1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Elif, lâm, mîm.
2- Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, (yaratıklarını)
koruyup yöneticidir.
3- O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak
indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti.
4- Daha önce, insanlara yol gösterici olarak. Furkan'ı (dini) da
indirdi. Muhakkak ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli
bir azap vardır. Allah güçlüdür, intikam alıcıdır.
5-Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a hiç bir şey gizli kalmaz.
6- Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O'dur. O'ndan
başka ilah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hikmet sahibidir.
Surenin ana hedefi, mü'minlerin dinde ortak bir kelime etrafında
birleşmeye, dinin ilkelerinin korunmasına yönelik çabalar
bağlamında sabır göstermeye ve kararlılığa çağırılmalarıdır. Son
derece hassas bir noktada bulunduklarına dikkatleri çekilerek,
Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerden oluşan bir düşman çemberiyle
kuşatıldıkları vurgulanıyor. Bu topluluklar bir araya gelmiş ve Allah'ın
nurunu elleri ve ağızlarıyla söndürme kararını almışlardır.
Surenin bir kerede inmiş olması güçlü bir ihtimaldir. Çünkü iki
yüz ayeti arasında başından sonuna kadar bir ahenk ve intizam
olduğu, ayetler arasında güçlü bir bağ bulunduğu, maksatlarının
birbiriyle bağlantılı olduğu açıktır.
Bu yüzden, zihnimizde şöyle bir bakış açısı ağırlık kazanıyor:
Bu sure Peygamber Efendimize (s.a.a) indiği zaman, konumu henüz
tam anlamıyla istikrar kazanmış değildi. Çünkü surede Uhud
savaşından, Necran Hıristiyanlarıyla lanetleşmeden, Yahudilerin
bazı tutum ve davranışlarından söz ediliyor. Müşrikler aleyhine
mücadele etmeye ilişkin teşvik edici ifadelere yer veriliyor. Sabırlı
olma gereği vurgulanıyor, birbirlerini sabra tavsiye etmeye ve aralarında
birlik, beraberlik oluşturmaya ilişkin çağrılar yapılıyor. Bütün
bunlar gösteriyor ki: Âl-i İmrân suresi indiği sıralarda Müslümanlar
bütün güçleriyle ve tüm imkanlarıyla dinin varlığını savunma
sınavıyla karşı karşıyaydılar. Bir yandan Yahudi ve Hıristiyanların
kışkırtmaları sonucu, toplulukları içinde baş gösteren çözülme
ve çatırdamalara karşı direniyor, kanıtlar gösteriyor, cevaplar
sunuyorlardı. Bir yandan da müşriklerle savaşıyorlardı. Onlar
savaş halinde ve can güvenliğinden yoksun bir ortamda yaşıyorlardı.
Çünkü İslam'ın çağrısı yankı uyandırmıştı. Bütün dünya; Yahudi'si
ve Hıristiyan'ı, Arap müşrikleri, daha gerilerde Bizanslılar,
İranlılar vb. İslam aleyhine harekete geçmişlerdi.
Yüce Allah, bu surede mü'minlere aracılığıyla hidayet buldukları
dinin gönüllerini hoş tutacak, şeytanın kalplerine telkin ettiği
şüphe ve vesveseleri giderecek, ehl-i kitabın saptırıcı kandırmalarını
etkisiz hale getirecek gerçeklerinden bazılarını hatırlatıyor ve
bu bağlamda şu gerçeği vurguluyor; Allah mülkünü idare etmekten
gafil değildir. O'nun yarattığı varlıkların O'nu aciz bırakmaları
söz konusu olamaz. O'nun dinini seçip kullarından bir grubu bu
dine iletmiş olması öteden beri sürüp gelen teamüllerin ve kesintisiz
bir sünnetin gereğidir. Sebepler ve illetler yasasıdır bu. Dolayısıyla
mü'min ve kâfir sebepler yasasına göre hareket etmek durumundadır.
Bir gün kâfirin lehine, bir başka gün de mü'minin lehine
olur. Yurt sınav yurdudur. Bugün çalışma günüdür. Sınav ve
çalışmanın karşılığı ise, yarın verilecektir.
(Al-i İmran / 1-2) "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Elif, lâm, mîm.
Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, (yaratıklarını)
koruyup yöneticidir." Ayet-el Kürsi'yi tefsir ederken, bu ifadeyle ilgili
açıklamalarda bulunduk. Bu açıklamalarımızdan şu sonuç çıktı:
Burada kastedilen, yüce Allah'ın var etme ve var ettiğini yönetme
işini eksiksiz bir şekilde yerine getirdiği, varlıklar üzerinde yöneticikaim
olduğudur. Şu halde varlıklar alemi, objeleri ve etkileriyle
Allah'ın yönetimi, egemenliği altındadır. Bu, bilinçsiz doğal sebeplerinkine
benzer salt etkiden ibaret bir egemenlik değildir. Tersine,
ilim ve kudret gerektiren hayat nitelikli bir egemenlik söz konusudur.
Buna göre ilahi bilgi, varlıklar alemine nüfuz edicidir ve hiç bir
şey bu bilginin kapsamının dışında kalamaz. İlahi kudret de varlıklar
alemine egemendir. Bu alemde O'nun dileği ve izni olmadan
hiç bir şey meydana gelmez. Bu yüzden iki ayetin ardından şu değerlendirme
cümlesi yer almıştır. "Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'
a hiç bir şey gizli kalmaz. Döl yataklarında size dilediği gibi şekil
veren O'dur."
Âl-i İmrân suresinin başındaki bu altı ayet, surenin içerdiği
ayrıntıları -kapsayıcı (surenin ana hedefinden söz etmiştik) bir
özet-giriş niteliğindedir. Dolayısıyla bu ayet de, konuya hedefi
sonuçlandıracak bir türde küllî açıklamayla giriş yapma
landıracak bir türde küllî açıklamayla giriş yapma konumundadır.
Nitekim "Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a..." cümlesiyle başlayan
son iki ayet de, açıklama sonrası gerekçelendirme işlevini görüyor.
Buna göre, kapsamlı girişin tamamlanışını sağlayan söz, ortadaki
iki ayet olarak ön plana çıkıyor: "Sana kitabı indirdi... üstün iradelidir,
intikam alıcıdır."
Dolayısıyla, şöyle bir anlam ortaya çıkmış olur ki, mü'minler
şunu akıllarından çıkarmamaları gerekir: İman ettikleri Allah,
uluhiyette tektir. Varlıklar üzerinde hayat sahibi bir egemendir.
Varlıkların idaresi O'nun tekelindedir. Mülkünde O'na üstünlük
sağlanamaz. Evrende ancak O'nun dilediği ve izin verdiği şey olur.
Mü'minler bu gerçeği düşündükleri zaman, hakka ileten kitabı,
hak ile batılı birbirinden ayıran ve aydınlatıcı Furkan'ı indirenin O
olduğunu bilirler. Yüce Allah, yol gösterici kitabı indirirken, hiç
kuşkusuz sebepler aleminde ve özgür seçim ortamına egemen
olan yasaları yürürlüğe koymuştur. Kim iman ederse, ödülünü alacaktır;
kim de inkar ederse, Allah ilerde onu cezalandıracaktır.
Çünkü O, güçlüdür, intikam alıcıdır. Bu da şundan dolayıdır ki; O,
Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur ki bu yönlerde hükmetsin. Kâfirlerin,
mü'minlerin durumu O'ndan gizli kalamaz. Davranışları ve
küfürleri O'nun iradesinin ve meşietinin dışında gerçekleşmez.
(Al-i İmran / 3) "O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı
olarak indirdi." Daha önce, "tenzil" kelimesinin peyderpey indirme "inzal"
kelimesininse bir kere de indirme anlamına geldiğini belirtmiştik.
Bu değerlendirmemiz, aşağıdaki ayetlerde geçen "tenzil" kelimesinin
ifade ettiği anlam ile çelişiyormuş gibi görülebilir.
"Kur'an ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil miydi?"
(Furkan, 32) "Bize gökten bir sofra indirebilir mi?" (Mâide, 112)
"Ona bir ayet indirilmeli değil miydi?" (En'âm, 37) "De ki: Şüphesiz
Allah, ayet indirmeye güç yetirendir." (En'âm, 37) [Bilindiği gibi bir
ayetin indirilişi, ancak bir defada ve toplu olarak düşünülebilir.] Bu
yüzden bazı tefsir bilginleri: Çelişkiyi ortadan kaldırmak için ifa
deyle ilgili olarak şöyle demek daha uygundur: "Sana kitabı indirdi"
demek, "Onu bir indirmenin ardından tekrar indirdi" demektir."
demişlerdir.
Bunu şöyle cevaplandırmak mümkündür: İndirişin peyderpey
gerçekleştirilmesinden maksat, herhangi bir şeyin cüzlerinin indirilişi
sırasında, bu cüzler arasında önemsenecek kadar bir zaman
aralığının bulunması değildir. Bilakis, cüzlerinin varolmaları ile
meydana gelen bileşik varlıkların bazen bütün cüzleri ile olan ilintisi
göz önünde bulundurulur ki, bu durumda parçalara bölünmemiş
tek bir şey olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda, "Gökten bir su
indirdi." (Râ'd, 17) yâni yağmur yağdırdı, ayetinde olduğu gibi böyle
bir varlık için bir kerede indirilişi ifade eden "inzal" kelimesi kullanılır.
Bazen de bileşik varlıklar, ardarda meydana gelmeleriyle
kendilerini oluşturan cüzlerinin tümüyle değil de her birisiyle olan
ilintisi göz önünde bulundurularak değerlendirilir. Cüzlerin ardarda
varoluşları esnasında, aralarında uzun bir zaman aralığının bulunup
bulunmaması hiç bir şeyi değiştirmez. İşte bu olaya "peyderpey
oluş" denir ve böyle bir indiriliş "tenzil" kelimesiyle ifade edilir.
Şu ayette olduğu gibi "O'dur ki yağmuru yağdırır." (Şurâ, 28)
Buradan çıkan sonuç şudur: Çelişkiye örnek olarak gösterilen
ayetler arasında aslında çelişkiyi sergileyecek bir ayet yoktur.
Çünkü: "Kur'an ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil
miydi?" ayetinden maksat, Kur'an'ın farklı işler, olaylar ve zamanlarla
ilgili olarak ayetlerinin ardarda indirildiği gibi tümünün de
uzun bir zaman aralığı olmaksızın, bitişik ve tek bir zamanda ayetlerin
ardarda indirilişi şeklinde ona nazil olmasıdır. Bu, aynı zamanda
yukarıda örnek gösterilen öteki ayetler açısından da geçerli
bir cevaptır.
Yukarıda işaret ettiğimiz bazı tefsir bilginlerinin "Sana kitabı
indirdi." cümlesiyle ilgili açıklamaları istihsan [şer'i delillerden
birine dayanmaksızın sırf ilk nazarda hatıra güzel görünen şahsi
görüş] olup kesin olarak kelimenin lügatteki anlamını belirlemede
caiz olmamakla birlikte, mezkur ayetlere dayanarak varsayılan
çelişkiyi de ortadan kaldırmıyor. Tam tersine çelişki olduğu gibi
söz konusudur. [Çünkü "bir indirmenin ardından tekrar tekrar indirdi"
cümlesi tedrici indirmede kullanılan başka bir ifadedir ve bu
ifadeyle ilgili olarak da tenzil kelimesi kullanılmalıdır. Sonuç olarak
da söz konusu ayetlerde tenzil kelimesinin kullanılmış olmasının
nedeni bu yorumla açıklığa kavuşturulamaz.] Verilen cevabın
yetersizliği apaçık ortadadır.
Kur'an-ı Kerim'de, kitabın Peygamber Efendimize (s.a.a) indirilişi
hem "tenzil" hem de "inzal" ifadesiyle anlatılmıştır. "İnme" (nüzul)
eylemi, herhangi bir şeyin bir şekilde çıktığı yüksek bir makam
veya mekanın yanı sıra, yönelip karar kılacağı aşağı bir makam
veya mekanı da gerektirir. Yüce Allah, zatını yükseklik ve yüce
derecelerle vasfetmiştir. Kitabını da kendi katından indirilme
olarak nitelemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçekten o,
yücedir, hikmet sahibidir." (Şura, 51) "Ne zaman ki, onlara Allah
katından, yanlarında bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap geldi
mi..." (Bakara, 89) Buna göre, vahyin Resulullah Efendimizin (s.a.a.)
kalbinde yerleşip karar kılması bağlamında "iniş" (nüzul) lafzının
kullanılması yerindedir.
"Hak" kavramı objeler dünyasında sabit, değişmez bir karşılığı
olan haber ve bilgi, "doğruluk" (sıdk) kavramı ise, objeler dünyasındaki
realiteye uyan haber ve bilgi şeklinde açıklanmıştır. Dolayısıyla,
objeler dünyasındaki nesneleri ve reel olguları, tıpkı Yüce
Allah'a ve reel olgulara söylendiği gibi "hak" diye nitelemek, bu
nesne ve olguların kendileri hakkında verilen haber itibariyle
"hak" oldukları anlamını ifade eder. Her halükarda, ayet-i kerimede
geçen "hak" kavramı ile değişmez, geçersiz olmaz ve kalıcı
şey kastedilmiştir.
Anlaşıldığı kadarıyla ayette geçen "hak" kelimesinin başındaki
"ba" harf-i cerri birlikteliği ifade ediyor. Buna göre ayeti şöyle anlamak
gerekir: O sana kitabı, hak ile birlikte, ondan ayrılmaz bir
şekilde indirdi." Hakkın birlikteliği, hak ile beraberlik, onun üzerine
batılın sıçramamasını, içine batılın karışmamasını gerektirir.
Dolayısıyla, Allah tarafından indirilen kitap, batılın ona üstünlüğü,
egemenliği açısından güvencededir. Demek ki, "O, sana kitabı
hak olarak indirdi." ayeti kinayeli istiare sanatına örnek oluşturmaktadır.
"Hak" kelimesinin başındaki "ba" harf-i cerrinin anlamı
ile ilgili başka şeyler de söylenmiştir; ancak bunların hiç biri tutarsızlıktan
beri değildir.
Ayette geçen "musaddikan" kelimesi "tasdik" (doğrulama) kelimesinden,
o da "sıdk" mastarından türemiştir. "Saddaktu makalen
keza" falan sözü tasdik ettim; yâni, onun doğruluğunu onayladım,
doğru olduğunu itiraf ettim, "saddaktu fulanen" falan adamın
haber verdiği şeylerin doğru olduğunu kabul ettim, demektir.
"Kendinden öncekiler..."den maksat, Kur'an'dan önce indirilen
Tevrat ve İncil'dir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçek
şu ki, biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik... Ona
içinde hidayet bulunan İncil'i verdik... Sana da, önündeki kitapları
doğrulayıcı olarak Kitab'ı verdik." (Mâide, 44-48) Bu ifade şuna
delalet ve işaret ediyor: Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde
bulunan Tevrat ve İncil'de yüce Allah'ın Hz. Musa ve Hz. İsa'ya (a.s)
indirdiği ayetler bulunmaktadır, içinde bazı çıkartmalar ve tahrifler
olsa da. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a.) devrinde Yahudi ve Hıristiyanların
ellerinde bulunan Tevrat ve İncil, Bugünkü Tevrat ile dört
maruf İncil'di. Böylece Kur'an-ı Kerim'in mevcut Tevrat ve İncil'i
tasdik ediyor olması sonucu ortaya çıkıyor; ancak bu, yüzde yüz bir
tasdik değil, genel anlamda bir tasdiktir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de,
Tevrat ve İncil'de tahrifat yapıldığını, bazı açıklamaların çıkarıldığını
ifade eden ayetler vardır.
"Andolsun, Allah İsrail oğullarından kesin söz almıştı... ve
kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden
saptırırlar. Kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular...
Ve biz Hıristiyanlarız diyenlerden kesin söz almıştık. Sonunda
onlar kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular."
(Mâide, 12-14)
"O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti daha önce, insanlara yol gösterici
olarak." "Tevrat" kelimesi, İbranice'de şeriat anlamına gelir. İncil
ise, Yunanca bir kelimedir. Bazıları kelimenin aslının Farsça ve
anlamının müjde olduğunu söylemişlerdir. "Gerçek şu ki, biz Tevrat'ı,
içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik..." (Mâide, 44) ayetlerini
incelerken, iki kitap hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız. Kur'an-ı Kerim, ısrarla Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinin kitabını
‘İncil' şeklinde tekil olarak isimlendiriyor ve onun Allah katından
indirildiğini vurguluyor. Oysa, bir çok İncil vardır. Ayrıca bugünkü
tanınan dört İncil, Kur'an'ın inişinden önce ve indiği dönemde
mevcuttu. Bu İncillerin yazarları Luka, Markos, Matta ve Yuhanna
adlı şahıslardır. Bir çok İncil bulunduğu halde, adlandırmanın tekil
yapılması ve onun da Allah katından indirildiğinin vurgulanması,
eldeki İncillerde tahrif ve çıkartmaların bulunduğuna yönelik bir
işarettir. Her halükarda surenin başlarında yer alan bu ayette, Tevrat
ve İncil'den söz edilmiş olmasının, Yahudi ve Hıristiyanların
tutumlarına, ileride işaret edileceği gibi Hz. İsa'nın doğumuna,
peygamber oluşuna ve göğe yükseltilişine ilişkin tavırlarına itiraz
yönlü iğneleyici üslubunu da göz ardı etmemek gerekir.
(Al-i İmran / 4) "Furkan'ı da indirdi." es-Sıhah adlı eserde belirtildiğine göre
"furkan" hak ile batılı birbirinden ayıran şey demektir. Ancak kelime
maddesi itibariyle, bu anlamdan daha geniş kapsamlıdır.
Yâni farklı iki şeyi birbirinden ayıran her şey için bu kelime kullanılabilir.
Bir ayette yüce Allah şöyle buyuruyor: "Furkan (ayrılma)
günü, iki ordunun karşı karşıya geldiği günde" (Enfâl, 41) Bir diğer
ayette de şöyle buyuruyor: "Size bir furkan (doğruyu yanlıştan ayıran)
verir." (Enfâl, 29) Allah katında istenen ayırım, hidayete erme
anlamı ile ilintili olduğuna göre, burada kastedilen, inanç ve bilgiler
bağlamında hak olanla batıl olanı birbirinden ayırma ve dünya
hayatı boyunca kişinin sergilediği ameller bağlamında kulluk görevi
kapsamına giren davranışlarla, bu kapsama girmeyen davranışları
ayırdetmedir.
Dolayısıyla, kullanılan kavramın anlamı, yüce Allah'ın vahiy yoluyla
peygamberlerine indirdiği temel ve ayrıntı nitelikli bilgileri
kapsar. İster bu vahiy kitapta açıklansın, ister kitapta olmayıp da
peygamberler vasıtasıyla açıklansın. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Andolsun, biz Musa ve Harun'a Furkan (hak
ile batılı birbirinden ayıran)'ı verdik." (Enbiya, 48) [Bu ayette Musa
ve Harun'a indirilen şeylerin tümüne furkan adı verilmiştir.] Bir
ayette de şöyle buyurmuştur: "...Musa'ya Kitab'ı ve Furkan'ı verdik."
(Bakara, 53) [Tevrat'ın yanı sıra Musa'ya indirilen emirlere
furkan denilmiştir.] Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: "Alemlere
uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan'ı indiren Allah ne yücedir."
(Furkan, 1)
Yüce Allah Furkan kavramının ifade ettiği bu anlamı, mizan
kelimesi ile de anlatmıştır. "Andolsun, biz elçilerimizi apaçık belgelerle
gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla
birlikte kitabı ve mizanı indirdik." (Hadid, 25) [Bu ayette kitap
ve furkan yerine, kitap ve mizan denilmiştir.] Bu ayet aşağıdaki
ayetle aynı anlamı ve mesajı içermektedir. "İnsanlar tek bir ümmetti.
Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi
ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler
konusunda aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi."
(Bakara, 213) Şu halde mizan da tıpkı furkan gibi, insanlar
arasında, içerdiği bilgiler ve kulluk görevleriyle birlikte, adaletle
hükmetmek üzere gönderilen dinin kendisidir. Yine de doğrusunu
yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
Bir görüşe göre; furkan kavramı ile Kur'an kastedilmiştir. Diğer
bir değerlendirmede furkan kavramı, hak ile batılın
ayırdedilmesini sağlayan yol göstericilik şeklinde anlamlandırılmıştır.
Bazılarına göre, furkan, Hz. İsa hakkında tartışanlara karşı
Peygamber Efendimizin (s.a.a) sunduğu kesin hüccet ve kanıt demektir.
Zafer ve akıl olarak anlamlandıranlar da olmuştur. Ancak
en iyi açıklama bizim yukarıda anlattığımızdır.
"Muhakkak ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir azap
vardır. Allah güçlüdür, intikam alıcıdır." Denildiği gibi intikam almak,
kötülük yapana kötülüğünün karşılığını vermek anlamında kullanılır;
ama bu anlamın kin ve gayzı dindirmek, yüreği soğutmak gayesiyle
gerçekleşmesi anlamını içermesi bir zorunluluk değildir.
Bu duygu, biz insanlar arasında geçerli olan intikam almalar için
söz konusudur. Çünkü kötülük yapan kimsenin bu davranışı, bir
eksikliğe ve zarara yol açar. Bu yüzden, yüreğimizi soğutacak, kinimizi
dindirecek şekilde şiddetli bir cezalandırma yönüne gitmek
suretiyle, uğradığımız zararı gidermek, bizim tarafımızda meydana
gelen noksanlığı tamamlamak gereğini duyarız.
Yüce Allah'a gelince O, kulların davranışlarından dolayı yararlanmaktan
veya zarara uğramaktan münezzehtir. Bunun yanında
O, kulları arasında hakkı yerine getireceğini vaat etmiştir (O'nun
vadi de hakkın ta kendisidir) Kulların yaptıkları hayırsa, hayır olarak,
şerse şer olarak karşılığını verecektir. Yüce Allah bir ayette
şöyle buyuruyor: "Allah hak ile hükmeder." (Mü'min, 20) Bir diğer
ayette de şöyle buyuruyor: "Ta ki, kötülükte bulunanları, yaptıkları
dolayısıyla cezalandırsın, güzel davranışta bulunanları da daha
güzeliyle ödüllendirsin." (Necm, 31) Bu böyledir, çünkü O, kutsiyetinin
çiğnenmesinden münezzehtir, mutlak olarak azizdir (üstündür).
Bu tür girişimleri kesin olarak engeller. Bir görüşe göre, Aziz
kelimesinin anlamının temelinde engelleme gücüne sahip olma
yatmaktadır.
"Muhakkak ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir a-
zap vardır." ayetinde azap kavramı mutlak olarak kullanılmıştır ve
ahiret günüyle yada kıyametle sınırlandırılmamıştır. Dolayısıyla bu
ifadede ahiret azabı bağlamında bir tehdit söz konusu olduğu gibi,
dünya azabı bağlamında da bir tehdit söz konusudur. Aslında bu,
Kur'an'ın kapsadığı temel gerçeklerden biridir; ancak araştırmacıların
çoğunluğu bunu gerektiği şekilde açıklayamamışlardır. Bunun
nedeni, biz insanların ancak bedene acı veren şeyleri, maddi
nimetlerde bir eksilme veya bozulmayı, malların heder olması,
sevilenlerin ölümü ya da bedenin takatsızlaşması gibi şeyleri azap
olarak algılamamızdır. Oysa Kur'an-ı Kerim, bilgileri aracılığıyla
bize bundan ötesini anlatmaktadır.
KUR'AN'DA AZAP KAVRAMININ İFADE ETTİĞİ ANLAM
Kur'an-ı Kerim, Rabbini unutan kimselerin hayatlarını,
geçimlerini onca genişliğine ve bollu görünüşlü olmasına rağmen
sıkıntılı ve zor bir hayat olarak nitelemektedir. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar ve
sıkıntılı bir geçim vardır." (Tâhâ, 124) Nimet ve afiyet olarak
algıladığımız mal ve çocukları, Kur'an-ı Kerim azap olarak
nitelemektedir. "Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin;
Allah onlara dünyada bunlarla azap etmeyi ve kâfir olarak
canlarının çıkmasını istiyor." (Tevbe, 85)
"Ve dedik ki: Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş." (Bakara,
35) ayetini tefsir ederken, ana hatlarıyla açıkladığımız gibi, işin aslı
şudur: Birincisi; insanın sevinci, neşesi, hüznü, tasası, arzusu, korkusu,
azap duyması ve nimetlenmesi onun mutluluk veya mutsuzluk
olarak algıladığı olgular etrafında odaklaşmaktadır. İkincisi;
gerek nimet, gerekse azap ve bunlara yakın olgular, izafe edildikleri
şeyin durumuna göre farklılık gösterirler. Örneğin, ruhun ken-
dine göre bir mutluluğu ve bir mutsuzluğu vardır. Bedenin de bir
mutluluğu ve mutsuzluğu vardır. Aynı
şekilde bu bağlamda insanın
kendine özgü bir konumu ve hayvanın da kendine özgü bir konumu
vardır. vs.
Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmanyan, yüzü dünyaya dönük materyalist
insan, Allah'ın edebiyle edeplenmediği için, asıl mutluluğu
maddi mutluluk olarak algılar ve manevi mutluluk olarak ifade
edilen ruhsal mutluluğa itibar etmez. Bu yüzden mal, evlat, ve
mevki sahibi olmaya uğraşır, iktidar ve kudretini yaygınlaştırmanın
yollarını arar. Bu insan, nefsi aracılığıyla arzuladığı bu şeyleri, yalnızca
hayalinin kendisine tasvir ettiği nimetlenmeye ve lezzete
ulaşmak için belirtmiştir. Arzusuna kavuşunca da, bir lezzetin gerisinde
bin acının gizli olduğunu görür. Bunlara kavuşmadığı zaman,
içinde hasret ve umut besler, kavuştuğunda ise, arzuladığından
farklı bir durumla karşılaşır. Çünkü bir takım eksiklerinin olduğunu
görecektir, beraberinde acılar taşıdığını fark edecektir.
Kalbi güven ve huzur bulacağı sebepler ötesi Allah'a ilgi duymadığından
güvenip dayandığı sebeplerin kendisini yüz üstü bıraktığını
acı bir deneyim olarak anlayacaktır. Sonunda yine hasret, yine
tatminsizlik onu beklemektedir. İnsan, elde ettiği şeyler bağlamında
sürekli acı duyar, ondan yüz çevirir, ondan daha hayırlısını
ister, belki kalbinin tasası ve acısı bu sayede dinsin. Elde etmediği
şeyler konusunda da sürekli hasret, acılar ve yürek sızıları içinde
yüzer. İşte insanın elde ettiği ve kavuşamadığı
şeyler bağlamındaki
gerçek durumu...
Kur'an insanı, sonsuz ruhla, dönüşebilen ve değişkenlik özelliğine
sahip bedenin bileşiminden ibaret bir varlık görür. İnsan
Rabbinin huzuruna varıp sonsuzluğa kavuşuncaya kadar, bu özelliğini
sürdürür. Dolayısıyla, ilim ve benzeri şeyler gibi sırf ruhu için
mutluluk aracı olan olgular onun için de mutluluk kaynağı oluştururlar.
Aynı şekilde, hem bedenin, hem de ruhun mutluluğuna sebep
oluşturan mal ve evlat gibi olgular da, onu Allah'ın zikrinden
uzaklaştırmadıkları ve yerin değerlerine çakılıp kalmasına sebep
olmadıkları sürece, onun için de mutluluğa sebep olurlar ve ne de
güzel mutluluktur bu. Bunun yanında, Allah yolunda öldürülmek,
bu uğurda malın harcanması gibi bedene acı veren ama ruhu mutlu
kılan şeyler de insanın mutluluğu sayılırlar. Bu tıpkı, sağlığı uzun
süre korumak için insanın ilacın acı veren tadına tahammül göstermesine
benzer.
Bedene mutluluk verdiği halde ruha acı veren şeyler, insan için
mutsuzluk ve azap sebebi olurlar. Kur'an-ı Kerim, tek başına badenin
mutluluğunu, fazla önemsenmemesi gereken az bir yararlanma
olarak nitelendirir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
"İnkar edenlerin ülke ülke dolaşıp dönmeleri seni aldatmasın. Bu
az bir yararlanmadır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir.
Ne kötü bir yataktır o!" (Âl-i İmrân, 196-197)
Kur'an-ı Kerim, bedene ve ruha birlikte mutsuzluk veren şeyleri
de azap olarak nitelendirir, tıpkı insanların bunu azap olarak
algılamaları gibi. Ancak, meseleye bakış açısı farklıdır. Bu tür bir
durum insanların yanında azap konumundadır, çünkü bedene
eziyet vermektedir. Kur'an'a göre de azaptır, çünkü ruha eziyet
etmektedir. Geçmiş toplulukların üzerine inen azap türleri bunun
birer örnekleridirler. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"Rabbinin Ad kavmine ne yaptığını görmedin mi? Yüksek
sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri
yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve
kazıklar sahibi Firavun'a? Ki onlar şehirlerde azgınlaşmışlardı.
Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmış-artırmışlardı. Bundan
dolayı Rabbin onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü
Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir." (Fecir, 6-14)
Bilinç sahibi varlıklar açısından mutluluk ve mutsuzluk olguları
duyumsamaya ve algılamaya dayanır. Örneğin biz, elde ettiğimiz
ama algılamadığımız lezzetli bir şeyi kendimiz için mutluluk olarak
değerlendirmeyiz. Aynı
şekilde acı verdiği halde duyularımızla
algılamadığımız bir şeyi de mutsuzluk saymayız. Bundan anlaşılıyor
ki, Kur'an'ın bu mutsuzluk ve mutluluk olgularına ilişkin öğretisi
maddi öğretilerin yaklaşımından farklıdır. Bundan dolayı maddeye
tutkuyla bağlı olan insanın, öyle bir eğitimden geçmesi gerekir
ki, insan için gerçek mutluluğun Kur'an'ın somutlaştırdığı mutluluk
olduğunu ve gerçek mutsuzluğun da Kur'an'ın mutsuzluk
olarak nitelendirdiği şey olduğunu bilsin. Kur'an bu amaçla men
suplarına gönüllerini Allah'tan başkasına bağlamamalarını telkin
eder. Onların, Rablerinin her şeyin sahibi tek egemen olduğunu,
hiç bir şeyin O'nsuz meydana gelmediğini, O'nun dışında hiç bir
şeyin hedef edinilmeyeceğini bilmelerini ister.
Böyle bir insan, nefsi için dünyada sadece mutluluk görür. Oysa
bazı
şeylerde hem bedenin, hem ruhun, bazı
şeylerde de sadece
ruhun mutluluğu söz konusudur. Bunun dışındaki şeyleri de
sadece azap ve felaket olarak değerlendirir. Nefsinin tutkusuna ve
dünyanın maddi hayatına bağlı olan insan, her ne kadar sahip olduğu
dünyanın çekici süslerini, kendisi için mutluluk, hayır ve lezzet
olarak görüyorsa da, o, çok geçmeden yanıldığını anlayacaktır,
mutluluk sandığı
şeyin gerçekte mutsuzluk olduğunu görecektir.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Şu halde sen, kendilerine
vadedilen azap günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak; dalıp
oynasınlar, oyalansınlar." (Meâ-ric, 42)
Bir diğer ayette şöyle buyuruyor: "Andolsun, sen bundan gaflet
içindeydin; işte biz de senin üzerindeki örtüyü açıp kaldırdık. Artık
Bugün görüş gücün keskindir." (Kâf, 22)
Bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "Şu halde sen, bizim zikrimize
sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden
yüz çevir. İşte onların ulaşabilecekleri bilgi (sınırı) budur." (Necm,
29-30)
Şu da var ki, dünyaya tutkuyla bağlı olan insanlar, bütünüyle
tasadan ve sıkıntıdan arınmış bir mutluluğu tatma imkanı hiç bir
zaman elde edemezler.
Buradan anlaşılıyor ki: Allah ehli, özellikle Kur'an değerlerine
göre düşünen insanların sahip oldukları kavrayış ve düşünce tarzı,
diğer insanların sahip oldukları kavrayış ve düşünce tarzından
farklıdır. Aynı türe, yâni insanlık türüne mensup olmalarına rağmen
bu durum böyledir. Ayrıca, bu kavrayış ve düşünce tarzının da
kendi içinde değişik mertebeleri vardır. İnsanların bir kısmı, ilahi
eğitim ve terbiye sürecini henüz tamamlamadıkları için farklı bir
konumda olabilirler.
Yüce Allah'ın sözünden azap kavramına ilişkin olarak bunu
algılıyoruz. Bununla beraber, ilahi kelam bedeni mutsuzluğu da
azap olarak nitelemekten kaçınmaz. Ancak nihayetinde, bedensel
mutsuzluk bedenle sınırlı ruha ulaşamayan bir azap aşamasıdır.
Yüce Allah Eyyüp peygamberin lisaniyle şöyle buyuruyor: "Şeytan,
bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu." (Sâd, 41) Bir diğer ayette
ise şöyle buyuruyor: "Hani size azabın en kötüsünü yapan, kadınlarınızı
sağ bırakıp erkek çocuklarınızı öldüren Firavun ailesinden
sizi kurtarmıştık. Bunda Rabbinizden sizin için büyük bir imtihan
vardı." (A'râf, 141) Bu ayette yüce Allah Firavun'un onlara yaptıklarını
kendisinden bir imtihan ve yapılanı özü itibarıyla azap olarak
nitelendiriyor. Kendisi tarafından gönderilen bir azap olarak
nitelendirmiyor.
* * * *
(Al-i İmran / 5)"Şüphesiz, yerde ve gökte Allah'a hiç bir şey gizli kalmaz." Bundan
önce yüce Allah ayetlerini inkar edenlere yönelik azabını, güçlü ve
intikam alıcı oluşuyla gerekçelendirdi. Ne var ki, bu
gerekçelelendirme, anlatılmak istenen anlamın tam olarak anlaşılması
için bir ek açıklamaya muhtaçtır. Çünkü güçlü ve intikam
alıcı olan birisi, inkar edenlerden bazılarının küfrünün farkında
olmayabilir. Dolayısıyla, küfürlerinin farkında olmadığı kâfirleri
azaplandırmaya-bilir. Bu nedenle ifadenin sonunda şöyle bir cümle
yer alıyor: "Allah'a hiç bir şey gizli kalmaz..." Bununla yüce Allah,
duyu organlarının algıladığı ve algılamadığı hiç bir şeyin kendisinden
gizli kalmayacak şekilde güçlü, üstün iradeli olduğunu
vurguluyor.
