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret
istemiyorum. Ancak akrabamı sevmenizi diliyorum. Kim bir iyilik
işlerse onun iyiliğini arttırırız." (Şûrâ, 23)
Bu rivayetlerde, Mâide suresinin ilgili ayetini ele alırken açıklayacağımız
hususun dile getirilmiş olabileceği de muhtemeldir.
Orada açıklayacağımız üzere velâyet, tevhit inancının gereği olan
amelleri yerine getirmek demektir. Bunun Hz. Ali (a.s) ile bağlantılı
olarak ele alınmasının sebebi ise, bu ümmetin içinde tevhit kapısını
ilk açanın o olmasıdır. Bununla ilgili olarak yapacağımız açıklamayı
bekleyin.
83- Hani İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: "Allah'tan başkasına
kulluk etmeyeceksiniz. Anaya, babaya, yakınlara, yetimlere,
yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin. Namazı
dosdoğru kılın. Zekât verin." Sonra siz, pek azınız hariç,
(hakka) sırt çevirmiş olarak döndünüz.
84- Hani sizden "Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz; kendinizi
yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız." diye söz almıştık. Sonra siz de
bunu ikrâr ettiniz ve buna tanıklık ediyorsunuz.
85- Sonra da sizler, o kişilersiniz ki, kendinizi (birbirinizi) öldürüyorsunuz. Bir bölüğünüzü yerinden yurdundan çıkarıyorsunuz.
Onlara karşı, kötülükte ve düşmanlıkta bulunmak üzere yardımlaşıyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu hâlde, (hem çıkarıyor, hem de) size esirler olarak geldiklerinde, fidye verip onları düşmandan kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunları yapanların kazancı, dünya hayatında ancak horluktan ibaret, kıyamet
günüyse onlar daha çetin bir azaba atılırlar. Allah, yaptıklarınızdan
gafil değildir.
86- Onlar, ahireti dünya yaşayışına satmış kimselerdir. Onların
ne azabı hafifletilir, ne de onlara yardım edilir.
87- Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik, onun arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve onu Ruh'ul-Kudüs'le destekledik. Ne zaman bir peygamber size
canlarınızın istemediği bir şey getirdiyse, onlardan bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz.
88- Dediler ki, "Kalplerimiz perdelidir." Hayır, küfürleri yüzünden
Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onun için çok azı
inanır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Hani biz İsrailoğullarından şöyle söz almıştık..." Olağanüstü bir ifade
tarzı ile önce üçüncü şahıs kipiyle söze başlanıyor. Daha sonra,
"sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz" diyerek hitap ikinci
şahsa yöneltiliyor. Ayrıca, ayet-i kerime başlangıçta yapılan ahdi
hatırlatıyor. Söz konusu olan, tamamen sözlü bir antlaşmadır. Ardından
üzerinde anlaşılan, söz alınan hususları sıralıyor ve haber
kipi ile konuya giriyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz."
İnşâ kipi ile de tamamlıyor: "İnsanlara güzel söz söyleyin."
Bu tür bir ifade tarzına başvurulmasının sebebi, ayetlerin İsrail-
oğullarına ilişkin kimi durumları yansıtmaları olsa gerektir. İfade
önce hitap şeklinde başlıyor. Çünkü bu tür bir ifade tarzı azarlama
ve serzenişte bulunma anlamını da ifade eder. Ayetlerin akışı bu
tür bir hitap şeklinde sürüyor. Daha sonra, Bakara kıssasının ardından,
bizim de işaret ettiğimiz bir gerekçeden dolayı bu ayete
gelene kadar hitap tarzı üçüncü şahıs kipi şeklinde bir değişikliğe
uğruyor.
Burada da üçüncü şahıs kipi ile söze başlanıyor; ancak sözlü
olarak gerçekleştirilen ahitleşmenin anlatımına geçilince, ifade hitap
şeklini alıyor. Şöyle deniyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz..." Burada haber verme tarzında bir yasaklama türü
söz konusudur. Bu tür bir ifade tarzının seçilmiş olması da konuya
verilen önemi vurgulama amacına yöneliktir. Sanki yasaklayıcı,
yasakladığı hususa dışarıda eksiksiz uyulacağından en ufak bir
kuşku duymamaktadır. Söz vermek suretiyle yükümlülük altına
giren şahsın ileride bu yasağa uyacağı, söz konusu fiili gerçekleştirmeyeceği hususunda bir endişe duymamaktadır. "Anayababaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz." ifadesinde de aynı şey söz konusudur. Bütün bunlar, haber niteliğinde
emirlerdir.
Bunun yanı sıra, olayın anlatımından önce üçüncü şahısla ilgili
ifade tarzından ikinci şahsa hitap tarzına geçiş yapılmış olması,
konunun özüne dokunulmasına imkân sağlıyor. Böylece, "Namazı
kılacaksınız, zekât vereceksiniz" dedikten sonra, "sonra siz döndünüz."
denince, arada bir kopukluk söz konusu olmuyor. Böylece
ayetlerin akışında bir ahenk sağlanıyor.
"Anaya, babaya iyilik..." ifadesi, ya emirdir ya da emir hükmünde
haberdir. Bu durumda ifadenin açıklaması ya şöyle olur:
"Anaya-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara, iyilik ediniz." Ya
da şöyle olur: "Anaya-babaya... iyilik edeceksiniz." İyilik edilecek
gruplar önem derecesine göre sıralanmışlardır. Çünkü insanın
kendi akrabaları başkasına göre kendisine daha yakındır. İnsanın
ana-babası ise, varoluş ağacının dayandığı ve üzerinde boy attığı
temeldir. Bu yüzden tüm akrabalar içinde insana en yakın olanlar
onlardır. Akraba dışı gruplarda ise, iyiliğe en fazla lâyık olanlar yetimlerdir.
Yoksullara göre, daha çok hak sahibidirler. Çünkü küçüktürler
ve bakımlarını üstlenecek kimseleri yoktur.
"Yetimler" ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir hususa dikkat çekmek
istiyoruz: "Yetim", babası ölen çocuğa denir. Anası ölene ise
"yetim" denmez. Bazıları, "İnsanoğlu açısından 'yetim', babası ölen
çocuktur. Hayvanlar açısından ise, anası ölen yavruya 'yetim'
denir." demişlerdir. "Mesakîn" ise, "miskîn"in çoğuludur ve hiçbir
şeyi bulunmayan, düşkün yoksul demektir.
Ayetin orijinalinde geçen "hüsnen" ifadesi, mübalağa amaçlı
sıfat anlamında mastardır. Diğer bazı okuyuş tarzlarında bu ifade,
"hasenen" şeklinde okunmuştur. Bu durumda ise, sıfat-ı
müşebbehe olur ve "insanlara güzel söz söyleyin" anlamını ifade
eder. Bu da kâfir olsun, mümin olsun tüm insanlarla iyi ilişkiler içinde
olmayı öngörür. İnsanlarla iyi ilişkiler içinde olmak, savaşa
ilişkin hükümle çelişen bir durum değildir. Yani "savaş" ayetinin
bu emri neshetmiş olması söz konusu değildir. Çünkü bunların her
birinin kendine özgü yeri vardır. Onun için savaş emri, iyi ilişkiler
içinde olma emriyle çelişmez. Nitekim terbiye etme amacına yönelik
sert söz de "iyi geçinme" ilkesi ile çelişmez.
"Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz. " ifadesi, "Allah'tan başkasına
kulluk ermeyeceksiniz" ifadesinde olduğu gibi inşâ tarzından
haberdir. Ayetin orijinalinde geçen "tesfikûne" fiilinin kökü olan
"es-sefk" kelimesi, "dökmek" demektir.
"Onlara karşı yardımlaşıyorsunuz." İfadenin orijinalinde geçen fiille
bir kökten olan "muzahara" kelimesi, yardımlaşma demektir ve
"zahîr" de yardım eden, arka çıkan demektir. Bu kelimenin kökü
"sırt, arka" anlamında "zahr"dır. Çünkü yardım insanın arkasından
gelir.
"Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu hâlde." İfadenin
orijinalinde geçen "huve" zamiri, anlatma ve durum bildirmeye
dönüktür. Tıpkı İhlâs suresinde yer alan "Kul huvellahu a-had" ayetinde
olduğu gibi.
"Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Yani fidye alma ile yurtlarından çıkarma durumlarının arasında ne fark vardır? Her ikisi de kitapta yer aldığı hâlde, neden
fidyeye ilişkin hükmü uyguluyorsunuz da, insanları yurtlarından çıkarmaya ilişkin hükmü kulak ardı ediyorsunuz? Yoksa siz kitabın
bir kısmına inanıyor, bir kısmını da inkâr mı ediyorsunuz?
"Onun arkasından peygamberler gönderdik." İfadenin orijinalinde
yer alan "kaffeyna" fiilinin mastarı olan "takfiye" kelimesi, ardışık
olarak getirme, birini diğerinin peşinden gönderme demektir.
"Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik." Al-i İmrân suresinin
ilgili ayetinde bu hususa ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
"Kalplerimiz perdelidir, dediler." Ayetin orijinalinde geçen "ğulf"
kelimesi, "eğlef" kelimesinin çoğuludur ve "ğilâf" kökünden gelir.
Yani "kalplerimiz perdelerin, örtülerin ve sargıların altında korumaya
alınmıştır." Bu ifade şu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Dediler
ki: Bizi çağırdığın şeye kalplerimiz örtüler içindedir." (Fussilet,
5) Bu ifade, söz konusu mesajı o kalplerin duymasının imkânsızlığından
kinaye olarak kullanılmıştır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de, "İnsanlara güzel söz söyleyin." ifadesiyle ilgili olarak
İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Sizin
hakkınızda söylenmesini istediğiniz en güzel sözü söyleyin insanlara."
[c.2, s.165, h: 10]
Yine el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği bildirilir: "İnsanlara sadece hayır söz söyleyin ve ne dediğinizi bilmedikçe konuşmayın."
[c.2, s.164, h: 9]
el-Meanî'de İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Size söylenmesini
istediğiniz en güzel şeyi söyleyin insanlara. Çünkü yüce
Al-lah müminlere karşı ağzı bozuk olanları, onlara sürekli lânet
okuyanları, onları sözleriyle incitenleri, hayâsızları, hayâsızlığı yaygınlaştıranları ve ihtiyaçları için başkalarına ağız açanları sevmez.
Buna karşılık hayalıları, güçleri yettiği hâlde sabrederek kötülüğü
olgunlukla ve iyilikle savanları, iffetlileri ve haramdan kaçanları
sever." Ben derim ki: Buna benzer bir hadis de el-Kâfi'de başka bir
kanaldan İmam Sadık'a (a.s) dayandırılarak rivayet edilmiştir.
Ayyaşî de aynısını İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. el-Kâfi'de
ikinci hadisin benzeri bir diğer hadis de İmam Sadık'tan (a.s) rivayet
edilir. Üçüncü hadisin bir benzerini de Ayyaşî İmam Bâkır'dan
(a.s) rivayet eder. Bu anlamlar, güzel sözün, söyleyen ve söylene-
ceği zaman ve mekân açısından mutlak bırakılışından anlaşılmış
olabilir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği bildirilir:
"Yüce Allah Hz. Muhammed'i (s.a.a) beş kılıçla göndermiştir. Bunlardan
biri de zimmet ehlinin aleyhinedir. Yüce Allah, 'İnsanlara
güzel söz söyleyin.' buyuruyor. Bu ayet zimmet ehli hakkında indi.
Sonra bir başka ayetle neshedildi. Şu ayetle: Allah'a ve ahiret gününe
inanmayanlarla savaşınız." [c.1, s.48, h: 66]
Ben derim ki: İmamın bu ifadesi, "söz" kelimesinin bir başka
açıdan mutlak olduğu esasına dayanır. Bu açıdan kelime konuşmayı
ve her türlü yaklaşımı kapsamına alır. "Ona ancak güzel söz
ve hayır söyle" denildiği zaman, "Ona hayırdan ve güzellikten başka
bir şey sunma. Ona sadece hayır ve iyilik dokundur." anlamı
kastedilir. Ancak bunun için de, İmamın sözündeki neshin özel anlamda
kullanılmış olması gerekir. Fakat bu ifadenin genel anlamda
kullanılmış olması da mümkündür. Yüce Allah'ın şu sözünde
olduğu gibi: "Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayeti
neshetmez veya unutturmayız." (Bakara, 106) Aslında "nesh"in
böyle genel anlamda kullanılması İmamların (a.s) sözlerinde çokça
yer alır. Şu hâlde, bu ayetle savaş ayeti birbirleriyle kesişmemektedir.
89- Ne zaman ki, onlara Allah katından yanlarında bulunan
Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap geldi, daha önce kâfirlere karşı zafer
isteyip dururlarken, o bildikleri kendilerine gelince, onu inkâr ettiler.
Artık Allah'ın lâneti inkârcıların üzerine olsun.
90- Allah'ın, kullarından dilediğine kendi fazlından (vahiy) indirmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini inkâr ederek kendilerini ne alçak şeye sattılar. Böylelikle gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için alçaltıcı bir azap var. 91- Onlara, "Allah'ın indirdiğine inanın." denince, "Biz, bize indirilene inanırız." derler ve ötesini inkâr ederler. Oysa, o, yanlarındakini doğrulayıcı olarak gelen hak kitaptır. De ki: "Gerçekten inanıyor idiyseniz, peki neden daha önce peygamberleri Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 349
öldürüyordunuz?"
92- Andolsun ki Musa, size açık deliller getirmişti. Sonra onun
ardından zalimler olarak buzağıyı tanrı edindiniz.
93- Hatırlayın ki, sizden kesin söz almıştık, Tur Dağı'nı üstünüze
yüceltmiştik. "Size verdiğimizi azimle tutun, dinleyin." demiştik.
Onlar da "İşittik ve isyan ettik." dediler. İnkârları yüzünden kalplerine buzağı sevgisi içirildi (yerleştirildi). De ki: "Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!" AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Ne zaman ki, onlara Allah katından... bir kitap geldi." Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla "kitap"tan maksat Kur'ân-ı Kerim'-
dir. "Daha önce kâfirlere karşı zafer isteyip dururlarken." Arap kökenli
kâfirlerin kendilerine yönelik saldırıları karşısında, Peygamberin
görevlendirilişi ve hicret edişi ile bir zafer beklentisi içindeydiler.
Bu zafer beklentisi, hicret öncesinde onlar tarafından sıkça dile
getirilirdi. Arap kâfirleri bile bunu bilmekteydiler. Sürekliliği ifade
eden "idi"li fiil ("yesteftihûne=zafer istiyorlardı) kullanılmasından
bu anlaşılıyor. "O bildikleri kendilerine gelince..." Yani, ellerindeki
kitapta sıfatları anlatılan peygamberin o olduğunu bildikleri, sıfatların
ona tıpatıp uyduğunu gördükleri hâlde, onun peygamberliğini
inkâr ettiler.
"Kendilerini ne alçak şeye sattılar." ifadesi bildikleri hâlde kâfir
olmalarının sebebini açıklama amacına yöneliktir. Buna göre, inkârlarının
tek sebebi çekememezlik ve kıskançlıktır.
"Çekemezlikten" anlamını ifade eden "bağyen" kelimesi, türü bildiren
mef'ulü mutlaktır. "Allah'ın vahiy indirmesini..." ifadesi de
bu mef'ul ile ilgilidir. "Gazap üstüne gazaba uğradılar." Yani gazaba
uğramış olarak döndüler. Ya da daha önce Tevrat'ı inkâr etmelerinden
dolayı uğradıkları gazaba ek olarak bu sefer de Kur'ân'ı
inkâr etmelerinden dolayı gazaba uğradılar.
Bundan çıkan sonuca göre, Yahudiler Peygamberimizin (s.a.a)
gön-derilişinden ve hicret edişinden önce ona destekçiydiler ve
onunla, ona indirilecek kitapla zafer umuyorlardı. Ama ne zaman
ki Hz. Peygamber onların yurtlarına konuk oldu ve kendisine
Kur'ân inmeye başladı ve onlar da bunun kendisinin gelişi ile zafer
istedikleri, gelişinin beklentisi içinde oldukları peygamber olduğunu
iyice anladılar, o zaman içlerinde kıskançlık duygusu depreşmeye
başladı, büyüklük kompleksine kapıldılar. Dolayısıyla sık sık
sözünü ettikleri gerçeği inkâr ettiler, daha önce Tevrat'ı inkâr ettikleri
gibi Kur'ân'ı da reddettiler. Küfür üstüne küfür kazandılar.
"Ötesini inkâr ederler." Yani Tevrat'tan sonra indirilen kitaplara
inanmadıklarını açıkça ifade ederler. Yoksa onlar kendilerine indirilmiş
bulunan Tevrat'a da inanmazlar; ama bunu açığa vurmazlar.
"De ki: Gerçekten inanıyor idiyseniz, peki neden daha önce peygamberleri öldürüyordunuz?" İfadenin orijinalinde geçen "fe-lime"
kelimesinin başındaki "fa" bağlacı, sonuçlandırmayı ifade eder.
Dolayısıyla bu soru "bize indirilene inanırız" şeklindeki sözlerinin
gerektirdiği bir sorudur. Yani: Eğer sizin "bize indirilene inanırız"
şeklindeki sözünüz doğru ise, gerçeği ifade ediyorsa, peki neden
Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz? Niçin Buzağıyı tanrı edinerek
Hz. Musa'yı inkâr ettiniz? Neden sizden söz alınırken ve dağ üstünüze
kaldırılmışken "İşittik ve isyan ettik." dediniz?
"İnkârları yüzünden kalplerine buzağı (sevgisi) içirildi." İçirilmekten
maksat, benimsetmektir, özümsetmektir. Buzağıdan da maksat,
buzağı sevgisidir. Durumlarının vahametini gözler önüne ser-mek
amacı ile böyle bir değişikliğe gidilmiştir. Sanki bizzat buzağı onlara
içirilmiştir. "Fî kulûbihim=kalpleriniz" ifadesi de "el-icl=buza-ğı"
ile ilgilidir. Şu hâlde bu ifadede iki tane istiare sanatı örneği vardır.
Ya da bir istiare sanatı bir de mecaz sanatı örneği vardır.
"De ki... size ne kötü şey emrediyor!" Bu, peygamberleri öldürüşleri,
Musa'yı inkâr edişleri ve isyan ettiklerini açıkça ifade edecek
kadar küstahlaşmışlıklarından çıkarılan alay yollu bir sonuçtur.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Ne zaman ki, onlara
Allah katından, yanlarında bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap
geldi..." ayeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yahudiler
Allah'ın elçisi Muhammed'in (s.a.a) hicret edeceği yerin Ayr ve
Uhud arası bir yer olduğunu kitaplarında okumuşlardı. Bu yeri
bulmak için yola çıktılar. Yolda Hadad denilen bir dağa rastladılar.
Hadad ile Uhud fark etmez diyerek orada birbirlerinden ayrıldılar.
Bir kısmı Teyma bölgesine, bir kısmı Fedek bölgesine, bir kısmı da
Hayber bölgesine yerleşti. Teyma bölgesine yerleşenler bir süre
sonra akrabalarını özlemeye başladılar. Bir gün Kaysoğullarından
bir bedevî yurtlarından geçerken develerini kiraladılar. Bedevî, 'Sizi
Ayr ve Uhud arasındaki bölgeye götürürüm.' dedi. Dediler ki: 'Oraya
vardığın zaman bize haber ver.' Adam onları Medine topraklarına
getirdiği zaman, 'Şu gördüğünüz Ayr, şu da Uhut'tur.' dedi.
Yahudiler, develerden inip ona, 'Biz amacımıza ulaştık. Artık senin
develerine ihtiyacımız kalmadı. Dilediğin yere gidebilirsin.' dediler."
"Ardından Fedek ve Hayber'deki akrabalarına, 'Biz aradığımız
yeri bulduk, bizim yanımıza gelin.' diye haber saldılar. Onlar da,
'Biz buraya yerleştik, mal-mülk sahibi olduk. Ama beklediğimiz olay
gerçekleşirse hemen yanınıza koşarız.' diye cevap verdiler.
Böylece Yahudiler Medine topraklarına yerleşip büyük bir zenginliğe
kavuştular. Bu durumu Tubba haber aldı ve onlara saldırdı.
Yahudiler savunmaya geçerek evlerine kapandılar. Tubba onları
kuşatma altına aldı. Sonra onlara güvence verdi. Bunun üzerine
Yahudiler onun yanına geldiler. Tubba, 'Beldeniz hoşuma gitti. Buraya
yerleşmeden edemeyeceğim.' dedi. Yahudiler, 'Burası senin
olamaz. Çünkü burası bir peygamberin hicret yurdudur. Peygamber
buraya hicret edene kadar burası hiç kimsenin olamaz.' dediler.
Tubba, 'Ben aranızda ailemden, o peygamber çıkınca kendisine
yardım edecek, destek olacak kimseler bırakacağım.' dedi. İşte,
Evs ve Hazrec kabileleri ondan sonra sahneye çıkmışlardır. Bu
kabileler çoğalınca, Yahudilerin mallarına el koymaya başladılar.
Bunun üzerine Yahudiler onlara, 'Muhammed (s.a.a) gönderildiği
zaman sizi yurdumuzdan çıkarıp mallarımızı sizden alacağız.'
diyorlardı. Ama Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberlikle görevlendirilince
(Evs ve Hazrec'den müteşekkil) Ensar ona inandı, Yahudiler
ise, onun peygamberliğini inkâr ettiler. İşte yüce Allah'ın şu sözü
buna işaret etmektedir: Daha önce kâfirlere karşı zafer isteyip
duruyorlardı." [Tef-sir'ul-Ayyâşî, c.1, s.49, h: 69]
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i İshak, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir,
İbn-i Ebu Hâtem ve Ebu Nuaym (ed-Delail'de) İbn-i Abbas'a dayanarak
şu bilgileri aktarırlar: "Peygamberimizin gönderilişinden
önce Yahudiler Evs ve Hazrec kabilelerine karşı onunla zafer isterlerdi.
Yüce Allah onu Araplar arasından gönderince de onu reddettiler
ve daha önce onunla ilgili olarak sarf ettikleri olumlu sözleri
inkâr ettiler. Bunun üzerine Muâz b. Cebel, Bişr b. Ebu'l-Bera
ve Davud b. Seleme onlara, 'Ey Yahudi topluluğu Allah'tan korkun
ve Müslüman olun. Biz şirk içinde yaşarken sizler bize karşı Hz.
Muhammed'le (s.a.a) zafer istiyordunuz. Onun gönderileceğini bize
haber veriyor, sıfatlarını birer birer sayıyordunuz.' dediler. Bunun
üzerine Nazıroğullarından Selâm b. Müşkem şöyle dedi: 'O bize
bildiğimiz bir şey getirmiş değildir. Bizim size anlattığımız peygamber
de o değildir.' Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
Ne zaman ki, onlara Allah katından..."
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde belirtildiğine göre, Ebu Nuaym
ed-Delail'inde Ata ve Dahhak kanalı ile İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini
bildirir: "Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilişinden önce
Kurayza ve Nazır oğullarından Yahudiler Allah'tan zafer istiyor, kâfirlere
karşı şöyle beddua ediyorlardı: 'Rabbimiz, Ümmî Peygamberin
hakkı için senden yardım istiyoruz. Eğer onlara karşı bize
yardım etmezsen, bize üstünlük sağlarlar.' Ama tanıdıkları zat -
yani Hz. Muhammed- kendilerine gelince, onun beklenen peygamber
olduğundan kuşku etmediler. Buna rağmen onu inkâr ettiler."
Ben derim ki: Bu anlamları ifade eden rivayetler başka kanallardan
da aktarılmıştır. Bazı tefsir bilginleri, sonuncu rivayet ve
benzerlerine işaret ettikten sonra şöyle demişlerdir: "Bu rivayet
senet bakımından zayıf ve aktarılan diğer rivayetlere muhalif olmasının
yanı sıra anlam bakımından da doğru değildir. Çünkü
Peygamberin şahsı -bazı rivayetlerde de hakkı için- yardım istemek
meşru değildir. Çünkü hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur
ki, bu hak adına Allah'a dua edilsin." Bu yorum, hak ve yemin kavramlarının üzerinde gereği gibi
durup düşünmemekten kaynaklanan bir yanılgıdır. Şöyle ki: Yemin,
bir inşâ veya haberin saygın ve onurlu bir şeyin saygınlığı ve
onuruyla bağlantılı olarak ifade edilmesidir. Dolayısıyla sözel nispetin
geçersizliği, yemin edilen şeyin saygınlığının ve onurunun
geçersizliğine yol açar. Eğer söz bir haber ise, doğru olmadığının
ortaya çıkması ve eğer emir ve yasak niteliğinde bir açıklama (inşâ)
ise, bunlara uyulmaması ile, yemin edilen şey değer kaybına
uğrar.
Söz gelimi, "Ömrüme andolsun ki, Zeyd ayaktadır." dediğin
zaman sözünün doğruluğunu ömrünün ve hayatının onurluluğuna
bağlı kılmış, bununla kayıtlamış olursun. Eğer sözün yalan çıkarsa,
ömrün onurunu yitirmiş olur. Aynı şekilde, "Hayatıma andolsun ki,
şöyle yap" veya "Sana hayatım üzerine yemin ediyorum ki, şöyle
yapacaksın." dediğin zaman verdiğin emri hayatının onuru ile kayıtlamış
olursun. Eğer muhatabın senin emrine uymayacak olursa
hayatının onurunu ve ömrünün değerini yok etmiş olur.
Bundan çıkan sonuca göre: Öncelikle; edebiyatçıların da belirttikleri
gibi, bir ifadedeki en yüksek düzeyli vurgulama yöntemi
yemindir.
İkincisi: Üzerinde yemin edilen şey, yemine konu olan şeyden
onursal olarak daha üstün olmalıdır. Bir sözü onur ve saygınlık
bakımından daha aşağı düzeyde olan bir şeyle pekiştirmenin bir
anlamı olmaz. Yüce Allah kitabında kendi adına ve sıfatına yemin
etmiştir. "Rabbimiz Allah'a andolsun.", "Rabbine andolsun ki, kesinlikle
onları sorgulayacağız.", "İzzetine andolsun ki, muhakkak
onları azdıracağım." gibi. Bunun yanı sıra peygamberine, meleklerine
ve kitaplarına yemin etmiştir. Gök, yer, güneş, ay, yıldızlar,
gece, gündüz, gün, dağlar, denizler, şehirler, insan, ağaç, incir ve
zeytin gibi yaratıklar adına yemin içmiştir.
Bunun sebebi, bunların yüce Allah'ın onurlandırması ve saygın
kılmasıyla gerçek bir saygınlığa ve onura sahip olmalarından başka
bir şey değildir. Bunların her biri yüce Allah'ın mukaddes sıfatlarından
birinin özelliklerini taşır. O'nun yüce zatının saygınlığının
veya O'nun kutsal fiillerinin işaretlerini, izlerini yansıtır. Her onurlu
O'nun zatının onuru ile onurludur. Öyleyse, içimizden dua eden
herhangi biri, yüce Allah'tan bir şey istediği zaman yüce Allah'ın
onurlandırdığı ve üzerlerine yemin ettiği bu yaratıklardan birinin
adı ile istemesine engel olacak ne vardır? Resulullah'ı bu genel
hükmün dışına çıkaran, onu isimlerine yemin edilenler cümlesinden
istisna eden, o söz konusu olunca işi zorlaştıran gerekçe nedir?
Ömrüme andolsun ki, Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a) kesinlikle
Allah katında Irak incirinden veya Şam zeytininden daha alt
bir düzeyde değildir. Ulu Allah onun saygı değer kişiliğine şöyle
yemin etmiştir: "Ömrüne andolsun ki, onlar, sarhoşlukları içinde
bocalıyorlardı." (Hicr, 72)
Şimdi gelelim "Peygamberin hakkı için Allah'tan bir şey
istenmez" şeklindeki değerlendirmeye: Batılın karşıtı olan "hak"
kavramı, zihnin dışında sabit olan gerçeği, sırf dışta sabit olan bir
gerçek olması açısından ifade eder. Yer ve insan gibi. Kendi sınırları
içinde sabit olan her şeye de "hak" denir. Malî ve sosyal haklar
gibi. Çünkü bunlar toplumun nazarında sabit şeylerdir. Kur'ân-ı Kerim
gerek varoluş ve gerekse yasama ile ilgili olarak yüce Allah'ın
gerçekleştirdikleri, sabitleştirdiklerinin dışında hak olduğu ileri sürülen
her şeyi batıl ve geçersiz olarak nitelendirmiştir. Şu hâlde
yasama alanında ve dinî toplumlarda hak olan, sadece yüce Allah-
'ın hak kıldığı şeylerdir. Mali haklar, kardeşlik hakları ve anababanın
evlatları üzerindeki hakları gibi. Yüce Allah hiç kimsenin
hükmünün etkisinde değildir; Hiçbir kimse yüce Allah'ı bir şey
yapma durumunda bırakamaz. Nitekim, Mutezile ekolünün bazı
kanıtlamalarından bu yönde eğilimler sezinlemek mümkündür.
Ancak hukuk dilinde O'nun bir şeyi kendi üzerine hak kılması
mümkündür. Böylece başkasının O'nun üzerinde bir hakkı olmuş
olur.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Müminleri kurtarmamız
bizim üzerimizde bir haktır." (Yûnus, 103) "Gönderilen peygamber
kullarımıza şu sözümüz geçmiştir: Mutlaka kendilerine yardım
edilecektir. Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur."
(Saffât, 171-173)
Görüldüğü gibi ne tür bir yardım olacağı belli değildir ve herhangi
bir şeyle sınırlandırılmamıştır. Şu hâlde, kurtarılma müminlerin
Allah üzerindeki hakkıdır. Gönderilen peygamberlerin de Allah
üzerindeki hakları yardım görmeleridir. Yüce Allah peygamberlerini
bu şekilde onurlandırmış, onlara bu saygınlığı vermiştir. Do-
layısıyla onlara izafe edebileceğimiz haklar vardır. Şu hâlde onların
hakkı için Allah'tan bir şey istemenin hiçbir mahzuru yoktur.
Çünkü hakkı hak kılan, hakkı onurlandıran ve onurlu olan her şeye
yemin eden O'dur.
Bu açıklamamızı anladığın zaman, yüce Allah'ı Peygamberine
(s.a.a) veya Peygamberinin hakkına, aynı şekilde Allah'ın tertemiz
velilerine veya onların haklarına yemine vermenin hiçbir sakıncası
olmadığını anlarsın. Çünkü yüce Allah mutluluk yolunda, bununla
ilgili her türlü yardım yöntemiyle onlara yardım etmeyi üzerine bir
hak olarak almıştır. Nitekim bunun böyle olduğunu ayetlerde gördün.
Dolayısıyla "Hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur." sözü
anlamsızdır, dayanaktan yoksundur.
Evet, hiç kimsenin Allah üzerinde kendi etkisi ile gerektirdiği,
kesinleştirdiği bir hakkı olamaz. Yani Allah başkasının verdiği hükümle
yönlendirilemez. Bir başkası O'nu bir şeye zorlayamaz. Bu
konuda kimsenin söyleyecek bir sözü de yoktur. Hiç kimse bir
başkasının Allah'a dikte ettirdiği bir hak ile O'na dua edemez. Aksine,
ancak O'nun bozulmaz vaadi ile üzerine aldığı hak adına O'-
na dua edilebilir.
94- De ki: "Eğer Allah katında ahiret yurdu hoşlanmadığınız
şeylerden arı olarak, başka insanların değil de, yalnızca sizin ise
ve sözünüzde doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin."
95- Fakat ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı, ölümü
asla istemezler. Allah, zalimleri bilir.
96- Andolsun ki onları, insanların hayata en düşkünü, hatta
müşriklerden daha düşkün bulacaksın. Her biri ister ki bin yıl yaşatılsın. Oysa yaşatılması, onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah, ne yaptıklarını görüyor.
97- De ki: "Kim Cibrîl'e düşman ise, bilsin ki o, Kur'ân'ı Allah'ın
izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı, inananlara yol gösterici
ve müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.
98- Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve
Mikâil'e düşman olursa bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır. 99- Andolsun, sana apaçık ayetler indirdik. Onları fasıklardan
başkası inkâr etmez.
"De ki: Eğer Allah katında ahiret yurdu... başka insanların değil de,
yalnızca sizin ise..." Yahudiler, "Ateş yalnızca sayılı birkaç gün bize
dokunacak." diyorlardı. "Allah'ın indirdiğine inanın." çağrısına da,
"Biz bize indirilene inanırız." diye cevap veriyorlardı. Bu sözleri,
bütün insanlar arasında sadece kendilerinin ahirette kurtulacaklarına,
ahiretteki kurtuluş ve mutluluklarının helâk ve mutsuzlukla
gölgelenmeyeceğine inandıklarını gösteriyordu. Çünkü asılsız iddialarına
göre, onlar sadece birkaç sayılı gün azap göreceklerdi.
Bu da buzağıya taptıkları günlerin karşılığıydı. Yüce Allah onlara
öyle bir cevap veriyor ki, iddialarının asılsızlığı ve bu husustaki kesinkes
dile getirdikleri şeyin yanlışlığı açıkça ortaya çıkıyor. "De ki: Eğer ahiret yurdu sizin ise..." Yani eğer ahiret yurdunun
mutluluğu sadece size özgü ise. Hiç kuşkusuz bir eve, bir yurda
sahip olan kimse, orada istediği gibi hareket eder. Ondan mutluluğun
ve güzelliğin en son sınırına kadar yararlanır. "Allah katında."
Yani Allah katında sabitleşmiş, O'nun hükmü ve izniyle. Bu
tıpkı şu ayeti kerimeye benziyor: "Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i
İmrân, 19) Ayetin orijinalinde geçen "haliseten" ifadesi, "hoşlanmadığınız
azap, horlanma ve benzeri onur kırıcı uygulamalardan, arı
olarak" demektir. Çünkü iddianıza göre, orada sadece birkaç gün
azap göreceksiniz.
"Başka insanların değil." Böyle düşünmenizin sebebi, sizin dininizin
dışındaki tüm dinlerin batıl olduğunu iddia etmenizdir.
"Sözünüzde doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin." ifadesi, "De
ki: Ey Yahudiler, eğer insanlar arasında yalnız sizin, Allah'ın
dostları olduğunuzu sanıyorsanız, o hâlde ölümü temenni edin."
(Cum'a, 6) ayetine benziyor. Bu tür bir öneri, onları etkisini hemen
gösteren, hiçbir kuşku götürmeyen fıtrî bir gerçeğin kaçınılmaz
gereği ile yüz yüze getirme amacına yöneliktir. Çünkü bütün
insanlar, hatta bilinç sahibi tüm canlılar, rahatlık ve zorluk
arasında bir tercih yapma durumunda bırakıldıklarında hiç
tereddütsüz ve kıvırmasız rahatlığı seçerler. Sıkıntılı ve bulanık bir
hayat ile berrak ve arı bir hayattan birini seçme önerisi karşısında
kesinlikle esenlik dolu berrak, arı-duru hayattan taraf tercihlerini
koyarlar. Böyle birisi söz gelimi meşakkatli, mutsuzluk verici,
aşağılık bir hayatla sınansa yine de öteki temiz, arı ve berrak
yine de öteki temiz, arı ve berrak hayatı ister. Onun özlemiyle tutuşur,
dilinde hep o hayatın adı ve çabası, hep o hayata kavuşmaya
yönelik olur.
Şayet, ahiret mutluluğunun diğer insanlardan ayrı olarak sırf
kendilerine ait olduğu şeklindeki iddialarında samimi iseler, kalp,
dil ve tavır olarak bu mutluluğu temenni etmeleri gerekir. Ama
kesinlikle böyle bir temennide bulunmazlar, peygamberleri öldürdükleri,
Hz. Musa'yı inkâr ettikleri, sözleşmelerini bozdukları için.
Allah zalimleri herkesten daha iyi bilir.
"Ellerinin yapıp öne sürdüğü..." ifadesi, yaptıkları amellerden kinaye
olarak kullanılmıştır. Çünkü amellerin büyük çoğunluğu el
aracılığı ile gerçekleştirilir. Daha sonra bu ameller, onlardan yararlanacak
veya onları isteyen kimseye sunulur. Dikkat edilirse bu ifadede
iki özentiyle karşı karşıyayız: Birincisi; fiiller el sahiplerine
değil, ellere izafe edilmiştir: İkincisi, tüm fiiller ellerin işlediği ameller
olarak nitelendirilmiştir.
Kısacası, insanın amelleri, özellikle sürekli sergilediği tavırlar,
vicdanının derinlerinde sakladığı, kişiliğinin ayrılmaz parçası hâline
gelen niteliklerini ortaya koyan en güzel ve en tartışmasız kanıtlardır.
Kötü ameller, çirkin hareketler, ancak Allah'la buluşmak
arzusundan, onun dostlarının yurtlarına girmekten kaçınan kötü
ve çirkin batından kaynaklanır.
