El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân –c.2 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân –c.2 El-Mîzân Tefsiri Allâme Muhammed Hüseyin TABATABAİ
Cilt-2: Bakara Sûresi, 183-286.Ayetler
AYETLERİN MEÂLİ
183- Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç size de yazıldı. Umulur ki sakınırsınız.
184- Sayılı günler. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır. Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.
185- Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan Kur'ân, onda indirilmiştir; insanlara yol gösterici, doğrunun ve hakkı batıldan ayırmanın apaçık delillerini kapsayan Kur'ân. Öyleyse sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu, sayıyı tamamlamanız içindir. Ve sizi doğru yola ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Şu üç ayetin ifade tarzları arasındaki uyum, öncelikle bunların birlikte nazil olduklarını gösterir. Çünkü ikinci ayetin başındaki "Eyya-men ma'dudat (=sayılı günler)" ifadesi birinci ayette yer alan "es-siyam (=oruç)" ifadesi ile ilintili bir zarftır; üçüncü ayette yer alan "Şehru ramazan (=ramazan ayı)" ifadesi de mahzuf müptedanın haberidir. Bu müp-teda da "sayılı günler" ifadesine dönük gizli bir zamirdir. Bu durumda "sayılı günler"den kasıt ramazan ayı olur. Veya "şehru ramazan" ifadesi, mahzuf bir haberin müptedasıdır. İfadeyi böyle algıladığımız zaman gramatik açılımı şöyle olur: "Ramazan ayı, odur oruç tutmak üzerinize farz kılınan ay." Ya da "şehru ramazan" ifadesi birinci ayette yer alan "Sizlerin üzerinize oruç farz kılındı." cümlesindeki "es-siyam" kelimesinin bedelidir. Hangi gramatik açılımı esas alırsak alalım, burada "şeh-ru ramazan (=ramazan ayı)" ifadesi ile, içinde oruç tutulması farz kılınan sayılı günlerin açıklanması, izahı kastedildiği anlaşılır. Şu hâlde üç ayeti bir bütün olarak düşünmek, aynı konuyu izleyen, yani ramazan ayında oruç tutmanın farz olduğunu vurgulayan bir ayetler grubu olarak algılamak gerekir.
İkinci olarak söz konusu üç ayetin akışı, ayetlerin birinci yarısının, ikinci yarısı için bir ön hazırlık konumunda olduğunu göstermektedir. Şunu demek istiyorum: İlk iki ayette, ifade tarzı kişilerin huzursuzluğunu dindirmek, kararsızlığını yatıştırmak, huzur ve istikrara kavuşmalarını, bunalım ve belirsizlikten kurtulmalarını sağlamak amaçlı bir giriş niteliğindedir. Çünkü konuşmacının amacı, daha sonra teklif edilecek hükmün ya da sunulacak haberin özü itibariyle muhataba ağır geleceğinden dolayı, uygulamasından emin olmadığı bir konuyu açıklamaktır. Bu yüzden ilk iki ayeti oluşturan her cümlede muhatabın zihninin orucu yadsıyıcı unsurları ve huzursuzluğu arttırıcı endişeleri bertaraf edecek, gönlü huzur ve istikrara kavuşturacak ve insanın istikbar ve büyüklük taslama sıfatını kıracak konulara değinilerek Ramazan ayı orucunun kolay ve hafif bir şekilde yasalaştırılmasına sevk edildiği görülür; şöyle ki söz konusu ayetlerde orucun sağladığı dünyevî ve uhrevî yararlarının yanı sıra bu hükmün yürürlüğe konulması hususunda göz önünde bulundurulan hafifletici ve kolaylaştırıcı öğeler hatırlatılıyor.
Bu yüzden "Ey iman edenler, üzerinize oruç farz kılındı." ifadesi ile, oruç farz bir ibadet olarak yürürlüğe girdiği belirtilir belirtilmez, hemen ardından şu cümleye yer veriliyor: "Sizden öncekilerin üzerine farz kılındığı gibi" yani oruç ibadetini ağır ve altından kalkılmaz görmeniz size yakışmaz. Sizin üzerinize böyle bir ibadetin farz kılınmış olmasından ürkmeyin. Çünkü bu hüküm ilk defa sizin için yürürlüğe konulmuş değildir. Aksine, sizden önceki toplumlara da farz kılınmış bir ibadet, sizden önceki milletler hakkında da yürürlüğe konulmuş bir hükümdür oruç. Siz oruç tutmakla yükümlü tutulmuş ilk ümmet değilsiniz. Kaldı ki, bu hükmü yürürlüğe koymakla, sizin imanınız aracılığı ile arzuladığınız bir sonucun gerçekleşmesi umuluyor. O da Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse için azıkların en hayırlısı olan "takva"dır. Sizler de müminler olduğunuza göre, bu hayırlı azıktan kaçınamazsınız. Bu anlamı, "umulur ki, sakınırsınız." ifadesinden algılıyoruz.
Ayrıca sizin ve sizden önceki toplulukların "takva" niteliğine kavuşmanız amacına yönelik olarak konulmuş olan bu ibadet, tüm vaktinizi ve hatta vaktinizin çoğunu bile almıyor. Tersine sayıları belli, az miktardaki günleri oruçla geçirmek durumundasınız. "Sayılı günler" ifadesi bu mesajı vermeye dönüktür. Çünkü ifadenin orijinalindeki "günler" manasına gelen "eyyam" kelimesinin "nekre (=belirsiz)" kılınması küçültme, önemsizleştirme amacına yönelik bir kuraldır. Bir şeyin "sayılı" olarak nitelendirilmesi de o şeyin basitliğine yönelik bir işarettir. Nitekim bir ayet-i kerime'de şöyle buyuruluyor: "Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli dirheme sattılar." (Yûsuf, 20)
Aynı şekilde "bu hususta" ağır gelebilecek, ona güç yetiremeyecek kimseler de gözetilmiştir. Onun için de şöyle bir çıkar yol belirlenmiş: Kendisini zora sokmayacak, kendisine ağır gelmeyecek bir fidye versin. Bu fidye ise, "yoksulları doyurması"dır. Bunu da "kim hasta ya da yolculukta olursa... bir yoksulu doyurabilecek kadar fidye vardır..." şeklinde iletmiştir. Bu amel özünde sizin lehinize hayır barındırdığına göre ve sizin için elden geldiğince hafifletici ve kolaylaştırıcı çözümler üretildiğine göre sizin için en uygunu onu gönül rızasıyla yerine getirmeniz, ondan kaçınmamanız, ağır ve meşakkatli görüp yüksünmemenizdir. Çünkü bir iyiliği gönül rızası ile işlemek onu istemeyerek yapmaktan her hâlükârda daha iyidir. Bu mesajı "Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır." ifadesi vermektedir.
Görüldüğü gibi, bu üçlü ayetler grubunun ilk üç ayetinde söz, üçüncü ayette yer alan "Öyleyse sizden kim bu aya şahit olursa, onu tutsun." direktifine ön hazırlık oluşturma amacı etrafında dönüp dolaşıyor. Buna göre, ayetler grubunun birinci ayetindeki "Oruç size yazıldı." ifadesi, farz kılınışın gerçekleştiğinin bildirimi niteliğindedir. "Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı." (Bakara 178) "Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya… vasiyette bulunması farz kılındı." (Bakara, 180) ayetlerindeki gibi, bir hükmün ilk kez inşası söz konusu değildir. Çünkü öldürülenler hakkında öngörülen kısas cezası ve anne-babaya ve akrabalara vasiyette bulunma ile oruç arasında fark vardır. Şöyle ki öldürülenler hakkında kısas hükmünü uygulamak, maktulün yakınlarının içinde galeyana gelmiş intikam duygusu ile örtüşmektedir. Katilin elini kolunu sallayarak dolaştığını ve işlediği suçun cezasını görmeden sağ-salim hayat sürdüğünü görmekten kaynaklanan içgüdüsel kinin yatıştırılmasına uygun, yatıştırıcı, dolayısıyla rahatlıkla benimsenen bir uygulamadır.
Aynı şekilde yakın akrabaya yönelik doğal şefkat ve acıma duyguları, insanı anne-babaya ve akrabalara, özellikle sürekli bir ayrılığın arifesinde bulunulan ölüm anında, vasiyette bulunmaya yönelik iticidir. Dolayısıyla bu ikisi, yani kısas ve vasiyete ilişkin hükümler doğal olarak insanlar tarafından kabul görürler, insan tabiatının gereksinimiyle örtüşür niteliktedirler, aralarında doğal ve vazgeçilmez bir ilinti vardır. Bu yüzden, onlardan ön hazırlıkla, ortamı uygun hâle getirmekle söz etmek gereksizdir. Oruca ilişkin hükümde ise, durum farklıdır. Bir kere oruç, nefisleri en çok arzuladıkları, şiddetle eğilim gösterdikleri yeme, içme ve cinsel birleşmeden yoksun bırakmaktadır. Bu yüzden bu yükümlülük insan doğasına ağır gelir. Nefis, oruca karşı isteksiz davranır. Dolayısıyla böyle bir hükmün halkın genelinin teşkil ettiği muhataplara açıklanmasında bir takım ön hazırlıklara ihtiyaç duyulur. Bunların böylesine ağır ve meşakkatli bir hükmü kabul etmeleri için psikolojik ön hazırlığa uygun ortamı kollamaya, gönüllerini hoş tutmaya, bu hükmü doğaları ile uzlaşır bir üslupla sunmaya gerek vardır.
Bu yüzden, "Size kısas yazıldı..." ve "birinize ölüm geldiği zaman... vasiyette bulunmak yazıldı." ayetleri hükmün doğrudan inşaî biçimde sunuluşunu ifade etmişlerdir. Bunun için bir girişe, psikolojik bir ön hazırlığa gerek duyulmamıştır. "Size oruç yazıldı." ayetinde ise, farklı bir üslup kullanılmıştır. Yani bir hükmün varlığından söz edilmiştir. Hükmün direk konulmasına bir ön hazırlık olarak, varlığının bildirimi yönüne gidilmiştir. Sonunda ise, "Sizden kim bu aya şahit olursa, onu tutsun." denilerek, iki ayetteki yedi değerlendirme cümlesinin ardından direktif verilmiştir.
183) Ey iman edenler!
Bu şekilde bir hitabın yöneltilmiş olması, sahip oldukları iman niteliğinin hatırlatılması amacına dönüktür. Bu yüzden iman niteliğini taşıdıklarını hatırlayınca canlarının çektiği arzu, ihtiras ve alışkanlıkları ile uyuşmazsa bile Rablerinden gelen hükmü kabul etmeleri gerekir. Kısas ayeti de bu hitapla başlanmıştı. Çünkü birçok topluluk ve millet kısas hükmünü gerekli görüyor olsalar bile, Hıristiyanların katili affetmeyi, onu öldürmeye tercih ettikleri duyulmuştu.
Sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç size de yazıldı.
Yazma deyiminin anlamı bellidir. Ayrıca kinaye yoluyla "farz kılma" "azmetme" ve "kesin hüküm" anlamlarını da ifade eder. Şu ayetleri buna örnek gösterebiliriz: "Allah, 'Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de!' diye yazmıştır." (Mücadele, 21) "Onların önden takdim ettiklerini ve eserlerini biz yazarız." (Yâsin, 12) "Biz onda, onların üzerine yazdık: Cana can..." (Mâide, 45)
"es-Siyam" ve "es-savm"; bir işten el çekme, onu yapmama anlamına gelen iki mastardır. "Yemek yemekten, içmekten, cinsel birleşmeden, konuşmaktan ve yürümekten kaçınmalı, bu tür işleri yapmamak" gibi... Denebilir ki: Bu mastar (es-savm=oruç) sadece nefsin istediği, canın çektiği şeylerden kaçınmak ve bunlardan sakınmak demektir. Daha sonra şer'î literatürde, "bir niyete dayanarak güneşin doğuşundan batışına kadar belli şeylerden kaçınma" anlamını ifade etmeye başlamıştır.
Ayette geçen "Sizden öncekiler" deyimi ile, İslâm dininin doğuşundan önce, Musa ve İsa gibi bir peygamberin öğretisine göre bir inanç ve hayat sistemi sürdüren geçmiş ümmetler kastedilmiştir. Çünkü bu deyim, Kur'ân-ı Kerim'de, kullanıldığı bütün yerlerde bu anlamı çağrıştırır. Yoksa, "Sizden öncekilere yazıldığı gibi" ifadesi; tüm şahısları kapsayacak ya da emsal oluşturacak bir genellik esas alınarak kullanılmamıştır. Yani bu demek değildir ki; Oruç ibadeti istisnasız bütün peygamberlerin ümmetlerine farz kılınmıştı. Ve yine, onların üzerine farz kılınan orucun, zaman, nitelik ve özellik itibariyle bizim üzerimize farz kılınan orucun aynısı olduğu anlamı da çıkmaz. Ayet-i Kerime'de emsal oluşturacak husus, orucun aslı ve bir şeylerden kaçınmadır. Tüm özelliklerde tıpatıp bir benzerlik söz konusu değildir.
"Sizden öncekiler" deyimi ile genel olarak dine inanan ümmetler kastedilmiştir. Kur'ân-ı Kerim bunların kimler olduğunu, isimleriyle be-lirtmemiştir. Şu kadarı var ki, "Yazıldı" ifadesi, bunların semavî dinle-re mensup ümmetler olduklarına ve orucun vahiy yoluyla kendilerine farz kılındığına ilişkin bir ipucu niteliğindedir. Bu gün Yahudi ve Hıristiyanların elinde bulunan Tevrat ve İncil'de, orucun farzlığına ve vacipliğine ilişkin bir kayıt yoktur. Ancak her iki kitap oruç ibadetini öven, önemini vurgulayan ifadeler içermektedir. Gerek Yahudiler ve gerekse Hıristiyanlar günümüze kadar, senenin bazı günlerinde oruç tuta gelmişlerdir; et yememe, süt içmeme, yemekten ve içmekten kaçınma... gibi; Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Zekeriya'nın ve Hz. Meryem'in konuşma orucu tuttuklarından söz edilir. Hatta diğer kitaplarda oruç ibadetinin semavî dinlere mensup olmayan topluluklar arasında da uygulandığı nakledilmiştir. Örneğin eski Mısırlıların, eski Yunanlıların ve Romalıların oruç tuttukları nakledilmiştir. Günümüzde Hindu putperestler de oruç tutarlar. İleride değineceğimiz gibi, oruç esas itibariyle, insanın öz yaratılışının yol göstericiliği ile tespit edebileceği bir ibadettir.
Bazı zayıf rivayetlere dayanılarak "Sizden öncekiler" deyimi ile Yahudilerin, Hıristiyanların ya da önceki peygamberlerin kastedildiği de ileri sürülebilir.
Umulur ki sakınırsınız.
Putperest topluluklar bir suç işlediklerinde ya da bir günaha irtikap ettiklerinde veya bir ihtiyaçlarının karşılanmasını arzuladıklarında, tanrılarını hoşnut etmek, onların kabaran öfkelerini yatıştırmak için oruç tutarlardı. Bu durum orucu bir anlaşma, bir değiş tokuş konumuna getirmiştir. Tanrının ihtiyacı gideriliyordu. Karşılığında da kulun ihtiyacını gidermesi beklenirdi. Diğer bir ifadeyle kulun rızasının gerçekleşmesi için, tanrının rızasına başvurulurdu. Oysa Allah, kendisi hakkında yoksulluk veya muhtaçlık ya da etkilenme yahut eziyet görme, incinme gibi durumların tasavvur edilmesinden daha yücedir. Zaten O, her türlü noksanlıktan münezzehtir. Dolayısıyla, bir ibadetin sebep olduğu güzel bir sonuç -hangi ibadet ve hangi sonuç olursa olsun- kula döner, yüce Allah'a değil. Aynı durum günahlar için de geçerlidir. Nitekim yüce Allah bir ayet-i Kerime'de şöyle buyuruyor: "Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz ve eğer kötülük ederseniz o da kendi aleyhinizedir." (İsrâ, 7)
Kur'ân-ı Kerim, evrensel öğretisi ile, isyan ve itaatin sonuçlarını, yoksulluk ve muhtaçlıktan başka bir fonksiyonu bulunmayan insanoğluna döndürürken, işte bu gerçeğe işaret ediyor. Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçlarsınız; Allah ise, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır." (Fâtır, 15) Özelde, oruç ibadeti gündeme getirilirken de, insanın bu konumuna "Umulur ki sakınırsınız." ifadesiyle işaret ediliyor. Takva olgusunun, oruç ibadeti aracılığı ile elde edilebilirliğinden kuşku yoktur. Çünkü her insan öz yaratılışının (fıtrat) ilham etmesi ile bilir ki; arınmışlık ve yücelik âlemi ile iletişim kurmak, kemal ve ruhanilik derecelerine ulaşmak isteyen biri, öncelikle bedensel arzularını tatmin alışkanlığını sürdürmekten arınmalı, bedensel ihtiraslara boyun eğmekten kaçınmalı ve yerin cazibelerine saplanıp kalmaktan kurtulmalıdır.
Kısacası, kendisini Rabbi ile ilgilenmekten alıkoyacak uğraşılardan uzak durmalıdır. Takva olarak ifade edebileceğimiz bu durum ancak oruç ve ihtiraslara, arzulara gem vurma ile gerçekleşebilir. Buna en elverişli ortam, hem dünya ve hem de ahiret eğilimli bütün insanların durumuna en uygun ve etkili uygulama ise, genel olarak insanların yeme, içme ve cinsel birleşme gibi mubah arzularından sakınmalarıdır ki, haram nitelikli arzularından sakınma alışkanlığına kavuşabilsinler. İradelerini günahlardan kaçınma ve yüce Allah'a yaklaşma yönünde eğitsinler. Çünkü, yüce Allah'ın, mubah nitelikli alışkanlıklara ilişkin çağrısına olumlu karşılık veren, çağrıyı duyan ve uyan biri, haram nitelikli alışkanlıklara ilişkin çağrısını daha bir içtenlikle duyar ve daha bir içtenlikle uyar.
184) Sayılı günler.
Bu ifadenin orijinali "fi" harf-i cerri takdir edilerek, zarf üzere mensup olduğu ve "es-siyam" ifadesiyle ilintili olduğu kabul edilir. Daha önce "eyyam (=günler)" kelimesinin "nekre (=belirsiz)" kılınmış olmasının, yükümlülüğün önemsizleştirilmesine, yükümlüyü cesaretlendirip ibadetin özündeki meşakkati küçümsemesini sağlamaya dönük olduğunu vurgulamıştık. Yine "Ramazan ayı... Kur'ân onda indirilmiştir." ifadesinin "günler" ifadesinin açıklaması konumunda olduğuna, yani "günler"le "Ramazan ayı"nın kastedileceğine değinmiştik.
Bazı müfessirler, "Sayılı günler" ifadesi ile, her ayın üç günü ve Aşura günü orucu kastedilmiştir." görüşünü ileri sürmüşler. Bazıları da "üç günden maksat, her ayın on üç, on dört ve on beşinci günler ile A-şura günü orucudur. Nitekim Resulullah efendimiz (s.a.a) ve ilk Müslümanlar bu günlerde oruç tutuyorlardı. Daha sonra yüce Allah, "Ramazan ayı... Kur'ân onda indirilmiştir." ayetini indirerek, sözünü ettiğimiz bu uygulamayı yürürlükten kaldırmış (neshetmiş) bunun yerine, Ramazan ayında oruç tutmayı nihai bir farz olarak yürürlüğe koymuştur." görüşünü benimsemişlerdir. Bu görüşü savunanlar, kanıt olarak Ehlisünnet ve'l-Cemaat kanalları ile rivayet edilen birçok hadisi ileri sürmüşlerdir. Ancak bu rivayetler de kendi içlerinde bir takım çelişkiler ve karşıtlıklar barındırmaktadır.
Yukarıdaki görüşün asılsızlığı öncelikle şundan bellidir: Denildiği gibi oruç genel ve kapsamlı, yani herkesi doğrudan ilgilendiren bir ibadettir. Eğer, durum söyledikleri gibi olsaydı, tarih bunu kaydederdi, ayrıca bu hükmün yürürlüğe konuluşu ve yürürlükten kaldırılışı hakkında din bilginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı baş göstermezdi. Halbuki durum böyle değildir ve her iki konuda çelişkiler mevcuttur. Demek ki durum onların sandıkları gibi değildir. Ve yine Aşura gününün, gerek farz ve gerekse müstehap nitelikli olarak her ayın üç gününün sonuna bir İslâmî bayram gibi eklenmesi, Emevîlerin -Allah'ın lâneti üzerlerine olsun- bir uydurmasıdır. Bilindiği gibi, Ümey-yeoğulları o gün Taff=Kerbela vakıasında Resulullah efendimizin (s.a.a) soyunu ve Ehlibeytini kadın, erkek, çocuk ve yaşlı demeden kılıçtan geçirmiş ve o günde mallarına el koymuşlardı. Sonra da bu günü kutsal addettiler. Bayram olarak ilan ettiler. Bu günün anısına bir de oruç hükmünü yürürlüğe koydular. Onunla ilgili faziletler, bereketler icat ettiler. Aşura gününün İslâmî bir bayram olduğuna, daha doğrusu Musa ve İsa'nın gönderilişinden itibaren Yahudiler ve Hıristiyanlar ve hatta cahiliye dönemi Arapları tarafından kutlana gelen bir evrensel bayram olduğuna ilişkin hadisler uydurdular. Oysa bunların hiçbirisi doğru değildir. Sözü edilen günün ulusal bir özelliği de yoktur, ki Farsların Nevruz gününe benzer bir şenlik günü, bir ulusal bayram olarak kabul edilsin. O gün büyük bir olay, büyük bir fetih gerçekleşmemiştir ki, Resulullah'ın bi'set (peygamber olarak görevlendirildiği gün) ya da doğum günü gibi, dini bir kutsal gün olarak kutlansın. Dini bir yönü de yoktur. Dolayısıyla Ramazan ve Kurban bayramları gibi kutlanmasını gerektiren bir olay söz konusu değildir. Şu hâlde sebepsiz yere bir günü ululamanın, kutsal bilmenin ne anlamı vardır?
İkincisi; "ramazan ayı..." diye başlayan, üçüncü ayet, akışı itibariyle, ayrı olarak inmediğini, kendisinden önceki ayetlerin içerdikleri hükümleri nesheder nitelikte olmadığını göstermektedir. Çünkü ifadenin zahirine baktığımız zaman "ramazan ayı" ifadesinin mahzuf müptedanın haberi ya da mahzuf haberin müptedası olduğunu görürüz. Nitekim açıklamamızın başında buna değindik. Böyle olunca da, "Sayılı günler" ifadesinin açıklaması niteliğinde olduğu dolayısıyla, bu üç ayet birlikte nazil olmuş ve bir tek amacı vurgulamaya, yani Ramazan ayında oruç tutmanın farz olduğunu haber vermeye dönük olduğu rahatlıkla anlaşılır. "Ramazan ayı..." ifadesi müpteda olarak algılanır, "Kur'ân onda indirilmiştir." ifadesi de onun haberi olarak değerlendirilirse, bu ayetin bağımsızlığını ve tek başına inmeye elverişli oluşunu gerektirici mahiyette olsa da, bu ayetin önceki ayetleri neshetmesini gerektirmez. Çünkü bu ayetle, önceki ayetler arasında olumsuz öğeler söz konusu değildir. Kaldı ki, nesih olayının gerçekleşmesi için hükümler arasında tam manasıyla zıtlık ve çelişki olması gerekir.
Bundan daha zayıf olan bir görüş de -sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla- şudur: Üçlü ayetler grubunun ikinci ayeti, yani "Sayılı günler.." diye başlayan ayet, birinci ayeti, yani "Sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı..." ayetini neshetmiştir. Şöyle ki: Oruç daha önce Hıristiyanlara farz kılınmıştı. Onlar Hz. İsa'dan sonra, bu ibadete bazı eklemelerde ve azaltmalarda bulundular. Nihayet elli günde karar kıldılar. Sonra yüce Allah, söz konusu üçlü ayetler grubunun ilk ayetinde bu ibadeti Müslümanlar hakkında yürürlüğe koydu. Resulullah (s.a.a) ve ilk Müslümanlar, başlangıçta bu şekilde oruç tutuyorlardı. Ta ki yüce Allah "Sayılı günler..." diye başlayan ayeti indirinceye kadar. Böylece önceki hükmü yürürlükten kaldırıp yerine bir başka hükmü indirdi.
Bu görüş önceki görüşten daha tutarsız ve yanlışlığı daha belirgindir. Önceki görüşle ilgili olarak meydana çıkan tüm kuşkular bu görüş için de geçerlidir. Ayrıca ikinci ayetin birinci ayeti bütünleyici oluşu (üçüncü ayetin, ikinci ayeti bütünleyici oluşundan) daha belirgin ve daha açık bir değerlendirmedir. Yukarıdaki görüşü savunan zatın ileri sürdüğü rivayetlerinse, Kur'ân ayetlerinin zahirine ve akış bütünlüğüne ters düştükleri açıktır.
Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar.
İfadenin orijinalinin başındaki "fa" harfi, ayrıntılandırma amacına yöneliktir. Dolayısıyla cümle "size yazıldı" ve "sayılı" ifadelerini açıklayıcı bir ayrıntı niteliğindedir. Yani, oruç kesin olarak üzerinize yazılmış bir farzdır ve orucun farz kılınışında sayılı günler göz önünde bulundurulmuştur. Nasıl, oruç farzının aslından el çekilmiyorsa, sayılardan da (orucun sayılı günlerde tutulur olmasından da) el çekilemez. Diyelim ki, oruç hükmünü sayılı günlerde, yani Ramazan ayında yürürlükten kaldıran hastalık ve yolculuk gibi bir etken baş gösterdi, bu, Ramazan ayının dışında, başka sayılı günlerde oruç tutmayı önleyici nitelikte değildir. Mükellefin ramazan ayının dışında tuttuğu oruçlar, sayılı olarak Ramazanda kaçırdığı günlere eşit olmalıdır. Nitekim ulu Allah üçüncü ayette, buna şu şekilde işaret ediyor: "Sayıyı tamamlamanız için..." Buna göre "sayılı günler" ifadesi, oruç ibadeti dolayısıyla karşı karşıya kalınacak zorlukları küçümseme amacına yönelik bir kullanım olduğu gibi, "sayı" olgusunun oruç ibadetinin farz kılınışının, ve yürürlüğe konuluşunun bir esasını oluşturduğunu da ifade etmektedir.
Ayrıca hastalık, sağlığın karşıtıdır. Yolculuk anlamına gelen "sefer" kelimesi ise, köken olarak "açığa çıkma" anlamını ifade eder. Sanki "yolcu" yolculuğu için barınağı ve sığınağı konumundaki evinden ortaya ve açığa çıkıyor. Bana öyle geliyor ki; "Ya da yolculukta" ifadesinin kullanılmış olması, buna karşın "ya da yolcu" şeklinde bir ifadenin kullanılmamış olması, mazide ya da gelecek zamanda değil de, eylemin şimdiki zamanda gerçekleştiğine yönelik bir işarettir.
Bazı kimseler -Ehlisünnet ve'l-Cemaat ulemasının büyük çoğunluğu- şöyle bir görüş ileri sürmüşlerdir: "Sizden kim hasta ya da yolculukta olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde tutsun." ifadesi ile ruhsat kastedilmiştir, azimet değil. Dolayısıyla hasta ve yolcu olan kimse, oruç tutmayı ya da iftar açmayı tercih etme hususunda serbesttir. Oysa ki önceden de belirttiğimiz gibi "başka günlerde tutsun." ifadesinin zahirinden anlaşılan, azimettir (yani hasta ve yolcu olan birisi mutlaka iftar açmalıdır.) ruhsat değil (yani bu konuda tercih hakkına sahip değildir). Bu görüş Ehlibeyt İmamları'ndan ve Abdurrahman b. Avf, Ömer b. Hattab, Abdullah b. Ömer, Ebu Huüreyre ve Urve b. Zübeyr gibi bazı sahabelerden rivayet edilmiştir. Kanıtları ise, "Başka günlerde tutsun." ifadesidir.
Bunun için Ehlisünnet ve'l-Cemaat uleması ayette bir yoruma başvurmuşlardır. Onlara göre ayetin takdiri şöyledir: Kim hasta ya da yolculukta olursa ve iftar ederse, bu durumda tutmadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun.
Öncelikle: Yaptıkları bu takdir, ayetin zahirine ters düşüyor. Böyle bir takdir ancak karineyle geliştirilebilir. Halbuki ifadede buna ilişkin en ufak bir karine yoktur.
İkincisi: Bu takdiri kabul edecek olursak dahi, bu hükmün ruhsat olduğunu göstermez. Çünkü konum yasamaya (teşri) ilişkindir. "Kim hasta veya yolculukta olursa ve iftar ederse" şeklinde bir ifade kullanmamız durumunda bu, en fazla, iftar etmenin günah olmayacağı bilakis vacibi, müstehap ve mubahı kapsayacak şekilde caiz olacağı anlamını ifade eder. Bunun, gereklilik ifade etmeyen bir caizlik anlamında kullanılmış olmasına ilişkin bir kanıtı kesin olarak ayetin zahirinden algılayamıyoruz. Tam tersine ayetten edindiğimiz kanıt, bu değerlendirmenin aksini göstermektedir. Çünkü yasama nitelikli bir ifadede açıklanması gereken bir hususu açıklamamak, hikmet sahibi yüce kanun koyucunun (şâri) şahsına yakışmaz. Bu açık gerçeği kimse inkâr edemez.
Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır.
İfadenin orijinalinde geçen "yutikûne" fiilinin mastarı "itakat" kelimesidir, o da bazılarının dediği gibi, bir fiili gerçekleştirmek için tüm gücü sarf etmek demektir. Bu da fiilin bir çabayla ve meşakkatle gerçekleşmesini gerektirir. Orijinal metninde geçen "fidye" ise, bedel demektir. Burada kastedilen malî karşılıktır. Yani, ortalama olarak bir insanı doyuracak bir yiyecekle aç bir yoksulu doyurmaktır. Hasta ve yolcu için orucu kaza etme, farz nitelikli bir yükümlülük olduğu gibi, fidye de farz bir hükümdür. Çünkü, "ve... üzerinde" ifadesi açıkça belirli bir vacipliği ifade eder, ruhsat veya muhayyerliği değil.
Konuya ilişkin olarak şöyle bir görüş de ileri sürülmüştür: Cümle, ruhsat bildirir niteliktedir. Sonra da neshedilmiştir. Buna göre, yüce Allah oruç tutmaya güç yetirebilen tüm insanları, oruç tutmakla, tutmadığı her bir güne karşılık bir yoksulu doyurmak üzere iftar etme arasında serbest bırakmıştır. Çünkü o sıralarda henüz insanlar oruç tutmaya hazır değildiler. Belli bir süre geçip de insanlar oruç ibadetini tutabilecek olgunluğuna erişince yüce Allah bu ruhsatı içeren ayeti nes-hetti, onun yerine "Sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun." ayetinin içerdiği hükmü yürürlüğe koydu. Bu görüşü benimseyenlerin bir kısmı da: "Bu son ifade, güçsüz olmayanlara ilişkin hükmü yürürlükten kaldırmıştır. Yaşlılara, hamile ve emzikli kadınlara ilişkin, fidyeyi caiz kılan hüküm hâlen yürürlüktedir." demişlerdir.
Andolsun bu, Kur'ân'la oynamaktan, ayetlerini parça parça kılmaktan başka bir şey değildir. Bu üç ayet üzerinde durup düşündüğün zaman, bunların aynı ifade tarzına sahip, cümleleri arasında uyum bulunan, birbirini pekiştirici nitelikte ve bir tek mesajı vermeye dönük olduklarını görürsün. Fakat bu ayetleri bir ve bitişik olmaktan çıkarır, yukarıdaki görüşü savunanların söyledikleri gibi parça parça ele alırsan, ayetlerin ahenginin bozulduğunu, cümlelerden bazısının bazısını reddettiğini, sonunun başı ile çeliştiğini görürsün. Mesela bir yerde, "Sizin üzerinize oruç yazıldı." denirken, bir başka yerde, "Sizden oruç tutmaya gücü yetenler iftar edip ve fidye verebilirler" deniyor. Bir diğer yerde, "Ramazan ayına şahit olduğunuz zaman tümünüzün oruç tutması gerekir." denilerek, oruç tutmaya güç yetirenlerin fidye vererek iftar etmelerine ilişkin hüküm neshediliyor, bunun yanında oruç tutmaya güç yetiremeyenlerin fidye vermelerine imkân tanıyan hüküm yürürlükte kalıyor. Halbuki, ayet-i kerime'de, güç yetiremeyenlere ilişkin bir hüküm yoktur. Ancak denebilir ki: Ayetin orijinalinde geçen "yutîkûnehu (=ona güç yetirenler)" ifadesi, nesih olayından önce güç yetirmeye delalet ediyordu, nesih olayının gerçekleşmesinden sonra ise, güç yetirememeye delalet eder oldu. Bu ise, ayetlerin ortasında yer alan, "Ona güç yetirenler" ifadesinin, ayetlerin başında yer alan, "Sizin üzerinize oruç yazıldı." ifadesini neshetmesini gerektirir. Çünkü arada bir karşıtlık söz konusudur. Böyle olursa, ortada bir sebep yokken, ayet "güç yetirme" kaydını içermiş olur.
Ayrıca, ayetlerin sonunda yer alan, "Sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun." ifadesinin de, ayetlerin ortasında yer alan "Ona güç yetirenler" ifadesini neshediyor olması gerekir. O zaman ayet, sadece oruç tutmaya güç yetirenlere ilişkin hükmü neshetmiş olur, oruç tutmaktan aciz olanlara ilişkin hükmü değil. Oysa nesheden ayet, mutlaktır, hem güç yetireni, hem güç yetiremeyeni kapsayacak bir genelliktedir. Ortaya çıkan manzaraya bakılırsa, nesheden hükmün bu kapsayıcılığına karşın neshedilen hüküm sadece oruç tutmaya güç yetirenleri kapsıyor, güç yetiremeyenleri değil. Oysa onlara ilişkin fidye hükmünün devam etmesi isteniyor. Kısacası bu yaklaşımın fasit olduğunda hiç kuşku yoktur.
Bir nesih olayının ardından gelen bir başka nesih olayına bir de "ramazan ayı" diye başlayan ifadenin "sayılı günler..." diye başlayan ifadeyi neshedişini eklediğinde ve "sayılı günler..." diye başlayan ifadenin de "Sizin üzerinize oruç yazıldı." diye başlayan ifadeyi neshetti-ğini düşündüğün zaman ortaya ilginç bir manzara çıkıyor.
Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır.
Ana ifadenin orijinalinde geçen "et-tatavvu" kelimesi "et-tav" kelimesinin "tefe'ul" kalıbına uyarlanmış türevidir. İsteksizliğin karşıtıdır. Bir işi gönül hoşluğuyla ve isteyerek yapmak demektir. Gramerde "te-fe'ul" kalıbı, alma kabullenme anlamını ifade eder. Buna göre, "tatavvu" kelimesi, bir fiili gönül hoşluğuyla, isteyerek, yüksünmeden, yüzünü ekşitmeden gerçekleştirmektir. Bu fiilin zorunlu nitelikli olup olmaması önemli değildir. "Gönülden yapma" kavramının, kullanım olarak müstehap ve mendup nitelikli fiillere özgü kılınması, Kur'ân'ın inişinden sonra gerçekleşmiştir. Bunun nedeni ise Müslümanlar arasında, gönülden yapılan işlerin mendup olduğuna ilişkin bir kanaatin yaygınlık kazanmış olmasıdır. Bu kanaate göre, vacip nitelikli fiillerde bir parça zorlama vardı, çünkü burada zorunluluk unsuru ön plândaydı.
Kısacası, "gönülden yapma" kavramı, içerik ve biçim açısından, zorunlu olarak mendup nitelikli fiillere delalet etmez. Buna göre ifadenin orijinalinin başındaki, "fa" harfi, açıklama amaçlı ayrıntıya işaret eder. Dolayısıyla söz konusu cümle, önceki ifadenin içerdiği anlamın bir ayrıntısı niteliğindedir. Yüce Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir ama, bu durumda şöyle bir anlamın belirginlik kazandığını söyleyebiliriz: Oruç ibadeti sizin üzerinize yazılmış bir farzdır. Bu farz kılmada, sizin iyiliğiniz ve çıkarınız gözetilmiştir. Ayrıca bu yükümlülük sizi önceki toplulukların safına yerleştirmektedir. Kaldı ki, size özgün bir takım hafifletici ve kolaylaştırıcı öğeler de göz önünde bulundurulmuştur. Şu hâlde bu ibadeti gönülden yerine getirin, isteksiz davranmayın. Çünkü bir insanın bir iyiliği gönülden yapması onu istemeyerek yapmasından daha hayırlıdır.
Bu açıklamaların ışığında şöyle bir husus belirginlik kazanıyor: "Kim gönülden bir hayır yaparsa" ifadesi sebebin müsebbep yerine konuluşunun bir örneğidir. Demek istiyorum ki: Gönülden yapmanın mutlak olarak hayırlı oluşu, gönülden oruç tutmanın hayırlı oluşunun yerine konulmuştur. Tıpkı şu ayet-i kerime'de olduğu gibi: "Kesin olarak biliyoruz ki, onların söyledikleri seni gerçekten üzüyor. Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler, Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar." (En'âm, 33) Yani; sabret ve kesinlikle üzülme, çünkü onlar seni yalanlamıyorlar.
Denebilir ki: "Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır." cümlesi, kendisinden önce yer alan "Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır." cümlesi ile bağlantılıdır. Buna göre şöyle bir anlam karşımıza çıkıyor: Kim bir yoksulu doyurma hususunda gönülden bir hayır yaparsa, bir yoksulun yiyeceğinden fazlasını verirse, örneğin iki yoksulu doyurursa veya bir yoksula iki yoksulun yiyeceğini verirse bu, kendisi için daha hayırlıdır.
Bu görüşe şöyle bir karşılık verilebilir: Az önce de öğrenmiş bulunduğun gibi, "gönülden yapma" kavramının müstehap nitelikli fiillere özgü kılınışını haklı çıkaracak bir kanıt yoktur. Kaldı ki, ifadede, önceki hükmü ayrıntılandırma nüktesi de gizlidir. Halbuki, fidyeye ilişkin hükme, bir ek olarak "gönülden yapma" ayrıntısını getirmenin bu noktada makul bir izahı yoktur. Bununla beraber "Kim gönülden bir hayır yaparsa" ifadesinde, arttırma nitelikli bir gönüllülüğe yönelik bir delalet yoktur. Çünkü gönülden hayır yapma, gönülden arttırma demek değildir.
Oruç tutmanız -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.
Bu cümle, kendisinden önceki ifadenin anlamını bütünler niteliktedir. Daha önce de değindiğimiz gibi, bu takdirde şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Sizin üzerinize bir farz olarak yazılmış bulunan oruç ibadetini gönülden yerine getirin. Çünkü bir hayrı gönülden yapmak daha hayırlıdır. Oruç ise, sizin için bir hayırdır. Şu hâlde orucu gönülden tutmak, hayır üstüne hayırdır.
Bu noktada şöyle bir görüş ileri sürülebilir: "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." ifadesi, sadece mazeret sahibi kimselere yönelik bir hitaptır, oruç ibadetinin farz olarak yazılışının muhatabı konumundaki tüm müminlere değil. Çünkü ifade, zahiren oruç tutmanın daha iyi olacağını vurgulamaktadır. Dolayısıyla bu, oruç terk etmeye engel değildir. Şu hâlde konuya uygun nitelik müstehaplıktır, vaciplik değil. Oruç tutmanın öncelikliği ve müstehaplığı, hasta ve yolcu gibi ruhsat sahibi kimselere önerilerek, oruç tutmayı iftar etmeye ve sonradan kaza etmeye tercih etmenin müstehap olduğu ima ediliyor.
Bu aykırı görüşe vereceğimiz cevap şudur: Öncelikle bu görüşü destekleyen bir kanıt yoktur. İkincisi "sizden kim" cümlesi ile "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." cümlelerinin hitap tarzları birbirinden farklıdır. (Birinde gayıb sıygası, birinde ise hitap sıygası kullanılmıştır) Üçüncüsü; birinci cümlenin akışı, ruhsat ve muhayyerlik durumunu açıklamaya dönüktür. Daha doğrusu "Tutamadığı günler sayısınca başka günlerde" ifadesinin zahiri, başka günlerde oruç tutmanın gerekliliğini vurgular niteliktedir. Nitekim bu hususa daha önce de dikkat çektik. Dördüncüsü; birinci cümlenin, mazeret sahibi olan kimselere ilişkin ruhsatı açıklamaya yönelik olduğu takdir edilecek olsa dahi, cümlede oruç ve iftardan söz edilmiyor. Dolayısıyla, "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." ifadesinin iki şıktan birinin açıklamasına yönelik olduğu düşünülemez. Tam tersine, sadece ramazan ayı orucundan ve başka günlerde tutulacak oruçtan söz edilmiştir. Bu durumda, açık bir belirti söz konusu olmaksızın, sırf "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." sözünden hareketle, ramazan ayı orucunun başka günlerdeki oruca tercih edildiği gibi bir sonuç elde etmeye imkân yoktur. Beşincisi; sorun bir hükmü açıklamayla ilgili değildir. Ki, tercih olgusunun ön plâna çıkışı, hükmün vacip nitelikli oluşu ile çelişsin. Tam tersine -daha önce de söylediğimiz gibi- sorun yasamanın (teşri) özü ile ilgilidir ve yasalaşan hüküm; maslahattan, hayırdan ve güzellikten beri değildir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in değişik yerlerinde şöyle buyuruluyor: "Hemen yaratıcınıza tövbe edip nefislerinizi öldürün: Bu, sizin için daha hayırlıdır." (Bakara, 54) "Hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." (Cum'a, 9) "Allah'a, O'nun resulüne iman ederseniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz." (Saff, 11) Kur'ân-ı Kerim'de bu tür ayetler çoktur.
185) Ramazan ayı...
İnsanlar için hidayet olan Kur'ân, onda indirilmiştir.
Ramazan ayı, kamerî Arap aylarının dokuzuncusudur. Şaban ve şevval aylarının ortasında yer alır. Kur'ân-ı Kerim'de, ramazanın dışında bir diğer ayın adından söz edilmemiştir.
Ayette geçen "indirme" kelimesinin orijinali olan "nuzul" bir yere yukarıdan inmek demektir. Bu kelimenin türevleri olan "inzal" ve "ten-zil" kelimeleri arasında fark vardır. İnzal, bir kerede gerçekleşen inişi ifade eder. Tenzil ise, peyderpey ve tedrici inişi anlatan bir kelimedir. Kur'ân, Allah tarafından peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.a) inen kitabın adıdır. Bu isimlendirmede onun "okunan" bir kitap oluşu esas alınmıştır. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerime'de şöyle buyuruyor: "Gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'ân kıldık." (Zuhruf, 3) Bu isim kitabın tümü için kullanılabildiği gibi bazı kısımları için de kullanılabilir.
Tefsirini sunduğumuz ayet-i kerime, Kur'ân'ın ramazan ayında indiğini gösterir. Bir başka ayette ise şöyle buyuruluyor: "Onu bir Kur'ân olarak, insanlara dura dura okuman için (bölüm bölüm) ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik." (İsrâ, 106) Ayetin zahirinden gayet net olarak Kur'ân'ın, yaklaşık olarak yirmi üç yıl süren davet müddeti içinde aşamalı olarak, peyderpey indiği anlaşılmaktadır. Tartışma götürmez tarihsel realite de bunu pekiştirmektedir. Bu yüzden iki ayet arasında bir karşıtlık varmış gibi bir kuşku bazı zihinlerde uyanabilir.
Bu kuşkuya, zihinlerde belirebilecek bu probleme şöyle bir cevapla karşılık verilmiştir: Kur'ân-ı Kerim Ramazan ayı içinde bir kerede dünya göğüne indirilmiş, daha sonra, yirmi üç yıl süren davet süreci içinde Peygamber efendimize parça parça ve dura dura indirilmiştir. Bu yorumun aslını "Ayetlerin Hadisler Işığında Açıklaması" bölümünde söz konusu edeceğimiz bir takım rivayetler oluşturmaktadır.
Buna karşı da şöyle bir görüş ileri sürülmüştür: "Onda Kur'ân indirildi." ifadesinin ardından "İnsanlara yol gösterici, doğrunun ve hakkı batıldan ayırmanın apaçık belgelerini içeren." ifadesinin yer alması, yukarıdaki görüşü destekleyen bir durum değildir. Çünkü Kur'ân'ın yıllar boyu gökte kalması, bununla beraber hidayet ve hak ile batılı birbirinden ayıran niteliklere sahip olmasının pratikte bir anlamı yoktur.
Buna ilişkin şöyle cevap verilmiştir: Kur'ân'ın hidayet kaynağı olması, onun yol göstericiliğine ihtiyaç duyan kimseleri sapıklıktan kurtarıp doğru yola iletmesi demektir. Ayrıca (furkan) oluşu ise, hak ile batıl ayırt edilemez şekilde iç içe geçtiklerinde bunları belirgin özellikleriyle birbirinden ayırması demektir. Ama Kur'ân'ın bu özelliklere ve kabiliyete sahip olması, bir süre olduğu gibi durması, zamanı gelinceye kadar herhangi bir etkinlik ve faaliyet göstermemesi ile çelişmez. Bunun benzerlerini medeni kanunlarda da görebiliriz. Önceden düzenlenmiş yasalar, zamanı gelince yürürlüğe konur, kuvveden fiile geçirilir.
Doğrusu kanun ve düsturların durumu hitap nitelikli direktiflerin durumundan farklıdır. Hitap nitelikli bir direktifin çok az bir zaman da olsa, diyalogun gerçekleştiği zamandan önce gerçekleşmiş olması doğru olmaz. Kur'ân-ı Kerim'de bu kategoride ayetler çoktur: "Gerçekten Allah eşi konusunda seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitti. Allah aranızda geçen konuşmaları işitiyordu." (Mücadele, 1) "Oysa onlar bir ticaret ya da bir eğlence gördükleri zaman, hemen ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar." (Cum'a, 11) "Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah ile yaptıkları ahide sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiçbir değiştirme ile sözlerini değiştirmediler." (Ahzab, 23)
Ayrıca Kur'ân'da nasih ve mensuh ayetler de vardır. Bunları aynı anda indirmenin pratikte bir anlamı yoktur.
Zihinlerde belirebilecek bu probleme şöyle bir cevap da önerilmiştir: Kur'ân'ın Ramazan ayında indirilişinden maksat, ilk ayetlerin ramazan ayında indikleridir.
Bu cevaba karşılık şöyle denilebilir: Meşhur ve yaygın kanaat, Pey-gamberimizin (s.a.a) peygamberlikle görevlendirildiği andan itibaren fiilen Kur'ân'ın iniş sürecinin başladığı şeklindedir. Ve yine biliniyor ki, peygamberlikle görevlendirilişi recep ayının yirmi yedinci gününe denk düşmektedir. O gün ile ramazan ayı arasında ise, otuz günden çok bir zaman vardır. Peygamberlikle görevlendirilişin, bu süre içinde Kur'ân'ın indirilişinden yoksun olduğu düşünülebilir mi? Kaldı ki, "Alak Suresi"nin giriş kısmı, onun ilk inen sure olduğuna ve efendimizin peygamberlik misyonunu üstlendiği anda indiğine tanıklık etmektedir. Aynı şekilde, "Müddessir Suresi"nin ifade tarzı ve atmosferi de onun davet sürecinin ilk günlerinde nazil olduğunu gösterir niteliktedir. Dolayısıyla, ilk önce inen ayetin Ramazan ayında inmiş olması gerçekten çok uzak bir ihtimaldir. Kaldı ki, "Kur'ân onda indirildi." ifadesi ile, Kur'ân'ın ilk kısımlarının ramazan ayında indiği yönünde bir mesaj verildiği hususu sanıldığı kadar net değildir. İfadenin akışı içinde bu görüşü pekiştiren bir belirti, bir ipucu yoktur. İfadeyi bu şekilde yorumlamak delilsiz tefsir olarak nitelendirilebilir.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayetlerdir: "Apaçık kitaba andolsun, gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik. Gerçekten biz uyaranlarız." (Duhan, 2-3) "Gerçek şu ki, biz onu kadir gecesinde indirdik." (Kadir, 1) Görüldüğü gibi, ayetlerin zahirleri, Kur'ân'ın indirilişi ile, ilk kez indirilişinin ya da bazı kısımları ile bölümlerinin indirilişinin kastedildiği iddiası ile örtüşmemektedir. Ayetlerin akışında da bunu destekleyen bir ipucuna rastlanmıyor.
Oysa Kur'ân ayetleri üzerinde durup düşünüldüğü zaman bir başka gerçek belirginlik kazanıyor: Kur'ân'ın ramazan ayında veya ramazan ayının belli bir gecesinde indiğinden söz eden ayetlerde kullanılan kelime "inzal"dır. Bu ise, bir defada inişi ifade eder. Bu ayetlerde "tenzil" kelimesi kullanılmamıştır. Şu ayetlere bir göz atalım: "Ramazan ayı... Kur'ân onda indirildi." (Bakara, 185) "Ha. Mim, Apaçık kitaba andolsun, gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik." (Duhan, 1-3) "Gerçek şu ki biz onu kadir gecesinde indirdik." (Kadir, 1)
Bu ayetlerin tümünün orijinalinde "bir defalık iniş" ifade eden "inzal" kelimesi kullanılmıştır. "Bir defalık iniş"te ise, ya kitabın tümü ya da bir kısmı göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin yüce Allah yağmurun yağmasını konu alan bir ayet-i kerime'de şöyle buyuruyor: "Gök-ten indirdiğimiz bir su gibi." (Yûnus, 24) Bu ayette de "inzal" kelimesi kullanılmıştır. Oysa yağmur bir defada yağmaz, damla damla, yani tedricî olarak yağar. Ancak bu ayette, yağmura yönelik bütünsel bir bakış esas alınmıştır. Bu yüzden, "tedrici inişi" ifade eden "tenzil" kelimesi yerine "bir defada iniş"i ifade eden "inzal" kelimesi kullanılmıştır. Tıpkı şu ayet-i kerimede olduğu gibi "Ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır." (Sâd, 29) Ayetin orijinalinde "bir defalık iniş"i ifade eden "inzal" kelimesinin kullanılışı belki de kitabın bizim anlayışımızdan öte bir hakikatinin oluşuna dayanıyordur. Bizim normal anlayışımızda, parçalara ayırma, ayrıntılandırma, yorumlama ve aşamalı olarak kavrama esastır. Ancak bir kerede indiği, tedrici ve peyderpey indirilmediği söylendiği zaman bizim normal anlayışımız değil de Kitabın normal anlayıştan öte bir hakikatinin oluşu esas alınmıştır.
Ayet-i kerimelerden algılanan da bu ikinci ihtimaldir. Örneğin: "Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1) Ayette geçen "muhkem kılınma" (ihkam) ifadesi "birer birer açıklama" (tafsil) kelimesinin karşıtı olarak kullanılmıştır. Tafsil, Kur'ân'ı bölüm bölüm ve parça parça kılma demektir. Dolayısıyla ihkam; bir parçasının bir diğer parçasından ayrılmaması, bazısının bazısından ayırt edilmemesi anlamını ifade eder. Çünkü hepside cüzler ve fasıllar bulunmayan bir anlama dönüktür. Ayet-i kerime bize açıkça anlatıyor ki: Kur'ân'da görülen bölüm bölüm ayrıntılar, parça parça ifadeler sonradan ortaya çıkmıştır. O önceleri muhkemdi, mufassal (ayrıntılı) değildi.
Şu ayet-i kerimeler konuyu biraz daha açmaktadır: "Andolsun, biz onlara bir kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık. Onlar, onun tevilinden başkasına bakmazlar mı? Onun tevilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar,diyecekler ki: Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdir." (A'râf, 52, 53) "Bu Kur'ân, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur. Âlemlerin Rabbindendir... Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar." (Yûnus, 37-39)
Bu ayetler, özellikle "Yûnus Suresi"nden derlediğimiz ayetler, ayrıntılı açıklamanın Kitap açısından sonradan ortaya çıkmış bir durum olduğunu anlatmaktadırlar. Buna göre, Kitabın kendisi başka bir şeydir, Kitaba sonradan arız olan ayrıntılandırma olgusu da başka bir şey. Dolayısıyla, ayetlerde işaret edilen kimseler de, ancak Kitabın ayrıntısını yalanlamışlardır. Çünkü bu ayrıntıların yorumuna esas olacak bir şeyi unutmuşlardır, onun farkında değillerdir. Kıyamet günü unuttukları bir şeyin farkına varacaklar, kesin olarak bilme durumunda kalacaklardır. Ama pişmanlık fayda vermeyecektir. Kaçacak delik bulunmayacaktır. Burada kitabın aslının, ayrıntısının tevili olduğuna da işaret edilmektedir.
Şu ayet-i kerime önceki ayetlere nazaran konuyu biraz daha açmaktadır: "Ha mim. Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'ân kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır; çok yücedir, hikmet sahibidir." (Zuhruf, 1-4) Açıkça anlaşılıyor ki, apaçık bir kitap vardır. Bu kitaba "Arapça okunma" durumu sonradan arız olmuş. Okunma ve Arapça olma giysisi, sırf insanlar akıllarını kullanarak anlayabilsinler diye ona sonradan giydirilmiştir. Yoksa o, ana kitapta, Allah katındadır. Yücedir, akılların ona erişmesi mümkün değildir. Hikmet sahibidir. İçinde fasl, bölüm, ayrıntı yoktur. Ayette ayrıca, apaçık kitaba bir tanım getiriliyor, onun apaçık Arapça olan Kur'ân'ın aslı olduğu vurgulanıyor.
Şu ayetler de aynı doğrultuda ele alınabilir: "Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir. Elbette bu, bir Kur'ân-ı Kerim'dir. Saklanmış korunmuş bir kitaptır. Ona temizlenip, arınmış olanlardan başkası dokunamaz. âlemlerin Rabbinden indirilmedir." (Vakıa, 75-80) Bu ayetten açıkça anlaşılıyor ki, Kur'ân-ı Kerim'in saklanmış-korunmuş kitap içinde bir yeri ve mevkisi vardır. Oradayken Allah'ın kullarından temizlenip-arınmış olanların dışında kimse ona dokunamaz. Nazil oluşu ise, bundan sonradır. Bundan önce, Kur'ân, yabancılara ve başkalarına karşı korunmuş kitap içindeki yerindedir. Saklanmış-korunmuş kitap, Zuhruf Suresi'nin konuya ilişkin ayetlerinde "ana kitap", Buruc Suresi'nde ise "Levh-i Mahfuz olarak nitelendirilmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Hayır; o şerefli-üstün olan bir Kur'ân'dır; Levh-i Mahfuz'dadır." (Burûc, 21-22) Levhin "Mahfuz" olarak nitelendirilmesi, değişime karşı korunmuş olması sebebiyledir. Oysa tedrici olarak inen Kur'ân'da nasih ve mensuh bulunduğu, aşamalı olarak indiği bilinmektedir. Kuşku yok ki, aşamalı olarak inmek bir tür değişimdir. Buna göre, hükümleri ayrıntılardan beri olan ve Kur'ân'ın aslını oluşturan apaçık kitap, indirilen bu kitaptan öte bir şeydir. Bu kitap ona göre bir giysi konumundadır.
Ayrıca bu anlam, yani Kur'ân'ın apaçık kitaba (ki biz ona kitabın hakikati diyoruz) göre bir inme oluşu hususunun giyinene göre bir giysi, hakikate göre bir örnek, kelâm ile kastedilen amaca göre bir darb-ı mesel mesabesinde oluşu, söz konusu bu asıl kitaba zaman zaman Kur'ân denilmesi ile de pekişen ve onu doğrulayan bir anlamdır. Örneğin, Buruc Suresi'nde şöyle buyuruluyor: "Hayır, o şerefli-üstün olan bir Kur'ân'dır; Levh-i Mahfuz'dadır." (Burûc, 21-22) Bunun gibi daha birçok örnek gösterilebilir... Dolayısıyla, şimdiye kadar anlattıklarımız; "Ramazan ayı... Kur'ân onda indirildi.", "Biz onu mübarek bir gecede indirdik.", "Biz onu kadir gecesinde indirdik." ayetlerinin, kitabın hakikatinin ve apaçık kitabın Resulullah efendimizin (s.a.a) kalbine bir defada indirilişi olarak yorumlanmasını, gerektirmektedir. Ayrıntılı Kur'ân ise, Resulullah efendimizin (s.a.a) kalbine nebevî davet süreci boyunca peyderpey, tedrici olarak indirilmiştir.
Bu gerçek, Kur'ân'ın bazı ayetlerinde belirginlik kazanmaktadır: "Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur'ân'ı okumada acele etme." (Tâhâ, 114) "Onu aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip-durma. Şüphesiz, onu toplamak ve onu sana okutmak Bize aittir. Şu hâlde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşunu izle. Sonra muhakkak onu açıklamak Bize aittir." (Kıyamet, 16-19) Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki, Resulullah efendimiz (s.a.a) kendisine indirilecek olan ayetler hakkında önceden bilgi sahibiydi. Bu yüzden, vahyin inişi tamamlanmadan, onu okumada acele etmekten alı konmuştur. Yeri gelince -inşaallah- bu hususu etraflıca açıklayacağız.
Kısacası, Kur'ân ayetleri üzerinde etraflıca düşünen biri, bu ayetlerin şu hususlara delalet ettiklerini kaçınılmaz olarak itiraf edecektir: Resulullah efendimize (s.a.a) tedrici olarak, bölüm bölüm indirilen Kur'ân-ı Kerim, yüce bir gerçeğe dayalıdır. Kur'ân'a dayanarak oluşturulan bu yüce gerçeğe insan aklı erişemez, heveslerle ve maddî kirlerle lekelenmiş fikirlerin kolları ona ulaşamaz. Bu gerçek ise, Resulullah efendimize (s.a.a) bir kerede inmiştir. Bununla yüce Allah, kitabın içerdiği gerçekleri ona öğretmiştir. İleri de, "Sana kitabı indiren O'dur. Onda bir kısım ayetler muhkemdir." (Âl-i İmrân, 7) ayetini tefsir ederken, "tenzil" ve "tevil" kavramları üzerinde durduğumuzda, konuya ilişkin detaylı açıklamalarda bulunacağız. Ayetler üzerinde etraflıca düşünmenin ışığında beliren ve ayetlerin işaret ettikleri gerçeklerdir bunlar.
Evet, hadis erbabı kimseler kelâmcıların büyük çoğunluğu ve çağdaş pozitivist ve araştırmacılarda elle tutulur maddî âlemin ötesinin varlığını inkâr ettikleri için söz konusu ayetleri ve Kur'ân'ın, hidayet, rahmet, nur, ruh, yıldızların yerleri, apaçık kitap, Levh-i Mahfuz'da, Allah katından indirildiğine, tertemiz sahifelerde olduğuna ilişkin gerçeklere işaret eden benzeri ayetleri istiare ve mecaz sanatıyla izah etmeye mecbur kalmışlardır. Böylece Kur'ân rast gele söylenmiş bir şiir düzeyine indirgenmiştir.
Araştırmacılardan birinin Kur'ân'ın ramazan ayında inmiş olması hususunda şöyle sözleri vardır: Sonuç olarak şöyle diyor: Peygamber efendimizin (s.a.a) peygamber olarak görevlendirildiği anın, zaman olarak, Kur'ân'dan ilk ayetlerin inişine ve tebliğ ve uyarı emrini alışına yakın olduğunda kuşku yoktur. Ayrıca bunun geceleyin gerçekleştiği de kesindir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Gerçekten Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Gerçekten Biz uyaranlarız." (Duha, 3) "Ramazan ayı... Kur'ân onda indirildi." (Bakara, 185) ayetinden de, bu gecenin Ramazan ayının bir gecesi olduğunu anlıyoruz.
Kur'ân'ın tamamı bu gece inmemişse de, Fatiha Suresi'nin o gece indiği ve o da Kur'ân öğretisinin tümünü kapsayan ifadeler içerdiği için, Kur'ân'ın tümü o gece inmiş gibi değerlendirilmiştir. Dolayısıyla "Biz onu bir gecede indirdik." demek bu bakımdan sahihtir. (Kaldı ki, "Kur'ân" ismi kitabın tümü için kullanıldığı gibi, bir kısmı için de kullanılabilir. Hatta Tevrat, İncil ve Zebur gibi öteki semavî kitaplar da Kur'-ân (okunan kitap) tanımlamasına girerler ve bu, Kur'ânî bir ıstılahtır.)
Şöyle ki: Kur'ân'ın ilk nazil olan kısmı, yani "Yaratan Rabbinin adıyla oku." diye başlayan ayetler grubu, ramazan ayının yirmi beşinci gecesinde imiştir. O sırada Resulullah (s.a.a) vadinin ortasında Hatice'-nin evine gidiyordu, Cebrail'i bizzat görüyordu ve o da kendisine: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." diye başlayan ayetler grubunu vahyedi-yordu. Resulullah vahyi algılayınca aklına Rabbinin adını nasıl zikredeceği sorusu geldi. Bunun üzerine Cebrail tekrar kendisine göründü ve Besmeleden başlayarak tüm Fatiha Suresi'ni öğretti. Sonra nasıl namaz kılacağını gösterdi. Ardından gözünden kayboldu. Resulullah (s.a.a) kendine geldiğinde, üzerinde ağırlıktan başka bir ize rastlamadı. Bu da, vahyin esnasında üzerine çöken Cebrail'in ağırlığıydı. Sonra yoluna devam etti. Ama Allah tarafından insanlara gönderilen, onları doğru yola iletmekle yükümlü bir elçi olduğunu bilmiyordu. Eve girer girmez, üzerindeki şiddetli ağırlıktan dolayı sabaha kadar uyudu. O gecenin sabahında vahyin meleği tekrar yanına geldi ve şu ayeti vahyetti: "Ey bürünüp örtünen, kalk ve uyar." (Müddessir, 1-2)
İşte Kur'ân'ın Ramazan ayında inişinin ve Resulullah'ın peygamberlikle görevlendirilişinin Kadir gecesine denk düştüğünün anlamı budur. Kur'ân'ın Recep ayının yirmi yedinci gününde indiğine ilişkin olarak bazı Şia kaynaklarında yer alan bilgiler bildiğiniz gibi Kur'ân-ı Kerim'in bu husustaki içeriğiyle uyuşmamaktadır. Ayrıca bu konuyla ilgili rivayetlere ancak, yazılış tarihleri Hicri dördüncü yüzyılın başlarını geçmeyen bazı Şia kaynaklarında rastlanabilir.
Öte yandan önceki rivayetleri teyit nitelikte diğer bazı rivayetler vardır. Bu rivayetler Kur'ân'ın Ramazan ayında inişinin, onun peygamberimizin peygamberlikle görevlendirilişinden önce, Levh-i Mahfuz'-dan Beyt'ül-Mamur'a indirilmesi ve Cebrail'in onu meleklere yazdırıp, bi'setten sonra da efendimize indirilmesi anlamına geldiğini vurgulamaktadır... Hiç kuşku yok ki, bunlar asılsız kuruntulardan ve peşinen reddedilmesi gereken haberler arasında yaygın olan hurafelerden başka bir şey değildirler. Öncelikle kitapla çelişmektedir. İkincisi, Kur'ân-ı Kerim'de kullanılan Levh-i Mahfuz kavramından maksat tabiat âlemidir. Beyt'ül-Mamur ise, yer küresidir. İnsanın yerleşip onu memur hâle getirmesinden dolayı bu adı almıştır. Adamın görüşleri özet olarak bundan ibarettir.
Adamın sarf ettiği cümlelerin hangisinin -bütün cüzleri fesattan, yalan yanlıştan ibaret olmakla beraber- düzeltilebileceğini, bu şekilde hakka ve hakikate uydurulabileceğini bilemiyorum? Çünkü yırtık yama tutacak gibi değildir.
Bir kere, peygamberlikle görevlendiriliş (bi'set) ve Kur'ân'dan inen ilk ayetler hakkında uydurduğu şu sözlere bakın: Diyor ki, Kur'ân'ın ilk inen ayetleri olan "Yaratan Rabbinin adıyla oku." diye başlayan ayetler grubu, peygamberimiz yoldayken inmişlerdir. Sonra kendisine "Fatiha Suresi" indirilmiş ve namazın nasıl kılınacağı öğretilmiştir. Ardından evine girmiş ve yorgunluktan uyuya kalmıştır. Aynı gecenin sabahında kendisine "Müddessir Suresi" inmiş ve beraberinde Allah'ın dinini insanlara tebliğ etme emrini almıştır... Bütün bunlar asılsız söylentilerdir. Hiç bir delile dayanmamaktadır. Bunu doğrulayan ne bir muhkem ayet ve ne de sahih bir sünnet gösterilebilir. İleride değineceğimiz gibi bu, kitap ve nakille uyuşmayan hayal ürünü bir hikayedir.
İkincisi, adama göre, peygamberlikle görevlendirilişin, Kur'ân'ın nazil oluşunun ve tebliğ etme emrinin verilişinin aynı zamanda olduğu kesindir. Sonra bunu şöyle açıklıyor: Peygamberlik misyonu, Kur'ân'ın inmesi ile başladı. Peygamberimiz sadece bir gece Resul değil de nebi olarak sabahladı. Sabahleyin "Müddessir Suresi"nin indirilişi ile kendisine Resulluk görevi de verildi..." Yazarın bu iddiasını, kitaptan veya sünnetten bir kanıta dayandırması mümkün değildir. Dolayısıyla sözünü ettiği bu eşzamanlılık kesin değildir.
Sünnete gelince; eğer yazarın Şiî hadis kaynaklarının gecikmeli olarak yazıldığı şeklindeki itirazını yerinde bir eleştiri olarak kabul edecek olursak, hem Şiî ve hem de Ehlisünnet tarafından yazılmış hiç bir hadis kaynağını muteber kabul etmememiz gerekir. Çünkü bütün kaynaklar, Resulullah efendimizin (s.a.a) zamanından en az iki yüz yıl sonra yazılmışlardır. Bu sünnetin durumu. Tarih ise, -bu tür ayrıntılardan uzak olmasının yanı sıra- durumu daha da kötüdür. Hadise bulaşan hurafe ve uydurmalar, ona da bulaşmıştır.
Kitaba gelince, yazarın sözünü ettiği hususa delalet etmediği son derece belirgindir. Tam tersine aksini kanıtlamakta ve yazarın sözlerini yalanlar nitelikte olduğu gün gibi ortadadır. Çünkü, "Yaratan rabbinin adıyla oku." diye başlayan ayetler grubu -ki nakil hususunda otorite sayılan kimselerin görüş birliği ve ayrıca surenin girişinde bulunan beş ayetin bu hususu teyit etmesi esas alınarak, Resulullah'a (s.a.a) inen ilk ayetler olduğu ve hiç kimsenin bu surenin bölüm bölüm indiğini iddia etmediği ve en azından bir kerede inmiş olma ihtimalinin var olduğu göz önünde bulundurularak- Peygamberimizin (s.a.a) kavminin görebileceği yerlerde namaz kıldığını, kavminin içinde birinin onun namazına engel olmaya çalıştığını, bunu kendi toplantılarında gündeme getirdiğini anlatmaktadır. (Resulullah efendimizin (s.a.a) peygamberlikle görevlendirilişinin ilk günlerinde Rabbine yaklaşma vesilesi olarak kıldığı bu namazın nasıl olduğunu bilme durumunda değiliz. Bildiğimiz tek şey, bu surenin secde emrini içerdiğidir.) Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Engellemekte olanı gördün mü? Namaz kıldığı zaman bir kulu. Gördün mü ya o kul doğru yol üzerinde ise, ya da takvayı emrettiyse. Gördün mü? Ya bu yalanlıyor ve yüz çeviriyor ise, O Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu? Hayır; eğer o, bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; o yalancı, günahkâr olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız." (Alak, 9-18) Ayetlerden açıkça, birinin namaz kılan birini engellediği ve onun bu tavrını gidip meclisinde gündeme getirdiği ve bu hasmane tavrına son vermediği anlaşılmaktadır. Bundan sonraki ayette geçen "Hayır ona boyun eğme" (Alak, 19) ifadesinden hareketle, namaz kılan bu şahsın Peygamber efendimiz (s.a.a) olduğunu söyleyebiliriz.
Böylece "Alak Suresi" Resulullah efendimizin (s.a.a) Kur'ân'dan ilk surenin inişinden önce namaz kıldığını, bir hidayet üzere olduğunu, zaman zaman takvayı emrettiğini ortaya koymaktadır. Onun bu hâline peygamberlik (nübüvvet) denir (risalet değil.) Uyarı olarak nitelendirilemez. Dolayısıyla, O, bu surenin inişinden önce nebiydi ve namaz kılıyordu. Kur'ân kendisine inmemişti, Fatiha Suresi de inmemişti. Tebliğ etmekle de yükümlü değildi henüz.
"Fatiha Suresi" ise, bundan çok sonraları inmiştir. Eğer, yazarın iddia ettiği gibi, "Alak Suresi"nden hemen sonra ara verilmeden peygamberimizin aklına Rabbinin adını nasıl zikredeceği sorusu gelmesi üzere indirilmiş olsaydı, "Fatiha Suresi"nde şöyle bir ifade tarzının kullanılmış olması gerekirdi: "De ki: Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a özgüdür..." veya şöyle bir giriş yapılmış olması gerekirdi: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla: De ki: Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a özgüdür." Ayrıca, konu "Din gününün sahibidir." ifadesiyle son bulmalıydı. Çünkü bundan sonraki ayetler, konunun dışında sayılırlar. Yüce Kur'ân'ın kusursuz ifade tarzına yaraşan budur çünkü.
Evet, ayetlerinin içeriğinden de anlaşıldığı gibi, Mekke inişli olan "Hicr Suresi"nin bir ayetinde -yeri gelince bunu açıklayacağız- şöyle buyuruluyor: "Andolsun, sana tekrarlanan yediyi ve büyük Kur'ân'ı verdik." (Hicr, 87) "Tekrarlanan yedi"den maksat "Fatiha Suresi'dir." Büyük Kur'ân'la karşılaştırılarak gündeme getirilmiştir. Ancak yüceltme ve önemini vurgulama unsurlarının ön plânda tutulmuş olmasına rağmen, başlı başına "Kur'ân" olarak nitelendirilmemiş, tam tersine ondan yedi ayet; onun bir parçası olarak ön plâna çıkarılmıştır. Bunun kanıtı da, başka surede yeralan şu ayet-i kerimedir: "Allah, müteşabih ikişerli (mesani=tekrarlanan) bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi." (Zümer, 23) [Bu ayette Kur'ân'ın bütünü mesani olarak nitelendirilmiştir.]
Bunun yanında, "Hicr Suresi"nde, "Fatiha Suresi"nden söz edilmiş olması, Fatiha'nın daha önce indiğini gösterir. Hicr Suresi'nde, ayrıca şöyle bir ayet de vardır: "Öyleyse sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme. Şüphesiz alay edenlere karşı Biz sana yeteriz." (Hicr, 94-95) Bu ayet-i kerime, Resulullah efendimizin (s.a.a) bir süre uyarı işine ara verdiğini, sonra "açıkça söyle" emriyle yeniden bu süreci başlattığını ortaya koymaktadır.
"Kalk ve uyar." (Müddessir, 2) ayetini kapsayan Müddessir Suresi, bütün olarak bir kerede inmiş ise, içerdiği "Kalk ve uyar." ayetinin durumu "Hicr Suresi"nin içerdiği "Öyleyse sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle..." ayetiyle aynı olur. (Yani her iki ayetten Resulullah'ın (s.a.a) bir süre uyarı işine ara verdiği anlaşılır). Çünkü Müddessir Suresi'nde "Kendisini tek olarak yarattığım kişiyi bana bırak." (Müddessir, 11) ayet-i kerimesi yer almaktadır ve bu ayet içerik olarak Hicr Suresi'nde yer alan "Müşriklere aldırış etme..." ayetine yakındır. Eğer Müddessir Suresi parça parça inmiş ise, ayetlerin akışı sadece ilk ayetlerin onun risaletinin başlangıcında (geri kalan ayetlerin de uyarı işine bir süre ara verildikten sonra) indiğini göstermektedir.
Üçüncüsü; yazar diyor ki: Kur'ân-ı Kerim'in Resulullah'ın (s.a.a) peygamberlikle görevlendirilişinden önce, Kadir gecesinde Levh-i Mahfuz'dan Beyt'ül-Mamur'a bir kerede, daha sonra parça parça ve tedrici olarak indiğini vurgulayan rivayetler, Kitapla çeliştikleri ve içeriklerinin doğru olmaması sebebiyle uydurma ve hurafe hadislerdir. Levh-i Mahfuz'dan maksat, tabiat âlemidir ve Beyt'ül-Mamur da yerküresidir." Yazarın bütün bu sözleri hata ve iftiradır.
Öncelikle; önceden de değindiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerim'in ayetlerinden hiçbirinin zahirinin de, bu haberlerle çelişmesi söz konusu değildir.
İkincisi; gelen haberlerde, toplu inişin peygamberlikle görevlendirilişten önce gerçekleştiğine ilişkin bir ize rastlanmıyor. Bilakis yazar bu konuyu rivayetlerde olmadığı hâlde onlara yüklemiştir.
Üçüncüsü; yazarın "Levh-i Mahfuz tabiat âlemidir" sözü çirkin, yakışıksız bir açıklamadır -hatta gülünçtür- Ah, keşke bilseydim, bu adam neye dayanarak, ayet-i kerimede geçen "Levh-i Mahfuz'a" tabiat âlemi diyor? Acaba âlemin değişim ve dönüşüme karşı koruma altına alınmış olmasından mı? Oysa tabiat âlemi, hareketler, devinimler âlemidir, varlıkların zatlarının ve sıfatlarının sürekli değiştiği dünyadır. Yoksa varoluş ya da yasama olarak bozulmaya karşı korunduğunu mu söylemek istiyor? Oysa gerçek bunun tam aksinedir. Acaba ehil olmayanların kendisine muttali olması ihtimaline karşı evrenin korunduğunu mu söylemeye çalışıyor? Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Elbette bu, bir Kur'ân-ı Kerim'dir. Saklanmış-korunmuş bir kitaptadır. Ona temizlenip arınmış olanlardan başkası el süremez." (Vakıa, 77-79) Oysa idrak edenlerin idraki tabiat âleminde bir ölçüdedir.
Bütün bu denilenlerden sonra, yazar, Kur'ân'ın ramazan ayında indirilmiş olmasına, ayetin lafzı ile uyuşan bir açıklama getirememektedir. Çünkü yazarın açıklamalarından çıkan sonuç şudur: "Kur'ân onda indirildi." sözünün anlamı "Kur'ân sanki onda indirildi."dir. "Biz onu mübarek bir gecede indirdik." sözünün anlamı da "Biz onu sanki mübarek bir gecede indirdik."tir. Bu ise, ne dilbilgisi kurallarına ve ne de geleneğe dayanarak ayetlerin akışı ile verilmek istenen mesaja sığar.
Eğer: Kur'ân-ı Kerim'in Kadir gecesi Peygamberimize indirilişinin anlamı, "Kur'ân öğretisini içeren cümleleri kapsayan Fatiha Suresi'nin o gece indirilmiş olmasıdır." demek caiz ise, Kur'ân'ın o gece inişinden maksat, "bir kerede ve bütün olarak öğretileri mücmel bir şekilde ve ayrıntılara geçilmeden Resulullah efendimizin (s.a.a) kalbine inmiş olmasıdır." demek de caiz olmalı. Bunu düşünmemizi engelleyecek hiç bir aksi kanıt yoktur. Nitekim daha önce bunu açıklamıştık.
Yukarıdan beri; görüşlerini eleştire geldiğimiz yazarın sözlerinde, diğer bazı yanlışlıklar da vardır. Ancak, konunun ana hedefinden sapma anlamına gelebileceği için bunlara değinmeden geçiyoruz.
İnsanlara yol gösterici, doğrunun ve hakkı batıldan ayırmanın apaçık delillerini kapsayan Kur'ân.
Ayetin orijinalinde geçen "en-nas" kelimesi ile, en düşük kavrayış düzeyine sahip olan ortalama insanlar kestedilmiştir. Genelde de bu kelime, onlar hakkında kullanılır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Ancak insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 3) "İşte bu örnekler; Biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası akıl erdirmez." (Ankebut, 43) Bu ayetlerde işaret edilen ortalama insanlar, bilginleri taklit etme durumundadırlar. Mana âlemine ilişkin meseleleri delille, belge ile ayırt etmeye kapasiteleri el vermez. Kanıt aracılığı ile hakkı batıldan, eğriyi doğrudan ayırma becerisini gösteremezler. Kendilerine açıklamada bulunan bir açıklayıcının ve bir yol göstericinin olması başka. İşte Kur'ân bu tür insanlar için bir yol göstericidir. Ne güzel bir yol gösterici!
İnsanların genelinin dışında kalan, ilim ve amel açısından tekamüle doğru mesafe kat eden, ilâhî yol göstericiliğin aydınlatıcı nurlarından edinmeye ve hakkı ayırt etme misyonunu üstlenmeye hazır olan özel gruba gelince, Kur'ân onlar için hidayetten tanıklar ve belgeler içerir, hakkı batıldan, eğriyi doğrudan uyarma işlerini görür. Kur'ân onları hakka iletir; onlar için hakkı belirginleştirir; hakkı nasıl ayırt edeceklerini açıklar. Bir ayet-i kerime'de ulu Allah şöyle buyurur: "Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir." (Mâide, 6)
Bu noktada, "hidayet (=yol gösterici)" ile "hidayetten belgeler (=doğ-runun apaçık delilleri)"nin birbirinin karşısında zikredilmelerinin sebebini fark ediyoruz. Bu ikisinin arasındaki tekabül genelle özelin tekabülü yani birbirlerinin karşılığı olarak ifade edilme türündendir. Şu hâlde hidayetin muhatabı bazı insanlar, hidayetten belgelerin muhatabı da diğer bazı insanlardır.
Öyleyse sizden kim bu aya şahit olursa, onu tutsun.
Şahit olma kavramı, bir olguya ilişkin bilgiye sahip olmakla birlikte onda hazır olma anlamını ifade eder. Bu anlamı göz önünde bulundurduğumuzda, bunun Ramazan ayına ulaşma ve ulaşılan ayın Ramazan olduğunu bilme demek olduğunu anlarız. Bu bilgi, olgunun bir kısmına ilişkin olabileceği gibi bütününe ilişkin de olabilir. Aya şahit olma ile, yolculuğun karşıtı olan hazır olma şartıyla birlikte Ramazan hilalini görmenin kastedildiğine ilişkin bir kanıt söz konusu değil. Ancak mantıksal mülazeme yoluyla bazı vakitlerle ilgili olmak üzere ipuçlarından yararlanarak ayete böyle bir anlamı yüklemek başka. Burada ise, buna kanıt oluşturacak bir ipucu söz konusu değildir.
Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun.
Bu ifadenin ikinci kez, burada yer alması tekrar niteliğinde ve önceki ifadeyi pekiştirme amacına yönelik değildir. Nitekim daha önce, iki ayetin içerdikleri ifadelerle birlikte bir ön hazırlık niteliğinde olduklarını öğrenme imkânını bulmuştunuz. İlk iki ayet hüküm bildirmiyorlardı, hüküm üçüncü ayette bildiriliyor. Dolayısıyla bir tekrar söz konusu değildir.
Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu, sayıyı tamamlamanız içindir.
Bu ifade, istisna hükmünü içeren ifadenin, hükmünü açıklar gibidir. Yani "ramazan ayında iftar etme" zorluk durumunun ortadan kaldırılmasından "Diğer günlerde" oruç tutma zorunluluğu ise, "sayıyı ta-mamlama"nın farz olmasından kaynaklanıyor. "Sayıyı tamamlamanız için" ifadesinin orijinalinin başındaki "lam" harfi amaç ve hedefi bildirir ve "diler" ifadesine atfedilmiştir. Çünkü "diler" ifadesi, amaç, hedef anlamını da özünde taşımaktadır. Bu durumda ifadenin takdiri açılımı şöyledir: Size iftar etmeyi ve ardından orucu kaza etmeyi emretmemizin sebebi, size kolaylık sağlamak ve bir de sayıyı tamamlamanızdır. "Bu, sayıyı tamamlamanız içindir." ifadesine yer verilmiş olması, belki de "Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır." ifadesinin içerdiği anlamı, bu ayette söz konusu etmemeye neden olmuştur. Elbette ifadenin (zor dayanabilenlerin) hükmü, zorluğun ortadan kaldırılışı ile ve önceki ayet içinde zikredilişi ile anlaşılmaktadır.
Ve sizi doğru yola ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki, şükredersiniz.
Ayetin orijinalinde geçen hedef bildiren "lam"dan anlaşıldığı kadarıyla iki cümlenin zahiri ifadeleri, oruç ibadeti ile temelde göz önünde bulundurulan gayeyi açığa kavuşturmaya dönüktür. İstisna olgusunun hükmünü değil. Çünkü: "Ramazan ayı" ifadesinin "Kur'ân onda indirilmiştir." ifadesi ile sınırlandırılışı, bir tür nedensellik ima etmeye dönüktür. Ramazan ayında oruç tutmanın farzlığı, insanlar için hidayet olan, hidayet ve hakla batılı birbirinden ayıran belgeler içeren Kur'-ân'ın bu ayda indirilmiş olması ile ilintilendirilmektedir. Bu durumda, ifadeler ile varılmak istenen gayenin anlamı şu şekilde belirginleşir: Oruç tutma, insanoğlunun kendisine Kur'ân'ı indiren, böylece tek ve ortaksız rablığını ve kendisinin de kulluğunu ilan eden Allah'ın ululuğunu, büyüklüğünü somut olarak izhar etmesi içindir. Kendisini hakka yönelten, indirdiği bu kitap aracılığı ile hak ile batılı birbirinden ayıran Rabbine fiili olarak şükretmesidir.
Orucun, yüce Allah'ın nimetlerine karşılık bir şükür ifadesi olarak nitelendirilişi, ancak oruç ibadetinin anlamının hakikatini kapsamasına bağlıdır. Yani, tabiatın kirliliklerinden arınma ve nefsin en büyük arzu ve isteklerine ara verme eyleminin, sırf Allah'ın rızasına yönelik olarak yapılmasına bağlıdır. Oysa oruç ibadetinin Allah'ı ululamanın ifadesi olarak algılanması için, böyle bir ayrıntıya gerek yoktur. Çünkü orucun ve bedensel ihtiyaçlara bir süre ara verme eyleminin dış görünüşü, niyetin halis olması ayrıntısını içerse de, içermese de yüce Allah'ın ululuğuna ve azametine delalet eder. Çünkü Allah'ı ululama (tekbir) ile ona şükretme arasında fark vardır. Bu yüzden "tekbir (=ululama)" değil de "şükretme" mesajı "umma" anlamı ile birlikte gündeme getirilerek: "Bu, sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz." buyurulmuştur. Nitekim bu üçlü ayetler grubunun ilk ayetinin sonunda da: "Umulur ki sakınırsınız." buyurulmuştur.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Bir kutsî hadiste yüce Allah: "Oruç benim içindir ve karşılığını da ben veririm. (veya karşılığı da, benim kendimim.) buyuruyor.
Ben derim ki: Bu hadisi, gerek Ehlisünnet ve gerekse Şia kaynakları bazı küçük değişikliklerle rivayet etmişlerdir. Orucun yüce Allah için oluşunun anlamı şudur: Oruç ibadeti, ibadetler içinde olumsuz (negatif) tek ibadettir. Onun dışında namaz ve hac gibi ibadetler, olumluluktan (pozitif) oluşurlar veya bir şekilde olumlu unsurlar taşırlar. Varoluşsal bir eylem, pürüzsüz ve kesin olarak kulun kulluğunu ve yüce Allah'ın da Rablığını belirginleştirmez. Çünkü, bu tür bir faaliyetin maddî yetersizlikten, sınırlılık musibetinden ve bencillik olgusundan soyutlanması imkânsız gibidir. Bu davranışlarda, yüce Allah'tan başkasına pay verilmesi mümkündür. Riya, gösteriş ve Allah'tan başkasına secde etme gibi. Oysa, olumsuzluk içeren ve yerin cazibelerine saplanıp kalmaktan kurtulma ve nefsin temel arzularına bir süre için ara verme ve onlardan arınma olarak tanımlanan oruçta durum bundan tamamen farklıdır. Çünkü, Allah'tan başkasının olumsuzluk nitelikli bir eylemden pay alması söz konusu değildir. Bu, Allah ile kul arasında bir durumdur. Mahiyeti itibariyle de Allah'tan başkasının bunu bilmesi mümkün değildir.
Hadisin ikinci bölümünde yer alan fiil, "eczî bih" yani malum sıygası ile algılanırsa, orucun karşılığını verme hususunda Allah ile kul arasında kimse aracılık yapamaz, anlamını ifade eder. Tıpkı kulun, ancak Allah'ın bildiği bir ibadeti Rabbine aracısız sunması gibi. Bu, yüce Allah'ın, sadakaları hiç kimsenin aracılığı söz konusu olmadan almasına benzer. Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Sadakaları alır." (Tev-be, 104) Eğer fiil, "ucza bih" yani meçhul sıygası ile algılanırsa, oruç tutanın ecrinin yüce Allah'a yakın olma olduğu anlaşılır.
el-Kâfi'de, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Resulullah (s.a.a) peygamberlikle görevlendirilişinin ilk dönemlerinde bazı zamanlar üst üste oruç tutardı. Öyle ki insanlar 'Bir daha hiç iftar etmeyecek.' derlerdi. Bazı zamanlar da sürekli iftar ederdi. Öyle ki insanlar: "Hiç oruç tutmayacak" derlerdi. Sonra bu uygulamayı terk etti. Davud (a.s) gibi bir gün oruç tutup bir gün de iftar etmeye başladı. Sonra bunu da terk etti ve her ayın on üç, on dört ve on beşinci günlerini oruç tutmaya başladı. Sonra bunu da terk etti. Ve bunu on günde bir şekilde ayırdı. Bunun da aralarında bir çarşamba olan iki perşembe şeklinde, vefat edene kadar sürdürdü. (Yani on günde bir, iki perşembe ve aralarında bir çarşamba günleri oruç tutardı.)
Anbeset'ul-Abid der ki: "Resulullah (s.a.a) vefat ederken, şaban ve ramazan aylarında ve bir de her ayın üç gününde oruç tutma geleneğini sürdürüyordu."
Ben derim ki: Ehlibeyt kanalıyla gelen bu nitelikte birçok haber vardır. Ramazan orucu hariç işaret edilen bu oruçların tümü sünnet niteliklidir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Ey iman edenler, oruç size yazıldı." ayeti ile ilgili olarak: "Bu özellikle müminler içindir." buyurduğu rivayet edilir.
Cemil der ki: İmam Cafer Sadık'a (a.s): "Ey iman edenler, size savaş yazıldı." ve "Ey iman edenler, size oruç yazıldı." ayetlerini sordum, dedi ki: "Bu ayetler, sapıklığı, münafıkları ve daveti zahiren ikrar eden herkesi kapsar."
Men La Yahzuruh'ul-Fakih adlı eserde Hafs'ın şöyle dediği rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Ramazan ayında oruç tutmayı yüce Allah bizden önce hiç bir ümmete farz kılmamıştır." Bunun üzerine, "Bu nasıl olur; yüce Allah, 'Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç size de yazıldı.' buyuruyor?" dedim. Dedi ki: "Yüce Allah ramazan ayında oruç tutmayı bizden önce, sadece peygamberlere farz kılmıştır, diğer ümmetlere değil. Dolayısıyla yüce Allah bu ümmeti üstün kılmış ve bu ayda oruç tutmayı Resulullah'a (s.a.a) ve ümmetine farz kılmıştır."
Ben derim ki: Rivayet zincirinde İsmail b. Muhammed adlı şahıs yer aldığı için bu rivayet zayıftır. Ama bu anlamda bir rivayet -mürsel olarak- el-Alim'den (a.s) aktarılmıştır. İki rivayet birmiş gibi görünüyor. Her hâlükârda rivayet, ahad (tek kanallı rivayet)dan ibarettir. Ayetin zahiri anlamı, "Sizden öncekilere yazıldığı gibi." ifadesinden maksat, "özellikle peygamberlerdir." yorumuyla örtüşmemektedir. Eğer de-nilen gibi olsaydı ayetin atmosferinin ön hazırlık yapma, uygun zemin oluşturma, teşvik etme nitelikli olması göz önünde bulundurulursa peygamberlerin isimlerinin açıkça zikredilmesi kinayeli ifadeden daha iyi ve daha etkileyici olurdu. Elbette Allah daha iyi bilir.
el-Kâfi'de, bir adamın İmam Cafer Sadık'tan (a.s) "Kur'ân ile Furkan aynı şey midir? Yoksa ayrı şeyler midir?" diye sorduğu ve İmam'-ın şu cevabı verdiği belirtilir: "Kur'ân kitabın tamamının adıdır. Furkan ise, yerine getirilmesi, uygulanması zorunlu olan hükmün adıdır."
el-Cevami'de yine onun (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Furkan, Kur'-ân'daki tüm muhkem ayetlere denir."
Tefsir'ul-Ayyâşî'de ve Tefsir'ul-Kummî'de İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şu açıklamaya yer verilir: "Furkan, Kur'ân'daki her muhkem ayete denir. Kitab ise, kendisinden önce gelmiş bütün peygamberleri doğrulayan Kur'ân'ın bütününe denir."
Ben derim ki: Furkan ve Kitap kelimelerinin lafzı, bu anlamı kabul eder mahiyettedir. Bize ulaşan bazı haberlerde "Ramazan, Allah'ın isimlerinden biridir. Bu yüzden "Ramazan geldi.", "Ramazan gitti" dememek gerekir. Bunun yerine "Ramazan ayı" tabirini kullanmak lazımdır." Bu hadis tektir ve konusunda gariptir. Bu söz, tefsir bilginlerinden olan Katade'den de nakledilmiştir.
Yüce Allah'ın isimlerine ilişkin rivayetlerde "Ramazan" adına rastlanmıyor. Ayrıca, "Ramazan" lafzının "ay" ile tamlamasız veya "Ra-mazanan" şeklinde tesniye olarak (iki Ramazan) zikredilişinin örneklerine, hem Resulullah efendimizin, hem de Ehlibeyt İmamları'nın sözlerinde çokça rastlanır. Bu lafzın bu şekilde yalın olarak yer almasını ra-vilerin marifetine bağlamak ve onların "ramazan ayı" yerine her yerde "Ramazan" kullandıklarını söylemek oldukça güçtür.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Sabbah b. Nebate'nin şöyle dediği rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'a (a.s) şöyle dedim: "İbn Ebî Ya'fur senden bazı hususları sormamı istedi." "Nedir bu hususlar?" dedi. Dedim ki: "Diyor ki, ben evimde olduğum hâlde ramazan ayı girerse yolculuğa çıkabilir miyim?" İmam dedi ki: "Yüce Allah, 'Sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun." buyuruyor. Dolayısıyla ramazan ayı girdiğinde ailesinin yanında bulunan bir kimse, hac, umre veya zayi olmasından korktuğu bir mal için olması dışında yolculuğa çıkmamalıdır."
Ben derim ki: İmam'ın (a.s) bu değerlendirmesi, ifadenin mutlaklığından (genel oluşundan) hareketle müstehap bir hüküm çıkarmanın dakik bir örneğidir. Yani ramazan ayında istisna edilen yerler dışında, yolculuğa çıkmamak müstehaptır.
el-Kâfi'de İmam Zeynelabidin'in (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yolculuk ve hastalık zamanlarındaki oruca gelince, Ehlisünnet bu hususta ihtilaf etmiştir. Bazıları, 'bu durumda olan bir kimse oruç tutmalıdır.' derken, bazıları da 'tutmaması gerekir.' demişlerdir. Bazısı ise; 'Dilerse tutar, dilerse tutmaz.' şeklinde görüş belirtmiştir. Bizim görüşümüz ise şöyledir: Her iki durumda da iftar etmek zorundadır. Eğer bir kimse yolculuk esnasında veya hastalık durumunda oruç tutarsa, onun bu oruçları kaza etmesi zorunludur. Çünkü yüce Allah, 'Sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun.' buyurmuştur."
Bu açıklamayı Tefsir'ul-Ayyâşî'nin yazarı da rivayet etmiştir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de "Sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun." ayeti ile ilgili olarak İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Akledenler için ne kadar açık bir ifade! Kim ramazan ayına şahit olursa oruç tutsun, kim de bu ayda yolculuğa çıkarsa orucunu açsın."
Ben derim ki: Hasta ve yolcunun iftar etmesi gerektiğine ilişkin olarak Ehlibeyt İmamları'ndan birçok açıklama rivayet edilmiştir. Bu, onların mezhebidir. Ayetin buna yönelik delaletine de dikkat çekmiştik.
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'in şöyle dediği rivayet edilir: İmam Muhammed Bakır'a (a.s) "Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye vardır." ifadesi ile kimlerin kastedildiğini sordum. Dedi ki: "Burada hasta ve oruç tutmaya güç yetiremeyen yaşlılar kastedilmiştir."
Yine aynı eserde, İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) aynı ayetle ilgili olarak şu görüşü belirttiğine yer verilir: "Burada kastedilenler, yaşlıları ve utaş (suya doymama) hastalığına yakalananlardır."
Aynı eserde İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şu açıklamaya yer verilir: "Çocuğundan endişelenen kadın ve yaşlılar kastedilmiştir."
Ben derim ki: Ehlibeyt İmamları'ndan (a.s) bu konuya ilişkin olarak, aynı çizgide birçok açıklama ve değerlendirme rivayet edilmiştir. Ebu Basir rivayetinde, sözü edilen hasta, Ramazan ayında hastalanan kimse değildir. Burada senenin her günü hasta olduğu için başka günlerde oruç tutma imkânı bulamayan kimseler kastedilmiştir. Çünkü: "Sizden kim hasta olursa" ifadesinin, sözünü ettiğimiz bu tür kimseleri kapsamadığı gayet açıktır. Rivayetlerden birinde geçen "utaş" susuzluk hastalığıdır. Yani, suya doymama illeti demektir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Said'in İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şu sözleri rivayet ettiği anlatılır: "Fıtır Bayramı'nda (Ramazan Bayramı) tekbir getirilir." Dedim ki: "Sadece kurban bayramında tekbir getirilir." Dedi ki: "Fıtır Bayramı'nda da getirilir. Ancak bu bayramdaki tekbir getirme, akşam, yatsı, sabah, öğle, ikindi ve iki rekât bayram namazının sünnetidir."
el-Kâfi'de, Said Nakkkaş'ın şöyle dediği rivayet edilir: İmam Cafer Sadık (a.s) bana dedi ki: "Fıtır Bayramı gecesinde tekbir getirilir, ama bu sünnettir." Dedim ki: "Ne zaman tekbir getirilir?" Dedi ki: "Bayram gecesi akşam, yatsı, sabah ve bayram namazında tekbir getirilir ve burada son verilir." "Peki nasıl tekbir getirmeliyim?" diye sordum. Şöyle buyurdu: "Allah-u Ekber [Allah en büyüktür] Allahu Ekber, La ilâhe illallah [Allah'tan başka ilâh yoktur] Vallahu Ekber, Allah-u Ekber ala ma hedana. [Bizi doğru yola iletmesine karşılık olarak tekbir getiriyorum.] Bu, 'Sayıyı (yani namazı) tamamlamanız ve sizi doğru yola iletmesine karşılık olarak Allah'ı büyük tanımanız (tekbir) içindir.' ayetinin içeriğidir. [Yani "sayıyı tamamlamanız için" ayetinden maksat, namazı tamamlamanızdır.) Tekbir ise şöyle getirilir: Allah-u Ekber, La ilâhe illallah vallahu Ekber. Ve lillah'il-hamd. ["Allah en büyüktür. Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve hamd Allah'a özgüdür."] Tekbire ilişkin bir diğer rivayette, bu sözün dört kez tekrarlandığı belirtilir.
Ben derim ki: Bir rivayette öğlen ve ikindi namazlarında tekbir getirileceği vurgulanırken, birinde bunlardan söz edilmemesi, müstehaplığın derecelerine ilişkin bir ayrıntıya dönük olabilir. İmam'ın (a.s) "Yani namazı" sözü ile de şu anlam kastedilmiş olabilir. "Orucun sayılarını bayram namazı ile tamamlamanız ve sizi doğru yola iletmesine karşılık namazlarda Allah'ı büyük tanımanız (tekbir getirmeniz) için." Bu yorum, bizim yukarıda "Bu, sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir." ayeti ile yaptığımız değerlendirme ile çelişmemektedir. Çünkü burada vacipliği öngören bir noktada, müstehap nitelikli bir hüküm çıkarma söz konusudur. Tıpkı, "Sizden kim bu aya şahit olursa onu tutsun." ifadesinden, bu ayın ilk gecesine şahit olan bir kimsenin yolculuğa çıkmasının mekruhluğuna ilişkin bir hükmün çıkarılmış olması gibi. Son rivayette, yer alan iki tekbirin son cümlelerinin farklı oluşu bazıları tarafından "Sizi hidayet etmesine karşılık Allah'ı ululamanız için" ifadesiyle ilgili olarak, söz konusu edilen; "tekbir" "ala" harf-i cerri ile birlikte kullanıldığından hamd manasını içermektedir." şeklindeki değerlendirmeyi desteklemektedir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İbn Ebu Umeyr'in İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şu sözleri rivayet ettiği belirtilir: İmam'a dedim ki: "Sana feda olayım, aramızda: Resulullah'ın ramazan orucunu yirmi dokuz gün tutmasına dair hadisler, otuz gün tutmasına dair hadislerden daha fazladır. Bu doğru mudur?" Buyurdu ki: "Yüce Allah böyle bir söz halk etmemiş ve Resulullah da devamlı ramazan orucunu otuz gün olarak tutmuştur. Çünkü yüce Allah, 'Sayıyı tamamlamanız için' buyuruyor. Buna rağmen Resulullah (s.a.a) sayıyı eksik mi tutuyordu."
Ben derim ki: Rivayetin orijinalindeki "Fe-kane Resulullah yenkusuhu (=Resulullah sayıyı eksik mi tutuyordu?)" ifadesi, istifham-ı istinkarî (bir şeyi reddetmeye yönelik soru) niteliğindedir. Rivayet, daha önce söylediğimiz "Buradaki tamamlamadan maksat, ramazan ayını tamamlamadır." sözünü de desteklemektedir.
Mehasin'ul-Berkî adlı eserde, bizim mezhebimize mensup bazılarından merfu olarak, "Sizi doğru yola ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız için." ayeti ile ilgili bir hadis nakledilmiştir. Hadiste şöyle dedikleri vurgulanır: "Tekbir; tazim etme, büyük tanıma demektir. Hidayet ise, velâyettir."
Ben derim ki: Hidayetin velâyet olarak nitelendirilmesi, bir tür uyarlama ve genel bir ifadenin bir mısdakını açıklamadır. Bir tür tevil olması da mümkündür. Nitekim bazı rivayetlerde "yusr (=kolaylık)" veyalet "usr (=zorluk)" da Allah'a karşı gelme ve Allah düşmanlarının velâyeti şeklinde yorumlanmıştır.
el-Kâfi'de, Hafs b.Gıyas kanalıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: İmam'a "Ramazan ayı... Kur'ân onda indirilmiştir." ayetini sordum ve dedim ki: "Bizim bildiğimiz, Kur'ân'ın yirmi sene içinde indiğidir." İmam Cafer Sadık dedi ki: "Kur'ân-ı Kerim bütün olarak, ramazan ayında Beyt'ül-Mamur'a indirilmiştir. Sonra (bölüm bölüm) yirmi yıl içinde indirilmiştir." Daha sonra İmam, Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu söyledi: "İbrahim sahifeleri (suhuf) ramazan ayının ilk gecesinde, Tevrat altıncı gecesinde, Zebur on sekizinci gecesinde ve Kur'ân-ı Kerim de ramazan ayının yirmi üçüncü gecesinde inmiştir."
Ben derim ki: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) Resulullah'tan (s.a.a) rivayet ettiği kısmı, Suyutî de ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, değişik kanallardan Vasile b. el-Eska aracılığı ile Resulullah'a (s.a.a) dayandırmıştır.
el-Kâfi ve Men La Yahzuruh'ul-Fakih adlı eserlerde Yakub'un şöy-le dediği belirtilir: "Bir adamın İmam Cafer Sadık'a Kadir gecesini sorduğunu duydum. Adam diyordu ki: Bana Kadir gecesini anlat, var mıydı böyle bir gece? Veyahut her sene tekrarlanıyor mu?" İmam Cafer Sadık dedi ki: "Eğer Kadir gecesini ortadan kaldırırsan bütün Kur'-ân'ı kaldırmış olursun."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Ramazan ayı, mübarek gece ve Kadir gecesi... Kuşku yok ki, Kadir gecesi mübarek gecenin kendisidir. Ve bu gece ramazan ayındadır. O gece Kur'ân-ı Kerim bütün olarak 'Zikir'den, Beyt'ül-Mamur'a indirilmiştir. Kur'ân'ın indiği bu yer dünya göğündeki yıldız yerleridir. Bundan sonra, emir ve yasaklarla ve savaşlarla ilgili olarak parça parça Hz. Muhammed'e (s.a.a) indirilmiştir."
Ben derim ki: Aynı anlama gelen sözler, İbn Abbas'tan başka, örneğin Said b. Cübeyr'den de rivayet edilmiştir. İbn Abbas'ın sözlerinden, bu değerlendirmeyi bazı Kur'ân ayetlerinden edindiği anlaşılıyor. Bu ayetleri şöylece sıralayabiliriz: "Ve hikmetli zikir'den" (Âl-i İmrân, 58) "Andolsun satır satır dizili kitaba, yayılmış ince deri üzerine; mamur eve (Beyt'ül-Mamur) yükseltilmiş tavana." (Tûr, 2-5) "Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir. Elbette bu, bir Kur'ân-ı Kerim'dir. Saklanmış-korunmuş bir kitaptadır. Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz." (Vâkıa, 75-79) "Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip donattık ve bir koruma altına aldık." (Fussilet, 12)
Bu değerlendirmesinin doğru olduğu, ayetlerin açık desteği ile de pekişmektedir. Ancak, birinci gökteki yıldızların yerlerine ve Kur'ân'ın oradaki mekânına ilişkin sözlerinin dayanağı o kadar belirgin değildir. Vakıa Suresi'ndeki ayetlerin buna yönelik işaretleri net değildir. Ehlibeyt kanallarından gelen rivayetlerde "Beyt'ül-Mamur"un gökte olduğu vurgulanır. Yeri gelince inşaallah bu konuya daha detaylı olarak değineceğiz. Ancak şunun bilinmesinde bir zorunluluk vardır ki: Tıpkı Kur'ân ayetleri gibi, hadislerin de muhkem ve müteşabihleri vardır. İşaretlere ve sembollere dayanan ifadeler oldukça yaygındır. Özellikle, Levh-i Mahfuz, Kalem, hicaplar, sema, Beyt'ül-Ma'mur, Bahr'ül-Mes-cur gibi gerçeklere ilişkin ifadeler, bütünüyle sembol niteliklidirler. Bu yüzden bu konuları inceleyen bir araştırmacının karineleri, ipuçlarını iyi değerlendirmesi gerekir.
186- Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar
AYETİN AÇIKLAMASI
186-Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki ben pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm.
İçerdiği anlamı en güzel bir şekilde, en ince ve dakik bir üslupla dile getiren çarpıcı bir ifadedir. Bu ifadede, tekil şahıs kullanımı esas alınmıştır; gayp sıygasına ve çoğul zamirlere başvurulmamıştır. Bu, meseleye ne kadar önem verildiğini gösterir. Sonra, "insanlar" vb. yerine "Kullarım" şeklinde bir ifadenin kullanılmış olması, meseleye gösterilen özenin fazlalığının bir göstergesidir. Ve yine "Onlara de ki: Ben yakınım." şeklinde bir ifade kullanılmayıp, aradaki aracı kaldırılarak doğrudan "Ben yakınım" denilmesi, tekit edatı olarak "inne (=mu-hakkak ki)" harfinin kullanılması, yakınlığın sürekliliğine delalet etsin diye fiil (yakın olurum) yerine, sıfat (yakınım) tercih edilmesi, ayrıca duaya cevap verme olgusunun sürekliliğine işaret etmesi için muzari fiilinin kullanılmış olması, sonra "Dua edenin duasına cevap veririm." sözünün "Bana dua ettiği zaman" sözü ile kayıtlandırılması -ki, bu kayıt, "dua edenin duasına" belirginlik kazandırmaktan başka bir şey katmıyor. Ve tıpkı, "Bana dua edin, size icabet edeyim." (Mü'min, 60) ayetinde olduğu gibi, dua edenin duasının kayıtsız ve şartsız olarak kabul edileceğini gösteriyor...- evet yukarıda değindiğimiz bu yedi ayrıntı, duanın kabulüne verilen önemi, dua olgusuna gösterilen özeni yansıtmaktadır. Ayrıca ayet-i kerimede -onca kısalığına rağmen- birinci tekil şahıs (mütekellim) zamiri yedi kez tekrarlanmıştır. Bu ayet-i kerime, bu niteliğiyle Kur'ân-ı Kerim'de tektir.
"ed-Dua" ve "ed-dave" (çağırma ve dua etme) mastarları, çağrıla-nın nazarını çağırana yöneltme anlamını ifade eder. "es-Sual" (=isteme) ise, istenenden bir yarar veya fazla hayır sağlamak demektir. Böylece istenenin nazarının isteyene yöneltilmesinin ardından isteyenin ihtiyacı giderilmiş olur. Dolayısıyla isteme, duanın amacı ve hedefi konumundadır. Bu anlam, istek söz konusu olan her yer ve her ortam için geçerlidir. Cehaleti giderip bilgi sahibi olmak için sorma, hesap anlamında soru ve fazla bir yarar elde etme vb. amaçlı soru gibi.
Daha önce de değindiğimiz gibi, kulluk birinin mülkü olma durumuna denir. Ama bu, her mülkiyet için geçerli bir tanım değildir. Sadece insanın mülk oluşunu ifade eder. (Öyleyse hayvana, sahibinin kuludur denilmez) Şu hâlde kul, insan ya da akıl ve bilinç sahibi her canlı için kullanılan bir tanımdır. Böylece bu kavram Allah'a nispet verildiğinde yüce Allah'a yönelik mülkiyet nitelikli mensubiyeti ifade eder.
Yüce Allah'ın mülkü, başkalarının mülkünden çok farklıdır. Bu, iddia ile hakikatin, gerçek ile mecazın farklılığı gibidir. Çünkü yüce Allah kulları üzerinde sınırsız ve kuşatıcı bir malikliğe sahiptir. Kullar ne kendi kişilikleri ne de kendi kişiliklerine tâbi nitelikler ve fiiller, ne kendilerine nispet edilen eşler, evlâtlar, mallar ve makamlar bakımından bu kuşatıcı malikliğin kapsamının dışına çıkamazlar. Dolayısıyla kulların herhangi bir şekilde kendilerine izafe edilen ve malik oldukları kabul edilen her çeşit, örneğin hakiki ve tabii mülkü sayılan "kendisi, bedeni, kulağı, gözü, fiili ve eseri" gibi ve göreceli ve itibarî mülkü denilen "eşi, malı, makamı ve hakkı" gibi bütün her şeye ancak Allah'ın izni ile sahip olmuşlardır. İlâhî izin onlarla sahip oldukları şeyler arasındaki nispetin kalıcılığını onayladıkça bu var olabilir. Şu hâlde onları malik kılan ilâhî izindir. Kişiliklerini ve cisimlerini kendilerine izafe eden ulu Allah'tır. Eğer O, dilemeseydi, bütün bunlar baştan itibaren olmazlardı. Kulları kulak, göz ve kalp sahibi yapan O'dur. Her şeyi yaratan ve her şeyi bir ölçü dahilinde tasarlayan O'dur.
Yüce Allah kişi ile nefsi arasına girer. Kişiye nefsinden daha yakındır. Ona, çocuk, eş, arkadaş, mal, mevki ve hak gibi yakını olarak bildiği şeylerden daha yakındır. O, yarattığı varlıklara, akla gelebilecek her şeyden daha yakındır. Kısacası O, mutlak olarak yakındır, yakınlığına bir sınır konulamaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Biz ona sizden daha yakınız; ancak siz görmezsiniz." (Vâkıa, 85) "Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf, 16) "Allah, kişi ile kalbi arasına girer." (Enfâl, 24) Kalp'ten maksat, kişinin olup bitenleri, eşya ve olayları algılayan nefsidir.
Kısacası yüce Allah'ın kulları üzerindeki sahipliğinin gerçek bir sahiplik ve insanların da O'nun kulları olmaları, yüce Allah'ın kendilerine mutlak olarak ve bir karşılaştırma yapılacak olursa her şeyden daha yakın olmasını gerektirir. Hiç bir etken ve engel söz konusu olmaksızın dilediği gibi tasarruf etmeyi gerektiren bu mutlak sahiplik; yüce Allah'ın kullarından herhangi birinin duasına cevap verebilir, bağış ve tasarrufta bulunmak suretiyle arz ettiği ihtiyacını giderebilir olmasını gerektirir. Çünkü mülk geneldir, kapsayıcıdır. İlâhî egemenlik, otorite ve kuşatıcılık tüm takdirlere damgasını vurmuştur. Bir has durumla sınırlandırma söz konusu değildir. Yahudilerin iddiasının tam tersine. Çünkü onlara göre; yüce Allah varlıkları yaratmış, kaderleri belirlemiş, böylece misyonunu tamamlamıştır.
Artık kendisinin bir sebep sonuç zorunluluğu hâlinde yerleştirdiği kaza ve öntasarımın yürürlüğe girmesi ile, yeni tasarruf dizgini O'nun elinden çıkmıştır. Artık nesih (bir hükmü kaldırma, bir hükmü yürürlüğe koyma) ve bedâ söz konusu değildir. Dualara icabet etmez. Çünkü iş O'nun elinden çıkmıştır. Ve yine bu ümmetten bir grubun görüşünün tam aksine. Onlara göre; kulların fiillerini Allah yaratmaz. Bu son görüşü dile getiren kaderiye grubunu, Resulullah efendimiz, hem Şia, hem Ehlisünnet kanallarınca rivayet edilen bir hadiste "Bu ümmetin Mecusileri" olarak nitelemiştir. İşte bu iki görüş de doğru değildir.
Mülk mutlak olarak Allah'ındır. Hiç kimse, O'nun sahip kılması dışında bir şeye sahip olamaz. O dilediği şeyi birinin mülkü kılar. Bir şeyin meydana gelmesine izin verirse, meydana gelir. Dilemediği, sahip kılmadığı ve izin vermediği şey, hiç bir şekilde meydana gelmez. Bu uğurda ne kadar çaba sarf edilirse edilsin. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçlarsınız; Allah ise zengindir." (Fâtır, 15)
Böylece anlaşılıyor ki: "Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm." ifadesi, duaları kabul etmeye ilişkin bir hükmü içerdiği gibi, bu hükmün gerekçelerini de içermektedir. Buna göre, dua edenlerin Allah-u Teâla'nın kulları olmaları, Allah'ın onlara yakın olmasını gerektirir. Yakın olması da mutlak olarak dualarını kabul etmesini gerektirir. Kabulün mutlaklığı ve kayıtsız oluşu ise, duanın mutlaklığını ve sınırsız oluşunu gerektiren bir olgudur. Şu hâlde O'na yöneltilen her duayı, O kabul eder.
Ancak bu konuda, bir hususa dikkat edilmelidir. O da şu ki: Yüce Allah "Dua edenin duasına cevap veririm." sözünü "Bana dua ettiği zaman" sözü ile kayıtlandırmıştır. Bu kayıt, mukayyet olan şeyin özüne bir katkıda bulunmuyor. Sadece gerçek olma şartını getiriyor. Mecaz olarak dua denilmesinin ve sadece duanın şekline benzer olmasının yetersizliğini öngörüyor. Çünkü birine "Sana öğüt verdiği zaman öğüt verenin sözüne kulak ver" veya "Alim olduğu zaman alime saygı göster." dediğimiz zaman, bu sözümüz işaret edilen kişinin gerçekten o sıfata sahip olması gerektiğini ifade eder. Buna göre, öğüt veren kişi sözleri ile öğüt vermeyi amaçladığı zaman, onun sözlerine kulak vermek gerekir. Alim de gerçekten ilim sahibi ise bildikleri ile amel ediyorsa, ona saygı göstermek bir zorunluluktur.
Şu hâlde "Bana dua ettiği zaman" ifadesi, icabete ilişkin mutlak vaadin ancak dua edenin gerçekten dua etmesi, fıtrî bilgi ve içgüdüsel aşinalık aracılığı ile istemesi ve dilin kalple birlikteliği ve uyum içerisinde olmasıyla gerçekleşeceğine delalet etmektedir. Çünkü dua ve dileğin gerçekliğini kalbin taşıdığı niyet ve fıtratının ifade ettiği amaç temsil etmektedir. Bu, konuşma lisanı ile ifadesini bulandan apayrı bir şeydir. Konuşma lisanını nasıl istersen öyle çevirirsin: Yalan söyletirsin, doğru söyletirsin, gerçek söyletirsin, ciddi söyletirsin, mecaz söyletirsin, şaka söyletirsin. Bütün bunlar senin elindedir ve içindeki gerçek niyetini ifade etmeyebilirler.
Bu yüzden, yüce Allah'ın konuşma dilinin bir etkinliğinin söz konusu olmadığı alana ilişkin temenniyi "isteme" olarak nitelemiş olduğunu görüyoruz: "Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür." (İbrahim, 34) Buna göre insanlar sayıp bitiremedikleri nimetleri isteme durumundadırlar. Şu hâlde bu isteme "dil" dediğimiz organ aracılığı ile gerçekleşmemiştir. Tam tersine bu, muhtaçlık lisanını fıtraten ve varoluşsal olarak hak et-menin ifade ettiği bir istektir. Nitekim ulu Allah bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Gökte ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir." (Rahmân, 29) Bu ayetin konumuza kanıt oluşturması son derece açık ve belirgindir.
Şu hâlde, insanın öz yaratılışının (fıtrat) lisanıyla yüce Allah'tan istediği bir şey, kesinlikle karşılığını bulur. Öyleyse dua kabul görmüyorsa, karşılığını almıyorsa, onda iki şeyden birisi eksiktir demektir. Bunlar da "Bana dua ettiği zaman dua edenin duasını..." sözünde açıklanmıştır.
Eğer ortada kabul görmeyen bir dua varsa, bu durumda, ya gerçekten tam manasıyla dua gerçekleşmemiş ve dua eden kişinin bir tür karıştırması söz konusudur. Örneğin olmayan bir şeyi isteyen ve bunu da bilmeyen veyahut işin içyüzünün farkına varacak olursa, bunu kesinlikle istemeyecek olan insanlar gibi. Örneğin hastanın şifa bulmasını ister ama bunun ölünün dirilmesini istemek olduğunu bilmez. Ancak peygamberlerin dua ettiği gibi, onun da gücü yetseydi, ölünün dirilmesi için dua etseydi hasta yeniden hayat kazanırdı. Ancak insanın böyle bir ümidi yoktur. Yahut bir insan, içyüzünü öğrenmesi durumunda kesinlikle istemeyeceği bir şey ister ama bu isteği kabul edilmez.
Veyahut da istek tam manasıyla gerçekleşir ama istek tek başına Allah'a yöneltilmez. Örneğin herhangi bir insan, yüce Allah'tan ihtiyaç duyduğu bir şeyi ister. Ama kalbi normal sebeplere takılıdır. Veya bu meselesinde bazı mevhum güçlerin kendisine yeterli olabileceklerini yahut işinde etkinliklerinin söz konusu olacağını sanmaktadır. Dolayısıyla duayı sırf yüce Allah'a özgü kılmamakta ve gerçekten O'ndan istememektedir. Duaları kabul eden Allah, öyle bir Allah'tır ki işinde ve otoritesinde ortak kabul etmez. O, sebeplerin veya mevhum güçlerin ortaklığı ve desteği ile hareket etmez. Şu hâlde dua edip Allah'tan bir takım şeyler isteyen bu iki grup, dilleri duayı Allah'a özgü kılsa da, kalpleri duayı sırf Allah'a yöneltmiş değildir.
Ayet-i kerimenin ışığı altında dua hakkında yapılabilecek açıklamanın özeti bu idi. Bu açıklama ile dua konusunu ele alan diğer ayetlerin anlamları da böylece açıklığa kavuşmuş oluyor: "De ki: Sizin duanız olmasaydı, Rabbiniz size değer verir miydi?" (Furkan, 77) "De ki: Düşündünüz mü hiç; eğer size Allah'ın azabı gelirse ya da kıyamet saati gelip çatarsa, Allah'tan başkasını mı çağıracaksınız. Eğer doğru sözlü iseniz...Hayır, yalnızca O'nu çağırırsınız, dilerse kendisi çağırdığınız şeyi giderir ve şirk koşmakta olduklarınızı unutursunuz." (En'âm 40-41) "De ki: Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz gizliden gizliye O'na yalvararak dua etmektesiniz. Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz. "De ki: Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız." (En'âm, 63-64)
Bu ayetler, insanın içgüdüsel olarak dua ettiğini, fıtratın lisanı ile Rabbinden istediğini göstermektedir. Ancak insan refah ve konfor içinde bir hayat sürdürdüğü zaman nefsi, sebeplere takılır, onları Rabbine ortak koşar. Bu yüzden mesele onun açısından berraklığını ve anlaşılırlığını yitirir. Kafası karışır. Rabbine dua etmediğini, O'ndan bir şey istemediğini iddia eder. Oysa ki Rabbinden başkasından hiç bir şey istememektedir. Çünkü insan bir fıtrat, tasarlanmış ve rayına konulmuş bir öz yaratılış üzeredir. Allah'ın yaratma yasasında bir değişiklik olmaz. Şiddet baş gösterdiğinde ve sebepler birer birer etkinliklerini yitirdiklerinde ve Allah'ın ortağı oldukları, O'nun yanında şefaatçilik edecekleri iddia edilen düzmece ilâhlar ortadan kayboldukları zaman, insanoğlu, Allah'tan başka ihtiyacını giderecek, isteklerini karşılayacak bir merci olmadığını anlar, yeniden fıtrî tevhide döner ve bütün sebepleri unutur. Yüzünü yüce Rabbine taraf çevirir. O da kendisini abluka altına alan şiddeti, zorluğu bertaraf eder, ihtiyacını karşılar, huzura kavuşturur. Sonra insan huzura kavuşunca yeniden önceki şirk nitelikli hayat tarzına döner, Rabbini unutur.
Şu ayet-i kerime de açıklamamızı pekiştirir niteliktedir: "Rabbiniz dedi ki: Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenenler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir." (Mü'min, 60) Ayet-i kerime, insanları dua etmeye çağırıyor, duanın kabulünü de garantiliyor. Buna ek olarak da "dua"yı "ibadet" olarak niteliyor: "Bana ibadet etmekten..." yani, "Bana dua etmekten..." buyuruyor. Hatta, ibadet kavramının mutlak olarak "dua" anlamını ifade ettiğini ima ediyor. Çünkü, dua'dan kaçınılması durumunda, bunun sonucunun ateş olacağı şeklinde bir tehdit ifadesi yer alıyor ki, "ateş", "ibadet"i terk etmenin başlıca cezasıdır, ibadetin bazı kısımlarının değil. Şu hâlde ibadetin aslı duadır. Bu nükteyi iyice düşünün.
Bu açıklamaların ışığında, konuya ilişkin başka ayetlerin de anlamı belirginleşiyor: "Öyleyse, dini yalnızca O'na özgü kılanlar olarak Allah'a dua edin." (Mü'min, 14) "O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır." (A'râf, 56) "Umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi." (Enbiyâ, 90) "Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz o haddi aşanları sevmez." (Enbiyâ, 55) "Hani o, rabbine gizlice seslendiği zaman; demişti ki: Rabbim, şüphesiz benim kemiklerim gevşedi ve baş yaşlılık aleviyle tutuştu; ben Sana dua etmekle mutsuz olmadım…" (Meryem, 3-4) "O, iman edip salih amellerde bulunanlara icabet eder ve onlara kendi fazlından artırır." (Şûrâ, 26) gibi, birçok ayeti buna örnek gösterebiliriz, ki bu ayetler, dua ibadetinin prensiplerini, dua edecek kişinin nasıl bir tavır takınacağını dile getirmektedirler. Bu prensip ve tavırların temeli, ihlastır. İhlas dua ederken sadece Allah'ın hoşnutluğunu gözetmektir. Buna kalp lisan örtüşmesi denir. Allah'tan başka her türlü sebeple bağlantıyı kesmek ve sadece O'na bağlanmaktır. Bunun kapsamına da korku, umut, istek, ürperti duyma, saygı, yalvarış, ısrar, zikir, salih amel, iman ve Allah'ın huzurunda bulunma edebî gibi rivayetlerin ifade ettiği unsurlar girer.
Öyleyse onlar da benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler.
Bu ifade, önceki cümlenin iltizamî olarak ifade ettiği anlamın bir ayrıntısı konumundadır. Buna göre: Yüce Allah kullarına yakındır. O'nunla kullarının duası arasına hiç bir engel giremez. O, kullarına özen gösterir, isteklerine önem verir. Ve O şimdi kullarını kendisine dua etmeye davet ediyor. Durum böyle olunca, kulların O'nun bu davetine icabet etmeleri, O'na yönelmeleri, bu niteliğiyle O'na iman etmeleri, O'nun kendilerine yakın olduğunu, dualarını kabul ettiğini kesin olarak bilmeleri gerekir. Umulur ki, böylece, içtenlikle O'na yönelip dua ederler.
HADİSLERDE DUAYLA İLGİLİ AÇIKLAMA
Şia ve Ehlisünnet kaynaklarında, Resulullah efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Dua müminin silahıdır."
Uddet'ud-Daî adlı eserde yer alan bir kutsî hadiste yüce Allah şöyle buyurur: "Ey Musa, ihtiyaç duyduğun her şeyi Benden iste; koyunlarının yiyeceğini ve hamurunun tuzunu bile."
Mekarim'ul-Ahlâk kitabında Peygamber efendimizin şöyle buyurduğu nakledilir: "Dua Kur'ân okumaktan daha faziletlidir. Çünkü yüce Allah, 'De ki sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?' buyuruyor." Bu söz İmam Muhammed Bakır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir.
Uddet'ud-Daî adlı eserde, Muhammed b. Aclan, Muhammed b. Ubey-dullah b. Ali b. Hüseyn'den, o da amca çocuğu Sadık'tan, o da atalarından Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder. Yüce Allah peygamberlerinden birine şöyle vahyetmiştir: İzzetim ve celalim hakkı için, benden başkasından uman her ümit sahibinin ümidini kesinlikle ümitsizlikle sonuçlandıracağım, ona insanlar içinde zillet elbisesini giydireceğim, onu kurtarışımdan ve fazlımdan uzaklaştıracağım. Benim kulum, zorluk zamanlarında Benden başkasına mı umut bağlar? Halbuki zorluklar Benim elimdedir. Benden başkasından mı umar? Oysa cömert, zengin Benim. Kilitli kapıların anahtarları Benim elimdedir. Benim kapım Bana dua eden herkese açıktır." (Hadisin devamı var.)
Uddet'ud-Daî adlı eserin bir yerinde, Resulullah efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: Yüce Allah buyurdu ki: Bir başka yaratılmışın himayesine sığınan hiçbir canlı yoktur ki, gökte ve yerde bulunan sebeplerle onun ilgisini koparmış olmayayım. Benden istese, ona vermem, Bana dua etse duasını kabul etmem. Yaratılmışları bir yana bırakarak Benim himayeme giren hiç bir canlı yoktur ki, gökleri ve yeri onun rızkına uhdedar etmiş olmayayım. Bana dua ettiği zaman duasını kabul ederim, Benden istediği zaman ona veririm, Benden bağışlama dilediği zaman onu bağışlarım."
Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz iki hadis, duada ihlası, içtenliği öngörmektedirler, varlık bütününde işlenen varoluşsal sebeplerin işlevini geçersiz kılmayı değil. Bu sebepleri yüce Allah varlıklar ile onların varoluşsal ihtiyaçları arasında birer aracı kılmıştır. Yani, bunlar başıboş, yüce Allah'tan bağımsız hareket eden şeyler değildir. İnsanın buna yönelik gizli bir bilinci vardır. İnsan öz yaratılışı gereği ihtiyaçlarının bir sebebe bağlı olduğunu bilir. Bu sebep öyle bir sebeptir ki eseri ve sonucu hiçbir zaman ondan ayrılmaz. Yine öz yaratılışsal bir bilinç olarak bilir ki, ihtiyaçlarını gidermek amacı ile yöneldiği tüm zahiri sebeplerin göründüğünün aksine sonuç vermeleri mümkündür. Öyleyse insan fıtraten bilir ki, her işin kaynağı olan ilk kaynak, her ihtiyacın dayandığı ilk dayanak, ihtiyaçlarının gerçekleşmesi ve varolması için ihtiyaç duyduğu ilk merci, bu görünen sebeplerin dışında bir varlıktır. Bundan dolayı, bir insan, söz konusu sebeplerden birine bütün benliğiyle yönelmemelidir, gerçek sebeple ilgisini koparıp, görünen sebebe sarılmamalıdır.
İnsanoğlu bu gerçeği en küçük bir uyarıda fark eder, bamteline dokunan küçücük bir fiskede bu fıtrî gerçekle yüz yüze gelir. Bir dilekte bulunduğu, bir ihtiyacının giderilmesini istediği zaman, bu isteği gerçekleşirse, bu insanın Rabbinden istediğini ve içsel bilinç olarak fark ettiği ihtiyacının zahiri sebepler kanalıyla Rabbine ulaştığını ve ihtiyacını giderdiğini ortaya çıkarır. Ama bir ihtiyacının giderilmesini herhangi bir sebepten talep ederse, bu fıtratından kaynaklanan içsel bilincin sonucu olmayacaktır. Olsa olsa hayalinin kendisine tasavvur ettirdiği bir durumdur. Kuşku yok ki, hayali de zorlayan bir illetin varlığı söz konusudur. Ancak sebep, insanın içsel bir bilinç olarak böyle bir ihtiyacının olduğunu hissetmesi değildir. İşte burası, içle dışın farklılaştığı alanlardan biridir.
Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz: İnsan çoğu zaman bir şeyi sever, ona önem verir. Ama bu isteğine kavuştuğu, sevdiği ve önem verdiği şeyle karşılaştığı zaman onu zararlı bulur. Daha önemli ve daha sevimli gördüğü bir başka şeyle kıyasladığında böyle bir sonuçla karşılaşır. Böylece ilk tercihini bırakır, ikincisine sarılır. Bazen de bir şeyden kaçındığı olur. Fakat kaçtığı şeyle karşılaştığı zaman onu, sakındığından daha yararlı ve daha iyi bulabilir. Böyle olunca da ilk tutumundan vazgeçerek ikincisini benimser. Örneğin hasta bir çocuğa acı ilaç içirilmek istendiği zaman ilacı içmekten kaçınır, ağlamaya başlar. Oysa sağlığına kavuşmayı istemektedir. Hasta çocuk öz yaratılışından kaynaklanan içsel bilinçle sağlığına kavuşmayı, dolayısıyla ilaç içmeyi istemektedir. Ağzıyla veya fiiliyle bunun aksini istediğini ifade etse de. Çünkü insan hayatı için fıtrî anlayış ve içsel bilinç açısından işleyen bir düzen vardır. Bunun yanında bir de düşünme yeteneği açısından işleyen bir düzen vardır. Fıtrî düzende hata olmaz, işleyişinde karışıklık yaşanmaz. Düşünsel düzende ise yanılma ve yanlışlık çok olur. Bu yüzden bir insan düşünsel biçimini göz önünde bulundurarak bir şey ister, ama aslında istediğinin tam karşıtı bir şey istemektedir. Dolayısıyla hadisler bu hususu baz alarak değerlendirilmelidir. Bu gerçek, ileride ele alacağımız Hz. Ali'nin (a.s) şu sözünde iyice belirgindir: "Bağış niyetlere göre verilir."
Uddet'ud-Daî adlı eserde Resulullah efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Kabul edileceğine kesin olarak inanmış hâlde Allah'a dua edin."
Bir kutsî hadiste yüce Allah şöyle buyurur: "Ben kulumun Bana ilişkin zannının yanındayım. Şu hâlde benimle ilgili olarak hayırdan başka bir zanda bulunmasın."
Ben derim ki: Yukarıda da bir parça değindiğimiz gibi, ümitsizlik ya da tereddütle karışık dua, gerçek anlamda bir isteğin söz konusu olmadığını gösterir. Olmayanı istemekle ilişkin duanın men edildiği ile ilgili rivayetler vardır.
Uddet'ud-Daî'de Peygamber efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: İhtiyaçlarınız için Allah'tan yardım isteyin. Başınıza gelen musibetlerde Allah'a sığının, O'na yalvarın, yakararak dua edin. Çünkü dua ibadetin özüdür. Allah'a dua eden hiç bir mümin yoktur ki, duası kabul edilmemiş olsun. Ancak Allah dilerse bu kabulü dünyada gerçekleştirir, dilerse ahirete erteler. Ya da dua ettiği ölçüde günahlarını siler. Elbette bunların hepsi, Allah'tan günahı talepte bulunmadığı takdirdedir.
Nehc'ül-Belâğa'da Hz. Ali (a.s), oğlu Hüseyin'e (a.s) vasiyet ederken şöyle der: "Sonra senin eline hazinelerin anahtarını vermiştir. Ki sana kendisinden isteme iznini vermiştir. Dolayısıyla istediğin zaman dua aracılığı ile O'nun nimetlerinin kapılarını açarsın, rahmetinin üzerine sağanak yağmasını sağlarsın. Duana ilişkin cevabının gecikmesi, olmaya ki seni ümitsizliğe düşürsün. Çünkü bağış niyetlere göre verilir. Bazen, dilekte bulunan kişinin daha çok ecir kazanmasına ve temenni sahibi için daha hayırlı bir sonuca sebep olduğu için duanın kabulü geciktirilebilir. Bazen bir şey istersin, ama o şey sana verilmez. Ondan daha hayırlısı er veya geç sana bahşedilir. Ya da istediğin şey sana verilmez, çünkü bir belanın uzaklaştırılması ve sana daha hayırlı olan şeyin verilmesi istenilmektedir. Çoğu zaman istediğin şey, eğer yerine getirilirse bu, senin dinini mahvedebilir. Bu yüzden istekte bulunduğun zaman, güzelliği senin açından kalıcı olanları, sorumluluğu, vebali kalmayan şeyleri talep et. Mala gelince, ne o sana kalır, ne de sen ona kalırsın."
Ben derim ki: Hz. Ali (a.s) "Çünkü bağış niyetlere göre verilir." sözü ile şunu vurgulamak istemiştir: Duanın kabulü, duanın mahiyetine uygun olur. Kul Rabbinden bir istekte bulunduğu zaman, vicdanının derinliklerine sinmiş niyet ve kalbinin kapsadığı düşünce neye yönelikse o kendisine verilir. Sözü ile dışarıya yansıttığı, diliyle telaffuz ettiği şey değil. Çünkü lafız, zaman olur, mana ile bütünüyle örtüşmeyebilir. Nitekim daha önce bu hususa değinmiştik. Kuşku yok ki, Hz. Ali'nin (a.s) bu sözü, dua ile icabet ilişkisini açıklayan en güzel ve en doyurucu bir ifadedir.
Bu açıklamasıyla Hz. Ali (a.s) dış görünüş itibariyle dua ile ibadetin birlikteliğinin gerçekleşmediği yerlerden bir kaçını aydınlığa kavuşturmuştur: Kabulün gecikmesi. Dünya için istenen şeyin, yine dünya için daha hayırlı olan bir şeyle değiştirilmesi. Ya da ahiret açısından daha hayırlı olan bir şeyle değiştirilmesi. Yahut dilekte bulunan kişinin durumuna daha uygun olan bir şeye dönüştürülmesi gibi... Çünkü dilekte bulunan kişi kimi zaman kendisini sevindirecek ve yararlı olacak bir nimet ister. Oysa bu isteği derhal yerine getirilecek olursa hiç de yararlı olmayacaktır. Buna rağmen duasının kabulü geciktirilir. Bu demektir ki, dilekte bulunan kişi kendisine yarar sağlayacak bir nimeti, aslında gecikmeli olarak eline geçmek üzere istemiştir. Aynı şekilde dinine büyük önem veren bir mümin, eğer bilmeden ve ahiret mutluluğu elde edeceğini sanarak dinle ilgili bir istekte bulunursa, o gerçekte dünya mutluluğu yerine ahiret mutluluğunu istediği için duası ahiretle ilgili olarak kabul edilir, dünya ile ilgili olarak değil.
Uddet'ud-Daî adlı eserde, İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Bir kul yüce Allah'a el açtığı zaman, yüce Allah o eli boş çevirmekten haya eder. Bu yüzden kendisine açılan eli fazlından ve rahmetinden dilediği kadar doldurur. İçinizden biri dua ettiği zaman elleri ile başını ve yüzünü meshetmedikçe -bir başka rivayette yüzünü ve göğsünü meshetmedikçe- onları indirmesin."
Ben derim ki: ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Selman, Cabir, Abdullah b. Ömer, Enes b. Malik ve İbn Ebu Muğis kanalıyla aktarılan sekiz adet rivayette Resulullah efendimizin (s.a.a) dua ederken ellerini göğe kaldırmakla ilgili sözleri belirtilir. Dolayısıyla, bazı grupların, dua esnasında elleri göğe doğru kaldırmanın tecessüm (Allah'a cisim isnat etme) anlamına geleceğini ileri sürerek, bunu inkâr etmeleri anlamsızdır. Güya insan elini göğe kaldırmakla yüce Allah'ın gökte olduğunu ima ediyormuş! -Ulu Allah bu tür yakıştırmalardan münezzehtir-
Elleri göğe kaldırmayı bu şekilde değerlendirmek yanlıştır. Çünkü bütün bedensel ibadetlerin hakikati, kalbin derinliklerinde yer eden anlamı, içsel yönelişi biçim çerçevesine indirgemekten ibarettir. Madde ötesi yüce gerçekleri cisim kalıbına indirgemekten ibarettir. Madde ötesi yüce gerçekleri cisim kalıbına sokmaktır. Namaz, oruç ve hac gibi ibadetler, bunların parçaları ve şartları bunun en somut örnekleridir. Eğer öyle olmasaydı, bedensel ibadetin bir dayanağı olmazdı. Bunlardan biri de duadır. Dua, kalbi yönelişi ve içsel isteği, bizim kendi aramızda, birbirimizden bir şey isterken yaptığımız türden davranışlara, alt düzeydeki yoksulun üst düzeydeki zenginden bir şeyler isterken elini açmasına benzeterek somutlaştırmaktan ibarettir. Bu ilişkide yoksul zengine yalvarır, ihtiyacını karşılaması için yakarır. eş-Şeyh, "Mecalis" ve "el-Ahbar" adlı eserde Ali b. Hüseyin'in (a.s) oğulları Muhammed ve Zeyd'e dayandırarak, onların babalarından, onun da cedleri Hz. Hüseyin'den (a.s), Resulullah'ın -ayrıca Uddet'ud-Daî'de mürsel olarak- dua ederken ellerini göğe doğru kaldırdığı ve tıpkı birinden yiyecek isteyen bir dilenci gibi yakardığı belirtilir.
Bihar'ul-Envar adlı eserin bir yerinde şöyle rivayet edilir: Bir gün Hz. Ali (a.s) bir adamın, "Allah'ım, fitneden sana sığınırım." diye dua ettiğini duyar. Adama yaklaşarak, "Görüyorum ki, malından ve evlâdından Allah'a sığınıyorsun. Allah-u Teala buyuruyor ki: 'Mallarınız ve evlâtlarınız ancak birer fitnedir.' Bunun yerine, 'Allah'ım, saptırıcı fitnelerden sana sığınırım de.' diye tavsiyede bulunur."
Ben derim ki: Hz. Ali'nin (a.s) bu değerlendirmesi, lafzın anlamını somutlaştırmaya ilişkin bir başka konumun kapsamına girer. Rivayetler içinde bunun örnekleri çoktur. Rivayetlerde Allah-u Teâla'nın kelâmında ifade ettiği anlamın o lafzın gerçek anlamı olduğu belirtilmiştir. "Cüz" ve "çok" gibi kavramların anlamlarını açıklamaya ilişkin rivayetler de bu kategoriye girer.