Yerde ve gökte bulunanlar ifadesiyle, bedenin organları tarafından
sergilenen davranışlar ve kalpte gizli kalan duygular olabi
lir. Bu hususta: "Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. İçinizdekini
açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onunla sorguya
çeker..." (Bakara, 284) ayetini tefsir ederken yeterli açıklamalarda
bulunduk.
(Al-i İmran / 6) "Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O'dur." Ayetin orijinalinde
geçen "yusavvirukum" kelimesinin mastarı olan "tasvir"
kelimesi, bir şeye suret, biçim vermek demektir. Suret ise, heykel
gibi gölgesi olan ve olmayan şeyler için kullanılan bir ifadedir. Döl
yatağı olarak tercüme edilen "erham" kelimesi ise, dişilerde embriyonun
varoluş sürecini tamamladığı yer anlamındaki "rahim"
kelimesinin çoğuludur.
Bu ayet, önceki iki ayetin anlamını ileriye götürmeye yöneliktir.
Önceki iki ayetten şu sonuç çıkıyordu: Allah ayetlerini inkar edenlere
azap eder. Çünkü O, güçlüdür, üstün iradelidir. İntikam alıcıdır.
Gizliyi de, açık olanı da bilir. İşinde asla alt edilmez. Tam tersine O,
işinde galip olandır. Bu son ayetten ise, şu sonuç çıkıyor: Aslında
mesele bundan daha da büyüktür. Şöyle ki; Allah'ın ayetlerini inkar
eden, O'nun emrine karşı çıkan kimseler, kendi başlarına ve
kendi güçlerine dayanarak inkar edemeyecek kadar basit ve aşağılıktırlar,
zelildirler. Allah izin vermeden böyle bir şey yapmaları
mümkün değildir. Allah'ın emrinde üstünlük sağlamaları, yüce
Allah'ın yaratılış sistemine egemen kıldığı en güzel yasayı etkisiz
hale getirmeleri, iradelerini Rablerinin iradesinin önüne geçirmeleri
söz konusu değildir. Tam tersine, bu hususta da onlara izin
veren yüce Allah'tır. Şu anlamda: O, evreni ve yaratılış sistemini
öyle bir yasaya dayandırmıştır ki, bu sistem insana bir tür seçme
hakkını tanıyor. İnsan bu niteliği sayesinde, iman ve itaat yolunu
izleyebildiği gibi, küfür ve günah yolunu da izleyebiliyor. Burada
amaç, imtihan ve deneme hikmetinin gerçekleşmesidir. Bundan
sonra dileyen inansın, dileyen inkar etsin. Ancak alemlerin Rabbi
olan Allah dilemedikçe onlar dileyemezler.
O halde hiç bir küfür, iman ve buna benzer bir tavır yoktur ki,
yüce Allah'ın ezeli planlamasına göre olmasın. Allah'ın ezeli plan-
laması, yâni takdir, eşyayı yöneldikleri amaca varmaları mümkün
olan bir şekilde düzenlemesi demektir. Varlıklar ilk önce amaçlarını
kendine özgü veyahut imkanların ulaşılmasını sağladığı
şekle
uygun bir biçimde tasvir ederler. Daha sonrada çaba göstererek
amaçlarına varırlar. Hiç kuşkusuz, yüce Allah, emrinde galip olandır,
üstün ve kahredici irade sahibidir, yarattığı varlıkların üzerinde
tartışmasız egemenliği tekelinde bulundurmaktadır. İnsanlar dilediklerini
yaptıklarını ve istedikleri gibi tasarrufta bulunduklarını,
bu davranışlarıyla, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı yasalar
sistemini kesintiye uğrattıklarını ve sonuçta ilahi takdire galip geldiklerini
sanırlar. Oysa bunun bizzat ilahi takdir ve kader gereği
oluştuğunun farkına varmazlar.
"Döl yataklarında size dilediği gibi suret veren O'dur." ifadesiyle
kastedilen de budur. Yâni vücudunuzun parçalarını, işin başında,
izin verdiği sona doğru götürecek şekilde düzenleyen O'dur.
Dolayısıyla insanların kesin ve tartışılmaz bir iradeleri söz konusu
değildir.
Bu ayetlerde, yürürlükteki kaderin insanlarla ilgili boyutu özel
olarak gündeme getirilmiş ve tüm evren üzerinde egemen olan
boyutuna değinilmemiştir. Bunun nedeni, üzerinde durulan konuyla
aralarında uyumun sağlanmasıdır. Ayrıca Hz. İsa ile ilgili gerçek
açıklamalarla son bulacak bu ayetler grubunun daha önce, bir
bakıma Hıristiyanların o hazretle ilgili değerlendirmelerine yönelik
bir itiraz niteliğinde olduğunu belirtmiştik. Çünkü Hıristiyanlar o-
nun ana rahminde şekillendiğini inkar etmiyorlar. Yâni Hz. İsa'nın
kendi kendini meydana getirdiği şeklinde bir iddiaları yoktur.
Özel nitelikli (Peygambere yönelik) hitabın ardından genel nitelikli
bir hitaba yer verilmiş olması, yâni "sana indirdi" ifadesinden
sonra "size suret veren" ifadesinin gelmiş olması, mü'minlerin
imanlarının da tıpkı kâfirlerin küfrü gibi kaderin egemenliğinin
dışında olmadığını vurgulamaya yöneliktir. Böylece mü'minlerin
gönülleri hoş tutuluyor, İlahi rahmet ve bağışın kendilerine dönük
yansıması ile yüreklerini ferah tutmaları amaçlanıyor. Aynı
şekilde,
kâfirlerin küfründen dolayı duydukları öfkeyi yatıştırıcı bir unsur
olarak kaderin etkinliği hatırlatılmak suretiyle onlara moral
veriliyor, teselli bulmaları sağlanıyor.
"O'ndan başka ilah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hikmet sahibidir."
Burada yeniden ayetlerin başındaki tevhid konusuna dönüş
yapılıyor. Bir anlamda, kanıtı pekiştirmeye dönük bir özetleme
niteliğindedir.
Yukarıda sözü edilen bu meseleler, yâni var edildikten sonra
varlıkların doğru yola iletilmeleri, Kitap ve Furkan'ın indirilmesi,
kâfirlerin azaba çarptırılmaları suretiyle evrensel sistemin sağlamlaştırılması
gibi meseleler, onları düzenleyecek bir ilaha dayanmak
zorundadırlar. Madem ki yüce Allah'tan başka ilah yoktur, şu
halde insanları doğru yola ileten, kitap ve Furkan'ı indiren, ayetlerini
inkar eden kâfirleri azaba çarptıran da O'dur. O, doğru yola
iletme, Kitap ve Furkan'ı indirme, intikam alma ve takdir etme
gibi olguları üstün iradesi ve hikmeti doğrultusunda yapar.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma-ul Beyan tefsirinde el-Kelbî, Muhammed b. İshak ve
Rebi b. Enes'ten şöyle rivayet edilir: "Surenin başından seksen
küsür ayetin sonuna kadar ki kısım Necran'dan gelen heyet hakkında
inmiştir. Bunlar altmış atlıdan ibaretti. Resulullah Efendimizle
(s.a.a) görüşmeye gelmişlerdi. İçlerinde on dört tanesi, kavimlerinin
ileri gelenlerindendi. Bu on dört tanenin içinde üç kişi vardı
ki, bunlar, kavmin öncüleri konumundaydı. Birisinin adı, Akip'ti.
Kavmin emiri ve istişare merciiydi. O'nun sözünün dışına çıkmazlardı.
Ona ayrıca Abdülmesih derlerdi. Diğerinin adı, Eyhem'di.
Zengin, itibarlı ve bu yolculuğun masrafını üstlenen bir kimseydi.
Üçüncüsünün adı da Ebu Harise b. Alkame idi. Bu adam onların
keşişi, din bilginleri, önderleri ve okullarının yöneticisi konumundaydı.
Aralarında onurlu bir mevkide bulunuyordu, çeşitli dini konularla
ilgili kitapları öğreten bir kimseydi. Bilgisinden ve içtihadından
dolayı, Bizans kralları, ona saygı gösteriyor, dini lider olarak
görüyorlardı. Onun için kiliseler yapmışlardı.
İşte bu heyet, Medine'ye Peygamberimizle (s.a.a.) görüşmeye
gelmişti. İkindi namazını kılıp bitirdiği bir sırada, Mescide girdiler.
Hepsinin üzerinde din bilginlerine özgü giysiler vardı. Göz alıcı
cübbeler, değerli hırkalar giymişlerdi. Haris b. Kaab oğullarının
adamlarını andırıyorlardı. Onları gören bazı sahabeler: "Bugüne
kadar onlar gibi etkileyici bir heyet görmedik" demişlerdi. Heyetin
ibadet vakti gelmişti. Bunun üzerine çan çalmaya başladılar. Kalktılar
ve Resulullah'ın mescidinde ibadet ettiler. Ashaptan bazıları:
Ya Resulullah, bunlar senin mescidinde mi ibadet ediyorlar?' dediler.
Peygamberimiz (s.a.a): "Bırakın ibadet etsinler" buyurdu. Onlar
doğuya dönerek ibadetlerini yaptılar. Liderleri olan Akib ve Eyhem
Peygamberimizle konuştular. Peygamberimiz onlara: "Müslüman
olun" dedi.
Onlar şu cevabı verdiler: Biz senden önce Müslüman olduk.
Bunun üzerine Peygamberimiz: "Yalan söylediniz, Allah'a oğul isnat
etmeniz, haça tapmanız ve domuz etini yemeniz Müslüman
olmanızı engeller." buyurdu.
Onlar şu karşılığı verdiler: Şayet Allah'ın oğlu yoksa, o halde
İsa'nın babası kimdir? Böylece Hz. İsa hakkında Peygamberimizle
tartıştılar.
Peygamberimiz onlara şöyle dedi: "Siz bilmiyor musunuz ki,
bir oğul mutlaka babasına benzer?"
Onlar "Evet" dediler. Ardından Peygamberimiz: "Siz bilmez misiniz
ki, Rabbimiz diridir, ölümsüzdür ve İsa fanidir?" buyurdu.
Onlar: "Evet" dediler. Sonra Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Siz
bilmez misiniz ki, Rabbimiz her şeye egemendir, her şeyi korur ve
her canlıya rızkını verir?"
Onlar: "Evet" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara şu
soruyu yöneltti: "İsa bunları yapabilir mi?"
Onlar: "Hayır" dediler. Peygamberimiz şöyle dedi: "Bilmez misiniz
ki, yerde ve gökte olan hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz?"
"Evet" dediler. Peygamberimiz: "İsa Allah'ın kendisine
bildirdiğinin dışında herhangi bir şey bilebilir mi?" diye sordu.
Onlar: "Hayır" dediler.
Bunun üzerine Resulullah Efendimiz şöyle buyurdu: "Rabbimiz
İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirdi. Rabbimiz
yemez, içmez ve defi hacet etmez." Onlar: "Evet söylediğin gibidir."
dediler.
Ardından Peygamber Efendimiz onlara şu soruyu yöneltti: "Siz
bilmiyor musunuz ki, İsa'ya annesi herhangi bir kadın gibi gebe
kaldı, sonra herhangi bir kadın gibi onu doğurdu. İsa'yı herhangi
bir çocuk gibi besledi? Aynı
şekilde İsa da yiyiyor, içiyor ve defi
hacet ediyordu." Onlar: "Evet" dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a.) şöyle dedi: "Böyle bir
insan nasıl sizin iddia ettiğiniz varlık olabilir?" Bu soru karşısında
Hıristiyanlar verecek cevap bulamadılar. Yüce Allah, bu olay üzerine
Âl-i İmrân suresinin başından seksen küsür ayete kadar ki kısmını
indirdi. (c.1, s.406, Beyrut baskısı.)
Ben derim ki: Aynı anlamı ifade eden bir rivayeti de Suyuti ed-
Dürr-ül Mensûr adlı tefsirinde (c.2, s.3), Ebu İshak, İbn-i Cerir ve İbn-i
Münzir kanalıyla Muhammed b. Cafer b. Zübeyir'den ve İbn-i
İshak'tan o da Muhammed b. Sehl b. Ebu Emame'den rivayet et-
miştir. Kıssayı ileride nakledeceğiz. Surenin baş tarafının bu heyetle
ilgili olarak nazil olduğu şeklindeki çıkarsamanın onların bir
içtihatları olduğunu düşünüyoruz. Nitekim daha önce bu surenin
bir bütün olarak bir defada indiğini belirtmiştik.
Peygamber Efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Mutsuz, annesinin karnında mutsuz olandır. Mutlu, annesinin
karnında mutlu olandır." (Nehc-ül Fesaha, s.375)
el-Kafi adlı eserde, İmam Bakır'ın (a.s.) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Yüce Allah, Adem'in sulbündeyken kendisinden misak
aldığı veya onunla ilgili olarak bedâ (değiştirme) gerçekleşecek
olan bir nütfeyi yaratmayı dilediği ve onu ana rahmine yerleştirmeyi
istediği zaman, erkeği eşiyle cinsel birleşme için harekete
geçirir. Ana rahmine de: "Kapını aç ki, yarattığım, yürürlükteki
hükmüm ve kaderim içeri girsin." der. Bunun üzerine ana rahmi
kapısını açar ve nütfe rahme ulaşır. Burada kırk gün dolaşır, sonra
kırk gün boyunca kan pıhtısı olarak kalır. Ardından kırk gün boyunca
embriyo haline gelir. Bunu izleyen süreçte, içinde birbirine
girmiş damarlar bulunan et haline gelir. Ardından yüce Allah, yaratıcı
iki melek gönderir. Bunlar rahimde yüce Allah'ın dilediği şeyleri
yaratırlar. Bunlar, kadının rahmine kadının ağız yoluyla girerler.
Oradan ana rahmine ulaşırlar. Rahimde, erkeklerin sulbünden ve
kadınların rahimlerinden nakledile gelen kadim ruh bulunur. Bunlar
orada ona hayat ve kalıcılık ruhunu üflerler. Allah'ın izniyle,
ceninin kulaklarını, gözlerini, organlarını ve karındaki tüm organları
meydana getirirler.
Sonra yüce Allah bu iki meleğe şöyle vahyeder: "Onun üzerine
hükmümü, kaderimi ve geçerli emrimi yazın. Ancak bedâyı yâni
yazdıklarınızın değiştirilmesinin de benim yetkim dahilinde gerçekleşebileceğini
kaydedin." Bunun üzerine melekler: "Ya Rabbi,
ne yazalım?" diye sorarlar. Yüce Allah onlara şöyle vahyeder: "Başlarınızı
annesinin başına doğru kaldırın." Onlar da başlarını yukarı
doğru kaldırdıklarında, annesinin alnında, bir levhanın parladığını
görürler. Bu levhaya bakarlar ve orada çocuğun ilerideki şeklini,
süslerini, ecelini, misakını, mutlu mu, mutsuz mu olacağını ve
hakkındaki her şeyi görürler. Bu meleklerden biri, gördüklerini
arkadaşına yazdırır. Böylece annesinin alnında parlayan levhada
gördüklerinin tamamını yazarlar ve yazdıklarının yeniden değiştirilebileceğini
yâni bedâyı şart koşarlar. Sonra yazdıklarını mühürleyip
iki gözünün arasına yerleştirirler. Cenini annesinin karnında
ayakları üzere tutarlar. Ancak bir çok cenin kayıp yuvarlanır ve
altüst olur. Bu durum sadece isyankâr ve günahkâr olacak insanlar
için geçerlidir.
Çocuğun tam zamanında veya vaktinden önce dışarı çıkmasının
zamanı gelince yüce Allah ana rahmine şöyle vahyeder: "Kapını
aç, ki yarattığım insan dışarı çıksın, geçerli kıldığım emrim yerine
gelsin. Çünkü onun dışarı çıkmasının zamanı gelmiştir." Bunun
üzerine ana rahmi, çocuğun dışarı çıkması için kapısını açar. Bu
sırada çocuk devrilir, ayakları yukarı, başı da aşağı doğru düşer.
Çocuğun aldığı bu pozisyon, rahimden dışarı çıkmanın, hem anne
hem de çocuk için kolay olsun diye yüce Allah'ın öngördüğü bir
tasarruftur. Bu sırada yüce Allah, "zacir" (sıkan, engelleyen) adında
bir melek gönderir. Melek çocuğu sıkar. Çocuk bunun etkisiyle
korkar. Eğer dünyaya gelmezse, melek bir kez daha onu sıkar. Çocuk
yine korkar ve sıkmanın etkisiyle korkmuş, ürkmüş bir halde
ağlayarak yere düşer. (Furu-u Kafi, c.6, s.13, Tahran baskısı)
Ben derim ki: "Bir nütfeyi yaratmak istediği zaman" yâni,
nütfeyi normal bir insan olarak yaratmak istediği zaman...
İmamın buna "Kendisinden misak aldığı" şeklinde bir ifadeyle
kayıtlandırma getirmesi, ileride ayrıntılı olarak açıklanacak olan
şu hususa yönelik bir işarettir: Şu dünya hayatında varolan insan
ve burada sergilediği davranışları, daha önce başka bir varoluşla
vücut bulmuştur. Dünya hayatındaki varoluş, bunu izleyen ve bunun
devamı niteliğindeki bir varoluştur. Bu olay nasların dilinde
"zerr ve misak âlemi" olarak ifade edilir. Dolayısıyla, zerr âleminde
misak alınan her şey değişiklik kabul etmeden hiç kuşkusuz, bu
dünya hayatında yaratılır. Ve bu dünya hayatında olup biten her
şey hiç bir değişiklik kabul etmeden, zerr âleminde onunla ilgili
misak alınan bir olgudur. Dolayısıyla zerr âleminde takdir edilen
her şey, kesin bir hüküm niteliğindedir. Bu yüzden İmam konunun
iki şıklı olduğunu ifade eden "veya onunla ilgili olarak bedâ (değiştirme)
gerçekleşecek olan..." şeklinde bir ifade kullanmıştır. Bu
cümleyle yaratılışının tamamlanması ile ilgili olarak yüce Allah
için bedâ (değiştirme) gerçekleşecek ve düşük olacak cenin kastedilmiştir.
Dolayısıyla daha önce de söylediğimiz gibi, bunun tam
aksi durumundaki cenin için, böyle bir durum yâni bedâ söz konusu
değildir. İmamın "onu ana rahmine yerleştirmeyi" sözü "bir
nütfeyi yaratmayı..." sözüne atfedilmiştir.
"Bunlar kadının rahmine kadının ağzından girerler." Kadının
ağzından girmek sözünün raviye ait olması mümkündür. Zahir
ismin zamirin yerine konulmuş olması da bunu pekiştiriyor. [İmamın
sözü olmuş olsaydı, "kadın" kelimesi iki kez tekrarlanmaz,
ikincisinin yerine zamir kullanılır ve şöyle denirdi: Bunlar kadının
rahmine ağzı yoluyla girerler.] Şayet, bu söz İmama ait ise, bu durumda,
ifadeyi, meleklerin kadının karnına, bir cismin diğer bir
cisme girmesi şeklinde algılamamaya yönelik bir şahittir. Çünkü,
ana rahmine girmek için, damarların dışındaki tek yol varjinadır.
Ana rahmine açılan damarlardan biri de, aybaşı kanını akıtan
damardır. Bu yol, rahmin duvarlarından içeri girmekten daha kolay
değildir. Dolayısıyla ağzından girmenin, daha kolay bir yol olduğu
için tercih edilmemiş olması ve bunun dışında başka bir sebebi
olması gerekir ki bu da açıkça ortadadır.
"Rahimde erkeklerin sulbünden ve kadınların rahimlerinden
aktarıla gelen kadim ruh bulunur." Bana öyle geliyor ki, bununla
beslenmenin ve gelişmenin başlangıcı konumundaki bitkisel ruh
kastedilmiştir.
"Ona hayat ve kalıcılık ruhunu üflerler." İfadenin zahirinden,
zamirin kadim ruha dönük olduğu anlaşılıyor. O halde hayat ve
kalıcılık ruhu, bitkisel ruha üflenmiş olur. Eğer zamirin embriyoya
dönük olduğu varsayılsa, bu durumda, bitkisel ruhla canlı olan
embriyoya dönük olur ki bu durumda hayat ve kalıcılık ruhu, bitki
sel hayata sahip embriyoya üflenmiş olur. Her halükarda, İmamın
bu sözlerinden, insanî ruhun üflenmesinin, hakikatte bitkisel ruhun
güçlendirilerek ona bir tür ilerleme ve dinamizmin kazandırılması
olduğu anlaşılmaktadır. [Cevherî hareket yâni eşyanın özünü
oluşturan moleküllerin hareket halinde olduklarını kabul
ettiğimizde, bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur.]
Böylece, kadim ruhun erkeklerin sulbünden ve kadınların
rahimlerinden aktarılıp gelmesiyle neyin kastedildiğini anlamış
oluyoruz. Buna göre ruh, bir açıdan bedenle aynı varlığa sahiptir,
varlıkları birdir. Bedenden kastedilen nütfe ve nütfeyle birleşen
hayız kanıdır; o ikisi de anne ve babanın bedenleriyle birdir ve
onlar da nütfe ile beraberdirler. Bu zincir böylece devam edip
gider. Dolayısıyla, insanın başına gelen her şey atalarının ve
annelerinin toplamında bir bütün olarak belirlenmiştir ve onların
kişiliklerinde önceden beri gözlemlenmektedir. Bu olay bir açıdan
hazırlanmış bir kitaptan alınıp giriş kısmına konulan fihristi
andırmaktadır.
Buradan hareketle, İmamın: "Allah o iki meleğe, başınızı kaldırıp
annesinin başına bakın diye vahyeder" sözünün hangi anlamda
kullanılmış olduğunu anlıyoruz. Çünkü, çocuğun kaderi ve
onunla ilintili hükmün ayrıntıları bağlamında babanın varlığında
somutlaşan kısmı, spermanın ayrılıp ana rahmine yerleşmesiyle
birlikte kesintiye uğrar. Onunla sadece annenin somut ve organik
bir ilişkisi kalır. İmamın: "Annesinin alnında bir levhin parladığını
görürler" şeklindeki sözlerinden kastedilen bu anlamdır. Levhin
alında parladığına gelince; alın, insanın tüm organlarının toplandığı
bir noktadır; yüzün önüdür. Melekler, çocuğun annesinin alnında
parlayan levhaya bakar, orada, çocuğun şeklini, güzelliğini, hayatının
ne kadar süreceğini, misakını, mutlu veya mutsuz oluşunu ve
görüp geçireceği tüm durumları görürler. Böylece biri diğerine
yazdırır. Görüldüğü kadarıyla iki meleğin birbirleriyle olan ilişkisi,
bir fail ve onun fiillerini kabul eden bir başka kişinin ilişkisini an
dırmaktadır. Böylece annesinin alnında parlayan levhada gördüklerinin
hepsini yazarlar.
"Yazdıklarının yeniden değiştirilebileceğini (bedâyı) şart
koşarlar." Çünkü çocuğun şekli, gelecekte olacak her hadisenin
nedenlerinin tümünü kuşatmış değildir. Çünkü şekil, her ne kadar,
insanın görüp geçireceği olayların, yaşayacağı gelişmelerin kaynağı
ve başlangıcı niteliğindeyse de, tek kaynak ve başlangıç değildir.
Bilakis, vücudunun dışında bazı olgu ve olayların da müdahalesi
söz konusudur. Bu yüzden insanın ana rahmindeyken ileride
yaşayacağı öngörülen şeyler, kesin değildir. O halde değişebilmeleri
ihtimali vardır.
Biliniz ki: Bir insanın doğumu bağlamındaki ayrıntıların, yüce
Allah'ın erkeği harekete geçirmesine, O'nun ana rahmine vahiy
yöneltmesine, yaratıcı iki melek ve zacir=sıkan bir melek göndermesine
nispet edilmesi, başta doğum olmak üzere bu doğal olayların
maddi sebeplerinin etkinliğini ortadan kaldırmaz. Çünkü bu
iki tür sebepler, yâni bir insanın dünyaya gelmesinde etkin olan
maddi ve manevi sebepler, birbirlerine paraleldir, aralarında çakışma
ve birinin diğerinin etkinliğini iptal etmesi söz konusu değildir.
Birbirlerini itip etkinliklerini iptal etmeleri gibi bir durum
yaşanmaz. Aynı
şekilde, bunların toplamı tam bir illet algılanmamalı;
aksine bunların her biri kendi başına tam bir illettir. Kendi
çapında olay üzerinde etkin rol oynar.
Buna göre, yüce Allah'ın insanları manevi mutluluğa sürüklemek
ve Allah'ın rızasını gerektirici davranışlara yöneltmek üzere
gönderdiği peygamberler -izlenen yol batıni bir yoldur- insanlara
bu batıni yolu izlemelerini sağlayacak ve bütün açıklamalarında
Rablerinin yüce makamını hatırlatacak bir dille hitap etmekle yükümlüdürler.
Bu dilden kastettiğimiz, meleklerin aracı yapılması
ve olayların onların fiillerine nispet edilmesidir. Mutluluğun onların
desteklerine, mutsuzluğun da nitelikleriyle birlikte şeytanlara ve
onların vesveselerine mal edilmesidir. Bütün bunların, bir bütün
olarak kutsiyetine, huzuruna ve Rablığına yaraşır bir şekilde yüce
Allah'a nispet edilmesidir. Hidayet ve sapıklık, kazanç ve zarar
tabloları bu tür bir dil ve açıklamanın bir sonucudur. Daha doğrusu
ahiret hayatını ilgilendiren tüm olgular bunlarla ilintilidir. Buna
rağmen peygamberler, doğal sebepleri göz ardı etmezler; onların
hakkını vermezlik etmezler. Çünkü doğal sebepler, insan hayatının
iki temelinden birini oluştururlar, dünya hayatının esası doğal sebeplerdir.
İnsanoğlu bütün bunları bilmek zorundadır. Tıpkı bütün
manevi sebepleri bilmekle yükümlü olduğu gibi. Önce kendini,
sonra da Rabbini bilmesi buna bağlıdır.
7- Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir
ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde
bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan
müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası
bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü
(Al-i İmran / 7) "Sana kitabı indiren O'dur...." Yüce Allah burada,
peyderpey indirmeyi ifade eden "tenzil" kelimesi yerine, bir kerede indirmeyi ifade
eden "inzal" kelimesini kullanmıştır. Çünkü, bu anlatımdan maksat,
indirilen kitabın tümünün bazı genel niteliklerinin ve özelliklerinin
açıklanmasıdır. Bu nitelik, Allah tarafından indirilen kitabın
bir kısmı muhkem ve bir kısmı da yine muhkem ayetlere dayanarak
açıklanabilen müteşabih ayetler içermesidir. Kitap bu açıdan
bir bütün olarak ele alınmıştır. Farklı ve çok parçaları olduğuna
bakılmamıştır. Dolayısıyla tenzil yerine inzal kelimesinin kullanılmış
olması daha uygun düşmüştür.
"Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri
ise müteşabihtir." "H.k.m" maddesinin temeli, bir şeyin kendisini
ifsad eden, bölen ya da bozan şeyleri engelleyici bir durumda
olmasını ifade eder. "İhkam ve tahkim" (sağlamlaştırma), karar
verme ve yargı anlamına gelen "hüküm", tam bilgi, kesin ve
yararlı ilim demek olan "hikmet" ve atın dizgini anlamında kullanılan
"hekmet" kelimeleri buradan gelir. Görüldüğü gibi bu kökten
türeyen kelimelerin tamamında önleyicilik ve sağlamlık anlamı
esas alınmıştır. Şöyle de denilmiştir: Bu kök, yapıcılık ve ıslahatçılık
anlamı ile beraber engelleme anlamına delalet eder.
Burada, muhkem ayetlerin sağlamlaştırılmış olmasından
kastedilen anlam, onların içerdikleri anlamda, müteşabih
ayetlerde olduğu gibi, bir benzeşmenin bulunmayışıdır. Gerçi yüce
Allah bir yerde kitabını ayetleri sağlamlaştırılmış bir kitap olarak
nitelendiriliyor: "Bu, ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve
hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından birer
birer açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1) Fakat bu ayette, muhkem
kılınmışlıktan sonra, birer birer açıklanmaktan söz ediliyor ki, bu
muhkem kılınmışlıkla, kitabın indirilmeden önceki bir durumunun
kastedildiğini gösterir. Kitabın bir bütün olarak, bölünmemiş ve
diğini gösterir. Kitabın bir bütün olarak, bölünmemiş ve ayetler
şeklinde indirilmemiş hali yâni. Bununla kitabın bölünmeden önceki
sağlamlığı kastedilmiştir. Dolayısıyla sözü edilen sağlamlık,
kitabın genelinin bir niteliği olarak sunuluyor. Ancak burada, bazı
ayetlerinin, diğer bazısından farklı olarak muhkem ve sağlam kılınmış
olması, yâni anlamında benzeşme unsurunun bulunmaması
durumu kastedilmiştir.
Diğer bir ifadeyle: "Ondan, bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar
kitabın anasıdırlar. Diğerleri ise müteşabihtir." ayeti, kitabın
ayetlerinin muhkem ve müteşabih diye iki kısma ayrıldığı
şeklinde bir anlam içerdiği için, bundan hareketle, bu muhkemlikle kitabın
tamamı için geçerli olan ve "Bu ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır."
ayetinde vurgulanan muhkemlikten farklı bir muhkemliğin
kastedildiğini anlamış olduk. Yine tefsirini sunduğumuz bu ayette
sözü edilen müteşabihlik: "Müteşabih, ikişerli bir kitap..." (Zümer,
23) ayetinde olduğu gibi kitabın geneli için geçerli olan bir nitelik
olarak sunulan müteşabihlikten farklı bir duruma işaret etmektedir.
Muhkem ayetler kitabın anası olarak nitelendirilmiş.
Ümm=ana kelimesi, anlamının aslı itibariyle bir şeyin döndüğü yer
ve şeyi ifade eder. Bu ayetlerin bu şekilde nitelendirilmiş olması,
sırf müteşabih ayetlerin bunlara döndüklerinden dolayıdır. Şu halde
kitabın bir kısmı, yâni müteşabih ayetler, diğer bir kısmına,
yâni muhkem ayetlere döner. Buradan anlıyoruz ki: "Ümm-ül kitap=
kitabın anası" cümlesindeki izafe ve tamamlama, "ümm-ül
atfal=çocukların anası" cümlesinde olduğu gibi "lam" anlamını
ifade etmez. Tam tersine, burada("min" edatını ifade eden) bizim:
"Nisâ-ül kavm=kavmin kadınları" ve "küdema-ül
fükahâ=fıkıhçıların ileri gelenleri" dememiz gibi bir durum söz konusudur.
Buna göre, kitap bazı ayetler içermektedir ki, bu ayetler
diğer bazısının anası konumundadır. Ana kelimesinin çoğul değil
de tekil olarak kullanılmış olması, muhkem ayetlerin birbirlerin
den farklı olmadıklarını, birbirleriyle uyumlu ve kaynaşmış olduklarını
gösterir.
Ayet-i kerimede muhkem ifadesine karşılık olarak "Diğerleri
ise müteşabihtir" ifadesi kullanılmıştır. Teşabüh, yâni benzeşme,
birbirinden farklı olan şeylerin bazı nitelik ve keyfiyette birleşmeleri
demektir. Yüce Allah bir yerde bütün kitabını bu şekilde nitelendirmiştir:
"Allah, müteşabih ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini
indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek korkanların ondan
derileri ürperir." (Zümer, 23) Burada, kesinlikle kitabın ayetlerinin
ifade tarzının güzelliği ve üslubunun sağlamlılığı, gerçekleri ve
hikmetleri açıklayıcılığı, apaçık hakka yönelten özellikte olması
itibarıyla tam bir uyum göstermeleri ve benzerlik arzetmeleri kastediliyor.
Ayette yer alan bazı ifade kayıtları da buna delalet eder.
Şu halde ayette geçen müteşabihlik bütün kitap için geçerli olan
bir niteliktir.
Ama tefsirini sunduğumuz ayette söz konusu olan
müteşabihliğe gelince, bunun karşısında "Ondan, bir kısım ayetler
muhkemdir ki onlar kitabın anasıdırlar." ifadesi kullanılmıştır.
Yanı sıra kalplerinde eğrilik bulunanların fitne çıkarmak ve tevile
gitmek için onlara uyduklarına işaret ediliyor. Bütün bunlar gösteriyor
ki, müteşabih ifadesi ile bir ayetin sadece duyulması ile dinleyici
tarafından anlaşılmaması durumu kastedilmiştir. Dinleyici,
bir o anlam bir bu anlam arasında gidip geliyor, ta ki kitabın muhkem
olan kısımlarına baş vurana kadar. Bununla o ayetlerin an-
lamı belirginlik kazanır, açıklığa kavuşur. Böylece müteşabih olan
bir ayet, muhkem olan bir diğer ayetin aracılığıyla muhkemleşir.
Muhkem ayetse, kendiliğinden muhkemdir. Örneğin: "Rahman
arşa istiva etti." (Tâhâ, 5) ayetini bir insan ilk defa duyduğunda,
anlamını tam olarak kavrayamaz, bazı
şeylerle karıştırır. Fakat: "Hiç bir şey O'nun benzeri değildir." (Şurâ, 11)
ayetine başvurduğunda önceki ayetin anlamı, zihninde belirginlik kazanır, anlamı
oturur. Bunun, yüce Allah için muhal olan cisim olmanın bir gereği
olarak bir mekana yerleşmeksizin ve bir yere dayanmaksızın mülke
egemen olma ve bütün varlıkları kuşatma anlamında kullanıldığını
kavrar.
Aynı durum "Rabbine bakar" (Kıyamet, 23) ayeti için de geçerlidir.
Ancak: "Gözler O'nu görmez, ama O gözleri görür." (En'âm, 103)
gibi bir ayete müracaat edildiğinde, bu bakma ile maddi anlamda
bir bakmanın kastedilmediği anlaşılır.
Aynı şekilde, mensuh bir ayetle nasih bir ayet karşılaştırıldığı
zaman, mensuh ayetten nasih ayetle sınırlı olan bir hükmün kastedildiğini
görürsün.