"Onları, insanların hayata en düşkünü bulacaksın." Bu ifade yüce
Allah'ın, "Ölümü asla istemezler." şeklindeki sözünü açıklayıcı bir
kanıt olarak sunuluyor. Yani onların ölümü arzulamadıklarının kanıtı,
insanlar arasında şu dünya hayatına en düşkün olanların onlar
olduğudur. Çünkü dünyada ahiret yurdunu arzulamanın önündeki
tek engel hayata düşkünlüktür, toprağa bağlılıktır. İfadede
"hayat" kelimesinin belirsiz bırakılması, dünya hayatını küçümseme
amacına dönüktür. Nitekim yüce Allah bir ayette de şöyle
buyuruyor: "Bu dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey
değildir. Ahiret yurdu ise, asıl hayat odur, keşke bilselerdi."
(Ankebût, 64) "Ve müşriklerden..." Anlaşılan, bu ifade "nas=insanlar" ifadesine
matuftur. Buna göre anlam şöyle olur: Onların müşriklerden daha
çok hayata tutkun olduklarını göreceksin.
"Oysa yaşatılması, onu azaptan uzaklaştıracak değildir." Anlaşılan,
ifadenin orijinalindeki "ma" olumsuzluk edatıdır. "Huve" zamiri ise,
ya durum bildirme ve anlatma içindir ki, o zaman "en yuemmer=
yaşatılması" mübteda, "bi-muzehzihihi=uzaklaştıracak"
ifadesi de haberi olur. Ya da "huve" zamiri yüce Allah'ın, "her biri
ister ki..." sözünün ifade ettiği anlama dönüktür. Bu durumda, "Onun
istediği şey kendisini azaptan uzaklaştıracak değildir." şeklinde
bir anlam elde edilmiş olur. "En yuemmer=yaşatılması" sözü
de zamirin dönük olduğu şeyin açıklayıcı konumuna gelir.
Bunun ışığında ayeti genel olarak açıklayacak olursak şöyle
bir anlam çıkar: Onlar asla ölümü arzu etmezler. And içerim ki, insanlar
arasında şu aşağılık, şu rezil, şu değersiz ve insanları mutluluk
kaynağı, tertemiz ahiret hayatından alıkoyan dünya hayatına
en tutkun olanların Yahudiler olduğunu göreceksin. Onlar ölümden
sonra dirilişe, haşre inanmayan müşriklerden daha çok hayata
düşkündürler. Kaldı ki müşrikler onların her biri en uzun ömrü
yaşamak ister. Ama en uzun ömür bile onu azaptan uzaklaştıracak
değildir. Çünkü dünyada sürdürülen ömür, ne kadar uzun da
olsa sonuçta sınırlıdır, belli bir sürenin dolması ile sona erer.
"Her biri ister ki bin yıl yaşatılsın." Yani en uzun ve en fazla ömrü
yaşasın. Dolayısıyla "bin" sayısı çokluktan kinayedir. Çünkü Arap
dilinde bileşik olmayan en yüksek sayı adı "bin"dir. Bundan fazlası
iki sayı adının bileşkesi veya birinin tekrarı şeklinde ifade edilir.
On bin; yüz bin, bin bin, gibi.
"Allah ne yaptıklarını görüyor." "el-Basir", yüce Allah'ın güzel isimlerindendir. Görülecekleri bilmek, demektir. Dolayısıyla bu isim,
alîm yani "bilen" isminin bir dalıdır.
"De ki: Cibrile kim düşman ise, bilsin ki, o, Kur'ân'ı Allah'ın izniyle
senin kalbine indirmiştir." Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla
bu ayet Yahudilerin sarf ettikleri bir söze cevap olmak üzere inmiştir.
İfadeden anlaşıldığı kadarıyla Yahudiler Peygamber efendimize
(s.a.a) indirilen Kur'ân'a inanmaya yanaşmamışlar ve bu
tavırlarına gerekçe olarak da vahyi indiren Cebrail'e düşman olduklarını
göstermişlerdi. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın her iki ayette
hem Kur'ân ve hem de Cebrail adına cevap vermesidir. Ayetin
iniş sebebi ile ilgili aktarılan rivayet de bunu pekiştirir nitelik-
tedir. Önce onların "Biz Kur'ân'a inanmayız, çünkü biz onu indiren
Cebrail'e düşmanız." sözlerine cevap verilmiştir. Şöyle ki:
Bir kere: Cebrail Kur'ân'ı Allah'ın izniyle senin kalbine indirmiştir.
Kendi yanından değil. Dolayısıyla onların Cebrail'e düşman oluşları,
Allah'ın izniyle sana indirilmiş bulunan kelâma inanmaktan
kaçınmalarını gerektirmez.
İkincisi: Bu Kur'ân onların yanındaki hak içerikli kitabı doğrulamaktadır.
Dolayısıyla bir şeye inanıp da onu doğrulayana inanmamak
anlamsızdır.
Üçüncüsü: Bu Kur'ân kendisine inananlara yol göstericilik yapar.
Dördüncüsü: Kur'ân bir müjdedir. Akıllı bir insan düşmanı tarafından
sunuldu diye doğru yol kılavuzundan sapar mı? Kendisine
ulaştırılan müjdeye ilgisiz kalır mı?
Onların "Biz Cebrail'e düşmanız." şeklindeki sözlerine de şu
şekilde cevap verilmiştir: Cebrail ancak bir melektir. Tıpkı Mikâil
ve diğer melekler gibi, Allah'ın kendisine yönelttiği emirleri eksiksiz
yerine getirmekten başka bir iş görmez. Onlar saygın kılınmış
kullardır. Allah'ın kendilerine yönelttiği emirlere karşı çıkmazlar.
Emredilenleri yaparlar. Allah'ın peygamberleri de öyle, onların
yaptığı Allah adına ve O'nun direktifleri doğrultusunda hareket
etmektir.
Dolayısıyla meleklere ve peygamberlere düşman olmak, onlara
buğzetmek, Allah'a düşman olmak, O'na buğzetmek anlamına
gelir. Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve
Mikâil'e düşman olursa, Allah da onun düşmanıdır. İşte bu iki
ayet, değindiğimiz bu cevapları içermektedir.
"O, Kur'ân'ı... senin kalbine indirmiştir." Bu ifadede birinci tekil
şahıs anlatımından ikinci tekil şekline bir geçiş yaşanıyor. İfadenin
normal akışı göz önünde bulundurulacak olursa: "O, Kur'ân'ı benim
kalbime indirdi." şeklinde bir ifade kullanılmış olması gerekiyordu.
Fakat hitaba yönelik bir değişiklik gerçekleşiyor ki, bununla
güdülen amaç, "nasıl ki, Kur'ân'ın indirilişinde emirleri eksiksiz yerine
getirmekle yükümlü Cebrail'in bir etkinliği bulunmuyor, aynı
şekilde Kur'ân'ı algılayıp duyurma işinde Hz. Peygamberin de bir
etkinliği söz konusu değildir" gerçeğini vurgulamaktır. Hz. Pey-
gamberin kalbi yalnızca vahyi algılayan bir kaptır. Vahyin mahiyeti
üzerinde bir etkinliği söz konusu değildir. O sadece tebliğle yükümlüdür.
Bil ki, bu ayetlerin sonlarında çeşitli şekillerde iltifat sanatı,
yani hitapta şahıs değişikliği söz konusudur. Ayetlerin akışı içinde
temel hitap ise İsrailoğullarına yöneliktir. Ne var ki, hitabın temel
niteliği muhatabı azarlama ve yerme olur, söz de uzarsa konuşanın
bir yolla muhatapla konuşmanın kendisine bıkkınlık verdiğini,
muhatabı önemsemediğini hissettirmesi, bildirmesi yerinde olur.
Bu durumda usta bir konuşmacı zaman zaman konuşmasının
akışını değiştirip hitaptan üçüncü şahsa, üçüncü şahıstan hitaba
geçiş yapar. Bununla onları konuşturmaktan, onlara hitap etmekten
hoşlanmadığını, onların buna lâyık olmadığını, buna rağmen
onların aleyhine olmak üzere gerçeği açığa çıkarmak için de onlara
hitap etme gereğini de duyduğunu ortaya koyar.
"Allah kâfirlerin düşmanıdır." Burada zamir yerine "kâfirler" ifadesi
kullanılmıştır. Buradaki incelik de yüce Allah'ın bu hükmünün
sebebine dikkat çekmektir. Sanki şöyle denmek isteniyor: "Allah
onlara düşmandır. Çünkü onlar kâfirdirler ve Allah da kâfirlerin
düşmanıdır."
"Onları fasıklardan başkası inkâr etmez." Bu ifade küfrün sebebini
ortaya koyuyor ki, bu fısktır. Yani onlar fasık oldukları için kâfir
olmuşlardır.
Ayetin orijinalinde geçen "el-Fasikûn=fasıklar" kelimesinin başındaki
harf-i tarifin hatırlatma için olması uzak bir ihtimal değildir.
Bu durumda surenin başındaki şu ifadeye göndermede bulunulmuş
oluyor: "Ancak onunla sadece fasıkları saptırır. Onlar ki,
Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit hâline getirdikten
sonra bozarlar."
Hz. Cebrail'e, onun Kur'ân'ı Peygamber efendimizin (s.a.a)
kalbine indirişinin mahiyetine, ayrıca Mikâil ve diğer meleklere ilişkin
bilgilere yeri gelince değineceğiz.
AYETLERLE İLGİLİ BİR HADİS
Mecma'ul-Beyan'da belirtildiğine göre, "De ki: Kim Cibril'e
düşman olursa..." ayeti ile ilgili olarak İbn-i Abbas'ın şöyle dediği
bildirilir: "Bu ayetin iniş sebebi şu olaydır: Fedek bölgesinde yaşayan
bir Yahudi grubu ile birlikte İbn-i Suriya Medine'ye gelip Peygamberimizin
(s.a.a) huzuruna çıktı. Ona, 'Ya Muhammed, nasıl
uyuyorsun? Çünkü ahir zamanda gönderilecek peygamberin uykusunun
mahiyeti ile ilgili bazı bilgilere sahibiz.' dediler. Peygamberimiz,
'Gözlerim uyur, ama kalbim uyanıktır.' dedi. 'Doğru söyledin
ya Muhammed.' dediler. 'Bize bildir bakalım çocuğun erkekten
midir, yoksa kadından mı?' Peygamberimiz, 'Kemikler, sinirler ve
damarlar erkektendir. Et, kan, tırnaklar ve saç ise kadındandır.'
dedi. 'Doğru söyledin ya Muhammed.' dediler. 'Peki nasıl oluyor
da çocuk amcalarına benziyor; ama dayılarına hiç benzerlik
göstermiyor ya da dayılarına benziyor da dayıları ile aralarında bir
benzerlik olmuyor?' Peygamberimiz, 'Hangisinin suyu üst olursa,
çocuk onun tarafına benzer.' dedi. 'Doğru söyledin ya Muhammed.
Şu hâlde bize Rabbini anlat, kimdir ve nedir O?' dediler."
"Bunun üzerine yüce Allah, 'Kul huvellahu ahad...' suresini
indirdi. Daha sonra İbn-i Suriya ona dedi ki: 'Bir husus daha var,
eğer onu açıklarsan sana inanıp uyacağım. Allah'ın sana indirdiğini
hangi melek sana getiriyor?' Peygamberimiz, 'Cebrail.' dedi.
Bunun üzerine adam, 'O bizim düşmanımızdır. Savaş, şiddet ve
harp emirlerini indirir. Mikâil ise, kolaylık ve bolluk indirir. Eğer
sana gelen melek Mikail olsaydı, kesinlikle sana inanırdık.' dedi." Ben derim ki: Resulullah (s.a.a), "Gözlerim uyur; ama kalbim
uyanıktır." buyuruyor. Şiî ve Sünnî kanallardan gelen bilgilere göre,
Peygamberimiz uyurdu, ama kalbi uyumazdı, yani uykunun etkisiyle
kendinden habersiz olmazdı. Uykudayken uyuduğunu, gördüklerinin
rüya olduğunu, bunları uyanık olarak görmediğini biliyordu.
Ruhlarını arındırmaları ve bütünüyle Rablerinin yüce makamını
anmaları durumunda salih insanlarda da böyle durumlar
kimi zamanlarda meydana gelebilir. Çünkü ruhun, Rabbinin yüce
makamını olanca görkemiyle algılaması, onun dünya hayatındaki
durumlarından ve Rabbine olan bağlılığından gaflet etmesine
mani olur.
Böyle bir müşahede sonucu şu gerçek ortaya çıkıyor: İnsanoğlu
bu dünya hayatında ister insanların uyku dedikleri durumda olsun,
ister uyanıklık durumunda olsun, o aslında bir tür uyku orta-
mında bulunmaktadır. İnsanlar içinde bulundukları duyusal ortamla
bütünleşmiş, doğal ortama uymuşlardır. Kendilerini uyanık kabul
etseler bile, uykudadırlar onlar. Nitekim Hz. Ali (a.s) "İnsanlar
uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar." diyor.
İleride bu konuda daha geniş bilgi vereceğimiz gibi, yeri geldikçe
Hz. Ali'den rivayet edilen bu hadisin diğer bölümlerini de ele
alacağız, inşaallah.
100- Ne zaman bir ahit yaptılarsa, içlerinden bir gurup ahdi
kaldırıp atmadı mı? Doğrusu şu ki, onların çoğu iman etmezler.
101- Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı doğrulayan
bir elçi gelince, kitap verilmiş olanlardan bir grup, Allah'ın
kitabını, sanki bilmiyorlarmış gibi, sırtlarının arkasına attılar.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"...ahdi kaldırıp atmadı mı?" Ayetin orijinalinde geçen "nebeze"
kelimesinin kökü olan "nebz", atmak demektir.
"Allah tarafından kendilerine... bir elçi gelince..." Bundan maksat
Peygamber efendimizdir (s.a.a), onlara gelen ve yanlarındaki kitabı
tasdik eden her peygamber değil. Çünkü yüce Allah'ın, "kendilerine
bir elçi gelince..." ifadesinde sürekliliğe yönelik bir işaret
bulunmuyor. Tersine, bu ifadede söz konusu tavrın bir kereye
mahsus olmak üzere gerçekleştiği anlaşılıyor.
Ayet-i kerime bir yandan da, Tevrat'ta yer alan Peygamberimize
ilişkin müjdeler içeren ifadeleri gizlemeleri, ellerindeki kitabı
doğrulayıcı niteliğe sahip olan kitaba inanmamaları suretiyle gerçeğin
karşısında yer almalarına da işaret ediyor.
102- Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların
uydurdukları sözlere uydular. Oysa Süleyman küfre gitmemişti.
Fakat o şeytanlar, küfre gittiler; insanlara büyü öğretiyorlardı. Ve
yine onlar, Babil'de Harut ve Marut adlı meleklere indirilene uydular.
Oysa o ikisi (Harut ve Marut), "Biz bir imtihan vesilesiyiz;
sakın küfre gitme!" demedikçe, kimseye bir şey öğretmiyorlardı.
Onlar, o ikisinden, erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ancak, Allah'ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine yarar vereni değil, zarar vereni
öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları
şey, ne kötüdür. Keşke bilselerdi.
103- Eğer onlar iman edip korunsalardı, elbette Allah katından
verilecek sevap, kendileri için daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.
"Süleyman'ın hükümranlığı hakkında (onlar), şeytanların uydurdukları sözlere uydular." Tefsir bilginleri arasında bu ayetin yorumu ile ilgili olarak ilginç denecek düzeyde görüş ayrılıkları meydana
gelmiştir. Diyebiliriz ki, Kur'ân-ı Kerim'in bir başka ayeti üzerinde
bu düzeyde görüş ayrılıkları baş göstermemiştir. "Uydular" fiilindeki
zamirin kimlere dönük olduğu hususunda görüş ayrılığı var:
"Burada Hz. Süleyman dönemindeki Yahudilere mi, yoksa
Resulullah efendimiz dönemindeki Yahudilere mi ya da hepsine
mi işaret ediliyor?" diye. (Mealde "uydurdukları" diye geçen orijinaldeki)
"tetlû" ifadesi de ihtilâf konusudur: Acaba şeytanların uygulayıp
işledikleri mi, yoksa okudukları mı, kastedilmiştir? "Şeytanlar"
deyimi hakkında da değişik görüşler ileri sürülmüştür: Acaba
bunlar cin kökenli şeytanlar mıdır, yoksa insan kökenli şeytanlar
mıdır veya her iki türün şeytanları mıdır?
Orijinalindeki "alâ mulk-i Süleyman" ifadesinin anlamı da tartışılan
bir konudur. Bir kısım tefsir bilginine göre, bunun anlamı
"Süleyman'ın hükümranlığı hakkında"dır. Bir kısmına göre de ifadenin
anlamı, "Süleyman'ın hükümranlık döneminde"dir. Diğer bir
grup da, "Süleyman'ın hükümranlığı üzerinde" anlamı kastedilmiştir,
şeklinde bir görüş ileri sürmüşlerdir. Bu gruptaki bilginlerin
bu yaklaşımlarının temel dayanağı, ifadedeki "alâ" harf-i cerrinin
zahirî anlamındaki "üzerinde"lik unsurunu göz önünde bulundurmaktır.
İfadenin anlamı, "Süleyman'ın hükümranlık dönemi üzerinde"
şeklindedir, diyenler de olmuştur.
İhtilâfa konu olan ifadelerden biri de, "Fakat o şeytanlar küfre
gittiler" ifadesidir. Bir kısım âlime göre, onlar sihri insanlara gösterdikleri
için kâfir olmuşlardır. Bazıları da, şeytanlar sihri Hz.
Süleyman'a mal ettikleri için küfre gitmişlerdir, şeklinde bir görüş
ileri sürmüşlerdir. Diğer bazılarına göre, şeytanlar sihir yaptılar,
dolayısıyla sihir, küfür şeklinde ifade edildi.
"İnsanlara büyü öğretiyorlardı." ifadesi üzerinde de farklı görüşler
ortaya atılmıştır. Bazıları, şeytanlar insanlara büyü yapıyorlardı,
böylece onlara öğretmiş oluyorlardı, demişlerdir. Bazı bilginlerin
ifadenin anlamına ilişkin görüşleri ise şöyledir: Şeytanlar in-
sanlara büyünün nerede olduğunu gösterdiler. Büyü Hz. Süleyman'ın
tahtının altında gizliydi. Onu oradan çıkarıp öğrendiler.
"Harut ve Marut adlı meleklere indirilen" ifadesi hakkında da
değişik görüşler benimsenmiştir. Bazıları orijinal ifadedeki "ma
unzile" cümlesindeki "ma" edatı mevsuledir ve "ma tetlû" ifadesine
matuftur, demişlerdir. Diğer bazı âlimler ise, "ma" edatı
mevsuledir ve hemen öncesindeki "es-sihr" kelimesine matuftur.
Yani söz konusu ifadenin anlamı: "İnsanlara iki meleğe indirileni
öğretiyorlardı, şeklindedir" demişlerdir. Bazı âlimlere göre "ma"
edatı olumsuzluk bildirir, başındaki "vav" harfi ise, önceki ifadeye
atfetmek için değil, yeni bir cümleye başlandığını bildirmek içindir.
Bu durumda ifadeye şöyle bir anlam vermek gerekir: "Yahudilerin
ileri sürdükleri gibi Harut ve Marut adlı iki meleğe sihir indirilmiş
değildir."
"İndirme" fiili üzerinde tartışma meydana gelmiştir. "Gökten
indirme" kastediliyor, diyenler olduğu gibi, yeryüzünün yüksek yerlerin-
den indirme, kastediliyor, diyenler de olmuştur.
"İki melek" ifadesi üzerinde de tartışma meydana gelmiştir.
Bazılarına göre bunlar gökteki meleklerdendiler. Bazıları ise, ifadeyi
"melikeyn" şeklinde okuyarak, bunlar insandılar ve kraldılar,
demişlerdir. Genelde olduğu gibi, "melekeyn" şeklinde okunması
hâlinde bile, bununla "iki salih insan" ya da "salih gibi görünen iki
insan" kastedilmiştir, demişlerdir.
"Babil" deyimi üzerinde de farklı görüşler ortaya atılmıştır.
"Bu, Irak'taki Babil'dir" diyenlerin yanı sıra bazıları da, "Bu,
Demavend'teki Babil'dir" demişlerdir. Bundan maksat, Nusaybin'-
den Re'sü'l-Ayn'e kadar uzayan bölgedir, diyenler de olmuştur.
"Öğretiyorlar." Bir kısım tefsir bilginine göre "alleme=bildirdi"
fiili asıl anlamında kullanılmıştır; bir kısmı ise, "a'leme=bildirdi"
anlamında kullanılmıştır, demişlerdir.
Bir ihtilâf konusu da "küfre gitme" ifadesidir. Sihir yapmak
suretiyle küfre gitme, şeklinde bir yorum getirenlerin yanı sıra, bir
kısım âlim de, sihir öğreterek küfre gitme, şeklinde bir yorum getirmişlerdir.
Her iki anlam da kastedilmiştir, diyenler de olmuştur.
"O ikisinden... öğreniyorlardı." deyimi de ihtilâflıdır. Bazıları "ikisi"
nden maksat, Harut ve Marut adlı meleklerdir, demişlerdir;
bazıları da, "sihir ve küfür" kastedilmiştir, görüşündedirler. Bir üçüncü
grup da, bu ifadeyle iki meleğin öğrettiklerinin yerine onlar
o iki meleğin yasaklamasına rağmen erkekle karısının arasını açacak
şeyler öğreniyorlardı, şeklinde bir görüş benimsemiştir.
"Erkekle karısının arasını açacak şeyler" cümlesi de farklı biçim-
lerde yorumlanmıştır. Yani, "Karı-koca arasında sevgi veya
nefret oluşturacak şeyler" diyenlerin yanı sıra, "Onlar eşlerden birini
baştan çıkarıyor, onu küfür ve şirke yöneltiyorlardı, din değişikliğinden
dolayı karı koca birbirlerinden ayrılmak durumunda kalıyorlardı."
diyenler de olmuştur. Bazıları, "Onlar eşler arasında şüphe
ve güvensizlik yayarak sonuçta onları ayrılmağa yöneltiyorlardı."
demişlerdir.
Buraya kadar sunduklarımız, kıssayı anlatan ayetteki ifadelere
ilişkin görüş ayrılıklarından bir demetti. Bunun dışında kıssanın
mahiyeti ile ilgili ihtilâflar da söz konusudur: Bu kıssa gerçekten
olmuş mudur? Yoksa temsilî bir kıssa mıdır bu? Ya da başka bir
durum mu söz konusudur? gibisinden. Sözünü ettiğimiz ihtimallere
ilişkin bazı rakamlar diğer bazısı ile çarpıldığı zaman ihtimaller
akıl almaz bir sayısal düzeye çıkıyor. Yaklaşık bir milyon iki yüz
altmış bin (1.260.000) ihtimal ortaya çıkıyor. (4x39x24)
Allah'a andolsun ki, bu ayet Kur'ân'ın olağanüstü ifade tarzının
akıllara durgunluk veren örneklerinden biridir. Ayet-i kerimede akılların
dehşetten donakalacağı, kafaların allak-bullak olacağı kadar
ihtimaller söz konusu olmakla birlikte sözel yapısının göz kamaştırıcı
güzelliğini aynen korumakta, fesahat ve belâgat açısından
en ufak bir helâl görülmemektedir. Bunun bir benzerini de şu
ayet-i kerimede göreceksin: "Rabbinden apaçık bir delil üzerinde
bulunan, onu yine ondan bir delil izleyen ve ondan önce bir önder
ve rahmet kılavuzu olarak Musa'nın kitabı bulunan kimse, onlar
gibi midir?" (Hûd, 17)
Yaptığımız bu açıklamadan sonra şunu demek gerekir: Ayetin
akışı Yahudilerin bir diğer özelliklerini gözler önüne seriyor. Sihrin
aralarında yaygın biçimde başvurulan bir yöntem olduğunu
sergiliyor. Bu tutumlarına gerekçe olarak, bildikleri bir veya iki
kıssaya dayanıyorlardı. Bu kıssalarda Süleyman Peygamberden ve
Babil'e inen Harut ve Marut adlı meleklerden söz ediliyordu. Şu
hâlde ayet-i kerime Yahudiler arasında yaygın biçimde anlatılan
bir kıssaya göndermede bulunuyor.
Ne var ki, Yahudiler, Kur'ân-ı Kerim'in de tanımladığı gibi gerçekleri
tahrif etme, ellerindeki bilgileri değiştirme eğiliminde
kimselerdirler. Ne inanmalarına, ne de tarihsel bir kıssayı tahrif etmeden,
değiştirmeden sunmalarına güvenilmez. Bu, onların karakteristik
özellikleridir. Her fırsatta kendi çıkarlarına olan söz ve
davranışlar sergilemekten geri durmazlar. Ayetin satır aralarında
buna ilişkin işaretler yeterli derecede belirgindir.
Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla Yahudiler yaygın biçimde
sihir yapıyor, sihirle ilgileniyorlardı. Bunu da Hz. Süleyman'a
mal ediyorlardı. Çünkü iddialarına göre Hz. Süleyman krallığını,
cinler, insanlar, vahşî hayvanlar ve kuşlar üzerindeki egemenliğini,
olağanüstü gelişmelere yol açma yeteneğini sihir sayesinde elde
edebilmişti. Bildikleri sihrin bir kısmını ona mal ediyorlardı. Diğer
bir kısmın da Babil'deki Harut ve Marut adlı meleklere mal ediyorlardı.
Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman'ın sihirle ilgilenmediğini belirterek
onlara cevap veriyor, bu yaklaşımlarının asılsızlığını vurgulayarak
reddediyor. Hem nasıl olabilir ki, sihir Allah'ı inkâr demektir;
evrende yüce Allah'ın koyduğu normal düzenin tersine uygulamalarda
bulunmak demektir. Yüce Allah'ın canlılara bahşettiği algı
ve duyu organlarını yanıltarak, yanlış yargılara yöneltmektir. Süleyman
kâfir olmadı. O, Allah tarafından küfür ve günahlardan korunan
bir peygamberdir. Ulu Allah onunla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Süleyman küfre gitmemişti. Fakat o şeytanlar küfre gittiler.
İnsanlara büyü öğretiyorlardı... Andolsun, onu satanın,
ahirette bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı." Hz. Süleyman,
kendisine sihir ve küfür izafe edilmeyecek kadar üstün ve kutsal
bir kişiliktir.
Yüce Allah kitabının birçok yerinde; bu sureden önce Mekke'-
de inen En'âm, Enbiyâ, Neml ve Sâd gibi surelerde onun üstün bir
konuma sahip olduğunu vurgulamıştır. Buralarda belirtildiğine göre,
Hz. Süleyman salih bir kul, Allah tarafından gönderilmiş bir
peygamberdir. Allah ona bilgi ve hikmet vermiştir. Ona öyle bir
hükümranlık bahşetmiştir ki, ondan sonra hiç kimse, böylesine
göz kamaştırıcı, akıllara durgunluk verici bir egemenlik elde edememiştir.
O, kesinlikle sihirbaz değildir. Bu, şeytanların uydurup
insanlar arasındaki dostlarına fısıldadıkları asılsız bir kuruntu,
güvenilmez bir hurafedir ve onlar da insanlara sihir öğrettikleri için
kâfir olmuşlardır.
Kur'ân-ı Kerim Yahudilerin Babil'e inen Harut ve Marut adlı
meleklere ilişkin değerlendirmelerini de şu şekilde cevaplandırıyor:
"Eğer yüce Allah onlara bunu indirmişse, hiç kuşkusuz bu, insanları
sınamaya, denemeye yönelik bir ilâhî imtihandır. Nitekim
yüce Allah sınama amacı ile Âdemoğullarının kalplerine çeşitli kötülükler
ve bozgunculuklar ilham eder. Bu, bir kaderdir. Evrensel
sisteminin öngördüğü bir uygulamadır. Dolayısıyla, eğer söz konusu
iki meleğe sihir indirilmişse, onlar kesinlikle, "Biz birer sınama
araçlarıyız, öğrendiğin sihri yerinde kullanmamak suretiyle sakın
küfre gitme. Sihri bozma ve ailenin kötü yola düşmüşlüğünü ortaya
çıkarma amacının dışında sakın sihir yapıp küfre sapma" demedikçe
kimseye onu öğretmezlerdi. Ama onlar buna rağmen, o
iki melekten yüce Allah'ın evrene yerleştirdiği normal düzeni bozucu
şeyler öğreniyorlardı. Kötülük ve bozgunculuğun yaygınlaşması
için öğrendikleri sihirle karı-kocanın arasını bozuyorlardı.
Kendilerine yarar sağlayanı değil de zararlı olanı öğreniyorlardı. Bu durumda ayet-i kerimeyi şöyle açıklamak gerekir: "Uydular",
yani Yahudiler Hz. Süleyman'dan sonra, halefin seleften devralması
şeklinde. "Uydurduklarına", yani cin kökenli şeytanların
Süleyman'ın hükümranlığı üzerine yaydıkları yalanlara. İfadenin
orijinalinde geçen "tetlû" kelimesinin "uydurdukları yalanlar" anlamına
geldiğinin kanıtı, fiilin "alâ" harf-i cerri ile geçişli kılınmış
olmasıdır. Bu şeytanlar cin kökenliydiler, Hz. Süleyman'ın kontrolü
altındaydılar ve onun tarafından çeşitli cezalara çarptırılmışlardı.
Böylece Hz. Süleyman onları bozgunculuk yapmaktan alıkoyuyordu.
Bunları yüce Allah'ın şu sözlerinden anlamak mümkündür:
"Şeytanlardan, onun için denize dalan ve bundan başka işler gören
kimseleri de. Biz onları, onun için koruyorduk." (Enbiyâ, 82)
"Süleyman yıkılınca anlaşıldı ki, eğer cinler gaybı bilselerdi, o
küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı." (Sebe', 14)
"Oysa, Süleyman küfre gitmemişti." Yani, Süleyman sihir yapmamıştı
ki, küfre gitsin. Ama şeytanlar kâfir oldular. Çünkü, onlar
insanları saptırıyor ve onlara sihir öğretiyorlardı.
"İndirilene..." Yani Yahudiler, Babil'deki Harut ve Marut adlı
meleklere uyarı suretinde ve ilham yoluyla indirilene uyuyorlardı.
Hâlbuki, bu melekler, sihir yapmama hususunda uyarmadıkça
kimseye sihir öğretmezlerdi ve şöyle derlerdi: "Biz sizin için birer
sınama aracıyız. Bizimle ve size öğrettiklerimizle sınanıyorsunuz.
Dolayısıyla sihir yapmak suretiyle küfre girmeyin." "Fakat onlar, o ikisinden... öğreniyorlardı." Yani Harut ve Marut
adlı iki melekten. "...açacak şeyleri..." yani uygulandığı takdirde bıraktığı
etkiyle erkekle karısının arasını açacak sihri.
"Ancak, Allah'ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler." Bu ifade, Yahudilerin büyü aracılığı ile yaratılış ve oluşum sistemini bozdukları, Allah'ın öngördüğü kaderin önüne geçip, ona
müdahale ettikleri şeklinde kafalara takılabilecek bir soruya cevap
niteliğindedir. Burada yüce Allah, sihrin kendisinin de ilâhî
takdirin bir sonucu olduğunu, Allah'ın izni olmaksızın etki gösteremeyeceğini vurguluyor. Şu hâlde onlar hiçbir şekilde Allah'ı etkisizleştiremezler. Bu ifadeye, "Onlar kendilerine yarar vereni değil,
zarar vereni öğreniyorlardı." ifadesinden önce yer verilmesinin
sebebi, "Fakat onlar, o ikisinden erkekle karısının arasını açacak
şeyler öğreniyorlardı." cümlesinin sihrin tek başına etkinliğini gösteren
bir anlam içermesidir. Onun için hemen ardından söz konusu
etkinliğin Allah'ın izniyle olduğu vurgulanıyor.
"Andolsun, onu satan alanın, ahirette bir nasibi olmadığını gayet iyi
biliyorlardı." Bunu akılları sayesinde biliyorlardı. Çünkü akıl, sihrin
insanlık âlemi için bozgunculuk kaynağı bir uğursuzluk olduğundan
kuşku duymaz. Bu bilgilerinin bir kaynağı da Hz. Musa'nın şu
sözüdür: "Büyücü de nereye varsa iflah olmaz." (Tâhâ, 69)
"Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür, keşke bilselerdi."
Yani, onlar büyünün kendileri için bir kötülük, ahiretteki hayatlarını
ifsat eden bir uğursuzluk olduğunu bildikleri hâlde, biliyor
sayılmazlardı. Çünkü bildikleriyle amel etmiyorlardı. Bir bilgi bileni
doğru yola iletemiyorsa, o, bilgi değil; sapıklıktır, cehalettir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: "Heva ve hevesini ilâh edinen ve
bilgi sahibi olmasına rağmen Allah'ın saptırdığı kimseyi gördün
mü?" (Câsiye, 23) Şu hâlde, birisi böyleleri için bilgi ve hidayet dileğinde
bulunsa, iyi olur.
"Eğer onlar inanıp korunmuş olsalardı." Şeytanların asılsız uydurmalarına uyacaklarına, sihir aracılığı ile küfre sapacaklarına,
iman ve takva çizgisini izleselerdi... Bu ifadeden anlaşıldığı kadarıyla
sihir yapmak suretiyle küfre girmek, zekât vermemek gibi
amelî bir küfürdür, itikadî değil. Eğer sihir itikadî bir küfür olsaydı
yüce Allah, "Eğer onlar inansalardı, elbette Allah katından verilecek
sevap daha hayırlı olurdu." der ve meseleyi sırf imanla sınırlandırıp
takvadan, sakınmadan söz etmezdi. Oysa Yahudiler inanıyorlardı,
fakat günahlardan sakınmadıkları, Allah'ın belirlediği haramları
gözetmedikleri için yüce Allah imanlarını önemsememiştir,
dolayısıyla onları kâfir olarak nitelendirmiştir.
"Elbette Allah katından verilecek sevap, kendileri için daha hayırlı
olurdu. Keşke bilselerdi." Yani Allah katındaki sevap sihir aracılığı ile,
küfre saparak umdukları, elde ettikleri çıkarlardan, menfaatlerden
daha hayırlıdır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî ve Tefsir'ul-Kummî'de, "Süleyman'ın
hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları sözlere
uydular." ifadesi ile ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği
belirtilir: "Hz. Süleyman ölünce, İblis bir sihir uydurdu, onu bir
kağıda yazıp katladı, üzerine de şöyle bir not düştü: 'Bu, Asif b.
Berhiya'nın Davud oğlu Süleyman'ın ortaya koyduğu ilim hazinelerinin
saklı bulunduğu kitaptır. Şu şu şeyleri isteyen kimse
şöyle şöyle yapmalıdır.' Sonra da yazıyı Süleyman'ın tahtının altına
gömdü, ardından çıkarıp onlara okudu. Bunun üzerine kâfirler,
'Demek ki, Süleyman bu bilgiler sayesinde bize üstünlük
sağlamıştı.' dediler. Müminler ise, 'Hayır, o, Allah'ın kulu ve
peygamberidir.' dediler. İşte yüce Allah'ın şu sözü buna işaret
etmektedir: Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar,
şeytanların uydurdukları sözlere uydular." [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.52,
h: 74] Ben derim ki: Sihrin uyduruluşunu, yazılıp okunuşunu İblis'e
isnat etmek, bu eylemi öteki cin ve insan kökenli şeytanlara isnat
etmeye ters düşen bir yaklaşım değildir. Çünkü her türlü kötülüğün
kaynağı İblis'tir ve o mel'un kötülüğü, fısıltı ve vesvese aracılığı
ile dostlarına, yardakçılarına ulaştırır. Rivayetler literatüründe
bu tür bir ifade tarzının örneklerine sıkça rastlanır. Hadisten anlaşıldığı
kadarıyla, ayetteki "tetlû" kelimesi, "okuma" anlamındaki
"tilavet"ten gelir. Bunun böyle olması, bizim önceki açıklamamızın
yanlış olduğu anlamına gelmez. Biz demiştik ki: "Tetlû" yalan uydurdu
anlamına gelir. Çünkü ifadenin içeriğinden ve oluşturduğu
atmosferden zımnen bu anlam anlaşılmaktadır. Bu durumda ifadenin
açılımı şöyledir: "Şeytan Süleyman'ın hükümranlığı hakkında
uydurdukları" yani yalana dayalı olarak okudukları... "Tela/
yetlû" fiili, köken olarak "veliye/yelî/velâyet" köküne dönüktür.