Uddet'ud-Daî'de, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Allah gafil bir kalple edilen duayı kabul etmez."
Yine aynı eserde Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Allah başka şeylerle oyalanan kalbin duasını kabul etmez."
Ben derim ki: Bu iki sözün içerdiği anlamı pekiştiren başka rivayetler de vardır. Meselenin özü şudur; gafil ve başka şeylerle oyalanan bir kalp ile dilekte bulunulduğu zaman, duanın hakikati gerçekleşmez.
Ravendî'nin Daavat adlı eserinde şöyle deniyor: Tevrat'ta yüce Allah bir kuluna şöyle hitap eder: "Sen, kullarımdan biri sana zulmettiği için bana dua edersen ve bir kulum da sen ona zulmettiğin için bana dua ederse, eğer dilersen senin de, onun da duasını kabul ederim. Eğer dilersen, ikinizin durumunu da kıyamet gününe ertelerim."
Ben derim ki: Bunun izahı şöyledir: Bir insan nefsi için bir şey istediği zaman, bu onun istediği şeye ve her açıdan bu isteğinin benzeri olan şeylere rıza gösterilmesi gerektiğini ortaya koyar. Bir insan, kendisine zulmeden birinden intikam almak amacı ile bedduada bulunursa, onun kendisine zulmetmesinden dolayı bu bedduada bulunmuştur. Bu demektir ki, bedduada bulunan kişi zalimden intikam almak amacı ile beddua etmeye razıdır. Durum böyle olunca, kendisi de bir şekilde birine zulmetmişse, kendisine zulmeden hakkında yaptığı beddua, kendisi için de geçerli olur. Eğer insan, kendisinden intikam alınmasına razı olursa -ki asla razı olmaz- başkası için istediği cezaya çarptırılır. Ve eğer buna razı olmazsa o zaman da, gerçek bir bedduada bulunmuş sayılmaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "İnsan hayra dua ettiği gibi şerre de dua etmektedir. İnsan pek acelecidir." (İsrâ, 11)
Uddet'ud-Daî adlı eserde, Resulullah efendimizin (s.a.a) Ebuzer'e şöyle dediği belirtilir: "Ey Ebuzer, yüce Allah'ın seni onlar aracılığı ile yararlandıracağı bazı sözleri sana öğreteyim mi?" Ebuzer diyor ki: "Evet, ya Resulallah." dedim. Buyurdu ki: "Allah'ı gözet ki, O da seni gözetsin, Allah'ı gözetirsen O'nu karşında bulursun. Rahatın yerinde olduğu zamanlarda Allah'ı tanırsan, O seni zorlu zamanlarda tanır. Bir şeyi istediğin zaman Allah'tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah'tan dile. Kuşkusuz kıyamete kadar olacak her şey üzerinden kalem geçmiştir. Bütün canlılar, yüce Allah'ın senin için öngörüp yazmadığı bir yararı sana dokundurmak üzere güç birliği etseler bile, buna güç yetiremezler."
Ben derim ki: "Allah'ı rahatın yerinde olduğu zamanlarda tanırsan, O seni zorlu zamanlarda tanır." sözünün anlamı şudur: Rahat ortamda Allah'a dua et, O'nu unutma ki, zorlu zamanlarda senin duanı kabul etsin, seni unutmasın. Çünkü, rahat ortamda Rabbini unutan bir kimse, bilinç altında sebeplerin böyle bir ortamda Allah'tan bağımsız hareket ettiklerine inanmaktadır. Sonra bir zorluk baş gösterdiğinde, el açıp dua etmesi, onun ancak zorlu zamanlarda Rabbinin Rububiyetini onayladığı anlamına gelir. Oysa yüce Allah bu tür eksik ve yanlış nitelemelerden münezzehtir. O her zaman ve her koşulda Rabdır. Böyle olunca, Rububiyetin etkinlik alanını bu şekilde bir bölünmeye tâbi tutan insan, aslında Rabbine hiç dua etmemiş sayılır.
Aynı husus, farklı ifadelerle başka rivayetlerde dile getirilmiştir. Örneğin Mekarim'ul-Ahlâk adlı eserde İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Daha önce dua etmiş bulunan bir insan, musibet anında dua ettiği zaman, duası kabul edilir ve "bu, aşina bir sestir." denir. Bu sese gök kapıları kapanmaz. Ama önceden dua etmemiş bir insan, felaket zamanında dua ettiğinde melekler: "Biz daha önce bu sesi hiç duymadık" derler... "
Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu." (Tevbe, 67) ayetinin genel ifadesinden böyle bir sonuç elde edilebilir. Bu değerlendirme "bütün sebeplerden tam olarak kopma esnasında duanın geri çevrilmeyeceği" hususu içeren rivayetlerle de çelişmez. Çünkü mutlak olarak zorluk, sebeplerden tam olarak kopmuş olma hususuyla farklı bir şeydir. (Rivayetlerden şu sonuç alınabilir: Rahatlık anlarında Allah'ı unutan kimse için, genellikle zorluk anlarında bütün sebeplerden tam olarak kopmak imkânsızdır.)
"Bir şeyi istediğin zaman Allah'tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah'tan dile." sözüne gelince; burada istek ve yardım dilemede gerçek anlamda bir içtenlikle Allah'a bağlanmanın gereğine işaret ediliyor. Çünkü bizim gözlemleyebildiğimiz âlemdeki normal sebeplerin nedensellikleri sınırlıdır. Allah'ın kendileri için belirlediği sınırlar içinde etkinlik gösterirler. Yoksa sanıldığı gibi ve göze yansıdığı şekliyle kendi başlarına bağımsız bir etkinlikleri söz konusu değildir. Daha doğrusu, gözlemlenen evrende işleri gören sebeplerin sadece, amaca ulaşmada yol ve araç fonksiyonunu yerine getirmeleri söz konusudur. Emir ve yetki Allah'ın elindedir. Şu hâlde bir kul, ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile üstün irade yönüne, ululuk kapısına yönelmelidir. Sebepler zincirine dayanıp güvenmemelidir. Gerçi yüce Allah, gelişmelerin ancak sebepler silsilesi içinde sonuçlanmasını öngörmüştür.
İmam'ın bu sözü sebeplere dayanmamaya ve sadece Allah'a güvenmeye yönelik bir çağrıdır. Çünkü sebeplere sebeplik niteliğini veren de O'dur. Fakat bu, sebepleri yok sayma, sebebine sarılmadan bir şeyi elde etmeye yönlendirme anlamına gelmez. Böyle bir yaklaşım ümit vermeyeni umma gibi bir şeydir. Hem nasıl olabilir ki, dua eden kimse, kalbi aracılığı ile ister, istediğini dili ile ifade eder ve bu hususta var oluşunun temel niteliklerine dayanır. Bütün bunlar sebepler kategorisine girmez mi?
Bu durum, bir insanın bir şey yaparken bedensel organlarıyla yapması örneğin bir şey verirken eliyle vermesi, bir şey görürken gözüyle görmesi ve bir şey işitirken kulağıyla işitmesi gibi değerlendirilir. Dolayısıyla, sebepleri devre dışı bırakarak, onları yok sayarak Rabbinden istekte bulunan kimsenin bu tutumu, tıpkı bir insandan bir şeyi elini kullanmadan tutmasını veya gözünü kullanmadan görmesini yahut kulağını kullanmadan işitmesini istemeye benzer. Beri tarafta yüce Allah'ı bir yana bırakarak bütünüyle sebepleri ön plâna çıkaran insanın tutumu da tıpkı, kalbini, verme işinde insanın kullandığı ele, görüşünde insanın görme organına, işitişinde insanın işitme organına bağlayan, ama asla fail konumundaki insandan habersiz olan insanın durumuna benzer. Böyle yaklaşım gafletin en onulmazıdır.
Hiç kuşkusuz bu, sonsuz ilâhî kudreti sınırlama, vacip nitelikli iradesini yok sayma anlamına gelmez. Az önce insanla ilgili olarak işaret ettiğimiz, bazı olayları, bazı organlara özgü kılmanın, insanın gücünü ve iradesini yok sayma anlamına gelmeyeceği gibi. Çünkü söz konusu sınırlandırma gerçekte fiile dönüktür, faile değil. Şu bir gerçektir ki; her kes zorunlu olarak kabul eder; insan alma, görme ve işitme gücüne sahiptir. Ancak almayı ancak eli ile gerçekleştirebilir. Görme ve işitme işlerini de ancak göz ve kulak yardımıyla yapabilir, başka şeyle değil. Aynı şekilde yüce Allah da mutlak olarak kadirdir, her şeye güç yetirendir. Ancak fiilin özelliği, sebeplerin aracılık yapması ile örtüşen bir durumdur. Örneğin "Zeyd" Allah'ın fiilinin ürünüdür. O bir insandır. Falan adam ve falan kadından olmadır. Falan zamanda, falan yerde, falan şartların oluşması ve falan engellerin ortadan kalkması ile dünyaya gelmiştir. Bu sebeplerden biri eksik olursa, o olmayacaktır. Dolayısıyla onun, varoluşu ve meydana gelişi, bu sebeplerin tümünün gerçekleşmesine bağlıdır. Sebeplere bağlı olansa fiildir, fail değil. Artık bunu iyice düşünün.
"Kuşkusuz kıyamete kadar olacak her şey üzerinden kalem geçmiştir." sözü "Bir şeyi istediğin zaman Allah'tan iste." sözüne ilişkin bir ayrıntı niteliğindedir. Burada malulün peşice illet getirilmiştir. Şu hâlde "istediğin zaman..." sözünün gerekçesi ve sebebi açıklığa kavuşturuluyor. Bu ilişkinin ışığında ifadeyi açacak olursak: Olaylar Allah katında yazılmış ve önceden takdir edilmiştir. Hiç bir sebebin bunlar üzerinde gerçek anlamda bir etkinliği olmaz. Dolayısıyla Allah'tan başka birinden bir şey isteme, başkasından yardım bekleme. Çünkü ulu Allah'ın otoritesi süreklidir. Egemenliği haklıdır. İradesinin hükmü her yerde geçer. O, her gün bir iştedir. Bu nedenle ifadenin sonuna şöyle bir değerlendirme cümlesi konulmuştur: "Bütün canlılar güç birliği etseler bile..."
Ravilerin mustafiz olarak dua ile ilgili naklettikleri hadislerden bir grubu da, "Dua kaderin bir parçasıdır." içerikli hadislerdir.
Ben derim ki: Bu aynı zamanda Yahudilere ve diğer bazı gruplara verilen bir cevaptır. Bunlara göre duaya gerek yoktur. "Çünkü dua ile talep edilen şey ya takdir edilmiştir, önceden öngörülmüştür ya da değil. Birinci durumda o şeyin olması zorunlu, ikinci durumda da imkânsızdır. Her hâlükârda duanın bu sonuç üzerinde bir etkisi olmaz."
Bu yaklaşıma ilişkin cevabımız şudur: Bir şeyin varlığının takdir edildiğini varsaymak, onun, var oluşunun sebeplerinden müstağni olmasını gerektirmez. Dua da bir şeyin var oluşu sebeplerinden biridir. Dolayısıyla dua ile birlikte varoluş sebeplerinden biri gerçekleşmiş olur. Yani, müsebbep sebebinden tahakkuk eder. "Dua kaderin bir parçasıdır." sözü ile kastedilen budur. Bu anlamı pekiştiren başka rivayetler de vardır.
Örneğin Bihar'ul-Envar adlı eserde Resulullah efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Dua dışında hiç bir şey kazayı (ilâhî öntasarımı) geri çeviremez."
İmam Cafer Sadık (a.s) der ki: "Dua, kesinleştikten sonra kazayı geri çevirir."
İmam Ebu'l-Hasan Musa'nın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Dua edin. Çünkü yüce Allah'a dua etme ve O'ndan talepte bulunma belayı geri çevirir. Musibet takdir edilmiş, tasarlanmış ve onay aşamasına gelmiş olsa bile. Bir insan bu aşamada Allah'a dua edip, musibetin kaldırılmasını, geri çevrilmesini isterse Allah belayı bildiği bir şekilde geri çevirir."
İmam Cafer Sadık (a.s) der ki: "Dua karara bağlanmış ve kesin olarak yürürlüğe konulacak kazayı geri çevirir. Öyleyse çok dua edin. Çünkü dua, her rahmetin anahtarı ve her ihtiyacın giderilme kapısıdır. Allah katındaki şeyler ancak dua ile elde edilebilir. Çünkü çalınıp durulan hiç bir kapı yoktur ki, bir gün çalana açılmasın."
Ben derim ki: Bu rivayetlerde dua ve istekte ısrarcı olmaya yönelik işaretler vardır. Israr, duanın gerçekleşmesi üzerinde olumlu rol oynar. Çünkü bir niyeti sık sık içinde geçirmek, sonunda o niyetin olumsuzluklardan arınmasını sağlar.
İsmail b. Hamam kanalıyla Ebu'l-Hasan'ın (a.s) şöyle dediği bildirilmiştir: "Kulun gizlice yaptığı tek bir dua, açıktan yapılan yetmiş duaya bedeldir."
Ben derim ki: Bu rivayette gizlice dua etmeye, içten içe yakarmaya yönelik bir işaret vardır. Çünkü talepte ihlaslı olmanın en garantili yolu budur.
Mekarim'ul-Ahlâk adlı eserde İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Muhammed ve soyuna salavat getirilmedikçe dua kabul olunmaz."
Yine mezkur kitapta İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle bir açıklama rivayet edilir: "Kim, kendisinden önce kırk mümin hakkında dua eder sonra kendisi hakkında dua ederse, duası kabul olur."
Bir başka yerde de şöyle bir olay aktarılır: İmam Cafer Sadık'ın ashabından biri, İmam'a şöyle dedi: "Allah'ın kitabında iki ayet vardır. Gereklerini yapıyorum; ama karşılığını alamıyorum." İmam: "Bunlar hangi ayetlerdir?" dedi. Adam dedi ki, "Bana dua edin, size icabet edeyim. ayeti. Dua ediyoruz, ama cevabını göremiyoruz." İmam buyurdu ki: "Allah'ın sözünden döndüğünü mü sanıyorsun?" Adam, "Hayır." dedi. İmam: "Öyleyse nedir?" dedi Adam, "Bilmiyorum." dedi. Bunun üzerine İmam: "Fakat ben sana gerçeği bildireceğim. Kim Allah'ın emrettiği şeylerde O'na itaat eder, ardından usulüne uygun olarak dua ederse, Allah duasını kabul eder." dedi. Adam, "Duanın usulü nasıldır?" diye sordu. İmam buyurdu ki: "Başlangıçta Allah'a hamd edersin, O'nun ululuğunu dile getirirsin, sana yönelik nimetlerini anar, O'na şükredersin, sonra Hz. Muhammed'e (s.a.a) ve soyuna salat getirirsin. Sonra günahlarını anar, bunları itiraf edersin. Sonra günahlarının affedilmesini istersin. İşte duanın usulü budur."
Ardından şöyle dedi: "Diğer ayet hangisidir?" Adam, "Her neyi infak ederseniz, O, yerine bir başkasını verir. ayeti." dedi. İnfak ediyorum ama yerine bir başka mal verilmiyor. İmam dedi ki: "Allah'ın verdiği sözden döndüğünü mü sanıyorsun?" Adam, "Hayır." dedi. İmam: "Öyleyse nedir?" dedi. Adam, "Bilmiyorum." dedi. İmam şöyle dedi: "İçinizden biri helâl yoldan bir mal kazanırsa, sonra bu malı gerektiği yerde harcarsa, kesin olarak harcadığı her bir dirhemin yerine Allah ona başka bir mal verir."
Ben derim ki: Duanın usulü ve adabına ilişkin bu tür rivayetlerin verdikleri mesaj gayet açıktır. Bu yöntem, kulu duanın ve dilemenin hakikatine yaklaştırır.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn Ömer kanalıyla Resulullah efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Yüce Allah bir kula karşılık vermek, icabet etmek istediği zaman, o kulun dua etmesine izin verir."
Yine İbn Ömer kanalıyla rivayet edilen bir hadiste Resulullah efendimiz (s.a.a) şöyle buyurur: "İçinizden kimin için dua kapısı açılmışsa, onun için rahmet kapıları da açılmıştır." Bir diğer rivayette: "Sizden kimin için dua kapısı açılmışsa, cennetin kapıları da onun için açılmıştır." buyurulur.
Ben derim ki: Aynı anlamı içeren sözler, çeşitli kanallardan Ehlibeyt İmamları'ndan da aktarılmıştır: "Kime dua bahşedilmişse, ona icabet de bahşedilmiştir." Bu sözlerle verilmek istenen mesaj önceki açıklamalarımızdan aydınlığa kavuşmuştur.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Muaz b. Cebel kanalıyla Resu-lullah efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Eğer siz Allah'ı gerektiği gibi tanısaydınız, dua ettiğiniz zaman dağlar un ufak olurdu."
Ben derim ki: Hakkın yüce makamını, tek ve ortaksız Rububiyetin otoritesinin boyutlarını bilmeme, dolayısıyla sebeplere dayanma, sebeplerin gerçek bir etkinliğe sahip olduklarına inanmayı gerektirir. Malulü, alışılagelen illetlerine ve normal sebeplerine hasretmeyi kaçınılmaz olarak doğurur. Hatta bazı zaman insan sebeplerin gerçek manada bir etkinliklerinin olduğu şekilde bir kabulü zihninden atar ama aracı konumundaki sebeplerin aracılıklarının ve değişik yolları öngörmek şeklindeki bir kabul yine de varlığını sürdürür. Örneğin, biz hareket etme ve yürüme olgularının amaca ulaştırıcı bir rol oynadıklarını görüyoruz, daha sonra maksada ulaşma açısından yürümenin gerçek ve belirleyici bir etkinliğinin olduğu şeklindeki anlayışı zihnimizden attığımızda, yürümenin aracı, asıl belirleyici etkeninse, yüce Allah olduğunu kabul etmiş oluruz. Ne var ki, aracının var oluşuna ilişkin inanç da belirginlik kazanmış olur. Buna göre, şayet yürüme olmasay-dı ne yaklaşma, ne de yakınlık olurdu?
Kısacası sebepler birer aracıdan öte bir şey olamasalar, belirleyici etkinliğe sahip olamasalar bile, müsebbeplerin varlığı onlarsız tasavvur edilemez. Bu inanç yüce Allah'ın makamını bilmenin duyarlılığına sığmaz, noksansız ilâhî otorite ile bağdaşmaz. Aynı zamanda bu kuruntu müsebbeplerle normal sebeplerinin, örneğin; ağırlık ve yerçekiminin cisimden, yaklaşmanın hareket etmekten, doymanın yemekten, susuzluğu gidermenin içmekten vb. şeylerin ayrılmazlığına ilişkin inancı kabullenmemize neden olmuştur. Mucize konusunu işlerken, neden ve nedensellik yasasının, diğer bir ifadeyle "sebeplerin yüce Allah ile müsebbepler arasında aracı oldukları, kaçınılmaz, göz ardı edilmez gerçeğin ta kendisidir," demiştik. Ancak bu gerçeklik, olayları, normal sebeplerine hasretmeyi gerektirmez. Tam tersine teorik ve aklî araştırmalar ayrıca kitap ve sünnet, sebeplerin aracılıklarını onaylar, ama etkinliği belirleyiciliği onlara özgü kılmayı reddeder. Evet, aklen imkânsız olan şeyler bahis konusu değildir. (Ve Allah'ın kudreti böyle şeylere taalluk etmez.)
Bu gerçek, zihninde açığa kavuştuğuna göre, şunu bilmiş olmalısın: Allah'ı bilmek, zati itibariyle muhal nitelikli olmayıp da olağan dışı sayılan şeyler hususunda duanın gerçekleşeceğini ve icabete erişeceğini kabul etmeyi gerektirir. Nitekim, peygamberlerin gösterdikleri mu-cizelerin büyük kısmı duanın kabulüne dönüktür.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Öyleyse onlar da benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler." ifadesi ile ilgili olarak: "İstedikleri şeyi kendilerine bahşetme gücüne sahip olduğunu bilsinler, demektir." buyurduğu rivayet edilir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şu ayetle ilgili olarak şöyle dediği aktarılır: "Ve Bana iman etsinler" kesin bir gerçek olarak bilsinler ki, Ben istedikleri şeyi verme gücüne sahibim. "Umulur ki doğru yolu bulurlar." hakka erişirler yani, ona ulaşırlar.
187- Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı. Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz. Allah, gerçekten sizin, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi, rahmetiyle size dönüp tövbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazdıklarını dileyin. Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için. Sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikâfta olduğunuz zamanlarda onlara yaklaşmayın.
Bun-lar, Allah'ın sınırlarıdır, onlara yanaşmayın. İşte Allah ayetlerini insanlara böyle açıklar ki onlar sakınsınlar.
"İhlal" kavramı, izin verme anlamına gelir. Kelimenin aslı "el-hill"dir. Ve akdin, düğümlemenin karşıtıdır. Yine ayette geçen "er-refes" ise, doğrudan doğruya zikredilmesi ayıp kaçacak olan şeyleri ifade etmek amacı ile kullanılan kinayeli bir kavramdır. Kapsamında kadınlarla cinsel birleşme anlamı da bulunan kelimelerden biridir. Nitekim bu ayet-i kerimedeki kullanılış da aynı anlama dönüktür. Doğrudan söz edilmesi ayıp kaçacak şeyleri bu tür kinayeli ifadelerle dile getirmek Kur'ân ifade tarzının ön plânda tuttuğu edep öğesinin bir gereğidir. Aynı şey Kur'ân'da aynı anlamda kullanılan diğer kelimeler için de geçerlidir. "el-mubaşere, ed-duhul, el-mess, el-lems, el-ityan ve el-kurb" gi-bi. Bu deyimlerin tümü, kinaye sanatının birer örneği olarak "cinsel birleşme" anlamında kullanılmışlardır. Yine Kur'ân terminolojisi dışında "cinsel ilişki" anlamında kullanılan "el-vaty" ve "el-cima" kavramları da kinayeli deyimlerdir. Ancak bunların bir kısmı, çok kullanımdan dolayı, kinaye sanatının sınırlarını aşıp artık doğrudan doğruya söz konusu anlamı birinci elden ifade etmek durumundadır. Nitekim "el-ferc" (kadının cinsel organı) ve "el-ğait" (ayak yolu) kelimeleri de bu gün için kinaye sanatının kapsamını aşmış artık işaret ettikleri şeyi doğrudan ifade ediyorlar. Cümle içinde "er-rafes" kelimesinin "ila" har-f-i cerri ile geçişli kılınması, (denildiğine göre) genişletme anlamını kapsıyor olmasından dolayıdır.
Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz.
Ayetin orijinalinde geçen "libas" kelimesi, bildiğimiz elbise anlamını ifade eder. İnsanın bedenini örtmede kullanıldığı giysi yani. Bu iki cümle, istiare sanatına örnek oluşturmaktadır. Çünkü eşlerden her biri, ötekisini günahların peşinden gitmekten alıkoymakta ve bu olumsuzluğu türünün fertleri arasında yaymasına engel olmaktadır. Şu hâlde eşlerden her biri eşinin ayıp yerlerini perdeleyen, avret mahallini örten bir giysi konumundadır.
İstiare sanatının bu hoş örneği, "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı." ifadesi ile birlikte sunulunca da daha belirgin bir letafet kazanmaktadır. Çünkü insan, ayıp yerlerini diğerlerine karşı elbise aracılığı ile örter. Fakat ayıp yerlerini elbisenin kendisine karşı örtmez. Aynı şekilde, eşlerden her biri, eşini başkası ile cinsel ilişkiye girmekten alıkoyuyor, ama kendisi ile ilişkiye girmesini engellemiyor. Çünkü kendisi eşinin elbisesi konumundadır. Onun nefsi ile direk temas hâlindedir ve arada bir aracı olmaksızın onunla birliktedir.
Allah, gerçekten sizin, nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi, rahmetiyle size dönüp tövbenizi kabul etti ve sizi bağışladı.
"el-ihtiyan" ve "el-hiyane" aynı anlama gelen iki mastardır. Bunda bir görüşe göre "noksanlık" anlamı da vardır. "ihanet etmekte olduğunuz" ifadesinde, sürekliliğe işaret etmektedir. Dolayısıyla, ayet-i keri-me, oruç tutmaya ilişkin hükmün yürürlüğe girdiği andan itibaren, Müslümanlar arasında bu ihanetin sürekli gündeme geldiğini vurgulamaktadır. Müslümanlar, gizlice nefislerine ihanet ederek Allah'ın emrine karşı çıkmış oluyorlardı. Eğer bu karşı çıkışları, bu ihanet, günah düzeyinde olmasaydı, tövbe ve bağışlama kavramlarını içeren bir ifade indirilmeyecekti. Bu iki kavram, öncesinde bir günahın var olduğuna net olarak işaret etmeseler de, ikisi özellikle bir arada olduğu zaman, bu tür bir duruma ilişkin mesajları açık olur.
Buna göre, tefsirini sunmakta olduğumuz bu ayetin inişinden önce, oruç tutmaya ilişkin hüküm, oruç gecesinde cinsel birleşme yasağını da içeriyordu. Bu ayet-i kerime, inmesi ile oruç gecesinde cinsel birleşmenin helâl olduğunu ilan etmiş ve haram oluşuna ilişkin hükmü yürürlükten kaldırmıştır (neshetmiştir) Nitekim, bir grup müfessir de buna işaret etmişlerdir. Ayrıca "Size helâl kılındı." ve "ihanet etmekte olduğunuzu...", rahmetiyle size dönüp tövbenizi kabul etti ve sizi bağışladı." ve "artık onlara yaklaşın." ifadeleri de bunu ima etmekte veya bunu kanıtlamaktadır. Çünkü, eğer daha önce, haramlığa ilişkin bir hüküm olmasaydı, ifade şöyle olmalıydı: "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmanızın bir sakıncası yoktur. Veya bu anlama gelebilecek bir başka ifade kullanılmalıydı. Dolayısıyla, ayet-i kerimenin verdiği mesaj gayet açıktır.
Denebilir ki: Ayet-i kerime herhangi bir hükmü neshetmiş değildir. Çünkü, oruçla ilgili ayetlerde cinsel birleşmenin, yeme ve içmenin haramlığına ilişkin bir hükmün varlığı söz konusu değildir. Bilakis, Ehlisünnet ve'l-Cemaat kanallarınca rivayet edilen hadislerde de işaret edildiği gibi meselenin özü şudur: Oruca ilişkin hükmü içeren ayet indiğinde, "Sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı." sözünü işiten Müslümanlar, önceki milletlerin tuttuğu oruçla kendilerinin tutacağı oruç arasında her bakımdan benzerlik olduğunu anladılar. Nitekim Hıristiyanlar, oruç zamanı ancak gecenin başlangıcında eşleriyle ilişkiye giriyor, bir şeyler yiyip içiyorlardı. Sonra ertesi günün akşamına kadar bunlardan kaçınıyorlardı. Dolayısıyla Müslümanlar da bu geleneğe aynen uydular. Ancak bu uygulama onlara ağır geldi. Gençler bunun bir günah ve nefse ihanet olduğunu düşündükleri hâlde, gizlice cinsel ilişkiye girmekten kendilerini alamıyorlardı. Yaşlılara da, kimi zaman uykudan sonra yemekten içmekten kaçınmak zor geliyordu. Bazıları da kendilerini tutamayıp uyuyakalıyordu: Dolayısıyla, kendi varsayımına göre, yemesi içmesi haram oluyordu. Bunun üzerine söz konusu ayet indi ve oruç gecesinde cinsel ilişkiye girmenin, yemenin ve içmenin haram olmadığını açıkladı. Böylece, "Sizden öncekilere yazıldığı gibi," ifadesindeki benzetmenin orucun farzlığı temeline yönelik bir benzetme olduğu, orucun nitelikleri ile ilgili olmadığı açıklığa kavuştu.
Kaldı ki: "Size helâl kılındı." ifadesi de, daha önce bir şeyin haram kılınmış olduğuna delalet etmez. Sadece söz konusu şeylerin şu anda helâl olduğunu ifade eder. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor. "Deniz avı size helâl kılındı." (Mâide, 96) oysa, deniz avının bu ayetin inişinden önce, ayete muhatap olan ihramlı olanlara haram kılınmış değildi. Aynı şekilde "Allah, gerçekten sizin nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi." ifadesi de bu tarzda ele alınmalıdır. Bu arada demek isteniyor ki: Onlar, bu işi ihanet ve günah saymaları varsayımı ile kendilerine ihanet ediyorlardı. Bu yüzden "nefislerine ihanet etmekte olduğunuz." buyruluyor da "Allah'a ihanet etmekte olduğunuz." şeklinde bir ifade kullanılmıyor, hâlbuki bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "Allah'a ve Resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin." (Enfâl, 27) [Yani günah, Allah'a ve Resulüne karşı ihanet sayılmaktadır.]
Kaldı ki, ihanet etme kavramı ile noksanlık anlamı da kastedilmiş olabilir. Bu durumda ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşir: "Allah, sizin cinsel birleşme ve başka arzulardan pay almakta nefislerinize kusur işlettiğinizi bildi." Aynı şekilde: "Rahmetiyle size dönüp tövbenizi kabul etti ve sizi bağışladı." sözünün de, daha önce oruç gecesinde cinsel ilişkiye girmenin haram olduğuna yönelik işareti de sanıldığı kadar belirgin değildir.
Daha önceki açıklamalarımızın ışığında diyebiliriz ki: Bu yaklaşım, ayetin zahirine ters düşmektedir. Çünkü ayet-i kerimede, yüce Allah "size helâl kılındı... nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu... rahmetiyle size dönüp tövbenizi kabul etti ve sizi affetti." gibi ifadeler kullanıyor. Bunlar, açıkça neshetme olgusuna işaret etmeseler de, bu ifadelerde böyle bir durumun varlığına yönelik açıkça ve güçlü belirtiler vardır.
Kaldı ki, "Artık onlara yaklaşın" diye başlayan ifadenin bu yönü son derece belirgindir. Çünkü, eğer ayetin inişinden öncesinden başlayıp sonrasında devam eden bir "cinsel ilişki" cevazı söz konusu olsaydı, böyle bir ifade kullanmanın hiç bir mantıklı izahı olmazdı. Daha önce inmiş olan oruç ayetlerinin, söz konusu haramlığı ifade eden ayeti kapsamamış olmaları, bu ayetin içerdiği hükmün önceki bir uygulamayı yürürlükten kaldırma, neshetme özelliğini ortadan kaldırmaz. Çünkü, oruca ilişkin olarak önceden inen ayetler, gündüz vakti cinsel birleşme, yeme ve içme yasağı gibi, orucun diğer hükümlerini de içermemektedirler. Bilindiği gibi Resulullah efendimiz (s.a.a) bu hükümleri, tefsirini sunduğumuz bu ayetin inişinden önce, Müslümanlara açıklamıştı. Resulullah efendimiz bu açıklaması esnasında oruç gecesi cinsel birleşme yasağını da vurgulamış olabilir. Dolayısıyla, ayetlerde açıkça böyle bir yasaktan söze dilmese de, ele aldığımız bu ayet, Resulullah'ın vurguladığı bir yasağı yürürlükten kaldırmış olabilir.
Eğer desen ki: "Onlar sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz." ifadesi, cinsel birleşme cevazına ilişkin yasamanın gerekçesini gösteriyor. Bu yüzden nasih ve mensuha genelleştirilmemesi bir zorunluluk-tur. Çünkü, hem nasihe ve hem de mensuha genelleştirilebilen bir şeyin neshin kendisinin gerekçesi olarak öngörülmesi yakışık almaz. Hatta hükümlerin ilgili oldukları hususlara ilişkin olarak gündeme gelen bu gerekçelendirmeler, hikmet ve maslahat türündendir, illet değil. Bu durumda "Hikmetin, tıpkı illetler gibi olumlu şeyleri kapsayıcı, ve olumsuz şeyleri de dışlayıcı olması gerekmez." desek bile durum aynıdır. Bu yüzden eğer oruç gecesinde cinsel ilişkiye girme, bu ayetin inişinden önce haram, bu ayetle de helâl kılınarak, önceki hüküm neshedilmiş olsaydı haramlık ifade eden hükmün neshedilişinin, "erkeklerin kadınlar için, kadınların da erkekler için örtü." olması ile gerekçelendirilmesi uygun düşmezdi.
Buna karşılık olarak Ben derim ki: Bir kere; bu değerlendirme, "size helâl kılındı" ifadesinin "oruç gecesi" ifadesi ile kayıtlı olması durumuyla çelişmektedir. Oysa ki eşlerin birbirlerine elbise ve örtü olmaları durumu hem gündüz, hem de gece için geçerlidir. Ama, cinsel birleşme yasağı sadece gündüz için geçerlidir.
İkincisi; "Oruç gecesi... "onlar, sizin örtülerinizdir... "nefislerinize ihanet etmekte olduğunuz..." gibi kayıtlar birbirini zorunlu kılan üç gerekçeyi bize göstermektedir. Nasih mensuh hükmü de buna dayanır. Çünkü, eşlerden birinin ötekisine caiz olması, mutlak olarak aralarında cinsel birleşmenin caiz olmasını gerektirir. Sonra "oruç gecesi" sözüyle işaret edilen oruç tutma hükmü -ki oruç, nefsin temel arzuları olan cinsel birleşme, yeme ve içmeden belli bir süre için el çekme, bu faaliyetlerden kaçınma demektir- cinsel birleşme cevazını sınırlandırmayı ve bunu oruç dışında uyarlamayı gerektirir. Ayrıca, bir ay boyunca cinsel ilişkiye girmemenin insanlara ağır gelmesi, dolayısıyla, peş peşe tekrarlanacak şekilde günaha girmeleri ve kesintisiz bir ihanetin gündeme gelmesi bu işe geceleyin izin vermek suretiyle bir kolaylaştırma girişimine başvurmayı gerektirir. Böylece, oruç ile kayıtlı, eşlerin birbirlerine örtü olma hükmünün mutlak niteliği, bir kısmının mutlak oluşuna dönüşmüş oluyor. Yani, bu işin gece yapılmasına izin verilmiş oluyor, gündüz değil.
Allah, doğrusunu herkesten daha iyi bilir, ama bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Oruç kaydını getirdiğimiz eşlerden birinin diğerine örtü olmasına ilişkin hükmün gece ve gündüzü kapsayacak şekilde mutlak olması, dolayısıyla cinsel birleşmeyi hem gündüz, hem de gece yasaklamış olmamıza bir sınırlandırma getiriyoruz ve cinsel birleşme yasağını oruç gecesi kaldırıyoruz. Çünkü sizin bu hususta nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildik ve size yönelik şefkat ve merhametimizin bir göstergesi olarak, sizin için belli ölçüde bir hafifletmeye gittik. Eşlerden birinin diğerine örtü olmalarının mutlak niteliğini oruç gecesi hususunda iade ettik (ve söz konusu hükmün, oruç gecesini de kapsamasına ilişkin yönünü yürürlükten kaldırdık) ve oruç hükmünün sırf gündüz için geçerli olmasını öngördük. Dolayısıyla, orucu geceye kadar tutun.
Kısacası; "Onlar, sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz." ifadesi, gerçi kadınlarla cinsel ilişki kurmanın aslında helâl kılınışının gerekçesi ya da hikmetini vurguluyor, ancak bu ayette yer alışı, söz konusu amacı vurgulamaya yönelik değildir. Bilakis, ifadenin kullanımı, oruç gecesi kadınlarla cinsel ilişkiye girmenin caizliğinin altındaki hikmeti açıklamaya dönüktür. Adı geçen açıklama da "onlar, sizin örtüleriniz..." ifadesiyle başlar "sizi bağışladı." ifadesine kadar sürer. De-ğindiğimiz bu hikmet sadece nesheden hükme özgüdür, kesinlikle men-suh hükmü kapsamaz.
Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazdıklarını dileyin.
Cinsel ilişki yasağının bir zaman dilimine hasr kılınışının ardından gündeme gelen ve cevaz bildiren bir emirdir bu. Bundan önce ayetin başında "size helâl kılındı" şeklinde bir ifadeye yer verilmiştir. Buna göre şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: Şu andan itibaren, kadınlara yaklaşmanız sizin için caizdir. Ayetin orijinalinde geçen "el-ibtiğâ" kelimesi "istemek, talep etmek" demektir. "Allah'ın yazdığını dilemek"-ten maksat, yüce Allah'ın insan türüne cinsel birleşme yoluyla yazdığı çocuğa sahip olmayı istemektir. Yüce Allah, insan türünü, öz yaratılış olarak çocuk sahibi olmayı isteyecek donanımda yaratmıştır; içlerine cinsel birleşme arzusunu, içgüdüsünü yerleştirmiştir. Bu içgüdü aracılığı ile, insan türünü adı geçen eylemi kendi isteğiyle yapmak durumunda bırakmıştır. Dolayısıyla insanlar, görünümde şehevi duygularını tatmin etmeyi cinsel birleşme zevkini tatmayı istiyor olsalar da, aslında onlar, yüce Allah'ın kendileri için yazdığı (çocuğu) talep ediyorlar. Nitekim yüce Allah hayatın devamını ve gelişimini yeme ve içme eylemlerine bağlı tutmuştur. Bu, fıtrî bir istektir. Ama insanlar yerken, içerken sadece tat alma duygularını tatmin etmek karınlarını doyurmak ve susuzluklarını gidermeyi isterler. Oysa bunun ötesinde hayatın devamını sağlama isteği gizlidir. İşte bu, yüce Allah'ın yaratılış yasası ile, insanları kendi öntasarımı doğrultusunda, yine kendisinin öngördüğü bir hedefe yöneltmesidir.
Şöyle bir görüş ileri sürülebilir: "Ayette geçen 'Allah'ın yazdığı' ifadesinden maksat cinsel birleşmenin helâl oluşu ve buna ruhsat verilmiş olmasıdır. Çünkü yüce Allah, insanların azimete sarılmalarını istediği gibi, ruhsata da sarılmalarını ister..."
Kur'ân-ı Kerim'de "yazma" fiilinin "helâl" ve "ruhsat" konularıyla ilgili olarak kullanıldığına rastlamadığımız için, bize göre, bu değerlendirme ihtimal dışıdır.
Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için.
İki fecir vardır. Birine fecr-i kâzip (yalancı fecir) denir. Belirdiğinde az bir süre sonra ufukta kayboluşundan dolayı bu adı almıştır. Yalancı fecrin bir diğer adı da "kurt kuyruğu" dur. Çünkü dikilmiş kurt kuyruğunu andırır. Gecenin sonunda güneş kursu ufuk dairesinden ufkun altındaki on sekizinci dereceye ulaştığında ufkun doğu tarafından beliren bir ışık huzmesidir. Ardından enine doğru yayılarak gözden kaybolmaya başlar. Tıpkı ufuk üzerinde uzatılmış bir beyaz ipi andırır. İşte ufuktaki bu duruma ikinci fecir denir. Bunun bir diğer adı da fecr-i sadık (doğru fecir)dir. Çünkü gündüzün gelişini ve güneşin ışınlarının etrafı aydınlatmak üzere olduğunu gerçek bir haber olarak aktarıyor.
Bundan da anlaşılıyor ki, "beyaz ip"ten maksat fecr-i sadıktır. Yine ifade içindeki "min" edatı da "beyaniye"dir (açıklamaya dönüktür.) Buna göre, "Siyah iplikten ayırt edilinceye kadar" ifadesi, edebî sanatlardan "istiare"nin kapsamına girer. Çünkü, fecir vakti gecenin karanlığı ile paralel olarak, ufuk çizgisi boyunca uzanan beyazlık, siyah iplikten ayırt edilen beyaz ipliğe benzetilmiştir.
Yine bununla anlaşılıyor ki, maksat, fecr-i sadığın belirdiği ilk anı tespit etmektir. Çünkü gündüzün ışınları yükselmeye başlayınca iki ipi görünmez kılar. Ne beyaz ip, ne de siyah ip kalır.
Sonra geceye kadar orucu tamamlayın.
Fecri tespit etmek, onun iyice ışıması ile birlikte geceye kadar oruç tutma, zorunluluğuna, zaten delalet ettiği için, icaz sanatının bir gereği olarak, detaylandırma yönüne gidilmemiştir (yani orucun başlangıç vaktine yeniden değinilmemiştir). Bilakis, geceye kadar, tamamlanmasına ilişkin bir tespite yer verilmiştir. "tamamlayın..." sözünde, orucun bir ve birleşik, tam ve bütünsel bir ibadet olduğuna yönelik bir işaret vardır. Her biri ayrı bir ibadet olan, değişik olgulardan mürekkep bir ibadetler bütünü değildir. Bu noktada "tamamlama" ile "ikmal etme" fiilleri arasındaki fark gündeme geliyor. Birinci fiil, her birinin değişik sonuçları olan cüzlerden oluşmayan bir şeyin var oluş sürecinin sona erdiğini ifade ederken, ikinci fiil, her bir cüzünün kendine özgü ayrı bir etkinliği ve sonucu söz konusu olan mürekkep bir şeyin var oluşu sürecinin sona erdiğini ifade eder. Bir ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım." (Mâide, 3) Bilindiği gibi din, her biri bağımsız bir sonuç öngören namaz, oruç, hac gibi ibadetlerin toplamıdır. Ama nimet öyle değildir. İnşaallah, adı geçen ayeti incelediğimizde ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Mescitlerde itikâfta olduğunuz zamanlarda onlara yaklaşmayın.
"el-Ukûf" ve "el-itikâf" devam etmek anlamına gelen mastarlardır. İtikâf kavramı, kök itibariyle bir yerde devamlı ikamet etmek demektir.
İslâm literatüründe itikâf, özel bir ibadetin adıdır. Bu ibadetin bir şartı, mescitte sürekli oturmak ve ancak bir mazeret için dışarı çıkmaktır. Bu arada oruç tutmak da gerekir. Bu yüzden oruç gecesi, kadınlarla birleşmeye cevaz veren hükmün yürürlüğe girmesi, mescitte itikâflıyken de kadınlarla ilişki kurulabileceğine ilişkin bir düşünceyi akla getirebilir. Yüce Allah, bu ihtimali ve bu düşünceyi ortadan kaldırmak için şöyle buyuruyor: "Mescitlerde itikâfta olduğunuz zamanlarda onlara yaklaşmayın."
Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, onlara yanaşmayın.
Ayetin orijinalinde geçen "had" kelimesinin kökeninde "men etme" anlamı yatar. Bu kelimenin tüm kullanımları ve tüm türevleri bu köke dönüktür. Hadd'us-seyf (=kılıcın keskinliği), hadd'ul-fucûr (=günahlardan dolayı uygulanan had cezası), hadd'ud-dar (=evin sınırı), hadîd (=demir veya keskin)" gibi. Sınırlara yanaşmaya ilişkin yasak içeren ifade, bu sınırları çiğnemekten, onları aşmaktan kinaye olarak kullanılmıştır. Yani; sakın oruçluyken yeme, içme ve kadınlara yanaşma günahlarını işlemeyin, veya Allah'ın belirlediği bu hükümleri ve yasakları çiğnemeyin. Allah bunları size açıklamış ve orucun hükümleri olarak vurgulamıştır. Bunları göz ardı ederek ve takva olgusunu terk ederek Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemeyin.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Kummî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Ramazan'da geceleyin uyuduktan sonra birinin yemesi, içmesi ve kadınlara yanaşması haram idi. Yani, yatsı namazını kılan, ardından uyuyan bir kimse, şayet iftarını açmamışsa, artık ertesi günün akşamına kadar iftar açması haram olurdu. Cinsel birleşme ise, ramazan ayı boyunca hem gündüz, hem gece haram idi. Resulullah efendimizin (s.a.a) ashabı arasında Havvat b. Cübeyr el-Ensarî adında biri vardı. Bu adam, Resulullah'ın Uhud Savaşı'nda, elli okçunun başında bir geçidin ağzına yerleştirdiği, daha sonra, arkadaşlarının kendisini terk etmesinden dolayı, on iki kişiyle yalnız kalarak geçidin ağzında şehit edilen Abdullah b. Cübeyr'in kardeşiydi. İşte bu Havvat b. Cübeyr yaşı oldukça ilerlemiş zayıf bir kimseydi. Hendek savaşı sırasında Resulullah'ın yanında bulunuyor ve o sırada oruç da tutuyordu. Bir gün akşamleyin evine gitti ve yanınızda yiyecek bir şey var mı? dedi. 'Sana yiyecek bir şeyler hazırlayıncaya kadar uyuma.' dediler. Ailesi yemeği geç getirince, iftarını açmadan uyuya kaldı. Uyandığında ailesine şöyle dedi. Bu gece yemek, içmek artık bana haramdır. Sabah olunca, hendek kazma faaliyetlerine katıldı. Bir süre sonra da açlığın etkisiyle bayıldı. Resulullah (s.a.a) onun bu durumuna acıdı. Bazı gençler de Ramazan geceleri, yasağa rağmen eşleriyle cinsel ilişkiye giriyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah, 'Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı...' ayetini indirdi. Dolayısıyla, ramazan ayında gece vakti cinsel ilişki ve şafak sökene kadar yeme, içme, -uyku uyunmuş olunsa dahi- serbest bırakıldı. Bunu, 'Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar...' ifadesinden anlıyoruz. Beyaz ipliğin siyah iplikten ayırt edilmesi ile, gündüzün aydınlığının gecenin karanlığından ayırt edilmesi kastedilmiştir."
Ben derim ki: "Yani, yatsı namazını kılan..." diye başlayan ve "hem gece haram idi" ifadesiyle son bulan söz, ravinin sözüdür. Bu anlamda başka rivayetler de vardır. Kuleynî, Ayyâşî ve başkaları rivayet etmişlerdir. Bu rivayetlerin tümünde, "Yiyin, için" diye başlayan ifadenin iniş sebebi olarak, Havvat b. Cübeyr el-Ensarî'nin yaşadığı olay gösterilir. "Size helâl kılındı." cümlesinin iniş sebebininse, genç Müslümanların tutumu olduğu vurgulanır.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, birçok tefsir bilgini kanalıyla Bura b. Azib'in şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Peygamber'in ashabından biri, oruçluyken iftar vakti, iftarını açmadan uyusaydı, ertesi günün akşamına kadar bir şey yiyemezdi. O günlerde Kays b. Sarme el-Ensarî de oruçlu olduğu hâlde tarlasında çalışmış, akşam vakti de iftarını açmak üzere karısının yanına gelmişti. Kadına, "Yanında yiyecek bir şey var mı?" diye sormuş, kadın da, "Hayır; ama gidip senin için yiyecek bir şeyler bulayım." demişti. Fakat Kays uykuya yenik düştü. Karısı geldiğinde kocasının uyuduğunu gördü. "Yazık sana uyudun mu?" dedi. Adam böylece bir şey yemeden uyuyakaldı. Gündüzün ortasına doğru, açlıktan bayıldı. Sonra Kays'ın başından geçenler Peygamber efendimize anlatıldı. Bunun üzerine, "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı." diye başlayan ayetin "Fecir vakti... yiyin için." diye başlayan kısmına kadarki bölümü indi. Bu ayetin inişiyle müminler büyük bir sevinç yaşadılar.
Ben derim ki: Aynı kıssa başka kanallardan da aktarılmıştır. Bazı ufak tefek farklılıkların yanında kimisinde olayın kahramanı Kube b. Sarme, kimisinde de Sarme b. Malik el-Ensarî gösterilir.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde yer alan bir rivayette, İbn Cerir ve İbn Münzir'in tahricine göre İbn Abbas şöyle demiştir: "Önceleri Müslümanların ramazan ayında yatsı namazını kıldıktan sonra gelecek geceye kadar, eşleriyle cinsel ilişkiye girmeleri, yemeleri, içmeleri haramdı. Daha sonra bazı insanlar, Ramazan ayında yatsı namazını kıldıktan sonra eşleriyle ilişkiye girdiler, yiyip içtiler. Bunların arasında Ömer b. Hattab da vardı. Sonra bu olayı Resulullah'a açıp şikayette bulundular. Bunun üzerine yüce Allah, 'Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı.' diye başlayan ayetin, 'Artık onlara yaklaşın...' -yani onlarla cinsel ilişkiye girin- diye başlayan ifadesine kadarki kısmını indirdi."
Ben derim ki: Ehlisünnet kaynaklarında, bu anlamı destekleyen mahiyette birçok rivayet vardır. Çoğunda da bu gelişmelerin kahramanları arasında Ömer'in adı da geçer. Bu rivayetlerin tümünün ortak noktası, cinsel ilişkinin ve tıpkı yeme içme gibi yatsı namazından önce helâl yatsı namazından sonra haram olduğudur. Oysa, bizim sunduğumuz ilk rivayet, cinsel ilişkinin tüm ramazan ayı boyunca, hem gece, hem gündüz yasak olduğunu vurgulamaktadır. Yeme içme ise, gecenin başlangıcında ve uyumadan önce helâl, uyuduktan sonra da haram idi. Ayetin akışı da bunu destekler niteliktedir. Çünkü eğer, cinsel ilişki de tıpkı yeme ve içme gibi uykudan önce serbest, uykudan sonra da yasak olsaydı, lafzın gaye ile kayıtlandırılması (yani cevazın sonunun belirlenmesi) gerekirdi: "Sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için." ifadesinde olduğu gibi. Oysa yüce Allah, "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı." buyurmuş, buna karşı, gayeye delalet eden bir kayda yer vermemiştir.
Bazı rivayetlerde deniliyor ki: "Ayet-i kerimede işaret edilen 'ihanet etme' sırf cinsel birleşmeye özgü bir durum değildi. Aksine yeme ve içme konusunda da bazılarının ihaneti söz konusuydu." Ama bu değerlendirme, ayetin akışı içinde "Yiyin için" sözünden önce, "Allah, gerçekten sizin nefislerinize ihanet etmekte olduğunuzu bildi." ifadesinin yer alması ile verilmek istenen mesajla uyuşmamaktadır.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde deniliyor ki: Resulullah efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "İki tane fecir vardır. Birisi kurt kuyruğuna benzer. Bu fecir hiç bir şeyi helâl, hiç bir şeyi de haram kılmaz. Ama bir tanesi vardır ki, ufuk çizgisi boyunca uzanır. İşte bu fecir sabah namazı vaktinin girdiğini ve yeme, içmenin haram olduğunu ifade eder."
Ben derim ki: Hem Ehlisünnet ve hem de Şia kanalıyla aktarılan ve aynı anlamı işleyen rivayetler müstafizdir, yani çok fazladır. Aynı durum itikâf ve bu durumda geçerli olan cinsel ilişki yasağı ile ilgili rivayetler için de geçerlidir.
AYETİN MEÂLİ
188- Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin ve bile bile insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hakimlere aktarmayın.
AYETİN MEÂLİ
188-Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.
Ayette kullanılan "yemek"ten maksat, alma, el koyma veya genel olarak tasarrufta bulunmadır. Bu, mecazî bir kullanımdır. Sözünü ettiğimiz bu mecazî kullanımın dayanağı da, "yeme"nin, insanın yapma gereğini duyduğu doğal fiillerin en yakını ve en öncelikli olanı olmasıdır. Çünkü insan, varlık âlemine adımını atar atmaz ilk algıladığı şey, beslenmeye duyduğu ihtiyaçtır. Sonra giyinme, barınma ve cinsel ilişki gibi diğer doğal ihtiyaçları algılar. Şu hâlde "yeme" insanın kendiliğinden bilincine vardığı ilk tasarruftur. Bu yüzden, özellikle mal ile ilintili olarak "tasarruf" ve "alma" eylemlerinin "yeme" fiili ile ifade edilmesi sadece Arapça'ya özgü bir durum değildir. Aksine bu tarz kullanım tüm dünya dilleri için geçerlidir.
"Mal"; mülk edinilmesine meyil gösterilen her şeye denir. Ve öyle sanıyorum ki "el-meyl" mastarından türetilmiş bir isim olarak değerlendirilebilir. Çünkü kalp mala meyleder. Ayetlerin orijinalinde geçen "beyn (=ara)" ise, iki veya daha fazla şeyin arasındaki mesafeye denir. "Batıl" hakkın karşıtıdır. Hak ise bir şekilde kalıcı olan şey demektir.
"Mallarınızı... yemeyin." ifadesindeki hükmün "aranızda" ifadesiyle kayıtlandırılması gösteriyor ki, bütün mallar, bütün insanlar içindir. Yüce Allah, bu malları insanlar arasında hak ilkesine dayalı olarak bölüştürmüştür. Koyduğu adil yasalarla malın hakka göre aralarında dengelenmesini sağlamıştır. Bu sayede bozgunculuğun tohumlarının gelişme göstermesini önlemiştir. Ancak bu çerçevenin dışındaki her tasarruf batıldır. Bu bakımdan tefsirini sunduğumuz bu ayet-i kerime "Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı." ayetini açıklar niteliktedir.
Yüce Allah'ın bu ayet-i kerimede malları insanlara izafe etmesi ve "mallarınızı" diye buyurması, insan topluluklarının dayandıkları temeli vurgulayıcı ve geçerli kılar bir özelliğe sahiptir. Bu temel genel olarak mülkü geçerli bilip bu yasaya saygı gösterilmesidir. Dinsel metinler ve tarihsel verilerin bize bildirdiklerine göre mülkün bu niteliği, insan türünün yerküresine yerleştiği günden bu yana geçerliliğini korumuştur. Bu temel niteliğe Kur'ân-ı Kerim'de "mülk", "mal", mülkü ifade eden "lam" edatı, "bazılarını başkalarının mallarında tasarrufta halife ve yetkili kılma." gibi kavramlarla yüzden fazla yerde dikkat çekilmiştir. Burada hepsini teker teker zikretmenin bir anlamı yoktur. Ayrıca, alış veriş ve ticarete ilişkin yasamalar içeren ayetlerden hareketle böyle bir sonuca varabiliriz: "Allah, alış verişi helâl kılmıştır." (Bakara, 275) "Mal-larınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan doğan bir ticaretten başka, haksız yollarla yemeyin." (Nisâ, 29) "Az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret." ... (Tevbe, 24) Mütevatir sünnet de bu anlamı pekiştirmektedir.
Ve bile bile insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hakimlere aktarmayın.
Ayetin orijinalinde kullanılan ["tudlû" kelimesinin mastarı olan] "el-idlâ" deyimi su çekmek amacı ile kovayı kuyuya salmak demektir. Bu deyimle, kinaye sanatı uyarınca, rüşvet verenin isteği doğrultusunda hükmetmeleri için hakimlere mal peşkeş çekme eylemi anlatılmıştır. Kuşkusuz, ilginç olduğu kadar latif bir kinayedir bu. Orijinal kullanımda, rüşvet aracılığı ile hakimlerden istenen hükmün verilişi, bir kimsenin kovasını salarak yukarı çekmek istediği kuyudaki suya benzetilmiştir. Yine ifadenin orijinalinde geçen "el-ferik" bir şeyden ayrılmış, kopuk kısmı demektir. Bu cümle de "yemeyin" ifadesiyle başlayan cümleye matuftur. Dolayısıyla, fiilin cezimli hâli, nehiyden kaynaklanmaktadır. Ayrıca ifadenin başındaki "vav" "mea" birliktelik anlamında kullanılmış olabilir. Bu durumda, fiil, takdir edilen "en" edatı ile mansup kabul edilir. Buna göre ifadeyi açacak olursak: "yemenizle beraber..." şeklinde bir anlam elde etmiş oluruz. Bu takdirde ayet, bütün olarak aynı amacı açıklamaya dönük tek ifade olarak belirginleşir. Yani, rüşvet verenle alanın, aralarında anlaşarak insanların mallarını aralarında bölüştürmeleri, hakimin de rüşvet olarak kendisine aktarılanı alması, ayrıca rüşvet verenin, bu malın diğer bir kısmını günah yoluyla alması, hem rüşvet verenin, hem de rüşvet alan hakimin bunun haksız bir kazanım olduğunu bile bile bir cürümü işlemelerinin yasaklanışıdır, ayetin vurgulamak istediği husus.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) bu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "İnsanlar aileleri ve malları üzerine kumar oynarlardı. Yüce Allah bu alışkanlığı yasakladı."
Yine el-Kâfi'de Ebu Basir'in şöyle dediği rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'a (a.s) "Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin... onları hakimlere aktarmayın." ayetini sordum, dedi ki: "Ey Ebu Basir, yüce Allah, bu ümmet içinde zulümle hükmedecek hakimlerin olacağını biliyordu. Burada adaletle hükmeden hakimleri kastetmiyor, zulümle hükmeden hakimleri kastediyor. Ey Ebu Muhammed, eğer senin bir adam üzerinde hakkın varsa ve sen onu adaletle hükmeden hakimlerin huzurunda mahkemeleşmeye çağırsan, buna karşın o, kendisinin lehine hükmedeceklerini bildiği zalim hakimlere başvurmayı önerirse, bil ki, o, tâğutun hükmüne başvurmak isteyen biridir. Şu ayet-i kerimede bu tür olaylara işaret ediliyor: Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını sananları görmedin mi? Bunlar, tâğut tarafından muhakeme olmayı istemektedirler."
Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle deniyor: Bir rivayete göre İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle demiştir: "Batıl ve haksızlıktan maksat başkasının malına el koymak için, yalan yere içilen anttır."
Bu anlam, ayetin anlamını somutlaştırıcı mevzii örneklerdir. Ama ayet geneldir, mutlaktır.
İLMÎ VE SOSYOLOJİK AÇIDAN ÖZEL MALİKİYET
Yeryüzünde gördüğümüz tüm varlıklar, bitki, hayvan ve insanda dahil olmak üzere objeler dünyasında varlığını korumak ve sürdürmek amacı ile, kendi varlığı dışında bu amacına yönelik faydalanabileceği her türlü tasarrufta bulunur ve onlardan yararlanma mücadelesi verir. Buna göre varlıklar bütününde, aktif olmayan bir varlıktan söz edilemez. Yine varlıklar bütününde, failince sergilenen bir fiilin, failin yararına dönük olmaması mümkün değildir. Bitkiler, varlıklarını sürdürmek, gelişip serpilmek ve türlerinin devamını sağlamak maksadı ile kendi türlerine özgü bir aktivite içindedirler. İnsan ve hayvan türleri de, sonuçta bir şekilde kendilerine yarar olarak dönecek bir eylem sergilemektedirler. Bu yararlanmanın hayalî ya da akılsal olması, sonucu değiştirmez. Bu genel yapıdan kimse şüphe etmemektedir.
Sözünü ettiğimiz bu tekvinî aktivitelerin failleri doğal içgüdüyle, hayvanlar ve insanlar da bir tür içgüdüsel bilinç aracılığı ile varlıklarını sürdürmek noktasında yararlanma ve doğal ihtiyaçlarını giderme amacı ile, maddî evrende aktivite göstermelerinin, ancak o şeyi kendilerine özelleştirme yani "tek bir fiil iki fail tarafından gerçekleştirilemez." gerçeği çevresinde söz konusu olabileceğini algılarlar. (Meselenin sonucu, özü ve ölçüsü budur) Bu yüzden insan ya da eylemlerinin özünü algıladığımız herhangi bir türe mensup bir fail, kendi işine müdahale edilmesini, aktivite göstermek istediği alanda başka aktivitelerin gündeme gelmesini önler. İşte ihtisasın özelliğinin temeli budur. Ki hiçbir insan bu realiteye ilişkin şüphe etmez.
"Lî haza", bu benimdir. "Leke haza", şu senindir. "Lî en ef'ale keza", ben şunu yapmalıyım. "Leke en tef'ale keza", sen şunu yapmalısın gibi ifadelerdeki "lam" harfinin altında yatan anlam da budur.
Hayvanların, içinde yaşadıkları yuva, in ve kulübe için ya da avladıkları yahut buldukları yiyecekler için veya eşleri için birbirleriyle didişmeleri, çocukların yiyecekleri hususunda kavgaya tutuşmaları bunun tanığıdır.
Hatta süt emen çocuklar bile emdikleri memeyi bir başkasıyla paylaşmak istemezler, bunun için kavga ederler. Bunun ötesinde insanın öz yaratılışının gereği ve içgüdüsünün öngörüsü olarak toplumsal bir varlık olarak yaşamını sürdürmesi, insanın ancak fıtrî olarak algıladığı bütünsel bilinci sağlamlaştırır. Topluma karışıp yaşamını bu çerçevede sürdürmesi ancak bütünsel olarak algıladığı bu karakteristik özelliğin, ilk konuluşu esas alınarak, yürürlükteki sosyolojik yasalar biçiminde düzenlenmesini ve ayrıca önemsemesini gerektirir. Bu aşamada herkeste bütünsel olarak yer eden o sözünü ettiğimiz özellik farklı türler olarak çeşitlenir. Farklı biçimlerde kendini gösterir, örneğin malî ihtisasa mülk, başka ihtisaslara da hak vs. denir.
İnsanların miras, alış veriş, sultanın gasbetmesi gibi sebepler bazında, ya da mülke sahip olan insan (bulûğ çağına ermiş, çocuk, aptal, birey veya topluluk gibi) bazında mülkiyetin gerçekleşme şekli üzerinde farklı yaklaşımları söz konusu olabilir. Söz gelimi kiminin mülkiyetinde arttırmaya gidilebilir, kimininki kısılabilir, kimininki olduğu gibi korunabilir, kiminin mülkiyetine de son verilebilir. Ama mülkiyetin herkes için bir kaçınılmazlık olduğu gerçeğini kimse inkâr edemez. Bu yüzden mülkiyete karşı çıkanların, neticede onu bireyden alıp topluma ya da egemen devlete devrettiklerini görüyoruz. Buna rağmen mülkiyeti tamamen bireyin elinden almaya güç yetiremiyorlar. Bunu hiçbir zaman gerçekleştiremezler de. Çünkü mülkiyet, fıtrat yasasının bir gereğidir. Fıtratın devre dışı bırakılması, insanın yok oluşu ile eşanlamlıdır.
İleride bu kalıcı gerçekle, sebepler bazında ilintili olan, ticaret, kâr, miras, ganimet ve toplama, yine kanun bazında ilintili olan buluğ çağına ermiş kimse ve çocuk gibi olgular üzerinde inşaallah uygun bir yerde etraflıca duracağız.
AYETİN MEÂLİ
189- Sana hilalleri sorarlar. De ki: "O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir. İyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir, ama iyilik sakınandır. Evlere kapılardan girin ve Allah'tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz."
AYETİN AÇIKLAMASI
189-Sana hilalleri sorarlar. De ki: "O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir."
Ayetin orijinalinde geçen "ehille (=hilaller)" kelimesi, "hilal" kelimesinin çoğuludur. Ay'a kamerî ayların başlarında "hilal" adı verilir. Bu sırada ay, ayın birinci ve ikinci gecesinde güneş ışınlarının altından çıkmaya başlamıştır. Bazılarına göre de dolunay hâline kadar bu isimle anılır. Başka bir görüş de şöyledir: Aydınlığı gecenin karanlığını bastırıncaya kadar ay'a hilal adı verilir. Bu da ayın yedinci gecesine kadar sürer. Bundan sonra "kamer" adını alır. On dördünde ise, "bedir" olarak nitelenir. Araplar nezdindeki genel adı ise "zibrikan"dır.
"Hilâl" kelimesi, doğum sırasında çocuğun ağlayışını veya çığlık atışını ifade etmek için kullanılan "istehalle's-sebiy" deyiminden alınmıştır. Arapların, hac yapan insanların "telbiye" getirirken seslerini yükseltmelerini ifade etmek için "ehalle'l-kavm" demeleri de, bu isimlendirmeye esas oluşturur. Dolayısıyla ayın ilk göründüğü gece, onu görenlerin bunu ilan etmek için bağrışmaları yüzünden ay'a hilal adı verilmiştir. Yine ifadenin orijinalinde geçen "mevakît" kelimesi, "mîkat" kelimesinin çoğuludur. Bir fiil için belirlenen vakit demektir. Ayrıca bir fiil için belirlenen belli bir mekâna da bu ad verilir.
"Sana, hilalleri sorarlar." ifadesinde, sorunun hangi bakımdan yöneltildiği açıklanmamıştır. Bazılarının iddia ettiği gibi ay'ın hakikati, Hilal, Kamer ve Bedir şeklinde değişik görüntüler sergilemesinin sebebi mi sorulmuştur? Yoksa, yine bazılarının iddia ettiği gibi, ay'ın görünmez olduğu son on üç gecenin ardından, yeni ayın başında görünmeye başlayan hilalin mahiyeti mi sorulmuştur? Yoksa soru başka bir hususu öğrenmeye mi yöneliktir?
Ancak, "Sana hilâlleri sorarlar." ifadesinde "ehille (=hilâller)" şek-linde çoğul bir kelimenin kullanılmış olması gösteriyor ki, soru ayın mahiyetine, değişik oluşumlarına ilişkin değildi. Eğer öyle olsaydı, şöyle bir ifadenin kullanılmış olması daha uygun olurdu: "Yes'elûneke ani'l-kamer." yani sana ayı sorarlar. Hilaller, ifadesinin kullanılması uygun düşmezdi. Ayrıca şayet, soru "hilal"in mahiyetine ve özel biçiminin sebebine ilişkin olsaydı, şöyle bir ifade daha uygun olurdu: Yes'elûneke ani'l-hilal (=sana hilali sorarlar...). Çünkü böyle bir durumda, çoğul bir ifade kullanmaya gerek duyulmazdı. Şu hâlde, "hilaller" şeklinde çoğul bir ifadeyle sorunun yöneltilmiş olması gösteriyor ki, ayın hilal şeklinde görünmesinin sebebi veyahut yararları ve kamerî ayları sergilemesi kastedilmiştir. Bu yüzden "hilaller" şeklinde çoğul bir ifade kullanılmıştır. Çünkü kameri ayları gerçekleştiren, bu hilal şekilleridir. Dolayısıyla cevapta da, aynı bu şekilde görünmesinin yararlarına dikkat çekilmiştir.
Bu sonucu, sadece verilen cevaptan algılıyoruz. "De ki: O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir." Çünkü fiiller ve işler için belirlenen vakitlerle ancak "aylar" kastedilebilir, gökteki "hilal" değil. Hilal zaman adı değildir. Ayın aldığı bir şekildir.
Kısacası, sorunun yöneltiliş amacı, kameri ayların sebep ve sonuçlarıyla bağlantılıdır. Bu yüzden, sonuçları, insan hayatına yönelik yansımaları ön plâna çıkarılıyor verilen cevapta. İnsanların dünya ve ahi-rete yönelik işleri için belirlenen vakitler ve zaman dilimleri oldukları vurgulanıyor. Çünkü yaratılış yasası itibariyle insanın hepsinde hareket kabilinden olan fiillerini ve amellerini belli zaman ölçülerine uydurması gerekir.
Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da insanların işlerinin ve aktivitelerinin mutabık olduğu uzayıp giden zamanın, küçük ya da büyük dilimlere bölünmesi gereği doğar. Gece, gündüz, gün, ay, mevsim ve yıl gibi. Kuşku yok ki zamanın bu şekilde bölünmüş olması ilâhî denetim ve gözetimin ve varlıklara ilişkin evrensel plânlamanın, onları yaşayışlarına ve reellerine uygun zemine yöneltmenin bir ürünüdür. Alim, cahil, ilkel, uygar herkesin istifade edebileceği, kavrayabileceği zamansal bölünme, ancak günlerin kameri aylara göre belli dilimlere ayrılmasıdır. Bu düzenlemeyi aklı ve duyuları yerinde olan her normal insan algılayabilir. Ama güneşin hareketlerine göre belirlenen aylar için aynı şeyi söyleyemeyiz. İnsanoğlu bu sistemin işleyişini ve ayrıntılı hesaplanışını ancak yeryüzündeki hayatının başlanmasının üzerinden uzun devirler, yüzyıllar geçtikten sonra tespit edebilmiştir. Bununla beraber söz konusu sistemi tespit etmek, her zaman her insanın harcı değildir.
O hâlde ayın hareketlerine göre belirlenmiş aylar, insanoğlunun dünya ve ahiret amaçlı aktiviteleri için konulmuş, öngörülmüş zaman dilimleridir. Özel olarak da hac ibadetinin icra edileceği vakitlerdir. Çünkü hac ibadeti ancak bilinen aylarda yerine getirilebilir. İkinci bir şık olarak özellikle haccın söz konusu edilmesi, bu ibadetin bazı aylara özgü olduğunun vurgulanacağı sonraki ayetlere bir ön hazırlık niteliğindedir.
Rivayetlerde vurgulandığına göre, cahiliye döneminde bazı Arap toplulukları hac amacı ile ihrama girdikleri zaman, bir şeye ihtiyaç duydukları zaman evlerine kapılarından girmezlerdi. Aksine evlerinin arkalarından bir delik açar, oradan girerlerdi. İslâm gelince bu uygulamayı yasakladı ve evlere kapılardan girilmesini emretti. Ayet-i kerimenin inişi de bu tür uygulamanın varlığı ile örtüşmektedir. Bir bakımdan, ileride nakledeceğimiz ve ayetlerin iniş sebebini içeren rivayetlere de güvenebiliriz.
Bu konudaki rivayetler olmasaydı, o zaman şunu söylemek mümkün olurdu: "İyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir..." diye başlayan ifade, ilâhî emirlerin ve dinde yasallaştırılan şer'î hükümlerin ancak yasallaştırıldıkları şekilde ve orijinaliteleri korunarak yerine getirilebileceğini vurgulamaya yönelik bir kinayedir. Dolayısıyla, hac, ancak kendisi için öngörülen aylarda ifade edilebilir. Oruç ancak Ramazan ayında tutulur.
Cümle bu şekilde algılandığı zaman, ayetin baş kısmını bütünleyen bir nitelik kazanmış olur. Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Söz konusu aylar, bu çerçevede yasallaştırılan şer'i hükümler ve uygulamalar için belirlenen vakitlerdir. Dolayısıyla örneğin hac gibi bir ibadeti kendisi için belirlenen ayların dışında ifa etmek veya orucu Ramazan ayının dışında herhangi bir ayda tutmak.. vs. caiz değildir. Buna göre ayet-i kerime, bir bütün olarak tek bir hükmün açıklanışını kapsamaktadır.
Naklî delillerce desteklenen ilk değerlendirmeyi esas aldığımız zaman, evlere arkalarından gelişin iyilik, sözü edilen uygulamanın dinin onayladığı bir iş olmadığına delalet etmiş olur. Aksi takdirde adı geçen uygulamanın iyilik olmadığını vurgulamanın bir anlamı olmazdı. Adı geçen uygulama çirkin bir cahiliye geleneğidir. Yüce Allah bu geleneğe yakıştırılan iyilik niteliğini kaldırmış, iyiliğin ancak "takva" olduğunu kesin olarak vurgulamıştır.
Ayetin akşına bakılırsa "iyilik takvadır" denilmesi gerektiği şeklinde bir düşünce zihinlerde beliriyor. Halbuki bunun yerine "iyilik sakınandır" denilmiştir. Bu kullanımla erdemliliğin ancak tavka niteliğine sahip olmakla elde edileceği ima ediliyor. Boş bir kavram değil, bu niteliğe sahip olmak kastedilmiştir, bu yaklaşımı şu ayetin ifade tarzı da pekiştirir niteliktedir. "Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik Allah'a... iman edendir." (Bakara, 177)
"Evlere kapılarından girin." ifadesindeki emir, itaati gerektiren bir buyruk değildir. Sadece evlere kapılarından girmenin daha uygun olacağını göstermeye yöneliktir. Çünkü evlere kapılarından girme alışılagelen ve aklen de hoş karşılanan geleneğe ve evlere giriş ve çıkış için uygun bir yerlerinde insanların kapı yapmalarından umdukları aklî amaca ve yarara uygundur. Buradaki emrin itaati gerektiren bir buyruk olmamasına delil, ifadenin akışının aklın öngörüsüne uygun olarak alışılagelen uygulamaya ters düşmekten başka hiçbir amacı bulunmayan kötü bir geleneği ortadan kaldırmaya dönük olmasıdır. Dolayısıyla, zorlama söz konusu olmaksızın, sadece, evlere normal giriş yöntemini göstermektedir. Şu kadarı var ki, dinin bir gereğidir diye, evlere arkalarından girmek haram kılınmış bir bidattir.
Ve Allah'tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Surenin başında, takva niteliğinin tüm iman mertebeleri ve bütün kemal makamlarıyla bağdaştığını öğrenmiştik. Bilindiği gibi bütün makamlar kurtuluşa ve mutluluğa ulaştırıcı değildir. Ancak kişide bulunan sapıklık ve şirk özelliklerini giderici niteliğini taşıyan son mertebede olan makamlar, insanı kurtuluşa ve mutluluğa ulaştırırlar. Diğer makamlar ise, sadece insanı kurtuluşa yöneltirler, bu yolun sonunda mutlulukla buluşacağını müjdelerler. Bu yüzden yüce Allah, "Allah'-tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz." buyururken, temenni nitelikli bir kelime kullanıyor. Ayette işaret edilen "takva" ile, bu ayet-i kerimede gündeme getirilen özel emre uyma ve evlere kapılarından girmeye ilişkin yergisini göz önünde bulundurarak bu geleneği terk etme kastedilmiş olabilir.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinin bir yerinde, İbn Cerir ve İbn Ebû Hatem İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Halk Resulullah'a (s.a.a) hilalleri sordu, bunun üzerine, 'Sana hilaleri sorarlar. De ki: O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir.' ayeti indi. İnsanlar hilaller aracılığı ile borçlarının vadesini, kadınların iddetini ve haccın vaktini bilirler."
Ben derim ki: ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde yine aynı anlamı pekiştiren nitelikte, başka rivayetler Ebû Âliye, Katade ve diğerleri kanalıyla aktarılmıştır. Bir başka rivayete göre insanlar ayın değişik şekillerde görünmesinin sebebini Resulullah efendimize (s.a.a) sormuşlar. Bunun üzerine söz konusu ayet inmiştir. Az önce vurguladığımız gibi, soruyu ayın aldığı değişik şekillere yönelik olarak algılamayı destekleyen rivayetlere itibar etmemek gerekir.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Veki, Buharî ve İbn Cerir'in Be-râ kanalıyla şu hadisi tahriç ettikleri yer almıştır. Araplar cahiliye döneminde ihrama girdikleri zaman evlere arkalarından girerlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah şu ayeti indirdi: "İyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir, ama iyilik sakınandır. Evlere kapılarından girin."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn Ebû Hatem ve Hakim'in Cabir kanalıyla bir diğer hadisi rivayet ettikleri ve Hakim'in hadisin sahih olduğunu vurguladığı yer alır. Kureyşlilere "Hums" denirdi. Bunlar ihramlıyken evlere kapılarından girerlerdi. Fakat ensar ve diğer Arap toplulukları ihramlıyken evlere kapılarından girmezlerdi. Bir bahçe içinde, Resulullah (s.a.a) bahçenin kapısından çıkarken, ensardan Kutbe b. Amir de onunla birlikte çıktı. Bunun üzerine orada bulunanlar: "Ya Resulullah, Kutbe b. Amir günahkâr bir insandır. Senin gibi bahçenin kapısından çıktı dediler." Resulullah Kutbe b. Amir'e dönerek: "Neden böyle yaptın?" diye sordu. Kutbe, "Senin yaptığını görünce ben de yaptım." dedi Bunun üzerine Resulullah "Ahmes bir (Mekkeli) insanım." dedi. O da şu karşılığı verdi: "Ama benim dinim de senin dinindir." dedi. O sırada, "İyilik, evlere arkalarından girmeniz değildir." ayeti indi.
Ben derim ki: Buna yakın rivayetler başka kanallarca da aktarılmıştır. Hums "ahmes"in çoğuludur ["humr"un "ahmer" kelimesinin çoğulu olması gibi) "hamaset" kökünden gelir ve "şiddet" demektir. Kureyşlilere bu adın verilmesi, dinlerine şiddetli bağlılıklarından veya direnişli, çok güçlü ve baskılarının karşı konulmaz şiddette olmasından ileri geliyordu.
Rivayetten anlaşıldığı kadarıyla, Resulullah efendimiz (s.a.a) bu olaydan önce Kureyşlilerin dışındaki Arap topluluklarının ihramlıyken evlere arkalarından girmelerine ilişkin geleneğini onaylıyordu. Bu yüzden: "Neden böyle yaptın?" diye, adamı azarlamıştır. Bu durumda, ayet nasih ayetler kategorisine girer. Yani, herhangi bir ayete istinat etmeden konulmuş yasal bir hükmü yürürlükten kaldırıyor. Ne var ki, daha önce de vurguladığımız gibi, ayet-i kerime, "İyilik, evlere arkalarından gelmeniz değildir." buyururken bu anlayışı dışlıyor. Haşa, yüce Allah'ın veya elçisinin bir hükmü yasalaştırmaları, ardından bu hükmü yermeleri, çirkinliğini dile getirmeleri, sonra da neshedip yürürlükten kaldırmaları düşünülemez. Böyle bir şeyin düşünülemeyeceği ise gayet açıktır.
Mehasin'ül-Berkî adlı eserde İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) "Evlere kapılarından girin." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yani, hangi iş olursa olsun, ona uygun yoldan, taraftan yaklaşın."
el-Kâfi adlı eserde İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Vasiler Allah'a açılan kapılardır. O kapılardan girmek gerekir. Eğer onlar olmasaydı, Allah bilinmezdi. Yüce Allah onları yaratılmışlara karşı kanıt olarak öngörmüştür."
Ben derim ki: Bu rivayet, uyarlama türüne girer. Birinci rivayetin açıklanışına esas olan anlayışa dayanılarak ayetin somut mısdaklarından birinin açıklanmasıdır. Şüphe yok ki, ayet-i kerime, anlam ve verdiği mesaj itibariyle geneldir. Bir olay üzerine inmiş olması onun bu niteliğini ortadan kaldırmaz. "Eğer onlar olmasaydı, Allah bilinmezdi." sözü ile, vasilerin üstlendikleri hakkı açıklama, eksiksiz davet misyonu kastedilmiştir. Bu sözün daha ince bir anlamı var ki, inşaallah ilerde buna değinme imkânını buluruz. Bu iki rivayeti destekleyen birçok rivayetin olduğunu da vurgulayalım.
AYETLERİN MEÂLİ
190- Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın ve aşırı gitmeyin. Elbette ki Allah aşırı gidenleri sevmez.
191- Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve fitne öldürmekten beterdir. Onlar size karşı savaşıncaya kadar siz Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Eğer sizinle savaşırlarsa, onlarla savaşın. Böyledir kâfirlerin cezası.
192- Eğer vazgeçerlerse şüphe yok ki Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
193- Hiçbir fitne (şirk) kalmayıncaya ve din Allah'ın oluncaya dek onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.
194- Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler de karşılıklıdır. Size zulmedene siz de zulmettiği kadarıyla karşılık verin. Allah'tan korkup sakının ve bilin ki Allah muhakkak ki, korkup sakınanlarla beraberdir.
195- Allah yolunda infak edin, ellerinizi tehlikeye atmayın ve iyilik edin, şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Ayetlerin akışından, bu ayetler grubunun bir kerede indiğini anlıyoruz ve amaç, bir hedefi açıklamaktır. Vurgulanan bu hedef de, ilk kez Mekke müşrikleriyle savaşmanın yasalaştırılmasıdır. Çünkü bu ayetlerde müminleri çıkardıkları yerden onların da çıkarılmaları, dinden döndürme amaçlı baskılara, kısas, savaşı onların başlatmadıkları sürece Mescid-i Haram civarında savaş başlatmama gibi konular gündeme getiriliyor ki, bunların tümü Mekke müşrikleriyle yakından ilgilidir.
Ayrıca yüce Allah savaş iznini, karşı tarafın savaş ilan etmesi ile kayda bağlamıştır: "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın." Bunun anlamı, şart gibi algılanmamalıdır. Yani, "Sizinle savaşırlarsa, siz de onlarla savaşın." şeklinde bir anlam çıkarılmayacağı açıktır. Ayrıca, burada dışlama nitelikli bir kayıt da söz konusu değildir, yani erkeklerle savaşın, sizinle savaşacak durumda olmayan kadın ve çocuklarla değil, şeklinde bir anlam doğru değildir. Nitekim bazı alimler, bu yanlışlığa düşmüşler ve ayetten bu şekil bir anlam algılamışlardır. Çün-kü savaşacak güce sahip olmayanlarla savaşmayı yasaklamak bir yana, onlarla savaşmanın anlamı yoktur ki "onlarla savaşmayın." şeklinde bir uyarıya gerek duyulsun. Aksi takdirde doğru olanı; durumu bundan ibaret olanlarla savaşmayı değil, onları öldürmeyi yasaklamaktır.
Gerçekte "sizinle savaşanlar" fiili hâl bildirir, vasıf ise, işaret niteliğindedir. Dolayısıyla kastedilen anlam şudur: "Müminlerle savaş hâlinde olanlar ve savaşı kedilerine hedef edinenler." Bunların da Mekke müşrikleri olduğu gayet açıktır.
Buna göre, tefsirini sunduğumuz ayet-i kerime ile "Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılanlara, savaşma izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir. Onlar, yalnızca 'Rabbimiz Allah'tır.' demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar." (Hac, 39-40) ayetleri arasında akış benzerliği vardır. Her iki grup ayette şartsız olarak savaş hâlindeki müşriklerle savaşma izni verildiği vurgulanmıştır.
Bütün bunların yanı sıra ayetlerin beşi de sınırları, boyutları ve gerekleriyle bir tek hükmü açıklamaya yöneliktir. Şöyle ki: "Allah yolunda savaşın." ifadesi hükmün temelini oluşturuyor. "...aşırı gitmeyin" diye başlayan ifade ise, bu hükmü düzenleme bakımından sınırlandırıyor. "Onları öldürün." ifadesi de, hükmü ağırlaştırma, şiddetlendirme bakımından sınırlandırıyor. "Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın." ifadesinin getirdiği sınırlandırma ise mekânla ilgilidir. "Hiçbir fitne kalmayıncaya... kadar onlarla savaşın." ifadesi ise, süre ve zamanla ilgili bir sınırlandırma getiriyor. "Haram ay…" diye başlayan ifade savaş ve öldürmede, kısas hükmünün, misliyle karşılık verme kuralının yürürlüğe girdiğini açıklama amacına yöneliktir. "İnfak edin." ifadesi ise, savaş öncesi malî hazırlığa ilişkindir. Asker donatımı için harcamada bulunma gereğini dile getirmektedir. Dolayısıyla, bu beş ayetin tek bir mesele ile ilgili olarak inmiş olmaları ve bazılarının ihtimal verdikleri gibi birbirlerini neshetmemiş olmaları daha yakın bir ihtimaldir. Bazı kimselerin ileri sürdükleri gibi, her ayetin değişik bir meseleyi ele almış olmaları uzak görünüyor. Hedef birdir. O da müminlerle savaş hâlinde olan Mekkeli müşriklere karşı savaşmanın bir yasa olarak hükme bağlanmasıdır.
190) Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın.
Kıtal ve savaş, bir adamın, kendisini öldürmek için uğraşan birini öldürmek için uğraşmasıdır. Savaşın Allah yolunda olması ise, savaşma ile güdülen amacın dini egemen kılmak, tevhid mesajını dört bir yana ulaştırmaktır. Böyle olunca savaş, sırf Allah rızası için yapılan bir ibadet niteliğini kazanır. İnsanların mallarına ve ırzlarına el koymak için değil. İslâm'a göre savaş bir savunma yöntemidir. Dejenere olmamış fıtratın özüne yerleştirilmiş meşru insan haklarını korumaya yöneliktir. İslâm'daki savaşın bu niteliğini daha detaylı bir şekilde ele alacağız. Çünkü savunma öz ve zatı itibariyle sınırlıdır. Aşırı gitmek ise sınırın ve haddin dışına çıkmaktır. İfadenin sonunda, "Aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez." şeklinde bir değerlendirme cümlesinin yer alması da bunu vurgulamaya yöneliktir.
Ve aşırı gitmeyin. Elbette ki Allah aşırı gidenleri sevmez.
Ayetin orijinalinde geçen "te'tedû" fiili, "i'tidâ" kelimesinden olup sınırın dışına çıkmak, demektir. Kendisi için belirlenen sınırı aşan biri için "ada ve i'teda" ifadeleri kullanılır.
Aşırı gitmeye ilişkin yasak mutlaktır. Bu anlama gelebilecek her şeyi, her tutumu kapsar. Hakka davet etmeden savaşma, karşı taraftan önce savaşa başlama, kadın ve çocukları öldürme, saldırıya son vermeme gibi. Ayrıca Peygamber efendimizin (s.a.a) sünnetinde işaret edilen başka hususlar da söz konusudur.
191) Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve fitne, öldürmekten beterdir.
Araplar, "sekife, sekafeten; buldu, ulaştı." derler. Buna göre, ayet-i kerime, şu ayet-i kerime ile aynı anlamı paylaşmaktadır: "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe, 5)
Ayetin orijinalinde geçen "fitne" ise, bir şeyin durumunu sınama, deneme amacı ile kullanılan araç demektir. Bu yüzden imtihan ve sınamaya ve bu anlamın genelde kendisinde barındırdığı, sapıklık ve şirkin cezası olan şiddet ve azaba da bu ad verilmiştir. Kuran-ı Kerim'de, işaret ettiğimiz bu anlamların tümü için de kullanılmıştır. Bu ayet-i kerimede ise, kastedilen "Allah'a ortak koşma ve O'nun Resulünü inkâr etme ve müminlere eziyet etme, işkence uygulama"dır. Tıpkı Mekkeli müşriklerin, Resulullah efendimizin (s.a.a) hicretten önce ve sonra müminlere uyguladıkları dinden döndürme amaçlı baskılar, işkenceler gibi.
Buna göre ayet-i kerimeyi şu şekilde yorumlayabiliriz: Mekkeli müşriklere karşı, var gücünüzle sert davranın. Bulundukları yerde öldürün onları. Bunu yurtlarından çıkana, topraklarını terk edene kadar sürdürün. Nitekim onlar da size böyle davranmışlardı. Ama onların yaptıkları daha şiddetliydi. Çünkü onlarınki fitne idi yani dinden döndürme amacına yönelikti. Bu nitelikli bir şiddetse, adam öldürmekten daha beterdir. Adam öldürme, neticede dünya hayatının sona ermesidir. Dinden döndürme amaçlı şiddet ise, iki hayatın kesilmesine, iki yurdun (dünya-ahiret) da yıkıma uğramasına yol açar.
Onlar size karşı savaşıncaya kadar siz Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Eğer sizinle savaşırlarsa, onlarla savaşın. Böyledir kâfirlerin cezası.
İfadede Mescid-i Haram yanında savaşmanın yasak olduğu vurgulanıyor. Bu Mescidin saygınlığının korunmasından dolayı konulmuş bir yasaktır. Ama bunun için karşı tarafın da bu yasağa uyması gerekir. İfadenin orijinalinde yer alan "fîhi" kelimesindeki zamir, "Mescid-i Ha-ram yanında" ifadesiyle işaret edilen mekâna dönüktür.
192) Eğer vazgeçerlerse, şüphe yok ki Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
Ayetin orijinalinde geçen "el-intiha" kelimesi, kaçınma ve vazgeçme anlamını ifade eder. Maksat ise, "Mescid-i Haram yanında savaşma" durumuna mutlak olarak son vermedir. Dine itaat ve İslâm'ı kabul etme sonucu gündeme gelen "mutlak olarak savaşa son verme" durumu değil. Bu ikinci husus, "Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur." ifadesinin kapsamına girer. Ama şu anda üzerinde durduğumuz "vazgeçme ve kaçınma" durumu, kendisine en yakın olan "Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın." cümlesine dönüktür. Buna göre, "Eğer vazgeçerlerse, şüphe yok ki Allah…" ifadesi ile "Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm..." ifadesinin her biri, bitişik olduğu cümle açısından bir kayıt niteliğindedir. Yani, tekrar söz konusu değildir.
"Şüphe yok ki Allah bağışlayandır, esirgeyendir." cümlesinde, hük-me gerekçe olsun diye, sebep müsebbebin yerine konulmuştur. Buna göre kastedilen anlam şudur: Eğer vazgeçerlerse, (siz de savaştan vazgeçin, çünkü) şüphe yok ki Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
193) Hiç bir fitne kalmayıncaya ve din Allah'ın oluncaya ka-dar onlarla savaşın.
Daha önce de vurguladığımız gibi savaşın süresini ve zamanını belirleyen bir ifadedir bu. Ayette geçen "fitne" kavramı ise, bu ayetlerde şirk anlamında kullanılmıştır. Nitekim Mekke müşrikleri birtakım putları Allah'a ortak koşup halkı da bu işe zorluyorlardı. "Fitne" kavramının bu ayetlerde şirk anlamında kullanıldığına "Din Allah'ın oluncaya kadar" ifadesi tanıklık etmektedir. Bu bakımdan ayet-i kerime bir başka suredeki şu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Hiç bir fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet yüz çevirecek olurlarsa şüphesiz Allah, onların yaptıklarını görendir. Geri dönerlerse, bilin ki gerçekten Allah, sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâdır ve ne güzel yardımcıdır." (Enfâl, 39-40)
Ayrıca ayet-i kerimede, savaştan önce, karşı tarafı dine davet etme zorunluluğuna da işaret edilmektedir. Eğer daveti kabul ederlerse, savaşmanın gereği kalmaz. Daveti reddetmeleri durumunda ise, Allah'-tan başka veli yoktur. O ne güzel mevlâdır ve ne güzel yardımcıdır. O yalnızca mümin kullarına yardım eder. Bilindiği gibi, İslâm açısından savaşın tek amacı vardır: Dinin bütünüyle Allah için olması. (Yani, Allah'ın dininin yeryüzüne egemen olması) Niteliği ve amacı bundan ibaret olan bir savaş, ancak karşı tarafı tevhid esasına dayalı hak dine davet etmekle anlam kazanır.
Şimdiye kadar, anlattıklarımızdan anlaşıldığı kadarıyla, tefsirini sunmakta olduğumuz bu ayetin içerdiği hüküm, "Kendilerine kitap verilenlerden, Allah ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 29) ayetinin içerdiği hükmün yürürlüğe girmesi ile neshedilmiş değildir. Çünkü bu ayette sözü edilen Ehlikitab'ın dinleri Allah'a aittir.
Bunun izahı şöyledir: Ele aldığımız "Hiç bir fitne kalmayıncaya ve din Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." ayet-i kerimesinin hükmü sırf müşriklere özgüdür, Ehlikitab'ı kapsamıyor. Şu hâlde "dinin Allah için olması"ndan maksat, putlara tapılmaması ve tevhid (Allah'ın tekliği) prensibinin kabul edilmesidir. Ehlikitab bu prensibi kabul ediyor. Gerçi bu kabulleri, gerçekte Allah'ı inkâr etmektir. Nitekim ulu Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Allah'a ve ahiret gününe inanmıyorlar. Allah'ın ve resulünün haram kıldığını haram tanımıyorlar ve hak dini din edinmiyorlar." Ne var ki İslâm onların sırf dilleriyle tevhidi onaylamalarını yeterli bulmuştur ve onlara yönelik savaşı, kendi elleriyle cizye vermeleri ile sınırlandırmıştır. Bu ise hak mesajın onların sözlerinden üstün olması ve İslâm'ın tüm dinlere karşı belirgin bir zafer kazanması içindir.
Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına kar-şı düşmanlık yoktur.
Eğer şirkten, dinden döndürme amaçlı baskıdan vazgeçer ve sizin gibi inanırlarsa, onlarla savaşmayın, çünkü zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur. "Eğer vazgeçerlerse şüphe yok ki Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." ayetinde olduğu gibi, burada da sebep müsebbebin yerine konulmuştur. Öyleyse bu ayete (anlam açısından) şu ayet-i kerimeyi örnek verebiliriz: "Eğer onlar tövbe edip namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir." (Tevbe, 11)
194) Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler de karşılıklıdır. Size zulmedene siz de zulmettiği kadarıyla karşılık verin. Allah'tan korkup sakının ve bilin ki Allah muhakkak ki, korkup sakınanlarla beraberdir.
İfadenin orijinalinde geçen "el-hurumat", "hürmet" kelimesinin çoğuludur. Saygınlığı ayaklar altına alınması yasak olan, saygı gösterilmesi ve gözetilmesi gereken şey demektir. Burada kastedilen ise, haram ayın, harem bölgesinin ve Mescid-i Haram'ın dokunulmazlığıdır. Buna göre, ayetin anlamı şöyledir: Eğer onlar haram ayda savaş başlatmak suretiyle söz konusu ayın saygınlığını ayaklar altına alırlarsa nitekim, Hudeybiye ateşkesinin gerçekleştiği yıl, Peygamber efendimizin ve müminlerin hac ziyaretinde bulunmalarına engel olmak, müminlere taşlarla ve oklarla saldırıda bulunmak suretiyle haram ayın saygınlığını çiğnemişlerdi. Bu gibi durumlarda müminlerin de onlara karşı savaşmaları caizdir ve bu, haram ayın dokunulmazlığını çiğnemek anlamına gelmez. Müminlerin yaptıkları, Allah'ın mesajı en yüksek olsun diye O'nun emirlerine sarılmak ve Allah yolunda cihat etmektir.
Bu yüzden müşriklerin, savaş başlatmak suretiyle harem bölgesinin ve Mescid-i Haram'ın saygınlığını gözetmedikleri durumda müminlerin misliyle karşılık vermeleri caiz olduğuna göre, "Haram ay, haram aya karşılıktır." ifadesi tüm dokunulmazlıkları içeren genel bir açıklamanın ardından yer alan özel bir açıklamadır. Söz konusu genel açıklamadan daha geneli de, onu izleyen şu ifadedir. "Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın." Buna göre, vurgulanmak istenen anlam şudur: Yüce Allah'ın haram aylarla ilgili olarak karşılıklılık (kısas) hükmünü öngörmesinin sebebi, O'nun tüm dokunulmazlıklar hususunda kısas hükmünü yasalaştırmasıdır. Tüm dokunulmazlıklar hususunda karşılıklılık ilkesini yürürlüğe koymasının sebebi ise, O'nun saldırıya misliyle karşılık verilmesini caiz kılmış olmasıdır.
Ardından yüce Allah saldırı noktasında ihtiyatı elden bırakmamalarını müminlere tavsiye ediyor. Çünkü saldırıda şiddet, baskın ve el koyma gibi taşkınlığa ve sapmaya yol açacak etkenlere baş vurulur. Oysa yüce Allah, saldırganları sevmez. Müminler daha çok Allah'ın sevgisine, dostluğuna ve yardımına muhtaçtırlar. Bu yüzden sonunda yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'tan korkup sakının ve bilin ki Allah muhakkak ki, korkup sakınanlarla beraberdir."
Yüce Allah'ın bir yandan müminlere saldırı emri vermesi, bir yandan da "saldırganları sevmediğini" vurgulamasına gelince; İslâm'a göre saldırı, bir saldırıya karşılık olmadığı sürece kötüdür. Ama bir saldırıya karşılık olduğu zaman, onun asıl niteliği zilletten, aşağılanmaktan kurtulmadır, hüküm, kölelik ve zorbalık zincirlerini kırma adına ortaya konulan onurlu başkaldırıdır; kibirlenmeye karşı kibirlenmek ve zulmedene açıktan hakaret etmek, sayıp sövmek gibi.
195) Allah yolunda infak edin, ellerinizi tehlikeye atmayın ve iyilik edin, şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.
Bu ayet-i kerimede Allah yolunda yürütülen savaşa destek maksadıyla, malî harcama emrediliyor. Savaşı destekleme amaçlı bu malî harcamanın "Allah yolunda" ifadesiyle kayıtlandırılmış olması tıpkı tefsirini sunduğumuz ayetler grubunun başında, savaşın "Allah yolunda..." şeklinde nitelendirilmiş olmasına benzer. Nitekim söz konusu a-yet incelenirken, bunun önemine işaret etmiştik.
Ayetin orijinalinde yer alan "bi-eydîkum" ifadesinin başındaki "ba" fazlalıktır yani cümle içinde, anlam açısından bir etkinliği yoktur. Sadece cümlenin içeriğini tekit etme niteliğini taşır. Dolayısıyla ifadenin asıl anlamı şudur: "Ellerinizi tehlikeye atmayın." Buna göre, ifade güç merkezlerini dağıtmaktan, hazırlık yapmamaktan ve caydırıcı güç bulundurmamaktan kinayedir. Çünkü bu saydığımız unsurların somutlaştığı organ "el"dir.
Şöyle de denebilir ki: İfadenin başındaki "ba" sebebiyedir. "La tul-kû (=atmayın)" fiilinin mefulü ise mahzuftur. Bu durumda ifadeye şu anlamı vermek gerekir. "Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın." Tehluke ve helak" aynı anlama gelir. İnsanın nerede olduğunu bilmediği hâlde gittiği yol demektir. "Tehluke" kelimesi "tef'ule" veznindedir. Arapça'da bunun dışında bu vezinde gelen bir başka mastar yoktur.
Aslında ifade mutlaktır ve ifrat ve tefrit gibi helake götürücü her şeyden sakındırma söz konusudur. Örneğin savaş zamanında cimrilik etmek, malî harcamadan kaçınmak kuvvetin dağılmasına, caydırıcı gücün etkisizleşmesine yol açar. Ayrıca bu tutum düşmana yenilmeye de yol açacağı için, eldeki hazırlık ve donanımın da yok olmasının nedeni sayılır. Beri tarafta, ölçüsüz harcama, elde avuçta ne varsa dağıtma, yoksulluğa, düşkünlüğe yol açar. Yoksulluk ve düşkünlük de hayatın çöküşüne ve kişiliğin yok olmasına neden olur.
Ardından yüce Allah konuyu "ihsan" niteliğine işaret ederek noktalıyor: "İyilik edin, şüphesiz Allah iyilik edenleri sever." İfadenin orijinalinde geçen (ve iyilik olarak tercüme ettiğimiz) "ihsan"dan maksat, savaşmaktan vazgeçmek ya da insancıl damarların kabarmasından dolayı din düşmanlarını öldürmeye kıyamamak, onlara acımak veya benzeri bir şey değildir. Tam tersine, ayet-i kerimede vurgulanan "ihsan" bir şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. Savaşmak gerektiği yerde savaşmak, barışmak veya ateşkes gerektiği yerde barışmak veya ateşkesi uygulamaktır. Şiddet gerektiği yerde şiddete baş vurmak, bağışlamanın uygun olduğu yerde de düşmanı bağışlamaktır ihsan. Dolayısıyla, bir zalimi gerekli yöntemlere başvurarak savmak, insanlık açısından iyiliktir. İnsanlığın yasal haklarını iade etmektir. İnsanlık hayatını hak ve adalet esaslarına göre düzenleyen hak dini savunmaktır. Nitekim yasal bir hakkı elde etmek uğruna uygun olmayan yöntemlerle dinsel normlarını zorlamaktan vazgeçmek de bir başka iyiliktir.
Yüce Allah'ın sevgisini kazanmak, dinin öngördüğü en yüce hedeftir. Dine bağlanan her insanın, dinin gereklerini yerine getirmek suretiyle Rabbinin sevgisini kazanmağa çalışması gerekir. Yüce Allah, konuya ilişkin olarak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmrân, 31) Tefsirini sunduğumuz bu savaş ayetleri saldırganlığı yasaklayarak, yüce Allah'ın saldırganları sevmediğini vurgulayarak başlıyor, ihsanı (iyiliği) emrederek ve yüce Allah'ın iyilik yapanları sevdiğini vurgulayarak son buluyor. Kuşkusuz, bu ifade tarzının kendine özgü bir letafeti, bir tadı vardır ve bu ilk etapta göze çarpmaktadır.
KUR'ÂN'IN EMRETTİĞİ CİHAD
Kur'ân-ı Kerim, önceleri Müslümanlara savaştan el çekmelerini, Allah Tealâ yolunda karşılaştıkları eziyetlere sabretmelerini emrediyordu: "Ey kâfirler. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kâfirûn, 1-6) Başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Onların sözlerine karşı sen sabret." (Müzzemmil, 10) Yine şöyle buyurmuştur: "Kendilerine, 'Elinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin.' denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında..." (Nisâ, 77) Bu ayette, Bakara Suresi'nde yer alan şu ayete işaret ediliyor gibi: "Kitap ehlinden çoğu kendilerine gerçek apaçık belli olduktan sonra, nefislerini kuşatan kıskançlıktan dolayı, imanınızdan sonra sizi inkâra döndürmek arzusunu duydular. Fakat, Allah'ın emri gelinceye kadar onları bırakın ve onlara ilişmeyin. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. Namazı doğru kılın, zekatı verin." (Bakara, 109-110)
Sonra savaş ayetleri indi. Bunların bir kısmı özellikle Mekke müşriklerine ve onlardan yana tavır koyanlara karşı yürütülecek savaşa ilişkindir: "Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılanlara savaşma izni verildi. Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye güç yetirendir. Onlar yalnızca: 'Rabbimiz Allah'tır.' demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar." (Hac, 39-40) Bu ayetlerin Bedir'de ve başka çatışmalarda emredilen savunma amaçlı savaşlar hakkında inmiş olması da mümkündür. Yine, şu ayetler de bu kategoride değerlendirilmelidir. "Hiçbir fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir. Geri dönerlerse, bilin ki gerçekten Allah, sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâdır ve ne güzel yardımcıdır." (Enfâl 39-40) "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, ancak aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez." (Bakara, 190)
Savaş ayetlerinin bir kısmı, Ehlikitab'a karşı yürütülecek savaşa ilişkindir. "Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 29)
Bazı ayetler de Ehlikitap dışındaki tüm müşriklere karşı yürütülecek savaşa ilişkindir. "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe, 5) "Onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın." (Tevbe, 36)
Bazı ayetlerde, nitelik ve özellik farkı gözetmeksizin tüm kâfirlere karşı yürütülecek savaşa değinmektedir: "Kâfirlerden size en yakın olanlarla savaşın. Sizde bir güç ve şiddet görsünler." (Tevbe, 123)
Meselenin özü şudur: Kur'ân-ı Kerim verdiği mesajla, İslâm'ın ve tevhid dininin fıtrata dayandığını vurguluyor, fıtrata dayalı bu dinin fonksiyonu, hayat süresince insan türünü öz yaratılışı doğrultusunda ıslah etmektir. Hayatla fıtratı ortak bir noktada buluşturmaktır. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen bir hanif olarak dine, Allah'ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiç bir değişme yoktur, işte dimdik ayakta duran din, budur. Ancak insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30)
Şu hâlde insan fıtratıyla örtüşen bu dini egemen kılmak, bu dine dayalı hayat biçimini korumak, meşru insan haklarının en önemlisidir. Bu ayet-i kerimede bu hususa şöyle işaret ediliyor: "O: 'Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.' diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için şeriat kıldı." (Şûrâ, 13) Sonra bir başka ayet-i kerimede, fıtrattan kaynaklanan bu meşru hakkı savunmanın da bir başka fıtrat kaynaklı hak olduğuna işaret ediyor: "Eğer Allah'ın, insanların kimi kimiyle defetmesi olmasıydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescitler yıkılır giderdi. Allah kendine yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlüdür, üstün iradelidir." (Hac, 40) Böylece ulu Allah bize şu mesajı veriyor: Tevhid dininin ayakları üzerinde dimdik durması ve Allah'ı anmanın canlı kalması, bunları savunmaya bağlıdır.
Şu ayet-i kerimeyi de önceki ayet gibi bu kategoride inceleyebiliriz. "Eğer Allah'ın insanların bir kısmı ile bir kısmını defi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı." (Bakara, 251) Yüce Allah Enfâl Suresi'nde yer alan savaş ayetlerinde, şöyle buyuruyor.: "O, suçlu günahkârlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve batılı çaresiz kılmak için böyle istiyordu." (Enfâl, 8) Yine aynı surede, bir kaç ayet sonra şöyle bir çağrıda bulunuyor: "Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve resulü'ne icabet edin." (Enfâl, 24) Burada müminlerin çağrıldıkları cihad ve savaş, onlara hayat verecek şeyler olarak tanımlanıyor.
Bu demektir ki, ister Müslümanları, ister İslâm'ın temelini ve kökünü savunmak amacı ile olsun veya doğrudan karşı tarafa savaş ilan etmek şeklinde olsun İslâm'ın öngördüğü savaş olgusu gerçekte insanın yaşama hakkını savunmaya yönelik bir eylemdir. Çünkü Allah'a ortak koşma olgusu özü itibariyle insanlığın yok oluşu, fıtratın ölümü demektir. Savaş ise, insanlığın hakkını savunmaya yönelik olması bakımından insana hayatını geri vermek demektir, onu öldükten sonra diriltmektir.
Bu noktada, eşya ve olaylara derinlemesine nüfuz edebilen her aklı başında insanın algılayabileceği bir gerçek belirginleşiyor: İslâm, yeryüzünü her türlü şirk pisliğinden temizlemek ve imanı sırf Allah'a özgü kılmak için, savunma nitelikli bir hüküm elinde bulundurmalıdır. Çünkü buraya kadar sunduğumuz ayetlerin tümü, puta tapıcılık şeklinde belirginleşen açık şirki bertaraf etme ya da Ehlikitab'ı cizye vermeye zorlamak suretiyle hak içerikli mesajı onların sözlerine egemen kılmayı dile getirmektedir. Bunun yanı sıra Ehlikitap'la savaşma konusunu dile getiren ayetler, onların Allah'a ve Resulüne inanmadıklarını, hak dini din edinmediklerini vurgulamaktadır. Şu hâlde, onlar tevhide bağlıymış gibi görünseler de, gizli nitelikleri, dolayısıyla gerçek nitelikleri şirktir. Bu yüzden doğal insan haklarını savunma misyonu, onları hak dine yöneltmeyi zorunlu kılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim, her ne kadar, açık bir buyruk olarak bu hükmü (bü-tün savunma hükmünü) içermese de, müminlerin bir gün düşmanlarına üstünlük sağlayacaklarına ilişkin vaatten böyle bir sonuca varmak mümkündür. Çünkü adı geçen sonucu elde etmek, ancak bu düzeyde bir savaşla gerçekleşebilir. Bu, şirkten uzak, katışıksız tevhid inancına dayalı hayat sistemini egemen kılmaya yönelik bir savaştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elçisini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki onu bütün dinlere üstün kılacaktır, müşrikler hoş görmese bile." (Saff, 9) Şu ayet-i kerimenin mesajı ise, daha açık ve daha vurgulayıcıdır. "Andolsun, biz zikirden sonra Zebur'da da, 'Şüphesiz yeryüzüne salih kullarım mirasçı olacaktır.' diye yazdık." (Enbiyâ, 105)
Aşağıda ele alacağımız ayet-i kerimenin anlamı daha net ve mesajı daha açıktır: "Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vadetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnız bana ibadet ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar." (Nûr, 55) "Yalnız bana ibadet ederler" ifadesi ile, gerçek imana dayalı, şirkten uzak ibadet kastediliyor. Bunu da "bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar." ifadesinden algılıyoruz. Ayrıca yüce Allah'ın imanın bir kısmını şirk olarak nitelediğini de unutmamak gerekir: "Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler." (Yûsuf, 106) Bu yüce Allah'ın yeryüzünü müminler için şirkten arındıracağına, onları yeryüzünün her tarafına mirasçı kılacağına ilişkin vaadinin ifadesidir. Bu vaadin gerçekleştiği gün, tam manasıyla Allah'tan başkasına kulluk sunulmayacaktır.
Birinin aklına böyle bir kuruntu gelebilir: Burada gaybî yöntemlerle gerçekleşecek ilâhî yardım vaat ediliyor. Gözle görülür somut sebeplerin iş gördüğü bir husus değildir bu. Ne var ki, onları yeryüzünde güç ve iktidar sahibi yapacaktır, anlamına gelen "le-yestahlifennehum" ifadesi, bu yaklaşımı çürütmektedir. Çünkü "istihlaf (=halife kılma)" ancak, birilerinin egemenliğine son verme, onları yerlerinden etme, sonra başkalarını onların yerlerine yerleştirme, şeklinde gerçekleşir. Dolayısıyla, ifadede maddî sebeplerin belirgin rol oynadığı savaş olgusuna yönelik bir ima vardır.
Kaldı ki; "Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir." (Mâide, 54) ayet-i kerimesi yeri geldiğinde ayrıntılı biçimde açıklayacağımız gibi bir zaman yürütülecek hak çağrısına ve dinsel uyanışa işaret etmektedir. İleride yüce Allah'ın emri doğrultusunda gerçekleşecek bu vaat edilmiş yeniden diriliş sürecinin, ancak cihat destekli davet yöntemiyle sonuçlanabilir olduğunu pekiştirmektedir.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalar, İslâm'ın cihad hükmünü ya-salaştırmasına yönelik eleştirilere de cevap niteliğindedir. Eleştiri şöyledir: Cihadın yasalaştırılması önceki peygamberlerin dini tebliğde kul-landıkları yöntemin dışına çıkılması demektir. İslâm'dan önceki dönemlerde görevlendirilen peygamberlerin sundukları dinin yayılması ve etkinlik kazanması sadece davet ve yol göstericilik yöntemine dayanıyordu. Adam öldürmeyi, tutsak almayı ve baskın düzenlemeyi kaçınılmaz olarak beraberinde getiren savaş yoluyla insanları inanmaya zorlamak, İslâm'dan önceki davet süre-since baş vurulmayan bir metottu. Bu yüzden Hıristiyan misyonerler İslâm'ı "kılıç ve kan dini", başkaları da zorlama ve baskı dini olarak nitelemişlerdir.
Önceki açıklamalardan anlaşılan cevabın izahı şöyledir: Kur'ân-ı Kerim öğretisiyle bize şunu açıklıyor. İslâm, insan fıtratının hükümleri esasına dayanıyor. Bu yüzden, hayat süresince insan türünün erdemliğe, kemale ermesinin ancak fıtratın Dolayısıyla İslâm'ın öngördüğü, hükmettiği ve davet ettiği şeylere uymakla mümkün olacağından kuşku duymamak gerekir. Fıtrat, tevhid ilkesinin bireysel ve toplumsal yasaların esası, temeli olmasını öngörür. Bu temel ilkenin insanlar arasında yayılmasını sağlamanın, yok oluştan ve dejenere oluştan korumanın insanlığın yasal hakkı olduğunu vurgular. Bu yüzden fıtratın onayladığı bu hakkı, mümkün olan yöntemlerle yerine getirmek bir zorunluluktur. Bu hususta yapılabilecek ifrat ve tefriti önlemek amacıyla itidal metodu ve hadd-ı vasat tercih edilmiştir.
Nitekim İslâm dini, başlangıçta salt çağrı ve Allah yolunda karşılaşılan eziyetlere karşı sabır şeklinde bir yönteme başvurmuştur. Daha sonra İslâm'ın temelini ve Müslümanların canlarını, ırzlarını ve mallarını korumaya yönelik savunma savaşı aşamasına girmiştir. Bunu izleyen aşama da, insan haklarını ve tevhid mesajını savunmaya yönelik doğrudan karşı tarafa savaş ilan etme dönemidir. Ama hiçbir saldırıda, uygun bir yöntemle sözlü davet gerçekleştirilmedikçe ve Dolayısıyla karşı tarafa saldırı için haklı bir gerekçe oluşturulmadıkça savaşa fiilen girilmemiştir. Resulullah efendimizin (s.a.a) pratik sünneti bunun somut kanıtıdır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et." (Nahl, 125) Bu ayetin içerdiği hüküm, tüm aşamaları kapsayacak genel bir niteliğe sahiptir. Bir ayette de şöyle buyuruluyor: "Böylece helak olacak kişi apaçık bir delilden sonra helak olsun, diri kalacak kişi apaçık bir delilden sonra hayatta kalsın." (Enfâl, 42)
İslâm'ın cihad hükmü "üstünlük sağlandıktan sonra, insanları dine girmeleri yönünde bir zorlamayı gerektirir." şeklindeki eleştiriye gelince; insanlığın hakka yöneltilmesi gibi dirilişi anlamına gelebilecek önemli bir gelişme karşısında yeterli açıklama ve kesin kanıttan sonra bazı kimseler hakkında zorlama olmasının önemi yoktur. Bu, uluslararası ilişkilerde geçerli olan bir kuraldır. Örneğin medeni yasalara baş kaldıran, onları tanımayan kimseler, bu yasalara uymaya çağırılırlar, sonra her türlü yola, istemeyerek yasalara itaatini sağlamak için gerekirse savaşa dahi başvurulur.
Öte yandan şayet, zorluk varsa bile, bu kuşağın belli bir katmanına özgü kalır. Ardından dini eğitim ve öğretimle, diğer katmanların hayatları belli bir düzene sokulur, ıslah edilir. Fıtrata ve tevhid ilkesine dayalı bir gönüllü yapılanma süreci başlatılır.
"İslâm'dan önce gelmiş geçmiş peygamberlerin mücadeleleri, sırf davet ve yol göstericilik esasına dayalı olarak gerçekleşmiştir." şeklindeki bir iddiaya gelince, tarihin onların hayatıyla ilgili eldeki verilerinden algıladığımız kadarıyla savaşacak imkâna sahip değillerdi. Söz gelimi Hz. Nuh (a.s), Hûd (a.s) ve Salih (a.s) peygamberler dört bir yandan baskı ve diktatörlük sistemlerince kuşatılmışlardı. Hz. İsa'nın (a.s) durumu da insanlar arasında bulunup mesajını yaymakla meşgul olduğu dönemler de bundan farklı değildi. Hz. İsa'nın dini çok sonraları yayılmıştır, sunduğu mesaj ancak şeriatının artık yürürlükten kaldırılacağı dönemde, yani İslâm'ın doğduğu günlerde yaygın biçimde kabul görmüştür. (İslâm dinini kabul etmeyen gruplar, görünürde Hz. İsa'nın (a.s) dinine sığındılar. Sonuçta bu din yayıldı.)
Kaldı ki Tevrat'ta anlatıldığı kadarıyla birçok peygamber Allah yolunda savaşmıştır. Kur'ân-ı Kerim de bu gerçeğe bir parça değinmektedir: "Nice peygamberle birlikte birçok Rabbaniler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden güçlük ve mihnetten dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah sabredenleri sever. Onların söyledikleri: 'Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı sağlamlaştır ve kâfirler topluluğuna karşı yardım et.' demelerinden başka bir şey değildi." (Âl-i İmrân, 146-147)
Soydaşlarını Amalikalarla savaşmaya çağıran Hz. Musa'nın kıssasını anlatırken yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hani Musa kavmine şöyle demişti... Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz... Dediler ki: Ey Musa, biz, onlar durduğu sürece hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burada duracağız" (Mâide, 20, 26) Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor: "Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerini görmedin mi? Hani peygamberlerinden birine, 'Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım.' demişlerdi." (Bakara, 246) Talut ve Calut kıssasının sonuna kadar, bu yönde ifadeler sık sık tekrarlanır.
Yüce Allah Hz. Süleyman ve Seba Melikesi kıssasında şöyle buyuruyor: "Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana Müslüman olarak gelin... Sen onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve biz onları ondan horlanmış, aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız." (Neml, 34-37)
"Biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil." sözüyle yapılan tehdit ilk kez dile getirilmiş bir davetin sonuçlanmasına yönelik bir savaştan başka bir şeyi ifade etmemektedir.
SOSYOLOJİK BİR İNCELEME
Savunma Hakkı ?
Gerek insanlar arasında ve gerekse diğer hayvan türleri arasında, her ne zaman bir topluluk oluşursa ki bazı hayvan türlerinde topluluk hâlinde yaşamanın örneklerini gözlemleyebiliriz, (örneğin karınca ve bal arısı gibi) bu fıtrî ihtiyaç esasına dayalıdır. Söz konusu canlı türünün öz yaratılışında mevcut bulunan bu dürtü ile, varoluşun korunması ve sürekliliği amaçlanır.
Fıtrat ve yaratılış, canlı türüne varlığını koruma ve sürdürme bakımından hayatı için yararlanacağı alanlara yönelik tasarruf hakkını vermiştir. Söz gelimi insanoğlu; cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve hatta belli ölçülerde insanlar üzerinde, mümkün olan yöntemlerle tasarrufta bulunur. Hayvanların hakları, bitki ve cansız varlıkların kemale doğru ilerlemesi gibi diğer varlıkların haklarının çiğnenmesi söz konusu olsa da, insan bu tasarrufu kendisi için bir hak olarak algılar. Yine hayvan türleri de, başka varlıklar üzerinde bir tür tasarrufta bulunur ve içgüdüsel olarak bunu kendi hakkı olarak algılar.
Aynı zamanda fıtrat ve yaratılış her canlı türüne, fıtrat bağlamında yasal haklarını savunma hakkını da vermiştir. Çünkü tasarruf hakkı ancak savunma hakkının bulunması ile pratize edilebilir. Dünya didişme ve izdiham yurdudur. Bu yurtta geçerli olan yasa da, münakaşa, çekişme yasasıdır. Varlığını ve sürekliliğini bilen ve eylem olarak koruma durumunda olan her canlı türü fıtrî olarak haklarını korumak için, kendisinde savunma hakkını da görür. Bunun, kendisi için mubah olduğunu düşünür. Tıpkı söz konusu tasarrufu kendisi için mubah görmesi gibi.
Bunun kanıtı, hayvan türlerinde gözlemlenebilen davranışlardır. Bir kavga ve didişme anında hayvanlar derhal en elverişli bedensel gereçleri devreye sokarlar, onlarla kendilerini savunurlar. Kimisi boynuzunu kullanırken; kimisi keskin dişlerini kullanmayı yeğler. Bazısı pençesine güvenir. Kimisinin silahı çiftesidir. Bazısının gagası veya vücudundaki dikenler caydırıcı bir silahtır. Bu tür güçlü doğal silahlarla donatılmamış bazı hayvanlarsa, çareyi kaçmakta ya da gizlenmekte veya kendini kamufle etmekte bulur. Bazı av hayvanları, kurbağalar ve haşereler gibi. Bazı canlı türleri de düşmanını aldatma, hile ve tuzaklarla başından savma yeteneğiyle donatılmıştır. Bunları savunma amacı ile kullanırlar. Maymunlar, ayılar ve tilkiler bu hayvanlara örnek gösterilebilir.
Bütün hayvanlar içinde, sadece insanoğlu bilim ve düşünce silahıyla donatılmıştır. Bu özelliği sayesinde insan, başka canlıları ve nesneleri kendi savunması uğruna kullanabilir. Ayrıca yararlanma amaçlı tasarruflarda da bu özelliğine baş vurur. Her canlı türü gibi, insanın da dayandığı bir fıtratı vardır. Yine her canlı türünde olduğu gibi, onun fıtratının da bir takım öngörüleri ve hükümleri söz konusudur. Fıtratın hükümlerinden biri, insana tasarruf hakkını vermesidir. Buna bağlı olarak fıtrî haklarını savunma hakkını tanımasıdır. İşte insanı toplumun önemsediği konularda savaşım vermeye yönelten, mücadele vermeye iten, fıtratı ve öz yaratılışı uyarınca algıladığı bu (ikinci) haktır. İnsanın yaşamsal çıkarları doğrultusunda kullanabildiği her şeyi kullanabilir olmasıyla ilgili fıtrî olarak algıladığı ilk hüküm ve hak değildir. Çünkü her insanın kendi öz yaratılışı uyarınca algıladığı bu hak ve yetki, toplumsal boyutta, belli bir dengeye kavuşur. Şöyle ki insan, kendi türdeşlerini da kullanma ihtiyacını duyduğu zaman, onların da bu konuda kendisiyle aynı konumda olduklarını anlar. Bu noktada hemcinsleriyle anlaşma, uygarlık ve sosyal adalet uyarınca uzlaşma gereğini duyar. Kendi çıkarı ve savunması uğruna başkasını kullandığı kadar, kendisinin de başkasına hizmet etmesi gündeme gelir. Böylece ihtiyaçlar dengelenir. Toplum bu uzlaşı ve dengelenişin odak noktası işlevini görmüş olur.
Bundan dolayı biliyoruz ki: İnsanoğlu çevresine karşı verdiği savaşında yalın fıtratından algıladığı, başkasını kullanma, köleleştirme dürtüsüne dayanmamaktadır. Çünkü insanoğlu toplum içine adım attığı andan itibaren, fıtratın bu genel hükmünü yürürlükten kaldırmış (neshetmiş) ve başkalarının çıkarları üzerinde, ancak onların kendisinin çıkarları üzerindeki tasarrufları oranda tasarruf edebileceğini itiraf etmiştir. Tam tersine insanoğlu çevresine karşı verdiği savaşımda, çıkarları şeklinde somutlaşan haklarını koruma ve savunma hakkına dayanmaktadır. Dolayısıyla insan, önce kendisi için bir hakkı varsayıyor, sonra da bu hakkın bir şekilde kaybedilmek istendiğini gözlemliyor ve ardından kendi varsaydığı hakkını savunmaya kalkışıyor.
Bu yüzden her savaş, gerçekte bir savunmadır. Hatta ülkeler fetheden krallar ve galip gelen devletler bile, başlangıçta kedileri için bir hak varsayımına dayanırlar. Hükmetme hakkı ve başkalarını yönetme yeteneği ya da geçim sıkıntısı veya toprakların azlığı gibi. Bu ve benzeri gerekçelerle insanlara saldırmalarını, kan dökmelerini yeryüzünde bozgunculuk çıkarmalarını, çevreyi ve nesli mahvetmelerini mazur göstermeye çalışırlar.
Böylece anlaşılıyor ki: İnsan haklarını savunma, fıtrattan (öz yaratılıştan) kaynaklanan bir haktır. İnsanın bu hakkını kullanması mubahtır. Evet ama bu hak bizzat kendisi hedef değildir, bu hak başka bir şeye varılmak için istenilmektedir. Dolayısıyla önemlilik noktasında varılmak istenen başka şeyle dengelenmelidir. Bu yüzden savunma ile kaybedilecek yararlar karşısında, yaşamsal önem açısından, uğruna savaşılan ve kurtarılması istenen hakkın önemi fazla olduğu takdirde ancak savunma ilkesine başvurulur. Fakat Kur'ân-ı Kerim, insan haklarının en önemlisinin tevhid ilkesi ve buna dayalı dinsel yasalar (şeriat) olduğunu kesin olarak kanıtlamıştır. İnsan topluluklarının akıllıları da insanlık için en önemli hakkın, insan topluluğuna egemen olan ve bireylerin yaşamsal çıkarlarını güvence altına alan yasaların gölgesindeki yaşama hakkı olduğuna inanırlar.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, İbn Abbas'ın "Allah yolunda savaşın." ayeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Bu ayet, Hudeybiye barış antlaşması hakkında inmiştir. Resulullah (s.a.a) ashabı ile birlikte umre yapmak istedikleri yıl Medine'den hareket ettiği zaman, sayıları toplam olarak bin dört yüz kişiydi. Yollarına devam ederek Hudeybiye'ye gelip konakladılar. Müşrikler Mescid-i Haram'a girmelerine engel oldular. Onlar da kurbanlık hayvanları Hudeybiye'de boğazladılar. Sonra müşriklerle bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşma gereği Müslümanlar o yıl Kâbe'yi ziyaret etmeden geri döneceklerdi. Ama ertesi yıl gelip Kâbe'yi ziyaret edebileceklerdi. Mekke, onlar için üç gün boyunca boşaltılacak, Müslümanlar Kâbe'yi tavaf edecek ve dileklerini yapabileceklerdi.
Resulullah ve ashabı kaçırdıkları umreyi kaza etmek üzere hazırlıklara başladılar, donanmalarını tamamladılar. Kureyşlilerin sözlerini tutmamalarından, Mescid-i Haram'ı ziyaret etmelerine engel olmalarından, Dolayısıyla aralarında savaş çıkmasından korkuyorlardı. Resulullah haram ayda, harem bölgesinde müşriklerle savaşmak istemiyordu. Bunun üzerine Yüce Allah yukarıdaki ayeti indirdi.
Aynı anlamı destekleyen rivayetler, ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, çeşitli kanallardan İbn Abbas'a ve başkalarına dayandırılarak aktarılmıştır.
Mecma'ul-Beyan tefsirinin bir yerinde Rabi b. Enes ve Abdurrah-man b. Zeyd b. Eslem'den şöyle rivayet edilir: Bu, ilk defa savaştan söz eden ayettir. Bu ayet indikten sonra, Resulullah kendisine savaş açanlara savaş açtı, savaşmaktan vazgeçenlere karşı yürüttüğü savaşa son verdi. Nihayet şu ayet inerek adı geçen hükmü içeren ayeti neshetti: "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün."
Ben derim ki: Bu yorum, Rebi ve Abdurrahman'ın içtihadıdır. Çünkü daha önce bu ayetin herhangi bir ayeti neshetmediğini, bilâkis, özel bir hükmü genelleştirme niteliğinde olduğunu kanıtlamıştık.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "Onları bulduğunuz yerde öldürün." ayeti ile ilgili olarak şöyle bir açıklamaya yer veriliyor: "Bu ayet, haram ayda, bir kâfiri öldüren bir sahabe hakkında inmiştir. Kâfirler, müminleri bundan dolayı ayıpladılar. Bunun üzerine yüce Allah dinde fitne çıkarmanın (yani, şirkin egemenliği için, insanları tevhid dininden vazgeçirmeye çalışmanın) caiz olmasa bile haram ayda müşrikleri öldürmekten daha ağır bir suç olduğunu açıkladı."
Ben derim ki: Daha önce, "tefsirini sunduğumuz ayetler grubunun ifade tarzlarındaki ahenk, akışlarındaki uyum, onların bir kerede indiklerini gösterir." diyerek, bu gerçeği vurgulamıştık (Neticede, ayetin nüzul sebebinin bu hadise olduğunu kabullenirsek, söz konusu bütün ayetler hakkında da bu nüzul sebebinin geçerli olduğunu söylemeliyiz.)
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, "Hiçbir fitne kalmayıncaya... kadar onlarla savaşın." ayeti ile ilgili olarak, çeşitli kanallardan Katade'ye dayandırılan şöyle bir rivayete yer verilir: "Hiçbir fitne," yani şirk kalmayıncaya ve din Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın." Yani; "la ilâhe illallah (=Allah'tan başka ilâh yoktur.)" deyinceye kadar. Resulullah (s.a.a) buna dayanarak savaştı. İnsanları buna davet etti. (Sonra Katade şunları ekler): Resulullah efendimiz (s.a.a) şöyle diyordu: Allah "La ilâhe illallah" deyinceye kadar insanlarla savaşmanızı emretti. Eğer şirke son verip bu gerçeği kabul ederlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. (Katade) der ki: "Zalim, la ilâhe illallah" demekten kaçınan kimseye denir. "La ilâhe illallah" deyinceye kadar onunla savaşmak gerekir.
Ben derim ki: "Zalim, 'La ilâhe illallah' demekten kaçınan kimseye denir." şeklindeki söz Katede'nin sözü olup Resulullah'ın sözünden bir çıkarmasıdır, ki, oldukça isabetli bir görüştür. Benzeri bir görüş de İkrime'den rivayet edilmiştir.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Buhârî, Ebu'ş-Şeyh ve İbn Mürdeveyh'in İbn Ömer'den şu sözleri naklettikleri yer almıştır: İbn Zübeyr kargaşası zamanında iki adam İbn Ömer'in yanına gelir ve ona şunu sorarlar: İnsanlar bir takım fitneler çıkarıyor. Sense Ömer'in oğlu ve Resulullah'ın (s.a.a) ashabısın, seni ortaya çıkmaktan ve kıyam etmekten alıkoyan nedir? İbn Ömer der ki: "Allah, kardeşimin kanını dökmemi haram kılmıştır." Bunun üzerine adamlar: "Allah, 'Hiçbir fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın.' demiyor mu?" diye sorunca, İbn Ömer şu cevabı verir. "Fitne kalmayıncaya kadar savaştık. Din de Allah'ın oldu. Siz ise, fitne baş göstersin ve din Allah'tan başkasının olsun diye savaşmak istiyorsunuz."
Ben derim ki: İbn Ömer ve soruyu soranlar fitne kavramına yükledikleri anlam hususunda yanılmışlardır. Daha önce bu kavrama ilişkin açıklamalarda bulunduk. Oysa onların konumları fitneden çok, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmakla veya haksız yere savaşmakla ilgilidir. Böyle durumlarda ise, bir müminin ses çıkarmadan köşesine çekilmesi caiz değildir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde "Hiçbir fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın." ayeti ile ilgili olarak şöyle deniyor: Fitneden maksat şirktir. Bu görüş İmam Cafer Sadık'tan (a.s) da rivayet edilmiştir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, "Haram ay haram aya karşılıktır." ayetine ilişkin olarak A'lâ b. Fuzayl'dan şöyle rivayet edilir. "Ona müşrikler hakkında sordum; Müslümanlar haram ayda onlara karşı savaş başlatabilir mi?" Dedi ki "Müşrikler, haram ayın kutsallığını çiğneyerek savaş başlatırsa ve Müslümanlar da bu ayda onlara üstünlük sağlayacaklarını öngörüyorsa, olur. Çünkü yüce Allah, 'Haram ay, haram aya karşılıktır ve hürmetler de karşılıklıdır.' buyuruyor."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Ahmed, İbn Cerir ve Nuhas "Nasih" adlı eserinde Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Karşı taraf savaşmadıkça Resulullah (s.a.a) haram ayda savaşmazdı. Resulullah savaşırdı, ancak haram ay girdiğinde, savaştan vazgeçer ve haram ay tamamlanınca yeniden savaşa başlardı."
el-Kâfi adlı eserde, Muaviye b. Ammar'dan şöyle rivayet edilir. İ-mam Cafer Sadık'a (s.a.) şöyle bir soru sordum: "Bir adam serbest bölgede birini öldürse, sonra Harem'e girse, nasıl davranmak gerekir?" Dedi ki: "Öldürülmez, bunun yanında yiyecek ve içecek de verilmez, kendisi ile alış veriş yapılmaz Harem bölgesinden çıkana kadar beklenir. Çıkınca da kendisine adam öldürmenin cezası uygulanır." Bu sefer, "Haram bölgede adam öldüren veya hırsızlık yapan kimse için ne dersin?" diye sordum. Buyurdu ki: "Ona haram bölgede gerekli olan ceza uygulanır. Çünkü o haram bölgenin kutsallığını, dokunulmazlığını gözetmemiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor. 'Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın.' İşte bu hüküm haram bölge ile ilgilidir. Çünkü Allah, 'Zulmedenlerden başkasına karşı da düşmanlık yoktur.' buyurmuştur."
el-Kâfi adlı eserde İmam Cafer Sadık'ın (s.a.) "Ellerinizi tehlikeye atmayın." ayetine ilişkin olarak şöyle dediği rivayet edilir. "Bir adam, elinde avucunda ne varsa hepsini Allah yolunda infak etse, bu güzel olmaz, uygun ve olumlu karşılanmaz. Yüce Allah, 'Ellerinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.' buyurmuyor mu? İşte bu, iyilik edenlerden maksat, orta yolu tutanlardır."
Şeyh Saduk, Sabit b. Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Sultana (yönetime) itaat vaciptir. Sultana itaati terk eden, Allah'a itaatî terk etmiş olur. Allah'ın 'Ellerinizi tehlikeye atmayın.' ayetinde açıklamış olduğu yasağını çiğnemiş olur.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, çeşitli kanallardan Ebu İmran Esle-m'e dayandırılan şöyle bir rivayete yer verilir: "Kostantiniyye (İstanbul) kentini kuşatmış bulunuyorduk. Mısır'dan gelen askerlerin başında Ukbe b. Amir bulunuyordu. Şamlı askerlerin komutanı ise Fuzale b. Ubeyd'di. Bizans ordusundan muazzam bir saf karşımıza çıktı. Biz de onlara karşı savaş düzenini aldık. Bu sırada Müslüman bir asker Bizans ordusunun saflarına doğru saldırıya geçti ve aralarına daldı. Bunu gören diğer askerler: 'Suphanallah, kendi elleriyle kendini tehlikeye atıyor.' dediler. O sırada aramızda bulunan, Resulullah'ın sahabesi Ebu Eyyub oturduğu yerden kalktı ve şöyle dedi: Ey insanlar, siz bu ayeti böyle yorumluyorsunuz; ama ayet biz ensar topluluğu hakkında inmiştir. Yüce Allah dinini üstün kılınca ve dine yardım edecek insanların sayısı da artınca, birbirimize Resulullah'tan habersiz şöyle demeye başladık: 'Şüphesiz, mallarımız zayi oldu. Yüce Allah İslâm'ı üstün kılmıştır. Bugün İslâm'a yardım edecek insanlar da çoğalmıştır. Artık mallarımızın başına dönsek ve zayi olanları yeniden toparlasak nasıl olur?' Bunun üzerine yüce Allah, 'Ellerinizi tehlikeye atmayın...' ayetini indirdi. Ayetin işaret ettiği tehlike, mallarımızın başına dönmemiz, zayi olanları ıslah etmemiz ve savaşı terk etmemizdi."
Ben derim ki: Ayetin ifade ettiği anlamla ilgili rivayetlerin farklılığı, bizim görüşümüzü pekiştirici niteliktedir: Ayet-i kerime mutlaktır. İnfakla, hayır amaçlı harcama ile ilgili her iki aşırı ucu (ifrat-tefrit) da kapsamaktadır. Daha doğrusu ayet, hem infak konusu ve hem de başka konularda yapılan ifrat ve tefriti de kapsamaktadır.
AYETLERİN MEÂLİ
196- Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer alıkonulsanız, artık size kolay gelen kurbanı (gönderin). Kurban yerine varıncaya kadar, başlarınızı tıraş etmeyin. Kim sizden hasta ise veya başından bir rahatsızlığı varsa (tıraş olur ve karşılığında), oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye verir. Güvene kavuştuğunuzda, hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, kolayına gelen bir kurbanı kesmek gerekir. Bulamayana da, üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüzde oruç vardır. İşte bu, tam on gündür. Bu da ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, muhakkak cezası pek çetin olandır.
197- Hac, (onun zamanı) bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccı kendine farz ederse, bilsin ki hacda kadına yaklaşmak, fısk yapmak ve kavgaya girişmek yoktur. Siz hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edinin. Şüphe yok ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri, Benden korkup-sakının.
198- Rabbinizden bir fazl istemenizde (ticaret yapmanızda) sizin için bir sakınca yoktur. Arafat'tan hep birlikte indiğinizde, Allah'ı Meş'ar-ı Haram'da anın. O, sizi nasıl doğru yola yöneltip-ilettiyse, siz de O'nu anın. Şüphesiz siz daha önce sapıklardan idiniz.
199- Sonra insanların topluca akın ettiği yerden siz de akın edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
200- Hac ibadetlerini bitirdiğinizde, artık (cahiliye döneminde) atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anma ile Allah'ı anın. İnsanlardan öylesi vardır ki: "Rabbimiz, bize dünyada ver." der; onun ahirette nasibi yoktur.
201- Onlardan öylesi de vardır ki: "Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru" der.
202- İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri vardır. Allah, hesabı pek seri görendir.
203- Sayılı günlerde Allah'ı anın. Kim iki günde acele edip (Mina'dan Mekke'ye) dönmek isterse, onun bir günahı yoktur. Kim geri kalırsa, onun da bir günahı yoktur. Bu, sakınan içindir. Allah'tan korkup-sakının ve gerçekten bilin ki, siz O'na döndürülüp-toplanacaksınız.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu ayetler, Resulullah efendimizin (s.a.a) son haccı olan veda haccı esnasında inmiştir. Temettü haccının yasalaştırılması da bu hacda gerçekleşmiştir.
196) Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın.
Bir nesnenin tamamı, o nesnenin diğer parçalarına eklenmesi ile, o nesnenin nesne olmasını sağlayan parçasına denir. Bu nesneden beklenilen ve arzulanan özellikler buna dayanarak belirginleşir. Şu hâlde, tamamlama, bazı parçaları ile başlanmasının ardından nesneyi tamamlayıcı parçayı önceden hazırlanmış diğer parçalara eklemek demektir. Kemal ise, bir durum, bir nitelik ya da bir olgudur. Tamamlanmış şey ya da nesne bunu bulduğu zaman, tamamlanışının ardından ona bir sonuç ve bir eser terettüp eder ki eğer kemal olmazsa, bu sonucun ona terettüp etmesi mümkün olmayacaktır. Buna göre, insan vücudunu oluşturan parçaların birbirine eklenmiş olması, insanın tamam olması anlamına gelir. Bu insanın bilgin, cesur ya da iffetli olması da, onun kemal niteliğine sahip olması anlamına gelir.