Muhkem ve müteşabih kavramıyla ifade edilen ve şu ayetin
genelinden algılanan basit anlam budur: "Sana kitabı indiren O'dur.
Ondan, bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdırlar.
Diğerleri ise müteşabihtir." Çünkü, Kur'an'ın bütününün
müteşabih olduğu varsayılsa bile, bu ayet muhkemdir.
Eğer bu ayet de müteşabih ise, bu durumda Kur'an'ın bütün
ayetleri müteşabih hükmüne girer. "Ondan, bir kısım ayetler..."
şeklinde başlayan taksim geçersiz olur ve "Onlar kitabın anasıdır"
ifadesinin ortaya koyduğu sorunu halletme yersiz olur. "Bilen bir
kavim için, ayetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır; bir
müjdeci ve uyarıcı olarak –gönderilmiştir-..." (Fussilet, 3-4) ayetindeki
açıklama doğrulanmamış olur. "Onlar hala Kur'an'ı iyice
düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı,
kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şeyler bulurlardı."
(Nisâ, 82) ayetindeki kanıt yerini bulmamış olacaktı. Bunun gibi,
Kur'an'ın nur, hidayet, açıklama, beyan, açık ve zikir olduğunu vurgulayan
bir çok ayet, amacına ulaşmamış olacaktı.
Kaldı ki, Kur'an'ı baştan sona kadar inceleyenler, onda nesnel
bir karşılığı olup da anlamını ifade etmeyen ve maksadını ortaya
koymayan bir ayetin olmadığından kuşku duymazlar. Tam tersine,
nesnel bir karşılığı (madlulu) olmayan herhangi bir ayetten söz
edilemez. Bu ya, ifadelerin mahiyetini bilen herkesin algılayacağı
tek bir karşılık ve anlamdır ya da birbirine karışmış bir kaç karşılıktır.
Birbirine karışmış olan bu karşılıkların da ayetin gerçek
maksadını içermeleri bir zorunluluktur. Aksi takdirde bilindiği gibi
bütün anlam bozulur, bir şeye delalet etme özelliği ortadan kalkar.
Ayetin maksadının gerçek karşılığı olan bu tek anlam ve karşılık
zorunlu olarak, yaratıcının varlığı, tekliği, peygamberlerin gönderilişi,
hükümlerin konuluşu ve ahiret hayatı gibi Kur'an'da kesin bir
dille vurgulanan temel prensiplere yabancı olamaz. Bilakis, bunlara
uygun olur. Çünkü böyle bir anlam taşımasını gerektiren, onu
ortaya çıkaran ve muhtemel olan değişik anlamlar arasında gerçek
maksadın belirginleştirmesini sağlayan bu temel prensiplerdir.
Kur'an'ın bir kısmı, diğer bir kısmının açıklayıcısı, bir kısmı,
diğer bir kısmının temel dayanağı konumundadır.
Bir kimse bu açıklamalardan sonra, Kur'an'ı incelerken: "Ondan
bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri
ise, müteşabihtir." ifadesine rastlarsa, muhkem ile Kur'an'ın
kesin olarak ortaya koyduğu temel prensipleri içeren, müteşabih
ile de anlamı, bu temel prensiplere göre belirginlik kazanan, net-
leşen ayetlerin kastedildiğinden kuşku duymaz.
Eğer desen ki: Derinliklere kök salmış temellerin ve ondan
ayrılan dalların bulunduğu bir yerde dalların köklere dönük olması
kuşku duyulmayan bir gerçektir. Bu hem Kur'an için, hem de başka
şeyler için geçerli olan bir husustur. Ancak bu durum benzeşmeyi
(teşabühü) gerektirmiyor. Şu halde, böyle bir kullanımın amacı
nedir?
Ben derim ki: Burada iki amaçtan biri söz konusudur. Çünkü
Kur'an'ın sunduğu bilgiler iki kısma ayrılır: Bunların bir kısmı yüce
bilgilerdir ki maddi duyuların ötesindedirler. Sıradan anlayışlar,
onlarla karşılaştıklarında, maddi cismani hükümle maddi cismani
olmayan hüküm arasında gidip gelirler. Şu ifadelerde olduğu gibi:
"Çünkü senin Rabbin gerçekten gözetleme yerindedir." (Fecir, 14)
"Rabbin geldiği zaman..." (Fecir, 22) Bu ayetler okunduğunda, so
mut hükümleri algılamaya alışmış olan zihin, derhal cisimlere özgü
nitelik ve özellikleri içeren anlamları algılar ve düşünür. Ancak
bu durum, konuya ilişkin olarak, maddilik ve cismanilik hükmünü
ortadan kaldıran temel prensiplere başvurulduğu anda ortadan
kalkar. Bu değerlendirme, fizik ötesi, duyulardan aşkın tüm bilgiler
ve araştırmalar için geçerli olan bir ilkedir. Sırf Kur'an-ı Kerim'e
özgü bir durum değildir. Yüce bilgiler içeren tahrif edilmemiş semavî
kitaplar için de bu durum geçerlidir. Yine felsefenin ilahiyata
ilişkin araştırmalarında da bu durum bulunur. Kur'an-ı Kerim değişik
bir üslupla bu gerçeğe işaret etmiştir: "Allah, göklerden bir su
indirdi de dereler kendi miktarınca o su ile çağlayıp aktı." (Râ'd,
17) "Gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir
Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır;
çok yücedir, hikmet sahibidir." (Zuhruf; 3-4)
Bir kısmı da sosyal yasalara ve ayrıntı nitelikli hükümlere
ilişkindir. Kur'an'ın içerdiği bilgilerin bu kısmı, yasamayı gerektirici
maslahatın değişmesine paralel olarak nasih ve mensuh gibi olguları
kapsamına alması bir taraftan, Kur'an'ın bölüm bölüm inmesi
de diğer bir taraftan, ayetlerinde teşabüh ve benzeşmenin olmasını
gerektirmiştir. Müteşabih olan ayetler, muhkem olanlara,
mensuh olan ayetler de nasih olanlara döndürülmek suretiyle,
teşabüh ve benzeşme durumu ortadan kalkar.
"Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak
için ondan müteşabih olanına uyarlar." Ayetin orijinalinde bulunan
"zeyğ" kelimesi, doğrudan sapma demektir. Bu, kalbin
huzursuzluğunun ve sıkıntılar içinde olmasının zorunlu bir
sonucudur. Ayetin sonundaki, karşıt tavrı izah eden ifadede buna
ilişkin bir ipucu vardır: "İlimde derinleşenler ise: Biz ona inandık,
tümü rabbimizin katındandır." Çünkü ayet, insanların muhkem ve
müteşabih ayetleriyle Kur'an karşısındaki tavırlarını tasvir etmektedir.
Buna göre, bazı insanların kalplerinde eğrilik vardır. Bunlar
haktan sapma eğilimine sahip kalpleri huzursuz olan kimselerdir.
Dolayısıyla fitne çıkarmak ve olmadık tevillere malzeme bulmak
için müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Bir kısım insanlar ise,
ilimde derinleşmişlerdir. Kalpleri durulmuş, istikrara kavuşmuştur.
Tutum ve davranışlarına muhkem ayetlerin içerdiği ilkeleri esas
alır, müteşabih ayetlere de inanırlar. Bu arada, yüce Allah'tan,
kendilerini hidayete erdirdikten sonra kalplerini kaydırmamasını
dilerler.
Buradan anlıyoruz ki: Müteşabih ayetlerin peşine düşmek
ifadesiyle, ameli bir izleme kastedilmiştir, onlara iman etme değil.
Dolayısıyla, müteşabih ayetlere uymaya yöneltilen yergi ve eleştiri,
onları muhkem ayetlere döndürmeden izlemeye yöneliktir. Aksi
takdirde, bu durumda müteşabih ayetler değil gerçekte, muhkem
ayetler izlenilmiş olur ve muhkem ayetlere yönelme eleştiriye tabi
tutulmaz.
Fitne çıkarmaktan maksat, insanları saptırma amacını gütmektir.
Çünkü, fitne kavramı anlam itibarıyla saptırma kavramıyla
yakındır. Dolayısıyla bu ayette yüce Allah bize şu mesajı veriyor:
Kalplerinde sapma eğilimi bulunan insanlar, müteşabih ayetlerin
peşine düşmekle, insanları Allah'ın ayetlerinden saptırmayı
amaçlıyorlar. Bundan daha da önemlisi, Kur'an'ın tevilini ele geçirmek
ve o konuda bilgi edinmek, helal ve haram hükümlerinin
kaynağını bilmek ve böylece dinin muhkem ve apaçık emirlerine
tabi olmanın gereksizliğini vurgulayarak bir adım ötede Allah'ın
dininin bütünüyle ortadan kaldırılmasını sağlamayı amaçlıyorlar.
Tevil kelimesinin kökü "evl"dir. Bu kökün anlamında belirgin
olan unsur dönme anlamıdır. [Tevil ise döndürme anlamını ifade
eder.] Buna göre müteşabih ayetleri tevil etmek, onları dönük oldukları
kaynaklara döndürmek demektir. Kur'an'ın tevili de, Kur'an
öğretilerinin alındığı asıl kaynaklardır.
Yüce Allah kitabının değişik yerlerinde "tevil" kelimesi kullanmıştır.
Örneğin bir ayette şöyle buyuruluyor: "Andolsun, biz onlara
bir kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidayet ve rah
met olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde
açıkladık. Onlar onun tevilinden başkasına bakmazlar mı? Onun
tevilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar, diyecekler ki:
Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdi." (A'raf, 5253)
Yâni elçilerin Allah'ın onların gerçek mevlaları olduğu, O'nun
dışında kulluk sundukları ve çağırdıkları düzmece ilahlar ve çağrılarının
batıl olduğu, peygamberliğin ve dinin hak olduğu, Allah'ın
kabirlerde olanları dirilteceği hususunda vermiş oldukları haberlerin
hepsi haktır. Kısacası kıyamet günü, Peygamberin duyurdukları
bu şeylerin gerçeği ve hak olduğu ortaya çıkacaktır.
Bundan dolayıdır ki bazıları
şöyle demişlerdir: Bu ayette sözü
edilen tevil, doğru haberin örtüştüğü zihin dışı objedir. Tıpkı, kıyamet
günü gözlemlenen olaylar gibi ki onlar peygamberlerin, resullerin
ve kitapların haber verdikleri şeylerin örtüşdüğü objelerdir.
Bunu şu sözler reddeder: Bu anlamda tevil, ancak sıfatlardan,
bazı fiillerden ve kıyamet günü meydana gelecek olaylardan söz
eden ayetlere özgü bir terim olarak kullanılır. Hükümlerin konuluşunu
konu edinen ayetler ise; bunlar inşaî ifadelerdir, objeler dünyasında
nesnel karşılıkları yoktur. Aynı
şekilde, aklın apaçık hüküm
verdiği bazı ahlaki ilkeler de bu kapsama girer ki, bunların da
tevilleri beraberindedir. Yine peygamberlerin kıssalarına ve geçmiş
toplumların başından geçen olaylara işaret eden ifadeler de öyle.
Bunların tevilleri, bu anlamıyla daha öncedir ve kıyamet gününe
kadar ertelenmez. Halbuki mezkur ayet, tevil olgusunu kitabın
tümüne izafe ediyor, belli bir kısım ayetlerine değil.
Şu ayet te mezkur ayete benziyor: "Bu Kur'an Allah'tan başkası
tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir… Yoksa: "Bunu
kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar?… Hayır, onlar ilmini
kuşatamadıkları ve kendilerine henüz tevili gelmemiş bir şeyi
yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulmedenlerin
nasıl bir sonuca uğradıklarına bak." (Yunus, 37-39)
Görüldüğü gibi, bu ayetlerde de tevil olgusu kitabın tümüne izafe edilmiştir.
Bundan dolayı bazıları
şu değerlendirmelerde bulunmuşlardır:
Tevil, somut ve zihin dışı bir olgudur. Konuşma buna dayalı olarak
gerçekleşir. Verilen haberle ilgili olarak tevil, zihin dışı realite hakkında
verilen bilgi ve olaydır. Bu zihin dışı olgu, peygamberlerin
kıssaları ve geçmiş ümmetlere ilişkin haberler gibi, geçmişte olabildiği
gibi, Allah'ın sıfatlarından, isimlerinden, vaatlerinden ve
kıyamet günü ortaya çıkacak şeylerden söz eden ayetlerde ifadesini
bulan gelecekteki olgular da olabilir. İnşaî ifadelerin sözgelimi
hükümleri içeren ayetlerin tevili ise, objeler dünyasında gerçekleşen
maslahatlardır. Şu ayette olduğu gibi: "Ölçtüğünüz zaman
ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır
ve tevil (sonuç) bakımından daha güzeldir." (İsrâ, 35) Çünkü
ölçüyü tam tutmanın ve tartıyı doğru tartmanın tevili, bu tavrın
topluma dönük maslahatıdır ki, bundan insan toplumunun doğru
istikâmet üzere hayatını sürdürmesi sonucu doğar.
Bu görüşte bir kaç açıdan tutarsızlık vardır:
Birincisi: Bu ayetin zahirinden, tevil olgusunun zihin dışı olay
olduğu ve somut bir etkinlik olarak belirginleştiği ve insanların nesnel dünyadaki fiillerine -ki burada ölçümün tam olarak yapılmasına
ve tartının eksiksiz gerçekleştirilmesine- terettüp ettiği
anlaşılmaktadır. "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun..." ifadesi nin içermiş olduğu teşriî emir ve yasama ile ilgili bir durum söz
konusu değildir. Şu halde tevil, zihin dışı nesnel bir olaydır ve başka
bir nesnel olgunun mercii ve dönüş yeri konumundadır. Dolayısıyla,
ayetlerin (geçmiş ve geleceğe ilişkin haberlerde olduğu gibi)
zihin dışı anlamlara aktarıcı olmasına veyahut (inşaî ifadelerde
olduğu gibi) tevilleri bulunan fiil veya zihin dışı olgulara işaret etmelerine
dayanarak Kur'an ayetlerinin tevili bulunduğunu söylemek,
gerçek anlamda ayetlerin kendisi değil de onlarla ilintili olan
şeyleri, tevil olgusuyla nitelemektir.
İkincisi: Gerçi tevil, bir şeyin mercii ve tarafına döndüğü noktadır;
ancak bu, özel bir dönüştür. Tarafına dönülen her şey, tevil
anlamını ifade etmez. Örneğin, başkanı olan kimse başkanına
döner ve ona başvurur; ancak bu onun tevili değildir. Sayı da "bir"e
döndürülür, ancak "bir" de onun tevili sayılmaz. Dolayısıyla tevil,
özel bir merci ve dönülen yerdir, mutlak anlamda bir dönüş yeri
anlamını ifade etmez. Musa ve Hızır (selam üzerlerine olsun) kıssalarıyla
ilgili ayetler de buna delalet etmektedir: "…Şimdi sana
üzerinde sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin tevilini haber
vereceğim." (Kehf, 78) Şu ayet de aynı anlama işaret etmektedir:
"İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin tevili
budur." (Kehf, 82)
Hızır'ın Musa'ya haber verdiği şeyler, üç hususla ilgili olarak
sergilediği fiillere ilişkin suretler ve unvanlardır ki Musa bu suret
ve unvanlardan habersizdi. Bunların yerine, söz konusu üç yerde
de itirazını gerektirici başka suretler ve unvanlar tasavvur etmişti.
Bu üç olaya şu ayetlerle işaret ediliyor: "Nitekim bir gemiye binince,
o bunu deliverdi." (Kehf, 71) "Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o
hemen tutup onu öldürüverdi." (Kehf, 74) "Nihayet bir kasabaya gelip
yemek istediler, fakat kasaba halkı onları konuklamaktan kaçındı.
Ondan yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular; hemen onu
inşa etti." (Kehf, 77)
Musa'nın (a.s) bu üç olayda algıladığı ve gördüğü suret ve
unvanlar şunlardır: "İçindekileri batırmak için mi onu deldin?
Andolsun sen şaşırtıcı bir iş yaptın." (Kehf, 71) "Bir cana karşılık
olarak olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun sen,
çirkin bir iş yaptın." (Kehf, 74) "Eğer isteseydin gerçekten buna
karşılık bir ücret alabilirdin." (Kehf, 77)
Hızır'ın bu olaylara ilişkin olarak gösterdiği teviller ise şunlardır:
"Gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak
istedim, çünkü ileride her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral
vardı. Çocuğa gelince; onun anne ve babası mü'min kimselerdi.
Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından
endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin
ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından
da daha yakın olanını vermesini diledik. Duvar ise, şehirde
iki öksüz çocuğundu. Altında onlara ait bir define vardı;
babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler
de Rabbinden bir rahmet olarak kendi definelerini çıkarsınlar."
(Kehf, 79-82) Daha sonra Hz. Musa'nın bütün itirazlarını cevaplayacak
niteliğe sahip bir cümle dedi: "Bunları ben kendiliğimden
yapmadım." (Kehf, 82)
Görüldüğü gibi, bu ayetlerde geçen tevil kavramı ile bir şeyin
kendi nesnel karşılığına ve somut unvanına döndürülmesi kastedilmiştir.
Dayak atmanın terbiyeye ve hacamat yapmanın tedaviye
döndürülmesi gibi; tabi, "Zeyd geldi" şeklindeki sözümüzün
Zeyd'in nesnel dünyadaki gelişi olayına döndürülmesi değil.
Tevil kavramı Yusuf kıssasında bir kaç kez buna yakın bir
anlamda kullanılmıştır: "Hani Yusuf babasına: Babacığım, gerçekten
ben, rüyamda on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm; bana secde
etmekteler-ken gördüm, demişti." (Yusuf, 4) "Babasını ve annesini
tahta çıkarıp oturttu; onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: Ey
babam, bu, daha önceki rüyamın tevilidir. Doğrusu Rabbim onu
gerçek kıldı." (Yusuf, 100)
Hz. Yusuf'un daha önce gördüğü rüyayı, anne-baba ve
kardeşlerinin kendisine secde etmelerine dönük olması, bir türlü
döndürme olsa bile, örneğin benzere döndürülmesi türünün
kapsamına girer.
Aynı
şekilde şu ayetleri de bu şekilde değerlendirebiliriz: "Hükümdar:
Ben rüyamda yedi besili inek görüyorum, onları yedi
zayıf inek yiyor; bir de yedi yeşil başak ve diğerleri ise kupkuru.
Ey önde gelenler, eğer rüya yorumluyorsanız benim bu rüyamı
çözüverin, dedi. Dediler ki: Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz
böyle düşlerin tevilini bilenler değiliz. O iki kişiden kurtulmuş
olanı, nice zaman sonra hatırladı ve: "Ben bunun tevilini size haber
veririm, hemen beni zindana gönderin" dedi. (Zindana gidip:)
Yusuf, ey doğru sözlü insan... Yedi besili ineği yedi zayıf ineğin
yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan rüya konusunda
bize fetva ver... Dedi ki: Siz yedi yıl, önceleri gibi ekin, yediğinizin
az bir kısmı dışında, biçtiklerinizi başağında bırakın. Sonra bunun
arkasından zorlu yedi yıl gelecektir, sakladığınız az bir miktar
dışında, daha önce biriktirdiğinizi yiyip bitirecektir." (Yusuf, 43 48)
Aşağıdaki ayetler de buna örnek oluşturmaktadır: "Onunla
birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: "Ben rüyamda kendimi
şarap sıkıyorken gördüm" dedi. Öbürü: "Ben de kendimi başımın
üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi"
dedi. Bunun tevilinden bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan
görmekteyiz... Ey zindan arkadaşlarım, ikinizden biri
efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılacak, kuş onun başından
yiyecek. İşte hakkında sorduğunuz iş, kesinleşmiştir." (Yusuf, 36 41)
Surenin akışı içinde tevil kelimesi bir kaç kez daha
kullanılmaktadır: "Sözlerin tevilinden sana öğretecek." (Yusuf, 6)
"Ona sözlerin tevilini öğretelim." (Yusuf, 21) "Bana sözlerin
tevilinden öğrettin." (Yusuf, 101)
Yusuf kıssasının akışı içinde tevil kavramı geçtiği her yerde,
rüyanın dönük olduğu olaylar anlamında kullanılmıştır. Rüyalar,
uyuyan insanın uygun bir şekilde gördüğü şekiller ve örneklerdir.
Bu durumda tevilin, [olayların] tevili olana [yâni rüyalara] nispeti,
anlamın kendisi aracılığı ile belirginleştiği suretle olan nispetine
ve canlı hakikatin kendisi aracılığıyla sergilendiği ve göründüğü
örnekle olan nispetine benzer. Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasında
değindiğimiz olaylar da bu çerçevede ele alınmalıdır. Yine şu ayette
de mesele bu tarzda ele alınmıştır: "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü
tam tutun... bu, tevil bakımından daha güzeldir." (İsrâ, 35)
Kıyametle ilgili ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, bu
ayetlerde geçen tevil kavramı ile de aynı
şeyin kastedildiği
görülecektir: "Hayır onlar ilmini kuşatamadıkları ve henüz
kendilerine tevili gelmemiş olan bir şeyi inkar ettiler..." (Yunus, 39)
"Onlar tevilinden başkasına bakmazlar mı? Onun tevilinin
geleceği gün..." (A'raf, 53)
Çünkü: "Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte biz de
senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık Bugün, görüş gücün
keskindir." (Kaf, 22) ayeti ve benzeri ayetler, kitabın haber verdiği,
peygamberlerin hakkında bilgiler sundukları olguların kıyamet
günü gözlemlenmesi, dünyada alışık olduğumuz maddi olguların
gözlemlenmesi türünden olmayacağını bildirmektedir. Aynı
şekilde,
bunların meydana gelişleri ve bunlara egemen olan düzen de
dünyada alışık olduğumuz ve gözlemleye geldiğimiz düzenden
bütünüyle farklıdır. Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı açıklamaya yer
vereceğiz. O halde, kitapların ve peygamberlerin haber verdikleri
olguların kıyamet günü belirginleşecek içeriklerine dönük olması
olayı, geleceğe ilişkin haberlerin gelecekteki tahakkuk edişlerine
dönük olmalarına benzemez. [Kıyamet günündeki dönük olmayla
dünyadaki dönük olma farklıdır]
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuçlar çıkıyor: 1) Bir ayetin döndürüleceği bir tevile sahip olması durumu
ile, bir ayetin müteşabih olup muhkem bir ayete döndürülmesi
durumu birbirinden farklı
şeylerdir.
2) Tevil, sırf müteşabih ayetlere özgü bir durum değildir. Bütün
Kur'an'ın bir tevili vardır. Müteşabih bir ayetin tevili olduğu gibi,
muhkem bir ayetin de tevili vardır. 3) Tevil, lafızların delalet ettiği anlamlar türünden değildir.
Tam tersine tevil, objeler dünyasındaki somut varlıklar türündendir.
Ayetleri tevili bulunmakla nitelemek, ayetleri bizzat kendisiyle
ilgili bir vasıfla değil de ayetlerle ilintili olan olgularla bağlantılı bir
vasıfla nitelemektir. Ancak tevil kavramının kullanılıp lafzın zahiri
anlamından farklı bir anlamın kastedilmesi şeklindeki anlayış,
Kur'an'ın inişinden sonra ortaya çıkmış yeni bir yaklaşımdır. Ve:
"Tevilini yapmak için... Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..."
ayeti ile böyle bir anlamın kastedildiğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur.
Aynı şekilde, tevil kavramı ile ilintili olarak ileri sürülen diğer bir
çok anlamın da bir dayanağı yoktur. İleride bu anlamlara da değineceğiz.
"Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez." İfadenin zahiri, zamirin
"müteşabih olanına" ifadesine dönük olduğunu gösteriyor. Çünkü
zamire en yakın ifade odur. Aynı durum "tevilini yapmak" ifadesi
için de geçerlidir. Yukarıda, bu durumun, tevilin sırf müteşabih-lere
özgü olmasını gerektirmediğini anlatmıştık. "Ondan müteşabih
olanı..." ifadesindeki zamir gibi, bunun da kitaba dönük olması
müm-kündür.
İfadede gözlemlediğimiz sınırlandırma, tevil bilgisinin sırf yüce
Allah'a özgü olduğunu vurgulamaya dönüktür. "İlimde derinleşenler"
ifadesine gelince, bunun zahiri, "vav" harfinin istinaf edatı
olduğunu yâni yeni bir anlatım ve cümlenin başladığını göstermektedir
ve ayetin başında yer alan "kalplerinde eğrilik olanlar"
cümlesinin işaret ettiği iki kısım tavrın ikinci tarafını ortaya koymaya
dönüktür. Buna göre, insanlar, kitabı benimseme ve uygulama
noktasında iki kısma ayrılırlar. Bunların bir kısmı "müteşabih
olanlara" uyarlar. Bir kısmı da müteşabih bir ifadeyle karşılaştığında:
"Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır" derler. Bu iki
tarafın farklı tutumlar sergilemelerinin altında yatan neden, bir
tarafın kalbinde eğriliğin bulunması, bir tarafın da ilimde derinleşmesidir.
Eğer "ver-rasihûne fil ilm=ilimde derinleşenler" ifadesinin
başındaki "vav" harfi atıf edatı olsaydı ve ilimde derinleşenlerin de
tevil bildikleri anlamını ifade etseydi, Peygamber (s.a.a) Efendimiz
de muhakkak onlardan biri olurdu; hatta ilimde derinleşenlerin en
üstünüdür. Kur'an onun kalbine indiği halde, onun bu ifadelerle
neyin kastedildiğini bilmediği tasavvur edilebilir mi? Bilindiği gibi
Kur'an-ı Kerim ümmetten söz ettiği zaman veya bir toplulukla ilgili
bir hususu gündeme getirdiği zaman, Resulullah da (s.a.a) bu hususun
kapsamına giriyorsa, en başta ona işaret eder. Onu onurlandırmak
ve kişiliğinin önemini vurgulamak için ondan ayrıca söz
eder. Sonra diğer insanlara değinir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Elçi,
kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de." (Bakara,
285) "Sonra Allah, elçisi ile mü'minlerin üzerine güven duygusu
ve huzur indirdi." (Tevbe, 26) "Ama Resul ve onunla birlikte olan
mü'minler" (Tevbe, 88) "Bu Peygamber ile iman edenler..." (Âl-i
İmrân, 68) "Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri
küçük düşürmeyecektir." (Tahrim, 8) Daha bunun gibi bir çok örnek
gösterilebilir.
Şayet "İlimde derinleşenler" ifadesi ile, onların tevili bildikleri
kastedilseydi, Resulullah da (s.a.a) onlar arasında yer aldığına
göre, ifadenin: "Onun tevilini, Allah'tan, Resulünden ve ilimde derinleşenlerden
başkası bilmez." şeklinde olması gerekirdi. Bunu
iyice kavramalısın. Gerçi, ayetin başında yer alan: "Sana kitabı
indiren O'dur." ifadesi, Peygamberin kitabı bildiğine delalet etmektedir;
bu yüzden ikinci bir defa ondan söz etme gereği duyulmamıştır,
denilebilir.
O halde, ayetin zahiri, tevili bilmenin bu ayette sırf yüce Allah'a
özgü kılındığını göstermektedir. Ama bu durum, ayetteki genellemeye
yönelik bir istisnanın vaki olmayacağı anlamına gelmez.
Nitekim bazı ayetlerde gayb bilgisi Allah'a özgü kılınmışken başka
ayetlerde, bu genellemede istisnaya gidilmiştir. Şu ayette olduğu
gibi: "O gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak
elçileri içinde razı olduğu kimseler başka." (Cin, 26-27) Ve yine,
tevil bilgisi bağlamında bizzat ilimde derinleşenlerin istisna edilmeleri
ile de çelişmemektedir ayetin ortaya koyduğu bu anlam.
Çünkü bu ayette, kalplerinde eğrilik olanların karşısında, ilimde
derinleşenlerin iman ve teslimini, şüpheyle karşılaştıklarında
temkinli davrandıkları gibi bir durumlarına işaret edilmiş olması
ile bir başka ayette, onların veya bazılarının Kur'an'ın hakikatını ve
ayetlerinin tevilini bilmelerinin vurgulanması arasında herhangi bir
çelişki söz konusu değildir. İleride bu hususu daha etraflıca açıklayacağız.
"İlimde derinleşenler ise: Biz ona inandık, tümü Rabbi-mizin katındandır,
derler." İfadenin orijinalinde geçen "rasihûn" kelimesi,
"rusûh" kökünden "sabit ve sağlam olmanın en ileri düzeyi" demektir.
İlimde derinleşenlerin (sağlam ve sabit bilgiye ulaşanların),
bu ayette, kalplerinde eğrilik bulunan kimselerin karşıt cephesi
olarak sunulmaları, sonra "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin
katındandır." sözleriyle nitelendirilmeleri, onlara ilişkin tam bir
tanımın yapılmak istendiğini göstermektedir. Buna göre, onlar,
Allah ve ayetleri hakkında bilgi sahibidirler. Bu bilgiye kesinlikle
şüphe bulaşmaz. O halde muhkem ayetlere ilişkin sağlam ve
sarsılmaz bilgi düzeyine ulaşmışlardır. Muhkem ayetlere inanırlar,
onlara tabi olurlar, yâni onlarla amel ederler. Bu sırada karşılarına
müteşebih (anlam itibariyle benzeşen) bir ayet çıktığında, bu durum
onların sahip oldukları sağlam ve sabit bilgi hakkında kalplerinin
sarsılmasına, zihinlerinin bulanmasına neden olmaz. Aksine
onlar müteşabih ayetlere inanırlar, ancak onlara amelî olarak tabi
olmazlar.
"Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır." sözlerinde
kanıt ve sonuç birlikte zikredilmiştir. Çünkü muhkem ve
müteşabih ayetlerin tüm olarak Allah katından gelmiş olması,
tümüne, hem muhkem ayetlere hem müteşabih ayetlere inanılmasını
gerektirmektedir. Muhkem ayetlerin ifadelerindeki netlik,
onlara uyma zorunluluğunu ve müteşabih ayetlerin de reddedilmeden
ve tatbik edilmeden kabul edilmesi gerektiğini doğurur.
Çünkü müteşabih ayetler de tıpkı muhkem ayetler gibi Allah katından
gelmişlerdir. Dolayısıyla müteşabih ifadelerin anlamları
içinde muhkem ayetlerde belirtilen hususlarla çeliştiği görülen
anlama tabi olmak caiz değildir. Bunun nedeni, muhkem ayetlerdeki
ifadelerin açık, anlaşılır ve net olmalarıdır.
Bu yüzden, müteşabih ayetlerin içerdikleri muhtemel anlamlar
içinde, muhkem ayetlerin anlamlarına uygun olanlarına uymak bir
zorunluluktur. Bu aynı zamanda müteşabih ifadelerin muhkem
ifadelere döndürülmesi anlamına gelir. Dolayısıyla: "Tümü
Rabbimizin katındandır." sözü, hem muhkem, hem de müteşabih
olgusu için bir kanıt niteliğindedir. Bununla muhkem ayetlere inanmak
ve onların emirleri doğrultusunda amel etme, müteşabih
ayetlere de inanmak ve amel hususunda muhkem ayetlere başvurmak
hususunu kastediyorum.
"Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez." Öğüt alıpdüşünmek
(tezekkür), bir şeyi çıkarsamak için zihinsel olarak o
şeyin kanıtına yönelmek, intikal etmek demektir. Ayette işaret
edilen insanların: "Tümü Rabbimizin katındandır." şeklindeki sözleri,
daha önce de söylediğimiz gibi, onlar açısından bir kanıtlama
ve onların sergilediği fiili çıkaracak zihinsel intikali sağladığı için
yüce Allah, bunu tezekkür=öğüt alıp düşünmek olarak nitelemiş ve
kendilerini onunla övmüştür.
Ayette geçen "elbab" kelimesi "lübb"ün çoğuludur ve her türlü
şaibeden arınmış temiz akıl demektir. Yüce Allah bu özelliklere
sahip insanları, kitabının değişik yerlerinde güzel övgülere konu
etmiştir. Onların Allah'a iman, pişmanlık ehli olduklarını ve sözün
en güzeline tabi olduklarını bildirmiştir. Sonra onların sürekli olarak
Rablerini hatırladıklarını bildirmiştir. Bunun ardından, onları
tezekkür ehli, yâni kanıt aracılığı ile bilgilere ulaşan kimseler oldukları,
hikmet ve irfan sahibi oldukları değerlendirmesinde bulunmuştur.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Tağuta kulluk etmekten kaçınan
ve Allah'a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır,
öyleyse kullarıma müjde ver. Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline
uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimse
lerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir." (Zümer, 17-18) "Şüphesiz
göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde
temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar ayakta
iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler." (Âl-i İmrân,
190-191) Bu sürekli hatırlama ve düşünmenin beraberinde getirdiği
boyun eğme ve itaat etme, gerçekte Allah'a yönelmedir. Ki bu da
onların Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmelerini ve bu düşüncenin
sonucunda gerçek bilgilere ve irfana ulaşmalarını gerektirmektedir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır. "İçten Allah'a yönelenden
başkası, öğüt alıp-düşünmez." (Mü'min, 13) "Temiz akıl sahiplerinden
başkası öğüt alıp-düşünmez." (Bakara, 269 ve Âl-i İmrân, 7)
(Al-i İmran / 8) "Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi
kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz sen en çok bağış yapansın."
Bu da onların ilimde derinleşmelerinin bir sonucudur. Çünkü Rablerinin
makamını bildiklerinden ve O'nun gerçek konumunu kavradıklarından
mülkün sadece O'na ait olduğunu ve kendilerinin hiç
bir şeye malik olmadıklarını bilmişlerdir. O halde ilimde derinleşmeden
sonra da kalplerinin kayması mümkündür. Bu yüzden Rablerine
sığınıyorlar. Kendilerine doğru yolu gösterdikten sonra kalplerini
kaydırmamasını, kendilerine katından, bu nimeti kalıcı kılacak,
dosdoğru yol üzerinde ve kurb=yakınlık mertebelerine ulaşma
çabasında yardımcı olacak bir rahmet göndermesini istiyorlar.