Bir şeye bir sıra dahilinde, bir parçasının, diğer bir parçasının ardından
meydana gelmesi şeklinde sahip olmak demektir. Mâide
suresindeki, "Sizin veliniz ancak Allah ve Peygamberidir..." (Mâide,
55) ayetini ele alırken, "velâyet" kavramı üzerinde ayrıntılı bilgi
vereceğiz.
el-Uyun adlı eserde, İmam Rıza (a.s) ile Halife Me'mun arasında
geçen konuşmada şöyle bir pasaja yer verilir: "Harut ve Marut
iki melektiler. İnsanlara sihir öğretiyorlardı ki, bunun aracılığı ile
sihirbazların yaptıkları büyüden korunsunlar, onların kurdukları hileleri
bozabilsinler. 'Biz bir imtihan vesilesiyiz, sakın küfre gitme.'
demedikçe de kimseye bu sanatı öğretmezlerdi. Ama bu sihri öğrenenlerin
bir kısmı sihir yapmak suretiyle küfre saptılar. Oysa sihirden
kaçınmaları kendine emredilmişti. Yaptıkları sihir aracılığı
ile erkekle karısının arasını açıyorlardı. Yüce Allah bunlarla ilgili
olarak, 'Ancak, Allah'ın izni olmadan o büyü ile hiç kimseye zarar
veremezler.' buyuruyor." [c.1, s. 271, h: 2]
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn-i Cerir'in İbn-i Abbas'a dayanarak
şöyle rivayet ettiği bildirilir: "Hz. Süleyman helaya gitmek istediğinde
ya da özel bir iş yapmak istediğinde yüzüğünü karısı
Cerade'ye verirdi. Yüce Allah'ın Süleyman'ı sınamak istediği bir
günde o, yüzüğünü her zaman olduğu gibi Cerade'ye verdi. Ardından
Şeytan Süleyman'ın şekline girerek kadının yanına gelip ona,
'Yüzüğümü getir.' dedi. Şeytan yüzüğü alıp parmağına takınca bütün
cin ve insan kökenli şeytanlar ona boyun eğdi. Daha sonra Hz.
Süleyman karısının yanına geldi ve 'Yüzüğümü getir.' dedi. Kadın,
'Yalan söylüyorsun. Sen Süleyman değilsin.' dedi."
"Bunun üzerine Hz. Süleyman bir sınavdan geçirildiğini anladı.
O günlerde şeytanlar serbest kalıp sihir ve küfür içeren bir yazı hazırladılar.
Bunu önce Süleyman'ın tahtının altına gizlediler, sonra
çıkarıp insanlara okudular ve dediler ki: 'Süleyman bu yazılar aracılığı
ile insanlar üzerinde egemenlik kuruyor, onlara üstünlük
sağlıyor.' Bunun üzerine insanlar Hz. Süleyman'dan uzaklaşıp onu
tekfir ettiler. Nihayet Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber olarak
görevlendirilince yüce Allah, 'Süleyman küfre gitmemişti. Fakat o
şeytanlar, küfre gittiler.' ayetini indirdi."
Ben derim ki: Bu kıssa başka kanallardan da aktarılmıştır. Oldukça
da uzundur ve peygamberlerden baş gösteren hatalar cümlesinden
sayılmış ve bu hususla ilgili olarak nakledilir.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde şöyle geçer: Said b. Cerir ve
Hatip "Tarih"inde Nâfi'in şöyle dediğini tahriç ederler: "İbn-i Ömer
ile birlikte yolculukta idim. Gecenin sonuna doğru, 'Ey Nâfi', bak
bakalım zühre yıldızı çıktı mı?' dedi. 'Hayır.' dedim. Sonra bu
soruyu iki veya üç kere tekrarladı. 'Yıldız çıktı.' dedim. 'Hoş gelmedi,
safalar getirmedi.' dedi. 'Sübhanallah, Allah'ın buyruğuna boyun
eğmiş, buyruğu dinleyip itaat etmiş bir yıldız hakkında nasıl
böyle bir ifade kullanıyorsun?' dedim. Bunun üzerine dedi ki:
'Resulullah'tan ne duydumsa, onu söyledim sana, Resulullah şöyle
buyurdu: Melekler dediler ki: 'Ya Rabbi, Âdemoğullarının işlediği
hatalara ve günahlara karşı nasıl sabrediyorsun?' Yüce Allah buyurdu
ki: 'Ben onları sınarım ve bağışlarım.' Bunun üzerine melekler,
'Eğer onların yerinde olsaydık, senin emirlerine karşı
gelmezdik.' dediler."
"Allah dedi ki: 'Aranızdan iki melek seçin.' Çok geçmeden
Harut ve Marut'u seçtiler. Böylece o ikisi yeryüzüne indi. Sonra yüce
Allah onlara şehvet duygusunu verdi. Sonra Zühre adında bir
kadın geldi. İkisi de kadından hoşlandı. Her biri içindeki duyguyu
arkadaşından saklamaya çalıştı. Daha sonra biri diğerine dedi ki:
'Benim içimden geçenler senin de içinden geçti mi?' 'Evet.' dedi.
Bunun üzerine kadınla birleşmek istediler. Kadın, 'Bana göğe çıkıp
inmenizi sağlayan ismi öğretmedikçe bu isteğinize uymayacağım.'
dedi. Ama onlar kadının isteğini yerine getirmediler. Sonra tekrar
kadınla birleşme isteğini dile getirdiler. Kadın bir kez daha onları
reddetti. Sonra melekler kadının isteğini yerine getirdiler. Kadın
göğe doğru yükselince, Allah onu bir yıldız hâline getirdi ve o iki
meleğin de kanatlarını kopardı."
"Melekler Rabbine tövbe ettiler. Yüce Allah onlara iki alternatif
sundu. Dedi ki: 'İsterseniz sizi eski konumunuza getireyim de
kıyamet günü cezalandırayım. Veya sizi dünyada cezalandırayım
da kıyamet günü eski hâlinize döndüreyim.' Biri diğerine dedi ki:
'Dünyadaki azap kesilir, sona erer.' Bunun üzerine ahiret azabı yerine
dünyada azap görmeyi tercih ettiler. Daha sonra yüce Allah
onlara, 'Babil'e gidin.' diye vahyetti. Onlar da Babil'e doğru hareket
ettiler. Allah onları gökle yer arasında baş aşağı astı. Böylece kıyamete
kadar azap görürler."
Ben derim ki: Buna benzer bir yorum da Şiî kaynaklarından
merfu olarak İmam Bâkır'a (a.s) dayandırılarak rivayet edilmiştir.
Suyutî, Harut ve Marut adlı meleklerle Zühre adlı kadın hakkında
yirmi küsûr hadis rivayet eder. Bunlardan bazılarının sahih olduğu
bildirilmiştir. Bu rivayetlerin isnat zincirinde bazı sahabelerin adlarına
da rastlanmaktadır. İbn-i Abbas, İbn-i Mes'ud, Hz. Ali, Ebu
Derda, Ömer, Ayşe ve İbn-i Ömer gibi. Ne var ki, bu asılsız bir hikâyedir.
Saygın meleklere yakıştırılmış uydurma rivayettir. Kur'ân'ı
Kerim meleklerin kutsallıklarını, şirk ve günahtan uzak oluşlarını
açık biçimde bildirmiştir. En iğrenç şirk ve en iğrenç günah, puta
tapıcılık, adam öldürme, zina etme, içki içmedir.
Bu uydurma rivayette, Zühre adlı yıldızın meshedilmiş zinakâr
bir kadın olduğu belirtilir. Bu, gülünç bir iddiadır. Zühre yıldızı, doğuşu
ve varoluşu bakımından tertemiz gök cismidir. Yüce Allah bir
ayet-i kerime'de ona yemin etmiştir: "Hayır, yemin ederim o geceleri
geri dönüp ışık verenlere, gündüzün güneşi altında gizlenen
gezegenlere." (Tekvîr, 15-16) Kaldı ki, Astronomi bilimi, günümüzde,
söz konusu gezegenin mahiyetini, yapısındaki elementleri, hacmini
ve diğer özelliklerini ortaya koymuştur.
Bu ve az önce sözü edilen kıssa, Yahudilerin anlattıkları kıssalara
benzemektedir. Yahudilerin Harut ve Marut'la ilgili efsaneleri-
ni çağrıştırmaktadır. Bir bakıma bu hurafeler eski Yunan mitolojisinde
yer alan gökcisimlerine ilişkin efsanelere de benzemektedir.
Titiz bir araştırmacı açıkça görür ki, peygamberlerin hataları
ve yanılgıları ile ilgili olarak ortaya atılan bu tür hadisler, kesinlikle
Yahudilerin desiselerinden uzak değildirler. Bir gözlemci biraz dikkat
edince, Yahudilerin ilk kuşak hadisçiler üzerindeki derin etkilerini
hemen fark eder. Yahudiler rivayetler üzerinde diledikleri gibi
oynayarak, istedikleri fikirleri bunlara katmışlardır. Bu konuda
onlara yardımcı olan başka kimseler de vardır.
Ne var ki, yüce Allah kitabını, düşmanları arasında yer alan art
niyetli sapıkların komplolarına karşı koruma altına almıştır. Bu
sapıklar arasında yer alan herhangi bir şeytan kulak hırsızlığına
kalkışacak olursa, onu yürek yakan kavurucu bir alev takip eder.
Ulu Allah şöyle buyuruyor: "O zikri biz indirdik biz ve onun koruyucusu
da elbette biziz." (Hicr, 9) "O aziz bir kitaptır. Ne önünden, ne
de arkasından ona batıl gelmez. Hikmet sahibi, çok övülen Allah'tan
indirilmiştir." (Fussilet, 42) "Biz Kur'ân'dan, müminlere şifa
ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama Kur'ân zalimlere ziyan
arttırmaktan başka bir katkıda bulunmaz." (İsrâ, 82)
Bu ayet-i kerimelerde ifade genel tutulmuş ve herhangi bir sınırlandırmaya
gidilmemiştir. Şu hâlde hiçbir batıl karıştırma girişimi
ve hiçbir art niyetli yaklaşım yoktur ki, Kur'ân-ı Kerim onu önlemesin.
Bu tür girişimlerin sahiplerinin hüsranı çok geçmeden ortaya
çıkar. Tarih sayfaları okunduğu zaman bunun örneklerine
rastlamak mümkündür. Her iki mezhebin de (Şia, Ehlisünnet) üzerinde
ittifak ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:
"Allah'ın kitabı ile uyuşanı alın, onunla çelişeni de bırakın." Böylece
Peygamber efendimiz (s.a.a) kendisinden ve yakın dostlarından
aktarılan sözlerin değerlendirileceği genel bir ölçü koymuş oluyor.
Kısacası, Kur'ân aracılığı ile batıl, hakkın kutsal sahasından
uzak-laştırılır ve çok geçmeden batıllığı, eğriliği ortaya çıkar. Gözlerden
kaybolduğu gibi bir süre sonra dipdiri gönüllerde de etkinliğini,
canlılığını yitirip gider. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Hayır, biz
hakkı batılın üstüne atarız da onun beynini, parçalar." (Enbiyâ, 18)
"Allah, kelimeleriyle hakkı gerçekleştirmek istiyor." (Enfâl, 7) "Ki
suçlular istemese de hakkı gerçekleştirsin, batılı da ortadan kal-
Bakara Sûresi / 102-103 ... 377
dırsın." (Enfâl, 8) Hakkı gerçekleştirmenin ve batılı batıllaştırmanın,
her ikisinin temel niteliklerini gözler önüne sermekten başka bir
anlamı yoktur.
Bazı insanlar, özellikle çağımızda her şeyi maddî açıdan değerlendirme
taraftarı, çağdaş batı uygarlığının tutkunu bazı yazarlar,
yukarıda değindiğimiz bu gerçeği yanlış algılamış ve kaynaklarda
yer alan tüm rivayetleri Resulullah efendimizin sünnetinin
kapsamına giren her şeyi reddetme eğilimi göstermişlerdir. Bu
hususta aşırı bir tepkisellik örneği göstererek, gelen her türlü rivayeti,
hiçbir kriterden geçirmeden olduğu gibi kabul etme taraftarı
olan bazı nakilciler, hadisçiler ve harurîlerin aşırılığının karşısında
yer almaya çalışmışlardır.
Kayıtsız şartsız kabul nasıl, dinde hak ile batılı, eğri ile doğruyu
birbirinden ayırma amacı ile konulmuş ölçüleri yalanlama ve yalan
nitelikli saçma-sapan sözleri Resulullah efendimize (s.a.a) yakıştırma
anlamına geliyorsa, nakledilmiş tüm rivayetleri ayırım
gözetmeksizin bir kalemde atmak da önünden ve arkasından batıl
bulaşmayan aziz Kur'ân'ı yalanlama ve geçersiz kılma anlamına
gelir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: "Peygamber size ne verdiyse
onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının." (Haşr, 1) "Biz
hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir
amaçla göndermedik." (Nisâ, 64)
Eğer Peygamberin sözleri kanıt olmasaydı ya da sözleri çağında
yaşamamış bizlere yahut ölümünden sonraki Müslümanlara
ulaştırılmasaydı, din binasının duvarında tek bir taş bir diğer taşın
üzerinde kalmaz, temelden yıkılıp giderdi. Aktarılan rivayetlere
dayanmak, anlatılan hadislere başvurmak, bir insan için toplumsal
hayatın zorunluluğudur. İnsanın fıtratı kaçınılmaz olarak böyle
bir kabule zorlar insanı. Çünkü başka seçeneği yoktur insanın. Yalan
yanlış sözlerin, saçma sapan açıklamaların bulaştırılmış olması,
sadece geçmişten aktarılan dinsel metinlere, dinsel bilgilere
özgü bir durum değildir. Bilakis toplum değirmeni, bütün yönleriyle
özel ve genel nitelikli günlük haberler üzerinde dönüyor.
Bu haberlere art niyetli saptırmaların ve bilinçli karıştırmaların
bulaşması daha yüksek bir ihtimaldir. Uzun ve kısa vadeli politikaların
öngördüğü müdahalelerin izleri çok daha fazladır. Biz ise, fıt-
ratımız gereği sırf herhangi bir toplantıda duyduğumuz bir haberi,
nakledilen bir bilgiyi dinlemekle yetinmiyoruz. Tam tersine, bunları
teker teker elimizde bulunan ölçülere vuruyoruz. Eğer elimizdeki
ölçü söz konusu haberin doğruluğunu onaylarsa, biz de onu kabul
ederiz. Ölçü rivayetin aksini bildirirse, onu yalanlarsa, biz de söz
konusu haberi reddederiz. Şayet mahiyeti açıklığa kavuşmazsa,
eğriliği veya doğruluğu, gerçekliği veya yalanlığı kesin olarak
belirlenemezse, onu ne kabul ederiz, ne de reddederiz. Kötü ve zararlı
şeyler karşısındaki doğal tavrımız gereği onu ihtiyatla karşılarız.
Bütün bunlar, bize ulaşan haberler hakkında belli bir deneyim
düzeyine sahip olma şartına bağlıdır. Ancak bir insan kendisine
ulaşan haberin içeriği hususunda deneyim sahibi değilse, toplumun
akıllı insanlarının yöntemi, bu haberleri uzmanına götürüp
onların görüşlerini ve bu husustaki değerlendirmelerini almaktır.
Toplumsal ilişkilerin doğal dayanağı, fıtrî temeli budur. Dinsel
kriter hak ile batılı, eğri ile doğruyu birbirinden ayırt etme amacı
ile konulmuştur. Bu ölçü değişmez ve hep olduğu gibi kalır. Ölçü
Allah'ın kitabına başvurmaktır. Eğer bu başvuru sonucu eldeki haber
bir açıklığa kavuşuyorsa, onu benimsemek bir zorunluluk niteliğini
kazanır. Herhangi bir kuşku dolayısıyla mesele tam açıklığa
kavuşamıyorsa, bu durumda orada durmak gerekir. Peygamber
efendimizden (s.a.a) ve onun Ehlibeyti'nden olan imamlardan (a.s)
gelen mütevatir haberlerde de bu, böyle belirlenmiştir. Bu dediklerimiz,
fıkıh biliminin ilgi alanına girmeyen konular için geçerlidir.
Fıkhî sorunlarda ise, başvurulacak merci, fıkıh metodolojisidir.
AYETLERLE İLGİLİ FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA
Bilindiği gibi, olağanüstü fiillerin meydana gelişini gösteren
kanıtlar ya bizzat görmeye ya da nakledilen bir habere dayanırlar.
Az-çok olağanüstü fiilleri bizzat görmeyenimiz ya da kendisine haberleri
ulaşmayanımız yok gibidir. Ne var ki, bu alanda gerçekleştirilecek
titiz bir araştırma bu olağanüstülüklerin birçoğunun temelde
normal doğal sebeplere dayandıklarını ortaya çıkaracaktır.
Olağanüstü hareketlerin birçoğu onları gerçekleştiren kişinin alıştırmalar
ve sürekli tekrarlanan egzersizler sonucu bir tür bağışıklık
kazanmış olmasına dayanır: Zehir yemek, çok ağır yükleri kaldırmak,
boşluğa gerilmiş ip üzerinde yürümek gibi.v Bunların birçoğu da insanlara gizli bulunan, onlar tarafından
bilinmeyen doğal sebeplere dayanır. Vücuduna talk sürdüğü için
ateşe girdiği hâlde yanmayan bir kimsenin hareketi ya da üzerinde
yazısı fark edilmeyen dolayısıyla ancak sahibi tarafından okunabilen
bir yazı yazmak gibi. Bu yazı ancak ateş ve benzeri bir
cisme tutulduğunda okunabilen bir madde ile yazılmıştır. Bunların
birçoğu ise çok hızlı gerçekleştirilirler, dolayısıyla karşıdaki insan,
olağanüstü hızından dolayı meydana gelen hareketin nasıl gerçekleştiğinin
farkında olmaz. Ama bu hareket, olağanüstü bir hızın
dışında tamamen olağan sebeplere dayalıdır, göz bağlayıcıların
numaraları gibi.
Kısacası bunlar, farkında olmadığımız ya da güç yetiremediğimiz
doğal sebeplere dayalı hareketlerdir. Ancak, bu olağanüstülüklerin
bir kısmı, normal sisteme göre hareket eden doğal sebeplere
dayanmazlar. Gaybın kapsamında olan, özellikle de gelecekte
gerçekleşecek bazı olayları haber vermek gibi. Sevgi, nefret, bağlama,
çözme, ipnotizma, hasta etme, uykuyu bağlama, ruh çağırma
ve iradeyle hareket ettirme gibi. Riyazet ehlinin gerçekleştirdikleri
bu hareketleri inkâr etmek mümkün değildir. Bunların bir
kısmını bizzat görmüşüz, bir kısmını da kesinlikle doğruluğundan
kuşku duyulmayan aktarma haberlerden öğrenmişiz. Bugün Hindistan'da,
İran'da ve Batıda bu tür olağanüstülükleri sergileyen
topluluklara rastlamak mümkündür.
Bu tür olağanüstülüklere yol açan egzersizler üzerinde yapılacak
bir etüt, bu kişilerin yöntemleri alanında gerçekleştirilecek fiilî
bir deneyim, bunların irade ve iman gücünün etkisine dayandığını
söyleme zorunluluğunu doğuracaktır. Bununla beraber söz konusu
yöntemler ve etkileme yolları da çok çeşitlidirler. İrade, kendisine
oranla önceliği bulunan bilgi ve inanca dayanır. Böyle bir şey kimi
zaman herhangi bir koşula bağlı olmaksızın gerçekleşir, kimi zaman
da özel koşulların oluşması ile meydana gelir. Kimilerinde
kimilerine karşı sevgi veya nefret oluşturmak amacı ile özel mekânlarda,
özel bir mürekkeple özel bir yazı yazmak gibi. Yahut ruh
çağırma seansı esnasında özel olarak seçilmiş bir çocuğun yüzüne
ayna tutmak ya da özel bir koruyucu dua okumak gibi.
Bu koşulların tümü etkin iradeyi meydana getirme amacına
yöneliktir. Çünkü, bilgi, kesin bilgi niteliğine kavuşunca, duyulara
kesin olarak bilgiyi görme yeteneği kazandırır. Bunun doğruluğunu
kendi kendine sen de deneyebilirsin. Falanca şeyin veya falanca
kimsenin şu anda yanında olduğunu, kendisini gözlerinle gördüğünü
kendine telkin edersin. Sonra hiçbir şeye dikkat etmeyecek
şekilde tüm dikkatini onun üzerinde yoğunlaştırarak onu hayal
edersin. Birde bakarsın ki, o şey veya o kimse istediğin gibi karşında
durmaktadır. Kaynaklarda ba-zı doktorların öldürücü hastalıklara
yakalanan hastalarına sağlığa kavuşma isteğini telkin ederek
onları tedavi ettiklerinden söz edilir.
Meselenin iç yüzü böylece ortaya konduktan sonra, irade bu
sahada etkin bir güce kavuşursa, isteğe bağlı olarak seansa katılan
insanda olduğu gibi, istemeyen insan üzerinde de etkin olabilir.
Bu durum ya birtakım şartlara bağlı olur ya da herhangi bir şarta
ve kayda bağlı olmaksızın gerçekleşir.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan aşağıdaki hususlar
açıklığa kavuşmuştur:
Birincisi: Söz konusu etki olağanüstülüğü gerçekleştiren şahısta
kesin bilginin gerçekleşmesine bağlıdır. Bu bilginin, gökcisimleriyle
bağlantısı olan ruhlara inanan müneccimlerin inandıkları gibi,
dış âlemle uyum içinde olması şart değildir. Bazı dua ve çile erbabının
kimi melek ve şeytanların adlarını söyleyerek özel yöntemlerle
onlara çağrıda bulunmaları da bu kategoride değerlendirilebilir.
Ruh çağırma seansları düzenleyenlerin buna ilişkin inançları
da bunun gibidir. Ruhu hayalleri veya duyularıyla duyumsadıklarından
fazlasına ilişkin bir kanıt yoktur. Ruhun gerçekten orada
bulunduğunu iddia edemezler. Yoksa, orada bulunan herkes, görürdü.
Çünkü herkes aynı doğal duygulara sahiptir. Böylece, herkesin
tek bir ruhu olduğu da dikkate alınarak uyanıklılık hâlinde
kendi işiyle meşgul iken yaşayan birinin ruhunun çağırılması ile ilgili
şüphe giderilmiş olur.
Bunun yanı sıra bir diğer şüphe de bertaraf edilmiş olur. Şöyle
ki: Ruh soyut bir cevherdir. Belli bir zamanla ve belli bir mekânla
bir bağlantısı yoktur. (Öyleyse ruh çağırma olayı nasıl gerçekleştirilebilir?)
Ortadan kaldırılan üçüncü şüphe ise şudur: Tek bir ruh nasıl
iki adamın yanına farklı şekillerde gelebilir. Bir dördüncü kuşku
da gidebiliyor böylece. Şöyle ki: Ruhlar çağırma seansı sırasında
nasıl yanlış bilgi verebiliyorlar. Bazıları diğer bazılarını yalanlayabiliyor?
Bu kuşkuların tümüne birden şöyle bir cevap vermek mümkündür:
Ruh, çağıran kişinin duygularında gelmiş gibi olur. Onun
dışında diğer doğal olguları algıladığımız türden bir geliş söz konusu
değildir.
İkincisi: Böylesine etkin bir iradeye sahip olan kişi, bu hususta,
ba-zen kişiliğinin gücüne ve egosunun sağlamlığına dayanıyordur.
Mistik çilekeşler gibi. Bu durumda kaçınılmaz olarak güç ve etki
irade eden kimse açısından ve dışarıda sınırlı olacaktır. Bunların
bir kısmı da Rablerine dayanıyorlardır. Peygamberler, veliler, kendilerini
Allah'a yönelik kulluğa adayanlar ve Allah'a yönelik inançları
yakin düzeyinde olanlar gibi. Bu gibi insanlar irade ettikleri
zaman Rableri için ve Rableri ile irade ederler. Bu tür bir irade tertemizdir.
Kişiye özgü bağımsız bir dileyiş değildir. Onlardan yansıyan
bu irade bir amaca yöneliktir, kişisel arzu niteliğinde değildir
ve kesinlikle gerçeğe dayalıdır. Dolayısıyla bu tür bir irade Rabbanidir,
sınırsızdır kayıtsızdır.
İkinci kısma giren olaylar eğer bir meydan okumayla
birlikteyse, Peygamberlerden aktarılan bazı gelişmeler gibi, bu,
mucizedir ve eğer böyle bir niteliği yoksa keramettir. Ya da dua
esnasında oluşmuşsa, duanın kabul görmesidir.
Birinci kısma giren gelişmelere gelince, bunlar eğer bir cinden
veya ruhtan haber almak, ondan yardım görmek şeklinde gerçekleşirse,
bu, kehanettir. Bir dua, mistik bir egzersiz ya da bir düğüm
sonucu ise, o zaman buna sihir denir.
Üçüncüsü: Bu mesele irade gücünün ekseni etrafında döndüğü
için ve güçlülük ve zayıflık bakımından da iradeler arasında
farklılık kaçınılmaz olduğu için, bunların bir kısmı diğer bir kısmının
etkisini yok edebilir; büyü ve mucizenin karşı karşıya gelmesi
gibi. Veya bazı nefisler diğer bazı nefisler üzerinde etkili olmayabilir;
güç düzeyleri farklı olunca olduğu gibi. Nitekim ipnotizma ve
ruh çağırma seanslarında bunu gözlemlemek mümkündür. İleride
yine konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunacağız.
AYETLERLE İLGİLİ BİLİMSEL BİR İNCELEME
İlginç etkileme yöntemlerini araştıran birçok bilim dalı vardır.
Bunların bölümleri ve ilgi alanları üzerinde genel bir değerlendirmede
bulunmak oldukça güçtür. Uzmanları arasında yaygın olarak
üzerinde durulan ve en çok bilinenleri şunlardır:
a) Simya: Doğal olgular üzerinde olağanüstü tasarruf gücüne
ulaşmak amacı ile iradi güçlerle özel maddî güçleri kaynaştırmayı
hedefleyen bir ilim. Algılama üzerinde tasarrufta bulunma da bu ilimin
kapsamına girer. Buna ayrıca göz büyüsü denir. Sihrin en
somut örneklerinden biridir bu.
b) Limya: Yıldızlar ve olaylar üzerinde etkili olan üstün ve güçlü
ruhlarla iletişim kurmanın sonucu meydana gelen iradî etkilemelerin
niteliğini araştıran ilim. İrade, bunları ya buyruğu altına alır
ya onlarla iletişim kurar ya da cinlerin yardımıyla söz konusu güçleri
hizmetine alır. Buna boyun eğdirme sanatı da denir.
c) Himya: İlginç etkiler meydana getirmek için yüceler âleminin
güçleri ile aşağı unsurlar arasında bir bileşim meydana getirmeyi
hedefleyen ilim. Buna "tılsımlar" da denir. Çünkü gökteki yıldızların,
semavi düzenin maddî olaylarla bir ilgisi vardır. Unsurlar,
bileşimler ve bunların doğal nitelikleri için de böyle bir bağlantı
söz konusudur.
Söz gelimi falanın ölümü ve falanın dünyaya gelmesi ya da falanın
dünyada kalması gibi herhangi bir olay için uygun semavi
şekiller, uygun maddî biçimle bir bileşim meydana getirilirse, istenen
sonuca varılır. İşte tılsımın anlamı budur.
d) Rimya: Maddî güçleri, olağanüstü intibaı uyandıracak şekilde
kullanma ilmine denir. Buna göz bağlayıcılık denir.
Bu dört ilmin yanı sıra bir de "Kimya" adı verilen bir ilim daha
vardır. O da; unsurlardan bazısının diğer bazısının biçimini almasını
inceler. Bunlara beş gizli ilim denir.
Şeyhimiz Behaî diyor ki: "Bu ilimlerle ilgili olarak bugüne kadar
rastladığım en güzel kitap, Herat'ta gördüğümdür. Kitabın adı
"Kulluhu Sirrun" idi. Kitabın adı söz konusu beş ilmin, yani; Kimya,
Limya, Himya, Simya ve Rimya ilimlerinin baş harflerinin birleşmesinden
oluşuyor." Şeyhin açıklaması kısaca bundan ibaretti.
Bu alandaki muteber eserler ise, "Belinas'in kitaplarının özeti";
"Hüsrevşahi Risaleleri"; "Zahîret'ül-İskenderiye"; Razi'nin "es-
Sırr'ul-Mektum"u, Sekkakî'nin "et-Teshirat"ı; Feylesof Tamtam el-
Hindî'nin "Yedi Yıldızın Hareketleri" adlı eserlerdir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ilimlerin bir şubesi de sayı ve tevafuk
ilmidir. Bu ilim, sayı ve harflerin isteklerle bağlantısını inceler.
Buna göre, istekle uyuşan sayı veya harfler özel bir düzenlemeyle
üçgen veya dörtgen şeklindeki çerçevelere konur. "Hafiye" denen
yöntem de bu kategoriye girer. Bu, istenen şeyin ya da istenen şeye
uygun isimlerin harflerinin kesilmesi, böylece arzulanan meseleyle
ilgili melekler veya şeytanların adlarının elde edilmesi ve
bunlardan oluşan duaların okunmasıdır. Amaç, tutulan niyetin
gerçekleşmesi. Bu sanatla ilgilenenlerin yanında en muteber eserler;
Şeyh Abbas Tunî ve Seyyid Hüseyin Ahlatî vb. insanların kitaplarıdır.
Sözünü ettiğimiz ilimlerle aynı kategoride incelenebilecek bir
sanat da günümüzde başvurulan ipnotizma ve ruh çağırmadır.
Daha önce de söylediğimiz gibi, bunlar iradenin düşünce üzerindeki
etki ve uygulamasının sonucu meydana gelirler. Bunlarla ilgili
olarak birçok kitap ve broşür yayımlanmıştır. Son derece yaygın
oluşlarından dolayı, ayrıca bunlardan söz etme gereğini
duymuyoruz. Bunları uzun uzadıya ele alışımızın nedeni, sihir ve
kehanetin mahiyetini ortaya koymaktır.
104- "Ey iman edenler, "Raina" demeyin, "Unzurna" deyin ve
dinleyin. Kâfirler için acı bir azap vardır." 105- "Kitap ehlinden olan kâfirler de, müşrikler de size
Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler. Oysa Allah, rahmetini
dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Ey iman edenler." "Kur'ân-ı Kerim'de ilk kez bu ayette müminlere
bu şekilde hitap edilmektedir. Böyle bir hitap yaklaşık olarak
seksen beş yerde geçmektedir. İster hitap şeklinde olsun ve ister
hitap dışı bir amaçla olsun, müminlerin "iman edenler, inananlar"
olarak nitelendirilmesi bu ümmete özgü bir durumdur. Bundan
önceki ümmetlerse "kavim" kelimesi ile anılmışlardır: "Nuh kavmi
veya Hud kavmi" (Hûd, 89) "Dedi ki: Ey kavmim, ya ben apaçık bir
kanıta dayanıyorsam?" (Hûd, 28) "Medyen halkı" (Tevbe, 70) "Ress
halkı" (Kaf, 12) "İsrailoğulları" (Tâhâ, 47) "Ey İsrailoğulları" (Tâhâ, 80)
gibi. Şu hâlde "iman edenler" ifadesinin bu ümmete özgü kılınması,
bir tür onurlandırmadır. Ancak yüce Allah'ın sözü üzerinde titiz
bir yaklaşımla durulduğu zaman "ellezîne âmenû=iman edenler"
ifadesiyle kastedilenin, "müminler" ifadesiyle kastedilenden farklı
olduğu görülecektir.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Ey müminler, topluca
Allah'a tövbe edin." (Nûr, 31) Bu ifade bizim yaklaşımımızı doğrular
niteliktedir. Bir ayette şöyle buyuruyor: "Arşı taşıyanlar ve onun
çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tesbih ederler, O'na inanırlar
ve iman edenler için bağışlanma dilerler: Rabbimiz, rahmet
ve bilgi bakımından her şeyi kapladın. Tövbe edip senin yoluna
uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru. Rabbimiz, onları
ve babalarından, eşlerinden, çocuklarından iyi olan kimseleri
onlara söz verdiğin Adn cennetlerine sok. Şüphesiz üstün olan,
hikmet sahibi olan sensin." (Mü'min, 7-8)
Bu ayetlerde, önce, meleklerin ve Arşı taşıyanların bağışlanma
dileyişi "iman edenlere" yönelik olarak sunuluyor, ardından bunu
açıklayıcı olarak şöyle bir ifade kullanılıyor: "Tövbe edip senin yoluna
uyanları..." Bilindiği gibi "tövbe" pişmanlık duyup dönmek ,
demektir. Ardından duaları "iman edenler"e bağlantılı kılınıyor,
daha sonra "iman edenler"in babaları, eşleri ve çocukları da bu
duanın kapsamına alınıyor. Eğer "iman edenler" diye kendilerinden
söz edilenler, nasıl olursa olsun Resulullah'a (s.a.a) inananlar
ise, o zaman "iman edenler" ifadesi, babaları, oğulları, eşleri, herkesi
kapsar, ayrıca "iman edenler"e atfedilerek zikrolunmalarına
gerek kalmazdı. Tümü aynı hizada ve aynı safta yer alırlardı.
Benzeri bir sonucu şu ayet-i kerimeden de çıkarmak mümkündür:
"Onlar ki, iman ettiler, zürriyetleri de imanda kendilerine
uydu; zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır; kendi amellerinden
de hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kendi kazandığına
bağlıdır." (Tûr, 21) Eğer "imanda kendilerine uyan zürriyetleri" ayet-
i kerimedeki "iman edenler" ifadesinin kapsamına giren kimseler
olsaydı, o zaman ayet-i kerimede sözü edilen "katma" bir anlam
ifade etmezdi. Şayet "Zürriyetleri de imanda kendilerine uydu"
ifadesi, "iman edenler" ifadesiyle özel şahısların yani zürriyetleri
olan tüm müminlerin kastedildiğine yönelik bir ipucu olarak
değerlendirilecekse, bu durumda da "katma"dan söz etmenin
somut bir anlamı olmamış olur.
Yine, "Kendi amellerinden de hiçbir şey eksiltmemişizdir." ifadesi
de sadece, arkalarında zürriyet bırakmayan, dolayısıyla
kendilerine iman noktasında uyacak bir soyları bulunmayan ve
ancak kendileri babalarına uyma durumunda bulunan son kuşak
açısından bir anlam ifade edebilir. Bu yaklaşım makul gibi görün-
se de ayetin akışından bunun bir onurlandırma ifadesi olduğunun
anlaşılmasıyla çelişmektedir.
Çünkü bu yaklaşıma göre, ayetten şöyle bir şey anlamalıyız.
"Müminler birbirlerindendirler. Ya da bir kısmı bir kısmına katılarak
tek safta yer alırlar. Bir kısmının diğer bir kısmın üzerinde onursal
bir üs-tünlüğü yoktur; daha önce iman etmekle daha sonra
iman etmek arasında bir ayrıcalık söz konusu değildir. Çünkü üstünlük
ölçüsü imandır ve o hepsinde vardır."
Ancak bu anlayış, ayetin oluşturduğu atmosferle çelişki
arzetmektedir. Görüldüğü gibi ayet-i kerimede bir tür saygınlıktan
söz ediliyor. Öncekilerin kendilerine katılma durumunda olan zürriyetlerine
oranla daha şerefli bir konumda oluşları vurgulanıyor.
Şu hâlde, "zürriyetleri de imanda kendilerine uydu." ifadesi, "iman
edenler" ifadesi ile bazı özel kimselerin kastedildiğine yönelik
bir ipucu konumundadır. Dolayısıyla bunlar, tüm insanlardan
önce, zor zamanda Resulullah'a (s.a.a) iman eden öncülerdir, yani
ilk Muhacirler ve Ensar topluluğudur. Buna göre, "iman edenler"
deyimi, bir onurlandırma niteliğidir ve bunun-la söz konusu kişiler
kastedilmiştir.
Yüce Allah'ın şu sözü de bu anlamı çağrıştırır mahiyettedir:
"Muhacirlerden olan fakirler içindir... ve onlardan önce o yurda
yerleşen, imana sarılanlar... Onlardan sonra gelenler derler ki:
Rabbi-miz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla,
kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma! Rabbimiz sen
çok şefkatli, çok merhametlisin." (Haşr, 8-10) Eğer "iman edenler"
ile "bizden önce inananlar" ifadelerinde aynı kimseler kastedilmiş
olsaydı, o zaman bir zamir ile "bizden önce inananlar"a göndermede
bulunulur, ayrıca "iman edenler" ifadesinin kullanılmasına
gerek kalmazdı. Çünkü bu durumda "iman edenler" ifadesinin kullanılmasında hiçbir incelik ve fayda söz konusu değildir.
Aşağıdaki ayet-i kerimeden de bunu anlamak mümkündür:
"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere
karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rüku
ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün...