Bazı durumlarda "tamam" olmanın "kâmil" olma anlamında kullanıldığı görülür. Bu uygulama, "Bir nesneye ya da varlığa eklenen artık bir nitelik, önemi ve konumu itibariyle o varlığın içine, esaslı unsurları arasına girer." savına dayanan bir istiare şeklidir.
Haccı ve umreyi tamamlamayı öngören ifadede, "tamamlama" ilk ve gerçek anlamında kullanılmıştır. "Eğer kuşatılırsanız, artık size kolay gelen kurbanı gönderin." ifadesi bu değerlendirmeyi pekiştirici niteliktedir. Çünkü bu ifade, bir işi parçalarının en sonuncusuna ulaştırma ve bu sonuncu parçayı da başlangıcın ardından kendisine kadar ulaştırılan diğer parçalara ekleme anlamına gelen "tamamlama" buyruğuna ilişkin bir ayrıntıdır. Bunu "kemal" anlamında "tamamlama"nın bir ayrıntısı olarak değerlendirmeyi destekleyecek bir anlam yoktur. Konu bizce, bu bakımdan açık ve nettir.
Hac, Müslümanların her yıl yaptıkları belli bir ibadet şeklidir. İlk kez Hz. İbrahim (a.s) döneminde, ilâhî şeriatın bir emri olarak yerine getirilmiştir. Ondan sonra da Arapların uyguladıkları bir gelenek olarak varlığını korudu. Ardından yüce Allah haccı, bu ümmet için kıyamete kadar devam edecek bir ibadet şekli olarak yasalaştırdı.
Bir ibadetler bütünü olan hac uygulaması, ihrama girip Arafat'ta vakfede durmakla başlar. Ardından Meş'ar'ul-Haram'a gidilir. Ve yine Mina denilen yerde kurbanlar kesilir. Üç yerde şeytan taşlanır. Kâbe tavaf edilir. Tavaf namazı kılınır. Sonra Safa ile Merve arasında saiy yapılır. Bu esnada yerine getirilmesi farz olan başka ibadetler de var. Hac üçe ayrılır. 1- Hacc-ı İfrad 2- Hacc-ı Kıran 3- Hacc-ı Temettu. Bu üçüncüsü Resulullah efendimizin (s.a.a) son dönemlerinde Allah'ın emriyle uygulamaya konulmuştur.
Umre ise, ayrı bir ibadettir. Herhangi bir zamanda ihrama girip Kâbe'yi tavaf etmek, orada tavaf namazını kılmak, Safa ile Merve arasında saiy yapmak ve taksir ile gerçekleştirilir.
Hac ve umre ancak, Allah rızasına dönük oldukları zaman, yerine getirilmiş sayılırlar. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın şu sözüdür: "Hac ve umreyi Allah için tamamlayın."
Eğer alıkonulsanız, artık size kolay gelen kurbanı (gönderin). Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin.
Ayetin orijinalinde geçen "ihsar" hapsedilme, alıkonma, demektir. Burada kastedilen anlam ise ihrama girerek hacca fiilen başlandıktan sonra hastalık ya da düşman sebebiyle ibadetin tamamlanışının engellenmesidir. "İstiysar" ise, bir şeyin kolayca olması demektir. Zorla değil. Bu ifade kullanıldığında, bir şeyin kolaylığı kendine celp ettiği şeklinde bir çağrışım yapar. "el-Hedyu" ise, kişinin yaklaşma amacıyla bir başkasına ya da tapınma mahalline, sunduğu hayvan demektir. Aslı ise "el-hedyetu" yani armağandır. Ya da "hidayet" anlamına gelen "el-hedyu"dur. Bu durumda, maksada sevk etme anlamı esas alınmış olur. "el-Hedyu ve el-hedyetu"; "et-temru (=hurma cinsi)" ve "et-temretu (=bir hurma)" gibi cinsi ve birliği ifade etme açısından farklılık kazanırlar. "el-Hedyu" ifadesi, insanın hacda kurban edilmek üzere, kurban mahalline sevk ettiği hayvanlar anlamında kullanılmıştır.
Kim sizden hasta ise veya başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye verir.
İfadenin orijinalinin başındaki "fa" harfi ayrıntı niteliğindedir. Baş-ların tıraş edilmesine ilişkin yasağa böyle bir ayrıntının getirilmiş olması gösteriyor ki, ayette geçen "hastalık"tan maksat, başın tıraş edilmeden bırakılması hâlinde zararlı olabilecek özel bir hastalıktır. Ayrıca "veya başından bir rahatsızlığı varsa." ifadesinin başındaki şek ve terdidi gösteren "ev (=veya)" edatı, hastalık yoluyla olmayan örneğin haşarattan kaynaklanan bir rahatsızlığın kastedildiğini gösterir. Dolayısıyla "veya başından bir rahatsızlığı varsa" ifadesi başın bit gibi haşaratın varlığından rahatsızlığını ortaya koyan kinayeli bir ifadedir. Netice olarak bu ikisinden (hastalık veya rahatsızlık) birinin meydana gelmiş olması, başın tıraş edilmesini caiz kılar. Ancak, oruç, sadaka veya kurban kesme şıklarından birini tercih etmek suretiyle bir fidyenin verilmesi de zorunludur.
Hadislerde fidye orucunun üç gün, sadakanın altı yoksulu doyurma, kurbanın da bir koyun olduğu kesinlik kazanmıştır.
Güvene kavuştuğunuzda, hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, kolayına gelen bir kurbanı kesmek gerekir.
Bu ifade yukarıda geçen "alıkonulma" durumuna ilişkin bir ayrıntı niteliğindedir. Yani; hastalık, düşman veya başka bir şey olarak gündeme gelebilecek engellemelerden yana kendinizi güvenlikte gördüğünüzde hacca kadar umre ile yani umre sebebiyle yararlanmak isteyen kimsenin şöyle ki umreyi tamamlayarak Haccın başlamasına kadar ihramdan çıkanın, kolayına gelen bir kurbanı kesmesi gerekir. Dolayısıyla "Fe-men temettaa (=umre ile yararlanmak isteyene)" ifadesinin başındaki "fa" sebebiyet bildirir. Kastedilen sebebiyet ise, umrenin yararlanma (temettu)ya sebep oluşturmasıdır. Yani, ihramlıyken yapamayacağı, kadınlarla ilişkiye girme ve avlanmadan yararlanmasına sebep oluşturması. Çünkü umrenin tamamlanması ile ihramdan çıkmak bunları yapmaya imkân sağlar.
"Kolayına gelen bir kurban" Ayetten anlaşıldığı kadarıyla kurban kesme başlı başına bir ibadet ve ameldir. Dolayısıyla haccın başlangıç yeri olan mikatta ihrama girmeyip Mekke'de girmesine karşılık bir zorlama ve telafi olarak yorumlanması yanlıştır. Böyle bir şeyin ayet-i kerimeden algılanması için, fazladan işaretlere ihtiyaç vardır. Ve bu husus net ve açıktır.
Şayet "...kolayına gelen kurbanı kesmek gerekir..." ifadesinin "yararlanmak isteyene..." ifadesinden sonra yer alması, cezanın şarttan sonra yer almasına örnektir. Bununla beraber, cümlenin şart kısmının "yararlanma" lafzını kapsaması, kurbanın "yararlanma"ya karşılık olduğunu ima etmektedir. Bu ise, konulmuş bir hükme ilişkin bir tür kolaylaştırmadır. Neticede kurban kesme hükmü, müstakil bir ibadet sayılmaz; aksine yararlanmayla ilgili bir telafidir." şeklinde bir görüş ileri sürülecek olursa, buna cevap olarak deriz ki:
Bu görüşü "umre ile" ifadesi reddetmektedir. Çünkü böyle bir ifade tarzı, ancak, bir amel işlenirken, başka bir şeyden yararlanmanın caiz bırakılması durumuna uygun düşebilir. Dolayısıyla umrenin tamamlanması ve hac için şimdilik ihrama girilmediğinden ihramlı olma durumunun söz konusu olmadığı bir yerde, kolaylaştırmayı gündeme getirmenin bir anlamı yoktur.
Kaldı ki, şayet söz konusu ima'nın varlığı kanıtlanırsa, bu ancak, kurban kesme hükmünün getirilmesinin, hacca kadar umre ile yararlanma hükmünün verilmiş olmasından kaynaklanması ile anlam kazanır. Kurbanı, hacca başlamak için mikatta ihrama girilmediği ve yerine Mekke'de girildiğine karşılık bir telafi olarak algılamak doğru olmaz. Ayetin zahirinden ve akışından anladığımız kadarıyla "hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene kolayına gelen bir kurbanı kesmek gerekir." ifadesi, umre ile yararlanma (temettu) uygulamasının yasalaştırılmasına ilişkin bir haber niteliğindedir. Yasalaştırmayı anlatmaya ilişkin bir açıklama değildir. Çünkü ifade tarzı, önce "yararlanma"yı, ayrıntılandırılacak bir kök konumuna getiriyor, sonra da "kurban kesme"ye ilişkin hükmün yasalaşmasını bu köke dayandırıyor. Çünkü: "Kim yararlanırsa, onun bir kurban kesmesi gerekir." demekle "yararlanın ve kurbanı yerine gönderin" demek arasında fark vardır. Yararlanmaya ilişkin hükmün yasalaşması ile ilgili anlatımı, ayetin sonundaki şu ifade içermektedir: "Bu, ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir."
Bulamayana da, üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüzde oruç vardır.
Burada hac, oruç için zarf konumuna getirilmiştir. Bu değerlendirmede orucun, hacla ilgilenilen zaman ve mekânla örtüşmesi esas alınmıştır. Şu hâlde hac için ihrama girmekten başlayıp dönüş işlemlerine başlandığı zamana kadarki hac süresi, üç günlük orucun da zamanıdır. Bu yüzden Ehlibeyt İmamları'na dayandırılan hadislerde söz konusu orucun vaktinin kurban bayramından önce ya da teşrik günlerinden sonra olduğu belirtilir. Bu daha önce tutmaya güç yetiremeyenler içindir. Aksi takdirde memleketine dönünce tutması gerekir. Diğer yedi günlük orucun zarfı ise, hac dönüşünden sonradır. Bu değerlendirmeyi "döndüğünüzde" ifadesinden açıkça algılıyoruz. Çünkü "dönüş zamanı" şeklinde bir ifade kullanılmamıştır. Ayrıca "döndüğünüzde" ifadesinde, gayb kipinden muhatap kipine doğru bir geçiş yapılmış olması, bunu ima etmiyor değildir.
İşte bu, tam on gündür.
Üç günlük ile yedi günlük oruç toplam olarak on gün eder. Yedi günlük orucun, on günün ikmale ermesini sağlayıcı olarak vurgulanması, buna karşın tamamlayıcı olarak öngörülmemesi gösteriyor ki, üç günlük oruçla yedi günlük orucun her biri için ötekinden farklı bir hüküm söz konusudur. Ayetin başında "tamamlama" ile "ikmal etme" kavramlarına ilişkin değerlendirmemizi göz önünde bulundurduğumuz zaman, vardığımız bu sonucu bir yere oturtmuş oluruz. Şu hâlde üç günlük oruç, özü itibariyle eksiksiz bir ameldir. Yedi günlük oruçla birlikteliği sadece ikmal niteliğindedir, tamamlama değil.
Bu da, ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir.
Yani bundan önce sözü edilen "hacca kadar umre ile yararlanma" hükmü, ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar için geçerlidir. Bununla, hadislerin tanıklığıyla oturduğu yerle Mescid-i Haram arasında en az on iki mil mesafe bulunan kimseler kastedilmiştir.
Kişinin ailesi, karısı ve bakmakla yükümlü olduğu çoluk çocuğudur. Uzak diyarlardan gelen yabancılardan "ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar" olarak söz edilmesi, okşayıcı, sempati uyandırıcı ve çok dakik bir hoş ifade tarzıdır. Bu sempati uyandırıcı ifade, ayrıca bu tür bir hükmün yürürlüğe konuluşunun hikmetine de işaret etmektedir. Buna göre, öngörülen bir uygulamanın hikmeti hafifletme ve kolaylaştırmadır. Çünkü hac gibi emek, yorgunluk ve yol meşakkati gerektiren bir ibadet için uzak diyarlardan gelen insan, dinlenmeye ihtiyaç duyar. İnsan da doğal olarak ancak ailesinin yanında dinlenebilir, ancak aile ortamında rahata kavuşabilir. Oysa hac için uzak diyarlardan gelmiş kimsenin Mescid-i Haram yanında ailesi yoktur ki dinlensin. Bu yüzden yüce Allah durumu bundan ibaret olanlar için hacca kadar umre ile yararlanma ve hac için Mescid-i Haram'da ihrama girme ve ikinci kez mikata gitmemeleri şeklinde bir kolaylaştırma getirmiştir.
Bu açıklamaların ışığında, anlamış olmalısın ki: Umre ile yararlanmanın yasalaştırılmasına delalet eden ifade şudur: "Bu da, ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir." "Hacca kadar umre ile yararlanmak isteyen." ifadesi ise, mutlaktır. Herhangi bir zaman, herhangi bir şahıs ve herhangi bir durumla kayıtlı değildir.
Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, muhakkak cezası pek çetin olandır.
Sadece hacla ilgili bir uygulamanın yasalaştırılmasını ifade eden bir sözün sonunda, böylesine sarsıcı, böylesine etkileyici ve bu derece sert bir ifadenin yer alması, bu açıklamaya muhatap olanların, söz konusu hükmü inkâr etmesinin ya da kabul etmeyi yavaştan almalarının beklendiğini vurgular niteliktedir. Nitekim öyle de oldu. Çünkü, dinin yasalaştırdığı, yürürlüğe koyduğu uygulamalar ve hükümler arasında, özellikle hac ibadeti, Allah dostu Hz. İbrahim (a.s) döneminden bu yana Araplar tarafından her yıl yerine getirilen bir gelenek olarak varlığını sürdürüyordu. Haccı biliyorlardı, uyguluyorlardı. Ruhları buna alışmış, kalpleri doğal olarak bu ibadete ısınmıştı. İslâm da bu geleneği yaklaşık olarak Resulullah efendimizin (s.a.a) son dönemlerine kadar, olduğu gibi onaylayıp uygulanmasını öngördü. Haccın yapısında bir değişikliğe gitmek, Arapların kolayca kabul edecekleri bir olay değildi. Bu yüzden, söz konusu değişikliği tepkiyle karşıladılar.
Elimize ulaşan rivayetlerden algıladığımız kadarıyla bu değişiklikler birçoklarının içine sinmemişti. Bundan dolayı, Resulullah efendimiz (s.a.a) onlarla konuşma, onlara açıklamada bulunma gereğini duydu. Ve şunu vurguladı: "Hükmetme yetkisi Allah'a aittir. O, dilediği gibi hükmeder. O'nun hükmü geneldir, herkesi kapsar. Herhangi bir peygamber ve topluluk bu hükmün kapsamının dışında değildir." İşte ayetin sonunda, takvayı emretme ve Allah'ın azabından korkutma içerikli sert bir ifadenin yer almasının gerekçesi, arka plânı budur.
197) Hac, (onun zamanı) bilinen aylardır.
Böylelikle kim onlarda haccı kendine farz ederse, bilsin ki haçta kadına yaklaşmak, fısk yapmak ve kavgaya girişmek yoktur.
Haccın zamanı Araplarca bilinen aylardır. Hadisler de bunu bize belirlemiştir. Hac ayları; şevval, zilkade ve zilhiccedir.
Haccın ancak zilhicce ayının belirli bir kısmında yapılması, onun bütün olarak bir hac ayı olarak sayılmasına engel oluşturmaz. Bu, tıpkı birine: "Sana cuma günü geleceğim." dememize benzer. Halbuki, gelişimiz ancak cuma gününün belirli bir kısmında gerçekleşebilir, tümünde değil.
Ayet-i kerimede "hac" lafzının üç kere tekrarlanmış olması, ayrıca (uygun olmayan) açık ismin, müzmer isim yerine konulmasının nedeni, bunun "icaz lütuf"lu bir ifade biçimi olmasıdır. Çünkü ayette geçen hac lafzının ilki ile, haccın zamanı, ikincisi ile, bizzat hac ibadeti, üçüncüsü ile de haccın zamanı ve yeri kastedilmiştir. Şayet "hac" lafzı her üçünde de açıkça telaffuz edilmeseydi bazılarının da söyledikleri gibi gereksiz yere sözü uzatma zorunluluğu doğacaktı. (Çünkü şöyle denilmesi, gerekecekti: Haccın zamanı bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda bu ameli kendine farz ederse, bilsin ki hac zamanında ve hac yapılırken kadına yaklaşmak...)
Haccın farz kılınması, bir insanın hacca fiilen başlamak suretiyle onu kendisi için bir yükümlülük hâline getirmesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın."
Daha önce de söylediğimiz gibi, "er-refes" açıkça denilmesi çirkin olup kinaye yoluyla işaret edilen her amele yönelik kullanılan bir ifadedir. "Fusuk (=fısk)" ise, itaatin dışına çıkmak demektir. "Cidal (=kav-gaya tutuşmak)" ile de, sözlü tartışma, sürtüşme kastedilmiştir. Fakat hadislerde "er-refes" cinsel birleşme, fusuk (=fısk)" yalan, "cidal (=kav-ga)" da "hayır, vallahi", "evet, vallahi" demek şeklinde açıklanmıştır.
Siz hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir… Ey akıl sahipleri benden korkup-sakının.
Bu ifade, işlenen amellerin Allah katından gizli kalmadıklarına yönelik bir uyarıdır ve takva çağrısıdır. Ki, Allah'a ibadet etmekle meşgul kimse, Allah'ın kendisini görüp denetlediği gerçeğini aklından çıkarmasın, Dolayısıyla ibadetin anlamı kaybolmasın. Bu, Kur'ân-ı Kerim'in bilgilerin temel dayanaklarını açıklarken, geçmişlerin kıssalarını aktarırken ve ilâhî yasaları hatırlatırken, sürekli baş vurduğu bir ifade tarzıdır. Her meselede, öze ilişkin açıklamayı öğütle, tavsiye ile pekiştirir. Ki ilimle amel, teoriyle pratik birbirinden ayrılmasın. Çünkü amelle desteklenmeyen ilmin, pratiğe yansımayan teorinin İslâm'da yeri yoktur. İslâm terminolojisinde bir değer ifade etmez. Söz konusu çağrının şöyle bir ifadeyle son bulması bu yüzdendir: "Ey akıl sahipleri benden korkup-sakının." Dikkat edilirse, önceki ifadede kullanılan gayb kipinden muhatap kipine yönelik bir geçiş gerçekleştiriliyor. Bu ise, meseleye verilen önemi, gösterilen yakınlığı ve özeni ve ancak takva yolunun izlenilmesi gerektiğini ortaya koyar niteliktedir.
198) Rabbinizden bir fazl istemenizde, sizin için bir sakınca yoktur.
Bu ayet-i kerime, içerdiği anlam, yüklendiği mesaj itibariyle şu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış verişi bırakın... Artık, namazı kılınca, yeryüzünde dağılın. Allah'ın fazlını isteyip arayın." (Cum'a, 9-10) Görüldüğü gibi, bu ayetlerde "Allah'ın fazlını arama" alış verişten bedel olarak kullanılmıştır. Zaten, alış verişte Allah'ın fazlını arama girişimidir. Nitekim hadisler de, bu ayette geçen "fazl" kavramını "alış veriş" olarak açıklamıştır. Dolayısıyla ayet-i kerime, hac esnasında alış veriş yapmanın mubah olduğunu ifade etmektedir.
Arafat'tan hep birlikte indiğinizde, Allah'ı Meş'ar-ı Haram'-da anın.
Ayetin orijinalinde geçen "ifaze" deyimi, bir yerden topluca çıkış demektir. Dolayısıyla, Meş'ar-ı Haram'da vakfe yapmaya işaret ettiği gibi Arafat vakfesine de işaret eder. Meş'ar-ı Haram'dan maksat ise "Müz-delife"dir.
O, sizi nasıl doğru yola yöneltip-ilettiyse, siz de O'nu anın. Şüphesiz siz daha önce sapıklardan idiniz.
Size yol gösterip doğru yola iletmesine denk bir şekilde, O'nu anın. Çünkü O'nun sizi doğru yola iletmesinden önce, siz sapık kimseler idiniz.
199) Sonra insanların topluca akın ettiği yerden siz de akın edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
İfadenin zahiri, insanların öteden beri yapageldikleri Arafat'tan topluca çıkışı onaylar ve ayete muhatap olanları da bu geleneğe uymaya yöneltir niteliktedir. Bu değerlendirme, Kureyş kabilesi ve müttefiklerinin konumu ile ilgili olarak aktarılanlarla örtüşmektedir. Kureyş ve müttefiklerine "Hums" denirdi. Bunlar Arafat'ta vakfe yapmazlardı. Sadece Müzdelife vakfesine katılırlardı.
Diyorlardı ki: Biz Allah'ın dokunulmaz evinin halkıyız, bu yüzden Mescid-i Haram'dan ayrılamayız. Bunun üzerine yüce Allah, onların da diğer insanlar gibi Arafat'tan toplu çıkış yapmalarını emretti.
Buna göre, "Arafat'tan hep birlikte indiğinizde" ifadesinin ardından, bu hükmün "sümme (=sonra)" edatı ile gündeme getirilmiş olması, söz dizimindeki var olan düzeni gözetme amaçlı olduğunu gösterir. Aslında, bu önce belirtilen bir hükümle ilgili vurgulanması gerekli olan bir konudur. Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Hacla ilgili hükümler bunlardan ibarettir. Ancak sizin de herkes gibi Arafat'tan toplu çıkış yapmanız gerekir, Müzdelife'den değil. Bazıları ise şöyle demişlerdir: İki ayette telif açısından takdim (öne alma) ve tehir (sona bırakma) yöntemine başvurulmuştur. Söz dizimini açacak olursak şöyle bir sonuçla karşılaşırız: Sonra insanların topluca akın ettikleri yerden siz de akın edin, Arafat'tan topluca akın ettiğiniz zaman...
200) Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde artık (cahiliye döneminde) atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anma ile Allah'ı anın.
Allah'ı anmaya yönelik bir çağrı ve konunun önemini belirtecek en uygun ifadedir bu. Bu da ibadet eden kişinin, Allah'ı atalarını andığı gibi hatta daha kuvvetli bir anma ile anması şeklinde belirleniyor. Çünkü, "O sizi nasıl doğru yola yöneltip-ilettiyse, siz de O'nu anın." ifadesiyle işaret edilen, "Allah'ın insanları doğru yola iletmesi" nimetinin hakkının, kişinin üzerindeki baba haklarından daha büyük olduğudur.
Denildiğine göre: Cahiliye çağında Araplar, hac törenlerini tamamladıktan sonra, Mina'da bir süre bekler ve nazım ve nesir türü edebî ürünlerle atalarına övgüler düzerler ve böylece birbirlerine karşı yücelik taslarlardı. Yüce Allah, bu geleneği kendisinin anılması şeklinde değiştirdi. Atalarını andıkları gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anma ile kendisini anmaları direktifini verdi.
"Hatta ondan da kuvvetli" ifadesinin orijinalinin başındaki "ev" edatı, "hatta" anlamında olmak üzere daha kuvvetli bir vurgu elde etmek için kullanılmıştır. "Anma" fiilinin "kuvvet"le nitelendirilmesine gelince, bu fiil kemiyet olarak çokluğu kabul ettiği gibi, keyfiyet olarak da "kuvvetli"liği kabul eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ı çokça zikredin." (Ahzab, 41) "Allah'ı çokça zikredenler." (Ahzab, 35) Çünkü zikir olgusu, özü itibariyle sırf sözle sınırlı değildir. Bilakis kalbi algılayış ve anışla ilgili bir durumdur. Söz sadece bu içsel durumun bir aktarıcısı konumundadır. Dolayısıyla, Allah'ı anmanın yerlerinin çokluğu baz alınarak "zikir" olgusunu çoklukla nitelemek mümkündür. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler." (Âl-i İmrân, 191)
Dolayısıyla, herhangi bir durumda "zikir" olgusunun "kuvvetlilikle" nitelendirilmesi de mümkündür. "İbadetlerinizi bitirdiğinizde..." ifadesinden algıladığımız "konum" insanı Allah'tan alıkoyacak O'nu unutmasına neden olacak bir konum olması hasebiyle, emredilen "zikrin" çokluk yerine "kuvvetlilikle" nitelendirilmesi ortama daha uygun bir yaklaşımdır. Bu hususun net ve anlaşılır olduğu herkese malumdur.
İnsanlardan öylesi vardır ki: "Rabbimiz, bize dünyada ver." der; onun ahirette nasibi yoktur.
201) Onlardan öylesi de vardır ki: "Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru." der.
Bu ayet, "atalarınızı andığınız gibi... Allah'ı anın." ifadesine yönelik bir ayrıntıdır. İfadede geçen "insanlar" deyimi mutlaktır. İnsan türünün tüm fertleri kastedilmiştir. Yani "kâfir"lerden daha geneldir. Kâfir sadece atalarını anar. Sadece dünyevî övünçleri önemser. Sırf dünyayı ister. Ahiret gibi bir derdi yoktur onun. "İnsanlar" deyimi "mümin"i de aşan bir genelliktedir. Mümin sırf Allah katındaki nimetleri ister. Eğer dünyaya ilişkin bir şey isteyecekse, bu, sırf Rabbinin razı olduğu şeye yönelik bir girişimdir. Bu durumda "söz" ve "dua"dan, fiili söylemi anlamak gerekir. Böyle olunca şöyle bir anlam karşımıza çıkar: İnsanlar içinde öyleleri var ki, sadece dünyayı isterler. Bunların ahi-rette nasibi yoktur. Bir kısmı da, ister dünya ile ilgili olsun, ister ahiretle ilgili olsun, Rabbini hoşnut edecek şeyler isterler. Bunların ahirette nasipleri vardır.
Böylece: Ahireti isteyenlerin sözleri arasında geçen "iyilik" sözcüğünün, neden dünyayı isteyenlerin sözlerinin arasında yer almadığını anlıyoruz. Dünyayı isteyen kimse, istediği şeyi Allah katında "iyilik" niteliğine sahip olmasıyla sınırlandırmaz. Çünkü dünya ve yeryüzündeki hayatın tüm zevkleri ona göre "iyi"dir, heva ve hevesine uygundur. Allah katındaki nimetleri isteyen kimse açısından ise, durum faklıdır. Ona göre dünyada ve ahirette olan şeyler iyi ve kötü olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Bu yüzden istediği zaman, ancak iyi nitelikli şeyleri ister, kötü nitelikleri şeyleri değil.
Ayetlerin akışı içinde, "Onun ahirette nasibi yoktur." ifadesi ile "İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri vardır." ifadesinin karşıt birer akıbeti yansıtan tablolar olarak sunulması, bize şu mesajı veriyor: Birinci gruba giren insanların amelleri habt olmuş boşa gitmiştir, çabaları sonuçsuzdur. İkinci gruba giren insanlar için ise, bunun tam tersi bir durum söz konusudur. Ulu Allah bu gerçeği değişik yerlerde farklı üslûplarla defalarca vurgulamıştır: "Onların yaptıkları her işin önüne geçtik, böylece onu savrulmuş toz zerreleri kılıverdik." (Furkan, 23) "İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün onlara şöyle denir: Siz dünya hayatınızda bütün güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip yok ettiniz, onlarla yaşayıp zevk sürdünüz." (Ahkaf, 20) "Kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız." (Kehf, 105)
202) …Allah, hesabı pek seri görendir.
Allah'ın güzel isimlerinden birinin ifade ettiği anlamdır bu. İfadenin belirsiz, mutlak nitelikte olması, hem dünyayı, hem de ahireti kapsadığını gösterir. Şu hâlde, hesap görme olgusu, kesintisiz devam etmektedir. Bir kul iyi ve kötü nitelikli bir şey işlediği zaman, yüce Allah işlediğine uygun bir karşılık verir.
Şu hâlde, "İnsanlardan öylesi vardır ki..." diye başlayan ayetlerden şöyle bir sonuç elde etmiş oluyoruz: Yüce Allah'ı anın, çünkü insanlar iki gruba ayrılır. Bir grup dünyayı ister, ondan başka bir şey aklına getirmez. Bu gruptaki insanların ahirette bir payları yoktur. Bir grup da, Allah'ın katında, O'nu hoşnut kılacak şeyler ister. Bu gruba giren insanların ahirette nasipleri vardır. Allah, hesabı çok çabuk görendir. Kulunun istediği şeyin hesabını çabuk görür ve istediğini verir. Öyleyse siz, Allah'ı anan nasipli kimselerden olun. Rabbinin zikrini terk ettiği için nasipsiz kalan kimseler gibi olmayın. Aksi takdirde, rahmetten yana ümitsiz, bedbaht insanlar olursunuz.
203) Sayılı günlerde Allah'ı anın.
Sayılı günler deyimi ile teşrik günleri, yani Zilhicce ayının on birinci, on ikinci ve on üçüncü günleri kastediliyor. Bu günlerin, Zilhicce'nin onundan sonraki günler olduğunun kanıtı, geçen hükmün, hacca özgü ibadetlerin tamamlanışından söz eden ifadenin ardından yer almasıdır. Bu günlerin sayısının üç olduğunun kanıtı ise "iki günde elini çabuk tutan." ifadesidir. Çünkü, ancak günlerin sayısının üç olması durumunda "iki günde elini çabuk tutmak" söz konusu olabilir. Bir gün de yolculuğa çıkılır. İki günde de acele edilir. Böylece sayı üçe tamamlanmış olur. Konuyla ilgili rivayetlerde de, ifade bu şekilde açıklanmıştır.
Kim iki günde acele edip (Mina'dan Mekke'ye) dönmek isterse, onun bir günahı yoktur. Kim geri kalırsa, onun da bir gü-nahı yoktur. Bu, sakınan içindir.
İfadenin orijinalinin başındaki "la" cinsini nefyeden olumsuzluk edatıdır. Dolayısıyla, iki yerde kullanılan "la isme aleyh (=onun bir günahı yoktur.)" hac ziyaretinde bulunan şahısla ilgili olarak günah cinsini temelden yok saymaktadır. Ve hiç bir şeyle de kayıtlandırılmamaktadır. Eğer "acele etme açısından ona bir günah yoktur, geciktirme açısından da ona bir günah yoktur." şeklinde bir anlam kastedilmiş olsaydı, ifadenin bununla kayıtlı kılınmış olması gerekirdi: Öyleyse ayet-i kerimeden şöyle bir anlam elde etmek durumundayız: Kim haccı tamamlarsa, o bağışlanmıştır, günahsızdır. İki günde acele edip dönmek istese de geri kalsa da bu sonuç değişmez. Meseleyi bu şekilde algıladığımız zaman şunu anlıyoruz: Bu ayet, hac ibadetini yapmakta olan kişiyi "acele edip dönme" ile "geri kalma" arasında serbest bırakır nitelikte değildir. Tam tersine maksat, hac ibadetlerini tamamlayan kimsenin günahlarının her hâlükârda bağışlandığını vurgulamaktır.
"Bu, sakınan içindir." sözüne gelince,bu ifade,acele edip dönme ile geri kalmayı açıklar mahiyette değildir. Aksi takdirde şöyle demek gerekirdi: "La isme alâ men itteka (=sakınan üzerine bir günah yoktur.)" Halbuki, "Bu sakınan içindir." sözünün "Bu, ailesi Mecsid-i Haram'da olmayanlar içindir." sözüne benzediği açıkça görülmektedir. Demek ki, kastedilen; "Bu hüküm ve bu sonuç (günahların bağışlanması) takva sahibi, sakınan kimseler içindir. Ama takva sahibi olmayan, sakınmayan kimse için böyle bir sonuç yoktur." anlamıdır. Ayet-i kerimede sözü edilen takvanın (sakınmanın) yüce Allah'ın hac esnasında yasakladığı ve sırf hacca özgü kıldığı buy yasaklardan sakınma olması gerekir. Böylece ayetin anlamına şöyle bir yorum getirilmiş olur: (günahların tümden bağışlanması) sadece, ihrama girmekle birlikte yürürlüğe giren hacca özgü yasakların tümünden veya bir kısmından sakınanlar için geçerlidir. Sakınmayanlarınsa Mina'da beklemeleri ve sayılı günlerde Allah'ı anmaları gerekir. "Bu yorumu destekleyecek mahiyette rivayetler, Ehlibeyt İmamları'ndan da aktarılmıştır. İleride bunları ele alacağız, inşaallah.
Allah'tan korkup-sakının ve gerçekten bilin ki, siz O'na döndürülüp toplanacaksınız.
Ayetler grubunun sonunda takvalı olmaya Allah'ın koyduğu yasaklardan sakınmaya ilişkin bir emir ve Allah'ın huzurunda haşr olunacağına, ölümden sonra dirilişin gerçekleşeceğine ilişkin bir uyarı yer alıyor. Çünkü takva duygusu, ancak hesaplaşma gününün hatırlanması ile gerçekleşir, kök salar. Günahlardan ancak, hesaplaşma gününün hatırlanması sayesinde kaçınılabilir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap vardır." (Sâd, 26)
Ayet-i kerimenin sonunda haşr (toplanma) sözcüğünün seçilmesi, haccın bir tür haşr (toplanma) olması da göz önünde bulundurulursa ilginç bir benzetmeyi çağrıştırması bakımından üzerinde durmaya değer. Bu sözcüğün seçilmesinin altında şu mesaj yatıyor. Hac ibadetini yerine getiren kimse, bu toplanma ve toplu çıkışlarla, Allah'ın huzurunda istisnasız her kesin toplanacağı günü hatırlamalıdır.
Tehzib'ul-Ahkam adlı eserde ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın." diye başlayan ayetle ilgili olarak "Hac da, umre de farzdır." dediği rivayet edilir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Zürare, Hamran ve Muhammed b. Müslim kanalıyla İmam Muhammed Bakır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "İkisinden 'Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın.' ayetini sorduk, dediler ki: Haccın tamamlanılması, hac sırasında kadına yaklaşılmaması, fısk yapılmaması ve kavgaya girişilmemesi, su-retiyle gerçekleşir."
el-Kâfi'de, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle naklediliyor: "Yani hacca ve umreyi eksiksiz eda etmek ve hacca ve umre niyetiyle ihrama girmiş kimsenin sakınmak zorunda olduğu şeylerden sakınmak suretiyle tamamlayın."
Ben derim ki: Bu rivayetlerin, bizim yukarıda "tamamlama" kavramının anlamına ilişkin olarak yaptığımız açıklamaya ters düşen bir yanı yoktur. Çünkü hacca ve umrenin farz oluşları ve bu farzların eda edilişleri, onların tamamlanmaları demektir.
el-Kâfi'nin bir yerinde Halebî kanalıyla İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir. "Resulullah (s.a.a) İslâm'ın öngördüğü biçi-miyle haccı eda ettiği zaman, zilkade ayının sonuna dört gün kalmışken harekete geçti. Mescid-i Şecere'ye vardı ve orada namaz kıldı. Sonra kafileyi el-Beyda denilen yere kadar yürüttü. Oraya gelince ihrama girdi ve hacc niyetiyle tahlil getirdi. Oradan yüz adet kurbanlık deveyi sürdü. Bütün halk hac niyetiyle ihrama girdi. Umreye niyet etmediler ve hacda mut'a nedir bilmiyorlardı. Nihayet Resulullah (s.a.a) Mekke'ye geldi ve Kâbe'yi tavaf etti. İnsanlar da onunla birlikte tavafta bulundular. Sonra İbrahim makamının yanında iki rekât namaz kıldı ve Hacer'ul-Esved'e elini sürüp ziyaret etti. Sonra 'Allah'ın başladığı ile başlıyorum.' dedi ve safa tepesine geldi. Oradan başladı ve Safa ile Merve arasında yedi kez tavaf yaptı. Merve tepesi yanında tavafı son bulunca bir konuşma yapmak üzere ayağa kalktı ve insanlara ihramdan çıkmalarını ve bunu umre saymalarını emretti. Bu Allah'ın emrettiği bir şeydi. Bunun üzerine insanlar ihramdan çıktılar. Ardından Resulul-lah (s.a.a) şöyle buyurdu. 'Eğer böyle bir hükmün geleceğini bilseydim, sizin gibi bende kurbanlık deve getirmezdim ve size emrettiğim şeyi ben yapardım.' Ama beraberinde bulunan kurbanlıklardan dolayı böyle yapamazdı. Çünkü yüce Allah 'Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin.' buyuruyor."
Suraka b. Ca'sem el-Kenanî şöyle dedi: "Dinimizi bugün yaratılmışız gibi öğrendik. Acaba bize emrettiğin bu uygulama sırf bu yıl için mi geçerlidir? Yoksa her yıl böyle mi yapılacaktır?" Resulullah (s.a.a) "Hayır, sonsuza dek böyle olacaktır." buyurdu. O sırada bir adam oturduğu yerden kalktı ve şöyle dedi: "Ya Resulullah, biz hac için yola çıkacağız ve kadınlarımızla cinsel ilişkide bulunduğumuzdan dolayı yaptığımız guslün suyu da başımızdan akacak mı? (Yani bu ne biçim hükümdür.)" Resulullah (s.a.a): "Sen hiçbir zaman buna iman getirmeyeceksin." dedi.
Daha sonra İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Hz. Ali (a.s) Yemen'den gelip hacca yetişti. Baktı ki; Hz. Fatıma ihramdan çıkmış ve hoş kokular sürmüştür, bunun üzerine işin iç yüzünü öğrenmek için Resulullah' tan sormaya gitti. Resulullah (s.a.a) dedi ki: Ey, Ali sen ne niyetle tahlil getirdin, (ihrama girdin)? Dedi ki: Resulullah'ın tahlil getirdiği niyetle. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a): 'Sen ihramdan çıkma.' dedi ve onu kurbanlıklara ortak etti ve otuz yedi tanesini ona ayırdı. Resulullah da altmış üç tanesini kendi elleriyle boğazladı. Sonra her kurbandan bir parça alıp bir tencereye koydu, sonra onu pişirmesini emretti. ardından pişirilen etten ve et suyundan bir miktar yedi. Sonra buyurdu ki: şu anda tümünden yemiş bulunuyoruz. Temettu haccı (umre ile yararlanmak suretiyle hac yapmak) Hacc-ı Kıran'dan (hacca ve umreye birlikte niyetlenip kurban götürerek hac ziyaretinde bulunmaktan) ve yine Hacc-ı İfrad'dan (umresiz hactan) daha iyidir."
Ravi der ki: İmam'a şöyle sordum: "Peki, Resulullah gece mi ihra-ma girdi, yoksa gündüz mü?" Dedi ki: "Gündüz. "Gündüzün hangi sa-atinde?" diye sordum. "Öğle namazında." cevabını verdi.
Aynı anlamı destekleyen başka rivayetler hem Mecma'ul-Beyan tefsirinde, hem de başka eserlerde yer almaktadır.
et-Tehzib adlı eserde, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Kıyamete kadar umre hacca dahil edilmiştir. 'Hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, kolayına gelen bir kurbanı kesmek gerekir.' buyuruluyor. Şu hâlde, hiç kimse 'hacca kadar umre ile yararlan-mazlık.' edemez. Allah bu hükmü kitabında indirmiştir ve Resulullah fiilî sünneti ile bu hükmü uygulamıştır.
el-Kâfi adlı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: kolayına gelen kurbandan maksat, koyundur.
Aynı eserde, İmam Cafer Sadık'a (a.s) dayandırılan şöyle bir açıklama yer alır: "Hacca kadar umre ile yararlanan kimse koyun bulamaz-sa, terviye gününden bir gün önce, terviye günü (zilhiccenin sekizinci günü) ve arefe günü oruç tutar." Orada hazır bulunanlar, "Şayet terviye günü yeni gelmiş ise ne yapması lazım gelir?" diye sorarlar. İmam şu cevabı verir: "Teşrikten sonraki üç gün oruç tutar." Bu sefer, "Eğer deveci bu üç günü beklemezse ne yapsın?" derler. İmam şöyle der: "Hasbe günü ve ondan sonraki iki gün oruç tutar." "Hasbe nedir?" diye sorarlar. "Yolculuğun başladığı gündür." "Yolda mı oruç tutacak?" diye sorarlar. İmam "Evet, arefe gününde yolcu değil miydi?" der ve şunu ekler: "Biz Ehlibeyt olarak bunu söylüyoruz. Yüce Allah, 'Hacda üç gün oruç." buyuruyor. Yani zilhicce ayı içinde üç gün oruç tutsun."
Şeyh Tusî, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini bildirir: "Hac mikatından itibaren Mekke'ye kadar olan kısım içinde ikamet edenler 'ailesi Mescid-i Haram'da bulunan' kimseler kapsamına girerler. Bu yüzden onlar için hacca kadar umre ile yararlanma söz konusu değildir."
Ben derim ki: Hacc mikatından aşağı, Mekke'ye doğru olan alanda bulunanlar için "ailesi Mescid-i Haram'da bulunan kimse" ifadesi kullanılabilir. Bunlar Mekkelidirler ve "umre ile yararlanma" hakkından istifade edemezler. Bu anlamı pekiştiren birçok rivayet, çeşitli kanallardan Ehlibeyt İmamları'na dayandırılmıştır.
Yine el-Kâfi'de, İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) "Hac, bilinen aylardır." diye başlayan ayetle ilgili olarak şöyle bir açıklamada bulunduğu rivayet edilir: "Bilinen aylar ifadesiyle, şevval, zilkade ve zilhicce ayları kastedilmiştir. Hiç kimse bu ayların dışında hacc ibadetini yerine getiremez."
Yine aynı eserde: "Kim onlarda haccı kendine farz ederse" ifadesiyle ilgili olarak, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) farz kılma; Telbiye, İş'ar (alamet koymak) ve kurbanlıklara gerdanlık takma ile olur. Kişi bunlardan hangisini yaparsa, haccı kendisi için gerekli kılmış olur.
Aynı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Hacda kadına yaklaşmak yoktur." ifadesiyle ilgili "kadına yaklaşmak" onunla cinsel ilişkide bulunmak, "fusuk" yalan ve sövme, "cidal" ise, kişinin "hayır, vallahi" ve "evet, vallahi" demesidir." dediği rivayet edilir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Rabbinizden bir fazl istemenizde sizin için bir sakınca yoktur." ayeti hakkında şöyle dediği belirtilir. "Fazldan kasıt rızktır. Kişi ihramından çıkınca, hac ibadetini tamamlayınca, hacc mevsiminde alış veriş yapabilir."
Ben derim ki: Denildiğine göre: Araplar hacc mevsiminde ticaret yapmayı günah sayarlardı. Bunun üzerine yüce Allah, söz konusu ayeti indirerek bu yanlış anlayışa son verdi.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle deniliyor: Bir görüşe göre bunun anlamı şudur: "Rabbinizden bağışlama dilemenizde sizin için bir sakınca yoktur." Bu görüşü Cabir, İmam Muhammed Bakır'dan (a.s) rivayet etmiştir.
Ben derim ki: Burada "fazl" kavramını, kapsamına giren en üstün bir amele uyarlamak söz konusudur.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Sonra insanların topluca akın ettiği yerden siz de akın edin." ayeti hakkında şöyle dediği belirtilir: Mescid-i Haram etrafında ikamet edenler, hac zamanı Meş'ar'ul-Haram'da vakfe yapardı. Buna karşı dışarıdan gelen hacılar Arafat'ta vakfeye dururlardı. Meş'ar'ul-Haram'da duranlar, Arafat'taki insanlar toplu çıkış yapıp akın etmedikleri sürece yerlerinden ayrıl-mazlardı. Ebu Seyyar künyesiyle anılan bir adam vardı. Bu adamın çabuk yürüyen bir merkebi vardı. Arafat'ta vakfe yapanları geçiyordu. Bu adam Meş'ar'ul-Haram'da vakfe yapan Mekkelilerin yanına geldiği zaman, "İşte bu Ebu Seyyar'dır." derler. Ardından topluca akın ederlerdi. Bunun üzerine yüce Allah, Arafat'ta vakfe yapmalarını ve oradan akın etmelerini emretti.
Bu anlamda birçok rivayet aktarılmıştır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver." ayetini "Ahirette Allah'ın hoşnutluğu ve cennet, dünyada ise bol rızk ve güzel ahlâk ver." şeklinde açıkladığı rivayet edilir.
Yine O'nun (a.s) şöyle dediği bildirilmiştir: "(Dünyada iyilik) Allah'ın hoşnutluğu, bol rızklı geniş bir geçim ve güzel arkadaşlık, ahi-rette de cennettir."
Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Dünyada salih kadın, ahiret-te huriler ver. Ateşin azabı ile de 'kötü' kadın kastedilmiştir."
Ben derim ki: Bu rivayetlerde, ayetin anlamının uyarlanabileceği hususlara dikkat çekilmiştir. Ancak ayet, mutlaktır. Allah'ın hoşnutluğu dünyada da gerçekleşebilir. Ancak, bu hoşnutluğun tam olarak belirginleşmesi ahiretle ilgili bir durumdur. Dolayısıyla, birinci rivayette olduğu gibi, dünyanın iyilikleri arasında, aynı şekilde, ikinci rivayette olduğu gibi ahirete özgü iyilikler arasında da sayılabilir. Bunun bir sakıncası yoktur.
el-Kâfi'de yer alan bir rivayete göre, İmam Cafer Sadık (a.s) "Sayılı günlerde Allah'ı anın." ayetini "yani teşrik günlerinde anın." şeklinde açıklamış ve şöyle demiştir. Cahiliye döneminde Araplar, kurban kestikten sonra Mina'da toplanır ve birbirlerine karşı üstünlük taslarlardı. İçlerinden biri çıkar övgü amacıyla şöyle derdi: Benim babam şöyle şöyle yapardı. Bunun üzerine yüce Allah, "Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde, artık atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir anma ile Allah'ı anın." buyurarak söz konusu cahiliye geleneğine son verdi. Tekbir şöyle getirilir. "Allahu ekber, Allahu ekber, la ilâhe illellah, vallahu ekber ve lillahi'l-hamd. Allahu ekber alâ ma hedana, Allahu ekberu alâ ma rezakana min behîmeti'l-en'âm." [Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür ve Allah'a hamdolsun. Bizi doğru yola ileten Allah en büyüktür. Bize hayvanları rızk olarak veren Allah en büyüktür.]
Aynı eserde İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Teşrik günlerinde tekbir getirilir. Bu da kurban bayramının birinci gününün öğle namazından üçüncü günün sabah namazına kadar sürdürülür. Diğer şehirlerde ise, on namazın ardında tekbir getirilir."
Men La Yahzuruh'ul-Fakih adlı eserde "Kim iki günde acele edip dönmek isterse, onun bir günahı yoktur. Kim geri kalırsa, onun da bir günahı yoktur." ayeti ele alınarak, İmam Cafer Sadık'a (a.s) bu ayetin anlamının sorulduğu, onun da şu cevabı verdiği vurgulanır: Bu demek değildir ki kişi geniş imkâna sahiptir. Neyi dilerse onu yapar. Bilâkis, demek isteniyor ki: O, bağışlanmış ve günahı olmayan biri olarak dönecektir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Oradan bağışlanmış ve günahı olmayan biri olarak döner. Bu takva sahibi, sakınan kimseler içindir."
Men La Yahzuruh'ul-Fakih kitabında İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Bu, sakınan içindir." yani kadınlarla birleşmekten, yalandan, kavgadan ve Allah'ın ihramlılar için haram kıldığı her şeyden sakınan içindir.
Yine onun (a.s) "Allah'tan korkup-sakınanlar içindir." şeklinde bir açıklama getirdiği belirtilir.
İmam Cafer Sadık'a (a.s) dayandırılan bir diğer rivayette ise, "Büyük günahlardan sakınan içindir." şeklinde bir açıklamaya yer verilir.
Ben derim ki: Ayet-i kerimenin hangi anlama işaret ettiğini anlamış bulunuyorsun. Ancak ele aldığımız son iki rivayette olduğu gibi "takva" kavramını genel olarak da algılayabiliriz.
TEMETTU HACCININ RİVAYETLER AÇISINDAN BİR DAHA ELE ALINIŞI
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Buhârî ve Beyhakî kanalıyla İbn Ab-bas'a mut'a-ı hacca kadar umre ile yararlanma hususunun sorulduğu, onun da şu cevabı verdiği rivayet edilir: Veda Haccı'nda, muhacir, en-sar ve Peygamberimizin (s.a.a) eşleri hac için tahlilde bulundular, (hac-ca başlayarak telbiye demek) biz de tahlilde bulunduk. Mekke'ye vardığımız zaman, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Hac için yaptığınız tahlilleri umreye dönüştürün, ancak, kurbanlıkları işaretleyip onlara gerdanlık takanlar hariç. Bunun üzerine Kâbe'yi, Safa ve Merve'yi tavaf etttik. Kadınlarla ilişkiye girdik, normal elbiselerimizi giydik. Resulullah buyurdu ki: "Kurbanlığı işaretleyip gerdanlık takan kimse, kurbanlık hayvan yerine ulaşmadıkça ihramdan çıkamaz." Sonra tervi-ye gününün akşamı, hac için ihrama girmemizi emretti. İbadetlerimizi tamamlayınca gelip Kâbe'yi ve Safa ile Merve'yi tavaf ettik. Haccımız tamam olmuş ve kurban kesmemizin zamanı gelmişti. Nitekim yüce Allah şöyle buyurdu: "Kolayına gelen bir kurbanı kesmesi gerekir." Bulamayana da, üç gün hacda yedi gün de memleketlerinize döndüğünüzde tutarsınız. Kurban olarak bir koyun yeterlidir.
Yine aynı eserde, Hakim'in tahriç ettiği, Mücahid ve Ata kanalıyla Cabir'e dayandırıp sahih olduğunu vurguladığı bir rivayette şöyle deniyor: İnsanlar arasında dedi-kodular yayılmaya başlamış, ihramdan çıkmamıza birkaç gece kalmıştı ki ihramdan çıkmaya ilişkin bir emir aldık. Bunun üzerine şöyle dedik: "Tenasül organlarımızdan meni dam-larken Arafat'a mı çıkacağız?" Bu sözlerimiz Resulullah'a ulaştırıldı. Resulullah bir konuşma yaptı ve şöyle buyurdu: "Ey insanlar, Alah'a mı öğretmeye kalkışıyorsunuz? Allah'a andolsun ki ben içinizde Allah'ı en iyi bileninizim, Allah'tan en çok korkanınızım. Eğer sonradan karşılaştığım şeyi önceden bilseydim beraberimde kurbanlık getirmezdim ve başkalarının yaptığı gibi bende ihramdan çıkardım. kimin yanında kurban edeceği hayvan yoksa, üç gün hacda, yedi gün de ailesinin yanında olmak üzere toplam on gün oruç tutsun. Kimin yanında kurban edeceği hayvan varsa onu boğazlasın." Bizler yedi kişi topluca bir deve boğazladık.
Ata der ki: İbn Abbas şöyle dedi: "O gün Resulullah (s.a.a), bir sürüyü ashabı arasında bölüştürdü. Sa'd b. Ebu Vakkas'ın payına bir erkek keçi düştü. Sa'd, bunu kendi adına boğazladı."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn Ebu Şeybe, Buhârî ve Müslim, İmran b. Husayn'dan şöyle rivayet ederler: Mut'a (hacca kadar umre ile yararlanma) ayeti Allah'ın kitabında yer almıştır. Resulullah vefat edinceye kadar onunla bu ayetin hükmü uyarınca hareket ettik. Mut'a haccı (hac esnasında umre ile yararlanmaya) ilişkin ayetin içerdiği hük-mü yürürlükten kaldıran (nesheden) bir ayet de inmedi. Resulullah (s.a.a) vefat edinceye kadar bu uygulamayı yasaklama yönüne de gitmedi. Sonra bir adam kalktı, kendi kişisel görüşüne dayanarak bir şeyler söyledi.
Aynı rivayet değişik lafızlarla ama aynı anlamı pekiştirir nitelikte, nakledilmiştir.
Müslim'in Sahih'inde, Ahmed'in Müsned'inde ve Neseî'nin Süne-n'inde Mutraf'tan şöyle nakledilir: İmran b. Husayn ölümcül hastalığa yakalandığında, bana haber yolladı ve beni sesletti. Bana şöyle dedi: Sana bazı hadisler aktardım. Yüce Allah benden sonra seni bunlardan yararlandırır diye açıklamıştım sana bunları. eğer yaşarsam kimseye bunlardan benim adıma söz etme. Eğer ölürsem, bunları benim adıma açıkla. Çünkü artık herhangi bir tehlike söz konusu değildir. Şunu şöyle bil ki:Resulullah haccı ve umreyi birlikte eda etti. Sonra bu uygulamayı değiştirmeye ilişkin bir ayet inmediği gibi, Allah'ın elçisi de bunu yasaklamadı. Ama sonra adamın biri, bu konuda kişisel görüşüne dayanarak dilediğini söyledi.
Tirmizî'nin Sahihi'nde ve İbn Kayyım'ın Zad'ul-Mead adlı eserinde yer alan bir rivayete göre, Abdullah b. Ömer'e hac mut'ası (hacca kadar umre ile yararlanma) hakkındaki görüşü sorulur. "Böyle yapmak helâldir" der. Soruyu yönelten kişi şu karşılığı verir: "Ama senin baban bunu yasaklamıştır." İbn Ömer: "Sence Resulullah'ın (s.a.a) yaptığı bir şeyi babam yasaklamış olsa, babamın emrine mi uyulur, yoksa Resu-lullah'ın uygulamasına mı?" der. Adam şu cevabı verir: "Bilâkis, Resu-lullah'ın (s.a.a) emrine uyulur." Bunun üzerine İbn Ömer: "Resulullah (s.a.a) bunu yapmıştır." der.
Sahih-i Tirmizî'de, Sünen-i Neseî'de, Sünen-i Beyhakî'de, Malik'in Muvattaı'nda ve Şafiî'nin el-Ümm adlı eserinde, Muhammed b. Abdullah kanalıyla şöyle rivayet edilir: Muhammed b. Abdullah, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın hac ziyaretinde bulunduğu yıl, Sa'd b. Ebu Vakkas ve Dahhak b. Kays arasında geçen hacca kadar umre ile yararlanmaya ilişkin şöyle bir konuşmaya şahit olur; Dahhak der ki: "Bunu, ancak Allah'ın emrini bilmeyen biri yapar." Bunun üzerine Sa'd şu cevabı verir: "Yeğenim, ne kötü konuştun." Dahhak der ki: "Fakat Ömer b. Hattab bunu yasakladı." Sa'd: "Resulullah (s.a.a) böyle yaptı ve biz de onunla birlikte bu uygulamayı gerçekleştirdik." der.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Buhârî, Müslim ve Neseî'nin Ebu Musa'dan şöyle naklettikleri yer alır: Batha'da bulunduğu sırada Resu-lullah'ın (s.a.a) yanına geldim. Bana dedi ki: "İhrama girdin mi?" Evet, dedim, Resulullah'ın (s.a.a) ihramıyla ihrama girdim. "Beraberinde kurbanlık getirdin mi? dedi. "Hayır." dedim. "Öyleyse Kâbe'yi, Safa ile Merve'yi tavaf et, sonra ihramdan çık." dedi. Bunun üzerine Kâbe'yi, Safa ile Merve'yi tavaf ettim. Ardından akrabam olan bir kadını, yanıma getirttim, başımı tarattım, sonra başımı yıkadı.
Ben Ebu Bekir ve Ömer zamanında insanlara fetva verirdim. Bir ara hacda bulunurken bir adam yanıma geldi ve şöyle dedi: "Emir'ül-Müminin'in bu ibadetle ilgili olarak ne yaptığını biliyor musun?" Bunun üzerine şöyle dedim: "Ey insanlar kime bir hususta fetva vermişsek, işi zorlaşmıştır. Şu Emir'ül-Müminin'dir. Yanınıza gelmektedir. Siz gerekli olan uygulamaları ondan alın ve ona uyun. Emir'ül-Müminin gelince, ona dedim ki: "Bu ibadetle ilgili olarak ortaya attığın yeni uy-gulama nedir?" Şöyle dedi: "Allah'ın kitabını esas almaktır. Çünkü Allah, 'Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın.' buyuruyor. Ayrıca Peygamber efendimizin (s.a.a) sünnetini de esas almaktır. O, kurban kesmedikçe, ihramdan çıkmazdı."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Müslim, Ebu Nedra kanalıyla şöyle rivayet eder: İbn Ebî Abbas, (mut'a haccı=hacca kadar umre ile yararlanmayı) tavsiye ederdi. Buna karşın İbn Zübeyr, bu uygulamayı neh-yederdi. Bu olay Cabir b. Abdullah'a aktarıldığında şu cevabı verdi: "Hadisler benim vasıtamla halkın arasında yayılmıştır. Resulullah (s.a.a) zamanında hacca kadar umre ile yararlanırdık. Ömer iş başına gelince şöyle dedi: Yüce Allah, Resulü için, her şeyden dilediklerini dilediği zaman helâl kılardı. Kur'ân, gereken yerlerde indirilmiştir. (Vazifemiz Kur'ân'a uymaktır.) Haccı ve umreyi Allah'ın emrettiği gibi tamamlayın. Haccınızı umrenizden ayırın (ikisini bir arada yapmayın). Böyle yapmanız hem haccınızın, hem de umrenizin tamam olması için daha uygundur."
Ahmed'in Müsned'inde yer alan bir rivayette Ebu Musa kanalıyla Ömer'in şöyle dediği belirtilir. "Bu, (yani, Hacc-ı temettu=hacca kadar umre ile yararlanma) Resulullah'ın (s.a.a) sünnetidir. Ne var ki, ben insanların misvak ağaçlarının gölgesinde kadınlarla gerdeğe girip, onlarla birlikte hac ibadetlerine devam etmelerinden korkuyorum."
Suyutî'nin Cem'ul-Cevami adlı eserinde, Saîd b. Müseyyeb kanalıyla, Ömer b. Hattab'ın hac aylarında mut'ayı (hacca kadar umre ile yararlanma) yasakladığı ve şöyle dediği rivayet edilir: "Resulullah'la (s.a.a) birlikte bunu yaptım. Ama şimdi onu yasaklıyorum; çünkü her biriniz uzak diyarlardan yorgun argın olarak hac mevsimi dolayısıyla umreyi niyet ederek Kâbe'yi ziyaret etmeye gelirsiniz. Yorgunluğunuz, toz duman içinde kalışınız ve telbiyeleriniz yalnızca umre için geçerli olur. Kalkıp Kâbe'yi tavaf eder ve ihramdan çıkarsınız. Normal elbiselerinizi giyer, hoş kokular sürünürsünüz, beraberinizde getirmişseniz eğer, eşlerinizle de yatarsınız. Sonra terviye günü hac niyetiyle telbiye yaparsınız. Ne yorgunluk, ne bitkinlik, ne de bir günden başka telbiye-si olan bir hac ziyareti ile Mina'ya çıkarsınız. Oysa hac, umreden daha faziletlidir. (Ayrıca) bu uygulamayı yasaklamazsak, insanlar, misvak ağaçlarının gölgesinde eşleriyle sarmaş dolaş olurlar. Ve bu Mescid-i Haram çevresinde ikamet eden, çiftçilik ve hayvancılık nedir bilmeyen ve baharları, memleketlerine hacıların akın ettiği zaman olan insanların gözleri önünde yapılması uygun düşmez."
Beyhakî Sünen'inde, Müslim'den o da Ebu Nedra kanalıyla Cabir'-den şöyle rivayet eder: Dedim ki: "İbn Zübeyr, hacca kadar umreden yararlanmayı yasaklıyor; ama İbn Abbas bunun yapılmasını öngörüyor. Buna ne dersin?" Dedi ki: "Hadisler benim elimle yayılmıştır. Biz Resulullah (s.a.a) zamanında hacca kadar umre ile yararlandık. (Te-mettu haccı yaptık.) Ebu Bekir zamanında da öyle yaptık. Ömer halife olunca, halka şu konuşmayı yaptı: Şüphesiz Resulullah (s.a.a) aynı resuldür ve Kur'ân da aynı Kur'ân'dır. Resulullah (s.a.a) zamanında iki mut'a helâl idi. Ben bu ikisini de yasaklıyorum. Bunları yapanı da cezalandırırım. Biri kadınlarla belli bir süre için evlenmektir [mut'a nikâhı yapmaktır]. Bir kadınla belli bir süre için evlenen bir adamı ele geçirirsem, taşlayarak öldürmekten başka bir seçenek bilmiyorum. Diğeri de temettu haccıdır [hacca kadar umre ile yararlanmadır].
Sünen-i Neseî'de İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Ömer'in şöyle dediğini duydum: 'Allah'a andolsun ki ben Allah'ın kitabında yer aldığı ve Resulullah'ın da uyguladığı hâlde Mut'ayı yasaklamış bulunuyorum.' Onun kastı hacca kadar umre ile yararlanmaktı."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Müslim b. Abdullah b. Şakik kanalıyla şöyle tahriç ettiği belirtilir: "Osman hacca kadar umre ile yararlanmayı yasaklardı. Ali ise yapılabileceğini söylerdi. Bunun üzerine Osman, Ali'ye bir söz söyledi. Ali (a.s) da ona şu karşılığı verdi: Biliyorsun ki; biz Resulullah (s.a.a) zamanında temettu yapıyorduk. Osman, 'Fakat biz o zaman korku hâlindeydik.' der."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn Ebu Şeybe ve Müslim, Ebuzer'-den şöyle rivayet ederler: "Hacda temettu Hz. Muhammed'in (s.a.a) as-habına özgü bir uygulamaydı."
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Müslim, Ebuzer'den şu sözleri aktarır: "İki mut'a (hacda temettü ve kadınlarla bir süre için evlenme) sadece bizim (ashap) için geçerlidir."
Ben derim ki: Aynı anlamı içeren bu tür rivayetlerin sayısı oldukça kabarıktır. Biz sadece konumuzun kapsamına girenleri derlemekle yetindik. Amacımız, hacca kadar umre ile yararlanmanın yasaklanışına ilişkin tefsir açısından bir yorumda bulunmaktır. Çünkü bu yasaklama etraflıca irdelendiği zaman bir açıdan yasağı koyan kişinin haklı olması ya da kendisini haklı kılacak bir mazeretinin bulunması ya da bunlardan hiç birinin olmaması açısından söz konusu olabilir ve üzerinde inceleme yapılabilir. Bu ise, şu kitapta güttüğümüz amacın dışında kalan kelamî bir araştırmanın konusudur.
Bir diğer açıdan, söz konusu rivayetlerde bu konuya ilişkin vurgulanan kanıtların kitap ve sünnetin zahiri anlamlarıyla ilintilendirilmesi incelenebilir. Bu değerlendirmeyi, kitabımızın, kapsamı hâlinde gerçekleştirebiliriz.
Biz diyoruz ki: Temettu haccını yasaklarken, bunu yüce Allah'ın: "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" sözüne dayandırmak ve Ebu Nedra'nın Cabir kanalıyla bildirdiği şu rivayete (Allah, Resulü için dilediği şeyi,dilediği zaman helâl kılardı) Kur'ân, inmesi gereken yerlerde inmiştir. Allah'ın size emrettiği gibi "Haccı ve umreyi tamamlayın." dayanarak bu uygulamanın Resulullah'a (s.a.a) özgü olduğu şeklinde izah etmek yanlıştır. Çünkü daha önce yaptığımız açıklamalardan şu gerçek açıkça ortaya çıkmıştır. "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın." diye başlayan ayet, her iki ibadetin farz kılınmasından sonra, bunların tamamlanmalarının gerekliliğinden öte bir şeye delalet etmez. Bunun kanıtı da, "Eğer alıkonursanız...." ifadesidir. Ayet'i kerimenin "ta-mamlama"ya ilişkin mesajının, bunları ayrı ayrı yerine getirmeye, yani haccı ve umreyi birbirinden ayırmaya yönelik olduğunu söylemek, bunları ayırmadan yerine getirmeninse veda haccı ile sınırlı olmak üzere sırf Resulullah (s.a.a) veya O ve onunla beraber olan müminlere özgü olduğunu ispatlamak geven dikenini elle yolmaktan daha zordur.
Bununla beraber söz konusu rivayetlerde, temettunun Resulullah efendimizin (s.a.a) sünneti olduğu vurgulanıyor. Nitekim Neseî'nin İbn Abbas kanalıyla aktardığı rivayette, Ömer: "Allah'a andolsun ki, size mut'ayı yasaklıyorum. Hiç kuşkusuz Resulullah (s.a.a) bu uygulamayı gerçekleştirmiştir." diyor.
Bu rivayetlerde, söz konusu yasağın Allah'ın kitabına veya Resulünün sünnetine dayandırılarak izah edilmesine gelince; ki bu yaklaşımı Ebu Musa'nın aktardığı rivayetin şu bölümünden algılıyoruz. "Allah'ın kitabını esas almaktır. Çünkü o, "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın." buyuruyor. Ayrıca Peygamberimizin (s.a.a) sünnetini esas almaktır. O, kurban kesmedikçe ihramdan çıkmazdı. Evet bu tür bir yaklaşım, yasağı haklı çıkaracak sağlamlıkta değildir. Çünkü Allah'ın kitabında yer alan ifade bu tür bir yaklaşımın tam tersini göstermektedir.
Resulullah'ın kurbanlık hayvanları boğazlamadıkça ihramdan çıkmasını ileri sürerek, Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinin temettu'u terk etme olduğuna gelince, bu tavır da birkaç yönden yanlıştır:
1) Bir kere, bizzat kendisinin söylediği sözlerle çelişmektedir. Az önce geçen diğer bazı rivayetlerde bunu gördük.
2) Rivayetler, açık ve net bir şekilde Resulullah'ın (s.a.a) bunu kaptığını ortaya koyuyor. Önce umre niyetiyle ihrama girdiğini, sonra da hac niyetiyle ihrama girdiğini ve insanlara şu açıklamada bulunduğunu ortaya koyuyor: "Allah'a mı öğretmeye kalkışıyorsunuz, ey insanlar?" Bu konuyla ilgili olarak ortaya atılan görüşlerin en hayret vericisi, kuşku yok ki, İbn Teymiye'nin, "Resulullah'ın (s.a.a) o yıl gerçekleştirdiği hac, Hacc-ı Kıran'dı ve mut'a (yararlanma) kavramı Hacc-ı Kıran için kullanılırdı." şeklindeki açıklamasıdır.
3) Sadece, kurban yerine varıncaya dek başı tıraş etmemek, hac için ihrama girmek sayılmaz. Söz konusu rivayetler bunu ispatlayamaz. Ayrıca ayet'i kerime beraberinde kurban getirip de ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlardan olursa, başını tıraş etmemekle yükümlü olan kimsenin, kesinlikle temettu haccı yapması gerektiğini ifade etmektedir.
4) Varsayalım ki, Resulullah (s.a.a) temettu haccı yapmadı; ama bütün ashabına ve orada bulunanlara hacc-ı temettuu emretti. Böyle bir şey Resulullah'ın sünneti olarak adlandırılabilir mi? Bir uygulamanın sırf Resulullah'a (s.a.a) özgü olması, ümmetine de başka bir uygulamayı emretmesi ve ardından Kur'ân'da da bu hükmün yer almış olması, bundan sonra Resulullah'a özgü olan uygulamanın insanlar arasında uygulanan bir sünnet olması mümkün müdür?
Beri tarafta, söz konusu yasağı koyarken, hacca kadar umre ile yararlanmanın, hac ziyaretinde bulunan kimsenin içinde bulunduğu ortamla uyuşmayacağını, kadınlarla yatma, hoş kokular sürme ve alımlı, göz alıcı elbiseler giyme gibi zevklerin ibadet atmosferiyle bağdaşmayacağını gerekçe olarak sunmanın da makul bir dayanağı yoktur. Nitekim Ebu Musa kanalıyla Ömer'den nakledilen rivayette şöyle deniyor: "İnsanların misvak ağaçlarının gölgesinde gerdeğe girmelerinden, sonra da karılarını yanlarına alıp hac ibadetlerini sürdürmelerinden korkuyorum."
Diğer bazı rivayetlerde de, benzeri endişeler dile getirilmiştir: "Re-sulullah (s.a.a) ve ashabının böyle yaptığını biliyorum. Fakat ben, insanların misvak ağaçlarının gölgesinde kadınlarla beraber olup ardından saçlarının ıslaklığı ile hacca devam etmelerinden korkuyorum."
Böyle bir dayanağı, kanıt olarak göstermek doğru değildir. Çünkü bu nassa karşı içtihat yapmaktır. Allah ve Resulü adı geçen hükmü açık biçimde dile getirmiştir. Kuşkusuz Allah ve Resulü söz konusu hükmün, Ömer'in endişelendiği ve meydana gelmesini istemediği duruma yol açabileceğini herkesten daha iyi biliyorlardı. İlginçtir ki, adı geçen temettu hükmünü yasalaştıran ayet-i kerimenin devamında' Ömer'in endişelendiği, olmasını istemediği duruma dikkat çekiliyor. Yü-ce Allah, "Kim hacca kadar umre ile yararlanmak isterse" buyuruyor. Acaba, ayetin orijinalinde geçen "temettu (=yararlanma)" kavramı ile, "meta ve nimetlerden haz alma, nikâh ve giysi gibi güzelliklerden zevk alma"dan başka hangi anlam kastedilebilir? O ise, bunlardan endişeleniyor, bunların olmasını istemiyor.(!)
Bundan daha ilginç bir nokta da şudur: ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirin-de, Hakim'in Cabir'den aktardığı rivayette de vurguladığı gibi bu ayet-i kerime indiği ve Resulullah temettu emrini verdiği zaman sahabeler itiraz mahiyetinde konuşmaya başlamışlardı, Resulullah Ömer'in yasağına gerekçe olarak sunduğu şeyi ileri sürerek temettu haccını emretti. Rivayette ashap birbirlerine yani, şimdi birimizin cinsel organından meni damlarken, Arafat'a çıkması yakışık alır mı? dediler. Bu sözler Resulullah'a (s.a.a) ulaşınca kalkıp bir konuşma yaptı, itirazlarını reddederek önceden de farz kılınan temettu haccını yapmalarını ikinci bir kez emretti.
Suyutî'nin Said b. Müseyyeb kanalıyla aktardığı: "Bu, Mescid-i Ha-ram çevresinde ikamet eden, çiftçilik ve hayvancılık nedir bilmeyen ve baharları, memleketlerine hacıların akın ettiği zaman olan insanların gözleri önünde yapılması uygun düşmez." sözünde vurgulandığı gibi, temettü haccı dolayısıyla Mekke çarşılarının iş göremez hâle geleceğini, ticarî hayatın sekteye uğrayacağını ileri sürerek, bu tür bir yasak koymak, öncelikle nassa karşı içtihat yapmak sayılır. Ayrıca, yüce Allah benzeri bir mesele ile ilgili olarak sergilenen bu tür yaklaşımları reddediyor: "Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe, 28)
Hacc-ı temettü hükmünün düşmandan korkulduğu durumlarda yürürlüğe gireceğine, korku söz konusu olmadığı durumlarda temettü haccının yapılmayacağına ilişkin görüşe gelince, bu yaklaşımı ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde yer alan ve Müslim'in Abdullah b. Şakik kanalıyla aktardığı Osman'ın Ali'ye söylediği: "Fakat, biz o zaman korku hâlindeydik." sözünden algılıyoruz. Benzeri bir görüş de, yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn Zübeyr'e dayandırılıyor: İbn Ebu Şeybe, İbn Cerir ve İbn Munzir, İbn Zübeyr'in bir konuşmasında şöyle dediğini rivayet ederler: Ey insanlar, Allah'a andolsun ki, "hacca kadar umre'den yararlanma" sizin yaptığınız gibi değildir. Hacca kadar umre ile yararlanma şöyledir: Bir adam hacc niyetiyle telbiye getirerek ihrama girer, sonra bir düşman karşısına çıkar veya hastalanır yahut bir yeri kırılır ya da her hangi bir şey yola çıkmasına engel olur. Böylece hacc zamanı geçer. Bu adam yine de ibadetini umre şeklinde sürdürür ve gelecek yıla kadar, ihramdan çıkarak umre ile yararlanır. Sonra haccını eda eder, kurbanını keser. İşte hacca kadar umre ile yararlanma budur.
Buna karşı bizim söyleyeceğimiz şudur: Ayet mutlaktır. Korkanı da, korkmayanı da kapsar. Bilindiği gibi "temettü haccı"na ilişkin hükmün yürürlüğe girdiğini "Bu, ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir..." ayeti ifade etmektedir, "hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene...." ifadesi değil. Öte yandan, ele aldığımız rivayetlerin tümü, Resulullah efendimizin (s.a.a) temettü haccını yaptığını, biri umre, biri de hac için olmak üzere iki kez ihrama girdiğini dile getirmektedir.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde yer alan ve Ebuzer'e dayandırılan iki rivayette olduğu gibi, söz konusu yasağın "Bu, Peygamber efendimizin ashabına özgü bir uygulamaydı." şeklinde gerekçelendirilmesine gelince: Eğer bundan maksat, Osman ve İbn Zübeyr'in yaklaşımı ise, buna gereken cevabı verdik. yok eğer bununla "Bu hüküm sırf Resululla-h'ın ashabına özgüdür, onların dışındaki Müslümanları kapsamıyor." şeklinde bir görüş kastediliyorsa, buna karşı "Bu, ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar içindir." ifadesinin mutlaklığını gösteririz.
Kaldı ki, Ömer, Osman, İbn Zübeyr, Ebu Musa ve Muaviye (bir ri-vayete göre Ebu Bekir) gibi bazı sahabelerin söz konusu uygulamayı inkâr etmiş olmaları, terk etmeleri yukarıda ki yorumla çelişmektedir.
Söz konusu yasağı, "emir sahibi olma statüsü ile gerekçelendirmek; onun bu yasağı koyması, ulu'l-emr olmasından kaynaklanan bir yetkiydi. Nitekim ulu Allah 'Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisâ, 59) buyuruyor." demek de hatalı bir değerlendirmedir. Çünkü, Kur'ân'ın ehil olan kimseler için öngördüğü "emir sahipliği" kavramı adı geçen yasağı kapsayacak genişlikte değildir.
Şöyle ki: Yüce Allah'ın Resulüne indirdiği hükümlere uymanın zorunluluğunu vurgulayan birçok ayet vardır. "Rabbinizden size indirilene uyun." (A'râf, 3) ayetini buna örnek gösterebiliriz. Resulullah'ın ön-gördüğü, açıkladığı bir hüküm de, kuşku yok ki, Yüce Allah'ın onayına dayanır. Bunu şu ayet-i kerimelerden algılamak mümkündür: "Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayanlar." (Tevbe, 29) "Resul size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa ondan da sakının." (Haşr, 7) Bu ayet-i kerimede geçen "verme"den maksat, "emretme"dir. Bunu, karşıt kavram olarak yer alan "sakındırma"dan algılı-yoruz. Şu hâlde, emirlere sarılmak ve yasaklardan kaçınmak suretiyle, Allah'a ve Resulüne itaat etmek bir zorunluluktur.
Aynı zorunluluk hüküm ve yargı hususunda da geçerlidir. Nitekim ulu Allah hükümle ilgili buyuruyor: "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir." (Mâide, 45) Bir ayette: "fasıkların ta kendileridirler." (Mâide, 47) Yargı hususunda ise şöyle buyuruyor: "Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin bir erkek ve mümin bir kadın için işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse, artık gerçekten o apaçık bir sapıklıkla sapmıştır." (Ahzab, 36) Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor: "Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer; seçim onlara aittir." (Kasas, 68) Kuşkusuz, ayette işaret edilen "seçme" den maksat, yargı, yasama yada bunları da kapsayacak nitelikteki uygulamadır. Kur'ân-ı Kerim kendisinin yürürlükten kaldırılmayacağını içerdiği hükümlerin kıyamete kadar hiçbir değişikliğe uğramadan baki kalacaklarını kesin ifadelerle vurgulamıştır: "O, aziz, şerefi yüksek, üstün bir kitaptır. Batıl, ona önünden de ar-dından da gelemez. Çünkü, Kur'ân, hikmet sahibi, çok övülen Allah'tan indirilmedir." (Fussilet, 41-42) Bu ifadeler mutlaktır. Allah ve Resulünün koyduğu bir hükmü yürürlükten kaldırıcı davranışları da kapsar niteliktedir. Buna göre Allah ve Resulünün yasalaştırdığı, Allah'ın ve Resulünün karar verdiği bir hükme uymak, ululemriyle, genel halk katmanlarıyla birlikte tüm ümmet için bir yükümlülüktür.
Buradan hareketle, şu kesin gerçekle karşı karşıya geliyoruz: "Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de" (Nisâ, 59) ayetinde, emir sahiplerine verilen itaat edilme hakkı, "hükmetme"nin dışında kalan alanlar için geçerlidir. Hem "emir sahipleri", hem de yönetilenler, Allah'ın ve Resulünün koyduğu hükümleri koru-yup kollamakla yükümlüdür. Aslında yönetenler bu bakımdan daha ağır bir yükümlülük altındadırlar. Dolayısıyla, yönetene (ulu'l-emr) itaat zorunluluğu, onun Allah'ın hükmünü her zaman kollamakla beraber toplumun yararına olacağını öngördüğü diğer alanlarla ilgili emir ve yasaklara ilişkindir.
Her insan, kendi malından yeme içme hakkına sahip olmakla beraber, dilerse falan gün yer içer, dilerse, falan gün yemez içmez. Her insanın kendi malı ile alış veriş yapması helâl olmakla beraber, dilerse falan gün alış veriş yapmayabilir. Aynı şekilde her insan, kendisine ait bir mülkle ilgili olarak bir başkası ile anlaşmazlığa düştüğü zaman, bunu yargı mercilerine intikal ettirme hakkına sahiptir. Ama bu hakkını kullanmak ya da kendisini savunmaktan vazgeçmek ona kalmış bir şeydir. Bütün bunlarda, çıkarına uygun olduğunu düşündüğü biçimde davranır. Ama genel-geçer hükümler olduğu gibi kalırlar. Ama bir insan, çıkarlarına uygun düşüyor diye içki içemez, faiz alıp veremez, başkasına ait bir malı, onun mülkiyetini hiçe sayarak gasp edemez. Çünkü bu eylemlerin tümü, yüce Allah'ın koyduğu hükümlere alternatif tavır içinde olma anlamını ifade eder. Bütün bunlar kişisel tasarruf kapsamına giren hususlardır.
Aynı şekilde, bir yönetici de, insan hayatını ilgilendiren genel meselelerde, kitlenin çıkarına uygun politikalar izleyebilir, ancak ilâhî hükümlerin orijinalitesini bozmamaya, onları oldukları gibi koruyup kollamaya dikkat etmelidir. Söz gelimi, bazen İslâm yurdunun sınırlarını savunur, bazen buna gerek duymaz. Toplumsal çıkarın hangi tavırda somutlaştığını görürse, o tür bir tavır takınır. Örneğin uygun görürse, orduları terhis edebilir, bir başka zaman seferberlik ilan eder, belirli bir günü genel tatil olarak ilan edebilir, her kes için devlete malî yardımda bulunma zorunluluğu getirebilir. Bütün bunlar, yönetimde olan şahsın, öngörüsüne, toplumsal çıkarlara uygun olduğunu düşünmesine kalmıştır.
Kısacası, herhangi bir Müslüman, yüce Allah'ın koyduğu hükümleri koruyup, kollamakla birlikte, kişisel çıkarına uygun gördüğü tavırlar takınma hakkına sahip olduğu gibi, Resulullah'ın (s.a.a) çizgisi doğrultusunda, onun ümmetine yönetici olmuş bir "ulu'l-emr" Müslümanların durumunu göz önünde bulundurarak, genel maslahata uygun politikaları belirleyebilir. Toplumsal çıkara yönelik bu politikaları esas alan uygulamalarda bulunabilir.
Şayet, yönetimin başında olan kişinin "yasama" konusunda bir şeyin sıhhat ve butlanına hükmetme, maslahat icabı olduğunu, zamanın böyle gerektirdiğini düşünerek, Allah tarafından konulmuş hükümler üzerinde yükümlülük getirme, bir şeyin sıhhat ve butlanına hükmetme gibi tasarrufta bulunma yetkisi olsaydı, hiçbir hüküm ayakta kalmazdı. İslâm şeriatının kıyamete kadar kalıcı olması da bir anlam ifade etmezdi. Bu bakımdan bir insanın çıkıp "Hayatın zevklerinden yararlanmaya (temettü) ilişkin hüküm hacc ortamı ile, hacc ziyaretinde bulunan kişinin içinde bulunduğu ibadet etme atmosferiyle uyuşmuyor, bu yüzden bunu terk etmek gerekir." demesi ile: "İslâm'ın köleliği mubah görmesi çağdaş dünyanın geldiği düzeyle, evrensel özgürlüğü öngören uygarlıkla bağdaşmıyor, İslâm'ın bu yönünü göz ardı etmek gerekir." demesi, veya: "İslâm şeriatının bazı suçlar için öngördüğü, şiddet nitelikli had cezalarını, çağdaş kalkınmış insanın hazmetmesi mümkün değildir. Dünyanın genelinde yürürlükte olan çağdaş yasalarla bunları bağdaştıramayız. Bu yüzden söz konusu şiddet esaslı cezaları yürürlükten kaldırmak gerekir." demesi arasında, mahiyet ve nitelik arasında ne fark vardır?
Bu açıklamamızı pekiştirici rivayetler de vardır. Nitekim ed-Dür-r'ül-Mensûr tefsirinde, İshak b. Raeveyh Müsnedinde, ayrıca Ahmed, Hasan'dan şöyle rivayet eder: Ömer b. Hattab, hacca kadar umre ile yararlanma uygulamasını yasaklamak istedi. Ubey b. Ka'b buna karşı çıkarak: "Senin böyle bir yasak koymaya yetkin yoktur. Bu hüküm Allah'ın kitabında yer alır ve biz, Resulullah efendimizle (s.a.a) birlikte bu tarzda hac ziyaretinde bulunduk dedi." Bunun üzerine Ömer kararından vazgeçti.
204- İnsanlardan öylesi vardır ki, sözleri dünya hayatında senin hoşuna gider ve kalbinde olana (samimi düşüncelerini söylediğine) Allah'ı şahit getirir; oysa o düşmanların en yamanıdır.
205- İş başına geçti mi (yahut dönüp gitti mi) yer yüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.
206- Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, günahla edindiği büyüklük gururu onu kuşatır. Böylesine cehennem yeter, ne kötü bir yataktır, o.
207- İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla nefsini satar. Allah, kullarına karşı şefkatlidir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu ayetler gurubu, insanların niteliklerinin sonuçlarını esas alan bir diğer ayrımı içermektedir. Nitekim önceki ayetlerde de, bir tür ayrıma tâbi tutulmuşlardı: "İnsanlardan öylesi vardır ki, 'Rabbimiz, bize dünyada ver.' der." diye başlayan ifadede, vurgulanan ayrım dünya ve ahiret isteği esaslıydı. Şu anda tefsirini sunduğumuz ayetlerde ise, insanlar nifak ve iman bazındaki içtenlik açısından ayrıma tâbi tutuluyorlar. Bu bakımdan söz konusu ayetler gurubuyla ilintisi açıktır.
204) İnsanların öylesi vardır ki, sözleri dünya hayatında senin hoşuna gider ve kalbinde olana Allah'ı şahit getirir; oysa o düşmanların en yamanıdır.
"A'cebeh'uş-şey'u" ifadesi; memnun etti, sevindirdi, demektir. "Fi'l-hayat'id-dünya" sözü de "yu'cibuke" fiili ile ilintilidir. Yani, dünyada sevindirmek, hoşnut etmek, bu hayatın, ancak eşya ve olayların dış görünüşü esas alınarak karar verilen, bir yargıya varılan bir hayat türü olduğundan kaynaklanmaktadır. Göze görünmeyen iç âlem ve gizli dünya ise, bir örtü altındadır, perde gerisindedir. İnsan dünya hayatına bağlı olduğu sürece bunu gözlemleme imkânına sahip değildir. Ancak bazı belirti ve alametler aracılığı ile iç âleme ilişkin pek az bazı gerçeklerin belirginleşmesi durumu başka. Ayet-i kerimede yer alan şu ifadede, söz konusu gerçeğe uygun ve münasiptir: "Kalbinde olana, Allah'ı şahit getirir." Buna göre söz konusu kişi, senin hoşuna gidecek şeyler söyler. Hakkın gözetilmesine, halkın çıkarının göz önünde bulundurulmasına, din ve toplumun ileri gitmesine, gelişmesine ilişkin ifadeler kullanır. Bunları vurgulamaya çalışır. Oysa o, gerçeğin, hakkın amansız hasmıdır.
Ayetin orijinalinde geçen "eleddu" kelimesi, "ledde yeluddu" fiilinin ism-i tafdilidir ve düşmanlığı, husumeti şiddetlendi, arttı demektir. "Hisam" kelimesi ise, "hasm" kelimesinin çoğuludur. "Sa'b" kelimesinin çoğulunun "siab", "ka'b" kelimesinin çoğulunun "kiab" olması gibi. Bir görüşe göre, "hisam" mastardır ve "eledd'ul-hisam (=husumeti), düşmanlığı şiddetli ve yaman olan" kimse anlamını ifade eder.
205) İş başına geçti mi (yahut dönüp gitti mi) yeryüzünde bozgunluk çıkarmaya… çaba harcar.
Ayetin orijinalinde geçen "tevella" kelimesi, yönetimi ve iktidarı ele geçirme demektir. Bu anlamı, bir sonraki ayette geçen: "Büyüklük gururu onu günaha sürükler." ifadesi pekiştirmektedir. Bu ifade gösteriyor ki, işaret buyurulan kişinin günahla kazanılmış bir gururu vardır. Bu gurur dolayısıyla kalbi günahkârdır ve dilinden dökülen tatlı ifadelerle bağdaşmamaktadır.
"es-Sa'yu" ise, çaba sarf etmek ve hızlı yürümek demektir. Buna göre, söz konusu azılı düşman, ağzından bal akan yaman münafık, hareket imkânı bulduğu, iktidarı ele geçirip insanları yönetme fırsatı yakaladığı zaman yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya yönelik çabalar içinde olur. "Tevella" kelimesinin yüz yüze gelmekten, karşılıklı konuşmadan kaçınma anlamında kullanılmış olması da ihtimal dahilindedir. Bu anlamı esas aldığımız zaman, yeni bir yorum çıkıyor karşımıza: Bu adam senin yanından ayrıldığı zaman, huzurunda bulunmadığı sıralardaki durumu, huzurunda bulunduğu sıralardaki hâlinden farklı olur. Hayır ve ıslaha ilişkin gösterişe yönelik taleplerinin yerini yer yüzünde bozgunculuk çıkarmaya, insanların arasını bozmaya yönelik çabalar alır.
Ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar.
Açıkça görüldüğü gibi, bu ifade "bozgunculuk çıkarmaya" ifadesinin açıklaması niteliğindedir. Yani, bu adam, ekini ve nesli helak etmek suretiyle yer yüzünde bozgunculuk çıkarır. İnsan türünün hayatı ve devamı beslenme ve üremeye bağlı olduğu için, ekin ve nesil hayatın sağlam iki dayanağıdır. Hiçbir canlı türü bu iki temel dayanak olmadan varlığını sürdüremez. Üremenin önemi, açık ve tartışılmazdır.
Kimse neslin kaçınılmazlığını yadsıyamaz. Beslenme olgusuna gelince, insanoğlu bu ihtiyacını hayvanlar ve bitkiler aracılığı ile giderir. Hayvanlarınsa temel besin kaynakları bitkilerdir. Bu bakımdan bitki asıldır. Ekin aracılığı ile bu kaynak, koruma altına alınır, bitki türleri bu amaç doğrultusunda terbiye edilir, geliştirilir. Bozgunculuğun ekin ve nesil olgularıyla ilintili olarak gündeme getirilmiş olması bu yüzdendir. Dolayısıyla ayet-i kerimeden şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Söz konusu kişi ekini ve nesli helak etmekle insanoğlunu yok etmek ve beşer türünün kökünü kurutmak suretiyle yeryüzünde bozgunculuk çıkarır
Allah ise bozgunculuğu sevmez.
Bu ifade ile, evren ve varlık çapındaki bozulma (varoluşsal fesat) kastedilmiş değildir. Çünkü evren bir oluş ve bozuluş sürecidir. Dünya, varoluşu sürdürme, varolma mücadelesinin verildiği bir arenadır. Varoluş ancak bozuluş ile, hayat ancak ölüm ile tahakkuk bulur. Bu iki olgu, varlık bütünü içinde, doğal oluşum ve gelişim sürecinde iç içedir. Bu bakımdan yüce Allah'ın kendi takdir ettiği, evrensel yasalar sisteminin esas unsuru hâline getirdiği bir olguya buğzetmesi düşünülemez. Haşa, Allah bu yakıştırmadan münezzehtir.
Burada kastedilen, yasama ile, sosyal hukuk sistemi ile ilgili bozgunculuktur. Yüce Allah, dinde neyi yasalaştırmışsa, bunu kullarının hareketlerini, ahlâkî yapılarını ve nefislerinin karakteristik özelliklerini düzeltmek, ıslah etmek, bu vesileyle insanlığın hayatına, beşer türüne bir denge ve tutarlık kazandırmak için yapmıştır. Bu sayede beşer türünün dünya ve ahiret hayatı, mutluluk niteliğine kavuşabilir. İleride, "insanlar tek bir ümmettir." ayetini açıkladığımız zaman, bu hususla ilgili olarak daha detaylı bilgiler sunacağız.
Sözü kalbinin özü ile, iç dünyası ile çelişen bu adam, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalıştığı zaman, dışarıdan ıslahatçı, yapıcı gibi görünen davranışlarla bu amacını gerçekleştirir; kelimelerin yerlerini değiştirmek suretiyle tahrif yapar, Allah'ın hükümlerinin niteliklerini değiştirir, dinî öğretiler üzerinde art niyetli tasarruflarda bulunur. Bu da ahlâkî yapının bozulmasına ve her kafadan bir ses çıkmasına, söz ve davranış birliğinin ortadan kalkmasına neden olur. Bu ise dinin ölümü, insanlığın yok oluşu ve dünya düzeninin bozulması demektir.
İslâm tarihi boyunca olup bitenler, bazı adamların yönetimi ele ge-çirip İslâm ümmetinin omuzlarına binip ibiğini sıkmaları, din ve dünya ile ilgili tasarrufları, bu ayetleri doğrular niteliktedir. Bu despot yöneticilerin din ve dünya hayatına ilişkin uygulamaları, dini hayat için sadece vebal getirmiştir, Müslümanlar için sadece çöküş hazırlamıştır, ümmetin parçalanmasına yol açmıştır. Çok geçmeden din bu niteliklere sahip yöneticilerin elinde, önüne gelenin eğlendiği bir oyuncak hâline geldi. İnsanlıksa kapanın elinde kalan çaresiz bir sürüye döndü. Bu çabanın sonucu ise, yeryüzüne bozgunculuğun egemen olmasıdır. Önce dini hayatın helak olması, bunun ardından insanlığın helaki gündeme gelir. Bu yüzden bazı rivayetlerde "ekini ve nesli helak etmeye" sözü, dinin ve insanlığın helaki şeklinde tefsir edilmiştir. İnşaallah, ileride rivayetleri açıklayacağız.
206) Ona: "Allah'tan kork." denildiğinde, günahla edindiği büyüklük gururu onu kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır, o.
Ayetin orijinalinde geçen "izzet" kavramının ifade ettiği anlam bilinmektedir. "el-Mihad" ise, yatak, demektir. Görülüyor ki, "bi'l-ismi (=günah ile)" ifadesi, "izzet" ifadesi ile ilintilidir. Buna göre, şöyle bir anlam elde etmiş oluruz. Söz konusu kişiye Allah'tan korkması gerektiği hatırlatıldığı zaman, günahkârlıkla elde ettiği dış ve zahiri gurur ve iç dünyasında gizlediği nifak onu kuşatır. Çünkü izzet ve onur mutlak olduğu zaman ancak yüce Allah'tan kaynaklanabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dilediğinizi aziz kılar, dilediğini alçaltırsın." (Âl-i İmrân, 26) "İzzet Allah'ın, O'nun Resulünün ve müminlerindir." (Münafı-kun, 8) "İzzeti onların yanında mı arıyorlar? şüphesiz bütün izzet (kuvvet ve onur) Allah'ındır." (Nisâ, 139)
Yüce Allah'ın bir şeyi kendine nispet etmesi, bağışlamayı zatına özgü kılması, sonra bunu günah ve kötülüğün izlemesi düşünülemez, (Haşa). Tefsirini sunduğumuz ayet-i kerimede, sözü edilen "izzet (onur)" gerçeği bilmeyenlerin, dünya hayatının dış görünüşü itibariyle gerçek zannettikleri sahte bir onurdur. Ulu Allah'ın hak edenlere bahşettiği gerçek onur ve izzet değildir.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, "bi'l-ismi (=günah ile)" ifadesi, "ba" harf-i cerrinin tadiye yani onu geçişli kıldığı varsayılarak "ahezethu (=kuşatır)" ifadesine taalluk etmez. Buna göre vurgulanmak istenen anlam şu olur: Kapıldığı gurur ve izzet onu günaha sürükler ve kendisine yöneltilen Allah'tan korkmaya ilişkin öneriyi reddeder. Bunun üzerine, kendisine Allah'tan korkmayı emreden kimseye de onu incitecek sözlerle karşılık verir. Yahut, "ba" harf-i cerrini sebep bildiren olarak algılayıp "ahezethu (=kuşatır)" ifadesine taalluk etmez. Çünkü o zaman da şöyle bir anlam çıkar: Edindiği günahlar yüzünden gurura kapılır, engelleyici bir tavır takınır, izzetlilik taslar.
"Bi'l-ismi" ifadesinin her iki durumda da "ahezethu" ifadesine taalluk etmemesinin sebebine gelince; "izzet" kavramının böyle bir psikolojik durumla ilgili kullanılması ve bunun "izzet" olarak isimlendirilmesi bunun onaylanmasını ulu Allah'ın onu gerçek bir izzet olarak tasdik etmesini gerektirir. Halbuki gerçek bir izzet söz konusu değildir. Bu yaklaşım "izzetin" günahtan kaynaklanan bir sıfat olarak nitelendirilmesinden tamamen farklıdır.
"Hayır; o kâfirler bir izzet ve parçalanma içindedirler. Biz kendilerinden önce nice kuşakları yıkıma uğrattık da onlar feryat ettiler; ancak kurtulma zamanı değildir." (Sâd, 2-3) ayeti kâfirleri durumunu onaylama, adlandırmayı olumlu karşılama türünden değildir. Çünkü ayetin orijinalinde "izzet" kavramı belirsiz tutulmuştur. Ayrıca ayet-i kerimenin sonunda "kendilerinden önce, nice kuşakları yıkıma uğrattık" şeklinde bir değerlendirmeye yer verilmiştir. Dolayısıyla bu ayette işaret edilen "izzet (=onur)" şeklîdir. Kalıcı ve temel olma niteliğine sahip değildir.
207) İnsanlardan, öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla nefsini satar. Allah kullarına karşı şefkatlidir.
Bu ayet-i kerimenin "İnsanlardan öylesi vardır ki, sözleri dünya hayatında senin hoşuna gider." diye başlayan ayetin karşılığı olarak yer alması bir niteliğin diğer bir niteliğe karşılık olarak vurgulandığını ifade eder. Buna göre: "İnsanlardan öylesi vardır ki, sözleri dünya hayatında senin hoşuna gider." ifadesi, kazandığı günahlarla gururlanan onurluluk taslayan, kendini beğenmiş, dış görünüş itibariyle yapıcı, sa-lih bir insan olarak ön plâna çıkan, ama iç âlem itibariyle münafığın teki olan bir insanın var olduğunu ve tipini çizmektedir. Bu adamdan dine ve insanlığa fesat ve helakten başka bir hayır dokunmaz.
Aynı şekilde: "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla nefsini satar." ifadesi de, nefsini yüce Allah'a satan, yüce Allah'ın irade ettiğinden başka bir şey istemeyen, nefsinden kaynaklanan bir arzusu bulunmayan, ancak rabbinin katından izzet ve şeref arayan, Allah'ın rızasından başka bir şey istemeyen bir başka insanın var olduğunu ve tipini çizmektedir. Bu tip insanın eliyle dini ve dünyevî hayat ıslah olur. Hak yeniden dirilir. İnsanlık hayatı güzelleşir ve İslâm'ın bereketi dünyanın dört bir yanına yayılır.
Bu noktada, ayetin sonu ile başı arasındaki ilişki açığa çıkmış oluyor. "Allah kullarına karşı şefkatlidir." ifadesinin, öncesi ile ilişkisi belirginlik kazanıyor. Çünkü insanın bu şekliyle var olması, ulu Allah'ın kullarına yönelik şefkatinin bir göstergesidir. Şayet temel nitelikleri münafıklık ve bozgunculuk olan bu tip insanlar karşısında işaret edilen olumlu niteliklere sahip başka insanların varlığı söz konusu olmasaydı, dinin temel dayanakları yıkılır, ıslah ve doğruluk binasında taş üstünde taş kalmazdı.
Ne var ki, yüce Allah, her zaman için sözü edilen batıl oluşumu adı geçen bu hak realiteyle ortadan kaldırır. Düşmanlarının bozgunculuğunu, dostlarının yapıcılığı ile bertaraf eder. Nitekim ulu Allah, bu evrensel yasayı şu şekilde dile getirir: "Eğer, Allah'ın insanların bir kısmı ile bir kısmını engellemesi olmasaydı, yer yüzü mutlaka fesada uğrardı." (Bakara, 251) "Eğer Allah'ın insanların kimini kimiyle engelle-mesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescitler, muhakkak yıkılır giderdi." (Hacc, 40) "Eğer bunları tanımayıp küfre sapıyorlarsa, andolsun, biz buna inkâra sapmayan bir topluluğu vekil kılmışızdır." (En'âm, 89) Şu hâlde dini ve dünyevî hayata egemen olan fesat, bozgunculuk, ancak nefsinin arzuları, ihtirasları doğrultusunda hareket eden birkaç münafık tipin eliyle gerçekleşir.
Bunun açtığı gedik, ancak nefsini Allah'a satan insanların gerçekleştirdikleri yapıcılık ve salah ile kapatılabilir. Bu tip insanların, rablerinin iradesine alternatif bir havaları olmaz. Onların amacı, üzerindeki canlılarla birlikte yeryüzünü ıslah etmektir, imar etmektir. Bu karlı alış veriş yüce Allah katında şu ifadelerle dile getirilmiştir: "Hiç şüphesiz Allah, müminlerden, -karşılığında onlara mutlaka cenneti ver-mek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; bu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'-ân'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaattir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu hâlde yaptığınız bu alış verişten dolayı sevinip müjdeleşiniz." (Tevbe, 111) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Süddî'nin "İnsanlardan öylesi vardır ki, sözleri dünya hayatında senin hoşuna gider." ayeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: Bu ayet, Zühre oğullarının müttefiki Ahnes b. Şureyk es-Sakafî hakkında inmiştir. Bu adam, Medine'de Resululla-h'ın (s.a.a) huzuruna gelir ve: "Müslüman olmayı istediğim için geldim. Allah, hiç şüphesiz, benim doğru söylediğimi bilir." der. Onun bu tavrı, Resulullah'ın hoşuna gider. "Kalbinde olana Allah'ı şahit getirir." ifadesi ile, onun bu tavrına işaret edilmiştir. Sonra Resulullah efendimizin (s.a.a) huzurundan ayrılır. Yolda, Müslüman bir topluluğun ekinine ve merkeplerine rastlar. Ekinleri ateşe verip merkepleri de yaralar. Bunun üzerine yüce Allah: "Sırtını çevirip gitti mi, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışır." ayetini indirdi.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Bu üç ayet, riyakâr insanlar hakkında inmiştir. Bunlar, içlerinde olan niyetlerden farklı tavırlar sergilerler. Bu tefsirin yazarı şunu da eklemiştir ki; benzeri bir görüş de İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir."
Ben derim ki: Önceki açıklamamızda, bu yönde bir yoruma yer verdik. Nitekim "ekin" kelimesinin "zürriyet" ve "ziraat" anlamına geldiğini vurgulayan rivayetler de söz konusudur. Kısacası, ayetin genelini her hangi bir olguya uyarlamak her zaman için kolayca gerçekleştirilebilecek bir yaklaşımdır.
Şeyh Tusî'nin el-Emali adlı eserinde, İmam Zeynelabidin'in (a.s) "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla nefsini satar." ayeti ile ilgili olarak: "Bu ayet, Resulullah efendimizin (s.a.a) hicret ettiği gece onun yatağında geceleyen Ali (a.s) hakkında inmiştir." dediği rivayet edilir.
Ben derim ki: Bu ayetin hicret gecesi Resulullah'ın yatağında geceleyen Hz. Ali (a.s) hakkında indiğini dile getiren birçok rivayet, Sünnî ve Şiî kaynaklarca aktarılmıştır. el-Burhan tefsirinde, bu anlamı içeren rivayetler, beş değişik kanaldan Sa'lebî ve başkalarından rivayet edilir.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn Mürdeveyh, Süheyb kanalıyla rivayet edip der ki: Mekke'den ayrılıp Medine'de bulunan Resulullah efendimizin(s.a.a) yanına hicret etmek istediğim zaman, Kureyşliler: "Ey Süheyb, bizim yanımıza geldiğin zaman, hiçbir malın yoktu. Malını yanına alıp ta buradan ayrılamazsın. Allah'a andolsun ki, buna kesinlikle izin vermeyiz." diye kentten ayrılışıma engel oldular. Onlara dedim ki: "Malımı size bıraksam, yolumdan çekilecek misiniz?" "Evet." dediler. Bunun üzerine tüm malımı onlara verdim. böylece yolumdan çekildiler. Ben de Mekke'den ayrılıp Medine'ye geldim. Bu olayı duyduğunda Resulullah efendimiz (s.a.a) iki kere "Süheyb bu alış verişinde kârlıdır." buyurdu.
Ben derim ki: Aynı rivayet başka kanallarca da aktarılmış, bazısında ise, şu değerlendirmeye yer verilmiştir:
Bunun üzerine "İnsanlardan öylesi vardır ki,... nefsini satar." ayeti indi. Bir diğer rivayette ise; bu ayetin mallarını vererek nefislerini satın alan Süheyb ve Ebuzer hakkında indiği vurgulanır. Daha önce "şi-ra" fiili ile "satın alma" anlamının kastedilmiş olmasının ayetin akışı ile örtüşmediğine dikkat çekmiştik.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde de Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Ayetten maksat; iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak uğruna öldürülen kimsedir."
Ben derim ki: Bu açıklama, ayetin genelliğine ilişkindir. Bu da, ayetin bir durum hakkında inmiş olması gerçeği ile çelişmez.
Ayetlerin Meâli
208- Ey iman edenler, hepiniz topluca Allah'a teslim olun ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık düşmandır.
209- Size apaçık belgeler geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, bilin ki, Allah gerçekten üstün ve güçlüdür. Hikmet sahibidir.
210- Onlar, bulut gölgeleri içinde Allah'ın meleklerle onlara gelmesini mi gözlüyorlar? Oysa emir gerçekleştirilmiştir ve bütün işler Allah'a döner.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Ey iman edenler" diye başlayan bu ayetler gurubundan "Dikkat edin, şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır." ifadesiyle son bulan kısma kadarki yedi ayetin tümünde, insan topluluklarında dinsel birliği, bütünlüğü korumanın yolu, yöntemi açıklanıyor. Buna göre inanç esaslı toplumsal birlik ve bütünlüğün yönteminin ilk koşulu Allah'a teslim (silm) olmaktır. Hayat sistemini belirlerken yüce Allah'ın söyledikleriyle yetinmektir, O'nun gösterdiği hareket metodunun dışına çıkmamaktır. Allah'a teslim olunmuşluk çerçevesi dışına çıkılmadıkça, O'nun ayetleri üzerinde art niyetli tasarruflarda bulunmadıkça, kelimelerin yerlerini değiştirip tahrif yönüne gidilmedikçe dini birlik, inanç esaslı toplumsal bütünlük parçalanmaz, dünya ve ahiret mutluluğu elden kaçmaz, herhangi bir ulusun yurduna ölümcül felaketler yağmaz. Bunun örneklerini İsrailoğulları'nın ve diğer bazı geçmiş ulusların tarihlerinde gözlemleyebiliriz. Kuşkusuz örnekleri, bu ümmetin hayatında da görülecektir. Fakat yüce Allah İslâm ümmetine zafer vaat ediyor: "Dikkat edin, şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır."
208) Ey iman edenler, hepiniz topluca Allah'a teslim olun ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık düşmandır.
"Silm", "islâm" ve "teslim" mastarları aynı anlama gelir. İfadenin orijinalinde geçen "kaaffeten" kelimesi ise, "topluca" anlamına gelir ve cümle içindeki işleri tekittir, pekiştirmedir. Hitap müminlere yönelik olduğuna göre, dolayısıyla topluca Allah'a teslim olunmuşluk çerçevesi içine girmeleri, emredildiğine göre, bu durum bütünü ilgilendirdiği gibi, teker teker her parçayı, her ferdi de ilgilendirmektedir. Demek ki, Allah'a teslim olunmuşluk çerçevesi içinde hareket etmek her mümin için bir yükümlülüktür. Tüm müminlerin bu hususta farklı görüş ve tavırlar sergilememeleri de söz konusu yükümlülüğün vazgeçilmez gereğidir. Müminler Allah'ın ve onun elçisinin (s.a.a) emrine teslim olmak durumundadırlar.
Ayrıca hitap özellikle müminlere yöneltilmiştir. Buda gösteriyor ki, müminlerin çağrıldıkları ve "silm" kavramı ile ifade edilen pratik durumun, inandıktan sonra Allah'a teslim olmadır. Çünkü müminlerin onun emrine teslim olmaları, kişisel görüşlerinin etkinliğiyle, öngördükleri bir maslahat için nefislerine, kişisel arzularına boyun eğmemeleri, Allah ve Resulünden herhangi bir açıklama olmadığı hâlde, kendi kişisel görüşleri doğrultusunda bir yol, bir hareket metodu belirleyip onu izlememeleri zorunludur. Tarihte görülmüştür ki, uluslar heva ve heveslere, kişisel ihtiraslara uydukları için helak olmuşlardır, bir bilgiye dayanmadan hayat sistemine ve hareket metoduna ilişkin görüşler belirttikleri için yıkıma uğramışlardır. Bir ulus, kişisel ihtirasların, heva ve heveslerin peşi sıra, Allah'ın dini hususunda ihtilafa düştüğü zaman yaşama hakkını, mutluluğa yönelik çabalar sarf etme misyonunu yitirir.
Böylece anlıyoruz ki, bu ayetlerde işaret edilen "şeytanın adımlarına uyma" olgusundan maksat, onun batıla ilişkin tüm çağrılarına uyma değildir. Tersine, sadece dini meselelere ilişkin çağrılarına, söz ge-limi dine ilişkin batıl bir yöntemi süsleyip hak nitelikli olarak sunmasına ve dinden olmayan tavırları dindenmiş gibi takdim etmesine uymadır, insanın her hangi bir bilgiye dayanmaksızın, bunları alıp benimsemesidir kastedilen. Şeytanın bu öneri ve taktiklerinin dinle bağdaşmadığını tespit etmenin yolu, Allah ve Resulünün dinsel öğretiler kapsamında bunlardan söz edip etmediklerini belirlemekten geçer.
Özellikle, ifadenin akışı ve cümlelerin kapsamında yer alan kayıtlandırıcı unsurlar, bu gerçeği vurgular niteliktedir. Şöyle ki: Adım atma, yürüme, ancak izlenecek bir yol söz konusuysa gerçekleşebilir. yolu yürüyecek kişi müminse eğer, izleyeceği yol ancak iman yoludur. Şu hâlde, burada iman görünümlü şeytani bir yol söz konusudur. Bir mümin için, Allah'a teslim olma zorunluluğu olduğuna göre, bu çerçevenin dışında tutturduğu her hangi bir yöntem, şeytanın adımlarını izleme anlamına gelir. Şeytana uyduğu kabul edilir.
Bu bakımdan, tefsirini sunduğumuz bu ayet-i kerimeyi şu ayetlere benzetebiliriz: "Ey insanlar, yeryüzünde olan helâl ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o sizin için apaçık bir düşmandır. O, size yalnızca, kötülüğü, çirkin hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (Bakara, 169) Bu ayetle ilgili olarak daha önce gerekli açıklamada bulunduk.
"Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilsin ki, şeytan çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder." (Nur, 21) "Allah'ın size rızk olarak verdiklerinden yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır." (En'âm, 142)
Tefsirini sunmaya çalıştığımız ayet-i kerime ile, örnek olarak sunduğumuz bu ayetler arasındaki fark, bu ayette yer alan "kaaffeten (=top-luca)" kelimesinden dolayı hitabın topluluğa yönelik olması, buna karşı örnek olarak sunduğumuz ayetlerinse, genel nitelikli olmalarıdır. Bu açıdan açıklamaya çalıştığımız ayet-i kerime, şu ayetlerin anlamını çağrıştırmaktadır: "Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın." (Âl-i İmrân, 103) "Bu benim dosdoğru olan yolumdur. Şu hâlde ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak yollara uymayın." (En'âm, 153) Bu ayet-i kerimeden şu sonucu da çıkarıyoruz: İslâm dini, insanlığın ihtiyaç duyduğu ve çıkarına olan tüm hüküm ve öğretileri garanti etmektedir.
209) Size apaçık belgeler geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, bilin ki, Allah gerçekten üstün ve güçlüdür. Hikmet sahibidir.
Ayetin orijinalinde geçen "ez-zelletu" ayak kayması, demektir. Kastedilen anlam ise şudur. Eğer topluca, Allah'a teslim olunmuşluk çerçevesi içine girmezseniz ve ayağınız kayarsa -ayak kayması, şeytanın adımlarına uyma, anlamına gelmektedir- biliniz ki, Allah güçlüdür, üstün iradelidir, emri geri çevrilemez, alt edilemez. Her yaptığı yerindedir, hikmet esaslı kararlarının dışına çıkılamaz. sizin hakkınızda ver-diği tüm kararlar, engin hikmetine dayanır. Bu kararını da sizin hakkınızda uygular ve hiç kimse buna engel olamaz.
210) Onlar, bulut gölgeleri içinde Allah'ın meleklerle onlara gelmesini mi gözlüyorlar?
İfadenin orijinalinde geçen "ez-zulel" kelimesi, "ez-zelle" kelimesinin çoğuludur ve gölgelik anlamına gelir. Ayetten açıkça algılandığı gibi "el-melâiketu (=melekler)" sözcüğü, "Allah" sözcüğüne atfedilmiştir. Yine ayette, muhatap kipinden (ayağınız kayarsa) gayıp (gözlü-yorlar) kipine doğru bir ifade dönüşümüne (iltifat) başvurulmuştur. "Onlar" yerine, Resulullah'a (s.a.a) hitap yöneltilmiştir, onlarla muhatap olmaya gerek duyulmamıştır: İşte bunların hâli, kaza ve kader kapsamında kendileri için öngördüğümüz olayları, azapları bekleyenlerin durumunu andırmaktadır. Bu azaplar özgür iradeleri ve serbest seçimleriyle şeytanın adımlarına uyup ayrılık ve parçalanma sürecini yaşamalarına uygundur. Onların bekledikleri, yüce Allah'ın meleklerle birlikte bulut gölgeleri içinde gelip, farkında olmayacakları bir şekilde hükmü yürürlüğe koymasıdır yada hazırlıklı olmayacakları, bekledikleri helake uymayacak tarzda bir akıbetle karşı karşıya kalmalarıdır. "Her işin dönüşü Allah'adır." O'nun hükmünden, öngördüğü kader ve ön tasarımından kaçış mümkün değildir. Bu bakımdan ayetin akışı "gözlüyorlar?" ifadesinin önceki ayette yer alan "Allah, gerçekten üstün ve güçlüdür. Hikmet sahibidir." cümlesinde ifadesini bulan tehdide yönelik bir işaret olmasını gerektirici niteliktedir.
Ayrıca, kitap ve sünnette vurgulandığı gibi, yüce Allah'ın cisimlerin nitelikleriyle nitelendirilmeyeceği bilinmesi zorunlu ve kesin bir gerçektir. Mümkün nitelikli varlıklara özgü ve sonradan olma durumunu çağrıştıran bir vasıfla tanımlanamaz. Çünkü mümkün nitelikli varlıklara özgü sıfatlar yoksulluğu, muhtaçlığı ve eksikliği özünde taşır. Oysa yüce Allah, kendi zatı ile ilgili olarak şöyle buyuruyor: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 11) "Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır" (Fâtır, 15) "Allah, her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer, 62) Buna benzer birçok ayetleri örnek vermek mümkündür.
Bunlar, muhkem ayetlerdir. Anlamları açık ve anlaşılırdır. Kur'â-n'ın müteşabih ayetleri bunlara göre açıklanır. Dolayısıyla, kimi ayetlerde, sonradan olma varlıklara özgü nitelik ve fiillerin yüce Allah'a isnat edildiğini gördüğümüz zaman, bunları açık ve anlaşılır anlamlı (muhkem) ayetleri esas alarak değerlendirmemiz, yüce sıfatlar ile, güzel isimleriyle çelişmeyen bir anlam elde etmemiz gerekir. Şu hâlde: "Rabbim geldiği ve melekler dizi dizi durduğu zaman" (Fecr, 22) "Allah, onlara hesaba katmadıkları bir yönden geldi." (Haşr, 2) "Allah, onların kurdukları yapıların temellerine geldi." (Nahl, 26) gibi ayetler de yüce Alah'a nispet edilen gelme ve benzeri fiilleri yüce Allah'ın kutsal zatına ve yüce isimlerine yaraşır biçimde, örneğin "kuşatma" ve benzeri mecazî olaylarla açıklamak gerekir. Buna göre, "Allah'ın gelmesi..." ifadesindeki "gelme"den maksat, yüce Allah'ın kendilerine ilişkin hüküm ve kararını uygulamak üzere onları çepeçevre kuşatmasıdır.
Ayrıca yüce Allah'ın kitabının bazı ayetlerinde, her hangi bir nispeti yada fiili, sebeplerin bağımsızlığından ve araçların aracılığından soyutlarken, kimi zaman bunları zatına, bazen de emrine nispet ettiğini görürüz. Örneğin: "Allah canları alır." (Zümer, 42) "Ölüm meleği hayatınıza son verecektir." (Secde, 11) "Elçilerimiz onun hayatına son verirler." (En'âm, 61) Görüldüğü gibi yüce Allah "can alma" işini, bazen zatına nispet etmiş, bazen de meleklere nispet etmiştir. Meleklerin fiilleri ile ilgili olarak da bir ayette şöyle buyuruyor: "Onun emriyle yapıp etmektedirler." (Enbiyâ, 27)
Şu ayet-i kerimeyi de aynı kategoride değerlendirmek gerekir: "Şüphesiz Rabbin, aralarında hüküm verecektir." (Yûnus, 93) Bir ayette ise şöyle buyuruyor: "Allah'ın emri geldiği zaman hak ile hüküm verilir" (Mü'min, 78) Şu anda üzerinde durduğumuz ayet-i kerimeyi de bu çerçevede ele alabiliriz. Burada, yüce Allah'ın bulut gölgeleri içinde gelmesinden söz ediliyor. Bir diğer ayette ise şöyle buyuruluyor: "Ken-dilerine meleklerin gelmesinden veya rabbinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi gözlüyorlar." (Nahl, 33)
Buradan hareketle diyoruz ki; "Rabbin geldi." ve "Allah onlara gelir." türü yüce Allah'ın ululuğu ile bağdaşmayan nispetlerin söz konusu olduğu yerlerde "emir" sözcüğünü takdir etmenin doğru bir değerlendirme olacağı açıktır. Bu durumda, benzeri yerlerde "Rabbinin emri geldi." ve "Allah'ın emri onlara gelir." demek gerekir.
Müfessirlerin büyük çoğunluğunun da öngördüğü gibi konumuzu oluşturan bu tarz nispetler üzerinde yapılacak basit bir araştırma ile böyle bir değerlendirmenin zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkar. Ancak, yüce Allah'ın kelâmı üzerinde irdeleyici bir gözle durduğumuz zaman, bu tarz nispetlerle son derece ince ve son derece latif bir mesajın verilmek istendiğini algılarız. Şöyle ki: "Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır." (Fâtır, 15) "Güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayandır." (Sâd, 9) "Her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolu gösterendir." (Tâhâ, 50) benzeri ayetler bize şu mesajı verirler: Yarattığı varlıkları ilgilendiren olaylara ve tavırlara sahiptir yüce Allah. Varlıklara bol bol bahşedilenler,O'nun yanında bulunan sonsuz şeylerin yansımalarıdır. Gerçi bizim anlayışımızın, sürekli madde ile içli dışlı olmasından, maddenin somutu öngören yargılarıyla dolup taşmasından dolayı, yüce Allah'ın kullarına bahşettiği bazı niteliklerle kendisini nitelemesi, bunları kendine nispet etmesini kavraması güçtür.
Ancak söz konusu anlamların maddî kayıtlardan ve sonradan olma varlıkların niteliklerinden soyutlandırıldığı zaman, yüce Allah'a nispet edilmelerinin bir sakıncası yoktur. Çünkü, her kes gibi bir anlamın yüce Allah'a nispet edilişinin olumsuz karşılanmasının özü, o anlamın eksiklik ve muhtaçlık unsurlarını barındırmasıdır. Dolayısıyla bir anlam eksiklik ve muhtaçlık unsurlarından soyutlandırıldığı zaman, onu yüce Allah'a nispet etmek doğru ve olumlu karşılanır. Daha doğrusu böyle bir nispet bir zorunluluk olarak da algılanabilir. Çünkü "varlık" ismini hak eden her şey ulu Allah'ın yüceliğine ve azametine yaraşır bir tarzda O'ndan kaynaklanmıştır.
Şu hâlde, bizim açımızdan, bir cismin kendisi ile başka bir cismin arasındaki mesafeyi hareket etmek suretiyle kat etmesi, ona yaklaşması anlamını ifade eden "gelme" eyleminin, yakınlığın gerçekleşmesi ve iki şey arasındaki engel ve manilerin bir şekilde ortadan kaldırılması gibi maddî özelliklerden soyutlandırıldığı zaman, gerçek olarak -mecaz anlamında kullanılmaksızın- yüce Allah'a nispet edilmesi doğru ve olumlu kabul edilir. Şu hâlde, yüce Allah'ın insanlara gelmesi, O'nun insanlara ilişkin olarak öngördüğü kararı ile insanlar arasındaki engellerin bertaraf edilmesi anlamını ifade eder. Bu ise, Kur'ân'a özgü bir gerçektir ve kanıtsal araştırmalar, ancak uzun irdeleme ve etütlerle bunu algılayabilir. Zoru kolayı kulak ardı edip üzerinde yoğunlaşması ile kavrayabilir. Temel varoluşsal gerçeğin şiddet ve zaaf olmak üzere mertebeli ve merhaleli (teşkiki kabul ettiğini) olduğunu ispatlamakla ancak algılayabilir.
Herhâlukârda, tefsirini sunduğumuz ayet, önceki ayette yer alan: "Allah, gerçekten üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir." ifadesi ile dikkat çekilen tehdidi kapsamaktadır. Bunun yanı sıra, adı geçen topluluğun kıyamet günü karşılaşacağı korkunç akıbete ilişkin bir tehdidin de kastedilmiş olması mümkündür. Bunu "Kendilerine meleklerin gelmesinden veya rabbinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi gözlüyor-lar?" (Nahl, 33) ayetinden de algılayabiliriz. Dünya hayatında olması beklenen bir gelişmeye yönelik bir tehdit de olabilir. Bunu, Yûnus Suresi'nde yer alan: "Her ümmetin bir Resulü vardır." (Yûnus, 47) ifadesinin sonrasına ve Rûm Suresi'nde yer alan: "Sen yüzünü Allah'ı birleyen olarak dine çevir." (Rûm, 30) ifadesinin sonrasına ve Enbiyâ Suresi'ndeki ifadelere başvurduğumuzda algılayabiliriz. Buna göre sözü edilen ahiret/son, şu yaşadığımız dünyanın geleceğidir ve dünyada gerçekleşen olayların eksiksiz olarak belirginleşmesidir.
Aynı şekilde bu tehdidin, hem dünyada, hem de ahirette meydana gelecek bir korkunç akıbete yönelik olması da mümkündür. Bu anlamlardan hangisi kastedilirse edilsin, "bulut gölgeleri içinde..." ifadesi, içinde yer aldığı ayetler gurubunun akışına uygun bir anlamı kapsamaktadır.
Oysa emir gerçekleştirilmiştir ve bütün işler Allah'a döner.
Emir gerçekleştirenin kim olduğunu belirtmiyor. Oysa "bütün işler Allah'a döner." ifadesinden, bunun yüce Allah olduğunu biliyoruz. Bu tür bir ifade tarzının kullanılmış olması, failin ululuğunu vurgulamaya dönüktür. büyüklerin verdikleri hükümlerden, dile getirdikleri emirlerden haber verildiği zaman bu tür bir ifade tarzına başvurulur. Kur'ân'da bunun örnekleri çoktur.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
"Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helâl ve temiz olarak yiyin." ayetini açıklamaya çalıştığımız zaman, yukarıda, şeytanın adımlarını izlemeye ilişkin olarak işaret ettiğimiz anlamı destekleyen birkaç rivayeti aktardık. Meseleyi iyice kavramak için bir kez daha oraya başvurabiliriz. Bazı rivayetlerde ise, ayetin orijinal metninde geçen "silm" kavramının "velâyet" anlamına geldiği vurgulanır. Benzeri yerlerde defalarca söylediğimiz gibi bu genel bir kavramı, kapsamına giren olgulardan birine uyarlamadır.
et-Tevhid ve el-Maânî adlı eserlerde, İmam Rıza'nın (a.s) "Onlar, bulut gölgeleri içinde Allah'ın meleklerle onlara gelmesini mi gözlüyorlar?" ifadesi ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: Bu ayette yüce Allah diyor ki: "Allah'ın melekleri bulut gölgeleri içinde getirmesini mi gözlüyorlar? (Hel yenzurûne... bi'l-melaiketi...) Ayet bu şekilde inmiştir. "Rabbin geldi ve melekler saf saf dizilmiştir..." ifadesi ile ilgili olarak da: Yüce Allah için geliş ve gidiş nitelikleri kulanıla-maz. Allah bir yerden bir yere gitmekten münezzehtir. Burada kastedilen anlam şudur: "Rabbinin emri geldi ve melekler saf saf dizilmiştir." dediği rivayet edilir.
Ben derim ki: İmam Rıza'nın (a.s): "Diyor ki..." sözünün anlamı "demek istiyor ki..."dir ve bu bir çeşit tefsirdir. İmam değişik bir kıraatten söz etmiş değildir.
İmam'ın sözünü ettiği husus, bizim de yüce Allah'ın gelişini, O'nun emrinin gelişi şeklinde izah ederek yaklaştığımız hususun aynısıdır. Çünkü melekler ne yaparlarsa ve her ne zaman inerlerse emirle inerler. Yüce Allah bu hususa şu şekilde dikkat çekiyor: "Hayır, onlar ikrama layık görülmüş kullardır. Onlar sözde O'nun önüne geçmezler ve onlar O'nun emriyle yapıp etmektedirler." (Enbiyâ, 26-27) "Melekleri emrinden olan ruh ile indirir." (Nahl, 2)
Burada bazı tefsir bilginlerinin ihtimal verdikleri bir diğer anlam da söz konusudur. Buna göre "Hel yenzurûne illa..." diye başlayan ifadenin başındaki istifham (hel harfi) inkârîdir. Dolayısıyla bu edat sadece başına geldiği kelimeyi değil, tüm cümleyi olumsuz kılmaktadır. Bu yaklaşımı esas aldığımızda şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: Bu insanlar, imkânsız bir olayın gerçekleşmesini, yüce Allah'ın herhangi bir cisim gibi bulut gölgeleri arasında, beraberinde melekler olduğu hâlde gelmesini, kendilerine emir ve yasaklar yöneltmesini bekliyorlar, ki bu, imkânsızdır. Bu bakımdan ayet-i kerime kâfirlerin kendilerine yöneltilen öğüt ve uyarılardan yararlanmalarının da imkânsız olduğunu kinayeli bir ifadeyle vurgulamaktadır.
Bize göre, bu değerlendirme ayetlerin akış birliğine sahip olduklarına ilişkin açıklamamızla bağdaşmamaktadır. Çünkü ayetlerin akış birliğine sahip olması, ifadenin müminlere yönelik olmasını gerektirir. Oysa müminlerin durumu, bu tür bir açıklamayla örtüşmemektedir. Kaldı ki ayet-i kerimenin bu anlamı vurgulamaya dönük olduğunu kabul etsek ifadenin kapsamında kâfirlere yönelik bir cevap söz konusu olması gerekirdi. Kur'ân'ın bu gibi durumlarda başvurduğu bir ifade tarzıdır bu (yani karşı tarafın sözünü reddeder), şu ayetlerde olduğu gibi: "Bize kavuşmayı ummayanlar, dediler ki: bize meleklerin indirilmesi yada rabbimizi görmemiz gerekmez miydi? Andolsun, onlar kendi nefislerinde büyüklüğe kapıldılar ve büyük bir azgınlıkla başkaldırdılar." (Furkan, 21) "Rahman olan Allah çocuk edindi, dediler. O, yücedir." (Enbiyâ, 26)
Ayrıca bunu kabul etmemiz durumunda "bulut gölgeleri içinde" ifadesini izah etmemiz mümkün olmaz. Yine ifadenin geri kalan kısmından da net bir mesaj algılanmaz. Bunu ayetin bütününe baktığımızda gözlemleyebiliriz.
Rec'atle ilgili felsefî ve hadisler ışığında AÇIKLAMA
Biliniz ki üzerinde durduğumuz bu ayet-i kerime Ehlibeyt İmamları tarafından "kıyamet günü" olarak tefsir edilmiştir. Nitekim Tefsir'ul-Ayyâşî'de bu tefsir İmam Muhammed Bakır'a (a.s) dayandırılmıştır.
Yine Şeyh Saduk kanalıyla İmam Cafer Sadık'ın (a.s) Hz. Mehdi'nin dönüşü olarak yorumladığı rivayet edilmiştir.
Aynı şekilde Tefsir'ul-Ayyâşî'de, iki kanaldan İmam Muhammed Bakır'dan (a.s) aktardığı gibi, Hz. Mehdi'nin (a.s) ortaya çıkışı şeklinde tefsir edildiği rivayet edilmiştir.
Bunun örnekleri çoktur. konuyu biraz irdelediğiniz zaman, birçok ayetin Ehlibeyt İmamları tarafından bazen "kıyamet günü" bazen "rec'at (=geriye dönüş)", bazen de "Mehdi'nin ortaya çıkışı" şeklinde tefsir edildiğini görürsünüz. Bunun nedeni söz konusu anlamların temelde bir ve aynı olmalarıdır. İnsanlar kıyamet gününün gerçek mahiyetini araştırmadıkları, Kur'ân-ı Kerim'in bu dehşet verici günün mahiyetine ilişkin olarak sunduğu bilgilerin satır aralarında gizli gerçekleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermek için var güçleriyle çaba sarf etmedikleri için bu rivayetlerle ilgili olarak değişik ve çelişkili görüşler ileri sürme durumunda kalıyorlar.
Bazısı bu rivayetleri elinin tersiyle iter. Oysa bunların sayısı yüzleri ve hatta değişik konularla ilgili olmak üzere beş yüzleri bulur. Bir kısmı bu rivayetleri taşıdıkları anlamı açık ve net bir şekilde ifade etmelerine rağmen, onları tevil etmeyi ve yorumlamayı tercih eder. Bir kısmı da ki ideal tutum da onlarınkidir bunları nakletmekle yetinir ve her hangi bir araştırma, etüt etme gereğini duymazlar.
Şia dışındaki tüm Müslümanlar da Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışını kabul etmekle ve buna ilişkin Resulullah'tan mütevatir hadisler nakletmekle beraber "rec'atı ve geriye dönüşü" kabul etmezler ve bunu Şia'ya özgü inanışlardan sayarlar. Günümüzde Şia mezhebine mensup bazı kimseleri de buna katabiliriz. Bu gibi çağdaş yazarlara göre "geriye dönüş" fikri, Yahudilerin ve Abdullah b. Seba ve arkadaşlarının İslâm'a sokuşturdukları saçmalıklardan, asılsız hurafelerden biridir.
Bazıları "rec'at ve geriye dönüş" fikrini, kendince aklî delillerle çürütme peşindedir. Bu düşüncede olanlar diyorlar ki: "Ölüm olayı, Allah'ın lütuf ve keremi göz önünde bulundurularak, bir insanın hayatı kamil olmadıkça ve bilkuvve olan tüm kemal nitelikler bilfiil olarak tamamlanmadıkça gerçekleşmez. kişinin ölümden sonra dünyaya geri dönmesi, fiil durumuna erdiği hâlde yeniden kuvveye dönmesi anlamına gelir. Bu ise, imkânsızdır. Ancak doğru sözlü bir habercinin bu tür bir olayı haber vermesi başka. Doğru sözlü haberci ile yüce Allah veya halifelerinden birini kastediyoruz. Nitekim yüce Allah Musa, İsa ve İbrahim (a.s) kıssalarında bu tür gelişmelerden haber vermiştir. Ancak ne yüce Allah, ne de O'nun halifelerinden geriye dönüşle ilgili bir haber bize ulaşmış değildir. Bu tür bir olayın gerçekleşeceğine inanan kimselerin kanıt olarak sundukları da yetersizdir." Ardından rivayetlerin tümünü zayıf diye niteler, geride sağlam çürük bir şey bırakmazlar.
Ama bu zavallılar, ileri sürdükleri bu kanıtın, yeterli bir aklî delil olarak algılanması durumunda, başının sonunu çürüteceğinin farkında değildirler. Çünkü özü itibariyle muhal olan bir şey, istisna kabul etmez. Doğru sözlü bir habercinin haber vermesi, öz itibariyle imkânsız ve muhal olan bir şeyi mümkün kılmaz. imkânsızın meydana gelişini haber veren bir kimse de, doğru sözlü haberci olarak nitelendirile-mez. Şayet böyle bir haberi aktarırken doğru söylediği varsayılacak olursa, sözlerini mümkün dairesine çekmek için yorumlama zorunluluğu doğar. "Bir, ikinin yarısı değildir." ve ya "Her doğru söyleyen aynı zamanda yalancıdır." demesi gibi.
Kuvveden fiile geçen bir şeyin yeniden kuvveye dönmesinin imkânsızlığına ilişkin olarak söylenenler doğrudur. Ancak bu, üzerinde durduğumuz konuyu kapsamına almaz. Çünkü imkânsızlık, normal bir ölümle dünyadan giden insanların yeniden dirilip dünyaya geri dönmeleri için geçerlidir. Ruhun kuvveden fiile tam olarak geçtikten sonra bedenden, doğal bir şekilde ayrılışını kastediyoruz. Fakat, öldürülme, hastalık gibi dışarıdan bir etkenin zorlaması ile gerçekleşen cebrî ölümler için, bundan sonra dünyaya "geri dönüş"ün sakıncalı olması gerekmez. Çünkü bir insanın önceki dünya hayatından sonraki bir hayat için hazırlanıyor olması imkân dahilindedir. Bu insan ölür, ardından ikinci bir zamanda kendisi için öngörülen kemal misyonunu tamamlamak üzere yeniden hayata döner. Yada gerekli hazırlığı yapıp bir süre berzah âleminde yaşanıldıktan sonra ancak varılması mümkün olan bir kemale ermesi için hayatına ara verilir. Sonra gerekli şartlar oluşunca tekrar dünyaya döner. Her iki varsayımla da, dünyaya geri dönüş mümkün görünüyor. Bunun bir sakıncası olmadığı gibi, imkânsız ve muhal da değildir. Bu mesele üzerine daha geniş açıklamayı ileride yapacağımızı bildirerek konuya dönüyoruz.
Konuya ilişkin rivayetlerin her biriyle ilgili olarak tartışmaya açılan hususlara gelince; bir kere Ehlibeyt İmamları'ndan aktarılan bu rivayetler anlam itibariyle tevatür düzeyindedir. Öyle ki, "rec'at ve geriye dönüş" fikri, muhalifler tarafından ta baştan itibaren Şiîlere ve onların imamlarına özgü kılınmıştır. Şimdi tevatür düzeyine ulaşmış bir düşünce, söz konusu rivayetlerin tek tek ele alınarak tartışılacak olmasına dayanılarak geçersiz sayılamaz. Kaldı ki, konuya ilişkin olarak inen birkaç ayet, elimize geçen bazı rivayetler, kanıt olma bakımından yeterlidir, onlar dayanılarak netliklerinden hareketle bir sonuca varılabilir. Uygun yerlerde, bu konuyu biraz daha açacağız. söz gelimi yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Ve her ümmetten ayetlerimizi yalanlayan bir gurubu toplayacağımız gün..." (Neml, 83) Bu ve benzeri ayetleri ele aldığımız zaman konuya ilişkin ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bazı ayetler de, genel bir üslupla "rec'at ve geriye dönüş" olgusuna işaret etmektedir. Örneğin bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:"Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Bakara, 241) Bizden önceki toplulukların yaşadığı olaylardan biri de, ölülerin diriltilmesidir. Nitekim Kur'ân'- Kerim, İbrahim, Musa, İsa, Üzeyir ve İrmiye kıssalarında bu tür olaylardan söz etmektedir. Hem Şia, hem de Ehlisünnet kaynaklarında yer alan bir rivayette Resulullah efendimizin şöyle buyurduğu aktarılır: "Nefsimi elinde tutan Allah'a andolsun ki, sizler, önceki ümmetlerin hayatlarına egemen olan ilâhî yasalar (sünnet)la yüz yüze kalacaksınız. Onları adım adım izleyeceksiniz. Onların geçtiği yollardan, şaşmadan siz de geçeceksiniz ve İsrailoğulları'nın hayatına egemen olan ilâhî yasalar da sizden şaşmayacaktır."
Ayrıca Ehlibeyt İmamları'nın bize haber verdikleri bu tür sezgiler, kıyamete yakın (ahir zaman) zamanlara ilişkindir. Nakilciler ve raviler bu sözleri tespit edip geçmişteki nüshaları koruma altında olmak üzere çeşitli eserlerde dile getirmişlerdir. Geçen uzun zaman içinde bunların bir çoğu ne eksik ne de fazla, aynen söylendiği gibi gerçekleşmiştir. Bu yüzden biz bu tür haberlerin ve içeriklerinin doğrulanmasını zorunlu görüyoruz.
Bu bilgileri sunduktan sonra, yeniden konunun başına dönüyoruz. Dedik ki: Hadislerde bu ayet, tefsir edilirken bazen "kıyamet günü" bazen "geri dönüş", bazen de "Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışı" olarak yorumlanmıştır. Buna ilişkin değerlendirmemiz şöyledir: Kıyamet gününün özellikleri ve nitelikleri ile ilgili olarak, Allah kelâmından algıladığımız şudur: Kıyamet günü, sebeplerden hiç biri ve uğraşılardan hiç biri yüce Allah'a gizli kalmaz. O gün her türlü vehim, her türlü kuruntu silinip gider. O'nun ayetleri açık seçik olarak belirginleşir. Bu öyle bir gündür ki, varlığı ve meydana gelişi, şu cismani oluşumu ve varlığı geçersiz kılmaz. Kitap ve sünnette buna ilişkin bir kanıt bulamazsınız. Kaldı ki, durum bunun aksini gösterir. Kitap ve sünnetten algıladığımız kadarıyla, beşer türü, yani yüce Allah'ın Adem ve eşinde birleştirdiği şu nesil, kıyamet gününün gelişinden önce yeryüzünden silinecektir.