Kalplerini kaydırmamasını istedikten sonra, bir rahmet
göndermesini, bağışlamasını istemelerinin hikmetine gelince;
çünkü kalbin kaymaması, ilimde derinleşme niteliğinin kalıcı
olmasını gerektirici bir durum değildir. Kalp kaymadığı halde, ilim
insandan alınabilir, insanın kalbi boş ve ilimle bahtiyar olmayacak
ve kayma ile mutsuz kılınmayacak şekilde arada bırakılabilir.
Daha doğrusu insan cehalet ve zayıflık pozisyonunda terk
edilebilir. Bu insanlar kesin olarak sahip oldukları ilmin devamına
büyük bir ihtiyaç duymaktadırlar; ama aynı zamanda ihtiyaçları
bununla bitmiyor. Onlar bir yol üzerinde yol almaktadırlar. Burada
Onlar bir yol üzerinde yol almaktadırlar. Burada ancak Allah'ın
kuşatabildiği ve boyutlarını bildiği sayısız rahmete muhtaç durum-
dadırlar. Onlar da bu ihtiyaçlarının bilincindedirler. "Rabbimiz, sen
mutlaka insanları kendisinde asla şüphe bulunmayan bir günde
toplayacaksın." sözü, onların bu bilince sahip olduklarının kanıtıdır.
"Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma."
ifadesi, sapma eğiliminin kalplerine sızmasından ve kalplerindeki
ilimde derinleşmişlik olgusunu söküp atmasından Allah'
a sığınma duygu ve isteklerini yansıtmaktadır. "Katından bize bir
rahmet bağışla. Şüphesiz sen en çok bağış yapansın." sözü de
rahmet bulutlarından yağmur yağdırılmasının talep edilmesini
yansıtmaktadır. Ki kalpleri hayatlarını sürdürebilsinler.
Rahmet ifadesinin cümle içinde nekre (belirsiz) bırakılması ve
onun Allah katından olduğunun özellikle vurgulanması, onların bu
rahmetin niteliğini ve nasıl olacağını bilmediklerini, yalnızca
Rablerinin rahmeti olmazsa ve eğer bu rahmet O'nun katından
olmazsa, işlerinin tamam olmayacağını bildiklerini göstermek tedir.Kalplerin kayması tehlikesi karşısında sadece Allah'a
sığınmalarını ve rahmeti de sadece O'nun katından talep
etmelerini, onların bütün mülkün ve asıl malikliğin Allah'a özgü
olduğunu bildiklerini, maddi sebeplere yönelmediklerini göstermektedir.
(Al-i İmran / 9) "Rabbimiz, sen mutlaka insanları kendisinde asla
şüphe bulunmayan bir günde toplayacaksın. Doğrusu Allah, vadinden
dönmez." Bu sözleri rahmet isteklerinin gerekçesi niteliğindedir. Çünkü onlar,
biliyorlar ki, yaratılış düzeninin kurulmuş olması, dinsel davetin
gündeme gelmesi, insanın varoluş yolculuğunda büyük bir emek
sarf etmesi, kıyamet günü gerçekleşecek toplanmanın ön hazırlıkları
mesabesindedir. Orada Allah'ın rahmetinden başka hiç bir şey
fayda vermez, hiç bir yerden yardım alınmaz. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Şüphesiz (hakkın bâtıldan ayrılacağı) hüküm
günü, hepsinin varacağı bir gündür. O gün bir dost dosttan herhangi
bir şeyi savamaz. Ve onlara yardım da edilmez. Ancak Al
lah'ın rahmet ettiği başka." (Duhan, 40-42) Bu yüzden Rablerinden
bir rahmet istemişler, bu rahmetin belirlenmesini, somutlaştırılmasını
da O'na bırakmışlar ki, işlerine yarasın, ihtiyaç duydukları
anda yararlanabilsinler.
Bugünü, "kendisinde şüphe bulunmayan" şeklinde nitelemişlerdir.
Bununla tüm dikkatlerini talebe ve duaya yöneltmenin sebebini
açıklamayı ve makul olduğunu vurgulamayı amaçlamışlardır.
Bu arada değindiğimiz bu nitelemeyi de şu sözleriyle gerekçelendirmeye
çalışmışlardır: "Doğrusu Allah vadinden dönmez."
Çünkü onların temel özellikleri, ilimde derinleşmiş olmalarıdır ve
meydana getirici illeti bilinmeden ilim bir konuda derinleşmez ve
tasdik kökleşmez. Bugünün gerçekleşmesinde kuşku duymamalarının
sebebi ise, yüce Allah'ın bunu vadetmiş olmasıdır ki onlar
da bunu vurgulamışlardır.
Benzeri bir durum da: "Katından bize bir rahmet bağışla."
isteklerini "Şüphesiz sen en çok bağış yapansın." sözüyle
gerekçelendirmelerinde söz konusudur. Buna göre, yüce Allah'ın
en çok bağışta bulunan zat olması, O'ndan rahmet dilemelerinin
illeti ve gerekçesidir. İfade içinde "sensin" zamirini kullanmaları,
haberin başına da özgü kılma anlamını ifade eden "elif ve lam"
takısı getirmek suretiyle marife kılmaları, "katından" sözlerini
gerekçelendirmektedir. Çünkü "katından" sözü özgü kılmaya
delalet eder. [Sadece kendi katından onlara bir rahmet
bağışlamayı istemelerinin sebebi, onların Allah'tan başkasını en
çok bağışta bulunan olarak tanımamalarıdır]
Aynı yaklaşım şu ifade için de geçerlidir: "Kalplerimizi kaydırma"
Bu ifadenin ardından, buna ilişkin bir illet olarak algılanabilecek
şu söze yer verilmiştir: "bizi hidayete erdirdikten sonra."
[Yâni Rab-bimiz, kalplerimizi kaydırma; çünkü sen bizi doğru yola
iletmişsin] Biraz önce: "Biz ona inandık." sözlerinden sonra "tümü
Rabbimizin katındandır." şeklinde bir değerlendirme cümlesine
yer verilmiş olmasının da buna benzer bir amaca yönelik olduğunu
söylemiştik.
Şu halde, burada sözü edilenler, Rablerine iman eden insanlardır.
Bu iman üzerine sebat göstermişler, bu yüzden yüce Allah
onları doğru yola iletmiş, akıllarının kavrama ve algılama kapasitesini
kemal düzeyine eriştirmiştir. Bundan dolayı, söyledikleri
zaman bir bilgiye dayanarak söylerler, bir şey yaptıkları zaman
ilme dayanarak o şeyi yaparlar. Bunun sonucunda yüce Allah kendilerini
"ilimde derinleşen" olarak nitelemiş, temiz akıl sahipleri
ismiyle anmıştır.
Yüce Allah'ın, temiz akıl sahiplerinin ayırıcı nitelikleri olarak
işaret ettiği şeyler üzerinde durup düşündüğün zaman, şu ayetlerde
onlarla ilgili olarak anlatılan hususlarla, bunlar arasında bir
paralellik olduğunu görürsün:
"Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a içten yönelenler
ise; sadece onlar için bir müjde vardır, öyleyse kullarıma müjde
ver ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'
ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl
sahipleridir." (Zümer, 17-18)
Dikkat edilirse, onlar burada iman sahipleri, sözün en güzeline
tabi olanlar, Allah'a tövbe edip yönelenler olarak nitelendiriliyorlar.
Tefsirini sunduğumuz bu ayetlerde ise, ilimde derinleşenler, bu
niteliklere sahip kimseler olarak gündeme getiriliyorlar.
"Doğrusu Allah vadinden dönmez" ifadesinde, muhatap
(Rabbi-miz) sigasından gayıp (Doğrusu Allah...) sigasına geçiş yapılmış
olmasının (ve "Rabbimiz vadinden..." ifadesi kullanılmış
olmamasının) hikmetine gelince; çünkü bu vad, sırf kendilerine
özgü değildir. Bilakis, kendileriyle birlikte başkalarını da kapsamaktadır.
Bundan dolayı, "Rabbimiz" sözünün "Allah" lafzıyla değiştirilmesi
daha uygundur. Çünkü uluhiyetin egemenliği, herkesi
ve her şeyi kapsayan genel bir durumdur.
MUHKEM, MÜTEŞABİH VE TEVİL KAVRAMLARININ AYRINTILI AÇIKLAMASI
Buraya kadar, Muhkem, müteşabih ve tevil kavramlarıyla ilgili
olarak yaptığımız açıklamalar, yüce Allah'ın kelamı üzerinde derin
düşünceden çıkan sonuçlar ve Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) gelen
rivayetlerden anlaşılan hususlardır. Biz bu rivayetlere ayetle ilgili
rivayetleri ele aldığımız bölümde yer vereceğiz.
Ancak müfessirler bu hususta ihtilafa düşmüşlerdir. İhtilaf
yayılmış ve aralarında sapma eğilimi büyük bir ivme kazanmıştır.
Aslında bu ihtilafların geçmişi, İslam'ın ilk dönemlerine, sahabe ve
tabiin kuşağına mensup tefsir bilginlerine kadar dayanıyor. Bize
aktarılanlar arasında yukarıda sunduğumuz açıklamaya tamamen
uymaları
şöyle dursun, buna yakın açıklamalara bile pek az rastlanır.
Bu geniş çaptaki ihtilafın sebebi, muhkem ve müteşabih konuları
ile tevil kavramının anlamı üzerine yapılan araştırmaların birbirlerine
karıştırılarak gerçekleştirilmesidir. Bu da şaşırtıcı bir karışıklığa
neden olmuştur. Mesele bu yüzden girift hale gelmiş, araştırmanın
niteliği bambaşka bir boyut kazanmış ve bundan çıkan
sonuç da aynı oranda karmaşık olarak belirginlik kazanmıştır.
Bu konularla ilgili ayrıntılı açıklamaları, elimizden geldiğince denilenlerin
hangi konuya ilişkin olduklarını belirleyerek nelerin söylendiğini,
bu konuda nelerin tercih edildiğini ve hangisinin gerçeği
yansıttıklarını birkaç bölümde açıklayacağız.
1- Muhkem ve Müteşabih
"İhkam" ve "teşabüh" sözcük anlamları bilinen kelimelerdir.
Yüce Allah kitabını bu kavramların ikisi ile de nitelemiştir: "Ayetleri
muhkem kılınmış bir kitaptır." (Hûd, 1) "Allah... müteşabih, ikişerli
bir kitap halinde indirdi." (Zümer, 23) Kitabın tamamı için kullanılan
bu iki nitelikten ancak kitabın içerdiği nazım ve açıklama
türünün sağlamlığı (muhkem oluşu) ve ayetlerin sağlam nazım ve
açıklamanın en doruk noktasına varma bakımından birbirlerine
benzeşmesi (müteşa-bih oluşu) kastedilmiştir.
"Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir
ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir..." ayetinde,
tamamı muhkem olarak nitelendirilen kitabın ayetlerinin
muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kategoriye ayrıldıklarına
işaret edilmektedir. Buradan anlıyoruz ki, bu ayette işaret edilen
muhkemlik ve müteşabihlik kitabın tamamının niteliği olarak işa-
ret edilen muhkemlik ve müteşabihlikten farklıdır. Bundan dolayı,
ayetleri incelemek suretiyle bu iki kavramın anlamını belirlemek,
nesnel karşılığını tespit etmek gerekiyor.
Bu konuyla ilgili olarak ondan fazla görüş ileri sürülmüştür.
1-Muhkemlerden maksat, En'âm suresinde yer alan üç ayettir:
"De ki: "Gelin size Rabbimizin neleri haram kıldığını okuyayım:
O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın..." (En'âm, 151-152-153)
Müteşabihlerden maksat ise, Yahudilerin anlayamadığı ve başka
şeylerle karıştırdığı hususlardır. Bunlar da bazı surelerin başlarında
yer alan "Elif, lâm, mîm" "Elif, lâm, ra" ve "Ha, mîm" gibi
mukattaa (birbirinden kopuk) harflerdir. Yahudiler bunları harflere
rakamlar verilmek suretiyle yapılan hesapları esas alarak tevil
etmişler ve bundan hareketle bu ümmetin ömrünün ne kadar olduğunu
tespit etmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla bu hususta yanıldılar.
Bu görüş sahabeden İbn-i Abbas'a nispet edilmiştir.
Bu yoruma ilişkin değerlendirmemiz şudur: Bu görüş kanıtsız
olarak ileri sürülmüştür. Şayet doğruluğu teslim edilse, bu sefer,
muhkem ve müteşabih ayetlerin sırf bunların ikisine tahsis edilmesinin
herhangi bir kanıtı yoktur. Ayrıca bunun kabul edilmesi,
ne muhkem, ne de müteşabih olan bir üçüncü ayetler kategorisinin
varlığını gerektirmektedir. Ayetin zahiri ise, böyle bir ihtimale
yer bırakmayacak kadar kesindir.
Ancak bu görüşün İbn-i Abbas'a nispet edilmesi gerçeği yansıtmamaktadır.
Ondan yapılan nakil onun söz konusu üç ayeti muhkem saydığı
şeklindedir. Muhkem ayetler, sadece bu üç ayetten ibarettir, şeklinde değil.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Said b. Mansur, İbn-i Ebu Hatem,
sahih diye nitelendirerek Hakim ve İbn-i Mürdeveyh'in Abdullah b.
Kays kanalıyla aktardıklarına göre, o İbn-i Abbas'ın "Ondan bir
kısım ayetler muhkemdir." ayetiyle ilgili olarak: En'âm suresinin
"De ki: Geliniz..." diye başlayan ayet ile ondan sonraki iki ayetten
oluşan son üç ayet muhkemdir." dediğini duymuştur. (c.2, s.4)
Yine aynı eserde ondan nakledilen şu rivayet de bu
değerlendirmeyi desteklemektedir. Rivayete göre, İbn-i Abbas,
muhkem ayetler ile ilgili olarak: "De ki: Geliniz..." diye başlayan
ayet ve sonrasındaki iki ayet bu muhkem ayetlerdendir. "Rabbin
kendisinden başkasına ibadet etmemenize hükmetti" diye
başlayan ayet ile ondan sonra gelen iki ayet de bu muhkem
ayetlerdendir" demiştir. Her iki rivayet de onun bu ayetleri
muhkem ayetlere örnek olarak zikretmesini, sadece bu ayetler
muhkemdir, demek istemediğini desteklemektedir.
2- Bu görüş yukarıdaki görüşün tam tersidir. Buna göre, muhkem
ayetlerden maksat, bazı surelerin başlarında yer alan
mukattaa yâni birbirinden kopuk harfler, müteşabih ayetlerden
maksat ise, geriye kalan diğer tüm ayetlerdir. Ebu Fahite'nin şöyle
dediği rivayet edilir: "Onlar kitabın anasıdır." ifadesi ile surelerin
giriş kısımları kastedilmiştir. Kur'an bunlardan çıkarılmıştır. Örneğin:
"Elif lâm mîm. Bu kitap..." ifadesinden Bakara suresi, "Elif
lâm, mîm. Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Diridir.
Kayyumdur (yaratıklarını koruyup yöneticidir)" ifadesinden Âl-i
İmrân suresi çıkmıştır."
Yine: "Onlar kitabın anasıdır." ifadesi ile ilgili olarak Said b.
Cübeyr'in şöyle dediği rivayet edilir: "Onlar kitabın aslını oluşturur.
Çünkü bunlar bütün kitaplarda yazılıdır." Bu rivayetler, her ikisinin
de surelerin başlangıcında yer alan harflerle bu harflerin lafızlarının
kastedildiği görüşünü savunduklarını gösteriyor. Buna göre,
demek istenen şudur: "Sizin üzerinize indirilen kitap, şu birbirinden
kopuk harflerden meydana gelmektedir. Kelimeler ve cümleler
bu harflerden oluşur." Nitekim, bazı surelerin başlarında yer
alan birbirinden kopuk harflerle ilgili olarak böyle bir görüş vardır.
Bu yorumla ilgili olarak şunu diyoruz: Bu görüş, kesinlikle kanıtı
olmayan bir değerlendirmeye yâni bazı surelerin başlarında yer
alan birbirinden kopuk harflerin denilen şekilde yorumlanmasına
dayanmanın yanı sıra, bizzat ayetin kendisi ile bağdaşmamaktadır.
Çünkü, böyle bir şeyin kabul edilmesi ile birlikte, kimi surelerin
giriş kısmında yer alan birbirinden kopuk harflerin dışındaki tüm
Kur'an ayetleri müteşabih kategorisine girmiş olur. Oysa yüce Allah
müteşabih ayetlere uymayı yermiş ve bu davranışı kalplerin
kayması olarak nitelendirmiştir. Öte yandan Kur'an'a uymayı da
övmüştür, daha doğrusu yükümlülüklerin en zorunlusu olarak nitelemiştir.
Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onunla
birlikte indirilen nuru izleyenler..." (Araf, 157) Bunun gibi daha bir
çok ayet örnek gösterilebilir.
3- Müteşabih mücmel olarak isimlendirilen ayetler, muhkem
de mübeyyen olarak isimlendirilen açık ve anlaşılır ayetlerdir.
Bu yorumla ilgili olarak şunu diyoruz: Bu ayette muhkem ve
müteşabih ayetlerle ilgili olarak işaret edilen nitelikler, mücmel ve
mübeyyen kavramlarıyla örtüşmemektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz:
Bir lafzın mücmel olması, anlamının bazı yönlerinin, diğer
bazı yönlerine karışmış olması, içinde kaybolması, kastedilen yönün
diğerlerinden ayırdedilmez halde olmasıdır. Bu durum muhatabın
veya dinleyicinin, kastedilen yönün belirlenmesi noktasında
şaşkınlık içine girmesine neden olur. İnsanların geleneğinde, bir
mesajın verilmesi, bir anlamın aktarımı noktasında bu tür lafızlara
uyulmaması esastır. Bunun için daha açık ve aynı zamanda mücmel
olan lafzı da açıklayıcı özellikte olan diğer bir lafzın kullanımı
tercih edilir. Böylece, biraz önceki mücmel lafız da açıklanmış olur.
Bundan sonra buna uyulmasının bir sakıncası da yoktur.
Mücmel ifadenin, açıklayıcısı konumundaki bir diğer ifade karşısındaki
durumu bundan ibarettir. Eğer muhkem ve müteşabih
bizzat mücmel ve mübeyyen demekseler, şayet müteşabih-ler
muhkemlere döndürülerek açıklanırsa bu durumda tabi olunan,
müteşabih ayetler olmuş olur, muhkem ayetler değil. [Nitekim
mücmel ve mübeyyen konusunda, maksat belirlendikten sonra
uyulan mücmeldir, mübeyyen değil] Böyle bir tabi olmayı ise,
konuşma ve anlaşma olgularının doğası kaldırmaz. Dilcilerin geleneğinde
bunun bir örneğine rastlanmaz. Bu noktada kalplerinde
kayma olanlarla, ilimde derinleşenler arasında bir fark yoktur. Ve
yine müteşabihe uymak yerilmez ve kalplerin kaymasını gerektiren
bir durum olmazdı.
4- Müteşabihlerden maksat, mensuh (hükümleri yürürlükten
kaldırılmış) ayetlerdir. Çünkü hükümleri yürürlükten kaldırılmış
mensuh ayetlere inanılır; ancak onlarla amel edilmez.
Muhhemlerden maksat da, nasih (kendilerinden önce inen ayetlerin
içerdikleri hükümleri yürürlükten kaldıran hükümler içeren)
ayetlerdir. Bunlara hem inanılır, hem de direktifleri doğrultusunda
amel edilir. Bu görüş, İbn-i Abbas, İbn-i Mesud ve bazı sahabelere
nispet edilmiştir. Bu nedenle İbn-i Abbas Kur'an'ın tevilini bildiğini
sanırdı.
Bu görüşün doğru olduğu kabul edilse bile, müteşabih kavramının
sırf mensuh ayetleri içerdiğine ilişkin somut bir kanıt bulmak
mümkün değildir. Çünkü yüce Allah'ın müteşabihlere tabi
olmanın niteliklerinden biri olarak sözünü ettiği fitne çıkarmayı ve
tevil etmeyi amaçlama durumu mensuh olmayan bir çok ayet için
de geçerlidir. Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili ayetleri buna örnek
gösterebiliriz. Bir kere bu görüşü benimsemek, muhkem ile
müteşabih arasında bir aracının varlığını kabul etmeyi gerektir
mektedir. [Örneğin Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili ayetler, ne
nasih ve ne de mensuhturlar]
İbn-i Abbas'tan aktarılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla,
onun muhkem ve müteşabih ile ilgili görüşü, nasih ve mensuh
sınırlarını aşan genelliktedir. Öyle anlaşılıyor ki, o bu ikisini sırf
örnek olsun diye zikretmiştir. Örneğin ed-Dürr-ül Mensûr adlı tefsirde
şöyle deniyor: İbn-i Cerir, İbn-i Munzir ve İbn-i Ebu Hatem, Ali
kanalıyla İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: Muhkemlerden
maksat, Kur'an'ın nasihi, helali, haramı, hadleri, farzları ve inanılması
gereken hükümleridir. Müteşabihlerden maksat, Kur'an'ın
mensuhu, mukaddemi (öne alınmışı), muahharı (ertelenmişi), örnekleri,
yeminleri ve inanılan ancak amel edilmeyen ifadeleridir."
5- Muhkemden maksat kanıtı açık ve parlak olan ifadelerdir.
Allah'ın birliği, kudreti ve hikmeti ile ilgili kanıtlar gibi.
Müteşabihten maksat ise, anlaşılması için düşünmeye ve tefekkür
etmeye ihtiyaç duyulan ifadelerdir.
Eğer kanıtın açık ve parlak ya da düşünme ve tefekküre muhtaç
olmasından maksat, söz konusu ayetin içeriğinin bedihi veya
ona yakın bir aklî delile sahip olması ya böyle olmaması ise, bu,
hüküm ve farzlar ve benzeri konularla ilgili ayetlerin de parlak ve
açık bir aklî delile sahip olmadıkları için müteşabihler kategorisinde
değerlendirilmelerini gerektirmektedir. Dolayısıyla bu tür
ayetlere uymak, gerçekte vacip olduğu halde, yerilmiş olur. Yok
eğer bundan maksat, söz konusu ayetin kitabın kendisinden kaynaklanan
açık ve parlak bir kanıta sahip olması veya olmaması
ise, kitapta yer alan her ayet, aynı konumdadır. Nasıl olmasın ki?
O, ikişerli müteşabih bir kitaptır. Nurdur. Açık ve açıklayıcıdır. Bu
tarz bir yaklaşımın gereği, tüm kitabın muhkem olması ve bunun
karşıtı olan müteşabihlik durumunun ortadan kalkmasıdır. Bu ise,
hem Kur'an'ın nassına, hem de varsayıma aykırıdır.
6-Muhkemden maksat, belirgin veya örtülü bir kanıt aracılığı
ile bilgi edinmeye imkan sağlayan ifadelerdir. Müteşabihlikten
maksat ise, bilgi edinmeye hiç bir şekilde imkan vermeyen ifadelerdir.
Kıyametin kopma zamanı ve benzeri hususların bilinmesi
gibi.
Hiç kuşkusuz, muhkemlik ve müteşabihlik, kitabın ayeti için
kullanılan birer sıfattır. Ayetin anlamı ise, ilahi bilgilerden herhangi
birine delalet eden işarettir. Kitabın ayetlerinden birinin delalet
ettiği bir şeyse, kendisine ulaşmaya gidecek bir yoldan yoksun
olmadığı gibi, anlaşılması da imkansız değildir. Bu ayet ya kendisinden
dolayı anlaşılır ya da başka bir ayetin aracılığı ile anlaşılır.
Ayetin lafzı ile bir şeyin kast edilmesi, sonra da bu lafız aracılığı ile
bu maksada ulaşılmaması mümkün müdür? Halbuki, kitabın temel
niteliği yol gösterici, hidayet edici, nur ve açık olmasıdır. Bu
kitap mü'minler şöyle dursun, kafirlerin de anlamasına elverişli
olarak sunulmuştur. Nitekim Kur'an'da şöyle buyuruluyor:
"Bu Kur'an, Rahman ve Rahimden indirilmiştir. Bilen bir kavim
için ayetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici
ve bir uyarıcı olarak (gönderilmiştir). Ama çoğu yüz çevirmiştir;
onlar işitmezler." (Fussilet, 2-3-4) "Onlar Kur'an'ı iyice
düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı,
kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey bulurlardı." (Nisâ,
82)
Şu halde bir hususla ilgili olarak kitapta bir ayet yer almışsa, o
şeyin anlaşılamaması imkansızdır. Söz konusu şeyi kavramak üzere
düşünmek sonuçsuz kalmayacaktır. Bu arada üzerinde durup
objektif karşılığını tespit etmeye imkan bulunmayan kıyametin
zamanı gibi gizli gayb perdesinin gerisindeki olgular için herhangi
bir ayetin lafızları itibariyle açıklamak üzere sunulmuş olması söz
konusu değildir. Dolayısıyla bu açıdan bu tür ayetleri müteşabih
olarak nitelendirmek mümkün değildir.
Bunun yanında, yukarıda değerlendirdiğimiz görüşte,
müteşabih kavramı ile ayetin tevili birbirlerine karıştırılmıştır.
7-Muhkemlerden maksat, hükümler içeren ayetlerdir.
Müteşabih-lerden maksat ise, birbirleriyle uyum içerisinde olmayan
diğer ayetlerdir. Bu görüş Mücahid'e ve başkalarına nispet
edilmiştir.
Eğer burada işaret edilen uyumsuzluk sözünden maksat, özelleştirici
bir unsur aracılığı ile özelleştirmek ve kayıtlandırıcı unsur
aracılığı ile ifadeyi kayıtlı kılmak ve özel durumlarda belirginleşen
karinelerde olduğu gibi lafızdan kastedileni somutlaştırmaya yardımcı
olan bütün durumlar ise, bu durumda, hükümler içeren ayetler
de diğerleri gibi müteşabih olur. [Çünkü hükümler içeren
ayetlerin bazısı genel ifadeli, bazısı hâs ifadelidir. Bazısı mutlak,
bazısı mukayyettirler] Şayet, işaret edilen uyumluluk ve anlaşırlık
sözünden, kastedilen nesnel karşılığa yönelik delaleti üzerinde bir
kapalılık ve birkaç ihtimal söz konusu olmayan ve böylece kendisinden
kastedilen nesnel karşılığın kendisi aracılığı ile belirginleşmesi
ve bunun aracılığı ile diğer şeylerin nesnel karşılıklarını
belirginleşmesi durumu [yâni müteşabihte uyumsuzluk sözünden
kastedilen ayetin delaleti üzerinde tam bir kapalılık olması, bir
çok ihtimallerin söz konusu olduğundan nesnel karşılığının bilinmemesi,
böylece kendisiyle kastedilen nesnel karşılığın ne kendisi
aracılığı ile ve ne de nesnel karşılığı olan diğer ayetler aracılığı
ile belirginleşmemesi durumu] kastedilmiş ise, bu durumda hükümler
içeren ayetlerin dışındaki tüm ayetlerin müteşabih olduğu
görüşünü savunmak, hükümlerin dışında Kur'an'dan başka bir
şeyin öğrenilmemesini gerektirir. Çünkü varsayıma göre,
Kur'an'da müteşabih ayetlerin başvuru kaynağını oluşturacak ve
anlamlarının belirginleşmesine yardımcı olacak muhkem ayetler
bulunmamaktadır.
8-Muhkemden maksat, sadece bir anlama yorumlanma ihtimali
bulunan ifadelerdir. Müteşabihten maksat ise, bir çok an-
lama gelme ihtimali bulunan ifadelerdir. Bu görüşŞafii'ye nispet
edilmiştir. Bildiğim kadarıyla burada kastedilen husus şudur:
Muhkem, anlamı ancak bir şekilde belirginleşen ifade demektir.
Nass (anlamı net ve kesin) ve bir anlamda güçlü bir şekilde belirginleşen
ayetler gibi. Müteşabih ise, bunun tam aksidir.
Bu değerlendirme bir kelime yerine bir başka kelimenin
kullanılmasından başka bir şey değildir. Örneğin "muhkem"
kelimesinin yerine, "birden fazla anlamı olmayan" ifadesi
konulmuştur. "Müteşabih" ise, bir çok anlama gelebilen şeklinde
ifade edilmiştir. Ayrıca bu yaklaşımda, tevil kavramı tefsir
şeklinde, yâni lafızdan kastedilen şey olarak algılanmıştır. Daha
önce bunun yanlış olduğunu söyledik. Eğer tevil bizzat tefsir
olsaydı, tevili bilmek sadece yüce Allah'a ya da yüce Allah ile
beraber ilimde derinleşenlere özgü kılınmasının bir anlamı
olmazdı. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı, diğer bir kısmını tefsir
etmektedir. Bu konuda, mü'min, kâfir, dinde derinleşenler ve
kalplerinde kayma olanlar arasında herhangi bir fark yoktur.
9-Muhkemden maksat, içinde peygamberlerle ümmetleri
arasında geçen olaylara ilişkin haberlerin ayrıntılı ve sağlam kılınmış
olarak sunulduğu ifadelerdir. Müteşabihten maksat ise, peygamberlerin
kıssalarında, çeşitli surelerde tekrarlanan ifadelerin
içindeki benzer ifadelerdir. Bu yaklaşımı kabul etmek, ayette işa-
ret edilen ayrımı sırf kıssalarla ilgili ayetlere özgü olmayı gerektirmektedir.
Bu yorumun değerlendirmesine gelince; bu tarz bir özgü kılmanın
hiç bir kanıtı yoktur. Ayrıca yüce Allah'ın muhkem ve
müteşabih ayetlerin özellikleri olarak işaret ettiği hususlar, örneğin
müteşabihlere tabi olma bağlamında sözünü ettiği fitne çıkarmayı
amaçlamak ve tevillerini yapmayı arzulamak gibi hususlar,
bununla bağdaşmamaktadır. Çünkü yüce Allah'ın işaret ettiği
özelliklere peygamber kıssalarını konu edinen ayetlerde rastlanabildiği
gibi, başka konularla ilgili ayetlerde de rastlanabilir. Tekrarlanan
bir çok kıssada rastlanabildiği gibi, -halifelik görevinin yer
yüzüne özgü kılınmasını anlatan kıssa örneğinde olduğu gibi- bir
tek kıssada da rastlanabilir.
10-Müteşabih, açıklamayı gerektiren ifadelerdir. Muhkem ise,
açıklamaya gerek duymayan ifadelerdir. Bu yaklaşım İmam
Ahmed'e nispet edilmiştir.
Bu yaklaşıma gelince; hükümleri içeren ayetler, kesin olarak
muhkem oldukları halde, bir çok kere de işaret ettiğimiz gibi,
Peygamber Efendimiz (s.a.a) tarafından açıklanmaya muhtaçtırlar.
Ayrıca mensuh ayetler de müteşabihtirler ve daha önce de
söylediğimiz gibi, bunların açıklanmaya ihtiyaçları yoktur. Çünkü
onlar da diğer bazı hüküm içeren ayetler gibidirler.
11-Muhkemden maksat, inanılan ve amel edilen ifadelerdir.
Mü-teşabihten maksat ise, inanılan, ancak amel edilmeyen ifadelerdir.
Bu görüş, İbn-i Teymiye'ye nispet edilmiştir. O, bu yaklaşımıyla
şunu kastetmiş olsa gerektir: Haber nitelikli ifadeler
müteşabihtirler. İnşaî ifadeler de muhkemdirler. Nitekim bazıları
bu şekilde algılamışlardır. Yoksa, bu yaklaşım başlı başına bir görüş
olarak değerlendirilmezdi. Çünkü daha önce açıklanan bir çok
görüşle örtüşür olacaktı.
Bu görüşle ilgili olarak şunu diyoruz ki: Bu görüşün
benimsenmesi durumunda, hüküm bildirmeyen tüm ayetlerin
müteşabih kabul edilmesi gerekir. Bunun bir gereği de, hükümler
dışında hiç bir ilahi bilginin algılanamamasıdır. Çünkü bu alanda
bir hüküm yoksa herhangi bir amel de söz konusu olmaz, diğer
taraftan bilgi edinmek için müteşabihlerin döndürüleceği herhangi
bir muhkem ayet de yoktur. Bir diğer husus: Mensuh ayetler,
inşaîdirler; ancak kesinlikle muhkem değildirler.
Hiç kuşkusuz, o, "Muhkeme inanılır ve amel edilir. Müteşabihe
ise, amel etmeden inanılır." derken ayette yer alan şu ifadenin
anlamını göz önünde bulundurmuştur: "Kalplerinde bir kayma
olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan
müteşabih olanına uyarlar... İlimde derinleşenler ise: "Biz ona
inandık, tümü Rabbimizin katındandır." derler." Ancak bu iki olgu,
yâni muhkem olan ayetlere inanmak ve içeriklerine göre amel
etmek ile müteşabihlere inanmak ve içeriklerine göre amel etmemek
olguları, kitaba inanan herkesin görevleri olduklarından,
böyle bir insanın görevini yerine getirmeden önce hem muhkemi,
hem de müteşabihi belirlemesi gerekir. Bu durumda da muhkem
ve müteşabihleri bu olgularla tanımanın, onların belirlenmesi ve
nesnel karşılıklarının tespit edilmesi açısından bu olguların yeterli
olmayacağı açıktır.
12-Müteşabihler, bir takım özel sıfatları içeren ayetlerdir. İster
alim, kadir, hakîm ve habir sıfatları gibi Allah'ın sıfatlarını içeren
ayetler olsun, ister peygamberlerin sıfatları ile ilgili ifadeleri içeren
ayetler olsun. Hz. İsa ile ilgili şu ifadeyi buna örnek gösterebiliriz:
"O'nun kelimesidir. Onu Meryem'e yöneltmiştir ve Ondan bir ruhtur."
(Nisâ, 171) Buna benzer ayetler de bu bağlamda değerlendirilir.
Bu görüş de İbn-i Teymiye'ye nispet edilmiştir.
Sıfatlarla ilgili ayetlerin müteşabihler kategorisine girdiğini
kabul etmemize rağmen, müteşabihi sırf bunlarla sınırlandırmak
kanıtı olmayan bir iddiadır.