Allah, onlardan iman edip salih ameller işleyenlere bağışlanma
ve büyük bir ödül vaadetmiştir." (Fetih, 29)
Böylece anlaşılıyor ki, bu kelime, müminlerden ilk iman edenlere
özgü bir onurlandırma niteliğidir. "İnkâr edenler" ifadesi için
de benzeri bir yorumda bulunmak mümkündür. Denebilir ki, bu ifadeyle
her-kesten önce Resulullah'ı inkâr eden Mekke'li müşriklerle
benzeri kâfirler kastedilmiştir. Nitekim yüce Allah'ın şu sözünden
de benzeri bir sonuç çıkarsamak mümkündür: "İnkâr edenlere
gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir:
Onlar inanmazlar." (Bakara, 6)
Eğer desen ki: Şimdiye kadar ki açıklamalardan çıkan sonuca
göre "ellezîne âmenû=iman edenler" hitabı ile Resulullah efendimiz
(s.a.a) zamanındaki belli bir grup kastedilmiştir. Oysa tüm İslâm
âlim-leri diyorlar ki: Bu tür hitaplar hem Peygamber efendimiz
zamanını, hem diğer zamanları, hem o zamanda hazır olanları ve
hem de diğer zamanlardaki müminleri kapsar. Özellikle de bu hitapları,
"hakikî önermeler" şeklinde değerlendirirsek, bu husus
daha bir belirginlik kazanır.
Ben derim ki: Evet, bu, belli bir gruba yönelik özel bir onurlandırmadır.
Ama bu demek değildir ki, hitabın kapsadığı yükümlülükler
sırf onlara özgüdür. Çünkü yükümlülüğün kapsamını genişletip
daraltan sebepler vardır ve bunlar hitabın kapsamını genişletip
daraltan sebeplerden ayrıdırlar. Nitekim hitaptan soyutlanmış
yükümlülükler de ortada herhangi bir hitap olmaksızın genel nitelikli,
geniş kapsamlıdırlar. Dolayısıyla, bazı yükümlülüklerin "Ey
iman edenler..." ifadesiyle başlaması, tıpkı diğer bazı yükümlülüklerin
"Ey Nebi..." veya "Ey Resul..." diye başlaması gibi bir onurlandırma
amacına yöneliktir; ama yükümlülük geneldir, kapsamı geniştir.
Bütün bunlara rağmen, bu söylediklerimiz, "iman edenler" ifadesinin
söz konusu özel ve onurlandırılmış grubun dışındakiler için
hiçbir zaman kullanılmadığı anlamına gelmez. Tersine bir ipucu,
bir karine söz konusu olduğu zaman başka insanlar için de kullanıldığı
tespit edilebilir: Yüce Allah'ın şu sözünde olduğu gibi: "İman
edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden,
sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak,
ne de doğru yola iletecektir." (Nisâ, 137) Bir diğer ayette de yüce
Allah Hz. Nuh'tan aktararak şöyle buyurur: "Ve ben iman edenleri
kovacak değilim. Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır." (Hûd,
29)
"Raina, demeyin, 'Unzurna' deyin." Yani, "bize bak" anlamını ifade
etmek için "raina" kelimesi yerine onun anlamdaşı olan "unzurna"
kelimesini kullanın. Eğer bunu yapmazsanız, bu tutumunuz
küfür olur. Kâfirler içinse çok acı bir azap hazırlanmıştır. Görüldüğü
gibi ayet-i kerime "raina" kelimesine yönelik şiddetli bir yasaklama
içermektedir. Bu kelime bir başka ayette de yer alıyor ve o
ayette kelimenin hareket nitelikli bir başka anlamına dikkat çekiliyor:
"Yahudilerden bir kısmı, sözleri yerlerinden değiştirirler ve
'İşittik ve karşı geldik', 'Dinle, dinlemez olası' ve dillerini eğip bükerek
ve dini yererek 'Raina' derler." (Nisâ, 46) Bununla anlaşılıyor
ki, Yahudiler "raina" kelimesi ile Resulullah efendimize (s.a.a) hitap
ederlerken, "dinle, dinlemez olası" gibi bir anlam kastediyorlardı.
Peygamberimize bu kelime ile hitap edilmesinin yasaklanması
bu yüzdendir.
Nakledilen olay da bunu pekiştirir niteliktedir: Resulullah konuşma
yaptığı zaman Müslümanlar ona bu şekilde hitap ederlerdi:
"Ya Resulallah raina; yani bizi gözet ki, ne dediğini iyice anlayalım."
Bu kelime, Yahudi dilinde ise, sövgü ifade ederdi. Yahudiler
bunu fırsat bilerek Resulullah efendimize (s.a.a) bu kelimeyle hitap
ediyorlardı. Böylece görünüşte ona saygılı olduklarını ifade
etmiş olmakla birlikte aslında bununla, ona yönelik bir sövgü ifade
ediyorlardı. Yahudilerin dilinde "raina", "dinle, dinlemeyesice"
demektir. Bunun üzerine şu ayet-i kerime indi: "Yahudilerden bir
kısmı, sözleri yerlerinden değiştirirler ve 'İşittik ve karşı geldik',
'Dinle, dinlemez olası' ve dillerini eğip bükerek ve dini yererek
'Raina' derler." Burada yüce Allah Yahudilerce yanlış anlama çekilebilecek
kelimenin kullanımını yasaklıyor, onun yerine anlamdaşı
olan "unzurna" kelimesinin kullanılmasını emrediyor. "Raina" demeyin,
"unzurna" deyin, buyuruyor.
"Kâfirler için acı bir azap vardır." Bununla söz konusu yasağı dinlemeyenler kastediliyor. Ayrıntı niteliğindeki bir yükümlülüğü terk
etmenin küfür olarak nitelendirildiği yerlerden biri de budur.
"Kitap ehlinden olan kâfirler... istemezler." Eğer bu ifadeyle özellikle
Yahudiler kastedilmişse, -ki önceki ifadelerin onlara yönelik
olması bunu gösteriyor- bu durumda onların Ehlikitap olarak nite-
lendirilmiş olmaları yargının illetine yönelik bir işarettir. Buna göre,
onlar Ehlikitap oldukları için, müminlere kitap indirilmesini istemezler.
Çünkü müminlere kitap indirilmesi, "kitap ehli" niteliğinin
on-lara özgü olmasını geçersiz kılar. Ayrıca, onlar bu istemeyişleriyle,
Allah'ın rahmetinin genişliğine ve kullarına yönelik
lütfunun büyüklüğüne karşı çıkmış sayılırlar. Ama eğer bu ifadeyle
Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan tüm kitap ehli topluluklar kastedilmişse,
bu durumda, tahsis bildiren bir ifadenin ardından, genellik
ifade eden bir ayete yer verildiği sonucu çıkarılır. Çünkü her
iki topluluğun İslâm'a karşı kin gütme noktasında ortak özellikleri
vardır.
Bu yorumu ayetlerin akışı içinde yer alan diğer bazı ayetler de
pekiştirmektedir: "Yahudi yahut Hıristiyan olandan başkası cennete
girmeyecek, dediler." (Bakara, 111) "Yahudiler, 'Hıristiyanlar,
bir temel üzerinde değiller.' dediler. Hıristiyanlar da, 'Yahudiler,
bir temel üzerinde değiller.' dediler. Oysa hepsi de kitabı
okuyorlar." (Bakara, 113)
İLK AYETLE İLGİLİ BİR HADİS
ed-Dürrül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Ebu Nuaym, el-
Hilye adlı eserinde, İbn-i Abbas'a dayanarak şu hadisi tahric eder:
Resulullah (s.a.a) buyuruyor ki: "Yüce Allah, içinde 'Ey iman
edenler' ifadesi bulunan hiçbir ayet indirmemiştir ki, Ali, muhatapların
başı ve emiri olmasın."
Ben derim ki: Bu rivayet, daha sonra, bazı ayetlerin Hz. Ali ya
da Ehlibeyt İmamları hakkında indiklerine ilişkin olarak sunacağımız
rivayetleri destekler niteliktedir. Buna örnek olarak şu ayet-i
kerimeleri verebiliriz: "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir
ümmetsiniz." (Âl-i İmrân, 110) "...insanlara şahit olasınız..." (Bakara,
143) "...doğrularla beraber olun." (Tevbe, 119)
Bakara Sûresi / 106-107 ........................................................... 106- Biz bir ayeti neshedersek veya unutturursak, ondan daha
hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?
107- Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a
ait olduğunu bilmedin mi? Sizin Allah'tan başka bir veliniz ve bir
yardımcınız yoktur.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu iki ayet, "nesih" meselesini işlemektedir. Fıkıh bilginleri açısından
nesih, bir hükmün geçerliliğinin sona erdiğini, yürürlük
süresinin bittiğini açıklamaktır. Fıkıhtaki nesih, ayetteki mutlak
ifadeden alınan, ayetin ayrıntısı niteliğinde bir kavramdır. Anlamını
ve içeriğini ayetten ve ayetin onunla ilgili işaretlerinden almaktadır.
"Biz... neshedersek" Neshetme, giderme demektir. Güneş gölgeyi
ortadan kaldırıp yok edince, Araplar, "Nesehat'iş-şems'üzzille"
yani, "Güneş gölgeyi giderdi (neshetti)" derler. Yüce Allah bir
ayette şöyle buyuruyor: "Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermemiştik
ki o, bir şey arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu
içerisine mutlaka bir düşünce atmış olmasın. Fakat Allah şeytanın
attığını derhâl giderir (nesheder)." (Hacc, 52) Bir kitaptan ikinci
bir nüsha oluşturulunca, "kitap neshedildi, nüshası alındı" derler.
Sanki kitap giderilmiş, yerine yenisi getirilmiştir. Aşağıdaki ayet-i
kerimede "nesh" yerine "tebdil" kelimesinin kullanılmış olması bu
yüzdendir: "Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman
-Allah ne indirdiğini bilirken- 'Sen Allah'a iftira ediyorsun'
derler. Hayır çokları bilmiyorlar." (Nahl, 101)
Her ne ise, görüldüğü gibi, nesh ayetin kendisinin ortadan
kaldırılmasını, varoluşunun iptal edilmesini gerektirmez. Tam
tersine, bu hususta hüküm, "ayet" ve "alâmet" niteliği ile ilgilidir.
Ayrıca ayet-i kerimenin son cümlesi (Allah'ın her şeye... bilmedin
mi?), önceki cümlede varılan hükmün illetini bildirir niteliktedir.
Dolayısıyla "nesh", ayetin bir alamet, bir işaret olarak etkisinin
giderilmesi demektir. Yani, bir şey özünü korumakla birlikte işaret
ve alâmet oluşunu elden veriyor. Buna göre, neshetme olayında
ayetin yükümlülük ve benzeri etkileri giderilir; ama kendisine,
özüne dokunulmaz. "Unutturma" ve "neshetme" fiillerinin bir
arada kullanılmasından da böyle bir sonuca varabiliriz.
Ayetin orijinalinde geçen "nunsihâ" fiilinin mas-tarı olan "insâ",
"nisyan" mastarının "if'al" kalıbına sokulmuş şeklidir ve "bilme"
nin kapsamının dışına çıkarma, "ilim"den giderme anlamına
gelir. Nesh ise, göz önünden gidermektir. Bu durumda ayete şöyle
bir anlam vermek gerekir: Bir ayeti göz önünden giderirsek ya da
"bilme"nin kapsamının dışına çıkarırsak, ondan daha iyisini veya
bir benzerini getiririz.
Ayrıca bir şeyin "ayet" oluşu "şeylere", "yerlere" ve "cihetlere"
göre değişir. Kur'ân bir yönüyle insanların benzerini getirememeleri
bakımından yüce Allah'ın ayetidir. İlâhî hüküm ve yükümlülükler
de Allah'ın ayetleridirler. Çünkü bunlar aracılığı ile Allah'tan
korkma ve O'na yakın olma durumu meydana gelir. Somut varlıklar
da Allah'ın ayetleridirler. Çünkü bu tür olgular kendi varlıkları
ile yaratıcılarının varlığına işaret ederler. Varlıklarının özellikleriyle
yaratıcılarının isim ve sıfatlarına tanıklık ederler. Allah'ın peygamberleri,
velileri de ayettirler. Söz ve fiil olarak Allah'a davet ettikleri
için... Dolayısıyla ayet, güçlü ve zayıf olabilir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Andolsun Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü
gördü." (Necm, 18)
Öte yandan bir ayet, bir yönüyle ayet niteliğine sahip olabileceği
gibi, birkaç yönüyle de ayet sayılabilir. Dolayısıyla bir ayet sahip
olduğu tek yönüyle neshedilip giderilirse, ortadan kalkmış olur.
Ama eğer birçok yönü bulunursa, neshedilen yönünün dışındaki
diğer yönleriyle yine "ayet" olarak değerlendirilir. Kur'ân'daki
herhangi bir ayetin, içerdiği şer'î hükmün yürürlükten kaldırılması,
buna karşın ayetin belâgati ve mucizevîliği ile varlığını sürdürmesi
gibi.
"Nesh" kavramının genelliğinden algıladığımız budur. Yüce Allah'ın
şu sözünde ifadesini bulan illetlendirme unsurundan da bu
sonucu çıkarmak mümkündür: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu
bilmedin mi? Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a
ait olduğunu bilmedin mi?" Bu durumda, konuya yöneltilebilecek
inkâr ya da ayetin iniş sebebine ilişkin rivayetlerde belirtildiğine
göre Yahudilerin sergiledikleri inkâr, nesh kavramının anlamıyla
ilgili olarak iki açıdan söz konusudur:
Birincisi: Ayet Allah katından geldiğine göre, kulların gerçek
çıkarlarından birini koruma amacına yöneliktir ve bu çıkarı onun
dışında hiçbir şey koruyamaz. Ayet giderilirse, çıkar da ortadan
kalkar. Artık hiçbir şey ayetin yerine geçip söz konusu çıkara kalıcılık
niteliğini kazandıramaz. Yaratıkların yararına ve kulların çıkarına
olan böy-lece elden çıkmış olur. Oysa yüce Allah kullarına
benzemez. Bilgisi de onların bilgisi gibi değildir.
Çünkü kulların bilgileri dış etkenlerin değişmesi ile birlikte değişiklik
arzeder. Bu yüzden kul, bir gün herhangi bir çıkara ilişkin
bir bilgi edinir ve o bilgi doğrultusunda bir hüküm verir. Sonra ertesi
gün bilginin niteliği değişir, zihinde dün elde edemediği daha
değişik bir çıkara yönelik bir bilgi belirir ve yeni bir hükümde bulunur;
eski hük-mün yanlışlığına karar verir; yeni bir hükmün konulmasının
gerekliliğine inanır. Dolayısıyla her gün yeni bir hüküm
vermek durumunda kalır. Renkten renge girer. Eşyadaki yarar unsurunu
tüm yönleriyle kuşatıp algılayamayan kulların durumu
bundan ibarettir. Yararlı ve zararlı şeylere ilişkin bilgileri değiştikçe,
hükümleri ve durumları da değişir. Bilgi alanındaki değişiklik
oranında, az veya çok pratikte de değişiklik olur, yeni oluşumlar
baş gösterir. Bu da, gücün genel ve sınırsız olmayışından ileri gelir.
İkincisi: Güç sınırsız olsa da, var etme olgusunun gerçekleşmesi
ve varoluşun fiilileşmesi ile birlikte değişkenlik imkânsız olur.
Çünkü şey, zorunlu olarak gerçekleştiği durumdan değişikliğe
uğramaz. Bu durum, insanın isteğe bağlı fiilleri karşısındaki konumuna
benzemektedir. Çünkü insanın isteğe bağlı olan fiilleri,
pratikte meydana gelmediği sürece isteğe bağlı fiillerdir. Pratikte
meydana geldikten sonra zorunluluk ve kesinlik niteliğini kazanırlar
ve artık isteğe bağlı fiiller olarak değerlendirilemezler. Meselenin
bu yönü mülkiyetin sınırsızlığının geçersizliğini gerektirir ve
dizgin elden çıktıktan sonra kimi tasarrufların yerine diğer bazı tasarruflarda bulunmanın imkânı söz konusu olamaz. Yahudilerin, "Allah'ın eli kolu bağlıdır." demeleri gibi.
Bu ayetlerde yüce Allah birinci duruma şu sözleriyle cevap veriyor:
"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?" Yani; Allah,
eskinin yerine daha iyisini veya bir benzerini koymaktan âciz değildir. İkinci duruma cevap verirken de şöyle buyuruyor: "Göklerin
ve yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin
mi? Sizin Allah'tan başka bir veliniz ve bir yardımcınız
yoktur." Yani; gökler ve dünya üzerindeki egemenlik Allah'a aittir.
O, egemenliği altındaki mülkünde dilediği gibi hareket eder. O'nun
dışında hiç kimsenin bu mülk üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi
yoktur.
Dolayısıyla hiç kimse, O'nun tasarrufta bulunduğu kapılardan
birini kapatamaz ya da onun tasarrufuna engel olamaz. Ne başlangıçtan,
ne de yüce Allah'ın temliki ile hiçbir şey, hiçbir şeye sahip
değildir. Çünkü yüce Allah'ın bir şeyi bir başkasının mülkiyetine
vermesi, herhangi birimizin bir şeyi bir başkasının mülkiyetine
vermemiz gibi değildir. Bizim kendi aramızdaki uygulamalarda birinci
mülkiyet geçersiz olur ve ikinci mülkiyet yürürlüğe girer.
Allah ise, tıpkı sahip olduğu diğer şeyler gibi, başkasının mülkiyetine
verdiği şeylerin de sahibidir. Meselenin iç yüzüne baktığımız
zaman, mutlak mülkiyet ve mutlak tasarruf yetkisinin O'na
ait olduğunu görürüz. O'nun mülkiyetimize vermesi ile sahip olduğumuz
şeylere bakarsak, görürüz ki, O'ndan bağımsız bir mülkiyete
sahip değiliz ve O bizim velimizdir. Aynı şekilde, görünüş olarak
bize bahşettiği bağımsızlığa bakacak olursak -ki bu, gerçekte zenginlik
şeklinde beliren bir fakirliktir, bağımsızlığa benzeyen uyduluktur-
görürüz ki, O'nun yardımı ve desteği olmaksızın işlerimizi
düzenleyemeyiz. Yardımcımız O'dur bizim.
Bu anlattıklarımız, "Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin
yalnızca Allah'a ait olduğunu..." cümlesindeki hasr ifadesinden de
anlaşılmaktadır.
"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi? Göklerin ve
yeryüzünün egemenliğinin yalnızca Allah'a ait olduğunu bilmedin
mi?" Bu ifadeler sözü edilen iki itiraza cevap mahiyetindedir. İki itirazın
söz konusu olduğunun kanıtı da, iki cümlenin bağlaçsız olarak
birbirlerinden ayrılmış olmalarıdır. "Sizin Allah'tan başka bir
veliniz ve bir yardımcınız yoktur." ifadesi, iki hususu içermektedir
ki bunlar, söz konusu iki itiraza verilen cevabın tamamlayıcısı durumundadırlar.
Yani, eğer O'nun sınırsız mülküne bakmazsanız, size bahşedilen
mülke bakın. Bu mülk, bağımsız ve kopuk olmadığına göre,
tek veliniz O'dur. Şu hâlde O, hem sizin üzerinizde ve hem de yanınızda
bulunan şeyler üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma
yetkisine sahiptir. Eğer mülkiyet hususunda bağımsız bir konumda
olmadığınıza bak-maz, yanınızda bulunan zahirî mülkiyete ve
bağımsızlığa baksanız, yine de gücünüzün, mülkünüzün ve bağımsızlığınızın tek başına gerçekleşmediğini görürsünüz. Amaçlarınız,
sırf niyetlerinize ve iradenize boyun eğmenin sonucu olarak gerçekleşmezler.
Bunun için Allah'ın yardımı ve desteği kaçınılmazdır.
O, sizin yardımcınızdır, dilediği tasarrufta bulunabilir. Hangi
yoldan giderseniz, O, işlerinize karışabilir. "Sizin Allah'tan başka
bir veliniz... yoktur." ifadesinde "Allah" lafzının yerine zamir kullanılmamıştır. Çünkü ifade ayetin genel akışı içinde bağımsız bir
cümle olarak görünmektedir. Yani bu cümle olmadan da cevap
tamamlanmış sayılır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuçlar çıkıyor: a) Nesh, sırf şer'î hükümlere özgü bir durum değildir. Tekvinî
fenomenleri de kapsayan genel bir olgudur. b) Nesh, ancak nasih ve mensuhun bulunması ile söz konusu
olur. c) Nasih, mensuhta bulunan iyilik, yeterlilik ve yararlılık
unsurlarını da içerir.
d) Nasih, mensuh ile çelişir gibi görünse de, gerçekte, her ikisi
de ortak bir yararı içerdiği için, arada bir çelişki söz konusu değildir.
Örneğin bir peygamber vefat edip yerine bir başka peygamber
gönderildiğinde, -ki bunlar Allah'ın birer ayeti konumundadırlar- biri
diğerini neshetmiş olur. Bu durum doğa yasasının hayat, ölüm, Bakara Sûresi / 106-107 .............................................. 395 rızk ve ecel gibi prensiplerinin bir gereğidir. Aynı şekilde kullar açısından
yararlı olan unsurların çağların değişmesi ile değişkenlik
göstermesi ve bireylerin tekâmülü de bunu kaçınılmaz kılar. Bir
dinî hüküm, diğer bir dinî hükmü neshetse, yürürlükten kaldırsa,
her ikisi de din için yarar sayılacak unsurları kapsıyorlardır. Bu hükümlerden her biri yürürlükte olduğu döneme oranla daha elverişli,
daha uygundur ve müminlerin durumlarına daha yatkındır. Meselâ,
davet hareketinin ilk yıllarında müminlerin gerekli sayı ve
hazırlığa sahip bulunmadıkları dönemlerde kâfirlerle dalaşmamayı,
savaşmaktan kaçınmayı öngören hüküm yürürlüğe konulmuştu.
Ama daha sonra İslâm güçlenince, Müslümanlar yapabildikleri
kadar güç hazırlayınca ve ayrıca kâfirlerin ve müşriklerin yüreklerine
korku salacak konuma gelince, yüce Allah cihat etmeye ilişkin
hükmü içeren ayeti indirmişti.
Bunun yanı sıra, neshedilen ayetler, ileride neshedileceklerine
ilişkin işaretler ve imalar da içermektedirler. Örneğin: "Allah emrini
getirinceye kadar, affedin, hoşgörün." (Bakara, 109) Bu ayet, cihat
hükmünü içeren ayet tarafından neshedilmiştir. İleride neshin
gerçekleşeceğine ilişkin bir ima içeren bir ayet de şudur: "...O kadınları
ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya
kadar evlerde tutun." (Nisâ, 15) Bu ayet de kırbaçla cezalandırma
hükmünü içeren ayet tarafından neshedilmiştir. Dolayısıyla birinci
ayetteki "Allah emrini getirinceye kadar" ile ikinci ayetteki "Allah
onlara bir yol açıncaya kadar" ifadeleri, söz konusu hükümlerin
geçici olduklarına, belli bir dönemi kapsamak üzere konulduklarına,
bir süre sonra neshedile-ceklerine yönelik işaretler niteliğindedirler.
e) Nasih ile mensuh arasındaki ilişki, genel ve özel, mutlak ve
kayıtlı, üstü kapalı ve açık nitelikli hükümler arasındaki ilişki gibi
değildir. Çünkü nasih ile mensuh arasındaki görünürdeki uyuşmazlığı
ve çelişkiyi kaldıran etken her ikisinin arasında varolan
hikmet ve maslahattır. Oysa genel ile özel, mutlak ile kayıtlı, üstü
kapalı ile açık nitelikli ayetler arasındaki uyuşmazlığı kaldıran etken
özel, kayıtlı ve açık nitelikli ayetlerde bulunan sözlü belirginliğin
gücüdür. Bu güç genel nitelikli hükmü özel nitelikli hükümle,
mutlak nitelikli hükmü kayıtlı nitelikli hükümle ve üstü kapalı nitelikli
hükmü açık nitelikli hükümle açıklar. Bunun yöntemi de fıkıh
metodolojisinde ayrıntılı biçimde açıklığa kavuşturulmuştur. Muhkem
ve müteşabih nitelikli ayetlerde de aynı durum söz konusudur:
"Ondan bir kısım ayetler muhkemdir, ki onlar kitabın anasıdır.
Diğerleri ise müteşabihtir." (Âl-i İmrân, 7) ayetini incelerken bu
meseleyi ayrıntılı biçimde ele alacağız.
"...unutturursak..." Bu ifadenin orjinali "nunsiha" şeklinde okunmuştur.
Yukarıda da açıkladığımız gibi bu kelime, "hatırdan ve
bilgiden giderme" anlamına gelen "insâ" kalıbının çekimli hâlidir.
Bu ifade geneldir ya da mutlaktır, sırf Peygamber efendimize
(s.a.a) özgü değildir. Daha doğrusu Peygamberimizi kapsamaz bile.
Çünkü yüce Allah onunla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Sana
okutacağız ve sen unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın dilediği başka."
(A'lâ, 6-7) Bu ayet Mekke inişlidir. Nesh meselesini içeren ayet
ise, Medine inişlidir. Bu yüzden, "sen unutmayacaksın." sözünden
sonra "unutma" olgusunun gerçekleşmesi doğru olmaz.
İfadenin "Yalnız Allah'ın dilediği başka." şeklinde bir istisna
içermesine gelince, bu da tıpkı şu ayet-i kerimedeki istisnaya
benzemektedir: "Gökler ve yer durdukça onlar orada sürekli
kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka. Bu, kesintisiz bir
bağıştır." (Hûd, 108) Buradaki istisnaya, yapabilirliği vurgulamak
amacıyla yer verilmiştir. Yani değiştirme gücünün her zaman
kalıcılığını sürdürdüğü dile getirilmiştir. Şayet bu istisna dışarıda
kalan farklı bir durumun varlığını gösterme amacına yönelik olsaydı,
o zaman "Sen unutmayacaksın." şeklindeki minnet bildiren
ifadenin bir anlamı olmazdı.
Çünkü hatırda bulundurma ve ezberleme yeteneğine sahip
tüm insanlar ve hayvanlar bir şeyi hatırlarında bulundurabilir ve
unutabilirler. Bunların hatırda tutmaları ve unutmaları yüce Allah-
'ın iradesine bağlıdır. Peygamberimiz (s.a.a) de, "Sana okutacağız..."
ifadesdiyle kendisine yönelik yapılacağı bildirilen okutma ve
unutturmama lüt-fundan önce, bu durumdaydı. Bundan önce o da
herkes gibi Allah'ın iradesiyle hatırlar ve O'nun iradesiyle unuturdu.
Şu hâlde ifadedeki istisna, yüce Allah'ın yapabilirliğini vurgulamaktan
başka bir amaca yönelik değildir. Yani, biz sana okutacağız
ve sen hiçbir zaman unutmayacaksın. Buna rağmen Allah
okuttuğunu sana unutturma gücüne sahiptir.
"Unutturursak." ifadesinin orijinali "nensehâ" şeklinde de okunmuştur.
Fiilin bu çekimi "nesie / nesîen" -yani, erteledi- kalıbından
gelir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: "Biz, bir ayeti
gidermek suretiyle neshedersek veya ortaya çıkışını geciktirmek
suretiyle ertelersek, ondan daha iyisini ya da bir benzerini getiririz."
Ayetler üzerinde, öne alma ya da erteleme şeklinde beliren ilâhî
tasarruf, bir kemalin ve-ya maslahatın elden gitmesini
gerektirmez. Maksadın ilâhî tasarrufun sürekli kemal ve maslahat
doğrultusunda geliştiğini vurgulamak olduğunun kanıtı, şu ifadedir:
"Ondan daha hayırlısını veya onun benzerini." Çünkü hayırlılık,
ancak varolan şeyin mükemmelliği ya da konulan hükmün yararlılığı
durumunda söz konusu olabilir. Bu durumda varolan şey
ya ötekisine denk olur ya da hayırlılık noktasında ondan daha ileri
düzeyde olur. Artık meseleyi anlamış olmalısın.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Gerek Şia ve gerekse Ehlisünnet kanalıyla Kur'ân-ı Kerim'de
nasih ve mensuh olayının bulunduğuna ilişkin olarak Peygamber
efendimizden (s.a.a), ashaptan ve Ehlibeyt İmamlarından birçok
hadis rivayet edilmiştir.
Nümanî tefsirinde, nasih ve mensuhla ilgili birçok ayetten söz
edildikten sonra, Emir'ül-Müminin'in (a.s) şöyle dediği belirtilir:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
(Zâriyât, 56) ayetini, 'Ama ihtilâf edip durmaktadırlar. Yalnız
Rabbinin rahmetine nail olanlar hariç. Zaten onları bunun için
yarattı.' [Hûd, 118- 119] ayeti neshetmiştir. Yani acıdığı için onları
yaratmıştır." [s.14]
Ben derim ki: Bu rivayet gösteriyor ki, İmam Ali (a.s) ayetteki
nesh kavramını, yasama alanındaki nesh meselesinden daha geniş
boyutlu olarak değerlendirmiştir. Çünkü İmamın örnek gösterdiği
ikinci ayet, birinci ayetin vurguladığı gerçeğin sınırlandırılmasını
gerektiren bir gerçeği ifade etmektedir.
Daha açık bir ifadeyle; birinci ayet, yaratılışın bir amacının olduğunu
dile getiriyor ki bu amaç, Allah'a yönelik kulluktur. Yüce
Allah, herhangi bir fiili ile irade ettiği bir amaç noktasında
altedilemez. Fakat yüce Allah, insanları ve cinleri farklı konumlara
sahip olmaya yatkın olarak yaratmıştır. Bu yüzden onlar da doğru
yolu bulma ve sapma hususunda farklı tavırlar içindedirler. İhtilâf
edip durmaktadırlar. Ancak ilâhî yardımın kapsamına girenler, hidayet
rahmeti tarafından kuşatılanlar başka. Allah bunun için, yani
bu rahmet için onları yaratmıştır. Şu hâlde ikinci ayet de yaratılış
için bir hedef gösteriyor, o da kulluğu ve hidayeti doğuran rahmettir.
Bu ise, ancak bütünün içinden belli bir kısmı kapsayabilir.
Birinci ayet, kulluğu herkes için bir amaç olarak öngörüyor.
Dolayısıyla kulluk, bir kısmın diğer bir kısım için yaratılmış
olması açısından genelin amacı hâline getirilmiştir. Söz konusu ikinci
kısım da bir başka kısım için yaratılmıştır. Böylece zincir, ibadet
ehline kadar uzanır gider. Onlar ibadet etmek için yaratılmış
abidlerdir. Bu durumda ibadetin herkes için amaç olması gerçeklik
kazanmış oluyor. Tıpkı, meyve elde etmek ya da başka türlü
malî menfaatler sağ-lamak amacı ile ağaç dikmek, bahçe oluşturmak
gibi. Şu hâlde ikinci ayet, birinci ayetin mutlaklığını
neshediyor.
Yine Nümanî tefsirinde belirtildiğine göre, Hz. Ali (a.s) şöyle
buyurmuştur: "İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur.
Rabbinin üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. [Meryem, 71]
ayetini, 'Ama bizden kendilerine güzellik geçmiş olanlar, işte onlar,
ondan uzaklaştırılmışlardır. Onun uğultusunu duymazlar. Ve
canlarının çektiği nimetler içinde ebedi kalırlar. O en büyük korku,
onları asla tasalandırmaz.' [Enbiyâ, 101-103] ayeti nesh etmiştir."
[s.15]
Ben derim ki: Bu ayetler, genel ve özel nitelikli değildirler. Nedeni
de şu ifadedir: "Rabbinin üzerine aldığı kesinleşmiş bir
hükümdür." Kesinleşmiş hükmün kaldırılması olacak iş değildir.
Böyle bir hükmün geçersiz kılınması imkânsızdır. Bu tür bir neshin
anlamı, inşaallah ileride, "Bizden kendilerine güzellik geçmiş
olanlar, ondan uzaklaştırılmışlardır." ayetini ele alırken, daha
geniş biçimde açıklanacaktır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de belirtildiğine göre, İmam Bâkır (a.s) şöyle
buyurmuştur: "Yüce Allah'ın, 'Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır.
Kitabın anası onun yanındadır.' [Ra'd, 39] ayetinde ifade ettiği
'bedâ' da bir tür neshtir. Yunus kavminin kurtuluşu da bunun örneklerindendir." [c.1, s.55, h: 77] Bu rivayetin vurguladığı husus son derece belirgindir.
Ehlibeyt İmamlarına dayandırılan bazı rivayetlerde bir imamın
vefat edip yerine bir başka imamın geçmesi nesh olarak değerlendirilmiştir.
Ben derim ki: Bu tür bir yaklaşımın ifade ettiği anlama bundan
önce işaret etmiştik. Bu anlamı pekiştiren rivayetlerin sayısı oldukça
kabarıktır ve bunlar büyük ölçüde yaygınlık kazanmışlardır.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Abd b. Humeyd'in, Ebu Davud'un
Nasih adlı eserinde ve İbn-i Cerîr'in Katade'ye dayanarak şu rivayeti
tahric ettikleri belirtilir: "Ayet ayeti neshederdi. Allah'ın Nebisi
bir ayet, bir sure ve bir surenin Allah'ın dilediği kadarını okurdu.
Sonra Allah onu kaldırır ve Peygamberine unuttururdu. Bu hususla
ilgili olarak Peygamberine hitaben şöyle buyuruyor yüce Allah, 'Biz
bir ayeti neshedersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını...
getiririz.' Nesh olayında bir hafifletme, bir ruhsat, bir emir ve
bir yasaklama söz konusudur." Ben derim ki: ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde ayetin orijinalinde
geçen "nunsihâ" kelimesinin anlamı ile ilgili birçok rivayet nakledilmiştir.
"Unutturursak" sözünün açıklaması sırasında vurguladığımız
gibi, bunların tümü de Kur'ân'ın mesajına ters niteliktedirler;
dolayısıyla reddedilmelidir.
Bakara Sûresi / 108-115 ............................................. 401 108- Yoksa siz de, Peygamberinizi, daha önce Musa'ya sorulduğu
gibi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Kim küfrü imanla değişirse,
artık dümdüz yoldan sapmış olur.
109- Ehlikitap'tan birçoğu, gerçek kendilerine apaçık belli olduktan
sonra, içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan
sonra vazgeçirip kâfir olmanızı istediler. Allah emrini getirinceye
kadar, affedin, hoş görün. Şüphe yok ki Allah'ın her şeye güce yeter.
110- Namazı ayakta tutun, zekât verin. Kendiniz için önceden
ne hayırda bulunursanız onu, Allah katında bulursunuz. Şüphe yok
ki Allah, yaptıklarınızı görür.
111- (Ehlikitap:) Yahudi yahut Hıristiyan olmayan kesin olarak
cennete girmeyecek, dediler. Bu onların kuruntularıdır. De ki:
"Doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin."
112- Hayır, kim iyilikte bulunarak yüzünü Allah'a teslim ederse,
ecri Rabbinin katındadır. Onlara ne korku vardır, ne de mahzun
olurlar.
113- Yahudiler, "Hıristiyanlar, hiçbir şey (temel) üzerinde değildirler."
dediler. Hıristiyanlar da, "Yahudiler, hiçbir şey (temel)
üzerinde değildirler." dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi. Allah, ayrılığa
düştükleri şeyde kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
114- Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasına engel
olandan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim
vardır? Bunların, oralara ancak korka korka girmeleri gerekirdi.
Onlara dünyada horluk, ahirette de büyük bir azap.
115- Doğu da, batı da Allah'ındır. Artık nereye dönerseniz, Allah'ın
yüzü oradadır. Allah('ın mülkü ve kuşatması) şüphesiz, geniştir,
bilendir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Yoksa siz de, peygamberinizi daha önce Musa'ya sorulduğu gibi
sorguya çekmek mi istiyorsunuz?" Ayetin akışından -Resulullah'a
(s.a.a) inanan- bazı Müslümanların, Yahudilerin peygamberleri Hz.
Musa'ya (a.s) yönelik sorgulamaları düzeyinde, Peygamber efen-
dimizi sorguladıkları anlaşılıyor. Yüce Allah, Yahudilerin gerek Hz.
Musa'ya ve gerekse ondan sonraki peygamberlere yönelik bu tutumlarını
kınayarak, dolaylı olarak bu tür bir tavır içinde olan Müslümanları
da kınamış oluyor. Gelen rivayetler de bu yaklaşımımızı
destekler mahiyettedir.
"dümdüz yol" Doğru ve amaca ulaştırıcı yol demektir.
"Ehlikitap'tan birçoğu..." Rivayet edildiğine göre, bunlar Hayy b.
Ahtap ve onunla birlikte olan bir grup bağnaz Yahudilerdi.
"affedin, hoşgörün..." Bunun savaşla ilgili ayetle neshedildiğini
söylemişlerdir.
"Allah emrini getirinceye kadar" Daha önce de değindiğimiz gibi,
bu ifade yüce Allah'ın Ehlikitap'la ilgili başka bir hüküm koyacağına
ilişkin bir işaret içermektedir. Aynı durum, "Bunların oralara
ancak korka korka girmeleri gerekirdi." ayeti ile, Tevbe suresinde
yer alan "Müşrikler pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i
Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 28) ayeti arasındaki bağlantı açısından
da geçerlidir. "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh,
Rabbimin emrindendir." (İsrâ, 85) ayetini incelerken "emr" kavramı
üzerinde duracağız.
"cennete girmeyecek, dediler..." Hıristiyanlar da açıkça Yahudilere
ilhak edilmeye başlanıyor ve ortak cürümleri açıklanıyor.