İki oluşum yani dünyadaki oluşum hayatı, ile diriliş oluşumu arasında bir karşıtlık söz konusu değildir. Birinin ötekisini itmesi, dışlaması düşünülemez. Nitekim, ölüm ile haşir arası ara dönem dediğimiz berzah âlemindeki oluşum ile -ki ölülerimiz şu anda bu âlemde yaşamaktadır- dünya hayatı arasında bir çelişki yoktur. Dünyada hayatın ve gelişimin sürmesi, berzahta hayatın ve gelişimin sürmesine engel değildir. Bir ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun Allah'a, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik, fakat şeytan onlara yapıp ettiklerini süslü göstermiştir; bu günde onların velisi odur ve onlar için acı bir azap vardır." (Nahl, 63)
Kıyamet gününün gerçek mahiyeti budur. Bu günde, insanlar yüce Allah'ın huzurunda dikilirler. tüm yapıp ettikleri ortaya dökülür, hiçbir özellikleri Allah'a gizli kalmaz. Ölüm gününün kimi yerlerde kıyamet günü olarak nitelendirilmesi de bu yüzden olsa gerektir. Çünkü o gün ölen kişinin kuruntularını örten perde açılır. Nitekim Ali'nin (a.s): "Her kişinin kıyameti öldüğü gün kopar." dediği rivayet edilir. İnşaallah bunların tümünü ileride açıklayacağız.
"Geriye dönüşü" ifade eden rivayetler, tek olarak ele alındıklarında farklılık arz etseler de tümünde de vurgulanan bir anlam vardır. O da şudur ki: Dünya düzeni, bir güne doğru seyretmektedir. O gün Allah'ın ayetleri bütün çıplaklıklarıyla gözler önünde olacaklardır. O gün yüce Allah'a başkaldırma, isyan etme söz konusu olmayacaktır. Her kes tek ve ortaksız ilâh olarak O'na kulluk sunacaktır. O günün atmosferine nefsin, heva ve hevesinin gölgesi düşmeyecektir. Şeytanın azdırma girişimleri sonuç vermeyecektir. O gün, daha önce ölmüş kimi Allah dostu ile kimi Allah düşmanı dünyaya geri dönecektir ve o gün hak batıldan kesin biçimde ayrılacaktır.
Bundan şöyle bir sonuç çıkarıyoruz: "Rec'at" dediğimiz bu geriye dönüş günü, kıyamet gününün ön mertebelerinden biridir. Bununla beraber, belirginlik bakımından kıyamet gününden aşağıdır. Çünkü "geriye dönüş" gününde belli ölçüde şer ve bozgunculuk olabilecektir. Kıyamet gününde ise, böyle bir şey kesinlikle olmayacaktır. Bu yüzden, Hz. Mehdi'nin (a.s) ortaya çıkış günü de bu günün (rec'at) kapsamında değerlendirilmiş olabilir. Çünkü Hz. Mehdi'nin (a.s) ortaya çıkış günü zaman olarak "geriye dönüş" gününden önce olmakla beraber, hakkın tam olarak belirginlik kazanması bakımından onu andırmaktadır.
Ehlibeyt İmamları'ndan şöyle rivayet edilmiştir: "Allah'ın günleri üçtür: Hz. Mehdi'nin (a.s) ortaya çıkış günü. dönüş günü ve kıyamet günü." Bir diğer rivayette ise şöyle denmiştir: "Allah'ın günleri üçtür: ölüm günü, dönüş günü ve kıyamet günü." Bu anlam yani özde birlik ama mertebe ve farklılık anlamı, Ehlibeyt İmamları'nın bazı ayetleri bir defasında "kıyamet günü", bazen de "dönüş günü", bazen de "Mehdi'nin (a.s) ortaya çıkış günü" şeklinde izah ettikleri gibi bir yorumu zorunlu kılmaktadır. Bu açıklamalar ışığında adı geçen günün mümkün, daha doğrusu gerçekleşmiş olduğuna karşı çıkanların elinde aksini gösteren bir kanıt olmadığını kesin olarak öğrenmiş bulunuyorsunuz.
211- İsrailoğulları'na sor, onlara nice açık ayetler verdik. Kendisine geldikten sonra kim Allah'ın nimetini değiştirirse, şüphesiz Allah, cezası, pek çetin olandır.
212- İnkâr edenlere dünya hayatı çekici kılındı. Onlar, iman edenlerden kimileriyle alay ederler. Oysa korkup-sakınanlar, kıyamet günü onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızk verir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
211) İsrailoğulları'na sor, onlara nice açık ayetler verdik. Kendisine geldikten sonra kim Allah'ın nimetini değiştirirse, şüphesiz Allah, cezası, pek çetin olandır.
Bu ifadelerle başlayan ayet-i kerime "Size, apaçık belgeler geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, bilin ki, Allah, gerçekten üstün ve güçlüdür. Hikmet sahibidir." ayetinin, karşı çıkanların kıskıvrak yaka-lanıverilmelerine ilişkin olarak içerdiği sert tehdidi pekiştirici, kaçınılmazlığını vurgulayıcı bir ifade tarzına sahiptir.
Deniliyor ki: İşte şunlar; İsrailoğulları'dır, onları görüyorsunuz. İs-railoğulları, yüce Allah'ın kendilerine kitap, hikmet, peygamberlik ve egemenlik bahşettiği bir ümmettir. Yüce Allah, onları güzel nimetlerle rızklandırmış ve tüm âlemlerden üstün kılmıştı. Kendilerine nice açık ve anlaşılır ayetler verdiğimizi sor. Ardından şimdiki durumlarına bak. Nereden nereye gelmişlerdir? Kelimelerin yerlerini değiştirdiler. Allah'ın kitabının ve ayetlerinin karşısına, bilgiye sahip olduktan sonra kendi heva ve heveslerinin ürünü alternatif yöntemler, kurallar ve yasalar uydurdular. bunun üzerine yüce Allah, başkalarını kendisine eş koştukları ve buna bağlı olarak guruplara ayrılıp farklı görüşler ortaya attıkları için onları ağır bir ceza ile cezalandırdı. Allah'a eşler koşmanın sonucu birbirlerini yemeye başladılar, ayrıcalıkları, egemenlikleri son buldu, mutluluklarını yitirdiler. Dünyada alçaklık ve düşkünlük azabına çarptırıldılar. Ahirette çarptırılacakları azap ise, daha onur kırıcıdır, daha alçaltıcıdır. Üstelik orada kendilerine yardım edecek birini de bulamazlar.
Bu Allah tarafından konulmuş evrensel bir yasadır. Bir kimse Allah'ın nimetini değiştirse, onu doğal mecrasından çıkarıp amacı dışında kullanırsa Allah onu ağır bir şekilde cezalandırır. Allah'ın azabı da pek şiddetlidir. Buna göre "Kim Allah'ın nimetini değiştirirse" diye başlayan ve "cezası" ifadesiyle son bulan cümle, küllî bir hükmün, cüz'î bir hükmün yerine konuluşunun örneğidir. Bununla güdülen amaç, söz konusu hükmün sürekli ve evrensel bir yasa olduğunu vurgulamaktır.
212) İnkâr edenlere dünya hayatı çekici kılındı. Onlar, iman edenlerden kimileriyle alay ederler.
Bu ifade, kendisinden önceki, değerlendirmenin gerekçesi konumundadır. Buna göre, yukarıda işaret edilen konum ve tavırlarının arka plânında, dünya hayatının kendilerine süslü kılınmış olması yatmaktadır. Çünkü dünya hayatı, bir insana süslü kılındığı zaman, onu nefsin arzularının, ihtiraslarının, heva ve hevesinin peşinde koşmaya davet eder. Her türlü gerçeği, hak ve hakikati unutmasını sağlar. Artık insan dünya hayatının çekici süsleri arasında yer alır, mevki, makam, mal ve değişik cazibeleri elde etmekten başka bir şey düşünemez olur. Bu amacına ulaşmak için, bu uğurda her türlü yola başvurur. Yararlanmayacağı yöntem yoktur. Bu yöntemlerden biri de dindir. Kendisine dünya hayatı çekici kılınmış insan dini de bir takım ayrıcalıklar ve dünya hayatına ilişkin imtiyazlar elde etmek için kullanır. Neticede din, liderlerin ve başkanların, ayrıcalığına dönüşür. Onların egemenliklerinin ve liderliklerinin pekiştirici unsuru hâline gelir. uydu ve taklitçiler açısından ise din, başkanlara ve liderlere yakın olmanın, onların eğilimlerini celp etmenin bir aracı konumundadır. Bu durumu bu günkü ümmetimizin yaşayışında bütün çıplaklığıyla gözlemliyoruz. Daha önce de İs-railoğulları'nın yaşayışında bu çıplaklığa tanık olmuştuk.
Örtme, gizleme anlamına gelen küfür kavramı, Kur'ân-ı Kerim'de ıstılahî "küfür" kavramından yada mutlak "iman"ın karşıtı mutlak "küfür" kavramından daha genel ve kapsayıcıdır. Dolayısıyla, dünya hayatının süslü kılınması, sırf ıstılahî olarak küfür kavramı kapsamına giren kimselere özgü bir durum değildir. Tam tersine dini bir gerçeği gizleyen, örten, dini bir nimeti değiştirip tersyüz eden herkes kâfirdir, ona dünya hayatı süslü kılınmıştır. Bu yüzden kendini şiddetli bir azaba hazırlamalıdır.
Oysa korkup-sakınanlar, kıyamet günü onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızk verir.
Bu cümlede, "iman" yerine "takva (=korkup-sakınma)" kavramı kullanılmıştır. Çünkü, pratik amel olmadan tek başına iman bir yarar sağlamaz.
AYETİN MEÂLİ
213- İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberinde, insanların anlaşmazlıklara düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitap indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğru yola yöneltir.
AYETİN AÇIKLAMASI
Ayet-i kerime, insanlık hayatında dinin temelinin atılış sebebini, insanoğlunun dinle yükümlü kılınış nedenini ve insanların dinle ilgili olarak görüş ayrılığına düşmelerinin gerekçesini açıklıyor. Buna göre: Öz yaratılış olarak toplu hâlde ve dayanışmalı olarak yaşamaya eğilimli olan insan türü, toplu hâlde yaşayışının ilk evresinde bir ümmetti. sonra öz yaratılışının bir gereği olarak, bir canlı olmaktan kaynaklanan meziyetler edinme noktasında aralarında farklılaşmalar baş gösterdi. Bu durum, ortaya çıkan ihtilafları ve hayatın gerekli olgularına ilişkin çekişmeleri ortadan kaldıracak kanunların konulmasını kaçınılmaz kıldı. Sonra peygamberler ve elçiler gönderilmek suretiyle bu kanunlara din kisvesi giydirildi. Bu yasalar müjde, korkutma ve sevap-azap ikilemi ile pekiştirildi. Aksayan yönler, peygamberin gönderilmesi üzere ibadetler desteğiyle onarıldı.
Daha sonra dinsel bilgiler ya da dünya ve ahiret meselelerinde görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bunun sonunda dinî birlik ve bütünlük zede-lendi. Guruplar ve hizipler oluştu. Bunun bir uzantısı olarak da, hayatın diğer alanlarında da ihtilaflar gündeme geldi. Bu ikinci ihtilafın tek nedeni, kendilerine kitap verilenlerin azgınlık ve kıskançlıklarıydı. Dinin temel prensipleri ve ana öğretileri kendilerine gösterilmesinin ardından zulüm ve azgınlığa sapmalarıydı. Böyle olunca da, aleyhlerine kullanılacak kanıt tamamlandı. sorumlu kılınışlarının gerekçesi, bizzat kendi hayatlarında somutlaştı.
Şu hâlde, insanlık hayatında iki türlü ihtilaf ve görüş ayrılığı söz konusudur. Biri dinle ilgilidir ki, dayanağı insanın öz yaratılışı ve doğal yapısı değil, aksine azgınların heva ve hevesleri, kıskançlıklarıdır. Diğeri ise, dünya meselelerine ilişkin ihtilaftır ki öz yaratılışa dayanır, fıtrîdir. Ayrıca dinin gönderilip insan hayatına egemen kılınmasının da sebebidir. Ardından yüce Allah, hakkında görüş ayrılığına düşülen me-selelerle ilgili olarak, kendi izniyle müminleri gerçeğe iletti. Allah kimi dilerse onu doğru yola yöneltir.
Şu hâlde, insan türünün mutluluğa kavuşmasının, hayatının dengeli ve ahenkli bir düzen içinde sürmesinin tek etkeni ilâhî menşeli dindir. Allah katından gelen din, fıtratın aksayan yönlerini, yine fıtrat ile onarır. Gemi azıya almış, alabildiğine kışkırtılmış güç ve eğilimlerini doğal kapasitesinin sınırları içine ve normal mecrasına çeker. İnsanın dünyevî ve uhrevî, maddî ve manevî hayat biçimine düzen verir. İşte ayet-i kerimeden algıladığımız kadarıyla, insan türünün dünya üzerindeki toplumsal ve dinsel hayatının, tarihsel sürecinin özeti.
Görüldüğü gibi, ayet-i kerimede, ayrıntıya girmekten kaçınılmıştır. Çünkü, değişik meselelere işaret eden değişik ayetlerde, konu başka boyutlarıyla da ele alınmıştır.
İNSAN TÜRÜNÜN İLK KEZ YARATILIŞI
Konuya ilişkin farklı ayetlerden çıkan sonuca göre; insan türü ama bütün insan türleri değil, sadece şu anda yeryüzünde yaşayan şu nesil, başka bir türden, yada herhangi bir hayvan cinsinden evrimleşerek türemiş değildir. Bir başka türün, değişken ve evrimleşen doğanın etkisiyle bu günkü hâline dönüşmüş şekli değildir. Tam tersine, insanoğlu, yüce Allah'ın topraktan yarattığı bir canlı türüdür. Daha önce içindekilerle beraber yeryüzü ve gökyüzü vardı. Ama insan yoktu. Sonra yüce Allah, insan dediğimiz bu canlı türünün ilk çiftini yarattı. Şu anda yeryüzünde yaşayan insanlar işte bu çiftin çocuklarıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden ya-rattık ve sizi halklar ve kabileler kıldık." (Hucurat, 13) "O sizi, tek bir nefisten yarattı ve kendisinden eşini var etti." (A'râf, 189) "...Adem'in durumu gibi onu topraktan yarattı." (Âl-i İmrân, 59)
Bazı doğa bilimcilerin, savundukları türlerine evrimleşmesi teorisi ve buna bağlı olarak günümüzde tartışılan insanın maymundan türemiş olduğu savı veya bazılarının iddia ettikleri gibi balıktan evrimleşmiş olması iddiası, kesin bir bilgiye dayanmayan varsayımlardan öte bir şey değildir. Bu teorilerin geliştirilmesi, bütünüyle bilimsel açıklama ve değerlendirmeleri bir esasa dayandırma çabasına yöneliktir. Bu değerlendirmelerin göz önünde bulundurulması, kesin bilgiye dayalı gerçeklerin göz önünde bulundurulması ile çelişmez. Hatta zihinsel imkânlarla da bu tür varsayımlar çelişmez. Çünkü bunlar konuya ilişkin sonuç ve hükümleri bir gerekçeye dayandırma girişiminden öteye geç-mezler. İnşaallah: "Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı." (Âl-i İmrân, 59) ayetini tefsir ettiğimiz zaman konuya ilişkin olarak daha ayrıntılı bilgi sunacağız.
İNSANIN RUH VE BEDENDEN OLUŞMASI
Yüce Allah, insan denen bu canlı türünü, ilk kez yarattığı andan itibaren, iki cüzün birleşimi, iki cevherin terkibi şeklinde yaratmıştır. İnsan, bedensel maddenin ve nefsin ve ruh denen soyut cevherin birleşimidir. Bunların ikisi, yeryüzündeki hayat sürdükçe birbirlerinden ayrılmazlar. Birbirlerine eşlik ederler. Sonra beden ölür, diri olan ruh ondan ayrılır. Böylece insan, yüce Allah'ın katına döner. Yüce Allah bu süreci şu şekilde dile getirir: "Andolsun, biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir embriyo olarak yarattık; ardından o embriyoyu bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. Sonra bunun ardından siz gerçekten ölecek olanlarsınız. Sonra siz gerçekten kıyamet günü diriltileceksiniz." (Mü'minun, 12-16) (Bu ayetlerin akışı içindeki "Sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik." ifadesi dikkat çekicidir.)
Aşağıya alacağımız ayet-i kerime de aynı anlamı vurgulamaktadır: "Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın." (Sâd, 72)
Şu ayet-i kerime ise, verdiği mesaj bakımından diğerlerinden daha açıktır: "Dediler ki: Biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız? Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir. De ki: size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız." (Secde, 10-11) Burada yüce Allah, kâfirlerin, ölümden sonra bedenin parçalarının bir daha dirilişe elvermeyecek şekilde ayrılıp, organlarının çürüyerek yok olmalarına ilişkin kuşkularına, ölüm meleğinin canlarını alacağını, onları kontrolünde tutup bir tarafa gidip kaybolmalarına izin vermeyeceğini vurgulayarak cevap veriyor. Şu hâlde yitip giden, çürüyerek helak olan bedenleridir, nefisleri değildir. Demek ki, insanın "kendi"si, bedeninden ayrı bir şeydir. İnsanların bedenleri toprağa karışır toz olur gider. Ama kendileri, yitip gitmezler, yok olmazlar. İnşaallah, yeri gelince, Kur'anın ışığında, insan ruhunun hakikatı üzerinde ayrıntılı bilgi sunacağız.
İNSANIN GERÇEK BİLİNCİ VE EŞYA İLE İLİŞKİSİ
Yüce Allah, insan denen bu canlı türünü yaratmış ve onu bilinç ile donatmıştır. Ona işitme, görme organlarını ve kalp bahşetmiştir. Bu yüzden insan, kavrama ve düşünme yeteneğine sahiptir. Bu yeteneği sayesinde, gözlemleyebildiği eşya ve olayları, içinde bulunduğu anda var olan şeyleri, geçmişte olanları, eşya ve olayların gelecekte alacakları biçim ve niteliklerini algılar, özümser. Dolayısıyla insan, bir şekilde olayları kuşatma becerisiyle donatılmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnsana bilmediğini öğretti." (Alak, 5) "Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme duyularını ve kalpler verdi." (Nahl, 78) "Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti." (Bakara, 31) Yüce Allah, insan türü için, her şeyle bağlantı kurabilecek ve her olgudan yararlanabilecek özellikte bir varoluş öngörmüştür. İnsanın bu varoluşsal yeteneği eşya ve olaylarla iletişim kurmaktan yada eşyayı başka şeylere ulaştırıcı birer araç gereç olarak kullanmaktan çok daha genel bir olgudur. Ki, biz insanın bu özelliğini, sanayideki olağanüstü becerisinde ve düşünsel metodolojisinde gözlemleyebiliyoruz.
Bu bağlamda yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O'dur." (Bakara, 29) "Kendinden bir nimet olarak göklerde ve yerde olanların tümünü sizin için boyun eğdirdi." (Casiye, 13) Eşyanın insanoğlunun emrine verildiğini dile getiren bunun gibi birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
İNSANIN PRATİK BİLGİLERİ
Yüce Allah tarafından insanoğluna bahşedilen bu iki özellik, yani düşünme, algılama gücü ile varlıkları kendisine boyun eğdiren varoluşsal rabıta, üçüncü ve olağanüstü bir başka özelliğin oluşması ile sonuçlandı. Buda insanın kendi için bilgiler ve kavrayışlar hazırlaması, bunları eşya üzerinde tasarruf etme aşamasına yönelik olarak değerlendirmesidir. Etkinlik ve objeler dünyasındaki varlıklar arasında faaliyet gösterip varlığını ve neslinin devamını sağlama yönünde onlardan yararlanmasıdır.
Meseleyi biraz daha açacak olursak: Zihnini her türlü dış etkenden soyutlayıp, bütünüyle boş bir şekilde insan denen şu yeryüzü menşeli, düşünce ve iradesiyle hareket eden varlığa yönelttiğin zaman, bir an için ilk defa onu gözlemlediğini, ilk defa onunla karşılaştığını düşünecek olursan, bu canlı türünün bir tek ferdinin, bir canlı olarak sergilediği faaliyetlerde, sayısız ve sınırsız kavrayış ve düşünüş eylemlerini devreye soktuğunu, bunları akıllara durgunluk veren birçokluğa, geniş boyutluluğa ve çeşitliliğe sahip olduğunu göreceksin. Bunlar bilgilerdir. Bu bilgilerin oluşumlarının, bir araya gelişlerinin, bölünüş ve birleşimlerinin baş etkenleri insanın gözle görülür veya görülmez duyularıdır. Yada insanoğlunun bu alanda düşünsel gücünün tasarrufudur. Bu tasarruf da ilk ve ön girişim yada ard arda yapılmaktadır. Bu realiteyi bir insan hem kendi üzerinde, hem de başkasının şahsında gözlemleyebilir. Bunun için fazladan bir uyarı ve yönlendirmeye gerek yoktur.
Sonra bir kez daha adı geçen biliş ve kavrayışlara baktığında, bunların, bir bölümünün insan ile iradeye bağlı fiilleri arasına girmelerinin uygun olmadığını fark edersin. Yer, gök, su, hava, insan ve at kavramları, "Dört sayısı çifttir." "Su akıcı bir maddedir." "Elma bir meyvedir." anlamları gibi olguları bu kategoride değerlendirmek gerekir. Bunlar, maddî objeler dünyası ile, bizim duyularımız ve kavrayışsal olgularımız arasında gerçekleşen etki ve tepkiler sonucu oluşan bilgilerdir. Nefsimiz üzerinde yaptığımız gözlemler sonucu algıladığımız (ve "ben" sözcüğüyle ifade ettiğimiz) bilgi ile, akıl aracılığı ile algılanan külli varlıklara ilişkin bilgi de bu kapsama girer. Bu tür bilgi ve kavrayışlar, bizden yana bir iradenin belirmesi yada bir fiilin sergilenmesini gerektirmez. Tersine, bunlar sadece, dışımızdaki olguları bize hikayet etmektedirler.
Az önce işaret ettiğimiz bu tür bilgilerin, tam aksine bir başka bilgiler de söz konusudur. Söz gelimi diyoruz ki: ortada güzel ve çirkin şeyler vardır. Yapılması ve yapılmaması gereken şeyler vardır. İyilik öz gösterilmesi gereken bir olgudur. Adalet olgusu güzeldir. Zulüm çirkindir.
Başkanlık, uyrukluk, kölelik ve efendilik kavramları vardır. İşte bu, düşünüş ve kavrayış zincirinde, bizden yana bir ilgi söz konusu değildir. Biz sadece, bunlarla meşgul oluyor, bunları ilişkilerimizde kullanıyoruz. İradeye bağlı hiçbir fiil bunların aracılığı olmadan ger-çekleşmez. Hayata ilişkin meziyetlerin ve unsurunun egemen olması için bunlara ihtiyaç vardır.
Bununla söz konusu bilgiler bize, objeler dünyasında yer alan değişmez, bizimle ve kavrayışımızla bağımlılığı bulunmayan olguları hikayet etmezler. Nitekim, birinci kategoriye giren bilgiler açısından durum bundan farklıdır. Çünkü bu bilgiler ve kavrayışlar, amelin kapsamının dışında değildir. İçimizde, dış etkenlerin sonucu oluşmazlar. Tam tersine, bunlar, bizim kendimizin hazırladığımız, iç algılarımızın önceden bize ilham ettiği, dolayısıyla etkin güçlerimizin ve fonksiyonları fiil ve çalışma olan organik aletlerimizin bir gereği olarak bir şekilde bizim için oluşan bilgi ve kavrayışlardır. Örneğin beslenme içgüdümüz yada üreme güdümüz, eyleme geçme dürtüsü ve uyuşmadığı olgulardan kaçışı ile, sevgi, nefret, özlem, eğilim ve arzu gibi duygu şekillerinin meydana gelmesine yol açar. Ardından söz konusu duygu şekilleri bizi, adı geçen biliş ve kavrayışları, güzel, çirkin, gerekli, gereksiz, farz, caiz türü değerlendirmeler yapmaya zorlar. Bu değerlendirmelerin bizimle dışımızdaki objeler dünyası ve onlar üzerinde sergilediğimiz fiiller arasındaki iletişim süresinde aracılık işlevini görmeleriyle bizim açımızdan işlem tamamlanır. Bunun ışığında anlıyoruz ki, bir takım bilgi ve kavrayışlara sahibiz. Ancak bunların pratiksiz hiçbir değerleri yoktur. (Buna pratik bilgiler denir) Konunun bir sonuca bağlanması, ayrıntılı bilgi verilmesi, ileride uygun bir yerde gerçekleşecektir.
Ulu Allah, bu bilgi ve kavrayışı, pratik aşamasına geçiş için bir donanım olsun ve bununla evrende tasarrufta bulunsun ve bunun sonucunda yüce Allah, meydana gelmesini dilediği bir şeyi gerçekleştirsin diye, bizlere ilham etmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir." (Tâhâ, 50) "Ki, O, yarattı; bir düzen işinde biçim verdi. Takdir etti, böylece yol gösterdi." (A'lâ, 2-3) Burada, varlığı kemale ermesi yönünde tüm yaratılmışlar için öngörülen genel bir yol göstericilikten söz edilmektedir. Bu yol göstericilik canlı türünü bilinçli veya bilinçsiz olarak varlığını koruyup sürdürecek faaliyetler ve çabalar içine sürükler.
Yüce Allah, özellikle insanlar hakkında şöyle buyuruyor: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu ve O'ndan sakınmayı ilham edene andolsun." (Şems, 7-8) Bu ayet-i kerime insanoğlunun, yüce Allah'ın fıtrî olarak ilham etmesi sonucu günah ve takvayı, yapması yada gözetmesi gerekeni ve yapması yada gözetmesi gerekmeyeni bildiğini ifade ediyor. İşte burada, pratik bir bilgi söz konusudur ki, insan nefsinin dışında bir anlam ifade etmez. Belki de, günah ve takvanın nefse izafe edilerek söz edilmesi ile, değindiğimiz bu inceliğe işaret edilmektedir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi." (Ankebut, 164) Kuşkusuz, oyun gerçekliği söz konusu olmayan bir hayalden öte bir şey değildir. Dünya hayatı da öyle... Makam, mal, ilerilik, gerilik, başkanlık, uyrukluk gibi dünya hayatına ilişkin olgular, zihin dışı objeler dünyasında gerçekliği olmayan birer hayaldir. Sadece hayal edenin zihninde bir yer kaplarlar. Şöyle ki; bu olgulara ilişkin olarak zihin dışı objeler dünyasında olup bitenler, sadece insanın maddî âlemde sergilediği hareketler ve tasarruflardır. Bu hususta insan bireyleri ile durumları arasında herhangi bir fark yoktur.
Buna göre "başkan insan"dan gerçekte varolan, onun insanlığıdır. Başkanlığı ise sadece bir vehimdir. "Birisinin mülkü olan giysisi"nden gerçek olan giysidir. Birisinin mülkü olması ise, hayali bir olgudur. Zihnin sınırlarını aşamaz. Bu ölçüler dahilinde başka olguları da değerlendirebiliriz.
İnsanı maddî âlemde faaliyet göstermeye yönelten, madde plânındaki eylemlerle ilgili olmasını sağlayan, işte sözünü ettiğimiz bu bilgi ve kavrayışlar silsilesidir. Aynı şekilde bu düşünüş ve onaylamaların kapsamına, insanın, kemale ulaşma yolunda kullanabileceği her şeyi kullanmasının gerektiğini onaylaması da girer. Diğer bir ifadeyle, insanoğlu, mümkün olan her sebepten kendisi için yararlanmaya, hayatını sürdürme amacına yönelik olarak kullanmaya inanır. Bu yüzden medde üzerinde tasarrufta bulunmaya, maddî araç ve gereçlerden yararlanmaya başlar. Bu aletleri de madde üzerinde kullanır. Örneğin bıçak aletini kesme işinde, iğneyi dikiş işinde, kap-kacak gibi şeyleri, sıvı maddelerin muhafazasında, merdiveni de tırmanış için kullanır. Bunun gibi sayısız örnekler gösterebiliriz. Bunları birleşim ve ayrışımı açısından sınırlandırmak imkânsızdır. Göz önünde bulundurulan amaçlara ulaşma, savaşım verilen hedeflere varmak için kullanılan yöntem ve sanayiler akıllara durgunluk verecek boyutlardadır.
Yine bu gerekçeyle insanoğlu, bitkiler üzerinde de çeşitli tasarruflarda bulunur. Bununla üzerindeki tasarrufları sonucu birçok bitki türünü gıda, giyim ve barınma alanında kullanır. Aynı gerekçeyle, hayvan türlerini kendi yaşamının çıkarı doğrultusunda kullanır. Hayvanların etinden, kanından, derisinden, kılından, tüyünden, yününden, boynuzundan, dışkısından, sütünden, ürününden ve tüm faaliyetlerinden yararlanır. Sırf hayvan türlerinden yararlanmakla da yetinmez. Bilakis, kendi hemcinslerinden elinden geldiğince yararlanır. Mümkün olduğunca hemcinsinin varlığından ve bedensel faaliyetlerinden yararlanmanın yollarına bakar. Bütün bunlar, her zaman tanık olduğumuz ve gerçekliğinden kuşku duymadığımız olaylardır.
İNSANIN DOĞASI GEREĞİ UYGAR OLUŞU
Şu kadar var ki, insanoğlu kendi türünün, diğer bireylerinin, kendisinin onlardan beklediği ve umduğu şeyleri kendisinden beklediklerini, umduklarını görünce onlarla uzlaşma yoluna gitti. Onlardan yararlandığı oranda, kendisinden yaralanmalarına razı oldu. Bir uygarlık edinmenin, dayanışma esasına dayalı bir topluluk hâlinde yaşamanın zorunluluğuna hükmetmesi bu realiteden kaynaklanır. Ayrıca bu durum insanı, her hak sahibinin hakkını alabildiği, oran ve ilişkilerde dengenin gözetildiği bir sosyal istikrarın gerekliliğine inandırdı. Biz buna "Toplumsal Adalet" diyoruz.
İnsanın, uygar bir toplumsallığın ve sosyal adaletin gerekliliğine inanması, koşullarına kendisini zorladığı bir kaçınılmaz sonuçtur. Sözünü ettiğimiz bu zorlama olmasaydı, insan hiçbir zaman böyle bir yargıya varamazdı. İşte: insan doğası gereği uygardır. "Sosyal adaleti gerekli görür" sözü ile kastedilen, budur. Çünkü bu durum, az önce sözünü ettiğimiz kullanma, istihdam etme realitesinin doğurduğu bir sonuçtur. İnsan bu sonuca ortamın zorlaması ile varabilmiştir. Nitekim insan bir başkasına karşı güçlendikçe toplumsal dayanışma ve sosyal adalet olgusu buna bağlı olarak zayıflar. Güçlü olan, zayıf olan kimse hakkında bu gerekliliği yerine getirmemeye başlar. Biz bu realiteyi, zayıf uluslarla güçlü uluslar arasındaki ilişkilerde gözlemleyebiliriz. Tarih de, uygarlık ve özgürlük çağı olarak nitelendirilen günümüze kadar hep bu realite doğrultusunda gelişme göstermiştir.
Bunu şu ayetlerden de algılayabiliriz: "Çünkü o, çok zalim, çok cahildir." (Ahzab, 72) "Gerçekten, insan, bencil ve haris olarak yaratıldı." (Mearic, 19) "Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür." (İbrahim, 34) "Hayır: gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünde." (Alak, 6-7)
Şayet sosyal adalet olgusu, insan doğasının birincil gereği olsaydı, toplumlar düzeyinde ilişkiler genellikle adalete uygun gelişme gösterirdi. İş bölümünde güzellik, hoşnutluk esas alınırdı. Fertlerin eşitliği ilkesi gözetilirdi. Oysa, gözlemlenen realite bunun aksini göstermektedir. Bu güne kadar gördüğümüz; kudret ve galibiyetin fonksiyoner olduğu, üstün ve güçlü olanın isteklerini zayıf olana kabul ettirdiği, galibin mağluba öncülük ettiği; onu arzu ve amaçlarına erişmek maksadıyla sömürdüğüdür.
İNSAN TÜRÜNÜN BİREYLERİ ARASINDA İHTİLAF ÇIKMASI
İnsanın doğuştan başkasını kendi hizmetinde kullanma eğiliminde olmasına, insan bireyleri arasındaki, yaratılış, bölge, gelenek ve buna bağlı olarak ahlâkî yapı farklılıklarından kaynaklanan zorunlu ihtilaflar eklenince, zorunlu ihtilafların güçlülük ve zayıflık durumuna göre, sağlıklı bir toplumun sahip olduğu sosyal adalet ilkesinden sapmalar, buna bağlı yeni ihtilaflar ortaya çıkar. Bu yüzden güçlü olan zayıf olandan daha fazla yararlanmaya başlar. Galip olan, artık mağlup olanın kendisinden yararlanmasına izin vermeden ondan istifade etmenin yollarını arar. Buna karşılık zayıflar ve mağluplar da zayıf ve mağlup olarak kaldıkları sürece hile, komplo ve aldatma yolunu tutarlar. Kendileri de gün gelip güce ve galibiyete eriştiklerinde, kendilerine zulüm edenlere en şiddetli bir intikamla karşılık verirler. Bu tür ihtilafların baş göstermesi, bir tür hercümerce, alt-üst oluşa yol açar. Bunun sonu da hiç şüphesiz insanlığın helaki, fıtratın yok oluşu, mutluluğun bir daha geri gelmeyecek şekilde yitip gitmesidir.
Şu ayetler, bizim vurguladığımız bu realiteye işaret etmektedir: "İnsanlar tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler." (Yûnus, 19) "oysa, onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler; Rabbinin rahmet ettikleri dışında, onları bunun için yarattı." (Hûd, 119) Tefsirini sunduğumuz ayette yer alan şu ifadeyi de bu çerçevede değerlendirebiliriz: "insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm versinler diye hak kitaplar indirdi.
Bildiğin gibi bu anlaşmazlığın insan topluluklarının bireyleri arasında baş göstermesi zorunludur. Bunun nedeni, yaratılışın farklı maddelere dayanmasından dolayı, her kes açısından farklılık göstermesidir. Tüm fertler, gerçi insan olarak, insan olmanın dış görünümü olarak birdir. Ve biçimsel birlik, bir ölçüde düşünüş ve davranış birliği sağlar. Ancak yaratılışa esas olan maddelerin her ferde göre farklı olması, insanlar arasında bir açıdan benzerlik ve tıpa tıplık olmasıyla birlikte farklı algılayışlara, farklı kavrayışlara ve farklı durumlara yol açar. Bu farklılık da eylem ve davranış farklılığını doğurur. Sosyal düzenin alt-üst olmasının temeli budur.
Neden ve gerekçelerini sıraladığımız bu farklılık ve anlaşmazlıklar ortaya çıkınca, yasama erkinin işlevi devreye girer. Söz konusu anlaşmazlık ve farklılıkları ortadan kaldırmaya yarayacak genel kanunlar koyma gereği doğar. Her hak sahibinin hakkını alması ancak bu yasalar sayesinde gerçekleşebileceği öngörüldüğü için, halkın bu yasalara uymaları zorunluluğu getirilir.
Günümüzde toplumu ıslah etme amacına yönelik olarak, yasa koyup uygulama bağlamında genelde iki yol izlenmektedir:
Birincisi: Toplumun, konulan yasalara uymaya zorlanması. Ki bütün insanlar yasama hakkına sahip olma noktasında, ortak bir pozisyonda ve tam haklarda eşit konumda olsunlar. Yani, bireyin, hayatın kemale ermesi açısından kendisine yarayan her türlü imkânı elde etmesi öngörülür bu yöntemde. Ayrıca, tevhit (Allah'ın tek ve ortaksız rablığı) ve üstün ahlâk gibi dinsel öğretiler gözetilmez. Bu yöntemde tevhide yer yoktur. Ahlâk ise, topluma ve toplumun durumuna uygun olan bir şey, üstün ahlâk olarak nitelendirilir. Buna göre, toplumun gelişim sürecinde bir gün iffet, bir gün müstehcenlik, bir gün doğruluk, bir gün yalan, bir gün güvenirlik ve bir başka gün de hainlik üstün ahlâk olarak nitelendirilebilir.
İkincisi: Toplumun kendi durumuna uygun ahlâkî yöntemlerle eğitilerek kanunlara itaat etmeye, onlara saygılı olmaya zorlanması. Bunun yanında toplumsal eğitim sürecinde dinsel öğretilerin dışlanması...
Toplumsal anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve insan türünün birlik ve bütünlüğünü sağlamak için, bu gün sözünü ettiğimiz bu iki yöntem uygulanmaktadır. Bunlardan biri, sadece otorite gücüne dayanırken, diğeri ahlâkî eğitim gücüne dayanmaktadır. Ne var ki, her iki yöntem de, bu gün tanık olduğumuz çeşitli alanlardaki bozgunculuklara yol açmalarından da anlaşıldığı gibi cehalet esasına dayanırlar. İnsan türünün sonunu hazırlıyorlar ve insan gerçeğini yok ediyorlar. Çünkü insan denen bu varlık, yüce Allah tarafından yaratılmıştır. Varlığı, O'nun sanatının eseridir. Varlık sahnesine O'nun yanından adımını atmış ve tekrar O'nun katına dönecektir. İnsan için, şu dünya varoluşunun sonunda, başlayacak bir sonsuz hayat söz konusudur. Sonsuz, kesintisiz upuzun bir hayat ve bu hayat dünya hayatına, insanın dünya hayatındaki hayat biçimine göre mahiyet kazanacaktır. İnsanın dünya hayatında Allah'a kul olması, O'ndan gelip O'na dönmesi anlamına gelen tevhid ilkesine uygun olarak belirlediği tavırlar ve edindiği karakterler, ahiret hayatının niteliği üzerinde belirleyici rol oynayacaktır. Bu yüzden insanoğlu bu dünyadaki hayatını tevhid ilkesini unutma ve gerçeği örtbas etme esasına dayandırdığı zaman, nefsini helak eder, insanlık hakikatine ölümcül bir darbe indirir.
Günümüzde, insanlar arası anlaşmazlıkları ortadan kaldırma amacına yönelik olarak, yasama açısından bu iki yöntemi uygulayan bu insanlar, bir kente doğru yola koyulan bir kafileyi andırırlar. Kafile yolculuk için gerekli olan yiyecek, içecek ve araç-gereci eksiksiz olarak yanına almıştır. Bunlar yolculuk esnasında bir yerde mola verirler. Çok geçmeden, aralarında anlaşmazlık baş gösterir. Savaşlar, kavgalar, ırza tecavüzler, başkasının malına ve yerine el koymalar başlar. Bunun sonucunda can ve mal güvenliğini sağlama hususunda nasıl bir yol izleyeceklerine karar vermek üzere birbirlerine danışma gereğini duyarlar.
Biri der ki: sahip olduğumuz her şeyden ortakça yararlanmalıyız. her kes toplumsal ölçüler dahilinde istifade edebilir. Çünkü gideceğimiz başka bir yer yoktur. Buna muhalefet edenler güç ve politik yöntemlerle bertaraf edilmeli ve cezalandırılmalıdır.
Bir diğeri de şöyle bir öneride bulunur: Aranızdaki anlaşmazlıkları giderecek kanunları, varolan kişilikleri baz alarak belirlemelisiniz. Siz, bu kişilikleri, çıkıp geldiğiniz memleketinizden getirdiniz. Her biriniz, sahip olduğunuz karakteristik kişilikler doğrultusunda şefkatli, merhametli, duygusallık, sevecenlik ve faziletle davranmalısınız. Sonra bu özellikleriniz doğrultusunda, elinizdeki her şeyden ortakça yararlanmalısınız. Çünkü sahip olduğunuz başka bir şey yoktur. Gidebileceğiniz bir diğer yurdunuz da mevcut değildir.
Konuşmacıların her ikisi de yanılıyor. Kafiledekilerin yolculukta olduklarını unutmuşlardır. Bu yüzden bir yolcu bütün durumlarda yurdunun durumunu ve varmak istediği hedefin mahiyetini ve durumunu göz önünde bulundurarak hareket etmelidir. Eğer bunlardan birini unutacak olursa, sapıklık, şaşırmışlık, azgınlık ve helakten başka bir şeyle karşılaşmayacaktır.
İçlerinde gerçeği kavramış olan ise, şöyle der: elinizdekilerden, bu gece için gerektiği kadarıyla yararlanın. Yanınızda, ileride yararlanacağınız kadar azık bulundurun. Çünkü gideceğiniz yol uzundur. Vatanınızdan ayrıldığınızda sizden istenenleri ve varmayı amaçladığınız hedefleri unutmayın!
ANLAŞMAZLIKLARIN DİNLE ORTADAN KALDIRILIŞI
Yüce Allah tarafından konulan yasa ve kanunlar da bu amaca yöneliktir. İlâhî yasalar sisteminin esası tevhid (Allah'ın tek ve ortaksız ilâhlığı), inanç, ahlâk ve davranış bütünlüğüdür. Diğer bir ifadeyle, yasamanın gerekçesi, insanlığa kimliklerini, nereden gelip nereye gideceklerini ve dünya hayatında yanlarında fayda sağlayacak bir tavır içinde olmaları gerektiğini öğretmektir. Dini yasamanın asıl misyonu, insanlığa ahirette yaşayacağı şeyleri bu dünya hayatında pratiğe dökmesini somut olarak göstermektir. Şu hâlde, dini yasalar ve ilâhî kanunlar bilgiye dayanırlar. Başka şeye değil. Yüce Allah buyuruyor ki: "Hüküm yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan dini işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler." (Yûsuf, 40) Şu anda tefsirini sunduğumuz ayette ise, yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi." Görüldüğü gibi, peygamberlerin müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderilişleri, insanlar arası anlaşmazlıkları giderici hüküm ve yasalar içeren kitabın indirilişi birbirlerini bütünleyen unsurlar olarak sunuluyor.
Şu ayet-i kerime de aynı gerçeği vurguluyor: "Dediler ki: bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zamandan başkası helake uğratmıyor.' Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar." (Casiye, 24) Kâfirlerin bu sözü ısrarla getirmeleri, sadece ahiret hayatının varlığına ilişkin düşünceyi reddetme amacına yönelik değildir. Tam tersine bunun birincil sebebi, ahiret hayatının varlığına inanmanın ve bu yönde bir davet hareketi içinde olmanın, dünya hayatını ahiret hayatına göre ayarlama zorunluluğunu doğuracak olmasıdır. Kâfirler biliyorlar ki, ahi-ret hayatının varlığına inanmak, ibadet muamelat (insanlar arası ilişkiler) ve siyaset bütünlüğünden oluşan şeriat hükümlerini ve prensiplerini kapsayan dinsel kanunlara itaat etmeyi gerektirir.
Özetleyecek olursak: Ahiret hayatının varlığına inanmak dine boyun eğmeyi, dinin hükümlerini hayata egemen kılmayı ve her türlü durum ve davranışta ölümden sonra diriliş ve ahireti göz önünde bulundurmayı gerektirir. Bu yüzden kâfirler, sosyal hayatı sırf dünya hayatını esas alıp düzenleyerek ve dünyanın ötesine hiç önem vermeyerek, ahiret inancını reddetme yönüne gittiler.
"Gerçekte zan, haktan yana hiçbir yarar sağlamaz. Şu hâlde sen, bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri son sınır budur." (Necm, 28-30) Bu ayetlerde yüce Allah, kâfirlerin dünya hayatını zan ve cehalet temelleri üzerinde bina ettiklerini vurguluyor. Oysa ulu Allah, insanları barış ve esenlik yurduna çağırır. Dinini ve hak ilkesine ve kesin bilgiye dayalı olarak sistemleştirir. Peygamberse, insanları kendilerine hayat verecek prensiplere çağırmaktadır: "Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Resulüne icabet edin." (Enfâl, 24) Burada kastedilen hayat, şu ayeti kerimelerde mahiyet olarak ortaya konmaktadır: "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122) "Peki, sana rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen gibimidir? Ancak akıl sahipleri öğüt alıp-düşünebilirler." (Ra'd, 19) "De ki: Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. ve Allah'ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim." (Yûsuf, 108) "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? şüphesiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünürler." (Zümer, 9) "Kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın." (Bakara, 129) Konuya ilişkin örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Kur'ân-ı Kerim ilmi öven, insanları ilim öğrenmeye davet eden, ilme teşvik eden ayetlerle doludur. Her şeyden önce, denildiği gibi İslâm doğuşundan önceki dönemi cahi-liye dönemi olarak adlandırmış olması bu konuda yeterli bir kanıttır.
Bu söz ne kadar da insaftan, adaletten uzaktır: "(Güya) Din, bilimle çelişen, onu dışlayan, körü körüne taklit ve cehalete dayanır!" Bunu söyleyenler, doğa ve sosyal bilimlerle uğraşan bazı kimselerdir. Bu uğraşıları boyunca, doğa ötesini kanıtlayacak bir ipucuna, bir veriye rastlayamadıkları için, kanıtın yokluğunu, yokluğun kanıtı olarak algıladılar. Bu sanılarında büyük bir yanılgıya düştüler, değerlendirmelerinde gerçekleri çarpıtmış oldular. Sonra dönüp, hemcinslerinin hayatına egemen olan ve adına din denilen, aslında dinle alakası bulunmayan şirk nitelikli bir tapınma sisteminden öte bir şey olmayan -ki Allah ve Resulü müşriklerden beridir dinsel tören ve ayinlere baktılar ve bu yargılarını pekiştirdiler. Bu kafa yapısı ile, insanları tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya, sadece O'na itaat etmeye ilişkin davetle karşılaştıkları zaman da bunu, bilgiye dayanmayan bir taklit olarak algıladılar. Oysa bu yargılarında yanılıyorlardı. Gerçek din, cehalete ve körü körüne taklide davet etmekten yücedir. İnsanı, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir ameli işlemeye çağırmaktan yada bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın bir misyona, bir mesaja önayaklık etmekten uzaktır, beridir. Allah'a karşı yalan söyleyenden veya Allah katından kendisine gelen hak içerikli mesajı yalanlayandan daha zalim kimse olmaz.
DİNİN KENDİSİNDE ANLAŞMAZLIĞA DÜŞME
Toparlayacak olursak; Yüce Allah, dünya ve hayata ilişkin meselelerle ilgili olarak insanlar arasında baş gösteren anlaşmazlıkların ilk kez din aracılığı ile giderildiğini haber vermektedir. Şayet ortada din dışı yasalar varsa, bunlar dinin bu işlevini taklit etmekten öte bir şey değildir.
Ardından yüce Allah, insan denen bu canlı türünün dinin kendisi hakkında da kendi arasında anlaşmazlığa düştüğünü, bu durumun özellikle kendilerine apaçık kitap verilen din bilginleri arasında, sırf çeke-memezlik, zulüm ve aşırılık yüzünden baş gösterdiğini haber vermektedir "O: 'Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de bir şeriat kıldı (yasalaştırdı)... Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra yalnızca aralarındaki tecavüz ve haksızlık dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinin adı konulmuş bir vakte kadar verilmiş sözü olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmişti." (Şûrâ, 13-14) "İnsanlar, tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından verilmiş bir söz olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu." (Yûnus, 19) Her iki ayetin orijinalinde geçen "kelime (=söz)" kavramı ile kastedilen husus ise, şu ayet-i kerime de açıklanmaktadır: "Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve yararlanma vardır." (A'râf, 24)
Şu hâlde, din hakkında baş gösteren anlaşmazlık, saldırganlık ve azgınlıktan ileri geliyor, fıtrat menşeli değildir. Çünkü din, fıtrat menşelidir. Niteliği bundan ibaret olan bir şeyle, yaratılışın sapması ve hükümleri ile çelişmesi düşünülemez. Yüce Allah, bu gerçeğe şöyle işaret ediyor: "Öyleyse sen yüzünü, Allah'ı birleyen olarak dine, Allah'ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din budur." (Rûm, 30) Tefsirini sunduğumuz ayet ilişkin açıklamalarımızın kapsamında, bazı temel değerlendirmelerde bulunmuş olduk böylece.
DÜNYA HAYATINDAN SONRA İNSAN
Bunun yanı sıra yüce Allah, insanoğlunun toplumsal nitelikli bir hayat yaşadığı bu dünyadan göçüp, berzah (ölümle haşir arası ara dönem) adı verilen bir başka yurda taşınacağını haber veriyor. Ne var ki, insanoğlunun dünya sonrası hayatı bireyseldir. Hayatın bireyselliği, dayanışmalı toplumsallıkla, ortaklık ve yardımlaşma ile bir bağlantısının olmaması demektir. Bilakis orada, hayata egemen olan tüm hükümlerde, otorite kendi varlığınındır. Bir başkasının varlığı, dayanışma ve yardımlaşma adı altında kesinlikle onun hayatına etki edemez.
Eğer orada da, gözlemlediğimiz maddî âleme egemen olan doğal sistemin egemenliği söz konusu olsaydı, dayanışma ve ortaklık nitelikli bir yöntemin orada da kaçınılmaz olurdu. Ne var ki, insan, artık bu tür hayatı geride bırakmıştır. Rabbine yönelmiş bulunmaktadır. Daha önce sahip olduğu tüm pratik bilgileri geçersiz olmuştur. Artık başkalarını kullanma, madde üzerinde tasarrufta bulunma gereğini duymamaktadır. Uygarlığa, sosyal dayanışma ve dünyada geçerli olan diğer hükümlere ihtiyaç kalmamıştır. Onun için tek seçenek amellerinin, iyilik ve kötülüklerinin sonuçlarının yoldaşlığıdır. Bu âlemde, artık sadece işin gerçeğini görür. Hakkında anlaşmazlığa düştükleri o büyük haber olanca gerçekliğiyle gözlerinin önündedir: "Onun söylemekte olduğuna biz mirasçı olacağız; Bize, yapayalnız tek başına gelecektir." (Meryem, 80) "Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker, yapayalnız ve yalın olarak bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki bağlar parçalanıp koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır." (En'âm, 94) "İşte orada, her nefis önceden yaptıklarıyla imtihana çekilmiş olacak ve onlar asıl mevlaları olan Allah'a döndürülecekler. Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden kaybolup uzaklaşacaklar." (Yûnus, 30) "Ne oluyor size, birbirinizle yardımlaşmıyorsu-nuz? Hayır, bu gün onlar teslim olmuşlardır." (Sâffat, 25-26) "Yerin baş-ka bir yere, göklerin de başka göklere dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarılacaklardır." (İbrahim, 48) "Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur. Şüphesiz kendi emeği görülecektir. Sonra ona en eksiksiz karşılık verilecektir." (Necm, 39-41) Bunun gibi birçok ayet sıralanabilir.
Bu ayetlerden algıladığımız kadarıyla insan, öldükten sonra, yeni hayatı doğrultusunda bir değişime uğrayacaktır. Karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma esasına dayanan sosyal bir hayat yaşamayacaktır. Şu dünya hayatında kendi doğal donanımı sonucu icat ettiği pratik bilgileri kullanamayacaktır. Yani hayatında sadece çalışmasının meyvesini, çabasının neticesini devşirecektir. Her şey en açık biçimde ortaya konacak ve her şeyin karşılığı eksiksiz olarak verilecektir.
Ayetin orijinalinde geçen "en-nas" kelimesinin anlamı bellidir: Bir araya gelmiş insan bireyleri demektir. "Ümmet" ise, insanlardan oluşan topluluğa denir. Bazen bir fert anlamında da kullanılmıştır: "Gerçek şu ki, İbrahim tek başına, Allah'a gönülden itaat eden bir ümmetti." (Nahl, 120) Bazen uzun bir zaman dilimi anlamında kullanılmıştır: "Nice zaman sonra hatırladı" (Yûsuf, 45) Yani, yıllar sonra hatırlayabildi. "Andolsun, onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek..." (Hûd, 8) Bazen de din ve millet anlamında kullanılmıştır. Nitekim bazıları, şu ayetleri bu anlamı esas alarak yorumlamışlardır: "Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse benden korkup sakınınız." (Mü'minun, 53) "Gerçekte, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, Öyleyse bana ibadet ediniz." (Enbiyâ, 92) "Ümmet" kelimesinin aslı, "emme/yeummu"dur ve "kastetmek" demektir. Bu yüzden, topluluk için kullanılmıştır. Ama her topluluk için bu isim kullanılmaz. Tam tersine, sadece aynı maksat ve aynı gaye etrafında birleşmiş topluluklar için kullanılır. Bir topluluğun "ümmet" olarak nitelendirilmesi için, bu topluluğun bireylerini bir tek bağ bir arada tutmalıdır. İşte bu kavram, hem bir fert anlamını, hem de diğer anlamlarda kullanıldığı zaman bu mana göz önünde bulundurularak kullanılmıştır.
Her hâlukârda ayet-i kerimeden algıladığımız kadarıyla, insan denen bu canlı türü, dünya hayatının bir döneminde, birlik ve beraberlik içinde yaşıyordu. Hayatına sadelik ve basitlik egemendi. Hayata ilişkin meseleler etrafında çekişmeler çekişmeler ve didişmeler tarzında bir anlaşmazlık yoktu aralarında. Dinsel ve mezhepsel farklılıklar, görüş ayrılıkları yaşanmıyordu. İhtilafın bu zaman diliminde yaşanmadığının kanıtı şu ifadedir: "Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi." Görüldüğü gibi, peygamberlerin gönderilişi ve anlaşmazlıkları çözmek üzere kitapla hükmedişleri, insanların tek bir ümmet oluşlarından sonrasına denk düşmektedir. Şu hâlde, hayat meselelerine ilişkin anlaşmazlıklar, insanların birlik ve beraberlik hâlinde yaşamalarından sonra baş göstermiştir. İkinci tür bir anlaşmazlık ve ayrılığın söz konusu olmadığının kanıtı ise, şu ifadedir: "Birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildir." Şu hâlde, din etrafındaki anlaşmazlıklar, kitabın indirilişinden sonra, ona ilişkin bilgileri yüklenenler tarafından sergilenmiştir.
Ayet-i kerimeden çıkardığımız bu sonucu aklî kanıt da pekiştirmektedir. Çünkü, insan denen bu canlı türünün sürekli bilim ve düşünce alanında ilerlediğini, bilimsel ve kültürel düzeyini yıldan yıla, kuşaktan kuşağa arttırdığını, bununla toplumsal varlığının temel dinamiklerini gün be gün pekiştirdiğini gözlemliyoruz. İnsanoğlu günümüzde en ayrıntılı ihtiyaçlarını gidermede, doğaya dizgin vurma ve hayatın her türlü meziyetlerinden istifade etme çabası içindedir. Günümüzden geriye doğru şöyle bir baktığımızda, insanın hayatın sembolleri ve doğanın sırları hakkında daha az bilgiye sahip olduğunu görürüz. Bu gözlemimizi, ilk insana vardırıncaya kadar sürdürdüğümüzde hayata ilişkin birkaç bilgi kırıntısından başka bir şey bilmeyen bir insan tipi ile karşılaşırız. İlk insanlar, sanki apaçık şeylerden başkasını algılayamazlar ve ancak en basit şekliyle varlıklarını sürdürmeleri sağlayacak düşünsel teoriler geliştirebilirler. Bitkiler aracılığı ile beslenme yada avlanarak geçimini sağlama, mağaralarda barınma, taşlar ve sopalarla kendini dış saldırılara karşı savunma gibi. En eski çağlarda, insanın hâli bundan ibaretti. Bilindiği gibi, durumu bu ilkellikte olan bir topluluk için de önemsenecek bir ihtilaf, bir anlaşmazlık, toplumsal hayatı, birlikteliği yaralayacak bir bozgunculuk baş göstermez. Tıpkı bir sürü gibi, bazılarının ele geçirdiği şeyi bulmaktan başka bir sorunları olamadan yaşayıp giderler. Tasasız, sorunsuz bir ağılda, bir yemlikte ve sulak yerde hayatlarını sürdürürler.
Ne var ki daha önce de işaret ettiğimiz gibi insanoğlu başkasını kullanma özelliğine sahip olduğu için, bazısının diğer bazısının ihtiyaçlarını gidermesi şeklinde cereyan eden dayanışma esaslı bir zorunlu birliktelik, bireylerin arasında anlaşmazlıkların, yengi ve yenilgilerin baş göstermesine engel olmamaktadır. Çünkü insanın, yararlanma çizgisi doğrultusunda gün geçtikçe bilgi ve gücü artma eğilimi göstermekte, her gün yeni meziyetlerin farkına varmakta, gün be gün çevreden istifade yolunda daha ince, daha ayrıntılı yöntemler keşfetmektedir. İçlerinde güçlüler, zorbalar, tuttuğunu koparanlar ve kudret sahipleri vardır. Zayıflar, düşkünler, alt düzeyde insanlar vardır. İşte anlaşmazlıkların menşei bu durumdur. Ve bu insanın başkasını kullanma, istihdam etme (kendi hizmetinde çalıştırma) özelliğinin önayak olduğu bir anlaşmazlıktır. Nitekim insanın sahip olduğu bu karakteristik özellik, toplumsallık ve uygarlık olgularının da birinci etkeni olmuştur.
Aralarında hükmedecek, işlerini adalete göre çekip çevirecek ve durumlarını düzeltecek bir üçüncü hakim bulunduğu sürece fıtrat menşeli iki olgunun çarpışmasının bir sakıncası yoktur. Bu tıpkı, sergilediği faaliyetlerinde sahip olduğu çeşitli güçleri yarıştıran ve böylece güçleri arasında çatışma meydana gelen adamın durumuna benzer. Örneğin insanın sahip olduğu beslenme içgüdüsü, hazmedilmeyecek, mide tarafından kabul edilemeyecek bir şeyin yenmesini gerektirirse, ortada dengeyi sağlayacak, ve adalete uygun bir çözüm getirecek akıl vardır. Her bir güç ve içgüdü için gerekli olanı öngörür. Böylece aktivite hâlindeki bu güçlerin her biri, öteki ile çatışmadan faaliyet gösterecek şekilde belli bir ölçüye kavuşmuş olur.
Fiilen yaşadığımız ve somut olarak tanık olduğumuz, fıtrat menşeli iki hüküm çatışmasını bu tarzda ele alıp değerlendirmek gerekir. Buna göre, insanın uygarlaşmaya yönelik hareket tarzı ile, anlaşmazlık çıkarcı hareket tarzı bir zıtlaşmaya yol açar. Fakat yüce Allah, müjdeci ve uyarıcı peygamberler göndererek ve insanlar arasında baş gösteren ihtilaflar hakkında hükmetmek üzere kitap indirerek, mevcut anlaşmazlıkları gidererek, söz konusu çatışma durumunu bertaraf eder.
Bu açıklamanın ışığında, bazılarının ileri sürdükleri şu görüşün yanlışlığı ortaya çıkıyor: "Bu ayetle verilmek istenen mesaj şudur; insanlar başlangıçta doğru yol üzere hareket eden bir ümmetti. Çünkü anlaşmazlık, tamamen kitabın içerdiği misyonu üstlenen bilginlerin aralarındaki tecavüz ve haksızlık yüzünden ve kitabın inişinden sonra baş göstermiştir..."
Fakat bu görüşü savunan kimse, ayet-i kerimenin bir değil iki ihtilaftan söz ettiğinin farkında değildir. Ki biz bunu açık biçimde ortaya koyduk. Ayrıca iddia sahibi bir diğer gerçeği de göz ardı etmektedir: Eğer insanlar başlangıçta doğru yol üzere idiyseler, bunlara peygamberler gönderip, üzerlerine kitap indirerek onları ihtilaflar yüzünden tecavüz ve haksızlığa, içlerinde bozgunculuğun yaygınlaşmasına, insanın batınında gizli olan küfür ve günah gibi eğilimleri kışkırtmaya, yıkımı gerektirici ahlâkî çirkeflerin ortaya çıkmasına yol açmaya ne gerek vardır? Bunun gerekçesi neydi? Ayrıca: Ayeti kerimenin verdiği mesaj: insanlar sapıklık üzere yaşayan tek bir ümmetti, şeklindedir. Eğer böyle olmasaydı, ayetin devamında 'Allah peygamberler gönde-rerek' ifadesinin yer almış olmasının bir anlamı olmayacaktı..." şeklindeki iddianın yanlışlığı ortaya çıkıyor.
Çünkü bu iddia sahibinin işaret ettiği ve "Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi." sözünde ifadesini bulan ihtilaf ancak kitabın inişinden ve ayetlerinin insanlara açıklanışından sonra onu tebliğ etmekle yükümlü din bilginlerinin kötü karakterlerinden kaynaklanmıştır. Şayet insanlar, peygamberlerin gönderilişinden ve kitabın indirilişinden önce küfür, nifak ve günah nitelikli bir sapıklık üzere idiyseler, bu durumdan kitabı korumakla yükümlü din bilginlerini sorumlu tutmanın mantığı ne olabilir?
Bu açıklamaların ışığında bir başka görüşün de yanlışlığı ortaya çıkıyor. Bu görüşü savunanlara göre, ayette geçen "insanlar"dan maksat İsrailoğulları'dır. Çünkü yüce Allah, bir saldırganlık yüzünden ihtilafa düştüklerinden söz etmektedir. "Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki hakka tecavüz ve azgınlıktan dolayı ihtilafa düştüler." (Casiye, 17)
Bu görüş, kanıtsız ve dayanaksız tefsirin tipik örneğidir. Bir kavmi sırf bir sıfatla nitelemek, o niteliğin onlara özgü olmasını ve onlarla sınırlı kalmasını gerektirmez.
Bundan daha da kötüsü, şu görüştür: "Ayet-i kerimede geçen insanlar (=en-nas)dan maksat, Hz. Adem'dir (a.s). Buna göre Hz. Adem (a.s) doğru yol üzerinde bulunan tek bir ümmetti. Sonra onun soyu içinde anlaşmazlıklar baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah, onlara peygamberler gönderdi..." Ayet-i kerime ne bütün, ne de parça parça, olarak bu iddia ile örtüşmemektedir.
Ayrıca, şu görüşün de yanlış olduğunu görüyoruz: "Ayetin başında yer alan 'kane' edatı, 'Allah, üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir.' (Fetih, 7) ayetinde olduğu gibi 'zamana delalet etme' özelliğinden soyutlandırılmıştır. Dolayısıyla, her zaman olan, değişmez bir realiteye delalet etmektedir. Buna göre, ayet-i kerimenin verdiği mesaj şudur: İnsanlar, doğuştan uygar olmaları hasebiyle tek bir ümmettirler. Dolayısıyla doğuştan uygar olan insan türünün bir ferdi varoluşsal ihtiyaçlarının çokluğu, hayatın gereklerinin kapsamlılığı yüzünden hayatını tek başına sürdüremez. Hayatın kemale ermesi, ancak fertlerin bir araya gelip dayanışma içinde hareket etmeleri ve işbirliği içine girmeleri ile mümkün olabilir. Bu iş ve emek mübadelesi ile, her fert, çalışmasının sonunda hakkettiğini alır, geri kalanını da başkasına verir. Bunun bedeli olarak da, ihtiyaç duyduğu varoluşsal olarak hakkettiği başka şeyler alır. İnsanın bu karakteristik özelliği, bu kaçınılmaz durumu, hiçbir zaman toplumsuz ve dayanışmasız olamaz. İnsan denen bu toplumsal, bu uygar canlı türünün bu güne kadarki, tarihsel realitesi de bu tezimizi desteklemektedir. İnsanın toplumsal ve uygar oluşu, bu gün de gerçekliğini koruyan bir olgudur ve bu, onun fıtratının ve yaratılışının bir gereğidir. Ancak insanın bu değişmez karakteristik özelliği, anlaşmazlıkların baş göstermesinin, sosyal düzenin bozulmasının da ana nedenidir. Bu yüzden yüce Allah, son derece yerinde ve hikmetli bir kararla, adı geçen anlaşmazlıkları ortadan kaldıracak kanunları koymayı öngörmüştür. Bu kanunları (şeriat) müjdeci ve uyarıcı peygamberler göndermek, onlarla birlikte, anlaşmazlık konusu meselelerin çözümüne ilişkin hükümler içeren kitaplar indirmek suretiyle, insanlara duyurmuştur.
Kısacası, insanlar tek bir ümmettir, doğuştan uygardırlar. Bu yüzden, anlaşmazlığın ana sebebi olan toplu hâlde yaşama olmadan edemezler. Bu yüzden yüce Allah peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir.
Bu yaklaşım doğru değildir. Özellikle, iddia sahibi uygar olmayı insanın doğasının birincil özelliği, toplumsallık ve hayatta beraber ve ortak yaşamayı özünden kaynaklanan bir gereklilik olarak ele alıyor. Oysa, yukarıda durumun böyle olmadığını gördün. Tam tersine onun temel özellik dediği şey, koşulların zorladığı bir durumdur. Kur'ân-ı Kerim de bunun aksini göstermektedir.
İkincisi: Peygamberlerin gönderilişini ve kitabın indirilişini sırf, insanın doğuştan uygar olmasını göz önünde bulundurarak izah etmeye kalkışmak, ancak, doğuştan uygar olmayı, ihtilafın baş göstermesinin, bozgunculuğun ortaya çıkışının başlıca etkeni şeklinde kayıtlandırmadıkça, doğru bir değerlendirme olmaz. Bu durumda, cümle içinde takdiri bir ifadeye yer verme durumu doğar ki, bu, ayetin açık anlamı ile çelişmektedir. Kaldı ki, iddia sahibi de, sözün akışı içinde "ihtilaf" olgusunun takdir edilmesine razı görünmemektedir.
Üçüncüsü: Bu iddia, Ayet-i kerimenin üzerinde durduğu, etraflıca irdelediği anlaşmazlık olgusunu teke indirgeme esasına dayanıyor. Oysa ayet-i kerime, iki ayrı anlaşmazlık olgusunun varlığını ortaya koymaktadır. Ayet içinde yer alan bir ifadede: "Ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitap indirdi." buyuruyor. Ki burada, kitabın indirilişinden önce meydana gelen bir anlaşmazlıktan söz ediliyor. Anlaşmazlığa düşenler de tüm insanlardır. Sonra buyuruluyor ki: "Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden (kitap hakkında) anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildir." Yani, anlaşmazlığa düşenler, kitabı uygulamakla yükümlü olan din bilginleridir ve anlaşmazlığın sebebi de aralarındaki azgınlık ve kıskançlıktır. Bu son cümlede işaret edilen anlaşmazlık olgusu, kitabın indirilişinden sonraya tekabül etmektedir. Bu ikinci anlaşmazlığın kahramanları ise, sadece din bilginleridir. Tüm insanlar değil. şu hâlde sözü edilen bu iki anlaşmazlık mahiyet olarak birbirinden tamamen farklıdır. Birinde başlıca etken, bütünüyle din alimleri arasındaki azgınlık ve kıskançlıktır. Ötekisi ise, daha farklı ve kapsamlı boyutlara sahiptir.
Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi.
Yüce Allah, ifadenin orijinalinde, "gönderme" fiilini vurgulamak üzere, aynı anlama gelecek "irsal" vb. gibi fiiller yerine özellikle "baase" fiilini kullanmıştır. Çünkü ayet-i kerimede işaret edilen, insanlığın ilk dönemlerindeki bu birlik ve beraberlik hali, durgunluk ve suskunluk niteliklidir. Bu yüzden, insanı uykudan veya rahatından uyandırmak anlamına gelen "baase" fiilinin kullanılmış olması, yerinde bir seçimdir. Belki de o dönemde gönderilen peygamberlerin "mürsel" ya da "resul" yerine "nebiler" olarak adlandırılmış olmasının gerekçesi de bu inceliktir. Ayrıca daha önce de vurguladığımız gibi, peygamberlerin gönderilişinin ve kitabın indirilişinin özü, insanlara gerçeği açıklamak, varoluşlarının ve hayatlarının gerçek mahiyetini onlara tanıtmak, Rableri tarafından yaratılmış olduklarını hatırlatmak, onun da kendisinden başka ilâh bulunmayan yüce Allah olduğunu vurgulamaktır; izledikleri yolun ve çektikleri meşakkatin O'na doğru olduğunu, sonunda O'na varmak için yol aldıklarını, büyük ve olağanüstü bir günde diriltileceklerini, şu anda yol üzerindeki bir mola yerine konaklamış olduklarını, buradaki hayatın bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir gerçekliğinin bulunmadığını, bu hayatta ve bu hayata ilişkin faaliyetlerinde bu gerçeği sürekli akıllarında bulundurmaları gerektiğini, nereden geldiklerini, nerede bulunduklarını ve nereye gideceklerini her zaman düşünmekle yükümlü olduklarını hatırlatmaktır. Bu ise, "resul"den çok, "yanında başkasına ulaştırılmak üzere bir haber bulunan kimse" anlamına gelen "Nebi" kavramı ile ifade edilmeye daha uygun bir anlam örgüsüdür. Bu yüzden gönderilen peygamberler "nebi" olarak nitelendirilmiştir.
Nebilerin gönderilişinin yüce Allah'a nispet edilmiş olması, peygamberlerin vahyi algılarken, ilâhî mesajları insanlara açıkça duyururlarken, ismet (yanılmazlık)sıfatına sahip olduklarına yönelik bir işaret içermektedir. Konunun sonuna doğru, bu hususla ilgili olarak daha ayrıntılı bilgi sunacağız.
Tebşir (=müjdeleme) ve inzar (=uyarma) kavramlarına gelince ki, biri; inanıp takva sahibine Allah'ın rahmetini, hoşnutluğunu ve cennetini vaat etmek, diğeri de, Allah'ın mesajını yalanlayıp, peygambere baş kaldıranı Allah'ın gazabı ve cehennem azabı ile tehdit etmek demektir. Bu iki olgu, davet sürecinde, orta halli insanın ilgisini çekmede son derece etkilidir. Gerçi, Allah'ın bazı salih kulları ve dostları, Rableri dışında ödül ve cezaya ilgi duymazlar.
Beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitap indirdi.
"Kitap" kelimesi "fial" kalıbında "mektup (=yazılmış)" demektir. Bu kelime artık genel olarak kabul edilen kullanım anlamı ile, kalemle yazılmayı gerektirse bile uyulması zorunlu olan antlaşmalar ve fermanlar ancak yazı ile imzalandıkları için, bu kelimenin, kullanımı farz ve uygulaması zorunlu her hükmü, her açıklamayı ve hatta aksi yapılmaması gereken her anlamı kapsayacak şekilde genellik kazanmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de, bu anlamı ile çokça kullanılmıştır. Yine bu anlam esas alınarak, ilâhî bir kalem olan Kur'ân da kitap olarak nitelendirilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır." (Sâd, 29) "Çünkü namaz, müminlerin üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır." (Nisâ, 103)
"Anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda..." sözünden hareketle, ayeti kerimeden şöyle bir anlam algılıyoruz: "İnsanlar tek bir ümmetti. Ancak aralarında anlaşmazlık baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberler gönderdi." Nitekim, bu hususu daha önce açıklığa kavuşturmuştuk.
"Beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm vermek üzere kitap indirdi." ifadesi, yasa koymanın (şeriat kılmanın) ancak gök menşeli bir kitapla olabileceğini gösterdiği için, bu ve Şûrâ Suresi'ndeki ilgili ayet bir arada düşünüldüğü zaman karşımıza şu hususlar çıkıyor:
1- Hz. Nuh'a bir şeriat içeren bir kitap indirilmişti. Dolayısıyla: "Beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm vermek üzere kitap indirdi." ifadesi ile ya Hz. Nuh'un kitabı kastediliyor, yada onunla birlikte başka peygamberlere de indirilen kitaplar kastediliyor. Bu husus "kitap" kelimesinin başındaki "el" takısının cins yada "ahd-i zihnî (=zihin içi algı)" bildirir nitelikte değerlendirilmesine bağlı olarak belirginlik kazanır.
2- Hz. Nuh'a indirilen kitap, bir şeriat (Hukuk sistemi) içeren ilk gök menşeli kitaptır. Eğer ondan önce kitap indirilmiş olsaydı, ondan önce egemen olan bir şeriat da olacaktı. Ve yüce Allah, Şûrâ Suresi'nin ilgili ayetinde "Sizin için şeriat kıldı..." ifadesinin kapsamında bundan söz edecekti.
3- Yüce Allah'ın "İnsanlar tek bir ümmetti." ifadesiyle işaret ettiği dönem, Hz. Nuh'un gönderilişinden önceki bir dönemdir ve ona verilen kitap, dönemin anlaşmazlıklarını çözmek üzere indirilmişti.
Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildir.
Daha önce, bununla, dinin kendisi ile ilgili olarak, dine ilişkin bilgiye sahip kimseler arasında baş gösteren anlaşmazlıkların kastedildiğini vurgulamıştık. "Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır." (Rûm, 30) ayetinde vurgulandığı gibi din, fıtratla örtüştüğü için, yüce Allah, dinle ilgili anlaşmazlıkları, azgınlık ve kıskançlıkla izah etmiştir.
"O, kitap verilenlerden başkası değildi." ifadesi ile, şu hususa işaret ediliyor: Bu ayet-i kerimede, gökten indirilen kitapla ilgili dinsel nitelikli ihtilafların baş göstermesinin temel gerekçesine parmak basılıyor. Yoksa, dosdoğru yoldan sapan yada hak dinden başka bir dine bağlanan her kes dümdüz yoldan sapmış olsa dahi, bu durumun gerekçesi, belirleyici etkeni azgınlık ve kıskançlıktır, demek istenmiyor. Çünkü yüce Allah, azgınlığından dolayı sapan hiç kimseyi mazur gör-mez. Ama, işi karıştıranı, bir tedbir ve çözüm kestirmeyeni, bir çıkış yolu bulamayanı mazur kabul etmiştir. Söz gelimi bazı ayetlerde şöyle buyuruyor: "Yol ancak insanlara zulmeden ve yer yüzünde haksız yere tecavüz ve haksızlıkta bulunanların aleyhindedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır." (Şûrâ, 42) "Diğerleri günahlarını itiraf ettiler, onlar salih bir ameli bir başka kötüyle karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tövbelerini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. ...Diğer bir kısmı, Allah'ın emri için ertelenmişlerdir. O bunları ya azaplandıracak veya tövbelerini kabul edecektir. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Tevbe, 102-106) Ve yine şöyle buyurmuştur: "Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan mustazaflar olup hiçbir çareye güç yetiremeyenler ve bir yol bulamayanlar başka. Umulur ki, Allah bunları affeder. Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır." (Nisâ, 98-99)
Kaldı ki, fıtrat, insanın öz yaratılışı, gaflet ve şüphe ile çatışmaz. Fıtratın çatıştığı bilinçli bir aldırmazlık ve azgınlıktır. Bu yüzden ayet-i kerimede "Azgınlık" niteliği bilginlere ve ilâhî ayetlerin açıklandığı, anlatıldığı kimselere özgü kılınmıştır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "İnkar edip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise; onlar, ateşin halkıdırlar ve orada süresiz kalacaklardır." (Bakara, 39) aynı mesajı veren birçok ayet vardır. Bu ayetlerin tümünde küfür niteliği "Allah'ın ayetlerini yalanlama" ile kayıtlandırılmış, ondan sonra gerekli tehdide yer verilmiştir. Kısacası, bu ayet-i kerime, adı geçen anlaşmazlığın, kitabı uygulamakla yükümlü olanların, bilgi sahibi olduktan sonra birbirlerine karşı olan "azgınlık ve kıskançlıklarına" dayandığını vurgulamaktadır.
Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi.
Bu ifade, hakkında ayrılığa düşülen şeyin açıklaması niteliğindedir. Buna göre anlaşmazlık konusu, kitabın inişine de eşlik eden "hak" ilkesidir. Bunu: "Beraberlerinde, hak kitabı indirdi." ifadesinden çıkarıyoruz. Bu noktada, ilâhî yol göstericilik her iki anlaşmazlıkla ilgili olarak devreye giriyor. Bunlardan biri, hayat meselelerine ilişkindir. Biri de hakka, ilâhî öğretiye ilişkindir. Bu ikinci anlaşmazlık konusunun, başta gelen etkeni, kitabın hükümlerini uygulamakla yükümlü olan bilginlerin birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıklarıdır.
Ayet-i kerimede, "gerçeğe eriştirme"nin "izniyle" kayıtlandırılmış olması gösteriyor ki, yüce Allah'ın bu müminleri gerçeğe eriştirmiş olması, müminlerin zorlaması ve yüce Allah'ın imanlarından dolayı onların bu isteklerine olumlu karşılık vermesi şeklinde gerçekleşmiştir. Çünkü hiç kimse, yüce Allah'a bir hüküm empoze edemez. hiç kimse O'nun için bir şeyi gerekli kılamaz. O'nun kendisi için bir şeyi gerekli kılması başka. Tam tersine, hakka eriştirme, O'nun iznine bağlıdır. Eğer isterse izin vermez ve kimse hakka erişemez. Buna göre: "Allah, kimi dilerse onu doğru yola yöneltir." ifadesi "izniyle" kelimesini gerçeklendirme niteliğindedir. Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Kuşkusuz, yüce Allah müminleri kendi izniyle gerçeğe eriştirdi. Çünkü, onları doğru yola iletme yetkisi O'nun tekelindedir. Hiç kimse ile ilgili olarak, doğru yola iletme zorunda ve mecburiyetinde değildir. Tam tersine, kimi dilerse onu gerçeğe eriştirir. Nitekim iman edenleri, dosdoğru yola erişmeyi de kendisi dilemiştir.
Tefsirini sunduğumuz ayet-i kerime, bazı noktaların açığa kavuşmalarına yardımcı oldu:
1- Dinin sınırı ve tanımı. Buna göre din, dünya hayatına egemen olmak durumunda olan bir hayat sistemidir. Dünyayı, uhrevî kemale ve Allah katındaki gerçek ve sonsuz hayata uygun olarak düzenlemeyi garanti eder. Bu yüzden şeriatın, ihtiyaç duyulduğu kadarıyla, hayatın her türlü durumunu karşılayacak konuları kapsaması bir zorunluluktur.
2- Din, ilk kez ortaya çıktığı zaman, insanlar arasında baş gösteren fıtrat menşeli anlaşmazlıkları gidermek için ortaya çıktı. Sonra tekamül ederken hem fıtrat menşeli, hem de başka anlaşmazlıkları giderme misyonunu üstlendi.
3- Din realitesi bundan sonra da, sürekli gelişerek, kanunlarının, hayat sahnesinde ihtiyaç duyulan her şeye cevap verme durumuna geldi. Dini kanunlar bu evrenselliğe, bu kapasiteye kavuşunca gelişme noktalanmış ve bundan sonra yeni bir dine gerek kalmamıştı. Diğer bir ifadeyle herhangi bir din, eğer son din ise, tüm ihtiyaçlara cevap verecek yasaları kapsıyor, demektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Muhammed sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; ancak O, Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzab, 40) "Biz kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı olarak indirdik." (Nahl, 89) "O, üstün bir kitaptır. Batıl, önünden de ardından da gelemez." (Fussilet, 42)
4- Her gelen yeni şeriat, öncekine göre daha yetkin ve daha yeterlidir.
5- Peygamberlerin gönderilişinin ve kitapların indirilişlerinin nedeni, diğer bir ifadeyle, dinsel çağrının gerekçesi şudur: İnsanoğlu doğası ve öz yaratılışı gereği anlaşmazlık çıkarmaya eğilimlidir. Aynı zamanda uygar bir topluluk içinde yaşama etkinliği içerisindedir, faaliyetleri bu yöndedir. Fıtratın kendisi, anlaşmazlığa götürücü, ihtilafa sürükleyici olduğuna göre, onun anlaşmazlığı gidermesi beklenemez.
Bir şey, cazibesine kapıldığı bir şeyi önleyici bir işlev gerçekleştirebilir mi? Bu yüzden yüce Allah, peygamberlik misyonu ve ilâhî yasama aracılığı ile kendine yaraşan ve konumuna uygun düşen ve durumunu düzeltecek kemal niteliğine sahip olmaya yöneltti. Bu kemal, gerçek bir erdemdi ve yaratılışın, yoktan var edişin kapsamı içindeydi, ezelden öngörülmüştü. Dolayısıyla böyle bir şeyin mukaddimesi de aynı durumda olmalıdır yani yaratılışın ve yoktan var edişin kapsamı içinde olmalıdır. yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: "Bizim Rab-bimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir." (Tâhâ, 50) Bu ayette, her şeye yaratılışını tamamlayıcı özellikler bahşetmenin yüce Allah'ın bir emri ve ve bir öntasarımı olduğu vurgulanıyor. İnsanın yaratılışının tamamlanmasının bir ifadesi de dünya ve ahirette varoluşunun kemale ermesine önayak olacak şeylere yöneltilmesidir. Nitekim, yüce Allah, bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Hepsine, onlara da, bunlara da Rabbinin ihsanından arttırarak veririz. Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir." (İsrâ, 20) Ayet-i kerime, yüce Allah'ın bağışını, ihsanını arttırarak verdiğini dile getiriyor. Hayat ve varoluş sürecinde ihsanına, yardımına ihtiyaç duyanlara, ihsanını, yardımını gönderir. Hayat ve varoluş olarak, herkese hak ettiğini verir. İhsanı ve yardımı kesilmiş değildir. Ancak, herhangi bir kimsenin, nefsinin bedbahtlığı yüzünden, ilâhî ihsanın kendine ulaşmasına neden olarak tavırlar içinde olması başka. Yine de bu kesinti Allah katından olmayacaktır.
Bilindiği gibi, insanoğlu kendi nefsinden kaynaklanan bu eksikliği giderme imkânına sahip değildir. Çünkü söz konusu eksikliğin meydana gelmesini sağlayan kendi öz yaratılışıdır. Kendisi bu eksikliği giderebilir mi? Toplumsal hayatında mutluluğa ve erdemliğe ulaşmasını sağlayacak şekilde, kendi iç âleminde bir düzenlemeye gidebilir mi?
İnsanın, kendisine yaraşan kemal düzeyine erişmesini engelleyici rol oynayan, söz konusu anlaşmazlığın başlıca etkeni yine insanın karakteri, öz yaratılışı olduğuna göre ve insanoğlu, bu özelliğinin yol açtığı gediği kapatacak, bozulanı onaracak yeteneğe ve donanıma sahip olmadığına göre, bir onarım, bir ıslah hareketi eğer olacaksa bu, doğa cihetinden olmamalıdır. Onarım gerçekleştirecek yön, ilâhî yöndür. Vahiy destekli peygamberlik misyonudur. Bu yüzden yüce Allah, peygamberlerin adı geçen onarımı, ıslahı gerçekleştirmelerini, anlaşmazlıkları gidermeye yönelik savaşmalarını "baas (=gönderme)" kavramı ile ifade etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de bu olaydan söz edildiği her defasında "gönderme" eylemini zatına nispet etmiştir. Halbuki, peygamberlerin görevlendirilişi de, bütün faaliyetler gibi, zaman ve mekân açısından maddî amele irtibatlı bir olgudur.
Buna göre, peygamberlik misyonu, ilâhî bir olgudur. (Dilersen buna gaybî de diyebilirsin) Bu olgunun kavrayışı ve fiili gibi genel durumlara nispeti, uyanıklıkla uyku arasındaki ilişkiye benzer. İnsanoğlu peygamberlik misyonu aracılığı ile, anlaşmazlıkları ve hayattaki çelişkileri ortadan kaldıracak bilgiler edinir. İşte gayb menşeli bu kavrayış ve algılayış Kur'ân teknolojisinde "vahy" ve insanın peygamberlik misyonu aracılığı ile kendisi için edindiği olgu da "nübüvvet" olarak isimlendirilir.
Bununla anlıyoruz ki: Öz yaratılışın bir yandan uygar toplumsallığa yol açması, bir yandan da bir takım anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına önayak olması, buna bağlı olarak yüce Allah'ın, insanı kendi yaratılışını tamamlayacak hususla yöneltmesi, aynı zamanda peygamberliğin varlığının gerekçesi niteliğindedir. Diğer bir ifadeyle bu realite, genel anlamda peygamberlik misyonunu kanıtlamaktadır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan denen bu canlı türü, doğuştan istihdamcıdır. (Kendinden başkasını kendi hizmetinde kullanma eğilimine sahiptir.) Bu öz yaratılış damgalı kullanma ve istihdam etme içgüdüsü uygar bir toplumun ve beraberinde, hayatın her alanına sirayet edebilecek bir anlaşmazlık ve fesat ortamının oluşmasına yol açar. Beri taraftan varoluş ve yaratılış süreci de bu anlaşmazlığın giderilmesini öngörmektedir. Bunu da, ancak, aradaki ihtilafları kaldırmak suretiyle toplumsal hayatı ıslah edecek nitelikte yasalar sağlayabilir. İnsanoğlunun kemale ermesi ve mutluluğu yakalaması, iki şeyle mümkündür: Fıtrat, yada ondan öte bir olgu. Bu hususta tek başına fıtrat yeterli değildir. Çünkü, anlaşmazlığın ortaya çıkış nedeni, kendisidir. Yine kendisi tek başına onu giderebilir mi? Bu yüzden, anlaşmazlığın, fıtrat ve doğa ötesi bir unsurun yol göstericiliği ile ortadan kaldırılması zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu da, ilâhî bir anlayıştır. Doğal bir anlayış değil. Ve buna "peygamberlik misyonu" ve "vahy" diyoruz.
Bu kanıt ve gerekçe. Allah'ın kitabında açıkça vurgulanan, ifade edilen çeşitli önermelerden yola çıkarak somut bir şekilde elde edilebilir. Nitekim daha önce, belli ölçü de bu önermelere değindik. Bu önermelerin her biri deneyseldir. İnsanoğlunun tarihsel süreci ve çeşitli toplumsal yapılanmaları içinde yaşadığı deneyimlerle açığa kavuşmuştur. Deneyimin yaşandığı bu toplumsal süre içinde, ard arda geçen asırlar boyunca oluşumlar ve yıkımlar olmuştur; tarihin tanık olduğu, insanın geçirdiği tüm deneyimlerde bu realiteyi en somut biçimde gözlemlemek mümkündür.
Demek ki,insanoğlu hayatının hiçbir döneminde, başkasını kullanma olgusundan vazgeçmiş değildir, onun başkasını kullanması da toplumsallığa yol açmıyor ve bireysel hayatı öngörüyor değildir. Ayrıca meydana getirdiği toplumsal yapı da hiçbir zaman anlaşmazlıktan soyutlanmamıştır. Ancak bu anlaşmazlıkların toplumsal yasalar olmaksızın giderilmesi de imkân dahilinde değildir. Öte yandan fıtratı ve insana göre "aklıselim" olarak nitelendirilen aklı da anlaşmazlıkların kaynağını kurutacak, bozgunculuğun ana maddesini ortadan kaldıracak kanunları koyacak güce ve yetkiye sahip değildir. Özellikle uygarlık, teknoloji, kültür ve bilim çağı olarak adlandırılan günümüzde tanık olduğumuz toplumsal hareketler, insanlık âleminde her gün ibretle seyrettiğimiz ahlâkî çözüntü ve bozgunculuk, çevreyi ve insan neslini mahveden, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan korkunç savaşlar, insan soyu üzerine tahakküm etmeye, onları köleleştirmeye, ırz ve namuslarına ve mallarına haksızca el koymaya dayalı diktatörlükler, beşer aklının kanun yapmadaki yetersizliğinin somut bir göstergesidir. Uygarlık çağında durum bu ise, teknoloji ve bilimsel gelişmelerden yoksun, cehalet ve karanlığın egemen olduğu çağlarda durumun nasıl olduğunu kestirmek pek zor olmasa gerek.
Yaratılış ve varoluş yasası, her varlığı, kendisine yaraşan kemale yöneltir. Bu durumun tüm varlıklar için geçerli olduğu araştırma ve deneylerle kanıtlanmıştır. Ayrıca, yaratılış ve varoluş yasasının bir sonuca hükmetmeyeceği hususu, yine araştırmalar ve deneylerle kanıtlanmış tartışılmaz bir gerçektir. Aynı şekilde, peygamberlik misyonu ve vahiy olgusundan beslenen dinsel eğitim ve öğretimin, adı geçen ihtilaf ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırabileceği de hem araştırmacılarca ve hem de deneysel olarak kanıtlanmıştır.
Araştırmalar ortaya koymuştur ki din, gerçeklere ilişkin doğru bilgilere, üstün ahlâka ve güzel davranışlarda bulunmaya davet eder. Şu hâlde, insanlık âleminin ıslahı ve onarımı, bu çerçevede mümkündür. Deneye gelince, İslâm bir din olarak, Müslüman bireylerden oluşan bir topluma egemen olduğu kısa bir dönem zarfında bunu kanıtlamıştır. Bunu, eğitip nefislerini ıslah ettiği bireylerin şahsında kanıtlamıştır. Bunlar da aldıkları eğitim doğrultusunda başka insanları ıslah etmişlerdir. Kaldı ki, günümüzün uygar toplumları çeşitli alanlarda sergilediği tekamül örneği ve yapı iskeletindeki atardamarları -ki uygar ve ileri yaşamın özünü oluşturmaktadır- İslâm'ın bilimler alanındaki gelişim ve etkinliğine borçludur. Bu hususu tarih üzerine yapılan araştırmalar apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. İnşaallah yeri gelince bu konuda daha ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
6- Son din, insan tekamülünün bir noktada durmasını gerektirmektedir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in peygamberliğin sona erdiğine, dinin her hangi bir şekilde neshedilmeyeceğine ve şeriatın değişmezliğine hükmetmiş olması, bireysel ve toplumsal tekamülün ölçü ve miktarının Kur'ân'ın açıklama ve yasamalarından ifadesini bulan şekliyle algılanması gerektiğini, insan için Kur'ân'da ifadesini bulan ve çerçevesi çizilen tekamülün dışında bir durumun söz konusu olmadığını ortaya koymaktadır.
Hiç kuşkusuz bu, Kur'ân'ın verdiği gaybî haberlerden biridir. Kur'-ân'ın inişinden günümüze kadar geçen on dört kadar asırlık bir tarih süreci Kur'ân mesajını doğrulayan gelişmelere tanık olmuştur. Kuşku yok ki, insan denen canlı türü bu süre içinde, toplumsallığını ilgilendiren doğal yönlerde göz kamaştırıcı ilerlemeler kaydetmiştir. Azımsanmayacak mesafeler kat etmiştir. Ancak, hakikati bilgi ve öğretilere erişme alanında ve ahlâkî faziletler açısından bir adım dahi ileriye gidememiştir. Hatta önemli ölçüde gerileme kaydetmiştir. Dolayısıyla, ruhunu ve bedenini kapsayan olumlu bir tekamül gerçekleştirememiştir.
Şu iddiayı ortaya atan kişi büyük bir yanılgı içindedir: "Genel yasaları koymak, beşer türünün durumunu ve konumunu düzeltme amacına yönelik olduğu için, toplumlar kendi içlerinde geliştikçe, kemal merdivenlerini tırmanıp kalkındıkça, yaşadığı değişimlere paralel olarak bu yasaları da değiştirmek gerekir. Kuşkusuz bizimle Kur'ân'ın indiği İslâm kanunlarının konulduğu çağ arasındaki mesafe, o dönem ile İsa ve Musa peygamberlerin görevlendirildikleri dönemler arsındaki mesafeden çok daha fazladır. Bu yüzden günümüzde Hz. Peygamber dönemi arasındaki farklılık İslâm şeriatını yürürlükten kaldırıp, onun yerine çağa uygun kanunlar yapmayı gerektirir..."
Bu iddiaya karşılık şunu söylüyoruz: "Daha önce de söylediğimiz gibi, dinsel yasamada (şeriat koymada) sadece insanın maddî ve doğal tekamülü göz önünde bulundurulmamıştır. Tam tersine, insan varoluşunun hakikati esas alınmıştır. Dinsel yasamanın temeli hem ruhsal, hem bedensel kemale dayanır. Maddî ve manevî mutluluk birlikte amaçlanmıştır. Bunun gereği de, dinsel tekamül aracılığı ile kemale eren toplum içindeki bireyin durumunun dikkate alınmasıdır. Sanayi ve politik olarak tekamül etmiş toplum içindeki bireyin değil.
Yukarıda yer verdiğimiz iddiaları ortaya atan araştırmacılar iki şeyi birbirine karıştırıyorlar. Bunlar beşer türünün toplumsallığını maddî açıdan inceleme ile ömürlerini tükettikleri için (ki madde,tıpkı kendisine dayanan toplumsal örgütlenmeler gibi sürekli değişkenlik göstermekte, evrimleşmektedir) dinin öngördüğü toplumsallığın da materyalist toplumsallık gibi olduğunu sanmaktadırlar. Bu yüzden tıpkı materyalist toplum gibi dinsel topluluğun da değişmesinin, nesneye açık olmasının gerekliliğine hükmetmektedirler. Oysa dinin yasamada, sadece gözettiğini biliyoruz. Bu yüzden dini eğitimden geçmiş bir birey yüce Allah da hem dini eğitimi hem de günümüzün maddî gelişmesini bünyesinde tamamlamaya muhtaç bir noksanlığı, takviyeyi gerektiren bir zaafı görebilecek mi?
7- Peygamberler (s.a.a) masumdurlar, yanılmalara karşı ilâhî korumanın kapsamındadırlar.
Ayetler ışığında PEYGAMBERLERİN MASUM OLUŞLARI
Bu sonucu şöyle açıklayabiliriz: Peygamberlerin sahip oldukları ismet (kusursuzluk) niteliği üç kısma ayrılır:
a) Vahyi alırken yanılmama
b) Tebliğ ve elçilik görevini yerine getirirken yanlış yapmama.
c) Günah işlememe (günahlara karşı korunmuş olma). Günah kulluğun saygınlığını lekeleyen ve efendiye muhalefet anlamına gelen her türlü kusur demektir. Yani kulluğa ters düşen söz ve davranış demektir. İsmet niteliği ile, masum olan insanın içinde yer alıp da onu caiz olmayan yanılma ve günahlara karşı koruyan bir özelliği kastediyoruz.
Günah kavramının kapsamına girmeyen ve vahyi algılama ve tebliğ etme ile ilgisi bulunmayan, diğer bir ifadeyle vahyi algılama, onu tebliğ etme ve onunla amel etme konusunun kapsamının dışında olan, söz gelimi insanın dış âlemi algılama ve kavrama, yada kimi bilimsel değerlendirmelerde yanılgıya düşmesi, varoluşsal olguları yapıcılık-bozgunculuk, yarar-zarar açısından tanımlarken hata etmesi, meselesi bu konunun dışındadır.
Her ne ise bizim gördüğümüz şudur: Kur'ân-ı Kerim, her üç açıdan da peygamberleri masum (yanılmaz) olarak nitelemektedir.
Peygamberlerin Allah'tan vahyi alırken, aldıkları bu vahyin içerdiği mesajı insanlara sunarken, Allah adına elçilik görevini yerine getirirken masum, yanılmaz olduklarının kanıtı şu ayet-i kerimedir: "Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitap indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, kitap verilenlerden başkası değildi. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi," Bu ayet-i kerimede, açık bir şekilde, yüce Allah'ın peygamberleri müjdeleme ve uyarma görevini yerine getirmek üzere gönderdiği, onlarla birlikte kitap (ki vahiy dediğimiz şey budur) indirdiği vurgulanmaktadır. Asıl misyonları da, inanç sistemine ve pratik yaşayışa ilişkin gerçeği açıklamaktır.
Diğer bir ifadeyle, Peygamberlerin Allah katında üstlendikleri görev, insanları hak nitelikli inanç sistemine ve buna dayalı hak nitelikli hayat biçimine eriştirmektir. Yüce Allah'ın, Peygamberleri gönderme hususunda öngördüğü hedef budur. Yine Allah Teala Hz. Musa'nın lisanıyla şöyle buyurmuştur: "Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz." (Tâhâ, 52) Burada açıkça anlaşılıyor ki, yaptığı bir işte hiçbir tavrında ya-nılmaz. Bir şeyi dilediği zaman, onu, sonuçta amaca ulaşacak ve yanlışa sapmayacak bir yolla irade eder. bir hedef için herhangi bir yolun izlenmesini öngördüğü zaman, bu yöntemde asla şaşırmaz. Hem nasıl olur, yaratma ve emretme yetkisi O'na ait değil midir? Mülk ve egemenlik O'nun tekelinde değil midir? O, kendilerine vahiy indirmek, dinin kapsadığı bilgileri öğretmek suretiyle Peygamber göndermiştir. Böyle de olmalıdır. Onları birer elçi olarak görevlendirerek mesajını insanlara duyurmalarını öngörmüştür. Ki, bu kaçınılmaz bir realitedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır." (Talak, 3) "Allah, emrinde galip olandır." (Yûsuf, 21)
Şu ayet-i kerimede, Peygamberlerin masum olduklarına, hatadan berî olduklarına, vahyi algılama ve tebliğ etme açısından yanılmaz olduklarına delalet etmektedir: "O, gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu kimseler başka. Çünkü, O, bunun önüne ve arkasına izleyiciler dizer. Öyle ki, onların Rablerinden gelen risaleti tebliğ ettiklerini bilsin. Allah onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her şeyi sayı olarak da sayıp tespit etmiştir." (Cin, 26-28) Buradan anlıyoruz ki, yüce Allah elçilerini vahyinin muhatabı olmaya özgü kılar. Sonra gaybı kendilerine göstererek onlara destek olur. Önlerinde ve arkalarında onları denetler. Yanlarında olanları çepeçevre kuşatır. Amaç, vahyi, yok olmaya, şeytanları ve başka art niyetli unsurların girişimleri sonucu değişmeye karşı koruma altına almalıdır. Böylece Rablerinin mesajını insanlara net biçimde ulaştırmalarını sağlamadır.
Bir diğer ayette de yüce Allah, bu gerçeği vahiy meleğinin lisanıyla şöyle dile getirir: "Biz ancak Rabbimizin emriyle ineriz. Önümüzde, ardımızda ve bunlar arsında olan her şey O'nundur. senin Rabbin kesinlikle unutkan değildir." (Meryem, 64) Bu ayetler gösteriyor ki: vahiy, inişinden, peygambere ulaştırılmasına ve onun aracılığı ile insanlara duyurulmasına kadar ki süreç içinde koruma altındadır. Herhangi bir değişikliğe uğramama konusunda güvence altındadır.
Masumiyeti kanıtlamaya ilişkin bu iki yaklaşım, peygamberlerin sadece vahyi algılamaları ve mesajı tebliğ etmeleri açısından masum olduklarını, zihinlerde çağrıştırır niteliktedir. Daha önce vurguladığımız, amelde masumiyeti, tavırda yanılmazlığı çağrıştırmıyorlar. Ancak, bu iki yaklaşımının masumiyete ilişkin kanıtsallığını şu şekilde bütünlemek mümkündür. Ki, düşünce ve fikir erbabına göre "Fiilde tıpkı söz gibi delil oluşturur, mesaj verir." Buna göre, bir işi yapan kimse, bu fiiliyle yaptığı işi güzel ve caiz gördüğünü anlatır. Bu, "Falan işi güzel ve caiz görüyorum." demesi ile vurgulama bakımından birdir. Eğer, aksini emreden Peygamberden günah nitelikli bir davranış sudur etse, onun açısından, bu bir çelişki olur. Çünkü fiili, bu durumda sözü ile çelişir. O zaman da, Peygamber birbiriyle çelişen iki şeyin tebliğcisi konumuna düşer. Oysa iki zıt şeyi tebliğ etme, gerçeği tebliğ olarak adlandırılamaz. Çünkü iki zıt şeyi duyuran kimse, hakkı duyurmuş olamaz. Bunun nedeni birbirine zıt olan iki şeyin birbirlerini geçersiz kılacak nitelikte olmalarıdır. Buna göre, Peygamberin, ilâhî mesajı duyurma açısından masum oluşu, ancak günahtan masum olması ve söz fiil çelişkisinden korunmuş olması ile gerçekleşmiş olur. Bu da, son derece açık bir husustur.
Şu ayetler, Peygamberlerin, mutlak olarak masum olduklarını dile getirirler: "İşte Allah'ın hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetlerine uy." (En'âm, 90) "Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Allah kimi hidayete erdirirse onun için bir saptırıcı yoktur." (Zümer, 36-37) "Allah kime hidayet verirse, işte hayat bulan odur." (Kehf, 17) Burada yüce Allah, hidayete erdirmesi sayesinde hidayet üzere olan kimseler üzerinde saptırıcıların etkilerini geçersiz kılıyor. Dolayısıyla, onlarda sapıklık bulunmaz. Her günah da bir sapıklıktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey ademoğulları, size ant vermedim mi ki: şeytana kulluk etmeyin, çünkü, o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin, doğru yol budur. Andolsun o, sizden birçok nesli saptırmıştı." (Yasin, 60-62) Bu ayet-i kerimede, görüldüğü gibi, her türlü günah, şeytana yönelik kulluk olarak nitelendirildikten sonra, şeytanın saptırması sonucu gerçekleşmiş sapmalar olarak tanımlanıyor. Buna göre, yüce Allah'ın Peygamberleri hidayete erdirdiğini vurgulaması, ardından, kendisinin hidayete erdirdiği kimselerden sapmayı nefyetmesi, sonra her türlü günahı sapma olarak nitelemesi, yüce Allah'ın Peygamberleri, kendilerinden günah sudur etmekten beri kıldığını vahyi algılama ve tebliğ etme noktasında, onları yanılmaz kıldığının somut kanıtıdır.
Şu ayetler de bu gerçeği vurgular niteliktedir: "Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği Peygamberler, doğrular, şehitler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar!" (Nisâ, 69) "Biz doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin, yoluna ki onlar ne gazaba uğramışlar ve ne de sapmışlardır." (Fatiha, 5-7) Görüldüğü gibi, kendilerine nimet verilenlerden olan Peygamberler, sapmış olmayanlar olarak nitelendiriliyor. Eğer kendilerinden her hangi bir günah sudur etseydi, kuşkusuz bununla sapmış olanlardan olacaklardı.
Çıkardığımız bu sonucu, yüce Allah'ın Peygamberleri tanımlamaya ilişkin şu sözleri pekiştirmektedir: "İşte bunlar; kendilerini Allah'a nimet verdiği Peygamberlerdendir; Adem'in soyundan Nuh ile birlikte taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail'in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman'ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar. Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır." (Meryem, 58-59) Bu ayetlerde, gördüğümüz kadarıyla, en başta Peygamberlerin tümünde bulunan iki özelliğe dikkat çekiliyor: Nimet verilenlerden olma. Hidayet üzere olma... Öyle ki "En'amellahu aleyhim (=Allah'ın nimet verdiği)" ifadesinden sonra yer alan "mimmen hedeyna vecte-beyna (=doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizden)" ifadesinin başında, beyan etmeye, açıklamaya yönelik "min" edatı kullanılmıştır. Sonra bu Peygamberler, tevazuun, hakirliğin son zirvesi kullukla vasfediliyorlar. Daha sonra bunları izleyen kuşaklarsa kötü niteliklerle tanımlanıyorlar. Dolayısıyla, ikinci grubun, birinci gurupla aynı niteliklere sahip olmadığı vurgulanıyor. Çünkü ilk grupta yer alan kişiler, övgüye değer, teşekküre layık kimselerdir, ikinci gruptakiler değil. Ayet-i kerime ikinci gruptakileri ise, şehvetlere kapılan, ihtiraslarının peşinde koşan ve yakında azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklar olarak tanımlanıyor.
Şu hâlde, ilk grupta yer alan Peygamberler, şehvetlerine uyan, dolayısıyla azgınlığın cezasına çarptırılacak kimseler değildirler. Bu niteliğe sahip birinden günah namına bir şeyin söz konusu olmayacağı açıktır. Hatta bunlar, eğer Peygamberlikle görevlendirilmeden önce şehvetlerine uyan kimseler olsalardı, bu durumlarını azgınlık izleyecekti, dolayısıyla azgınlığın cezasına çarptırılmış olacaklardı. Çünkü şu ifade, şehvetine uyan herkesi kapsayacak niteliktedir: "Namazı zayi ettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır."
Bu yaklaşım, Peygamberlerin masum olduklarını aklen kanıtlamak isteyenlerin şu değerlendirmelerine de yakındır: Peygamberlerin gönderilmiş olmaları ve onlar aracılığı ile bir takım mucizelerin gerçekleşmiş olması, sözlerinin doğruluğunun kanıtıdır. Bu demektir ki, onlar kesinlikle yalan söylemezler. Ayrıca, ilâhî mesajı eksiksiz olarak insanlara duyurabileceklerini, buna layık olduklarını göstermektedir. Akıl, herhangi bir maksada ve merama aykırı davranışlar ve günahlar işleyen bir insanın, söz konusu maksada ve merama yönelik davet işlevini yerine getirmesini kabul etmez. Böyle bir çelişkiyi onaylamaz. Dolayısıyla peygamberlerin çeşitli mucizeler göstermiş olmaları, onların vahyi alırken, onun içerdiği mesajı insanlara sunarken, kendilerine yöneltilen emir ve yükümlülükleri yerine getirirken her türlü hatadan beri olduklarına ilişkin yaklaşımı onaylayıcı bir olgudur.
Bu yaklaşıma şöyle bir karşılık verilemez: "İnsanlar -ki akıl sahibi varlıklardır- çeşitli mesajların algılanışında ve birçok toplumsal hedefe ulaşmada, tebliğ açısından noksanlıktan ve yetersizlikten kurtulmayan bazı insanların sebep olmaları sonucu belli sonuçlara varırlar..." Çünkü insanlar için geçerli olan bu durum iki şeyden dolayıdır ki hiç birisi Peygamberlerin davetiyle ilgili olarak değerlendirmeye tâbi tutulamaz. Ya bu tavrın nedeni, az miktardaki kusur ve yanılgıyı önemsememeleri ya da, insanların amacı, istenen şeyin az bir miktarına ulaşmadır. İstedikleri az olanı alıp çok olandan kaçınmaktır. Her iki durum da yüce Allah'ın şanına yakışmaz.
Yine şu ayet-i kerimeye dayanılarak da bu yaklaşıma karşı çıkı-lamaz: "Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup da dince derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarmak için geri döndüğünde onları uyarmak için geride kalabilir. Umulur ki, onlar da kaçınıp sakınırlar." (Tevbe, 122)
Ayet-i kerime, gerçi, masumluk niteliğine sahip olmayan Müslümanların geneli ile ilgilidir, ancak onlara dinde öğrendiklerini, derin kavrama imkânına kavuştuklarını tebliğ etme iznini veriyor. Oysa uyardıkları şeye ilişkin bir onaylama söz konusu değildir. Sözlerinin insanlar katında hüccet olmasını onaylayıcı bir kanıt yoktur. Dolayısıyla sakıncalı husus söz konusu değildir.
Peygamberlerin masum olduklarını ifade eden ayetlerden biri de şudur: "Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik." (Nisâ, 64) Burada elçinin itaat edilmesi gereken biri olarak görevlendirilişi, Peygamber göndermenin amacı olarak sunuluyor ve amaç bununla sınırlandırılıyor. Bu durum zorunlu olarak Resulün şahsında itaat edilen söz veya fiil gibi şeylerin tümüne yüce Allah'ın iradesinin taalluk etmesini gerektirir. Çünkü söz ve davranış tebliğ sürecinde baş vurulan, sürekli kullanılan araçlardır. Eğer Peygamberden vahyi anlama noktasında veya vahyi tebliğ etme aşamasında bir hata gerçekleşse, bu yüce Allah'ın batılı istediği anlamına gelir ki, yüce Allah haktan başka bir şey istemez.
Aynı şekilde, eğer buğzedilen ve yasaklanan sözlü yada fiili bir günah, Peygamber tarafından işlenirse, özü itibariyle Allah'ın iradesi ile ilintili olur, dolayısıyla istenen, sevilen bir itaat konumuna gelir. Böylece yüce Allah, bir tek fiille ilgili olarak hem isteyen hem istemeyen, hem nehyeden hem emreden, hem seven hem buğzeden olur. Hiç kuşkusuz, ulu Allah çelişik sıfat ve fiillerden münezzehtir, yücedir. Böyle bir değerlendirmenin yanlış ve batıl olduğu ortadadır. Bazılarının savundukları gibi, güç yetirilmeyeni teklif etmeye ilişkin görüşü kabul etsek dahi bu değerlendirme yanlıştır. Çünkü güç yetirilmeyenin teklif edilmesi, imkânsızın, muhalin teklif edilmesi anlamına gelir. Bizim üzerinde durduğumuz husus ise, kendisi muhal olan bir tekliftir. Çünkü bir tek fiille ilgili olarak hem tekliftir, hem değildir, hem irade edilendir, hem edilmeyendir, hem sevilendir, hem sevilmeyendir, hem övülendir, hem yerilendir.
Bunun bir kanıtı da şu ayet-i kerimedir: "Elçiler, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderildi. Öyle ki elçilerden sonra insanların Allah'a karşı delilleri olmasın." (Nisâ, 164) Bu ayetten açıkça anlaşılıyor ki, yüce Allah insanların içinde bulundukları günah ve ilâhî emirlere muhalefet etme nitelikli tavırlarına ilişkin mazeretlerini ortadan kaldırmayı diliyor. Mazereti de ancak elçilerin -Selâm üzerlerine olsun- gönderilmiş olması ortadan kaldırır. Bilindiği gibi, elçilerin insanların mazeretlerini ortadan kaldırmaları, kanıtlarını geçersiz kılmaları, ancak bizzat kendilerinde, Allah'ın iradesine ve rızasına uyum olmayan bir söz veya fiilin, hata yada günahın bulunmaması ile mümkün olabilir. Aksi takdirde, insanların Peygamberlerde bulunan her hangi bir kusura veya günaha yapışıp Allah'a karşı bunu bir kanıt olarak sunmaları imkânı doğardı. Bu ise, yüce Allah'ın öngördüğü amaç ile çelişen bir olgudur.
Eğer desen ki: Yukarıda değinilen ayetler, peygamberlerin hata yapmayacaklarına, günah işlemeyeceklerine delalet etmektedir. Bu ise, herhangi bir şeyle ilgili olarak "ismet" sıfatına sahip olma anlamına gelmez. Çünkü bazılarının iddiasına göre "İsmet" insanı yanılmaktan alıkoyan, günah işlemeye ve hataya karşı koruma altına alan bir güçtür. Güç ise, sadece fiilin gerçekleşmesi yada gerçekleşmemesi değildir. Aksine güç, psikolojik bir başlangıç noktasıdır. Fiil bu noktadan kaynaklanır. Tıpkı fiillerin psikolojik melekelerden kaynaklanmaları gibi.
Buna göre karşılık olarak ben de derim ki: Evet, ama, yukarıdaki incelemede ihtiyaç duyulan husus, Peygamberden hata ve günahın meydana gelmiş olmasıdır. Doğru yada ibadet nitelikli fiilin kaynaklanacağı gücün sabit olmamasının bana bir zararı olmaz. Bu, gün gibi ortadadır.
Ayrıca "İsmet" sıfatının koruyucu bir güce dayandığını, mucize ile ilgili incelemede sunduğumuz ayetlerden yola çıkarak kanıtlamak mümkündür: "Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır." (Talak, 3) "Muhakkak benim Rab-bim, dosdoğru bir yol üzerindedir." (Hûd, 56)
Ve yine olayların her biri için, kaynaklanacağı bir başlangıç noktası ve gerçekleşmesini sağlayacak bir sebep gereklidir. Dolayısıyla Peygamberin aynı tarz üzere doğru ve ibadet nitelikli sergilediği fiiller, Peygamberle birlikte bulunan ve nefsinde yer alan bir sebebe dayanırlar. Bu sebebe koruyucu güç diyoruz. Bunu şöyle açabiliriz: Peygamberin birer ibadet ve ibadet olarak sergilediği varsayılan fiiller, bizim sergilediğimiz ve bazısı itaat, ve bazısı da günah nitelikli fiillerimiz gibi ihtiyari (isteğe bağlı) fiillerdir. Hiç kuşkusuz, isteğe bağlı bir fiil, bir bilgi ve dileyişten kaynaklanmasından ötürü isteğe bağlıdır. Bir fiilin itaat ve günah şeklinde farklı nitelikler kazanması, kaynaklandığı ilmi biçimin farklılığından ileri gelir. Örneğin, eğer amaç emredileni yapmak suretiyle kulluk tavrını sürdürmekse, itaat niteliği gerçekleşir. Şayet istenen -dileyişin dayandırıldığı ilmi biçimi kastediyorum- heva ve hevese uymak ve Allah'ın yasakladığı şeyi yapmaksa, günah niteliği gerçekleşir. Buna göre, fiillerimizin itaat ve günah şeklinde farklı biçimler almasının sebebi, fiillerin kaynaklandığı bilgimizin farklılığıdır. Eğer iki bilgiden biri yani, kulluk tavrını sürdürmenin ilâhî emre itaat etmenin gerekliliğine ilişkin hüküm devam edecek olursa, bu, ancak itaat nitelikli bir fiil olarak dışarıya yansır. Eğer ancak günah türü fiillere kaynaklık eden diğer bilgi devam ederse (böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız) ancak günah nitelikli bir fiil şeklinde gerçekleşir. Buna göre, Hz. Peygamberin (s.a.a) sergilediği fiiller, daima itaat olarak nitelendirilirler. Bunun tek nedeni, fiillerin dileyişi sonucu kaynaklandıkları bilginin yapıcı, olumlu ve değişken olmamasıdır. söz konusu bilgi, kulluğun gerekliliğini her zaman kabullenip ona göre tavır almanın gerekliliğine inanmadır. Bilindiği gibi, ilmi şekil ve hiçbir şekilde ortadan kaybolmaz köklü nefsanî biçim, tıpkı iffet, cesaret ve adalet gibi ruhsal bir melekedir. Buna göre, Peygamberde ruhsal bir meleke vardır. İtaat ve boyun eğme niteliğindeki fiiller bu melekeden kaynaklanır. Buna, günahtan koruyan güç de denir.
Bir başka açıdan meseleye yaklaşacak olursak; Peygamber vahyi algılamada ve vahyin içerdiği mesajı tebliğ etmede hata etmez. Şu hâlde, onun kişiliğinde ruhsal bir biçim vardır ki bu, bilgileri algılama ve başkalarına aktarmada yanılmaya pay bırakmaz. Fiil plânında da isyan etmez. Eğer Peygamberin şahsından, aynı tarz üzere ve ancak doğruluk ve itaat şeklinde beliren fiillerin, beraberinde olan her hangi bir sebebin aracılığı söz konusu olmaksızın ve Peygamberin nefsine her hangi bir şeyin eklenişi gerçekleşmeksizin ortaya çıktıklarını varsayarak, bu demektir ki, onun isteğe bağlı fiilleri, bu şekilde, Allah'ın iradesi ile gerçekleşmişlerdir ve Hz. Peygamberin bir müdahalesi de söz konusu olmamıştır. Bu da, Peygamberin bilgisinin ve fiiller üzerinde etkili olan iradesinin geçersiz kılınması sonucunu doğurur. Böyle bir değerlendirme, isteğe bağlı fiillerin, isteğe bağlı olmaktan çıkmaları anlamına gelir. Bu da Peygamberin (s.a.a) bilgi ve iradesi ile hareket eden bir insan oluşu ile çelişir. Şu hâlde, "İsmet" niteliği, yüce Allah'ın Peygamber olan insanın kişiliğinde var ettiği bir sebeptir. Peygamberin isteğe bağlı fiilleri doğruluk ve itaat şeklinde bu sebepten kaynaklanır. Daha önce de vurguladığımız gibi, "İsmet" niteliği köklü bir bilgi, kişiliğe sinmiş bir melekedir.
Yüce Allah bu gerçeği (insanlara vahiy aracılığı ile doğru yolu gösterme gerçeğini) birçok ayette gözler önüne serdikten sonra söz konusu yol göstericilik misyonunu üstlenen kişilikleri iki değişik kavramla ifade etmiştir. Bu değişik tanımlama, bir bakıma onların iki kısımda değerlendirilmelerini öngören bir taksim veya taksim benzeri niteliğindedir. Bu kavramlardan biri "Resul" biri de "Nebi"dir. Ulu Allah bir ayet-i kerimede: "Nebiler ve şahitler getirildi." (Zümer, 69) "Allah, Resulleri toplayacağı gün, 'size verilen cevap nedir?' diyecektir." (Mâide, 109) buyuruyor. "Resul"ün anlamı; mesaj taşıyıcıdır. "Nebi" ise, haber taşıyan demektir. Buna göre, Resul, yüce Allah ile kulları arasında aracı olma onuruna sahiptir. Nebi de, Allah'ı ve katında olanları bilme onurunu taşımaktır.
Bir görüşe göre, Nebi ile Resul arasındaki fark "Umum ve husus-i mutlak" yani mutlak genellik ve özellikle ilgilidir. Dolayısıyla Resul, Peygamber olarak gönderilen, tebliğ etmekle yükümlü kılınan, aynı zamanda bir mesaj taşıyan kimsedir. Nebi ise, Peygamberlikle görevlendirilen kimseye denir. Tebliğe görevlendirilsin veya görevlendirilmesin fark etmez.
Ne var ki, ilâhî kalem bu tür bir ayrımı desteklemiyor: "Kitapta Musa'yı da zikret, çünkü o, ihlasa ulaşmış bir Resul,bir Nebiydi." (Meryem, 51) Ayet-i kerime, bir övgü ve tazim niteliğindedir. Böyle bir durumda daha özel bir nitelikten, daha genel bir niteliğe doğru aşama kaydetmek uygun düşmez. Bu husus son derece açıktır.
Bir de şu ayet-i kerimeye bakalım: "Biz senden önce hiçbir Resul ve Nebi göndermiş olmayalım ki..." (Hac, 52) Bu ayette, Resul ve Nebi nitelikleri birlikte zikredilmiş ayrıca her iki niteliğe birlikte sahip olanlar "gönderilmiş"ler olarak sunulmuştur. Ne var ki: "Orta yere kitap kondu; Nebiler ve şahitler getirildi." (Zümer, 69) "O, Allah'ın resulü ve nebilerin sonuncusudur." (Ahzab, 40) ayetleri ve bir de incelememize konu olan ayet-i kerimedeki "Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak nebiler gönderdi." ifadesi ve benzerleri, açıkça Allah tarafından gönderilen her Peygamberin "Nebi" olduğunu dile getirmektedir. Bununsa "Bir resul, bir nebiydi" ifadesine ters düşen bir yanı yoktur. Çünkü bu ifadede, her iki lafızla orijinal anlamları kastedilmiştir. Yani kavramlarda bir anlam kayması söz konusu değildir. Bu durumda söz konusu ifadeyi şu şekilde açıklayabiliriz: O, Allah'ın ayetlerinden ve Allah katındaki bilgilerden haberdar olan bir Resuldür.
Ayrıca: "Biz senden önce hiçbir Resul ve Nebi göndermiş olmayalım ki..." ayetini şu şekilde değerlendirebiliriz. Çünkü şöyle demek pekala mümkündür: Nebi de, Resul de insanlara Peygamber olarak gönderilmiş kişilerdir. Ancak, Nebi, Allah katında olan şeylerden haberdar biri olduğu için edindiği bu haberi insanlara duyurmak üzere görevlendirilmiştir. Resul ise, Peygamberliğinin temel misyonu olan haber vermeye ek olarak özel bir mesaj sunmak üzere görevlendirilmiş kimsedir. Bu nüansı bazı ayetlerden algılamak mümkündür: "Her ümmetin bir Resulü vardır. Onlara Resulleri geldiği zaman, aralarında adalet ile hüküm verirler." (Yûnus, 47) "Biz bir Resul gönderinceye kadar azap edecek değiliz." (İsrâ, 15)
Buna göre Nebi, Allah'ın inayeti ve insanlığı mutluluğa eriştirmesine ilişkin hükmü uyarınca insanlara dünya ve ahiret hayatlarını islah edecek dinin temel ve ayrıntı niteliğindeki prensiplerini açıklayan Peygamberdir. Resul ise, hüccetin bütünüyle gerçekleşmesini kapsayan özel bir mesaj taşıyan Peygamberdir. Onun taşıdığı mesaj ve hüccete aykırı davrananları bir yıkım yada azap kuşatıverir. şu ayet-i kerime de bu açıdan ele alınabilir: "Öyle ki Resullerden sonra insanların Allah'a karşı delilleri olmasın." (Nisâ, 165)
İlâhî kelâmdan, resul ve nebi arasındaki farkı belirleyici nitelikte, iki kavramın orijinal anlamları dışında herhangi bir sonuç algılanmamaktadır. Bunun zorunlu sonucu bizim daha önce yaptığımız şu tespittir: Resul, Allah ile kulları arasında aracı olma onuruna sahiptir. Nebi de, Allah'ın ve katında olanları bilme onurunu taşımaktadır. İleride Ehlibeyt İmamları'ndan (a.s) gelen rivayetleri incelerken, bu iki kavram arasındaki farklılık üzerinde daha etraflıca duracağız.
Ayrıca Kur'ân-ı Kerim peygamberlerin sayılarının çok olduğunu,yüce Allah'ın onların tümüne kitabında yer vermediğini açık bir şekilde dile getirmektedir: "Andolsun, biz senden önce elçiler gönderdik; onlardan kimini sana aktarıp anlattık, kimini anlatmadık." (Mü'min, 78) vb. Yüce Allah'ın kitabında isimlerini anarak kıssalarını aktardığı Peygamberlerin sayısı yirmi küsurdur.
Bazı Peygamberlerin ise ismi geçmiyor, ima ve kinaye yoluyla kendilerine işaret edilmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerini görmedin mi? hani, Peygamberlerinden birine: 'Bize bir melik gönder'; demişlerdi." (Bakara, 246) "Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini..." (Bakara, 259) "Hani onlara iki elçi göndermiştik, fakat ikisini yalanlamışlardı. Biz de iki elçiyi bir üçüncüyle güçlendirdik." (Yasin, 14) "Derken katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular." (Kehf, 65) "Ve torunlarına" (Bakara, 136) Ayrıca Hz. Musa ile arkadaşlık eden genç gibi, peygamber olup olmadığı açıklanmayan kimselerden de söz edilmektedir: "Hani Musa genç yardımcısına demişti." (Kehf, 60) Yine Zulkarneyn, Meryem'in babası İmran ve Üzeyr gibi adı geçmekle beraber, peygamberliklerinden söz edilmeyen kimseler de zikredilmiştir.
Kıacası, Kur'ân-ı Kerim peygamberlerin sayısını vermemiştir ki, bunu bir ölçü olarak alalım. Rivayetler arasında, peygamberlerin sayısına ilişkin ifadeler ise, metinleri birbirinden farklı ahad haberlerdir. Bunlar arasında en meşhur olanı Ebuzer'in Resulullah efendimize (s.a.a) dayandırdığı şu hadistir: "yüz yirmi dört bin peygamber gönderilmiştir. Bunların üç yüz on üç tanesi Resuldür."
Biliniz ki: Peygamberlerin efendileri, aralarındaki Ululazm peygamberlerdir. Bunlar: Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed'dir -salat ve selâm üzerlerine olsun-. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Artık sen sabret; Resullerden azim sahiplerinin sabrettikleri gibi." (Ahkaf, 35) ileride, söz konusu peygamberlerle ilgili olarak kullanılan bu "azim" kavramının kendilerinden alınan ilk ahitte, yaptıkları antlaşmada sebat göstermeleri ve üstlendikleri görevi unutmamaları anlamına geldiği hususunda ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hani biz, peygamberlerden kesin sözlerini almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan. Biz onlardan sapasağlam bir söz almıştık." (Ahzab, 7) "Andolsun, biz bundan önce Adem'e ahit vermiştik, fakat o, unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık." (Tâhâ, 115)
Ululazm olarak nitelendirilen bu peygamberlerin her biri şeriat ve kitap sahibidir: "Dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de bir şeriat kıldı." (Şûrâ, 13) "Şüphesiz bu, önceki sahifelerde vardır; İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde." (A'lâ, 18-19) "Gerçek şu ki, biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik... Onların ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve içinde hidayet ve nur bulunan İncil'i verdik... Sana da önündeki kitapları doğrulayıcı ve ona bir şahit, gözetleyici olarak kitabı indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların havalarına uyma. sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir." (Mâide, 44-48)
Sunduğumuz ayetler, söz konusu peygamberlerin uyguladıkları birer şeriatlarının olduğunu, Hz. İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya ve Muhammed'e -salat ve selâm üzerlerine olsun- kitap indirilmiş olduğunu dile getirmektedir. Hz. Nuh'a indirilen kitapla ilgili olarak daha önce; "İnsanlar tek bir ümmetti." ayeti "Dinden Nuh'a vasiyet ettiğini..." diye başlayan ayetle birlikte ele alındığı zaman, Hz. Nuh'a bir kitap verildiğinin anlaşılacağını vurgulamıştık. Bizim bu değerlendirmemiz, Hz. Davud'a bir kitap indirilmiş olması ile çelişmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Davud'a da Zebur'u verdik." (Nisâ, 163) Aynı şekilde, çeşitli rivayetlerde, Hz. Adem'e, Şeys ve İdris'e kitap verildiğine ilişkin açıklamalara da ters düşmemektedir. Çünkü bunlar hüküm ve şeriat kapsamayan kitaplardır.
Biliniz ki, peygamberlik için vazgeçilmez bir olgu, vahiydir. Vahiy ise, bir tür ilâhî konuşmadır ki, peygamberlik misyonu bu iletişime dayanır. yüce Allah bir ayet-i kerime de şöyle buyuruyor: "Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik." (Nisâ, 163) İnşaallah, Şûrâ Suresi'nin ilgili ayetini incelediğimiz zaman yeterli ve ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. Nuh'tan önce insanlar, Allah'ın fıtratı üzere tek bir ümmetti. Ne doğru yolda idiler, ne de sapık idiler. Bunun üzerine Allah peygamberler gönderdi. -Böylece insanlar iki guruba bölündüler.-
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) söz konusu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "İnsanların tek bir ümmet oldukları dönem Hz. Nuh'tan önceydi." Orada bulunanlar: "Peki hidayet üzere miydiler?" diye sorduklarında şu cevabı verdi:"Tersine, sapıklık üzereydiler. Çünkü Hz. Adem ve soyundan salih kimseler vefat etmişlerdi. Geride sadece vasisi olan Hz. Şeys kalmıştı. O da Hz. Adem ve soyundan salih olanların bağlı bulundukları Allah'ın dinini açıktan yayacak gücü bulamıyordu kendinde. Çünkü Kabil, kardeşi Habil'i öldürdüğü gibi Hz. Şeys'i de ölümle tehdit ediyordu. Bu yüzden takiyye yaparak, asıl inancını gizleyerek aralarında yaşamını sürdürdü. Sapıklıkları günbegün arttı ve nihayet göçüp gidenlerden başka içlerinde bir tek salih kimse kalmadı. Hz. Şeys bir adaya sığınıp Allah'a ibadet etmek zorunda kaldı. yüce Allah için bedâ gerçekleşti ve insanlara elçiler göndermeyi öngördü. Eğer bedâ olayı şu cahillere sorulursa: "Allah işten el çekti" diyecekler. Ama yalan söy-lüyorlar. yüce Allah'ın her yıl hükmettiği bir şeydir bu. Sonra şu ayeti okudu: "Onda her hikmetli iş ayrılır." "Böylece yüce Allah, o yıl içinde gerçekleşecek kıtlığı, bolluğu, yağmuru v.s.yi hükme bağlar." Ravi şöyle diyor: Dedim ki: İnsanlar peygamberlerden önce sapıklık üzere miydiler, yoksa hidayet üzere miydiler?" Buyurdu ki: "Hidayet üzere değildiler. Yüce Allah'ın yaratılışa esas kıldığı hidayet üzereydiler. Allah'ın yaratmasında bir değişiklik olmaz. Allah kendilerine doğru yolu göstermedikçe hidayete ermeleri mümkün olmazdı. Hz. İbrahim'in şu sözünü duymadın mı?: "Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum." Yani, ezeli misakı unutanlardan olurum."
Ben derim ki: "Hidayet üzere değildiler. Yüce Allah'ın yaratılışa esas kıldığı hidayet üzereydiler." sözü, hadisin baş tarafındaki "Sapıklık üzere" oluşlarına ilişkin ifadeyi açıklar niteliktedir. Buna göre onlar, ilâhî bilgilere ilişkin ayrıntılı bir hidayetten yoksundular. Ayrıntılardan uzak toplu hidayet ise, ayrıntılar hususunda cahil olmayı da kapsamına alır. Nitekim Mecma'ul-Beyan tefsirinden az önce aktardığımız rivayetteki şu ifade de bunu destekler niteliktedir: "Allah'ın fıtratı üzereydiler. Ne doğru yolda idiler, ne de sapık idiler."
"Yani ezelî misakı unutanlardan olurum." sözü ise, sapıklığın tefsiri durumundadır. Buna göre, hidayet gerçekte misakı hatırlamadır. Kamil müminlerde olduğu gibi. Ya da, gerçekte misakı hatırlamış olmasa da, onu hatırlayanların durumunun aynısı bir durum sergilemedir. Ki bu da diğer müminlerin durumudur. Bunu için de hidayet kavramının kullanılmış olması bir nevi inayeti gerektirir.
Şeyh Saduk'un et-Tevhid adlı eserinde Hişam b. Hakem'in şöyle dediği rivayet edilir: "İmam Cafer Sadık'ın yanına gelen bir zındık ona şu soruyu yöneltti: "Nebi ve resullerin gönderilişini nasıl ispatlarsınız:" İmam şu cevabı verdi: "Biz, bir yaratıcımız, yoktan var edicimiz, bizden ve tüm varlıklardan yüce bir ilâhımız olduğunu, bu yoktan var edici ilâhın hikmet sahibi olduğunu, bu yüzden kullarının O'nu görmelerinin, O'na dokunmalarının, O'nun ve kullarının birbirleriyle doğrudan temas kurmalarının, yüz yüze tartışmalarının uygun düşmeyeceğine kesin kanaat getirdiğimiz zaman kulları arasında O'nun elçilerinin de bulunduğunu kanıtlamış, kabul etmiş oluruz. Bu elçiler kullara çıkarlarına ve yararlarına olan şeyleri, varlıklarını korumalarına elverişli bir hayat sürdürmenin yollarını gösterirler. Bu yolu terk etmeleri durumunda yok oluş tehdidi ile yüz yüze geleceklerini öğütlerler. Bu da, hüküm ve hikmet sahibi, her şeyi bilen yüce yaratıcı adına kulları arasında emir ve yasak koyma yetkisine sahip kimselerin varlığını kaçınılmaz kılar. Bu demektir ki, O'nun adına konuşan kimseler vardır. Bunlar da peygamberlerdir, Allah'ın seçkin kullarıdır. Hikmetle eğitilmiş, onunla görevlendirilmiş hikmetli zatlardır. Durumları diğer insanların durumuna benzemez. Ama yaratılış ve terkip olarak onlarla aynı özelliklere sahiptirler. Her yaptığı yerinde olan ve her şeyi bilen yüce yaratıcının hikmetli, kanıtlı, belge ve tanıklı desteğine sahiptirler. Ölüleri dirilten, anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştireme gibi mucizelerle desteklenirler. Yeryüzü, Resulün sözünün doğruluğuna ve adil oluşunun zorunluluğuna delalet eden bir ilme sahip hüccetten hiçbir zaman yoksun olmaz.
Gördüğünüz gibi, bu hadis, peygamberlikle ilgili üç soruna ilişkin üç kanıtı kapsamaktadır.
1- Nübuvvet-i âmme yani genel anlamda peygamberliğin kanıtlanışı. İmam'ın bu sözü üzerinde düşünüldüğü zaman "İnsanlar tek bir ümmetti." ifadesine ilişkin uyuştuğu fark edilecektir.
2- Peygamberlerin mucize ile desteklenmesinin zorunluluğunun kanıtlanışı. İmam'ın sözleri, bizim "Eğer kulumuza indirdiğimizden (Kur'-ân'dan) şüphelendiyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sure getirin" ayetinin tefsirindeki mucize konusunda sözlerimizin kanıtıdır.
3- Yeryüzünün hüccetten yoksun olması meselesi. İnşaallah ileride mesele üzerinde duracağız.
Şeyh Saduk'un el-Maanî ve el-Hisal adlı eserlerinde, Utbe el-Ley-si, Ebuzer'den (r.a) şöyle rivayet eder: Dedim ki: "Ya Resulullah, bugüne kadar kaç peygamber gelmiştir?" Dedi ki: "yüz yirmi dört bin..." "Bunların kaç tanesi resuldür?" diye sordum. Buyurdu ki: "Tam tamına üç yüz on üç tanesi." Dedim ki: "Adem, nebilerinden bir resul muy-du?" Dedi ki: "Evet, Allah, onu kendi kudretiyle yarattı, sonra kendi ruhundan üfledi." Sonra dedi ki: "Ey Ebuzer, peygamberlerin dört tanesi Süryanîdir; Adem, Şeys, Nuh Uhnuh yani, ilk defa kalemle yazı yazan İdris ve Nuh. Dört tanesi de araptır. Hûd, Salih, Şuayb ve senin peygamberin Muhammed (salat ve selâm üzerlerine olsun); İsrailoğul-ları'ndan gönderilen ilk peygamber Musa'dır. Sonuncusu da İsa'dır, İs-railoğulları'ndan gönderilen peygamberlerin sayısı altı yüzdür." Dedim ki: "Ya Resulullah, yüce Allah, kaç kitap indirmiştir?" Buyurdu ki: "Yüz tane küçük, dört tane de büyük kitap. Allah Şeys'e elli sahife, indirdi, İdris'e otuz sahife, İbrahim'e yirmi sahife indirmiştir. Tevrat'ı, İncil'i, Zebur'u ve Furkan'ı (Kur'ân'ı) indirmiştir."
Ben derim ki: Bu rivayet, özellikle giriş kısmı, ki peygamberlerin ve Resullerin sayısını vermektedir, hem Şia ve hem de Ehlisünnet kanallarıyla rivayet edilen meşhur hadistir. Şeyh Saduk "el-Hisal" ve "el-Emalî" kitaplarında İmam Rıza'dan, o da ataları kanalıyla Resulullah'-tan, yine Zeyd b. Ali'den o da ataları kanalıyla Emir'ül-Müminin'den aynı anlamda bir hadis rivayet etmiştir. İbn Kavleveyh Kamil'üz-Ziya-rat adlı eserde, Seyyid b. Tavus "el-İkbal" adlı eserde İmam Zeynela-bidin'den (a.s) Besair'ud-Berecat adlı eserde, İmam Muhammed Bakır'dan (a.s) rivayet etmiştir.
el-Kâfi adlı eserde, İmam Muhammed Bakır'ın (a.s), "Resul, bir peygamberdi." ifadesi ile ilgili olarak şöyle dediği vurgulanır: "Nebi; rüyada meleğin sesini işiten, ama meleğin kendisini görmeyen kimsedir. Resul ise, meleğin sesini işiten ama rüyada görmeyen, bununla beraber meleğin kendisini gören kimsedir."
Aynı anlamı içeren başka hadisler de vardır. Aynı anlamı şu ayetten de algılamak mümkündür: "Harun'a da gönder." (Şuara, 13) Ama bu demek değildir ki, resul, kendisine vahiy meleği gönderilen peygamberdir. Tam tersine, burada şu husus kastediliyor: Nübüvvet (nebilik) risalet (resullük) peygamberlik misyonu kapsamında iki makamdır. Birinin özelliği rüya, diğerinin özelliği de vahiy meleğini görmedir. Bazen bu iki makam bir kişide toplanabilir. O zaman iki özellik de onda toplanmış demektir. Bazen Nebilik olur da Resullük olmaz. Bu durumda Resullük kavram olarak değil ama somutlaşma bakımından Nebilikten daha özel bir nitelik olur. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz Ebuzer hadisinde bu durumu fark etmek mümkündür. Ebuzer'in: "Bunların kaç tanesi resuldür?" sorusu bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, her resul nebidir. Ama her nebi resul değildir. Bununla, bazılarının "Ancak o, Allah'ın resulü ve nebilerin sonuncusudur." (Ahzab, 40) ayetini ileri sürerek, bu ve benzeri rivayetleri de kanıt göstererek, "Sona eren nebiliktir, resullük devam ediyor." şeklindeki iddialarına ilişkin cevap belirginleşiyor.
Yukarıdaki iddiaya verilecek cevap şudur: Nebilik mısdak ve somutlaşma bakımından Resullükten daha geneldir. Genel nitelikli bir şeyin kaldırılışı, onun kapsamındaki özel nitelikli bir şeyin de kaldırılışını kaçınılmaz kılar. Elimizdeki rivayetlerde, ki siz de fark etmişsinizdir, hiçbir şekilde Resullük ve Nebilik arasında umum-i min vech, yani birbirisinin bir bakımdan genel olmasına ilişkin bir kanıt söz konusu değildir. Tersine rivayetler mutlak bir genelliğe yani sadece nebiliğin genel olmasına işaret etmektedir.