Yukarıdaki görüşü ileri süren İbn-i Teymiye'den nakledilen uzun
açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, o, muhkem ve
müteşabih kavramlarını lügavi anlamlarını esas alan bir değerlendirmeye
tabi tutmuştur. Buna göre, muhkem, delaleti sağlam olan,
müteşabih ise birbirine benzeyen çeşitli ihtimalleri aynı anda
içeren ifadeler demektir. Bu iki anlam nispî ve görecelidir. Bir aye-
tin anlamı halkın geneline belirsiz gelebilir. Ama alimler onu araştırıp
öğrenirler. Bu husus, sıfatlarla ilgili konuları içeren ayetlerde
daha belirgindir. Çünkü bu tür ayetlerin anlamı, halkın geneli açısından
belirsizdir. Başka şeylerle karıştırılabilir niteliktedir. Bilindiği
gibi insanların genelinin zihinsel kapasiteleri, maddi algıların
ötesine geçme, maddeyi aşma bakımından yetersizdir, Bu yüzden
yüce Allah'ın kendi zatıyla ilgili olarak söz konusu ettiği ilim, kud
ret, işitme, görme, rıza, gazap, el, göz ve benzeri olguları cismani
şeyler veya gerçek olmayan anlamlar olarak algılıyorlar. Bundan
dolayı fitne çıkıyor, bidatler baş gösteriyor, çeşitli mezhepler ortaya
çıkıyor. İşte muhkem ve müteşabihten kastedilen budur. Bunların
her ikisi aracılığı ile bir bilgiye ulaşmak mümkündür. Kavranması
ve bilinmesi mümkün olmayan şeyse, müteşabihlerin gerçek
anlamlarına tevil edilmeleridir. Sıfatlarla ilgili ayetler gibi ayetlerin
içerdiği örneklerin işaret ettikleri hususların bilinmesidir. Diyelim
ki, biz, "Allah, her şeye kadirdir." ve "Allah her şeyi bilir" ifadelerinin
anlamını biliyoruz; ama biz, O'nun bilmesinin, kudretinin ve
diğer sıfatlarının gerçek mahiyetlerini ve O'na özgü fiilleri kavrayamayız,
bilemeyiz. İşte Allah'tan başka kimsenin bilmediği
müteşabihlerin tevillerinden maksat budur." İbn-i Teymiye'nin görüşleri
özetle bundan ibaretti. Tevil kavramından söz ederken, inşallah,
onun bu sözleriyle ilgili açıklamalarda bulunacağız.
13-Muhkemden maksat aklın kavrayabildiği ifadelerdir.
Müteşa-bihten maksat da bunun aksidir.
Bu görüşün herhangi bir kanıtı yoktur. Kur'an ayetleri, aklın
kavrayabildiği ve aklın kavrayamadığı
şeklinde iki kısma bölünürlerse
de, bu, şu anda tefsirini sunduğumuz ayette işaret edilen
muhkem ve müteşabih ifadeleriyle de bu hususların kastedildiği
anlamına gelmez. Kaldı ki, ayette işaret edilen muhkem ve
müteşabihlerin özellikleri bu taksimle tam olarak bağdaşmamaktadır.
Ayrıca bu ölçü hüküm içeren ayetlerle geçerliliğini kaybeder.
Çünkü bu tür ayetler muhkemdirler ve aklın bunları kavraması
mümkün değildir.
14-Muhkemden maksat, ifadenin zahiri kastedilen ayetlerdir.
Mü-teşabihten maksat da, zahirinin aksi kastedilen ayetlerdir. Bu
görüş bir çok son kuşak araştırmacılar tarafından ileri sürülmüştür.
Teville ilgili olarak geliştirdikleri kavramsal örgü de bu görüşe
dayanıyor. Buna göre tevil, sözün zahirine ters düşen anlam demektir.
Sanki şu görüşü savunanlar da bunu kastetmiş gibidirler:
"Muhkem ayet, tevili, indirilişi demek olan ayettir. Müteşabih ise,
ancak teville anlaşılabilen ayettir."
Bu yaklaşıma gelince: Bu, salt bir ıstılahtır. Ayette muhkem ve
müteşabihlerin nitelikleriyle ilgili olarak işaret edilen hususlar,
bununla uyuşmamaktadır. Müteşabihin müteşabih olması,
madlulunun (nesnel karşılığının) ve kastedilen anlamın olmasından
ileri gelmektedir. Ve yine tevil, müteşabihle kastedilen anlam
demek değildir ki dolayısıyla müteşabihin tevile sahip olmak bakımından
muhkemden ayrıldığı
şeklinde bir sonuca varılsın. Tam
tersine ayette işaret edilen tevilden maksat, Kur'an'ın muhkem,
müteşabih tüm ayetlerini kapsayan bir durumdur. Biz bu hususa
daha önce işaret ettik.
Bunun yanında, Kur'an'da, zahiri anlamından farklı, ona ters
düşen bir anlam kastedilen herhangi bir ayet yoktur. Şayet bazı
ayetlerde bu tür bir duruma ima eden ifadeler varsa, bununla,
başka muhkem ayetlerin onlara kazandırdığı anlamlar kastedilmiştir.
Çünkü Kur'an'ın bir özelliği, bazı ifadelerinin diğer bazı ifadeler
tarafından tefsir edilmesidir, kapalı ifadenin diğer bazı ifadeler
aracılığı ile açıklığa kavuşturulmasıdır. Bilindiği gibi, bitişik veya
ayrı karinelerin bir kelimeye kazandırdıkları anlam, onun zuhurunun
dışında değildirler. Özellikle, konuşmacı tarafından, bir kısmının
diğer bir kısmıyla ilintili bir şekilde söylendiği, bir kısmının
diğer bir kısmına tanıklık ettiği, var olduğu sanılan tüm ihtilafların
ve tüm çelişkilerin üzerinde düşünülmesi durumunda ortadan
kalkacağı açıkça ifade edilen bir metin açısından bu durum çok
daha net bir husustur. Yüce Allah konuya ilişkin olarak şöyle buyuruyor:
"Onlar hala Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan
başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz
birçok şey bulurlardı." (Nisâ, 82)
15-Asem'den şöyle bir görüş aktarılmıştır: Muhkemden maksat,
tevili üzerinde görüş birliği sağlanan ayetlerdir. Müteşabihten
maksat da, tevili hakkında ihtilafa düşülen ayetlerdir. Burada, gö
rüş birliği (icma) ve görüş ayrılığı (ihtilaf) ile, ayetin nesnel karşılığı
hakkında tüm görüşlerin aynı noktada toplanması ile böyle olmaması
kastedilmiş olsa gerektir.
Böyle bir değerlendirme, kitabın tamamının müteşabih olmasını
gerektirir ki bu, tefsirini sunduğumuz ayetin işaret ettiği taksimle
bağdaşmamaktadır. Çünkü Kur'an'da hiç bir ayet yoktur ki,
hakkında herhangi bir ihtilaf olmasın. Ya ayetin lafzı ya anlamı ya
da anlamının açık veya örtülü olması açısından mutlaka bir takım
ihtilaflar söz konusu olmaktadır. Öyle ki bazıları: "Müteşabih (benzeşmeli)
bir kitap" (Zümer, 23) ayetine dayanarak Kur'an'ın tamamının
müteşabih olduğunu söylemişlerdir. Bu değerlendirmenin,
söz konusu çıkarsamanın, kanıt olarak sundukları ayetin muhkem
bir ayet olması esasına dayandığını göz ardı etmişlerdir. Kanıt olarak
sundukları ayet savundukları görüşle çelişmektedir. Bir diğer
grup da Kur'an ayetlerinin zahirinin kanıt oluşturmadıklarını, yâni
zahiri anlamının olmadığını ileri sürmüşlerdir.
16-Müteşabihten maksat, başkası ile aralarında benzerlik
bulunmasından dolayı, tefsiri müşkül olan ifadelerdir. Bu zorluğun,
müşkülün, lafızla veya anlamla ilgili olması fark etmez. Bu görüşü
Ragıb el-İsfahanî ileri sürmüştür. Ragıb "el-Müfredat" adlı eserinde
şunları söylüyor:
Kur'an'ın müteşabihinden maksat, başka ayetlerle aralarında
benzerlik olmasından dolayı tefsiri müşkül olan ayetlerdir. Bu benzerliğin
lafız veya anlam açısından söz konusu olması fark etmez.
Fıkıh bilginleri demişlerdir ki: Müteşabih, zahiri maksadını ulaştırmayan
ifadelerdir. İşin aslı şudur: Ayetler, birbirleri açısından üç
gruba ayrılırlar: Mutlak muhkem, mutlak müteşabih, bir açıdan
muhkem, bir açıdan da müteşabih olan ayetler.
O halde müteşabihler genel olarak üç kısma ayrılırlar:
1- Sadece lafız açısından müteşabih olan ayetler.
Sadece lafız açısından müteşabih olan ayetler iki kısma ayrılırlar:
Bu kısımlardan biri müfred lafızlarla ilgilidir. Bu da ya kelimenin
garip ve alışılmayan olması ile ilgilidir. "el-ebb" ve "yeziffûn"
kelimeleri gibi ya da "yed" (el) ve "ayn" (göz) kelimelerinde olduğu
gibi lafız ortaklığı şeklinde olur (yâni bir kelimenin birkaç anlamı
olur). Diğer kısım ise, mürekkeb (bileşik) sözün cümle yapısıyla
ilgilidir. Bu da üç kısma ayrılır.
Bir kısmı kelamın özet olmasıyla ilgilidir. Şu ayette olduğu gibi:
"Eğer yetim kızlar konusunda adeleti yerine getiremeyeceğinizden
korkarsanız, bu durumda, size helal olan kadınlardan... nikahlayın."
(Nisâ,3)
Bir kısım da ifadenin açıklanması, genişletilmesi ile ilgilidir:
"O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur" ifadesinde olduğu gibi.
Çünkü eğer: "Hiçbir şey O'nun benzeri değildir." denilseydi, bu dinleyiciler
açısından daha açık bir ifade olacaktı.
Bir kısmı da kelamın düzeni ile ilgilidir: "Kitabı kulu üzerine
indirdi ve onda hiç bir çarpıklık kılmadı. Dosdoğru bir kitaptır."
(Kehf, 1-2) ayetinde olduğu gibi. Bu ifadenin takdiri şöyledir: "Kitabı
kulu üzerine dosdoğru olarak indirdi ve onda hiç bir çarpıklık yoktur." "Eğer mü'min erkekler ... olmasaydı, eğer seçilip ayrılmış olsalardı."
(Fetih, 25) ayetini de buna örnek gösterebiliriz.
Anlam itibariyle müteşabihe örnek, yüce Allah'ın sıfatları ve
kıyamet gününün sıfatlarıdır. Çünkü bu sıfatlar bizim kavrayacağımız
şekilde tasvir edilmemişlerdir. Bunun nedeni, bizim duyu
organlarıyla algılayamadığımız bir şeyin suretinin zihnimizde belirginleşmemesidir.
Ya da bunların, bizim duyu organlarıyla algılayabildiğimiz
türden olmamasıdır.
Hem anlam hem lafız açısından müteşabih, toplam olarak beş
kısma ayrılır:
Birinci kısım, nicelikle ilgilidir. İfadenin genel veya özel bir an-
lam taşıması gibi. "Müşriklerle savaşın" (Tevbe, 5) ifadesi buna
örnek gösterilebilir [Acaba bütün müşriklerin mi yoksa belirli müşriklerin
mi kastedildiğini bilmiyoruz].
İkincisi, nitelikle ilgilidir. İfadenin vacip veya mendup nitelikli
bir hüküm içermesi gibi. "Kadınlardan size helal olanları nikahlayın..."
(Nisâ, 3) ayetini buna örnek verebiliriz.
Üçüncüsü, zamanla ilgilidir. Nasih ve mensuh ayetler gibi. "Allah'tan
gereği gibi korkun." (Âl-i İmrân, 12) ifadesini buna örnek
gösterebiliriz [Diğer bir ayette "Gücünüz yettiği kadar Allah'tan
korkun" (Teğabun, 16) diye yer almıştır. Hangisinin nasih ve hangisinin
mensuh olduğu bilinmemektedir].
Dördüncüsü, mekanla veya ayetlerin indiği ortamın objektif
koşullarıyla ilgilidir. "Evlere arkasından girmeniz iyilik değildir."
(Bakara, 189) ve "Erteleme (nesie) küfürde daha ileri gitmektir."
(Tevbe, 37) ifadeleri buna örnek gösterilebilir. Çünkü Arapların
cahiliye dönemindeki geleneklerini bilmeyenlerin bu ayetin tefsirini
kavramaları zor olur.
Beşincisi, bir fiilin sahih, geçerli veya fasit, geçersiz olmasına
neden olan şartlarla ilgilidir. Namazın ve nikahın şartları gibi.
Bu hususlar bir bütün olarak tasavvur edildiği zaman, tefsir
bilginlerinin, müteşabih kavramının anlamı ile ilgili olarak ileri
sürdükleri tüm görüşlerin yukarıdaki tasnifin dışında olmadığı an-
laşılır.
Müteşabihten maksat, "Elif, lâm, mîm'dir." diyenin görüşü,
Kate-de'nin: Muhkem nasih, müteşabih de mensuhtur, şeklindeki
görüşü, Asemm'in: Muhkem, tevili üzerinde görüş birliği sağlanan
ifadelerdir, müteşabihse, tevili üzerinde ihtilaf çıkan ifadelerdir,
şeklindeki görüşü gibi.
Bundan sonra, bütün müteşabihler üç grupta incelenebilir:
Bir grup müteşabih ayetin içeriğinin mahiyetini aklın kavraması,
tespit etmesi mümkün değildir. Kıyametin zamanı, Dabbetul
arzın (kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağı söylenen
şeyin) ortaya çıkışı ve Dabbet-ul arzın mahiyeti gibi.
Bir grup müteşabihin anlamını kavramak ta akıl açısından
mümkündür. Garip lafızlar, ince ve dakik hükümler gibi.
Bir grup müteşabih de bu iki grup arasında değişken bir yer
işgal etmektedir. Bunların gerçek anlamlarının ilimde derinleşen
insanlar tarafından bilinmesi, diğer insanlarınsa, bunların mahiyetlerini
bilmemeleri mümkündür. Bu grup müteşabihe, Peygamber
Efendimiz Hz. Ali (a.s) ile ilgili olarak söylediği şu sözlerde işa-
ret etmiştir: "Allah'ım! Onu dinde derin kavrayış sahibi kıl" Peygamberimizin
İbn-i Abbas'la ilgili söylediği buna benzer bir sözde
de buna işaret edilmiştir." (el-Müfredat, Ragıp el-İsfahani s. 443- 445)
Ragıb'ın sözleri burada sona erdi. Ragıb'ın bu değerlendirmesi,
müteşabih ile ilgili açıklamaların en kapsamlısıdır. Yukarıda işaret
edilen bir çok görüşün bir araya getirildiği görülmektedir.
Ancak bu değerlendirmede iki açıdan tutarsızlık vardır:
Birincisi; onun müteşabih kavramını, sözel benzerlikleri, lafzî
gariplik, terkipsel kapalılık, ifadenin genel veya özel oluşu gibi
lafızla ilgili tereddütleri kapsayacak şekilde genelleştirmesi, tefsirini
sunduğumuz ayetin zahiri ile bağdaşmamaktadır. Çünkü tefsirini
sunduğumuz ayet, muhkem ayetleri, müteşabih ayetlerin baş
vuru kaynağı gibi göstermektedir. Bilindiği gibi, lafzî gariplikler ve
benzeri durumlar, muhkem ayetlerin delaletleriyle ortadan kalkacak
hususlar değildir. Bu tür düğümler, muhkem ayetlere başvurularak
çözülmezler. Bunların çözüm mercii başka bir şeydir.
Ayrıca, tefsirini sunduğumuz ayette, müteşabihlerle ilgili olarak,
fitne çıkarmak amacıyla onlara uyabileceğine işaret ediliyor,
bilindiği gibi, özelleştirici bir unsuru göz önünde bulundurmaksızın
genel nitelikli bir ifadeye uyma, kayıtlandırıcı bir unsuru göz önünde
bulundurmaksızın mutlak nitelikli bir ifadeye uymak ya da söz
lük ve lügat kitaplarına baş vurmaksızın garip bir lafzın peşine
düşme her dil ehlinin yöntemlerine aykırıdır. Hiçbir dil ehlinin doğasında
böyle bir yaklaşıma cevaz verilmez. Doğal olarak, dilde bir
dayanağı olmadığı için de böyle ifadelere tabi olmak da fitneyi
uyandırıcı bir rol oynamaz.
İkincisi; müteşabihi, bütün insanlar tarafından anlaşılabilen,
hiç kimse tarafından anlaşılmayan ve bir kesim tarafından anlaşılabilen,
bir kesim tarafından da anlaşılamayan şeklinde tasnif
etmesi, tevil olgusunu sadece müteşabih ifadelere özgü kıldığının
göstergesidir. Ki biz bunun böyle olmadığını kanıtladık.
Muhkem ve müteşabih kavramlarının anlamı ve nesnel karşılıkları
ile ilgili olarak söylenenler bundan ibarettir. Bu tür değerlendirmelerin
isabetli olup olmadıklarını gördük. Yine tefsirini
sunduğumuz ayete baktığımızda, ayetin aydınlık ışığında meseleyi
gözlemlediğimizde, gerçeğin bütün bu denilenlerden farklı olduğunu
görmüş olduk. Aslında ayetten yola çıkarak müteşabih kavramını
şöyle anlamamız gerekmektedir:
Bir ayetin ayet olmasını koruyarak, yâni bir anlam taşımanın
yanı sıra, şüpheli ve değişken bir anlama delalet etmesi demektir.
Ancak şüpheli ve değişken anlam, genel ve mutlak nitelikli bir
ifadenin özel ve kayıtlı bir ifadeye döndürülerek veya benzeri bir
işlem yapılarak anlamının belirginleştirilmesi gibi dil ehlinin geleneksel
yöntemleri açısından çözüme kavuşturulabilen lafızla ilintili
olgulardan kaynaklanmamaktadır. Müteşabihlik durumu, anlamının
içinde kuşku bulunmayan ve müteşabih ayetlerin anlamlarının
belirginleşmesine yardımcı olan muhkem bir ayetin anlamı ile
bağdaşmamaktan kaynaklanır.
Bilindiği gibi, herhangi bir ayetin bu niteliğe sahip olması, ancak
uyulması istenen anlamın, insanların genelinin zihinleri açısından
alışılmış olması, yalın zihinlerin zorlanmadan tasdik edebileceği
özellikte olması ya da ayetin kastedilen tevilinin, kavrama
gücü zayıf, akletme yeteneği yetersiz bu tür zihinler tarafından
çabuk kabul edilebilir özellikte olması ile mümkündür.
Peygamber Efendimizden (s.a.a) sonra, gerek çeşitli bilgiler ve
gerekse pratik hayatın hükümleri bağlamında, İslam'ın öngördüğü
dosdoğru yoldan sapan bidat ve heva ehlini, yıkıcı mezhepleri ve
sapkın grupları incelediğimiz zaman, bir çok dayanaklarının
müteşabihlere uymak, ayetleri yüce Allah'ın hoşnut olmayacağı bir
şekilde tevil etmek olduğunu görürüz.
Bir bakıyorsun, bir mezhep, yüce Allah'a cisim isnat etmek
bağlamında, bir takım ayetleri kendi sapkın düşüncesine dayanak
yapmış. Bir diğeri, yine Kur'an'dan bazı ayetleri ileri sürerek cebri,
yüce Allah'ın insanları fiilleri işleme noktasında zorlaması düşüncesini
savunmuş, bir başkası salt tenzih (Allah'ı noksanlıklardan
uzak sayma) adına sıfatları inkar etmiş, başka bir grup Allah'ın
sıfatlarının aynı insanların sıfatları gibi olduğuna ve sıfatların zattan
ayrılığı adına Kur'an'dan ayetler ileri sürmüş v.s. Bütün bunların
ortak özellikleri, hakimlik işlevini görecek muhkem ayetlere
döndürmeksizin müteşabih ayetleri esas almaktır.
Bir grup diyor ki: Dini hükümler, insanların Allah'a ulaşmaları
için konulmuştur. Şayet insanı bu amaca ulaştıracak daha kestirme
bir yol varsa, bu yolu izleyenler açısından kesinlik kazanan bir
yol olur. Çünkü amaç, mümkün olan herhangi bir yolla Allah'a u-
laşmaktır. Bir başkası çıkıp şunları ileri sürüyor: Dini yükümlülükler,
insanın kemal düzeyine ulaşması için konulmuşlardır. Maksada
erişmek suretiyle kemal düzeyine ulaşıldıktan sonra, yükümlülüklerin
anlamı kalmaz. Kamil insan için teklif (dini yükümlülükler)
gereksizdir.
Oysa Resulullah Efendimizin (s.a.a) zamanında, İslam'ın öngördüğü
bütün hükümler, bütün hadler ve dinsel siyasetler egemendi
ve uygulanmaktaydı. Hiç kimse bunlara aykırı bir hareket
yapamazdı. İstisnasız herkes bu hükümlerin ve ilkelerin gereğini
yapmak durumundaydı. Ne olduysa, Peygamberimizin (s.a.a) vefa
tından sonra oldu. İslami hükümetler eliyle her gün bir hüküm
yürürlükten kaldırıldı. Gün be gün İslam'ın pratik hayata ilişkin
hükümleri adeta yontuluyordu. Yürürlükten kaldırılan hiç bir hüküm,
uygulanmayan hiç bir had yoktur ki, bunları yürürlükten kaldıranlar,
bunları uygulamayanlar şöyle bir mazeret ileri sürmüş
olmasınlar: Din, ancak dünyanın ıslahı ve insanların çıkarı için
gönderilmiştir. Dolayısıyla, dinin karşısında bizim öngördüğümüz
hüküm veya tavır, Bugün için insanların çıkarına daha uygundur.
Gide gide bu tür iddialar ve uygulamalar şunu deme noktasına
gelip dayandı: "Dinin tek amacı, dünyanın ıslahıdır. Din aracılığıyla
dünyanın imar edilmesidir. Bugünkü dünya konjonktürü, dinsel
politikaları sindirecek durumda değildir. Tam tersine, Bugün için
çağdaş uygarlığın onayladığı kanunlar yapıp uygulamak gerekir."
Daha ileri gidilerek yine şunu da söylediler: "Dini uygulamalar,
dinin öngördüğü amelleri yapmak, kalbin arındırılması, onun yapıcı
bir düşünceye ve iradeye yöneltilmesi içindir. Toplumsal eğitimden
geçmiş, halka hizmet düşüncesi ile gelişmiş nefislerin abdest,
gusül, namaz ve oruç gibi dinsel arındırma yöntemlerine ihtiyacı
yoktur."
Sayıları sayılmayacak kadar çok olan bu ve benzeri düşünceler
üzerinde düşündüğün ve bir de: "Kalplerinde bir kayma olanlar,
fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına
uyarlar." ayetini göz önünde bulundurduğun zaman, yukarıda
yaptığımız değerlendirmenin doğruluğundan kuşku duymadığın
gibi, İslam'ı ve Müslümanları can evinden vuran onca fitne ve
mihnetin ancak müteşabihlere uymak ve Kur'an'ı tevil etmekle
mümkün olabildiğine karar verirsin.
Kur'an-ı Kerim'in -doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir-
bu konuda üzerinde ısrarla durmasının ve müteşabihlere uymayı,
fitne çıkarmayı amaçlamayı, tevile sapmayı, bazı ayetleri
inkar etmeye gitmeyi ve Allah'ın ayetlerini yorumlarken haddi aşmayı,
onlar hakkında bir bilgiye dayanmaksızın konuşmayı ve şey
tanın adımlarına uymayı sıkı sıkıya yasaklamasının nedeni bu olsa
gerektir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in mesajını asıl yönünden saptıracak,
temellerinden birini yıkarak dinin bünyesinin yok olmasına
neden olacak hususlarda diğer konulardan farklı bir şekilde sert
tepki göstermesi, onun ifade tarzının bir özelliğidir. Kafirleri dost
edinmeyi yasaklarken, akrabaları (Peygamberin Ehl-i Beyti'ni)
sevmeyi emrederken, Peygamberimizin hanımlarının evlerinde
oturmaları hakkında bazı açıklamalara yer verirken, faizle muamele
etmeyi yasaklarken ve din üzerinde tek söz halinde olunmasının
gereğini ve benzeri şeyleri vurgularken hep bu şiddetli tavrını,
bu sert söylemini seçmiştir.
Dünyaya bağlanmaktan, dünyevi değerlere yapışıp kalmaktan
ve hevese uymaktan kaynaklanan kalplerdeki kayma eğilimi ve
fitne çıkarma arzusu, ancak kıyamet gününün hatırlatılması ile
giderilebilir ve ortadan kaldırılabilir. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyuruyor: "İstek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni
Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlara,
hesap gününü unutmalarından dolayı
şiddetli bir azap vardır."
(Sâd, 26) Bu yüzden Kur'an'ı Rablerinin hoşnut olmayacağı
şekilde
tevil etmekten kaçınan ilimde derinleşenlerin sözlerinin sonunda
buna işaret ettiklerini görüyoruz: "Rabbimiz, sen mutlaka insanları
kendisinde asla şüphe bulunmayan bir günde toplayacaksın.
Doğrusu Allah vadinden dönmez."
2- Muhkem Ayetlerin Kitabın Anası Olmasının Anlamı Nedir?
Bir grup insan konuya ilişkin olarak şöyle bir değerlendirme
yapmışlardır: Muhkem ayetlerin kitabın anası olması, kitabın temelini
oluşturmaları anlamına gelir. Dinin kuralları ve asıl prensipleri
bunlara dayanır. Dolayısıyla bunlara hem inanılır, hem de bunlara
göre amel edilir. Dinse, inançlar ve ameller sisteminden başka
bir şey değildir. Müteşabih ayetlere gelince, bunların anlamları
belirgin değildir; ifade ettiği anlamda karışıklık ve benzerlikler söz
konusudur. Bu yüzden bu nitelikte olan ayetlere inanılır; ancak
içeriklerine göre amel edilmez.
Müteşabih ile ilgili olarak sunduğumuz görüşleri incelediğin
zaman şunu bilirsin: Konuya ilişkin olarak üzerinde durulan görüşler
arasında bir kaç tanesinin böyle bir sonuç, böyle bir yaklaşımı
gerektirdiği açıktır. Onlar, müteşabih ayetlere müteşabih denmesinin
sebebi, ulaşılması ve anlaşılması zor olan teviller içermeleri
görüşüdür. Ya da lafızla ilgili tereddütleri ortadan kaldırmada esas
alınan aklî yöntem, lügate ve insanların uydukları prensiplere baş
vurarak müteşabihlerin içerdikleri bilgileri tam olarak veya biraz
olsun anlamanın ve teşabüh durumunu ortadan kaldırmanın
mümkün olduğunu savunan görüştür.
Başka bir grup ta şunu söylemiştir: Muhkem ayetlerin kitabın
anası olmasının anlamı, müteşabih ayetlerin onlara döndürülmesi
gerektiğidir. Ancak, bu döndürmenin mahiyeti ve niteliği ile ilgili
görüşler, bu noktada farklılık arz etmiştir. Bu yaklaşım içinde olan
bazılarının sözlerinden anlaşılan şudur: Döndürmekten maksat,
müteşabihlerin sadece imanla sınırlandırılmalarıdır. Fiili amel ise,
muhkem ayetlere göre belirlenmelidir. Tıpkı, mensuh ayet gibi. Bu
tür ayetlere inanılır, ancak amel söz konusu olduğundan nasih
olan ayetler esas alınır. Bu görüş, hemen öncesindeki görüşten
pek farklı değildir.
Diğer bazılarının eğilimi ise, muhkem ayetlerin kitabın anası
olmasının anlamı, muhkem ayetlerin müteşabih ayetleri açıklamaları,
içerdekileri benzeşme durumunu ortadan kaldırmalarıdır.
Doğru olan bu üçüncü görüştür. Çünkü "kitabın anası..."
ifadesinin işaret ettiği analık kavramının ifade ettiği anlam,
fazladan bir özeni kapsamaktadır. Bu da yukarıda sunduğumuz
görüşlerin ilkinde, ana kavramının anlamı olarak sunulan "temel"
kavramından daha özel bir anlam içermektedir. Çünkü 'ana'
kelimesinde, özel bir şekilde, dönüşe vurgu yapılmaktadır. Türeyiş
ve üreme anadan kaynaklanan bir durumdur. Bu, ananın bir
anadan kaynaklanan bir durumdur. Bu, ananın bir parçasıdır. Do-
layısıyla, bu ifadeden müteşabih-lerin muhkemlere dönüp dayanan,
onlardan bir dal gibi uzanan anlamlar, medlullar içerdiği mesajı
verilmektedir. Bu da muhkemlerin müteşabihleri açıklayıcı
oldukları sonucunu getirmektedir.
Öte yandan, müteşabihler, maksatlarındaki benzeşme ve
belirsizlik durumundan dolayı müteşabih olarak
nitelendirilmişlerdir, tevillerinin bulunmasından dolayı değil.
Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, tevil olgusu, hem muhkem,
hem de müteşabih için geçerlidir. Bilindiği gibi, Kur'an'ın bir kısmı,
bir kısmını tefsir eder. Dolayısıyla müteşabih-lerin de bazı ayetler
tarafından tefsir edilmeleri gerekir. Bu da muhkem ayetlerden
başkası değildir. Bunun örneği yüce Allah'ın şu sözüdür: "Rabbine
bakıp-durur." (Kıyamet, 23) Bu ayet müteşabih bir ayettir. Bu ayet:
"O'nun benzeri olan hiç bir şey yoktur." (Şura, 11) ayetine ve
"Gözler O'nu idrak edemez." ayetine döndürülmek suretiyle
anlamının şöyle olduğu anlaşılır: Burada sözü edilen bakış ve görüşten
maksat, maddi bakış ve görüş değildir. Yüce Allah bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.
Yine de siz gördüğü şey üzerinde onunla tartışacak mısınız?
Andolsun, onu bir diğer inişte görmüştü... Andolsun, o, Rabbinin
en büyük ayetlerinden olanı gördü." (Necm, 11-18) Burada, kalbe
özgü bir görme eyleminin varlığı kesin olarak ifade ediliyor. Bu
'görme'den maksat düşünce de değildir. Çünkü düşünce,
onaylamak ve zihinsel bileşimle ilintilidir. Görme ise, birer şeylerle
ilintilidir. Buradan hareketle anlıyoruz ki, bu bakıştan maksat,
kalbin yönelişidir ve bu, maddi veya akılla ilgili zihinsel bir yöneliş
değildir. Diğer müteşabihler için de aynı durum geçerlidir.
kastedilen hususlar zorunlu olarak bilindiğine göre, doğal olarak:
"Fitne çıkarmak ve yorumunu (tevilini) yapmak" ifadesinde geçen
tevilden maksat, müteşabih ayetten kastedilen anlamdır. Şu halde,
bu değerlendirmeye göre, müteşabih ayetlerin anlamlarını
Allah'tan başka hiç kimse bilmez. Ya da Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden
başka kimsenin bilmesi mümkün olmaz.
Bir diğer grup da şu görüşü ileri sürmüştür: Tevil kavramı ile
kastedilen anlam: Kelimenin zahirinin ifade ettiği anlamın tersidir.
Lafzın bu anlamda kullanılması yaygınlaşmış, bu anlam lafzın ikinci
hakiki anlamıymış gibi algılanır olmuştur. Oysa daha önce,
lafız, mutlak döndürme veya merci anlamında değerlendirilirdi.
Her halukârda, bu anlam, son kuşak tefsir bilginleri arasında
yaygınlık kazanmıştır. İlk anlam ise ilk kuşak müfessirler arasında
alabildiğine yaygındı. Bu bağlamda, tevilin anlamının bilinmesini
sırf Allah'a özgü kılanlarla, hem Allah'ın hem de ilimde derinleşenlerin
bunların anlamlarını bilebileceğini savunanlar arasında herhangi
bir fark yoktur. Nitekim İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet
edilir: "Ben ilimde derinleşenlerden biriyim; ben onun tevilini bilirim." Diğer bir grubun konuya ilişkin görüşü şöyledir: Tevil, ayetin içerdiği
anlamlardan biridir ve bu anlamı Allah'tan veya Allah ve
ilimde derinleşenlerden başka kimse bilemez. Ayrıca bu anlam
lafzın zahiri anlamına ters düşmez. Bu durumda karşımıza şöyle
bir durum çıkıyor: Müteşabih ayetin, birbirinin altında gizli birden
fazla anlamı vardır. Bu anlamların bazısı, lafzın hemen altındadır,
dolayısıyla bu tür anlamları herkes rahatlıkla kavrayabilir. Bunların
bir kısmı, lafızdan oldukça uzak derinlerdedir; ancak yüce Allah
veya O'nunla birlikte ilimde derinleşenler bunları bilebilirler.
Bu uzak anlamların lafızla ilintilerinin mahiyeti çerçevesinde
farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çünkü, bunların lafızdan
kastedildikleri göz önünde bulundurulduğunda, tek bir anlatımla,
bir tek alanda, enlem halinde ve yanyana ifade edilemeyecekleri
kesindir. Aksi takdirde, lafzın bir anlamdan fazlası için
Aksi takdirde, lafzın bir anlamdan fazlası için kullanılması gerekecektir.
Bununsa, caiz olmadığı ilgili ilimde açıklanmıştır. Dolayısıyla
bunların bir boylam içinde dizili anlamlar şeklinde olmaları bir
zorunluluk olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda şöyle söylenmiştir:
Bunlar, lafzın anlamının gerekleridir. Ancak bunlar peşpeşe sıralanan
gerekler olarak değerlendirilmelidirler. Buna göre lafzın asıl
bir anlamı vardır. Bu anlamın bir gereği, gereğin de bir gereği vardır.
Ve bu zincir bu şekilde devam eder.
Yine denilmiştir ki: Bunlar batının zahirin üzerine tertip edilmesi
gibi üstüste anlamlar şeklindedirler. Bilinen, anlaşılan anlamın
irade edilmesi, lafzın anlamının ve batınının irade edilmesi
demektir. Batının irade edilmesi bunun kendisinin irade edilmesinin
aynısıdır. Tıpkı: "Bana su ver" demen gibi. Bu ifade suyu istemenin
yanı sıra, susuzluğun giderilmesini ve varoluşla ilgili bir ihtiyacın
karşılanmasını, varoluşsal bir kemalin gerçekleştirilmesini
istemenin kendisidir. Burada dört emir ve dört istek söz konusu
değildir. Tam tersine bazısı bazısının içinde olan olguların aynısı
olan su içmeyle ilgili bir tek istek söz konusudur. Su içme bunlarla
ilintilidir ve onlara dayanmaktadır.