"Hayır, kim iyilikte bulunarak yüzünü Allah'a teslim ederse..." Bu,
üçüncüsü oluyor ki yüce Allah, mutluluğun ve Allah katındaki saygınlığın
isimlerden çok, gerçek iman ve kulluğa bağlı olduğunu
bildiriyor. Birincisi, "Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar
ve Sabiiler..." (Bakara, 62) İkincisi, "Evet kim günah kazanır da
suçu kendisini kuşatmış olursa.." (Bakara, 81) Üçüncüsü de bu ayettir.
Bu ayetlerin vurguladıkları anlam göz önünde bulundurularak
imanı, yüzü Allah'a teslim etmek; ihsanı da salih amel olarak
değerlendirmek mümkündür.
"Oysa hepsi de kitabı okuyorlar." Yani onlar Allah'ın kitabından
kendilerine geleni biliyorlar. Dolayısıyla böyle bir söz söylememeleri
gerekirdi. Çünkü kitap, onlara gerçeği açıklar mahiyettedir.
Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür: "Bilmeyenler de tıpkı
onların dedikleri gibi demişlerdi." Şu hâlde "bilmeyenler"den
maksat, Arap müşrikleridir. Bunlar, "Müslümanlar bir temele
dayanmıyorlar" ya da "Kitap ehli olanlar bir temele
dayanmıyorlar" demişlerdi.
"Allah'ın mescitlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel olandan...
daha zalim kim vardır." İfadeden anlaşıldığı kadarıyla, burada hicret
öncesi Mekkeli kâfirlerin umumu kastediliyor. Çünkü bu ayetler,
Peygamber efendimizin (s.a.a) Medine'ye hicret edişinin ilk günlerinde
nazil olmuştur.
"Bunların, oralara ancak korka korka girmeleri gerekirdi." ifadenin
orijinalinde geçen "kane" fiilini göz önünde bulundurursak, aslında
olmuş bitmiş bir olaydan söz edildiğini anlarız. Bu durum Kureyş
kâfirlerine ve onların Mekke'deki tavırlarına uyuyor. Nitekim rivayetlerde
de belirtildiğine göre mescitlere girişleri engelleyenler,
Mekke kâfirleriydi. Kureyş kâfirleri, Müslümanların Mescid-i Haram'da
ya da Kâbe'nin avlusunda edindikleri namazgâhlarda namaz
kılmalarını engelliyorlardı.
"Doğu da, batı da Allah'ındır. Artık nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü
oradadır." Doğu, batı ve tüm yönler gerçek anlamıyla Allah'ın mülküdür.
Bu durum değişim ve başkalaşım kabul etmez. Yani yüce
Allah'ın bir şey üzerindeki mülkiyeti, biz insanların mülkiyetine
benzemez. O'nun mülkiyeti bir şeyin özüne taalluk ettiği için o şeyin
kendisini de, etkinlik alanını da kuşatır. Bizim mülkiyetimiz ise,
şeylerin sonuçları, etkinlik alanları ve yararları açısından geçerlidir.
Şeylerin özleri üzerinde herhangi bir sahipliğimiz söz konusu
değildir. Bir mülk, mülk olması itibariyle ancak sahibi ile vardır.
Buna göre yüce Allah söz konusu yönleri var etmiştir, onları kuşatmıştır
ve onlarla beraberdir. Dolayısıyla herhangi bir yöne yönelen
biri, Allah'a yönelmiş durumdadır.
Doğu ve batı yönleri göreceli oldukları için, aşağı yukarı tüm
yönleri kapsarlar. Çünkü, gerçek kuzey ve güney noktaları dışında
herhangi bir yön bu kapsamın dışında kalmaz. Bu yüzden "nereye..."
ifadesinin genelliği bu iki yönle kayıtlandırılmamıştır. Yani,
"Bu iki yönden nereye dönerseniz" denilmemiştir. Sanki, insanoğlu
nereye dö-nerse dönsün, orası ya doğudur ya da batıdır. Dolayısıyla,
"Doğu da, batı da Allah'ındır." sözü, "Bütün yönler Allah'ındır."
sözü ile aynı gerçeği ifade eder.
Bütün yönler arasından, bu ikisinin seçilmiş olmasının sebebi,
insanın yöneldiği tüm yönlerin ancak güneşin ve diğer aydınlatıcı
gök cisimlerinin doğuş ve batışına göre belirleniyor olmasıdır.
"Allah'ın yüzü oradadır." Ceza cümlesindeki hükmün illeti, cezanın
yerine konulmuştur. Allah doğrusunu daha iyi bilir; ifadenin
açılımı şöyledir: "Nereye dönerseniz dönün, bu sizin için caizdir.
Çünkü Allah'ın yüzü oradadır." Bu tarz bir açıklamanın kanıtı da, yukarıdaki hükmün şu ifadeyle
illetlendirilmiş olmasıdır: "Allah geniştir, bilendir." Yani Allah
geniş bir mülke ve kuşatıcı bir bilgiye sahiptir. Nereye yönelirseniz,
o sizin maksatlarınızı bilir. Yani O, herhangi bir insan ya da
diğer bir varlık gibi değildir ki, ancak özel bir yönde bulunduğu
zaman kendisine yönelinebilsin ve ancak özel bir taraftan yönelenin
yönelişini bilebilsin. Şu hâlde her yöne doğru gerçekleşen
yöneliş, yüce Allah'a yöneliş demektir ve O bu yönelişi tüm yönleriyle
bilir.
Bil ki, kıbleye ilişkin bu genişlik yönle ilgilidir, mekânla değil.
Bunun kanıtı da yüce Allah'ın, "Doğu da, batı da Allah'ındır."
şeklindeki sözüdür.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
et-Tehzib adlı eserde Muhammed b. Husayn'ın şöyle dediği belirtilir:
Salih kula (İmam Musa Kâzım'a) şöyle bir yazı gönderildi:
"Adamın biri bir çölde ve bulutlu bir günde, kıbleyi tam olarak belirleyemeden namaz kılar. Namazı bitirince güneşi görür ve kıbleye
yönelmeden namaz kıldığını fark eder. Bu namazı geçerli mi
sayar, yoksa yeniden mi kılar?" Salih kul şu cevabı verdi: "Vakit
geçmemişse namazı yeniden kılar. Yoksa o adam bilmiyor mu ki, -
doğru sözlü olan- Allah: 'Artık nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır.' buyuruyor?" [c.2, h: 160] Tefsir'ul-Ayyâşî de belirtildiğine göre, "Doğu da, batı da Allah-
'ındır..." diye başlayan ayetle ilgili olarak İmam Bâkır (a.s) şöyle
buyurmuştur: "Yüce Allah bu ayeti özellikle nafile namazlar hakkında
indirmiştir. 'Artık nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır.
Allah şüphesiz geniştir, bilendir." Resulullah (s.a.a) devesinin sırtında
işaretle namaz kılmıştır, bu sırada devenin yönü de değişebi-
liyordu. Bu durum hem Hayber'e gidişte ve hem de Mekke'den
dönüşte gerçekleşmiştir ki, Mekke'den dönerken Kâbe'yi arkasına
almış bulunuyordu." [c.1, s.56, h: 80]
Ben derim ki: Ayyâşî buna benzer bir açıklamayı Zürare'den, o
da İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.1 Aynı şekilde, Kummî ve
Şeyh Tusî, İmam Rıza'dan (a.s)2, Şeyh Saduk da İmam Sadık'tan
(a.s)3 buna yakın ifadeler aktarmışlardır.
Bil ki, Ehlibeyt İmamlarından Kur'ân-ı Kerim'deki genel ve özel,
mutlak ve kayıtlı ifadelerle ilgili olarak aktarılan rivayetler üzerinde
uzun uzadıya durduğun zaman, göreceksin ki, bu rivayetlerde
çoğu zaman genel nitelikli ayetten bir hüküm, özel nitelikli,
yani özelle birlikte genel nitelikli ifadeden de bir başka hüküm çıkarılmıştır.
Genellikle, genel nitelikli ifadeden müstehap hükümler,
özel nitelikli ifadeden ise farz hükümler çıkarılmıştır. Aynı durum
mekruhluk ve haramlık için de geçerlidir ve böylece...
İmamlardan aktarılan rivayetlerde belirlenen Kur'ân tefsiriyle
ilgili anahtar yöntemlerden biri de budur. Onlardan rivayet edilen
hadislerin kabarık bir yekûnu bu eksen etrafında döner. Buradan
hareketle Kur'ânî bilgilere ilişkin iki temel kuralı belirleyebilirsin:
Birincisi: Kur'ân'ın her cümlesi, hem tek başına, hem de kendisi
ile ilgili tüm kayıtlarla birlikte sabit, değişmez bir gerçekten ya
da sabit, değişmez bir hükümden söz eder. Şu ayet-i kerimede olduğu
gibi: "Allah, de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oyalana
dursunlar." (En'âm, 91)
Bu ifadede dört bağımsız, değişmez, sabit anlam vardır. Bîrincisi:
"Allah, de." İkincisi: "Allah, de, sonra onları bırak." Üçüncüsü:
"Allah, de, sonra bırak onları daldıkları bataklıkta." Dördüncüsü:
"Allah, de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oyalana dur-
sunlar." Bu şekilde incelenmesi mümkün olan her ifadede bu yöntem
göz önünde bulundurulabilir.
İkincisi: İki kıssa veya iki anlam aynı cümle veya aynı ifade ile
anlatıldığı zaman, her ikisi de aynı merciye dönük olurlar. Bu iki
kural iki sırdır ki, gerisinde sırlar yatar. Yol gösterici, hidayet edici
Allah'tır.
116- "Allah çocuk edindi" dediler. Haşa! O, bundan münezzehtir.
Hayır, göklerde ve yerde bulunanların hepsi O'nundur, hepsi
O'na boyun eğmiştir.
117- O, örnek edinmeden göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir
şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Allah çocuk edindi, dediler..." Ayetin akışı, bu sözü söyleyenlerin
Yahudi ve Hıristiyanlar olduklarına ilişkin bir ipucu veriyor. Çünkü
Yahudiler, "Üzeyir Allah'ın oğludur..."; Hıristiyanlar da, "İsa Allah'ın
oğludur..." diyorlardı. Ayrıca buradaki ifadelerin hedefi de
Ehlikitap'tır. Onlar, "Allah çocuk edindi." diyorlardı. Bunu önceleri
peygamberlerine yönelik bir onurlandırma niteliği olarak kullanmışlardı.
Nitekim, "Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz." derlerdi.
Bir onurlandırma aracı olarak kullandıkları bu sıfatı daha sonra,
bir gerçeğin ifadesi olarak algılamaya başlamışlardı. İşte bu iki
ayette yüce Allah onların bu sapık anlayışlarına cevap veriyor ve
sözlerini şu şekilde çürütüyor: "Göklerde ve yerde bulunanların
hepsi O'nundur..."
Bu ifade ve devamı iki kanıt içeriyor ki, bunların her biri, yüce
Allah'ın çocuk edinmiş olmasını, O'nun bir çocuğunun olmasını
reddediyor. Çünkü çocuk edinmek; doğal bir varlığın bazı cüzlerini
kendisinden koparması, bazı parçalarını kendinden ayırıp tedricî
bir eğitim sonucu onu kendi türünden kendine benzer bir fert hâline
getirmesi demektir. Yüce Allah ise, benzerlerden münezzehtir.
Tam tersine göklerde ve yerde olan her şey O'nun mülküdür, varlı-
ğını O'na borçludur. Varoluşundan kaynaklanan bir zelillikle O'nun
huzurunda boyun eğmiş durumdadır.
Herhangi bir şey, böyle bir niteliğe sahipken, gerçek konumu
bundan ibaretken, O'nunla aynı türden ve O'na benzer olabilir mi?
O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Yarattığı herhangi bir şeyi eski bir
modele bakarak yaratmaz. O'nun yarattığı hiçbir şey eskiden yarattığı
hiçbir şeye benzemez. Benzeşme ve taklit açısından O'nun
fiilleri, baş-ka hiç kimsenin fiillerini andırmaz. Sair yaratıklar gibi
fiillerini tedricî olarak ve sebeplere yapışma suretiyle sergilemez.
O, bir şeye karar verdi mi, ona sadece "Ol" der, o da geçmişte bir
benzeri olmaksızın ve varoluşsal bir tedricîlik söz konusu olmaksızın
hemen oluverir. Öyleyse O'na "Evlât edindi" yakıştırmasında
bulunulabilir mi? Ki, evlât edinme bir terbiye sürecini, tedricî bir
varoluşu gerektirir. Şu hâlde, "Göklerde ve yerde olanların hepsi
O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir." ifadesi eksiksiz bir kanıttır,
susturucu bir belgedir. "O, bir örnek edinmeden göklerin ve yerin
yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece 'Ol' der, o
da hemen oluverir." ifadesi de bir diğer eksiksiz kanıttır. Ayrıca bu
iki ayetten şu sonuçlar çıkıyor:
a) Kulluk niteliği, göklerde ve yerde bulunan tüm yaratıkları
kapsayıcı bir genelliğe sahiptir.
b) Yüce Allah'ın fiilleri tedricî değildirler. Bundan da şu sonuç
çıkıyor: Tedricî olarak meydana gelen her varlığın bir de yüce Allah'tan
kaynaklanan tedricîlik dışı bir yönü vardır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor: "O'nun emri, bir şeyin olmasını istedi mi ona,
sadece 'Ol' demektir, o da hemen oluverir." (Yâsîn, 82) "Bizim emrimiz
yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer, 50)
Kur'ân'ın içerdiği bu evrensel gerçekle ilgili ayrıntılı bilgiyi Yâsîn
suresinin 82. ayetini ele alırken vereceğiz, inşaallah. Şimdilik söz
konusu açıklamamızı bekle!
"Haşa! O, bundan münezzehtir." Ayetin orijinalinde geçen
"subhanehu" deyimi tenzih etme anlamında mastardır. Bu ifade
ancak bir isme muzaf olarak kullanılabilir. Dolayısıyla cümle içinde
hazfedilmiş bir fiilin mef'ul-ü mutlakı konumundadır. Açılımı
şöyledir: "Sebbehtuhu tesbîhen." Yani, "O'nu tesbih ve tenzih ettim."
Buna göre fiil hazfedilmiş, mastar da mef'ulün zamirine iza-
fe edilerek onun yerine geçirilmiştir. Ayrıca ifadenin, yüce Allah'ın,
kendi kutsal zatına yakışmayan nitelendirmelerden, asılsız yakıştırmalardan
nasıl tenzih edileceğine ilişkin eğitici, yol gösterici bir
yönü de vardır.
"Hepsi ona boyun eğmiştir..." İfadenin orijinalinde geçen "kanitûne"
isminin kökü olan "kunût" kelimesi, kulluk ve boyun eğme
anlamına gelir.
"O... göklerin ve yerin yaratıcısıdır." Orijinalde geçen "bedî" kavramı,
bir şeyin bilinen ve alışılagelen bir örneği olmaksızın, benzersiz
olarak meydana getirilmesini ifade eder.
"hemen oluverir." Bu ifade "kun=ol" deyiminin bir ayrıntısıdır.
Dolayısıyla şart cümlesinin cezası konumunda değildir, bu yüzden
sonu "cezm"li değildir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi ve el-Besâir adlı eserlerde bildirildiğine göre Südeyr es-
Say-rafî şöyle demiştir: İmran b. A'yun'un, İmam Muhammed Bâkır'dan
(a.s), "Göklerin ve yerin yaratıcısı..." diye başlayan ayetin
ne anlam ifade ettiğini sorduğunu duydum. İmam Bâkır (a.s) dedi
ki: "Yüce Allah tüm varlıkları kendi bilgisiyle ve geçmişten bir örneği
olmaksızın var etmiştir. Gökleri ve yerleri de yoktan var etmiştir,
yani bu yaratılıştan önce gökler ve yerler yoktu. Yoksa yüce
Allah'ın, "O'nun arşı su üzerinde idi." [Hûd, 7] sözünü duymadın
mı?" [el-Kâfi, c.1 s.256, h: 2]
Ben derim ki: Bu rivayetten son derece ilginç bir sonuç daha
çıkıyor. Şöyle ki, "O'nun arşı su üzerinde idi." ifadesindeki su ile
bizim bildiğimiz "su" kastedilmiyor. Bunun kanıtı da, yaratılışın
önceden varolan bir modele, bir örneğe dayanmamasıdır. Şu göklerin
ve yerin yaratılışından önce ilâhî otorite suya dayanıyordu. Şu
hâlde o su bildiğimiz bu su değildir. "O'nun arşı su üzerinde idi."
(Hûd, 7) ayetini incelerken bu hususa açıklık getireceğiz.
BİLİMSEL VE FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA
Pozitif denemeler, iki varlık aynı bütünsel özellikleri paylaşsalar
bile, bunların kimlik olarak ayrı olduklarını kanıtlamaktadır.
Aynı durum, farklılıkları duyularca ayırt edilemeyen iki varlık için
de geçerlidir. Çünkü tüm algılayıcı unsurları devrede olan, donanımlı
bir duyu, aralarındaki farklılığı belirler.
Felsefî kanıt da bunu gerektirir. Çünkü, eğer iki varlık varsayılsa
ve bunlardan biri ötekisinden kendi dışındaki bir şeyle ayırt
edilemiyorsa, bu durumda varsayılan çokluğun sebebi, bu ikisinin
dışında değil, demektir. Şu hâlde zat, katışıksızdır ve karışık değildir.
Bir şeyin katışıksızlığının ikincisi ve tekrarı olmaz. Dolayısıyla
çok olarak kabul edilen şey birdir ve çok değildir. Şu hâlde her
varlık; zat olarak bir başka varlıktan ayrıdır. Her varlık eskiden bilinen
bir benzeri olmaksızın meydana gelmiştir. Yüce Allah, benzersiz
yaratır. Gökleri ve yeri örnek alınacak bir benzerleri olmaksızın
yaratmıştır.
118- Bilmeyenler dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı ya da
bize bir ayet gelmeli değil miydi?" Onlardan öncekiler de onların
dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice
bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik.
119- Doğrusu biz seni, gerçekle, müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Bilmeyenler dediler ki..." Bunlar Ehlikitab'ın dışında kalan müşriklerdir.
Bundan önceki ayetlerden birindeki karşılaştırma bunun
kanıtıdır: "Yahudiler, 'Hıristiyanlar, hiçbir şey (temel) üzerinde
değildirler.' dediler. Hıristiyanlar da, 'Yahudiler, hiçbir şey (temel)
üzerinde değildirler.' dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Bilmeyenler
de tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi. Artık Allah,
ayrılığa düştükleri şeyde, kıyamet günü aralarında hüküm verecektir."
(Bakara, 113)
O ayette Ehlikitap, sarf ettikleri sözler açısından Arap müşriklerinin
kategorisine sokuluyor. Bu ayette ise, müşrikler Ehlikitabın
kategorisine sokuluyor. Yüce Allah diyor ki: "Bilmeyenler dediler
ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet gelmeli değil miydi?
Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi..." Öncekilerden
maksat, Ehlikitap ve Araplar arasında yaşayan Yahudilerdir.
Çünkü Yahudiler de Allah'ın peygamberi Musa'ya benzeri
sözler söylemişlerdi. Dolayısıyla onların ve kâfirlerin görüş ve dü-
şünceleri benzeşmiştir. Bunlar da onların sözlerini tekrarlamış oluyorlar.
Bunun nedeni kalplerinin benzerliğidir.
"Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik." Bu
ifade, "Bilmeyenler dediler ki..." şeklinde başlayan ifadeye bir cevap
niteliğindedir. Denmek isteniyor ki: Onların istedikleri ayetler,
ayrıntılı biçimde açıklanmış olarak gelmişlerdir. Ama, ancak Allah-
'ın ayetlerine derinden inanan ve bunları doyurucu bulan kimseler
onlardan yararlanabilir. Şu bilmeyenler ise, kalpleri cehalet örtüsüyle
perdelidir. Tutuculuk ve inatçılık felaketine duçar olmuşlardır.
Bilmeyenlere ayetler bir yarar sağlamaz. Böylece yüce Allah'ın
onları bilgisizlikle nitelendirişi ile güdülen amaç belirginleşiyor.
Ayrıca bu husus, Resulullah efendimize (s.a.a) yönelik, Allah
katından hak içerikli mesaj ile birlikte bir uyarıcı ve müjdeleyici
olarak gönderildiğine ilişkin hatırlatma ile de pekiştiriliyor. Şu hâlde,
gönlünü hoş tutmalıdır ve bilmelidir ki: Onlar cehennem ehlidirler.
Bu hüküm onların aleyhine kesinleşmiştir. Doğru yola girmeleri,
dolayısıyla kurtuluşa ermeleri beklenemez.
"Cehennem halkından sen sorumlu değilsin." Bu ifade, şu ayet-i
kerime ile aynı mesajı vurgulamaya yöneliktir: "İnkâr edenlere,
gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar
inanmazlar." (Bakara, 6)
120- Onların dinine uymadıkça, ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar
senden razı olmazlar. De ki: Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir veli, ne de bir yardımcı olmaz.
121- Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu gereği gibi
okurlar. İşte onlar, ona inanırlar. Onu inkâr edenler ise ziyankârların
ta kendileridir.
122- Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi âlemlere
üstün kıldığını hatırlayın.
123- Sakının o günden ki hiç kimse, başkasının yerine bir şey
ödeyemez, hiç kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat
fayda vermez ve hiç kimse başkalarından yardım görmez.
"ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olmazlar..." Bu ifade
başkalarına yönelik hitaptan sonra Yahudi ve Hıristiyan topluluklara
yönelik bir dönüş mahiyetindedir. Yani bir bakıma burada dal
budak salan konuşma toparlanıyor. Yüce Allah Yahudi ve Hıristiyanları
birkaç kez azarladıktan sonra, çarpık anlayışları yüzünden
kınayıcı bir üslûpla onlara hitap ettikten sonra, Peygamberine
(s.a.a) dönüyor ve ona şöyle diyor: "Sen onların kendi arzu ve istekleri
ve ihtirasa dayalı görüşleri doğrultusunda uydurdukları dinlerine
uymadıkça, bunlar senden hoşnut olacak değillerdir." Ardından
Elçisine onlara karşı şunları söylemesini emrediyor:
"De ki: Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir." Yani, ancak
doğru yolu bulmak için birinin yol göstericiliğine uyulur. Allah'ın
gösterdiği doğru yoldan da başka yol, başka kılavuz yoktur. Uyulması
zorunlu olan ise, ancak haktır. Onun dışındaki görüş ve sistemler
-bu cümleden sizin dininiz de- doğru yol değildirler. Dininiz,
sizin kişisel arzu ve ihtiraslarınızın manzumesidir. Ona din kisvesini
giydirmiş, hayat sistemi adını takmışsınız.
"De ki: Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir." ifadesinde,
yol göstericilik, yani hidayet, Allah katından inen Kur'ân'dan
kinaye olarak kullanılmış, ardından bu kavram Allah'a izafe edilmiştir.
Böylece, "Asıl yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir."
ifadesinde "kasr'ul-kalb" sanatı söz konusudur. Bu tür yöntem uyarınca
gerçekleştirilen hasr, onların dinlerinin yol göstericilik niteliğinden
uzak oluşunu gerektirir ki, bu da söz konusu dinin onların
kişisel arzu ve i-htirasların ifadesinden ibaret olmasını doğurur. Bu
da Resulullah efendimizin (s.a.a) sunduğu mesajın bilgi nitelikli,
onların savundukları dünya görüşünün ise, cehalet nitelikli olduğu
gerçeğini ortaya koy uyor.
Dolayısıyla ardından hemen şu değerlendirme yapılabiliyor:
"Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olsan,
andolsun ki, Allah'tan sana ne bir veli, ne de bir yardımcı olmaz."
Şu ifadenin derin etkili kanıtsallığına, özlü ama çarpıcı anlatım
tarzına, akıcılığına ve berraklığına bakınız.
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler..." Bu cümle, "İşte onlar,
ona inanırlar." ifadesinden anlaşılan hasr unsuru aracılığı ile öngörülen
bir sorunun cevabı olabilir ki bu soru, "Ne Yahudiler, ne de
Hıristiyanlar senden razı olmazlar." cümlesi ile zihinde uyanabilir.
Şöyle ki, eğer bunların inanmaları beklenmiyorsa şu hâlde, aralarında
kim inanacaktır? Mesajı onlara sunmak, çağrıyı onlara yöneltmek
boş ve gereksiz bir çaba mıdır?
İşte zihinde uyanması mümkün olan bu soruya şöyle bir cevap
veriliyor: "Kendilerine kitap verdiklerimiz -ki onlar kitabı gereği gibi
etüt ederek okuyorlar- ellerindeki kitaba inanıyorlar, dolayısıyla
sana da inanırlar." Ya da, "Bunlar hangisi olursa olsun, Allah katından
indirilmiş bulunan kitaba inanırlar." Veya, "Onlar Kur'ân
adlı kitaba iman ederler." Buna göre, "İşte onlar, ona inanırlar."
ifadesindeki hasr, "kasr'ul-ifrad" türündendir ve "ona" zamiri hakkında
bazı varsayımlara göre "istihdam" sanatı [yani, dönük olduğu
mutlak kavramın bazı fertlerinin kastedilmiş olması] söz
konusudur.
Dolayısıyla "kitap verdiğimiz kimseler" ifadesi ile Yahudi ve
Hıristiyanlar arasındaki bir grup kastediliyor, bunlar onların içinde
yer alan hak taraftarlarıdırlar ve kişisel arzu ve ihtiraslara uymazlar.
Kitaptan kasıt ise, Tevrat ve İncil'dir. Ama eğer inananlardan
maksat, Resulullah efendimize iman eden müminler ise ve kitapla
da Kur'ân-ı Kerim kastedilmişse, o zaman şöyle bir anlam vermek
gerekir: "Kendilerine Kur'ân'ı verdiklerimiz, ki onlar bu
Kur'ân'a inanırlar, heva ve heveslerine inanan şu kimseler değil."
Bu durumda ifadedeki "hasr" unsuru, "kasr'ul-kalb" türünden olur.
"Ey İsrailoğulları..." diye başlayan iki ayette ise konuşmanın sonunda
başlangıcına, bitiminde giriş kısmına göndermede bulunuluyor.
Burada İsrailoğullarına yöneltilen bazı hitaplara nokta konuyor.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Deylemî'nin İrşâd'ında, "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler
onu gereği gibi okurlar" ayeti ile ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s)
şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ayetlerini, üzerinde dura dura okurlar,
içerdikleri mesajı derinden kavrarlar, onun hükümlerini uygu-
larlar, onun içerdiği geleceğe dönük müjdeleri umarlar, yine bu tür
tehditlerinin gerçekleşmesinden endişe ederler, anlattığı kıssalarından
ibret verici sonuçlar çıkarır, dersler alırlar, emirlerine uyarlar,
yasakladığı hususlardan kaçınırlar. Allah'a andolsun ki, burada
kastedilen durum, ayetlerini ezberlemek, harflerini öğrenmek,
surelerini okumak, onda birini, beşte birini ders almak, harflerini
ezberleyip de içerdiği uygulamaya dönük hükümlerini unutmak
değildir. Ayetlerinin üzerinde durarak okumak ve içerdiği hükümleri
uygulamaktır, kastedilen. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Mübarek bir kitaptır. O'nu sana indirdik ki, ayetlerini düşünsünler
ve akıl sahipleri öğüt alsınlar." [Sâd, 29] [s.101, bab:19] Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Onu gereği gibi okurlar."
ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yani cennet
ve cehennem ile ilgili ayetlerin yanında dururlar." [c.1, s.57, h: 84] Ben derim ki: Bundan maksat, ayetlerin üzerinde düşünmektir.
el-Kâfi'de İmam Sadık'ın bu ayetle ilgili olarak, "Burada işaret
edilen kimseler, İmamlardır." dediği belirtilir. [c.1, s.215, h: 4]
Ben derim ki: Bu da bir tür uyarlamadır; meseleyi eksiksiz bir
ör-neğine işaret ederek açıklığa kavuşturma yöntemidir.
124- Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış,
o da onları tamamlayınca, "Ben seni insanlara imam yapacağım."
demişti. İbrahim, "Soyumdan da" deyince, Allah, "Benim
ahdim zalimlere ermez." demişti.
AYETİN AÇIKLAMASI
Burada, Hz. İbrahim'in (a.s) hayatından bazı kesitler sunmaya
baş-lanıyor. Bu başlangıç bir anlamda kıble değişikliğini konu alan
ayetlerle, hac ibadetine ilişkin hükümleri içeren ayetlere bir giriş
niteliğindedir. Bunun yanı sıra, Allah'ın birliği esasına dayalı
(hanif) İslâm dininin özü de bu sıralama içinde açıklığa kavuşturuluyor.
Temel bilgilere, ahlâk kurallarına ve ayrıntı niteliğindeki
fıkhî hükümlere yer veriliyor. Ayrıca yüce Allah'ın imamlık misyonunu
İbrahim'e özgü kılmasını, onun Kâbe'nin temellerini atıp binasını
kurmasını ve bir peygamber göndermesini istemesini konu
alan ayetler sunuluyor.
"Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i... sınamıştı..." Bu ifade, Hz. İbrahim'e
imamlık misyonunun verilişine, bu onurun ona bahşedilişine
yönelik bir işarettir. Bu olay, Hz. İbrahim'in ömrünün sonlarında, iyice
yaşlandığı sıralarda, İsmail ve İshak'ın dünyaya gelişlerinin ve
İsmail ile annesini Mekke'ye yerleştirmesinin ardından gerçekleşmiştir.
Kimi bilginler de bu hususa dikkat çekmişlerdir. Bunun
kanıtı, yüce Allah'ın kendisine, "Ben seni insanlara imam yapacağım"
demesinin ardından onun, "soyumdan da" demesidir.
Çünkü Hz. İbrahim, meleklerin gelip kendisine İsmail ve İshak
adlı oğullarının dünyaya geleceklerini müjdelemelerinden önce,
kendisinden sonra bir soyunun olacağını sanmıyordu. Hatta, melekler
ken-disine bu müjdeyi verdiklerinde, o konuya ilişkin karamsarlığını
ve ümitsizliğini şu ifadelerle dile getirmişti: "Onlara, İbrahim-
'in konuklarını haber ver: Onun yanına girmişler, 'Selâm' demişlerdi.
İbrahim, 'Biz sizden korkuyoruz.' dedi. 'Korkma, dediler, biz
sana bilgin bir çocuğun olacağını müjdeleriz.' 'Bana ihtiyarlık dokunmuşken
mi beni müjdelediniz? Ne ile müjdeliyorsunuz beni?'
dedi. 'Sana gerçeği müjdeledik, ümit kesenlerden olma!' dediler."
(Hicr, 51-55)
Yüce Allah'ın bize bildirdiğine göre, onun eşi de, evlât müjdesi
karşısında benzeri bir tavır sergilemişti: "İbrahim'in karısı ayakta
duruyordu. Bunu duyunca güldü. Biz de ona İshak'ı müjdeledik,
İshak-ın ardından da Yakub'u. İbrahim'in karısı, 'Vay, dedi, ben
bir koca karı, kocam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Bu,
cidden şaşılacak bir şey.' Melekler dediler ki: Allah'ın işine mi
şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey ev
halkı. O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." (Hûd, 71-73)
Görüldüğü gibi hem İbrahim'in, hem de karısının sözlerinde,
bir karamsarlık, bir ümitsizlik sezilmektedir. Meleklerin onları bir
bakıma teselli etmeleri, gönüllerini hoş tutmaya çalışmaları bu
yüzdendir. Buna göre ne kendisi, ne de ailesi geride bir soy bırakacaklarını
biliyordu. Öyleyse, "Seni insanlara imam yapacağım"
sözünden sonra, "Soyumdan da" şeklinde bir ifadenin dile getirilmiş
olması, bunun arkasından soy bırakacağına inanan biri tarafından
söylendiğinin kanıtıdır. Konuşma adabından az da olsa haberdar
olan biri, özellikle İbrahim gibi Allah'ın halis dostu olan bir
insan, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir hususta nasıl olur da
Rabbinden bir istekte bulunabilir? Eğer böyle bir şey söz konusu
olursa, o zaman ya "Eğer bana evlât bahşedeceksen soyumdan
da" demeliydi ya da bu anlama gelen bir başka ifade kullanmalıydı.
Şu hâlde bu olay, başlangıçta da işaret ettiğimiz gibi, Hz. İbrahim'in
ömrünün son dönemlerinde yaşanmıştır.
Şu kadarı var ki: "Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle
sınamış, o da onları tamamlayınca, 'Ben seni insanlara
imam yapacağım.' demişti." ifadesi, Hz. İbrahim'e bahşedilen imamlık
misyonunun, ancak yüce Allah'ın onu birtakım sınavlardan
geçirip denemesinden sonra ona verildiğini göstermektedir.
Bu da, onun normal hayat sürecinde bazı musibetlere uğratılmasından
başka bir şey değildir. Yine Kur'ân'ın belirttiğine göre Hz.
İbrahim'in geçtiği en ağır imtihan, İsmail'in kurban edilişi mesele-
sidir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum
ki, seni kesiyorum... Gerçekten bu apaçık bir imtihan idi."
(Saffât, 102-106)
Yüce Allah'ın da belirttiği gibi, bu olayla Hz. İbrahim ömrünün
son demlerinde karşılaşmıştı: "İhtiyarlık çağında bana İsmail'i ve
İs-hak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir."
(İbrâhîm, 39)
Bu kısa değerlendirmeden sonra, artık ayet-i kerimenin orijinal
metninde geçen "kelimeler"in açıklamasına geçebiliriz: "Hani
Rabbi bir zaman İbrahim'i sınamıştı." "İbtilâ" ve "belâ" kelimeleri
aynı anlamı ifade ederler. Birini imtihandan geçirip denediğin zaman,
"ibte-leytuhu" veya "belevtuhu" dersin. Bununla onun gizli
kalmış psikolojik niteliklerini ortaya çıkarmış olursun. İtaatkârlık,
cesaretlilik, cömertlik, iffetlilik, bilgi, sözünde durma gibi. Ya da
bunların karşıtı sayılabilecek özelliklerini öğrenirsin. Bundan dolayı,
sınama ancak amelle, yani pratikte olabilir. Çünkü insanın gizli
yönlerini amel ortaya döker, söz değil. Sözün doğru veya yalan
olması aynı oranda muhtemeldir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Biz
bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, onları da, sınavdan geçirdik."
(Kalem, 17) Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah sizi bir ırmakla sınayacaktır." (Bakara, 249)
Ele almakta bulunduğumuz ayet-i kerimede, sınama eylemi
"kelimeler"le ilgili olarak gündeme getiriliyor. Eğer bu kelimelerden
maksat, sözler ise, bu ancak o sözlerin amellerle bağlantılarının
olması dolayısıyladır. Bu sözlerin birtakım ahitleri ve emirleri
ifade etmeleri dolayısıyladır ve bunların da fiil ile sıkı bağlantıları
vardır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "İnsanlara
güzel söz söyleyin." (Bakara, 83) Yani onlarla iyi ilişkiler içinde olun.
"birtakım kelimelerle... o da onları tamamlayınca." İfadenin orijinalinde
geçen "kelimat", "kelime"nin çoğuludur. Bu deyim Kur'ân-ı
Kerim'de "lafız" ve "söz" dışında nesneler için de kullanılmıştır, şu
ayet-i kerimede olduğu gibi: "...kendisinden bir kelime, adı Meryem
oğlu İsa Mesih'tir." (Âl-i İmrân, 45) Bunun sebebi ise, bütün yaratıkların
Allah'ın "ol" sözünün sonucu meydana gelmesidir. Nitekim
yüce Allah bir diğer ayette şöyle buyuruyor: "Allah katında İsa'nın
durumu, Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı,
sonra ona 'Ol' dedi, o da oluverdi." (Âl-i İmrân, 59) Kur'ân-ı Kerim'de,
"kelime" sözcüğünün yüce Allah'a izafe edildiği her yerde bununla
"söz" kastedilmiştir. Şu ayet-i kerimelerde olduğu gibi: "Allah'ın
kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur." (En'âm, 34) "Allah'ın
kelimeleri değişmez." (Yûnus, 64) "Allah kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir."
(En-fâl, 7) "Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar
inanmazlar." (Yûnus, 96) "Ama kâfirlere azap kelimesi hak oldu."