Uyun-u Ahbar'ır-Rıza adlı eserde, İmam Ebu'l-Hasan er-Rıza'nın şöyle dediği rivayet edilir: "Ululazm" peygamberlerin bu ismi almalarının nedeni şudur: onlar çığır açıcı, kararlı ve şeriat sahibi idiler. Şöyle ki: Nuh'tan sonra gelen bütün peygamberler onun şeriatı ve metodu üzereydiler, onun kitabına uyuyorlardı. Bu durum Musa'nın zamanına kadar devam etti. Musa döneminden sonra gelen peygamberler, onun şeriatı ve metodu doğrultusunda hareket ediyorlardı, onun kitabına uyuyorlardı. Bu durum İsa'nın zamanına kadar devam etti. İsa'dan sonra gelen peygamberler onun şeriatı ve metodu doğrultusunda hareket ediyorlardı, onun kitabına uyuyorlardı. Bu durum Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a) zamanına kadar devam etti. İşte adı geçen bu beş peygambere ululazm (=çığır açıcı) denir. Bunlar nebi ve resullerin en üstünleridir. Hz. Muhammed'in şeriatı kıyamete kadar nesh olmaz. On-dan sonra kıyamete kadar hiçbir peygamber gelmeyecektir. Kim Hz. Muhammed'den sonra peygamberlik iddiasında bulunursa, veya Kur'-ân'dan sonra bir kitap getirse, bunu duyan her kes için söz konusu iddia sahibinin kanını dökmek mubahtır.
Aynı anlamı içeren bir rivayet de, Kısas'ul-Enbiyâ yazarı kanalıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir.
Tefsir'ul-Kummî'de, "Resullerden azim sahipleri gibi sabret." ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir açıklamaya yer veriliyor: Ululazm peygamberler, Hz. Nuh, İbrahim, Musa, Meryem oğlu İsa'dır. "Ululazm" olmalarının anlamı, onların Allah'ı onaylamada bütün peygamberlerden önce davrandıkları, kendilerinden önce ve sonra gelen peygamberleri onayladıklarıdır. Yalanlandıkları hâlde, çeşitli eziyetlerle karşılaştıkları hâlde sabır ve kararlılıklarından ödün vermemişlerdir."
Ben derim ki: Ehlisünnet ve'l-Cemaat kaynaklarında, İbn Abbas ve Katade kanalıyla ululazm peygamberlerin beş kişi oldukları, onların da Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.a) oldukları rivayet edilir. Aynı görüşü biz de, Ehlibeyt kanallarından rivayet ettik. Bu konuda başka görüşlerde vardır. Bazılarına göre, çığır açıcı peygamberlerin sayısı altıdır ve bunlar Hz. Nuh, İbrahim, İshak. Yakub. Yûsuf ve Eyyub'tur. Bazılarına göre, onlar cihad ve savaşla yükümlü kılınan, gizli şeyleri açığa çıkaran, din için mücadele eden peygamberlerdir. Bazıları da onların sayısının dört olduğunu ileri sürmüştür: İbrahim, Nuh, Hûd ve Hz. Muhammed (s.a.a). Ama bu iddialar kanıttan yoksundur. Biz doğru görüşe yer verdik.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Sumalî aracılığı ile İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Adem ile Nuh arasında kendilerini gizleyen peygamberler vardır. Bu yüzden Kur'ân'da adları gizli tutulmuştur. Kendini açıklayan peygamberler gibi isimleri açıkça geç-miyor..."
Aynı anlamı pekiştiren başka rivayetler, birçok kanaldan, masumiyet evinin halkından (Masum Ehlibeyt'ten) aktarılmıştır.
Tefsir'us-Safi'de Mecma'ul-Beyan tefsirinden naklen Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Yüce Allah bize (Kur'ân'da) kıssasını anlatmadığı siyah bir peygamber göndermiştir."
Emir'ül-Müminin, Nehc'ül-Belâğa'da Hz. Adem'den söz ettiği bir hutbesinde şöyle der: "Yüce Allah onu ölüm yurduna ve zürriyetin tenasülle çoğaldığı diyara indirdi. Allah-u Teala onun çocukları arasından peygamberler seçip görevlendirdi. Vahiy yoluyla onlardan misak aldı. Mesajı tebliğ etme hususunda onları güvenilir kıldı. çünkü kulların büyük çoğunluğu Allah'a verdikleri ahdi değiştirmiş, O'nun hakkını unutmuş ve O'na eşler koşmuştu. Şeytanlar onları Allah'ı bilmekten uzaklaştırmış, O'na kulluk sunmalarına engel olmuştu. Bu yüzden içlerinde Resuller görevlendirdi. Nebileri peş peşe gönderdi. Fıtratlarının misakını pekiştirsinler, unutulan nimetleri hatırlasınlar diye. Tebliğ aracılığı ile kendilerine kanıtlar sunsunlar, akılların gizli ve örtülü yönlerini, kavrayışlarını harekete geçirsinler, bir plân ve ölçü dahilinde evrene yerleştirilen ayetleri kendilerine göstersinler; üzerlerinde yükseltilmiş tavanı (gök), altlarına serilmiş döşeği (yer), yaşadıkları hayatı, yok olacakları ecelleri, kendilerini kocaltan hastalıkları, birbirinin ardı sıra başlarına gelen hadiseleri anlatsınlar diye. Ulu Allah kullarını gönderilmiş bir nebiden, indirilmiş bir kitaptan, gerekli bir hüccetten ve kanıtlanmış bir belgeden yoksun bırakmamıştır. Allah resuller göndermiştir. Sayılarının azlığı ve kendilerini yalanlayanların çokluğu onlar için bir kusur değildir. Önce gelen sonrakinin adını vermiştir. Göçüp gideni de, önceki tanıtmıştır. Bu minval üzere asırlar geçti, çağlar birbirini izledi. Babalar göçtü, oğullar yerlerini aldı. Nihayet ulu Allah resullerin sayısını tamamlamak ve peygamberliği sona erdirmek üzere Hz. Muhammed'i gönderdi..."
Ben derim ki: Hutbenin orijinalinde yer alan "ictalethum (=onları Allah'ı bilmekten uzaklaştırdı.)" yani, haktan saptırıp şaşkın bir hâle getirdi. İfadenin orijinalindeki "vatere ileyhim (=nebileri peş peşe gönderdi.)" yani, birini diğerinin ardından gönderdi. İfadenin orijinalinde yer alan "el-evsab" kelimesi, "vaseb" kelimesinin çoğuludur ve hastalık demektir. "Ahdas" kelimesi, "hades" kelimesinin çoğuludur ve hadise demektir. İfadenin orijinalinde yer alan "neselet'il-kurûn" asırlar geçti anlamınadır. "Sayıyı tamamlamak" va'di tasdik etmektir. Bununla kastedilen, yüce Allah'ın Resulü Muhammed'i (s.a.a) göndereceğine ilişkin va'didir. Nitekim Hz. İsa (a.s) ve diğer peygamberler onun geleceğini müjdelemişlerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da adalet bakımından da tastamamdır." (En'âm, 115)
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Abdullah b. Velid'in şöyle dediği rivayet edilir: İmam Cafer Sadık (a.s) buyurdu ki: Yüce Allah Hz. Musa hakkında şöyle buyuruyor: "Onun için levhalarda her şeyden yazdık." Böylece biz anladık ki, Hz. Musa'ya her şey yazılmamıştır. Hz. İsa hakkında da şöyle buyuruyor: "Sizin için anlaşmazlığa düştüğünüz bazı şeyleri açıklayacağım." Ama Hz Muhammed (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Seni de bunlar üzerine şahit getirdik. Sana her şeyin açıklayıcısı olan bir kitap indirdik."
Ben derim ki: Aynı değerlendirme Besair'ud-Derecat adlı eserde, iki değişik kanaldan Abdullah b. Velid aracılığı ile rivayet edilmiştir. Yüce Allah, Hz. Musa hakkında şöyle buyuruyor...." ifadesi, yüce Allah'ın Musa'ya verilen levhalarla ilgili bu çözümün, Tevrat'la ilgili "Her şeyin tafsili" şeklindeki sözünün açıklaması niteliğindedir. Çünkü eğer, her şeyin bütün yönlerden, eksiksiz bir açıklamayla kapsadığı kastedilseydi, o zaman levhalarla ilgili olarak "Her şeyden" sözü gerçeği yansıtmamış olacaktı. Bu da gösteriyor ki, "Her şeyin tafsili"nden maksat, şeylerin bir yönüyle açıklanışıdır, tüm yönleriyle değil. Artık, maksadı varın siz anlayın.
PEYGAMBERLİĞİN FELSEFÎ AÇIDAN İNCELENİŞİ
Genel olarak peygamberlik meselesi, peygamberliğin düzenlenmiş ve yasalaştırılmış hüküm ve kanunların tebliğine yönelik bir misyon olması ve bunların da itibarî olgular olmaları, yani gerçek birer olgu olmamaları nedeniyle, kelâmî bir meseledir, felsefî değildir. Çünkü felsefî araştırmalar varlıkların objeler dünyasındaki oluşları ile ve somut gerçeklikleriyle ilgilenir. İtibarî ve farazî olgularla ilgilenmez.
Ne var ki, peygamberlik meselesi, bir başka açıdan felsefîdir, felsefî bir araştırmanın konusu olabilecek niteliktedir. Şöyle ki: Temel öğretiler, ahlâkî ve pratik hükümler gibi dinsel prensipler, insan nefsi ile ilintilidirler. Çünkü nefiste kökleşmiş sağlam bilgilere ya da köklü karakterlere, hâllere dönüşmeleri söz konusudur. Bu bilgi ve karakterler insan nefsi için birer şekil oluştururlar. Mutluluğa ya da mutsuzluğa, Allah'a yakın ya da uzak olmaya doğru giden yolunu belirlemede etkin rol oynarlar. Çünkü insanoğlu, salih ameller, gerçek ve doğru inançlar aracılığı ile nefsi için bir takım kemal nitelikler edinir ve bu nitelikler de ancak kendisi için önceden hazırlanan Allah katındaki yakınlık ve gözdelik makamlarıyla, ilâhî hoşnutluk ve göz kamaştırıcı cennet ödülleriyle ilintilidir. Yıkıcı ameller, batıl ve saçma-sapan inançlar aracılığı ile de, nefsi için bir takım şekiller edinir. Bunlar da ancak geçici dünya ile fani süsleri ile ilintilidir. Böyle bir insan dünyadan ayrıldıktan ve seçme imkânını kaybettikten sonra, hüsran yurduna, ateşten barınağa sürüklerler insanı. Kuşkusuz bu gerçekliği bulunan bir yolculuktur.
Şu hâlde peygamberlik gerçek bir meseledir. Önceki açıklamalarımızda değindiğimiz ve Allah'ın kitabından algıladığımız kanıtsa, gerçekliği bulunan kesin bir kanıt ve aklî burhandır, naklî delil değildir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Amel vasıtasıyla gerçekleşen bu şekiller, kemale doğru giden yolda hareket eden insanın nefsi ile ilintilidir. İnsanın gerçek bir canlı türü, gerçekliği bulunan bir varlık ve bir takım gerçekliği bulunan sonuçlara kaynak olduğu hususunda şüphe yoktur. Varlıkların kemallerine doğru hareket etmelerini sağlayan sebepler insana da varoluşunun son kemal noktasına erişme yeteneğini bahşetmiştir. Bu olguyu deneyim ve somut kanıtların tanıklığıyla algılıyoruz.
Yüce Allah, bağışı ve feyzi eksiksiz olduğu için, her nefse kemale erişmesine elverişli bir bağışta bulunması, ona bu yeteneği bahşetmesi gerekir. Kemale doğru içinde bulunan eğilim, bu ilâhî bağış sayesinde kuvveden fiile geçer ki, biz buna mutluluk diyoruz. Ancak bunun için kişinin güzel sıfatlara, faziletli ve ılımlı karakterlere sahip olması kaçınılmazdır. Eğer kişi, alçaltıcı, rezil niteliklere, aşağılayıcı karakterlere sahipse, kemale yatkın bu içindeki dürtüler onu mutsuzluğa, bedbahtlığa sürükler.
Şayet bu karakterler ve ruhsal şekiller yapıcılık-bozgunculuk, korku-ümit, faydalı şeyleri arzulama-zararlı şeylerden kaçma inancından kaynaklanan isteğe bağlı fiiller aracılığı ile olmuş olması söz konusu bağışın dinsel daveti ile müjdeleme ve uyarma ile, korkutma ve umutlandırma ile ilintili olmasını gerektirir. Ki, müminler için bir şifa olsun, böylece mutlulukları için de öngörülen kemale ersinler. Zalimler için de bir yıkım, bir hüsran olsun, böylece bedbahtlıkları için de öngörülen kemale doğru yol alsınlar. Davet için, bu işi yapacak bir davetçinin olması şarttır. Bu da Allah tarafından görevlendirilmiş peygamberden başkası değildir. (Böylece genel peygamberlik meselesi ile ilgili felsefî inceleme doğmuş oldu.)
Eğer desen ki: Davet için, aklın insanı, hak nitelikli inanç ve amellere uymaya, iyilik ve takva yolunda hareket etmeye çağırması yeterlidir. Ayrıca peygamber göndermeye ne gerek vardır.
Senin bu yaklaşımına cevap olarak derim ki: Bu dediğin şeylere davet eden, bu tür tavırların sergilenmesini emreden akıl, güzellikle ve çirkinlikle hükmeden pratik akıldır. Daha önce de vurguladığımız gibi, varlıkların gerçekliklerini kavrayan teorik akıl değildir. Pratik akıl, değerlendirmelerinin, hükümlerinin önermelerini içsel algılardan edinir. İlk hâlinden itibaren insanın iç dünyasında bulunan algılar, şehevi ve öfkesel içgüdülerin algılarıdır. Fakat kutsal idrak gücü ise, o sırada henüz kavramdan fiile geçmemiştir. Daha önce de söylediğimiz gibi, fıtrî algılar insanlar arasında anlaşmazlığa yol açar. Ve fiili olarak insanda varolan algılar şimdilik kuvve hâlinde olan gücün bil fiil olmasına izin vermez. Bunu insanın pratik hâlinden somut olarak gözlemleyebiliriz. Çünkü olumlu ve yapıcı bir eğitim sistemini, bir terbiye sürecini yitiren herhangi bir topluluk ya da birey çok geçmeden, kendilerinde akıl bulunduğu ve fıtratın hükmü üzerlerinde geçerli olduğu hâlde barbarlaşırlar, vahşileşirler. Dolayısıyla, yüce Allah'ın insana bahşettiği aklı, peygamberlik misyonuyla desteklemesinden başka seçenek yoktur.
PEYGAMBERLİĞİN SOSYOLOJİK AÇIDAN ELE ALINIŞI
Eğer desen ki: Varsayalım ki, akıl her bireyden ve her toplulukta, her ölçekte tek başına hareket etme bağımsızlığına sahip değildir. Fakat doğa, her zaman kendi yararına, ıslahına dönük olanın eğilimi içindedir. Bu yüzden doğayı izleyen, ona göre tavır belirleyen bir topluluk da bireylerinin ıslahına dönük olan sonuçlara eriştirir. Sonuçta toplum, elverişli bir zemine oturma imkânını bulur, bir araya gelmiş bireylerinin mutluluğunu garanti altına almış olur. Bu noktada belirleyici olan, çevreye uyma diye bildiğimiz temel olgudur. Çünkü karşıt yönler arasındaki etkileşim, bir süre sonra, insan hayatının öngördüğü ortama elverişli bir topluluğun doğmasına yol açar. Bu da, insan denen canlı türünün bir araya gelmiş bireyleri için mutluluk kaynağı olur. Tarihsel süreçte gözlemlediğimiz gelişmeler bunu kanıtlar niteliktedir. Çünkü toplumlar her zaman tekamül etme eğilimi içindedirler, yapıcılığı, ıslahı isterler. İnsana tat veren mutluluğa yönelirler. Nitekim İsviçre gibi bazı topluluklar da bu standardı tutturma yolundadırlar. Henüz kemal düzeyine ulaşmanın şartları olgunlaşmamıştır. Buna er veya geç ulaşacaklardır. Kimi ülkelerde gözlemlediğimiz gibi.
Buna cevap olarak derim ki: Doğanın kemal ve mutluluğa eğilimli olduğunu kimse inkâr edemez. Durumu doğa ile örtüşen bir topluluk, kemale eğilimli doğa ile aynı durumu paylaşmış olur. Ancak şu gerçeği göz ardı etmemek ve üzerinde dikkatle durmak gerekir. Bu doğal eğilim ve yöneliş pratik kemali ve gerçek mutluluğu kaçınılmaz olarak öngörmez. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, insanın iç âlemindeki şehevi ve öfkesel tekamül pratize olmuştur. Buna karşın, iç dünyasındaki gerçek mutluluğun kaynağı sayılacak odak noktaları henüz kuvveden fiile geçmemişlerdir; atıl durumdadırlar.
Bunun tanığı da, bizzat yukarıdaki karşıt görüşte örnek gösterilen, tarih sahnesinden çekilmiş ya da şu anda tekamül sürecinde olan ve bir kısmı mutlu fazilet kentine ulaşmış, bir kısmı ise er veya geç ulaşacak olan uygar topluluklardır. Çünkü söz konusu toplumlarda gözlemlediğimiz kemal ve mutluluk bedenseldir. Bedensel mutluluk ve kemal ise insanın mutluluğu ve kemali demek değildir. Çünkü insan, cisim değildir. Aksine cisim ve ruhun bileşimi bir varlıktır. Maddî ve manevî yönlerin bir araya gelip oluşturdukları bir canlıdır. Beden içinde sürdürdüğü bir hayatı vardır. Bir de bedenden ayrıldıktan sonra sürecek olan, asla son bulmayacak olan bir başka hayatı vardır. Bu yüzden insan, öteki hayatında dayanacağı bir kemalin ve mutluluğun ihtiyacı içindedir. Bu yüzden, insanın gerçek mahiyeti buyken, doğal hayatın esasları üzerinde kurulu bedensel mutluluğu ve kemali, onun mutluluğu ve kemale erişi olarak değerlendirmek doğru değildir.
Bununla anlaşılıyor ki, toplum deneysel olarak pratikte bedensel kemale yöneliktir, insani kemale değil. Onun bu pratik hareketi ile, insanın gerçek kemalini kastediyor olması durumu değiştirmez. İnsanın helaki, bileşiminin çözülmesi ve dosdoğru yoldan ayrılması anlamına gelen bedensel kemali teorik olarak düşünmemesi, üzerinde bulunduğu pratik açısından hiçbir şeyi farklı kılmaz. Dolayısıyla, insan için öngörülen kemal, ancak peygamberlik misyonunun desteği ile, ancak ilâhî yol göstericilik ile gerçekleşebilir.
Eğer desen ki: Peygamberlik misyonu aracılığı ile gerçekleşecek ve varoluşsal hidayetle ilintili olacak bir davetin varlığının bir zorunluluk olduğunu kabul etsek, bu durumda adı geçen davet hareketinin insan toplulukları üzerinde etkin bir faaliyet sürecini gerçekleştirmesi zorunluluğu doğuyor. Nitekim insanın, daha doğrusu tüm varlıkların varoluşsal yararlarına yönelik yolu bulmaları pratik bir olgudur, yaratılış ve varoluş sürecinde aksiyoner bir işlev görür. Bu yüzden toplumların bu davetle biçimlenmeleri varoluşsal bir zorunluluk olur. Peygamberlik misyonu aracılığı ile yürütülen davet hareketinin insanlar arasında, diğer doğal içgüdüler gibi yürürlükte olması ve hiç bir zaman işlevsiz bırakılmaması gerekirdi. Oysa pratik durumun böyle olmadığını hep birlikte gözlemliyoruz. Bu nasıl bir gerçek ıslah hareketidir ki insan toplulukları onu kabul etmiyor? Bu bakımdan dinsel davetin hayata ilişkin anlaşmazlıkları ortadan kaldıracağı savı, gerçekle, pratik hayatla bağdaşmayan bir varsayımdan öte bir şeydir.
Bu iddiaya cevap olarak derim ki: Öncelikle, dinsel davetin etkisi açık ve belirgindir. Ancak gerçekler karşısında büyüklenenler bundan kuşku duyar. Çünkü din olgusu, ortaya çıktığı günden itibaren, bu güne değin geçen çağlar boyunca milyonlarca bireyi mutluluk yönünde bunların bir kaç katını da bedbahtlık yönünde eğitmiştir. Dinin önayak olduğu bu iki farklı sonuç, kabul ya da ret, boyun eğme ya da büyüklenme, iman ya da küfür tavrına göre şekillenir. Ayrıca kimi zamanlarda, kimi dinsel topluluklar kurtulmuş ve saadete ermişlerdir. Bununla birlikte dünya henüz ömrünü tamamlamış değildir. İnsanlık âlemi hayattan silinmemiştir. Bu yüzden herhangi bir topluluğun yapıcı bir dinsel topluluğa dönüşmesi, insanlığın gerçekliğine uygun bir hayatın yaşanması, faziletlerin, mutluluğunun ve yüksek ahlâkî değerlerin hayata egemen olması her zaman için mümkündür. O gün toplum içinde Allah'tan başkasına kulluk sunulmaz. Adalet ve fazilet geçerli olur. Böylesine olağanüstü bir etkiyi basit ve önemsiz olarak algılamamız doğru bir davranış olmaz.
İkincisi: Sosyolojik araştırmalar, aynı şekilde psikoloji ve ahlâk bilimi, dışarıda sergilenen fiillerin psikolojik niteliklerden beslenen ahlâkî karakter ve durumlarla ilgisinin olduğunu ve bunların ruhlar üzerinde etkisinin bulunduğunu kanıtlamıştır. Şu hâlde dış âlemde gerçekleşen fiiller, ruhların eserleri ve sıfatları konumundadır. Ayrıca bunların da ruhlar üzerinde ve sıfatlarının şekillenmesinde etkileri vardır. Bu noktada insan hayatına ilişkin iki temel sonuç çıkıyor karşımıza: a) Sıfat ve ahlâkî yapının sirayet etmesi. b) Sıfat ve ahlâkî yapının veraseti. Şu hâlde nitelikler ve ahlâkî karakterler amele dökülerek genişlemek suretiyle varlıklarını yaygınlaştırırlar. Veraset yoluyla da varlıklarına süreklilik kazandırırlar. Karakter ve sıfatlarla insanın amelleri arasında etkileşim söz konusudur. İnsanın nefsi her ne kadar yetkin karaktere sahip olursa onunla uyum sağlayan iyi ameller gerçekleşir. İşte bu, sıfat ve ahlâkî yapının sirayet etmesidir. Amellerin tekrarlanması sonucu nefiste üstün meleke ve karakter kökleşir ve sonuçta böylesine ameller süreklilik kazanırlar. İşte bu, ahlâkî yapının veraseti demektir.
En eski çağlardan beri, yazılı tarihten önce ve sonra insan topluluklarına paralel olarak süregelen bu büyük dinsel davet sürecinin de ahlâkî faziletler ve güzel, saygın nitelikler açısından insanoğlunun toplumsal hayatı üzerinde derin ve kalıcı etkiler bırakması kaçınılmazdır. Birçok insan olumlu tepki gösterip inanmasa bile dinsel davetin onların ruhları üzerindeki etkisi inkâr edilemez.
Gerçek şudur: Günümüzün birçok toplumunda, varlığını sürdüren birçok milletin hayatında peygamberlik misyonunun ve dinin izlerine rastlıyoruz. Bu topluluklar ve milletler bu nitelikleri katılım ya da başkalarını taklit yoluyla edinmişlerdir. Çünkü din olgusu, insan denen şu canlı türünün içinde ortaya çıktığı günden itibaren önemli uluslar ve topluluklar mesajını taşımış, onun ilkeleri doğrultusunda hayatını biçimlendirmiştir. Çünkü imana, güzel ahlâka, adalet ve iyiliğe çağıran tek davetçi din olagelmiştir. Şu hâlde bu gün az da olsa insanlar arasında, övgüye değer hasletler namına rastladığımız bulgular dinin izlerinin ve sonuçlarının kalıntılarıdır. Çünkü toplumları biçimlendirme işlevini yürüten genel düzenlemeler üçtür, dört değil. Biri dikta nitelikli düzenlemedir. İnsana ilişkin her faaliyette mutlak bir itaati, köleliği öngörür. İkincisi medeni kanunlardır ki, sadece fiiller alanında yürürlüktedir ve sadece fiillere hükmeder. Üçüncüsü ise, dindir. Hem inanç sistemine, hem ahlâk sistemine, hem de pratik hayata ilişkin hükümler koyar. Tümünü birden ıslah etmeye, birlikte düzenlemeye çalışır.
Eğer yeryüzünde umulan bir hayır ya da mutluluk varsa, dine ve dinsel eğitime nispet edilmesi gerekir.
Bu realiteye toplumsal hayat sistemlerini doğal kemal ekseni üzerinde bina eden, din ve ahlâk gerçeğini toplumsal yapılanmalarından dışlayan milletlerin pratik deneyimlerinden gözlemleyebiliriz. Çünkü bu milletler çok geçmeden, iyilik, merhamet, sevgi, kalp temizliği gibi ahlâkî ve fıtrî faziletleri yitirdiler. fıtrat gerçeği her zaman varlığını korudu. Eğer çok yönlü bir kemal için tek başına fıtrat yeterli olsaydı ve insanlar arasında bulunan kimi faziletler, katılım yoluyla geçen dinsel kalıntılar olmasaydı, söz konusu toplumların bu saydığımız güzellikleri yitirmemeleri gerekirdi.
Kaldı ki, tarih Hıristiyan toplumların haçlı seferleri sırasında, İslâm'ın evrensel kanunlarının önemli noktalarını alıntıladıklarının tanığıdır. Hıristiyanlar İslâm yasalarını taklit edip maddî alanda ilerlediler, Müslümanlar ise bu kanunları bir kenara attılar. Onlar kalkınırken, bunlar geri kaldılar. Bu konuda söylenecek çok şey var, ama biz kısa kesiyoruz.
Kısacası, sözünü ettiğimiz iki temel sonuç, yani sirayet ve veraset realiteleri insanın sahip olduğu içgüdüsel taklidin, alışılageleni koruma dürtüsünün gerekleridir. Dolayısıyla din ruhunun toplumlara nüfuz etmesini gerektirirler. Nitekim başka alanlarda da benzeri bir işlev görürler. Bu pratik bir etkidir.
Eğer desen ki: Bu durum da fıtrat neye yarar; hiç bir şeye cevap vermedikten sonra ve insan mutluluğu peygamberlik misyonuna bağlı olduktan sonra? Ayrıca, peygamberlik misyonunun davet ettiği dinsel yasamayı (Şeriat kılmayı) fıtrat esasına dayandırmanın anlamı nedir?
Buna cevap olarak derim ki: Daha önce, fıtratın insan mutluluğu ve kemali ile olan ilintisine ilişkin olarak sunduğumuz açıklamalar, bu kuşkuyu giderecek yeterliktedir. Çünkü peygamberlik misyonunun insana kazandırdığı mutluluk ve kemal olgusu, insan denen bu canlı türünün dışında, ya da fıtratın yabancısı olduğu bir durum değildir. Çünkü bizzat insanı buna yönelten fıtratın kendisidir. Fakat fıtratın yönelticiliği, tek başına, bir destek olmadan bu sonuca ulaşma bakımından yetersiz kalıyor. Sözünü ettiğimiz bu destekçi peygamberlik gerçeğidir ki, o da insanlığın ve kemalinin dışındaki bir olgu değildir. İnsanın bir yanına konulmuş bir taş gibi, insana eklenmiş bir olgu değildir. Aksi taktirde, onun insana kazandıracağı şey, kemal ve mutluluğun dışında olacaktı. Bir insanın terazideki ağırlığına ek olarak konulmuş bir taş gibi kendisine yük olacaktı. Aksine peygamberlik misyonu da insan için öngörülen fıtrî bir kemaldir, bu canlı türünün öz yaratılışında yer alan temel bir unsurdur. Özel bir bilinç, insana özgü kılınmış bir kavrayış, yaratılış gerçeğindeki köklü bir algılayıştır. Buna ancak, insan denen canlı türünün içinden bazı kişiler, ilâhî bağış sonucu ulaşabilir. Tıpkı, bulûğ çağına eren insanların, cinsel birleşme lezzetini özel olarak algılamaları gibi. Bu lezzete fiilen bulûğ çağına ermiş kimselerin dışındaki bireyler fiilen ulaşamazlar. Oysa bulûğ çağına ermiş ermemiş herkes insani fıtrat açısından bir ve ortak özelliklere sahiptirler ve bu algılayış da fıtratla bağlantılıdır.
Kısacası, peygamberlik gerçeği, peygamber olarak adlandırılan insanın insanlığı açısından fazlalık sayılabilecek, onun fıtratının dışında olan bir olgu değildir. Diğer toplumların ulaştıkları mutluluk da, kendi insanlıklarının ve fıtratlarının dışında değildir. İnsani varoluşun alışık olduğu olguların dışında değerlendirilmez. Yoksa insanlık açısından bir mutluluktan, bir kemalden söz edilemezdi.
Eğer desen ki: Bu açıklamadan sonra, peygamberlik misyonu etrafında yeni bir kuşku beliriyor. Çünkü bu hâliyle fıtrat yeterlidir. Nasıl olsa, peygamberlik de fıtratın dışındaki bir olgu değildir.
Yukarıdaki açıklamadan çıkan sonuç şudur: Fıtratı gereği uygar olan ve çeşitli topluluklar kurarak yaşamını sürdüren insan denen canlı türünün bireyleri arasında, sağlam ve dosdoğru fıtratlı, akılları asılsız kuruntulardan ve heveslerden arınmış, küçük düşürücü niteliklerden beri bazı salih kimseler, doğru ve normal fıtratları ve dejenere olmamış akılları aracılığı ile toplumun yararına ve insanın mutluluğuna neden olacak düşüncelere erişirler. Buna dayanarak insanlığın çıkarına, dünya ve ahiret imarına yarayan kanunlar koyarlar. Şu hâlde peygamber toplumsal bir dehaya sahip bir insandır.
Cevap olarak şöyle derim ki: Kesinlikle hayır! Bu, peygamberlik gerçeği ile, kapsadığı misyon ve sonuçları ile bağdaşmayan bir yorumdur.
Birincisi: Bu varsayımı bazı sosyologlar ileri sürmüşlerdir ki, bunların dinsel araştırmalarda bir etkinlikleri yoktur. Dünya ve ahiret hayatının gerçekleri üzerinde derin bir araştırma yapmış değildirler.
Bu iddiayı ortaya atanlar diyorlar ki, peygamberlik, özel bir toplumsal dehadır. Fıtrî sağlamlığın ve aklî olgunluğun bir sonucudur. Bu deha, kişiyi toplumun durumunu düşünmeye, çürümüş toplumu ıslah edecek fikirler üretmeye, toplumun bireylerini mutlu edecek adımları tespit etme yönünde bir düşünsel işlev görmeye zorlar.
İşte bu toplumsal deha sahibi kimse, peygamberdir. Düşünsel melekesinden süzülen salih ve yapıcı fikir ise vahiydir. Toplumun ıslahı için koyduğu kanunlarsa dindir. Bu fikirleri kendisine telkin eden, düşünce melekesine derc eden ve heva ve hevese uymak suretiyle insan âlemine ihanet etmeyen tertemiz ruhu ise emin ruh Cebrail'dir. Bunu da vahyeden gerçekte yüce Allah'tır. Onun yüksek ve temiz fikirlerini içeren kitap ise, semavî kitaptır. Melekler ise, doğal güçlerdir ya da insanın hayra çağıran yönleridir. Şeytan ise, kötülüğü ısrarla emreden nefistir, ya da insanın kötülüğe ve bozgunculuğa davet eden yönleridir. Artık buna göre, diğer olgular da mukayese edilebilir.
Bu varsayım dayanaktan yoksundur. Daha önce "mucize" konusunda, iddia edilen bu anlamı ile peygamberliğin ilâhî nübüvvetten çok, politik manevra olarak isimlendirilmesinin daha uygun olacağını vurgulamıştık.
Ayrıca, şunu da vurgulamıştık ki, adı geçen araştırmacıların "peygamberlik misyonu" olarak tanımladıkları bu özel deha, pratik aklın bir özelliğidir. Yapıcılık ve bozgunculuk esası üzerinde iyi fiillerle, kötü fiilleri birbirinden ayırt etme işlevini görür. Bu ise, akıl melekesine sahip insan türünün tüm fertlerinin ortak bir özelliğidir ve bu niteliğe ortak fıtratın yol göstericiliği sonucu ulaşılır. Aynı şekilde, bizzat bu aklın anlaşmazlıkların baş göstermesine neden olduğunu vurgulamıştık. Bu özellikte olan bir şeyin, sonra dönüp anlaşmazlıkları gidermesinin mümkün olmayacağını, bunun için bütünleyici bir başka olguya muhtaç olduğunu belirtmiştik. Değindiğimiz bu açıklamamızdan hareketle, bütünleyici olgunun özel bir algılama türü olması gerektiğini kavramış olmalısınız. İnsan türünün bazı fertleri pratik olarak bu niteliğe özgü kılınırlar. Bu özel donanımlı fertler, fıtratı dünya ve ahiretin gerçek mutluluğuna eriştirirler.
Buradan anlıyoruz ki, bu özel nitelikli algılama, düşünsel algıyla aynı mahiyette değildir. İnsanın aklî önermeler yoluyla vardığı düşünsel sonuçlarla peygamberliğe özgü algı ile varılan sonuçlar farklı şeylerdir. İki yol arasında büyük fark vardır.
İnsan psikolojisinin özellikleri üzerinde araştırma yapanlar, insanda psikolojik bir içsel algı yeteneğinin bulunduğundan kuşku duymazlar. Bazı fertler açısından bu özellik belirginleşebilir ve gözlemlenebilen âlemin ötesindeki âleme açılan bir kapı açabilir. Söz konusu kişi olağanüstü bilgilere, gelişmelere tanık olur ki bu, düşünce ve aklın ulaştığının ötesinde olan bir durumdur. Bizim eski zamanlarda yaşayan bütün psikologlarımız ve İngiliz uyruklu James gibi birçok Avrupalı ruh bilimcisi bu gerçeği açıkça dile getirmişlerdir.
Burada çıkan sonuç şudur: Peygamberlerin algıladıkları vahiy, aklın algıladığı düşünce ile aynı kategoride değerlendirilemez. Peygamberlik, şeriat, din, kitap, melek ve şeytan gibi olgular çağdaş yorumcuların uydurdukları anlamlarla örtüşmemektedir.
İkincisi: Peygamber olduklarını söyleyen, Allah'tan vahiy aldıklarını ileri süren Hz. Muhammed (s.a.a), İsa, Musa, İbrahim ve Nuh (a.s) gibi zatların sözleri (ki hepsi birbirini doğrular niteliktedir) aynı şekilde eldeki semavî kitaplar, söz gelimi Kur'ân-ı Kerim, çağdaş yorumcuların peygamberlik, vahiy, kitabın indirilişi ve melek gibi gerçekleri açıklamalarından farklı bir şekilde ve mahiyette sunmaktadır. Çünkü peygamberlerden geride kalan kitap ve sünnet açık bir şekilde, bu gerçeklerin ve sonuçlarının, doğal olguların, maddî oluşumun ve duyu organlarının dışında değerlendirilmeleri gerektiğini dile getirmektedir. Öyle ki bunları doğaya ve doğanın hükmüne bağlamak, ancak söz sanatının kaldıramayacağı, konuşma zevkinin dışlayacağı yorumlarla mümkün olabilir.
Dolayısıyla bu açıklamalarımızdan çıkan sonuç şudur: İnsan toplulukları aralarındaki anlaşmazlık bozgunculuğunu ortadan kaldıran şey, toplumun iyiliğinin ne yönde olduğunu kavrayan bu içsel algılayıştır. Peygamberlerin diğer insanlar içinde ön plâna çıkmalarını sağlayan ayrıca gücü kastediyorum. Ki bu tüm insan fertlerinin ortak özellikleri olan düşünsel algının ötesinde bir şeydir.
Eğer desen ki: Buna göre, adı geçen içsel algı, olağanüstü bir durumdur. Çünkü insan türünün fertleri kendi nefislerinde böyle bir olguya tanık olamıyorlar. Bu, sadece belli sayıdaki kimi fertlerin iddia ettikleri bir durumdur. Dolayısıyla mahiyeti ve konumu bundan ibaret olan bir olgunun tüm insanlığı, ıslah etmesi, gerçek mutluluğa eriştirmesi nasıl mümkün olabilir? Daha önce, insanı mutluluğa ve kemale yönelteceği varsayılan bir olgunun, insanın fıtratı ile bağlantı hâlinde ve birlik içinde hareket etmesi gerektiği vurgulanmıştı. İnsana yol göstericilik işlevini gören bir misyonun, onun eline konulmuş bir taş gibi ilgisiz ve yabancı olmaması gerekir.
Buna karşılık olarak derim ki: Peygamberlik olgusunun olağanüstülüğü tartışılmaz. Yine içsel algılarla ilgili bir durum olduğu, zahiri duyu organları ile algılanamayan bir iletişim şekli olduğu da şüphesizdir. Fakat akıl, olağanüstü bir durumu, zahiri duyularla algılanamayan bir olguyu reddetmez. Tersine, sadece imkânsızı reddeder. Aklın, olağanüstü durumları ve zahiri duyularla algılanamayan olguları doğrulamasının bir yolu, bir yöntemi vardır. Akıl, bir şeyi illetleri aracılığı ile kanıtlayabilir. Buna "nedensel" kanıtlama diyoruz. Bir de, irade ettiği şeyi, gerekleri ya da sonuçları aracılığı ile kanıtlar, buna da "innî "yani "şartla" kanıtlama yöntemi diyoruz.
Peygamberlik olgusu da, yukarıda işaret ettiğimiz anlamı ile bu her iki yöntemle de kanıtlanabilir: Peygamberlik misyonunun sonuçları ve neden olduğu gelişmeler göz önünde bulundurulur. Ki insanın dünya ve ahiret mutluluğunu kapsamına almasıdır. Bazı durumlarda da gerektiricileri göz önünde bulundurulur. Şöyle ki: Peygamberlik misyonu olağanüstü bir olgu olduğu için, bu misyona sahip olduğunu iddia eden kimse şunu demek istiyordur: Doğa ötesinde olan zat, ki doğadaki gelişmelere yol gösteren ve onları kendi mahiyetlerine uygun bir mutluluğa eriştiren ve aynı zamanda doğanın bir parçası olan insan türünü de kendisi için öngörülen mutluluk ve kemal düzeyine yönelten ilâh, insan türünün bazı fertleri üzerinde olağanüstü bir tasarrufta bulunur. İşte, vahiy bu tasarrufun bir göstergesidir. Eğer bu olağanüstü tasarruf caiz ise, olabilirlik niteliğine sahipse, başka olağanüstülükler de caiz olurlar. Çünkü benzer şeyler, caizlik ya da caiz olmazlık açısından aynı hükme tâbidirler. Bu bakımdan herhangi bir kimsenin peygamberlik iddiası gerçek ise, kendisinde bu olağanüstü nitelik bulunuyorsa, peygamberliği ile bağlantılı başka olağanüstülükler de sergilemesi normaldir, mümkündür. Söz konusu peygamberlik iddiasının gerçekliğinden kuşku duyan birini tasdik etme durumunda bırakma gibi bir bağlantıdan dolayı mucize göstermeyi de bu kategoride değerlendirmek gerekir. İşte sözünü ettiğimiz diğer olağanüstülük de mucize göstermedir. "Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'ân'dan şüphedeyseniz, bu durumda, siz de bunun benzeri bir sure getirin." (Bakara, 23)
Eğer desen ki: Diyelim ki, insanlar arasında anlaşmazlık peygamberlere inen vahiy adıyla anılan söz konusu içsel algı aracılığı ile ortadan kaldırıldı ve peygamber olan zat, bunu mucize ile kanıtladı. Fakat bu peygamberin hiç yanlış yapmayacağının güvencesi nedir? Yasa koyarken bu peygamber, onu yanlışlıklara karşı ne koruyacaktır? Nitekim o da bir insandır ve her insan gibi yanlış yapabilecek bir yaratılışa sahiptir. Bilindiği gibi, bu aşamada yapılacak bir hata, yani din vaz etme ve toplumda anlaşmazlıkları ortadan kaldırma aşamasında yanılgıya düşme, toplumu kemale erme süresinden alıkoyması, insan türünü kendisi için öngörülen mutluluğa götürücü yoldan saptırması bakımından, anlaşmazlığın kendisi kadar olumsuz bir durumdur. Dolayısıyla aynı sakınca bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Ben derim ki: Önceki incelemelerimiz, aslında sorunu çözücü niteliktedir. Bu konuda yeterli güvence vermektedir. Çünkü insan türünü böyle bir faaliyete sevk eden güç- anlaşmazlıkları giderici ruhsal olguyu kastediyorum- aslında evrensel yasalar sistemidir, bu sistem her varlık türünün varoluşsal kemaline ve gerçek mutluluğuna ulaştırılmasını öngörür. Çünkü, insanın olgular dünyasında, tüm dışsal gerçek varlıklar gibi varlığını gerektiren sebep, onu mutluluğa eriştirecek dışsal ve evrensel yol göstericiliği de sunmuştur. Bilindiği gibi, objeler dünyasının dışındaki olgular, söz konusu dünyanın dışında oldukları için yanlışla, yanılgıyla karşılaşmazlar. Demek istiyorum ki, objeler dünyasının dışındaki varlıklarda yanlışlık ve hata olmaz. Çünkü, dış âlemde olan şeyin orada olan şeyin kendisi olduğu açıktır. Bu tür olgular, ancak tasdiki bilgiler ve düşünsel faaliyetler aşamasında ve dış âlemde uygulama sürecinde yanlışlık ve hata ile karşılaşabilirler. Çünkü doğru ve yalan önermelerin özelliklerindendir. Bunlar önermelerin dış dünyaya uyup uymamalarına göre belirginlik kazanırlar.
İnsan türünü mutluluğa eriştirenin, toplumunda baş gösteren anlaşmazlıkları giderenin yaratılış ve varoluş olduğunu varsayarak, bu, yol göstericiliğinde ve yol göstericilikte kullanılan araçta -Peygamberlik ruhu ve vahiy bilinci- bir yanlışlık, bir hata ile karşılaşmamasını gerektirir. Evrensel yasalar sistemi, bu ruhu ve bilinci peygamberin varlığına yerleştirirken yanılmış olamaz. Evrensel yasalar sistemin belirlediği bu bilinçte, insan denen canlı türünün iyiliklerini bozgunculuklarından, mutluluğunu mutsuzluğundan ayırdetme işleminde bir hata yapmaz. Bir işte hata yaptığını, yanılgıya düştüğünü varsayarsak, hatadan ve yanılgıdan korunmuş bir başka işle, söz konusu yanlışlığın, yanılgının bertaraf edilmesi zorunluluğu doğar. Buna göre, evrensel yasalar sisteminin, varoluş düzeninin doğrular üzerinde yükselmesi, bünyesinde hata ve yanlışlık barındırmaması kaçınılmazdır.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, peygamberlik misyonuna ilgili olduğu her konuda, her alanda ismet (yanılmazlık) niteliği eşlik etmektedir. Din ve yasalaştırılan şeriat konusunda hatadan korunma durumu yani, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bu masumluk, günah işlememek anlamındaki masumluktan farklıdır. Bu masumluk, yüce Allah'tan vahiy algılarken yanılmama anlamındadır. Ötekisi ise, amel ve kullukla, ibadetle ilgilidir. Bu noktada üçüncü bir masumluk aşaması ön plâna çıkıyor ki, bu, algılanan vahiy insanlara duyurmada hata işlememe, yanılgılara karşı korunmuş olma ile bağlantılı bir aşamadır. Bu iki aşama, insanın varoluşsal mutluluğunun yolunda, yine varoluşun bir gereği olarak yer almaktadır varoluş sisteminde hataya, yanılgıya yer yoktur.
Cevap olarak sunduğumuz bu açıklamalar ile konuya ilişkin bir başka probleme de çözüm getirmiş oluyoruz: Niçin, adı geçen bu içsel bilincin, batini algının, ortak fıtrî bilince, yani düşünsel algıya benzemesi caiz değildir? Varlık içinde tıpkı onun gibi değişime ve etkilenmeye açık olması neden uygun düşmez? Çünkü fıtrî algılama, maddeden öte, maddeden soyutlanmış nefisle kaim olan olgulardan olmakla beraber, madde ile bağlantısı açısından güçlülüğe, zayıflığa, kalıcılığa ve gidiciliğe açıktır. Delirme, aptallık, ahmaklık, cahillik, yaşlanıp güçten düşme gibi algılama yeteneğine musallat olan musibetlere kaçınılmaz olarak maruz kalır. Aynı şekilde, gündemimizde olan içsel algılama da, bir şekilde maddî bedenle ilgilidir. Gerçi zati itibariyle maddeden bağımsız olduğu hususu tartışılmazdır. Ama bu ilgiden dolayı, tıpkı düşünsel algılama gibi değişimden ve bozulmadan etkilenmesi gerekir. İşte değişim ve bozulmaya maruz kalmasının imkân dahilinde olması ile birlikte, kaçınılmaz olarak yukarıda işaret edilen soru işaretleri belirmeye başlıyor.
Bu sorulara cevap olarak diyoruz ki: Daha önce, bu içgüdünün, yani insan denen canlı türünün gerçek mutluluğa yönelik içgüdüsünü, ancak kendi varlığının dışındaki bir var ediş, bir yaratış hâliyle gerçekleştiğini, düşünsel aklın bu noktada bir etkinliğinin bulunmadığını açıklamıştık. Dolayısıyla dışsal bir varoluşta hatanın yer almasının pratik bir anlamı yoktur.
Ancak bu içsel algılamanın, bedenle bir tür ilintisi bulunmasından dolayı değişim ve bozulmanın hedefi olacağı varsayımına gelince, biz bedenle ilintisi bulunan her algılamanın, değişimin ve bozulmanın açık hedefi hâline geleceğini kabul etmiyoruz. Bu konuda, sadece düşünsel algılama için böyle bir durumun söz konusu olabileceğini kabul edebiliriz. (Daha önce peygamberin vahyi algılamasının düşünsel türden bir algılama olmadığını vurgulamıştık.) Çünkü, insanın kendini algılaması da bu kapsama girer. Oysa bu algılama geçersizliği, bozulmayı, değişmeyi ve hatayı kabul etmez. Bu, insanın içine dolaysız doğan bir bilgidir. Bu bilginin bilinmesi de dışsal, objeler dünyasında varolan bir bilinenin aynısıdır. Yeri gelince, daha ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Şimdiye kadar, sunduğumuz bu açıklamaların ışığında bazı hususlar belirginlik kazanıyor:
1) İnsan türünün toplumsallığı uygarlaşmaya ve anlaşmazlığa yöneliktir.
2) İnsan türünün mutluluk yolunu tıkayan bu anlaşmazlık, insan aklının koyduğu kanunlarıyla ortadan kalkmaz ve bu formülle hiç bir zaman kalkmayacaktır.
3) Bu anlaşmazlığı ancak peygamberlik misyonu ile somutlaşan algılama bertaraf edebilir. Ancak yüce Allah, insan türü içinde tek tük kimseleri bu bilinçle donatır, başkasını değil.
4) Peygamberlerde bulunan bu içsel algılama, akıl sahibi tüm insanların sahip bulundukları düşünsel algılamanın aynısı değildir.
5) Söz konusu içsel algılama, insan türünü gerçek mutluluğa eriştirme amacına yönelik ve onun durumunu ıslah edici inanç ilkelerini ve kanunları kavrama hususunda yanılgıya düşmez.
6) Bu sonuçları, (Bizi özellikle son üç şık ilgilendiriyor. Peygamberin gönderilişinin zorunluluğunu, vahyi algılamanın, düşünsel algılamanın aynısı olmadığını ve peygamberin vahyi algılarken hiçbir şekilde hata yapmayacağını, yani masum olduğunu vurgulayan şıkları kastediyorum.) evrene egemen olan gözlemlenebilir genel yasalar sistemi öngörmektedir. Bu, aynı zamanda gözlemlenebilen her canlı türünün varoluşsal sebeplerin yol göstericiliği ile kendi mutluluğuna yönelik hareketlerin tarzıdır da. Canlı türleri bu sebepleri ve yol göstericiliği, mutluluğuna eriştirici, onu özümsemesini, sağlayıcı araçlar sayesinde edinmiştir. İnsan da bu türlerden biridir. Gerçek bir inanç sistemine inanmasını, üstün niteliklere bürünmesini ve iyilik ve fazilet kentinde salih, yapıcı ameller işlemesini mümkün kılacak özelliklerle donatılmıştır. Bu yüzden varoluşun, bir gün kendi dışında onun için mutlu bir ortam hazırlaması ve onu varoluşsal hidayete yöneltmesi ve daha önce de söylediğimiz gibi bu hidayette yanılgı ve yanlışlığın yer almaması kaçınılmazdır.
214- Yoksa sizden önce gelip geçenlerin misali (hâli) başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda Peygamber ve beraberindeki müminler; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyorlardı. Dikkat edin, şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır.
AYETİN AÇIKLAMASI
Önceki bir açıklamamızda, bu ayet-i kerimenin "Ey iman edenler, hepiniz topluca (Allah'a) teslim olun…" diye başlayan ayetler grubunun içinde yer aldığını, bu ayetlerin akışının aynı tarzda ve birbirine bağlı olarak devam ettiğini vurgulamıştık.
Yoksa sizden önce gelip geçenlerin misali (hâli) başınıza gel-meden cennete gireceğinizi mi sandınız?
Bu ifade, önceki ayetlerin işaret ettiği gerçeği pekiştirici niteliktedir.
Buna göre din, yüce Allah'ın insanlığa yönelik bir tür yol göstericiliğidir; onlara dünya ve ahiret mutluluğunun yollarını gösterir. Bu çerçevede değerlendirildiği zaman din, yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği bir nimet olarak ön plâna çıkar. Şu hâlde insanların dine teslim olmaları, şeytanın adımlarına uymamaları, din de anlaşmazlığa düşmemeleri, ilacı hastalık hâline getirmemeleri, Allah'ın nimetini küfre ve uğursuzluğa dönüştürmemeleri bir zorunluluktur. Heva ve hevesin peşine takılmaları, dünyanın çekici süslerine ve nimet kırıntılarına kapılmaları durumunda, Rab'lerinin gazabına uğrarlar.
Nitekim İsrailoğulla-rı da kendilerine bahşedilen din nimetini değiştirmişlerdi de Allah'ın gazabı üzerlerine çöküvermişti. Çünkü imtihan süreklidir, dinsel duyarlılığı ölçmeye yönelik sınama değişmez bir kuraldır. Hiç bir insan, inanç üzere sebat ve teslimiyet göstermeden dünya ve ahiret mutluluğuna ve âlemlerin Rabbinin yakınlığına erişemez.
Önceki ayetlerde üçüncü şahıslar konumuna getirilen müminlere, bu ayette hitap direkt onlara yöneltilerek gayıptan muhataba geçiş sağlanıyor. Çünkü ayetlerin akışı içinde, asıl muhataplar onlardır. "Ey iman edenler, hepiniz topluca (Allah'a) teslim olun..." ifadesinde de görüldüğü gibi mesajın dolaysız muhatapları müminlerdir. Ayetlerin akışı içinde söz sanatının bir gereği olarak hitap başkalarına yöneltilmiştir.
İfade değişikliğine duyulan ihtiyaç ortadan kalkınca, söz yeniden asıl muhataplara yöneltilmiştir.
"Em" edatı munkatıdır (önceki cümleden kopuktur) ve vurgulama ifade eder. Söylendiğine göre ifadenin anlamı da şöyledir: "Yoksa cennete gireceğinizi mi sandınız?" Munkatı "em" edatı hakkında dilbilimciler arasında görüş ayrılığı olduğu bilinmektedir. Bu görüşler içinde en doğrusu, "em" edatının tereddüt anlamını ifade ettiğini dile getirendir. Vurgulama anlamını ifade etmesi ise, vurgunun konuya uygun olmasına bağlıdır. Yani, vurgulama bu edatın yalın anlamı içinde yer almamaktadır.
Örneğin işlediğimiz ayetten konu itibariyle şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: İmandan sonra teslim olmaya, din nimeti üzere sabit kalmaya ve dinde bir ve beraber olmaya ilişkin emrimiz üzerine artık teslim oldunuz mu? Yoksa, siz cennete gireceğinizi mi sandınız..?
"Sizden önce gelip geçenlerin hâli başınıza gelmeden..."
"Misl" kelimesi, tıpkı "şibh" ve "şebeh" gibi, hem "misl", hem de "mesel" olarak telaffuz edilebilir. Onunla dinleyicinin zihnini başka bir şeye iterek benzetme yoluyla konuyu onun zihninde canlandıran, somutlaştıran şey kastedilmiştir. Bu kelimeden türeyen "mesel" istenen manayı temsil istiare yöntemiyle dinleyicinin zihninde canlandırmaya yarayan cümle ya da kıssaya da denir. Şu ayet-i kerimeyi buna örnek verebiliriz: "Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımamış olanların (Tevrat kendilerine öğretildiği hâlde onun emirlerine uymayanların) durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir.
" (Cum'a, 5) Sıfat anlamına kullanılan "mesel" de bu kapsama girer: "Bir bak, seni nasıl nitelendirdiler." (Furkan, 9) Müşrikler Resulullah'a (s.a.a) deli, büyücü ve yalancı gibi sıfatlar yakıştırıyorlardı. Sonuç olarak bahsettiğimiz ayette yüce Allah'ın, "Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı..." sözünden anlıyoruz ki, "mesel" kelimesi ile işaret ettiğimiz ilk anlam kastedilmiştir.
Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki...
"Sizden önce gelip geçenlerin hâli başınıza gelmeden..." ifadesinin ardından, muhatap olan kişi, bu sözün ayrıntılı açıklamasını şiddetle arzular hâle geldiği için, söz konusu genel ve toplu ifade şu şekilde ayrıntılandırılıyor: "Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki..." Ayetin metninde, geçen "el-be'sa" kelimesi, nefsinin dışında olan mal, makam, aile ve güvenlik gibi yaşamının zorunlu ihtiyaçları ile ilgili olarak insanın karşı karşıya kaldığı zorluklar demektir. "ed-Darra" ise, yaralanma, öldürülme ve hastalık gibi insanın nefsi ile ilgili zorluklar anlamına gelir.
"ez-Zelzele, ez-Zilzal" kelimelerinin anlamı bilinmektedir. Sarsıntı demek olan bu ifadelerin aslı "zelle"dir. Yani, tökezleyip düştü. Bu kelimede bulunan tekrar, manada olan tekrarı ifade etmek içindir. Öyle ki yer sarsıntı esnasında tekrar tekrar düşüyor sanki. Bu tarz kullanışın Arapça'da diğer birçok örneği de vardır: "Sarra/sarsara, salla/salsala, kebbe/kebkebe gibi. Bu ayette geçen "zilzal (=sarsıntı)"dan maksat, büyük acı duyma ve dehşete kapılmadır.
Sonunda elçi, beraberindeki müminlerle şöyle dedi:
İfadenin orijinalinde geçen "yegûlu" kelimesi mensup olarak okunmuştur. Bu şekilde cümle, önceki cümlenin gayesi niteliğini kazanır. Bir kıraatte de "merfu" okunmuştur, bu şekilde cümle, geçmiş bir durumun anlatımı niteliğini alır. İfade için, bu anlamların her ikisi de uygun olmakla beraber, ikinci anlam, ayetin akışına daha uygundur. Çünkü, cümlenin, önceki cümlenin gayesi niteliğinde olması, ve "sarsıldılar" ifadesine gerekçe olması tam olarak ayetin akışına uygun düşmemektedir.
"Allah'ın yardımı ne zaman?"
İfadeden anladığımız kadarıyla bu, Resulün ve beraberindeki müminlerin söyledikleri bir sözdür. Ancak bunun yüce Allah'ın peygamberlerine ve müminlere vaat ettiği zaferi ve yardımı istemeye yönelik bir temenni ve talep şeklinde Resul tarafından telaffuz edilmiş olmasının bir sakıncası yoktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun, peygamber olarak gönderilen kullarımıza şu sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar, muhakkak nusret bulacaklardır." (Sâffat, 171-172) "Allah yazmıştır: Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de." (Mücadele, 21) "Öyle ki elçiler, umutlarını kesip de artık onların gerçekten yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir." (Yûsuf, 110) Görüldüğü gibi, bu ayetin vurgusu, incelediğimiz ayetin vurgusundan daha serttir.
Aynı şekilde, ayetin zahirinden anladığımız kadarıyla "Dikkat edin, şüphesiz Allah'ın yardımı yakındır." ifadesi, yüce Allah tarafından söylenmiştir. Peygamberin ve beraberindeki müminlerin sözlerinin devamı değildir.
Önce de değindiğimiz gibi, ayet-i kerime, sınamanın, dinsel duyarlılığı deneme amaçlı imtihanın sürekliliğini, bu kuralın eski ümmetler için olduğu kadar İslâm ümmeti için de geçerli olduğunu vurgulamaktadır.
Aynı zamanda, geçmiş olayların tekrarlanması karşısında nitelik ve misalin değişmeyeceğini de ifade etmektedir. Tarihin tekerrür etmesi, yinelenmesi dediğimiz şey budur.
AYETİN MEÂLİ
215- Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Hayırdan infak edeceğiniz şey, anne-baba, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.
AYETİN AÇIKLAMASI
Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Hayırdan infak edeceğiniz şey, anne-baba, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir.
Bazı tefsir bilginlerine göre, bu ayet-i kerime, hikmetli bir ifade tarzına sahiptir. Çünkü soruyu soranlar infak edecekleri şeyin cinsini ve türünü öğrenmek istiyorlardı, oysa böyle bir soru anlamsızdır. Çünkü infak edilecek türün mal ve kapsamına giren şeyler olduğu açıktır. Bu yüzden sorunun "kimlere infak edeceğiz?" şeklinde olması gerekirdi. O nedenle, cevap, neyin infak edileceği değil, kimlere infak edileceğine ilişkin olmuştur. Bunda da, sorunun nasıl olması gerektiğine yönelik bir uyarı vardır.
Tefsir bilginlerinin bu tespitleri son derece vurgulayıcı olmakla beraber, önemli bir şeyi göz ardı etmişlerdir. Çünkü ayet-i kerime, buna rağmen infak edecekleri şeyin cinsini de açıklamaktadır. Ayet-i kerimede infak edilecek şeyler, önce "hayırdan..." ifadesiyle genel olarak ortaya konuluyor. İkinci olarak da "Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir." ifadesiyle vurgulanıyor. Buna, göre ayet-i kerime, infak edilecek şeyi de göstermektedir. Bu da az veya çok herhangi bir maldır. Hem de bunu yapmanın hayır bir iş olduğunu ve yüce Allah'ın bunu bildiğini açıklamaktadır. Ne var ki, onların asıl infak edecekleri kimseleri sorup öğrenmeleri gerekirdi. Bunlar da, anne-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolculardır.
Bazı müfessirlerin şu görüşleri son derece tuhaftır; demişler ki: "neyi infak edecekler..." ifadesinin orijinalindeki "ma" edatı ile mahiyete yönelik bir soru sorulmamıştır. Çünkü mahiyet, mantıksal bir kavramdır. Arapça bir sözün, özellikle en açık ve en vurgulayıcı bir sözün bu tarzda inmesi yakışık almaz. Şu hâlde burada niteliğe yönelik bir soru söz konusudur. Yani, onlar nasıl infak edecekler ve bu infakı kimlere ve nerelere yapacaklardır? Bu yüzden cevap, ayette zikredilen gruplara harcamaya ilişkin olarak belirginleşmiştir. Dolayısıyla cevapla soru arasında bir uyum vardır. Belagat bilginlerinin söyledikleri tarzda bir durum yoktur.
Bunun gibi ve hatta daha da tuhaf olanı bazılarının ileri sürdüğü şu görüştür: Soru "ma" edatı ile yöneltilmiş olmakla beraber, soru ile kastedilen, aslında niteliktir. Çünkü infak edilecek şeyin "mal" olduğu bilinmektedir. Bu, bilindiğine göre, o konuda kimse soru sormak hissi duymaz böylece sorunun niteliğe ilişkin olduğu belirginlik kazanmaktadır. Tıpkı şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "Dediler ki: Bizim için Rabbine dua et, onun nasıl bir şey olduğunu bize açıklasın. Çünkü o inek bize başka ineklere benzer geldi." (Bakara, 70) Çünkü ineğin nasıl bir hayvan olduğu, doğuşu ve nitelikleri bilinmekteydi. Dolayısıyla, ayetin orijinalinde geçen "ma" (nasıl bir şeydir) sözünü "mahiyet" öğrenme şeklinde yorumlamanın mantıklı bir dayanağı bulunmamaktadır. Dolayısıyla, sorunun ineği, bunu cinslerinden ayıran bir sıfatının öğrenilmesine ilişkin olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim verilen cevap da, bu değerlendirme ile uyuşmaktadır: "O, henüz boyunduruk altına alınmamış bir inektir." (Bakara, 71)
Bu görüşleri ileri sürenler önemli bir yanlışlık yapmışlardır. Çünkü "ma" edatı, her ne kadar lügatte mantıksal bir deyim hâline gelen mahiyeti öğrenmek için mantığın kavramsallaştırdığı ve cinsin kaynaşmış sınırı ve birbirine yakın iki şeyi ayıran ara bölme anlamına gelen mahiyeti ifade etmek için kullanılmasa da, bu, onun niteliği öğrenmeye ilişkin soru için kullanılması gerektiği anlamına da gelmez, öyle ki biri kalkıp da, infakı hak eden grupları öğrenmek amacı ile "Neyi infak etmek gerekir?" desin ve bu "Kime infak etmek gerekir?" anlamını ifade etsin; buna cevap olarak da: "Anne-babaya, akrabalara..." denilsin. Bunun yanlış bir kullanış tarzı olduğu açıktır.
Tam tersine, "ma" edatı, bir şeyi tanıtıcı şeyin tespitine yönelik soru için konulmuştur. Bunun mahiyet olarak bilinmesi ya da özellik ve sıfatlar olarak bilinmesi arasında herhangi bir fark yoktur. Edatın bu özelliği, mantık biliminin kavramsallaştırdığından daha geneldir. Yoksa bu, mantıktaki deyimden başka bir şey olup da şeyin niteliğini tespite ilişkin soru için konulmuş değildir. Buradan hareketle anlıyoruz ki, önce de Kur'ân'dan naklettiğimiz "Onun nasıl bir şey olduğunu bize açıklasın" ifadesi ile "O, henüz boyunduruk altına alınmamış inektir." ifadesi, dilbilgisi kurallarına uygun olarak gerçekleşmiş soru-cevap niteliğindedir. Soru, bir şeyi tanıtıcı bir özelliği belirtici şeye yöneliktir. Cevap da buna ilişkindir.
Bazılarının da: "Mahiyetin ne olduğu bilindiğinden, burada "ma" edatı ile, niteliğe ilişkin soru sorulmuş ve mahiyeti öğrenmeye dönük bir soru sorulmamıştır" şeklindeki değerlendirmesi ise, apaçık bir yanılgıdır. Çünkü böyle olsa bile bu, kelimenin orijinal anlamından başka bir anlama kaydırılmasını gerektirmez.
Yukarıda sunduğumuz iki görüşü tuhaflıkta geride bırakanı ise şu görüştür: Soru iki şeyi birden öğrenmeye yöneliktir: Ne infak edecekler ve kime infak edecekler? sorulardan biri dile getirilirken, ötekisi (ikinci soru) cevaptan anlaşıldığı için zikredilmemiştir. Bu görüşün durumu da ortadadır!
Her hâlükârda, ayet-i kerimede bir cevaptan diğer bir cevaba dönüşün olduğundan kuşku duymamak gerekir. Bu dönüşüm "kimlere infak edileceğine" ilişkin bir sorunun daha yerinde, olacağını vurgulamaya dönüktür. Yoksa infakın "hayır"dan ve "mal"dan yapılacağı açıktır. Asıl bilinmesi gerekenin başka bir şey olduğunu vurgulayan bu tür dönüşümlü cevapların örnekleri Kur'ân-ı Kerim'de çoktur. Bu, Kur'-ân'a özgü ifade tarzında rastladığımız edebi sanatların en tatlılarından biridir.
Şu ayet-i kerimeleri buna örnek gösterebiliriz: "İnkâr edenlerin örneği (hayvanlara) haykırdığı zaman bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen kimsenin örneği gibidir." (Bakara, 171) "Onların bu dünya hayatındaki harcamaları kavurucu soğuktaki bir rüzgara benzer." (Âl-i İmrân, 117) "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği, yedi başak bitiren bir tanenin örneği gibidir." (Bakara, 261)
"Malın da, çocukların da bir yarar, sağlayamadığı bir günde. Ancak Allah'a selim bir kalple gelenler başka." (Şuara, 88-89) "De ki: Ben buna karşılık, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen olmak dışında sizden bir ücret istemiyorum." (Furkan, 57) "Onların nitelendirdiklerinden Allah münezzehtir. Ancak muhlis olan kullar başka." (Sâffat, 159-160) Ve buna benzer daha birçok ayet-i kerime.
Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.
Bu ifadede, "infak etme"nin "hayır yapma" ile yer değiştirmesi, tıpkı ayetin başında "mal" yerine "hayır" deyiminin kullanılmış olması gibi, şu hususa yönelik bir ima içermektedir: İnfak etme, malın azından veya çoğundan olmak üzere iyi ve müstehap bir fiil olmakla beraber, altında istek ve sevgi yatan bir hayır olması gerekmektedir. Nitekim şu ayet-i kerimelerde de bu inceliğe işaret edilmiştir: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla iyiliğe eremezsiniz." (Âl-i İmrân, 92) "Ey iman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infak edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın." (Bakara, 267)
Ayet-i kerimede, ayrıca infakın bir kötülükle beraber olmaması gerektiğine ilişkin, bir işaret de bulunmaktadır. İnfak ederken başa kakmak, eziyet etmek gibi. Şu ayetlerde de bu hususa dikkat çekilmiştir: "Sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet etmeyenler." (Bakara, 262) "Sana neyi infak edeceklerini sararlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı." (Bakara, 219)
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. Muhammed'in (s.a.a) ashabından daha hayırlı bir topluluğa rastlamadım. O vefat edinceye kadar, sadece on üç mesele hakkında soru sordular. Bu soruların tümü de Kur'ân'da yer almaktadır. "Sana haram ay hakkında soru sorarlar..." "Sana yetimler hakkında soru sorarlar..." "Sana kadınların aybaşı hâli hakkında soru sorarlar..." "Sana ganimetler hakkında soru sorarlar..." "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar..." Bu soruların bir kaçıdır. Onlar, ancak kendilerine yararı olan şeyleri sorarlardı."
Mecma'ul-Beyan tefsirinde belirtildiğine göre, tefsirini sunduğumuz ayet-i kerime, Amr b. Cumuh hakkında inmiştir. Amr yaşlı bir adamdı ve çok malı vardı. Resulullah'ın yanına gelerek: "Ya Resulul-lah, sadaka olarak ne vereyim ve kime infak edeyim" dedi. Bunun üzerine söz konusu ayet indi.
Ben derim ki: ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, aynı rivayet İbn Münzir ve İbn Hibban kanalıyla aktarılmıştır. Rivayeti, zayıf bulanlar da çıkmıştır. Bununla beraber, ayetle de uyuşmamaktadır. Çünkü ayette, sorunun sadece "neyin infak edileceği"ne ilişkin olduğundan söz edilmektedir. Kime infak edileceği hususu soru kısmında yer almamaktadır.
Ayetle uyuşmayan bir diğer rivayet de, yine aynı eserde, İbn Cerir, İbni Münzir kanalıyla İbn Cüreyh'ten aktarılandır: Müminler, Resulullah'a mallarını nereye harcayacaklarını sordular. Bunun üzerine "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Hayırdan her ne infak ederseniz..." diye başlayan ayet indi. Burada kastedilen gönüllü sadakadır. Zekât ise, bütün bunlardan ayrıdır.
Yine aynı eserde Süddî kanalıyla aktarılan rivayeti de bu şekilde değerlendirebiliriz: Bu ayet indiği zaman, zekât hükmü yoktu. Burada, kişinin kendi ailesine yaptığı harcamalar kastedilmiştir. Bir de hayır amaçlı harcamalar. Zekata ilişkin hüküm bunu yürürlükten kaldırmıştır (neshetmiştir).
Ben derim ki: "Onların mallarından sadaka al." (Tevbe, 104) şeklindeki zekât ayeti ile, bu ayet arasındaki ilişki, nesh ile izah edilecek bir ilişki değildir. Bu husus son derece belirgindir. Ancak "nesh" kavramı ile başka bir anlamın kastedilmiş olması başka.
AYETLERİN MEÂLİ
216- Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı. Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.
217- Sana, haram olan aydan, onda savaşmayı sorarlar. De ki: O'nda savaşmak büyük bir günahtır. Allah yolundan alıkoymaktır. Halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne katlden beterdir. Ellerinden gelse sizi dininizden geri çevirmek için sizinle savaşmayı sürdürürler. Sizden kim dininden geri döner ve inkâr hâlinde ölürse, onların dünya ve ahirette amelleri boşa gider, onlar ateş ehlidir ve onlar orada kalıcılardır.
218- Onlar ki iman edip hicrette bunlundular ve Allah yolunda cihad ettiler, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah bağışlayandır, rahimdir.
Bundan önce defalarca vurguladığımız gibi "yazma" fiili, yasama (teşri) nitelikli bir ifade akışı içinde yer alıyorsa "farz kılma" anlamına gelir, varoluş ve evrensel yasalar sistemi ile ilgili bir ifade akışı içinde kullanılmışsa, bu sefer de kesin hüküm anlamını ifade eder. Bu bakımdan, ayet-i kerime, savaşın tüm müminlere farz kılındığını göstermektedir. Çünkü hitap onlara yöneliktir. Ancak bir başka şer'i kanıtın istisna kıldığı kimseler bu genel hükmün dışındadır. Şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "Kör olana güçlük yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur." (Nur, 61) Bunun dışında birçok ayet ve kanıt örnek gösterilebilir.
"Yazma" fiilinin failinin kim olduğu cümle içinde belirtilmiyor. Çünkü cümlenin sonunda şöyle bir cümlecik yer almaktadır: "Savaş hoşunuza gitmediği hâlde" Bu ise, faili açıklamaya, uygun bir ifade değildir. Onun makamının saygınlığını korumak için bu gereklidir. İsminin ağırlığı zedelenmemelidir, müminlerin hoşnutsuzluğunu gerektiren bir olay açıkça ona nispet edilerek, isminin etrafında olumsuz bir hava oluşturmasına izin verilmemelidir.
"K-r-h" kelimesi "kurh" şeklinde telaffuz edildiği zaman, insanın doğal olarak veya başka bir şekilde kendi içersinde algıladığı meşakkat, sıkıntı anlamını ifade eder. "Kerh" şeklinde telaffuz edildiğinde ise, dışarıdan kendisine yüklenen meşakkat, sıkıntı anlamına gelir. Başka bir insanın, istemediği nefret ettiği bir şeye onu zorlaması gibi. Şu ayetleri buna örnek gösterebiliriz: "Kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkışmanız helâl değildir." (Fussilet, 11) Savaşın farz kılınmasının müminlerin hoşuna gitmemesi ya savaşın can kaybına, bedensel zorluklara, maddî zarara, güvenlik, rahat ve huzurun ortadan kalkmasına yol açtığı içindir. Çünkü bu tür durumlar, insanın toplumsal hayatı açısından olumsuz ve istenmeyen şeylerdir. Müminlere ağır gelmesi, sıkıntı meydana getirmesi doğaldır. Nitekim yüce Allah, kitabında müminlerden övgüyle söz etmiş, içlerinde inançlarında sadık olan ve çabasında başarıya ulaşan kimseler olduğunu hatırlatmış olmakla beraber, yer yer içlerinde bir grubu da azarlamıştır. Bunlar kalplerinde haktan sapma eğilimi bulunan, ayakları kayan kimselerdir. Bedir, Uhud ve Hendek Savaşları ile ilgili olarak inen ayetler incelendiğinde, bu husus açıkça görülecektir. Bu bakımdan, bir konudan hoşnutsuzluk ve ağır davranma olgusu, içinde bunu istemeyen ve isteyen kimseler bulunan, ancak istemeyeni daha çok olan bir topluluğa nispet edilebilir. Bu, bir yorumdur.
Ya da, müminler yeterli güce ve donanıma sahip olmadıkları için kâfirlerle girişilecek bir savaşın İslâm'ın ve Müslümanların yararına sonuçlanmayacağını düşünüyorlardı. Yeterli sayı, mal ve donanım hazırlanana kadar bu emrin geciktirilmesini daha akıllı olarak görüyorlardı. Bu yüzden savaşa başlamaktan ve bu işte acele etmekten hoşlanmıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah, onların bu görüş ve değerlendirmelerinin yanlış olduğunu bildirdi. Çünkü yüce Allah'ın bu emirle gerçekleştirmek istediği bir husus vardı ve o emrini kesinlikle gerçekleştirecekti. O, meselenin iç yüzünü bilir, onlar ise, sadece dış yüzünü bilebilirler. Bu da bir başka yorum.
Veya müminler Kur'ân terbiyesi ile eğitilmiş kimselerdi, Allah'ın yarattığı varlıklara şefkatle yaklaşma, acıma ve merhamet etme içlerinde köklü bir duyguydu. Bu yüzden kâfirlerle savaşmaktan hoşlanmıyorlardı. Çünkü, kâfirlerle girişilecek bir savaşta, kaçınılmaz olarak can kaybı olacaktı. İşte müminler bunlara razı değildiler. Onların istediği, kâfirleri ikna etmeye çalışmak, onlarla güzelce geçinmek, iç içe yaşamak, belki doğru yola erişirler diye güzel öğütle onları İslâm'a davet edip, iman sancağı altına girmelerini sağlamaktı. Böylece müminler açısından can kaybı olmayacağı gibi kâfirler de ebedi helake mahkum olmayacaklardı. Bunun üzerine yüce Allah onların bu değerlendirmelerinin yanlış olduğunu bildirdi. Çünkü, savaş hükmünü yasallaştıran yüce Allah, davetin bu hüsrana uğramış bedbaht gönüller üzerinde etkili olmadığını biliyordu. Onların çoğu dine dönüp dünya ve ahiret mutluluğuna erişecek değildi. Onlar insanlık topluluğu içinde, kangren olmuş ve yavaş yavaş vücudun başka organlarını da etkilemek üzere olan bir organ gibiydiler. Böyle bir organı kesip atmaktan başka hiç bir ilaç, hiç bir tedavi kar etmez. Bu da bir diğer yorum.
Bu yorumların her biriyle "O hoşunuza gitmediği hâlde" ifadesi yorumlanabilir. Ancak içlerinde en uygunu, azarlamaya ilişkin ayetleri göz önünde bulundurduğumuzda, ilk yorum ve değerlendirmedir. Kaldı ki, "Savaş üzerinize yazıldı." ifadesinin, az önce de değindiğimiz gibi, meçhul sıygası ile cümle içinde yer almasının gerekçesine yönelik açıklamamız, söz konusu yorum ve değerlendirmeyi destekler niteliktedir.
Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır.
Daha önce "asa" ve "lealle" gibi kelimelerin Kur'ân-ı Kerim'de "dilek" anlamında kullanıldığını vurgulamıştık. Dileme niteliğinin bizzat konuşan için söz konusu olması bir zorunluluk değildir. Bilakis, bu niteliğin muhatap için ya da hitap pozisyonu için söz konusu olması yeterlidir. Çünkü yüce Allah: "Olur ki falan şey sizin için ...dir." türünden bir ifade kullanıyor. Bu, O'nun söz konusu şeyi "temenni" ettiği anlamına gelmez. Yüce Allah, bundan münezzehtir. Aksine, bu tür ifadelerin maksadı, muhatabın ya da dinleyicinin bunu dilemesidir, temenni etmesidir. "Asa" edatının ayet-i kerimede tekrarlanmasının sebebi, müminlerin savaştan hoşlanmamaları, barışsever olmalarıdır. Böylece yüce Allah, her iki hususla ilgili yanlışlarını kendilerine gösteriyor. Bunu şöyle açıklayabiliriz:
Eğer: "Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır. Ve sevdiğiniz şey de sizin için şerdir." şeklinde bir ifade kullanılsaydı ("asa" edatı ikinci cümlenin başında tekrarlanmasaydı) bunun anlamı: Hoşlanmamanızın ve sevmenizin bir anlamı yoktur. Bunlar gerçekle bağdaşmayabilir. Bu tür ifadeler, sadece bir hata yapan kimseler için kullanılır. Örneğin, sadece, Zeyd'le karşılaşmak istemeyen kimse için, bu ifadeyi kullanmak yerindedir. Ama iki hata birden yapan, hem birlikte yaşamaktan, topluma karışmaktan hoşlanmayan hem de uzlete çekilmeyi isteyen kimse için, kullanılacak bir ifadede, belagat sanatı, her iki hatasına da işaret edilmesini öngörür. Böyle bir tutumu sergileyen birine şöyle denir: "Hoşlanmamakla isabetli bir tavır sergilemedin. Sevdiğin hususla ilgili olarak da doğruyu bulmadın. Olur ki, hoşlanmadığın bir şey, senin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğin bir şey de senin için bir şerdir. Çünkü, sen cahilsin, kendi başına meselenin içyüzünü kavrayamazsın." Müminler de, "Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" ayetinde de işaret buyurulduğu gibi, savaştan hoşlanmayan ve barışsever kimseler olmakla beraber, yüce Allah "Olur ki hoşunuza gitmeyen... ve olur ki sevdiğiniz..." diye başlayan iki bağımsız cümle ile, işledikleri iki hataya dikkatlerini çekiyor.
Allah bilir de siz bilmezsiniz.
İşledikleri hataya yönelik açıklamayı tamamlayan bir ifadedir bu. Görüldüğü gibi yüce Allah zihinlerini okşamak suretiyle, açıklamayı aşamalı olarak sunuyor. Önce savaştan hoşlanmamaları ile hataya düşmüş olabilecekleri ihtimalini gündeme getiriyor. "Olur ki, hoşunuza gitmeyen" buyurarak dikkatlerini bu noktaya çeviriyor. Zihinlerinde kuşku belirmesiyle zihinsel bir ılımlılığa ulaştıklarında, katmerli cehaleti terk etmeleriyle ikinci bir açıklamada bulunuyor ve buyuruyor ki: Sizin hoşlanmadığınız bu hükmü Allah koymuştur ki, hiç bir meselenin ve olgunun içyüzü O'nun sonsuz bilgisinin kapsamının dışında kalmaz. Siz bu gerçeği kendi nefislerinizde de gözlemleyebilirsiniz ki, yüce Allah'ın öğrettiğinden başka hakkında herhangi bir şey bilmiyorsunuz; gerçek mahiyetini ortaya çıkaracak durumda değilsiniz. Şu hâlde işi bütünüyle O'na teslim etmeniz gerekir.
Ayet-i kerime, ilim niteliğini yüce Allah açısından mutlak olarak kanıtlaması ve mutlak bilgiyi O'nun dışındakiler için nefyetmesi, aynı anlama işaret eden başka ayetlerle de uyuşmaktadır: "Şüphesiz Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz." (Âl-i İmrân, 5) "O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp kuşatmazlar." (Bakara, 255) "Daha önce, "Allah yolunda savaşın." (Bakara, 190) ayetini incelerken savaşla ilgili olarak bazı açıklamalarda bulunmuştuk.
217) Sana, haram olan aydan, onda savaşmayı sorarlar.
Ayet-i kerime, haram ayda savaşmanın yasak olduğunu, bunun son derece kötü bir davranış olduğunu dile getirmektedir. Bunun insanları Allah yolundan alıkoymak anlamına geldiğini, dolayısıyla küfür olduğunu vurgulamaktadır. Bunun yanında, halkını Mescid-i Haram'dan çıkarıp, sürgün etmenin Allah katında daha büyük bir günah olduğunu, fitne çıkarmanın adam öldürmekten daha ağır bir suç olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca ayet-i kerimeden, soruyu gerektirecek bir olayın meydana geldiğini ve adam öldürmenin de yaşandığını anlıyoruz. Bu olayın bir yanlışlık sonucu meydana geldiğini de, ayetlerin grubunun sonundaki şu ifadeden anlıyoruz: "Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." Bunlar, bir yanlışlık sonucu müminlerle kâfirler arasında haram ayda cereyan eden bir çatışmada, bazı adamların öldürüldüğünü, bu yüzden kâfirlerin müminleri suçladığını gösteren ipuçlarıdır. Dolayısıyla ayet-i kerime, Abdullah b. Cahş ve arkadaşları ile ilgili olarak nakledilen rivayetleri doğrulamaktadır.
De ki: O'nda savaşmak büyük bir günahtır. Allah yolunda alıkoymaktır. Onu inkâr etmektir ve Mescid-i Haram'dan alıkoymaktır.
Ayetin orijinalinde geçen "es-saddu" engellemek, geri çevirmek anlamına gelir. Yine ifade içinde yer alan "Allah yolu" deyiminden de maksat ibadet ve özellikle hacca özgü ayinlerdir. Görüldüğü kadarıyla, "bihi" zamiri "yol"a dönüktür. Dolayısıyla, değinilen küfür amellerle ilgili olur, inançla değil. "Mescid-i Haram" ifadesi "Allah yolu" ifadesine atfedilmiştir. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Allah yolundan ve Mescid-i Haram'dan alıkoymak...
Ayet-i kerime, haram ayda savaşmanın yasak olduğunu göstermektedir. Bir görüşe göre, bu ayet-i kerimenin içerdiği hüküm, "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe, 5) ayetinin içerdiği hükmün inmesi ile birlikte yürürlükten kaldırılmıştır. Ama bu iddia doğru değildir. Konuya ilişkin olarak, savaş ayetlerini tefsir ederken bazı açıklamalarda bulunmuştuk.
Halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne katlden beterdir.
Müşriklerin Mescid-i Haram'ın halkından olan Resulullah'ı ve mü-minleri oradan çıkarmaları, savaştan daha ağır bir suçtur. Müminlere çeşitli baskılar ve işkenceler uygulamaları, onları yeniden küfre davet etmeleri şeklinde gerçekleşen fitne, adam öldürmekten beterdir. Daha beter ve daha ağırını işledikleri hâlde müşriklerin kalkıp da müminleri suçlamaya hakları yoktur. Bu tür bir hata işleme durumunda kalan müminlerse, ancak Allah'ın rahmetini ummaktadırlar. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
Sizinle savaşmayı sürdürürler.
İfadenin orijinalinde geçen "hatta" edatı varılacak değerlendirmeyi bir gerekçeye dayandırmak içindir. Yani, "sizi dininizden geri çevirmek" için savaşmayı sürdürürler.
Sizden kim dininden geri dönerse...
Bu ifade, mürtetlere yönelik bir tehdit niteliğindedir. Bu durumda amellerin boşa gideceği, üstelik ebediyen ateşte kalacakları hatırlatılmaktadır.
AMELLERİN BOŞA GİTMESİ ÜZERİNE
"Habt" kavramı, amelin boşa gitmesi, etkisinin son bulması demektir. Kur'ân-ı Kerim'de bu kavram sadece "amel"e nispet edilerek kullanılmıştır: "Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın." (Zümer, 65) "Şüphesiz inkâr edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar ve kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra elçiye karşı gelenler kesin olarak Allah'a hiç bir şeyle zarar veremezler. Allah, onların amellerini boşa çıkaracaktır. Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Resule itaat edin ve kendi amellerinizi geçersiz kılmayın." (Muhammed, 32-33) Ayetin sonundaki değerlendirme cümlesi karşılıklı niteliğinde "habt"ın amelin geçersiz kılınması anlamına geldiğini vurgulamaktadır. Nitekim şu ayet-i kerimenin zahirinden de bu anlaşılmaktadır: "Onda bütün işledikleri boşa çıkmıştır ve yapmakta oldukları şeyler de geçersiz olmuştur." (Hûd, 16) Bu ayete yakın bir ifadesi olan bir başka ayet de şudur: "İşledikleri her ameli değerlendirdiğimizde onu toz gibi savururuz. (Boşa çıkarırız.)" (Furkan, 23)
Kısacası, "habt" amelin boşa gitmesi, etkisinin yok olması demektir. Bir görüşe göre; bu kelimenin aslı "habat"tır. Ve hayvanın çok yiyerek karnının şişmesi ve bunun sonucunda da çatlayıp gitmesi, demektir.
Yüce Allah'ın "habt"ın sonucu olarak vurguladığı husus, amellerin hem dünyada hem de ahirette boşa gitmesi, geçersiz olmasıdır. Buna göre "habt"ın amellerin ahiret hayatını ilgilendiren sonuçları ile de ilişkisi vardır. Çünkü İman dünya hayatını güzelleştirdiği gibi ahiret hayatını da güzelleştirir. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Erkek olsun, kadın olsun, bir mümin olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların sevap ve mükafatını yaptıklarının en güzeliyle Biz muhakkak vereceğiz." (Nahl, 97) Kâfirlerin çabalarının özellikle iman ettikten sonra irtidat edenlerin amellerinin hüsranla yıkımla sonuçlandığı, amellerinin dünyada boşa gittiği apaçık bir gerçektir. Çünkü kâfir ya da mürtedin kalbi kalıcı, değişmez bir değere bağlı değildir. Kalıcı ve sonsuz güç olarak ulu Allah'la bir bağlantısı yoktur. Nitekim nimet verildiği zaman sevinci sunacağı, musibet zamanında teselli bulacağı, ihtiyacını gidermesi için başvuracağı bir dayanaktan yoksundur. Yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122) Ayet-i kerime açık bir ifadeyle, müminin dünya hayatındaki amellerinde bir hayat ve nur olduğunu dile getiriyor. Kâfir içinse böyle bir hayat ve nur söz konusu değildir. Bu bakımdan şu ayet-i kerime de buna benzemektedir: "...Kim Benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz; kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." (Tâhâ, 123-124) Burada kâfirin dünya hayatının dar, sıkıntılı ve yorucu olduğu, buna karşılık müminin hayatının mutlu, ferah ve geniş olduğu belirtiliyor.
Bu hususla ilgili ayetlerin en kapsamlısı ve mutlulukla mutsuzluğun sebebini açıklamak bakımından en vurgulayıcı şu ayet-i kerimedir: "İşte böyle, çünkü Allah, iman edenlerin velisidir; kâfirlerin ise, velisi yoktur." (Muhammed, 11)
Bu karşılaştırmalı açıklamamız sonucu şu husus belirginleşiyor: Amellerden maksat, insanın yaşamsal mutluluğa yönelik olarak sergilediği tüm fiillerdir. Sadece ibadet niteliği taşıyan davranışlar değildir. Mürtet olan bir kimsenin müminken işlediği ibadet amaçlı fiiller, hiçbir amel işlemeyen, ibadet kastı taşıyan hiçbir fiil sergilemeyen kâfir ve münafıkların boşa gitmiş amelleri gibi değerlendirilir. Nitekim bu ayet-i kerime şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır. İnkâr edenler ise, yüzü koyun düşüş onlara olsun; Allah amellerini giderip boşa çıkarmıştır. İşte böyle; çünkü onlar, Allah'ın indirdiğini çirkin gördüler, bundan dolayı, O da, onların amellerini boşa çıkardı." (Muhammed, 7-9) "Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler; insanlar arasında adaleti emredenleri öldürenler (yok mu?) işte onlara acıklı bir azabı müjdele. Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır. Ve onların yardımcıları yoktur." (Âl-i İmrân, 21-22) Bu konuda benzeri birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
Amellerin boşa gitmesine (habt) ilişkin diğer ayetlerde olduğu gibi bu ayetten de çıkan sonuç şudur: Küfür ve irtidat, amellerin hayatın mutluluğu yönündeki olumlu etkisini geçersiz kılarlar. Beri tarafta iman da amellere canlılık kazandırdığı gibi, mutluluk açısından da olumlu sonuçlar vermelerini sağlar. Eğer insan, küfürden sonra iman ederse, boşa gitmiş, geçersiz olmuş amelleri, mutluluk açısındaki olumlu etkinliklerini yeniden kazanır, öldükten sonra dirilirler. Şayet iman ettikten sonra irtidat ederse, amelleri tümden ölür, boşa gider. Dünya ve ahiret mutluluğuna yönelik olumlu etkileri son bulur. Ne var ki kişi irtidat üzere ölmediği sürece, yeniden inanıp amellerinin dirilmesi umulur. İrtidat üzere ölecek olursa, amellerinin geçersizliği kesinleşir, mutsuzluğu kaçınılmaz olur.
Bundan dolayı, mürtedin amellerinin ölüm anına kadar bekletildiği ve o zaman boşa çıkarıldığı, yoksa mürtet olduğu sırada onların boşa çıktığına dayalı tartışmaların yersizliği de ortaya çıkıyor.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bazıları mürtet olan kişinin irtidat etmeden önce işlediği amellerin ölüm anına kadar kalıcı olduklarını, eğer bu sırada imana yeniden dönmezse, amellerinin o zaman boşa gideceğini söylemişlerdir. Bu iddialarına kanıt olarak da şu ayeti göstermişlerdir: "Sizden kim dininden geri döner ve kâfir olarak ölürse artık onların bütün işledikleri ameller dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır." Bu görüşü bir bakıma şu ayet de desteklemektedir: "Onların işledikleri her ameli değerlendirdiğimizde onu toz gibi savururuz." (Furkan, 23) Çünkü ayet, kâfirlerin ölüm anındaki durumlarını açıklamaktadır. Bundan şu sonuç çıkıyor: Eğer söz konusu şahıs imana yeniden dönerse, irtidat etmeden önceki salih amellerine yeniden kavuşur.
Bir diğer gruba göre de irtidat amelleri temelden geçersiz kılar. Kişi irtidat ettikten sonra yeniden iman etse bile artık eski amellerine sahip olamaz. Ama ikinci kez iman ettikten sonra, ölümüne kadar yaptığı amellere sahip olur. Ölümün kaydını getirmiş olmasının nedeni de ölümün, dünyada işlenen tüm fiil ve amellerin açıklaması konumunda olmasıdır.
Eğer, şimdiye kadar yaptığımız açıklamalar üzerinde etraflıca düşünecek olursan, bu tür bir tartışmaya girmenin yersiz olduğunu anlarsın. Ve yine anlarsın ki, ayet-i kerime irtidat eden kişinin tüm amel ve fiillerinin mutluluk yönündeki olumlu etkilerinin geçersiz kılındığını açıklayıcı niteliktedir.
Ortada bu meselenin bir ayrıntısı sayılabilecek bir başka mesele vardır; amellerin boşa gitmesi ve günahların örtülmesi meselesi... Ameller birbirini geçersiz kılar mı? Yoksa iyiliğin hükmü ayrı, kötülüğün de hükmü ayrı mıdır? Evet Kur'ân'da yer alan açık nassa göre, bazı iyilikler, işlenen bazı kötülükleri örtebilir.
Bazı bilginler amellerin birbirini geçersiz kılmalarını, birbirinin etkinliğini boşa çıkarmalarını savunmuşlardır. Ama bu görüşü savunanlar da kendi aralarında bölünmüşlerdir. İçlerinden bazıları "işlenen her kötülük, bundan önce işlenen bir iyiliği geçersiz kılar. İşlenen her iyilik de bir önceki kötülüğü giderir." demişlerdir. Buna göre, insanın ya sadece iyi nitelikli amellerinin, ya da sadece kötü nitelikli amellerinin olması gerekir. Bazısı ise, iyilikle kötülükler arasında dengenin gerekliliğine, dolayısıyla çok olandan, az olanın miktarı kadar bir kısıtlamaya gidilmesine ilişkin bir görüş ileri sürmüşlerdir. Buna göre, denge sağlandıktan sonra, geriye kalan amel etkilenmelerden uzak olarak varlığını sürdürür. Bu iki görüşe bakılırsa, insanın sadece iyi ya da sadece kötü amellere sahip olması gerekir. Elbette, bu iki tür amelden bir şeye sahipse eğer.
Bu iki görüş öncelikle şu ayet-i kerime ile çelişmektedir: "Diğerleri günahlarını itiraf ettiler, onlar salih bir ameli bir başka kötüyle karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tövbelerini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Tevbe, 102) Ayet-i kerime, insan tarafından işlenen farklı nitelikli amellerin, yüce Allah'a yönelik bir tövbe ve bu tövbenin kabulü anına kadar varlıklarını koruduklarını dile getirmektedir. Bu ise, her ne surette algılanırsa algılansın amellerin birbirini gidermesi fikrine ters düşmektedir. İkincisi; yüce Allah'ın amellerin etkisi ile ilgili olarak öngördüğü kural, insan topluluklarındaki, ilişkilerde bilginlerce de "işlerin karşılık görmesi" meselesine uyarlanmıştır. Buna göre, iyi amelin belli ve ayrı bir karşılığı, kötü amelin de belli bir karşılığı vardır. Ancak, rablık ve kulluk ilişkisini temelden koparıp atan bazı günahlar vardır. İşte bu günahların işlenmesi, daha önce işlenmiş bulunan iyi amellerin geçersiz kılınmasını gündeme getirir. Bu konu ile ilgili ayetler teker teker burada sunulmayacak kadar çoktur.
Bir diğer grup ise işlenen amellerin türünün korunduğu, ister iyi, ister kötü nitelikli olsun her amelin etkisinin devam ettiği görüşündedir.
İyiliğin bazen kötülüğü örttüğü, giderdiği doğrudur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, Allah'tan korkup sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış verir, kötülüklerinizi örter." (Enfâl, 29) "İki günde elini çabuk tutana günah yoktur." (Bakara, 203) "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) Hatta bazı ameller, kötülüğü iyiliğe dönüştürürler. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Ancak tövbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka, işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir." (Furkan, 70)
Burada, bu iki meselenin de aslı sayılabilecek bir başka mesele vardır. Cezanın hak edildiği vakti ve yeri belirleme meselesi... Bir görüşe göre amelin karşılığının verilmesinin vakti ve çerçevesi, amelin işlendiği andır. Bir diğer görüşe göre, ölüm anıdır. Bir başka görüşe göre de, ahirettir. Başka bir görüşe göre de: Amellerin karşılığı hak edişlerinin vakti ve çerçevesi, amelin işlendiği vakittir. Ancak ölünceye kadar bu hâlin devam etmesi gereklidir. Yani, kişi, işlediği amelin niteliğini ölüm anına kadar sürdürmezse, tavrını korumazsa, karşılık almaya hak kazanmaz. Ancak yüce Allah'ın söz konusu şahsın durumunun akıbetini ve üzerinde karar kılacağı şekli bilmesi, dolayısıyla, amelinin durumuna göre hak ettiği karşılığı önceden sevap hanesine yazması başka.
Bu görüşleri ileri süren gruplar, kendi görüşlerini desteklediğini düşündükleri ayetleri kanıt olarak sunmuşlardır. Çünkü bu ayetler içinde, uyarlama kuralı gereğince, sözü edilen vakitlerin tümü ile uyuşturulabilecek ifadeler vardır. Bu konuda bazı aklî değerlendirmelere de kanıt olarak baş vurulmamış değildir.
"Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da örnek vermekten çekinmez." (Bakara, 26) ayetini tefsir ederken, açıkladığımız gibi sevap, ceza, boşa gitme ve örtme meselesi ile ilgili olarak iki yöntem mevcuttur: "Amellerin sonuçları" yöntemi ve "Amellerin karşılık görmesi" yöntemi. Birinci yöntemin zorunlu bir gereği, insan nefsinin bedenle ilintili olduğu sürece, zatı ve zatından kaynaklanan etkiler ve sonuçlar açısından dönüşüme yatkın bir cevherdir. İnsanın zatına bağlı olan bu etki ve sonuçlar hem mutluluk yönünde olabilir hem de bedbahtlık. Kendisinden bir iyilik kaynaklandığı zaman, zatında da sevapla nitelendirilmesini gerektiren manevî bir biçim meydana gelir. Bir kötülük işlediği zaman da zatında buna göre manevî bir biçim oluşur ve cezalandırma şekli buna dayalı olarak belirlenir. Ne var ki, zat kendisi açısından baş gösteren iyilikler ve kötülükler bakımından dönüşüme ve değişime maruz kaldığı için, kendisinde varolan biçimin değişerek, başka bir şekil alması mümkündür. İnsan nefsinin bu durumu ölüm anına kadar, bedenden ayrılıp hareketsiz kalana, dönüşüm ve yeteneği devre dışı kalana kadar devam eder. Bu noktadan itibaren değişim ve dönüşüm kabul etmeyen değişmez şekiller edinir. Ancak daha önce de vurguladığımız gibi, bağışlama ve şefaat olgularının devreye girmesi başka.
İkinci yönteme gelince, önceden de değindiğimiz gibi, "amellerin karşılık görmesi" yöntemine göre ilâhî yükümlülükler ve bunlardan kaynaklanan sevap ve azap açısından insanın iyilik ve günah kazanmasındaki hâli, tıpkı, toplumsal yükümlülükler ve bunlardan kaynaklanan övgü ve yergi açısından insanın itaatkar veya isyankar olmasındaki hâli gibidir. Akıllı insanlar, sadece bir fiilin faili tarafından sergilenmesi ile, itaatkar ve iyilikseveri över, isyankar ve kötülük işleyen kimseyi de yererler. Ancak onlar yerginin değişim ve dönüşüme açık olduğunu da düşünürler. Çünkü fiili sergileyen kişinin üzerinde bulunduğu uysallık ya da serkeşlik tavrının değişebileceğine, başkalaşabileceğine inanırlar. Şu hâlde, bir failin fiili üzerine ortaya koydukları övücü ya da yerici tavır, onlar için fiilin gerçekleşmesi sonucu sergilenen pratik bir eylemdir. Ancak bu övgü ve yergi tavrının kalıcılığı, sergilenen fiilin karşıtının gerçekleşmemesine bağlıdır. Övgü ve yerginin kalıcı olması, hiç bir şekilde geçersiz olmaması, ancak kişinin bu tepkiye yol açan tavırlarını ölene kadar hayattaki buna ilişkin fonksiyonlarını yitirmemesine kadar geçerlidir.
Bundan dolayı anlıyoruz ki, söz konusu meselelerle ilgili olarak ortaya konulan bu görüşlerin tümü, gerçeklerden uzaklaşmış durumdadırlar. Çünkü, meseleye ilişkin araştırmalarını yanlış temellere dayandırmışlardır.
Buna göre gerçek şudur ki: Evvela; İnsan, sırf sergilediği bir fiile sevap ya da azap hak eder. Ancak bu durum bundan sonra da dönüşüme ve değişime açıktır. Söz konusu sonuçların ortadan kalkmayacak şekilde kalıcılık kazanması ölüm ile gerçekleşen bir durumdur. Buna açıklamalarımız içinde değindik.
İkincisi; küfür ve benzeri gelişmelerden dolayı amellerin boşa gidişi, tıpkı günahın gerçekleşmesi ile birlikte karşılığın hak edilişi gibi normaldir. Bu durum ölüm ile birlikte kesinlik kazanır.
Üçüncüsü; amellerin boşa gitmesi, ahirete ilişkin amellerle ilgili olduğu kadar, dünyaya ilişkin amellerle de ilgilidir.
Dördüncüsü; amellerin birbirini boşa çıkarması, yanlış bir görüştür. Ancak iyi amellerin kötü amelleri örtmesi başka.
Amellere ilişkin hükümlerden biri şudur: İrtidat (dinden dönme) gibi bazı günahlar, dünya hayatına ve ahirete ilişkin iyilikleri boşa çıkarırlar, geçersiz kılarlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sizden kim dininden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün amelleri dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır." Allah'ın ayetlerini inkâr etmek ve bu tutumu inatla sürdürmek de bunun gibidir. "Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; işte onlara acıklı bir azabı müjdele. Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır." (Âl-i İm-rân, 21-22) Aynı şekilde, Müslüman olma ve tövbe etme gibi bazı ameller de dünya ve ahiret hayatına ilişkin olarak daha önce işlenmiş kötülükleri örter: "De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü, O, bağışlayandır, esirgeyendir. Azap size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Rabbinizden, size indirilen en güzele uyun." (Zümer, 53-55) Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: "Kim Benim hidayetime uyarsa, artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz. Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." (Tâhâ, 123-124)
Yine, Peygambere karşı tutum sergilemek gibi bazı günahlar, kimi iyilikleri boşa çıkarabilir. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Şüphesiz inkâr edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar ve kendilerine hidayet belli olduktan sonra elçiye karşı çıkanlar, kesin olarak Allah'a hiç bir şeyle zarar veremezler. Allah onların amellerini boşa çıkaracaktır. Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Resule itaat edin ve kendi amellerinizi geçersiz kılmayın." (Muhammed, 32-33) Yukarıdaki ayetle, bu ayeti karşılaştırdığımız zaman şöyle bir sonuç elde etmiş oluruz: İtaatin emredilmiş olması, karşı çıkmanın yasak olduğu anlamına gelir. Amelin iptali ise, boşa gitmesi demektir. Bir kimsenin sesini peygamberin sesi üstünde yükseltmesi gibi. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirlerinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp söylemeyin; yoksa siz şuurunda değilken amelleriniz boşa gider." (Hucurat, 2)
Aynı şekilde, farz namazları kılmak gibi bazı ameller de kimi kötülükleri örterler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir." (Hûd, 114)
Hac için de aynı durum söz konusudur: "İki günde elini çabuk tutana günah yoktur. Geri kalana da günah yoktur." (Bakara, 203) Büyük günahlardan kaçınmak da öyle: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz." (Nisâ, 31) Bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyuruluyor: "Onlar ufak tefek günahlar dışında, günahın büyük olanından ve çirkin utanmazlıklarından kaçınırlar. Şüphesiz senin Rabbin, mağfireti geniş olandır." (Necm, 32)
Yine, bazı günahlar vardır ki, onları işleyenlerin daha önce işledikleri iyilikler, başkasının sevap hanesine yazılır.
Adam öldürme suçunu işlemek gibi. Kur'ân, Habil-Kabil olayında Habil'in Kabil'e şöyle dediğini naklediyor: "Şüphesiz kendi günahını, benim günahımı yüklenmeni isterim." (Mâide, 29) Peygamber efendimizden ve Ehlibeyt İmamları'ndan gelen rivayetlerde, gıybet ve iftira gibi bazı günahların da bu tür bir sonuca yol açtıkları vurgulanır. İleride değineceğimiz gibi, bazı ibadetler de, günahların başkasının hanesine yazılmasına neden olur.
Bazı günahlar da var ki, bunları işlemek, başkasının işlediği günahların aynısı değil de, benzerinin insanın hanesine yazılması sonucunu doğurur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kıyamet gününde kendi günahlarının tümünü ve bilgisizce saptırdıklarının günahlarının bir kısmını yüklenmeleri için." (Nahl, 25) "Şüphesiz onlar, hem kendi yüklerini, hem kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yüklenecekler." (Ankebut, 13) Aynı şekilde, bazı ibadetler de, başkasının güzelliklerinin aynısı değil de, benzerlerinin insanın sevap hanesine yazılmasına yol açarlar. "Onların önden takdim ettiklerini ve eserlerini Biz yazarız." (Yasin, 12)
Bazı günahlar da azabın ikiye katlanmasına neden olurlar: "Bu durumda, biz sana hayatın kat kat, ölümün kat kat acısını tattırırdık." (İsrâ, 75) "Onun azabı iki kat arttırılır." (Ahzab, 30) Aynı şekilde, bazı ibadetler de sevabın kat kat arttırılmasını gerektirir; Allah yolunda infak gibi. "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir." (Bakara, 261) "İşte onlara ecirleri iki defa verilir." (Kasas, 54) "Size rahmetinden iki kat verir. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılar ve size mağfiret eder." (Hadid, 28) Şu kadarı var ki, "Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır." (En'âm, 160) ayetinden anladığımız kadarıyla sevapları Allah katında katlanarak verilen iyilikler mutlaktır, bir sınırlandırma getirilmemiştir.
Bazı iyilikler de vardır ki, işlendikleri zaman kötülükleri iyiliklere dönüştürürler.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ancak tövbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir." (Furkan, 70)
Kimi iyilikler de vardır ki, bir benzerinin başkasının hanesine de yazılmasını gerektirir: "İman edenler ve soyları kendilerini imanda izleyenler; Biz onların soylarını da kendilerine katıp-ekledik. Onların amellerinden hiç bir şeyi eksiltmedik, her kişi kendi kazandığına karşılık bir rehindir." (Tur, 21) Bunu esas alarak, kimi günahlar için de benzeri bir sonucun olabileceğini hesap edebiliriz. Yetimlere zulmetmek gibi. Çünkü bu durum, yetimlere zulmeden kişinin soyundan gelecek yetimlere bir başkasının zulmetmesi sonucunu doğurabilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Arkalarından bıraktıkları zayıf çocuklardan dolayı korku duyanların içleri ürpertiyle titresin." (Nisâ, 9)
Ayrıca bazı iyilikler vardır ki, bunları işleyenlerin kötülükleri başkasının hanesine yazılır, başkasının iyilikleri de bu iyilikleri işleyen kimsenin sevap hanesine yazılır. Yine bunun gibi kimi kötülükler de vardır ki, bunları işleyenlerin iyilikleri başkasına, başkasının kötülükleri de kendisine devredilir. Bu husus, ceza ve hak ediş meselesi açısından son derece ilginçtir. İnşaallah "Bu Allah'ın murdarı olan temizden ayırt etmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir." (Enfâl, 37) ayetini tefsir ederken bu konuda genişçe bahsedeceğiz.
İçerik olarak bu ayetleri destekleyen birçok rivayet vardır. İnşaal-lah, uygun yerlerinde bu rivayetlerden etraflıca söz edeceğiz.
Yukarıda sunduğumuz ayetler üzerinde dikkatlice durup düşündüğümüz zaman şu gerçekle karşılaşırız: Amellerde, karşılık itibariyle, yani insanın mutluluğu ve mutsuzluğu üzerindeki etkileri itibariyle, bir düzenin egemenliği söz konusudur. Ancak bu düzen, amellerin mahiyetleri itibariyle mevcut evrenle ilişkilerini düzenleyen doğal düzenden farklıdır. Söz gelimi, etki ve tepki bütünselliği içinde bir bedensel hareket olarak "yeme" fiilini ele aldığımız zaman, görürüz ki, bu fiil ancak faili ile kaim olabilir. Aralarındaki bu ilişki, failin doyuma ulaşması şeklinde somutlaşır ve bu ilişkide bir yanlışlık olmaz. Yani, doyma sonucu, asıl yiyen şahıs yerine bir başkasından belirmez. Ayrıca bu fiil, yenilen gıda ile de ilişkilidir. Peşi sıra gıdayı bir başka şekle dönüştürür. Ama bu sınırı aşmaz, başka bir şeyin dönüşümüne yol açmaz. Yenilen gıdanın mahiyetinden ve zatından öteye geçmez. Aynı şekilde, Zeyd Amr'i dövdüğü zaman, söz hususu olan özel hareket vurmadır, başka değil; döven de Zeyd'dir, başkası değil; dövülen de Amr'dır, başka birinin bu ilişki tarzı içinde dövülmesi söz konusu değildir. Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Ama mutluluk ve mutsuzluğun ortaya çıkması söz konusu olduğu zaman, bu tür fiiller, işaret ettiğimiz bu doğal düzenden farklı bir düzene tâbi olurlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar bize zulmetmediler, ancak kendi nefislerine zulmettiler." (Bakara, 57) "Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler." (En'âm, 24) "Hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz." (Fâtır, 43) "Sonra onlara denilecek: Sizin şirk koştuklarınız nerede; Allah'ın dışında taptıklarınız? Derler ki: Bizi bırakıp kayboluverdiler. Hayır, biz önceleri meğer hiç bir şeye tapar değil mişiz. İşte Allah kâfirleri böyle şaşırtıp saptırır." (Mü'min, 73-74)
Kısacası, amellerin karşılıklarını görmeleri evresinde, bazen fiil, kendinden başkası ile yer değiştirir. Bazen fiil, nakledilir ve asıl failinden başkasına isnat edilir. Kimi durumlarda, bir fiil, tâbi olduğu hükümden farklı bir hükümle muamele görür. Bunun gibi, maddî evrende yürürlükte olan sistemden farklı sonuçlar ve etkiler çıkar karşınıza.
Ama hiç kimse şöyle bir kuruntuya kapılmamalıdır: Fiillerle sonuçları arasında böyle bir ilişki varsa, bu ameller ve sonuçları ile ilgili aklî kanıtları geçersiz kılar, aklın değerlendirmesini, hükmünü bozar; aklın değerlendirmeleri namına hiç bir şeyi yerine bırakmaz, her şeyi altüst eder. Oysa biz, Kur'ân-ı Kerim'den algıladığımız kadarı ile yüce Allah'ın ya da suçluların işleriyle görevli meleklerin, ölüm ve berzah (ölümle haşir arası ara dönem) da, aynı şekilde kıyamet günü, azapla yüz yüze geldikleri anda, suçlulara karşı aklın bildiği, aşina olduğu kanıtları ileri süreceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sur'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp yakılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiliyorlar. Yer, Rabbinin nuruyla parıldadı; orta yere kitap kondu; peygamberler ve şahitler getirildi ve aralarında hak ile hüküm verildi; onlar haksızlığa uğratılmazlar. Her bir nefse yaptığının, tam karşılığı verildi. O, onların işlediklerini daha iyi bilendir." (Zümer, 69-71) Kur'ân'da, yüce Allah'ın kıyamet günü, insanların daha önce anlaşmazlığa düştükleri meselelerle ilgili olarak hak ilkesine dayalı hüküm edeceği sık sık tekrarlanarak vurgulanır. Konuyla bağlantılı olarak, yüce Allah'ın şeytanın ağzından aktardığı şu ifade yeterlidir: "İş hükme bağlanıp bitince şeytan der ki: Doğrusu, Allah size gerçek olan vadi vadetti, ben de size vaatte bulundum; fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın." (İbrahim, 22)
İşte buradan hareketle anlıyoruz ki: Aklî kanıtlar, amellerin sergilenişi ve karşılığını görmesi evrelerinde geçersiz değildirler. Bununla beraber, iki oluşum arasında, yani doğal oluşum ve karşılığın belirginleşmesi arasında, daha önce işaret ettiğimiz gibi belirgin bir farklılık vardır.
Bu düğümün çözümü şu şekilde mümkündür; yüce Allah, insanları davet ederken, onlara doğru yolu gösterirken, onların kendi dilini kullanmıştır. Onlara hitap ederken, yol gösterici açıklamalarda bulunurken, toplumsal aklın yöntemini kullanmıştır. Efendi ve köle arasındaki ilişkiler dünyasında geçerli olan ilke ve kuralları esas alarak mesajını sunmuştur. Bu nedenle kendini efendi, insanları köle, peygamberleri de, efendi ile kul arasında iletişimi sağlayan elçiler olarak nitelendirmiştir. Elçiler, kölelere emirler, yasaklar, müjdeler ve uyarı nitelikli mesajlar, vaatler ve tehditler ulaştırma görevini üstlenmişlerdir. Bunun gibi azap ya da bağışlanmayı ilgilendiren çeşitli açıklamalar bu yolla, muhataplara ulaştırılmıştır.
Kur'ân'ın insanlarla konuşma hususunda başvurduğu yöntem budur.
Bir yandan da Kur'ân, işin insanların hayal ettiklerinden ya da vehmettiklerinden çok daha büyük ve olağanüstü boyutlarda olduğunu açıkça beyan etmektedir. Ancak insanoğlunun havsalası bu olağanüstü iletişim tarzını algılayacak, anlayışları, bu gerçekleri kavrayacak kapasitede değildir. Bu yüzden Kur'ân-ı Kerim, bu gerçekleri, insanların kavrayışlarının ufuklarına yakın bir konuma indirgeyerek anlatma yöntemine başvurmuştur. Ki, yüce Allah'ın bu kitabın yorumu ile ilgili olarak algılamalarını istediği şeyleri algılayabilsinler. Nitekim Allah-u Teala bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'ân kıldık. Şüphesiz o, Bizim katımızda olan Ana kitaptadır; çok yücedir, hikmet doludur." (Zuhruf, 3-4)
Görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerim amellerin karşılığı ve onunla bağlantılı konulara ilişkin hükümlerle ilgili açıklamalarında, akıl sahibi insanlar arasında olan ve bir takım iyi veya kötü sonuçlara dayatılan aklın külli hükümlerine dayanmaktadır. Meselenin ince ve ilginç yanı şudur ki: Normal anlayışların seviyesini aşan söz konusu gerçekler, az önce dikkat çektiğimiz aklî hükümlere uyarlanabilir, bu doğrultuda ele alınabilir. Örneğin, pratik, toplumsal akıl; bazı bozguncuların, işledikleri suçtan kaynaklanan tüm toplumsal zarar ve yıkıcılıklardan sorumlu tutulmaları suretiyle cezalarının ağırlaştırılmasını olumsuz karşılamaz. Örneğin katilin, maktulün ölümünden dolayı toplumun uğrattığı tüm kayıplardan sorumlu tutulması ya da kötü bir çığır açan kimsenin, bu hareketinin öncülük ettiği tüm aykırılıklardan sorumlu tutulması gibi. Birinci örnekte, dışarıdan maktulün işlediği fiiller olarak görülen günahlar, söz konusu aklî itibarla katilin fiilleri olarak nitelendirilmiştir. İkinci örnekte ise, söz konusu kötü çığırın açtığı yolu izleyenlerin işledikleri kötülükler, izlenen bu çığırı ilk kez açan kimseye aitmiş gibi değerlendirilmiştir. Ama bunlar aynı zamanda asıl faillere de aittirler. Yani bu kötülükler onlarla beraber aynı zamanda asıl faillere de aittirler. Yani bu kötülükler onlarla beraber, ilk kez bu kötü çığırı açan kimsenin de hanesine yazılır. Dolayısıyla onlar gibi, bu kötülüklerin öncüsü de bu günahlardan sorumlu olur.
Aynı şekilde, bir fiil işleyen kimsenin, o fiili işleyen olmadığına ya da belli ve müşahhas bir fiilin, karşılığı açısından o fiil olmadığına veya başkasının iyiliklerinin bir başka insanın iyilikleri olduğuna yahut bir başka insan için de buna benzer iyilikler bulunduğuna hükmedilebilir. Bütün bunlar bir takım mevcut maslahatlara göre belirginlik kazanır.
Buna göre, Kur'ân-ı Kerim, bir insanın başkası tarafından işlenen hayır ya da şer nitelikli bir fiilden dolayı cezalandırılması, bir fiilin, failinden başkasına dayandırılması, bir fiilin, olmadığı bir şey gibi değerlendirilmesi gibi amel ve cezaya ilişkin bu ilginç hükümleri, toplumsal koşullarda geçerli olan ve genel anlayış düzeyinde yürürlükte olan aklî yasalarla gerekçelendirmekte, buna göre izah etmektedir. Ancak bu ilginç hükümler gerçekte, duyularla algılanan maddî düzenden farklı bir düzene tâbidir. Akıl menşeli toplumsal hükümler, dünya hayatı ile sınırlı, dünya hayatına özgüdür. Bu gün insana gizli kalan amel ceza ilişkisinin bu boyutu, sırların orta yere serileceği günde açığa çıkacaktır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun, Biz onlara bir kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık. Onlar, onun tevilinden başkasına bakmazlar mı? Onun tevilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar, diyecekler ki: Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdi." (A'râf, 52-53) "Bu Kur'ân, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu, önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, âlemlerin Rabbindendir... Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar." (Yûnus, 37-39)
Bu açıklamalarla birlikte, söz konusu ilginç hükümleri kapsayan ayetlerle, aşağıya alacağımız ayetler arasında ilk etapta varmış gibi görünen çelişki ortadan kalkıyor: "Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Kim zerre ağırlığınca şer işlerse, onu görür." (Zilzal, 7-8) "Günahkâr olan hiç bir nefis bir başkasının günah yükünü taşımaz." (En'âm, 164) "Her kişi kendi kazandığına karşılık bir rehindir." (Tur, 21) "Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur." (Necm, 39) "Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez." (Yûnus, 44) Bunun gibi daha birçok ayeti, bu kategoride değerlendirebiliriz.
Zahiren gözüken bu çelişkinin halli ise şöyledir: Önceki ayetlere göre, haksız yere öldürülen kişinin günahlarını, ona zulmeden katil işlemiş sayılıyor. Dolayısıyla katilin bunlardan sorumlu tutulması başkasının işlediği günahlardan değil, kendi işlediği günahlara dayalı bir yargılamadır. Yine, söz konusu ayetlere göre, bir kimse, daha önce başlatılmış kötü bir geleneğe uyarak bir günah işlese, bu günahı sadece izleyici konumundaki kişi işlememiştir, izlenen konumundaki kişi de o günahı işlemiş sayılır. Dolayısıyla, ortada işlenmiş iki günah vardır. Aynı şekilde, bir zalime zulmünde yardımcı olan, sapık bir yol göstericiye uyan kimse, onların günahına ortaktır; tıpkı onlar gibi, işlenen günahın faili konumundadır. Bu ve benzeri kimseler ceza ve karşılık bakımından şu ayet-i kerimenin; "Günahkâr olan hiç bir nefis, bir başkasının günah yükünü taşımaz." (En'âm, 164) ve benzerinin kapsamına girerler. Yoksa önceki hükmün kaldırılışı veya ondan bir istisna olduğu anlamına gelmez.
Nitekim şu ayet-i kerime buna işaret etmektedir: "Ve aralarında hak ile hüküm verildi, onlar haksızlığa uğratılmazlar. Her bir nefse yaptığının tam karşılığı verildi. O, onların işlediklerini daha iyi bilendir." (Zümer, 69-70) Ayette yer alan "O, onların işlediklerini daha iyi bilendir." ifadesi, her nefsin yaptığının karşılığının eksiksiz verilmesi, Allah'ın bilgisi ve yaptıklarını hesap etmesi doğrultusunda gerçekleştiğini göstermekte ya da bunu ima etmektedir. Buna göre, amellerin karşılığı, insanların kendi kafalarına göre, bir bilgiye ve aklî bir değerlendirmeye dayanmaksızın yaptıkları hesaplamalar doğrultusunda belirlenmez. Çünkü yüce Allah dünya hayatında onların akıl melekelerini işlevsiz hâle getirmiştir. Nitekim, çılgın, alevli ateşin halkından söz ederken şöyle buyuruyor: "Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkından olmazdık." (Mülk, 10) Ahirette de bunların akılları başlarından alınacaktır: "Kim bu (dünyada) kör ise O, ahirette de kördür ve yol bakımından daha şaşkın bir sapıktır." (İsrâ, 72) "Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. Ki, O, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar." (Hümeze, 6-7) Yine, akıl melekesinin işlevsiz bırakılması ile ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "En sonra yer alanlar, en önde gelenler için; 'Rabbimiz, işte bunlar bizi saptırdı; öyleyse kat kat arttırılmış bir azap ver onlara.' diyecekler. Allah da: 'Hepsi için kat kattır. Ancak siz bilmezsiniz.' diyecek." (A'râf, 38)
Bu ayet-i kerime, hem önder pozisyonunda olanlar hem de takipçi kitleler için kat kat azap olduğunu ortaya koymaktadır.
Önderlerin bu tür bir cezaya çarptırılmalarının nedeni hem sapmaları, hem de başkalarını saptırmalarıdır. Önderlerin taklitçisi konumundaki halk kitlelerinin böylesi ağır bir cezayı hak edişleri ise, hem sapmış olmaları, hem de önderlerinin açtığı yolda gösterdiği hedefe doğru hareket etmeleri, onların ekollerini sürdürmeleridir. Sonra yüce Allah, her iki grubun da bilmezler olduklarını vurguluyor.
Şayet dersin ki: Suçluları dünya ve ahirette bilgiden soyutlanmış olarak sunan bu ayetler, onların bilgi sahibi olduklarını ortaya koyan başka ayetlerle çelişmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilen bir kavim için, ayetleri açık Arapça bir okunuşla açıklanmış bir kitaptır." (Fussilet, 3) Ayrıca, kâfirlerin aleyhine kanıtları sunan ayetleri de buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bilgisi olmayana, deliller üzerinde derin düşünüp sonuç çıkarma yeteneğinden yoksun bulunana, belgeler sunmanın bir anlamı yoktur. Kaldı ki, bizzat onların bilgiden yoksun olduklarını ifade eden bu ayetler bile, ahirette aleyhlerine kullanılacak kanıtlar içermektedir. Şu hâlde, ahirette, onların akıl ve kavrayış sahibi olacaklarını kabul etmekten başka seçenek yoktur. Kaldı ki, özellikle ahirette onların aklî ve yakinî inanca sahip olacaklarını vurgulayan birçok ayet vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp kaldırdık. Artık bu gün görüş gücün keskindir." (Kaf, 22) "Suçluları, Rab'leri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: 'Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiye inananlarız.' dediklerini bir görsen." (Secde, 12)
Buna karşılık olarak derim ki: Dünya hayatında, onların "bilgi"den yoksun olmaları, sahip oldukları bilginin gereğini yapmamaları anlamını ifade eder. Bu niteliğin ahirette onlardan soyutlandırılmasının anlamı ise, dünya hayatında sürdürdükleri cehaletin, diriliş gününde yakalarına yapışması, işledikleri amellerin kendilerinden ayrılmaması anlamını ifade eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz, her insanın (amel) kuşunu kendi boynuna doladık, kıyamet gününde de onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız." (İsrâ, 13) "Der ki: Keşke benimle senin aranda iki doğu uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın arkadaşmışsın sen." (Zuhruf, 38) Bunun gibi birçok ayet örnek gösterilebilir. "İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar; ki akıl erdiresiniz." (Bakara, 242) ayetini ele aldığımız zaman, konuya ilişkin daha detaylı açıklamalarda bulunacağız.
İmam Gazali, amellerin nakli problemine ilişkin olarak değişik bir cevap vermiştir. Risalelerinden birinde söz konusu ettiği bu cevabın özeti şudur: Dünya hayatında, zulüm sebebi ile iyiliklerin ve kötülüklerin yer değiştirmesi olayı, zulmün meydana geldiği anda gerçekleşir. Ancak bu durum kıyamet günü ortaya çıkar. O gün zalimler yaptıkları ibadetlerin bir başkasının hanesine yazıldığını görürler. Bu yer değişikliği o sırada gerçekleşmiş değildir. Tersine, daha dünya hayatında böyle bir nakil meydana gelmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "Bu gün mülk kimindir? Bir olan, kahhar olan Allah'ındır." (Mü'min, 16) Bu ayette, yüce Allah ahirette mülkün kendisine ait olduğunu vurguluyor. Oysa mülkün O'na ait olduğu gerçeği o gün için gerçekleşmiş değildir. Tersine, O her zaman mülkün sahibidir. Mülk her zaman O'nundur. Ancak, mülkün Allah'ın tekelinde olduğu gerçeği, tüm varlıklar için, ancak kıyamet günü olanca çıplaklığıyla ortaya çıkar. İnsanın bilmediği bir şey kendi içinde varolsa da, onun için mevcut değildir. Bir şeyi bilince de, o şey, sanki o an varolmuş gibi, kendisi için mevcut hâle gelir.
Bu cevap ile, "yok ve araz nitelikli olgular nasıl yer değiştirir?" şeklindeki bir sorunun yersizliği de ortaya çıkmış oluyor. Yine de böyle bir soru ile karşılaşacak olursak deriz ki: Yer değiştiren, ibadet ve itaatin sevabıdır, kendisi değil. Ne var ki bir ibadet ve iyi bir amel ancak sevabı için yerine getirilmek istendiği için, sonucunun yer değiştirmesi, kendisinin yer değiştirmesi şeklinde ifade edilmiştir. İyi nitelikli amelin itaatin etki ve sonucu, insanın dışında, olup da sonradan onun üzerine yüklenen bir şey değildir ki, onun dünyada yer değiştirmesi, bir arazın yer değiştirmesi gibi imkânsız olarak algılanıp, bir problem gibi değerlendirilsin. Veya yok oluşundan sonra ahirette yer değiştiriyor olarak algılanıp, "Yokun geri dönüşü imkânsızdır" kuralının kapsamında gösterilsin. Eğer iyi nitelikli amelin, itaatin sonucunu cevher olarak algılarsak, o zaman da bunu tarif ve isnat edebilmemiz gerekir. Evet, iyi nitelikli amelin sonucu ile, kalp üzerindeki aydınlatıcı etkisi kastedilir. Çünkü ibadet ve itaatin kalp üzerinde aydınlatıcı etkisi vardır. Yine günahların da kalpler üzerinde karartıcı, katılaştırıcı bir etki meydana getirdikleri bilinmektedir. İbadetin sağladığı aydınlık sayesinde kalbin nur, marifet ve şûhud âlemi ile ilişkileri pekişir, sağlamlaşır. Aynı şekilde zulüm ve katılık ile kalp, gitgide yosun tutmaya, aydınlıktan uzaklaşmaya başlar. İbadet ve günahın sonuçları arasında bir ardışıklık ve bir karşıtlık vardır. Nitekim yüce Allah konuya ilişkin olarak şöyle buyurur: "Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir." (Hûd, 114)
Bu gerçeği pekiştirici mahiyette Resulullah Efendimiz (s.a.a) de şöyle buyurur: "İşlediğin bir günahın ardından iyi bir amel yap ki onu yok etsin." Yine insanın karşılaştığı zorluklar ve belalar günahları giderir. Bu yüzden Resulullah (s.a.a) şöyle buyurur: "Kişi ayağına batan bir dikenden dolayı da sevap kazanır." Yine buyurur ki: "Şeriatın kimi suçlar için öngördüğü had cezaları, o suçların keffareti sayılır."
Buna göre, zalim kimsenin işlediği zulmün ardından kalbini bir karanlık ve katılık bürür.
Bu da daha önce işlediği iyi nitelikli amellerin, ibadetlerin etkisi ile kalbinde oluşan nurun etkinliğine son verir. Zulme uğrayan kimse de, acı duyar, bunun sonucunda şehveti, ihtirası kırılır. Dolayısıyla, kalbinde karanlık bir atmosfere neden olan günahların olumsuz sonuçları bertaraf olur. Sonuçta kalbi bir şekilde aydınlanır. Bunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, zalimin kalbindeki aydınlığın, mazlumun kalbine, buna karşılık mazlumun kalbindeki karanlığın da zalimin kalbine transfer olduğunu söyleyebiliriz. İşte iyilik ve kötülüklerin yer değiştirmesi ile kastedilen anlam budur.
Biri çıkıp da: "Bu söylediğiniz, gerçek bir yer değiştirme sayılmaz. Çünkü sonuçta karşımıza çıkan şudur: Zalimin kalbindeki nur gideriliyor. Buna karşılık mazlumun kalbinde bir başka nur meydana getiriliyor. Beri tarafta, mazlumun kalbindeki karanlık bertaraf ediliyor, zalimin kalbinde ise, bir başka karanlık oluşturuluyor. Dolayısıyla, gerçek anlamda bir yer değiştirmeden söz edemeyiz." dese, ona şu cevabı veririz:
Nakil, yani değiştirme ismi, istiare, olarak bu tür gelişmeler için kullanılabilir. Nitekim şöyle ifadelerin kullanıldığını sık sık görürüz: "Gölge bir yerden başka bir yere geçti. Güneşin ya da lambanın ışığı yerden duvara geçti." gibi. İşte iyi amellerin yer değiştirmesi ile, bu tür bir anlam kastedilir. Burada ise, sadece, kinaye yoluyla iyi ameller ifadesi ile onların sevapları kastedilmiştir. Kimi zaman, sebeple, müseb-bebin kastedilmesi gibi. Bir niteliğin bir yerde varoluşunun vurgulanışı, buna karşılık bir benzerinin başka bir yerde geçersiz kılınışı, nakil yani yer değiştirme olarak isimlendirilmiştir. Diyelim ki şer'i literatürde örnekleri yoktur. Ama dilde bu tür kullanımların örnekleri çoktur. Ayrıca kanıt aracılığı ile de tespit edilebilir. Kaldı ki, şer'i literatürde de bu tür kullanımlara rastlıyoruz." İmam Gazalî'den kısaltarak yaptığımız alıntı burada sona erdi.
Ben derim ki: Gazali'nin yaptığı açıklamadan çıkan sonuç şudur: Yüce Allah'ın her hangi bir katil ve maktul hakkında yaptığı işlemler için yer değiştirme adının kullanılmış olması, istiare sanatının bir örneğidir ki, bunun içinde de bir diğer istiare yer almaktadır. Şunu demek istiyorum: İyi amel ve itaatin kalpte meydana gelen sonucu için, bizzat iyi amel veya itaat adının kullanılması ve bir şeyin giderilişi, bir başka şeyin de bir diğer yerde meydana getirilişi için yer değiştirme (Nakil) adının kullanılması, istiare içinde istiarenin bir örneğidir. Bu yaklaşımı, sözünü ettiğimiz amellere ilişkin diğer hükümlerle ilgili değerlendirmelerimize de esas aldığımız zaman, bu hükümlerin tümü birer mecazî nitelendirmeye dönüşürler.
Oysa önce de açıkladığımız gibi yüce Allah, söz konusu amelleri, pratik toplumsal aklın yaklaşımı ve onun öngördüğü bir takım maslahat (iyi sonuçlar) veya mefsedetler (kötü sonuçlar) doğrultusunda karara bağlamıştır. Hiç kuşkusuz, adı geçen hükümler, akıldan, gerçeklik olarak kaynaklanırlar ve akıl, söz gelimi katili, maktulün suçlarından da sorumlu tutar ya da maktulü veya mirasçılarını katilin iyiliklerinden ve benzeri şeylerden pay sahibi kılar. Bunu yaparken de, suçun aynı suç ve iyiliğin de aynı iyilik olduğuna inanır vb.
Aklın yaptığı pratik değerlendirmelerin çerçevesi sayılan toplumsal koşullara göre bu yargıların durumu bu. Ama bu koşulların dışında kalan gerçekler ortamına gelince, bunların tümü birer mecaz konumunda olur. Ancak aklî bir analizin sonucu olmaları başka. Yani, söz konusu kavramların kendileri, itibarî kavramlar oldukları için iddia ve benzetme yoluyla gerçeklerden edinilmişlerdir. Bu yüzden, edinildikleri gerçeklere oranla tümü, birer mecaz hükmündedir.
Bu yaklaşımı esas alarak, meseleyi kavramaya çalışın.
Amellere ilişkin bir değerlendirme de şudur: Ameller koruma altındadır, yazılıdır ve somuttur: "Öyle bir gün ki herkes yaptığı iyilik ve kötülüğü karşısında hazır bulur ve o kötülükle kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister..." (Âl-i İmrân, 30) "Biz, her insanın kuşunu kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız." (İsrâ, 13) "Onların öne sürdükleri amelleri ve eserlerini Biz yazarız. Biz her şeyi, apaçık bir kitapta tespit edip korumuşuz." (Yasin, 12) "Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bu gün görüş-gücün keskindir." (Kaf, 22) Daha önce, amellerin kıyamet günü somutlaşacağından söz etmiştik.
Amellere ilişkin bir diğer değerlendirme de şudur: Amellerle objeler dünyasındaki olaylar arasında bağlantı vardır. Ameller deyimi ile, objeler dünyasında sergilenen hareketlerin unvanı niteliğindeki iyilik ve kötülükleri kastediyoruz. Cisimlerin doğal etkinliklerinden olan hareket etme ve durma gibi faaliyetleri değil. Konuya ilişkin olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Size isabet eden her musibet, ellerinizin yaptığı (işler) dolayısıyladır. Allah çoğunu da affeder." (Şûrâ, 30) "Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirinceye kadar, bir toplulukta olanı değiştirmez. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye imkân yoktur." (Ra'd, 11) Yine şöyle buyuruyor: "Nedeni şu: Bir kavim kendinde olanı değiştirmedikçe Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir." (Enfâl, 53) Ayetler, açıkça amellerle olaylar arasında iyi ya da kötü bir bağlantının olduğunu ortaya koymaktadır.
Allah'ın kitabında yer alan iki ayet-i kerime meseleyi bir bütün olarak ifade edecek yeterliliktedir: "Eğer o ülkelerin halkı inansalardı ve korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden bolluklar açardık; ancak onlar yalanladılar, Biz de onları kazandıklarından dolayı yakalayıverdik." (A'râf, 96) Diğer bir ayette ise şöyle buyruyor: "İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye Allah onlara yaptıklarının bir kısmının (cezasını) kendilerine tattırmaktadır." (Rûm, 41)
Buna göre, evrensel gelişmeler bir yere kadar insanlar tarafından sergilenen amellere tâbidir.
Şu hâlde insan denen canlı türünün Allah'a itaat etmesini, O'nun hoşnut olacağı bir hareket tarzını yaşamasını, üzerlerine hayırların yağması ve bereket kapılarının açılması izler. İnsan türünün kulluk esaslı hayat biçiminden sapması azgınlık ve sapıklık çizgisini inatla sürdürmesi, bozguncu niyetler besleyip çirkin ameller sergilemesi ise, karada ve denizde bozgunculuğun ortaya çıkmasını; zulmün yaygınlaşması, pervasızlaşması, can güvenliğinin ortadan kalkması, insan ve ameli ile ilintili savaş ve benzeri felaketlerin baş göstermesi sonucu milletlerin helak olmasını gerektirir. Aynı şekilde, sel, deprem, kasırga ve tufan gibi birçok canlının kökünü kurutan doğal afetlerin bir kısmı da insan denen canlı türünün sergilediği olumsuz tavırlarla doğrudan ilintilidir. Nitekim yüce Allah, Arim selini, Nuh tufanını, Semudoğulları'nın kökünü kurutan korkunç yıldırımı, Ad kavmini yeryüzünden silen dehşetli, kavurucu rüzgarı bu kategoride değerlendirmiştir.
Buna göre, bedbaht bir topluluk çeşitli rezilliklere ve kötülüklere daldığı zaman, yüce Allah bu olumsuz tavırlarının kötü akıbetinin bir kısmını kendisine tattırır; bu durum onun yok oluşuna, kökünün kurutuluşuna giden dehşet verici sürecin başlangıcı olur: "Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Fakat Allah, onları günahları dolayısıyla yakalayıverdi. Onları Allah'tan koruyacak kimse olmadı." (Mü'min, 21) "Biz, bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine emrederiz, böylelikle. Onlar orada bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da onu kökünden darmadağın ederiz." (İsrâ, 16) "Sonra birbirinin peşi sıra elçilerimizi gönderdik; her ümmete kendi elçisi geldiğinde, onu yalanladılar. Böylece Biz de onları kimini kiminin izinde yürüttük ve onları birer efsaneye çevirdik. İman etmeyen kavim uzak olsun." (Mü'minun, 44) Bunların tümü yıkıcı, bozguncu topluluklar için geçerlidir. Yapıcı ve ıslah edici topluluklar açısından ise, bunun tam tersi bir süreç söz konusudur.
Fert de tıpkı topluluk gibi, işlediği iyilik ve kötülüklerden dolayı sorguya çekilir; azaba çarptırılır.
Kendisinden intikam alınır. Ne var ki, fert, kimi zaman geçmişlerine bahşedilen nimetlerden yararlandığı gibi, babasının ve atalarının işlediği zulümlerden de sorumlu tutulur. Yüce Allah, Hz. Yûsuf'un (a.s) dilinden şöyle aktarmaktadır: "Ben Yûsuf'um, dedi. Ve bu da kardeşimdir. Doğrusu Allah bize lütufta bulundu. Gerçek şu ki, kim sakınır ve sabrederse, şüphesiz Allah, iyilikte bulunanların karşılığını boşa çıkarmaz." (Yûsuf, 90) Hz. Yûsuf (a.s) burada, yüce Allah'ın kendisine bahşettiği egemenliği ve üstün konumu kastediyor. Bir diğer ayette ise şöyle buyuruyor: "Sonunda onu da, evini de yerin dibine geçirdik." (Kasas, 81) "Onlar için yüce bir doğruluk dili verdik." (Meryem, 50) Burada kendilerine nimetler bahşedilmiş salih bir zürriyet kastediliyor gibidir. Nitekim başka bir ayette de şöyle buyuruyor: "Onu ardından kalıcı bir kelime olarak bıraktı." (Zuhruf, 28) "Duvar, ise şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar." (Kehf, 82)
"Arkalarında bıraktıkları zayıf çocuklardan dolayı korku duyanların, içleri ürpertiyle titresin." (Nisâ, 9) Burada, geçmişlerinin işlediği zulümden dolayı, başkaları tarafından zulme uğratılan zürriyet kastedilmektedir. Kısacası, yüce Allah her hangi bir topluluğa ya da bir ferde nimet bahşettiğinde, şayet nimet bahşedilen kişi ya da topluluk salih ve yapıcı ise, yüce Allah, ona bu nimeti bir nimet, ihsan ve sınama aracı olarak bahşetmiştir. Nitekim yüce Allah Hz. Süleyman'ın (a.s) dilinden bu gerçeği şu şekilde aktarmaktadır: "Dedi ki: Bu rabbimin fazl (ve lütfundan)dır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek istiyor. Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir. Kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rab'bim hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, Kerim olandır." (Neml, 40) "Andolsun, eğer şükrederseniz, gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim, 7) Bu ayet-i kerime de tıpkı bundan önceki ayetler gibi şükür olgusunun, peşinden nimet gelen bir salih amel olduğuna işaret etmektedir.