Konuya ilişkin olarak ortaya atılan bir dördüncü görüş de şöyledir:
Tevil, lafız aracılığı ile kastedilen anlamlar türünden bir şey
değildir. Tersine tevil, söze dayanak oluşturan objektif bir olgudur. Eğer söz, emir ve yasak gibi inşaî bir hüküm niteliğinde ise, tevili,
hükmün inşasını, konulmasını ve yasalaştırılmasını gerektiren
maslahattır. Buna göre: Namaz kılın." sözünün tevili, namaz kılan
insanın kendisi ile kaim olan zihin dışı nuranî bir durumdur. Onu
çirkin hayâsızlıklardan ve münkerden alıkoyar.
Şayet haber nitelikli bir söz ise ve bu söz de geçmiş olaylardan
haber veriyorsa, bu sözün tevili, geçmiş zaman zarfında meydana
gelmiş bulunan olayın kendisidir. Geçmiş Peygamberlerin ve
toplumların başından geçen olayları içeren ayetler gibi. Bu tür
ayetlerin tevili, geçmişte meydana gelen olayların kendisidir.
Şayet haber nitelikli söz, şimdiki zamanda meydana gelen veya
gelecekte meydana gelecek olan bir olaydan söz ediyorsa, bu
iki ayrı
şekilde olabilir:
a) Haber verilen olgu duyularla algılanan ve akıl aracılığıyla
kavranan bir şey olur. Bu durumda tevili, objeler dünyasında yaşanan
olayın kendisidir. Şu ayetler buna örnek gösterilebilir: "İçinizde
onlara haber taşıyanlar vardır." (Tevbe, 47) "Rum orduları yenilgiye
uğradı. Yakın bir yerde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra
yeneceklerdir. Bir kaç yıl içinde." (Rum, 2-4)
b) Haber verilen olgu, kıyamet günü, kıyametin kopacağı an,
ölülerin toplanması, insanların hesaba çekilmesi, amel defterlerinin
dağıtılması gibi dünyevi duyularımız tarafından algılanamayan
ve akıllarımız aracılığıyla kavranamayan geleceğin perdesinin gerisindeki
gaybi bir mesele olur, ya yüce Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin
mahiyeti gibi zamandan ve akılların kavrama alanlarından
aşkın bir husus olur. Bunların tevili de onların objektif hakikatlerinin
kendisidir.
Bu kısım ile, yâni Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin durumunu ve
bunlarla ilintili olup kıyamet ve benzeri hususların mahiyetini açıklayan
ile diğer kısımlar arasındaki fark, diğer kısma giren ayetlerin
tevillerini bilmenin mümkün olmasıdır. Bunların tevilini bilmekse
mümkün değildir. Bunların gerçek mahiyetlerini ancak yüce Allah
bilir. Hiç kuşkusuz, ilimde derinleşenler, yüce Allah'ın öğretmesi
sonucu, akıllarının alabileceği kadarıyla bunların tevillerini bir ölçüde
kavrayabilirler. Tevilin gerçek anlamda bilinmesine gelince,
yüce Allah bu alanı kendine özgü kılmıştır.
Buraya kadar dört ana başlık altında sunulanlar tevil kavramının
anlamı ile ilgili olarak tefsir bilginlerinin yaklaşım tarzının özetidir. Konuyla ilgili olarak başka değerlendirmeler yapılmıştır; ancak
bunlar, savunucuları kabul etmeseler de ilk görüşün ayrıntıları
niteliğindedir.
Örneğin bunlardan birine göre, tefsir tevilden daha genel bir
anlam ifade etmektedir. Tefsir genellikle lafızlar ve müfretlerle ile
ilgili olarak kullanılır. Tevil ise daha çok anlamlar ve cümleler hakkında
kullanılır. Tevil kavramı genellikle ilahi kitaplarla ilgili olarak
kullanılırken, tefsir ifadesi hem onlarla, hem de başka kitaplarla
ilgili olarak kullanılmaktadır.
Yine bu tür ayrıntı nitelikli görüşlerden birine göre, tefsir, sadece
bir yönde açıklanma ihtimali bulunan lafzın anlamının açıklanması
anlamında kullanılan bir kavramdır. Tevil ise, çıkarsama
yöntemiyle birden çok ihtimaller arasında birinin belirlenmesi an-
lamında kullanılan bir kavramdır.
Bir diğer değerlendirmede ise, şöyle söylenmektedir: Tefsir
lafızdan kesin olarak anlaşılması gereken anlamın belirlenmesi,
tevil ise, lafızdan kesin olarak anlaşılmayan muhtemel anlamlardan
birinin tercih edilmesi anlamında bir çabadır. Bu görüş bundan
öncekine yakındır.
Bir diğer görüşe göre, tefsir, lafızdan kastedilen anlamın kanıtının
açıklanması, tevil ise, lafızdan kastedilen anlamın gerçek
boyutlarının belirlenmesidir. Örneğin yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rabbin gözetleme yerindedir."
(Fecr, 14) Bu ifadenin tefsiri şöyledir: Bu ifadede geçen "mirsad"
kelimesi, "rasede-yersudu" fiilinin "mif'al" kalıbına uyarlanmış
şeklidir ve denetlemek anlamına gelir. Bu ifadenin tevili ise şöyledir:
"Allah'ın emirlerini hafife almaktan ve onlardan gafil olmaktan
kaçınmak gerekir." Başka bir görüşe göre, tefsir, lafzın zahiri anlamının açıklanması,
tevil ise, lafzın içinden çıkılmaz düzeydeki zor anlaşılır an-
lamının açıklanması demektir.
Bir başka görüşte ise, şöyle söylenmektedir: Tefsir rivayetle
ilintili bir kavram, [ayetin anlamını rivayet aracılığıyla anlamaya
çalışmak] tevil ise, dirayetle ilintili bir kavramdır. [Ayetin anlamını
tefekkür ve düşünceyle açıklamaya yönelik çabadır.]
İleri sürülen bu görüşlerden birinde esas olan fikir şöyle ifade
edilmektedir: Tefsir, tabi olmaya ve işitsel anlamlarla ilgilidir. Tevil
ise, mantıksal çıkarsamalar ve görüş belirlemeklerle ilintilidir.
Buraya kadar işaret ettiğimiz bu yedi görüş, aslında, daha önce
naklettiğimiz ana görüşlerden ilkinin birer ayrıntısından başka
bir şey değildirler. Daha önce işaret ettiğimiz bu ana görüşle ilgili
olarak eleştirel anlamda söylediklerimiz bunlar için de geçerlidir.
Her halukârda bu dört ana görüşle bunların ayrıntısı sayılan diğer
görüşlere dayanıp itibar etmemek gerekir.
Eleştirimizi toparlayacak olursak: Şimdiye kadar yaptığımız
açıklamalardan şunu öğrenmiş bulunuyorsun: Bir ayetin tevili,
zahirine uygun ve aykırı olarak ayetin işaret ettiği anlamlardan
herhangi biri değildir.
Aksine, tevil, zihin dışı obje türü bir olgudur. Ama her zihin dışı
obje de değil. Dolayısıyla herhangi bir haberin zihin dışı nesnel
karşılığı onun tevili olmaz. Tersine, burada zihin dışı özel bir olgu
söz konusudur. Bu olgunun ifadeyle ilintisi, örnek verilenin örnekle,
batının zahirle ilintisi gibidir.
Meseleyi daha ayrıntılı bir şekilde ele alacak olursak: Yukarıda
sunulan ana görüşlerden ilkiyle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bu
görüş en azından, Kur'an'daki bazı ayetlerin tevillerinin, yâni tefsirlerinin,
yâni lafzî medlullerinden kastedilen anlamların genel an-
layışlar tarafından kavranamamasını gerektirir. Oysa Kur'an'da bu
durumda olan bir tek ayet yoktur. Bizzat Kur'an kendisinin tüm
anlayışlar tarafından kavranmak üzere gönderildiğini ifade etmektedir.
Dolayısıyla bu görüşü savunan insanların, müteşabih ayetlerin,
bazı surelerin başında bulunan birbirinden kopuk harfler olduğunu
esas alan görüşü benimsemekten başka çareleri yoktur.
Çünkü sadece, bunların anlamlarını genel anlayış kavrayamaz. Bu
yaklaşımı esas alıp savunmaları durumunda da yine şu eleştiri
yapılabilir: Öyle bir yaklaşıma hiç bir kanıt yoktur. Sırf tevil kelimesi,
dönüş anlamını içeriyor ve tefsir kelimesi de dönüş anlamından
tamamen soyut değildir diye, tevilin tefsir olması gerekmez. Nitekim
ana evlatlarının bir anlamda merciidir, ama tevili değil. Başkan,
başında bulunduğu kimselerin merciidir, tevili değil.
Kaldı ki fitne çıkarmayı istemek ayette, müteşabihliğin bağımsız
bir özelliği olarak ön plana çıkarılmıştır. Bu ise, bazı surelerin
başlarındaki birbirinden kopuk harflerin dışındaki ifadelerde rastlanılan
bir özelliktir. Çünkü, İslam dünyasında ortaya çıkan fitnelerin
büyük bir kısmı hükümlerin illetlerine ve sıfat ve benzeri ayetlere
tabi olmanın sonucu meydana gelmişlerdir.
İkinci görüşle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bu görüşü benimsememiz
durumunda Kur'an'da zahirine aykırı anlamlar
murad edilen bazı ayetlerin yer aldığını ve bu ayetlerin muhkem
ayetlerle çelişerek dinde fitneye yol açacaklarını kabul etmemizi
gerektirir. Bu değerlendirmenin varacağı sonuç şudur: Kur'an ayetleri
arasında ihtilaf vardır ve bu ihtilaf ancak bazı ayetlerin zahiri
anlamlarının tersine yorumlanmalarıyla ortadan kalkar, insanların
büyük çoğunluğu da söz konusu ayetlerin zahiri anlamlarıyla bağdaşmayan
bu batini anlamlarını da bilemezler. Bu ise, yüce Allah'
ın şu ayette vurguladığı gerçekle bağdaşmamaktadır: "Onlar hala
Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının
katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey
(ihtilaflar) bulurlardı" (Nisâ, 82)
Çünkü, şayet bir ayetin diğer bir ayetle oluşturduğu varsayılan
çelişki: "Bu ayetlerin birisiyle veya ikisiyle zahiri ifadelerin işaret
ettiği anlamın dışındaki bir husus kastedilmiştir. Ya da kendi deyimleriyle
Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği tevili bir anlam
ön görülmüştür." demek suretiyle ortadan kalkacak olsaydı, ayetin
sunduğu kanıt doğru olmazdı. Çünkü -onların deyimiyle- ihtilafın
teville ortadan kaldırılması, tüm ifadelerde, hatta Allah'a ait olmayan
sözlerde bile mümkün bir şeydir. Çünkü ihtilafın tevil yoluyla
ortadan kaldırılması, Kur'an'ın beşer sözü olmadığına ve Allah'ın
kelamı olduğuna kanıt oluşturamaz. Çünkü her söz, hatta yalan ve
abes olduğu kesin olan bir söz bile, zahiri göz ardı edilerek tevil
yoluyla doğru ve hak olarak yansıtılabilir. Dolayısıyla bu anlama
ihtilafın bir kelam mecmuasından ortadan kaldırılması o sözün
durumların farklılığından, görüşlerin çelişmesinden, yanılmadan,
unutmadan, yanlışlık yapmadan ve zamanın geçmesiyle birlikte
kusurlarını görüp gidermekten münezzeh olan yüce Allah'ın sözü
olduğuna delalet etmez. Nitekim ayette sunulan kanıt buna yöneliktir.
Çünkü ayet açık bir kanıt olarak Kur'an'ın herkesin anlamasına
sunulduğunu, araştırmaya, düşünmeye ve etüt etmeye açık
olduğunu vurgulamaktadır. Kur'an'da Arap dilinin zahirine ters
düşen bir anlam kastedilen herhangi bir ayet yoktur. Kur'an'da
bilmece ve göz bağlamaca yoktur.
Üçüncü görüşle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Kur'an'da ayetlerin,
bazısı bazısının üstünde ve bazısı da bazısının altında olacak
şekilde sıralanmış anlamlar kapsaması, düşünme, etüt etme nimetinden
yoksun olanlardan başka hiç kimsenin inkar edemeyeceği
bir olgudur. Ancak, bu anlamların tümü -özellikle bunların asıl
anlamın gerekleri olduğunu söylersek- lafzın işaret ettiği farklı
medlullerdir. Bu da dinleyicinin anlayışı, zekâsı ve kavrayışına göre
değişir. Bu ise yüce Allah'ın tevilin niteliğiyle ilgili olarak işaret et-
tiği şu hususla bağdaşmamaktadır: "Onun tevilini Allah'tan başkası
bilmez." Çünkü yüce bilgiler ve ince meseleler hakkında zihinler
takva ve nefsin temizliği bağlamında farklılık arzetmezler.
Ancak burada üstün zekânın olup olmaması farklılığa sebep olabilir.
Gerçi takva ve nefsin temizliği tertemiz ilahi marifetin anlaşılması
hususunda yardımcı ve etkilidir; ancak bu, dolaşım (sürekli)
ve nedensellik türünde bir etki sayılmaz. Nitekim: "Onun tevilini
Allah'tan başkası bilmez." ifadesinin zahiri de bunu pekiştirmektedir.
Dördüncü görüşle ilgili değerlendirmemiz de şöyledir: Bu görüş,
bir açıdan isabetli olmakla beraber, bir başka açıdan yanlıştır.
Tevilin sırf müteşabih ifadelerle sınırlı olmadığı bilakis Kur'an'ın
tümünün bir tevilinin bulunduğunu ve tevilin lafzın nesnel karşılığı
türünden bir şey olmadığı, tersine sözün söylenişine dayanak oluşturan
zihin dışı bir olgu olduğunu belirtmesi açısından isabetlidir;
ancak geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan olaylarla
ilgili haberlerin somut karşılıklarına varıncaya kadar sözün kapsamıyla
ilintili tüm zihin dışı olguların sözün tevili olarak nitelendirilmesi
açısından yanılgıya düşülmüştür. Bir yanılgı da tevilini yüce
Allah'tan başka kimsenin bilemediği müteşabih niteliğinin sıfatlardan
ve kıyametten söz eden ayetlerle sınırlandırılmasıdır.
Açıklamasına gelince: Bu durumda: "Yorumunu yapmak için."
ifadesinde geçen tevil kavramından maksat ya zamirin kitaba
döndürülmesi suretiyle Kur'an'ın tevilidir. Ki bu durumda: "Onun
tevilini Allah'tan başkası bilmez..." ifadesi yerini bulamamış olur,
çünkü kıssalar, hükümler ve ahlakla ilgili bir çok ayetin tevilini
Allah'tan ve dinde derinleşen kimselerden başkaları da bilmektedir.
Hatta kalplerinde kayma olanlar bile bazı ifadelerin tevilini
bilebilirler. Çünkü kıssalardan söz eden ayetlerin işaret ettikleri
olayları bütün insanlar kavrayabilirler ve bu noktada herhangi bir
ayrıcalık söz konusu değildir. Yaratılışla ilgili gerçekler, ibadet,
muamelat ve diğer şerî emirlere ilişkin hükümlerle amel etmenin
insanlara kazandırdıkları maslahatlar için de aynı durum geçerlidir.
Eğer tevil kavramından maksat sadece müteşabih ayetlerin
tevili ise, bu durumda: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..."
ifadesindeki özgü kılma yerini bulmuş olur. Demek olur ki: Yüce
Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başkası müteşabihleri tevil
etmeye kalkışmaması gerekir. Çünkü bu, insanların sapmasına ve
fitnenin çıkmasına yol açmaktadır. Ancak tevili bilinmeyen
müteşabihleri sırf sıfatlardan ve kıyametten söz eden ayetlere
özgü kılmanın bir sebebi kalmaz. Çünkü fitne ve sapma bu tür
ayetlerin teviliyle ilgili olarak gündeme gelebildiği gibi hüküm ve
kıssa içeren ayetlerle ilgili olarak da gündeme gelebilir.
Müteşabih ayetlerin günlük yaşantıdan silinmesini savunmak
birilerinin demek istedikleri (demektedirler de) şu söze benzer:
Hükümlerin yasalaştırılmasından maksat insanlık aleminin çıkarına
uygun bir şekilde durumunun ıslah edilmesidir. Şayet, toplumun
ıslahı yasalaştırılmamış bir hükümde olduğu veya konulan
hükmün çağın maslahatına uygun olmadığı varsayılırsa, yasaya
bağlanmış dini hükmü ilğa edip (yürürlükten kaldırıp) çağın maslahatına
uygun olana tabi olmak gerekir.
Bu görüşü savunmak birilerinin demek istediği (demektedirler
de) şu söze benzer: Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen peygamberlerin
kerametlerinden maksat normal gelişmelerdir. Bunlar zahiri nor-
male ters düşen ifadelerle anlatılmışlardır. Amaç insanların gene-
linin kalplerini ilahi mesaja yöneltmek, ruhlarını cezb etmek ve
kalplerini olağan üstü ve doğa yasalarının dışında olduğunu düşündükleri
şeylere boyun eğdirmektir.
Günümüzde Müslümanlar arasında yayılan çeşitli mezheplerin
mensuplarının dillerinde bu tür sözler dolaşmaktadır. Bunların
tümü hiç kuşkusuz fitne çıkartmak amacıyla Kur'an'ı tevil etmenin
somut örnekleridir. Şu halde müteşabih niteliğinin sırf ilahi sıfatlardan
ve kıyametten söz eden ayetlere özgü kılınmasının hiç bir
nedeni yoktur.
Eğer yukarıdaki açıklamaları anladıysan şunu da öğrenmişsindir:
Tevil kavramının açıklamasıyla ilgili gerçek şudur: Tevil,
pratik bir gerçektir. Hüküm, öğüt ve hikmet gibi Kur'an'ın açıklamaları
bu pratik gerçekliğe dayanır ve bu olgu muhkem,
müteşabih tüm Kur'an ayetleri için geçerlidir. Tevil, lafızların delalet
ettiği anlamlar kategorisine girmez. Bilakis tevilden maksat
lafızlarla örülü ifadelerin kuşatamayacağı aşkın objektif olgulardır.
Yüce Allah, bunları lafız kayıtlarıyla sınırlandırmıştır ki bir parça
zihnimize yaklaşabilsinler. Tıpkı maksatlar daha yakın olsun ve
anlamlar dinleyicinin pozisyonuna göre açıklığa kavuşsun diye
bazı örneklerin verilmesi gibi. Nitekim yüce Allah, bir ayette şöyle
buyuruyor: "Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı
kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim
katımızda olan ana kitaptadır; çok yücedir, hikmet doludur." (Zuhruf, 2-4) Kur'an'da bu anlamı pekiştiren bir çok açıklamalar ve
dolaylı işaretler vardır.
Ayrıca şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşıldığı gibi
Kur'an-ı Kerim tevil kavramını on altı yerde ve bizim işaret ettiğimiz
anlamda kullanmıştır.
Bu konu da tefsir bilginleri arasında yoğun tartışmalara neden
olmuştur. Tartışmanın ve ihtilafın nedeni, şu ifadeye yönelik anlayışların
farklılığıdır: "Ve ilimde derinleşenler: Biz ona inandık, tümü
Rabbi-mizin katındandır." Bu ifadenin orijinalinin başındaki
"vav" harfinin atıf edatı mı, yoksa istinaf (yeni bir hususa geçiş)
edatı mı olduğu noktasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı
ilk kuşak müfessirler, Şafiiler ve Şia mezhebine mensup müfessirlerin
büyük bir kısmı, "vav" harfinin atıf edatı olduğu ve ilimde
derinleşenlerin Kur'an'da yer alan müteşabih ifadelerin tevillerini
bildikleri yönünde görüş belirtmişlerdir. İlk kuşak müfessirlerin
büyük kısmı ve Ehl-i Sünnet'ten Hanefiler, "vav" harfinin "istinaf"
edatı olduğunu ve mü-teşabih ifadelerin tevillerinin Allah'tan
başkası tarafından bilinemeyeceğini, müteşabih ifadelerin tevillerinin
yüce Allah'ın özel bilgisi kapsamında olduğunu belirtmişlerdir.
İlk görüşü savunanlar kendi görüşlerini kanıtlamak için
çeşitli deliller sunmuş, bazı rivayetleri ileri sürmüşlerdir. İkinci
görüşü savunanlar da başka yöntemlere ve müteşabih ifadelerin
tevillerinin yüce Allah'ın özel bilgisinin kapsamında olduğunu
belirten rivayetlere dayanmışlardır. Her grup karşı tarafın görüşünü
çürütmek ve kanıtlarını geçersiz kılmak için yoğun bir çaba
içine girmiştir.
Bu noktada, bir araştırmacının, meselenin çeşitli araştırma ve
irdelemelere konu olduğu ilk günden itibaren bazı karıştırmalara
maruz kaldığını aklında bulundurması gerekir. Örneğin müteşabih
ifadenin muhkem ifadeye dönüşü hususu diğer bir ifadeyle
müteşabihten kast edilen anlam, ayetin tevili hususuyla karıştırılmıştır.
Meseleyle ilgili olarak ortaya koyduğumuz hususlara ve
ihtilafların dayanakları ve her iki tarafın söyledikleri bağlamında
serd ettiğimiz noktalara göz atanlar bunu fark edeceklerdir.
Bu yüzden, tarafların her birinin kanıtlarını ayrıntılı bir şekilde
sunmayı gereksiz gördük. Çünkü bunların asıl dayanakları itibariyle
yanlış bir zemine oturdukları kesinlik kazandıktan sonra, birini
kanıtlamışsın veya birini çürütmüşsün ne çıkar.
Konuya ilişkin olarak ileri sürülen rivayetlere gelince, bunlar,
Kur'an'ın ifadesinin zahiriyle çelişmektedir. Çünkü meseleye olumlu
açıdan yaklaşan rivayet, yâni ilimde derinleşenlerin müteşabih
ifadelerin tevillerini bileceğine delalet eden rivayetler, tevil kavramını,
müteşabih ifadelerin anlamlarıyla özdeş tutuyor. Halbuki,
Kur'an da tevil kavramı bu anlamda kullanılmamıştır. Örneğin Ehl-i
Sünnet kaynaklarında şöyle bir rivayet yer almaktadır: Resulullah
Efendimiz İbn-i Abbas hakkında şöyle dua etti: "Allah'ım onu dinde
derin kavrayışa (tefekküre) ulaştır ve ona tevil öğret." (Sahih-i Buhari, c.2, s.48)
Bir diğer rivayette ise, İbn-i Abbas'ın şöyle dediği belirtilir:
"Ben ilimde derinleşenlerdenim ve ben Kur'an'ın tevilini biliyorum."
(ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.7)
Yine İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "Muhkemler, nasih
ayetlerdir. Müteşabihlerse, mensuh ayetlerdir." (ed-Dürr-ül Mensûr,
c.2, s.4)
Onların anladıklarına göre, bu rivayetlerden, muhkem bir aye-
tin anlamının müteşabih bir ayetin tevili olduğu şeklinde bir sonuç
çıkıyor. Ancak biz, bu anlamda bir tevil olgusunun ayette söz konusu
edilmediğini belirtmiştik.
Olumsuz rivayetlere, yâni, müteşabih ayetlerin tevilinin Allah'tan
başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirten rivayetlere
gelince, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: İbn-i Abbas, üzerinde
durduğumuz ayeti: "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez.
İlimde derinleşenler ise, şöyle derler: Biz ona inandık" şeklinde
okurdu." (ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.6) [Yâni yekûlu=derler kelimesi artırırdı]
Übey b. Kâb'ın da aynı şekilde okuduğu rivayet edilir. İbn-i
Mesud'dan şöyle rivayet edilir: O yukarıdaki ayeti: "Onun tevili,
ancak Allah katındadır. İlimde derinleşenler ise, biz ona inandık,
derler" şeklinde okurdu [yâni indellah=Allah katındadır şeklinde
okurdu].
Delil olarak gösterilen bu rivayetler herhangi bir şeyi kanıtlamaya
yaramaz. Öncelikle bu tarz kıraatler herhangi bir kanıt
içermezler.
İkincisi, bu kıraatlerden edinilecek en ileri düzeydeki kanıt şudur:
Ayet, ilimde derinleşenlerin tevili bildiklerine delalet etmez.
Oysa ayetin buna delalet etmemesiyle iddia edildiği gibi olmadığına
delalet etmesi iki farklı şeydir. Çünkü bunun varlığına bir başka
kanıtın işaret etmesi mümkündür.
Kanıt olarak ileri sürülen hadislerden örnekler:
ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde Taberani'den, o da Ebu Malik el-
Eş'ari'den şöyle rivayet eder. Ebu Malik el-Eş'ari der ki: Resulullah
Efendimizin şöyle buyurduğunu duydum: "Ümmetim için yalnızca
şu üç husus için endişeleniyorum: Birincisi; mallarının artması ve
bundan dolayı birbirlerini kıskanarak savaşmaları. İkincisi; önlerine
kitabın açılması, buna karşı mü'min insanların tevilini yapmak
amacıyla kitaptan bazı
şeyler alması. "Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: Biz ona inandık, tümü
Rabbimizin katındandır." derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası
öğüt alıp-düşünmez." Üçüncüsü; ilimlerinin artması, ama ilme gereken özeni göstermeyip onu boş yere zayi etmeleri." (c.2, s.5)
Eğer bu hadisin tevilin bilinmesi bağlamında olumsuzluğa delalet
ettiği varsayılsa, yalnızca mutlak anlamda mü'min insan açısından
bir olumsuzluğa delalet ettiği söz konusu olabilir. Özel olarak
ilimde derinleşenlerin bilemeyeceklerine delalet etmez. Kanıt
sunmaya çalışan kimseye, özel olarak ilimde derinleşenlerin bilmeyeceklerini
ifade eden deliller ancak yarayabilir. Dolayısıyla
genel nitelikli bu tür ifadeler iddia edileni kanıtlayamaz.
Muhkem ayetlere tabi olmanın, müteşabihlere de inanmanın
gerekliliğini vurgulayan rivayet gibi. Ancak bu rivayetlerin ilimde
derinleşenlerin tevili bilmediklerine delalet etmedikleri kuşku bulunmayan
bir husustur.
Alusî tefsirinde, İbn-i Cerir'in İbn-i Abbas'tan merfu olarak şöyle
rivayet ettiği yer alır: Kur'an-ı Kerim dört harf (ana konu) üzerinde
inmiştir. Helal ve haram bunlar arasında yer alır. Hiç kimse
bunları bilmediği için mazur sayılamaz. Bir diğeri de tefsirdir. Alimler
bunların açıklamasını yaparlar. Biri de Allah'tan başka hiç kimsenin
bilmediği müteşabih ayetlerdir. Allah'tan başka kim bunları
bildiğini iddia ederse o, yalancıdır." Hadis merfu (rivayet zincirine değinilmeksizin) olmasının, Peygamberimizin
onun hakkında dua ettiğine ilişkin rivayetlerle ve
yine kendisinin bunları bildiğini iddia etmesi ile çelişmesinin
yanısıra Kur'an'ın zahiri ile de çelişmektedir. Daha önce de açıkladığımız
gibi, tevil, müteşabih ifadenin anlamından farklı bir şeydir.
Bu noktada şunu söylemek gerekir: Kur'an-ı Kerim, tevilinin Allah'tan
başkasının da bileceğini ifade etmektedir. Bu ayette ise,
buna ilişkin bir kanıt yoktur.
İkinci hususa (ayette tevili Allah'tan başkasının bileceğine ilişkin
bir kanıt olmamasına) gelince; önceki açıklamalardan şu husus
açıklık kazanmıştır: Ayetin girişindeki ifadeler, son kısmında
yer alan ifadeler ve bu ayeti izleyen ayetlerin içeriği, tefsirini sun-
duğumuz ayetin, Kur'an ayetlerinin muhkem ve müteşabih olmak
üzere iki kısma ayrıldıklarını ve insanların da bunların karşısında
farklı tavırlar içine girdiklerini vurgulamaya yöneliktir. Buna göre,
bir kısım insanlar, kalplerindeki sapma eğiliminden dolayı,
müteşabihlere uyma eğilimi göstermektedirler. Bir kısım insanlar
da kesin bir kararlıkla muhkemlere uymakta ve müteşabihlere de
inanmaktadırlar. Bu tavırların nedeni, ilimde kazandıkları derinliktir.
Bu ayetin akışı içinde, ilimde derinleşenlerden söz edilmesinin
birinci nedeni, kalplerinde sapma eğilimi bulunanlardan, onların
Kur'an'ı ele alış yöntemlerinden ve yergiyi hakkeden davranışlarından
söz edilmesine karşılık bunların durumlarını ve Kur'an'ı ele
alış yöntemlerinin açıklanmasıdır. Tefsir bağlamında, bu çerçevenin
dışına çıkmak, ayetin maksadının dışına çıkmaktır.
Ayrıca bu ayet onların tevili bilme noktasında bir etkinliklerinin
bulunduğuna kanıt oluşturmaz. Böyle bir şeyi ayetten algılamak
için önceden işaret ettiğimiz yetersiz ve eksik deliller dışında herhangi
bir kanıt yoktur. Dolayısıyla: "Onun tevilini Allah'tan başkası
bilmez" ifadesindeki tahsis olduğu gibi durmaktadır; ne atıf, ne
istisna ne de bir başka edat bu durumu bozamaz. Şu halde ayetin
işaret ettiği husus, teville ilgili bilgilerin yüce Allah'a özgü ve onunla
sınırlı olduğu husustur. Onun tevilini bilmek sırf Allah'a özgüdür. Ancak bu, bir başka kanıtın yüce Allah'tan başkasının da O'nun
izniyle bu tür bilgilere sahip olmasını göstermesine engel değildir.
Tıpkı gayb bilgisinde olduğu gibi. Yüce Allah Kur'an'ın değişik
ayetlerinde şöyle buyuruyor: "De ki: Göklerde ve yerde gaybı
Allah'tan başka kimse bilmez." (Neml, 65) "Gayb yalnızca Allah'ındır"
(Yunus, 20) "Gaybın anahtarları O'nun katındadır, O'ndan başka
hiç kimse gaybı bilmez." (En'âm, 59) Yukarıda sunduğumuz bütün
ayetler, gaybe ilişkin bilgilerin sırf Allah'a özgü kılındığını göstermektedir.
Ardından şöyle buyuruyor: "O gaybı bilendir. Kendi
gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu
kimseler başka." (Cin, 26-27) Bu ayet, Allah'tan başka bazı kimselerin
gaybe ilişkin bazı bilgileri bileceğini ortaya koymaktadır. Bunlar
da elçiler içinde Allah'ın razı olduğu kimselerdir. Kur'an'da daha
bunun bir çok örneği vardır.
Meselenin birinci yönüne gelince, Kur'an Allah'tan başka
kimselerin de bir ölçüde tevili bileceklerine işaret etmektedir.
Bunu şöyle açıklamak mümkündür: Yukarıdaki
açıklamalarımızdan da anlaşıldığı gibi, bir ayetin tevili, zihin dışı
bir olgudur. Bu olgunun, ayetin zihinsel karşılığı (medlulu) ile olan
ilişkisi, örnekle örneklendirilen şey arasındaki ilişki gibidir.
Dolayısıyla tevil, ayetin delalet işlevi açısından onun medlulu
değilse de, bir şekilde onun tarafından anlatılmakta, onun içinde
korunmaktadır. Tıpkı: Sebeplerini zayi eden bir şeyi isteyen bir insana:
"Sütü yazda zayi ettin" (Geçti Bor'un pazarı) demen gibi.
Çünkü bu deyimin lafzının delalet ettiği anlam, kadının yaz mevsiminde
sütü zayi etmesidir. Bu ise, konu ile örtüşmemektedir.
Buna rağmen hitap edilen kişinin durumunu örneklendirmektedir,
onun durumunu canlandırmaktadır, sözün orijinal medlulu aracılığı
ile oluşturduğu manzaraya benzer bir şekilde zihinde tasavvur
edilmesini sağlamaktadır.
Tevil de tıpkı bunun gibidir. Çünkü herhangi bir hükmün yasaya
bağlanmasını veya herhangi bir ilahi bilginin açıklanmasını ya
da Kur'an'ın kıssalarından herhangi birinin içeriği olan herhangi
bir olayın meydana gelişini gerektiren zihin dışı gerçek, söz konusu
yasanın lafzı (emir ve nehiy) veya açıklama ya da falan olay
(mütabiki olarak) tıpa tıp ona dalalet etmese de hüküm veya açıklama
yahut olay, ondan kaynaklandıkları, onun aracılığıyla belirginleştikleri
için, bunlar bir şekilde onu anlatan ve ona işaret eden
eserleri konumundadır. Tıpkı bir efendinin hizmetçisine: "Bana su
ver" demesi gibi. Bu söz insan doğasının kendi kemalini gerektirmesinden
kaynaklanmaktadır. Çünkü zihin dışı bu gerçeklik varlığın
korunmasını ve kalıcılığını gerektirir. Bu da bedende çözümlenip
kaybolan bir şeyin yerinin doldurulmasını gerektirir. İşte gerek
li gıdaları, suya kanmayı veya sözgelimi birine su vermesini emretmeyi
gerektirmektedir.