(Zümer, 71) "Böylece Rab-binin kâfirler hakkındaki, 'Onlar ateş ehlidir.'
sözü yerini bulmuş oldu." (Mü'min, 6) "Eğer belli bir süreye
kadar Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm
verilirdi." (Şûrâ, 14) "Yüce olan, yalnız Allah'ın sözüdür." (Tevbe, 40)
"Buyurdu ki: Gerçek ve ben gerçeği söylerim." (Sâd, 84) "Biz bir
şeyi istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'Ol' dememizdir;
derhâl oluverir." (Nahl, 40)
Bu ve benzeri ayetlerde "söz" kavramı kastedilmiştir. Söz ise,
konuşanın yanında bulunan bir şeyi muhataba bildirmesidir. Haber
amaçlı cümlelerde olduğu gibi. Ya da yanındakini muhatabına
yüklemesidir. Emir, nehiy sorgulama, dilek gibi inşâ amaçlı cümlelerde
olduğu gibi. Bu kavramın yüce Allah'ın sözünde "tamam" sıfatı
ile nitelendirilmesi de, bu yüzden olsa gerektir. Nitekim ulu Allah
şöyle buyuruyor: "Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe
tamam-lanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse
yoktur." (En'âm, 115) "Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz
tamamlandı." (A'râf, 137) Âdeta deniliyor ki, kelime söyleyenin ağzından
çıktıktan sonra henüz eksiktir, pratiğe dökülmedikçe tamamlanmış
ve doğruluğu kanıtlanmış sayılmaz.
Ama bu durum, yüce Allah'ın sözünün aynı zamanda O'nun fiili
olması ile çelişmez. Çünkü dış gerçekler bir hükme tâbidirler; sözlü,
kelâmî amaçlar da bir başka hükme tâbidirler. Dolayısıyla yüce
Allah'ın bir şeyi gizlilikten sonra bir peygamberine veya onların dışındaki
birine göstermesi ya da onu birine yüklemesi, Allah'ın sözü
ve kelâmıdır. Çünkü sözün ve kelâmın, haberin, emir veya yasağın
hedeflediği hususu içermektedir. Böyle durumlar için söz
(kavl) veya kelime sözcüğünün kullanılması son derece yaygındır.
Ama bunun için de ifadenin söz (kavl) ve kelime ile kastedilen hedefi
gerçekleştirmesi gerekir. Söz gelimi, söylediğin bir sözden,
daha önce dile getirdiğin bir kelimeden dolayı "mutlaka şöyle şöyle
yapacağım" dersin. Ama sen bir söz söylememişsin, önceden
bir kelime dile getirmemişsin. Sadece bir şeye karar vermişsin, artık
o sözünden, herhangi bir aracının girişiminden dolayı vazgeçmezsin
ve irade zaafına düşmezsin. Antara'nın şu beyti de buna
bir örnektir.
"Savaşın korkulu anlarında kendi kendine de ki: Korkup sarsılma;
/ çünkü ya öldürüp rahatlarsın ya da ölüp övülürsün."
"Demek"ten maksat, nefsine sarsılmazlığı, kararlılığı ve yerini
terk etmeyişi telkin etmektir. Çünkü eğer ölecek olursa, övgü ile
ve eğer yenecek olursa rahata kavuşmakla başarı elde etmiş olacaktır.
Bu husus açıklığa kavuştuktan sonra, yüce Allah'ın "kelimeler"
ifadesiyle, Hz. İbrahim'i sınavdan geçirdiği birtakım olayları ve
uymasını istediği birtakım ahitleri kastettiğini anlarsın. Yıldızlar,
putlar, ateşe atılma, hicret ve oğlunu kurban etme gibi sınavlar.
Ayet-i kerimede "kelimeler"in neler olduğu belirtilmiyor; çünkü
amaç bu değildir. Evet, "Seni insanlara imam yapacağım." ifadesinin
"kelimeler"den sonra yer almış olması gösteriyor ki, bununla
bazı işler kastedilmiştir ki, Hz. İbrahim (a.s) bunların gereklerini
eksiksiz yerine getirerek imamlık misyonunu üstlenmeye lâyık olduğunu
kanıtlamıştır.
"Kelimeler"in mahiyeti budur. Bunların tamamlanışına gelince,
eğer "etemmehunne=tamamlayınca" fiilindeki zamir, Hz. İbrahim'e
dönükse, bu, Hz. İbrahim'in, kendisinden istenenleri yerine
getirmesinin, emredilenleri eksiksiz uygulamasının kastedildiğini
gösterir. Şayet, ifadenin zahirinden de anlaşıldığı gibi, fiildeki zamir
yüce Allah'a dönükse, o zaman yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i
kendisinden istenenleri yerine getirme hususunda başarılı kılması,
bu hususta ona yardımcı olması kastedildiği sonucu çıkar.
Bazıları, ayet-i kerimede geçen "kelimeler"den maksat, "Yüce
Al-lah'ın, 'Seni insanlara imam yapacağım.' diye başlayan sözleridir."
demişlerdir. Böyle bir yaklaşıma itina etmemek gerekir, çünkü
Kur'ân-ı Kerim'de "kelimeler" deyiminin, sözel cümleler için
kullanıldığına rastlanmaz.
"Seni insanlara imam yapacağım." Yani seni insanların izlediği
bir önder yapacağım. Senin sözlerine ve fiillerine uyacaklardır.
Çünkü imam, insanların peşinde gittikleri, kendilerine önder kabul
ettikleri kimsedir. Bundan dolayı bazı tefsir bilginleri, önderlikten
maksadın "peygamberlik misyonu" olduğunu söylemişlerdir. Çünkü
ümmet din hususunda peygamberine uyar. Yüce Allah buyuruyor
ki: "Biz her peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi
için gönderdik." (Nisâ, 64) Ama bu yaklaşım, yani Hz. İbrahim-
'e bahşedilen önderliğin peygamberlik olarak değerlendirilmesi
son derece yanlıştır.
Çünkü, birincisi: İfadedeki "imamen" kelimesi ikinci mefuldür,
etkeni (âmili) de "câiluke" ifadesidir. Oysa ism-i fail mazi anlamını
ifade ediyorsa, meful üzerinde etkili olmaz. Ancak şimdiki zaman
ya da gelecek zaman anlamını ifade ettiğinde meful üzerinde etkisi
söz konusu olabilir. Bu yüzden, "Seni insanlara imam yapacağım."
sözüyle Hz. İbrahim'e (a.s) gelecekte imamet vaadi verilmiştir.
Bu da, vahiy yoluyla verilen bir vaattir ki, ancak peygamberlik
misyonuna sahip kimseler için mümkündür. Hz. İbrahim de (a.s)
imamlık niteliğini almadan önce peygamber olarak görevlendirilmişti.
Şu hâlde ayette sözü edilen "imâmet"ten maksat, bazı tefsir
bilginlerinin ileri sürdükleri gibi peygamberlik görevi değildir.
İkincisi: Konunun giriş bölümünde de vurguladığımız gibi, imamlıkla
görevlendirilme olayı İbrahim Peygamberin (a.s) ömrünün
son demlerinde, meleklerin gelip ona İsmail ve İshak'ı müjdelemelerinden
sonra gerçekleşmişti. Melekler, Lût kavmine uğrayıp
onları yeryüzünden silmek üzere yola çıkmışlarken ona uğramış
ve ona bu müjdeyi iletmişlerdi. Hz. İbrahim bu sırada ilâhî mesajı
insanlara sun-makla görevlendirilmiş bir peygamberdi. Dolayısıyla
imam olmadan önce peygamber olmuştu. Yani onun imamlık
misyonu, peygamberlik misyonundan farklıydı.
Yukarıda sunduğumuz yorumlama biçiminin kaynağı, Kur'ân-ı
Kerim'de yer alan kavramların sürekli olarak kullanımından kaynaklanan
aşınma ve anlam kaymasıdır. Bu şekilde içerik aşınmasına
uğrayan kavramlardan biri de "imamet"tir. Bazıları bu kavramı,
peygamberlik, öncülük ve sınırsız itaat edilirlik olarak yorumlamışlardır.
Diğer bazı tefsir bilginleri, imamlık misyonunu, din
ve dünya işleri ile ilgili halifelik, vasilik veya başkanlık olarak açıklamışlardır.
Ama bunların hiçbiri olmaz. Çünkü "nübüvvet"in anlamı, Allah
katından haber getirmektir. "Risalet"in anlamı ise, tebliğ misyonunu
üstlenmektir. Halifelik ise, bir tür naipliktir. Vasilik de öyle.
Başkanlık kavramı da itaat edilirliği ifade eder. Bu da toplumsal
yönetimde otorite işlevini görür. Ama bunların hiçbirisi imamlığın
anlamını ifade etmez. İmamlık bir insanın başkalarınca izlenmesidir,
söz ve fiillerinin tıpatıp uygulanmasıdır. Dolayısıyla, itaat edilmesi
zorunlu olan bir peygambere, "Seni insanlara imam yapacağım."
ya da "Peygamberliğinin gereği sunduğun mesaj noktasında
seni itaat edilen biri yapacağım." demenin bir anlamı yoktur.
Bir peygambere, "Seni din hususunda emreden, nehyeden bir
başkan, bir vasi, insanlar arasında baş gösteren anlaşmazlıkları
Allah'ın hükmüne göre çözümleyen yeryüzü halifesi yapacağım."
demenin ne anlamı vardır?
İmamlık kavramı salt sözel olarak az önceki kelimelerle
çelişmez ve sırf bu açıdan kendine özgü bağımsız bir kavram olarak
ön plâna çıkmaz. Çünkü -peygamber olarak görevlendirildikten
sonra itaat edilmesi bu görevinin öngördüğü bir zorunluluk olan-
bir peygambere, "Seni itaat edilmesi gereken biri yaptıktan
sonra, insanların itaat ettikleri biri yapacağım." demek doğru olmaz.
Birtakım ifadesel değişikliklerle de olsa bu anlama gelebilecek
sözler sarf etmek uygun düşmez. Çünkü aynı mahzurla karşılaşılacaktır.
Ayrıca ilâhî nimetler, sırf ifadesel anlamlarla sınırlı
değildir. Bunların gerisinde yatan başka gerçekler vardır. Dolayısıyla,
imamlık kavramı, bunlardan öte başka gerçekleri ifade etmektedir.
İlâhî kelâma baktığımızda görüyoruz ki, imamlık kavramına
yer verilen her yerde, açıklayıcı bir unsur olarak da peşinden "hidayet"
kavramına yer veriliyor. Yüce Allah Hz. İbrahim'in yaşam
öyküsünden kesitler sunduğu ayetlerde şöyle buyuruyor: "Ona
İshak'ı hediye ettik, üstelik Yakub'u da. Hepsini de salih insanlar
yaptık. Onları, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık." (Enbiyâ,
72-73) "Onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar
yaptık." (Secde, 24)
Bu ayetlerde imamlık misyonu, tanımlayıcı bir unsur olarak
hidayet, yani doğru yola ileticilik sıfatı ile açıklanıyor. Ayrıca yüce
Allah, bu misyonu "emir" ile kayıtlı kılıyor. Bununla demek istiyor
ki, imamlık misyonunun hidayet işlevi mutlak değildir. Tersine, bu
misyon Allah'ın emriyle gerçekleşen bir misyondur. Emir meselesi
de şu ayet-i kerimelerde açıklığa kavuşturuluyor: "Onun emri, bir
şeyin olmasını istedi mi ona sadece 'ol' demektir, hemen oluverir.
Yücedir O ki, her şeyin melekutu O'nun elindedir." (Yâsîn, 82-83)
"Bizim emrimiz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer,
50)
Bu iki ayetti açıkladığımızda, ilâhî emrin, bu ayetlerden birinde
"melekut" olarak isimlendirildiğini ve bunun yaratılışın bir başka
yönü olduğunu vurgulayacağız. Yaratılışın bu yönüyle yaratıklar
her türlü zaman ve mekân kaydından temizlenmiş değişim ve
başkalaşım unsurlarından soyutlanmış olarak Allah'a yönelirler.
"Ol" kelimesi ile kastedilen de budur ve bu, bir şeyin objektif varlığından
başka bir şey değildir. Ki bu, şeylerin diğer yönü olan yaratma
karşısındadır. Değişkenlik, tedricîlik, hareket ve zaman yasalarına
uyarlanma da bu yönde (yaratmada) söz konusudur. İleride
inşaallah daha ayrıntılı bilgi sunana kadar, şimdilik ana hatlarıyla
yaptığımız bu değinme ile yetinmelisin.
Kısacası, imam yol ileticidir, kendisine eşlik eden melekutî bir
emirle doğru yola iletir. Bu bakımdan imamlık misyonu batınî olarak
insanların işleri üzerinde bir tür velâyet yetkisine sahip olmak
demektir. Allah'ın emri ile hidayet etmesi de, insanları istenen
hedefe ulaştırmasıdır; salt bir yol gösterme işi değildir. Çünkü yol
gösterme, nebi ve resulün görevidir. Her mümin de nasihat ve güzel
öğüt aracılığı ile insanlara Allah'ın yolunu gösterebilir.
Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Biz, her peygamberi yalnız
kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın. Sonra, Allah
dilediğini saptırır, dilediğini yola iletir." (İbrâhîm, 4) Yüce Allah,
Firavunoğulları arasında yer alan bir müminle ilgili olarak şöyle
buyurur: "İnanan adam dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru
yola götüreyim." (Mü'min, 38) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor
yüce Allah: "Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri
ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman kaçınmaları
için onları uyarmaları gerekmez mi?" (Tevbe, 122) Bu hususta
daha detaylı bilgiler sunacağız.
Yüce Allah, söz konusu kullarına imamlık misyonunu bahşedişinin gerekçesini şu şekilde açıklıyor: "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları için..." (Secde, 24) Burada, söz konusu misyonu hakkedişlerinin geri plânındaki sebep, Allah yolunda sabırlı oluşları olarak açıklanıyor. İfadede sabırla ilgili bir kayda yer verilmiyor. Dolayısıyla bu kavram, insanın tâbi tutulduğu her türlü sınavla, kulun kulluğunun sınandığı her türlü musibetle ilgilidir. Bir de onların kesinlikle inananlar olduğundan söz ediliyor.
Yine Hz. İbrahim'in yaşam öyküsü sunulurken şöyle bir ifadeye yer veriliyor: "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun." (En'âm, 75) Ayetin zahirinden şöyle bir sonuç elde edilebilir: Hz. İbrahim'e melekutun gösterilmesi, kesin inanca ulaşması için bir mukaddime konumundaydı. Böylece, kesin inancın melekutu gözlemlemenin ayrılmaz bir unsuru olduğu açığa çıkıyor. Şu ayetler de bu gerçeği vurgulamaya yöneliktirler:
"Hayır, kesin bilgi ile bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz." (Tekâsur, 5-6) "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır, doğrusu o gün onlar, Rablerinden perdelenmişlerdir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir... Hayır, iyilerin yazısı İlliyyîn'dedir. İlliyîn'in ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır.
Yaklaştırılmış olanlar onu görürler." (Mutaffif în, 14-21) Bu ayet-i kerimeler gösteriyor ki, yaklaştırılmış olanlar, kalbi ilgilendiren bir perde sonucu Rablerinden perdelenmeyen kimselerdir. Bu perde günah, cehalet, şek ve şüphedir. Yak-laştırılmışlar kesin inanç sahipleridirler ve onlar cehennemi gördükleri gibi İlliyîn'i de görürler. Kısacası, imam kesin inanca sahip bir insan olmalıdır. Yüce Allah'ın kelimeleri aracılığı ile melekut âlemini gözlemleyebilmelidir. Bundan önce "melekut" kavramının "emir" olduğunu, onun da şu âlemin iki yönünden birini oluşturduğunu vurgulamıştık.
Çünkü yüce Allah'ın, "emrimizle doğru yola iletirler." ifadesi gösteriyor ki, imam, hidayet kavramı ile ilgili olan her şeyin -kalpler ve amellerin- batınını ve hakikatini bilir. Söz konusu şeyin emirle (melekutla) ilgili yönü imamın gözü önündedir, ona gizli olamaz. Bilindiği gibi kalpler ve ameller diğer şeyler gibi iki yönlüdürler.
Dolayısıyla imam kulların hayır ve şer nitelikli amellerini görür. O her iki yolu da kontrol eder. Yani hem mutluluk, hem de bedbahtlık yolunu...
Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Her milleti imamıyla çağıracağımız gün..." (İsrâ, 71) Burada amel kitabının dışında gerçek imamın kastedildiğini ileride açıklayacağız. Çünkü ayetin zahirinden böyle bir sanıya kapılabilir insan. İmam sırların yoklanıp ortaya döküleceği gün insanları Allah'a doğru yürütür. Tıpkı şu dünya hayatının zahirî ve batınî alanlarında onları sevk ettiği gibi. Bu ayet-i kerime bunun yanı sıra, hiçbir zamanın imamsız olmayacağını, her zamanın bir imamı olması gerektiğini ortaya koyuyor. "Her millet..." ifadesi bunu gösterir. Ayeti ele aldığımız zaman vardığımız bu sonucu daha ayrıntılı biçimde açıklayacağız.
Ancak bu anlam, yani imamlık misyonu, yüceliği ve onurlu bir makam oluşuna göre ancak kendi zatından dolayı mutluluk niteliğine sahip kimse için geçerli olabilir. Çünkü, zâtına zulüm ve bedbahtlık unsurlarının bulaşması muhtemel olan birisinin mutluluğu ancak kendisinin dışındaki birinin hidayetine bağlıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "...Hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?" (Yûnus, 35) Bu ayette doğru yola ileten ile, ancak başkası tarafından iletilebilen kişi arasında bir karşılaştırma yapılıyor.
Bu karşılaştırmadan çıkan sonuca göre, doğru yola ileten kimse, kendiliğinden hidayet bulmuş olandır. Başkası tarafından doğru yola iletilen kimse ise, elbette hakka hidayet edici olamaz.
Yaptığımız bu açıklamalardan şu iki sonuç çıkıyor:
a) İmamın sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olması zorunluluğu vardır. Aksi takdirde kendisinden dolayı hidayet edici olamaz. Daha önce buna değindik. Şu ayet-i kerime de bu hususu vurgulamaya dönüktür: "Onları, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden insanlardı." (Enbiyâ, 73) Şu hâlde imamın işleri hayırdır, hayra dönüktür. Bu işleri başkasının yol göstericiliği ile değil, kendi nefsinin ulaşması ve ilâhî destek ve Rabbanî yardım ile gerçekleştirir.
Bunun kanıtı da, "hayırlı işler yapma" ifadesinin orijinalinde geçen masdarın muzaf oluşu [fi'le'el-hayrati] ve bunun da fiilen gerçekleşmiş bir şeyi göstermesidir. Yani bu ifade, "Onlara hayırlı işler yapın diye vahy ettik" ifadesinden farklı bir yapıdadır. Çünkü bu tarz bir ifade gerçekleşmişliği, yaşanmışlığı anlatmaz. Oysa, "Onlara hayırlı işler yapmayı vahyettik." ifadesi, onların işlemiş oldukları hayırlı amellerin batınî bir vahiy ve semavî bir destek ile gerçekleştiğini gösterir.
b) Sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olmayan biri, elbette gerçeğe iletici imam olamaz.
Bu açıklamadan çıkan sonuç şudur: "İbrahim, 'Soyumdan da.' deyince Allah, 'Benim ahdimin zalimlere ermez.' demişti." ifadesindeki "zalimler" deyimini kısıtlayan bir kayıt yoktur. Bu yüzden kendisinden şirk ve günah gibi herhangi bir zulüm sadır olan herkes bu deyimin kapsamına girer. Ömrünün belli bir döneminde, böyle bir duruma düşse ve sonra tövbe edip durumunu düzeltse bile.
Üstatlarımızdan birine (Allah rahmet etsin); bu ayetten hareketle, imamın masumluğu sonucunun nasıl çıkarıldığı soruldu. O şu cevabı verdi: Aklî bir bölme olarak insanlar dört gruba ayrılırlar. a) Bütün ömürleri boyunca zalim olanlar. b) Bütün ömürleri boyunca hiç zulüm işlemeyenler. c) Ömrünün başlangıcında zalim olup da sonunda bundan vazgeçenler. d) Ömrünün başında zulümden kaçınıp da sonunda zulüm işlemeye başlayanlar.
Hz. İbrahim (a.s), soyundan birinci ve dördüncü kategoriye giren- ler için imamlık niteliğini istemeyecek kadar büyük bir kişiliktir. Geriye iki kısım kalıyor. Yüce Allah bunlardan birini ahdinin kapsamına almayı reddediyor. Bunlar, ömürlerinin başlarında zulüm işleyip de sonunda bundan vazgeçenlerdir. Geriye bir grup insan kalıyor. Bunlar da tüm hayatları boyunca hiç zulüm işlemeyen kimselerdir.
Şu noktaya kadar yaptığımız açıklamaların ışığında aşağıdaki hususlar aydınlığa kavuşuyor.
3) Yeryüzü, üzerinde insanlar yaşadıkça gerçek imamdan yoksun kalmaz.
4) İmam Allah tarafından desteklenmelidir.
5) Kulların amelleri imamın bilgisine kapalı değildir.
6) İmam, insanların dünya ve ahiret ile ilgili olarak ihtiyaç duydukları tüm bilgilere sahip olmalıdır.
7) İnsanlar arasında kişisel faziletler bakımından imamdan daha üstün birinin bulunması muhaldir.
İmamlık misyonu ile ilgili meselelerin özünü bu yedi husus oluşturmaktadır. Bu sonuçları, ele almakta olduğumuz bu ayet-i kerime ile, ilgili diğer ayetlerden çıkarıyoruz. Gerçeğe ileten ulu Allah'tır.
Şayet desen ki: Eğer imamlık, Allah'ın emri ile hidayete iletmeyi ifade ediyorsa ve bu da "...hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?" (Yûnus, 35) ayetinin de vurguladığı gibi, insanın kendiliğinden doğruyu bulması eşliğinde olan hakka iletmek demekse, o zaman bütün peygamberler kesinlikle imamdırlar. Çünkü peygamberin üstlendiği peygamberlik misyonunun, Allah'ın vahiy aracılığı ile sunduğu yol göstericiliği olmadıkça yerine gelmeyeceği açıktır. Yani peygamber bu niteliği kendi çabası ile bir başkasından, öğretim ya da öğüt gibi yöntemlerle edinmez. Bu durumda birine peygamberlik misyonunun bahşedilmesi, zorunlu olarak imamlık misyonunun da bahşedilmesini gerektirir. Şu hâlde siz yukarıdaki iddianızla, kendi kendinizi çelişkiye düşürdünüz.
Cevabında şöyle deriz: Ayet-i kerimeden çıkardığımız sonuçlar doğrultusunda yaptığımız açıklamaların ışığında şu husus açıklığa kavuşuyor: Hak ile hidayet edicilik, ki bu imamlık demektir, hak ile hidayet bulmuşluğu gerektirir. Ama bunun tersten ifadesi, yani hak ile hidayet bulmuş herkesin hak ile başkasını hidayet etmesi, dolayısıyla her peygamberin kendiliğinden hidayet bulmuş olduğuna göre imamlık misyonuna sahip olması gerektiği henüz tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Onun için de yüce Allah, bazı ayetlerde hak ile gerçeği bulmaktan söz ediyor; ama bunu başkalarını hakka iletmeye yönelik bir işaret olarak sunmuyor.
Nitekim şu ifadede buna yönelik bir vurgulama vardır: "Biz ona İshak' ı ve Yakub'u da hediye ettik; hepsine de doğru yolu gösterdik. Nitekim daha önce Nuh'a ve onun soyundan Davud'a, Süleyman'a, Eyyub'a, Yusuf'a, Musay'a ve Harun'a yol göstermiştik.
Biz güzel dav-rananlara böyle karşılık veririz. Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'a da. Hepsi iyilerden idiler. İsmail, Elyes'a, Yunus ve Lût'a da. Hepsini âlemlerden üstün kıldık. Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da... Onları seçtik ve onları doğru yola ilettik. İşte bu Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini buna iletir. Eğer onlar Allah'a ortak koşsalardı, kendileri için yaptıkları her şey hiç olur giderdi. İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi şunlar, bunları inkâr ederse, biz, onları inkâr etmeyecek bir toplumu onlara vekil bırakmışızdır. İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy." (En'âm, 84-90)
Gördüğün gibi, ayetlerin akışının verdiği mesajdan söz konusu hidayetin değişmeyeceği, başkalaşmayacağı sonucu çıkmaktadır.
Bu hidayet Resulullah'ın ardından, ümmetinin özellikle İbrahim'in soyundan gelenlerin üzerinden kaldırılmayacaktır. Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir: "Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk ederim. Çünkü O, bana doğru yolu gösterecektir.' Allah onu (tevhit kelimesini) soyu arasında devamlı kalacak bir kelime kıldı ki insanlar hakka dönebilsinler." (Zuhruf, 26-28)
Bu ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Hz. İbrahim şu anda, onların kulluk ettikleri düzmece ilâhlardan uzak olduğunu belirtiyor ve gelecekte Allah tarafından hidayet edileceğini onlara haber veriyor. Onun kastettiği, gerçek anlamıyla Allah'ın emri ile hakka iletilmektir. Görüş ve ibret alma sonucu ulaşılan hidayet değil. Çünkü bu ikinci şıktaki hidayet, bu aşamada gerçekleşmiş durumdadır.
"Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk sunarım." ifadesi bunun kanıtıdır.
Ardından yüce Allah, bu hidayeti, İbrahim'in soyunda kalıcı bir kelime yaptığını bildiriyor. Kur'ân-ı Kerim'in "kelime" kavramını "söz" anlamının dışında olgular için kullandığı yerlerden birisi de
budur. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir: "Onları takva kelimesine bağladı. Zaten onlar buna lâyık idiler." (Fetih, 26) Sonuç olarak diyoruz ki: İmamlık misyonu Hz. İbrahim'den sonra, onun evlâtlarına geçmiştir. "Soyumdan da, deyince Allah, 'Benim ahdim zalimlere ermez.' demişti." ifadesi buna işaret etmektedir. Hiç kuş-kusuz Hz. İbrahim (a.s) imamlığı soyundan gelen bazı kimseler için istemiştir, tüm zürriyeti için değil. Bu misyonun zalimlere verilmeyeceği belirtilerek ona cevap veriliyor. Tüm soyu zalimlerden oluşamayacağına göre, bu isteğin zalimleri kapsamaması, tüm soyunu kapsamaması anlamına gelmez. Bu ayette, Hz. İbrahim'in isteğinin kabul gördüğü ve bunun bir ahit olduğu, ayrıca bu ahdin zalimlere ermeyeceği dile getiriliyor.
"Benim ahdim zalimlere ermez." ifadesi, zalimlerin ilâhî ahdin kapsamından uzak olduklarına işaret etmektedir. Buna kinaye yoluyla istiâre sanatı denir.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah İbrahim'i nebi yapmadan önce kul yaptı. Resul yapmadan önce nebi yaptı. Dost yapmadan önce resul yaptı.
İmam yapmadan önce dost (halil) yaptı. Saydığımız bu nitelikleri üzerinde toplayınca Allah ona, 'Seni insanlara imam yapacağım.' dedi. Hz. İbrahim'in gözünde imamlık o kadar önemliydi ki: 'Soyumdan da.' dedi. Allah dedi ki: 'Benim ahdim zalimlere ermez, demişti.' Ahmak ve beyinsiz biri, takvalı insanın imamı olamaz." [c.1, s.174-175, h: 1, 2 ve 4]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir diğer hadis de yine İmam Sadık'tan (a.s), ama bir başka kanaldan rivayet edilmiştir. İmam Bâkır'dan (a.s) da benzeri bir rivayet aktarılmıştır. İmam Bâkır'dan (a.s) aktarılan rivayetin aynısını Şeyh Müfid İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.
"Allah İbrahim'i nebi yapmadan önce kul yaptı." Bunu yüce Allah'ın şu sözünden de anlamak mümkündür. "Andolsun biz, önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma kabiliyetini vermiştik. Zaten biz onu biliyorduk' ...Ben de buna şahitlik edenlerdenim." (En-
Hz. İbrahim'in yaşam sürecinin ilk aşamasında kul yapıldığının işaretleri bu ayetlerde gözlemlenmektedir.
Bil ki, yüce Allah'ın herhangi bir insanı kul yapması, o insanın özünde sahip olduğu varoluşsal kulluk niteliğinden farklı bir durumdur. Çünkü kulluk, varoluşun ve yaratılışın bir gereğidir. Anlayış ve bilinç sahibi bir yaratık, bu temel nitelikten soyutlanmış olarak düşünülemez. Bu bakımdan birini kul yapmak veya edinmek söz konusu olamaz. Çünkü insanın varlığı Rabbinin mülküdür, O'nun tarafından yaratılmış, O'nun tarafından biçimlendirilmiştir. İnsanın günlük hayatında, Allah'ın mülkü olmanın gereklerini yerine getirmesi, yüce Rabbi-nin rablik makamına teslim olması veya bunun tam tersi bir tutum sergilemesi, onun bu varoluşsal niteliğinde bir değişikliğe yol açmaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 93) Ancak
bir insan günlük hayatında, yeryüzünde büyüklenerek, haddini aşarak kul olmanın gereklerini yerine getirmezse, kulluğun kurallarına uymazsa, kulluğun amaçları bakımından onun "kul" olarak isimlendirilmemesi gerekir. Çünkü kul, Rabbine, yani sahibine teslim olan, kendi yönetimini onun iradesine bağlayan kimseye denir. Dolayısıyla hem kişilik bakımından ve hem de amelde kulluğun gereğini yerine getirenden başkası "kul" olarak anılmamalıdır. Çünkü ancak böyle birisi gerçek kuldur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rahman'ın kulları yeryüzünde mütevazı olarak yürürler." (Furkan, 63)
Şu hâlde yüce Allah'ın bir insanı kul edinmesi (yani kul olarak kabul etmesi ve rububiyet sıfatıyla ona yönelmesi), onun velâyetini (veliliğini), yönetimini üstlenmesi demektir. Tıpkı efendinin kölesinin yaşamını yönlendirmesi gibi, O da kulunun hayatını yönlendirir, biçimlendirir. Kulluk, velâyetin anahtarıdır. Şu ayet-i kerime de bunu pekiştirir niteliktedir: Benim velim, kitabı indiren Allah'tır. O iyilerin velisidir." (A'râf, 196) Yani Allah, velâyete lâyık olanların velisidir.
Ayrıca yüce Allah kitabında yer alan bazı ayetlerde Hz. Peygamberi kul olarak nitelendirmiştir. Ulu Allah buyuruyor ki: "O ki, kuluna kitabı indirdi." (Kehf, 1) "Kuluna açık açık ayetler indiren O'dur." (Hadîd, 9) "Allah'ın kulu kalkıp ona dua edince..." (Cinn, 19) Böylece anlaşılıyor ki, birini kul edinmek, onu velâyeti
Böylece anlaşılıyor ki, birini kul edinmek, onu velâyeti altına almaktır. "Resul yapmadan önce nebi yaptı." Ehlibeyt İmamlarına dayandırılan rivayetlerde, nebi ile resul arasındaki fark şu şekilde dile getirilir: Nebi, kendisine vahyedilen mesajı, rüyasında görüp algılayan kimsedir. Resul ise, vahiy getiren meleği gören ve onunla konuşan kimsedir. Hz. İbrahim'in yaşam öyküsünü konu edinen ayetler incelendiğinde böyle bir süreci fark etmek mümkündür.
Ulu Allah buyuruyor ki: "Kitapta İbrahim'i de an; o çok doğru bir peygamberdi. Babasına demişti ki: Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 41-42) Ayette açıkça dile getiriliyor ki, Hz. İbrahim (a.s) babasına bu sözleri söylediği sırada doğru sözlü bir peygamberdi. Bu açıklama, Hz. İbrahim'in kavminin yanına ilk kez gelip, "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk sunarım. O bana doğru yolu gösterecektir." (Zuhruf, 26- 27) şeklindeki sözlerini doğrulayıcı bir işlev görüyor.
Bir ayette de şöyle buyuruyor yüce Allah: "Elçilerimiz, İbrahim- 'e müjde getirdikleri zaman, 'Selâm' dediler. O da, 'Selâm' dedi." (Hûd, 69) Bu ayette işaret edilen olay -ki burada melekleri görüp onlarla konuşma söz konusudur- Hz. İbrahim'in (a.s) babasını ve kavmini terk edişinin ardından, ömrünün son dönemlerinde yaşanmıştır. "Allah onu dost yapmadan önce resul yaptı." şeklindeki söz, şu ayet-i kerimeden çıkarılan bir sonuçtur: "...İbrahim'in hanif (Allah'ı bir tanıyan) dinine tâbi olan kimseden din bakımıdann daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim'i dost edinmiştir." (Nisâ, 125) Ayetten anlaşıldığı kadarıyla yüce Allah Hz. İbrahim'i bu hanif (Allah'ın birliği esasına dayanan) dininden dolayı dost edinmiştir, ki O, bu dini Rabbinin emri doğrultusunda sistemleştirmiştir. Şu hâlde, burada Hz. İbrahim'in hanif dininin yüksek onurunu vurgulama amacı güdülmektedir, ki Hz. İbrahim de bu din sayesinde dostluk onuruna erişmiştir.
Dost arkadaştan daha özel bir konuma sahiptir. Çünkü iki kişi ilişkileri ve karşılıklı sevgilerinde içten davrandıklarında arkadaş olurlar. Bu arkadaşlık, ihtiyaçlarını yalnızca ona açma derecesine
varırsa, o zaman dost (halîl) olunur. Çünkü "halîl"in kökü olan "hillet" yoksulluk ve ihtiyaç anlamını verir.
"Ahmak, beyinsiz biri takvalı insanın imamı olamaz." ifadesi şu ayet-i kerimeye göndermede bulunmaktadır: "Nefsini ahamklaştıran-dan başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik. Ahirette de o iyilerdendir. (İbrahim'i seçtik) o zaman ki Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti" (Bakara, 130-131)
Burada yüce Allah İbrahim'in dininden yüz çevirmeyi, -ki bu, bir tür zulümdür- ahmaklık, beyinsizlik olarak nitelendiriyor. Buna karşılık olarak da "seçme"den söz ediyor. Seçmeyi de "teslim olma" olarak açıklıyor. "Rabbi ona 'Teslim ol.' demişti." ifadesi üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, bu hususu kavramak mümkündür.
Bir ayette de İslâm ile takvayı bir sayıyor ya da aynı konuma getiriyor: "Allah'tan, nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öyleced korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün." (Âl-i İmrân, 102) Bu mesele üzerinde iyice düşünmelisin!
Şeyh Müfid, Dürüst ve Hişam kanalıyla Ehlibeyt İmamlarından şöyle rivayet eder: "İbrahim önceleri peygamberdi, ama imam değildi. Sonra yüce Allah ona, 'Seni insanlara imam yapacağım.' dedi. 'Soyumdan da.' dedi. Allah-u Teala dedi ki: 'Benim ahdim zalimlere ermez.' Put, heykel ve benzeri şeylere kulluk sunan kimse imam olamaz." Ben derim ki: Bu ifadelerin ne anlama geldiklerini önceki açıklamalarımızdan anlamak mümkündür.
Şeyh'in el-Emalî adlı eserinde senet zinciri ile, İbn'ül- Meğazili'nin el-Menakıb adlı eserinde merfu olarak İbn-i Mes'ud'un şöyle dediği rivayet edilir: "Peygamber efendimiz (s.a.a) ayetle ilgili olarak yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e, 'Benim dışımda putlara secde eden birini imam yapmam.' şeklindeki sözünü açıkladıktan sonra şöyle buyurdu: Nihayet dua, bana ve kardeşim Ali'ye ulaştı ki, hiçbirimiz asla herhangi bir puta secde etmiş değiliz." [c.1, s.388]
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde deniyor ki: Veki ve İbn-i Mürdeveyh, Ali b. Ebu Talib'ten (a.s), o da Resulullah efendimizden (s.a.a) "Benim ahdim zalimelere ermez." ifadesiyle ilgili olarak
şöyle rivayet ederler: "Ancak maruf (iyilik) hususunda başkalarına itaat edilebilir."
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Abd b. Humeyd, İmrân b. Husayn'den şöyle rivayet eder: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Allah'a isyan hususunda yaratılmışa itaat edilmez."
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, değişik rivayet zincirleriyle Safvan el-Cemmal'in şöyle dediği rivayet edilir: "Mekke'de bulunduğumuz sıralarda, 'Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca...' ayeti üzerinde konuşuyorduk. Dedi ki: O kelimeleri Muhammed, Ali ve Ali soyundan gelen imamlarla tamamladı. Şu ayet de bunu gösteriyor: Onlar birbirlerinden türeme tek bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir." (Âl-i İmrân, 34) [c.1, s.57, h: 88]
Ben derim ki: Bu rivayet, ayetteki "kelime" kavramı ile "imamlık" misyonunun kastedildiği varsayımına dayanıyor. Nitekim yüce Allah'ın şu sözü de bu yaklaşıma göre tefsir edilmiştir: "O, bana doğru yolu gösterecektir. Allah bunu onun soyunda kalıcı bir kelime yaptı..." (Zuhruf, 27-28) Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Rabbi, bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle, -ki bu, onun, İshak'ın ve soyunun imamlığıdır- sınamıştı ve bunu İsmail'in soyundan gelen Muhammed'in ve onun Ehlibeyti'nin imamlığı ile tamamladı. Sonra meseleyi şu sözüyle açıklamış ve şöyle demişti: "Ben seni insanlara imam yapacağım..."