Şayet nimet bahşedilen toplum ya da fert, fesatçı ve bedbaht ise, kendisine bahşedilen bu nimet, kendisi açısından bir tuzaktır, yavaş yavaş azaba sürükleniştir, belli bir süreye özgü oyalanıştır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Onlar bir tuzak kuruyorlardı, Allah da bir tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en iyisidir." (Enfâl, 30) "Biz onları, bilmeyecekleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız. Ben onlara süre tanıyorum. Elbette Benim düzenim sapasağlamdır." (Kalem, 44-45) "Andolsun, Biz kendilerinden önce, Firavun'un kavmini denedik." (Duhan, 17)
Bir kavim ya da ferdin başına felaketler yağdığı, musibetler ve belalar yakasını bırakmadığı zaman, eğer bu fert ya da kavim, salih ve yapıcı ise, söz konusu musibetler, felaketler onlar için birer sınav işlevini görür. Yüce Allah, bu felaketler aracılığı ile pisi temizden ayırmak için kullarını sınar. Musibetlerle sınanan topluluk ya da fert bu hâliyle tıpkı potada eritilen ve mihenk taşı ile ayarı ölçülen altın gibidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "İnsanlar, 'iman ettik' diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. Yoksa kötülükleri yapanlar, bizi geçeceklerini mi sandılar? Ne kötü hükmediyorlar?" (Ankebut, 2-4) "İşte o günleri Biz insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şahitler edinmesi içindir." (Âl-i İmrân, 140)
Şayet, musibetlere maruz kalan toplum ya da fert, yıkıcı ve bedbaht ise, onun bu durumu öç alma amaçlı bir yakalayıştır. O, işlediği amellerin cezasını çekmektedir. Önceki ayetler, buna yönelik işaretler içermektedir.
Dünyada işlenen ve akıbeti, bizzat işleyene dönük olan amellerin hükmü bundan ibarettir.
"Eğer insanlar tek bir ümmet (hepsi aynı yaşam düzeni ve kurallarına tâbi) olacak olmasaydı, Rahman'ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp-yükselecekleri merdivenler yapardık. Evlerine kapılar ve üzerinde yaslanıp dayanacakları koltuklar ve çekici süsler verirdik. Bütün bunlar, yalnızca dünya hayatının metaıdır. Ahiret ise, Rabbinin katında muttakiler içindir." (Zuhruf, 33-35) ayetlerine gelince, bunları aynı kategoride değerlendirmemek gerekir. (Yüce Allah herkesten daha iyi bilir) ama, bu ayetlerde kastedilen, dünya ve çekici süslerinin yerilmesi ve Allah katında bir değer ifade etmediğinin vurgulanmasıdır. Bu yüzden dünya metaı söz konusu olduğunda kâfirler tercih edilmiştir. Asıl değer, ahiret nimetleri içindir. Eğer insan topluluklarını oluşturan fertler, benzer çabalar içine girerek tek tip ve benzer niteliklere sahip tek bir topluluk hâline gelmemiş olsaydı, yüce Allah dünya nimetlerini sırf kâfirlere özgü kılardı.
Denebilir ki: Sel, deprem, salgın hastalıklar, savaşlar ve kuraklık gibi doğal afetlerin, sebepleri vardır. Bu sebepler oluştuğu zaman, söz konusu felaketler meydana gelir. Kişilerin salih, ya da bozguncu olmaları önemli değildir. Dolayısıyla, bunları iyi ya da kötü amellerle ilintilendirme gerçekçi görünmemektedir. Bu, sadece dinsel bir varsayımdır, realiteyle bağdaşmayan bir değerlendirmedir.
Buna cevap olarak derim ki: Bu, felsefî bir problemdir. Ayrıca, yüce Allah'ın kelâmından algıladığımız mesajdan hareketle sunduğumuz tefsir niteliğindeki araştırmamız ile de çelişmemektedir. "Eğer o ülkeler halkı, inansalardı ve korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine gökten bolluklar açardık." (A'râf, 96) ayetini tefsir ettiğimiz zaman konunun felsefî açıdan incelenişi başlığı altında belli ölçüde ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Kısaca şunu söyleyebiliriz: Yanlış anlamadan, Kur'ân'ın ve Kur'â-n'ı tefsir edenlerin maksadını algılayamamaktan kaynaklanan bir kuşkudur bu. Eşya ve olayları Kur'ân'ın öğretileri doğrultusunda algılayanlar: "İyi ya da kötü amelleri hayır ya da şer nitelikli hadiseler takip eder" derken, doğal sebepleri geçersiz kılmak, etkinliklerini inkâr etmek amacında değildirler.
Amellerle, maddî etmenler arasında etkinlik ortaklığının olduğunu da söylemek istemiyorlar.
Teologlar, yaratıcının varlığını kanıtlarken, evrene egemen olan sebep-sonuç yasasının geçersiz olduğunu, varlıklar âleminde tesadüf ve başıboşluğun egemen olduğunu iddia etmiş olmuyorlar. Ya da evren üzerinde yüce yaratıcı ile doğal sebeplerin ortak egemenliklerinin bulunduğunu, dolayısıyla bazı gelişmeler yaratıcının eseri olarak tezahür ederken diğer bazısının da bu sebeplerin eseri olduğunu savunmuyorlar. Tam tersine, onların amacı, sebepler üstü bir sebebin, maddî etkenlere egemen manevî bir etkenin varlığını kanıtlamaktır. Teologlar, etkinliği bu iki sebebe dayandırırlar; ama öncelik ve sonralık düzenini göz ardı etmeden. İlk ve ikinci etken diye... Tıpkı bir yazının önce insana, ardından eline nispet edilmesi gibi.
Meselenin özü şudur: Evreni idare eden güç insanı varoluşsal mutluluğuna ve yaşamsal tekamülüne doğru iter. Nitekim, peygamberlik misyonunu genel olarak incelediğimiz bölümde, bu hususa ilişkin açıklamalarda bulunduk. Bilindiği gibi, insan denen canlı türünün mutluluğa doğru kat ettiği mesafede yer alan konaklardan biri de amellerdir. Bu hareketinde, karşısına bir engel, bir barikat çıktığı zaman; bu onun yerinde saymasını ya da onun hareketinin yıkımla, helakle noktalanma tehlikesini doğurursa, buna karşı bir önlem alınır ve söz konusu barikatın kaldırılmasına çalışılır ya da iş görmez hâle gelmiş olan parça kesilip atılır ve hareket devam eder. Tıpkı bir bedene, ya da bedenin herhangi bir organına musallat olan bir hastalık gibi. Eğer imkân varsa, hastalık olan yerin tedavisine başvurulur, değilse, işlevsiz, yararsız ve felçli olarak kendi hâline bırakılır.
Canlılar üzerinde yapılan gözlemler ve deneyler, yaratılış ve varoluşun her canlı türünü, karşısına çıkan felaketlere, baş gösteren bozgunculuklara karşı kendini savunmasını sağlayacak yetenek ve becerilerle donattığını kanıtlamıştır. İnsanoğlunu tür ve birey olarak bu genellemenin dışında tutmanın bir anlamı yoktur. Yine deney ve gözlemlerle kanıtlanmıştır ki, evrensel yasalar sistemi, her varlık türünün karşısına alışık olmadığı, konumu ile uyuşmayan olaylar ve olgular çıkarır. Bu da doğal olarak söz konusu canlı türünü varoluşsal güçlerini kullanmaya zorlar. Varoluşsal evrelerini tamamlamak, kendisi için öngörülen gaye ve mutluluğa ulaşmak için böyle bir ilişki kaçınılmazdır. İnsanoğlu, böylesi evrensel bir faaliyetin dışında tasavvur edilebilir mi?
Bu gerçeği şu ayet-i kerimelerden algılıyoruz: "Biz gökleri, yeri ve her ikisinin arasında bulunan varlıkları oyun olsun diye yaratmadık. Biz her ikisini ancak hak ilkesine göre yarattık.
Ancak insanların çoğu bilmezler." (Duhan, 38) "Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu inkâr edenlerin zannıdır." (Sâd, 27) Herhangi bir sanatkar, bir sanat eserini, sırf oyun olsun diye ve bir amaca yönelik olmadan meydana getirdiği zaman, eser meydana gelir gelmez, sanatkar ile eser arasındaki bağ kopar. Artık eserinin sonu nereye varacak? Ne tür felaketlerle karşılaşacak? Buna aldırmaz. Ama, bu eseri bir amaca yönelik olarak meydana getirseydi, onu denetimi altında tutar, başında durup gözlemlerdi.
Varsın diye meydana getirdiği, bu amaçla çeşitli özelliklerle donattığı hedefine ulaşmasını önleyici bir engel karşısına çıktığı zaman, durumunu düzeltmeye çalışır; bazı eklemelerde ya da çıkarmalarda bulunur. Belki de onu tümden iptal eder, bileşimini çözer, yeni baştan meydana getirmeye çalışırdı. Aynı durum göklerin, yerin ve başta insan olmak üzere bu ikisi arasında yer alan canlı cansız tüm varlıkların yaratılışı için de geçerlidir. Yüce Allah, ne yaratmışsa, onu amaçsız yaratmamıştır. Yarattığı hiç bir şeyin varlığı boşuna değildir. Tam tersine, ulu Allah her şeyi, sonunda kendi katına dönsün diye yaratmıştır. Nitekim, Kur'ân'da konuya ilişkin olarak şöyle buyurur: "Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü'minun, 16) "Elbette son varış Rabbine olacaktır." (Necm, 42) Bu durumda, Rabbani ilginin, yarattığı her varlık gibi davet ve yol gösterme şeklinde asıl amacına ulaşmasını sağlamak için insana yönelmesi, sonra onu sınayıp denemesi, sonra yaratılışın gayesinden sapanı helak etmesi kaçınılmaz olur. Bu, fert ve tür boyutundaki yaratılışı sağlamlaştırmak, yaratıcı çizgisinden sapan bir topluluğun yaşamasına son vermek suretiyle diğer toplulukları huzura kavuşturmak için bir zorunluluktur.
Nitekim yüce Allah, bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Rabbi, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan rahmet sahibidir. Dilerse sizi götürür ve dilerse, sizi bir başka topluluğun soyundan var ettiği gibi, yerinize bir başkasını getirir." (En'âm, 133) Ayet-i kerimedeki: "Rabbin, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan rahmet sahibidir." ifadesine dikkat ediniz.
Bu, Rabbani bir sünnettir. Sınama ve yaratılış çizgisinden sapanlardan öç alma yasasını kastediyorum. Yüce Allah bundan "Yenilgiye uğratılmaz, alt edilmez, tersine daima galip ve hakim olan" şeklinde söz eder. Bunu şöyle dile getirir: "Size isabet eden her musibet, ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. Allah çoğunu da affeder. Siz yeryüzünde O'nu aciz bırakacak değilsiniz. Ve sizin Allah dışında ne bir veliniz vardır, ne bir yardımcınız." (Şûrâ, 30-31) "Andolsun, peygamber olarak gönderilen kullarımıza şu sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar, yardım ve zafer bulacaklardır. Ve şüphesiz; bizim ordularımız, üstün geleceklerdir." (Sâffat, 171-173)
Amellerle ilgili bir diğer yargı da mutluluk ve mutsuzlukla ilintilidir: Kur'ân-ı Kerim'den algıladığımız kadarıyla mutluluğa sebep olan ameller grubu, mutsuzluk grubundan üstündür. Mutluluk grubunun ayırıcı özelliği, tüm güzel sıfat ve niteliklere sahip olmasıdır. Fetih, zafer, sebat, istikrar, güven, derinlik ve kalıcılık gibi. Bunların karşıtı olan silinip gitme, batıl olma, sarsılma, korku içinde yaşama, geçicilik, yenilgi vb. nitelikler de mutsuzluğa yol açan ameller grubunun ayırıcı özelliğidir.
Bu anlamı vurgulayan Kur'ân ayetlerinin sayısı çoktur. Konuya ilişkin örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Ama bu gerçeği vurgulama bakımından yüce Allah'ın verdiği şu örnek yeterlidir: "Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır, düşünürler. Kötü söz ise, kötü bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden koparılmış kararı kalmamıştır. Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp saptırır; Allah dilediğini yapar." (İbrahim, 24-27)
"Hakkı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak istemiştir." (Enfâl, 8) "Sonuç takvanındır." (Tâhâ, 132) "Andolsun, peygamber olarak gönderilen kullarımıza şu sözümüz geçmiştir; gerçekten onlar, yardım ve zafer bulacaklardır. Ve şüphesiz; bizim ordularımız, üstün geleceklerdir." (Sâffat, 173) "Allah, emrinde galip olandır, ancak insanların çoğu bilmezler." (Yûsuf, 21) gibi ayetleri sıralamak mümkündür.
Örnek olarak sunduğumuz son ayetin, değerlendirme cümlesinde yer alan "ancak insanların çoğu bilmezler" den bahsedilen bu galibiyetin, insanlar tarafından algılanacak türünden olmadığını, bilakis insanların çoğunun bunu bilmediğini ima etmektedir. Eğer bu, herkesin bildiği türden maddî ve hissedilebilir bir galibiyet olsaydı, insanların çoğunun onu bilmemesi söz konusu olmazdı. Bu galibiyeti bilmeyenin bilmeyişi, onu inkâr edenin inkâr edişi iki açıdan değerlendirilebilir:
Birincisi; insanın düşünce kapasitesi sınırlıdır. Görüşü, sadece gözlerinin önünde bulunan, kendisine göre gayb konumunda olmayan şeyleri, yani gözlemleyebildiği olguları kuşatır. İçinde bulunduğu an hakkında konuşur, ama gelecek zamanı bilemez, ondan yana gafildir. Bir günlük devleti devlet sayar. Bir saatlik galibiyet ve zaferi, galibiyet olarak nitelendirir. Kısacık ömrünü ve eve sahip olduğu naçiz ve değersiz dünya metaını ölçü alarak bütün varlık hakkında hüküm verir. Oysa yüce Allah, zamanı ve mekânı kuşatmıştır. Dünya ve ahirette egemendir. Her şey üzerindeki otorite O'nun tekelindedir. İşte bu yüzden hükmettiği zaman kesin ve tavizsiz hükmeder. Hak ilkesine göre yargıda bulunur. Dünya da ahiret de O'nun için aynıdır. Filan şeyi kaybedecek, elden verecek diye bir tasası, korkusu olmaz. Hiç bir işte acele etmez. Dolayısıyla, baş gösteren bir günün mahrumiyet ve meşakkatini, bir dönemin ıslahına vesile olacağını takdir etmesi mümkündür. (Daha doğrusu, realite, böyle bir takdirin somut tanığıdır.) Ya da bir ferdin yoksun kalışı, bir topluluğun kurtuluşuna neden olur. Cahiller, gördükleri bir meşakkat ve mahrumiyetin yüce Allah'ı aciz bıraktığını, O'nun geçilebileceğini, mağlup edilebileceğini sanırlar. (Ne kötü hükmediyorlar!) Yüce Allah, zamanın bir dilimini gördüğü gibi akıp giden zaman silsilesini de görür. Tek bir varlığa egemen olduğu gibi, varlık bütününe de egemendir. Bir işle ilgilenmesi, O'nu bir diğer işle ilgilenmekten alıkoymaz. Göklerle yerin korunması O'na güç gelmez. O yücedir, büyüktür. "Kâfirlerin ülke ülke dönüp dolaşmaları seni aldatmasın. Az bir yararlanmadır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o." (Âl-i İmrân, 196-197)
İkincisi; manevî olguların galibiyeti, maddî olguların galibiyetinden farklıdır. Maddî olguların galibiyeti, yenilgisi fiillere egemen olması, onların seçme özgürlüklerini ellerinden alıp, galiplere boyun eğer, itaat eder hak getirmesi, şiddete başvurarak zora dayalı bir baskıcı atmosfer oluşturması şeklinde gerçekleşir. Baskıcı, diktatör kralların yönetimdeki tutum ve davranışlarını buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, bir ülkeye egemen oldukları zaman halkının bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da tutsak ediyorlardı. Tahakküm ve büyüklenme duygusuyla istediklerini yaptırıyorlardı. Deneyimler ve somut kanıtlar, baskı ve şiddete dayalı egemenliğin sürekli olmadığını, diri ve dinamik topluluklar üzerindeki yabancı hakimiyetinin sonsuza dek sürmediğini, bu durumun sayılı günlerle sınırlı olduğunu ortaya koymuştur.
Manevî olguların galibiyeti ise, buna ilişkin mesajın yerleşeceğini kalplerin bulunuşu, bu mesaja inanan, onu bir inanç sistemi olarak benimseyen fertlerin eğitilmesi ile gerçekleşir. Eksiksiz bir imandan daha üstün hiç bir derece yoktur. Tam bir iman kadar sağlam bir kale düşünülemez. İman kalbe yerleşirse, kısa bir süre gizli kalsa bile, bilahare aşikar olup uzun zaman etkisini sürdürecektir. Bu yüzden, günümüzde büyük devletlerin ya da yaşayan ulusların güç ve maddî donanımdan çok, propagandaya önem verdiklerini görüyoruz. Çünkü ideoloji ve maneviyat silahı daha etkilidir, daha dehşetlidir.
Bu değerlendirmemiz, hayal ve vehim sınırlarını aşmayan, toplumsal koşullarda, insanlar arasında genel geçer vehme ve tasarıma dayalı düşünce ve ideolojiler için geçerlidir.
Hak ise, özü itibariyle ancak sapıklığın ve batılın karşısıdır. Zaten haktan sonra sapıklıktan başka bir şey yoktur. Bilindiği gibi batıl hakkın karşısında tutunamaz. Dolayısıyla galibiyet, batıla karşı hakla ilişkin karşısıdır.
Hak, etkinliği ve amacına ulaşması bakımından değişmezlik ve geçilmezlik niteliğine sahiptir. Çünkü bir mümin, şayet hak düşmanlarına karşı, hayatın gözlenebilir sahasında bir üstünlük sağlasa, bu bir zaferdir. Ve bundan dolayı ödüllendirilir. Eğer hak düşmanı, ona bir üstünlük sağlasa ve kendisini Allah'ın hoşnut olmadığı şeyleri yapmaya zorlasa, bu durumda görevi, zorlama ve zor durumda kalma şartlarına göre hareket etmektir. Müminin, böyle yapması da Allah'ın rızasına uygundur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başka." (Âl-i İmrân, 28) Şayet hak düşmanı olan kimse mümini öldürse, mümin için tertemiz bir hayat vardır; ölüm değil: "Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin, bilakis onlar diridirler. Fakat siz anlayamazsınız." (Bakara, 154)
Şu hâlde mümin her hâlükârda muzafferdir ve hiç bir zaman mağlup edilemez. Ya zahiri olarak ya da sadece batinî olarak, ama mutlaka üstündür, galiptir. "De ki: Siz bizim için iki güzellikten birinin başkasını mı bekliyorsunuz?" (Tevbe, 52)
Buradan anlıyoruz ki: Hak, dünyada hem zahiren hem de batınen galiptir, üstündür. Hakkın zahiren galip oluşunu şöyle izah edebiliriz: Bilindiği gibi, evren, varoluşsal bir yol göstericilikle, insan türünü hakka ve mutluluğa yöneltir. İleride onu bu amacına ulaştıracaktır. Batılın kimi zaman, görünüp üstünlük sağlaması, gelip-geçici saldırılardır. Bunlar hakkın sürekliliği karşısında bir anlam ifade etmezler. Batılın kimi zaman üstünlük sağlaması, hakkın nihai zaferinin ön hazırlığıdır. Yoksa zaman silsilesi kopmuş, devran sona ermiş değildir. Evrensel düzen asla alt edilemez. Hakkın batınen üstünlük sağlamasına gelince; bildiğiniz gibi, galibiyet her zaman hakka ilişkin kesin ve tereddütsüz kanıtlardan kaynaklanmaktadır; batılın ise hiç bir kanıtı yoktur.
Sebat, hakçılık ve iyilik gibi tüm güzel niteliklerin hak söze ve hak fiile özgü olduğunu, buna karşın sarsılma, geçicilik, çirkinlik ve kötülük gibi tüm olumsuz niteliklerin de batıl söze ve batıl fiile özgü olduğu meselesine gelince, önceki bölümlerde bunun nedenine şu şekilde işaret etmiştik: "İşte bu, sizin Rabbiniz Allah'tır; her şeyin yaratıcısıdır." (Mü'min, 67) "O yarattığı her şeyi güzel yapandır." (Secde, 7) "Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir." (Nisâ, 79) Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi kötülükler, yok ve asılsız olan şeyler olduğu için, yüce Allah'a dayanmazlar; zira Allah ancak varolan şeyleri yaratan ve onlara vücut verendir, yokluktan değil. İyiliklerde ise, durum bunun tersidir. Çünkü mezkur ayetlerden de anlaşıldığı üzere iyilikler hakka dayandığı için varolan şeylerdir. Bunun için iyi söz ve iyi davranış her türlü güzelliğin menşei, değişmezlik, kalıcılık, bereket ve yarar gibi, tüm hayırların ve mutlulukların kaynağıdır. Ama kötü söz ve kötü davranış böyle değildir. Yüce Allah bu gerçeği şöyle dile getirir: "Allah gökten bir su indirdi de dereler kendi miktarınca çağlayıp aktı. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs veya bir meta sağlamak için ateş üzerinde yakıp erittikleri şeylerde de bunun gibi bir köpük vardır. İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o atılır gider; insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır." (Ra'd, 17)
Amellerle ilgili bir değerlendirme de şudur: Güzel söz ve davranışlar, aklın değerlendirmeleri ile örtüşür, kötü söz ve davranışlarsa öyle değildir. Daha önce, yüce Allah'ın insanlara açıkladığı prensipleri akıl esasına dayandırdığını vurgulamıştık. (Akıl derken, insanın hak ile batılı algılamasını ve iyi ile kötüyü birbirinden ayırdetmesini sağlayan melekeyi kastediyoruz.)
Bu yüzden yüce Allah, insanlara akla uymayı tavsiye etmiş, içki, kumar, eğlence, insanlar arası ilişkilerde aldatma ve hileye başvurma gibi aklı, asli fonksiyonunu icra etmekten alıkoyan davranışları yasaklamıştır. Aynı şekilde, yüce Allah, yalan, iftira, bühtan, ihanet ve küstahlık gibi aklın sağlıklı bir yargıya varmasına engel olan tutum ve davranışları da kesin şekilde yasaklamıştır. Çünkü bu tür tutum ve davranışlar, insan aklının, işlevini yerine getirirken olguları karıştırmasına, meseleleri çarpıtmasına yol açar. Oysa insan hayatı, bireysel ve toplumsal çabanın her alanında sağlıklı bir kavrayış ve sağlıklı bir düşünüş esası üzerine bina edilmiştir.
Toplumsal ve bireysel bozgunculukları ve hatta hiç bir kimsenin inkâr etmeyeceği, üzerinde görüş birliği sağlanmış bozgunculukları analiz ettiğiniz zaman, bunların temelinde, aklın sağlıksız bir yargıya varmasına yol açan, onu işlevsiz hâle getiren davranışların yattığını görürüz. Olanca çokluğu ve boyutluluğuyla tüm bozgunculuklar, aklı olumsuz yönde etkileyen bu tür tutum ve davranışlara dayanırlar. İnşaal-lah uygun bir yerde, konuya ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde şöyle bir rivayet yer alır: İbn Cerir, İbn Abbas kanalıyla aktardı: Resulullah efendimizin (s.a.a) terkisine binmiştim. Bana dedi ki: "Ey Abbas'ın oğlu, senin tutkularına uymasa bile, Allah'ın takdir ettiği şeye razı ol, çünkü bu, Allah'ın kitabında kesin olarak ifade edilmiştir." Dedim ki: "Ya Resulullah, nerede yazılıdır, ben Kur'ân'ı okuduğum hâlde böyle bir şeye rastlamadım?" Buyurdu ki: 'Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.' ayeti."
Ben derim ki: Bu rivayet, ilâhî takdirin hem tekvinî (yaratılışı, varoluşu) hem de teşriî (şerî yasamayı) kapsadığını ima etmektedir. Tekvin ve teşri' arasındaki farklılık ise, itibarlara göre değişir. Ayet-i kerimede geçen "Asa" (Olur ki) edatının bu ayette "zorunluluk" ifade ettiğine ilişkin bir kanıt yoktur. Daha önce "asa" edatının Kur'ân-ı Kerim'-de, sözlük anlamı ile, yani "umma" anlamında kullanıldığını vurgulamıştık. Dolayısıyla, bazı tefsircilerden aktarılan: "Kur'ân'da yer alan her şey "asa" edatı ile ifade edilebilir. Çünkü bu edat, yüce Allah açı-sından zorunluluk ifade eder" şeklindeki görüşün bir dayanağı yoktur. Bundan daha da ilginci şu görüştür: "Asa" edatı, iki yer hariç Kur'-ân-ı Kerim'in her yerinde zorunluluk ifade eder; biri, tahrim meselesi ile ilgilidir: "Belki onun Rabbi, o sizi boşayacak olursa..." (Tahrim, 5) Diğeri ise, İsrailoğulları ile ilgilidir: "Umulur ki, Rabbiniz size merhamet eder." (İsrâ, 8)
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn Cerir Süddî kanalıyla şöyle rivayet eder: "Resulullah Efendimiz (s.a.a) keşif için bir müfreze çıkardı. Müfrezede yedi kişi bulunuyordu. Komutanları da Abdullah b. Cahş el-Esedî idi. İçlerinde Ammar b. Yasir, Ebu Hüzeyfe b. Utbe b. Rabia, Sa'd b. Ebu Vakkas, Nevfeloğulları'nın müttefiki Süleymi oğullarından Utbe b. Safvan, Sehl b. Beyda, Amir b. Füheyre, Ömer b. Hattab'ın müttefiki Vakid b. Abdullah el-Yarbui gibi zatlar bulunuyordu. Resulullah (s.a.a) bir yazı yazıp İbn Cahş'a verdi ve Milel denen mevkiye gelmedikçe yazıyı okumamasını emretti. İbn Cahş ve müfrezesi Milel denen yere geldiklerinde yazıyı açıp okudular. "Nahla vadisine kadar yürü." şeklinde bir not vardı. Bunun üzerine arkadaşlarına şöyle dedi: "Ölümü isteyen yola devam etsin ve vasiyetini yapsın. Ben, vasiyetimi yapıyor ve Resulullah'ın emrini yerine getirmek üzere harekete geçiyorum." Ardından yola koyuldu. Develerini kaybeden Sa'd b. Ebî Vakkas ve Utbe b. Gazzan (Safvan olsa gerektir) müfrezeden kopup geride kaldılar.
İbn Cahş yola devam etti. Bir yerde onlar Hakem b. Kiysan, Abdullah b. Muğire b. Osman ve Amr el-Hadremi ile karşılaştılar. Aralarında çatışma çıktı. Hakem b. Kiysan'ı ve Abdullah b. Muğire'yi esir aldılar. Daha sonra İbn Muğire iplerini çözüp (kaçtı), Amr el-Hadremî ise Vakid b. Abdullah tarafından öldürüldü. Bu, Hz. Muhammed'in (s.a.a) ashabının aldığı ilk ganimetti. Müfreze, esirler ve ganimet mallarıyla Medine'ye döndü. Bunun üzerine müşrikler; "Muhammed Allah'ın emirlerine uyduğunu iddia ediyor; ama haram ayın dokunulmazlığını ilk önce ihlal eden kendisidir." demeye başladılar. Bunun üzerine yüce Allah, şu ayeti indirdi: "Sana, haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar." De ki: "Onda savaşmak büyük bir günahtır. Helâl olmaz." Ancak, ey müşrikler, sizin yaptığınız haram ayda savaşmaktan daha ağır bir suçtur. Çünkü siz Allah'ı inkâr ettiniz, Muhammed'i, O'nun (evinin bulunduğu Mekke'ye gelmesine) engel oldunuz. Fitne, (yani şirk) Allah katında, haram ayda savaşmaktan daha ağır bir suçtur. İşte "Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek" ibaresiyle kastedilen anlam budur.
Ben derim ki: Aynı anlamı ya da yakın anlamları içeren birçok rivayet, Ehlisünnet kanallarınca aktarılmıştır. Aynı anlamı içeren bir hadis Mecma'ul-Beyan tefsirinde de yer alır. Bazı rivayetlerde müfrezede, sekiz kişinin yer aldığı, dokuzuncu kişinin de komutanları olduğu belirtilir.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn İshak, İbn Cerir, İbn Ebu Hatem ve Beyhakî Yezid b. Ruman kanalıyla Urve'nin şöyle dediğini rivayet ederler: "Resulullah Efendimiz (s.a.a) Abdullah b. Cahş'ı, Nahla Vadisine gönderdi ve Kureyş hakkında bize bir bilgi getirene kadar orada kal, dedi. Ama ona savaşma emrini vermedi. Bu da, haram ayda gerçekleşiyordu. Resulullah ona, gideceğini haber vermeden bir yazı verdi ve şöyle dedi: "Sen ve arkadaşların yola çıkın. İki gün yol aldıktan sonra, sana verdiğim yazıyı açıp oku. Sana emrettiğim gibi hareket et. Hiç bir arkadaşını da seninle birlikte gelmeye zorlama." İbn Cahş iki gün yol aldıktan sonra, yazıyı açtı. Şöyle yazıyordu: "Nahla vadisine gelinceye kadar yürü. Bize oradan Kureyş hakkında edindiğin bilgileri getirirsin." Yazıyı okurken arkadaşlarına şöyle dedi: "Duyduk ve uyduk. İçinizde şehid olmak isteyen benimle gelsin. Çünkü ben, Resulullah'ın emrini yerine getireceğim, içinizde bunu istemeyenler de geri dönebilir. Çünkü, Resulullah herhangi birinizi, benimle beraber gelmeye zorlamamı yasakladı." Bunun üzerine, müfrezedeki her kes, onunla birlikte hareket etti. Necran vadisine geldikleri zaman, Sa'd b. Ebu Vakkas ve Utbe b. Gazvan nöbetleşerek bindikleri develerini kaybettiler.
Müfrezeden ayrılıp develerini aramaya koyuldular. Müfreze ise, Nahla vadisine gelene kadar yoluna devam etti. Orada Amr b. el-Hadremî, Hakem b. Kiysan, Osman ve Muğire b. Abdullah ile karşılaştılar. Bunlar beraberlerinde, Taif'ten getirdikleri, deri ve yağ gibi ticaret malları taşıyorlardı. Müfreze onları gördüğünde, Vakid b. Abdullah onlara doğru gitti. Vakid başını tıraş etmişti. Adamlar başı tıraşlı birini gördüklerinde, Ammar şöyle dedi: "Onun sizinle bir işi yoktur." Resulullah'ın ashabı, aralarında istişare ettiler. Cemaziyelevvelin son günüydü. Dediler ki: "Onları öldürürseniz, haram ayda öldürmüş olursunuz. Eğer serbest bırakırsanız, bu gece, dokunulmazlığı bulunan Mekke'ye girmiş olacaklar ve elinizden kurtulmuş olacaklardır." Sonunda onları öldürme hususunda görüş birliğine vardılar. Temim kabilesine mensup Vakid b. Abdullah, Amr b. el-Hadremî'ye bir ok fırlatıp öldürdü. Osman b. Abdullah ve Hakem b. Kiysan da esir alındılar. Muğire ise kaçıp ellerinden kurtuldu. Ardından el koydukları kervanı Medine'ye Resulullah'ın yanına getirdiler. Resulullah (s.a.a) onlara şöyle dedi: "Allah'a andolsun, ben size haram ayda savaşmanızı emretmedim." Daha sonra iki esire ve mallara el koydu ve onlardan hiç birisini almadı. Resulullah (s.a.a) onlara bu sözleri söyleyince, dizlerinin bağı çözüldü. Üzüntüden elleri yana düştü. Helak olduklarını sandılar. Müslüman kardeşleri de kendilerine karşı sert tutum sergilemeye, onları kınamaya başladılar.
Kureyş kabilesi, bu haberi duyunca, şöyle bir tepki gösterdi: Muhammed haram kan dökmüştür; hakkı olmayan mala el koymuştur; haram ayın dokunulmazlığını ihlal ederek insanları tutsak almıştır." Bunun üzerine yüce Allah: "Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar." ayetini indirdi. Bu ayet inince, Resulullah efendimiz (s.a.a) kervana el koydu ve esirleri de fidye karşılığı salıverdi. Bunun üzerine Müslümanlar: "Ya Rasulallah, bu olayın bizim için bir savaş olmasını umuyor musun?" dediler. Bu gelişmeler üzerine yüce Allah, "Şüphesiz iman edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler." ayetini indirdi. Müfrezedekilerin sayısı sekiz idi. Komutanları Abdullah b. Cahş ile birlikte bu sayı dokuza ulaşıyordu.
Ben derim ki: "Şüphesiz iman edenler, hicret edenler..." diye başlayan ayetin, Abdullah b. Cahş ve arkadaşları hakkında indiğini ifade eden başka rivayetler de vardır. Bunun yanı sıra, ayet-i kerime ibadet kastiyle bir amel işleyen, ama ameli gerçek ilâhî hükümle uyuşmayan, dolayısıyla yanılan kimsenin mazur sayılacağına delalet etmektedir. Buna göre yanılmak günaha sebep olmaz. Ayrıca, bağışlanmanın, günah dışındaki durumlar için de söz konusu olabileceğine işaret etmektedir.
Konuya ilişkin rivayetler, ayet-i kerimede yer alan "Sana sorarlar" ifadesi ile müminlerin kastedildiğine işaret etmektedir. Müminlerin davranışını eleştiren müşrikler değildir soruyu soranlar. Önceki bölümün sonunda yer alan rivayetlerin birinde geçen İbn Abbas'ın şu sözü de bunu pekiştirici niteliktedir: "Muhammed ashabından daha hayırlı bir topluluk görmedim. Resulullah (s.a.a) vefat edinceye kadar ona sadece on üç soru sordular ve bunların tümü de Kur'ân-ı Kerim'de yer alır: "Sana içki ve kumarı sorarlar", "Sana haram olan ayı sorarlar..." Ayet-i kerimedeki hitabın da müminlere yönelik olması bunu desteklemektedir: "Sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler."
AYETLERİN MEÂLİ
219- Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar vardır. Ama günahları faydalarından daha büyüktür." Ve sana ne kadar infak edeceklerini sorarlar. De ki: "(Sizi zor duruma düşürmeyecek) orta bir miktarı." Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.
220- Dünya ve ahiret hakkında (düşünürsünüz). Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onların (işlerini) ıslah etmek (onları kendi hâllerine bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden ayırdeder. Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. Şüphesiz Allah güçlü ve üstün olandır, hikmet sahibidir."
AYETLERİN AÇIKLAMASI
219) Sana içkiyi ve kumarı sorarlar.
Sözlükten algıladığımız kadarıyla "hamr" sarhoşluk yapması için imal edilen her türlü içkiye denir. Kelimenin anlam esası, örtmedir. Aklı örttüğü, güzeli çirkinden, hayrı şerden ayırdetmesine engel olduğu için bu şekilde adlandırılmıştır. Araplar, kadının baş örtüsüne "himar" derler. "Hamertu'l-inae" yani kabın kapağını örttüm. "Ahmertu'l-acin" yani hamura maya kattım. Hamur mayasına "hamire" denmesinin sebebi önceden yoğrulması, sonra üzerinin örtülmesidir. Araplar, sadece üzüm, hurma ve arpadan üretilen içkiyi bilirlerdi. Sonra insanlar zamanla yeni türler icat ettiler. Bu gün, sarhoşluk verme derecesine göre, sınıflandırılan birçok içki türü vardır ki, tümü de "hamr" adı altında toplanır.
"el-Meysir" kelimesi de sözlükte "kumar" anlamına gelir. Kumar oynayan kimseye "yasir" denir. Bu kelimenin de asıl anlamı "kolay-lık"tır. Kumarın böyle adlandırılmasının sebebi, herhangi bir yorgunluk, emek ve çalışma söz konusu olmaksızın başkasının malını elde etmesidir. Araplar, daha çok bu ismi, özel bir kumar oyunu için kullanırlardı. Şans okları çekme şeklinde oynanırdı. Ayrıca bu oyuna "ezlam" ve "aklam" da derlerdi.
Oynanış şekline gelince; cahiliye döneminde Araplar semiz develer satın alıp boğazlarlardı. Sonra boğazladıkları deveyi yirmi sekiz parçaya bölerlerdi. Sonra yanına on adet ok bırakırlardı. Oklara "fez, tev'em, rakib, hils, nafis, müsbil, mualla, munih, senih ve rağad" adını vermişlerdi. Fez adını verdikleri okun payı, yirmi sekizde birdi. Tev'-emin ise iki payı vardı. Rakibin payına üç, hils'in payına dört, nafisin payına beş, müsbilin payına altı, muallanın payına yedi parça düşerdi. En büyük pay buydu. Münih, senih ve rağad adlı oklara ise bir şey düşmezdi. Onların payı yoktu. Kime adı geçen oklardan biri çıksaydı, öngörülen payını alırdı. Son üç oku çekenlerse develerin fiyatını üstlenirlerdi. Bu oyun on kişi arasında, oklardan kura çekmek şeklinde oynanırdı.
De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar vardır. Ama günahları faydalarından daha büyüktür."
Bir okuyuş tarzında "kebir" yerine "kesir" (çok) ifadesi geçer. Ayetin orijinalinde geçen "ism" kelimesi "zenb (=günah)" kelimesine ve anlam olarak ona benzeyen başka kelimelere yakın bir anlam ifade eder. "İsm" bir durumdur. Bir şeyde veya akılda baş gösteren bu durum, insanın hayırlara ulaşmasını geciktirir. Dolayısıyla, peşinden mutsuzluk ve başka alanlarda yoksunluk gelen bir günahtır bu. İçki ve kumar hayatın başka alanlarındaki mutlulukları bozarlar. Bu bakımdan hem içki hem de kumar, bu şekilde değerlendirilebilir.
İçki içmeye gelince, tıbbî zararları ve mide, bağırsak, kara ciğer, akciğer, sinir sistemi, atar damarlar, kalp gibi organlar, görme ve tatma gibi duyular üzerindeki olumsuz etkileri hakkında eskiden ve günümüzde alanının uzman doktorlar tarafından binlerce eser kaleme alınmıştır. Bu sahada yapılan istatistikler, içki müptelalarının yakalandıkları çeşitli hastalıkları ortaya koymuştur. Birçok ölümcül hastalığın sebebinin bu zehir olduğu kanıtlanmıştır.
İçkinin ahlâkî zararlarına gelince; içki içen kimselerde ahlâkî çöküntü başlar. Kişi yavaş yavaş hayasızlığa doğru yuvarlanır. Birçok maddî zarara uğrar. Suç işler, adam öldürür, sırlarını ifşa eder, haramları, sınırları, kutsalları çiğner, hayattaki mutluluk unsurunun dayanağı olan tüm beşerî yasaları, özellikle ırz, can ve mal ile ilgili namusluluk ilkesini ayaklar altına alır. Ne dediğini bilmeyen, ne yapacağını kestiremeyen bir sarhoştan hiçbir konuda emin olunmaz. Dünyayı kaplayan ve insan hayatını kıskaca alan birçok suçun geri plânında ya doğrudan ya da dolaylı olarak içkinin müdahalesi söz konusudur.
İçkinin insanın algılama yeteneğine yönelik olumsuz etkisini, insanın aklını başından almasını, düşünce üzerindeki düzensiz etkilerini, sarhoşluk esnasında ve sonrasında idrakin insicamını bozmasını hiç kimse inkâr edemez. İçindeki günah ve fesadın en büyüğü budur. Diğer bütün bozgunculuklar buradan kaynaklanır.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, İslâm şeriatı hükümlerinin temelini, aklıselimin korunmasına dayandırmıştır. Aklı işlevsiz bırakacak, içki, kumar, aldatma ve yalan gibi şeyleri şiddetle yasaklamıştır. Aklın işlevini yerine getirmesini engelleyen fiillerin başında içki içme, sözlerin başında da yalan ve yalancı şahitliktir.
Bu fiiller, yani aklı işlevsiz hâle getiren ameller -ki yalan ve sarhoşluğa dayanan politikalar en başta yer alır- insanlığı tehdit etmekte, mutluluk binasını yerle bir etmektedir. Yalan ve sarhoşluğa dayalı politikaların her bir meyvesi mutlaka öncekilerinden daha acıdır. Yük ağırlaştıkça ve kişi bu yükü kaldıramayacak hâle geldikçe, biraz daha yükü ağırlaşır. Sonunda emekler boşa gider, çabalar hüsranla biter. Hükümlerini aklıselime dayandırması, aklı bozacak, onu işlevsiz hâle getirecek heva ve heves menşeli amelleri yasaklamış olması, bu göz kamaştırıcı kanıtları içeren İslâm dini için, bu şeriat-ı garra için yeterli bir övünçtür. İnşaallah Mâide Suresi'nin ilgili ayetini tefsir ederken daha ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
İnsanlar, hayvansal içgüdülerinin etkisiyle her zaman şehevi lezzetlere eğilimlidirler. Bu yüzden şehevi arzuları tatmin etmeye yönelik faaliyetler, hak ve hakikatten çok daha hızlı bir şekilde aralarında yaygınlık kazanır. Bu arzuları tatmine yönelik alışkanlıklar edinir. Bu alışkanlıkları bir yana bırakıp insanlığın mutluluğunu öngören evrensel yasalar sistemine göre hareket etmek onlara ağır gelir. Bu yüzden yüce Allah bu hususla ilgili olarak koyduğu yasaları aşamalı olarak hayata geçirmiş. İnsanların bu hükümlere uymasını şefkatle ve zaman tanıyarak sağlamıştır.
İnsanlar arasında yaygın olarak işlenen söz konusu kötü alışkanlıklardan biri de içki kullanmadır. Konuya ilişkin ayetleri incelediğimiz zaman, içkinin haram kılınışında aşamalı bir yöntemin izlendiğini görürüz. İçkinin haram kılınışı dört aşamada gerçekleştirilmiştir:
Birincisi; "De ki: Rabbim yalnızca çirkin hayasızlıkları, onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını, günah işlemeyi, haklı nedeni olmayan isyan ve saldırıyı haram kılmıştır." (A'râf, 33) ayet-i kerime Mekke döneminde inmiştir ve burada "ism (=günah)" haram kılınmıştır. İçkide de günah (ism) vardır. Ancak günahın ne olduğu ve içkinin de büyük günah olduğu vurgulanmamıştır.
Bu ayet-i kerimenin ifade tarzı, kapalı hususları açıklamama türünden bir kolaylaştırma, bir hafifletme olsa gerektir. Nitekim bunu şu ayet-i kerimeden de algılıyoruz: "Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem sarhoşluk verici içki, hem güzel bir rızk edinmektesiniz." (Nahl, 67) Bu ayet-i kerime de Mekke döneminde inmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, insanlar henüz içkideki büyük haramın farkında değildirler. Ta ki şu ayet-i kerime inene kadar: "Ey iman edenler, sarhoş iken, namaza yaklaşmayın." (Nisâ, 43) Bu ayet-i kerime de Medine'de inmiştir. Ve insanların bir ölçüde en efdal bir hâl ve en efdal bir mekân olan mescitte namaz kılındığı anda içki içmelerini engelleyerek kısmi bir yasak getirmiştir.
Aklî değerlendirme ve ayrıca ayetin akışı, Bakara Suresi'ndeki ilgili ayetin ve Mâide Suresi'ndeki iki ayetin bundan önce inmiş olmasını, ihtimal dışı bırakıyor; çünkü Bakara ve Mâide surelerindeki ayetler mutlak bir yasaktan söz etmektedir. Genel bir yasaktan sonra özel bir yasak koymanın anlamı yoktur. Kaldı ki, böyle bir yaklaşım söz konusu ayetlerden algıladığımız, hükümlerin aşamalılığı hususu ile de bağdaşmamaktadır. Çünkü aşamalılık, kolaydan zora doğru gelişme gösteren bir süreçtir, zordan kolaya değil.
Sonra da Bakara Suresi'ndeki bu bölümde tefsir ettiğimiz ayet inmiştir: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür." Daha önce de açıkladığımız gibi, bu ayet, Nisâ Suresi'ndeki ilgili ayetten sonra inmiştir. Dolayısıyla ayet-i kerime, içkinin haram kılındığına ilişkin bir hüküm içermektedir. Çünkü, içkinin de günah olduğuna kesin bir ifadeyle delalet etmektedir: "Onlarda büyük günah vardır." Daha önce Mekke inişli A'râf Suresi'ndeki ilgili ayetin, günah anlamına gelen "ism"i haram kıldığını vurgulamıştık.
Bu noktada bazı tefsir bilginlerinin aşağıdaki değerlendirmelerinin yanlışlığı ortaya çıkıyor: "Bakara Suresi'ndeki ilgili ayetin, içki ve kumarı haram kıldığı hususu açık değildir. Çünkü: "Onlarda büyük günah vardır." ifadesi, sadece bunlarda günah olduğunu dile getirmektedir. Bu ifadede yer alan günah kelimesi ile de "zarar" kastedilmiştir. Zararlı olan her şeyin haram kılınmış olması, başka delillerle sabittir fakat bir yönüyle zarar bir başka yönüyle de yarar sağlayan şeylerin de haram kılındığı anlamına gelmez. Bu yüzden yukarıdaki ayet, sahabenin içtihadına havale edilmiştir. Nitekim bazısı, bu ayetten yola çıkarak içkiyi bırakmış, bazısı da içmeye devam etmiştir. Bu ikinci gurup, zararlarından sakınmak kaydıyla, yararlarından istifade edebilme serbestisine sahip olduklarını öngörmüş gibidirler. Aslında bu ayet-i kerime, daha sonra konulacak kesin yasağa ilişkin bir ön hazırlık niteliğindeydi: "İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir... Artık vazgeçtiniz değil mi? (Mâide, 90-91)
Birincisi; ayetin orijinalinde geçen "ism" kelimesi, mutlak olarak "zarar" şeklinde algılanmıştır. Oysa "ism" kelimesi "zarar" demek değildir. Sırf ayetin akışı içinde, "ism" kelimesi "yarar"ın karşılığı olarak yer aldı diye onu "yarar"ın karşıtı "zarar" şeklinde algılamayı gerektirmez. Şu ayetlerde geçen "ism" kelimesi "zarar" şeklinde algılanabilir mi?: "Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur." (Nisâ, 48) "Şüphesiz onun kalbi günahkârdır." (Bakara, 283) "... Kendi günahını ve benim günahımı üstlenesin." (Mâide, 29) "Onlardan her bir kişinin (kendisi) içindir kazandığı günah" (Nur, 11) "Kim bir günah kazanırsa, o ancak kendi nefsi aleyhinde onu kazanmıştır." (Nisâ, 111) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
İkincisi; ayet-i kerime, hükmü "zarar" olgusu ile gerekçelendirmiyor. Böyle bir şey söz konusu olsa bile, zararın yarara galebe çalması şeklinde gerekçelendirilmiş olur. "Onlarda büyük günah vardır." ifadesi, bu konuda son derece açıktır. Böyle bir durumda mesele içtihada nasıl bırakılabilir? Bu açıkça nassa karşı bir içtihat olmuş olur.
Üçüncüsü; ayet-i kerimenin, içkiyi haram kılma açısından kesin bir hüküm dile getirmediğini bir an için varsayalım, ancak ayet-i kerimenin "ism"e delalet ettiği kesindir. Ayet-i kerimenin Medine'de indiğini ve A'râf Suresi'ndeki ilgili ayetin daha önce nazil olduğunu unutmayalım. O da "ism"i kesin olarak haram kılmıştır. Mekkî bir ayetin herhangi bir şeyi haram kıldığını duyduğu hâlde, Medeni bir ayetten yola çıkarak, söz konusu şeyin helâl olabileceğine ilişkin içtihat yürüten birinin gerekçesi ne olabilir ki?
Ne var ki, A'râf Suresi'nin ilgili ayeti "ism"i mutlak olarak haram kılmaktadır. Bu ayette ise "ism" kavramı "büyük" niteliği ile kayıtlandırılıyor. Böylece, herhangi bir kimsenin, içkinin tam olarak "ism (=günah)" kavramının kapsamına girdiğinden şüphe etmesine gerek kalmamaktadır. İçkinin haram kılınmış bir günah (ism) olduğundan şüphe etmemek gerekir. Kur'ân-ı Kerim, adam öldürme, şahitliği gizleme ve iftira gibi günahları "ism" olarak nitelendirmiş, ama bunların hiç biri için "büyük" sıfatını kullanmamıştır. Sadece içki ve şirki bu şekilde nitelemiştir. Yüce Allah, şirk ile ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur." (Nisâ, 48) Kısacası, ayet-i kerimenin, içkinin haram kılınışına ilişkin açık bir kanıt olduğundan kuşku duymamak gerekir.
Sonra, Mâide Suresi'nin ilgili iki ayet-i inmiştir: "Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten Şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide, 90-91) Ayetlerin sonundaki ifade, Müslümanların Bakara Suresi'ndeki ilgili ayetin inişinden sonra, içkiyi bırakmadıklarını, Mâide Suresi'ndeki ilgili ayetlerin inişine ve "Artık vazgeçtiniz değil mi?" uyarısında bulunana kadar bu alışkanlığı sürdürdüklerini göstermektedir. Ayetin içki ile ilgili boyutu bu.
Kumara gelince; onun toplumu nasıl bozduğu, hayat binasını nasıl yıktığı belli ve gözlemlenebilir bir olgudur. Açık ve belli şeyleri ayrıca izaha gerek yoktur. İnşaallah Mâide Suresi'nin ilgili ayetini tefsir ettiğimizde, kumara ilişkin daha ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Bu kadarlık bir açıklamadan sonra, artık ayet-i kerimenin kapsamına giren kelimelerle ilgili incelememize dönebiliriz: "De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için yararlar vardır." İfadenin orijinalinde geçen "ism" kelimesinin ne anlama geldiğini daha önce açıklamıştık. "Kebir (=büyük)" kelimesine gelince, sayılar için "çok" niteliği ne anlam ifade ediyorsa, hacimler için de "büyük" niteliği bu anlamı ifade ediyor. "Çokluk" nitelemesi "azlık"ın karşıtı olduğu gibi "büyüklük" de "küçüklük"ün karşıtıdır. Dolayısıyla bunlar izafî niteliklerdir. Yani, bir cisim ya da hacim bir başka cisme ya da hacme göre daha büyükken, aynı cisim, kendisinden daha büyük olan bir başka cisme göre küçüktür. Eğer mukayese ve izafîlik durumu söz konusu olmasaydı, çokluk ve azlık diye bir şey olmayacağı gibi, büyüklük ve küçüklük de olmayacaktı. Öyle anlaşılıyor ki, insanlar, ilk kez maddî ve bitişik cisimlerle ilgili olarak "büyüklük" anlamının farkına vardılar. Sonra bu nitelemeyi, şekilden anlama kaydırarak, bu alanda da "büyük" ve "küçük" anlamını kullanır oldular. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "Gerçekten o, büyüklerden biridir." (Müddessir, 35) "Ağızlarından çıkan söz ne büyük." (Kehf, 5) "Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi." (Şûrâ, 13) "el-İzemu" deyimi de anlam itibariyle "el-kiberu" (büyüklük) gibidir. Ancak görünen o ki, "azamet" kelimesi "el-azm" kökünden türemiştir. Bu da canlı varlıkların bedenlerinin bir parçası olan "kemik" anlamına gelir. Çünkü, canlı varlığın cisminin büyüklüğü, iskeletini oluşturan kemiklerin iriliğine dayalı bir nitelemedir. Dolayısıyla, büyük olan her şey, istiare yoluyla "azim" olarak nitelendirilmiştir. Sonra, uzun süreli kullanım sonucu, bu kelime de, bir kök olarak algılanıp ondan türetme yoluna gidilmiştir.
"Yarar" kelimesi, "zarar"ın karşıtıdır. Bu iki kelime, gayrisi için istenen ya da gayrisi için istenmeyen olgularla ilgili olarak kullanılır. Nitekim "hayır" ve "şer" nitelemeleri de zatı için istenen ya da zatı için istenmeyen olgularla ilgili olarak kullanılırlar. İçki ve kumardaki "yararlar"dan maksat, insanların bu ikisi aracılığı ile ulaşmayı amaçladıkları alış veriş, çalışma, zevk alma ve eğlenme gibi malî istifadelerdir. İkinci kez, "günah" ile "yararlar"ın büyüklüğü arasındaki karşılaştırmaya gelince, bu sefer "yararlar"ın müfret olarak kullanılması ve çokluk yönünün bir kenara bırakılması gerekmiştir. Çünkü "büyüklük" üzerinde sayının bir etkisi yoktur. Bu yüzden "ikisinin günahı yararından daha büyüktür." denilmiş de "yararlarından daha büyüktür" denilmemiştir.
Ve sana ne kadar infak edeceklerini sorarlar. De ki: "(Sizi zor duruma düşürmeyecek) orta bir miktarı."
Ragıp el-İsfahanî'nin dediğine göre, bu ifadenin orijinalinde geçen "afv" kelimesi bir şeyi almak amacı ile ona yönelmek, demektir. Daha sonra, çeşitli anlatım mülahazaları kelimenin bağışlama, izini silme ve infakta itidalli olma gibi farklı anlamlara gelmesini gerektirmiştir. Bu ayette ise, kastedilen işte bu son anlamıdır. Bununla beraber, yüce Allah bu kelime ile hangi anlamın kastedildiğini herkesten daha iyi bilir.
Bu ayet-i kerimedeki, soru-cevap uygunluğu üzerine söylenecek şey, "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Hayır olarak infak edeceğiniz şey, anne babaya, yakınlara..." ayeti ile ilgili açıklamalarımızla aynıdır.
Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz,
220) Dünya ve ahiret hakkında.
"Fi'd-Dunya ve'l-ahireti (=dünya ve ahiret hakkında)" ifadesindeki zarf, "tetefekkerûn (=düşünürsünüz)" ifadesine taalluk eder, ama onun zarfı değildir.
Buna göre şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: Umulur ki, hem dünya, hem ahiret hakkında ve hem de bu iki âlemle ilgili gerçekler üzerinde düşünürsünüz. Çünkü, yüce Allah, dünya yurdunu sizin için yaratmıştır ki, orada yaşayasınız ve asıl ikametgâhınız olan ahirette işinize yarayacak şeyleri kazanasınız. Siz ahirette Rabbinize döneceksiniz. O da, dünya hayatında işlediğiniz amellerden dolayı sizi yargılayacaktır.
Ayet-i kerimede öncelikle, varlık bütününe ilişkin gerçeklerin, mebde (varlığın başlangıç noktası olan dünya) ve mead (varlıkların dönüş yeri ve ahiret) ile ilgili bilgilerin ve evrendeki sırların incelenip araştırılmasına, toplumun mahiyeti, ahlâk sistemi, toplumsal ve bireysel hayatın yasaları, kısacası mebde (dünya) ve mead (ahiret) ve bu ikisi arasında, insanın mutluluğu ve mutsuzluğu ile ilintili tüm olguların üzerinde düşünülmesine yönelik bir teşvik vardır.
İkincisi; Kur'ân-ı Kerim, gerçi insanları Allah ve Resulüne kayıtsız-şartsız itaat etmeye, mutlak şekilde boyun eğmeye davet eder, ama içerdiği hüküm ve öğretilerin gerçeği ortaya çıkaran bir tefekkür ve irdeleme ve bu süreç içinde yola ışık tutacak aydınlanma söz konusu olmaksızın körü körüne ve basma kalıp bir şekilde alınmasından hoşnut olmaz.
Sanki bu ayet-i kerimede geçen "açıklama" deyiminden maksat, hüküm ve kanunların illet ve felsefelerini ortaya çıkarmak, ilim ve öğretilerin temel prensiplerini izah etmektir.
Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onların (işlerini) ıslah etmek daha hayırlıdır."
Ayet-i kerimede, yetimlerle iç içe yaşanmasına izin verilmesi bakımından bir tür hafifletmeye, kolaylaştırmaya dolaylı hatta açık olarak işaret ediyor. Sonra: "Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı." buyuruluyor. Bu ifade, yetimlerle ilgili olarak yüce Allah tarafından daha önce ağır bir uygulamanın konulduğunu, bu uygulamanın Müslüman gönüllerde bir burukluğa, bir sıkıntıya neden olduğunu, bu yüzden yetimler hakkında soru sorma durumunda kaldıklarını ortaya koymaktadır. Gerçekte de öyle olmuştur. Çünkü yetimlerle ilgili olarak, son derece sert ifadeler içeren ayetler vardır: "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir." (Nisâ, 10) "Yetimlere mallarını verin ve murdar olanla temiz olanı değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur." (Nisâ, 2) Görüldüğü kadarıyla, tefsirini sunduğumuz bu ayet-i kerime, Nisâ Suresi'nin ilgili ayetlerinden sonra inmiştir. Bu yaklaşım, rivayetler açısından konuyu ele aldığımız zaman, ayetin iniş sebebi ile ilgili olarak sunacağımız rivayeti de destekler niteliktedir.
De ki: "Onları ıslah etmek hayırlıdır." ifadesinde "ıslah" kelimesi "nekre (=belirsiz)" olarak kullanılmıştır. Bu da gösteriyor ki, Allah katında hoşnutlukla karşılanan, sadece bir tür ıslahtır. Her türlü ıslah değil. Bu yüzden sadece dış görünüş itibariyle ıslah gibi gözüken fakat gerçekte ıslah amacı güdülmeyen hareketler ıslah değildir. Çünkü, "Onları ıslah etmek..." ifadesindeki "ıslah" kelimesinin nekre oluşu, ıslahın çeşitliliğini vurgulamaya dönük bir kullanımdır. Şu hâlde bununla kastedilen, gerçek ıslahtır. Şeklî ıslah değil. İfadenin sonundaki şu değerlendirme cümlesi de bu gerçeğe işaret etmektedir: "Allah ifsat ediciyi ıslah ediciden ayırdeder."
Eğer onlara karışırsanız artık onlar sizin kardeşlerinizdir.
Bu ifadede bütün müminler arasında sağlanan eşitliğe, her türlü ayrıcalıklıya yol açan niteliklerin geçersizliğine yönelik bir işaret vardır. Çünkü bu tür ayırımcı nitelikler, insanlar arasında kimilerini köleleştirme, güçsüzleştirme, ezme, dolayısıyla büyüklenme gibi zulüm ve azgınlığa yol açan yıkıcı unsurların ortaya çıkmasına kaynaklık eder. Bu unsurların geçersizliği vurgulanınca, toplumda denge egemen olur, zayıf yetimle güçlü veli, servet sahibi zenginle, hiçbir şeyi olmayan yoksul arasında eşitlik sağlanmış olur. Aynı denge ve eşitlik her türlü tam ve eksik şeyler arasında da geçerlidir. Nitekim yüce Allah başka bir ayette şöyle buyurur: "Müminler ancak kardeştirler." (Hucurat, 10)
Veli ve yetimin iç içe yaşaması ile ilgili olarak ayet-i kerimenin caiz kıldığı husus, birlikteliğin, insanlar arası haklar bakımından eşit konumda olan iki kardeşin beraberliği şeklinde olmasıdır. Malından alınan kimse, malı verilen kimse ile aynı statüde olmasıdır. Bu bakımdan ele aldığımız ayet, şu ayetin karşıtı niteliğindedir: "Yetimlere mallarını verin ve murdar olanla temiz olanı değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu büyük bir suçtur." (Nisâ, 2) İki ayet arasındaki bu karşılıklılık, tefsirini sunduğumuz ayetin bir tür kolaylık, bir tür hafifletme içerdiğinin bir kanıtıdır. Ayetin devamı da, buna işaret etmektedir. Nitekim şu ifade de bir ölçüde buna işaret eder niteliktedir: "Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden (ayırt eder) bilir." Bu demektir ki: Eğer birlikte yaşayacaksanız (ki bu bir hafifletmedir) bu, eşit haklara sahip iki kardeşin birlikteliği şeklinde olmalıdır. Yetimler de başkalarıyla eşit haklara sahip olduktan sonra onlarla birlikte yaşamaktan kaçınmak, bundan korkmak gereksizdir. Çünkü böyle bir beraberlik, göstermelik değil, gerçek bir ıslahı amaçladığı zaman, iyilik ve hayır olarak ön plâna çıkar. Kaldı ki işin iç yüzü Allah'a gizli kalmaz. Dolayısıyla O sırf yetimlerle iç içe yaşamanızdan dolayı sizi sorumlu tutmaz, çünkü o, bozguncuyu ıslah ediciden ayırt eder.
Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden (ayırt eder) bilir.
İfadenin orijinalinde geçen "ya'lemu (=bilir)" fiili, "müfsid" kelimesini vasıtasız, "muslih" kelimesini ise "min" harf-i cerri ile kendisine "mef'ul" almıştır. Bu ise "ya'lemu" kelimesine "ayırt etme" anlamını kazandırmıştır. Yine ifadenin orijinalinde geçen "el-anefu" kelimesi, zorluk ve meşakkat anlamına gelir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLANIŞI
el-Kâfi kitabında, Ali b. Yaktin'in şöyle dediği rivayet edilir: "Halife el-Mehdi, İmam Ebu'l-Hasan'dan (a.s), "İçki, Allah'ın kitabında haram kılınmış mıdır? Çünkü insanlar, içkinin Allah'ın kitabında, neh-yedildiğini biliyorlar, ama haram kılındığına ilişkin bir ifadeye rastlamıyorlar?" diye sordu. İmam Ebu'l-Hasan (a.s): "Tersine, içki Allah'ın kitabında haram kılınmıştır." cevabını verdi. el-Mehdi: "Ey Ebu'l-Hasan, Allah'ın kitabının neresinde, içkinin haram kılındığı yazılıdır?" diye sorunca. İmam şöyle buyurdu: "Yüce Allah buyuruyor ki: 'Rabbin yalnızca çirkin hayasızlıkları, onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını, günah işlemeyi (ism), haklı nedeni olmayan isyan ve saldırıyı.... haram kılmıştır.' "İsm" olarak ifade edilen bu günah içkinin bizzat kendisidir. Çünkü yüce Allah, bir başka ayette şöyle buyuruyor: 'Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için zararlar vardır. Ama günahları zararlarından daha büyüktür.' Allah'ın kitabına göre "ism" içki ve kumardır. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, bunların günahları (ism) zararlarından daha büyüktür." Bunun üzerine el-Mehdi şöyle dedi: "Ey Ali b. Yaktin, işte bu, Haşim-oğulları'na yaraşan bir fetvadır." Ben de ona şöyle dedim: "Doğru söyledin, ey Emir'el-Müminin, siz Ehlibeyt'den bu ilmi çıkarmayan Alla-h'a hamdolsun." Bunun üzerine el-Mehdi sabredemedi ve: "Doğru söyledin ey Rafızî" dedi."
Ben derim ki: Bu rivayetin anlamını pekiştiren açıklamalara daha önce yer vermiştik.
Yine el-Kâfi kitabında, Ebu Basir, İmam Cafer Sadık ve İmam Muhammed Bâkır'dan birinin şöyle dediğini rivayet eder: "Yüce Allah, günah için bir ev, ev için bir kapı, kapı için bir kilit ve kilit için de bir anahtar yaratmıştır. Günahın anahtarı da içkidir."
Yine aynı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "İçki her günahın başıdır."
Aynı kaynakta, İsmail'in şöyle dediği belirtilir: İmam Muhammed Bakır (a.s) Mescid-i Haram'a geldi. Kureyş kabilelerine mensup bazı kimseler ona bakıp şöyle dediler: "İşte Iraklıların taptıkları adam!" [Iraklıların kendisini aşırı derecede sevdiklerini vurgulamak istemişlerdir.] Onlardan bazısı: "Onun yanına birisini gönderelim" dedi. Bunun üzerine, bazı gençler İmamın yanına gidip: "Amca, büyük günahların en büyüğü hangisidir?" diye sordular. İmam buyurdu ki: "İçki içmektir."
Aynı eserin bir başka yerinde Ebu'l-Bilad kanalıyla İmam Cafer Sadık ve İmam Muhammed Bâkır'dan birinin şöyle dediği rivayet edilir: "İçki içmekten daha büyük bir şeyle Allah'a isyan edilmiş değildir. Çünkü bir sarhoş, farz namazı terk eder, anasına, kızına ve kız kardeşine sarkıntılık eder de bunun farkında olmaz."
el-İhticac adlı eserde, belirtildiğine göre, zındığın biri İmam Cafer Sadık'a (a.s) sorar: "Yüce Allah içkiyi neden haram kılmış ki? Ondan daha lezzetli bir şey mi var?" İmam şöyle cevap verir: "Allah içkiyi haram kılmıştır. Çünkü içki pisliklerin anası, her kötülüğün başıdır. Bir an gelir ki, içki içenin aklı başından gider. Rabbini bilmez olur ve yapmadığı günah kalmaz..."
Ben derim ki: Bu rivayetler, birbirini açıklayıcı niteliktedir. Deneyimler ve konuya ilişkin aklî muhasebeler de bunları pekiştirici mahiyettedir.
el-Kâfi kitabında, Cabir kanalıyla İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Resulullah efendimiz (s.a.a) içki ile ilgili olarak on kişiyi lânetlemiştir:
1) İçki elde etmek amacı ile üzüm vs. ağacını diken.
2) Dikilen ağaçların bahçıvanlığını yapan
3) Üzüm vs.'yi içki elde etmek amacı ile sıkan.
4) İçen
5) Sunan
6) Yükü taşıyan
7) Yükü teslim alan
8) Satan
9) Satın alan
10) İçkiden elde edilen parayı yiyen."
el-Kâfi ve el-Mahasin adlı eserlerde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Melundur; melundur, içki içilen bir sofrada oturan kimse."
Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz iki rivayeti şu ayet-i kerime doğrulamaktadır: "Günah ve ahdi aşmada yardımlaşmayın" (Mâide, 2)
el-Hisal adlı eserde Ebu Emame'ye dayandırılarak şöyle deniyor: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Kıyamet günü yüce Allah dört kişiye (rahmet gözüyle) bakmaz: 1)Anne-babasına karşı vazifesini yapmayıp onların hoşnutsuzluğunu kazanan. 2) Çok başa kakan. 3) Kaza ve kaderi yalanlayan. 4) İçki içmeyi alışkanlık hâline getiren (alkolik)."
İbn Şeyh, el-Emali adlı eserde, kendi rivayet zinciriyle, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Rabbim ant içmiştir ki; dünyada içki içen bir kuluma kıyamet günü, ister azaba çarptırılmış olsun, ister bağışlanmış olsun, mutlaka içtiği içkinin miktarınca, kaynar su içireceğim." Resulullah devamla şöyle dedi: "Kıyamet günü, içki içen adam yüzü kara, gözleri yuvalarından fırlamış, avurtları çökmüş, ağzından salyalar dökülür ve dilini ağzından sarkıtmış bir hâlde getirilir."
Tefsir'ul-Kummî'de İmam Muhammed Bakır'ın (a.s) şöyle dediği nakledilmiştir: "Kıyamet günü, içki içenlere fahişe kadınların vajinalarından sızan irin ve kan karışımı sıvıyı içirmek Allah'ın hakkıdır. Ki ateş ehli bu iğrenç sıvının hararetinden ve pis kokusundan rahatsız olurlar."
Ben derim ki: Bu rivayetleri, şu ayet-i kerime ile desteklemek mümkündür: "Doğrusu, o zakkum ağacı; günahkâr olanın yemeğidir. Pota gibi; karınlarında kaynar-durur, kaynar suyun kaynaması gibi. Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin. Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün. Tat; çünkü sen, üstün, onurluydun." (Duhan, 43-49) Yukarıda sunduğumuz rivayetleri, anlam olarak destekleyen birçok rivayet vardır.
el-Kâfi kitabında, Veşşa adlı ravinin İmam Ebu'l-Hasan'ın ayette geçen "el-meysir" kelimesi, "kumar demektir" dediğini duyduğunu belirtir.
Ben derim ki: Bu anlamı apaçık bir şekilde destekleyen daha birçok rivayet vardır.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn Abbas'ın "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar..." ayeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Hayır amaçlı harcama (infak) emri geldiği zaman, sahabeden bazıları, Resulullah efendimizin (s.a.a) yanına gelerek: "Malımızdan harcamamız istenen bu infakın ne olduğunu ve malımızdan neyi infak edeceğimizi anlayamadık?" dediler. Bunun üzerine yüce Allah, "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: Orta olan miktarı." ayetini indirdi. Bundan önce, insanlar geride infak edeceği ve hatta yiyeceği birşey bırakmadan her şeylerini infak edebiliyorlardı.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Yahya'nın Muaz b. Cebel ve Sa'lebe adlı sahabelerin Resulullah'ın yanına gelerek: "Ya Resulallah, bizim kölelerimiz ve eşlerimiz vardır. Malımızdan neyi infak edelim?" dediklerini, bunun üzerine yüce Allah'ın, "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan fazlasını..." ayetini indirdiğini, duyduğu rivayet edilir.
el-Kâfi ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) ayetin orijinalinde geçen "afv" kelimesini "orta" şeklinde açıkladığı belirtilir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Muhammed Bâkır ve İmam Cafer Sadık'ın (a.s) bu kelimeyi "yeterli miktar", Ebu Basir rivayetinde de "orta" şeklinde anlamlandırdıkları rivayet edilir.
Yine aynı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Onlar, infak ettikleri zaman, ne israf ederler, ne kısarlar; ikisi arasında orta bir yoldur." ayeti ile ilgili olarak "Birinci şık da doğru olmazsa, ikinci şık da doğru olmazsa, ister istemez bu ikisinin ortası doğru olacaktır." buyurduğu nakledilmiştir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) ayette geçen "afv" kavramını "Yıllık ihtiyaçtan fazlası" şeklinde açıkladığı rivayet edilir.
Ben derim ki: Rivayetler arasında bir uyum vardır. Son rivayetin ifade tarzı ise, üstteki mananın bir ferdini zikretmeğe yöneliktir. Hayır amaçlı harcamanın (infak) fazileti, niceliği, alanı ve niteliği ile ilgili rivayetlerse sayılmayacak kadar çoktur. İnşaallah, yeri geldikçe bunların bir kısmını sunma imkânını bulacağız.
Tefsir'ul-Kummî'de, "Sana yetimleri sorarlar." ayeti ile ilgili olarak, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir." ayet-i kerimesi indiği zaman, evinde yetim barındıran herkes, onları evlerinden çıkardılar ve bununla ilgili olarak gidip Resulullah'a soru sordular. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: Onları ıslah etmek hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden -ayırt eder- bilir."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Yetimin malına, en güzel şeklin dışında yaklaşmayın." "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar." ayetlerinin inmesi üzerine, evinde yetim bulunduran kimseler, onların yiyecek ve içeceklerini kendi yiyecek ve içeceklerinden ayırdılar. Yetimin payını kendi paylarından fazla olarak belirlediler. Onun için hazırladıkları yiyecekleri sadece ona yedirdiler, artanı da kendileri yemeksizin bozulmaya terk ettiler. Bu durum yetim velilerine ağır geldi. Gidip sorunu Resulullah'a açtılar. Bunun üzerine yüce Allah şu ayet-i kerimeyi indirdi: "Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: Onları ıslah etmek hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgun çıkaranı ıslah ediciden bilir." Bunun üzerine yetimlerin yiyeceklerini ve içeceklerini kendi yiyecek ve içeceklerine karıştırmaya başladılar.
Ben derim ki: Aynı mana Said b. Cübeyr, Ata ve Katade'den de rivayet edilmiştir.
221- Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman eden bir cariye, -hoşunuza gitse de- müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman eden bir köle, -hoşunuza gitse de- müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar. Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara ayetlerini açıklar. Umulur ki öğüt alıp düşünürler.
AYETİN AÇIKLAMASI
221-Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın.
Ragıp İsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde der ki: "Nikâh" kavramı, aslında evlilik akdi anlamına gelir. Daha sonra, cinsel ilişki anlamında kullanılmıştır. Kelimenin aslında "cinsel ilişki" anlamını ifade etmiş olması imkânsızdır. Çünkü "cinsel ilişki'yi ifade eden bütün isimler kinaye türündendir. Bunun nedeni de, tıpkı cinsel ilişkiye girmenin manzara olarak tiksindirici olması gibi, doğrudan söz edilmesi de tiksindiricidir. Hayasızlık amacında olmayan bir kimsenin, tiksindirici bulduğu bir şeyi ifade eden bir ismi, güzel gördüğü bir şeyi ifade etmek için kullanması imkânsızdır."
Ragıp, bu değerlendirmesinde haklıdır, ancak söz konusu akit ile ev-lilik ilişkisinin kastedilmesi zorunludur, bilinen lafzî akit değil.
Ayetin orijinalinde geçen "el-müşrikat" kelimesi, "işrak" mastarından türemiş ism-i faildir ve yüce Allah'a ortak koşmak anlamına gelir. Bilindiği gibi, şirkin de tıpkı iman ve küfür gibi, açıklığı ve gizliliği bakımından değişik mertebeleri vardır. Bu bakımdan, birden fazla tanrının varlığına inanmak, putlar ve şefaatçiler edinmek (paganizm) açık şirktir. Ehlikitab'ın üzerinde bulunduğu Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr etmek, özellikle "Üzeyir" veya "Mesih Allah'ın oğludur." demek ya da "Biz Allah'ın çocukları ve sevdikleriyiz." demek şeklindeki küfür nitelikli söz ve davranışlar şirk olmakla beraber, yukarıda değindiğimiz "açık şirk"ten biraz daha gizli ve hafif bir şirktir.
Bir tür şirk olmakla beraber, sebeplerin Allah'ın iradesinden bağım-sız olduğuna inanmak, onlara güvenip dayanmak da derece olarak bun-dan daha gizli ve hafiftir. Bunun gibi, ancak ihlaslı kimselerin korunabildiği, Allah'tan gafil olmak, O'ndan başkasına eğilim göstermek türünden birçok şirk derecesini burada zikredebiliriz. Ve bunların tümü de şirktir. Ne var ki, bu durum, "müşrik" niteliğini, şirkin herhangi bir türünü işleyen herkes için kullanmamızı gerektirmez. Çünkü birine bir fiili isnat etmek, onu bir vasıfla nitelemekten, bu vasfı onun için ad olarak kullanmaktan farklıdır. Nitekim, farzlardan herhangi birini terk eden bir mümin o farzla ilgili olarak küfre girmiş sayılır, ancak ona kâfir denmez. Çünkü yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Evi haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim küfrederse..." (Âl-i İm-rân, 97) Görüldüğü gibi, haccı terk etmek "küfür" olarak nitelendirilmiştir. Ancak, haccı terk eden kimse "kaâfir" değildir. Sadece bir farzla ilgili olarak küfre sapan bir fasıktır. Eğer mutlaka onun için "kâfir" niteliği kullanılacaksa, "haccın kâfiri" denebilir. Kur'ân'da geçen salihler, gönülden boyun eğenler (kânıtîn), şükredenler, temizler, fasıklar ve zalimler gibi, sıfatlar için de aynı durum geçerlidir. Bu sıfatlar, köken olarak ortak oldukları fiillerle özdeş değildirler. Bu husus, apaçık ortadadır. Şu hâlde isimlendirme ve nitelendirme ayrı bir konu ve ayrı bir hükme tâbi, bir fiili birine isnat etmek de ayrı bir konu ve ayrı bir hükme tâbidir.
Kaldı ki, Kur'ân-ı Kerim'de "müşrikler" niteliğinin Ehlikitap'la ilgili olarak kullanılışı pek de belirgin değildir. Ama "kâfirler" niteliği için aynı şeyi söyleyemeyiz. Oysa bilindiği kadarıyla, "müşrik" niteliği onların dışındaki kâfirler için kullanılmıştır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Kitap ehlinden olan kâfirler ve müşriklerden olan kâfirler, kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar, bulundukları durumdan ayrılacak değillerdi." (Beyyine, 1) "Müşrikler ancak pistirler; öyleyse bu yıldan sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 28) "Müşriklerin nasıl bir ahdi olabilir?" (Tevbe, 7) "Müşriklerle topluca savaşın." (Tev-be, 36) "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe, 5) Diğer birçok ayeti de buna örnek gösterebiliriz.
"Dediler ki: Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayete eresiniz. De ki: Hayır, doğru yol hanif olan İbrahim'in dinidir; o müşriklerden değildi." (Bakara, 135) ayetine gelince, burada geçen "müşrikler" ifadesi ile, Yahudiler ya da Hıristiyanlar kastedilmemiştir ki, onlara karşı bir dokundurma olarak değerlendirilsin. Tersine, "müşrikler" kavramı ile Ehlikitab'ın dışındaki kâfirlerin kastedildiği açıktır. Üstelik şu ayet-i kerime de bunu pekiştirmektedir: "İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıris-tiyan'dı, ancak o hanif bir Müslümandı, müşriklerden de değildi." (Âl-i İmrân, 67)
Görüldüğü gibi, bu ayette Hz. İbrahim'in hanifliğinin vurgulanışı, Ehlikitab'ın iddiasına karşı bir itiraz niteliğindedir. Hz. İbrahim'i, Yahu-diliğin sırf maddeciliğinden ve Hıristiyanlığın sırf maneviyatçılığından soyutlamaya ve O'nun vasat bir çizgide olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Evet, o, Yahudi ya da Hıristiyan değildi. Allah'a teslim olmuştu ve puta tapıcı müşrikler gibi Allah'a ortak da koşmuş değildi.
"Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a inanırlar." (Yûsuf, 106) "Vay hâline o müşriklerin ki, onlar zekatı vermeyenlerdir." (Fussilet, 7) "Onun zorlayıcı gücü ancak onu veli edinenlerle, onunla O'na ortak koşanlar üzerindedir." (Nahl, 100) ayetlerinde de amaç, isimlendirme değildir. Dolayısıyla, şirk niteliğinin somutlaştığı ve müşrik olarak nitelenebilecek mümin olmayan kimseler söz konusu değildir. Çünkü bu ayetlerde işaret edilen durumların bir kısmı bazı müminler için de söz konusu olabilir. Daha doğrusu, Allah'ın salih kullarından gözde evliyanın dışındaki tüm müminler bu tür sapmalar yaşayabilirler.
Bir ölçüde uzun sayılabilecek bu açıklamadan sonra şu husus belirginlik kazanıyor: "Müşrik kadınları nikâhlamayın" ayetinde ifadesini bulan yasaklama, müşrik erkek ve müşrik kadınlarla sınırlıdır. Ehli-kitab'ı kapsamıyor.
Bununla anlıyoruz ki; tefsirini sunduğumuz bu ayetin, Mâide Suresi'nde yer alan: "Bugün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir. Müminlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da size helâl kılındı." (Mâide, 5) ayetini neshettiği (hükmünü yürürlükten kaldırdığı) şeklindeki görüş yanlıştır.
"Müşrik kadınları, nikâhlamayın." diye başlayan ayette, Mümtehine Suresi'ndeki, "Kâfir kadınların nikâhlarını tutmayın." (Mümtehine, 10) ayetinin Mâide Suresi'ndeki ilgili ayeti neshettikleri şeklindeki görüş de bu açıdan yanlıştır. Yine Mâide Suresi'ndeki ayetin, Bakara ve Mümtehine surelerindeki ilgili ayetleri neshettiği şeklindeki görüşün de yanlışlığı ortaya çıkmış oluyor.
Yukarıdaki görüşlerin yanlışlığının nedenleri: Bakara Suresi'nin bu ilgili ayeti, zahiri ifadesi itibariyle Ehlikitab'ı kapsamıyor. Dolayısıyla iki ayet arasında karşıtlık ilişkisi yoktur ki, Bakara Suresi'nde yer alan ayet, Mâide Suresi'nde yer alan ayeti neshetsin veya onun tarafından neshedilsin. Mümtehine Suresi'ndeki ilgili ayete gelince, bu ayette geçen "Kâfir kadınlar" unvanı ele alınacak olursa, gerçi bu unvan müşrik kadınlar unvanından daha kapsamlıdır; dolayısıyla Ehlikitap kadınlarını da içeriyor. Çünkü kâfir niteliğini, isimlendirme amacı ile kullanmak durumunda, bunun mümin olmayan herkesi ezcümle Ehlikita-b'ı da kapsayacağı açıktır. Nitekim bunu şu ayet-i kerimeden de algılayabiliriz: "Her kim Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır." (Bakara, 98) Fakat ileride de değineceğimiz gibi Mümtehine ayetinin zahirinden şu husus anlaşılıyor: Erkeklerden her kim ki iman eder de, nikâhı altında kâfir bir kadın bulunuyorsa, o kadının nikâhını tutması, yani önceki gibi eşi olarak yanında bulundurması kendisine haram olur. Ancak kadın iman ederse, nikâhını tutabilir. Şu hâlde ayet, Kitap ehli kadınlarla ilk kez evlenme hususuna yönelik bir kanıt içermemektedir.
Bir an için, Bakara ve Mümtehine Surelerindeki ilgili ayetlerin Kitap ehli kadınlarla ilk kez nikâhlanmanın haramlığına delalet ettiğini kabul etsek bile, bu ayetler akışları itibariyle, Mâide Suresi'ndeki ilgili ayeti neshedici türden değildirler. Çünkü sürenin akışı üzerinde durulduğunda görülecektir ki, Mâide Suresi'ndeki ilgili ayet, yapılan iyiliği vurgulama ve bir tür hafifletmeye gitme olarak ön plâna çıkmaktadır. Şu hâlde, ayetin neshedilmiş olması uzak bir ihtimaldir. Tam tersine, ayetten algılanan hafifletme, Bakara Suresi'nin ilgili ayetinden algılanan zorlaştırmaya hakim niteliktedir. İllaki bir nesihten söz edilecekse, Mâide Suresi'ndeki ayet nesheden konumunda olmalıdır.
Kaldı ki, Bakara Suresi Hicretten sonra, Medine'de ilk inen suredir. Mümtehine Suresi ise, Medine'de Mekke fethinden önce inmiştir. Mâide Suresi ise, Resulullah efendimize (s.a.a) inen son suredir. Yani Mâide Suresi olsa olsa nasih olur, mensuh değil. Önce inen bir hükmün kendisinden sonraki bir hükmü neshetmiş olmasının mantığı yoktur.
İman eden bir cariye, -hoşunuza gitse dahi- müşrik bir kadın-dan daha hayırlıdır.
Görülen şu ki, ayetin orijinalinde geçen "el-emet'ul-mu'mine" ifadesi ile, özgür kadının karşıtı olan "cariye" kastedilmiştir. O dönemde insanlar, cariyeleri aşağılıyor, onlarla evlenmeyi utanç olarak algılıyorlardı. İnsanların cariyeleri aşağılamalarına, onları horlamalarına ve onlarla evlenmekten kaçınmalarına karşın, ayetin akışı içinde cariyenin mümin niteliği ile kayıtlandırılışı, bunun yanında "müşrik kadının" kayıtsız olarak ifade edilişi gösteriyor ki, mümin bir kadın -cariye de olsa- müşrik bir kadından -özgür de olsa- daha iyidir. Geleneksel olarak insanların hoşuna giden mal, soy-sop gibi ayrıcalıklar müşrik kadına bir ayrıcalık sağlamaz.
Bazı tefsircilere göre, bu ayette geçen "el-emetu" (cariye) kelimesi ile, tıpkı bir sonraki cümlede geçen "abd" (köle) kelimesi gibi "Allah'ın kulu" anlamı kastedilmiştir. Ancak bu yorum, uzak bir ihtimaldir.
Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; i-man eden bir köle, -hoşunuza gitse de- müşrik bir erkekten da-ha hayırlıdır.
Önceki ifade ile ilgili olarak ne söylediysek, bu ifade için de aynen geçerlidir.
Onlar, ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara ayetlerini açıklar. Umulur ki, ö-ğüt alıp düşünürler.
Bu ifade ile, müşrik kadınları nikâhlamayı haram kılmaya ilişkin hükmün altında yatan hikmete işaret ediliyor. Buna göre, müşrikler saçma ve asılsız şeylere inandıkları, sapıklık yolunu izledikleri için, rezil karakterler bunların içinde kök salmıştır; bu yüzden küfür ve yoldan sapmışlık onlar için çekici bir mahiyete bürünür. Bu aşağılık karakterler, hak ve hakikat yolunu görünmez kılar. Bu yüzden ağızlarından çıkan her söz ve sergiledikleri her tavır şirke yönelik bir çağrı niteliğinde olur; yıkıma sürükler. Ahirette de insanın ateşe atılmasına neden olur. Öyleyse, müşrikler, ateşe davet ederler, müminlerse, -onların aksine- iman çizgisi doğrultusundaki hayat tarzları ile, takva giysisine bürünmüşlükleri ile, söz ve davranışları ile -Allah'ın izniyle- cennete ve bağışlanmaya davet ederler. Çünkü insanları davet etmelerine cennet ve bağışlanma ile sonuçlanan iyilik ve kurtuluş yollarına onları hidayet etmelerine O izin vermiştir.
Dolayısıyla, bu ayette: "Onlar (müminler) cennete çağırırlar" dense yeridir. Çünkü ayet-i kerimede sanki müminler adına konuşuluyor ve onlar davetçi kimlikleriyle, daha doğrusu tüm varoluşsal faaliyetleriyle kendilerini Rablerine bağlı biliyor ve hiç bir şeyde kendilerini bağımsız görmüyorlar. Çünkü Allah, onların velisidir, ihtiyar ve tasarruf sahibidir: "Allah, müminlerin velisidir." (Âl-i İmrân, 68)
Ayetle ilgili olarak şöyle bir değerlendirme de yapılabilir: Cennete ve bağışlanmaya davet etmekten maksat, ayetin giriş kısmındaki "Müşrik kadınları nikâhlamayın." hükmüdür. Çünkü bu hükmün konuluşu, müminleri, insanı Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramayan kimselerle yakınlık kurmaktan, sıcak ilişkiler içine girmekten, birlikte yaşamaktan korumaya yöneliktir. Amaç, müminleri öyle kimselerle beraberlik kurmaya teşvik etmektir ki, beraberlikleri kendilerini Allah'a yaklaştırmaya, ayetlerini hatırlamaya, emir ve nehiylerini gözetmeye yarasın. Kuşkusuz bu, yüce Allah tarafından ifade buyurulan bir cennet çağrısıdır. Bu yaklaşımı, ayetin sonundaki şu değerlendirme cümlesi de pekiştirmektedir: "O, insanlara ayetlerini açıklar. Umulur ki, öğüt alıp düşünürler."
Elbette ayette geçen "davet" kavramı ile, bu iki yaklaşımın her ikisinin de kastedilmiş olması mümkündür. Bu durumda ayet-i kerimenin ifadesinde, özel bir lütuf ve inceliğin olduğuna dikkat etmek gerekir.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, bu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle bir rivayete yer verilir: Ayet, Mur'id b. Ebî Mur'id el-Ganevî hakkında inmiştir. Resulullah Efendimiz (s.a.a) onu, bazı Müslümanları, şehir dışına çıkarmak için Mekke'ye göndermişti. Mur'id güçlü ve cesur biriydi. Inak adlı bir kadın onu yatağına çağırdı. Ama Mur'id bu öneriyi kabul etmedi. Cahiliye döneminde ikisi dost hayatı yaşıyordu. İnak ona: Benimle evlenir misin? dedi. Mur'id ona şu karşılığı verdi: Resulullah'tan izin almadan olmaz. "Medine'ye dönünce Inak'la evlenmek i-çin Resulullah'tan izin istedi.
Ben derim ki: Aynı anlamı içeren bir rivayeti, Suyutî ed-Dürr'ül-Men-sûr tefsirinde, İbn Abbas kanalıyla aktarmıştır.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, "İman eden bir cariye müşrik bir kadından daha hayırlıdır." ifadesi ile ilgili olarak Vahidî Süddî kanalıyla, o da Ebu Malik'ten, o da İbn Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Bu ayet, Abdullah b. Revaha hakkında inmiştir. Onun siyah bir cariyesi vardı. Bir gün kızıp cariyeye bir tokat vurdu. Sonra yaptığına pişman olarak, Resulullah'ın yanına geldi ve cariyenin durumunu ona bildirdi. Resulullah: "O nasıl biridir, ey Abdullah" diye sordu. Abdullah dedi ki: "Oruç tutar, namaz kılar, güzel abdest alır. Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah'ın Resulü olduğuna şehadet getirir." Bunun üzerine Resulullah: "Ey Abdullah, o mü'mindir." dedi. Abdullah dedi ki: "Seni hak olarak bize gönderene andolsun ki, onu azat edip kendisiyle evleneceğim." Nitekim dediğini yaptı da. Ama bazı Müslümanlar onu eleştirerek: "Bir cariye ile evlendi" diye olumsuz tepki gösterdiler. O sırada Müslümanlar soy soplarını göz önünde bulundurarak müşriklerle evlenmeyi arzu ediyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah onlar hakkında: "İman eden bir cariye, müşrik bir kadından hayırlıdır." ayetini indirdi.
Yine aynı eserde, Mukatil'in aynı ifadeyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Bize ulaşan haberlere göre Huzeyfe'nin bir cariyesi vardı. Hüzeyfe onu boşadı, ardından kendisiyle evlendi."
Ben derim ki: İniş sebebiyle ilgili bu rivayetler arasında bir karşıtlık yoktur. Çünkü peş peşe bir kaç olayın yaşanması, ardından tümüne ilişkin hükmü içeren bir ayetin inmiş olması mümkündür.
Beri tarafta, "Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın..." ayetinin "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar..." (Mâide, 5) ayetinin içerdiği hükmü neshettiğine, ya da onun tarafından neshedildiğine ilişkin birbiriyle çelişen rivayetler de yer alır kaynaklarda. Mâide Suresi'nin ilgili ayetinde bunlara değineceğiz.
AYETLERİN MEÂLİ
222- Sana kadınların aybaşı hâlini sorarlar. De ki: O bir ezadır. Aybaşı hâlinde kadınlardan ayrılın ve temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendiklerinde, Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin. Şüphesiz Allah; tövbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.
223- Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlalarınıza dilediğiniz gibi varın. Kendiniz için ileriye hazırlık yapın. Allah'tan korkup sakının ve bilin ki, elbette O'na kavuşacaksınız. İman edenlere müjde ver.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
222) Sana kadınların aybaşı hâlini sorarlar. De ki: "O bir ezadır."
Ayetin orijinalinde geçen "el-mahiz" kelimesi tıpkı "el-hayız" kelimesinde olduğu gibi "hazet/tehizu" kelimelerinin mastarıdır. Bu kelimenin manası ise kadınların, özel nitelikleri bulunan malum aybaşı kanının dışarıya atmalarına denir. Bu kan kadınlara özgü bir şey olduğu için bu kelimeden türeyen müzekker ism-i faillerden de yine kadınlar kastedilerek şöyle denir: "Hiye haiz" (=o hayızlıdır.) Aynı hamilelik konusunda da: "Hiye hamil" (=o hamiledir.)
Ayette geçen "eza" deyimi ise, söylendiğine göre "zarar" demektir. Ne var ki, bu değerlendirmenin doğruluğu kuşkuludur. Çünkü eğer "eza" "zarar"ın kendisi olsaydı, "yarar"la karşılaştırılması doğru olurdu. Nitekim "zarar" da "yarar"ın karşıtıdır. Ama bu yaklaşım doğru değildir. Mesela "zarar veren hastalık" yerine "eza veren hastalık" deyimi kullanılmaz. Çünkü "eza veren hastalık" denilirse, bu başka bir anlamı ifade etmiş olur. Aynı şekilde, yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Onlar size ezadan başka kesinlikle bir zarar veremezler." (Âl-i İmrân, 111) Eğer: "Onlar size zarardan başka bir zarar vermezler." denilecek olursa, ifadenin bozuk olduğu açıktır. Kaldı ki, "eza"nın "zarar" anlamına geldiği, şu ayetlerde de pek belirgin değildir: "Gerçek şu ki, Allah'a ve elçisine eziyet edenler..." (Ahzab, 57) "Benim sizin için Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz hâlde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?" (Saff, 5) Görülen şu ki "eza" bir şeye arız olmuş ve onun doğasıyla uyuşmayan şey anlamına gelir ki, bir açıdan "zarar" anlamı ile de uyuşur görünmesi bu yüzdendir.
Bu bakımdan "ay başı hâli"nin "eza" olarak nitelendirilmesi, söz konusu kanın kadınların adetlerine dayanmasından ileri gelir. Bu kan, kadının vücudundaki özel bir faaliyet sonucu salgılanır. Beslenme organlarının çalışması ile elde edilen doğal kan üzerinde etkilenmesi sonucunda o kanın bir kısmı, doğallığını yitirir. Sonra temizleme işlemi yapmak ya da ceninin besini olmak veya doğmuş çocuk için süt hâline dönüşmek üzere ana rahmine iner. Ayette geçen "eza" kelimesi "zarar" anlamına gelir, şeklindeki değerlendirmeyi ele alacak olursak, bu görüşe göre, ayette geçen "el-mahiz" kelimesi ile, aybaşı hâlindeki kadınla cinsel ilişkiye girme anlamı kastedilmiştir. Buna göre, ayetin anlamı şudur: "Sana, aybaşı hâlinde olan kadınla cinsel ilişkiye girme hakkında soru sorarlar."
Bu soruya cevap olarak da: "Onun zararlı olduğu" dile getirildi. Aslında hayızlı kadınla cinsel ilişkiye girmenin zararlı olduğu hususu bir gerçektir. Çünkü doktorlar, aybaşı hâlinde vücudun rahmi temizlemek, gebeliğe hazırlamakla meşgul olduğunu, dolayısıyla, cinsel ilişkinin, vücudun bu organik düzenini bozduğunu, bu yüzden gebelik ve benzeri doğal sonuçları olumsuz yönde etkilediğini söylemektedirler.
Aybaşı hâlinde kadınlardan ayrılın ve… onlara yaklaşmayın.
İfadenin orijinalinde geçen "i'tizal" fiili bir yana çekilmek, yakın ilişkiler kurmaktan kaçınmak demektir. Araplar: "A'zeltu nasibehu" der-ler. Yani: Onun payını belirledim, bir kenara koydum, onunla diğer pay-ları birbirinden ayırdım. "el-kurb" (=yakınlık) kelimesi, "el-bu'd" (=uzaklık) kelimesinin karşıtıdır. Hem kendiliğinden, hem de "min" harf-i cerri yardımıyla geçişli olabilir. Bu ayette geçen "i'tizal"dan (yana çekilmekten) maksat, hayız kanının aktığı mahalden kadına yaklaşmayı terk etmektir. Bununla ilgili ayrıntılı bilgi sunacağız.
İnsanlar, kadınların aybaşı hâli ile ilgili olarak farklı tutumlar içindeydiler: Yahudiler bu hususta oldukça katı davranıyorlardı. Aybaşı hâlindeki kadının yiyeceğini, içeceğini ve yatağını ayırırlardı. Onunla aynı yerde oturmazlardı. Tevrat'ta, kadınların aybaşı hâliyle ilgili sert hükümler vardır. Onlarla birlikte oturup kalkan aynı yatağı paylaşan ya da onlara dokunan kimselere yönelik ağır ve sert ifadeler yer alır. Hıristiyanlara gelince, onları aybaşı hâlindeki kadınlarla cinsel ilişki kurma, onlarla yatıp kalkmaktan alıkoyacak hiç bir kuralları yoktur. Arap müşrikleriyse bu hususta herhangi bir tutum içinde değildiler. Ancak Medine ve çevresinde yaşayan Arap kabileleri, aybaşı hâli ile ilgili bazı ağır adetler edinmişlerdi. Aybaşı hâlindeki kadınla ilişkilere sınırlandırma getirmişlerdi. Onların dışındaki Arap kabileleri, aybaşı hâlinde kadınla cinsel ilişkiye girmeyi olumlu karşılıyor, hatta bu durumda oluşacak çocuğun kan dökücülükte ileri gideceğine inanırlardı. Kan dökücülükse bedevi kabilelere göre olumlu ve övünç duyulan bir nitelikti.
Her hâlükârda, "Aybaşı hâlinde kadınlardan ayrılın" ifadesi, ayrılmaya ilişkin emrin mutlak oluşundan dolayı, Yahudilerin tutumunu destekliyor gibi görünebilir. Hatta: Onlara yaklaşmayın. ifadesi de bu tutumu pekiştirici niteliktedir. Ne var ki; ayetin sonundaki, "Allah'ın emrettiği yerden onlara gidin" (ki kastedilen "yer"in hayız kanının aktığı mahal olduğu açıktır) ifadesi "ayrılın" ve "yaklaşmayın" ifadelerinin kinaye olarak kullanıldıkları yönünde bir ipucu vermektedir. Onun için bu ifadelerle kastedilen, sadece "hayız kanının aktığı" mahaldir. Mutlak olarak aybaşı hâlindeki kadınlarla oturup kalkmak, onlardan yararlanmak, oynaşmak değil.
Bu bakımdan, İslâm dini "kadınların aybaşı hâlleri" ile ilgili olarak, Yahudilerin izlediği şiddetli sınırlandırma ile Hıristiyanların izlediği tam serbestlik arası bir tutum belirlemiştir. İslâm dini, hayız kanı akan mahalden cinsel ilişkiye girmeyi yasaklarken, bunun dışında kadından her türlü istifadeye, oynaşmaya izin vermiştir. "Aybaşı hâlinde" ifadesinde, kelimenin zahiri, zamiri yerine kullanılmıştır. Çünkü cümleye uygun düşen: "Onda kadınlardan ayrılın." şeklinde bir ifadenin kul-lanılmasıdır. Bu kullanımın gerekçesine gelince, ayet-i kerimede geçen "el-mahiz" kelimesinin birinci kullanımında mastar anlamı, ikinci kullanımında ise, aybaşı hâlinin zamanı kastedilmiştir. Dolayısıyla ikinci kullanımdaki "el-mahiz"in anlamı, birinci kullanımdaki "el-mahiz"den farklıdır. İkinci kullanımdaki "el-mahiz" yerine, anlamı dışındaki bir şeye dönük olan bir zamir kullanılsaydı, değindiğimiz bu anlam elde edilemezdi.
Temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendiklerinde, Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin.
"Temizlik" ve karşıtı "pislik" (necaset) İslâm milleti arasında yaygın olarak kullanılan kavramlardır. Kendilerine özgü hükümleri ve özellikleri vardır. Bunlar dini meselelerin önemli bir yönünü teşkil eder. Bu iki kavram kullanım çokluğundan dolayı, "Usul-ü Fıkıh" ilmindeki ıstılahıyla ya "hakikat-ı şer'iyye" olan (şeriatın belli manalarda kullandığı) yahut "hakikat-ı müteşarrıa" olan (şeriat ehlinin kendi aralarında belli manalarda kullandıkları) kelimelerdir.
"Temizlik" kavramının ifade ettiği anlam, dillerinin farklı olmasına rağmen tüm insanlarca bilinmektedir. Bundan dolayı, anlıyoruz ki, "temizlik" kavramı, hayatının bir zorunluluğu olarak her insan tarafından bilinmektedir. Tek bir ulusa ya da çağa özgü kılınamaz.
Çünkü hayat olgusu, madde üzerinde tasarrufta bulunma, onu hayat için öngörülen amaçlara ulaşmada aracı olarak kullanma ve yaşamak için gerekli olan alanlarda ondan yararlanma esasına dayanır. Bu bakımdan insanoğlu, doğası gereği bir şeyin ardına gidiyorsa, o şeyden umduğu bir yarar ve bir özellik ve gereklilik dolayısıyladır bu eğilim. Bunun için ona ulaşmayı istemektedir. Kuşku yok ki, insanın eğilim gösterdiği yararların en genişi, beslenme ve üremeye ilişkin yararlardır.
Kimi zaman, her hangi bir şeye yönelik dışarıdan gelen bir müdahale, daha önce onun sempati ile karşılanan, benimsenen niteliklerinin değişime uğramasına neden olabilir. Söz konusu değişimi daha çok, tat, koku ve renk aracılığıyla algılayabiliriz. Meydana gelen bu niteliksel değişim karşı tarafta antipati ve tiksinti uyandırır. İşte "necaset (pislik)" dediğimiz şey, bu dönüşümün, olumsuz başkalaşımın kavramsal ifadesidir. İnsan bu kavram ile, bir şeye yönelik tiksinişini ifade eder; bu anlama dayalı olarak o şeyden kaçınır. Bunun karşıtı ise, bir şeyin değişmeyen ilk durumudur; gereklilik ve yararlılık hâlidir ki, insan doğası ona eğilim gösterir. İşte biz buna temizlik diyoruz. Şu hâlde "temizlik" ve "pislik" eşyada bulunan iki varoluşsal niteliktir. Bunlardan biri varolduğu zaman eşyayı çekici kılar, ötekisi varolunca da eşyayı itici ve iğrenç kılar.
İnsanoğlu bu iki anlamın farkına varır-varmaz, onları somut olgulara uyarladı. Sonra manevî olgulara kadar genelleştirdi. Çünkü, soy, fiil, ahlâk, inanç ve söz gibi manevî olgularda da rağbet (eğilim) ve nefret (kaçış) anlamları söz konusudur.
İnsanlar arasında kullanıla gelen "temizlik" ve "pislik" kavramlarının ifade ettikleri anlamlarla ilgili değerlendirmenin özeti budur. Ama "nezafet, nezahet, kuddüs ve sübhan" gibi, anlam olarak "temizlik" (taharet)'e yakın kavramlara gelince; söz gelimi "nezafet" kavramı, önceki bir pislik durumunu izleyen "temizlik" anlamını ifade eder ve özellikle somut olgularla ilgili olarak kullanılır. "Nezahet" kavramının kökeninde ise "uzaklık, berilik" yatar. Temizlik anlamında kullanılışı istiare yöntemine göre gerçekleşmiştir. "Kuddüs" ve "sübhan" gibi kavramlar da manevî, soyut olgulara ilişkin olarak kullanılır. "el-Kazare" ve "er-rics" ise necasete (pislik) yakın anlamlar ifade ederler. Ancak "el-kazare" kavramının kökeni "uzaklık"tır. Araplar "Nakatun kazur": (Sürüden ayrı duran deve), "reculun kazur" (kötü huyundan dolayı insanlarla dostluk kuramayan, onlarla birlikte oturamayan adam.), "reculun mukazzer" (insanların nefret ettiği, uzak durduğu kimse) derler.
Yine Araplar: "Kazirtu'ş-şey'e ve tekazertuhu vestakzertuhu" (falan şeyden tiksindim.) derler. Bu bakımdan "el-kazare" kavramının "pis-lik=necaset" anlamında kullanılışı istiare yöntemine göre gerçekleşmiştir. Çünkü, bir şeyin "pis" oluşu insanların ondan uzak durmalarını, kaçınmalarını gerektirici bir durumdur. "er-Rics" ve "er-ricz" kavramları için de aynı husus geçerlidir. "er-Ricz" kavramının anlamsal kökeni, korku ve ürküntüdür. Dolayısıyla "pisliğe" yönelik işareti, istiare yoluyladır.
İslâm dini, "temizlik" ve "necaset" kavramlarını dikkate almış, bunları somut ve soyut olgularla ilgili olarak kullanmış ve külli fenomenler ve hatta sosyal yasalar hakkında bu kavramları gündeme getirmiştir. Yüce Allah, "Temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın." buyuruyor ki, burada kastedilen hayızdan arınma ve kanın kesilmesidir. Bir diğer ayette, "Elbiseni temizle." (Müddessir, 4) bir diğerinde, "Ama sizi temizlemek ister." (Mâide, 6) bir başka ayette, "İşte onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemedikleridir." (Mâide, 41) başka bir ayette de, "O (Kur'ân'a) temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz." (Vakıa, 79) buyuruyor.
İslâm şeriatı, insan ve bazı hayvanların kanı, idrarı, dışkısı ve menisi, leş ve domuz gibi özü itibariyle pis olan şeylerin necis olduklarını vurgulamıştır. Namazda, yeme ve içmede bunlardan uzak durulmasına ilişkin hükümler koymuştur. Hem necis şeylere bulaşmakla gelen habaset ve necisliğin giderilmesini taharet olarak nitelendirmiştir, hem de hadesin abdest veya gusül ile giderilmesini. Bunların yöntemi ve açıklaması fıkıh kitaplarında mevcuttur.
Daha önce, İslâm dininin temelde "tevhid" ilkesine dayandığını vurgulamıştık. Bu bakımdan İslâm dini, her türlü ayrıntıyı, tek bir temele, yani tevhide dayandırır. Dinin bütün ayrıntı niteliğindeki hükümlerinde bu temel ilkenin izini görmek mümkündür.
Buradan hareketle anlıyoruz ki: Tevhidin özü, Allah katındaki büyük temizliktir. Bundan sonraki tüm külli ilkeler de, insan için temizleyicilik işlevini görür. Bunu üstün ahlâka ilişkin ilkeler izler. Ardından dünya ve ahiretin, ıslahına ilişkin hükümler gelir. Az önce sunduğumuz ayetleri bu temel üzerinde değerlendirdiğimiz zaman, aradaki örtüşmeyi, bağdaşmayı rahatlıkla kavrarız: "Sizi temizlemek ister." (Mâ-ide, 6) "Sizi tertemiz kılmak ister." (Ahzab 33) Temizlik olgusuna ilişkin daha birçok ayetten hareketle bu sonuca varabiliriz.
Bu ara değerlendirmeden sonra, artık asıl konumuza dönebiliriz: "Temizlenmelerine kadar" ifadesi ile "kanın kesilmesi" kastedilmiştir. Demek ki, aybaşı hâlinden sonraki temizlik durumu, hayız kanının kesilmesidir.
"Temizlendiklerinde" yani hayız kanının aktığı mahalli (vajina) yıkadıkları ya da gusül abdesti aldıkları zaman "Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin." Sakındırmanın ardından yer aldığı için, caizliği ifade eden (vacip netelikli olmayan) bir emirdir bu. Burada ilâhî edebe uygun olarak Kur'ân'a yaraşır, kinayeli bir üslupla, cinsel ilişki kastediliyor. Cinsel ilişkiye girmenin "Allah'ın size emrettiği..." ifadesiyle kayıtlandırılması, az önce işaret ettiğimiz ilâhî edebi tam anlamıyla ifade etmeye yönelik bir kullanımdır. Çünkü cinsel ilişki, ilk etapta eğlenme ve oynaşma, yani gereksiz bir faaliyet gibi görülür. Bu yüzden, cinsel ilişkinin "Allah'ın emrettiği..." bir şey olarak kayıtlandırılması, insan denen canlı türünün hayat düzeninin devamının bu faaliyet ile mümkün olduğuna işaret etmeye yöneliktir. Dolayısıyla cinsel ilişkiyi bir eğlence, bir oyalanma gibi algılamamak gerekir. Tam tersine kadın-erkek birleşmesi evrensel yasalar sisteminin vazgeçilmez bir temel prensibidir.
Bu yüzden, "Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin." ifadesi, akışı itibariyle "Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazdığı şeyleri talep edin.." (Bakara, 187) "Tarlanıza dilediğimiz gibi varın. Kendiniz için ileriye hazırlık yapın." (Bakara, 223) ayetlerine benzer. Çünkü açık bir şekilde görüyoruz ki ayette, kadınlarla birleşmeye ilişkin olarak verilen emir, özü itibariyle varoluşsal bir emirdir. İnsanın organik yapısının üremeye yatkın ve elverişli olarak yaratılmış olması bunun somut kanıtıdır. Biraz önce işaret ettiğimiz ayetlerden birinde yer alan "Allah'ın sizin için yazdıkları..." ifadesi ile de bu varoluşsal gerçek (üreme) kastedilmiştir. Bu olgu bütün çıplaklığıyla ortadadır. Öte yandan, cinsel birleşmeye ilişkin bu emrin, evlenme ve üremeye yönelik bir farz-ı kifaye niteliğinde olması da mümkündür. Tıpkı, insan hayatının devamı için vazgeçilmez nitelikte olan diğer "farz-ı kifayeler" gibi. Ancak bu, uzak bir ihtimaldir.
Bazı tefsir alimleri bu ayeti kadınlarla ters ilişkiye girmenin haramlığına kanıt olarak sunmuşlardır ki, son derece zayıf ve basit bir kanıtlama yöntemidir. Onların bu yaklaşımı ya: "Onlara gidin." ifadesine dayanır, ki bu bir tür lakap mefhumudur, dolayısıyla kanıtsallık yönü yoktur. Ya da, "Bir şeye emretmek o şeyin zıddından nehyetmektir." kaidesine dayanır; ki bunun da zayıf bir kanıtlama yöntemi olduğu usul ilminde kesinlik kazanmıştır.
Kaldı ki eğer kanıt "Onlara gidin..." ifadesindeki emir ise, bu emir sakındırmadan sonra yer aldığı için zorunluluğa delalet etmez. Şayet, "Allah'ın size emrettiği yerden..." ifadesine dayandırılıyorsa, bu durumda, emirden maksat tekvinî (varoluşsal) bir emir ise o zaman lafzî bir delaleti yoktur, demektir. Eğer teşriî (yasal) bir emir içeriyorsa, bu durumda da farz-ı kifaye niteliğinde bir zorunluluk ifade eder. Halbuki "Bir şeye emir, o şeyin zıddından nehiydir" kaidesini kabul etsek dahi bu kaide sadece farz-ı aynı olan kesin emirlerle ilgilidir; farz-ı kifayey-le herhangi bir ilişkisi yoktur.
Şüphesiz Allah, tövbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.
Tövbe, yüce Allah'a dönmek demektir. "Tatahhür" (temizlenme işlemi) ise temizliğe başlamak ve onu kabul etmek demektir. Bu bakımdan "temizlenme" pislikten soyutlanıp asıl duruma dönmektir ki, bu durum temizliktir. Bu iki anlam, yüce Allah'ın emir ve yasakları bağlamında birbirini destekler niteliktedir. Özellikle temizlik ve necaset olguları ile ilgili olarak söz konusu uygunluk daha bir belirginleşmektedir. Şu hâlde yüce Allah'ın verdiği emirlerden herhangi birini yerine getirmek, koyduğu yasaklardan birine uymak, pislikten, aykırılıktan ve bozgunculuktan temizlenmek ve yüce Allah'a dönmek demektir. Aradaki bu ilintiden dolayı yüce Allah, söz konusu hükmü şu şekilde gerekçelendirmiştir: "Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever." Çünkü, yüce Allah'ın işaret buyurduğu gerekçenin, söz konusu ettiği hükümle uyuşması bir zorunluluktur. "Aybaşı hâlinde kadınlardan ayrılın..." ve "Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin." ifadelerini kastediyorum.
"Şüphesiz Allah; tövbe edenleri sever, temizlenenleri de sever." ifadesi mutlaktır, herhangi bir şeyle kayıtlı değildir. Dolayısıyla daha önce değindiğimiz gibi, tövbe etmenin ve temizlenmenin tüm mertebelerini kapsar niteliktedir. "Temizlenenler..." kelimesinin, mübalağa sıygası olan "tevvabin (=çok tövbe edenler)" ifadesiyle bir arada kullanılması, tevvabin kelimesinden mübalağayı istifade ettiğimiz gibi "müta-tahhirin (=temizlenenler)" kelimesinden de mübalağa anlamını çıkarabilmemize imkân sağlayabileceği hiç de uzak bir ihtimal değildir. Böyle olunca da ayetten hem tür hem de sayı bakımından çok tövbe ve çok temizlik anlamı çıkar. Demek istiyorum ki: Yüce Allah tövbe etmenin her türünü sever; ister istiğfar etme (bağışlanma dileme), ister emir ve yasaklara uyma, ister hak nitelikli tüm inanç prensiplerini benimseme şeklinde olsun... Yine, her türlü temizlenmeyi de sever; ister abdest ve gusül yoluyla yıkanma şeklinde olsun, ister salih ameller veya hak nitelikli bilgiler aracılığı ile arınma şeklinde olsun... Bunun yanı sıra tövbe etmeyi ve temizlenmenin sık sık tekrarlanmasını da sever.
223) Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlalarınıza dilediğiniz gibi varın.
İfadenin orijinalinde geçen "hars" kelimesi, ziraat anlamında mastardır. Tıpkı ziraat gibi, sürülen ve ekin ekilen tarla için kullanılır. "Enna" edatı ise "meta" gibi, zamanla ilgili bir şart edatıdır. Bazı durumlarda mekânla ilgili olarak da kullanılabilir. Nitekim yüce Allah, bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Ey Meryem, bu sana nereden geldi?" (Âl-i İmrân, 37) Şayet ayetin orijinalinde geçen "enna" edatını, mekânla ilgili olarak ele alırsak "hangi mahalden dilerseniz..." şeklinde bir anlam elde etmiş oluruz; eğer bu edatı zamanla bağlantılı olarak ele alırsak, bu durumda "ne zaman dilerseniz..." şeklinde bir anlam elde etmiş oluruz. Her iki durumda da, anlam açısından ayet, mutlaklık ifade eder. Özellikle "dilerseniz..." şeklinde bir kelimenin de cümle içinde yer alması, bu mutlaklığı pekiştirici niteliktedir. İşte "Tarlanıza varın..." emrinin zorunlu bir yükümlük oluşunu engelleyen budur. Çünkü, bir işi yükümlünün seçimine ve dilemesine bıraktıktan sonra onu zorunlu kılmanın bir anlamı yoktur.
Ayrıca, bu hükümden önce, ayetin başında "Kadınlarınız sizin tarlanızdır..." şeklinde bir ifadenin yer alması, ikinci kez kadınlardan "tar-la" olarak söz edilmesi, gösteriyor ki maksat, kadınlarla cinsel ilişkiye girme hususunda zamansal ve mekânsal bir genişliğe işaret etmektedir. Fakat önemli olan kadının kastettiği mekândır. Erkeğin değil. Yani, erkek kadının herhangi bir mahallinden ilişki kurma serbestisine sahiptir, şeklinde bir sonuç çıkarılamaz. Şayet, mutlaklık mekânla ilgili ise, zamanla ilgili mutlaklık ayet-i kerime ile çelişmez. Dolayısıyla, kendisinden önceki: "Aybaşı hâlinde kadınlardan ayrılın ve temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın." ifadesi ile bir zıtlık oluşturmamaktadır. Eğer, söz konusu mutlaklık, zamanla ilgili ise, bu durumda "aybaşı hâli"nden söz eden ayetle kayıtlandırılmıştır demektir. Bunun kanıtı da "Aybaşı hâli..." ile ilgili ayetin, "tarla" ifadesini içeren ayeti neshedemeyeceği unsurları içermesidir. Kastettiğimiz husus, "aybaşı hâli" ile ilgili ayetin, bu hâli "eza" olarak nitelemesi ve "aybaşı hâlinde.." kadınlarla cinsel ilişki kurmanın haramlığının gerekçesinin, onun "eza" oluşu olarak sunmasıdır. Çünkü "aybaşı hâli" her zaman için "eza" dır. Yine ayet-i kerime, aybaşı hâlinde kadınlarla cinsel ilişki kurmanın haram kılınışının bir tür "pislik"ten temizlenme olduğuna delalet etmektedir. Yüce Allah'ın, temizlenenleri sevmesi de, her zaman için geçerli olan bir husustur. O, kullarını temiz kılmakla, ne büyük iyilikte bulunduğunu dile getirmektedir. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak ister." (Mâide, 6)
Görüldüğü gibi bu mana (hayız ile ilgili ayet) "Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza dilediğiniz gibi varın." ayeti gibi bir ayetle, kayıtlanamaz. Çünkü bu ayet, her şeyden önce bir genişlik, müsamaha ve özgürlüğe işaret etmektedir. Bu ise hayız hâlindeki yaklaşmanın haram kılınış sebebi (eziyet oluşu) ve bu haram oluş hükmü koyulduğunda mevcut olan bir sebepti. Bununla birlikte herhangi bir etkisi olmadı (haramlığı kaldıramadı.) Hükmün yürürlüğe konuluşundan sonra da bir etkisinin olabileceği düşünülemez. Saniyen, ayet-i kerime şöyle bir değerlendirme cümlesini kapsamaktadır: "Kendiniz için ileriye hazırlık yapın. Allah'tan korkup sakının ve bilin ki, elbette O'na kavuşacaksınız. İman edenlere müjde ver." Bu açıklamanın ışığında şunu diyebiliriz ki: Kadınların tarla oluşundan söz eden ayet ister önce, ister sonra inmiş olsun, aybaşı hâlini konu alan ayet-i kerimeyi neshetmiş olamaz.
Ayetin ifade ettiği anlam ile ilgili olarak kısaca şunu söyleyebiliriz: İnsan topluluğu için kadının önemi, tarlanın önemi gibidir. İnsanoğlu tohumun devamı ve yeryüzündeki hayatını sürdürmek için gerekli olan besin maddelerini elde etme hususunda, nasıl tarlaya muhtaçsa, neslin varlığı ve insan türünün devamı için de kadınlara muhtaçtır. Çünkü yüce Allah, insan neslinin kadınların rahminde şekillenmesini öngörmüştür. Ardından erkeklerin organik yapısına da kadınlara e-ğimli temel içgüdüler yerleştirmiştir. Yanı sıra insan denen canlı türünün bu iki cinsi arasına sevgi ve rahmet bağını yerleştirmiştir. Durum böyle olunca, aradaki bu ilgi için öngörülen varoluşsal amaç, insan denen canlı türünün devamına yönelik sebeplerin bir ön hazırlık olarak gerçekleştirilmesi şeklinde ön plâna çıkar. Dolayısıyla bu anlamı belli bir vakitle kayıtlandırmanın ya da belli bir mekâna özgü kılmanın pratik bir anlamı yoktur. Yeter ki, söz konusu varoluşsal amaca ulaştırıcı nitelikte olsun ve ihmale gelmeyecek vacip nitelikli bir diğer yükümlülükle çakışmasın. Bu açıklamamız ile "Kendiniz için ileriye hazırlık yapın..." ifadesi ile de ne kastedildiği açığa çıkmış oldu.
Bazılarının "Kadınlarınız sizin tarlanızdır." diye başlayan ayeti, cinsel ilişki esnasında erkeğin azil yapmasının (meniyi dışarı akıtmasının) caiz oluşuna bir kanıt olarak algılamaları son derece tuhaf bir yaklaşımdır. Çünkü ayet-i kerimenin, bu hususa bakan bir yönü yoktur. Yine "Kendiniz için ileriye hazırlık yapın..." ifadesini de, cinsel ilişkiye başlamadan önce "besmele" getirmeye yönelik bir direktif olarak algılamak da en az bunun kadar tuhaf bir yaklaşımdır.
Kendiniz için ileriye hazırlık yapın. Allah'tan korkup sakının ve bilin ki elbette O'na kavuşacaksınız. İman edenlere müjde ver.
Dedik ki: "Kendiniz için ileriye hazırlık yapın..." ifadesiyle -ki hitap erkeklere ya da kadın-erkek tüm insanlara yöneliktir- evlenme ve üreme yoluyla insan türünün devamını sağlayıcı bir teşvik kastedilmiştir. Şu kadarı var ki, yüce Allah, insan türünün devamı ile, sadece dininin yaşamasını, tevhid mesajının yayılmasını ve kendisine kulluk esasına dayalı sistemin evrensel çapta hakimiyetini ister: "Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 56) Eğer yüce Allah, insanlara hayatları ve varlıklarının devamı ile ilgili bir şey emretmişse, kesinlikle bu hususu, Rablerine yönelik ibadetle bağlantılı olarak algılamaları için emretmiştir. Sırf yeryüzündeki varlıklarını sürdürmeleri, işkembelerini doyurmak ve cinsel arzularını tatmin etmek için yaşamaları, azgınlık ve gaflet çöllerinde yitip gitmeleri kastedilmiş değildir.
Gerçi "Kendiniz için ileriye hazırlık yapın..." ifadesinden maksat, üreme ve insanlık camiasına yeni bireyler kazandırmaktır -ki insanlık camiası her an ölüm aracılığı ile birçok bireyini yitirmekte, zamanın geçmesi sonucu sayıları azalmaktadır.- Fakat bunlar asıl amaç değildir. Tersine, amaç, neslin devamı, salih ameller işleyen bireylerin kazanılması aracılığı ile yeryüzünde Allah'ın zikrinin kalıcılık kazanmasıdır. Hiç kuşkusuz yeryüzünde Allah'ın zikrini kalıcı kılmaya yönelik olarak dünyaya gelmeleri sağlanan salih amelli bireylerin kazandıkları sevaplar, hem kendilerinin hem de salih atalarının hanesine yazılır: "Onların önde takdim ettikleri ve eserlerini biz yazarız." (Yasin, 12)
Bu açıklamamızla, "kendileri için ileriye takdim ve hazırlık yapma" ifadesiyle, kıyamet günü için önceden salih ameller sunma, anlamı kastedildiği belirginlik kazanıyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "O gün kişi ellerinin öne sürdüğü şeylere bakar." (Nebe, 41) "Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden ileri sürdüğünüz şeyleri, daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak Allah katında bulursunuz." (Müz-zemmil, 20) Bu açıdan, "Kendiniz için hazırlık yapın. Allah'tan korkup sakının ve bilin ki elbette O'na kavuşacaksınız..." ayeti, "Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine (ileri sürdüğüne) baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr, 18) ayetine benzemektedir. Şu hâlde, -Allah herkesten daha iyi bilir- "Kendiniz için takdim edin (ileriye hazırlık yapın)." ifadesinden maksat, Allah'ın rızasına yönelik olarak salih ameller takdim etmektir. İnsanlık camiası için yararlı olacaklarını umarak çocuk sahibi olmayı amaçlamak da salih amel kavramının kapsamına girer. "Allah'tan korkup sakının." ifadesi ile de, tarla diye nitelenen kadınlarla cinsel ilişkiye girme, Allah'ın bu hususta belirlediği sınırları aşmama, O'nun öngördüğü doğrultuda hareket etmekten kaçınmama ve haramlara bulaşmama gibi salih amellerin şahsında somutlaşan takva duygusu kastedilmektedir. "Ve bilin ki elbette O'na kavuşacaksınız." ifadesi ile, Allah'tan korkup sakınmaya yönelik bir işaret vardır. Buradaki korku ise, kıyamet günü ve kötü hesaptan duyulan endişedir, korkudur. Nitekim, yukarıda değindiğimiz Haşr Suresi'nin ilgili ayetinde yer alan, "Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." ifadesi ile de, "korku" anlamında "takva" kastedilmiştir. "Bilin" diyerek bilgiye emretmek ve bu emirde de bilginin gerektirdiği şeyleri, yani dikkatli olma, korunma ve sakınmayı kastetmek, konuşma ve yazı dilinde (söz sanatında) sıkça başvurulan bir yöntemdir. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer." (Enfâl, 24) Yani, Allah'ın sizinle kalbinizin arasına girmesinden korkun-sakının. Salih ameller işlemek ve hesaplaşma gününden korkmak, imanla direkt ilişkisi bulunan olgular olduğu için, ayetin sonunda şöyle bir değerlendirme cümlesi yer almıştır: "İman edenlere müjde ver." Nitekim Haşr Suresi'nin ilgili ayetinin "Ey iman edenler..." diye başlaması da bu ilgiden dolayıdır.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Ahmed, Abd b. Humeyd, Daremî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn Mace, Ebu Ya'la, İbn Münzir, Ebu Hatem, en-Nuhas (en-Nasih adlı eserinde), Ebu Hayyan ve Beyhakî (Sünen'inde) Enes'ten rivayet ederler: "Yahudiler, kadınları aybaşı hâlindeyken onları evden çıkarır, onlarla birlikte yemez ve içmezlerdi. Evlerde onlarla bir arada bulunmazlardı. Bu durumla ilgili olarak Resulullah efendimize (s.a.a) bir soru soruldu. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Sana kadınların aybaşı hâlini sorarlar. De ki: O, bir eziyet (ve rahatsızlık hâlidir). Aybaşı hâlinde kadınlardan ayrılın..." Ayetin inişi üzerine Resulullah efendimiz (s.a.a) "Aybaşı hâlinde, kadınlarınızla bir arada oturun ve cinsel birleşme hariç her şeyi yapabilirsiniz." dedi. Bunu duyan Yahudiler: "Bu adam, her şeyde mutlaka bize muhalefet edecektir." dediler. Useyd b. Hudayr ve Ubad b. Bişr, Resulullah'a gelerek: "Yahudiler, şöyle, şöyle dediler. Şimdi biz kadınlarımızla cinsel ilişkiye girmeyelim mi?" dediler. Bunun üzerine, Re-sulullah'ın yüzünün rengi değişti. Öyle ki biz, onun bu iki adama kızdığını sandık sonra adı geçen iki şahıs oradan ayrıldılar. O sırada bir kap dolusu süt Resulullah'a hediye olarak sunuldu. Resulullah o ikisini çağırıp onlara bu sütten içirdi. Bunun üzerine onun bu ikisine kızmadığını anladık."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Süddî kanalıyla şöyle rivayet edilir: "Sana kadınların aybaşı hâlini sorarlar." Bu soruyu soran Sabit b. Dehdah'tı.
Bu rivayetin benzeri, Mukatil'den de rivayet edilmiştir.
et-Tehzib adlı eserin bir yerinde, İmam Cafer Sadık'ın "Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin." ifadesiyle ilgili olarak: "Bu ayet, çocuk sahibi olma isteğiyle ilgilidir. Allah'ın size emrettiği yerden çocuk isteyin." dediği rivayet edilir.
el-Kâfi'de deniliyor ki: İmam Cafer Sadık'a soruldu ki: "Karısı aybaşı hâlinde olan bir erkek, karısından ne kadar yararlanabilir?" İmam buyurdu ki: "Önü (cinsel organı) hariç her tarafından yararlanabilir."
Yine aynı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) aybaşı hâlinin son günlerinde hayız kanı kesilen kadınla ilgili olarak "Eğer kocasının uzun süre cinsel ilişki kurmamasından dolayı, şehevî arzuları şiddetlenmişse, karısına cinsel organını yıkamasını emretsin ve dilerse kadın gusül almadan ilişki kursun." dediği rivayet edilir. Bir diğer rivayete göre, İmam Cafer Sadık (a.s), "Bana göre, kadının gusül alması daha iyidir." demiştir.
Ben derim ki: Bu konuyla ilgili birçok rivayet vardır. Bu rivayetler genellikle, ayetteki "temizlenme" anlamına gelen ifadenin "yethurne" şeklinde okunmasını pekiştirir niteliktedir. Bu ise, "kanın kesilmesi" anlamına gelir. Nitekim "yethurne" ve "yettahharne" kelimelerinin arasındaki fark vurgulama bakımından, ikincisinin "temizlenmeyi kabul etme" anlamına geldiği söylenmiştir. Dolayısıyla ikincisinde isteğe bağlılık anlamı bulunduğu için gusletmeye de uygundur. Birincisi ise, temizliğin meydana gelişi demektir. Bunda da isteğe bağlılık anlamı söz konusu değildir. Dolayısıyla, buna uygun olan kanın kesilmesi ile birlikte oluşan temizlik hâlidir. Eğer "tatahhur" kelimesi ile, "yıkama" kastedilmişse, bu yıkamanın müstehaplığını ifade eder. Şayet "gusletme" anlamı kastedilmişse, bu da gusülden sonra cinsel ilişki kurmanın müstehaplığını ifade eder. Nitekim İmam Cafer Sadık (a.s): "Bana göre, kadının gusül alması daha iyidir." sözü ile bu anlamı vurgulamıştı. Bundan önceki yani kanın kesilmesi ile guslün alınması arasındaki zamanda, ilişki kurmanın haram olduğunu ifade etmez. Çünkü "yethurne"nin cinsel ilişki yasağı için konulmuş bir sınır olmasıyla bağdaşmaz.
el-Kâfi'de, İmam Cafer Sadık'ın (a.s): "Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever." ifadesiyle ilgili olarak: "Cahiliye döneminde insanlar pamuk ve taşlarla istinca ediyorlardı. (kendilerini temizliyorlardı.) Sonra abdest almaları öngörüldü. Bu, güzel bir uygulamaydı. Resulullah (s.a.a) abdest alınmasını, emretti, kendisi de su ile temizlenmeye dikkat etti. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever." ayetini indirdi." dediği rivayet edilir.
Ben derim ki: Aynı anlamı destekleyen birçok rivayet vardır. Bu rivayetlerin bazısında, ilk kez su ile temizlenen zatın Berâ b. Azib olduğu, onun bu davranışını destekler mahiyette ayet indiği ve Resulul-lah'ın uygulamasının da bunu pekiştirdiği rivayet edilir.
Yine aynı eserde Selâm b. Müstenir'in şöyle dediği rivayet edilir: "Bir gün İmam Ebu Cafer'in (İmam Muhammed Bâkır'ın) (a.s) yanında bulunuyordum. O sırada Hamran b. A'yan geldi ve ona bazı şeyler sordu. Hamran gitmek üzereyken, İmam Ebu Cafer'e şöyle dedi: "Sana bir şey arz edeceğim. -Allah aramızdaki varlığını uzun süreli kılsın ve bizi senden yararlandırsın- Biz senin yanına geldiğimiz zaman, çıkıp giderken kalplerimiz incelmiş, nefislerimiz dünyadan ilgisini kesmiş olur, insanların sahip oldukları şu malları önemsiz görmeye başlarız. Sonra yanından çıkar gideriz. Halkla ve tüccarlarla kaynaşırız. Bu sefer dünya bize sevimli görünmeye başlar."
İmam Muhammed Bâkır dedi ki: "Evet, kalptir bunlar. Bazen katı, bazen yumuşak olurlar. Ama Hz. Muhammed'in (s.a.a) ashabı, "Ya Re-sulullah, biz münafık olmaktan korkuyoruz." demişlerdi. Resulullah: "Niçin böyle bir endişe taşıyorsunuz ki?" deyince şu cevabı vermişlerdi: "Senin yanında olduğumuz zaman, bizi uyarıyor, teşvik ediyorsun. Bunun üzerine kalbimiz yumuşar, dünyayı unuturuz, her şeyden el-etek çekeriz. Öyle ki, senin yanında olduğumuz hâlde ahireti, cenneti ve cehennemi gözlemliyor gibi oluruz. Ama senin yanından ayrılıp şu evlere girdiğimizde, çoluk çocuğumuzu kokladığımız, ailemizi gördüğümüzde, senin yanındayken içinde bulunduğumuz hâlden neredeyse eser kalmıyor. Sanki hiç böyle bir hâl yaşamadık gibi. Sence, bizim bu hâlimiz nifak değil midir?" Resulullah onlara şu cevabı verdi: "Hayır. Bu Şeytan'ın saptırma amaçlı girişimleridir. Dünyaya eğilim göstermenizi istiyor. Allah'a andolsun, eğer siz tasvir ettiğiniz hâl üzere kalsaydınız, meleklerle musafaha eder ve su üzerinde yürürdünüz. Eğer siz günah işleyip sonra da Allah'tan bağışlanma dileyen kimseler olmasaydınız, yüce Allah, günah işleyen, ardından Allah'tan bağışlanma dileyen ve Allah tarafından bağışlanan kimseler yaratırdı. Hiç şüphesiz mümin sınanır günahlara duçar olur ve ardından tevbe eder." Allah'ın: "Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever." sözünü duymadınız mı? Yüce Allah'ın şu ayetinden haberiniz yok mu?: "Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra ona tevbe edin."
Ben derim ki: Benzeri bir hadisi Tefsir'ul-Ayyâşî'de rivayet edilmiştir. Resulullah efendimizin (s.a.a) "Eğer siz tasvir ettiğiniz hâl üzere kalsaydınız" sözü vilayet (velilik) makamına yönelik bir işarettir. Bu makamın özelliği, dünyadan yüz çevirip Allah katında olan şeylere yönelmektir. Daha önce "Onlara bir musibet isabet ettiğinde..." (Bakara, 156) ayetini tefsir ederken, velilik makamı ile ilgili bazı açıklamalarda bulunmuştuk.
"Eğer siz günah işleyen..." sözü ile de Efendimiz (s.a.a) kaderin sırrına işaret etmektedir. Kader, yüce Allah'ın isimleriyle ilgili hükümlerin fiiller mertebesine ve olayların, gelişmelerin teferruatına Esmaullah kavramlarının gerektirdiği doğrultuda akışıdır. "Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın." (Hicr, 21) ayetini ve kaderle ilgili diğer ayetleri incelerken, konuya ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
"Allah'ın: 'Şüphesiz Allah, tövbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.' sözünü duymadınız mı?" ifadesi, İmam Muhammed Bâkır'a (a.s) aittir ve hitap da Hamran'a yöneliktir. Bu ifadede, tövbe ve temizlik kavramları, günahlardan vazgeçip Allah'a dönme, günahların nefis üzerine çöreklenmiş tortularını, pisliklerini ve kalp üzerindeki pasını giderme şeklinde açıklanmıştır. Bu yaklaşım; hükmün mertebelerini, bazı mertebelerin hükmüne göre belirlemeye bir örnek oluşturmaktadır. Aynı yaklaşım "Ona, temizlenip arınmış olanlardan başkası dokunamaz." (Vakıa, 79) ayeti ile ilgili olarak da ortaya konmuştur. Yani bu ayetten hareketle: "Kitaba ilişkin bilgi, temizlenip-arınmış Ehlibeyt'in yanındadır." denildiği gibi, "Temizlenmeden (abdest-gusül olmadan) Kur'ân'a dokunmak, haramdır." şeklinde bir hüküm de algılanmıştır.
Nitekim, "Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın; onu ancak belirlenmiş bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21) ayetine göre, varlık âlemi, yaratılmışlar dünyası, Allah katındaki hazinelerden başlayıp, en alt yaratılış katmanlarına kadar peyderpey inmektedir. Aynı şekilde kaderlere ilişkin hükümler de ancak, hakikatler menzillerinden geçerek inerler. (Dikkat edin!) "Sana kitabı indiren O'dur. O'ndan bir kısım ayetler muhkemdir." (Âl-i İmrân, 7) ayetini incelerken, bu konuya ilişkin olarak daha detaylı bilgiler sunacağız.
Şimdi, yukarıda işaret ettiğimiz hususa biraz daha aşina olmuş gibiyiz. Orada dedik ki: Ayetin zahirine bakarsak, ayette geçen "tövbe" ve "temizlenme" kavramlarından maksat, su ile yıkanmadır. Bu ise, pislikten arındırmak suretiyle bedeni Allah'a döndürmek demektir.
Yine daha önce, Tefsir'ul-Kummî'den naklen sunduğumuz, Resu-lullah efendimizin (s.a.a) şu sözünün anlamı da belirginlik kazanmış oluyor: "Yüce Allah, İbrahim'e (a.s) hanifiyet'i indirdi. Bu ise temizlik demektir; temizlik ise on kısma bölünür. Beşi başla, beşi de bedenle ilgilidir. Başla ilgili olanlar şunlardır: Bıyıkları kısaltmak, sakalları uzatmak, saçları kesmek, misvak, dişlerin arasını temizlemek. Bedenle ilgili olanlar da şunlardır: Bedendeki kılları almak, sünnet olmak, tırnak kesmek, cenabet olduktan sonra gusül almak ve su ile temizlenmek. İşte bu, Hz. İbrahim'in getirdiği temiz hanifliktir. Bunlar yürürlükten kaldırılmamıştır ve kıyamete kadar da kaldırılmayacaktır." Bu hususların temizlikten sayıldığına dair birçok rivayet vardır. Bazılarında ağda yaptırmak da temizlik olarak nitelendirilmiştir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, "Kadınlarınız sizin tarlanızdır." ifadesi ile ilgili olarak, Muammer b. Hallad'ın İmam Ebu'l-Hasan er-Rıza'dan (a.s) şöyle rivayet ettiği belirtilir: "İmam buyurdu ki, "Kadınlara kıçlarından yanaşma hakkında ne diyorsunuz? Dedim ki: "Medinelilerin bunda bir sakınca görmediklerini duydum." Bunun üzerine İmam şöyle dedi: "Yahudiler, bir adam arkadan karısına yanaşırsa, doğacak çocuk şaşı olur, derlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza dilediğiniz gibi varın." ayetini indirdi. Yani ister önden, ister arkadan yanaşın. Bu aynı zamanda, kadınlarla ters ilişki kurma hususunda Yahudilere muhalefet niteliğindeydi.