Dolayısıyla adamın: "Bana su ver" sözünün tevili, insanın, bu
sözün söylendiği anda insanın zihin dışı doğasının varlığının ve
kalıcılığının kemalini gerektirici özelliğidir. Şayet bu zihin dışı gerçeklik
başka bir şeyle yer değiştirirse, su vermeyi emretmekten
ibaret olan hüküm bir başka hükümle yer değiştirmiş olacağından
birincisi de ortadan kalkmış olacaktır. [Örneğin yemek yemediğinden
dolayı susuzluk yerine açlığı hissederse, "bana su getir" hükmü,
yerini "bana yemek getir" hükmüne verir]
Adab ve görgü kuralları bağlamında aralarında fahiş farklılıklar
bulunan herhangi bir insan topluluğu içinde maruf bilinen (olumlu
karşılanan) dolayısıyla yapılan veya münker bilinen (olumlu
karşılanmayan) dolayısıyla uzak durulan fiiller, o toplum içinde
güzel veya çirkin sayılmadan kaynaklanmaktadır. Fiillerin güzel
veya çirkin olarak bilinmesi de zaman, mekan ve geçmişten devralınan
gelenek ve töreler gibi fiili işleyen kişinin zihninde miras
yoluyla biriken ve çevresinde yaşayan diğer insanların davranışlarından
gözlemlemek suretiyle düşüncesine nakşedilen birleşik ve
uyumlu illetler mecmuasına dayanmaktadır. İşte çeşitli uyumlu
cüzlerden oluşan bu illet, adamın bir şeyi yapmasının veya yap-
mamasının tevilidir, onun yapmasının veya yapmamasının aynısı
değildir. Sadece yapmak veya yapmamak şeklinde içerilmekte,
korunmakta ve onlarla ona işaret edilmektedir. Eğer sosyal çevrenin
değişmesi söz konusu olsa, yapmak veya yapmamak suretiyle
gündeme gelen şey de değişikliğe uğrayacaktır.
Şu halde, tevili olan şey, ister bir hüküm olsun, ister bir kıssa
olsun, ister bir olay olsun, tevilin değişmesiyle kaçınılmaz olarak
değişikliğe uğrar. Bu yüzden: "Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne
çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına
uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..." ayetine
baktığında, kalplerinde bir kayma olanların, fitne çıkarmak ama
cıyla müteşabih ayetlerle kastedilmeyen bir şeye uymak istediklerinden
söz edildiğinde onların bununla söz konusu ayetlerin tevillerine
uymayı amaçladıklarından da söz ediliyor ki onların tevil dedikleri
şey, adı geçen ayetlerin gerçek tevilleri değildir. Aksi takdirde
onların tevil diyerek uymak istedikleri şey söz konusu ayetlerin
gerçek tevilleri olsaydı, bu durumda müteşabih ayete tabi olmaları
doğru ve yerinde olurdu. Dolayısıyla yerilmelerine de gerek
kalmayacaktı. Bu durumda, müteşabihten kastedileni belirleyen
muhkem ayetin delalet ettiği şey, onların müteşabih-ten anladıkları
ve tabi oldukları ancak muhkemden kastedilmeyen bir anlamla
yer değiştirmiş olacaktı.
Yukarıda anlattıklarımızla şu nokta açıklığa kavuşmuş oluyor:
Kur'an'ın tevili, zihin dışı gerçekliklerdir. Kur'an ayetleri öğretilerinde,
hükümleri yasaya bağlamalarında ve açıkladığı diğer hususlarda
bu gerçekliklere dayanır. Öyleki bu gerçekliklerden biri değişmiş
olduğu varsayılsa, ayetlerin içerdikleri de değişikliğe uğrar.
İyice düşünürsen şunu anlarsın ki: Bu çıkarsama, şu ayetle
tamamen örtüşmektedir: "Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz
onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık.
Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır; çok yücedir,
hikmet doludur." (Zuhruf, 2-4) Bu ayet, Peygamber Efendimize indirilen
Kur'an'ın Allah katında çok yüce ve erişilmez hikmetlerle dolu
olduğunu, akılların kavrayamayacağı, bölümlerin ve fasıllar halinde
olmanın arız olamayacağı bir konumda bulunduğunu ifade etmektedir.
Ancak yüce Allah kullarına yönelik inayetinden dolayı,
onu açıklayıcı bir kitap kılıyor. Onu Arapça lafızlarla ifade edilecek
hale getiriyor. Böylece, ana kitapta kalması durumunda insanların
akletmeleri ve bilip öğrenmeleri mümkün olmayan şeyleri akledip
düşünmelerini sağlıyor. Ana kitap ise, şu ayetlerde işaret edilen
şeydir: "Allah, dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın anası
O'nun katındadır." (Râ'd, 39) "Hayır; o, şerefli üstün olan bir
Kur'an'dır; Levh-i Mahfuzdadır." (Burûc, 21-22)
Söz konusu ayetin içeriğine ilişkin genel bir işaret de şu ayetten
algılanmaktadır: "Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve
hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından birer
birer açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1) Bu ayette işaret edilen muhkemlikten
maksat, Kur'an'ın, içinde en ufak bir ayrılık ve bölünme
olmaksızın Allah katında oluşu, birer birer açıklanmasından maksat
ise, onun ayet ayet, bölüm bölüm Peygamber Efendimiz'e (s.a.a) indirilmiş olmasıdır.
Birinci mertebeye dayanan bu ikinci mertebeyi (tafsil ve bölünme
olayını) şu ayetten de algılamak mümkündür: "Onu bir
Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için bölüm bölüm
ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik." (İsrâ, 106) Demek
oluyor ki, Kur'an ayetleri önceleri birbirinden ayrılmış değillerdi,
sonradan ayrıldılar ve bu şekilde indirildiler, bölüm bölüm
vahyedildiler. Ama bu demek değildir ki, bütün ayetler, Bugünkü
gibi, surelerde tertip edilmiş ve iki kapak arasında toplanmış haldeydi,
sonra birbirinden ayrıldılar ve Peygamber Efendimize parça
parça indirildiler. Böylece insanlara, üzerinde dura dura ve ağır
ağır okusun. Tıpkı, bir öğretmenin Kur'an'ı bölümlere ayırarak öğretmesi
ve zihinsel kapasitesine göre her gün bir parçayı öğrencisine
okutması gibi.
Oysa Kur'an'ın Peygamber Efendimize (s.a.a) parça parça indirilmesi
ile, onun bölümler halinde öğrencilere öğretilmesi, okunması
arasında apaçık bir fark vardır. Kur'an'ın parça parça indirilmesi
olayında iniş sebeplerinin etkinliği söz konusudur. Ama
Kur'an'ın öğretiminde böyle veya buna benzer bir durum yoktur.
Çünkü farklı zamanlarda öğrenciye okunan farklı bölümler, bir
zaman diliminde birleştirilebilirler. Ama: "Onları affet, aldırış et-
me." (Mâide, 13) "İnkar edenlerden size yakın olanla savaşın."
(Tevbe, 123) "Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan kadının
sözünü işitti." (Mücadele, 1) "Onların mallarından sadaka al."
(Tevbe, 103) ve benzeri ayetleri birleştirmek, iniş sebeplerini ve za
manını geçersiz saymak, bunların tümünün birden Peygamberimizin
tebliğe başlamasının ilk döneminde veya hayatının son zamanlarında
indiğini varsaymak mümkün değildir. Şu halde: "Onu
bir Kur'an olarak ayırdık." sözünde işaret edilen Kur'an, bütün
ayetlerin bir araya getirilmesi ile meydana gelen müshaf anlamında
kullanılmamıştır.
Kısacası, üzerinde durduğumuz ayetlerden algıladığımız
kadarıyla, Kur'an'dan okuduğumuz ve üzerinde düşündüğümüz
hususların bir de ötesi vardır ve bu ötesi, Kur'an açısından, bedene
göre ruhun, örneklenene göre örneğin gördüğü işlevi görür. -Yüce
Allah'ın "Hikmetli kitap" diye nitelendirdiği de budur.- İndirilen
Kur'an'ın içerdiği bilgiler ve açıklamalar buna dayanır. Bu ötesi
şeyi kopuk ve ayrılmış lafızlar şeklinde düşünmemek gerekir.
Lafızlar aracılığıyla delalet edilen anlamlar gibi de değildir. İşte bu,
söz konusu ayetlerde işaret edilen tevildir. Çünkü tevil olgusunun
nitelikleri ve özellikleri bununla uyuşmaktadır. Buradan hareketle
tevil kavramının gerçek anlamını da algılamış oluyoruz. Yine
buradan hareketle sıradan anlayışların ve arınmamış nefislerin
tevili algılamalarının mümkün olmamasının nedenini de kavramış
oluyoruz.
Yüce Allah bir başka ayette şöyle buyuruyor: "O, elbette değerli
bir Kur'an'dır. Saklı bir kitaptadır. Ki ona, temizlenip-arınmış
olanlardan başkası dokunmaz." (Vâkıa, 77-79) Bu ayetlerin zahiri
ile, değişme ve bozulmaya karşı koruma altına alınan ve saklı tutulan
kerim Kur'an'a Allah'ın arınmış kullarının dokunabildikleri
vurgulanıyor. Zihinlerin ona girip çıkması suretiyle bir takım tasarrufları
da değişme kapsamına girer. (Ki bu, bütün değişimlerden
koruma altına alındığına göre, bu tür değişmeden de korunmuştur
demektir). Aslında ayette, işaret edilen 'dokunma'dan maksat
anlayış ve bilişin ulaşmasından başka bir şey değildir. Bilindiği
gibi, yukarıda üzerinde durduğumuz ayette sözü edilen "Korunmuş,
saklanmış kitap"tan maksat "Allah dilediğini giderir, dilediğini
bırakır. Kitabın anası O'nun katındadır." (Râ'd, 39) "O, bizim
katımızda ana kitaptadır. Yücedir, hikmet doludur." (Zuhruf, 4) ayetlerinde
geçen "ana kitap"tır.
Bunlar bir toplulukturlar ki, kalplerinde arınma inmiştir. Bu a-
rınmayı indiren yüce Allah'tan başkası değildir elbette. Çünkü yüce
Allah, her nerede bu arınmadan söz etmişse, onu kendine nispet
ederek söz konusu etmiştir: "Allah sadece siz Ehl-i Beyt'ten kiri
gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister." (Ahzab, 33) "Ama sizi temizlemek
ister." (Mâide, 6) Kur'an-ı Kerim'de her ne zaman manevi
arınmadan söz edilmişse, mutlaka bu husus yüce Allah'a nispet
edilmiş veya O'nun iznine dayandırılmıştır. Arınma ise, kirin ve pisliğin
kalpten giderilmesi demektir. Kalbin insan organizmasındaki
fonksiyonu ise kavrama ve irade etme aracı olmasıdır.
[Kur'an'daki kalp kavramıyla dilimizde yaygın olan kalp kavramı
farklı şeylerdir.] Dolayısıyla kalbin arındırılması, insan nefsinin inançları ve iradesi
açısından temizlenmesi anlamını ve pisliğin bu iki açıdan
giderilmesini ifade eder. Bunun sonucu, kalbin hak nitelikli inançlar
ve gerçek bilgiler üzerinde sabitleşmesi, kuşkuya eğilim göstermemesi,
hak ile batılı karıştırmaması ve pratikte bildiği gerçeklerin
gereklerini yerine getirmesi, hevaya tabi olmak gibi bir eğilim
göstermemesi ve ilmî misakı çiğnememesidir. İşte ilimde derinleşme
dediğimiz olay budur. Çünkü yüce Allah ilimde derinleşenleri,
doğru yola erişmiş, öğrendikleri gerçekler üzerinde sarsılmadan
hareket eden ve fitne çıkarma arzusunu taşımayan kimseler olarak
tasvir ediyor. Buradan anlıyoruz ki, kalpleri arındırılmış kimseler,
aynı zamanda ilimde derinleşen kimselerdir. Bu hususu iyice
kavramalı ve onu ganimet bilmelisin.
Ancak, bu açıklamanın doğurduğu sonuç hakkında yanılgıya
düşmemek gerekir. Çünkü burada kesinlik kazanan husus şudur:
Arınmışlar, tevilleri bilirler. Arınmışlıkları ilimde derinleşmiş olmalarını
da gerektirmektedir. Bunun nedeni, kalplerinin arındırılmasının
yüce Allah'a nispet edilen bir durum olmasıdır. Yüce Allah,
altedilemez bir sebeptir. Yoksa ilimde derinleşenler, ilimde derinleştikleri
için tevilleri biliyor değildirler. Yâni ilimde derinleşmek
tevilleri bilmeye neden değildir. Çünkü ayette, ilimde derinleşmenin
tevilleri bilmeyi gerektirdiği yönünde bir açıklama veya işaret
yer almıyor. Hatta, ayetin akışından, onların tevilleri bilmedikleri
yönünde bir işaret de algılanabilir. Çünkü ayette: "Derler ki: Biz
ona inandık, tümü rabbimizin katındandır..." şeklinde bir ifade yer
alıyor.
Yüce Allah, ehl-i kitaptan bazı adamları da ilimde derinleşmişler
olarak nitelendiriyor ve onları övüyor. İmanlarından ve salih
amellerinden dolayı onları ödüllendireceğini vurguluyor: "Ancak
onlardan ilimde derinleşenler ve mü'minler, sana indirilene ve
senden önce indirilene inanırlar." (Nisâ, 162) Bununla beraber, bu
ayette onların kitabın tevilini de bildikleri yönünde bir açıklamaya
yer verilmiyor.
Aynı şekilde: "Ona temizlenmiş-arınmış olanlardan başkası
dokunamaz" ayetinden ise, sadece arınmış kimselerin genel bir
şekilde ona dokunabildiklerinden söz ediliyor. Onların her türlü
tevili bildikleri, bu hususta hiç bir zaman bilmedikleri herhangi bir
şeyin olmadığı hususundan ise söz edilmiyor. Şayet onlar hakkında
böyle bir özellik kanıtlanacaksa, bu başka bir kanıt aracılığıyla
olacaktır.
Kur'an'a yöneltilen itirazlardan biri de onun müteşabih ayetler
içermesidir. Bu itirazları yapanlar Müslümanlara diyorlar ki: Sizin
iddianıza göre, Kur'an, kıyamete kadar bütün insanların sorumlu
oldukları hükümleri içermektedir. O, hak ile batılı birbirinden ayıran
kesin bir sözdür. Sonra bakıyoruz ki, Müslümanlar arasında
yaygın olan değişik mezheplerin mensuplarının her biri, kendi 322 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
mezhebini haklı çıkarmak için Kur'an'dan kendisine kanıt bulabiliyor.
Bunun nedeni Kur'an'da ki müteşabih ayetlerdir. Acaba Kur'an
müteşabih ifadelerden arınmış ve tüm ifadeleri net bir şekilde
anlaşılır olsaydı, amaca daha uygun olmaz mıydı? Bu durumda bir
çok ihtilaflar ortadan kalkmaz mıydı?
Kur'an'a yöneltilen bu itiraza çeşitli cevaplar verilmiştir. Bunların
bir kısmı, hiç bir makul dayanağı olmayan anlamsız ifadelerdir.
Örneğin bazıları
şöyle demişlerdir: Kur'an'da müteşabih ifadelerin
bulunması, hakkın algılanmasını zorlaştırıcı, araştırmayı ağırlaştırıcı
bir etki bırakır. Bu da yapılan çalışmanın ecrinin ve sevabının
artmasını sağlar.
Diğer bazıları ise, eğer Kur'an sadece belli bir mezhebin görüşünü
destekler mahiyette açık ve anlaşılır ifadelerden başkasını
içermeseydi, bu durum, diğer mezheplerin mensuplarının nefretine
neden olurdu ve Kur'an'a bakmamalarına sebep olurdu. Ancak
Kur'an müteşabih ifadeler de içerdiği için, kendi mezheplerinin
görüşünü destekleyen bir şey buluruz ümidiyle Kur'an'a bakmak
durumunda kalıyorlar. Bu yüzden onların Kur'an'dan gerçeği öğrenmeleri
ve ona inanmaları daha kolay oluyor, şeklinde cevap
vermişlerdir.
Bir başkaları da şöyle demişlerdir: "Kur'an'ın müteşabih ifadeler
içermesi, aklî kanıtlara baş vurmayı gerektirici bir etki bırakıyor.
Bu sayede insanlar, taklit karanlığından kurtulup içtihat aydınlığına
ulaşıyorlar." Veya şöyle cevap verilmiştir: Kur'an'ın müteşabih ifadeler
içermesi değişik tevillerle araştırma yapılmasını gerektirir. Bu da,
dilbilimi, sarf, nahiv ve fıkıh gibi bir çok yararlı bilimlerden yararlanmayı
ve o hususlarda uzman olmayı sağlamıştır.
Daha ilk bakışta bu cevapların kanıttan yoksunluğu ve ilmi
dayanağının olmayışı göze çarpmaktadır. Bu itiraza verilen
cevaplar içerisinde sadece üç cevap, söz konusu edilmeğe ve
üzerinde araştırma ve etüt yapmaya değer:
Birincisi: Kur'an'ın müteşabih ifadeler içermesi kalplerin ona
inanmak bağlamında arınmaları amacına yöneliktir. Çünkü eğer
Kur'an'da yer alan bütün ifadeler, akıl tarafından derhal algılanan,
bütün herkesin şüphe etmediği açık türden olsalardı, bunlara inanmanın
Allah'ın emirlerine boyun eğmek, peygamberlerine teslim
olmakla en ufak bir ilintisi olmayacaktı.
Bu cevapla ilgili değerlendirmemiz şöyledir: Boyun eğme, zayıf
kimsenin güçlü bir kimse karşısında hissettiği etkilenme ve buna
bağlı olarak gösterdiği itaat tepkisidir. İnsanoğlu, hem büyüklüğünü
algıladığı, hem de azametinden dolayı algılayamadığı
şeylere
de boyun eğer. Yüce Allah'ın sonsuz kudreti, sonsuz azameti ve
diğer sıfatlarını insan kavrayamaz, ama bunların etkisi altında
kalır ve bu etkilenmenin bir belirtisi olarak itaat eder. İnsan aklı
bunlara yöneldiği zaman, tüm boyutlarıyla kavramaktan aciz olarak
eli boş döner. Diğer bazı olgular da vardır ki, insan aklı yöneldiği
zaman, bunları kavrayamaz, fakat insanlar, bunları kavradıklarını
sanırlar veya öyle inanırlar. İşte bu tür şeylere boyun eğmenin
bir anlamı yoktur. Aklın yanılıp kavrayamadığı müteşabih ayetler
de bu kategoriye girer. Akıl bunları kavrayamadığı halde kendisinin
bunları kavradığını sanır.
İkincisi: Kur'an'ın müteşabih ifadeler içermesi, aklı araştırmaya
ve ayaklanmaya sevk etmek içindir. Ki akıl, hiç bir düşünce eylemi
gerçekleştirmeden algıladığı apaçık ifadelerle uğraşmak sonucu
temel fonksiyonunu yitirmesin. Çünkü akıl insanın en değerli
varlığıdır. Bu yüzden insanı eğitmenin yanı sıra aklı da eğitmek
gerekir.
Bu cevap da doğru değildir. Şöyle ki: Yüce Allah, insanları, iç
(enfüs) ve dış (afak) aleme serpiştirdiği ayetler üzerinde düşünmeye,
aklını kullanmaya teşvik etmiş, akla özgü eylemler içinde olmasını
emretmiştir. Kitabının bazı bölümlerinde konuyla ilgili olarak
genel bir telkinde bulunmuş, diğer bazı bölümlerinde açık ve
ayrıntılı emirler yöneltmiştir. Göklerin, yerin, dağların, ağaçların,
hayvanların ve insanların yaratılışı, dillerin ve renklerin farklılığı
gibi hususlar üzerinde durup düşünülmesini emretmiştir.
Akletmeye, tefekkür etmeye, yeryüzünde dolaşıp geçmiş toplumların
akıbetlerini gözlemleyip ibret dersleri çıkarmaya teşvik et-
miştir. Aklı ve düşünceyi sürekli tavsiye etmiş, ilimden büyük bir
övgüyle söz etmiştir. İnsan, Kur'an'ın bu direktifleri doğrultusunda
hareket ettiği zaman, genelde ayakların kaydığı ve anlayışların
çarptığı alanlarda enerjisini boşu boşuna tüketmekten kurtulmuş
olur.
Üçüncüsü: Peygamberler, bütün insanlara gönderilmişlerdir.
İnsanlar arasında da düşünsel alanda herhangi bir faaliyet olmayan
avam kimseler var, fikri faaliyetleriyle belirginleşen havas kişiler
var. Zeki insanlar var, aptal insanlar var. Alimler var, cahiller
var, Öyle anlamlar olur ki, bunu herkesin anlayabileceği bir açıklıkta,
tüm gerçekliğini ve iç boyutlarını gözler önüne serecek bir nitelikte
ifade etmek mümkün olmaz. Bu tür anlamların ifade edilmesi
bağlamında havas niteliğine sahip kimselerin anlayabileceği
örnekler, kinayeli ve işaretli sözler kullanmak önerilir. Geri kalan
insanlarınsa bunlara inanması istenir. Bunlara düşen, söylenen
sözlere inanmak ve gerisini Allah'a havale etmektir.
Bu değerlendirme de yanlıştır. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerim
müteşa-bih ifadeler içerdiği gibi, muhkem ifadeler de içeriyor.
Müteşabih-ler, muhkemlere döndürülerek anlaşılır. Bunun doğal
bir gereği, müteşabihlerin, muhkem ifadelerin ortaya çıkardığı
anlamlardan fazlasını içermemeleridir. Bu noktada, insanların
aklına takılan soru bir kez daha gündeme geliyor: Müteşabih ifadelerin
yanında bunların da bulunmalarının ne hikmeti vardır?...
Aslında buradaki yanılgının sebebi, tamamen birbirinden farklı
iki tür anlamın var olduğunu söylemektir. Bu türlerden birini,
havas, avam herkes anlar. Bunlar, muhkem ifadelerin işaret
ettikleri anlamlardır. Diğer bazı anlamlar da vardır ki, bunlar
yüksek bilgiler ve ince gerçeklerdir. Bu tür anlamlar, ancak havas
niteliğine sahip kimseler tarafından algılanabilir. Bu yanılgının
sahip kimseler tarafından algılanabilir. Bu yanılgının sonucu,
müteşabih ifadelerin muhkem ifadelere döndürülmemesidir. Da-
ha önce, böyle bir değerlendirmenin, Kur'an'ın bazı ayetlerinin diğer
bazı ayetleri tarafından tefsir edildiğine net bir şekilde işaret
eden ayetlerin içeriğiyle bağdaşmadığını belirtmiştik.
Bu noktada söylenmesi gereken cevap şudur: Kur'an'da
müteşabih ayetlerin bulunması bir zorunluluktur. Bu zorunluluk,
tevilin anlamıyla ilgili açıklamalarımızın ışığında Kur'an'ın bazısının
bazısını açıklamasını gerektiren tevil olgusunun varlığından
kaynaklanmaktadır.
Kur'an'ın ifade tarzının boyutları, ilahi eğitim sisteminin temel
nitelikleri ve bilgilerinin dayanağı olarak gösterilen olgular ve en
üst derecedeki amaç üzerinde derin bir şekilde düşünüldüğü zaman,
bu husus biraz olsun açıklık kazanır. Bunları bir kaç noktada
inceleyebiliriz:
Birincisi: Yüce Allah, kitabının tevili olduğunu belirtiyor.
Kur'an'-ın içerdiği bütün bilgiler, hükümler, kanunlar ve diğer ilahi
bilgiler bu eksen etrafında dönmektedir. Bütün bu açıklamaların
yöneldiği, ilgili olduğu nokta konumundaki bu tevil, kavrayışların
ulaşamayacakları, akılların yükselemeyecekleri bir noktadadır.
Kuşkusuz yüce Allah'ın arındırdığı ve kirlerini giderdiği nefisler
bu genellemenin dışındadır. Sadece onlar, Kur'an'ın tevilini algılayabilirler.
Sözünü ettiğimiz bu husus, yüce Allah'ın davetine
olumlu karşılık veren insanın bilgi açısından ulaşmasını istediği
hedeftir. O, insanın, her şeyin açıklaması konumunda olan kitabının
içerdiği bilgilere ulaşmasını irade etmektedir. Bunun anahtarı
da ilahi arındırmadır. Yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor:
"Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ister."
(Mâide, 6) Buradan anlıyoruz ki, yüce Allah'ın dini hükümleri koymasındaki
hedef, ilahi arındırmadır.
Çağrı herkesle ilgili ve herkese yöneltilmiş olmakla birlikte, diğer
tüm kemal nitelikler gibi, insan için öngörülen bu kemal niteli
ğine de, tam anlamıyla ancak özel sıfatlara sahip kimi bireyler
ulaşabilirler. İnsanların dini eğitim sistemiyle eğitilmeleri çabası,
mükemmel arındırma sonucunu sadece belli sayıdaki kimseler
üzerinde gösterirken, belli oranlardaki arındırma başarısını da geri
kalan diğer insanlar üzerinde gösterir. Bu başarının oranı da insanların
derecelerinin farklılığına göre farklılık gösterir.
Nitekim İslam dini, amel bağlamında insanları gerçek takvaya
da çağırır: "Allah'tan nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkup
sakının." (Âl-i İmrân, 102) Bununla beraber eksiksiz takva duygusu,
ancak belli sayıdaki insanlar bağlamında gerçekleşir. Bunların
dışındaki insanlarda ise, alt mertebede ideal ve en ideal şeklinde
bir derecelenme söz konusudur. Bütün bunların nedeni, insanların
özdoğalarının ve anlayış kapasitelerinin farklılığıdır.
Eğitim ve davet açısından diğer tüm toplumsal kemal
nitelikler için de aynı durum söz konusudur. Bir davetçi, bir
toplumu, ilim, sanat, servet, huzur ve benzeri tüm kemaller
bağlamında en üst dereceye davet eder; ancak bunların en
mükemmel düzeyini sadece belli sayıdaki insan elde eder.
Bunların dışındaki insanlar, yetenekleri oranında farklı derecelerle
sıralanırlar. Gerçekte bu tür amaçların tümüne bütün bireyler değil
de kesinlikle toplum ulaşır.
İkincisi: Kur'an-ı Kerim, bu onur verici hedefe ulaşmanın tek
yolunun, insanı bilgi (teori) ve amel (pratik) alanında eğiterek insana
kendi nefsini tanıttırması olduğunu kesin olarak ifade etmektedir.
Bilgi açısından insana kendi nefsi tanıttırılması, dünya,
ahiret ve bu iki alem arasındaki alemin hakikati gibi, kendisiyle
ilintili gerçeklerin öğretilmesi şeklinde sağlanır. Böylece, insanoğlu,
kendi nefsini ilintili olduğu gerçek olgularla birlikte tam manasıyla
tanıma imkanını bulmuş olur. İnsanı kendisine ameli olarak
tanıttırmak ise, toplumsal yasalarla yükümlü kılınması ile gerçekleştirilir.
Bu durumda, toplumsal hayatı yapıcı bir düzlemde devam
eder. Toplumsal hayatı, onun bilgi ve irfan alemine yükselmesine
engel oluşturmaz. Bunun yanında, yerine getirilmesi zorunlu olan
kulluk yükümlülükleri ve ibadetleriyle sorumlu tutulması gerekir.
Bu ibadet ve yükümlülüklerin sürekli yerine getirilmesi onun Allah
ve ahiret üzerinde düşünmesine, kalbinde ancak Allah ve ahirete
yer vermesine, kalbin mana ve arınma alemine yönelmesine,
maddenin pisliğinden ve ağırlığından kurtulmasına neden olur.
"Güzel söz O'na yükselir, salih amel de onu yükseltir." (Fatır,
10) ayeti üzerinde iyice durup düşündüğün zaman, bir de buna:
"Ancak Allah sizi arındırmak ister..." (Mâide, 6) ayetiyle ilgili olarak
genel ve kısa açıklamamızı ve yine "Siz kendi nefislerinize bakın.
Siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar
vermez." (Mâide, 105) "Allah, sizden iman edenleri ve kendilerine
ilim verilenleri derecelerle yükseltir." (Mücadele, 11) vb. ayetleri
eklediğinde, dini hükümlerin yasaya bağlanması, insanların dini
hükümlere uymaya yöneltilmesindeki güdülen ilahi amacı ve bunların
pratize edilmesinde izlenen yöntemleri açık bir şekilde kavrarsın.
Bu açıklamalardan hareketle önemli bir noktaya varıyoruz:
İslam'ın öngördüğü toplumsal yasalar, kulluk ve ibadet
yükümlülükleri için konulmuşlardır. Toplumsal hükümler, kulluğun
yerine getirilmesini mümkün kılıcı, sahih bir düzlemde
gerçekleştirilmesini sağlayıcı bir işlev gördüğünden yasalaştırılmış
ve öngörülmüştür. Kulluk yükümlülükleri ise, Allah'ı ve ayetlerini
tanıma amacına yöneliktir. Dolayısıyla İslam'ın koyduğu toplumsal
hükümler bağlamında en ufak bozulma, bir sapma ve bir
değişiklik kulluk sisteminin bozulmasına yol açar. Kulluk
sisteminin ifsat olması ise, insanın kendini ve Rabbini tanıması
durumunu ortadan kaldırır.
Vardığımız bu sonuç, önceki açıklamamızın apaçık bir ayrıntısı
olmanın yanısıra, pratikte yaşanan deneyim tarafından da pekiştirilmektedir.
Bu ümmet içinde, İslam dininin öngördüğü hayat tar-
zına ilişkin bozulmaların üzerinde düşündüğün zaman, meseleyi
enine boyuna irdelediğin zaman, ifsat sürecinin nereden başladığı
ve nerede noktalandığı üzerinde iyice düşündüğün zaman, fitnenin
önce toplumsal hükümler bağlamında başladığını, sonra ibadet
sisteminde devam ettiğini, bunun sonucunda, ilahi irfanın (insanın
kendini ve Rabbini tanıması ile ilgili bilgilerin) reddedilmesi noktasına
varıldığını anlarsın. Bundan önce, fitnenin müteşabihlere
tabi olmakla ve müteşabih-lerin tevillerinin peşine düşmekle başladığını,
belirtmiştik. Bu durum günümüze kadar, bu şekilde sürüp
gelmiştir.
Üçüncüsü: Dinin yolgöstericiliği, mümkün olduğu oranda insanları
taklitçilikten uzaklaştırmak ve bilginin onlar arasında yerleşik
kılınması esasına dayanır. Din ile güdülen amaç olan marifet
(insanın kendini ve Rabbini tanıması) ile bağdaşan tavır budur.
Nasıl olmasın ki? Vahiy yoluyla indirilen kitaplar arasında Kur'an
gibi ve dinler arasında İslam gibi ilmi yücelten, insanları ilme teşvik
eden bir tek kitap ve din yoktur.
İşte bu husus, kitabın, insanlara, en başta marifetle ilgili gerçekleri
öğretmesini ardından yasaya bağlanan pratik hükümlerin
bu gerçeklerle bağlantısını vurgulamayı gerektirmiştir. Diğer bir
ifadeyle insanın şu hususu anlaması amaçlanmıştır: İnsan, Allah
tarafından varedilmiş, O'nun tarafından yaratılmıştır. Allah, onu
kendi elleriyle yaratmış, yaratılışı ve hayatının devamı bağlamında
meleklerini ve gökler, yer, bitkiler, hayvanlar, mekan ve zaman
gibi varlıkları aracı kılmıştır. İnsan, ahirete ve vadedilen yere doğru
bir yol izlemektedir. Onun ahirete doğru yol alması bir zorunluluktur.
Rabbine doğru bir çaba içindedir. Sonunda O'nunla karşılaşacak,
daha sonra yaptıklarının karşılığını görecektir. Bunun sonucunda
ya cennete, ya da cehenneme gidecektir. İşte bunlar, marifetin
kapsamına giren hususların bir kısmını oluşturmaktadır.
Bunun yanında, insana cennet mutluluğuna ulaştıran amellerin
neler olduğunu, yine cehennem mutsuzluğuna mahkum ettiren
davranışların hangileri olduğunu gösterir. Kısacası, insana kulluk
sistemiyle ilgili hükümleri ve sosyal yasaları öğretir. Bu da marifetle
ilgili hususların bir diğer kısmıdır.
Sonra insana şu gerçeği de gösterir: Bu hükümler ve yasalar,
kendisini mutlu kılarlar. Yâni ona şunu anlatır: İrfanın kapsamına
giren bu ikinci kısım bilgiler, birinci kısım bilgilerle ilintilidir. Bunların
yasaya bağlanması ve insanların bunlara uymalarının öngörülmesi,
sırf onun mutluluğu içindir. Çünkü bunlar, insanın dünyada
ve ahirette hayrına olacak hususlar içermektedir. Bunu da irfanın
üçüncü kısmı olarak algılayabiliriz.
Şimdi artık açık olarak biliyorsun ki, ikinci bilgiler giriş, birinci
kısım bilgilerse sonuç niteliğindedir. Üçüncü kısım bilgiler ise, ikinci
kısım ile birinci kısmı birbirine bağlayan bir araç işlevini
görmektedir. Ayetlerin, sözünü ettiğimiz üç kısım bilginin her birine
yönelik işaretleri son derece belirgindir, ayrıca açıklamaya gerek
yoktur.
Dördüncüsü: İnsanların büyük çoğunluğunun kavrayışları, somut
alemin ötesini algılayamaz. Akılları maddi alemin ve doğanın
ötesine yükselecek güçten yoksundur. Ancak insanlar içinde bazı
kimseler, bilimsel araştırmalar sonucu, anlamların kavrayış düzeyine
ulaşabilirler; kuralları ve yasaları bütünsel bir bakış açısı ile
algılayacak niteliğe sahip olabilirler. İşte bu tür insanlara kavrama
gücü veren ve onların anlamlar ve külli kavrayışlar dünyasına u-
laşmasını sağlayan yöntemler ve araçlar farklı olduğundan dolayı
bu seviyeye ulaşan insanlarında, somut alemin ötesindeki aşkın
anlamları kavrama düzeyleri birbirinden farklıdır. Kısacası her bir
düzeyi arasında alabildiğine uzanan ayrılıklar vardır. İnsanların
fiziki alemin ötesindeki olguları algılamada birbirinden farklı mertebelere
sahip olduklarını hiç kimse inkar edemez.
Bir insana herhangi bir anlamı iletmek, ancak onun yaşayışı
ve hayat tarzı itibariyle kazanmış olduğu zihinsel bilgileri aracılığı
ile mümkündür. Eğer insan, somut şeyler aracılığıyla anlamları
algılamayı alışkınlık haline getirmişse, aşkın anlamların ona ulaştırılması,
maddi nitelikli kavrayış alanında yükseldiği derece ora-
nında sahip olduğu bilgilerle kendisine bu anlam aktarılır. Bir ço 330 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
cuğa, kadın-erkek birleşmesinin (nikahın) meydana getirdiği lezzetin
helvanın tadı örnek gösterilerek anlatılması gibi. Eğer muhatabımız,
bütünsel anlamlara vakıf bir kişiliğe sahipse, bu durumu
gözönünde bulundurularak ve bu husustaki kapasitesi esas alınarak
kendisine bir anlam aktarılır. Böyle bir insan, sadece somut
olgular aracılığıyla anlamları kavramayı alışkanlık edinen insanın
aksine, anlamları, hem somut, hem de soyut anlatım tarzıyla kavrayabilir.