125- Hani biz Beyt'i (Kabe'yi) insanlar için merci (dönüş) ve güven yeri yaptık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail'e, "Tavaf edenler, ibadete kapılanlanlar, rükû ve secde edenler için Evimi temizleyin." diye emretmiştik.
126- Hani İbrahim demişti ki: "Yâ Rabbi, burayı emniyetli bir şehir yap. Halkını çeşitli meyvelerle rızklandır; (elbette) onlardan Allah'a ve ahiret gününe inananları." Allah dedi ki: "İnkâr edeni dahi az bir süre yararlandırırım. Sonra onu ateşin azabına zorlarım. Ne kötü varılacak yerdir orası!"
127- İbrahim, İsmail'le birlikte Evin temellerini yükseltiyor. "Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin." 128- "Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadetlerimizi göster, rah-
metinle bize dönüp tövbemizi kabul et. Zira tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin."
129- "Rabbimiz! Onlara içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak bir elçi gönder. Şüphesiz üstün güçlü ve hikmet sahibi ancak sensin.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Hani biz Beyt'i (Kabe'yi) insanlar için merci (dönüş) ve güven yeri yaptık..." Burada hac ibadetinin yasanmasına ve Kâbe'nin bir güvenli bölge kılınışına işaret ediliyor. İfadenin orijinalinde ge-çen "mesâbet", merci (=dönülen yer) demektir. Dönüp gelen biri için, "sâbe-yesûbu" denir.
"Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin." Bana öyle geliyor ki, burada "Beyt'i... yeri yaptık." sözüne dönük anlamsal bir atıf söz konusudur. Çünkü, "Beyt'i... merci ve... yeri yaptık." sözünde yasaya koymaya, hükme bağlamaya yönelik bir işaret vardır.
Bu durumda ifadenin açık anlamı şöyle olur: "İnsanlara dedik ki: Kâbe'ye dönüp toplanın, oradâ haccedin ve İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin." Burada bir "kulnâ=dedik" fiili de takdirde tutulabilir. O zaman ifadenin açık anlamı şöyle olur: "Dedik ki: İbrahim'in makamından bir namaz yeri (musalla) edinin." İfadenin orijinalinde geçen "musallâ" "salât"ın ism-i mekânıdır, ki "salât" da dua demektir. Yani, "İbrahim'in (a.s) makamından bir dua yeri edinin." Ne var ki, "Beyt'i... merci ve... yeri yaptık." sözünde, namazın yasanmasının sebebine işaret ediliyor. Bu yüzden "sallû fî makam-i İbrahim=İbrahim'in makamında namaz kılın." denilmiyor; "ittehızû min makam-i İbrahim'e musallâ= İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin." deniliyor. Söz konusu emir, makamda namaz kılmaya bağlantılı olarak sunulmuyor, aksine, emir makamdan namaz yeri edinme ile bağlantılı olarak sunuluyor.
"İbrahim ve İsmail'e... temizleyin, diye emretmiştik." İfadenin orijinalinde geçen "ahidnâ" fiilinin mastarı olan "ahit" kelimesi, emir anlamında kullanılmıştır. Temizlemekten maksat; evin, ziyaretçi-
lerin, tavaf edenlerin, itikâfa girenlerin ve namaz kılanların ibadet ve menâsiklerine tahsis edilmesi olabilir. Dolayısıyla kinaye ile istiare sanatına başvurulmuş olur. O zaman cümleyi şöyle anlamlandırmak gerekir: "İkiniz, evimi ibadet eden kulların ibadetine tahsis edin." Bu da bir tür temizlemektir. Ya da evin, insanların ilgisizliğinden dolayı bulaşmış kirlerden ve pisliklerden arındırılması kastedilmiştir. Ayettin orijinalinde geçen "rukkei's-sucûd", "râki'" ve "sâcid"in çoğuludurlar ve bu ifadelerle namaz kılanlar kastedilmişlerdir.
"Hani İbrahim demişti ki: Ya Rabbi..." diye başlayan ifade bir duadır. Bu duada Hz. İbrahim (a.s), Mekke halkı için can güvenliği ve rızık istiyor. Hiç kuşkusuz bu duası kabul görmüştür. Çünkü yüce Allah kabul veya reddetmediği bir duaya sözleri arasında yer vermekten, gerçeğin ifadesi olan kitabında buna değinmekten münezzehtir. Ulu Allah kitabında, bir cahilin diline doladığı boş ve anlamsız sözlere yer vermez. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ben gerçeği söylerim." (Sâd, 84) "O, elbette ayırt edici bir sözdür. O, şaka değildir." (Târık, 13-14)
Kur'ân-ı Kerim Hz. İbrahim'in kimi zamanlarda yaptığı birçok duayı bize aktarmaktadır. İşin başında kendisi için dua etmesi, Suriye seferi sırasında dua etmesi, geride hayırlı bir anı bırakmaya ilişkin duası, kendisi, zürriyeti, ana-babası, mümin erkekler ve mümin kadınlara dua etmesi, Kâbe'nin duvarlarını tamamladıktan sonra Mekke halkına dua etmesi, son peygamberin kendi soyundan gönderilmesi için dua etmesi gibi... Bu dua ve isteklerde onun arzuları, mücadelesi ve Allah'ın rızasına yönelik çabaları ve kutsal kişiliğinin üstün nitelikleri somutlaşmaktadır. Kısacası, bu dua ve isteklerden Hz. İbrahim'in Allah katındaki konumu ve yakınlığı yansımaktadır. Bu ve Rabbinin övgüsüne mazhar olan öteki kıssalardan, onun onurlu yaşamını ayrıntılı biçimde görmek mümkündür. En'âm suresini ele alırken, elimizden geldiğince onun yaşam öyküsünü ve onun onurlu savaşımını yansıtmaya çalışacağız.
"Allah'a ve ahiret gününe inananları..." Hz. İbrahim Mekke kenti için güvenlik ve halkının da çeşitli ürünlerle rızklandırılmalarını isteyince, inanca ilişkin bir hususun farkına varır. Bu kentin halkının
müminleri ve kâfirleri olacaktır. Halkın tümüne ilişkin bu istek, kâfiri de, mümini de kapsar. Oysa kendisi hem kâfirlerden, hem de onların Allah'ı bir yana bırakarak kulluk sundukları düzmece ilâhlarından uzaklığını belirterek onlarla arasındaki ilişkileri koparmıştır. Nitekim ulu Allah onun bu tavrına şu şekilde değiniyor:
"Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu, kendisine belli olunca ondan uzak durdu." (Tevbe, 114) Burada yüce Allah, onun babası dahil Allah'ın düşmanı olan herkesten uzak olduğuna, onlarla ilişkisini kestiğine tanıklık ediyor.
Bu yüzden Hz. İbrahim duasının genel nitelikli olduğunu fark edince, "(elbette) onlardan... inananları." diyerek bu genelliği belli bir gruba indirgiyor. Aslında o, halkın çeşitli ürünlerle rızklandırılması-nın, kâfirleri de kapsamaksızın gerçekleşmeyeceğini biliyordu. Çünkü toplumsal hayata egemen olan evrensel yasalar sistemi rızklandırma-nın genelliğini öngörür. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir; ama Hz. İbrahim, yüce Allah'ın bütün kullarını kapsayan hükmü ve iradesi doğrultusunda olan bu duasını müminlere tahsis ederek dile getiriyor. Fakat yüce Allah, onun duasını, hem kâfiri, hem de mümini kuşatacak bir karşılıkla kabul ediyor. Böylece anlaşılıyor ki onun duası, normal düzenin kurallarına ve doğa yasalarına göre kabul görüyor. Bu duanın karşılığı, olağanüstü bir yöntemle ve doğa yasaları devre dışı bırakılarak verilmiyor.
Hz. İbrahim, "Halkından iman edenleri çeşitli ürünlerle rızklandır." şeklinde bir ifade kullanmıyor. Çünkü istenen şey, dokunulmaz Beytin saygınlığına dayanılarak Beytin içinde yer aldığı kente de saygınlığın bahşedilmesidir. Beytin kurulduğu bu ekinsiz, verimsiz ve çorak vadide herhangi bir ürün elde edilmiyordu çünkü. Oysa bu olmadan kent imar edilemezdi. Kimse gelip buraya yerleşmezdi.
"İnkâr edeni dahi az bir süre yararlandırırım." Bu ifadenin orijinalinde geçen tef'il kalıbındaki "umettiuhu" fiili, if'al kalıbına sokularak "umtiuhu" şeklinde de okunmuştur. Ne var ki, her iki kalıp da aynı anlamı ifade eder.
"Sonra onu ateşin azabına zorlarım." Bu ifadede bir yandan Kâbe'nin sahip bulunduğu saygınlığın büyüklüğüne işaret ediliyor, bir
yandan da Hz. İbrahim'in (a.s) gönlü hoş tutuluyor. Sanki ona şöyle deniyor: Bu kentin halkından olan müminlerin çeşitli ürünlerle rızklandırılıp Kâbe'ye bir saygınlık kazandırılmasına ilişkin duanı fazlasıyla kabul ettim. Kente yönelik bu onurlandırmadan maddî olarak yararlanan kâfir, Allah katında bir saygınlığa sahip olduğunu sanmasın. Bu, sadece onun da içinde yaşadığı şu kente yönelik bir ikrâmdır, senin duanın kat kat fazlasıyla karşılık görmesidir. Yoksa, kâfir bir süre sonra cehennem azabına zorlanarak sürüklenecektir. Orası ne iğrenç bir barınaktır.
"İbrahim, İsmail'le beraber Evin temellerini yükseltiyor..." İfadenin orijinalinde geçen "kavâid" kelimesi, "kâide"nin çoğuludur. Binanın yere oturan kısmı demektir. Geriye kalan duvarlar ona dayanırlar. Temellerin yükseltilmesi deyimi, temellere dayanacak kısımların mecazî olarak temel addedilmesine dayanmaktadır. Yükseltme fiili de, binanın bütününe müteallik olduğu hâlde mecaz sanatı uyarınca sırf temellerle ilintili olarak kullanılıyor. "Min'elbeyti" ifadesinde bu mecaza yönelik işaret vardır.
"Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin." Bu duayı Hz. İbrahim ve Hz. İsmail birlikte dile getiriyorlar. Bu ifadede "dediler" fiili veya aynı anlama gelecek bir fiilin takdir edilmesi ve ayetin, "Ve diyorlar ki: Rabbimiz bizden kabul buyur." şeklinde bir anlam taşıması söz konusu değildir. Aslında bu ayet, denilen sözü ve edilen duayı olduğu gibi yansıtmaktadır. Çünkü yüce Allah'ın, "İbrahim İsmail'le beraber evin temellerini yükseltiyor." ifadesi, aslında geçmişte yaşanmış bir durumu canlı bir şekilde anlatıyor. Bu şekilde onlar bir bakıma somutlaştırılıyorlar ve sanki şu anda, Evin temellerini yükseltme ile uğraşmaları gözlemleniyor ve dinleyici onları bu hâlleriyle görüyor. Ardından dile getirdikleri duayı, konumlarına ve işlerine işaret eden bir aracı olmaksızın işitiyor. Bu tür bir anlatımın örnekleri çoktur Kur'ân-ı Kerim'de. Bunlar Kur'ân'ın tümü de güzel olan olağanüstü ifade tarzının en güzel, en çarpıcı örnekleridir. Bu tür örneklerde kıssa somutlaştırılır, insanın duyu organlarının onu somut biçimde algılaması için yaklaştırılır. Sözlü olarak böylesine olağanüstü bir anlatımdaki güzellik, olayın geçmişte gerçekleştiğini vurgulayan örneğin "şöyle dua ettiler..." gibi ifadelerde görülmüş değildir.
Kabul buyrulması istenen amelden -Evin yapılmasından- söz edilmemesi, kulluk makamına yaraşır bir alçak gönüllülüğün, yaptığını küçümsemenin örneğidir. Yani demek istiyorlar ki;
Rabbimiz, şu basit amelimizi kabul buyur, hiç kuşkusuz sen bizim duamızı işitirsin, kalbimizde beslediğimiz niyetlerimizi bilirsin.
"Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar." Açıkça görülüyor ki, güncel konuşmamızda kullandığımız ve zihnimizde belli bir tutumun adı olarak yer verdiğimiz "Müslümanlık" kavramı kulluğun ilk aşamasıdır. Bu aşamaya adım atmakla, dine bağlanan kişi başkalarından ayrılır. Bu, inançlara ve dinin öngördüğü amellere dış görünüşte bağlanmayı ifade eder ki, imandan ve nifaktan daha genel kapsamlı bir kavramdır. Hiç kuşkusuz, beş çığır açıcı peygamberden biri olan ve Allah- 'ın birliği esasına dayalı dinin sahibi olan İbrahim'in (a.s) bu ana kadar söz konusu aşamaya girmediği, yani Müslümanlık niteliğini almadığı düşünülemez. Aynı şey onun oğlu, Allah'ın elçisi, Kurbanlık İsmail için de geçerlidir. Böyle bir aşamaya girdikleri hâlde bunun farkında olmamaları da mümkün değildir. Bu aşamaya girdiklerini biliyor da kalıcılık kazanmak istiyor da değildirler. Onlar, yakınlık, yaklaştırılmışlık konumundaydılar; Allah'ın dokunulmaz Evini yaparlarken, duada bulunma makamındaydılar. Dolayısıyla onlar kimden istekte bulunduklarını, onun kim olduğunu ve yüce makamını biliyorlardı.
Ne var ki, bu ayette sözü edilen "teslim olma", emir ve yasak kapsamına giren, isteğe bağlı, ihtiyari meselelerle ilintilidir. Tıpkı şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." (Bakara, 131) Böyle bir şeyi Allah'a isnat etmenin bir anlamı olmayacağı gibi doğru dürüst bir yorum getirmeksizin insanın ihtiyarî fiillerinin kapsamına giren bir şeyi istemek de yersizdir.
Dolayısıyla Hz. İbrahim ve İsmail tarafından istenen İslâm (teslimiyet) bizim günlük yaşantımızda kullandığımız, alışageldiğimiz "İslâm" kavramı değildir. Çünkü İslâm'ın da kendi içinde mertebeleri vardır. İslâm'ın mertebeliliğinin kanıtı yüce Allah'ın şu sözüdür: "Rab-bi ona, 'İslâm ol.' demişti. o da, 'Âlemlerin Rabbine teslim
oldum.' demişti." Burada yüce Allah, Müslüman olan İbrahim'e İslâm olmayı emrediyor. Şu hâlde, istenen bu İslâm, onun sahip olduğu İslâm niteliğinden farklıdır. Kur'ân-ı Kerim'de bunun örneklerine rastlamak müm-kündür.
Burada sözü edilen İslâm'dan maksat, eksiksiz kulluktur. Kulun kendisine ait olan her şeyi Allah'a teslim etmesidir. Bu, her ne kadar öncülleri kanalıyla insan için ihtiyarî bir durum ise de, kalbî durumu bilinen normal bir insana izafe edildiği zaman ihtiyarî bir anlam ifade etmez. Şöyle ki, insanın hâli bundan ibaret olduğu sürece, diğer velâyet aşamaları ve yüksek makamlar gibi bu İslâm da onun için erişilmez ve diğer kemal dereceleri gibi ulaşılmazdır. Normal bir insan, bilinen hâliyle bu makamlardan uzaktır. Çünkü bunların öncülleri ağır ve dayanılmazdırlar. Bu yüzden sözünü ettiğimiz bu İslâm, insanın iradesini aşan ilâhî bir makam konumundadır. Allah'tan böyle bir makam bahşetmesi istenebilir. Bir insan böyle bir nitelikle nitelenmek için Allah'a dua edebilir.
Bunun yanı sıra konuyu daha incelikli ve daha titiz bir şekilde ele almak da mümkündür. Şöyle ki: İnsana isnat edilen ve ihtiyarî olarak nitelendirilen şey, fiillerdir. Sıfatlar ve sıkça tekrarlanma sonucu karakteristik özellik mahiyetini kazanan tavırlar gerçekte isteme bağlı (ihtiyarî) değildirler. Dolayısıyla bu tür tavır ve niteliklerin Allah'a izafe edilmeleri caiz ya da gereklidir. Özellikle bunlar güzel ve hayırlı nitelikler iseler, bunları insandansa Allah'a izafe etmek daha uygundur. Zâten Kur'ân'ın ifade tarzı da bu esas üzerinde gelişme gösterir. Örneğin: "Rabbim, beni ve zürriyetimden bir kısmını namaz kılan yap." (İbrâhîm, 40) "Beni salihlere kat." (Şuârâ, 83) "Rabbim, bana ve anama, babama lütfettiğin nimete şükretmemi, senin beğeneceğin sa-lih bir iş yapmamı gönlüme ilham eyle." (Neml, 19) "Rabbimiz bizi sana teslim olanlar yap." Görüldüğü gibi, bu ifadede geçen "İslâm"ın anlamı, şu ayet-i kerimede işaret edilen "İslâm" kavramının ifade ettiği anlamdan farklıdır: "Bedevîler, 'İnandık.' dediler. De ki: Siz inanmadınız, fakat 'İslâm olduk.' deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi." (Hucurât, 14) Hz. İbrahim ve İsmail'in istediği İslâm bundan üstün düzeyli, daha yüce bir kulluk mertebesidir. İleride buna ilişkin açıklamalarda bulunacağız.
"Bize ibadetlerimizi göster, rahmetinle bize dönüp tövbelerimizi kabul et. Zira tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin." Bu ifade de, az önce "İslâm" kavramının anlamına ilişkin olarak ortaya attığımız görüşleri pekiştirir niteliktedir. Çünkü ifadenin orijinalinde geçen "menâsik" kelimesi, "mensek"in çoğuludur ve bu ya ibadet anlamına gelir. Nitekim şu ayet-i kerimede de bu anlamda kullanılmıştır: "Her ümmet için bir ibadet şekli belirlemişiz." (Hacc, 34) Veya "mensek" ibadet olarak gerçekleştirilen fiil anlamına gelir. Masdarın izafe terkibinde kullanılması eylemin gerçekleştiğini ifade eder.
Şu hâlde, ele almakta olduğumuz ayetteki "menasikena" ifadesiyle her ikisinin sergilediği kulluk kastı taşıyan davranışlar ve sergilemeleri istenen ameller değil, bizzat sergilemekte oldukları kulluk amaçlı ameller kastediliyor. Yani, "Bize göster" ifadesi, "Bize öğret" ya da "Bize başarı ver" anlamına gelmez. Tersine, kelimenin ifade ettiği anlam, onların sergiledikleri kulluk kastı taşıyan fiil ve davranışların ger-çek mahiyetlerinin, özlerinin net biçimde gösterilmesidir.
Nitekim, "...onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik." (Enbiyâ, 73) ayeti hakkında konuşurken de meselenin bu yönüne işaret etmiştik. İnşaallah ilgili sureyi tefsir ederken konuya geniş ayrıntılı bir açıklık getireceğiz. Buna göre, ifadede işaret edilen vahiy, yapıla gelen fiilin doğru biçimde ve doğru amaca yönelik olarak işlenmesini sağlamak demektir, yerine getirilmesi istenen yükümlülüğü öğretmek değil. Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir: "Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da an. Gerçekten biz onları katıksızca, ahiret yurdunu düşünüp anan ihlas sahipleri kıldık." (Sâd, 45-46)
Bu ifadedeki "İslâm" kavramı ve "ibadette basiret sahibi olma" durumu ile yaygın olan anlamların kastedilmediği kesindir. "Tövbemizi kabul et." ifadesi için de aynı durum geçerlidir. Çünkü gerek İbrahim ve gerekse İsmail Allah'ın koruyuculuğu altında hareket eden birer masum peygamberdiler. Herhangi bir günah işlemeleri söz konusu değildi ki, tövbe etmek durumunda da kalmış olsunlar. İşlediğimiz kimi günahlardan pişmanlık duyup tövbe et-
tiğimiz gibi onlar da, Allah'tan bu tür bir günahtan bağışlanma dilemiş, olsunlar.
Şayet desen ki: İslâm, ibadet biçimlerinin gösterilmesi ve tövbe olguları ile ilgili olarak, Hz. İbrahim ve İsmail'in üstün konumlarına uygun biçimde yapılan bu anlamlandırmanın, zürriyeti için de kastedilmiş olması bir zorunluluk değildir. Çünkü o, kendisi ve oğlu İsmail için ettiği tüm dualara zürriyetini katmamıştı; zürriyeti için sadece Müslüman olmalarını istemişti, o da bir başka cümlede ve bir başka lafızla. Hz. İbrahim, "neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar." diyor, "Bizi ve soyumuzdan Müslümanlar kıl." demiyor ya da bu anlama gelecek bir ifade kullanmıyor.
Öyleyse, Hz. İbrahim'in "İslâm"dan zahirî yönü de içinde olmak üzere tüm mertebelerini kapsayan genel bir anlam kastetmiş olmasının ne gibi bir sakıncası vardır? Çünkü İslâm'ın zahirî yönü bile güzel sonuçlara ve insanlık toplumunda son derece yararlı hedeflerin gerçekleşmesine yol açar. Hz. İbrahim'in (a.s) bu amaçla Rabbinden böyle bir istekte bulunması son derece normaldir. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.a) böyle davranmış ve zahirî olarak kelime-i şahadet söylenmesi ile yetinmiştir. Bunu söyleyen kimsenin kanını dokunulmaz, evlenmesini caiz ve onu mirasa yetkili saymıştır.
Bu bakımdan diyebiliriz ki, "Bizi sana teslim olanlar yap." ifadesi ile Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e yaraşır bir İslâm, "neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar." ifadesi ile de, içinde münafığı, zayıf imanlısı, güçlü imanlısı bulunan tüm Müslümanlar kastedilmiştir.
Buna karşılık cevabımız şöyledir: Teşri (yasama) ile, Allah'tan isteme konumları farklıdır. Her iki konum için ayrı hükümler geçerlidir. Dolayısıyla birinin diğeri ile mukayese edilmesi doğru değildir. Peygamber efendimizin (s.a.a) ümmeti için "şehadet" cümlelerinin zahirî olarak söylenmesi ile yetinmesi, devlet otoritesinin caydırıcılığının geniş kapsamlı kılınması ve insanlığın fıtratına uygun ilâhî sisteminin zahirî etkinliğinin korunması amacına yöneliktir.
Bu zahirî görünüm, özün, yani gerçek İslâm'ın korunmasını sağlayan bir kabuk işlevini görür, onu zaman zaman baş gösteren felâketlere karşı bir kalkan gibi korur. Ama, dua ve Allah'tan is-
teme makamında gerçeklerin gerçek konumlarının sözü geçer. Bu durumlarda hedef, konumun gerçekliği ile ilintilidir. Gerçekten yakın olma ve sahiden yaklaştırılmış olma olgusu etkin rol oynar.
Peygamberler işin zahirine ilişkin isteklerde bulunmazlar. Hz. İbrahim de soyu ile ilgili olarak zahire ilişkin bir duada bulunmuş değildir. Eğer böyle bir isteği olsaydı, soyundan önce, babası ile ilgili bir istekte bulunurdu; Allah'ın düşmanı olduğunu bilince, onunla tüm ilişkilerini kesmezdi ve yüce Allah'ın bize aktardığı şu duayı dile getirmezdi: "Kulların diriltilecekleri gün, beni utandırma. O gün ki, ne mal, ne de oğullar fayda vermez. Ancak Allah'a temiz bir kalple gelen başka." (Şuarâ, 87-89) Ve, "Sonra gelenler içinde bana, bir doğruluk dili nasip eyle." (Şuarâ, 84) demezdi de, "Sonra gelenler içinde bir anılma nasip eyle" derdi.
Şu hâlde Hz. İbrahim'in (a.s), "neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar." ifadesi ile "nesli" için istediği İslâm, gerçek İslâm'dır. Şayet maksat, sırf İslâm isminin nesline verilmesi olsaydı, o zaman "teslim olmuş bir ümmet" derdi ve "sana" kelimesi hazfedilirdi.
"Rabbimiz, onlara içlerinden... bir elçi gönder." Peygamber efendimize (s.a.a) işaret eden bir duadır bu. Nitekim Resulullah efendimiz, "Ben İbrahim'in duasıyım." buyurmuştur.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de yer alan bir rivayete göre, Kettânî diyor ki: İmam Cafer Sadık'a (a.s) "Hac ve Umre ziyaretinde İbrahim'in makamında iki rekât namaz kılmayı unutan adam nasıl davranmalıdır?" diye sordum, dedi ki: "Eğer adam hâlâ Mekke'deyse, İbrahim'in makamında iki rekât namaz kılmalıdır; yüce Allah buyuruyor ki: 'İbrahim'in makamından namaz yeri edinin.' Eğer kenti terk etmişse, geri dönmesini emredemem." [c.4, s.425, h: 1]
Ben derim ki: Şeyh Tusî "et-Tehzîb" adlı eserinde,1 Ayyâşî de kendi tefsirinde2 değişik rivayet zincirleriyle buna yakın rivayetler aktarmışlardır. Ayrıca hükmün özelliklerine, yani namazın söz ko-
nusu makamın yanında mı yoksa arkasında mı kılınacağına ilişkin açıklamalara yer vermişlerdir. Bazı rivayetlerde şöyle denir: "Bir kişi tavaf namazının iki rekâtını ancak makamın arkasında kılabilir."
Bu sonuç, "İbrahim'in makamından namaz yeri edinin." ifadesinin orijinalindeki "min" edatı ile "musalla" deyiminden çıkarılmıştır. Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Evimi temizleyin." ifadesi ile ilgili olarak, "Yani, müşrikleri oradan uzaklaştırın." dediği rivayet edilir.
el-Kâfi'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah buyuruyor ki: 'Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evimi temizleyin.' Dolayısıyla bir kul, üzerindeki ter kokularından, kirden arınıp yıkanmadıkça Mekke'ye girmemelidir. [c. 4, s.400, h: 3]
Ben derim ki: Buna yakın anlamlar başka kanallardan da rivayet edilmiştir. Girilecek yerin temiz tutulmasına ilişkin emirden, gidenlerin de temiz olmaları gerektiğini, "temiz kadınlar, temiz erkeklere; te-miz erkekler de temiz kadınlara..." (Nûr, 26) gibi ayetlerden anlamak mümkündür.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. İbrahim'in İsmail ve Hacer'i getirip Mekke vadisine bırakmasının üzerinden bir süre geçince, Cürhümoğulları kabilesi gelip oraya yerleşti. Hz. İsmail onlara mensup bir kızla evlendi. Daha sonra Hacer öldü. Hz. İbrahim Sara'dan, oğlunu ziyaret etmek için izin istedi. Sara izin verdi; ama orada konaklamamasını şart koştu. İbrahim yola çıktı. Hacer de vefat etmişti. Mekke'ye varınca doğruca İsmail'in evine gitti. Karısına, 'Kocan nerede?' dedi.
Kadın, 'O, burada değildir, avlanmaya çıktı.' dedi. Hz. İsmail Harem bölgesinin dışına çıkıp orada avlanır, sonra da geri dönerdi." "Hz. İbrahim kadına, 'Yanında yiyecek var mıdır?' dedi. Kadın, 'Yanımda hiçbir şey ve hiç kimse yoktur.' dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim ona, 'Kocan gelince, ona selâmımı ilet ve evinin eşiğini değiştirmesini, söyle.' dedi ve kalkıp gitti. Daha sonra İsmail geldi ve çevreden babasının kokusunu hissetti. Karısına, 'Kimse sana uğradı mı?' diye sordu. Kadın, 'Bugün şöyle şöyle bir ihtiyar geldi (onu küçümsüyor gibiydi).' dedi. 'Peki sana ne dedi?' diye sordu.
Kadın, 'Bana dedi ki: 'Kocana selâmımı ilet ve evinin eşiğini değiştirmesini söyle.' dedi.' diye cevap verdi." "Bunun üzerine Hz. İsmail karısını boşadı ve başka bir kadınla evlendi. Hz. İbrahim yüce Allah'ın dilediği bir süre kadar bekledikten sonra, eşi Sara'dan oğlunu ziyaret etmek üzere izin istedi. Sara, konaklamaması koşuluyla ona izin verdi. İbrahim yola çıktı ve nihayet İsmail'in kapısına kadar geldi. Karısına, 'Kocan nerede?' diye sordu. Kadın, 'Ava gitti, inşaallah az sonra gelir, buyur otur. Allah'ın rahmeti üzerine olsun.' dedi. Hz. İbrahim kadına, 'Yanında yiyecek bir şey var mı?' diye sordu. Kadın, 'Evet.' dedi ve gidip biraz sütle biraz et getirdi. Hz. İbrahim, 'Bereketli olsun.' diye dua etti."
[İmam devamla şöyle buyurdu:] "Eğer İsmail'in karısı o gün İbrahim'e ekmek ya da buğday yahut arpa veya hurma getirseydi, Mekke yeryüzünün buğdayı arpası ve hurması en bol olan bölgesi olurdu."
"Kadın Hz. İbrahim'e, 'Bindiğinden in de başını yıkayayım.' dedi; ama o inmedi. Bunun üzerine kadın gidip makamı getirdi ve İbrahim'in onun üstüne çıkmasını istedi. Hz. İbrahim onun üstüne çıktı ve ayak izi onun üzerinde kaldı. Önce başının sağ yanını yıkadı. Sonra makamı onun sol tarafına getirdi ve başının sol yanını yıkadı. Bu kez de İbrahim'in ayak izi onun üzerinde kaldı. Hz. İbrahim kadına, 'Kocan geldiği zaman ona selâmımı ilet ve evinin eşiği sağlamdır, dediğimi söyle.' dedi. Akşam olup İsmail eve dönünce çevreden babasının kokusunu hissetti. Karısına, 'Bugün yanına kimse geldi mi?' diye sordu. 'Evet, insanların en güzel yüzlüsü, en güzel kokulusu bir ihtiyar geldi. Bana şöyle şöyle dedi, ben de ona şöyle şöyle dedim ve başını yıkadım. İşte bu da onun ayaklarının izidir.' dedi. İsmail karısına, 'O gelen babam İbrahim'di.' dedi." Kummî de tefsirinde, buna yakın bir rivayete yer vermektedir.
Tefsir'ul-Kummî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. İbrahim (a.s) Suriye çöllerine konaklamıştı. Oğlu İsmail Hacer'den dünyaya gelince, diğer eşi Sara bu olay karşısında şiddetli bir kıskançlık duygusuna kapıldı. Çünkü kendisinin bir evladı yoktu. Hacer'den dolayı İbrahim'i üzüyor ve kıskançlık duygularına kapılıyordu. Hz. İbrahim (a.s) içinde bulunduğu bu durumu yüce Al-
lah'a şikayet etti. Bunun üzerine yüce Allah ona şöyle vahyetti: 'Kadın kısmı eğik kaburga kemiği gibidir. Olduğu gibi bırakırsan ondan yararlanırsın, ama onu doğrultmaya kalkışırsan kırarsın.' Sonra ona, İsmail ve anasını evden çıkarmasını emretti. İbrahim, 'Ya Rabbi, onları nereye götüreyim?' dedi." Yüce Allah, 'Benim Haremime, dokunulmaz kıldığım güvenlik yurduma ve yeryüzünde ilk önce yarattığım bölgeye, yani Mekke'- ye götür.' dedi. Yüce Allah ona Cebrail'le birlikte Burak'ı da indirdi.
Burak Hacer'i, İsmail'i ve İbrahim'i sırtladı. Ağaçlı, yeşil ve hurmalıklı bir bölgeden geçtiklerinde İbrahim, 'Ya Cebrail, buraya mı yerleştireceğim, buraya mı?' derdi. Cebrail ise, 'Hayır, yürümeye devam et.' diye cevap verirdi. Mekke vadisine geldiklerinde, Cebrail onları Kâbe'nin kurulacağı yere bıraktı. Hz. İbrahim, kendisine dönene kadar hiçbir yerde durmamak üzere Sara'ya söz vermişti.
Söz konusu yere indiklerinde, orada bir ağaç vardı. Hacer, yanında getirdiği bir örtüyü ağacın dallarının üzerine serdi, sonra hep birlikte onun gölgesine sığındılar. İbrahim onları oraya bırakıp Sara'ya dönmek isteyince, Hacer ona şöyle seslendi: 'Ey İbrahim, bizi ıssız, susuz ve ekinsiz bir yere mi bırakıyorsun?' İbrahim, 'Sizi buraya bırakmamı emreden Allah'tır. O size yeterli bir güvencedir.' dedi ve dönüp gitti."
"Kedâ' Dağına ulaşınca (Zî-Tuvâ bölgesinde bulunan bir dağ adı) durup Rabbine şöyle yakardı: 'Ya Rabbi, neslimin bir kısmını, dokunulmaz evinin yanında ekinsiz, bitkisiz, çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namaz kılsınlar diye bunu böyle yaptım.
Öyleyse bir gurup insanın gönlünü onlara doğru kaydır. Onları çeşitli ürünlerle rızk-landır; belki şükredenlerden olurlar.'1 Sonra yoluna devam etti. Ha-cer olduğu yerde kaldı. Güneş iyice yükselince İsmail susadı. Hacer, bugün hacıların sa'y yaptıkları yerden Safa tepesine doğru yürüdü, vadide bir serap gördü, bunu su sandı. Tepeden vadiye doğru koştu. Merve denilen yere gelince, İsmail'i göremez oldu."
"Bunun üzerine tekrar Safa tepesine çıktı. Öyle ki bu koşuşturmayı yedi kez tekrarladı. Yedinci kez koşuyorken, Merve tepe-
sinde bulunuyordu, o zaman İsmail'e baktı ki, ayaklarının dibinden sular akıyordu. Hacer döndü ve suyun önünü kumla kapattı. Çünkü su akıp gidiyordu, o da böyle yapmakla suyun akışını durdurdu.
Bu yüzden suya 'Zemzem' adı verildi. [Zemzem, su toplama ve akışını durdurma anlamına gelir.] Cürhümoğulları kabilesi Zülmecâz ve Arafât bölgelerine yerleşmişti. Mekke'de su çıkınca kuşlar ve yabani hayvanlar suyun başına abandılar. Cürhümlüler, hayvanların ve kuşların o bölgeye doğru gittiklerini fark edip onları izlediler. Nihayet, bir kadınla, küçük bir çocuğun oraya konaklamış olduklarını gördüler. Kadınla çocuk bir ağacın dibinde gölgeleniyorlardı ve su onlar için çıkmıştı. Hacer'e, 'Kimsin sen? Senle bu çocuk ne arıyorsunuz burada?' dediler. Hacer, 'Ben Halil'ür- Rahman İbrahim'in oğlunun anasıyım. Bu da onun oğludur. Allah ona bizi buraya yerleştirmesini emretti.' dedi."
"Bunun üzerine, 'Size yakın bir yerde konaklamamıza izin verir misin? "diye sordular. Hacer, 'İbrahim gelince size bir cevap veririm.' dedi. Bölgeye yerleştirilişlerinin üçüncü gününde İbrahim onları ziyarete gelince Hacer İbrahim'e, 'Ey Halilullah, şurada Cürhümoğullarına mensup bir kabile var. Yanımıza konaklamak için senden izin istiyorlar. Onlara yerleşme izni verecek misin?' diye sordu. İbrahim, 'Evet.' dedi. Bunun üzerine Hacer Cürhümoğullarına müsaade etti, onlar da gelip yakınlarında bir yere konakladılar, çadırlarını kurdular. Hacer'le İsmail yalnızlıktan kurtulup onlarla yakın ilişkiler içine girdiler. İbrahim (a.s) ikinci kez onları ziyarete gelince, çevrelerinde birçok insanın bulunduğunu gördü. Bunun üzerine çok sevindi. İsmail yürümeye başlayınca, Cürhümlülerin her biri ona bir veya iki koyun hediye etti. İsmail ve Hacer bunlarla geçimlerini sağlıyorlardı."
"İsmail erginlik çağına ulaşınca yüce Allah İbrahim'e, Kâbe'yi yapmasını emretti. Allah ona evi kurmasını emredince, o, evi nereye kuracağını bilemedi. Bunun üzerine yüce Allah Cebrail'i gönderip İbrahim'e evi kuracağı yeri gösterdi. Nihayet İbrahim evi yapmaya başladı. İsmail de Zî-Tuvâ'dan taş getiriyordu. Böylece Kâbe'nin duvarını dokuz zira [yaklaşık 4.5 metre] yükselttiler. Sonra yüce Allah ona Hacer'ül-Esved'in yerini gösterdi. Hz. İbrahim taşı bulunduğu yerden çıkardı ve şu anda Kâbe'nin duvarında bulunduğu yere koydu. İbrahim Kâbe'nin yapımını tamamlayınca,
ona iki kapı yaptı. Biri doğuya, biri de batıya bakıyordu. Batıya doğru bakan kapıya 'Müstecâr' denildi. Sonra Kâbe'nin tavanını ağaç ve benzeri şeylerle örttü. Hacer, yanında bulunan bir örtüyü kapısının üzerine astı ve bu örtünün altında barınıyorlardı. Binanın yapımını tamamladıktan sonra İbrahim ve İsmail hac ettiler. Zilhiccenin sekizinci gününe denk gelen Terviye gününde Cebrail indi ve dedi ki: 'Ey İbrahim, kalk ve kana kana su iç. Çünkü Arafat ve Mina'da su bulunmaz.' O güne Terviye denilmesi bu yüzdendir.