Yine aynı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) ayet-i kerime ile ilgili olarak: "Normal mekâna (vajinaya) erkeğin önden ya da arkadan yanaşması fark etmez." dediği rivayet edilir.
Aynı eserde, Ebu Basir kanalıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir. "Ebu Basir der ki: "Karısı ile ters ilişki kuran adamın durumunu İmam'a sordum. Bunu hoş karşılamadı ve şöyle dedi: "Sakın kadınların anüs (makat)ından ilişkiye girmeyin. "Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi varın." ayetinin anlamı, "dilediğiniz zaman onlara varın" şeklindedir."
Aynı eserde Fetih b. Yezid el-Curcanî'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Bunun gibi bir hususla ilgili olarak fikrini öğrenmek üzere İmam Rıza'ya (a.s) bir mektup yazdım. Bana şöyle bir cevap geldi: "Cariyesi ile ters ilişki kuran birinden soruyorsun. Kadın bir oyuncak gibidir. İncitilmemesi gerekir ve o, yüce Allah'ın buyurduğu gibi tarladır."
Ben derim ki: Bu anlamda birçok hadis, Ehlibeyt İmamları'ndan aktarılmıştır. el-Kâfi, et-Tehzib, Tefsir'ul-Ayyâşî ve Tefsir'ul-Kummî'de bunları görmek mümkündür. Bu rivayetlerin tümü şuna delalet eder: Ayet-i kerime kadınlara arkadan (vajinadan olmak koşuluyla) da yanaşılabileceğinden öte bir şeye delalet etmez. Ayyâşî'nin Abdullah b. Ebu Ya'fur kanalıyla rivayet ettiği: "Ebu Abdullah'a (a.s) kadınlara kıç-larından yanaşmayı sordum. "Bunun bir sakıncası yoktur" dedi ve "Ka-dınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi varın." ayetini o-kudu." rivayetini de bu şekilde yorumlamak mümkündür.
Ben derim ki: Kadınlara kıçlarından yanaşma ile, arkadan vajinayı kullanmanın kastedildiği açıktır. Ayet-i kerime buna delalet etmektedir. Nitekim az önce sunduğumuz Muammer b. Hallad'ın aktardığı hadis de bunu göstermektedir.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn Asakir Cabir b. Abdullah'tan rivayet eder: Ensar erkekleri kadınlarla klasik (kadın altta, erkek üstte ve önden) şekilde ilişki kurardı. Fakat Kureyş erkekleri çeşitli şekiller denerlerdi. Kureyşli bir erkek ensardan bir kadınla evlendi. Kadınla bildiği şekilde ilişki kurmak isterken, kadın bunu reddetti ve "Ancak klasik ilişki tarzını uygulayabilirsin." dedi. Karı-kocanın bu anlaşmazlığı Resulullah'a ulaştırıldı. Bunun üzerine şu ayet-i kerime indi: "Tarlanıza dilediğiniz gibi varın." Yani ister ayakta, ister oturarak, ister yatarak ilişki kurun. Ama her durumda da tek kanalı kullanın (ters ilişki kurmayın).
Ben derim ki: İncelemekte olduğumuz ayetin iniş sebebi ile ilgili olarak çeşitli kanallardan sahabenin konuya ilişkin görüşleri ve değerlendirmeleri aktarılmıştır. Benzeri bir yaklaşım da İmam Rıza'dan (a.s) rivayet edilmiştir. Yukarıda, ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinden alıntı yaptığımız rivayette geçen "tek kanaldan" maksat kadınlarla sadece, önden ilişki kurulabileceğidir. Çünkü, kadınlarla ters ilişki kurmanın haramlığına ilişkin olarak Ehlisünnet kanallarından birçok hadis vardır. Bunlar, birçok sahabîye dayandırılarak değişik kanallardan Resulul-lah'tan (s.a.s.) aktarılmıştır. Gerçi bizim mezhebimize mensup bilginlerin Ehlibeyt İmamları'ndan ettikleri rivayetlere göre onlar (a.s) kadınlarla ters ilişki kurmayı şiddetli mekruh saymakla beraber caiz görmüşlerdir. Ancak, Ehlibeyt İmamları (a.s) daha önce açıkladığımız gibi bu hususta, "Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi varın." ayetini kanıt olarak sunmamışlardır. Onlar (a.s) Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Lut'tan (a.s) aktarılan, "Eğer yapmak istiyorsanız, işte bunlar, benim kızlarım." (Hicr, 71) sözleri kanıt göstermişlerdir. Çünkü Hz. Lut (a.s) onların kadınların cinsel organlarına ilgi duymadıklarını bile bile kızlarını onlara takdim etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de bu hükmü nesheder niteliğiyle başka bir ayet de yoktur.
Bununla beraber, Ehlisünnet kaynaklarınca aktarılan sahabe görüşlerinde de konu üzerinde görüş birliği sağlanmadığı görülür. Rivayete göre, İbn Ömer, Malik b. Enes, Ebu Said Hudrî ve başkaları, kadınlarla ters ilişki kurmakta bir sakınca görmezlerdi ve bu hususta "Kadınlarınız sizin tarlanızdır." ayetini delil kabul ederlerdi. Hatta, İbn Ömer'in: "Bu ayet, kadınlarla ters ilişki kurmanın caizliğini vurgulamak için inmiştir." dediği de rivayet edilmiştir.
Söz gelimi ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Darekutnî'nin "Garaib-i Malik"te Nafi'ye dayandırarak şöyle rivayet ettiğini nakleder: Bir gün İbn Ömer bana dedi ki, "Ey Nafi, şu mushafı al ve beni dinle." "Kadınlarınız sizin tarlanızdır tarlanıza dilediğiniz gibi varın." ayetine kadar okudu ve bana şöyle dedi: "Biliyor musun ey Nafi, bu ayet kimin hakkında inmiştir?" "Hayır," dedim. Dedi ki: "Karısı ile ters ilişki kuran ensardan bir adam hakkında inmiştir. Adamın bu tavrını halk yadırgadı. Bunun üzerine yüce Allah, "Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi varın." ayetini indirdi." Dedim ki: "Adam karısının cinsel organına yanaştığı için mi yadırganmıştı, yoksa karısının maketinden yanaştığı için mi?" "Hayır, karısının maketinden yanaştığı için yadırganmıştı." dedi."
Ben derim ki: Bu görüş, birçok kanaldan İbn Ömer'e dayandırılmıştır. İbn Abdulbirr der ki: "İbn Ömere dayandırılan bu rivayetler sahihtir. Onun meşhur görüşüdür."
Yine "ed-Dürr'ül-Mensûr'da, İbn Raheveyh, Ebu Ya'la, İbn Cerir, et-Tahavî Müşkil'ül-Asar adlı eserde, İbni Mürdeveyh hasen bir rivayet zinciriyle Ebu Said Hudrî'den şöyle rivayet ederler: "Adamın biri karısı ile ters ilişki kurmuştu. Halk adamın bu tavrını normal karşılamadı. Bunun üzerine, "Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi varın." ayeti indi."
Aynı eserde, el-Hatib, Malik'in ravilerinden Ebu Süleyman el-Cev-zecanî'nin şöyle dediğini belirtir: "Malik'ten eşlerle anüsten cinsel ilişki kurma hakkında bir soru sordum; bana dedi ki: "Şimdi böyle bir ilişkiden dolayı gusül aldım."
Adı geçen eserin bir yerinde, Tahavî İsbağ b. Ferec'ten o da Abdullah b. Kasım'dan şöyle rivayet eder: "Dinimle ilgili olarak kendisine uyduğum hiç bir üstadımın bu işin, yani kadınlarla anüsten ilişki kurmanın helâl oluşundan şüphe ettiğine rastlamadım. "Kadınlarınız sizin tarlanızdır." Bundan daha açık bir hüküm olabilir mi?"
Sünen-i Ebî Davud'da İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "İbn Ömer -Allah günahlarını bağışlasın- putperest ensardan şu grubun, Ehli-kitap Yahudilerden şu grupla beraber olduklarını sanmıştır. Ensar cahiliye döneminde, Yahudilerin bilgice kendilerinden üstün olduklarını düşünüyorlardı. Bu yüzden onların birçok fiilini taklit ediyorlardı. Ehlikitab'ın bir özelliği de kadınlarla sadece vajinadan ilişki kurmalarıydı. Bu kadınları memnun etme bakımından uygun bir yöntemdi. Ensarın bu grubu bu hususta Ehlikitab'a uyuyorlardı. Kureyşliler ise, cinsel ilişki noktasında son derece özgür davranıyorlardı. Önden, arkadan ve sırt üstü yatarak olmak üzere çeşitli fanteziler deniyorlardı. Muhacirler Medine'ye geldikleri zaman, içlerinden biri ensardan bir kadınla evlendi. Adam onunla da aynı tarzda ilişki kurmak istedi, fakat kadın bunu kabul etmedi ve "Biz bu güne kadar hep bir tarzda ilişki kurduk. Aynı yolu deneyeceksen buyur, aksi taktirde benden uzak dur." dedi. Karı-koca arasındaki bu tartışma açığa çıktı ve bilahare Resulullah'a ulaştı. Bunun üzerine şu ayet-i kerime indi: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza dilediğiniz gibi varın." İster önden, ister arkadan, ister sırt üstü yatarak... Yeter ki üreme organından olsun."
Ben derim ki: Suyutî ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde bu olayı, başka kanallardan Mücahid ve İbn Abbas'tan da rivayet etmiştir.
Yine aynı eserde, İbn Abdulhakem şöyle rivayet eder: "Şafii bu konuda Muhammed b. Hasan'la tartıştı. Karşı kanıt olarak İbn Hasan "tarla" niteliğinin ancak kadının cinsel organı için söz konusu olabileceğini iddia etti ve: "Kadının cinsel organı dışındaki bölgeler cinsel ilişki anlamında haramdır." dedi. Şafiî ona şu cevabı verdi: "Eğer adam kadının bacaklarının arasını ya da karnının etini bu amaç için kullanırsa, sence burada "tarla" niteliğine uygun bir durum var mı?" İbn Hasan: "Hayır" dedi. Şafiî: "Peki adam böyle yaparsa bu haram mıdır?" diye sordu, İbn Hasan: "Hayır" dedi. Bunun üzerine Şafiî: "Öyleyse, kendinizin de kabul etmediğiniz bir şeyi ne diye kanıt olarak sunuyorsun?" dedi."
Adı geçen eserde, İbn Cerir, İbn Ebu Hatem Said b. Cübeyr'den şöyle rivayet ederler: "Ben ve Mücahid, İbn Abbas'ın yanında oturduğumuz bir sırada, adamın biri yanına geldi ve şöyle dedi: "Kadınların aybaşı hâline ilişkin ayet hakkında rahatlatıcı bir açıklama yapmaz mısınız?"
İbn Abbas: "Yaparım" dedi ve: "Sana kadınların aybaşı hâlini sorarlar.... Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin." ayetini okudu. Sonra şöyle dedi: "Yani hayız kanının geldiği yerden onlara gidin. Çünkü kan kesilmeden önce bu yerden ilişki kurman yasaklanmıştı." Adam: "Ya "Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi varın." ayetine ne dersin?" diye sordu. İbn Abbas: "Yazıklar olsun sana, anüsten tarla mı olurmuş? Eğer senin bu dediğin doğru olsaydı "aybaşı hâline ilişkin" ayetin bir hükmü kalmazdı. Çünkü kadının bir tarafı meşgul olunca öteki tarafıyla ilişki kurulurdu. Ancak "dilediğiniz gibi varın" ifadesi "dilediğiniz zaman; gece veya gündüz onlarla ilişki kurabilirsiniz" demektir."
Ben derim ki: Gördüğün gibi, İbn Abbas'ın ayetten çıkardığı bu sonuç, yanlıştır. Çünkü "kadınların aybaşı hâline" ilişkin ayet, sadece, aybaşı hâlinde kadınlarla vajinadan ilişki kurmanın haramlığına delalet etmektedir. Şayet kadınların tarla olduğundan söz eden ayet, kadınlarla anüsten ilişki kurmanın caizliğine delalet etseydi, iki ayet arasında kesinlikle bir karşıtlık olmazdı, dolayısıyla kadınların tarla olduğundan söz eden ayet kadınların aybaşı hâline ilişkin ayetin hükmünü neshetmiş (yürürlükten kaldırmış) olamaz. Kaldı ki, daha önce de vurguladığımız gibi, kadınların tarla olduğundan söz eden ayet, sanıldığı gibi, kadınlarla anüsten ilişki kurmanın caizliğine delalet etmez. Bazı rivayetlerde, İbn Abbas'ın "Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin." ifadesinden hareketle, kadınlarla anüsten ilişki kurmanın haram olduğuna ilişkin görüş belirttiği nakledilmiştir. Ne var ki, bu tür bir kanıtlamanın son derece yanlış olduğunu ortaya koymuştuk. Ayet-i kerime, sadece, aybaşı kanaması devam ettiği sürece, kadın temizlenmedikçe, vajinadan ilişki kurmanın haram olduğuna delalet ediyor. Başka hususlara ilişkin bir açıklama getirmiyor. Kadınların tarla olduğundan söz eden ayetse, sadece tarlanın istendiği gibi, serbestçe kullanılabileceğine delalet etmektedir. Aslında bu mesele, Fıkıh bilimini ilgilendirir. Bizse, ayetlerin işaret ettikleri hususlar miktarınca, konu üzerinde durmayı amaçladık.
AYETLERİN MEÂLİ
224- Yeminlerinizi bahane ederek Allah'ı, iyilik etmenize, sakınmanıza ve insanların arasını bulmanıza engel kılmayın. Allah işitendir bilendir.
225- Allah yeminlerinizdeki beyhudelikle sizi sorumlu tutmaz; ancak kalplerinizin kazandıkları ile sizi sorumlu tutar. Allah bağışlayandır, halimdir.
226- Kendi eşlerinden uzak durmaya yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır. Eğer dönerlerse Allah bağışlayandır, rahimdir.
227- Ve eğer boşamaya azmederlerse, şüphesiz ki Allah işitendir, bilendir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
224) Yeminlerinizi bahane ederek Allah'ı, iyilik etmenize, sakınmanıza ve insanların arasını bulmanıza engel kılmayın. Allah işitendir bilendir.
İfadenin orijinalinde geçen "el-urzatu" kelimesi, "el-arz" kökünden gelir ve bir şeyi birine işine gelip gelmediğini ve neticede isteyip istemediğini öğrenmek maksadıyla kendisine sunmak demektir. Bir malı satışa sunmak, bir evi konaklamaya açmak ve bir yiyeceği sunmak gibi. Kelimenin asıl manası bundan ibarettir. Fakat, yolda karşılaşılan engel veya okların hedefi gibi gidip gelen şeylerin karşısına dikilen şeyler anlamında kullanılan "el-urzatu" engellerin çokluğunu ifade eder. Bunun gibi daha birçok değişik anlamda kullanılır. Bu anlamlar, kullanıldığı yere göre belirginlik kazanır. Ancak kelimenin asıl anlamı ile bir bağlantısı yoktur ve sonraları bulunmuştur.
İfadenin orijinalinde geçen "eyman" kelimesi de "yemin"in çoğuludur ve "ant içme" anlamına gelir; "sağ" el anlamındaki "yemin"den türemiştir. Çünkü Araplar içinde and içme, anlaşma ve alış veriş yapmada, sağ ellerle müsafaha yapılırdı.
Dolayısıyla işin aracı olan bir şeyin isminden işin kendisi için isim türetilmiştir. Çünkü orada vazgeçilmez bir bağlantı vardır. Bunun gibi, işin isminden araca da isim türetilebilir. Nitekim sebbetmek (parmak basmak) için kullanılan parmağa da "sebbabe" yani, parmak basma işlemini yapan parmak denilir.
Buna göre -Allah herkesten daha iyi bilir- ayetle ilgili olarak şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: İyilik yapmamak, sakınmamak ve insanların arasını bulmamak üzere yaptığınız yeminleri bahane ederek, Allah'ı bunlar için bir engel kılmayın. Çünkü Allah, isminin, iyilik, takva ve insanların arasını bulma gibi emrettiği şeyler için engelleyici bir etken olarak kullanılmasından razı değildir. Meseleyi rivayetler açısından incelediğimiz zaman göreceğimiz gibi, ayetin iniş sebebi ile ilgili olarak rivayet edilen olay da bu değerlendirmemizi pekiştirici niteliktedir.
Buna göre, "iyilik etmenize..." şeklindeki ifadeyi "iyilik etmemeniz" şeklinde takdir etmek, yani cümlenin orijinalinde olumsuzluk edatı "la"yı varsaymak gerekir. Böyle bir uygulamaya, mastar edatı olan "en" ile birlikte sıkça rastlanır. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyruluyor: "Yubeyyinullahu lekum en tezillû (=Allah, şaşırıp saparsınız diye açıklar.)" (Nisâ, 176) Yani açıklıyor ki sapmayasınız.
İncelediğimiz cümlede "la" edatı takdir edilmeyebilir de. Bu durumda "iyilik etmenize, sakınmanıza ve..." ifadeleri, ayetin başındaki "la tec'alû (=kılmayınız)" ifadesinin işaret ettiği yasağa taalluk etmiş olur. Yani, "Allah şu tür yeminler yapmanızı yasaklıyor" ya da "iyilik yapmanız, sakınmanız ve insanların arasını bulmanızla ilgili şu hükmünü açıklar."
Ayetin orijinalinde geçen "el-urzatu" kelimesinin, arz edilişi çokça olan şey anlamında kullanılmış olması da mümkündür. Bu durumda, yüce Allah adına çok yemin etmenin yasaklanışı, söz konusu olur. Buna göre ifadenin anlamı şöyledir: Allah adına çok yemin etmeyin; eğer böyle yaparsanız, bu sizi iyilik yapmamaya, Allah'tan korkup, sakınmamaya, insanların arasını bulmamaya yöneltebilir. Çünkü yemini bir alışkanlık hâline getiren, çokça yemin eden kimse, bir süre sonra adına yemin ettiği zata gereken saygıyı, lazım gelen önemi göstermemeye ve yeminine konu olan hususu küçümsemeye başlar. Artık yalan söylemeye aldırış etmez; sık sık yalan söylemeye başlar. Ayrıca kendisi de saygınlığını yitirir. İnsanların yanında değeri düşer. Çünkü halk onun doğruluk adına bir payeye sahip olmadığının farkında olduğunu ve halkın sözlerini tasdik etmediklerini bilir.
Halk onun kendi nefsine bir değer vermediğini bildiğinden ona güven de duymaz. Dolayısıyla şu ayet-i kerimede vurgulanan durum somut olarak gerçekleşir: "Yemin edip duran aşağılık hiç kimseye itaat etme." (Kalem, 10) Bu manaya göre ayet-i kerimenin orijinali için "la" olumsuzluk edatını takdir etmemek, çok daha uygun olabilir. Bu durumda "en teberrû" ifadesi harf-i cerrin hazfedilmesinden dolayı mensuptur ya da meful-u lehtir. Daha önce de söylediğimiz gibi "ve la tec'alû" ifadesindeki nehiy buna delalet eder.
"Allah işitendir, bilendir." ifadesi, ayet-i kerime ile ilgili tüm anlamlara ilişkin bir tür tehdittir. Bununla beraber ilk önce işaret ettiğimiz anlamın daha belirgin olduğu ortadadır.
225) Allah, yeminlerinizdeki beyhudelikle sizi sorumlu tutmaz; ancak kalplerinizin kazandıkları ile sorumlu tutar. Allah bağışlayandır, halimdir.
Ayetin orijinalinde geçen "el-lağvu" rast gele söylenen, boş, amaçsız söz demektir ki, bir sonuç doğurmayan fiiller için de kullanılır. Her şeyin sonucu, ait olduğu şeylere ve yönlerine göre değişiklik arz eder. Şu hâlde, bir lafız olması bakımından yeminin sonucu vardır. Sözü pekiştirici olması bakımından da bir sonuca, bir etkiye sahiptir. Bir akit ve ayrıca bozulabilir olması açısından da sonucu ve etkisi söz konusudur. Ancak ayet-i kerimede, yeminlerdeki rast gele söylemler, boş, amaçsız sözlerden dolayı kişinin sorumlu tutulmayacağı hususu ile, kalbin kazandıklarından dolayı sorumlu tutulacağı hususu arasında, özellikle yemin açısından bir karşılaştırmanın yapılmış olması gösteriyor ki, yeminlerdeki rast gele söylenen, boş ve amaçsız sözlerden maksat, yeminin maksadı üzerinde etkisi bulunmayan sözlerdir. Bu da, "Hayır, vallahi" ve "Evet, vallahi" gibi kişinin bir akit bağlama amacı ile değil, bir dil alışkanlığından dolayı söylediği sözlerdir.
Ayetin orijinalinde geçen "kesb (=kazanç)" bir sanat veya bir meslek aracılığı ile çalışıp menfaat celp etmek demektir. Kelimenin asıl anlamı, insanın maddî ihtiyaçlarını giderecek şeyleri elde etmedir. Zamanla insanın herhangi bir ameli ile edindiği hayır ve şer gibi her türlü sonuç için kullanılır olmuştur.
Güzel ahlâk ve hizmetler sonucu övgü, şan ve iftihar kazanma; uygun davranışlar sonucu güzel ahlâk ve faydalı ve faziletli ilim sahibi olma; bir takım davranışlar aracılığı ile kınama, yergi, lânet, serzeniş, günah ve kötülük kazanma gibi... Kesb ve iktisabın anlamı budur. Bazılarına göre, iktisap; kişinin herhangi bir menfaati kendi nefsi için kazanması, kesb ise; hem kendi nefsi, hem de başkası için kazanması demektir. Kölenin efendisi için velinin velâyeti altında bulunan kimseler için menfaat kazanması gibi.
Her hâlükârda kasib ve muktesib (kazanan, iktisab eden) insanın ken-disidir, başkası değil.
KALB KAVRAMININ KUR'ÂN'DAKİ ANLAMI ÜZERİNE
Bu ayet-i kerime, diğer birçok delil gibi "kalb" kavramı ile kastedilen şeyin, nefis ve ruh anlamında bizzat insanın kendisidir. Çünkü, herhangi bir insan avam insanların kanılarına dayanarak, bedendeki kavrayıcı organ olması hasebiyle, akıl etme, düşünme, sevgi, öfke, korku ve benzeri duyguları kalbe atfedebilir. İşitme duyusunun kulağa, görme duyusunun göze ve tatma duyusunun dile nispet edilmesi gibi, bunlardan her biri bir kavrama işlemidir ve kavrama da kesb ve iktisab (kazanma) olayının bir ferdi olması itibariyle ancak insanın kendisine nispet edilebilir, kalp, göz, kulak ve dil gibi organlarsa buna bir araçtırlar sadece. Gerçek müdrik (kavrayıcı) insanın kendisidir.
Şu ayet-i kerimeler de bu kategoride değerlendirilebilir: "Şüphesiz onun kalbi günahkârdır." (Bakara, 283) "İçten Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelen" (Kaf, 33)
Şu açık bir gerçektir ki, insanoğlu kendini ve diğer canlı türlerini gözlem altına alıp üzerinde düşündüğü zaman, şöyle bir durumla karşı karşıya gelir: Herhangi bir canlı bayılma ya da sara nöbeti sonucu algılama ve kavrama yeteneğini, bilincini yitirir. Ancak kalbin hareket etmesi bu durumda hayatın devam ettiğine delalet eder. Halbuki kalp durduğu zaman, hayat sona erer. Bu da kesinlikle gösteriyor ki, hayatın kaynağı kalptir. Yani, canlı türlerinde varolduğuna inanılan ruhun ilk olanlardan ilişkisi, kalple olmuştur. Oradan hayat belirtisi olan diğer organlara da sirayet etmiştir. Dolayısıyla, bilinç, irade, sevgi, öfke, umut ve korku gibi tüm vicdani duyarlılıklar, ruhsal özellik ve sonuçlar, ruhun ilgili olduğu ilk merkez olması bakımından kalple ilintilidirler. Ancak bu durum, her organın kendine özgü olan fiillerin kaynağı olması gerçeği ile çelişmez. Beyinin düşünce, gözün görme, kulağın duyma, akciğerin solumanın kaynağı oluşu gibi. Bu organların tümü, ancak bir aracı ile gerçekleşebilen fiillere ilişkin aracı aletler konumundadır.
Bu teoriyi birçok bilimsel deneyler de desteklemektedir: Örneğin bir operasyonla beyinleri yerinden çıkarılan kuşlar ölmemektedir; sadece kavrama ve algılama yeteneklerini yitirmektedir. Bu yüzden hiç bir şeyi algılayamaz şekilde gıdasızlıktan kalpleri durana kadar bu hâlde beklerler.
Bu teoriyi pekiştirici bir diğer husus da şudur: Bilimsel araştırmalar bu güne kadar, bedenle ilgili tüm hükümlerin kaynağı olan, buyrukları bedendeki tüm organlar tarafından yerine getirilen merkez konumundaki bir organ tespit edebilmiş değildir. Oysa bedeni oluşturan organlar nitelik ve etkinlik bakımından farklılık göstermelerine karşın, aynı sancak altında toplanmış, tek bir komuta merkezinden emir alan gerçek bir birlik görünümündedir.
Bu değerlendirmeyi, beynin fonksiyonundan, onun kavrama yeteneğinden gafil olma şeklinde algılamamak gerekir. Çünkü insanoğlu en eski çağlardan beri "baş"ın öneminin farkındadır. Bunun somut kanıtı da, dillerinin farklılığına rağmen tüm ulusların ve tüm toplulukların hüküm ve emir merciini "baş" olarak nitelemeleri, bundan çeşitli kavram ve adları türetmiş olmalarıdır. Başbaşkan, başkanlık, ipin başı, sürenin başı, mesafenin başı, sözün başı, dağın başı, canlı türlerinin başı, kılıçların başı vb.
Görüldüğü kadarıyla kavrama, algılama ve sevgi, öfke, umut, korku, yönelme, kıskançlık, iffet, cesaret ve cüret gibi kavrayış ve algılayış kategorisine giren duyguları kalbe isnat etmenin sebebi de budur. Aslında bu nispet edişte, insanların asıl kastettikleri bedenle ilintili olan ya da kalp aracılığı ile bedene sirayet eden ruhtur. Bu yüzden söz konusu faaliyetleri ruha ve kendi nefislerine nispet ettikleri gibi kalbe de nispet edebiliyorlar. Örneğin insanlar: Onu sevdim "ruhum onu sevdi" "nefsim onu sevdi." ve "kalbim onu sevdi." diyebiliyorlar. Zamanla bu mecazî kullanım dile yerleşti ve kalp mutlak olarak algılanıp onunla mecazen nefis kastedilir oldu. Bazı durumlarda mecazî kullanım kalbi de aşıp göğüs kavramını da kapsayabiliyor. İnsanlar kalbi kapsamına aldığı için göğsü, kavrama faaliyetinin ruhsal eylem ve sıfatların merkezi olarak algılıyorlar.
Kur'ân-ı Kerim'de bu tür nispetlerin birçok örnekleri vardır: "Onun göğsünü İslâm'a açar." (En'âm, 125) "Senin göğsün daralıyor." (Hicr, 97) "Kalpler hançereye gelip dayanmıştı." (Ahzab, 10) Bu ifade ile, göğsün daralması kastedilmiştir. "Şüphesiz Allah, göğüslerin özünde olanı bilir." (Mâide, 7) Allah'ın kitabındaki bu örneklerle, o kadar açık olmasa bile söz konusu teorinin gerçekliğine işaret ediliyor olması pek de uzak bir ihtimal değildir.
Şeyh Ebu Ali İbn Sina kavrama yeteneğinin kalple ilgili olduğunu söylemiştir. Ona göre, beynin kavrama olgusundaki fonksiyonu, alet olmaktır. Şu hâlde kalp kavrar, beyin de buna aracı olur.
* * *
İncelediğimiz ayete yeniden dönüyoruz: "Ancak kalplerinizin kazandıkları ile sorumlu tutar." Manevî mecaza bir örnektir. Çünkü insanları yeminin bir kısmından, yani boş ve amaçsız olanlarından sorumlu tutmayıp, diğer bir kısmından sorumlu tutma söz konusudur. Yeminin kendisinden çok, sonuçları esas alınmıştır; yeminin bozulması ile kazanılacak günah gibi. Şu hâlde burada bir manevî mecaz ve i'-raz içinde i'raz söz konusudur. Bununla yüce Allah'ın ancak kalplerle ilgilendiğine işaret ediliyor. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla sorguya çeker." (Bakara, 284) "Ancak O'na sizden takva ulaşır." (Hac, 37)
"Allah bağışlayandır, halimdir." ifadesinde, boş ve amaçsız yeminlerin hoş karşılanmadığına yönelik bir işaret vardır. Böyle bir yeminin müminden kaynaklanması yakışık olmaz. Yüce Allah başka bir yerde şöyle buyuruyor: "Müminler gerçekten felah bulmuştur; onlar namazlarında huşu içinde olanlardır; onlar, tümüyle boş şeylerden yüz çevirenlerdir." (Mü'minun, 1-3)
226-227) "Kendi eşlerinden uzaklaşmaya yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır. Eğer dönerlerse, Allah bağışlayandır, rahimdir...
Ayetin orijinalinde geçen "yu'lûne" kelimesi "if'al" kalıbından "iyla" mastarının muzari (gelecek zaman) çekimidir. Kökü "eleye"dir ve "yemin" anlamına gelir. Şeri literatürde ise, kocanın öfkelenerek ve zarar verme amacı ile karısı ile birleşmemeye yemin etmesi anlamında kullanılır. Ayette kastedilen anlam da budur. Yine ayetin orijinalinde geçen "et-tarabbus" bekleme, gözlem altında tutma, "fâû" kelimesinin mastarı "el-fey'" ise dönüş anlamına gelir.
Görüldüğü kadarıyla "iyla" kelimesinin "min" harf-i cerri ile geçişli kılınmış olması, uzaklaşma ve benzeri bir anlamı kapsıyor olmasından dolayıdır. Bu durumda, yeminin cinsel birleşmeden kaçınma ile ilgili olarak gerçekleştiğini ifade etmiş olur. Kadınlarından uzaklaşmaya yemin edenlerin dört ay beklemeleri şeklinde bir sınırlandırmanın getirilmiş olması da bu anlamı çağrıştırmaktadır. Çünkü şeriata göre, eşlerin birleşmelerinin zorunlu olduğu süre dört aydır. Bir insan dört aydan fazla eşi ile cinsel ilişkiye girmeye ara veremez. Bundan dolayı anlıyoruz ki, boşanmaya karar vermekten maksat, boşanmanın fiilen gerçekleşmesidir. Şu değerlendirme cümlesi de bunu çağrıştırmaktadır: "Şüphesiz Allah işitendir, bilendir." Çünkü işitme ancak gerçekleşmiş bir boşanmaya taalluk eder, boşanma kararına değil.
"Allah bağışlayandır, rahimdir." ifadesi gösteriyor ki, sonunda eşine dönme durumu gerçekleştikten sonra "iyla"dan dolayı bir cezalandırma olmayacaktır. Keffarete gelince, bu şer'î bir hükümdür. Bunda bağışlama olmaz. Yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Al-lah sizi, boş yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz; fakat pekiştirdiğiniz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. (Böyle bir yemini bozarsanız) keffareti, ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak…" (Mâide, 89)
Buna göre ayet-i kerime şu anlamı ifade etmektedir: Kim karısına yaklaşmamaya yemin ederse (iyla yaparsa) yargıç onun için dört ay bekleme süresi tayin eder. Eğer bu süre sonunda evliliğin gereklerini yerine getirmeye, yani cinsel ilişki kurmaya yeniden karar verir, yeminin keffaretini ödeyip eşiyle birleşirse, kendisine herhangi bir cezai müeyyide uygulanmaz. Şayet boşanmaya karar verir ve bu kararını uygularsa, bu durumda da cezadan kurtulmuş olur. Allah her şeyi işitir, bilir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Yeminlerinizi bahane ederek Allah'ı… engel kılmayın. " ayeti ile ilgili olarak, burada adamın "Hayır vallahi" ve "Evet vallahi" demesi kastedilmiştir." dediği rivayet edilir.
Yine aynı eserde İmam Muhammed Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'ın (a.s) ilgili ayet hakkında: "Yani adam kardeşi ile konuşmamaya ve benzeri bir şey yapmamaya ya da annesi ile konuşmamaya yemin eder. İşte bu kastedilmiştir." dedikleri rivayet edilir.
el-Kâfi kitabında, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) ilgili ayet hakkında şöyle dediği aktarılır: "İki kişinin arasını bulmak üzere çağrıldığın zaman, 'Daha önce bunu yapmamaya yemin etmiştim.' deme."
Ben derim ki: Gördüğün gibi ilk rivayet, ayet-i kerimeyi, iki anlamdan biriyle tefsir etme esasına dayanıyor. İkinci ve üçüncü rivayetlerde ise, ayet-i kerime öteki anlamı esas alınarak tefsir ediliyor.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Muhammed Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarılan şu sözler de buna yakındır: "Burada kastedilen, iki kişinin arasını ıslah ederken bir parça sözlü günah (yalan, gıybet gibi) üstlenen kimsedir. Sanki şöyle bir mesaj veriliyor; bundan dolayı kişi yemin etmesin ve söz konusu iki kişinin arasını bulsun ve eğer gerekiyorsa bir parça günah da üstlensin, Allah onu bağışlar. Böyle bir kimse, bu hâliyle ayetin hükmünün somut uygulayıcısı konumundadır."
Yine el-Kâfi'de " Allah yeminlerinizdeki beyhudelikle sizi sorumlu tutmaz." ayeti ile ilgili olarak Mes'ede isimli ravi İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini rivayet eder: "Ayette geçen "el-lağv (=boş, amaçsız) sözden maksat, kişinin, herhangi bir akit gerçekleştirmeksizin 'Hayır vallahi' ve 'Evet vallahi' demesidir."
Ben derim ki: Aynı anlamı içeren bir diğer rivayet, başka bir kanaldan, ayrıca Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir.
el-Kâfi kitabında İmam Muhammed Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'ın (her ikisine Allah'ın selâmı olsun) şöyle dedikleri haber verilir: "Kişi karısı ile cinsel ilişki kurmamaya yemin ederse (iyla yaparsa), dört ay içinde kadının söyleyecek bir sözü ve herhangi bir hak iddia etmesi söz konusu değildir. Adam, bu dört ay içinde kadınla ilişki kurmamasından dolayı bir günah da kazanmış olmaz. Dört ayın sonunda, adam kadınla ilişki kurmazsa, kadın buna ses çıkarmadığı, rıza gösterdiği sürece adam için bir rahat hareket etme imkânı vardır. Ancak kadın meseleyi yargıya intikal ettirirse, adama şöyle denir: Ya kadına dön ve onunla ilişki kur ya da boşa. Eğer adam boşamaya karar verirse, kadından uzak durur. Kadın aybaşı hâlini geçirip temizlenince adam onu boşar. Üç aybaşı hâli geçmediği sürece kocası, karısını geri alma önceliğine sahiptir. İşte yüce Allah'ın kitabında değindiği ve Re-sulullah'ın (s.a.a) fiili uygulaması ile pratiğe geçildiği "iyla" (kadınlarla ilişki kurmamak üzere yemin etme) meselesi bundan ibarettir.
Adı geçen eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İyla" adamın şöyle demesidir: 'Vallahi seninle şu şu cinsel münasebeti kurmayacağım.' ya da 'Vallahi seni öfkelendireceğim.' demesi ve bunu yapmasıdır..."
Ben derim ki: İyla'nın özellikleri ve sonuçları ile ilgili olarak Ehlisünnet ve Şia fıkıh ekolleri arasında bir takım farklılıklar vardır. Konu fıkhı ilgilendirdiği için, fıkıh kitaplarında etraflıca ele alınmıştır.
AYETLERİN MEÂLİ
228- Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç temizlenme süresi beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helâl olmaz. Kocaları, bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almada daha çok hak sahibidirler. Onların lehine de, aleyhlerindeki maruf hakka denk bir hak vardır. Ancak erkekler için onlar üzerinde üstün bir derece var. Allah güçlüdür, hakîmdir.
229- Boşanma iki defadır. Sonra ya iyilikle tutmak veya güzellik ve ihsanla bırakmak gerekir. Onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helâl değildir; ancak ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları başka. Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkarsanız, bu durumda kadının fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin. Kim Allah'ın sınırlarına tecavüz ederse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.
230- Yine onu boşarsa, kadın onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa, onların Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar birbirlerine dönmelerinde ikisi için günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; bunları, bilen bir topluluk için açıklar.
231- Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamak üzerelerse onları ya iyilikle tutun ya da iyilikle bırakın; haklarını ihlal edip zarar vermek için onları tutmayın. Kim böyle yaparsa artık o, kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini oyun konusu edinmeyin. Allah'ın size olan nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti anın. Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, hiç şüphesiz Allah her şeyi bilendir.
232- Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini bitirdiler mi, birbirleriyle maruf bir biçimde anlaştıkları takdirde, onlara, kendilerini (eski) kocalarına nikâhlamalarına engel çıkarmayın. İşte, içinizde Allah'a ve ahiret gününe inanan kimseye bununla öğüt verilir. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Allah, bilir de siz bilmezsiniz.
233- Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların yiyeceği, giyeceği bilinen örfe uygun olarak, çocuk kendisinin olana (babaya) aittir. Kimseye güç yetireceğinin dışında yük teklif edilmez. Anne, çocuğu, çocuk kendisinin olan baba da çocuğu dolayısıyla zarara uğratılmasın; mirasçı üzerindeki sorumluluk da bunun gibidir. Eğer anne ve baba aralarında rıza ile ve danışarak çocuğu sütten ayırmayı isterlerse, ikisi için de bir günah yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun olarak ödedikten sonra üzerinize bir günah yoktur. Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, kuşkusuz Allah yaptıklarınızı görendir.
234- İçinizden ölenlerin geride bıraktığı eşler, kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler. Sürelerini bitirince, artık kendi haklarında maruf bir şekilde yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Allah, işlediklerinizden haberdardır.
235- (İddetini bekleyen) kadınları nikâhlamak istediğinizi onlara sezdirmenizde ya da gönlünüzde saklamanızda size bir günah yoktur. Allah, sizin onları anacağınızı bilir. Sakın bilinen (meşru) söz söylemeniz dışında onlarla gizlice sözleşmeyin; bekleme süresi tamamlanıncaya kadar nikâh bağını bağlamaya kesin karar vermeyin. Ve bilin ki, elbette Allah kalbinizden geçeni bilmektedir. Artık O'ndan sakının. Ve bilin ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, hâlimdir.
236- Henüz dokunmadan, ya da mehirlerini kesmeden kadınları boşarsanız size bir günah yoktur. (Ancak) Onları yararlandırın, zengin olan kendi gücü, darda olan da kendi gücü oranında, maruf (güzel) bir şekilde (yararlandırsın). Bu, iyilik edenler üzerinde bir haktır.
237- Eğer onlara mehir keser de, dokunmadan boşarsanız, kestiğinizin yarısını (verin). Ancak, kadınlar vazgeçerse başka. Sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki fazileti unutmayın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.
238- Namazları ve orta namazı koruyun ve gönülden boyun eğiciler olarak Allah'a itaat edin.
239- Eğer korkarsanız, yaya veya binekte iken kılın. Güvenliğe girdiğinizde ise, yine Allah'ı, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi zikredin.
240- İçinizde ölüp de (geride) eşler bırakanlar, (evlerinden) çıkarılmaksızın, bir yıla kadar yararlanmaları için eşlerine vasiyet (bıraksınlar). Ama kendileri çıkarlarsa, onların kendileri hakkında uygun olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur. Allah, güçlü ve üstündür, hikmet sâhibidir.
241- Boşanan kadınların meşru bir tarzda yararlanma payları vardır. Bu, sakınanlar üzerinde bir haktır.
242- İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar; ki akıl erdiresiniz.
Bu ayetler grubunda, boşanmanın, boşanma sonrası bekleme süresinin (iddet), boşanmış kadının çocuğunu emzirmesinin ve bir parça da namazın hükümleri ele alınıyor.
228) Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç temizlenme süresi beklerler.
Talak kelimesinin asıl anlamı, kayıtlardan ve bağlardan kurtulmadır. Sonraları, istiare yöntemiyle kadının nikâh bağından ve evlilik kaydından kurtulması anlamında kullanıldı. Git-gide, kullanım çokluğundan dolayı, kelimenin asıl anlamı gibi algılandı.
Ayetin orijinalinde geçen "et-tarabbus" bekleme ve hapsetme anlamına gelir. Bu kelimenin "kendi kendilerine" ifadesiyle kayıtlı kılınması, erkeklerden uzak durma anlamına işaret etmesi, dolayısıyla boşanma sonrası beklenme süresinin ne anlama geldiğine delalet etmesi içindir. Buna göre, boşanma sonrası bekleme süresinin (iddet) anlamı; kadının, döl sularının karışmaması için kendini evlilikten alıkoymasıdır. Boşanma sonrası bekleme süresini ifade ettiğinin yanı sıra, yasamanın (teşri) geri plânındaki hikmete de işaret ediliyor. Döl sularının karışmasına, dolayısıyla nesillerin bozulmasına karşı önlem alma. Hiç kuşkusuz, her yerde yasamanın hikmetinin geçerli olmasının gereği yoktur. Çünkü yasa ve hükümler ağır basan maslahat ve hikmetlere göre belirlenirler, kapsayıcı genel maslahat ve hikmetlere göre değil (sonuçta boşanmış kısır kadın da iddet beklemelidir). Bu bakımdan "kendi kendilerine... beklerler." sözü, ifade ve vurgu bakımından "Evlilikten dolayı, döl sularının, dolayısıyla neslin karışmasını önlemek için üç aybaşı hâli ve temizlenme süresi kendi kendilerini gözlem altında tutarlar." ifadesine eştir. Dolayısıyla cümle haber (beklerler) niteliğindedir, ama onunla inşa ve talep (beklemelidirler) amaçlanmıştır. Bu yöntem, tekidi ifade etmesi bakımından kullanılmıştır.
Ayette geçen "kurû" kelimesi "el-kur'u" kelimesinin çoğuludur. Hem aybaşı hâli hem aybaşı hâlinden temizlenme anlamında kullanılır. Dendiğine göre bu kelime, zıt anlamlıdır. Şu kadarı var ki "Kur" kökünün asıl anlamı, "toplama"dır. Ama her "toplama" değil. Ardından başkalaşmayı ve farklılaşmayı doğuran toplama... Bu bakımdan, kelimenin aybaşı hâlinden temizlenme anlamında kullanılmış olması ihtimali daha belirgindir. Bunun nedeni temizlenme hâlinde kanın rahimde toplanmasının söz konusu olmasıdır. Sonra, aybaşı hâli için kullanılmıştır. Bunun nedeni de, bu durumda kanın toplandıktan sonra dışarı atılmasıdır. Bu itibarla harflerin toplanmasına ve okuma aracılığı ile dışarı dökülmesine de "kıraat" denilmiştir. Dilciler "kıraat" kelimesinin "toplama" anlamına geldiği hususunda görüş birliği içindedirler.
Aşağıdaki ayetler de "kıraat" sözcüğünün asıl anlamının toplama olduğunu çağrıştırır niteliktedir: "Onu çarçabuk almak için dilini kımıldatma, şüphesiz onu toplamak ve onu okutmak bize aittir. Şu hâlde, biz onu okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşunu izle." (Kıyamet, 16-18) "Onu bir Kur'ân olarak, insanlara dura dura okuman için ayırdık." (İsrâ, 106) Dikkat edilirse, bu ayetlerde yüce Allah "el-Kitab" veya "el-Furkan" gibi bir ifade yerine "Kur'ân" kelimesini kullanıyor. Allah kitabına "Kur'ân" adının verilmiş olmasının altında da bu incelik yatmaktadır.
Ragıb İsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: Gerçekte "el-kur'u" temizlik hâlinden aybaşı hâline geçişin adıdır. Hem temizlik hâlinin ve hem de onu izleyen aybaşı hâlinin adı olduğu için, bu iki durumdan her biri için ayrı bir isim olarak da kullanılmıştır. Çünkü iki anlamı birlikte ifade etmek için konulan bütün isimler, bu anlamlar ayrı olarak değerlendirildiklerinde bunlar için de ad olurlar. "Yemek sofrası" anlamına gelen "el-mâide" kelimesinin hem sofra, hem de yemek anlamına gelmesi gibi. Bunlardan biri ayrı olarak mütalaa edildiğinde "maide" adını alabilir. "el-Kur'u" ise, sırf temiz olma hâlinin ya da sırf aybaşı hâlinin adı değildir. Çünkü üzerinde aybaşı kanamasının izi bulunmayan kadına "zat-u kur (=temizlik ve aybaşı hâlinde kadın)" denmez. Yine kanaması sürekli devam eden kadına da bu ad verilmez.
Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa sürekli Alla-h'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helâl olmaz.
Burada, boşanmış kadının, bir an önce boşanma sonrası bekleme süresini sona erdirmek ya da geriye dönüş hususunda kocasına zarar vermek veya bunun benzeri başka şeyler için aybaşı hâli kanını ya da rahmindeki cenini gizlemesinin haram olduğu kastediliyor. Hükmün aslı yani üç temizlenme süresi bekleme gerekliliği iman şartına bağlanmış olmamasına rağmen, yukarıdaki "saklamaları onlara helâl olmaz" ifadesinin "Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa" şeklinde kayıtlandırılmış olması, hükmü kabullenmeye, bunda kararlılık göstermeye yönelik bir tür teşviktir. Çünkü adı geçen kayıt cümlesinde, söz konusu hükmün Allah'a ve ahiret gününe inanmanın bir gereği olduğuna yönelik bir işaret vardır. Ki İslâm şeriatının temelini de bu inanç prensibi oluşturmaktadır.Böylece hiç bir Müslüman böyle bir hükme ihtiyaç duymadığını söyleyemez. Yukarıdaki ifade tıpkı şuna benzer: "Eğer hayır istiyorsan insanlarla iyi geçin. "Ya da hasta için: "Eğer iyileşmek, şifa bulmak istiyorsan perhiz yap." dememiz gibi.
Kocaları, bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almada daha çok hak sahibidirler.
"el-Buûletu" kelimesi "ba'l" kelimesinin çoğuludur. Evli çiftlerin evli kaldıkları sürece erkeğine denir. Bu kelime üstünlük, güç, zorluklara karşı dayanma gibi anlamları çağrıştırmaktadır. Kadına oranla erkek için bu tür özelliklerin varolduğu bir gerçektir. Sonra bu anlamı ile kelime kök kabul edilip bundan başka kavramlar türetilmiştir. Bu bağlamda hayvan binicisine, yüksek yere, büyük puta ve iri hurma ağacına vb. şeylere de "ba'l" denmiştir.
İfadenin orijinalinde geçen "buûletuhunne" kelimesinin sonundaki zamir, boşanmış kadınlara dönüktür. Ancak, hüküm sırf geri dönmeli (ric'i talak) boşanmışlara özgüdür. Tüm boşanmış kadınlarla yani hem geri dönmeli ve hem de geri dönmesiz (bain talak) boşanmışlarla ilgili değildir. İşaret isimlerinden olan "zalike" ile işaret edilen de, boşanma sonrası bekleme süresi anlamında, kendini gözlem altında tutma'dır. "Barışmak isterlerse" kaydı da dönüşün barış amacına yönelik olmasının zorunluluğuna işaret etmektedir. "Zarar vermek için onları tutmayın." ifadesinde de buyurulduğu gibi, bu amaçla kadını tutmak yasaktır.
İfadenin orijinalinde kullanılan "ahakku" kelimesi, ism-i tafdildir. Bu ise, anlamının sürekli olarak üstün tutulanla birlikte olmasını gerektirir. Sanki, boşanmış kadınla ilgili olarak ilk koca bir hakka sahiptir, diğer görücüler de bir hakka sahiptirler. Ama ilk koca, boşanma öncesinde bir evlilik yaşadıkları için, kadını geri almada daha çok hak sahibidir. Fakat şu var ki ayette geçen "geri alma" ifadesi, ancak ilk koca açısından ele alındığı zaman bir anlam ifade edebilir.
Buradan anlaşılıyor ki; ayet-i kerimede, anlam açısından ince bir takdir kullanılmıştır. Buna göre "kocaları, onlar hususunda başkalarından daha çok hak sahibidirler." şeklinde bir anlam çıkıyor karşımıza. Bu ise, ancak boşanma sonrası bekleme süresi içinde geri alma, yeniden bir araya gelme şeklinde gerçekleşir. Kuşkusuz kocanın başkalarına göre, daha çok hak sahibi olması, geri dönmeli boşanmış kadınlar için söz konusudur, geri dönmesiz boşanmış kadınlar için değil. Böyle bir durumda karı-kocanın yeniden birleşmeleri caiz değildir çünkü. Bu sonuç adı geçen hükmün, geri dönmeli boşanmış kadınlara özgü olduğuna ilişkin bir ipucu konumundadır. Yoksa, "buûletuhunne" kelimesinin sonundaki zamir istihdam ya da benzeri bir durumla bir kısım boşanmış kadınlara dönük olarak algılanması söz konusu değildir. Öte yandan ayet-i kerime, sadece kocası ile cinsel ilişkiye girmiş, hâlen aybaşı kanamasını gören hamile olmayan kadınlarla ilgili hükmü içermektedir. Kocası ile cinsel ilişkiye girmemiş, henüz buluğ çağına erişmemiş, aybaşı hâlini görme yaşını geride bırakmış veya hamile olan kadınlara ilişkin hükümlerse başka ayetlerin konusudur.
Onların lehine de aleyhlerindeki maruf hakka denk bir hak vardır. Ancak erkekler için onlar üzerine üstün bir derece var.
"Maruf" kavramı, insanlar arasında cereyan eden hayat türünden edinilen doğal zevk aracılığı ile bilinen, tanınan ve olumlu karşılanan şey demektir. Yüce Allah, incelediğimiz bu ayetler grubunda "maruf" kavramını bir kaç kez tekrarlamıştır. On iki yerde bu kavramdan söz etmesi, onun bu işin yani boşanma ve boşamadan kaynaklanan diğer gelişmelerin fıtratın yasalarına göre ve sağlıklı bir tarzda gerçekleşmesine verdiği önemi vurgulamaktadır. Şu hâlde "maruf" kavramı, aklın yol göstericiliğini, şeriatın hükmünü, güzel ahlâkın faziletini ve adap kurallarını kapsamaktadır.
İslâm dini, şeriatını (hukuk sistemini) fıtrat ve öz yaratılış esasına dayandırdığı için, İslâm'a göre "maruf" fıtratın çizgisini izleyen ve yaratılıştan kaynaklanan doğal tavrın dışına taşmayan, insanlara aşina gelen, onlarca bilinen, tanınan şey anlamını ifade eder. Bu bakımdan, fıtrat esasına göre biçimlenen bir toplumsal düzene egemen olan yasalar, bireylerin ve parçaların hükümler karşısında eşit olmasını öngörür, her ferdin lehine olan hakka denk olmak üzere aleyhine de bir hak vardır. Ancak yasalar ve haklar karşısındaki bu eşitlik, her bireyin toplumsal sistem içindeki ağırlığının, etkisinin ve hayata ilişkin konulardaki kemale yönelik performansının olduğu gibi korunması ile birlikte düşünülmelidir. Yani yönetici pozisyonunda olanın yöneticiliği, yönetilen konumunda olanın bu durumu, bilginin bilgisi, cahilin bilgisizliği, güçlünün çalışma bağlamında gücü ve zayıfın zayıflığı göz önünde bulundurulmalı, sonra her hak sahibine hakkını vermek suretiyle toplumu oluşturan bireyler arasında eşitlik sağlanmalıdır. İslâm dini, kadının lehine ve aleyhine olmak üzere koyduğu hükümlerde bu esasa göre hareket etmiştir. Kadının lehine olan haklara denk olacak şekilde aleyhine de bir takım haklar öngörmüştür. Bununla beraber, toplumsal hayattaki ağırlığını, evlenme ve üreme bağlamında erkekle kurduğu birliktelikteki işlevini özenle korumuştur. İslâm bu konuda, erkekler için onların üzerinde bir derece öngörür. Derece dediğimiz, mertebedir.
Buradan hareketle anlıyoruz ki; "Ancak, erkekler için onlar üzerinde üstün bir derece var." ifadesi, önceki cümlenin içerdiği hükmü bütünleyici bir kayıttır. Tüm cümle ile aynı anlam kastedilmiştir: Yüce Allah kadınlarla ya da boşanmış kadınlarla erkekleri eşit kılmıştır. Bununla beraber, erkeklerin onlar üzerindeki bir derecelik üstünlüklerini de korumuştur. Kadınların aleyhine koyduğu hükümlere denk olacak şekilde, onların lehine de bazı hükümler koymuştur. Meseleyi bilimsel açıdan incelediğimizde daha ayrıntılı açıklamalar sunacağız.
229) Boşanma iki defadır. Sonra ya iyilikle tutmak veya güzellik ve ihsanla bırakmak gerekir.
Ayetin orijinalinde geçen "el-merretani", "el-merratu" kelimesinden, o da "el-murûr" mastarından türetilmiş ve "defa" demektir. İşin bir kere yapıldığını ifade eder. Nitekim "ed-def'atu, en-nezletu" kelimeleri de kalıp, anlam ve ifade bakımından aynı kategoriye girerler.
Yine ayette geçen "et-tasrih" kelimesi, kök olarak hayvanı otlamada serbest bırakma anlamını ifade eder. "Serahtu'l-ibile=Deveyi saldım ki gidip kızıl ağacın meyvesini yesin." Kızıl ağaç (serh) meyvesi develer tarafından yenen bir ağaçtır. Ayet-i kerimede kadının, boşanma sonrası bekleme süresi içinde geri alınmaması, bu süre dolana kadar serbest bırakılması anlamında kullanılmıştır.
"Boşanma iki defadır." ifadesindeki "boşanma"dan maksat, kadının geri alınması caiz olan boşanmadır, bu yüzden peşi sıra "tutmak" ifadesi kullanılmıştır. Üçüncü kez boşanmaya ise, şu ifade işaret etmektedir: "Yine onu boşarsa, kadın onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz."
Kadının güzellikle bırakılması deyimi ile görüldüğü kadarıyla, ilk iki boşanmadan sonra kadını ayrılma ve ayrılmama hususunda serbest bırakma kastedilmiştir. Böylece kadın boşanma sonrası bekleme süresinin sona ermesi ile ayrılabilir. Bununla beraber, belirgin olan husus, bunun üçüncü kez boşanma olduğudur. Nitekim "ya tutmak..." ifadesindeki ayrıntının mutlak oluşu da bunu pekiştirmektedir. Buna göre "yine onu boşarsa..." ifadesi üstü kapalı açıklamadan sonra yer alan bir ayrıntılı açıklama niteliğindedir.
"Tutma"nın "maruf"la (=iyilikle), "bırakma"nınsa "ihsan"la (=güzellikle) kayıtlı kılınmasında, ince bir mesaj yattığı ortadadır. Çünkü bazı durumlarda, boşanmış kadın kendisine zarar vermek amacı ile geri alınabilir. Nikâh altında tutulabilir. Bu ise, normal fıtratın kabul etmediği (maruf görmediği) çirkin (münker) bir davranıştır. Bir adamın karısını boşaması, sonra iddeti dolana kadar serbest bırakması, sürenin sonunda geri alması, ardından bir kez daha boşayıp geri alması, bunu yaparken de kadına eziyet etmeyi, zarar vermeyi amaçlaması gibi. Kuşkusuz bu tavır, İslâm şeriatının tanımadığı, onaylamadığı (maruf olarak nitelemediği) çirkin bir tavırdır, hoş olmayan, zarar amaçlı bir uygulamadır. Tam tersine, şeriatın onayladığı, caiz gördüğü husus, kadının bir tür kaynaşma, ünsiyet peyda etme ve nefsi yatıştırma amacı ile nikâh bağı altında tutulmasıdır. Ulu Allah kadın-erkek arasında bu sıcak atmosferin egemen olmasını öngörmüştür.
Kimi durumlarda, kadını salıverme de şiddet ve öfke unsurlarının rol oynadığı, intikam duygularının ön plâna çıktığı çirkin bir atmosferde, maruf olmayan bir tarzda cereyan edebilir. İslâm şeriatının caiz gördüğü, onayladığı salıverme, insanların üzerinde ittifak ettikleri ve şeriatın çirkin diye nitelemediği bir atmosferde gerçekleşenidir. İslam'ın onayladığı, iyilikle salıvermedir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Onları ya iyilikle tutun ya da iyilikle bırakın." Sözünü ettiğimiz isteği dile getirmede aslolan, bu ifadedir. Fakat incelemekte olduğumuz şu ayet-i kerimedeki "veya ihsan ve güzellik" ifadesinde, kadının salıverilmesi "ihsan (=güzellik)" kaydına bağlanmıştır. Bu ise, "maruf" kavramına bir katkı niteliğindedir. Çünkü cümlenin devamında bu değerlendirmeyi gerektirici bir ifade yer almaktadır: "Onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helâl değildir."
Şöyle ki: Boşanma konusunda, kadına karşı takınılacak tavırların maruf (iyilik) ve ihsan (güzellik) şeklinde kayda bağlanması, konulan ve yerleşmesi amaçlanan hükmü geçersiz kılıcı tutumlardan uzak durmayı sağlamaya yöneliktir. İyilikle tutma ile istenen, zarar amaçlı ve eziyet etmeye dönük tutmayı geçersiz kılmadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Haklarını ihlal edip zarar vermek için onları tutmayın." "Güzellikle bırakma" ile de kocanın karısına mehir olarak verdiği malın bir kısmını almaya kalkışmasını önleme amaçlanmıştır. Böyle bir durumda, kadını bırakmanın bir sonraki ayette olduğu gibi "maruf" kaydına bağlı kılınması yetmeyebilir. Çünkü kocanın karısına verdiği malın bir kısmını isteyip alması, insanlar arası ilişkiler açısından, çirkin olarak değerlendirilmeyebilir. Bu yüzden, bir sonraki ayette değil de sadece bu ayette "bırakma..." girişimi "güzellik" kaydına bağlı kılınmıştır. Ki, bir sonraki cümle bir anlam ifade etmiş olsun: "Onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helâl değildir." Bir başka açıdan da, kadının evlilik hayatındaki nikâhın sağladığı kaynaşmayı, sıcak ortamı yitirişi bir ölçüde giderilmiş olsun. Eğer "veya marufa göre bırakma ve size helâl değildir ki..." denilseydi, bu incelik kaybolurdu.
Ancak ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacakların-dan korkmuş olmaları başka.
"Korku" ile ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarına i-lişkin güçlü bir zan beslemeleri kastediliyor. Allah'ın sınırları ise, dinin kapsamında belirlediği haramlar, farzlar, emir ve yasaklardır. Bu i-se, ancak karı-kocanın karakterlerinin uyuşmaması, arzuladıkları şeylerin farklı olması, buna bağlı olarak da aralarında bir sevgisizlik ve nefret ortamının doğması ile söz konusu olabilir.
Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkarsanız, bu durumda kadının fidye vermesinde ikisi için de günah yoktur.
Görüldüğü gibi, cümle içinde "korkarsanız" şeklinde bir ifade kullanılarak "tesniye" (ikiyi ifade eden) zamirinden "çoğul" zamirine bir geçiş gerçekleştiriliyor. Sanki, duyulacak korkunun geleneğin ve örfün tanıyıp onayladığı bir "korku" olmasının gerekliliğine işaret ediliyor. Korkunun karı-kocanın hevesinden, kuruntusundan, ya da aşırı titizlikten doğan vesveselerden ileri gelmiş olmaması gerekir. Bu yüzden bir kez daha, bir geçiş sağlanıyor ve "ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından" deniliyor. Buna karşın "eğer bu hususta korkarsanız" denilmiyor. Bunun nedeni ise, bir karışıklığa meydan vermemektir.
"Geri almanız size helâl değildir." ifadesi, sadece "koca"yla ilgili olduğu hâlde, "günah" olgusunun karı-kocanın ikisinden de uzaklaştırılmasına gelince; çünkü, kocanın eşinin verdiği şeyi yani mihriyeyi almasının haram kılınması, kadının da vermesinin haram olmasını gerektirir. Bu, günah ve haddi aşma noktasında yardımlaşma suçunun kapsamına girer. Ancak Hul' nitelikli boşanmada bu husus geçerli değildir. Karı kocanın boşanma amacıyla fidye üzerinde uzlaşmaları caizdir. Yani kocanın fidye almasının, kadının da fidye vermesinin bir sakıncası yoktur. Böylece kadının fidye vermesinde ikisi için de günah olmadığı anlaşılıyor.
İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin. Kim Allah'n sınırlarına tecavüz ederse, işte onlar zalimlerin tâ kendileridir.
Allah'ın sınırları deyimi ile, iki ayette işaret edilen dini öğretiler kastedilmiştir. Bunlar ahlâkî meselelerle iç içe olan fıkhî hükümlerdir. Bir kısmı da temel olgulara dayalı, ilmi konulardır. "İtidâ" kelimesi ayetin orijinalinde geçen "la te'tedûha" kelimesinin mastarıdır ve aşma, tecavüz etme anlamına gelir.
Ayet-i kerime fıkhî hükümlerle ahlâkî prensipleri ayırmanın, sırf fıkhî hükümlerle amel edip zahiri anlamlar üzerinde donuklaşmanın, kalıplaşmanın caiz olmadığına yönelik bir mesaj veriyor gibidir. Hiç kuşkusuz, kabuğa takılıp kalma ve fıkhî kurallar içinde donuklaşma, ilâhî yasamanın hedeflediği maslahatı iptal etme, dinin gayesini geçersiz kılma ve insanlık hayatının mutluluğuna kastetme anlamına gelir. Daha önce defalarca vurguladığımız gibi, İslâm, söz değil, eylem dinidir. Pratiğin şeriatıdır, teorinin değil. Müslüman topluluklarının bu gün içinde yaşadıkları çöküş ve gerilemenin tek nedeni, hükümlerin kabuğuna takılıp, ahkamın ruhundan ve iç dünyasından yüz çevirmeleridir. Ruhsuz şekilciliktir toplumsal çöküşün ana nedeni. "Kim böyle yaparsa artık o, kendi nefsine zulmetmiş olur." (Bakara, 231) ayeti de değineceğimiz gibi, bu mesajı pekiştirici niteliktedir.
Ayet-i kerimede, önceleri "size helâl değildir." ve "eğer korkarsanız" ifadelerindeki çoğul hitabından, "İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır." ifadesindeki tekil hitaba yönelik bir dönüş gerçekleştiriliyor. Sonra "onlara tecavüz etmeyin." ifadesiyle yeniden çoğul hitaba dönüş yapılıyor, ardından "işte onlar zalimlerin tâ kendileridir..." ifadesiyle tekil hitaba geçiş sağlanıyor. [Ayetin orijinalinde kullanılan "tilke (=işte bunlar)" ve "ulaike (=işte onlar)" çoğul hitapta kullanılmaz. Bu iki sözcük tekil şahısta kullanılır.] Kuşkusuz bu da, muhatabın zihninde bir dinamizm meydana getiriyor. Zihin uyanık tutuluyor. Oradan oraya, zamirden zamire geçiş yapılarak tembelleşmesinin önüne geçiliyor.
230) Yine onu boşarsa, kadın onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz... İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; bunları, bilen bir topluluk için açıklar.
Burada üçüncü kez boşanmanın hükmü açıklanıyor. Buna göre, boşanan kadın bir başkasıyla evlenip boşanmadıkça eski kocasına helâl olmaz. "Helâl olmama" durumu kadının kendisiyle ilintili olarak vurgulanıyor. Oysa haram olan kadınla nikâhlanma veya onunla cinsel ilişkiye girmedir. Bunun nedeni de, haramlığın hem nikâhla ve hem de cinsel ilişkiyle bağlantılı olarak algılanmasını sağlamaktır. Ayrıca, "Onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça" ifadesinden, hem nikâh akdi, hem de cinsel ilişki anlaşılsın diye, böyle bir ifade tarzına baş vurulmuştur. Evlendiği ikinci koca, kadını boşarsa, eski kocanın karısı ile yeniden evlenmesinde, birbirlerine iki tarafın onayı ile dönmelerinde ikisi için bir sakınca yoktur. Bu ise, karı-kocanın kendi istekleriyle birbirine dönmesidir. İlk iki boşanmada kocaya tanınan karısını geri alma hakkı ile bir benzerliği yoktur. Kuşkusuz iki taraflı bu dönüş kararı, ikisinin Allah'ın sınırlarını gözeteceklerine ilişkin güçlü bir zan beslemelerine bağlıdır.
"İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır." ifadesinde zamir yerine, zahir ismin yer alması, söz konusu olanın önce belirtilen sınırlar olmadığına ve farklı sınırların söz konusu olduğunun vurgulanışına yöneliktir.
İncelediğimiz bu ayet-i kerime, akıllara durgunluk veren bir özlü ifade tarzına sahiptir. Söz son derece kısa tutulmasına karşın, toplam on dört tane zamir içermektedir. Üstelik her bir zamirin dönük olduğu yer de farklıdır. Bunca karışıklık içinde sözün akışında en ufak bir düğümlenme, anlam kapalılığı da söz konusu değildir. Kuşku yok ki, bu Kur'ân'ın ifade tarzının göz kamaştırıcı bir örneğidir.
Önceki ayetle birlikte, incelediğimiz bu ayet, birçok nekre isim ve kinayeli ifade kapsamakla beraber, ayetlerin akışında en ufak bir bozulma, güzelliğinde en ufak bir zedelenme göze çarpmamaktadır. Söz gelimi: "Ya iyilikle tutmak ya da ihsan ve güzellikle bırakmak." cümlesinde, dört tane nekre isim vardır. "Onlara verdiğiniz bir şeyi..." ifadesi ise, kadına, nikâh akdinin kapsamında verilen mehir anlamında kullanılmıştır. "Eğer korkarsanız." ifadesi de, hissedilecek korkunun genel temayüllere, örfe uygun oluşunun zorunluluğunu anlatmaktadır. "Kadının fidye vermesinde" ifadesi ise, kadının kocasına kendisini boşaması için verdiği maldan kinayedir. "Yine onu boşarsa" cümlesi ile, üçüncü kez boşanma kastediliyor. "Kadın ona helâl olmaz." ifadesi ile, nikâh akdinin ve cinsel ilişkinin haramlığı vurgulanıyor. "Onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça" ifadesi ile de, nikâh akdi ve cinsel ilişki, birlikte kastedilmiştir ki, bu edep kuralları gözetilerek başvurulan bir kinayedir. "Birbirlerine dönmelerinde..." cümlesi ile de, nikâh akdi kastedilmiştir.
Yine incelemekte olduğumuz bu iki ayette, "kadını tutma" ya da "bırakma" arasında, "ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmaları" cümlesi ile "ikisi Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa" arasında olduğu gibi, güzel karşılaştırmalara ve yine "onlara tecavüz etmeyin" ve "kim tecavüz ederse" ifadelerindeki, değişik tabirler kullanma sanatına rastlıyoruz.
231) Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamla-mak üzerelerse, onları ya iyilikle tutun ya da iyilikle bırakın; haklarını ihlal edip zarar vermek için (yanınızda) tutmayın.
Bekleme süresini tamamlamaktan maksat, boşanma sonrası zorunlu bekleme süresinin sonuna yaklaşılmasıdır. Çünkü ayetin orijinalinde geçen "buluğ" ifadesi, amaca ulaşmak anlamında kullanıldığı gibi, amaca yaklaşmak anlamında da kullanılır. Söz konusu ifadeyle bu ikinci anlamın kastedildiğinin kanıtı: "onları ya iyilikle tutun ya da iyilikle bırakın." ifadesidir. Çünkü, boşanma sonrası zorunlu bekleme süresinin dolmasından sonra, kadını tutma ya da bırakma bir anlam ifade etmez. "Haklarını ihlal edip zarar vermek için tutmayın" ifadesiyle kadına zarar vermek maksadı ile onu yeniden geri alma yasaklanıyor. Aynı şekilde talak-ı hul' ile boşanmanın dışında, kadından mehirinin bir kısmını almak suretiyle, onu bırakmak da yasaklanmıştır.
Kim böyle yaparsa artık o, kendi nefsine zulmetmiş olur… Allah'ın size olan nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti anın...
Bu cümlelerde, zarar amaçlı tutmanın haram kılınışının hikmetine işaret ediliyor. Çünkü evlilik, dünya hayatı mutluluğunu tamamlama amacına yöneliktir. Bu ise, ancak eşlerden her birinin diğeri ile huzur bulduğu, doğal ihtiyaçlarına cevap verdiği durumlarda gerçekleşebilir. İlk iki boşanma süresince gerçekleşen kocanın eşine dönme durumu ise, özellikle ayrılık ve kopukluk sonrası birleşme, bir araya gelme olması açısından önemlidir. Dağılıp gitme sonrası, kapsamlı bir toplanma sürecidir. Zarar vermek kastıyla kadını geri almada bu özellik var mıdır?
"Kim bunu yaparsa" yani ilk iki boşanma süreci içinde sırf zarar vermek amacı ile eşini tekrar geri alırsa, kuşkusuz nefsine zulmetmiş olur. Çünkü nefsini öz yaratılışının ulaştırabileceği dosdoğru yoldan saptırmış olur.
Öte yandan zarar amaçlı geri almalar, Allah'ın ayetlerini alaya alma anlamına gelir. Çünkü yüce Allah, koyduğu yasaları ve indirdiği şer'i hükümleri basmakalıp, klişeleşmiş, almak, vermek, tutmak ve bırakmak gibi somut eylemlerle ifade edilen kuru kurallar olsun diye indirmemiştir. Tam tersine ulu Allah inanç ve hayat sistemini genel maslahat esası üzerine bina etmiştir. Bu sistemle, toplumun bozulan yönleri ıslah edilir, insanlık hayatı için öngörülen mutluluk unsuru temin edilir. Bu yüzden bırakmış olduğu yasaları, üstün ahlâkla bezemiştir ki, nefisleri onunla terbiye etsin ve ruhları onunla arındırsın. Tevhid, velâyet ve benzeri inanç ilkelerinden oluşan yüce değerleri billurlaştırsın. Bu bakımdan bir insan, dini açısından sırf hükümlerin dış görünüşü ile yetinir, gerisini kulak ardı ederse, kuşku yok ki, bu insan Allah'ın ayetlerini alaya almış olur.
"Allah'ın size olan nimetini… anın." ifadesinde geçen nimetten mak-sat, "din" nimetidir. Ya da dinin hakikatidir ki bu, dinin koyduğu yasalara göre hareket etmenin sonucu elde edilen manevî mutluluktur. Karı-kocanın kaynaşması ile sağlanan özel hayat mutluluğu gibi. Bilindiği gibi yüce Allah, dinsel mutluluğu nimet olarak nitelemiştir: "Üzerinizdeki nimetimi tamamladım." (Mâide, 3) "Üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister." (Mâide, 6) "Siz onun nimetiyle kardeşler oldunuz." (Âl-i İm-rân, 103)
Buna göre, "size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti..." ifadesi, söz konusu "nimet"in bir açıklaması niteliğindedir. Dolayısıyla "kitab" ve "hikmet" kavramları ile de şeriatın zahiri ve batını yani hükümleri ve hikmetleri kastediliyor.
Ayette geçen "nimet" kavramı ile, yüce Allah'ın bahşettiği tüm nimetler ister tekvinî nimetler ister diğer nimetler olsun kastedilmiş olabilir. Buna göre şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: Hayatınızın anlamının gerçek mahiyetini, özellikle iki eş arasındaki kaynaşma ve huzurun güzellik ve meziyetlerini anın. Bunun yanı sıra, ulu Allah'ın öğüt niteliğinde sunduğu doğrudan ilişkili hüküm ve hikmetleri de hatırlayın. Siz bunlar üzerinde durup düşündüğünüz zaman, mutluluk yolunu izlemeniz hayatınızın kemale yönelik gidişatını, ve varlığınızın nimetini bozmamanız kaçınılmaz olur. Allah'tan korkup sakının. Şunu unutmayın ki, ulu Allah her şeyi bilir. Dolayısıyla dış görünüşünüzle iç dünyanız arasında herhangi bir çelişkinin olmamasına özen gösterin. Dinin zahirini onarmak adı altında batını yıkmak suretiyle Allah'a karşı küstahlaşmayın.
232) Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini de bitirdiler mi, birbirleriyle maruf bir biçimde anlaştıkları takdirde, onlara, kendilerini (eski) kocalarına nikâhlamalarına engel çıkarmayın.
Ayetin orijinalinde geçen "la ta'zulûhunne" fiilinin mastarı olan "el-azl" ifadesi engelleme, menetme, anlamına gelir. Anlaşıldığı kadarıyla "Engel çıkarmayın." ifadesindeki hitap kadınların velilerine ya da kadınlar nezdinde kararına itiraz edilmeyecek konumda olan kimselere yöneliktir. "Kocaları..." ifadesi ile de, boşanma olayı gerçekleşmeden önceki kocalarıdır. Dolayısıyla ayet-i kerime, kadınların iddeti dolduktan sonra velilerin ya da veliler konumunda olan başka kimselerin kızgınlıkla, ayak direterek kadınların ikinci kez kocalarına dönmelerini engellemeleri yasaklanıyor. Bu ayette, nikâh akdinin ancak velinin izni ile sahih olabileceğine ilişkin bir kanıt da yoktur.
Bir kere, "onlara engel çıkarmayın..." ifadesi, şayet nikâh işinde, velinin bir etkisinin olmadığına delalet etmiyorsa, etkisinin olduğuna da delalet etmiyor.
İkincisi; hitabın sadece velilere yöneltilmiş olmasına bir kanıt yoktur. Tersine, anlaşılan, hitabın onları da içine alacak şekilde kapsamlı oluşu ve bu ifadenin içerdiği yasağın, karı-kocanın birbirine dönüşü ile sağlanacak yararlara ve maslahata yönelik bir yol göstericilik işlevini görmekte olduğudur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir."
Müfessirlerden bazıları demişler ki: Ayetin başında yer alan "Kadınları boşadığınızda" ifadesinden hareketle, hitabın "kocalara" yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre kastedilen anlam şudur: Ey kocalar, kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini de tamamlamışlarsa, başka eşlerle evlenmelerine engel çıkarmayın. Boşadığınızı onlardan gizleyip, bekleme sürelerini uzatmak suretiyle onlara zarar vermeyi amaçlamayın.
Ancak, bu yorum "azvacehunne (=kocalarına)" ifadesiyle bağdaşmamaktadır. Böyle bir anlama şu tür bir ifade daha uygun düşmektedir: "En yenkihne (=nikâhlamalarına)" veya "en yenkihne ezvacen (=herhangi bir kocayla nikâhlamalarına)." Bu bakımdan konu son derece açıktır.
"Bekleme sürelerini de bitirdiler mi" ifadesi ile, boşanma sonrası zorunlu bekleme süresinin (iddet) tamamlanışı kastediliyor. Çünkü, eğer bu süre sona ermemişse, ne kadının velisi, ne de bir başkası, onun kocasına dönüşünü engelleyebilir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kocaları bu süre içinde barışmak isterlerse onları geri almada daha çok hak sahibidirler." Kaldı ki, "dönmelerine" yerine "nikâhlamalarına" ifadesinin kullanılmış olması da böyle bir ihtimali dışlamaktadır.
İşte, içinizde Allah'a ve ahiret gününe inanan kimseye bununla öğüt verilir.
Bu ifade, daha önce geçen şu ifadeyi andırmaktadır: "Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helâl olmaz." Eşlerle ilgili ayetler grubunun içinde, özellikle bu iki konu Allah'a ve ahiret gününe yani tevhide iman ile ilintilendiriliyor. Çünkü tevhid esasına dayalı bir din birliğe çağırır, ayrılığa değil. Birleşmeye dönük kararlar verir, ayrılığa değil.
"İşte, içinizde Allah'a ve ahiret gününe inanan kimseye bununla öğüt verilir." ifadesinde çoğula yönelik hitaptan (Kadınları boşadığınızda), tekile yönelik hitaba (zalike=işte) doğru bir geçiş (iltifat) gerçekleştiriliyor. Sonra tekilden, çoğula (içinizden) hitap dönüştürülüyor. Bu ayetler grubunda toplu hitap asıldır. Yani, Resulullah efendimizle birlikte bütün ümmetine hitap ediliyor. Ancak hüküm söz konusu olmayan durumlarda, sadece Resulullah'a yönelik bir hitaba yer verilebiliyor: "İşte bu, Allah'ın sınırlarıdır. Onlara tecavüz etmeyin." "İşte onlar zalimlerin ta kendileridir." "Kocaları onları geri almada daha çok hak sahibidirler." "İşte… inanan kimseye bununla öğüt verilir." gibi... [Önceden de belirtildiği üzere, bu ayetlerin orijinallerinde kullanılan "tilke, ulaike, zalike" kelimeleri ile tekile yönelik hitap edilir.] Bu tür bir hitap tarzının tercih edilmesinin sebebi, hitabın dayanağını korumak ve bu konuşmada başrol oynayan Resulullah'ın durumunu gözetmektir. Çünkü konuşmanın direkt muhatabı odur. Onun dışındakiler, konuşmanın dolaylı muhataplarıdır.
Ancak, hükümler içeren ifadelerde hitap topluluğa yöneliktir. Konuşma esnasında, iltifat sanatının bu tür örneklerine başvurmanın altında yatan neden, daralmış bulunan hitap alanını genişletmek, genişleme eğilimi gösteren hitap alanını yeniden daraltmak ve ardından yeniden genişlemesine imkân vermektir. Bu konu üzerinde gereği gibi düşünmelisin.
Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir.
İfadenin orijinalinde geçen "ezkâ" kelimesinin türediği "zekât" kav-ramı, iyi, yapıcı, salih gelişme demektir. "Ethar" kelimesinin mastarı olan "taharet" kavramı ile ilgili açıklamalarda bulunmuştuk. Ayette yer alan "zalikum (=işte)" edatı ile, "kadınların kocalarına dönüşlerinin engellenmemesi" veya "kocalarına dönüşleri" kastediliyor. Aslında, her ikisi de aynı kapıya çıkar. Daha temiz ve daha hayırlı olmasının nedeni şudur ki: Karı-kocanın yeniden birleşmesi, çatlama ve ayrılmanın ardından kaynaşma ve buluşma demektir. Tevhidi özümseyen duyguların pekişmesi anlamına gelir. Bunun üzerine, bütün dinsel faziletler gelişir, neşvu nema bulur.
Ayrıca, bunun geri plânında kadınlardaki iffetlilik ve hayâ duygusunun geliştirilmesi yatmaktadır. Böylesi kadınlar için, daha koruyucu, daha örtücü ve nefisleri için daha temizdir. Öte yandan, bununla kadınların kalplerinin yabancı erkeklere kayması da, önlenmiş olur. Kocaları ile evlenmeleri engellenirse, bu durum kaçınılmaz olur.
İslâm, zekât (arınma), temizlik ve ilim dinidir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Onları arındırıyor ve onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor." (Âl-i İmrân, 164) "Ama sizi temizlemek ister." (Mâide, 6)
Allah, bilir de siz bilmezsiniz.
Siz ancak O'nun size öğrettiği şeyleri bilebilirsiniz. Yüce Allah bir ayette, "Onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor." (Âl-i İmrân, 164) buyuruyor. Bir diğerinde de, "Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiç bir şeyi kavrayıp kuşatamazlar." (Bakara, 255) buyuruyor. Bu iki ayet-i kerime ile, şu ayet-i kerime arasında bir çelişki yoktur: "İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; bunları bilen bir topluluk için açıklar." (Bakara, 230) Yani, Allah'ın öğretmesi sonucu bilen bir topluluk için...
233) Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuk-larını iki tam yıl emzirirler.
Ayetin orijinalinde geçen "validat" kelimesi "anneler" demektir. Ay-nı anlama gelen "ummehat" yerine bunun kullanılmış olması, "umm" kelimesinin "valide" kelimesinden daha kapsamlı oluşundan kaynaklanıyor. Nitekim "baba" anlamına gelen "eb" ismi "valid" isminden ve "oğul" anlamına gelen "ibn" ismi de "veled" isminden daha kapsamlıdır. Ayet-i kerimenin içerdiği hüküm, anne (valide) çocuk (veled) ve baba (mevludun leh) ile ilgili olarak yürürlüğe konulmuştur. Öte yandan "baba" anlamında "valid" yerine "mevludun leh" kelimesinin kullanılmış olması da hükmün yasalaştırılmasının hikmetine işaret etmektedir: Buna göre "veled" (çocuk) "valid" için dünyaya getirilmiş olduğundan ve hayatına ilişkin hükümlerin önemli bir kısmında ona tâbi oluşundan dolayı -ama tümünde değil. İnşaallah Nisâ Suresi'nin "tahrim"le ilgili ayetini incelerken konuya açıklık getireceğiz- baba için, çocuğun hayatı ile ilgili maslahatı, eğitimi ve terbiyesi ile ilgili gereçleri temin etmek bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğün kapsamına, çocuğu emziren anneyi giydirmek ve geçimini (nafaka) temin etmek de girer. Çocuğun annesine düşen görev de, çocuğun babasına zarar vermemektir. Çünkü çocuk baba için (mevludun leh)dir.
Bazı tefsir bilginlerinin şu değerlendirmesi ise, oldukça şaşırtıcıdır: Ayette "baba" anlamında "valid" yerine "mevludun leh" ifadesinin kullanılmış olması, annelerin (validat) babalar için çocuk doğurduklarını göstermektedir. Çünkü çocuklar babalarındır. Bu yüzden babalarının soyadını alırlar (babalarına nispet edilirler) annelerinin değil. Nitekim Me'mun b. er-Reşid bir beytinde şöyle der:
"İnsanların anneleri, âriyet verilen ve içinde eşya saklanan kaplar konumundadır. Oğullar babalarındır."
Alıntı özetle sona erdi. Yukarıdaki değerlendirmeyi yapan müfessir ayetin giriş kısmında ve son kısmında yer alan "evladehunne" (=çocukları) ve "bi-velediha" (=çocuğu) için ifadelerinden habersiz gibidir. Kanıt olarak sunulan Me'mun'un şiirine gelince, bunun gibi adamların sözleri, Allah'ın kelâmını desteklemek amacı ile sunulacak düzeyde değildir.
Edebiyat bilginlerinin çoğu, dili, yasamayı, toplumsal sistemi ve evrensel düzeni birbirine karıştırırlar. Dille ilgili bir değerlendirmeyi, toplumsal sisteme ya da evrensel bir gerçeğe tanıklık olarak sundukları çok görülmüştür.
"Çocuk"la ilgili olarak şunu diyebiliriz, varoluş yasası onu anne ve babaya birlikte bağlı kılmıştır. Çünkü varlığı, ikisine birden dayanır. Toplumsal değerlendirmeler bazında ise, takınılan tavır ulustan ulusa değişiklik gösterir. Bazı topluluklar çocuğu anneye nispet ederken, bazısı da babaya nispet etmektedir. Ayet-i kerime, bu ikinci kısmı onaylamaktadır. Bunu da şu ifadeyle ortaya koymaktadır: "el-Mevlûdu leh (=çocuk kendisinin olan baba.) "
Ayette geçen "yurzi'ne" kelimesinin mastarı olan "irzâ" kelimesi "er-rezaa" ve "er-raz" mastarından türemiş, onun "if'al" kalıbına uyarlanmış hâlidir. İçindeki sütü içmek amacı ile memeyi emmek demektir. "Havl" kelimesi de "yıl" demektir. Yılın dönüp devretmesinden kaynaklanıyor bu isimlendirme. Ayrıca "tam" diye nitelenmesi, yılın birkaç dönemden, parçadan oluşuyor olmasından ve bazı toleranslar tanınıp eksiğine de tanımlamada "yıl "deme ihtimali olduğundan kaynaklanıyor. Söz gelimi, bir kaç gün eksik de olsa, bir yerde ikamet edilmişse, bir veya iki yıl ikamet ettim denebilir.
"Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için" ifadesi gösteriyor ki, emzirme ve dadılık boşanmış annenin isteğine bağlı bir hakkıdır. Şayet çocuğu iki tam yıl emzirmek isterse, süreyi doldurmak da ona ait bir haktır. Şayet süreyi tamamlamak istemezse, bu da ona kalmış bir durumdur. Kocaya gelince, bu hususta bir hakka veya yetkiye sahip değildir. Ancak karşılıklı rıza ile, kadının ona bir hususta muvafakat vermesi başka. Nitekim, "Eğer anne ve baba… çocuğu sütten ayırmayı isterlerse..." ifadesi de bunu göstermektedir.
Onların yiyeceği, giyeceği bilinen örfe uygun olarak, çocuk kendisinin olana aittir. Kimseye güç yetireceğinin dışında yük teklif edilmez.
Daha önce de belirttiğimiz gibi "çocuk kendisinin olan mevludun leh"den maksat "baba"dır. "Rızk ve giyecek"le de "nafaka ve giysi"ler kastedilmiştir. Yüce Allah bunların bilinen örfe göre olmasını öngörmüştür. Demek oluyor ki, nafaka ve giysi bedeli belirlenirken karı-kocanın bilinen durumu esas alınacaktır. Ulu Allah bu hükmü, zorluğu bertaraf edici bir genel kuralla gerekçelendiriyor: "Kimseye güç yetireceğinin dışında yük teklif edilmez." Buna bağlı olarak ayrıntı niteliğindeki iki hükme de işaret ediyor. Bunlardan biri, emzirme ve bakım gibi hakların kadına ait olmasıdır. Koca, kadının çocuğa bakmasını, görmesini ve buna benzer şeyleri engellemek suretiyle anne ile çocuğu birbirinden ayırma hakkına sahip değildir. Çünkü bu kadına zarar vermek ve onu zora sokmak demektir. İkincisi; kocasının çocuğunu görmesini engellemesi gibi hareketlerle çocuğundan dolayı kocaya zarar vermesi yasaklanıyor. Bu husus şu şekilde dile getiriliyor: "Anne, çocuğu, çocuk kendisinin olan baba da çocuğu dolayısıyla zarara uğratılmasın."
"Baba da çocuğu dolayısıyla" ifadesinde zahir ismin zamir yerine kullanılması yani "çocuğu" yerine "onunla" ifadesinin kullanılması ile muhtemel bir çelişki bertaraf edilmiştir. Eğer: "Çocuk kendisinin olan baba da onunla" şeklinde bir ifade kullanılsaydı, "onunla" kelimesindeki zamir "anne, çocuğu" ifadesine dönük olacaktı ve şöyle bir anlam ile karşı karşıya kalacaktık: "Çocuk kendisinin olan baba da kadının çocuğu dolayısıyla..." Bu durumda bir çelişki olduğu vehmine kapılacaktı insanlar. Çünkü "doğurma"nın erkeğe isnadı, kadına isnadı ile çelişir. Şu hâlde ayet-i kerimede kullanılan bu ifade tarzı ile hükmün hem sosyal boyutu, hem de evrensel boyutu göz önünde bulundurulmuştur. Evrensel yasalar sistemine göre çocuk ikisine aittir (karı-koca). Hem kocanın çocuğudur, hem de kadının çocuğudur. Ama sosyal yasaya göre sadece erkeğe aittir. Çünkü çocuk onun için dünyaya getirilmiştir.
Mirasçı üzerindeki sorumluluk da bunun gibidir.
Ayetten anladığımız kadarıyla "baba"ya ait olan kadını giydirme ve nafakasını temin etme sorumluluğu, babanın ölmesi durumunda, mirasçılarına devreder. Ayetin ifade ettiği anlamla ilgili olarak başka şeyler de söylenmiştir. Ancak bu söylenenler ayetin zahiri anlamı ile bağdaşmamaktadır. Burada ayrıca onlardan söz etmeyişimizin sebebi, fıkıh biliminin kapsamına girmesinden dolayıdır. Dileyen fıkıh kitaplarından ayrıntılı bilgi edinebilir. Bizim benimsediğimiz yorum, elimize ulaşan rivayetlere göre Ehlibeyt İmamları'nın görüşüne uygundur. Ayrıca ayetin zahiri ile de uyuşmaktadır.
Öyleyse eğer anne ve baba aralarında rıza ile ve danışarak çocuğu sütten ayırmayı isterlerse... Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir.
Ayetin orijinalinde geçen "el-fisal" sütten kesme, "et-teşavur" ise, danışmak üzere bir araya gelmek demektir. Görüldüğü gibi, kadına tanınan hak ve aradaki sıkıntıyı kaldırmayı içeren ifade açısından, ayrıntı bir değerlendirme ile karşı karşıyayız. Buna göre çocuğu emzirmek ve bakımını üstlenmek kadın için değişmez bir yükümlülük değildir. Kadın dilediği an bu hakkından vazgeçebilir.
Şu hâlde, karı-koca karşılıklı rızaya dayalı bir danışma sonucu çocuğu sütten ayırabilirler. Bunun ne bir günahı var, ne de bir sakıncası vardır. Anne çocuğuna süt vermeyebilir, bu durumda adam çocuğunu, öz annesinin dışındaki bir kadına emzirebilir. Anne hastalık, sütün kesilmesi gibi bir nedenle çocuğuna süt vermeyebilir ve çocuk bir başka kadının sütünü emmek durumunda kalabilir. Bunun için de gerekli olan ücretin (nafaka vs.nin) örfe uygun olarak verilmesi gerekir. Bu gelişmeler karşısında, öz annenin hakları da göz ardı edilmemelidir: "Ve eğer çocuklarınızı bir süt anneye emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun olarak ödedikten sonra üzerinize bir günah yoktur." ifadesi buna dönüktür.
"Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir." ifadesinde, karı-kocaya Allah'tan korkup, sakınmaları (takva) ve gözetilecek takva unsurunun, mezkur amellerin zahirinin ve dışyüzünün ıslahının gerçekleştirilmesi emrediliyor. Çünkü gündemdeki hükümler, dış biçimle doğrudan bağlantılıdır. Bu yüzden yüce Allah: "Bi-lin ki, Allah yaptıklarınızı görendir." buyuruyor. Oysa, iç duyguların önemli rol oynadığı bir diğer meselede başka bir ifade tarzına başvurulmuştur: "Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamak üzerelerse..." "Allah'tan korkup sakının ve bilin ki hiç şüphesiz Allah her şeyi bilendir." Çünkü bu ayet, şöyle bir ifade de içermektedir: "Hak-larını ihlal edip zarar vermek için onları tutmayın." Zarar verme olgusu, davranışın dış biçiminden çok, insanın içindeki niyete bağlıdır. Dav-ranışlara yansıyan bu niyetin etkisidir.
234) İçinizden ölenlerin geride bıraktığı eşler, kendi kendilerine dört ay on (gün) beklerler.
Ayetin orijinalinde geçen "yuteveffevne" kelimesinin mastarı "et-tevaffi"dir ve ölüm, anlamında kullanılan bir deyimdir. "Teveffahu'llah" yani Allah onun canını aldı. Ölmüş birine de "muteveffa" denir. Yine ifade içinde geçen "yezerûne" kelimesi, "yedeûne kelimesiyle eşanlamlıdır; her ikisi geride bırakma, terk etme, anlamında kullanılır ve ke-limenin aynı kökten mazi siygası (geçmiş için kullanılan biçimi) yoktur. Ayetin metninde sadece "on" kelimesi yer alıyor ve "gün" ifadesi geçmiyor. Çünkü ayetin akışından "on gün" kastedildiği rahatlıkla anlaşılabiliyor.
Sürelerini bitirince, artık kendi haklarında maruf bir şekilde yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur.
Bekleme süresini bitirmek ile, kocası ölen kadının zorunlu olarak beklediği dört ay on günlük sürenin sona ermesi kastediliyor. "bir günah yoktur." ifadesi ile de, davranışları ve takınacakları tavırları açısından serbest seçim hakkının kadınlara verildiği vurgulanıyor. Eğer evlenmeyi isterlerse, bu hakka ve yetkiye sahiptirler. Ölmüş kocanın yakınları, bilgisizliğe, körü körüne taklit ya da kıskançlık ve cimriliğe dayalı kimi gelenekleri gerekçe göstererek kadının bu haklarını kullanmasına engel olamazlar. Bu, onların şeriat yasasında belirlenmiş (maruf) haklarıdır. Hiç kimse şeriatın tanıdığı, onayladığı bir hakkı geçersiz kılma yetkisine sahip değildir.
Kocası ölen kadına karşı takınılan tavırla ilgili olarak, İslâm öncesi topluluklar büyük farklılıklar içindeydi. Bazı toplumlar, ölü kocası ile birlikte diri karısını da yakmayı, ya da ikisini birlikte bir tabuta koyup gömmeyi öngörüyordu. Bazı topluluklar kocası ölen kadının ömrünün sonuna kadar evlenmeksizin beklemesini gelenek edinmişti. Hıristiyanları buna örnek gösterebiliriz. Cahiliye Arapları da kocası ölen kadının bir yıl boyunca erkeklerden uzak durmasını öngörüyorlardı. Bazı ileri toplumlarda da dokuz aylık bir süre boyunca bunu uygulamalarına rastlıyoruz. Bazı uluslar, kocası ölmüş kadının, süresi belli olmaksızın, bir dönem evlilikten uzak durmasının, kocasının kendisi üzerindeki bir hakkı olduğuna inanıyorlardı.
Bütün bu denilenlerin nedeni şudur ki bunlar kendi sanılarınca, evliliği hayat ortaklığı ve kaynaşmışlığı şeklinde algılıyorlardı. Bu da sıcaklık ve kaynaşma nitelikli bir beraberliğin temel niteliğidir. Onlara göre, sevginin, gözetilmesi zorunlu olan bir saygınlığı vardır. Bu da çift yönlü bir duygu, karı-kocanın ikisine birden dayanan bir anlam olmasına ve birine ölüm gelip çattığı zaman, ötekisinin arkadaşına duyduğu saygının bir göstergesi olarak aradaki duygusal bağı gözetmesi zorunluluğu doğmasına rağmen ancak kadının bu bağı gözetmesi çok daha gerekli ve çok daha zorunluydu. Çünkü öte yandan haya, hicap ve iffet gibi duyguları da gözetmesi gerekirdi. Açılıp saçılması ve elden ele dolaşan bir eşya gibi oradan oraya gitmesi yakışık almazdı.
Değişik ulusların, kocası ölmüş kadına ilişkin olarak belirledikleri kuralların arka plânında işte bu sosyolojik gerekçeler yatıyordu. İslâm dini, bu bağlamda kocası ölmüş kadının kendi kendini gözlem altında tutması için öngördüğü süre ise bir yılın yaklaşık olarak üçte biri kadardır. Zaman olarak dört ay on gündür.
Allah işlediklerinizden haberdardır.
Ayet, kocası ölmüş kadının zorunlu bekleme süresini belirlemeye ve bu sürenin sonunda kadının evlenme hakkına sahip olduğunu vurgulamaya yönelikti. Bu ise, bir takım amellerin somutlaştığı, belirginleştiği bir ortamdır ve yüce Allah'ın "haberdardır" sıfatı ile bağlantılıdır. Dolayısıyla adı geçen değerlendirmenin, yüce Allah'ın amelleri bildiğinin ve mubah ameli yasak amelden ayırt edici olmasının vurgulanması ile gerekçelendirilişi, ayetin akış amacı ile de örtüşmektedir. Şu hâlde, kocası ölmüş kadınlar, bir yerde kendilerini gözlem altında tutmak durumundadırlar. Bir yerde de kendileri hakkında diledikleri kararı verme serbestisine sahiptirler. Ayetin sonunda, "Allah, işlediklerinizden haberdardır." şeklinde bir ifadenin yer alması bu yüzdendir.
235) Böyle (iddetini bekleyen) kadınları nikâhlamak istediğinizi onlara sezdirmenizde ya da gönlünüzde saklamanızda size bir günah yoktur.
Ayette geçen "arraztum" fiilinin mastarı olan "ta'riz (=sezdirme)" kelimesinden maksat, sözü bir yana çekerek muhatabın kastedilen hususu dolaylı olarak anlamasını sağlamaktır. Konuşanın meseleyi direkt olarak açmayı istemediği durumlarda bu tür imalı bir üslup tercih edilir. Deyimin kökü taraf ve yön anlamına gelen "ârz"dır ve "açıklama"nın zıddıdır. "Ta'riz (=sezdirme)" ile kinaye arasındaki farka gelince; sezdirme içeren ifadenin, söylenenden farklı bir anlamı vardır. Kocası ölmüş kadına, bir adamın, "Ben kadınlarla hoşça geçinen ve onları seven bir kimseyim" demesi gibi. Burada demek istiyor ki: "Eğer benimle evlenirsen, hoş bir hayat sürdürür ve memnun kalırsın." Kinaye ise, bundan farklıdır. Kinayeli bir ifadede, kinaye edilenin dışında bir anlam kastedilmez. "Falanın külü çoktur" derken, onun cömert biri olduğunu kastetmen gibi.
"el-Hitbetu" kelimesi, "hatb" kökünden gelir ve "karşılıklı konuşma ve konuşmaya tekrar dönmek" anlamına gelir. "Hatab'el mer'ete hitbeten" yani kadınla evlenme hususunda konuştu. Bu amaçla konuşmayı gerçekleştirene "hâtib" denir, "hatîb" değil. Bir topluluğa konuştu ve onlara hutbe okudu, özellikle vaaz nitelikli konuşma yaptı anlamına gelir. Evlenme amacıyla konuşan kimseye "hâtib" denir. Çoğulu da "huttab" kelimesidir. Vaaz nitelikli konuşma yapan kimse hakkında "hatîb", kullanılır. Çoğulu ise "hutabâ"dır.
"el-İknan" kelimesi, "kenn" kökünden gelir ve örtme anlamını ifade eder. Ancak "iknan" özellikle insanın bir şeyi kendi içinde gizlemesi anlamında kullanılır. "gönlünüzde saklamanız..." ifadesinde olduğu gibi. "Kenn" kelimesi, çanta, elbise ya da ev gibi şeylerin içinde gizlenen şeyler için kullanılır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Sanki onlar, saklı bir yumurta gibi." (Saffât, 49), "Sanki saklı inciler gibi." (Vakıa, 23) Bu bakımdan, incelediğimiz ayet-i kerimede, evlenme isteğini kadınlara sezdirmenin ya da bu istekle ilgili bir duyguyu gönülde saklamanın herhangi bir sakıncasının olmadığı vurgulanıyor.
Allah, sizin onları anacağınızı bilir.
Kadınlarla evlilik amacı ile konuşmak ya da bu isteği sezdirmek şeklindeki girişimlerin günah olmayışlarına ilişkin bir gerekçe sunuluyor. Buna göre,şu mesajı algılamamız gerekir: Kadınları düşünmeniz, onlarla evlilikten söz etmeniz, öz yaratılışınıza yerleştirilmiş doğal bir içgüdüdür. Yüce Allah fıtrî yapınızın ve yaratılış sisteminizin öngördüğü eğilimlerinizi yasaklamaz. Tam tersine bu tür ihtiyaçlarınızı gidermenizi caiz görür. Bu da, İslâm dininin fıtrat esasına dayandığını gös-teren somut bir örnektir.
Bekleme süresi tamamlanıncaya kadar nikâh bağını bağlamaya kesin karar vermeyin.
İfadenin orijinalinde geçen "azim" bir şeyi yapmaya yönelik kalbi kararlılık ve akit demektir. Tamamen iptal edilmediği sürece bir hükmü, etkisinde en ufak bir gevşeklik meydana getirmeyecek şekilde sağlamlaştırmak anlamına gelir. "el-Ukdetu" kelimesinin kökü de "el-akdu"dur ve bağlamak anlamına gelir. Ayette evlilik sözleşmesi, birbirine bağlanarak bitişik bir tek ip hâline gelmiş iki ipin düğümlenmesine benzetilmiştir.
Ayrıca, evlilik akdi üzerine, kalbi ilgilendiren bir duygu olan "kararlılık" değerlendirmesinin yapılması ile, bu düğümün ve adı geçen evlilik ilişkisinin niyet ve inanca bağlı olgular olduklarına işaret edilmektedir. Çünkü bu ilişki göreceli bir olgudur ve ancak inanç ve kavrayış çerçevesinde anlam kazanır. Tıpkı mülkiyet ve diğer göreceli toplumsal haklar gibi. Nitekim "İnsanlar tek bir ümmettir." (Bakara, 213) ayetini incelerken bu hususa açıklık getirdik. Şu hâlde, incelemekte olduğumuz ayette istiare ve kinaye sanatına başvurulmuştur. [Kesin kararlılığı, düğümü sağlamlaştırma olarak nitelendirmek istiaredir. Evliliği de bir çeşit düğüm olarak nitelemek kinayedir.] Yine ayetin kapsamında yer alan "kitap" kelimesi ile, yazılmış ve tarafların uyma zorunluluğu bulunan hüküm kastedilmiştir. Ki, söz konusu olan yüce Allah'ın kocaları ölmüş kadınlar için öngördüğü zorunlu bekleme ve kendini gözlem altında tutma süresidir.
Bir kez daha ayetin anlamına dönecek olursak: "Kocaları ölmüş kadınların, zorunlu bekleme süreleri dolmadıkça onlarla nikâh bağını bağlamayın..." Bu ifade ve bundan önceki "Kadınları nikâhlamak istediğinizi onlara sezdirmenizde size bir günah yoktur." ifadesi gösteriyor ki, konu sadece kocalarının ölümü üzerine zorunlu bekleme süresini dolduran kadınlara evlenme isteğini sezdirme ve onlarla nikâh bağını bağlama ile ilgilidir. Buna göre "en-nisâ" kelimesinin başındaki "lam-ı tarif", zihin içi anlamı (yani sözü edilen kadınlara ait olduğunu) gösterir, cinsi veya bir başkasını değil.
Ve bilin ki, elbette Allah kalbinizden geçeni bilmektedir...
Ayetin kapsamı içinde, yüce Allah'ın ilim, bağışlama ve hüküm gibi sıfatlara yer verilmesi gösteriyor ki, iki ayette sözü edilen, iddet bekleyen kadınlarla söz kesme, evlenme isteğini onlara sezdirme ve gizlice onlarla evlenmek üzere sözleşme gibi meseleler helak edici özelliği bulunan kaygan bir zemine dayanmaktadır. Yüce Allah bu tür ilişkilere belli ölçüler dahilinde izin vermekle beraber, büsbütün razı değildir.
236) Henüz dokunmadan, ya da mehirlerini kesmeden kadınları boşarsanız size bir günah yoktur.
"Dokunmak"tan maksat, cinsel ilişkidir. Yine ayetin orijinalinde ge-çen ve motamot tercümesi "bir farzı farz kılma" olan ifade ile de "mehrin tespit edilişi" kastedilmiştir. Buna göre; kocanın kadınla cinsel ilişkiye girmemiş olması, aynı şekilde kadına verilecek mehrin tespit edilmemiş olması, meydana gelebilecek bir boşanmanın geçerliliğine engel değildir.
Onları yararlandırın, zengin olan kendi gücü, darda olan da kendi gücü oranında, maruf bir şekilde (yararlandırsın).
Yararlandırma, bir kimseye yararlanacağı şeyleri vermek demektir. "Meta" ve "mut'a" yararlanılan şey anlamına gelir. Ayetin orijinalinde geçen "metaen" kelimesi, "onları yararlandırın" ifadesinin meful-u mutlakıdır. "zengin olan kendi gücü, darda olan da kendi gücü oranında..." şeklindeki ifadeye ise bir ara cümlecik olarak yer verilmiştir. İfadenin orijinal metninde geçen "el-mûsi" kelimesi "evsaa" fiilinin ism-i failidir ve malı bol ve imkânları geniş olan kimse demektir. Daha çok mefulü hazfedilerek kullanılan bir geçişli fiil gibidir. Böylece ifadede öz ve kısa bir tarz tutturulmuş olur. Bu kullanım gitgide, anlamın asıl kökünü ifade etmeye başlamış ve böylece lazım (geçişsiz) bir fiil durumuna gelmiştir. "el-Muktir" ise "aktara" fiilinin ism-i failidir. Geçim sıkıntısı çeken kimse demektir. "Kader veya kadr" kelimeleri, "oranında" demektir.
Bu gramatik değerlendirmeler ışığında, ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Mehri belirlemeden önce boşadığınız kadınları marufa (normal geçim ölçülerine) göre yararlandırmanız gerekir. Zengin olan, geniş imkânları oranında ve durumuna göre yararlandırmalı. Darda olanın da, gücü oranında yararlandırması gerekir. Bu uygulama, mehri tespit edilmeden boşanan kadınlara özgüdür. Bu hükmün sırf bu şekilde boşanmış kadınlara özgü olduğunun, mehri tespit edildikten sonra el sürülmeden boşanan kadınların bu kapsama girmediğinin kanıtı, bundan sonra yer alan ve konuya ilişkin hükmü içeren ayet-i kerimedir.
Bu, iyilik edenler üzerinde bir haktır.
Ayetin orijinalinde geçen "hakken" kelimesi, hazfedilmiş "hakka" fiilinin meful-u mutlakıdır, yani asl "hakka'l-hümkü hakkan"dır. Cümlenin zahirine bakılırsa, iyilik (ihsan) vasfı hükmün kapsamına giriyor ve hükümde geçerli konuma sahiptir. İyilik de zorunlu bir yükümlülük olmadığına göre, hükmün müstehap olması söz konusu olur, vacip değil. Ne var ki Ehlibeyt kanallarından gelen nasslar, adı geçen hükmü farz olarak nitelemektedir. Belki de bunun kanıtı "Boşanma iki defadır. Sonra ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmak gerekir." ayetidir. Bu ayete göre, iyilikle bırakmak, kadınları boşayanlar için zorunlu bir tavırdır. Böyle yapanlar "muhsinlerdir" dolayısıyla adı geçen hüküm, bu ayet-i kerimeye göre, kadınları boşayanlar üzerinde bir haktır. Bununla beraber doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
237) Eğer onlara mehir keser de, dokunmadan boşarsanız, kestiğinizin yarısını (verin). Ancak kadınlar vazgeçerse başka. Sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır.
Kadınlara vereceğiniz mehri tesbit edip bu yükümlülük altına girdikten sonra, cinsel ilişki kurmadan onları boşarsanız, kararlaştırdığınız mehrin yarısını ödemek zorundasınız. Ancak bizzat boşanmış kadınların ya da onlar adına nikâh akdini gerçekleştirme yetkisini ellerinde bulunduran velilerinin bundan vazgeçmeleri başka. Bu durumda mehrin diğer yarısının da ödenme zorunluluğu ortadan kalkar. Ayrıca akit yetkisine sahip koca için de böyle bir tasarruf söz konusudur. Bu durumda boşanmış kadın, almış olduğu mehrin yarısını geri ödemek zorunda değildir. Bağışlama her hâlükârda takvaya daha yakındır. Çün-kü şeriata göre hak ettiği bir şeyden vazgeçen bir kimse yüce Allah'ın haram kıldığı şeylere yeltenmeme bakımından daha dirençli ve daha kararlı olur.
"Fazl" da tıpkı "fuzûl" gibi ziyade, artı demektir. Şu kadarı var ki, söylendiğine göre, "fazl" saygı uyandıran ve övgüye değer bulunan ziyadelikler anlamında kullanılır. "Fuzûl" ise övgüye değer bir yanı bulunmayan ziyadelikler anlamında kullanılır. Ayetin akışı içinde "fazilet" ten söz ediliyor ki toplumsal düzeyde, insan hayatında etkinlik kazanması gereken bir niteliktir bu. İnsanlar birbirlerine karşı lütufkar ve erdemli davranmak durumundadırlar. Bu ifade ile, iyiliğe, fazilete, kişisel hakları bağışlamaya, karı kocanın birbirlerine karşı kolaylaştırıcı, hafifletici tavırlar içinde olmaları amaçlanmıştır. "Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı görendir." ifadesinin içerdiği mesaj ve nükte daha önce, "Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler." diye başlayan ayetin sonunda verilen mesajı ve onda bulunan nükteyi çağrıştırmaktadır.
238) Namazları ve orta namazı koruyun…
Bir şeyi korumak, onu kuşatıp kontrol etmek, zabt etmek demektir. Daha çok nefsin algıladığı ve kavradığı soyut anlamları koruma anlamını ifade eder. Ayetin devamında geçen "vusta" ise "avset"in müennesidir ve "orta" demektir. "Orta namazı" ile vakit itibariyle namazların ortası sayılan namaz kastedilmiştir. Ayet-i kerimeden, bu ifadeyle hangi namazın kastedildiği belirgin değildir. Hadisler bu hususta açıklayıcı rol oynuyor. Bu namazın belirlenmesine ilişkin rivayetleri yeri gelince sunacağız.
"Kûmû lillahi" cümlesindeki "lam" amaç bildirir. Bir şeyle kaim olmak onu uygulamak, yapmak anlamını ifade eder. "el-Kunût" ise gönülden itaat ederek boyun eğmek demektir. Nitekim yüce Allah, bazı ayetlerde şöyle buyuruyor: "Tüm O'na gönülden boyun eğmiştir." (Bakara, 116) "Sizden kim Allah'a ve Resulüne gönülden itaat ederse..." (Ahzab, 31) Buna göre, incelediğimiz ayetin anlamının özü şudur: İçtenlikle ve hoşnutluğunu gözeterek yüce Allah'a gönülden boyun eğip itaat edin.
239) Eğer korkarsanız, yaya veya binekte iken kılın...
Şartın önceki cümleye atfedilmiş olması, mahzuf bir şartın varlığına delalet eder. Buna göre şöyle bir ifade çıkıyor karşımıza: Eğer korkmuyorsanız, namazları koruyun. Eğer korkarsanız, koruyabildiğiniz kadarıyla koruyun; yaya, durarak, yürüyerek ve binek sırtında kılın. Ayetin metninde geçen "rical" kelimesi, "racil (=yaya)"in çoğuludur. "Rukban" da "rakib"in çoğuludur. Burada da korku namazına değiniliyor.
"Fe-iza emintum (=öyleyse güvenliğe girdiğinizde)" ifadesinin başındaki "fa" harfi, ayrıntılandırma belirtisidir. Yani; namazı korumak, temelden geçersiz olması mümkün olmayan bir durumdur. Tam tersine, herhangi bir şeyden korkmazsanız ve imkân da bulursanız, namazı normal şekliyle kılmanız sizin için bir zorunluluktur. Ama normal biçimde kılmanız güçleşirse, yapabildiğiniz kadarıyla orijinalitesini korumaya çalışın. Yeniden güvenliğe kavuşup korkunuz geçtikten sonra, namazı normal şekliyle kılma zorunluluğunuz da avdet eder. Bu durumda yüce Allah'ı zikretmeniz de zorunlu olur.
"Kema allemekum (=size öğrettiği gibi)" cümlesinin başındaki "kef" harfi teşbih belirtisidir. "bilmediğiniz şeyleri..." ifadesi ise, genel nitelikli bir yargının özel nitelikli bir yargının yerine konuluşuna örnek oluşturmaktadır. (Çünkü şöyle bir ifade kullanılabilirdi: Güvenliğe girdiğinizde, Allah'ı, korku namazını size öğrettiği gibi anın.) Bu bol nimet ve engin bilgi bağışının ne büyük bir lütuf olduğuna delalet etmesi içindir. Buna göre, cümleyi şu şekilde toparlayabiliriz: Allah'ı, dini yasaları ve içerisinde güvenlik hâlinde farz kılınmış namazı size öğretmesine denk bir çabayla zikredin.
240) İçinizde ölüp de geride eşler bırakanlar... eşlerine vasi-yet bıraksınlar…
"Vasiyyeten" kelimesi, takdir edilmiş bir fiilin (li-yûsû) meful-u mutlakıdır. Cümleyi bu takdiri baz alarak açacak olursak: Eşleri için ölümden bir yıl sonrasına kadar yararlanmalarını, geçinmelerini sağlayacak bir vasiyet bıraksınlar.
Ayetin akışı içinde "havl (=yıl)" kelimesinin başına harf-ı tarifin (el takısının) getirilmiş olması, bu ayetin, ölüm sonrası zorunlu bekleme süresini dört ay on gün olarak tespit eden ayetten önce inmiş olduğunu gösterir gibidir. Çünkü cahiliye Arapları içinde, kocaları ölen kadınlar onların ardından tam bir yıl evlenmeksizin beklerlerdi. Dolayısıyla ayet-i kerime bu kadınların bir yıl boyunca evlerinden çıkarılmaksızın geçimlerini sağlayacak bir vasiyetin yapılmasını önermektedir. Şu kadarı var ki, bu kadınlara özgü bir hak olduğuna göre ve ayrıca bir haktan vazgeçmek de caiz olduğuna göre, kadınlar bu haklarını talep edebildikleri gibi, vazgeçebilirler de. Kocaları öldükten sonra, işaret edilen bu yıl içinde evlerinden dışarı çıkarlarsa ölünün varisleri ya da onların konumunda olan başka kimseler için kadınların meşru ölçüler dahilinde yaptıkları şeyler hakkında onlar için bir sakınca yoktur. Bu ayette yer alan tavsiyenin bir örneği şu ayet-i kerimedir: "Biriniz ölürken kendisinden sonra bir hayır bırakacaksa, anasına, babasına ve yakınlarına, örfe uyarak vasiyete bulunmalı. Bu, sakınanlara (mut-takilere) bir haktır, bir borçtur." (Bakara, 180)
Bu açıklamamızdan anlaşıldığı kadarıyla, incelediğimiz bu ayet, kocası ölen kadının zorunlu bekleme süresine ilişkin ayetin ve çocuk sahibi kadının mirasını dörtte bir, evladı olmayan kadının da mirasını sekizde bir olarak hükme bağlayan ayetin içerdiği hükümle yürürlükten kaldırılmıştır (neshedilmiştir.)
241) Boşanan kadınların meşru bir tarzda yararlanma payları vardır. Bu, sakınanlar üzerinde bir haktır.
Ayetin içerdiği hüküm boşanmış kadınların genelini ilgilendiriyor. Hükmün takva niteliği ile birlikte sunuluşu ise müstehaplığı çağrıştırmaktadır.
242) İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar; ki akıl erdiresiniz.
"Akıl" kelimesinin asıl anlamı, bağlama ve tutmadır. İnsanın idrak ve kavrayışına da akıl denmiştir. Ki bağlanıp tutulma işlemi akıl olarak nitelendirilmiştir. İnsanın idrak ettiği şeylere, iyiyi, kötüyü, hakkı, batılı ayırdetmesini sağlayan tek güç olduğuna inanılan melekeye de akıl denmiştir. Bunun karşıtı da, çeşitli bağlamlarda delilik, aptallık, ahmaklık ve cehalettir.
Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli kavrayış, algılayış türlerini ifade etmek için yirmiye yakın kavram kullanılmıştır. Zan, hisban, şuur, zikir, irfan, fehm, fıkıh, dirayet, yakin, fikir, rey, zaam, hıfz, hikmet, hubret, şehadet, akıl ve bunlara bağlı olan kavl, fetva ve basiret gibi.
Zann: Kesinlik düzeyinde olmasa bile ağır basan doğru, kabul etmek demektir.
Hisban da öyle. Ancak hesap etmenin zanni kavrayış anlamında kullanılışı, istiare tarzına giriyor gibidir. "Add" (=sayma) kelimesinin de "zann" anlamında kullanılışı gibi. Oysa "sayma ve hesap etmenin" asıl anlamı şöyledir: "Adde Zeyden mine'l-ebtâli ve hasebehu minhum" yani "Zeydi kahramanlardan saydı, onu onlardan hesap etti." Yani sayıda ve hesapta kahramanların arasına kattı onu.
Şuur (Farkına varma): İnce kavrayış demektir. Aslı "şa'r (=saç teli)" maddesidir. Saç telinin inceliğine benzetilmiştir. Daha çok somut şeyleri kavrama anlamında kullanılır, soyut şeyleri değil. Bu yüzden belirgin duyu organlarına "meşair" adı verilmiştir.
Zikir (Hatırlama): Zihinde kayıtlı bulunan bir şekli, kavrayışın dışına kaybolduktan sonra yeniden canlandırmak ya da kavrayışın dışına çıkmaması için korumak.
İrfan ve Marifet: Kavrama gücü etkisiyle oluşan bir sureti, zihinde kayıtlı bulunan surete uyarlama işlemidir. Bu yüzden: "Marifet ve irfan, önceki bilgiden sonra oluşan kavrayıştır" denmiştir.
Fehm (Anlama): Zihin dışındaki objeler dünyasında yer alan bir sureti kendi içine nakşetmek suretiyle, dış dünyadan aldığı bir tür etkilenme.
Fıkıh (Derin Anlama): Zihnin kendisine nakşedilen sureti kabulde ve tastikde süreklilik kazanması işlemi.
Dirayet: Zihin içi suretin kabul görüş ve tasdik edilişinin ileri düzeye varması. Bilinen şeyin özelliklerinin, gizli yönlerinin ve ayırıcı niteliklerinin kavranışı. Bu yüzden adı geçen kavram, bir işi büyütme ve önemini vurgulama anlamında kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elbette gerçekleşecek olan. Nedir o muhakkak gerçekleşecek olan? O gerçekleşecek olanı sana bildiren nedir?" (Hakka, 1-3) "Gerçek şu ki, Biz onu kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sana bildiren nedir? (Kadir, 1-2)
Yakin: Zihinsel kavrayışın yok olmayacak ve gevşemeyecek şekilde güçlenmesi, sağlamlaşması.
Fikir (Düşünme): Konuya ilişkin meçhul noktaları ortaya çıkarmak amacıyla zihinde mevcut bulunan bilgileri tekrarlama ve gözden geçirme işlemi.
Rey (Görüş): Düşünüp taşınma işlemi sonucu varılan tasdik düzeyi. Ancak bu kavram genellikle yapılması ve yapılmaması gereken şeylere ilişkin pratik bilgiler bağlamında kullanılır. Evrensel olgulara yönelik teorik bilgiler düzeyinde kullanıldığına pek rastlanmaz. Basiret (önsezi) ve fetva (çıkış yolu gösterme) ve kavl (deyiş) kavramları da buna yakın bir anlam ifade etmektedir. Şu kadarı var ki, bu anlamla (düşünce sonucu varılan tasdikle) ilintili olarak "kavl" kavramının kullanılışı "lazımın (=gerekenin) "melzumun (=gerektiren)" yerine geçmesi türünden bir istiare örneğidir. Çünkü bir şey hakkında söz söylemek (kavl) o sözün içerdiği şeylere inanmayı gerektirir.
Zaam (İddia): Zihin içi bir suret olarak tasdik anlamını ifade eder. Söz konusu tasdikin tercihe dayanması (zann olması) ya da kesin olması arasında bu açıdan bir fark yoktur.
İlim (Bilme): Daha önce de söylediğimiz gibi, aksine ihtimal bulunmayan kavrayış demektir.
Hıfz (Koruma): Zihin içinde bilinen biçimin değişime ve dönüşüme uğramayacak şekilde zihinde korunması, zabt edilmesi.
Hikmet: Zihin içindeki ilmî bir suretin sağlamlığı, dayanıklılığı yönü.
Hubret (Haberdar olma): Zihin içindeki bilgi biçiminin, öncüllerinden hangi sonuçların çıkacağını bilecek düzeyde bilen kişiye açık olması, onun tarafından kuşatılmış olması.
Şehadet (Şahid olma): Bir şeyin kendisine ve özüne ulaşma. Onu somut şeylerde olduğu gibi duyu organlarıyla ya da bilgi, irade, sevgi, nefret gibi batını soyut duygularla algılama.
Yukarıda sunduğumuz kavramların anlamlarından da fark edileceği gibi, maddeden, hareketten ve değişimden soyutlanamayacakları açıktır. Bu yüzden içlerinde son beş tanesi hariç, bu kavramlar yüce Allah'la ilgili olarak kullanılamazlar. Sadece ilim, hıfz, hikmet, haberdar olma ve şehadet kavramları kullanılabilir. Biri kalkıp da, yüce Allah hakkında: O sanıyor "veya "hesap ediyor" ya da "iddia ediyor" yahut "anlıyor" veyahut "derin anlıyor" şeklinde bir ifade kullanamaz.
Son beş kavram ise, eksiklik ve yitirme anlamını çağrıştırmamaları açısından yüce Allah'la ilgili olarak kullanılmalarında bir sakınca yoktur. Şu ayetleri buna örnek gösterebiliriz: "Allah her şeyi bilir." (Bakara, 282) "Senin Rabbin, her şeyin üzerinde koruyucudur." (Sebe, 21) "Allah, işlediklerinizden haberdardır." (Bakara, 234) "O, bilendir, hikmet sahibidir." (Yûsuf, 83) "O her şeyin üzerinde şahittir." (Fussilet, 53)
Kavramlara ilişkin bu değerlendirmelerin ardından konumuza dönüyoruz ve diyoruz ki: Bildiğimiz gibi "akıl" kelimesi kavrayış anlamında kullanılır. Çünkü kavrama işleminde kalbin tasdik yoluyla bağlanması söz konusudur. Yüce Allah, bu durumu insanın yaratılışının esası kılmıştır; teori düzeyinde hakkı ve batılı bu şekilde kavrar. Pratik boyutuyla iyiyi, kötüyü, faydalıyı ve zararlıyı bu sayede algılar. Yüce Allah insanı, önce kendi varlığını algılayacak bir mahiyette yaratmıştır. Ardından onu somut duyu organlarıyla donatmıştır. Bunlar aracılığı ile somut şeyleri algılar. Bunun yanında içsel duyularla da donatmıştır ki, bunlar aracılığı ile soyut ve manevî şeyleri algılar. Bunlar insanın kendisini dış âleme bağlama işlevini de görürler; irade, sevgi, öfke, umut ve korku gibi. Ardından dış âlemde, düzenleme, ayırma, özelleştirme ve genelleştirme türünden tasarruflara girişir. Dış âlemdeki, pratik aşamasının dışında kalan teorik olgularla ilgili teorik yargılara varır. Pratik olgular hakkında da pratik yargılarda bulunur. Bütün bunları, öz yaratılışının kendisi için belirlediği mecrada gerçekleştirir. İşte akıl dediğimiz şey, bu işlemlerin tümünü gerçekleştiren şeyin adıdır.
Ancak bazı durumlarda, insanın sahip olduğu kimi güçler insanı etkisi altına alabilir. Söz gelimi, ihtiras ve öfke gibi güçler diğer güçleri bütünüyle devre dışı bırakabilir veya zayıflatabilir. Böyle bir durumda insan ılımlılık ve itidal çizgisinden saparak, ifrat ve tefrit gibi iki uç kutuptan birine kayabilir. O zaman, akıl dediğimiz güç, normal işlevini, sağlıklı biçimde göremez olur. Sapık ve saptırıcı algılara ve yalancı tanıklıklara göre hükmeden bir yargıcı düşünün. Bu tür bir yargı, kesinlikle haktan sapar. Yargıç asıl itibariyle batılı, yanlışlığı kastetmezse de böyle bir insan yargı makamında oturmuştur ama, yargının amacına ve işlevine uygun olarak hareket eden bir yargıç değildir.
Yargılarında, batıl ve yanlış bilgileri esas alan bir insanı da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bir tür hoşgörü kılıfına sokarak, söz konusu yargısını akıl olarak değerlendirse dahi, gerçek aklın yapabileceği bir iş değildir bu. Çünkü böyle bir harekette insan, normal fıtratın çizgisinden ve doğruluğun değişmez kurallarından sapmış olur.
Kur'ân-ı Kerim bu çerçevede ele alıyor meseleyi. Aklı insanın dini açısından yararlandığı ve yol göstericiliği altında gerçek bilgilere ve salih amellere ulaştığı güç olarak tanımlıyor. Bu doğrultuda işini yerine getirmeyince, o gücü akıl diye nitelemez. Sırf dünyevî hayır ve şer bağlamında işlev görse de. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Ve derler ki: Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık." (Mülk, 10)
Bir diğer ayette ise şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir." (Hac, 46)
Görüldüğü gibi, ayetlerde "akıl" kavramı, ilimle ilgili olarak kullanılıyor, ki insan bunu yalnız başına gerçekleştirir. İşitme ise, algılama ile ilgili olarak kullanılıyor. Burada ise, insanın bir başkasının yardımına ihtiyacı vardır. Ancak dikkati çeken husus, her iki faaliyette de öz yaratılışın (fıtrat) bozulmamışlığı esastır. Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Nefsini ahmaklaştıran beyinsizden başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir." (Bakara, 130) Daha önce bu ayetin, "Akıl, aracılığıyla Rahman olan Allah'a kulluk sunulan şeydir." hadisinin diğer bir ifadesi olduğunu vurgulamıştık.
Bu açıklamaların ışığında şunu diyebiliriz: Kur'ân-ı Kerim'de "akıl" kavramı ile kastedilen, insanın bozulmamış fıtratı ile elde ettiği idrak ve kavrayıştır. Bununla, "Size ayetlerini böyle açıklar; ki akledesiniz." ifadesinin anlamı belirginleşiyor. Buna göre, bilgi açıklama ile kazanılır. Bilgi ise, aklın öncüsü ve aracıdır. Nitekim yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: "İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara akıl erdirmez." (Ankebut, 43)
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Sünen-i Ebu Davud'da ensarlı bir kadın olan Esmâ bint-i Yezid b. es-Seken'in şöyle dediği rivayet edilir: "Resulullah zamanında, kocam beni boşadı. O sırada boşanmış kadın için iddet bekleme zorunluluğu yoktu. Kocam beni boşayınca, boşanmış kadınların iddetine ilişkin şu ayet indi: 'Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç temizlenme süresi beklerler.' Hakkında iddet hükmü inen ilk boşanmış kadın oydu.
Tefsir'ul-Ayyaşî'de, "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç temizlenme süresi beklerler." ayeti ile ilgili olarak Zürare'nin şöyle dediği rivayet edilir: Rabiat'ur-Re'y'in şöyle dediğini duydum: "Benim görüşüme göre, yüce Allah'ın Kur'ân'da belirtmiş olduğu "el-kur'u" kelimesi, iki ay başı kanaması arasındaki temizlik hâli anlamına gelir. Aybaşı kanaması değil." Bunun üzerine İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) yanına gittim ve Rebia'nın sözlerini ona aktardım. Bana dedi ki: "O kendi görüşü ile konuşmamıştır. Ona Ali'den (a.s) bir rivayet ulaşmıştır." O zaman dedim ki: "Allah, işlerini düzene koysun, Ali (a.s) mi bunu söylemiştir?" Evet, dedi. Ali, el-kur'u, temizlik hâlidir. O sırada kan toplanır ve vakti gelince de dışarı atılır diyordu. Bunun üzerine dedim ki: Allah işlerini düzene koysun. Bir adam iki adil şahidin huzurunda, cinsel birleşmede bulunmaksızın, temizlik hâlindeyken boşarsa, ne lazım gelir? Buyurdu ki: Kadın üçüncü aybaşı hâline girdiğinde iddeti sona ermiş olur. Artık evlenmesine bir engel kalmamış olur.
Aynı anlamı içeren sözler başka kanallardan da İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir. Ravinin: "Allah işlerini düzene koysun, Ali mi bunu söylemiştir?" sözüne gelince, bu soruyu İmam'ın, "O'na Ali'den bir rivayet ulaşmıştır." sözünden sonra yöneltiyor. Bunun nedeni de, Ehlisünnet arasında, Hz. Ali'nin (a.s), "Ayette geçen el-kur'u kelimesi ile, aybaşı kanaması kastedilmiştir, temizlenme hâli değil." dediği yaygın bir görüştü." Nitekim ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Şafii, Abdurrezzak, Abd b. Humeyd ve Beyhakî Ali b. Ebu Talib'den (a.s) şöyle rivayet etmişlerdir: "Kadın üçüncü aybaşı hâlini görünceye ve temizleninceye kadar, kocası onu geri alabilir. Yıkandıktan sonra evlenmesinde bir sakınca kalmaz."
Ancak Ehlibeyt İmamları bunu reddetmiş ve şu rivayeti ona nispet etmişlerdir: "el-Kuru" kavramı, temizlenmedir, aybaşı kanaması değil. Nitekim yukarıda sunduğumuz rivayette buna işaret edilmiştir. Bu görüşü, Hz. Ali'nin (a.s) dışında Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve Aişe gibi sahabelere de nispet edip rivayet etmişlerdir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Allah'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helâl olmaz." ifadesi ile ilgili olarak: "Hamileliği ve aybaşı hâlini gizlemeleri helâl olmaz." dediği rivayet edilir.
Tefsir'ul-Kummî'de şöyle deniyor: "Yüce Allah, üç şeyi kadınların inisiyatifine bırakmıştır. Aybaşı hâlinden temizlenme, aybaşı kanaması ve hamilelik."
Yine Tefsir'ul-Kummî'de "Erkekler için onlar üzerinde bir derece var." ayeti ile ilgili olarak şöyle deniyor: İmam (a.s) buyurdu ki: "Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakkı, kadınların erkekler üzerindeki hakkından daha üstündür."
Daha önce de vurguladığımız gibi, bu değerlendirme kadın ve erkek hakları arasındaki eşitlik ilkesi ile çelişmez.
Tefsir'ul-Ayyaşî'de, "Boşanma iki defadır. Sonra ya iyilikle tutmak veya güzellikle bırakmak gerekir." ayeti ile ilgili olarak İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce Allah, kadınlar iki defa boşanır. Bundan sonrası, ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmaktır. Güzellikle bırakmak üçüncü kez boşama yerine geçer."
et-Tehzib adlı eserde, İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Sünnete uygun boşama şöyledir: Adam kadını, temizlik hâlindeyken, cinsel ilişkiye girmeksizin iki şahidin huzurunda boşar. Sonra onu, iddetini doldurmak üzere serbest bırakır. İddeti dolunca, kadın ondan ayrılmış olur. Bu noktada kocası onunla evlenmek isteyen herhangi bir talipli gibi olur. Eğer kadın isterse, adam onu tekrar nikâhlayabilir. İstemezse nikâhlayamaz. Eğer adam kadını geri almak düşüncesindeyse, kadının iddeti dolmadan bunu şahitlerin huzurunda ifade etmek durumundadır. Bu durumda kadın, geçmiş boşamadan sonra tekrar onun karısıdır..."
Men La Yahzuruhu'l-Fakih adlı eserde Hasan b. Faddal'dan şöyle rivayet edilir: İmam Rıza'dan (a.s), üçüncü boşamadan sonra boşanmış kadının bir başka erkekle nikâhlanmadıkça, eski kocası ile evlenmesinin helâl olmayışının gerekçesinin ne olduğunu sordum. Bana dedi ki: "Yüce Allah, iki kere boşamaya izin vermiştir. 'Boşanma iki keredir. Sonra ya iyilikle tutmak veya güzellikle bırakmak gerekir.' buyurmuştur. Güzellikle bırakmak deyimiyle üçüncü boşama kastedilmiştir. Üçüncü kez boşama, Allah'ın hoşnut olmadığı şeylerin kapsamına girdiği için, kadın bir başkasıyla nikâhlanmadıkça, eski kocasına helâl olmaz. Ki, insanlar boşamayı hafifsemesinler ve kadınlar zarara uğratılmasın."
Ben derim ki: Ehlibeyt'in boşama ile ilgili görüşleri şöyledir: Bir lafızla veya bir oturumda gerçekleşen boşama, adam "seni üç kere boşuyorum" dese bile, Şia'ya göre bir boşamadır. Ehlisünnet'in meseleye ilişkin rivayetleri arasında ihtilaf vardır. Ehlisünnet kaynaklarınca aktarılan bazı rivayetler, bir boşamanın gerçekleştiğine delalet ederken, bazı rivayetler de üç kez boşamanın gerçekleşmiş olacağına delalet etmektedir. Bu görüşü Hz. Ali (a.s) ve Cafer b. Muhammed'den (a.s) de rivayet ederler.
Ancak, Müslim, Ebu Davud ve Neseî gibi sünen ve sıhah sahiplerinin aktardığı bazı rivayetlerden şu husus belirginleşiyor: Üç boşamanın bir kerede gerçekleşmesi, ikinci halifenin hilafetinin başlamasından iki veya üç yıl sonra cevaz verdiği bir uygulamadır. Nitekim ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde şöyle deniyor: Abdurrezzak, Müslim, Ebu Davud, Neseî, Hakim ve Beyhakî İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: Boşama, Resulullah (s.a.a) döneminde, Ebubekir döneminde ve Ömer'in hilafetinin ilk iki senesinde bir oturumda üç kere gerçekleşmiş olsa bile, bir boşama kabul ediliyordu. Ömer "İnsanlar, kendilerine ait olan ve mühlet tanınan bir yetkiyi acele ile kullanmak istiyorlar. Biz de bunu o-naylasak ya." dedi ve bir oturuşta üç boşamanın geçerliliğini onayladı.
Sünen-i Ebu Davud'da İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: Ebu Rukane Abdu Yezid, Ümmü Rukane'yi boşadı ve Muzeyne kabilesinden bir kadınla evlendi. Kadın Resulullah'ın yanına geldi ve saçından bir tel göstererek şöyle dedi: "Şu saç telinin şuna ne faydası varsa, Ebu Rukane'nin de bana o faydası vardır. (Kadın Ebu Rukane'nin iktidarsız olduğunu anlatmaya çalışıyordu.) İkimizi birbirimizden ayır." Bunun üzerine Resulullah efendimizin (s.a.a) canı sıkıldı ve Rukane ve kardeşlerini çağırdı. Sonra orada bulunanlara sordu: "Sizce şu çocuk, şu şu hususlarda, şunlar da şu şu hususlarda Ebu Rukane'ye benzemiyorlar mı? Meclistekiler: "Evet, benziyorlar" dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) Abdu Yezid'e: "Bu kadını boşa" dedi. O da boşadı. Sonra: "Karın Ümmü Rukaneyi geri al" dedi. Abdu Yezid: "Ama onu üç kere boşadım, ya Resulallah" dedi. Resulullah:" Biliyorum. Onu geri al." buyurdu ve şu ayeti okudu: "Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman, iddetleri süresinde boşayın." (Talak, 1)
ed-Dürr'ül-Mensur tefsirinde Beyhakî İbn Abbas'tan şöyle nakleder: Rukane, bir kadını tek oturumda üç talakla boşadı. Ardından, yaptığına çok üzüldü. Resulullah (s.a.a) kadını nasıl boşadığını sordu: "Onu bir oturumda üç kere boşadım" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) "Bu sadece bir boşama yerine geçer. İstersen onu geri alabilirsin." buyurdu. Rukane de gidip karısını geri aldı. İbn Abbas, boşamanın ancak her temizlik hâlinde olabileceği ve bunun, yüce Allah'ın uyulmasını emrettiği kural: "onları iddetleri süresinde boşayın." olduğu görüşündeydi.
Ben derim ki: Aynı anlamın başka rivayetlerce de aktarıldığını görüyoruz. Ömer'in bir oturumda üç kere boşamaya cevaz vermesi üzerine yapılacak değerlendirme, temettü haccına ilişkin tavrı üzerine yapılan değerlendirmeden farksız olacaktır.
Bazı bilginler bir oturumda ve tek bir lafızla üç talaklı boşamanın gerçekleşmeyeceğini şu şekilde ispat etmeye çalışmışlardır. Yüce Allah, "Boşanma iki defadır." buyuruyor. "İki defa" ve "üç defa" ifadeleri, tek bir lafızla dile getirilmiş sözlerle bağdaşmaz. Nitekim "lian" olayında da bu hususta ittifak vardır. Lian hususunda karı-kocanın her birisinin dört kez Allah'ı şahit tutmaları gerekir ve bir defa dört defa yerine geçerli sayılmaz.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde "Veya güzellikle bırakmak gerekir." ifadesi ile ilgili olarak şu açıklamaya yer verilir. Bu deyimin anlamı hususunda iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bununla üçüncü kez boşama kastedilmiştir. b) Adam kadını iddetini doldurmak üzere bırakır. Süre dolunca da ayrılık kesinleşir. Bu görüşü Süddî ve Dahhak benimsemiştir. Benzeri bir değerlendirme İmam Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'tan (a.s) da rivayet edilmiştir.
Ben derim ki: Gördüğün gibi "veya güzellikle bırakmak gerekir." sözünün anlamına ilişkin rivayetler arasında ihtilaf vardır.