Sonra Cebrail onu Mina'ya çıkardı, orada gecelediler. Cebrail Âdem Peygambere nasıl yol gösterdiyse, ona da ne yapacağını gösterdi. İbrahim Kâbe'nin yapımını tamamladığı zaman Allah'a şöyle dua etti: "Ya Rabbi, burayı emniyetli bir şehir yap. Halkını çeşitli meyvelerle rızklandır, (elbette) onlardan Allah'a ve ahiret gününe inananları...' Yani, onları kalplerin ürünleriyle besle. Yani onları insanlara sevdir ki, onlarla sıcak ilişkiler içine girsinler ve her zaman onlara dönsünler."
Ben derim ki: Hz. İbrahim'in hayatının bu bölümüne ilişkin kıssayı anlatan rivayetler arasından seçtiğimiz bu rivayetler, konuya ilişkin diğer rivayetlerin içeriklerini özet biçiminde kapsamaktadırlar.
Bununla ilgili olarak başka rivayetler de nakledilmiştir. Bunlara göre, Kâbe'nin yapılış tarihi, bir olağanüstülükler tarihidir. Bazı rivayetlerde ilk önce kurulduğunda Kâbe nurdan bir kubbe olarak Âdem'e inmişti. Bu kubbe Hz. İbrahim'in daha sonraları evin temellerini yükselttiği bölgeye yerleşmişti. Nuh tufanı kopana kadar orada kalmıştı. Bütün dünya sular altında kalınca, Kâbe'nin bulunduğu yeri yüce Allah yükseltti. Böylece orası sular altında kalmadı. Kâbe'nin "Beyt'ül-Atîk" yani, "Eski Ev" olarak isimlendirilmesi bu yüzdendir.
Bazı rivayetlerde, yüce Allah'ın Kâbe'nin temellerini cennetten indirdiği belirtilir. Diğer bazı rivayetlerde ise, şöyle deniyor: "Hacer'ül-Esved cennetten indirilmiştir. Bu taş önceleri kar gibi beyazdı. Daha sonra kâfirlerin dokunmaları yüzünden karardı."
el-Kâfi'de İmamlardan birinin şöyle dediği belirtilir: "Yüce Allah Hz. İbrahim'e, Kâbe'yi yapmasını, temellerini yükseltmesini ve insanlara ne şekilde ibadet edeceklerini göstermesini emretti. İbrahim ve İsmail Kâbe'nin duvarını her gün bir diz boyu yükselttiler.
Sıra Ha-cer'ül-Esved'in konulacağı yere gelince, (İmam Bâkır (a.s) diyor ki:) Ebu Kubeys dağı İbrahim'e, 'Bende sana ait bir emanet vardır.' diye seslendi. Ona Hacer'ül-Esved'i verdi. O da onu getirip Kâbe duvarındaki yerine koydu." [c.4, s.205, h: 4]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, belirtildiğine göre, Sevrî şöyle demiştir: "Bir gün İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) Hacer'ül-Esved'in mahiyetini sordum. Dedi ki: Cennetten üç taş indi. Biri İbrahim'in Kâbe'nin duvarına koyduğu Hacer'ül-Esved, biri İbrahim'in makamı, biri de İsrailoğullarının taşıdır." [c.1, s.59, h: 93]
Bazı rivayetlerde, Hacer'ül-Esved'in bir melek olduğu belirtilir.
Ben derim ki: Buna benzer bilgiler çok sayıdadır ve gerek Sünnî, gerekse Şiî kanallardan rivayet edilmiştir. Gerçi bunlar ne anlam, ne de lafız olarak tevatür düzeyine ulaşmayan ahad haberler konumundadırlar; ama bunlar, dinî bilgiler açısından benzersiz değildirler. Dolayısıyla bir kalemde reddedilmeleri gerekmez.
Kâbe'nin ilk önce bir nurdan kubbe olarak Hz. Âdem'in üzerine inmesi ve Hz. İbrahim'in Burak sırtında Mekke'ye gelmesi gibi olaylar doğa üstü mucizevî kerametlerdir. Bu tür gelişmelerin imkânsızlığı kanıtlanamaz. Kaldı ki, yüce Allah peygamberlerini buna benzer birçok mucizevî ayetlerle özel bir şekilde ödüllendirmiştir. Onlara olağanüstü kerametler bahşetmiştir. Kur'ân-ı Kerim bunun birçok örneğini sunmaktadır bize.
Kâbe'nin temellerinin, Hacer'ül-Esved'in ve İbrahim'in makamındaki taşın cennetten indirilişine gelince; -ki denildiğine göre bu taş günümüzde İbrahim'in makamı olarak bilinen yapının altında gömülüdür ve cennetten indirilmedir- dediğimiz gibi, bunların örnekleri çoktur. Nitekim birçok bitki ve meyve için, "Bunlar cennetten gelmişlerdir ya da cehennemden gelmişlerdir, yahut ateşten fışkırmışlardır." denilmiştir. İnsanların tıynetleri ile ilgili olarak da benzeri haberler aktarılmıştır. "Mutluların tıyneti cennettendir, mutsuz bedbahtların tıyneti ateştendir." ya da "Bunlar İlliyyîn ve Siccîn karakterlidirler." gibi. Bu kategoriye sokabileceğimiz bazı haberlerde ise, "Kıyamet ile dünya hayatı arasındaki ara dönemde (berzah) girilen cennet, yeryüzünün bazı bölgelerindendir. Berzah cehennemi de diğer bazı bölgelerindendir. Kabir ya cennet bahçe-
lerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur" denilmiştir.
Gözlemci bir yaklaşımla etüt eden bir okuyucu buna benzer bilgileri; konuya ilişkin rivayetlerden edinebilir. Daha önce de söylediğimiz gibi, bu tür haberler sayısal olarak o kadar çokturlar ki, bunların tümünü atmak ya da doğruluğunu tartışma konusu yapmak, kaynaklarını kuşku ile karşılamak doğru olmaz. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'in de belli ölçülerde yer verdiği ilâhî doğaüstü bilgilerdir ki, rivayetlerde de Kur'ân'ın bu yaklaşımı esas alınmıştır.
Kur'ân'ın verdiği bilgilerden yola çıkarak yüce Allah'ın bize şöyle bir mesaj verdiğini söyleyebiliriz: Doğal oluşum süreci içinde meydana geldikleri görülen tüm olgular, bu dünyaya Allah katından indirilmişlerdir. Bunlar arasında hayırlı ve güzel olanlar, hayra aracılık ya da kaynaklık oluşturan olgular, cennetten gelmişler, oraya döneceklerdir. Bunlar arasında kötü nitelikli olanlar, kötülüğe aracılık ya da kaynaklık oluşturanlar, ateşten gelmişler, tekrar oraya döneceklerdir.
Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın; ama biz onu bilinen bir miktar ile indiriyoruz." (Hicr, 21) Bu ayetten çıkan sonuca göre, her şey O'nun katında vardır ve varlığı bir sınırla sınırlı, bir miktar ile belirli değildir. Ama bunlar yeryüzüne indirilince -ki tedricî bir indiriliş söz kousudur- öngörülen miktara göre ölçülüyorlar. Belirlenen sınırlar içinde kalıyorlar. Meselenin genel boyutu böyle. Özel boyutuna ilişkin olarak da bazı açıklamalara yer verilmiştir: "Sizin için duvardan sekiz çift indirdi." (Zümer, 6) "Demiri indirdik..." (Hadîd, 25) "Gökte rızkınız ve size söz verilen var." (Zâriyât, 22) İnşaallah bununla neyin kastedildiğini ge-niş boyutlarıyla açıklığa kavuşturacağız. Buna göre her şey Allah katından indirilmiştir. Yine yüce Allah- 'ın kelâmından her şeyin sonuçta O'na döneceği de dile getirilir. Bu hususla ilgili olanak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." (Necm, 42) "Dönüş Rabbinedir." (Alak, 8) "Dönüş O'nadır." (Mü'min, 3) "Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner." (Şûrâ, 53) Aynı mesajı vurgulamaya dönük daha birçok ayet vardır.
Buna göre: Olgular -başlangıcı ve dönüşü arasındaki süreçte- baş-langıcında öngörülen amaca; kendileri için verilen mutluluk ya da bedbahtlık, hayır ya da şer hükmü doğrultusunda, paylarına düşen ölçüler içinde hareket ederler. Nitekim ulu Allah şöyle buruyor:
"Herkes kendine uygun yolda hareket eder." (İsrâ, 84) "Herkesin yöneldiği bir yönü vardır." (Bakara, 148) İnşaallah bu hususu daha ayrıntılı biçimde açıklayacağız. Burada ise amacımız konunun boyutları içinde sadece genel nitelikli bir işarette bulunmaktır. Şöyle ki; bu tür rivayetler, doğal olguların ya cennetten ya da cehennemden geldiklerini hikaye etmektedirler. Bu rivayetler mutluluk ya da bedbahtlık yönüne zorunlu olarak yönelmişse, bunda bir doğruluk payı kesinlikle vardır. Çünkü bu yaklaşım konuya ilişkin tüm rivayetleri teker teker doğru kabul etmemizi zorunlu kılmaz. Artık ne kastedildiğini anlamış olmalısın.
Birisi şöyle demiştir: "İbrahim İsmail'le birlikte Evin temellerini yükseltiyor." ayeti, Hz. İbrahim'le İsmail'in Evi, putperest bir memlekette sırf Allah'a kulluk sunulması amacı ile kurduklarını dile getiriyor. Ne var ki, hikayeciler, onların ardından tefsirciler, yüce Allah'ın bildirdiklerinin dışında kalan bu haberleri rivayet ettiler. Rivayetlerinde Evin eskiliğini, Âdem'in haccedişini, Kâbe'nin Tufan zamanı göğe yükseltilişini, Hacer'ül-Esved'in cennet taşlarından biri oluşunu allandıra, ballandıra anlattılar. Kıssacıların amacı dini süslemek, bu tür rivayetleriyle onu çekici hâle getirmekti. Bu tür süslemeler ve ilgi uyandırıcı ifadeler, sıradan halk kitlelerinin kalplerinde belli ölçüde etkili olsalar bile, öz akıl sahipleri ve keskin bakışlı âlimler bilirler ki manevî onur, yüce Allah'ın bazı olguları diğer bazı olgulardan üstün kılarak bahşettiği niteliktir. Dolayısıyla Kâbe'nin onuru da, Allah'ın evi oluşudur, O'na izafe ediliyor olmasıdır.
Hacer'ül-Esved'in şerefi de, Allah'ın eli yerine ona el sürülüyor olmasıdır. Söz konusu taşın mahiyet olarak yakut, inci veya başka bir şey olması ona bir ayrıcalık, gerçek bir onur sağlamaz. Gerçekler pazarında Allah katında kara taş ile beyaz taş arasında ne gibi bir fark var ki? Şu hâlde Kâbe'nin onuru, yüce Allah'ın onu kendi evi olarak nitelendirmesidir, onu kendisine kulluk sunulan bir yer kılmasıdır. Bu onur, başka bir şeyden kaynaklanmaz, -az önce de değindiğimiz gibi- taşlarının diğer taşlardan üstün olmasından, bu-
lunduğu yerin başka yerlerden üstün olmasından, gökten ya da aydınlık âleminden geliyor olmasından ileri gelmez.
Aynı şekilde peygamberlerin diğer insanlardan üstün olmaları, bedensel ayrıcalıklardan ya da giysilerinin kıymetli oluşundan kaynaklanmaz. Onların ayrıcalıkları, yüce Allah'ın onları seçmesinden ve manevî bir görev olan peygamberlik misyonu için onları ayırmış olmasından ileri gelir. Nitekim dünya ehli onlardan daha çekici süslere, daha bol nimetlere sahip olabilirler.
Yine demiştir ki: Bu rivayetler en başta birbirleriyle ve kendi içlerinde çelişik olmalarından dolayı, ikincisi rivayet zincirlerinin sahih olmayışından dolayı, üçüncüsü kitabın zahiri ile çelişmelerinden dolayı geçersizdirler.
Yine eklemiştir: Bu rivayetler İsrailiyat'tan kaynaklanan hurafelere dayanırlar. Dinlerini karıştırmak ve kitap ehli olanları bu dinden uzaklaştırmak amacı ile Yahudi kökenli zındıklar bunları Müslümanlar arasında yaymışlardır.
Ben derim ki: Bu yaklaşımı bir kalemde silip reddetmek doğru olmaz. Ancak görüş sahibi kimse, tartışma yönteminde aşırıya kaçmıştır. İtiraz ederken en ağır ve en yakışıksız ifadeyi kullanmıştır. "Bu rivayetler en başta birbirleriyle ve kendi içlerinde çelişik olmalarından dolayı, ikincisi, Kitabın zahirine ters düştükleri için geçersizdirler" şeklindeki yaklaşımını ele alacak olursak, çelişki ve tutarsızlık eğer teker teker tüm rivayetlerde tespit edilirse zararlı olur. Ama bunları bir bütün olarak ele aldığımızda, bütünü aklen ve naklen imkânsız olanı içermeyecekleri için topluca reddedilmez. Bazı rivayetler arasındaki uyuşmazlık da geneli açısından bir olumsuzluk olarak değerlendirilmez.
Bununla kastettiğimiz husus şudur: Bu rivayetler, Resulullah efendimiz (s.a.a) ve tertemiz Ehlibeyt İmamları gibi masum kaynaklara dayanırlar. Bunların dışındaki sahabe ve tabiin kuşağı tefsircilerinin durumu diğer insanların durumu gibidir. Çelişkiden uzak sözlerinin durumu, çelişki içeren sözlerinin durumu gibidir. Dolayısıyla Kitaba ve doğruluğu kanıtlanmış sünnete ters düşmediği sürece herhangi bir rivayeti ya da rivayetleri reddetmemek gerekir.
Ayrıca bu tür bir rivayetten yalanlık ve uydurulmuşluk kokusu alınır alınmaz, onu terk etmek gerekir. Çünkü ilâhî dinin bilgileri açısından tartışılmaz kanıt, Kitap ve doğruluğu kesinleşmiş sünnettir.
Şu hâlde, bazı şeyleri kabul etmek bir zorunluluktur. Bundan kastımız, Kitap ve doğruluğu tartışma götürmez sünnettir. Bazı şeyleri de kesin olarak reddetmek gerekir. Bununla Kitap ve sünnete ters düşen rivayetleri kastediyoruz. Bazı bilgiler de var ki, bunların reddine ya da kabulüne ilişkin bir kanıt bulunmaz. Bununla, imkânsızlığına ilişkin olarak ne aklî, ne de naklî (Kitap ve sünnet) bir kanıt bulunmayan rivayetleri kastediyoruz. Böylece, bu tür rivayetlerin sırf senetlerinin güvenilmezliğinden dolayı kuşkulu olduklarına ilişkin yaklaşımın tutarsızlığı ortaya çıkıyor. Çünkü bir rivayet akıl ya da doğru nakil ile çelişmediği sürece sırf bu yüzden reddedilemez.
Bu tür rivayetlerin, "İbrahim, İsmail'le birlikte Evin temellerini yükseltiyor..." ayetine ters düştüklerine ilişkin iddiaya gelince, Allah aşkına söyler misiniz, bu ayet-i kerime hangi açıdan Hacer'ül- Esved'in cennetten inmediğini ifade ediyor? Ya da nurdan bir kubbenin Hz. Âdem zamanında yeryüzünde bir yere inmediğini ve bu kubbenin Nuh zamanında göğe yükseltilmediğini nasıl ortaya koyuyor?
Acaba bu ayet, Kâbe'nin Hz. İbrahim tarafından taştan ve çamurdan bina edildiğinden başka bir şey mi anlatıyor? Olumlu ya da olumsuz, değindiğimiz bu rivayetlerle ne gibi bir ilgisi vardır ayetin? Doğru, iddia sahibinin karakteri bu rivayetleri benimseyemiyor; görüşü bunları benimsemeye elverişli değildir. Çünkü onun mezhebî tutuculuğu, peygamberlerden aktarılan manevî gerçekleri reddetmeyi ve dinin zahirî kısmının köklü ve derine nüfuz etmiş temellere dayandığını inkâr etmeyi öngörüyor. Ya da çağdaş bilimin verilerine irade dışı bir teslimiyet söz konusudur. Bu anlayışta olanlar diyorlar ki: Doğada meydana gelen tüm gelişmeler ve bunlarla ilintili tüm manevî hususlar, maddî bir sebeple illetlendirilmelidirler. Ya da sonunda madde ile bağlantısı tespit edilmelidir. Çünkü tüm olaylara egemen olan maddedir. Sosyoloji prensiplerinde olduğu gibi.
Hiç kuşkusuz şu husus üzerinde iyice düşünmek bir zorunluluktur: Pozitif bilimlerin sahası, maddenin özelliklerini, bileşimlerini ve doğadaki gelişmelerin ilgi alanlarına giren hususlar üzerindeki etkilerini araştırıp ortaya koymaktır. Bunun adı olgular arası doğal bağlılıktır. Ay-nı şekilde sosyoloji bilimi de sadece toplumsal bağlarla toplumsal gelişmeler arasındaki bağlantıyı inceleyip ortaya koyma durumundadır.
Madde dünyasının, onun doğayı, özelliklerini ve manevî bağlarını kuşatan etkinlik sahasının dışında kalan gerçekler, maddî nitelikli değildirler. Evrensel gelişmelerle ve bizim algılanabilen somut dünyamızla bir ilgileri yoktur. Dolayısıyla bu tür gerçekler pozitif bilimlerin ve sosyolojinin araştırma alanlarının kapsamına girmezler. Sözünü ettiğimiz bilimler bu tür gerçekler hakkında konuşma, onları kanıtlamaya çalışma ya da çürütme güç ve yetkisine sahip değildirler. Pozitif bilimler, bir evin taş ve çamura ihtiyacının olduğundan, binayı yapacak bir ustanın çalışma ve hareketleriyle eve biçim vermesinin gerekliliğinden söz edebilirler. Ya da kara bir taşın nasıl oluştuğunu araştırabilirler.
Sosyoloji bilimi de, İbrahim'in Kâbe'yi yapmasına kadarki toplumsal gelişmeleri analiz edebilir. Yani onun yaşam sürecini, Hacer ve İsmail'in hayatını, Tehâme çölünde geçen günleri ve Cürhümoğulları-nın Mekke'ye yerleşmelerini inceleyebilir. Ama söz gelimi, bu taşın cennete veya ateşe mensubiyeti hakkında söz söylemek, bunu inceleme konusu yapmak, hakkında olumlu ya da olumsuz görüş belirtmek, söylenenleri kabul ya da reddetmek bu bilimlerin yetkisinde değildir.
Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in doğal ve maddî nitelikli bazı olguların, bulundukları yerlere Allah katından indirildiklerinden ve bunların tekrar O'nun katına döneceklerinden söz ettiğini gördün. Her şey geldiği yere, yani "Ya cennete ya da cehenneme" dönecektir.
Kur'ân-ı Kerim Allah'ın katına çıkan, O'na doğru yükselen, O'na kavuşan amellerden söz ediyor ki, bunlar doğal tutumlardır; varoluşsal gerçeklikten ayrı olarak, toplumsal nitelikli itibarî oluşumlardır. Yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Fakat sizin takvanız O'na ulaşır." (Hacc, 37) Takva ise bir fiildir ya da bir fiilin
sonucu meydana gelen bir sıfattır. Yüce Allah bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyuruyor: "Güzel söz ona çıkar, iyi amel onu yükseltir." (Fâtır, 10)
Dolayısıyla dinî konular üzerinde çalışma yapan bir araştırmacı, bu ayetler üzerinde düşünmeli ve dini öğretilerin, doğal ve toplumsal bakış açısı bakımından doğal bilimlerle ve sosyolojik verilerle bir ilgilerinin söz konusu olmadığını, dini bilgilerin bundan öte gerçeklere ve anlamlara dayandıklarını anlamalıdır.
"Peygamberlerin şerefi, onlara ilişkin ahitler, onlara izafe edilen Kâbe, Hacer'ül-Esved gibi nesnelerin şerefi zahirî bir durum değildir. Yüce Allah'ın üstün kılması, lütfetmesi ile kazanılan manevî bir payedir." şeklindeki değerlendirme, hiç kuşkusuz gerçeğin ifadesidir. Ancak bu sözün gerçekte neyi ifade ettiği iyice anlaşılmalıdır.
Söz konusu peygamberlere ve yapılara onur kazandıran bu manevî durum nedir? Eğer bununla, ülke ve ulusların insana yakıştırdıkları başkanlık ve komutanlık, ayrıca gümüş ve altın gibi madenlere izafe ettikleri kıymet, fiyat gibi değerlendirmeler ve anne-baba ve kanun saygısı gibi toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklanan tutumlar kastediliyorsa, bilinmelidir ki, bunlar dünyevî ihtiyaçların zorunlu kılması ile toplum tarafından öngörülen itibarî nitelendirmelerdir. Toplumsal değerlendirme ve vehim dışında bir etkinlikleri söz konusu değildir. Bilindiği gibi herhangi bir toplum, yaşam sürdürmenin zorunlu kıldığı toplumsal hayatın sınırlarını zorlayamaz.
Yüce Allah ise, insanoğlu için baş gösteren bu tür yaşamsal ihtiyaçlardan münezzehtir. Bununla beraber eğer bir peygamberin gerçekliği bulunmayan bu tür bir onurla onurlanması caiz ise, bir evin ya da bir taşın da bu tür bir onura lâyık görülmesi de normal karşılanmalıdır; ama peygamberlerin, Kâbe'nin ve Hacer'ül- Esved'in sahip olduğu şeref, gerçekliği bulunan bir niteliktir. Aydınlık ve karanlık, bilgi ve cehalet, akıl ve ahmaklık arasındaki oranlama kadar reeldir. Çünkü peygamberin varlığının gerçekliği, başkasının varlığının gerçekliği gibi değildir. Bizim yüzeysel duyu organlarımız bunu algılayamazsa da, peygamber fiil ve hüküm olarak yüce Allah'ın kutsal onurlandırmasına lâyıktır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
"Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan canlı-cansız varlıkları, eğlenmek için yaratmadık. Onları sadece hakka dayalı olarak yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (Duhân, 38-39) İleride bunun doğaötesi, madde dışı manevî bir gerçekliğe dönük bir işaret olduğunu açıklayacağız. Bu gerçeklik bir şekilde peygamberler açısından normal bir nitelendirme ise, peygamberlerin dışında Kâbe ve Hacer'ül-Esved gibi nesneler için de normal bir nitelendirme olarak değerlendirilmelidir. Bununla beraber söz konusu manevî gerçeklikler, toplumsal çerçevede belirlenen genel kavramlarla anlatılırlar.
Acaba bu anlayışa sahip kimseler, cennetin altın ve gümüşle süslendirileceğinden, cennet ehlinin bunlarla ödüllendirilip onurlandırılacaklarından söz eden ayetleri ne yapacaklardır? Bilindiği gibi bunların az bulunur olmalarından kaynaklanan kıymetlilikten başka bir onurları yoktur. Şu hâlde cennet halkının bunlarla ödüllendirilip onurlandırılması ile ne kastediliyor? Servet sayılabilecek bir şey cennette ne işe yarar? Malî bir değer toplumsallık sınırları dışında bir anlam ifade etmez ki? Acaba bu tür ilâhî açıklamaların, dinsel bildirimlerin bir amacı, bir hedefi mi vardır? Ve bu hedef gerisinde bulunan sırlar sözel perdelerle mi saklanıyor? Eğer bu tür yakıştırmalar ahiret kaynaklı olgular için olabiliyorsa, dünya kaynaklı olgular için de olmalıdır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'nin bir yerinde Zübeyrî İmam Sadık'tan (a.s) şu açıklamayı rivayet eder: "İmama dedim ki: 'Ümmet-i Muhammed kim-dir?' Dedi ki: 'Muhammed'in (s.a.a) ümmeti özellikle Haşimoğulları-dır.' 'Muhammed'in (s.a.a) ümmetinin sadece senin sözünü ettiğin Ehlibeyti'nin olduğuna ilişkin kanıt nedir?' diye sordum, şöyle cevap verdi: Yüce Allah diyor ki: 'İbrahim İsmail'le birlikte Evin temellerini yükseltiyor. Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin. Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadet yerlerimizi göster, rahmetinle bize dönüp tövbemizi kabul et. Zira tövbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.' Yüce Allah İbrahim ve İsmail'in bu duasını kabul edince, onların soyundan gelen Müslüman bir ümmet meydana getirdi. Aralarından, yani söz konusu ümmetin içinden bir resul gönderdi.
Bu resul onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, onlara
kitap ve hikmeti öğretiyor. Böylece onun ilk duası ile son duası aynı noktada buluştu." "Sonra Hz. İbrahim adı geçen ümmet için şirkten arınmışlık ve putlara kulluk sunmaktan uzaklık diledi ki, onlara ilişkin değerlendirmesi doğru olsun ve onlar başkalarına uymak durumunda kalmasın. Bu amaçla şöyle dua etti: "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim, çünkü onlar insanlardan birçoğunu şaşırttılar. Artık bundan böyle kim bana uyarsa o, bendendir; kim bana karşı gelirse şüphesiz sen bağışlayan, esirgeyensin."1 "Bu ayet gösteriyor ki, imamlar ve ümmet-i Muhammed (s.a.a) ancak İbrahim'in soyundan gelenlerden olurlar. 'Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.' ifadesi bunu gösteriyor." [c.1, s.60, h: 101]
Ben derim ki: İmamın ayet-i kerimeden çıkardığı bu sonucun hangi amaca yönelik olduğu gayet açıktır. Çünkü Hz. İbrahim (a.s) özellikle kendi soyundan gelen bir Müslüman ümmet istemiştir.
Yine bilindiği gibi duasının devamında şöyle bir ifade vardır: "Rabbimiz! Onlara içlerinden... bir elçi gönder." Şu hâlde Hz. İbrahim'in sözünü ettiği "Müslüman ümmet", Muhammed ümmetidir. Fakat, Hz. Muhammed'in kendilerine gönderildiği ya da Hz. Muhammed'in peygamberliğine inananlar anlamındaki genel ümmet kavramı kastedilmemiştir. Çünkü bu ümmet, İbrahim ve İsmail'in soyundan daha geniş kapsamlıdır. Öyleyse burada İbrahim'in (a.s) soyundan gelen "Müslüman ümmet" kastedilmiştir. Sonra Hz. İbrahim kendisini, soyunu ve oğullarını şirkten ve sapıklıktan uzaklaştırmasını diliyor. İşte bu, "masumiyet"e işarettir.
Yine bilindiği gibi Hz. İbrahim'in ve İsmail'in (a.s) soyunun içinde -ki bunlar Mudaroğullarına ya da özellikle Kureyş kabilesine mensup Araplardı- sapık ve müşrik olanlar vardı. Şu hâlde "oğullarım" ifadesi ile özellikle onun soyundan gelen masumlar kastedilmiştir. Bunlarsa, Hz. Peygamber (s.a.a) ve onun tertemiz Ehlibeyti'dir.
Demek ki, Hz. İbrahim'in duasında kastedilen ümmet-i Muhammed (s.a.a) bunlardır. Belki de duanın akışı içinde "soyu" kelimesinin "oğullar" ile yer değiştirmesi bu inceliği vurgulamaya dönüktür.
Hz. İbrahim'in (a.s) şu sözü de bunu pekiştirir niteliktedir: "Kim bana uyarsa o, bendendir; kim bana karşı gelirse, şüphesiz sen bağışlayan, esirgeyensin." Bu ifadede "ayrıntı" anlamına işaret eden "fa" bağlacı kullanılmıştır ki, bununla tâbi olanların ondan bir parça oldukları dile getirilmiştir. Ötekiler hakkında ise, herhangi bir açıklamaya yer verilmemiştir. Sanki Hz. İbrahim onları tanımadığını, bilmediğini ifade etmek istemiştir.
Rivayetteki "Onlar için şirkten arınmışlık ve putlara kulluk sunmaktan uzaklık diledi." ifadesine gelince, burada Hz. İbrahim putlara kulluk sunma saplantısından arınma diliyor; ama bunu sapıklığa götürücü olarak illetlendiriyor. Böylece "arınma" isteğinin her türlü sapıklık için; putlara kulluk sunmak, her türlü şirk ve her türlü günah için dile getirildiği anlaşılıyor. Nitekim Fatiha suresinin, "nimet verdiklerinin yoluna." (Fâtiha, 6) ayetinin tefsirinde de vurguladığımız gibi her günah bir bakıma şirktir.
Rivayetteki "Bu da gösteriyor ki, İmamlar ve Müslüman ümmet ancak İbrahim'in soyundan gelenlerden olurlar." ifadesine gelince, burada ayette kastedilen "Müslüman ümmet" ile "İmamlar" ın aynı kimseler oldukları anlatılıyor. Nitekim az önce de bu hususa işaret ettik.
Şayet desen ki: Eğer bu ve benzeri ayetlerde geçen "ümmet" kelimesi ile sayılı birkaç kişi kastedilmişse; söz gelimi: "siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" ifadesinde sadece birkaç insana işaret edilmişse, bu durumda, gerektirici bir unsur söz konusu olmadığı hâlde ifadede mecaz sanatına başvurulduğu anlamı çıkar ki, yüce Allah'ın kitabı için böyle bir şey düşünülemez. Kaldı ki, Kur'ân-ı Kerim'deki hitapların Peygambere (s.a.a) inanan tüm ümmete yönelik ol-masının bir zorunluluk olduğu gerçeğinin kanıta ihtiyacı yoktur.
Buna karşılık olarak derim ki: Hz. Muhammed'in (s.a.a) çağrısına olumlu karşılık verip inanan herkesi kuşatıcı bir kavram olarak "Muhammed ümmeti" deyiminin kullanılması, Kur'ân-ı Kerim- 'in nüzulünden ve İslâm davasının yayılmasından sonraki dönemlere rastlar. Yoksa "ümmet" kavim anlamına gelen bir kelimedir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Seninle beraber olanlardan gelen ümmetlere bizden esenlik ve bereketlerle in. Öyle ümmet-
ler de var ki, onları bir süre yaşatacağız..." (Hûd, 48) Bu kelime bazı ayetlerde de tek bir kişi için kullanılmıştır: "İbrahim bir ümmet idi." (Nahl, 120) Şu hâlde bu kavramın anlamı, kullanıldığı yere ve kimselere göre dar kapsamlı ya da geniş kapsamlı olabiliyor.
Dolayısıyla, "Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlar yap; neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar..." ifadesiyle, -bir kulun dua makamında dile getirdiği bir istektir, daha önce buna değindik- ancak Peygambere inanan sayılı birkaç kişi kastedilmiştir. Aynı şekilde, "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." ifadesi de söz konusu insanlara verilen büyük nimeti hatırlatma, değerlerini ve konumlarını yüceltme amacına yöneliktir ki, bu durum tüm ümmeti kapsamaz.
Böyle bir ifade, ancak dinin tüm izlerini silip yok etmeye çalışan, dinin büyüklerini öldürmeye yeltenen ümmetin Firavun ve Deccalları-nı da kapsar mı hiç? Bu ayetle ilgili ayrıntılı açıklamaya ilerde inşaallah yer vereceğiz. Aslında bu ayet, yüce Allah'ın İsrailoğullarına yönelik şu sözüne benzer: "Sizi âlemlere üstün kıldım." (Bakara, 47) Karun da onlar arasında yer alıyordu. Ama ayet-i kerime kesinlikle onu kapsamıyor. Yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: "Peygamber de, 'Ya Rabbi! Kavmim, bu Kur'ân'ı terkedilmiş bıraktılar.' dedi." (Furkan, 30) Bu ifade Peygamberin tüm kavmini kapsamaz kuşkusuz. Çünkü onlar arasında Kur'ân ehli kimseler vardır ki, hiçbir ticaret, hiçbir alış veriş onları Allah'ın zikrinden alıkoyamaz.
"Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız." (Bakara, 134) ifadesine gelince, burada hitap Peygambere inanan ya da Peygamberin gönderildiği tüm kavimlere yöneliktir.
BİLİMSEL BİR ARAŞTIRMA
Hz. İbrahim'in (a.s) kıssasına, oğlunu ve karısını alıp Mekke'ye getirmesine, ikisinin başından geçen olaylara ve İsmail'in kurban edilmesi hadisesine kadarki sürece bir göz attığımızda, İsmail'in Allah tarafından bağışlanmasını, baba-oğlun birlikte Kâbe'yi yapmaya başlamalarını incelediğimizde, bu kıssanın kelimenin tam
anlamıyla bir kulluk gösterisi olduğunu görürüz. Burada kul öz yurdundan ayrılıp Rabbinin yakınlarına göç ediyor; uzak diyarlardan koparak yakın yurda sığınıyor; dünyanın çekici süslerinden, lezzet verici nimetlerinden, makam, mal ve evlada yönelik arzu uyandırıcı telkinlerinden yüz çeviriyor; şeytanların vesvese ve desiselerinden sıyrılıp kurtuluyor; tam bir içtenlikle Rabbinin makamına ve ilâhî büyüklük yurduna yöneliyor.
Bölüm bölüm bir zincirin halkaları gibi dizilen bu tarihsel kıssa, bir kulun Rabbine yönelik kulluk amaçlı yolculuğunu sunuyor. Bu kıssada kulluk yolculuğunun adabını, kulluğa yaraşır talepleri, huzura varışı ve sevgi törenlerini gözlemliyoruz. Bu kıssada bir samimiyet, bir ihlâs numunesini seyrediyoruz. Üzerinde durup düşündükçe zihnini daha bir aydınlatıyor, yoluna gittikçe artan oranda ışık saçıyor.
Ayrıca, yüce Allah dostu İbrahim'e, insanlar için Kâbe'ye hac ziyaretinde bulunmanın farz kılındığını duyurmasını emrediyor. Şu ayet-i kerime buna işaret ediyor: "İnsanlar içinde haccı ilan et; gerek yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler." (Hacc, 27) Hz. İbrahim'in belirlediği hac kurallarının ayrıntılı olarak bizce bilinmesi imkânsız olmakla beraber, bunlar cahiliye Arapları tarafından uygulanan dinî şiarlardı. Bu durum Resulullah efendimizin (s.a.a) gönderilişine kadar sürdü. O da hac ile ilgili birtakım uygulamalar belirledi. Hz. İbrahim'in koyduğu kuralları kaldırmadı, sadece eksik yönlerini tamamladı.
Nitekim şu ayet-i kerime de buna işaret etmektedir: "De ki: Rab-bim, beni doğru yola iletti. Dosdoğru dine, Allah'ın birliği esasına dayanan İbrahim'in dinine." (En'âm, 161) Ulu Allah bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "O size dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyet-tiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı." (Şûrâ, 13)
Her ne ise, Resulullah'ın (s.a.a) belirlediği ihrama girmek, Arafat- ta durmak, Meş'ar'de gecelemek, kurban kesmek, şeytan taşlamak, Safâ ile Merve tepeleri arasında koşmak, Kâbe'yi tavaf etmek, Makam-ı İbrahim'de namaz kılmak gibi hac dönemi sembolik ibadetler, İbrahim Peygamberin kıssasını anlatıyor. Onun ve ailesinin tutum ve davranışlarını bir sahnede somutlaştırıyor. Ne
güzel, ne temizdir bu tutum ve davranışlar ki, Rablık makamının cezbesine kapılma sonucu ve kulluk makamının zilletinin şuuruyla sergilenmektedir.
Hac dönemine özgü sembolik ibadetler -bunları fiilen uygulayarak bize öğreten peygamberlere salât ve selâm olsun- büyük peygamberlerin Rableri karşısındaki konumlarını yansıtan tablolardır; Allah'a yakınlık ve yaklaşmışlık yurduna doğru gerçekleştirdikleri yolculuğun başlangıç ve sonunu somutlaştıran somut manzaralardır. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 21) Hac dönemine özgü ibadetlerin temel niteliği budur.
Hac dönemine özgü sembolik ibadetlerin hükümlerini, konuluş ve yasallaştırılışlarının sırlarını açıklayıcı rivayetlerde, meselenin bu yönüne ilişkin anlamın birçok kanıtı vardır. İyi bir gözlemci bunları rahatlıkla tespit edebilir.
130- Nefsini ahmaklaştırandan başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik. Ahirette de o, iyilerdendir.
131- (İbrahim'i seçtik) o zaman ki Rabbi ona, "İslâm ol." demişti.
O da, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." demişti.
132- İbrahim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti, Yakub da:
"Oğullarım, (dedi) Allah şüphesiz sizin için o dini seçti, sizler de Müslüman olmayanlar olarak ölmeyin."
133- Yoksa Yakub'a ölüm gelip çattığı zaman orda mı idiniz?
O zaman Yakub oğullarına, "Benden sonra neye tapacaksınız?" dedi. Dediler ki: "Senin Allah'ın, babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek ilâha tapacağız. Biz, O'na teslim olanlarız."
134- Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız kendinizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.