Tefsir'ul-Kummî'de, "Onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız size helâl değildir; ancak ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olmaları durumu başka." ayeti ile ilgili olarak İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şu sözlerine yer verilir: "Hul" nitelikli boşama, ancak kadının kocasına: Senin için ettiğim hiç bir yemine sadık kalmayacağım. Senin iznin olmadan dışarı çıkacağım. Senin yatağına başka bir erkeği alacağım. Seninle cinsel ilişkiye girmekten dolayı gusül abdesti almayacağım." veya "ya beni boşarsın ya da senin hiç bir emrine itaat etmeyeceğim." demesi ile gerçekleşir. Kadın bu sözü söyleyince, adam kadına verdiği malın tümünü alabilir. Kadının kendi malından verdiği miktarı da alması helâl olur. Bu şekilde karşılıklı olarak anlaştıkları zaman, adam kadını şahitlerin huzurunda, hayızdan temizlenmiş olarak boşar. (Bu durumda "bain talak" gerçekleşir) Kadın bir boşanma ile ondan ayrılmış olur. Artık adam taliplilerden biri konumuna düşer. Kadın tekrar evlenmek isterse kocası ile yeniden evlenebilir. İstemezse evlenmez. Adam tekrar kadınla evlenirse, kadının iki talakı yerinde kalmış olur (iddet süresi içerisinde bile karısına dönemez.) Bu durumda, kocanın tıpkı talak-ı mübaratta olduğu gibi yani şiddetli geçimsizlikten dolayı ayrılmaya karar verenlerin yaptığı gibi şunu şart koşması iyidir: Bana verdiğin bir şeyi geri olmak istersen ben de tekrar senin kocan olurum.
İmam Cafer Sadık (a.s) der ki: Hul' mübarat yani karşılıklı ayrılma kararı ve muhayyerlik şeklindeki boşanma kararları, ancak cinsel ilişki olmaksızın, kadının temiz olduğu bir sırada ve iki şahidin huzurunda gerçekleşebilir. Hul' ile boşanmış kadın bir başkası ile evlenir, ondan da boşanırsa, eski kocası onunla evlenebilir. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle der: Koca, hul' veya mübarat usulü ile boşanan karısına iddet süresi içinde dönemez. Ancak karısı kararından döner ve pişmanlık duyarsa o başka. Bu durumda karısından aldığı malı geri verme suretiyle karısına dönebilir.
Men La Yahzuruhu'l-Fakih adlı eserde İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şu sözlerine yer verilir: "Kadın kocasına, 'Senin bir emrine itaat etmeyeceğim.' dese, bunun hangi emir olduğunu açıklasa da, açıklamasa da, adamın kadına verdiklerini alma hakkı doğar. İddeti süresinde kadını tekrar alamaz da."
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Ahmed, Sehl b. Ebu Hasmeden şöyle rivayet eder: "Sehl'in kızı Habibe, Sabit b. Kays b. Şammas'ın nikâhı altındaydı. Kadın adamdan tiksiniyordu. Sabit ufak tefek ve çirkin yüzlü biriydi. Kadın Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi ve şöyle dedi: 'Bu adamın yüzüne bakamıyorum. Eğer Allah'tan korkmasaydım, yüzüne tükürürdüm.' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) ona, 'Mehir olarak sana verdiği bahçeyi geri vermeye hazır mısın?' diye sordu. Kadın, 'Evet' dedi ve bahçeyi geri verdi. Resulullah da onları birbirinden ayırdı. İslâm'da ilk hul' şeklindeki boşanma buydu."
Tefsir'ul-Ayyaşî'de, "İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin." ifadesi ile ilgili olarak İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce Allah, zina eden kimseye öfkelenmiş ve ona yüz kırbaç vurulmasını öngörmüştür. Kim zina edene kızıp da cezasını arttırırsa, ben ondan beriyim. Allah'a sığınırım. '...Bunlar Allah'ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin...' ayeti ile kastedilen budur."
el-Kâfi'de Ebu Basir kanalıyla İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Bir başkası ile evlenip boşanmadıkça eski kocasına helâl olmayan kadın, bir kere boşanıp geri alınan, sonra üçüncü kez boşanan kadındır. Üçüncü kez boşanan kadın, bir başkasıyla evlenmedikçe ve adam tadına bakmadıkça eski kocasına helâl olmaz."
Ben derim ki: "Tadına bakmak (useylet)"la, cinsel ilişki kastedilmiştir. es-Sıhah da şöyle denir: Cinsel ilişkide bir zevk anı vardır. Bu zevk balın tadına benzetilmiştir. Kelimenin orijinalinin sonundaki küçültme amaçlı "ta"nın yer almasının sebebi, bal ile ilgili kelimelerin genellikle müennes olarak kullanılmasıdır. Bazılarına göre: Kelimenin müennes kılınmasının sebebi, bir parça zevk anlamını ifade etmesindendir. Altının bir parçasına "zehebet" denilmesi gibi.
"Tadına bakmadıkça" ifadesi, Rufaa kıssası kapsamında, Resulullah'ın söylediği şu sözden iktibas edilmiş gibidir: "Sen onun tadına, o da senin tadına varmadıkça bu olmaz."
Nitekim ed-Dürr'ül-Mensur tefsirinde, Bezzaz, Taberanî ve Beyhakî kanalıyla şöyle rivayet edilir: "Rufaa b. Samuel karısını boşadı. Kadın Resulullah'ın huzuruna gelerek şöyle dedi: 'Ya Resulallah, Abdurrahman benimle evlendi, ama onun şundan (üzerindeki elbiseden bir parça göstererek) başka bir şeyi yoktur.' Resulullah ise, bu sözlerine kulak vermiyordu. Sonunda şöyle buyurdu: Bana öyle geliyor ki, sen tekrar Rufaa'ya dönmek istiyorsun. Hayır, sen onun tadına, o da senin tadına bakmadıkça bu olmaz."
Bu rivayet meşhurdur. Ehlisünnet'ten sünen sahipleri ve başkalarından oluşan kalabalık bir grup rivayet etmişlerdir. Şia'dan da bazı kimseler bu hadisi rivayet etmiştir. Rivayetlerin lafızları arasında bir takım farklar olmakla birlikte, çoğusunda da bu son cümle aynı lafızlarla yer alır.
et-Tehzib adlı eserde, İmam Cafer Sadık'a (a.s) şöyle bir soru yöneltildiği rivayet edilir: "Boşanmış kadın, biri ile mut'a nikâhı ile evlense, sonra ilk kocasına dönebilir mi?" İmam buyuruyor ki: "Hayır. Çünkü yüce Allah, 'Yine onu boşarsa (üçüncü defa) kadın onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Eğer bu koca da onu boşarsa, onların... birbirlerine dönmelerinde ikisi için bir günah yoktur." buyuruyor. Halbuki müt'a evliliğinde boşanma yoktur."
Yine aynı eserde, Muhammed b. Mudarib'in şöyle dediği rivayet edilir: İmam Rıza'ya (a.s), "Üç talakla boşanmış kadın, iğdiş edilmiş bir adamla evlenip boşanırsa, eski kocasına helâl olur mu?" diye sordum." Helâl olmaz." cevabını verdi.
Tefsir'ul-Kummî'de, "Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa... haklarını ihlal edip zarar vermek için onları tutmayın." ayeti ile ilgili olarak, İmam'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Adam kadını boşadıktan sonra, eğer kadını istemiyorsa, onu geri alması kendisine caiz olmaz."
Men La Yahzuruhu'l-Fakih adlı eserde İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Bir adamın, karısını boşaması ardından hiç de ihtiyaç duymadığı hâlde tekrar geri alıp boşaması, uygun düşmez. Bu, yüce Allah'ın yasakladığı zarar amaçlı bir boşayıp geri almadır. Ancak adamın karısını boşayıp da, ardından nikâhı altında sürekli tutmak maksadıyla geri alması başka."
Tefsir'ul-Ayyaşî'de, "Allah'ın ayetlerini oyun konusu edinmeyin." ifadesiyle ilgili olarak, Ömer b. Cemi, bir rivayet zincirine yer vermeksizin, doğrudan Emir'ül-Müminin'den şöyle rivayet eder: "Bu ümmetten olup da Kur'ân okuduktan sonra ateşe girenler, Allah'ın ayetlerini oyun konusu edinenlerdir."
Buharî, "Sahih"inde, "Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamamlamışlarsa..." ayetinin içerdiği anlamla ilgili olarak şöyle bir rivayete yer verir: "Ma'kıl b. Yesar'ın kızkardeşini kocası boşadı. Sonra kadını, iddetini doldurana kadar geri almadı. Sonra tekrar onunla evlenmek istedi. Ama Ma'kıl buna izin vermedi. Bunun üzerine şu ayet indi: Onlara, kendilerini kocalarına nikâhlamalarına engel çıkarmayın."
Bu hadis ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Buharî'den, Neseî, İbn Mace, Tirmizî ve Ebu Davud gibi diğer bazı sünen sahiplerinden rivayet edilmiştir.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Süddî kanalıyla şöyle rivayet edilir: "Bu ayet, Ensardan Cabir b. Abdullah hakkında, inmiştir. Onun bir amca kızı vardı. Kocası onu bir kere boşadı. Kadının iddeti tamamlanınca tekrar onunla evlenmek istedi. Ama Cabir bunu kabul etmedi ve şöyle dedi: Amcamızın kızını boşuyorsun, sonra tekrar geri mi almak istiyorsun? Öte yandan, kadın da kocasına dönmek istiyordu. Bunun üzerine yüce Allah, 'Kadınları boşadığınızda...' diye başlayan ayeti indirdi."
Ben derim ki: Ehlibeyt mezhebine göre, erkek kardeşin ve amca oğlunun bir kadın üzerinde velâyet hakkı yoktur. Eğer sunulan bu rivayetlerden biri sahih ise, ayetteki yasaklama, velâyeti sınırlama amacına yönelik olmadığı gibi, bir vaz'i hükmü de geçerli kılıyor değildir. Tam tersine, iki eş arasına girmenin çirkinliğini ya da mekruhluğunu veya haramlığını vurgulamaya yöneliktir. Kadınların eski kocaları ile evlenmelerini engelleyen her kese ilişkin teklif nitelikli bir yasaklamadır, başka değil.
Tefsir'ul-Ayyaşî'de, "Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler." ifadesi ile ilgili olarak, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Çocuk süt emme çağında olduğu sürece, anne-babanın her biri eşit oranda bir velâyet hakkına sahiptir. Çocuk sütten ayrıldığı zaman, baba, soy itibariyle çocuk üzerinde daha çok hak sahibi olur. Şayet, baba, çocuğunu dört dirhem karşılığı emzirecek bir süt anne bulsa ve çocuğun öz annesi 'beş dirhemden aşağıya emzirmem.' diye tuttursa, adam çocuğu öz annesinden ayırıp süt anneye teslim edebilir. Ne var ki, çocuk açısından bir tür zorlamadır bu. Onu annesi ile bırakmak daha öncelikli, şefkat açısından daha uygun olur."
Yine aynı eserde, İmam'ın (a.s) "Anne, çocuğu dolayısıyla zarara uğratılmasın..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Kadın, kendisi ile cinsel ilişki kurmak isteyen kocasının göğsüne ellerini red anlamında koyar ve şöyle derdi: 'Bırakmam. Kucağımda bebeğim olduğu hâlde hamile kalmaktan korkuyorum.' Veya kocası ona şöyle derdi: 'Seninle ilişki kurmayacağım. (Kız çocuğuna) hamile kalmandan, dolayısıyla çocuğumu öldürmemden korkuyorum.' Bunun üzerine yüce Allah erkeğin kadına, kadının da erkeğe zarar vermesini yasakladı."
Yine aynı eserde, İmam Muhammed Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'tan (her ikisine selâm olsun) şöyle rivayet edilir: "Mirasçı üzerindeki sorumluluk da bunun gibidir." ayeti nafaka ile ilgilidir. Babanın sorumluluğu kadar, onun meşru varisinin de kadına nafaka verme yükümlülüğü vardır.
Adı geçen eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s), bu ayetle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Mirasçı da kadına zarar veremez." Çocuğun ona gitmesine izin vermeyeceğim" diyemez. Kadın da eğer yanında bir şeyler varsa, (geri vermeli) bununla çocuğu da zarara uğratamaz. Mirasçılar da çocuğa zorluk çıkarmamalıdır."
Aynı eserde, Hammad İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Çocuk sütten kesildikten sonra, artık emzirme olmaz." Dedim ki: "Sana feda olayım. Çocuğun sütten kesilme süresi ne kadardır? Buyurdu ki: Yüce Allah'ın ayet-i kerimede sözünü ettiği iki yıl."
Ben derim ki: İmamın "iki yıl" sözü, ayette geçen lafzın hikayesi niteliğindedir. Bu yüzden "Allah'ın sözünü ettiği" şekilde vasfetmiştir.
ed-Dürr'ül-Mensur tefsirinde, Abdurrezzak "Musannaf" adlı eserde ve İbn Adiy Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet eder: "Büluğ çağından sonra yetimlik olmaz. Çocuk normal sürenin sonunda sütten ayrıldıktan sonra bir daha emzirme olmaz. Bir gün boyunca akşama kadar konuşmama orucu tutmak geçersizdir. İki gün üst üste iftarsız oruç tutmak caiz değildir. Günah amaçlı adak olmaz. Günah uğrunda infak yapılmaz. Akrabalık bağlarını kesme amacı ile yemin edilmez. Hicret zamanı, bir Müslümanın küfür diyarını terketmemesi doğru değildir. Fetihten sonra da hicret olmaz. Kadının kocasına karşı, oğulun babasına karşı, kölenin efendisine karşı ettiği yeminlere bağlı kalmak gerekmez. Evlenilmeden karı boşanmaz. Sahip olunmadan köle azad edilmez."
Tefsir'ul-Ayyaşî'de Ebu Bekir el-Hadremi kanalıyla İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İçinizde ölenlerin geride bıraktıkları eşler, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler." ayeti inince, kadınlar Resulullah'ın huzuruna gelip onunla tartıştılar ve dediler ki: "Bu kadar beklemeye sabredemeyiz." Resulullah onlara dedi ki: "Eskiden birinizin kocası öldüğünde deve tersini alır, arkasına dökerek bir örtünün arkasına girerdi. Öylece oturuyordu. Bir yıl dolunca deve tersini alır, sonra onu gözlerine sürme olarak çekip evlenirdi. Şimdi ise yüce Allah, sekiz ay beklemenizi üzerinizden kaldırdı."
et-Tehzib adlı eserde, İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Her türlü nikâh ile evlenen bir kadın, ister hür, ister cariye olsun, ister mut'a nikâhı ile, ister daimi evlilik nikâhı ile ve ister cariye olma suretiyle evli bulunsun, kocası öldüğü zaman, iddeti dört ay on gündür."
Tefsir'ul-Ayyaşî'de, Muhammed b. Müslim, İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: Ona dedim ki: Sana feda olayım, nasıl olur da, boşanmış kadının bekleme süresi üç aybaşı hâli veya üç ay olur; buna karşın kocası ölen kadının bekleme süresi dört ay on gün olur? Buyurdu ki: "Boşanmış kadının, üç aybaşı hâli beklemesi, rahimde ceninin olup olmadığının anlaşılması amacına yöneliktir."
"Kocası ölen kadının dört ay on gün beklemesine gelince; yüce Allah kadınların lehine bir şart, aleyhlerine de bir şart koşmuştur. Lehlerine koştuğu şart şudur: Erkeğin eşi ile ilişki kurmamaya yemin etmesi(yle yapması) durumunda şu hükmü yürürlüğe koymuştur: 'Kadınlarından uzaklaşmaya yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır.' [Bakara, 226] Bir insanın dört aydan fazla karısından uzak durması caiz değildir. Çünkü yüce Allah, kadınların erkeksizliğe dayanma sınırının dört ay olduğunu biliyor. Kadınların aleyhlerine koştuğu şart ise şudur: Kocaları öldüğünde, dört ay on gün beklemelerini öngörmüştür. Adam hayattayken, kadının lehine olmak üzere aldığı süreyi, o ölürken onun lehine olmak üzere kadından alıyor."
Aynı anlamı içeren bir haber başka kanallardan İmam Rıza (a.s) ve İmam Hadi'den (a.s) rivayet edilmiştir.
Tefsir'ul-Ayyaşî'de, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Kadınları nikâhlamak istediğinizi onlara sezdirmenizde size bir günah yoktur." ayeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Kadın iddetini doldururken ona güzel söz söyleyerek ilgisini çekersin. 'Ben şunu yaparım veya şu kötü şeyi yaparım ya da her çirkin şeyi yaparım.' demesin." Bir diğer rivayette şöyle bir ifade yer alır: "Kadın iddetini doldururken ona şöyle dersin: 'Ey falanca, sadece seni mutlu etmeyi severim. İddetin dolduğunda, inşaallah beni gözden kaçırmazsın, yalnız başına kalmayı istemezsin.' Bütün bunları yapabilirsin ama, nikâh kıymaya kalkışamazsın."
Bu konuda, Ehlibeyt İmamları'ndan başka hadisler de rivayet edilmiştir.
Tefsir'ul-Ayyaşî'de, "..Kadınları boşamanızda size bir günah yoktur." ayeti ile ilgili olarak İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Adam, cinsel ilişki kurmadan önce karısını boşarsa, belirlenen mehrin yarısı kadınındır. Şayet mehir belirlenmemişse, örfe uygun bir yararlandırma ile kadına ödemede bulunulur. İmkânları geniş olan imkânlarına göre, eli darda olan da gücüne göre bir şeyler verir. Bu şekilde boşanan bir kadın için iddet bekleme zorunluluğu yoktur. Taliplisi çıkarsa, o saatte de evlenebilir."
el-Kâfi adlı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s), cinsel ilişki kurmadan karısını boşayan bir adam hakkında şöyle dediği rivayet edilir: "Eğer adam kadın için bir mehir belirlemişse yükümlülük altına girdiği miktarın yarısını kadına vermek zorundadır. Şayet bir mehir belirlememişse onun durumundaki kadınların yararlandıkları miktar kadar bir mal vererek kadını yararlandırmalıdır."
Bu rivayette, "maruf bir şekilde yararlandırma" ifadesi tefsir ediliyor.
el-Kâfi, et-Tehzib, Tefsir'ul-Ayyaşî ve başka kaynaklarda, İmam Muhammed Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "nikâh bağı elinde olan..." ifadesini "kadının velisi" şeklinde açıkladıkları rivayet edilir.
Bu yorumu destekleyen rivayetlerin sayısı oldukça kabarıktır. Ehlisünnet ve'l-Cemaat kanallarınca Resulullah (s.a.a) ve Hz. Ali'ye (a.s) dayandırılan bazı rivayetlerde "nikâh bağını elinde bulunduran"ın "koca" olduğu belirtilir.
el-Kâfi, Men La Yahzuruhu'l-Fakih, Tefsir'ul-Ayyaşî'de ve Tef-sir'ul-Kummî'de, "Namazları ve orta namazı koruyun." ayetinin tefsiri bağlamında, çeşitli rivayet kanallarından, İmam Muhammed Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Kuşkusuz orta namazı, öğle namazıdır." dedikleri rivayet edilir.
Ben derim ki: Bu görüş Ehlibeyt İmamları'ndan konuya ilişkin olarak, aynı ifade tarzıyla rivayet edilen hadislerden ağır basan bir değerlendirmedir. Elbette, Ehlibeyt İmamları'ndan gelen bazı rivayetlerde, orta namazının cuma namazı olduğu belirtilir. Ancak bu rivayetlerde onların öğle ile cuma namazını bir gördükleri, iki ayrı namaz olarak değerlendirmedikleri unutulmamalıdır. Nitekim el-Kâfi ve Tefsir'ul-Ayyaşî'de Zürare kanalıyla İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: (Rivayetin metni el-Kâfi'den alınmıştır) Yüce Allah buyuruyor ki:
"Namazları ve orta namazı kuruyun. Orta namaz öğlen namazıdır. Resulullah'ın kıldığı ilk namazdır. Öğlen gündüzün ortasıdır. Öğlen namazı, gündüzün kılınan sabah ve ikindi namazlarının ortasındaki bir vakitte kılınır. Bu ayet indiği zaman, Resulullah (s.a.a) bir seferde bulunuyordu. Bu namazın içinde kunut duasını da okudu. Bundan sonra öğlen namazının seferde ve hazarda bu hâliyle kılınmasını öngördü. Mukim olan için de iki rekat ilave etti. Ancak Resulullah (s.a.a) mukim (seferde olmayan) için ilave ettiği bu iki rekatı, cuma gününe özgü bir uygulama olmak üzere kaldırdı. Çünkü imamın okuduğu iki hutbe, iki rekat yerine geçmektedir. Bu yüzden cuma günü cemaatle namaz kılmayan bir kimse diğer günlerdeki gibi, öğlen namazını dört rekat kılmalıdır..."
Görüldüğü gibi, rivayette öğle ve cuma namazları, bir namaz olarak değerlendiriliyor ve bunun ayette işaret buyrulan "orta namaz" olduğuna hükmediliyor. Ne var ki konuya ilişkin rivayetlerin bir çoğunun rivayet zincirinde kopukluk vardır. Rivayet zinciri sağlam olanlarınsa, metinlerinde karışıklık göze çarpmaktadır. el-Kâfi'de yer alan rivayeti buna örnek gösterebiliriz. Bunun yanında, rivayetin, incelediğimiz ayete tatbiki ve uygunluğu da pek açık değildir. Yine de, doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Ahmed, İbn Menî', Neseî, İbn Cerir, Şaşi ve Ziya Zibrekan kanalıyla şöyle rivayet ederler: Bir gün Zeyd b. Sabit, toplu hâlde bir yerde bulunan Kureyş kabilesine mensup bir grup insanın yanından geçiyordu. Onlar, iki köleyi ona göndererek "orta namazı" hakkındaki görüşünü sordular. Dedi ki: "Öğle namazıdır." Onu bırakıp Usame b. Zeyd'in yanına geldiler ve ondan sordular. O şu cevabı verdi: Orta namazı, öğle namazıdır. Resulullah Hecir denilen yerde öğlen namazını kıldığı zaman arkasında bir veya iki saf insan bulunuyordu. Geri kalan insanlar, sohbete dalmış günlük işleriyle uğraşıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Namazları ve orta namazını koruyun ve Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak itaat edin." Ayetin inişinden sonra Resulullah efendimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: İnsanlar ya namaz vakti günlük işleri ile uğraşmaktan vazgeçerler ya da evlerini yakarım."
Ayetin iniş sebebi olarak rivayet edilen bu olay, başka bir kanaldan Zeyd b. Sabit'e ve başkalarına da dayandırılmıştır.
Biliniz ki: "Orta namazı"nın açıklamasına ilişkin yorumlar, grupların dayandıkları rivayetlerin farklılığına paralel olarak, farklılık arzetmektedir. Bazılarına göre, orta namaz, sabah namazıdır. Bu görüş Hz. Ali'den (a.s) ve bir grub sahabeden rivayet edilmiştir. Bir gruba göre; öğle namazıdır. Bu da Resulallah'tan ve bazı sahabelerden aktarılmıştır. Diğer bazısına göre; ikindi namazıdır. Bu da Resulullah'tan ve bazı sahabelerden rivayet edilmiştir. Suyutî, ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirinde, bu hususta elli küsûr hadis rivayet eder. Bir diğer grup da: Orta namazının, akşam namazı olduğu görüşündedir. Bazılarına göre, orta namazının hangi namaz olduğu belli değildir. Tıpkı, kadir gecesinin, geceler içinde gizlenmiş olması gibi, o da namazlar içinde gizlenmiştir. Bu iki yorumla ilgili olarak da bazı sahabelerden bunu pekiştirici sözler rivayet edilmiştir. "Yatsı namazıdır." diyenler ve "cuma namazıdır." diyenler de vardır.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "Allah'a gönülden boyun eğiciler olarak itaat edin." cümlesi ile ilgili olarak: "Namazda ayakta iken dua etme hâli kastedilmiştir. Bu yorum, İmam Muhammed Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir." şeklinde bir açıklama yer alır.
Bazı sahabelerden de benzeri yorumlar rivayet edilmiştir.
Aynı ayet hakkında, Tefsir'ul-Ayyâşî'de, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) ın şöyle dediği belirtilir: "Kişinin namaza özen göstermesi, vaktinde kılması, namazdan alıkoyucu, oyalayıcı şeylerden kaçınması kastedilmiştir."
Bu iki rivayet arasında bir çelişki olmadığı açıktır.
el-Kâfi'de, İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Eğer korkarsanız, yaya veya binekte iken kılın." ifadesinin açıklaması bağlamında şöyle dediği belirtilir: "Kişi yırtıcı hayvanlardan veya hırsızlardan korkarsa, tekbir getirerek namaza başlar ve gerisini işaretle tamamlar."
Men La Yahzuruhu'l-Fakîh adlı eserde savaşta namaz kılma hakkında İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Bu namaz tekbir ve tahlil (La ilâhe illallah, deme)den ibarettir." dediği, sonra da bu ayeti okuduğu rivayet edilir.
Yine aynı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Eğer korkulu bir yerde bulunuyorsan ve soygunculardan ve yırtıcı hayvanlardan korkuyorsan, farz namazını bineğinin sırtında kıl."
Aynı eserde, İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Soygunculardan korkan bir kimse, bineğinin sırtında, işaretle namaz kılabilir."
Aynı değerlendirmeyi pekiştiren rivayetlerin sayısı oldukça kabarıktır.
Tefsir'ul-Ayyaşî'de, Ebu Basîr'in şöyle dediği anlatılır: İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s), "İçinizde ölüp de geride eşler bırakanlar, evlerinden çıkarılmaksızın, bir yıla kadar yararlanmaları için eşlerine vasiyet bıraksınlar." ayetini sordum. Dedi ki: "Bu ayetin içerdiği hüküm yürürlükten kaldırılmıştır (neshedilmiştir)." "Nasıl?" diye sordum, şu cevabı verdi: "Adam öldüğünde, malının ana kısmından karısına bir miktar ayırırdı ki, bir yıllık geçimini sağlayabilsin. Sonra kadın, kocasının mirasından pay almaksızın evden çıkmak durumunda kalırdı. Daha sonra bu hüküm, kadının kocasının mirasından dörtte bir ve sekizde bir pay alması hükmünü içeren ayetin inmesi ile birlikte yürürlükten kaldırıldı. Bundan sonra kadına kendi payından infak edilir oldu."
Aynı eserde, Muaviye b. Ammar'ın şöyle dediği belirtilir: İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s), "İçinizde ölüp de..." diye başlayan ayetin izahını sordum. Buyurdu ki: "Bu ayet neshedilmiştir. Onun hükmünü 'kendi kendilerine dört ay on gün beklerler.' ayeti ile kadınlara kocanın mirasından pay ayrılmasını öngören miras ayeti yürürlükten kaldırmıştır."
el-Kâfi ve Tefsir'ul-Ayyaşî'de belirtildiğine göre İmam Cafer Sadık'a (a.s), "Bir adam karısını boşarsa, onu malından yararlandırır mı?" diye soruldu, buyurdu ki: "Evet, adam muhsinlerden olmayı istemez mi? Muttakilerden olmayı istemez mi?"
İLMÎ Araştırma: İslâm'da kadın
Bilindiği gibi, İslâm'ın yasa koyucusu ulu Allah olması hasebiyle yasaları, beşerî kanunlarda olduğu gibi deneyimlere göre biçimlenmezler. Ancak aklın İslâm yasalarına ilişkin sağlıklı bir değerlendirmede bulunması için, günümüz toplumlarına ve geçmiş yüzyıllara egemen olan hüküm, yasa ve töreler üzerinde gözlemci bir tavırla durmak zorundayız. Ardından, insanın mutluluğuna elverişli olanı bulup ortaya çıkarmak gibi bir yükümlülüğümüz vardır. Yanı sıra, araştırma ve incelemelerimizi düşünsel görüş ve metotlara uyarlayıp, İslâm'ın ve beşerî deneyim ürünü yasaların pozisyonunu belirlemek, İslâm yasalarının canlı ve dinamik ruhunu, beşerî yasaların ölgün ve klişeleşmiş ruhundan ayırt etmemiz kaçınılmazdır. Bu da, bir diğer kaçınılmazı gündeme getirir: Milletlerin tarihini ve hayat tarzını incelemek. Günümüz toplumlarının karakteristik özelliklerini ve dünya görüşlerini incelemek…
İslam'ın aşağıda sıralanan kadınlarla ilgili hususlarda görüşünü ve benimsediği ilkeleri araştırırken kadının tarihini bilmek gerekir.
1- Kadının kimliği ve kadın kimliği ile erkek kimliğinin karşılaştırılması.
2- Kadının toplumsal dengedeki yeri. İnsanlık bağlamında, kadının hayat üzerindeki etkinliğinin oranını bilmek açısından önemlidir.
3- Kadın hakları ve kadınlar için konulmuş yasalar.
4- Kadınlara ilişkin hükümlerin dayandığı temel.
İslâm'ın bu hususlarla ilgili görüşlerini incelerken, İslâm'ın doğuşundan önce, kadının yaşadığı tarihsel sürecin ne olduğunu, gayrimüslim toplumlardan günümüzün uygar ve uygar olmayan toplumlarına kadar kadının nasıl bir muamele gördüğünü araştırmak gerekir.
Kitabımızın kapsamını epey zorlayacak olmasına karşın, meselenin daha iyi kavranması için, bu hususlara bir parça değinme gereğini duyuyoruz.
İlkel Toplumlarda Kadın
Afrika, Avustralya, Büyük okyanusun meskun adalarında ve Amerika kıtasında yaşayan ilkel kabile ve topluluklar arasında, erkeğe göre kadın, insana göre evcil bir hayvan gibi algılanıyordu.
İnsanoğlu, kullanma içgüdüsünden hareketle, hayvanlara sahip olma, onları dilediği gibi kullanma ve istediği ihtiyacını giderme hakkını görmektedir kendisinde. Bu gerekçeyle evcil hayvanların yünlerinden, kıllarından, etlerinden, kemiklerinden, derilerinden, sütlerinden yararlanır. Onları ağıllarda korur, besler. Çiftleştirir, yavrusundan istifade eder. Taşımada kullanır. Tarla sürer. Avcılıkta, onların yeteneklerinden yararlanarak yabani hemcinslerini avlar. Bunun gibi sayılmayacak kadar çok faydası vardır insana.
Bu dilsiz hayvanların hayattan bir beklentileri yoktur. Yiyecek, içecek, barınma, çiftleşme ve dinlenme hususunda bir arzuları olmaz. Kendilerine sahip olan insan ne dilerse o olur. İnsan da, ancak hayvanı kullanma hakkına halel gelmeyecek şekilde, onun temel ihtiyaçlarının giderilmesine razı olur.
İnsan-hayvan arasındaki bu ilişki tarzı, çoğu zaman son derece zalimce ve çarpık bir görüntü arzeder. Kullanılan hayvan açısından büyük haksızlıklar yaşanır. Eğer hayvan kendi adına karar verme niteliğine ve kapasitesine sahip olsaydı, kuşku yok ki, tepkisi çok farklı olacaktı. İnsan-hayvan, ilişkisinin bir sonucu olarak bazı hayvanlar, işledikleri hiç bir suç olmadığı hâlde, mazlum konumundadır. Yardıma muhtaçtır, ama yardım edecek kimsesi yoktur. Kimisi zalim konumundadır, ama onu zulmünden alıkoyacak kimse bulunmaz. Bazısı da hiç de hak etmediği hâlde mutlu bir hayat yaşar. Söz gelimi döl elde etmek için beslenen soylu atlar, nimetler içinde lezzetli bir hayat sürdürürler. Bazısı da hak etmediği hâlde mutsuzdur. Yük eşeği ve dolap beygiri örneğin.
Hayvanın hayat hakkı da yoktur. Ancak sahip pozisyonundaki insan, ona bir şans tanısa başka. Bir kimse hayvana karşı bir suç işlese, ancak sahibi olan insanın malına verdiği zarar açısından sorumlu tutulur.Hayvanın kendisine karşı her hangi bir sorumluluk taşımaz. Çünkü insanoğlu, hayvanın varlığını kendi varlığının bir uzantısı, hayatını da kendi hayatının bir ayrıntısı, konumunu da asalak bir konum olarak değerlendirir.
Söz konusu ilkel toplum ve kabilelerin hayatında, kadın da erkek karşısında böyle bir konumdaydı. Onunkisi asıl olmayan bir hayattı. Onlara göre kadın erkek için yaratılmıştır. Bu kadar kesin ve mutlaktı değerlendirmeleri: Kadın varlık ve hayat olarak onlara tâbiydi. Bağımsız bir hayatı yoktu. Kendine özgü hakları da olamazdı. Onlar evlenmedikçe babaları, evlendikten sonra da kocaları, üzerlerinde mutlak bir velâyet hakkına sahiptiler.
Erkek, kadını isteyen birine satabilirdi. Bir başkasına hibe etmek yetkisi de vardı. Yatmak, çocuk elde etmek ya da hizmetçi olarak kullanmak amacı ile ödünç isteyen birine, erkek kadını ödünç verebilirdi. Erkek kadını ölüme kadar varan şiddet nitelikli yöntemlerle eğitebilir. Ölüme terk edebilirdi. İstese onu öldürür, bir hayvan gibi açlık zamanlarında veya toplu ziyafetlerde etini yiyebilirdi. Kadına ait her şey erkeğindi. Özellikle alış veriş ilişkilerinde kadının elde ettiği gelirler onundu.
Babası veya kocası olsun, erkek ne emrettiyse, kadın ister-istemez itaat etmek zorundaydı. Erkeğe ya da kendisine ilişkin bir meselede kendi başına hareket etme hakkı yoktu. Ev işlerini, çocuk bakımını ve erkeğin ihtiyaç duyduğu her şeyi görmek zorundaydı. Yük taşıma, toprak işinde, kazı ve ağır sanatlarda çalıştırılırdı.
Bu toplumlardaki tuhaflıklar o düzeye ulaşmıştı ki, gebe bir kadın doğumu yapar yapmaz kalkıp ev işlerini görmek durumundaydı. Erkekse, hiçbir hastalığı olmadığı hâlde günlerce yatağa uzanır, tedavi görürdü. Bu toplumlarda kadının lehine ve aleyhine olan durum bundan ibaretti. Bu ilkel kuşakların her birinin kendine özgü karakteristik özellikleri, ulusal yasa ve kuralları bulunurdu. Çevrelerinden, hayat koşullarından edindikleri gelenekleri vardı. Konuya ilişkin eserleri inceleyenler, bu hususla ilgili ayrıntılı bilgiler edinebilirler.
İslâm Öncesi Uygar Toplumlarda Kadın
Bu niteleme ile kastettiğimiz, atalarından miras yoluyla devralınan gelenekler aracılığı ile korunan ulusal törelere göre idare edilen ve bir gök menşeli kitaba veya yasaya dayanmayan Çin, Hind, eski Mısır ve eski İran gibi köklü uygarlıklara sahip topluluklardır.
Bu toplumların hepsinin ortak noktası şuydu: Kadın ne iradesi, ne de amelleri bakımından, özgür ve bağımsızdı. Tam tersine, başkasının velâyeti ve yönetimi altındaydı. Kendi başına bir iş göremez, bir sonuç alamazdı. Yönetim, yargı vb. gibi toplumsal işlere müdahale etme hakkına sahip değildi.
Para kazanma olsun, başka işlerde olsun, her konuda erkeğe katkıda bulunmak zorundaydı.
Ayrıca, ev işlerine bakmak ve çocukla ilgilenmek özel olarak onun göreviydi. Erkeğin her emrine itaat etmek, her istediğini yerine getirmek onun için bir zorunluluktu.
İlkel toplumlara göre kadın, bu toplumlarda son derece müreffeh bir ortamda yaşıyordu. En azından öldürülüp eti yenmezdi. Mal sahibi olmasına büsbütün engel olunmazdı.Tersine, miras ya da evlilik yoluyla özel mülkiyete sahip olma imkânı bulunuyordu. Ama kendi malı üzerinde bağımsız tasarrufta bulunma hakkına sahip değildi. Erkek sayısız kadınla evlenebilirdi. Bu konuda bir sınırlandırma yoktu. Dilediğini de boşayabilirdi. Koca karısının ölümünden sonra evlenebilirdi, ama, bunun tersi pek olmazdı. Genelde ev dışında bir takım kimselerle diyalog kurması yasaklanırdı.
Bu toplulukların her birinin çevresinden ve sosyal yapısından kaynaklanan karakteristik özellikleri vardı. Söz gelimi, eski İran'daki kast sistemi, yüksek sınıflara mensup kadınların yönetime karışmalarına ya da iktidarı ele geçirmelerine veya anne, kız kardeş ve kız çocuğu ile evlenmeye izin vermekle, diğerlerinden ayrılıyordu.
Çin de ise, kadınla evlenmek, onu ve sahip olduğu şeyleri satın alma anlamına geliyordu. Kadın mirastan pay alamazdı. Oğulları dahi olsa, erkeklerle oturup yemek yiyemezdi. Birçok erkek ortaklaşa bir kadınla evlenip ondan ve çalışmasından ortak bir şekilde yararlanabilirlerdi. Çocuksa, genelde kocalar içinde güçlü olana nispet edilirdi.
Hindistan'da, kadınlar kocalarının uydularıydılar. Kocanın ölümünden sonra kadın ebediyen evlenemezdi. Ya kocalarının cesedi ile birlikte diri diri yakılır ya da hayatlarının sonuna kadar aşağılanmış ve horlanmış olarak yaşamaya mahkum edilirlerdi. Aybaşı hâlinde, uzak durulması gereken pis ve necis varlıklar olarak algılanırlardı. Giysileri ve elleri veyahut diğer organlarıyla dokundukları her şey pis kabul edilirdi.
İslâm öncesi uygar toplumlarda kadının durumu, hayvan-insan arası bir ara dönem olarak tanımlanabilir. Ortalama, zayıf bir insan gibi, istifade edilirdi kendisinden. Ki hayatı boyunca ortalama bir insan olarak hareket etmekten başka seçeneği yoktu. Tıpkı velisinin himayesindeki bir küçük çocuk gibi. Ancak kadının velâyet ve vesayet altındaki hayatı sürekliydi.
Diğer Toplumlarda Kadın
Az önce sözünü ettiğimiz toplumların hayat tarzları, özel töre ve kuralları içinde yaşadıkları çevre ve miras alınan geleneklere dayanıyordu. Bir gök menşeli kitaba ya da kanuna bağlı değildiler.
Ancak o sırada bir kanuna ya da kitaba bağlı olarak yaşayan başka toplumlar hayat sürdürüyordu. Keldanîler, Roma ve Eski Yunan gibi.
Keldanîlerin ve Asurluların hayatına egemen olan "Hamurabî yasaları" kadının kocasına tâbi olmasını ve irade ve amel açısından bağımsızlığının yok sayılmasını ön görüyordu. Öyle ki, şayet kadın, karı-koca ilişkileri ile ilgili bir hususta kocasına itaatsizlik etseydi veya bu konuda, bir şekilde bağımsız hareket etseydi, kocası onu evinden atmak veya üzerine kuma getirip onu salt bir cariye gibi kullanma hakkına sahipti. Ev işlerinde israf etmek ya da tedbirsiz davranıp saçıp savurmak gibi bir hata işleyecek olsaydı, kocası onu yargıca şikayet eder ve eğer mahkemece suçu sabit görülseydi onu suda boğabilirdi.
Roma toplumu, medeni kanun bazında, en eskilere dayanan toplumlardandır. Roma toplumunda ilk kanun, milattan dört yüz yıl önce konulmuştu. Sonra bu kanunu aşamalı olarak geliştirdiler. Roma hukuku, eve kendine özgü işlerde, bir bağımsızlık tanır. Kadının kocası ve çocukların babası bir bakıma evin tanrısıdır. Ev halkı ona tapardı. O da, evin kuruluşunu gerçekleştiren atalarına tapardı. Bu yüzden ev halkı ile ilgili olan her istediğini yaptırma, onları istediği gibi kullanma yetkisi bulunuyordu. Uygun görürse ailesinin bir ferdini öldürebilir ve buna kimse karşı çıkamazdı. Evdeki kadınlar, yani eş, kız çocuğu ve kız kardeş, erkeklerden çok daha aşağı bir konumdaydılar. Evin tanrısına tâbi konumundaki oğullar bile onlardan üstün tutulurdu.
Kadınlar uygar toplumun bir parçası sayılmazlardı. Şikayetleri dik-kate alınmaz, yaptıkları bir muamele geçerli sayılmazdı. Toplumsal işlere müdahale etmeleri uygun görülmezdi. Fakat erkekler, yani kardeşler ve oğullar, hatta evlâtlıklar (Evlât edinme ve çocuğun babasından başkasının nesebine dahil edilmesi, Romalılar arasında yaygın bir uygulamaydı. Aynı uygulama eski Yunan'da, İran'da ve cahiliye Arabistan'ında da revaçtaydı.) ev tanrısının, onlara, kendi şahıslarını ilgilendiren meselelerde bir tür bağımsız hareket etme yetkisi tanıması mümkündü.
Kadınlar evin temel bir unsuru sayılmazlardı. Evin temel unsuru erkeklerdi; kadınlar da onlara tâbiydiler. Miras ve benzeri durumlarda geçerliliği olan resmi-toplumsal akrabalık erkekler için geçerliydi. Kadınlara gelince, ana-kız ve kız kardeşler arası bir akrabalığa sahip olmadıkları gibi, ana-oğul, kız kardeş-erkek kardeş, kız-baba arasında da bir akrabalık söz konusu değildi. Resmî akrabalığı olmayanın, mirastan pay alması da düşünülemezdi. Kuşkusuz aralarında (doğumdan kay-naklanan) doğal akrabalık vardı. Kimi zaman, mahremlerle evlenme ve ev tanrısının velâyeti gibi durumlarda toplumsal boyutta belirginlik kazandığı da olurdu.
Kısacası, onlara göre kadın asalak bir varlıktı. Toplum içinde (sosyal hayatta ve ev içinde) uydu bir hayat sürdürüyordu. Hayat dizginleri ve iradesi, şayet baba evindeyse baba şahsında, eğer evliyse koca şahsında veya bir başkasında somutlaşan ev tanrısının elinde bulunuyordu. Tanrısı ona dilediğini yapardı. Hakkında istediği hükmü verebilirdi. İsterse satar, birine hibe eder ya da kâr amacıyla kiraya verirdi. Bazen ödemek zorunda olduğu borç, haraç ya da vergiye karşılık olarak verilirdi. Ev tanrısı, öldürmek, dövmek ve işkence etmek suretiyle onu cezalandırabilirdi. Şayet kadın evlenmek ya da çalışmak suretiyle bir mal kazanmışsa, tasarruf yetkisi tanrı pozisyonundaki aile reisine aittir. Elbette kadın miras yoluyla mülk edinemezdi. Çünkü yasalara göre mirastan mahrumdu. Erkeğin iznine bağlıydı. Evlenmesi babasının ya da akrabalarından bir reis erkeğin, boşanması da kocasının elindeydi.
Eski Yunan'daki durumsa, ailenin yapısı ve aile reisinin tanrısal po-zisyonu bakımından Roma toplumuna yakındı.
Sosyal hayat ve aile hayatı, Yunanlara göre erkeğe bağlıydı. Kadınsa uydu konumundaydı. Kadının irade ve hareket bağımsızlığı yoktu. Ancak erkeğin velâyeti altında hareket edebilirdi. Ne var ki, bu toplumların tümü de, bu tutumlarıyla, gerçekte, kendileriyle çelişiyorlardı. Yasaları, kadınların aleyhine olan bir durumda, onların bağımsızlığını, buna karşın, lehlerine olan bir durumdaysa, erkeğin yararına olduğu sürece onun velâyet altında oluşunu öngörürdü. Söz gelimi kadın işlediği tüm suçlardan dolayı bağımsız bir birey olarak algılanır ve cezalandırılırdı. Buna karşılık, iyi davranışları ödüllendirilmez, çıkarı gözetilmezdi. Olsa olsa erkeğe tâbi olarak ve onun velâyeti altında, bir şekilde değer bulabilirdi.
Bütün bunlar gösteriyor ki, söz konusu toplumlara egemen olan yasalar, kadını, toplumun uydu bir şahsiyete sahip zayıf bir parçası olarak görmüyordu. Tam tersine onu, toplumun bünyesi için zararlı bir unsur olarak değerlendiriyordu. Toplumsal sağlık açısından tehlikeli bir varlıktı. Ne var ki, toplum da, neslin devamı açısından kadına yönelik zorunlu bir ihtiyaç hissediyordu. Bundan dolayı özen gösterilmeliydi.
Bir suç işlediği zaman, cerimesini çekecekti. Güzel ya da yararlı bir şey yaptığı zaman da erkekler bundan yararlanacaktı. Onu iradesi ile baş başa bırakmamak gerekirdi. Kötülüğünden korunmak için tedbiri elden bırakmamalıydı! Tıpkı yenilgiye uğratılan ve tutsak alınarak ömür boyu baskı altında tutulan güçlü bir düşman gibi... Bir kötülük işlediğinde cezalandırılır. Bir iyilik yaptığında teşekkür edilmez.
Sizin de duymuş olduğunuz: "Bu toplumlarda, erkek toplumsal varlığın tek unsuru olarak algılanırdı." sözü, sadece erkek çocukları gerçek evlât olarak görmelerine neden oldu. Çünkü neslin devamı, onların varlığına bağlıydı. Evlât edinme ve başkasının çocuğunu soyuna katma uygulamalarının altında yatan neden buydu. Çünkü, aile reisinin erkek çocuğa sahip olmadığı bir aile yıkılmaya mahkumdu. Nesil için yok oluş ve yıkılış kaçınılmazdı. Bu yüzden, erkek çocukları olmayan aile reisleri, nesillerinin yıkımını ve erkeklerin ölümünü önlemek için evlât edinme yoluna başvurmak zorunda hissederlerdi kendilerini. Kendi soylarından gelmeyen oğulları, kendi oğulları olarak ilan ederlerdi. Bunlar yasalar önünde resmen evlât edinenin oğlu kabul edilirlerdi, mirasa ortak olur, öz evladın sahip olduğu tüm haklara sahip olurlardı. Bir adam kısır olduğuna, çocuğunun olmayacağına iyice kanaat getirdiği zaman, kardeşi ve kardeşinin çocuğu gibi bir yakınına, kendi eşi ile yatmasını önerirdi. Ki ondan bir evlât edinebilsin, doğacak çocuğu kendi soyuna katsın ve böylece aileyi yıkılmaktan kurtarsın.
Eski Yunandaki evlenme ve boşanma durumu, roma toplumuna çok benziyordu. Birden çok kadınla evlenmek serbestti. Ancak, bir adamın birden çok karısı olunca, bunlardan sadece biri resmi eş, geri kalanları gayri resmi eş olarak kabul edilirlerdi.
Arap Toplumunda Kadın ve Arabistan'ın Hayat Tarzı
(Kur'ân'ın İndiği Ortam)
Araplar, tarihin bilinen çağlarından beri Arap yarımadasında yaşıyorlardı. Burası sıcak ve kurak bir mıntıkadır. Toplumun büyük çoğunluğu uygarlıktan ve yerleşik hayattan uzak bedevi kabilelerden oluşuyordu. Komşu kabilelere yönelik gece baskınlarından elde ettikleri ganimetlerle geçiniyorlardı. Bir yandan İran, bir yandan Roma, bir yandan da Habeşistan ve Sudana bitişiklerdi.
Bu yüzden törelerinin karakteristik özelliği barbarlıktı. İran'dan, Romalılardan, Hind ve Mısır uygarlıklarından bazı gelenekler de edinmemiş değillerdi.
Araplar, kadına bağımsız bir hayat hakkı tanımıyorlardı. Kadın say-gı görmezdi. Onur sahibi olarak algılanmazdı. Evin saygınlığı ve onuru dışında bir değer ifade etmezdi. Araplar, mirastan kadına pay ayır-mazlardı. Tıpkı Yahudiler gibi, onlar da sınırsız sayıda kadınla evlenebilirlerdi. Boşanma hususunda da erkekler tam bir özgürlüğe sahiptiler. Kızlar diri diri toprağa gömülürdü. Bu geleneği ilk önce Temim-oğulları kabilesi başlatmıştı. Nu'man b. Munzir oğulları ile aralarında çıkan bir çatışma sonrası böyle bir gelenek başlatmışlardı. Bu çatışmada kabilenin kızlarından bir grup karşı tarafa tutsak düşmüştü. Hikaye meşhurdur... Bundan dolayı, büyük bir öfkeye kapılmış, bunu kabileleri için bir kara leke olarak algılamışlardı. Bunun üzerine kız çocuklarını kendi elleriyle toprağa gömmeyi kararlaştırmışlardı. Gitgide bu gelenek başka kabilelere de sirayet etti.
Araplar, kız çocuğunun doğumunu uğursuzluk sayarlardı. Birinin kızı olunca, bunu kendisi için bir utanç kabul ederdi. Kendisine verilen bu kötü müjdeden dolayı, halkın içine çıkacak yüzü olmazdı. Ama erkek çocuğun doğum haberi onu sevindirirdi. Erkek çocukları ne kadar çok olsa, o kadar iyiydi. Erkek çocuklarını evlât edinme, başkasının çocuğunu soyuna katma gelenekleri yaygındı. Zina ettikleri evli bir kadının çocuğunu kendi çocukları olarak ilan edebilirlerdi. Hatta zaman olurdu, kavmin ileri gelenleri zina ettikleri bir kadının doğurduğu çocuğu paylaşamaz, her biri çocuğun kendisine ait olduğunu iddia ederdi.
Bazı ailelerde, kadına bağımsızlık tanındığı da olurdu. Özellikle kız çocuğunun, evlilik meselesinde fikrini sorarlardı. Bu hususta kadının rızası ve seçimi gözetilirdi. İleri gelenler arasında göze çarpan bu gelenek, İran'da yürürlükte olan kast sisteminin bir yansımasıydı.
Her ne ise... Arapların kadına karşı takındıkları tavır, karma bir tavırdı... Bir yandan uygar Roma ve İran gibi davranıyorlardı. Bağımsız haklara sahip olmasını yasaklamak, yönetim ve savaş gibi genel toplumsal meselelere müdahale etmesini önlemek, buna karşın evlilik hususunda kısmi bir özgürlük tanımak gibi... Bir yandan da ilkel ve barbar topluluklar gibi davranıyorlardı... Ancak kadını toplumsal faaliyetlerden yoksun bırakmaları, aile reislerinin kutsanmasından, onlara tapılmasından ileri gelmiyordu. Tam tersine, cahiliye Arapları arasında yaygın olan bu gelenek güçlünün zayıfı ezmesinden, onu hizmetinde kullanması realitesinden kaynaklanıyordu.
İbadet sistemine gelince, kadın-erkek tüm Araplar putlara tapıyorlardı. Putları algılayış biçimleri, gök cisimlerine ve tür tanrılarına inanan Sabiîleri andırıyordu. Farklı kabilelere ve değişen arzulara göre putları bulunurdu. Ayrıca yıldızlara ve Allah'ın kızları olduklarını iddia ettikleri meleklere tapıyor, kendi kafalarına göre, onları temsilen şekiller yapıyorlardı. Taştan, ağaçtan yontma tanrılar edinirlerdi. Bu hususta, o kadar değişik yöntemler uyguluyorlardı ki, Hanifeoğulları ile ilgili olarak anlatılan olay son derece ilginçtir. Rivayete göre, bunlar kabileleri için, "hurma" "kavut" "yağ" ve "un" dan bir put yapmışlardı. Uzun süre bu puta ibadet ettikten sonra, kıtlık basınca tutup putlarını yemişlerdi. Bu olay üzerine onlar hakkında şöyle demişti şairin biri:
"Hanifeoğulları tanrısını yedi, / Kıtlık ve açlık zamanı.
Bunu yaparken çekinmediler tanrılarından / Bunun kötü akıbetinden."
Bazen bir taşa taparlardı, ondan daha güzelini bulunca da, onu bırakıp diğerine taparlardı. Tapacak taş bulamadıkları zamanlarda, biraz toprak yığar, sonra da bir koyun getirip bu toprağın üzerinde sağarlardı. Ardından bu toprak kümesinin etrafını tavaf edip taparlardı.
Toplum içinde yüz yüze kaldıkları bu yoksunluk ve bedbahtlık kadınlarda bir düşünce zafiyetine yol açmıştı. Bunun sonucunda kadınlar, değişik olan ve gelişmelerle ilgili akıl almaz hurafe ve kuruntular üretirlerdi. Bunları siyer ve tarih kitaplarında etüt etmek mümkündür.
İslâm öncesi çeşitli dönemlerde hüküm sürmüş toplulukların ve İslâm'ın doğduğu dönemin topluluklarının hayatında kadının işgal ettiği yeri ve gördüğü muameleyi anlatan kesitler sunduk. Bu husustaki bilgilerin kısa ve öz olmasına özen gösterdik. Bütün bunlardan şu sonuçlar çıkıyor:
1) Kimi toplumlar kadını, dilsiz hayvanlar ufkunda bir insan ya da düşük düzeyli bir insan olarak algılıyorlardı. Uyduluk bağından kurtulsa veya hayat içinde özgürlüğüne kavuşsa şerrinden ve bozgunculuğundan emin olunmazdı. Bu anlayışın kapsamındaki ilk değerlendirme ilkel topluluklar, ikinci değerlendirme ise uygar topluluklar için geçerliydi.
2) Kadının toplumsal dengedeki yeri itibariyle, sosyal iskelette ona bir yer ayırmazlardı, bileşimin içinde bir fonksiyonu yoktu. Sadece, olmazsa olmaz bir hayat gereksinimiydi. Tıpkı, barınma için kaçınılmaz olan mesken gibi. Ya da galip topluma uymak zorunda olan bir esir gibiydi. İş gücünden yararlanılırdı ki tutumun farklılığına rağmen hilesinden de emin olunmazdı.
3) Kadını yararlanma imkânı olan her şeyden yoksun bırakırlardı. Ancak, yararlanacağı şeyin, sonunda yöneticisi konumunda olan erkeğin yarar hanesine yazılacak olması hususu başka.
4) Kadına karşı takındıkları tavır, güçlünün zayıfı ezmesinin, tipik bir uygulamasıydı. Diğer bir ifadeyle başkasını kullanma içgüdüsü etkin rol oynuyordu. İlkel toplumlarda durum buydu. Uygar toplumlarda ise, kadın zayıf yaratılışlı bir insan olarak algılanırdı. Bu yüzden bağımsız hareket edemezdi, kendi başına kalacak olsa şerrinden emin olunamazdı. Bazen toplumuna ve kuşağına göre kadına yönelik tavırlarda da farklılık olurdu.
İslâm Kadın Açısından Neyi Değiştirdi?
Kesitler hâlinde sunduğumuz bu inanç sistemleri, tüm dünyaya egemendi ve kadın bir aşağılanmışlık, horlanmışlık zindanında yaşıyordu. Zayıflık ve küçüklük onun ikinci karakteristik özelliği hâline gelmişti. Bu karakter, bu özellik üzere eti, kemiği gelişiyor, bu özellik üzere yaşıyor, bu nitelik üzere ölüyordu.
Kadın, zayıflık, basitlik kelimeleriyle anlamdaş gibi algılanıyordu. Temelde ayrı olguları ifade etmelerine rağmen, birbirinin anlamını çağrıştırır hâle gelmişlerdi. Bu sırf erkekler açısından böyle değildi. Kadınlar da -ki asıl ilginç olanı budur- kendilerini böyle algılıyorlardı. Uygar, ilkel hiç bir toplum göremezsin ki, konuşma dilinde kadının zayıflığını, basitliğini anlatan deyimler, darb-ı meseller bulunmasın. Hiç bir toplum yoktur ki, dillerin, ifade tarzlarının, vurgu ve tasvir yöntemlerinin farklılığına karşın, "kadın" sözcüğüyle ilintili benzetmeler, kinayeli ifadeler ve istiareli deyimler yer almasın. Korkaklar bu deyimlerle kınanır, zayıflar bu örneklerle ayıplanır ve yılgın, zelil ve zulme boyun eğen tipler, bununla yerilirler. Tıpkı şu ifadede olduğu gibi.
"Bilmiyorum, keşke bilseydim! / Acaba Hisnoğulları erkek midirler, yoksa kadın mıdırlar?"
Her dilde bunun gibi yüzlerce, binlerce manzum ya da nesir türünden deyimler bulunur.
Siyer ve tarih kitaplarının kapsadığı çeşitli dinlerin, toplumların ve ulusların kadına bakış açısını anlatan bilgiler olmasa bile, dünya dillerindeki bu deyimler, insanlığın kadına bakış açısını yansıtma bakımından bir araştırmacıya çok şey anlatır. Çünkü her toplumun psikolojik karakterleri ve varoluşsal eğilimleri diline ve edebiyatına, insanlar arası ilişki tarzına yansır.
Tevrat'ta yer alan bazı tavsiyeler ve Meryemoğlu İsa'nın (a.s), kadına zorluk çıkarılmamasını, şefkatle muamele edilmesini öngören direktifleri dışında geçmiş toplumlardan kadının durumunda iyileştirme olarak değerlendirebilecek, önemsendiğini ifade edebilecek en ufak bir gelişme bize miras kalmamıştır.
Ama İslâm, yani Kur'ân'ın temelini oluşturduğu bu şirkten uzak, tek ilâha kulluk sunma esaslı din gelince, dünya kurulalı beri insanlığın tanık olmadığı gelişmeler yaşandı kadın lehine. Öz yaratılışa uygun toplumsal yapısını oluştururken, bugüne kadar tevarüs etmiş kadına yönelik muamelelerin tersine hareket etti. Ki o güne kadar insanlık, öz yaratılış dediğimiz fıtratı, ilk günden bozmuştu, izlerini yeryüzünden silmişti. Dünyanın, kadının kimliğine ilişkin teorik ve pratik yaklaşımı temelden reddedildi.
İslâm'a Göre Kadının Kimliği
İslâm dini, kadının da tıpkı erkek gibi bir insan olduğunu ilan etti. Her insan, erkeğiyle, dişisiyle, maddesi ve öğeleri itibariyle eşittir. Erkek-kadın insan olarak birdirler, aralarında bir fark yoktur. Birinin diğerine, takva dışında bir üstünlüğü yoktur. Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık. Şüphesiz Allah katında sizin en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır." (Hucurat, 13) Bu ayet-i kerimede, yüce Allah, her insanı, biri erkek biri dişi iki insanın birleşimi olarak tanımlar. İkisi birlikte ve bir ölçüde onun varlığına nedendir. Erkek ya da dişi olsun, her insan, bir erkek ve dişinin ortak ürünüdür. Mesela, ulu Allah şuna benzer bir ifade kullanmıyor:
"Anneler, sadece insan neslinin ürediği birer kuluçkadırlar."
Veya şuna benzer bir söz söylemiyor:
"Oğullarımızdır, oğullarımızın oğulları. Ya kızlarımız? / Onların oğulları yabancı adamların oğullarıdır."
Bilakis ulu Allah, her insanı, bir dişi ve bir erkekten meydana gelmiş olarak tanımlar. Buna göre, bütün insanlar -kadınıyla, erkeğiyle- birbirinin aynısıdır. Bundan daha tam bir açıklama, bundan daha yeterli bir duyuru olur mu? Ardından üstünlüğün takvada olduğunu vurguluyor.
Bir diğer ayette şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Ben erkek olsun, kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmam. Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." (Âl-i İmrân, 195) Burada ulu Allah, çalışmanın boşa gitmeyeceğini, amellerin, katında zayi olmayacağını ifade ediyor, bunu da şu ifadeyle gerekçelendiriyor: "Sizin kiminiz kiminizdendir." Böylece, "Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık." ayetinin sonucu olacak bir durumu açık bir ifadeyle dile getirmiştir: Buna göre, erkek ve kadın aynı kökten türemişlerdir, aralarında kök ve mahiyet itibariyle bir fark yoktur.
Sonra bununla şu hususu açıklığa kavuşturuyor: Kadın ve erkek hiç kimsenin gördüğü bir iş Allah katında zayi olmaz. Hiç kimsenin ameli iptal edilmez ya da başkasının adına işlenmez. Her kişi kazancından sorumludur. Yoksa İslâm dışı toplulukların iddia ettikleri gibi, "kadınların işledikleri kötülükler kendi aleyhlerine ve işledikleri iyilikler, varoluşlarından kaynaklanan yararlıklar da erkeklerin lehinedir." şeklinde bir anlayışa yer yoktur İslâm'da... Bu konuya ilişkin olarak daha ayrıntılı bilgiler sunacağız.
Kadın, erkek herkes için ancak yaptığı iş vardır. Tek üstünlük de takva ile ilgilidir. Takva ise, üstün ahlâk da diyebileceğimiz, tüm dereceleriyle iman, faydalı ilim, vakur akıl, güzel ahlâk, sabır ve ağırbaşlılıktan ibarettir. Buna göre, bütün iman derecelerini özümseyen, ilimle dopdolu olan, vakur akıl sahibi, güzel ahlâklı bir kadın kim olursa olsun, İslâm çerçevesinde, bu niteliklere sahip olmayan bir erkekten daha üstün, derece bakımından daha yüksektir. Üstünlük cinsiyette değil, takva ve fazilettedir.
Biraz önce sunduğumuz ayetin anlamına yakın bir anlam içeren, ondan biraz daha açık ve vurgulu ayetler şunlardır: "Erkek olsun, kadın olsun, bir mümin olarak kim salih amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatta yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz." (Nahl, 97)
"Kim de, erkek olsun, dişi olsun, bir mümin olarak salih bir amelde bulunursa, işte onlar, içinde hesapsız olarak rızklandırılmak üzere cennete girerler." (Mü'min, 40)
"Erkek olsun, kadın olsun, her kim mümin olarak bir takım iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara bir çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." (Nisâ, 124)
Ayrıca yüce Allah, birçok ayette, kız çocuklarının aşağılanmasını şiddetle yermiştir: "Onlardan birine kız çocuk müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı topluluktan gizlenir; onu aşağılanarak tutacak mı, yoksa toprağa gömecek mi? Bak verdikleri hüküm ne kötüdür." (Nahl, 58-59) Topluluktan gizlenmelerinin tek sebebi kız çocuğunun doğumunu kendileri için bir utanç olarak algılamalarıydı. Gerekçesi de şuydu: Kız çocuğu büyüyecek ve başkasının kullandığı bir oyuncak hâline gelecektir." Kastettikleriyse kadın erkek arasındaki cinsel ilişkidir ki, bunu da erkeğin bir tür üstünlüğü olarak değerlendiriyorlardı. Onlara göre, kadının bu durumu utanç vericiydi ve utancı da ailesine, baba ocağına dönüktü. Bu yüzden kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Bunun ilk sebebini daha önce anlattık. Yüce Allah bu dehşet verici geleneği, bu tüyler ürpertici cinayeti, çok sert ifadelerle yermiştir: "Ve diri diri toprağa gömülen kızcağıza sorulduğu zaman: Hangi suçtan dolayı öldürüldü?" (Tekvir, 8-9)
Kadına ilişkin bu asılsız hurafelerin bir kısmı, kimi Müslüman topluluklarda yine devam etmektedir. Birçok İslâm topluluğu bu cahiliye tortularını yüreklerinden silip atamamışlardır. Bakarsın zina suçunu tövbe etmiş olsa bile kadın ve ailesi için büyük bir utanç olarak değerlendirirken, zinayı bir alışkanlık hâline getiren erkek için böyle bir yaklaşım içine girmezler. Oysa İslâm dini, utanç ve çirkinliği günahta görmüştür. İslâm nazarında zina eden erkekle, zina eden kadın aynı derecede suçludur. Utanç ikisi için de aynı oranda geçerlidir.
Kadının İslâm Toplumundaki Yeri
İslâm dini, hayata ilişkin işlerin plânlanması ve yönetimi itibariyle, kadın ve erkeği irade ve amel bakımından eşit görmüştür. Çünkü, kadın ve erkek, insan varoluşunun yapısal olarak ihtiyaç duyduğu ve varlığının devamı için kaçınılmaz olan yeme, içme, gibi temel içgüdülere ve eylemlere taalluk eden irade bazında eşit konumdadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." (Âl-i İmrân, 195) Şu hâlde kadın iradesini serbestçe kullanma hakkına sahiptir. Bağımsız hareket etme özgürlüğü vardır. Tıpkı erkek gibi ve arada hiçbir fark gözetilmeksizin, çalışmasının ve iradesinin neticesine sahip olabilir. Kadının "Kazandığı iyilik lehine, kötülük de aleyhinedir."
Kadın-erkek İslâm'ın dünya görüşünde eşittir. Kur'ân bunu en açık biçimde vurgulamıştır. Allah, kelâmı aracılığı ile gerçeği insan hayatına egemen kılar. Şu kadarı var ki, yüce Allah kadına bahşettiği iki hasletle onu ayrıcalıklı kılmıştır:
1) Kadın, insan denen canlı türünün oluşumu ve gelişimi açısından, tarla konumundadır. İnsan türünün devamı ve bekası ona bağlıdır. Bu yüzden, tarla olmanın gerektirdiği bazı özel hükümlerin muhatabıdır. Bu açıdan erkekten ayrılır.
2) Kadının varlığı, bünyesel letafete ve algısal inceliğe dayanır. Davranışları ve kendisine yüklenen toplumsal görevleri üzerinde, onun bu özelliklerinin de etkisi vardır.
Onun toplumsal dengedeki yeri budur. Bununla erkeğin de toplumsal dengedeki konumu belirginleşiyor. Bunun ışığında, her ikisini eşit düzeyde muhatap alan hükümlerle, her birini ayrı ayrı muhatap alan hükümler, şeriatın genel bütünlüğü içinde yerli yerine oturmuş oluyor. Ulu Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Allah'ın kendisiyle bazılarınızı bazılarınızdan üstün kıldığı şeyleri arzu etmeyin. Erkeklere de kendi kazandıklarından bir pay var; kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay var. Allah'ın fazlından isteyin. Gerçekten, Allah her şeyi bilendir." (Nisâ, 32) İki cinsten her birinin, toplumsal bütünlük içinde icra ettiği rol, gerçekleştirdiği eylemler, ilâhî fazlın kendisine özgü kılınmasının ölçüsüdür. İlâhî fazl, kimi durumlarda, cinslerden birinin diğerinin ardından gelmesini öngörebilir: Miras paylaşımında erkeğin kadından üstün tutulması ve kadının nafaka verme zorunluluğunun olmaması bakımından erkekten üstün tutulmuş olması gibi. Her birine hayattaki rolleri icabı tanınan bu ayrıcalıkları, diğerinin temenni etmesi uygun düşmez. Bazı durumlar da vardır ki, kimin üstün ve öncelikli olduğu belirtilmemiştir. Bu alanlar çalışmaya, amel etmeye bağlıdır. Kim bu hususta öne geçerse, üstünlük, ayrıcalık ona aittir. İman, ilim, akıl, takva ve dinin teşvik ettiği öteki güzellikler örneğin... Burada, Allah'ın fazlı, lütfü, belirleyici rol oynar. Kime dilerse ona verir. O hâlde Allah'ın lütfünü, fazlını isteyin. Bu değerlendirmemizin kanıtı da, hemen sonra gelen şu ifadedir: "Erkekler, kadınların yöneticisidir." (Nisâ, 34) Yeri gelince, bu ifadeyi de etraflıca inceleyeceğiz.
Kadın-Erkek Arasında Ortak Olan Hükümler ve Her Bir Cinse Özgü Kılınan Hükümler
Kadın, kullukla ilgili bütün hükümlerde ve toplumsal haklarda, erkekle ortaktır. Tıpkı erkek gibi, miras, kazanç, muamelat, eğitim, öğretim, bir hakkı benimseme ve bir hakkı savunma gibi hususlarda bağımsız hareket etme hakkına sahiptir. Sadece, doğal yapısının gerektirdiği bazı hususlar bu genellemenin dışında tutulabilir.
Doğal yapısından kaynaklanan bu hususların özü de şudur: Kadın hükümet ve yargı işini üstlenemez. Doğrudan savaşa katılamaz. Bu yasak direkt çatışmaya girmekle ilgilidir. Mutlak değildir. Nitekim kadın cephe gerisinde, yaralıları tedavi etmek gibi görevler ifa etmek üzere savaşa katılabilir. Mirasta erkeğin yarısı kadar pay alır. Ayrıca örtünmesi, ziynet yerlerini gizlemesi gerekir. Bir eş olarak kendisinden yararlanılacak hususlar söz konusu olduğunda kocasına itaat etmesi bir zorunluluktur. Kadının bu alanlardaki göze çarpan kayıpları, başka alanlardaki artıklarla gideriliyor. Söz gelimi, hayatta olduğu sürece geçimini temin etmek, babası ya da kocası olarak erkeğe aittir. Erkek, gücünün son noktasına kadar, kadını korumakla yükümlüdür. Ayrıca, çocuğu terbiye etme ve himaye etme hakkı da kadına aittir.
Yüce Allah, kadına yönelik kolaylaştırmalar bağlamında, onun can, ırz ve hatta hakkında kötü söz söyletmeme güvenliğini de garanti etmiştir. Aybaşı hâllerinde ve loğusalık döneminde ibadet etme zorunluluğu kalkar. İlâhî yasalar sistemi, bütün bunların yanı sıra, her hâlükârda kadına yumuşak muamele edilmesi zorunluluğu getirmiştir.
Bütün bunlardan şu sonuçları çıkarıyoruz: Bilgi açısından, kadın, sadece temel bilgileri ve dini ayrıntıları bilmekle yükümlüdür (ibadetlere ilişkin hükümler ve toplum hayatına egemen olan yasalar.) Pratikte ise, dinin hükümlerine uymak ve bir eş olarak kendisinden yararlanılacak hususlarda kocasına itaat etmekle yükümlüdür. Bir meslek ya da sanat sahibi olmak suretiyle, çalışarak, kazanç sağlayarak bireysel hayatı düzenlemelerinin, yanı sıra aile düzeni ile ilgili sorumluluklar üstlenmesini, ayrıca genel hayatın maslahatına olan ilimleri tahsil etmenin, kendisi için konulan sınırları koruyup gözeterek genelin yararına olan sanatlar ve meslekler edinmenin, toplumlar açısından faydalı faaliyetler içinde olmanın, kadınlara hiç bir zorunluluğu yoktur. İlim, kazanç, iş ya da eğitim ve benzeri alanlarda bir misyon üstlenmesi durumunda, bu onun için bir övünç vesilesidir. Nitekim İslâm, kadınların aralarında, birbirlerine karşı övünmelerini caiz görmüş, hatta teşvik etmiştir. Erkeklerse, savaş ortamı dışında birbirlerine karşı övünemezler.
Peygamber efendimizin (s.a.a) pratik sünneti, bu dediklerimizi pekiştirici niteliktedir. Şayet yapacağımız açıklamalar, konunun sınırlarını zorlamayacak olsaydı, Resulullah efendimizin (s.a.a) eşi Hz. Hatice ile, kızı kadınların efendisi Hz. Fatıma ile ve diğer eşleri ile, kavminin kadınları ile kurduğu diyaloglardan, Ehlibeyt kanalıyla gelen, kadınlara ilişkin tavsiyelerinden kesitler sunacaktık. Zeyneb bint-i Ali, Hüseyin'in kızları Fatıma ve Sekîne gibi saygı değer hatunların Ehlibeyt içindeki konumlarını anlatacaktık. Ehlibeyt'in kadınlarla ilgili vasiyetlerini ele alacaktık. Kadınlarla ilgili ayetleri incelediğimizde, rivayetler kısmında, bununla ilgili bazı pasajlar sunmayı umuyoruz. Gerektiğinde o bölümlere bakılabilir.
Kuşkusuz, bu hüküm ve hakların dayandıkları esas, fıtrattır, insanın öz yaratılışıdır. Kadının toplumsal dengedeki konumunu ele aldığımızda, hüküm ve haklara ilişkin bu yapının mahiyetini gördük. Burada konuyu biraz daha açıyoruz ve diyoruz ki:
Toplumsal hayata ilişkin hükümleri ve bununla bağlantılı bilimsel konuları inceleyen bir araştırmacı, şu temel gerçekten kuşku duymamalıdır: Toplumsal yükümlülükler ve bunların ayrıntısı niteliğindeki göreceli sorumluluklar, sonuç itibariyle doğaya gelip dayanmalıdır. Çünkü, insanoğlunu, bu günkü gibi bir toplumsallığa yönelten, insanın doğal yapısının özellikleridir. Yeryüzündeki beşerî varlığın ilk gününden bu yana, toplumsallıktan uzak bir beşerî varlık gösterilemez. Kuşkusuz, doğal gerektiriciliğe dayanan bu toplumsallığın sağlıklı mecrasından sapıp bozguncu bir mecraya girmesi mümkündür. Nitekim bedenin doğal yapısına musallat olan bir hastalık, onu doğal mükemmellikten uzaklaştırıp, yaratılışsal bir noksanlığa itebilir. Sağlıklı hâlinden uzaklaştırıp sakat ve hastalıklı kılabilir.
İster iyilikler esasına göre biçimlenmiş faziletli bir toplum olsun, ister kötülükler esasına göre biçimlenmiş bozguncu bir toplum olsun, bir topluluk tüm faaliyetleri ve eğilimleriyle, sonuçta doğaya dayanırlar. Kuşkusuz, faziletli ve bozguncu toplum arasında nitelik açısından bir takım farklılıklar vardır. Söz gelimi, bozguncu toplum, kendisi için öngörülen sürecin içinde, iyi toplum izlerini silip süpüren bir bozgunla karşılaşır. Faziletli toplum ise bunun tam tersine her hangi bir bozgunla karşılaşmaz.
Bu bir realitedir. Bu alanda araştırma yapan birçok bilim adamı bu gerçeğe doğrudan ya da dolaylı olarak işaret etmişlerdir. Ama bu alanda öncelik Allah'ın kitabınındır. Kur'ân-ı Kerim bu gerçeği, olağanüstü ifade tarzıyla, çağlar önce ortaya koymuştur: "O her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir." (Tâhâ, 50) "Ki O, yarattı, bir düzen içinde biçim verdi. Takdir etti, böylece yol gösterdi." (A'lâ, 2-3) "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu ve ondan sakınmayı ilham edene." (Şems, 7-8) Bunun gibi daha birçok "kader"le ilgili ayeti örnek gösterebiliriz.
Buna göre, varlıklar, bu arada insanoğlu varlığı ve yaşayışı itibariyle, yaratılışına esas olan gayeye yöneliktir. Bu amaca ulaşmasına yetecek ve uygun olan özellik ve yeteneklerle donatılmıştır. İnsanın mutluluğunu sağlayacak hayat, insanın hareketlerinin yaratılış yasasına ve fıtrata bütün yönleriyle eksiksiz bir biçimde uygun olmasına bağlıdır ve insanın görev ve yükümlülük bakımından, sonuçta doğa ile kusursuz bir uyuşma sağlamasına dayanır. Yüce Allah, şu ayet-i kerimede buna işaret etmektedir: "Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen bir ha-nif olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratılışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din budur." (Rûm, 30)
Fertler arası toplumsal görevler ve haklar açısından, fıtratın öngördüğü, bütün insanların beşerî fıtrata sahip olduklarını unutmadan aralarında eşit davranılması, birileri kayırılırken, birilerinin hakları gasp edilmek suretiyle baskı altında tutulmamasıdır. Ancak sosyal adaletin bir gereği olan bu eşitlik, bütün sosyal makamların bütün fertler arasında dağıtılması, paylaştırılması anlamına gelmez. Söz gelimi, bir çocuk veya aptal bir insan bu hâliyle, görmüş, geçirmiş, deneyimli ve akıllı bir insanın görevini üstlenemez. Çaresiz, düşkün bir insan, güçlü, kuvvetli bir insanın işlerini yürütemez, onun derecesine ulaşamaz. Çünkü, herhangi bir hususta, uygun niteliklere sahip olan bir insanla, uygun olmayan bir insanı eşit tutmak, ikisi için de zararlı, olumsuz sonuçlara yol açar.
Sosyal adaletin öngördüğü husus, eşitlik kavramına yüklediği anlam şudur: Her hak sahibine hakkı verilmeli ve herkes hak ettiği yerde olmalıdır. Fertler ve sınıflar arası eşitlik, ancak her hak sahibinin kendine özgü haklara ulaşması, bir başkasının hakkına tecavüz etmemesi, azgınlık ve tahakküm yoluyla bir başkasının hakkını geçersiz kılmaması, savsaklanmaması şeklinde algılanmalıdır. İşte şu ayet-i kerime bu gerçeğe işaret etmektedir: "Onların lehine de, aleyhlerindeki maruf hakka denk bir hak vardır. Yalnız erkek için onlar üzerinde üstün bir derece var." İfadenin içerdiği mesaja ilişkin açıklamalarda bulunmuştuk. Burada ayrıca şunu söyleyebiliriz: Ayet-i kerime, kadınlarla erkeklerin doğuştan getirdikleri farklılıklara işaret ettiği bir sırada, iki cinsin eşitliğini de vurguluyor.
İki cinsin (yani, kadın ve erkeğin) temel varoluşsal yetenekler dediğimiz, seçebilme becerisini kazandıran düşünce ve irade bazında eşit düzeyde oluşları, kadının, seçebilme becerisinin ana kaynağı olan özgür düşünce ve özgür irade bağlamında erkeğe eşit olmasını gerektirir. Şu hâlde, kadın bireysel ve toplumsal hayatının her meselesinde, yasal bir engel olmadığı sürece, tam bağımsız bir tasarruf yetkisine sahiptir.
Daha önce de vurguladığımız gibi, İslâm kadına bu bağımsızlığı ve özgürlüğü en kapsamlı şekliyle bahşetmiştir. Bu sayede kadın, Allah'ın nimetinin bir sonucu olarak, bağımsız bir kişiliğe, erkeklerin velâyet ve yöneticiliklerinden ayrı bir çalışma iradesine sahip olmuştur. Ki, tarihin hiç bir döneminde, dünya kurulalı beri kadın böylesine onurlu bir statü kazanabilmiş değildir. Nitekim yüce Allah: "Onların kendi haklarında maruf bir şekilde yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur." (Bakara, 234) buyuruyor.
Az önce de işaret ettiğimiz gibi, iki cins arasında ortak etkenlerin bulunduğu bir gerçektir. Bunun yanında, kadının erkekten ayrıldığı, farklılık gösterdiği alanlar da vardır. Çünkü normal bir kadın, organik gelişme açısından, örneğin beyin, kalp, damarlar, sinirler, boy ve ağırlık bağlamında normal bir erkekten daha geri bir pozisyondadır. Buna, fizyoloji bilimi kesin olarak tanıklık etmektedir.
Bunun doğal sonucu olarak, kadının bedeni daha nazik ve daha yu-muşaktır. Buna karşın erkeğin bedeni haşin ve serttir. Sevgi, yufka yüreklilik, güzelliğe ve süse düşkünlük gibi ruhsal eğilimleri erkeğe göre daha belirgin, daha ağır basar. Akletme, isabetli karar verme hususunda da erkeğin belirgin bir üstünlüğe sahip olduğu görülür. Dolayısıyla kadının hayatı, duyarlılıklar üzere kurulu, duygusal bir hayattır. Erkeğin hayatı ise düşünme ve akletme ağırlıklı mantıksal bir hayattır.
Bu yüzden İslâm akletme ya da hissetme hususlarından birine göre biçimlenen genel nitelikli toplumsal görev ve yükümlülükler bazında kadınla erkeği birbirinden ayırmıştır. Örneğin yönetim, yargı ve savaş gibi görev ve yükümlülükleri erkeklere özgü kılmıştır. Çünkü bu tür görev ve yükümlülüklerin akletme yeteneğine, mantık esaslı bir hayat çizgisine olan vazgeçilmez ihtiyaçları yadsınamaz. Bu ise, ancak erkeğin üstesinden gelebileceği bir durumdur. Kadının değil. Öte yandan çocuk bakımı ve terbiyesi, yanı sıra evin idaresini kadınlara özgü bir yükümlülük olarak belirlemiştir. Bunun yanında, bu tür görevleri yerine getiren kadının geçimini sağlamayı da erkeğe yüklemiştir. Mirastan iki pay vermek suretiyle de bunu erkeğe zorunlu kılmıştır. Mirastaki uygulama, gerçekte mirasın iki temel paya ayrılması sonra kadının, nafakasına karşılık olarak payının üçte birini erkeğe vermesi şeklindedir. Çünkü kadın, erkeğe ait olan mirasın diğer yarısından da yararlanmaktadır.
Buradan hareketle şöyle bir sonuç çıkıyor karşımıza: Dünya, malının üçte ikisi, mülkiyet ve ayni olarak erkeğe aittir. Diğer üçte ikisi ise, yararlanma bakımından kadına aittir. Şu hâlde, akletme yetenekleri ağır bastığı için, genel anlamda idare ve plânlama yetkisi erkeklere aittir. Kadınlarsa, duyarlılıkları ve duygusallıkları daha belirgin olduğu için yararlanma açısından daha önceliklidirler. İnşaallah, mirasla ilgili ayetleri incelediğimiz zaman daha ayrıntılı bilgiler sunacağız. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, bu paylaşım kadın lehine kolaylaştırma ve hafifletmelerle bir sisteme bağlanmıştır.
Eğer desen ki: Vurgulandığı gibi, İslâm'ın kadına karşı gösterdiği bu aşırı ilgi ve şefkat, onun çalışmayı bir kenara bırakıp, asalak bir hayat sürdürmesine yol açar. Çünkü hayatın vazgeçilmez ihtiyaçlarını, onu uyuşturmak suretiyle gidermek, üstlendiği rolün karşılığı olarak da, geçimini erkeğin boynuna yıkmak, kadını önemsizleştirir, tembelleştirir. İş ve çalışmanın ağır koşullarına karşı isteksiz davranmasına yol açar. Bundan güzel bir sonuç beklemek yanlıştır. Çirkin bir manzarayla yüz yüze kalırız. Ekilen bu tohum, toplumun gelişimine elverişli olmayan kötü, yararsız bir bitki olarak yeşerir. Deneyimler bunu göstermektedir.
Buna cevap olarak deriz ki: İnsanlığın durumunu ıslah edecek uygun yasalar koymak bir olgudur. Bu yasaları, uygun bir yöntemle, insanı güzel bir bitki gibi özenle yetiştirecek, güzel bir eğitim sistemiyle uygulamak da bir diğer olgudur.
Doğduğu günden bu yana geçen süre içinde İslâm, yapıcı, salih ve mücahit yöneticilerini yitirdi. Bunun sonucunda, hükümleri yozlaştırıldı. Buna bağlı olarak İslâmî eğitimde önceleri bir duraklama ardından bir geriye dönüş süreci başladı.
Deneyimler kesin olarak kanıtlamıştır ki: Salih ve yapıcı önderlerin denetimindeki bir tebliğ ve eğitim sürecinden geçilmedikçe, soyut teoriler ve inançlar beklenen meyveyi veremezler. Belli az bir süre dışında, Müslümanlar velâyet (yönetim) yetkilerini ellerine geçiren ve onların işlerini yürütmekle sorumlu tanınan önderlerden ilimle ameli birlikte taşıyan yapıcı ve salih eğitim konusunda istifade edemediler. Bakınız, hilafeti ele geçirdikten sonra, Irak'ta minbere çıkan Muaviye ne söylüyor: "Namaz kılasınız veya oruç tutasınız diye sizinle savaşmadım. Bu size kalmış bir şeydir. İster uyarsınız, ister uymazsınız. Benim istediğim bu değildir. Ben size hükmetmek için sizinle savaştım. Bu amacıma da ulaştım." Emevîleri, Abbasîleri ve diğerlerini gözünüzün önünde bulundurun. Hiç kuşkusuz, eğer bu din Allah'ın nuru aracılığı ile parlamasaydı ve kâfirlerin istememesine rağmen Allah nurunu tamamlayacak olmasaydı, bunlar Allah'ın dinini şimdiye kadar hayat sahnesinden silmiş olacaklardı.
Batı Uygarlığında Kadın Özgürlüğü
Hiç kuşkusuz İslâm dini, kadını esaret zincirinden kurtarmak, ona irade ve hareket bağımsızlığı tanımak hususunda tüm inanç ve düşünce sistemlerine karşı açık bir üstünlüğe sahiptir. Batı ulusları bu konuda, ne yapmışlarsa, İslâm'ı taklit ederek yapmışlardır -onu da yanlış taklit etmişler ya!- İslâm deneyimi, belirgin ve etkin bir halkadır. Toplumsal süreç silsilesi üzerindeki etkisi kusursuzdur.
İslâm, toplumsal hayat zincirinin ortasında yer alan, belirgin ve etkin bir halkadır. Bu ara halka olmadan zincirin başı ile sonunun buluşması mümkün değildir.
Kısacası, Avrupalılar uzun yıllar süren çalışmalardan sonra, günümüzde, tüm haklar alanında kadın-erkek arasında tam eşitliği öngören bir sistem oluşturmuşlardır. Bunu yaparken de, organik gelişim bakımından kadının erkeğe oranla daha geri bir konumda olduğunu göz ardı etmişlerdir. Nitekim, kadın-erkek arasındaki bu organik farklılığa dikkat çekmiştik.
Batı toplumlarının konuya ilişkin genel değerlendirmeleri yaklaşık olarak şöyledir: Kadının gelişim ve fazilet bağlamındaki geriliği, eksikliği, yüzyıllar boyunca, kesintisiz olarak uygulanan kötü eğitimden kaynaklanmaktadır. Neredeyse, bu kötü eğitim, dünya kurulalı beri sürüp gelmektedir. Aslında kadınla-erkek arasında yapısal bir farklılık yoktur. İkisinin doğası birbirine denktir.
Buna şu karşılığı vermek yerinde olur: İnsanlığın geneli, en eski çağlardan beri kadının, genel olarak erkekten daha zayıf, organik açıdan daha geri olduğuna hükmetmiştir. Şayet iki cinsin doğal yapıları eşit olsaydı, genel temayülün aksi bir durum, zaman zaman dahi olsa ortaya çıkardı. Başlıca organları, erkeğinkine benzer bir değişime uğrardı.
Ayrıca, batı uygarlığının kadının ilerlemesine verdiği bunca öneme, bu hususta harcadığı bunca çabaya karşın henüz, iki cins arasında tam bir eşitlik sağlayamamış olması da bu değerlendirmeyi pekiştirmektedir. Özellikle İslâm nazarında erkeğin kadına göre daha öncelikli olarak kabul edildiği yönetim, yargı ve savaş olgularına ilişkin istatistikler her şeyi en somut biçimde ortaya koymaktadır. Öte yandan, Batı uluslarının bu doğal farklılığı göz ardı edip iki cins arasında tam bir eşitliği dayatmalarının, toplumsal yapıda meydana getirdiği onarılmaz yıkımları da, inşaallah yeri gelince, ayrıntılı biçimde gözler önüne sereceğiz.
Nikâh ve Boşanmayla İlgili İlmî bir İnceleme
Cinsellik toplumsal hayatın vazgeçilmez unsurlarından biridir. İnsanlık ilk kez oluştuğu ve çoğalmaya başladığı günden bu yana, söz konusu olguyu hiç bir zaman hayatından dışlamamıştır. Böyle olduğuna göre, bu olgunun -ki daha önce işaret etmiştik- başı ve sonu itibariyle gelip dayanacağı bir doğal dayanağının olması gündeme geliyor.
İslâm dini, yasalarını yerleştirirken, cinsellik olgusunu erkeklik ve üreme organlarının yaratılışı esasına göre biçimlendirmiştir. Çünkü erkek ve kadında karşılıklı olarak, bulunan bu cinsel donanımın -ki bütün erkek ve dişi bedenleri kapsayan son derece ince bir donanımdır- boşuna ve hiç bir amaca dönük olmaksızın yaratılmış olamayacağı açıktır. Yine, insan fizyolojisini etüt eden biri, kesin olarak görecektir ki, erkek cinselliği bu donanımıyla sadece dişileri arzulamaktadır. Aynı şey dişi cinselliği için de geçerlidir. Bu donanımın tek gayesi, türün devamı ve neslin üremesidir. İşte cinsellik bu gerçeğe dayanmaktadır. Cinsellikle ilgili tüm hükümlerin ekseni, bu doğal yasadır. Yasamada, iki cinsin doğuştan sahip oldukları, cinsel organların varlığı baş alınmıştır. Namus, cinsel birleşme, kadının sırf kocasına ait olması, ayrıca boşanma, iddet, çocuk ve mirasla ilgili hükümlerin esasını da, insan türünün her bireyinde bulunan bu organ oluşturmaktadır.
Günümüzün diğer yasaları ise, karı-koca birlikteliğini ve ortak hayatı, cinselliğin esası olarak değerlendirirler. Cinsellik bunlara göre, bir tür ortak yaşama biçimidir. Uygar birlikteliğin dar kapsamlı bir çerçevesidir. Bu yüzden çağdaş yasalar İslâm'ın cinsellikle ilgili olarak açıklamış olduğu şeyleri sunmazlar. Namus ve benzeri konulara ilişkin hükümler içermezler.
Çağdaş yasal yapılanma, ileride değineceğimiz gibi çeşitli problemler ve toplumsal sakıncalar içermesinin yanı sıra, hiç bir şekilde yaratılış gerçeği ve fıtrat yasası ile de bağdaşmamaktadır. Çünkü, insan denen canlı türünde mevcut olan toplumsallığa ve teşriki mesaiye yönelik doğal içgüdünün yönelik olduğu amaç "insanın bedensel ve ruhsal yapısının mutluluğu, ancak çeşitli unsurlar birlikteliği sonucu gerçekleşebilir." şeklindedir. İnsan tek başına mutluluğa ulaştırıcı bu unsurları sağlayamaz. Ancak hemcinsleriyle bir araya gelmesi ve yardımlaşması ile mümkün olur bu. Bütün ihtiyaçların giderilmesi, herkesin katılımıyla gerçekleşebilir ancak. Her bireyin kendine özgü arzuları, bu arzuların etkisiyle gerçekleştirdiği fiiller, teker teker her birey bazında farklı gibi görünmekle birlikte, toplumsal düzeyde, bütünsel, bağdaşık fiiller ve ameller olarak ön plâna çıkar.
Bu doğal içgüdü, kim olursa olsun, bir ferdi diğer bir fertle birlik olmaya, dayanışma içinde hareket etmeye zorlar. Ama kadın ile erkek arasındaki birlikteliğin bu içgüdüyle bir ilgisi yoktur. Evliliği yaşamsal dayanışma esasına dayandırmak, üremeye ilişkin doğal gerekirlik yolundan sapmak anlamına gelir. Doğanın ve fıtratın bu sapma ile bir ilişkisi yoktur.
Eğer durum böyle olsaydı, yani, eğer evlilik kurumu, hayat ortaklığı ve dayanışması esasına dayansaydı, evlilik meselesinin şirketler ve kooperatiflerle ilgili yasalar dışında toplumsal hükümlerle bir ilintisinin olmaması gerekirdi. Bunun için en başta iffet ve namus faziletinin, komünizmde olduğu gibi soy ve mirasla ilgili hükümlerin iptali gerekirdi. Bu da, erkek, dişi, tüm insanların sahip oldukları tüm fıtrî donanımın devre dışı bırakılması anlamına gelirdi. İnşaallah, yeri gelince daha detaylı açıklamalarda bulunacağız. Cinsellikle ilgili olarak biraz da ana hatlarıyla söyleyeceklerimiz bu kadar.
Boşanmaya gelince, böyle bir kurumu içermesi, kuşku yok ki, İslâm şeriatı için bir övünç kaynağıdır. İslâm bu konuya ilişkin onayını da fıtrata dayandırmıştır. Fıtratın bunu onaylamadığına ilişkin hiç bir bulgu mevcut değildir. Ama şeriatın bu hususta getirdiği özel kayıtlara, inşaallah "Talak Suresi"nde değineceğiz.
Daha önce boşanmayı onaylamayan birçok devlet, sonunda bu çözümü yasalarının kapsamına almak zorunda kalmışlardır.
AYETİN MEÂLİ
243- Binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara, "Ölün." dedi, sonra da onları diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı fazl sahibidir. Ama, insanların çoğu şükretmezler.
AYETİN AÇIKLAMASI
243- Binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?
Bu ifadenin orijinalinde geçen "tera" fiilinin mastarı olan "ru'yet (= görmek)" kelimesi burada "bilmek" anlamında kullanılmıştır. Bu şekilde ifade edilmesi, söylenen şeyin son derece açık ve kesin olmasından ileri geliyor. Öyle ki, buna ilişkin bilgi, bizzat gözle görmek kadar kesindir. Tıpkı şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musun?" (İbrahim, 19) "Görmüyor musun; Allah, yedi göğü birbiriyle bir uyum içinde yaratmıştır." (Nuh, 15)
Zemahşeri: "E-lem tera (=görmedin mi?)" ifadesinin örnek yerine geçtiğini ve "şaşkınlık" belirttiğini söyler. Buna göre "e-lem tera keza ve keza" derken, "Şuna şuna şaşmaz mısın?" anlamı kastedilir gibi. "Ha-zere'l-mevt (=ölüm korkusu)" deyimi, cümle içinde "meful-i leh"tir (yani çıkışlarının nedenini açıklıyor). Meful-i mutlak (konuyu tekitle birlikte açıklayıcı) olması da mümkündür. Bu durumda "yahzerûne" fiili takdir edilmiş olur ve "ölümden şiddetle korkuyorlar." şeklinde bir anlam elde etmiş oluruz.
Allah onlara, "Ölün." dedi, sonra da onları diriltti.
Bu cümlede ifade edilen emir, varoluşsaldır. Ama bu, ölümlerinin, doğal ölümle gerçekleşmesi ile çelişmez. Nitekim bazı rivayetlerde, bu ölümün veba salgını sonucu gerçekleştiği belirtilir. Bu hususta, emir verildiğinin belirtilmesi, bunun yerine: "Allah onları öldürdü, sonra diriltti," şeklinde bir ifadenin kullanılmaması, Allah'ın gücünün etkinliğini ve emrinin karşı konulmazlığını daha vurgulu bir şekilde yansıtmasına yöneliktir. Varolma ile ilgili konularda, inşaî ifade biçimi, ihbarî ifade biçiminden daha etkili ve daha vurgulayıcıdır. Buna karşılık, yasama ile ilgili meselelerde, ihbarî ifade biçimi, oluşa delalet etmesi bakımından, inşaî ifade biçiminden daha etkileyici ve daha vurgulayıcıdır.
"Sonra da onları diriltti." ifadesinden şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Yüce Allah, yaşasınlar diye onları diriltti. Yani, dirildikten sonra da yaşadılar. Çünkü eğer, diriltilişleri, başkalarının ibret almasına ya da bir hüccetin tamamlanışına veya bir gerçeğin açıklanışına yönelik olsaydı, buna kesinlikle işaret edilirdi. Çünkü bu, Kur'ân'ın, bu tür konularda başvurduğu bir ifade tarzıdır. Bunun örneğini, Ashab-ı Kehf kıssasında görebiliriz. Ayrıca, incelediğimiz ayetin sonunda yer alan "Şüphesiz Allah, insanlara karşı fazl sahibidir." şeklindeki değerlendirme cümlesi de bu yorumu destekler niteliktedir.
Ama, insanların çoğu şükretmezler.
Zamir yerine zahir isim kullanılmıştır. Yani, insanlar kelimesi ayet içinde ikinci kez geçmektedir. Bununla düşünce düzeylerinin düşüklüğü vurgulanmak istenmiştir. Ayrıca, yüce Allah'ın dirilttiği bu kimseler, özel bir topluluktur. Maksat, sadece onların çoğunluğunun bizzat şükredenler olmadıklarının anlatılması değildir. Tersine, kastedilenler, genel olarak insanların çoğunluğudur. Bu ayet-i kerimenin, kendisinden sonra yer alan ve cihadın farz kılındığını ifade eden ayetlerle de bir tür ilintisi vardır. Çünkü cihad eyleminde, milletin ölümünden sonra dirilmesi söz konusudur.
Bazı tefsir bilginleri, ayet-i kerimenin, yüce Allah tarafından, yabancıların boyunduruğuna girmek suretiyle geri kalan, dolayısıyla bir tür ölüm sürecine giren, sonra silkinip yaşamsal haklarını, bağımsızlığını savunup kendi kendini yönetmeye talip olmakla yeniden hayata kavuşan bir ümmetin durumuna ilişkin bir örnek olarak sunulduğunu savunmuşlardır.
Bu görüşü savunan bir müfessir özetle şöyle der: Eğer ayet-i kerime, birçok rivayette belirtildiği gibi İsrailoğulları'nın ya da bir kısım rivayette belirtildiği gibi başka kavimlerin hayatında geçen bir olayı anlatmaya yönelik olsaydı, bunların İsrailoğulları'na mensup kimseler oldukları belirtilirdi. Kur'ân'ın, bilinen ifade tarzının bir gereği olarak, kendilerini dirilten peygamberin kimliği açıklanırdı. Ama görüldüğü gibi, ayette buna yönelik bir işaret yoktur.
Kaldı ki, Tevrat'ta Hizkîl Peygamber'in (Ona, Peygamberimize ve pak Ehlibeyt'ine selâm olsun) kıssaları kapsamında böyle bir olaydan söz etmemektedir. Şu hâlde, bu husustaki rivayetler, Yahudiler tarafından uydurulan İsrailiyattan başka bir şey değildirler.
Öte yandan dünyada bir tek hayat ve bir tek ölüm vardır. Nitekim şu ayetler bunu kesin olarak ortaya koymaktadır: "Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar." (Duhan, 56) "Bizi iki kere dirilttin." (Mü'-min, 11) Şu hâlde ise, dünyada iki kere hayat yaşandığı anlamsızdır. Öyleyse incelediğimiz ayet bir örnektir. Güçlü düşmanların istilasına uğramış bir kavimden söz ediliyor. Bunlar, kendilerine egemen olan düşmanlar, tarafından aşağılanıyor, horlanıyorlar. Bağımsızlıklarını savunamayacakları durumdadırlar. Sayıları binlerle ölçüldüğü hâlde, ölüm korkusuyla yurtlarından çıkarlar. Allah onlara, onursuzluk ve cehalet ölümüne uğrayın, emrini verdi. Hiç kuşkusuz, cehalet, donukluktur, ölümdür. Bilgi ve zulme karşı direnme de hayattır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah'a ve Resulüne icabet edin." (Enfâl, 24) "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122)
Kısacası, bu insanlar, rezil olmak ve düşman karşısında yenilmek suretiyle bir tür ölüm sürecine giriyor ve ölü olarak kalıyorlar. Sonra yüce Allah, içlerine uyanış ve haklarını savunma ruhunu atmak suretiyle kendilerini diriltiyor. Böylece, haklarını koruyor ve bağımsızlıklarını kazanıyorlar. Gerçi, bu şekilde bir uyanışla dirilenler, önceki ölüm sürecine giren şahıslar değildir, ama, bunların hepsi bir ümmettir ki bir zaman ölüp bir başka zaman dirilmiştir.
Yüce Allah, ayrı ayrı şahıslardan oluşan kavmi bir olarak değerlendirmiştir. Nitekim İsrailoğulları ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Firavun ailesinden sizi kurtarmıştık." (A'râf, 141) "Sizi ölümünüzden sonra dirilttik." (Bakara, 56) Eğer, söylediğimiz gibi, ayet bir örneklendirme niteliğinde olmasaydı, kendisini izleyen savaş ayetleri ile de ilintilendirilmesi doğru olmazdı. Bu da son derece belirgin bir husustur." Müfessirin sözleri özetle bundan ibarettir.
Bu değerlendirme, görüldüğü gibi:
a) Mucizelerin ve olağanüstü gelişmelerin, en azından ölüleri diriltmek gibi bir kısmının inkârına dayanır ki, biz bunları kesin olarak kanıtladık. Kaldı ki ölüyü diriltme ve benzeri olağanüstülükleri kanıtlayan Kur'ân'ın ayetleri inkâr edilemeyecek açıklıktadır. Akıl yoluyla, bunun olabilirliğini kanıtlama imkânını bulamazsak dahi, Kur'ân'ın bu kesin nassları yeterlidir.
b) Bu değerlendirme, Kur'ân'ın dünya hayatında birden fazla hayatı mümkün görmediği yorumuna dayanır. Nitekim kanıt olarak şu ayetler gösterilir: "Orda ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar." (Duhan, 56) "Bizi iki kere dirilttin." (Mü'min, 11)
Kur'ân-ı Kerim'de, birçok ayet, dünyada ölünün diriltildiğini anlatmaktadır. İbrahim, Musa, İsa ve Üzeyr kıssalarında bunu gözlemlemek mümkündür. Kimse, bu ayetlerin meseleye yönelik kanıtsallığını inkâr edemez. Dolayısıyla bu ayetler, yukarıda görüşüne yer verdiğimiz müfessirin değerlendirmelerini reddetmektedir. Kaldı ki, dünya hayatı, araya ölüm girmesiyle, iki hayat hâlini almaz. Bunun en güzel ifadesini Üzeyr kıssasında görüyoruz. Bu kıssada, Üzeyr, uzun süren bu ölümünün farkına varmıyor. Yazarın kanıt olarak sunduğu ayetlerde, bir tür hayata işaret ediliyor.
c) Müellifin değerlendirmesi şu varsayıma dayanıyor: Eğer, ayet-i kerime, kıssanın açıklanışına yönelik olsaydı, bunların hangi kavme mensup oldukları ve hangi peygamberin aracılığı ile diriltildikleri açıklanırdı.
Biliyorsunuz ki, belagat yöntemleri değişik ve çeşitlidirler. Söz, bazı durumlarda, itnab (geniş ve teferruatlı anlatım) yerine geçtiği gibi, bazı durumlarda da özlü anlatım işlevini görür. Üstelik bu ayetin Kur'-ân'da başka örnekleri de vardır: "Kahrolsun Ashab-ı Uhdud. Tutuşturucu yakıt dolu o ateş Hani kendileri çevresinde oturmuşlardı ve müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı." (Buruc, 4-7) "Yarattıklarımızdan, hakka yöneltip-ileten ve onunla adaleti kılan bir ümmet vardır." (A'râf, 181) Bu ayetlerde söz konusu kavimlerin isimleri belirtilmemiş.
d) Adı geçen müfessirin iddiasına göre, incelediğimiz ayet, bir örnek olarak algılanmazsa, anlam itibariyle kendisinden sonraki ayetlerle bir bağlantısı olmaz. Oysa, Kur'ân'ın bölüm bölüm inişi, ayetlerin bir kısmının diğer bir kısmına bağlanmasını sağlamaya dönük gereksiz ve soğuk zorlamalara ihtiyaç bırakmamaktadır. Ancak aralarında açık bir bağlantı bulunması durumu başka. Kuşkusuz sözde bütünlük, etkileyici ve vurgulayıcı kelâmın başta gelen özelliklerindendir.
Gerçekte, görüldüğü gibi, ayet-i kerime, bir kıssayı anlatmaya dönüktür. Söyler misiniz bana, yüce Allah'ın, kullarına bir söz söylemesi ve bu sözü inceleyenlerin çoğunun, bunun geçmişlere ilişkin ibret verici bir kıssa olarak algılaması, ancak, gerçekte bunun hayale dayalı bir örneklendirme olması hangi belagat türüne sığdırılabilir.
Oysa, Kur'ân-ı Kerim'in bir özelliği vardır. Örneklerle kıssaları birbirinden ayırır. Bunu, anlatılan olayların başında yer alan şunun gibi ifadelerden anlıyoruz: "Bunların örneği, şunun ki gibidir..." (Bakara, 17) "Dünya hayatının örneği ancak..." (Yûnus, 24) "...Yüklenenlerin örneği..." (Cuma, 5) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-İhticac adlı eserde, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce Allah bir kavim yarattı. Bunlar veba salgınından kaçarak yurtlarını terk ettiler. Bunlar sayılmayacak kadar kalabalıktılar. Allah onları, uzun bir süre öldürdü. Kemikleri çürüdü, eklemleri, iskeletleri dağıldı. Sonunda toprak oldular. Yüce Allah dilediği bir zamanda, bir peygamber gönderdi. Bu peygamberin adı Hızkîl'di. Hızkîl onları çağırdı, bedenleri bir araya geldi, bu sırada da ruhları bedenlerine geri döndü. Öldükleri günkü gibi ayağa kalktılar. Sayılarında bir eksilme olmamıştı. Bundan sonra uzun bir süre yaşadılar."
Küleyni ve Ayyaşî bu anlamı içeren bir rivayeti daha geniş bir şekilde aktarmışlardır. Sonunda da "İşte bu ayet onlar hakkında inmiştir." şeklinde bir ifade yer alır.
AYETLERİN MEÂLİ
244- Allah yolunda savaşın ve bilin ki, şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
245- Allah'a karşılığını çok arttırma ile kat kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir? Allah hem daraltır ve hem genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz.
246- Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerini gör-medin mi? Hani, peygamberlerinden birine: "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım." demişlerdi. O: "Ya üzerinize savaş yazılınca (farz kılınınca) savaşmayacak olursanız?" demişti. "Bize ne oluyur ki, Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan ve oğullarımız arasından çıkarılıp sürüldük?" demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı (farz kılındığı) zaman, az bir kısmı hariç, yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.
247- Onlara Peygamberleri dedi ki: "Allah size Talut'u hükümdar olarak gönderdi." Onlar: "Biz hükümdarlığa ondan daha çok layık iken ve ona bir mal bolluğu verilmemişken, onun bizim üzerimize nasıl hükümdarlığı olabilir?" dediler. O şöyle demişti: "Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgisini ve bedenî gücünü arttırdı. Allah kime dilerse mülkünü verir. Allah, (rahmeti ve lütfu) geniş olandır, bilendir."
248- Onlara peygamberleri şöyle dedi: "Onun hükümdarlığının belgesi, size tabut'un (sandığın) gelmesi olacaktır ki onda Rabbinizden bir sekîne (güven duygusu ve huzur) ile Musa ailesinin ve Harun ailesinin geriye bıraktığından bir kalıntı var; onu melekler taşır. Eğer inanmışlarsanız, bunda şüphesiz sizin için kesin bir alâmet vardır."
249- Talut askerleriyle birlikte ayrıldığında dedi ki: "Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse, artık o benden değildir. Ve kim de onu tatmazsa bendendir. Eliyle bir avuç alanlar başka." İçlerinden pek azı hariç, hepsi ondan içtiler. O, kendisiyle beraber iman edenlerle (ırmağı) geçince (sudan bir avuç içenler) "Bugün bizim Calut'a ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok." dediler. Allah'a kavuşacaklarına kanâat getirenler ise: "Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir." dediler.
250- Onlar, Calut ve ordusuna karşı meydana çıktıklarında dediler ki: "Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, adımlarımızı sabit kıl ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et."
251- Böylece onları, Allah'ın izniyle yenilgiye uğrattılar. Davud Calut'u öldürdü; Allah ona mülk ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Eğer Allah'ın insanların bir kısmı ile bir kısmını def'i olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı fazl sahibidir.
252- İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir; onları sana bir hak olarak okuyuruz. Elbette sen gönderilen elçilerdensin.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Ayetler arasındaki açık bütünlük yani savaşın farz kılınışı ile güzel borç (karz-ı hasen) arasındaki ilişki Talut, Davud ve Calut kıssasından elde edilen sonuç, bu ayetlerin bir kerede indiği sonucunu çıkarıyor karşımıza. Bu ayetlerden amaç, savaşla hayat bağlantısını ortaya çıkarmak, bir milletin dini ve dünyevî hayatında ilerleyişini ve gerçek mutluluğa erişmelerini sağlayan ruha işaret etmektir. Bu ayetler grubunda ulu Allah, cihad yükümlülüğünü açıklıyor. Müminleri, mücahitlerin do-nanımı, teçhizatı için maddî harcamada bulunmaya, barış zamanında hazır güç bulundurmaya davet ediyor. Bu maddî ve manevî harcamaları da kendi uğrunda olduğu için "Allah'a borç verme" olarak nitelendiriyor. Ayrıca bu tabir, anlaşılırdır ve bu harcamaları yapanların Allah'a yakınlığını ortaya koymaktadır. Ardından, din düşmanlarıyla savaşmakla yükümlü tutulan müminler gerekli dersi çıkarsınlar diye Talut, Calut ve Davut kıssası anlatılıyor. Bir de, egemenlik ve üstünlüğün, taraftarları sayısal olarak azınlık da olsalar iman ve takvanın olduğunu, alçaklık ve zilletin de, taraftarlar çoğunlukta da olsalar nifak ve sapıklık için olduğunu bilmeleri amaçlanıyor.
Bu kıssanın kahramanları olan İsrailoğulları, suskunluk, uyuşukluk, tembellik ve nemelazımcılık üzere bir hayat sürdürdükleri sürece aşağılanıyor, eziliyor ve onursuzca bir zillet içinde yaşıyorlardı. Ama Allah için ayaklanıp, O'nun yolunda savaştıklarında, hak mesajı açıkça haykırdıklarında, her ne kadar sözü ile özü bir olanlar azınlıkta idiyseler de, savaşın başlaması sırasında çoğu geri döndüyse de, ardından Talut'un komutanlığına karşı çıktıysalar da, sonra yasaklandığı hâlde nehrin suyundan içtiyseler de ve ayrıca "Bugün bizim Calut'a ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok" dediyseler de, ulu Allah düşmanlarına karşı onlara yardım etti. Allah'ın izniyle, o güçlü orduyu ağır bir hezimete uğrattılar. Savaşın devam ettiği sırada Davud Calut'u öldürdü. Saltanat ve mülk, İsrailoğulları'na yerleşti. Yeniden hayata döndüler. Tekrar eski egemenliklerine ve güçlerine kavuştular.
Bütün bunlar, Calut ve ordusu ile karşı karşıya geldiklerinde, sürekli tekrarladıkları şu iman ve takva içerikli sözün etkisiyle gerçekleşiyordu: "Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, adımlarımızı sabit kıl ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et." İşte böyle, her zaman ve her mekândaki müminler, geçmişte yaşamış salih toplulukların yolunu izlemelidirler. Onlar mümin olarak kaldıkları sürece üstündürler.
244) Allah yolunda savaşın...
Cihadın farz ve zorunlu olduğu belirtiliyor. Yüce Allah, gerek burada ve gerekse, konuya ilişkin başka ayetlerde cihadı "Allah yolunda" olmakla sınırlandırıyor. Bu kayıtlandırma ile güdülen amaç şudur: Hiç kimse, bu dinsel görevin, kupkuru bir dünyevî sulta uğruna olduğu, şeklî bir yayılma amacı ile yürütüldüğü vehmine kapılmasın. Nitekim, günümüzde İslâm'ın yayılışını inceleyen sosyologların ve başka kimselerin bu tür bir kuruntuya kapıldıklarını görüyoruz. Tam tersine, cihad, insanlık için dünya ve ahiret iyiliği anlamına gelen dinsel egemenliğin genişlemesine, pekişmesine yönelik bir yükümlülüktür.
"Bilin ki, şüphesiz Allah işitendir, bilendir." ifadesinde, bu görevi yerine getirmekte olan müminlere yönelik bir uyarı vardır. Ki, Allah ve Resulü bir emir verdiklerinde sözlü olarak buna karşı çıkmasınlar ya da iki yüzlülük edip karşı çıkışlarını içlerinde tutmasınlar. Nitekim İsrailoğulları da, Talut hakkında ileri geri konuşmuş ve "Onun bizim üzerimize nasıl hükümdarlığı olabilir?" demişlerdi. Ayrıca kendi içlerinde şöyle demişlerdi: "Bugün bizim Calut'a ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok." Bir de savaşla yükümlü kılındıkları zaman içlerinde bir grup çil yavrusu gibi dağılıp gerisin geri dönmüşlerdi. Daha sonra, komutanları Talut yasakladığı hâlde, üzerinden geçmekte oldukları bir nehrin suyundan içmişlerdi.
245) Allah'a, karşılığını çok arttırma ile kat kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir?
Ayette geçen "karz" kelimesi borç demektir. Yüce Allah, kendi uğruna yapılan maddî harcamaları, kendisine verilmiş borçlar olarak nitelendiriyor. Daha önce de söylediğimiz gibi, bu, teşvik amaçlı bir nitelendirmedir. Hem yapılan harcamalar O'nun yolundadır ve bu harcamalar,kat kat arttırılmış olarak kendilerine dönecektir.
Ayetlerin akışı içinde, emir nitelikli hitaptan, soru tarzına yöneliniyor. Örneğin: "Allah yolunda savaşın." dendikten sonra, "Allah'a güzel bir borcu verecek olan kimdir?" deniliyor. "Allah yolunda savaşın." sonra da, "Borç verin..." denmiyor. Böylece, yükümlülük çerçevesinden çıkmadan, muhatabın zihninin yükümlülük içeren emir atmosferinden çıkıp hayra ve iyiliğe ilişkin çağrıya yönelmesi, rahatlaması, coşması amaçlanıyor.
Allah hem daraltır ve hem genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz.
"Yakbizu" fiilinin mastarı olan "kabz" insanın bir şeyi kendine doğru tutması demektir. Karşıtı ise "yaymak, dağıtmak" anlamında olan "sin" harfiyle yazılan "bast" dır. İfadenin orijinalinde yer alan "sâd" harfiyle yazılı "bast" aynı kelimeden gelmedir. Ancak "sin" harfi "itbak ve tefhîm nitelikli "tı" harfine yakın olması hasebiyle "sad" harfine dönüşmüştür.
Ayet-i kerimede yüce Allah'ın üç sıfatının, yani O'nun daraltan, genişleten ve dönülen merci oluşunun gündeme getirilişi, Allah'a borç olarak harcadıkları malların boşa gitmeyeceğinin maddî harcamaların kat kat artarak sahibine dönmesinin imkânsız sayılmamasının vurgulanmasına yöneliktir. Çünkü rızkı daraltıp genişleten bizzat yüce Allah'tır. Dilediğini azaltır, dilediğini de artırır. Dönüş O'nadır. Kendisine verilen borcu eksiksiz, hem de en iyi bir şekilde öder.
246) Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerini görmedin mi? Hani, peygamberlerinden birine, "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım." demişlerdi.
Ayette geçen "el-mele'" kelimesi, söylendiğine göre, bir görüş etrafında toplanmış grup demektir. Azamet açısından göz doldurdukları için "mele'" diye nitelendirilmişlerdir.
O gün aralarında yaşayan peygamberlerine, "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım" ifadesi ayetlerin akışından anladığımız kadarıyla, şuna delalet etmektedir: Calut isimli bir kral İsrailoğulları'na egemen olmuştu. Üzerlerinde öyle bir baskı uygulamıştı ki, yurt ve evlât gibi bağımsız bir hayatın tüm nimetlerini kaybetmişlerdi.
Bu gelişmeler, yüce Allah'ın, kendilerini Firavunoğulları'ndan, elçisi Musa'nın velâyeti ve O'ndan sonraki vasilerinin velâyeti sayesinde kurtarmasından sonra yaşanmıştı. Firavunoğulları onlara görülmemiş bir baskı uyguluyorlardı. İşte bu kurtuluşun ardından Calut isimli zorba kral başlarına musallat olmuştu. Bu baskılar öyle bir noktaya gelmişti ki, deyim yerindeyse "bıçak kemiğe dayanmıştı." Öz varlıklarındaki uyuyan gizli güçler depreşmeye başlamıştı. Hamiyet duygusu önü alınmaz bir galeyana dönüşmüştü. İşte bu sırada kavmin sözüne itibar edilir ileri gelenleri, o sırada aralarında bulunan peygamberlerden birinden görüş ayrılıklarına son verecek, şuraya buraya serpilmiş etkisiz güç odaklarını bir bayrak altında toplayacak bir hükümdar belirlemesini istediler. Onun komutası altında, Allah yolunda savaşacaklarını vurguladılar.
O, "Ya üzerinize savaş yazılınca (farz kılınınca) savaşmayacak olursanız?" demişti.
İsrailoğulları, peygamberlerinden, komutası altında, Allah yolunda savaşacakları bir hükümdar göndermesini istemişlerdi. Oysa bu, peygamberin yetkisinde değildi, tamamen Allah'ın yetkisindeydi. Bu nedenle peygamber, savaş emrini vermek ve hükümdar göndermek işini Allah'a havale etti.
Peygamber, Allah'ın adını saygı ifadesi olarak açıkça zikretmiyor. Çünkü, peygamberin onlara verdiği cevap, karşı çıkışlarını ima eden bir soru niteliğindedir. Bu, onların tavırlarından ve yüce Allah'ın vahiy yoluyla bildirmesinden anlaşılıyordu. Bu yüzden peygamber, Allah'ın adını açıkça zikretmemek suretiyle, onların muhalefetinden tenzih ediyor. Sadece yetkinin yüce Allah'a ait olduğunu, her şeyin O'nda çözümlendiğini "ya üzerinize savaş yazılınca" ifadesiyle vurguluyor. "Farz kılma" anlamını ifade eden "yazma" fiili ancak yüce Allah hakkında kullanılır. Ancak O, bir şeyi farz kılabilir.
İsrailoğulları'nın savaş emrine karşı çıkmaları ve savaş alanında düşman karşısında gerisin geri dönmeleri bekleniyordu, ancak peygamberleri, bunu bir soru şeklinde dile getiriyor. Ki, böyle bir varsayımı reddetmek suretiyle, kendi aleyhlerine bir kanıt oluşsun. Nitekim: "Bize ne oluyor ki Allah yolunda savaşmayalım?" diyerek, kendilerini bağlayıcı bir üstlenmede bulundular.
"Bize ne oluyor ki, Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan ve oğullarımızın arasından çıkarılıp sürüldük." demişlerdi.
Vatandan çıkarılmak, insanın doğup büyüdüğü memleketinden ayrılması, bu yurdun her türlü nimetinden yoksun bırakılması anlamına gelir. Bu durum mutlak bir tasarruf ve yararlanma şeklinde kinayeli bir ifade tarzıyla anlatılmıştır. Bu yüzden "çıkarılma" fiili vatanla ilgili olarak kullanıldığı gibi, oğullara nispet edilerek de kullanılmıştır.
Ama onlara savaş yazıldığı (farz kılındığı) zaman, az bir kıs-mı hariç, yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.
Bu ifade, peygamberin onlara söylediği, "Ya savaşmayacak olursanız?" sözü ile, onların cevap olarak söyledikleri "Bize ne oluyor ki savaş mayalım?" sözleri üzerine yapılmış bir ayrıntı değerlendirmedir. "Allah zalimleri bilir." sözü gösteriyor ki, peygamberinin "Ya üzerinize savaş yazılınca savaşmayacak olursanız?" söylediği söz, yüce Allah'ın kendisine ilettiği bir vahiydi. Allah, onların savaştan kaçacaklarını peygamberine bildirmişti.
247) Onlara peygamberleri dedi ki: "Allah size Talut'u hüküm-dar olarak gönderdi... ona bir mal bolluğu verilmemişken onun bizim üzerimize nasıl hükümdarlığı olabilir." dediler.
Peygamber (a.s) bu cevabında, hükümdar gönderme işini Allah'a izafe ederek, onların: "Allah'tan bize bir hükümdar göndermesini ve üzerimize savaşı farz kılmasını dile" demeyip de, "Bize bir hükümdar gönder de savaşalım." demek suretiyle gözden kaçırdıkları bir inceliğe dikkat çekiyor.
Kısacası hükümdar olarak Talut'un adının açıklanması, onların itirazlarını gerektirmiştir. Talut'un sahip olduğu iki nitelik onlara göre, hükümdarlıkla bağdaşmıyordu. Bu tür niteliklere sahip olanlar kral olamazlardı. Yüce Allah'ın onların lisanından aktardığı "Biz hükümdarlığa ondan daha çok lâyıkken ve ona bir mal bolluğu verilmemişken, onun bizim üzerimize nasıl hükümdarlığı olabilir?" şeklindeki sözlerden, onların neyi kastettikleri anlaşılıyor.Peygamberlerine bunu söylerken, kendilerinin ondan daha çok krallığa layık olduklarına her hangi bir somut gerekçe sunmamaları, meselenin izahı gerektirmeyecek şekilde açık ve taraflarca biliniyor olduğunu gösterir. İşin özü şudur: Peygamberlik ve krallık gibi övünç vesilesi olan iki yetki, İsrailoğulları içinde iki sülaleye özgü nitelikler olarak sürüp geliyordu. Talut'sa bu sülalelerden birine mensup değildi. Diğer bir ifadeyle, Talut ne peygamberlik misyonunu temsil eden aileden ne de krallık misyonunu taşıyan aileden gelmiyordu. Bu yüzden, duyar duymaz karşı çıktılar. Kendileriyse krallık, ya hem krallık ve hem de peygamberlik ailesinden geliyorlardı. Ve ona göre kendileri krallığa daha layıktılar. Allah krallık yetkisini bizim sülalemize vermiştir. Bunun başkasına geçmesini nasıl kabul eder; diyorlardı.
Bu sözleri, bir bakıma, bedâ, nesh ve değişimi kabul etmeme anlayışlarının da bir ayrıntısı niteliğindeydi. Nitekim: Yüce Allah onların bu inançları hakkında şöyle buyurmuştur: "Yahudiler, Allah'ın eli kolu bağlıdır, dediler. Kendi elleri kolları bağlansın." (Mâide, 64) Peygamberleri bu sözlerine karşılık şu cevabı verir: "Doğrusu Allah size onu seçti..." Onlara göre, krallıkla bağdaşmayan ilk nitelik buydu. Krallık misyonunu taşıyan aileye mensup olmamak... İkinci nitelikse, onların şu sözlerinden anlaşılıyor: "Ona bir mal bolluğu verilmemişken." Talut yoksul biriydi. Peygamberleri onların bu itirazlarına da şu cevabı verir: "Onun bilgisini ve bedenî gücünü arttırdı."
O şöyle demişti: "Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgisini ve bedenî gücünü arttırdı."
İstifâ" ve "istisfâ" kelimeleri, seçme, tercih etme anlamına gelirler. Aslı "safv (=safi ve duru olmak)"tır. Ayetin orijinalinde geçen "basteten" kelimesi ise, genişlik ve kudret demektir. Bu, onların itirazlarına cevaptı.
Aile üstünlüğü hasebiyle, hükümdarlığa Talut'tan daha çok layık olduklarını söyleyerek krallığına karşı çıkışları, şu şekilde cevaplandırılıyor: Hükümdarlık Allah'ın söz konusu ailelere bahşettiği bir üstünlük ve ayrıcalıktır. Yüce Allah'ın bir başkasını onlara seçmesi, onun hükümdarlığa bunlardan daha çok layık olduğunu, ailesinin söz konusu ailelere, bizzat kendisinin de onlara üstünlüğünü gösterir. Çünkü üstünlük Allah'ın üstün kılmasıyla gerçekleşebilir ancak.
Talut'a bol mal verilmemiştir, diye onun krallığına karşı çıkışları şu şekilde cevaplandırılıyor: Krallık, hükümdarlık; bir insan topluluğuna egemen olmaktır. Hükümdarlığın tek hedefi, insanların farklı yönlere eğilim gösteren iradelerini kaynaştırmak, tek bir iradenin egemenliği altında toplamaktır. Farklı eğilimler bir iradenin kontrolü altında, dizginlenince, kriz aşılmış olur. Toplumsal birlik sağlanmış olur. Toplumu oluşturan her fert, bu sayede, layık olduğu erdemlilik yolunda yürür. Bu hususta kimse kimseyi dışlayamaz ve kimse hak etmediği hâlde bir başkasının önüne geçemez. Bir ferdin, haksız yere geride kalması da düşünülemez. Kısacası, hükümdarlığa yüklenen misyon, bu konuma gelen kişinin toplumu, her ferdin layık olduğu erdem düzeyine ulaşabileceği bir şekilde yönetmesi, buna engel olacak unsurları bertaraf etmesidir. Bu amaca ulaşmak için iki unsur gereklidir:
a) İnsan hayatını yapan (ıslah eden) ve yıkan (ifsat eden) her şeyi bilmek.
b) Memleketin çıkarına olacak faaliyetleri yapabilecek bedensel kudrete sahip olmak.
Bu iki unsura, şu ayette işaret ediliyor: "Onun bilgisini ve bedenî gücünü arttırdı." Bol mala sahip olmaya gelince, hükümdarlık için bunu bir ön koşul saymak cahillik örneğidir.
Sonra, bütün bunlar bir tek kanıtın altında birleştiriliyor: "Allah kime dilerse mülkünü verir." Çünkü mülk, yani egemenlik Allah'ın tekelindedir. Hiç kimse bu egemenlikte pay sahibi değildir. Yüce Allah'ın her hangi bir kimseye mülkünü bahşetmesi başka. Bununla beraber, kişilerin bu şekilde sahip oldukları mülk de Allah'ındır. Bunu "Mülkünü verir." tamlamasından da algılayabiliriz. Böyle olunca, ulu Allah mülkü üzerinde dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir. Hiç kimse: "Niçin, nasıl? "diye sorma hakkını kendinde bulamaz. (Yani, bir insan kalkıp da, yüce Allah'ın mülkü üzerinde ki tasarrufunu sorgulayamaz. Çünkü Allah, kayıtsız, şartsız mutlak sebeptir. Kimsenin, nedensel bütünleyici ve fiil aracını araması da gerekmez. Allah noksansızdır bütünleyici sebebe ihtiyaç duymaz.) Şu hâlde, hükümdarlığın bir hanedandan diğerine aktarılışını birinin güç ve mal gibi zahiri sebeplerden yoksun olduğu hâlde bu yetkiye ulaştırılışını sorgulamamak gerekir.
İlâhî bağış, her ne kadar, Allah nasıl ve kimin için dilerse, öyle ger-çekleşiyor olsa da, hikmet ve maslahattan uzak değildir. Dolayısıyla, "Allah dilediğini yapar." "Mülkü dilediğine verir." ve benzeri sözler, "Yüce Allah, fiillerinde maslahat unsurunu göz önünde bulundurmaz." veya: "Yüce Allah bir şey yapar. Eğer bir maslahata denk gelse, denk gelmiş olur. Bu işin amaçsız olması da, mümkündür. Bunun bir sakıncası yoktur. Çünkü mülk O'nundur. O dilediğini yapar." anlamına gelmez. Çünkü dini somut kanıtlar ve aklî deliller bu tür bir yaklaşımı geçersiz kılmaktadır.
Bilakis, bizim bu tür ifadelerle kastettiğimiz anlam şudur: Her yaratılmış ve her iş sonuç itibariyle Allah'a gelip dayanır. Maslahat ve hayır yönleri de her şey gibi O'nun tarafından yaratılmışlardır. Böyle olunca, yüce Allah, yaptığı her hangi bir işte, her hangi bir maslahatın baskısı altında hareket etmez. Maslahatın gerektirdiği hükmün etkisi altına girmez. Bu tür bir baskı ve etkilenme bizim fiillerimiz için geçerlidir. Yüce Allah, bir iş yaptığı veya bir şey yarattığı zaman, sadece güzeli yapar, sadece güzeli yaratır olduğundan O'nun fiili maslahata uygun olma niteliği kazanır. Ve bu işlerde kulların iyiliği göz önünde bulundurulmuş olur. Şu kadarı var ki, ulu Allah hiç bir maslahatın etkisinde değildir. Çıkarların baskısı altında hareket etmez.
Bundan dolayı, bu değerlendirmeyi, önceki ile birlikte düşünmek doğru olur. "Allah, kime dilerse mülkünü verir." ifadesi ile "Doğrusu Allah, size onu seçti ve onun bilgisini ve bedenî gücünü arttırdı." ifadelerinin birlikte değerlendirilmelerini kastediyorum. Çünkü ilk kanıt, maslahat ve sebeplere ilintilendirmeyi kapsamaktadır. İkinci kanıt ise, mülkü mutlak manada dilediğini yapar Allah'a özgü kılmayı kapsamaktadır. Eğer mülkün mutlak anlamda Allah'a özgü oluşu ve yüce Allah'ın da dilediğini yapıyor olması, O'nun fiillerinin maslahat ve hikmetle paralel oluşlarıyla çelişmiyor olmasaydı, burada ikisini birlikte zikretmek uygun olmazdı. Nerde kaldı ki iki ifadeden biri ötekini pekiştirsin veya bütünlesin.
Ayet-i kerimenin sonunda yer alan şu değerlendirme cümlesi, bu anlamı çok güzel vurgulamaktadır: "Allah, (rahmeti ve lütfü) geniş olandır, bilendir." "Geniş"lik niteliği, yüce Allah'ın bir işi yapmasının ya da bir şeyi vermesinin asla engellenemeyeceğini gösterir. "Bilme" niteliği de, O'nun fiillerinin yanılmaz ve değişmez bir bilgiye göre gerçekleştiğine delalet eder. Şu hâlde, dilediği her şeyi yapar ve ancak maslahat içeren şeyler yapar.
"Genişlik" kavramı, aslında, cismin başka şeyleri kaplamaya elverişli olması durumunu ifade eder. Kabın, içine dökülen şeyi kapsaması, sandığın, içine konulan eşyayı kapsaması ve evin içindekileri içermesi gibi. Daha sonra, zenginlik, müstağnilik anlamında kullanılır oldu. Ama her yönüyle her zenginlik değil. Tersine,beraberinde harcama yapabilme özelliğini de taşıyan zenginlik kullanılır. Sanki mal, harcanması istenen miktarı kapsayacak genişliktedir. Bu anlamıyla ulu Allah için de kullanılır. O, geniştir. Yani zengindir, harcamayı istediği şeyi dağıtıp harcaması O'nu zor durumda bırakmaz. Tam tersine, O, bu güce sahiptir.
248) Onlara peygamberleri şöyle dedi: "Onun hükümdarlığının belgesi, size Tabut'un gelmesi olacaktır ki onda Rabbinizden bir sekîne… var.
Tabut; sandık demektir. Söylendiğine göre, bu kelime "tevb (=dönme)" kelimesinin "fa'lut" kalıbına uyarlanmış şeklidir. Çünkü insan, defalarca sandığa döner.
"SEKÎNE"NİN ANLAMI ÜZERİNE
"Sekîne" kelimesi "sükûn" kökünden gelir. Hareketin karşıtıdır. Kalbin sükunu anlamında kullanılır. İnsanın istikrarlı oluşu, iradesinin özü itibariyle iç dünyasında çalkantının olmayışı demektir. Hikmet sahibi insanın hâlidir bu (Ahlâk biliminde hikmeti kastediyorum). Böyle bir insan, fiillerinde kararlı ve azimet sahibidir. Ulu Allah "sekîne"yi, kemal mertebesine ulaşmış imanın bir niteliği olarak öngörmüştür. Üstün bağışlarından biri olarak nitelemiştir.
Açıklamasına gelince; insanın öz yaratılışından kaynaklanan bir içgüdüyle, fiilleri düşünce sonrası gerçekleştirir. Fiillerin maslahatını, hayatındaki mutluluğu ve toplumsallığı için öngörülen hayır üzerindeki etkisini kapsayan aklî önermelerin düzenlenişinden ibarettir bu. Sonra yapması ve yapmaması gereken şeylerin belirlenişi ile sonuçlanır.
Bu düşünsel eylemi, insanoğlu fıtratının tarzına uygun olarak gerçekleştirdiği, mutluluğu açısından gerçek bir yarardan başkasını kastetmediği zaman, nefisten kaynaklanan bir istikrar ve bir düşünsel sükunet üzere gerçekleşir. Çalkantısız ve sarsıntısız olarak... Fakat insanoğlu, hayatı itibariyle yere çakılıp ondan kopamayınca, havasının peşine takılıp, tutkularına esir olunca, işi karışır. Düşünce ve karar aşamasında yanıltıcı ve baştan çıkarıcı süslerin zihnini bulandırması ile yüz yüze kalır. Bu durum, onun kimi zaman doğru yoldan sapmasına ve kimi zaman da karar ve irade bazında sarsıntı geçirmesine, iç çalkantı yaşamasına, zorluklar karşısında tutunamaz olmasına ve derin iç sarsıntıların bunaltıcı girdabına düşmesine neden olur.
Mümin, yüce Allah'a yönelik inancı nedeniyle, sarsılmaz bir dayanağa, yıkılmaz bir temele dayanmıştır. İşlerini, şüphe kabul etmez gerçek bilgiler üzere kurmuş bir insandır o. Amellerini kuşku duymadığı ilâhî yükümlülükler oluşturur. Bu işte bir yetkisi yoktur ki, bir şeyi kaçırmaktan korksun ya da bir şeyi yitirmekten dolayı üzülsün veya hayır ile şerri ayırt etmede tereddüt geçirsin.
İnanmayanlara gelince, onların, işlerinin idaresini, kontrolünü verebilecekleri bir dostları yoktur. İşlerinin iyisi de, kötüsü de sonunda kendi nefsine döner. Heva ve heves yoluyla, hayaller ve uğursuz sezgiler yoluyla, her taraftan üzerine hücum eden bu düşüncelerin karanlığına düşmüştür.
Ulu Allah şöyle buyurur: "Allah, müminlerin velisidir." (Âl-i İmrân, 68) "Bu böyledir; çünkü Allah, İman edenlerin velisidir; kâfirlerin ise, velisi yoktur." (Muhammed, 11) "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tâğuttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar." (Bakara, 257) "Biz gerçekten şeytanları, inanmayanların velileri kıldık." (A'râf, 27) "İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur." (Âl-i İmrân, 175) "Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin-hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlanma vadediyor." (Bakara, 268) "Kim Allah'ı bırakıp da Şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana uğramıştır. Şeytan onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki Şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir... Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" (Nisâ, 119-122) "Haberiniz olsun; Allah'ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır." (Yûnus, 62)
Gördüğünüz gibi ayetler korku, üzüntü, bunalım ve aldanış gibi nitelikleri küfrün yanına, bunların karşıtı olabilecek nitelikleri de imanın yanına koymaktadır.
Şu ayet-i kerimede, bu gerçek biraz daha açık bir şekilde dile getiriliyor: "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122) Bu ayet-i kerime gösteriyor ki, kâfirin yürürken tökezlemesi, göz gözü görmez bir karanlığın içinde olmasından kaynaklanıyor. Ama mümin, ilâhî bir nura sahiptir. Bu nur aracılığı ile yolunu görmektedir, hayrı ve şerri ayırdetmektedir. Çünkü yüce Allah, ona kâfirlerle ortak olduğu ve aynı derecede paylaştığı hayatının yanı sıra yepyeni bir hayat bahşetmiştir. Bu hayat, peşi sıra nurla aydınlanmayı getirmektedir.
Şu ayet de önceki ayet gibi bu gerçeği dile getirmektedir: "Ey iman edenler, Allah'tan sakınıp korkun ve O'nun elçisine iman edin, size kendi rahmetinden iki kat versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size mağfiret etsin." (Hadid, 28)
Bir diğer ayette ise, şöyle buyuruyor: "Allah'a ve ahiret gününe i-man eden hiç bir kavim bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, Allah kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücadele, 22) Bu ayet, müminlerin yaşadıkları hayatın, Allah katından bir ruhla destekli olduğunu ifade etmektedir. Bu da imanın gerekliliğini ve kalpte yerleşmiş olmasını gerektirir. Bu müminler, iman kalplerine yerleştikten sonra, Allah katından bir ruhla desteklenirler. Bedenlerine yepyeni bir hayat bahşedilir ve önlerinde bir nur parlamaya başlar.
Görüldüğü gibi, bu ayeti şu ayetle bağdaştırmak mümkündür: "Müminlerin kalplerine, imanlarına iman katıp-arttırsınlar diye güven duygusu ve huzur (sekîne) indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Fetih, 4) Şu ayette geçen "sekîne" kavramı, bundan önce sunduğumuz ayette geçen "ruh" kavramı ile ve bunda geçen "imana iman katılması" durumu, öncekinde geçen "imanın yazılması" durumu ile uyuşmaktadır. Ayetin sonundaki ifade de bu uyumu pekiştirici niteliktedir: "Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır." Bilindiği gibi Kur'ân "ordu" kavramını melekler ve ruh gibi varlıklar anlamında da kullanır.
Şu ayetler de akışları itibariyle, önceki ayette benzemektedir: "Allah, elçisinin ve müminlerin üzerine (sekîne) güven ve yatışma duygusunu indirdi. Ve onları takva sözü üzerinde kararlılıkla ayakta tuttu. Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler." (Fetih, 26) "Böylece Allah O'na huzuru, güvenlik duygusunu (sekîne) indirmişti. O'nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti." (Tevbe, 40)