Öte yandan, dinsel yolgöstericilik insanlar içinde sadece belli
bir gruba özgü değildir. Tersine, dinin rehberliği tüm grupları ve
bütün sınıfları kuşatacak özelliktedir. Bu durum herkesin rahatlıkla
gözlemlediği bir olgudur.
Bu gerçek, yâni Kur'an'ın içerdiği ifadelerin bir tevilinin
bulunmasının yanısıra, anlayışların farklılığı ve yol göstericiliğin
genelliği hususu, açıklamaların örnekler tarzında sunulmasını
gerektirmiştir. Şöyle ki, insanın bildiği ve zihnin tanıdığı anlamlar
aracılığıyla aralarında bulunan bir münasebetten dolayı, bilme
imkanından yoksun olduğu bilgileri algılaması sağlanır. Tıpkı
aralarında biçim, görüntü, hacim ve tür bakımından herhangi bir
özdeşlik bulunmadığı ve sadece ölçüm münasebeti bulunan
eşyanın ağırlık ölçüm birimleriyle ölçülmesi gibi.
"Gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir
Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır;
çok yücedir; hikmet doludur." (Zuhruf, 3-4) gibi önceleri işaret edilen
ayetler, bu meseleyi işaret ve kinaye yöntemiyle ifade ediyorlar;
ancak Kur'an bu meselenin açıklanması bağlamında sadece
bununla yetinmiyor. Örneğin hak ve batıl için somut örnekler verdiği
ayette açıklamıştır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah
gökten bir su indirdi de dereler kendi miktarınca (o su ile)
çağlayıp aktı. Sel, üste çıkan köpüğü taşıdı. Bir süs veya bir meta
sağlamak için ateşte yakıp erittikleri şeylerde bunun gibi bir köpük
vardır. İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe
gelince, o yok olup gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde
kalır. İşte Allah, örnekleri böyle vermektedir." (Râ'd, 17)
Bu ayetten anlaşılıyor ki, örnekler, yüce Allah'ın sözleri için geçerli
oldukları gibi, fiilleri için de geçerlidir. Şu halde, yüce Allah'ın
fiili de tıpkı sözü gibi haktır. Yüce Allah'ın fiil ve sözlerinin hak oluşları
ile, onların kapsadıkları
şey kastedilmektedir. Bu ikisine,
kastedilmeyen, aynı zamanda insanlar için bir yararı da bulunmayan,
ancak göz kamaştırıcı ve çekici olgular da eşlik etmektedir.
Ancak bunların ömrü fazla sürmez, yok olup giderler. Geride insanlar
için yararlı olan hak kalır. Batılın giderilmesi ve ortadan kalkması,
ancak bir diğer hakkın aracılığı ile mümkündür. Bu da tıpkı,
hak ve istenen bir anlam içeren müteşabih ayete benzer.
Müteşabih ayetin istenen ve hak niteliğine sahip olan gerçek an-
lamına, istenmeyen, hak niteliğinden yoksun olan ve daha erken
algılanmakla hak nitelikli anlamın üstüne çıkan bir diğer anlam
da eşlik etmektedir. Ancak bu batıl nitelikli anlam, üzerini örttüğü
ilk hak anlamı ortaya çıkaracak bir diğer hak aracılığıyla ortadan
kalkar. Bu işlemle güdülen amaç, günahkarlar istemeseler de yüce
Allah'ın sözleri aracılığıyla hakkı egemen kılmak ve batılı yok
etmektir. Yüce Allah'ın sözleri hakkında geçerli olan bu örneklendirme,
varlıklar aleminde belirginleşen objeler dünyasındaki fiilleri
için de geçerlidir.
Özetleyecek olursak: Yukarıda incelediğimiz ayetten şu husus
ortaya çıkıyor: Hak nitelikli ilahi bilgiler, tıpkı yüce Allah'ın gökten
indirdiği su gibidir. Bunlar da salt su olarak iner. Herhangi bir nicel
ve nitel sınırlandırma söz konusu değildir. Sonra vadilere, derelerde
akan seller gibi, yataklarının darlığı veya genişliği kapasitesine
göre oranlamalar söz konusu olur. Bu oranların her biri, değişmez
olgulardır ve kendi konumlarında bilgilerin temelleri ve hukuki
hükümler, bir de daha önce hükümlerle hak nitelikli bilgileri birbirine
bağlayan hükümlerin gerisindeki maslahatlar işlevini görürler.
Lafzî açıklamayı bir an için gözardı edersek, özü itibariyle, ilahi
hakikatlerin hükmü bundan ibarettir.
İşte bu gerçeklere, hayata egemen olma süresinde, köpük gibi
belirgin bir şekilde kabaran, ama çok çabuk gözden kaybolan olgular
da eşlik edebilir. Bir bakıma bu durum, nasih ayetler aracılığıyla
yürürlükten kaldırılan mensuh hükümlere benzer. Çünkü
mensuh hüküm, görünüşü itibariyle devamlılık arzetmek durumundadır;
ancak nesheden hüküm, onun devamına son veriyor ve
onun yerine bir başka hükmü ikame ediyor. Bu, lafzî açıklama
derelerini, bir an için gözardı edersek, bilgilerin kendisi için geçerli
olan durumdur.
Hak bilgilerin lafız ve delalet kalıbına girmesine gelince, bunlar,
lafzî açıklamalar vadilerinde akmaya başladıkları andan itibaren,
vadilerin kapasiteleri ile ölçülürler, daha önce mutlak olan bu
gerçekler, sözlü maksat şekillerin kalıbı içinde biçimlenirler. Bu
sözler, konuşmacının sözleriyle kastettiği anlam bağlamında sabit
olurlar. (yâni bunların hepsi kastedilmiştir) Ancak bununla beraber,
bunlar, bir kalıp içinde takdir edilmeyen asıl anlamları temsil
eden örnekler niteliğindedir.
Sonra bu anlamlar, değişik zihinlere uğramaları sonucu, sel
üzerinde biriken köpükleri andıran, kasıt dışı anlamları da yüklenmek
durumunda kalırlar. Çünkü zihinler, çeşitli ve alıştığı anlamların
deposu niteliğindedir. Böyle bir durumda olan zihin de
ona giren diğer düşüncelerde tasarrufta bulunur. Kuşkusuz bu tasarruflar
da daha önce işaret ettiğimiz gibi genellikle, temel bilgiler,
hükümlerin dönük oldukları maslahatlar ve özler gibi alışık
olunmayan hususlarda söz konusu olur. Hükümler ve yasalara
gelince, bunların özleri bir yana, alışılmışşeyler oldukları için, zihindeki
birikintilerin bunlar üzerinde herhangi bir etkinlikleri
düşünülemez. Buradan da anlaşılıyor ki, müteşabihler, dini hüküm
ve kanunların metinlerini içermeleri değil de özleri ve bilgileri içerdiklerinden
dolayı müteşabih ifadelerdir.
Beşincisi: Bundan önceki açıklamalardan şu sonucu çıkarıyoruz:
Kur'an'da yer alan lafzî açıklamalar, hak nitelikli ilahi bilgilere
ilişkin örneklerdir. Çünkü, bu tür ayetlerin kapsadığı açıklamalar,
genel anlayışların yüzeyine inmişlerdir. Genel anlayışlar ise, ancak
somut olguları algılayabilirler, somut kalıplar içinde olmadıkları
sürece bütünsel anlamları kavrayamazlar.
Bu durum ise, cisim ve cismani arazdan soyut bütünsel anlamların
ilkası hususunda iki sakıncanın gündeme gelmesini gerektirmektedir:
Eğer anlayışlar, bütünsel anlamlarda kastedilen bilgileri
algılama aşamasında, madde ve somut olgular mertebesinde
donup kalırsa, onun açısından örnekler örneklendirilen gerçeklerin
yerine geçerler. Bu ise, gerçeklerin geçersizliğini, anlam ve
maksatların gözden kaçırılmasını gerektirir. Şayet, madde mertebesinde
donmayıp, örnekleri kapsam dahilinde olmayan özelliklerden
soyutlamak suretiyle soyut anlamlara ulaşırsa, bu durumda
da eklemeler ve çıkarmalardan emin olunmaz. Tıpkı birinin bize:
Gece yolculuğuna çıkan topluluk, sabahleyin tebrik edilir" demesi
ya da şair Sahr'ın şu beyitleriyle bir olayın örneklendirilmesi gibi. "Kuşağı bağlamaya çalışıyorum, ama yapamıyorum.
Çünkü eşeğin sıçraması engelleniyor." Biz, kıssayla ve örneklendirilen olayla ilgili olarak zihnimizde
bulunan hazırlık dolayısıyla, örneğin özelliklerinden, sabah, topluluk
ve gece yolculuğu gibi sözel kalıplardan soyutlaşıyoruz. O zaman
anlıyoruz ki, bu örnekle şu anlam kastediliyor: Bir işin etkisinin
iyiliği ve fiilin kutlanması, işin bitirilmesinden ve etkisinin görülmeye
başlamasından sonra belli olur. Fakat, insan işle uğraşmayı
sürdürüyorsa ve işin zorluğunu fiilen çekmeye devam ediyorsa,
işinin değerini takdir edemez. Aynı durum, şiir aracılığıyla örneklendirilen
hususun soyutlanması durumunda da belirginleşir.
Fakat örneklendirilen ile ilgili önceden bir aşinalığımız yoksa, şiir
veya örnek üzerinde donup kalırsak örneklendirilen şey bize gizli
kalır. Örnek de herhangi bir haber konumuna indirgenmiş olur.
Şayet donup kalmazsak, ancak onu bir örnek olarak genelleştirsek,
bu sefer de soyutlayarak atılması gereken ve düşündürülmesi
istenen anlamı algılamak için korunması gerekli olan kalıpları
birbirinden ayırdetmek imkansız olur. İyice düşünüldüğü zaman,
bunun açık bir gerçek olduğu anlaşılır.
Bu iki sakıncalı durumdan kurtulmak ancak, örneklendirilen
anlamların değişik örneklere bölünmesi ve bazısının bazısını açıklaması,
sunulan anlamların bir kısmı diğer bir kısmının maksadını
açıklığa kavuşmasını sağlayacak şekilde farklı kalıplar içine sokulması
ile mümkündür. Dolayısıyla aralarında bulunan karşılıklı
iticilikle şunların bilinmesi mümkün hale gelir. Birincisi: Açıklamalar
örneklerdir. Bunların ötesinde örneklendirilen gerçekler yer
almaktadır. Bunların maksatları ve amaçları sırf, somut madde ve
objelerden alınan lafızlarla sınırlı değildir. İkincisi: Bunların örnekler
oldukları bilindikten sonra, bu sayede sözleri örten özelliklerden
ne kadarının atılması gerektiği, maksadı anlamak için ne kadarının
korunmasının zorunlu olduğu anlaşılır. Bu sonuca da bir
örneğin öteki örnekte bulunan bazı özellikleri ve karşılıklı olarak
bunun da onda bulunan bazı özellikleri olumsuzlamasıyla varılır.
Kapalı maksatları ve ince anlamları çeşitli kıssaların anlatılması
ve örneklerin verilmesi, çeşitli ve çok örneklerle açıklamak
ve ifade etmek sadece bir kavme ve bir dile özgü bir durum değildir.
Bütün dünya dillerinde buna rastlamak mümkündür. Bunun
nedenine gelince, insan açıklamanın öncesinde, bir kıssada veya
örnekte işaret edilen maksadın tersini ima eden özelliklerin bertaraf
edilmesine ihtiyaç duyar. Bunun gerçekleştirilmesi de konuyla
ilintili bir başka kıssanın veya konuyla ilintili bir başka örneğin
içerdiği nefyedici özellikler ile mümkündür.
Buradan anlaşılıyor ki, Kur'an'ın müteşabih ayetler içermesi
bir zorunluluktur. Bir ayette bulunan benzeşme durumunun da, bir
başka ayette bulunan muhkemlik durumuyla ortadan kaldırılması
kaçınılmazdır. Böylece, Kur'an'ın müteşabih ayetler içermesi yol
göstericilik ve açıklama özelliğiyle bağdaşmadığı şekilde ileri sürülen
problem de ortadan kalkmış oluyor.
Şimdiye kadar yaptığımız uzun açıklamalardan bazı hususlar
belirginleşmiş bulunuyor:
1- Kur'an ayetleri iki kısma ayrılırlar: Muhkem ve Müteşabih.
Bu husus, bir tek ayetin benzeşen (müteşabih) bir medlul kapsayıp
kapsamadığı ile ilgilidir.
2- Muhkem ve müteşabih ayetleriyle birlikte Kur'an'ın tümü için
bir tevil söz konusudur. Tevil ise, sözel kavramlar türünden bir
şey değildir. Tam tersine zihin dışı objektif bir olgudur. Bu olgunun
açıklanan bilgiler ve amaçlarla bağlantısı, örneklenenle örnek
arasındaki bağlantı gibidir. Buna göre, Kur'an'ın içerdiği tüm bilgiler,
Allah katında bulunan teviller için verilen birer örneklerdir.
3- Arınmış olanların, yâni ilimde derinlik kazananların tevili
bilmeleri mümkündür.
4- Kur'an'daki açıklamalar, bilgi ve maksat olarak öngördüğü
şeyler adına verilmiş örnekler konumundadır. Bu husus, ikinci
maddede Kur'an bilgilerinin örnekler olduğuna ilişkin olarak sözünü
ettiğimiz husustan farklıdır. Biz bu konuyu yukarıda gerekli biçimde
açıkladık. [İkinci maddede Kur'an bilgilerinin teviliyle yönelik
örnekler olduğu, burada ise Kur'an'daki açıklamalarında bilgilere
yönelik örnekler olduğu vurgulanıyor.]
5- Kur'an'ın muhkem ifadeler içermesi bir zorunluluk olduğu
gibi müteşabih ifadeler içermesi de bir zorunluluktur.
6- Muhkem ifadeler kitabın anasıdır; müteşabih ifadelerin a-
çıklanmak üzere bu muhkem ifadelere döndürülmeleri gerekir.
7- Muhkemlik ve benzeşmelik, çeşitli yönlere izafe edilmeleri
ve çeşitli yönlerden ayrı olarak algılanmaları mümkün olan sıfatlardır.
Bunun anlamı
şudur: Herhangi bir ayet, bir açıdan muhkem,
bir başka açıdan da müteşabih olabilir. Sözgelimi, bir ayete izafe
edilerek değerlendirildiğinde muhkem, bir başka ayetle birlikte
düşünüldüğünde de müteşabih niteliğini kazanabilir. Kur'an'da
mutlak anlamda müteşa-bihin somut bir karşılığı yoktur ve mutlak
olarak muhkemin bulunmasına da herhangi bir engel söz konusu
değildir.
8- Kur'an'ın bir kısmının diğer bir kısmını tefsir etmesi, bir zorun-
luktur.
9- Kur'an'ın çeşitli anlam dereceleri vardır. Burada uzanıp giden
bir derecelenme söz konusudur. Dolayısıyla bütün anlamsal
derecelenmeler bir alanda ve enlem halinde değildirler. Bu bakımdan
bir lafzın tek kullanımda birden çok anlamda kullanılması
gibi bir durum söz konusu olmamıştır. Ya da mecazi ifadelerin
genelliği gibi bir kullanımdan söz edilemez. Bunları bir tek gerektiricinin
değişik gerekleri olarak da görmemek gerekir. Tersine, bunlar
lafzın delalet ettiği asıl anlamlardır ve sözcük insanların kavrayış
düzeylerinin farklılığına göre bunların her birine uyumluluk ilkesi
uyarınca delalet etmektedir.
Konunun daha açık bir şekilde anlaşılması için şunu
söylüyoruz: Yüce Allah bir ayette: "...Allah'tan nasıl korkup sakınmak
gerekiyorsa öylece korkup sakının." (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Bu ayetten anlaşılıyor ki, Allah'ın yasaklarından kaçınmak ve
emirlerini yerine getirmek anlamına gelen takvanın bir derecesi
vardır ve bu da gerçek takva, yâni nasıl korunup sakınmak gerekiyorsa
öyle korunup sakınma derecesi vardır. Yine bu ifadeden an-
laşılıyor ki, takvanın bu dereceden daha aşağı bir derecesi de vardır.
Şu halde bir bakıma salih ameller demek olan takva için bir
takım dereceler ve mertebeler söz konusudur ve bunların bir kısmı
diğer kısmından daha yukarıdır.
Bir diğer ayette ise, şöyle buyuruluyor: "Allah rızasına uyan kişi,
Allah'tan bir gazaba uğrayan ve barınma yeri cehennem olan
kişi gibi midir? Ne kötü barınaktır o. Allah katında onlar (ameller)
derece derecedir. Allah yaptıklarını görendir." (Âl-i İmrân, 163)
Bu ayetten de anlaşılıyor ki, ister salih olsun, ister kötü olsun mut
lak olarak amelin bir takım dereceleri ve mertebeleri vardır. Ayette,
amel derecelerinin kastedildiğinin kanıtı, ayetin sonunda yer
alan: "Allah yaptıklarınızı görendir." ifadesidir.
Şu iki ayet de aynı noktaya temas etmektedir: "Her biri için
yaptıklarından dolayı dereceler vardır; öyleki amelleri kendilerine
eksiksiz ödensin ve onlar zulme de uğratılmazlar." (Ahkaf, 19)
"Yapmakta oldukları dolayısıyla her biri için dereceler vardır.
Rabbin, onların yapmakta olduklarından habersiz değildir." (En'âm, 132)
Bu anlamı vurgulamaya yönelik bir çok ayet vardır; söz konusu
ayetler içinde bazısından anlaşıldığı kadarıyla cennet dereceleri ve
cehennem derekeleri insanların işledikleri olumlu veya olumsuz
amellerin derece ve mertebelerine karşılık olarak belirlenmişlerdir.
Bilindiği gibi, ne tür olursa olsun herhangi bir amel, kendisine
uygun kalbi bir inançtan sızan bilginin sızıntılarından biridir. Yüce
Allah, bir çok ayette, Yahudilerin küfürlerinin, müşriklerin kalplerinin
bozukluğunun, Müslümanlar içindeki münafıkların iki
yüzlülüklerinin, bazı peygamberlerin ve mü'minlerin imanlarının
kanıtı olarak onların işledikleri amelleri ve fiilleri göstermiştir.
Şimdi bu ayetleri teker teker sayarsak kitabımızın hacmini
aşacaktır. Kısaca şunu söyleyebiliriz: İşlenen amel ne olursa olsun,
kendisine uygun bir bilgi gerektirir ve bu bilgiye işaret eder.
Bunun aksi de geçerlidir; yâni her türlü amel, kendisine uygun
bir bilgi gerektirir, onun meydana gelişini sağlar ve insanın iç dünyasında
yer etmesini mümkün kılar. Şu ayetler bu noktaya temas
etmektedir. "Bizim uğrumuzda cihad edenlere şüphesiz yollarımızı
gösteririz. Gerçekten Allah, ihsan edenlerle beraberdir."
(Ankebut, 69) "Ve yakin sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et."
(Hicr, 99) "Sonra kötülük edenlerin uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini
yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü
oldu." (Rum, 10) "Böylece O da, Allah'a, verdikleri sözü tutmama
ları ve yalan söylemeleri nedeniyle, kendisiyle karşılaşacakları
güne kadar, kalplerinde nifakı yerleşik kıldı." (Tevbe, 77)
Konuyla ilgili daha bir çok ayet örnek olarak gösterilebilir. Bütün
ayetlerin temas ettikleri ortak nokta, salih (iyi) veya kötü tüm
amellerin kendilerine uygun bir bilgi ya da bilgisizlik (hak ile çelişen
bilgiler de diyebiliriz) ürettikleridir.
Salih amel ve yararlı bilgi hakkında kapsamlı bir ifade olarak
yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Güzel söz ona yükselir,
salih amel de onu yükseltir." (Fatır, 10) Bu ayetten anlıyoruz ki, hak
esaslı inanç sistemi demek olan güzel sözün bir özelliği Allah'a
yükselebilmesi ve sahibini Allah'a yaklaştırmasıdır. Salih amelin
işlevi de bu hak esaslı inanç sistemini ve bilgiyi yükseltmesidir.
Bilindiği gibi, bilginin yükseliş kaydetmesi, kuşku ve kuruntulardan
arınması, ruhun tam anlamıyla ona yönelmesi, kalbin onunla bir
başka değer arasında parçalanmak, (ki bu mutlak anlamda şirktir)
durumuna düşmemesi demektir. Dolayısıyla bilgi kuşku ve
şeytani izlerden arınma bağlamında ileriye doğru adım attıkça
yükselişi, zirvelere doğru tırmanışı da hız kazanır.
Ayetin ifadesi böyle bir anlamdan uzak değildir. Çünkü ayette
güzel söz suûd=yukarı çıkış ve salih amel de ref'=yükselişle nitelendirilmiştir.
Yukarı doğru çıkış (suûd) inişin (nüzûl), yükseliş (ref')
de alçalışın (vez') karşıtıdır. Yukarı çıkış ve yükseliş nitelikleri aşağılardan
yukarıya doğru hareket eden kimse hakkında, iki nokta
göz önünde bulundurularak kullanılır. O yükselişle güttüğü amaç
ve ona yaklaşmakla belirlediği hedef açısından yukarı doğru çıkan,
yükselen (sâid) bir kimsedir. Alçaklıktan ayrılışı ve oradan
uzaklaşması açısından da, yükselen (mürtefi') bir kimsedir. Şu
halde amel, insanı dünyadan ve toprağa çakılıp kalmaktan koparıp
insanın kendisini dünyanın uğraştırıcı, çekici süslerinden uzaklaştırır.
Onu gelip geçici ve kalıcılığı olmayan bu tür bilgiler arasında
parçalanmışlıktan, dağılmışlıktan kurtarır. Yükselme ve yukarı
doğru çıkış arttıkça güzel sözün yükseliş hızı da artar. Bilgi, vehim
şaibelerinden, kuşku eseri olumsuzluklardan kurtulur.
Daha önce yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı gibi: Salih
amelin kendisine özgü mertebeleri ve dereceleri vardır. Her
salih amel derecesinin de kendine özgü bir güzel sözü yükseltme
ve kendine uygun ilahi, hak esaslı bilgi ve irfanlar üretme oranı
vardır. Kötü amel ve insanı alçaltışı hakkındaki değerlendirme,
salih amel ve insanı yükseltişi hakkındaki değerlendirmenin tersini
ifade etmektedir. "Bize dosdoğru yolu göster" (Fatiha, 6) ayetini
tefsir ederken konuyla ilgili bazı açıklamalarda bulunduk. Buradan hareketle anlıyoruz ki, insanların Allah'a yakınlıkları
ve uzaklıkları oranında farklılaşan amel ve bilgi dereceleri vardır.
Bundan da şu sonuç çıkıyor: Söz konusu mertebe ve derecelerden
birinde bulunan insanların algıladıkları
şeyler, kendi mertebe ve
derecelerinden yukarı veya aşağı bir mertebe ve dereceyi işgal
eden insanların algıladıkları
şeylerden farklıdır. Bu da gösteriyor
ki, Kur'an ifadelerinin farklı, ama bir tertip içinde algılanan anlamları
vardır.
Yüce Allah, çeşitli gruplara mensup kullarından söz etmiştir.
Bu grupların her birini de bir başka grupta bulunmayan bir tür bilgi
ve marifetle nitelemiştir. Örneğin yüce Allah muhlesler grubuna
mensup insanları, Rablerinin vasıflarını gerçek anlamda bilen
kimseler olarak tanımlamaktadır. Aşağıdaki ayet bu noktaya temas
etmektedir: "Onların nitelendirdiklerinden Allah yücedir.
Ancak muhles (Allah tarafından halis kılınmış) olan kullar başka."
(Sâffat, 159-160) Yüce Allah Kur'an'ın değişik yerlerinde onlar
hakkında başka nitelemeler, başka bilgi ve irfan türlerinden de
söz etmiştir. İnşaallah yeri geldiğinde bu hususa değineceğiz.
Ve yine sözgelimi mûkinîn=yakine erenler olarak tanımlanan
gruba mensup insanlar hakkında, onların göklerin ve yerin
melekutunu gözlemledikleri belirtilmiştir: "Böylece İbrahim'e, 340 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
yakine erenlerden olması için de göklerin ve yerin melekutunu
gösteriyorduk." (En'âm, 75)
Yine düşünüp ibret alma niteliği de "içten yönelen" kimselere
özgü kılınmıştır: "İçten yönelenden başkası öğüt alıp-düşünmez."
(Mü'min, 13)
Aynı
şekilde Kur'an'da yer alan örnekleri akledip anlamak da
alimlere özgü bir nitelik olarak zikredilmiştir: "İşte bu örnekler; biz
bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara
akıl erdirmez." (Ankebut, 43) Bana öyle geliyor ki, bu ayette geçen
alimler'den maksat ulul-elbab yâni öz akıl sahipleri ve gözlemledikleri
şeyler üzerinde durup düşünen (mütedebbir) kimselerdir.
Şu ayetler bu çıkarsamamızı destekler niteliktedir: "Kur'an'ı iyiden
iyiye düşünmezler mi? Yoksa bir takım kalpler üzerinde kilitler
mi vurulmuş?" (Muhammed, 24) "Onlar hala Kur'an'ı iyice
düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı,
kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey bulurlardı." (Nisâ,
82) Son üç ayet, aynı anlamı vurgulamaya yöneliktir. O da
Kur'an'da yer alan müteşabih ifadeleri bilmek ve onları muhkem
ifadelere döndürmek suretiyle yorumlamaktır.
Yine yüce Allah Kitabın tevilini bilmeyi de arınmış kimselere
özgü kılmıştır. "O elbette değerli bir Kur'an'dır. Saklı bir kitaptadır.
Ki ona, temizlenip arınmış olanlardan başkası dokunamaz." (Vâkıa, 77- 79)
Yine Allah için seven ve Allah için buğzeden insanlar demek
olan "veliler" grubuna mensup kimselere de "sırf Allah için bir şeye
ilgi duyan, bundan dolayı bir şeyden korkmayan, bir şey yüzünden
hüzünlenmeyenler" niteliği özgü kılınmıştır: "Haberiniz olsun;
Allah'ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır."
(Yunus, 62)
Yine "yaklaştırılmışlar, seçilmişler, salihler ve mü'minler" gibi
her bir grup için bir takım ayırıcı özellikleri, kendilerine özgü bilgi
ve kavrayışlar söz konusudur. İnşaallah yeri geldikçe bunlardan
söz edeceğiz.
Yukarıda işaret ettiğimiz olumlu makamlara karşılık bir takım
olumsuz makamlar vardır. Bunların da bilgi ve irfan bağlamında
aşağılık, kötü özellikleri söz konusudur. Bu makamları işgal eden
bir takım insan grupları vardır; kafirler, münafıklar, fasıklar, zalimler
vb. gibi. Allah'ın ayetleri ve bu ayetlerin içerdikleri hak esaslı
bilgileri kötü algılamak, yanlış kavramak gibi bir takım konumları
olur. Biz, kısaca sunmak suretiyle haklarında geniş bilgi vermeyi
burada uygun görmedik. İnşaallah bu kitabın çeşitli bölümlerinde
geniş ve etraflı bilgiler sunacağız.
10- Kur'an kapsayıcı bir kitaptır. Yâni ifadelerin nesnel
karşılıklarıyla örtüşür ve bunların farklı durumlarını açıklar.
Dolayısıyla Kur'an'da yer alan hiç bir ayet sadece, iniş sebebi ile
sınırlandırılmaz. Bilakis, ayetin inişine sebep olan gelişmeyle özü
itibariyle benzeşen her türlü gelişmeye uyarlanır. Sadece ilk nesnel
karşılıklarına özgü kılınmayan örnekler gibi. Örnekler bu ilk
nesnel karşılığı aşarlar ve özü itibariyle benzerlik oluşturulan her
olguya uyarlanırlar. İşte bu duruma, "cery"=Kur'an'ın gelişmelerle
örtüşmesi, anlamının nesnel gelişmelere uyarlanması denilmiştir.
Kitabın başlarında bu konuyla ilgili bazı açıklamalarda bulunmuştuk AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Ayyâşî'de deniliyor ki: İmam Sadık'tan (a.s) muhkem
ve müteşabih hakkında bir soru soruldu. Buyurdu ki: "Muhkem,
onunla amel edilen, müteşabih ise ona cahil olana karşı karışık
gelen ifadelerdir." (c.1, s.162)
İmamın bu sözlerinde, müteşabihi bilmenin mümkün
olduğuna ilişkin bir işaret vardır.
Yine aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Kur'an muhkem ve müteşabih ifadelerden meydana gelir;
muhkem olan ifadelere inanırsın, onunla amel edersin ve hükümlerine
boyun eğersin (onları hükümlerin kaynağı addedersin).
Müteşabih ifadelere ise, inanırsın, ancak onlara göre amel etmezsin.
İşte ayette buna işaret edilir: "Kalplerinde bir kayma olanlar,
fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına
uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde
derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır"
derler". İlimde derinleşenlerden maksat, Hz. Muhammed'in (s.a.a) Ehl-i Beyti'dir." (c.1, s.162-163)
İlimde derinleşenler Hz. Muhammed'in Ehl-i Beyti'dir, sözünün
ne anlam ifade ettiğini ileride açıklayacağız.
Yine aynı eserde Mes'ede b. Sadaka'nın şöyle dediği belirtilir:
İmam Sadık'a (a.s), nasih, mensuh, muhkem ve müteşabih hakkında
bir soru sordum. Buyurdu ki: "Nasih değişmez ve gerekleri
yerine getirilen ayetlerdir. Mensuh ise, gereğince amel edilip de
sonradan bir başka ayetin gelmesi ile hükmü yürürlükten kaldırılan
ayettir. Müteşabih ise, cahillere karışık gelen ifadelerdir." (c.1,
s.11, h:7)
Diğer bir rivayette ise, şöyle dediği belirtilir: "Nasihten maksat,
değişmez ifadelerdir. Mensuh ise, eskiden uygulanan ifadelerdir.
Muhkem, gereğince amel edilen, müteşabih ise, birbirine benzeyen
ifadelerdir." (c.1, s.10, h:1)
el-Kâfi adlı eserde İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği
rivayet edilir: "... Dolayısıyla mensuh ayetler, müteşabihler kategorisine
girerler." (c.2, s.28, h:1)
Uyûn-u Ahbar-ir Rıza adlı eserde İmam Rıza'nın (a.s) şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Kur'an'ın müteşabih ifadelerini muhkem
ifadelerine döndürerek anlamaya çalışan bir kimse dosdoğru yolu
bulur." Ardından şunları söylediği belirtilir: "Hiç kuşkusuz, bizden
aktarılan haberler içinde de Kur'an'ınkine benzer müteşabih ifade
ler vardır. Tıpkı Kur'an'dakine benzer muhkem ifadeler de vardır.
Bizden aktarılan haberler içinde müteşabih olanları, muhkem olan
sözlerimize döndürerek anlayın. Bizim sözlerimiz arasında
müteşabih olan ifadelere uymayın ki sapıtırsınız." (c.1, s.290, h: 39) Ben derim ki: Görüldüğü gibi, müteşabih kavramının anlamı
ile ilgili olarak aktarılan rivayetler, birbirlerine yakın şeylere temas
etmektedir. Rivayetler, daha önce yaptığımız açıklamayı destekler
niteliktedir. Demiştik ki: Benzeşmelik, müteşabihlik, ortadan kaldırılabilecek
bir durumdur. Bunu ortadan kaldırmanın yolu da
muhkem ifadeler aracılığıyla onları tefsir etmektir. Mensuh ifadelerin
müteşabihler kategorisine girmesi meselesine gelince, bu da
yukarıda yaptığımız açıklamanın kapsamı içinde açıklığa kavuşturulmuştur.
Mensuh ifadelerin müteşabihlikleri, görünürde hükmün
devam ediyor olması ve kalıcılık niteliğine kavuşmuş olması ile
ilintilidir. Dolayısıyla, nesheden bir ifade, sürekliliğinin kesintiye
uğradığını vurgulamak suretiyle, onu bizim için tefsir etmiş olur.
el-Uyûn'da yer alan rivayette, işaret edilen: "Bizden aktarılan
haberler içinde de Kur'an'ınkine benzer müteşabih ifadeler vardır.
Tıpkı Kur'an'dakine benzer muhkem ifadeler de vardır." sözüne
gelince, Ehl-i Beyt İmamlarından bu anlamı destekleyen
müstafiz haddinde bir çok rivayet aktarılmıştır. Aklî değerlendirme
de bunu desteklemektedir. Çünkü hadisler, ancak Kur'an'ın içerdiği
şeyleri içerirler. Onlar, yalnızca Kur'an'ın işaret ettiği şeyleri açıklarlar.
Nitekim daha önce şöyle demiştik: Müteşabihlik, sözün işa-
ret ettiği anlamın niteliğidir. Bununla da anlamın hem kastedilene,
hem de başka bir şeye uyarlanabilir olması kastedilir. Yoksa
müteşabihlik, lafzın bir anlama işaret etmek bağlamında niteliği
değildir. Garip ya da mücmel bir lafızda olduğu gibi.1 Lafız ve an-
lamın her ikisini kapsayan bir nitelik de değildir.
1- [Garip: Az kullanıldığından dolayı anlamı gizlilik kazanan lafza denir. Mücmel
ise, birkaç anlam taşıdığından dolayı kastedilen anlamın belirlenmesi ve anlam
bağlamında birkaç ihtimalin söz konusu olduğu lafza denir.]
Diğer bir ifadeyle: Hiç kuşkusuz, Kur'an ayetleri içinde bazıları
için benzeşmelik (müteşabihlik) durumunun ortaya çıkmış olması,
yalnızca onların açıklamalarının, ilahi, hak esaslı bilgiler açısından
birer örnek konumunda olması ile ilintili bir durumdur. Bu husus
ise, bizzat nakledilen rivayetler için de söz konusudur. Dolayısıyla
onlarda da Kur'an'dakine benzer muhkemlik ve müteşabihlik durumu
vardır. Nitekim Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Biz, peygamberler topluluğu, insanlarla akıllarının
kapasitesine göre konuşuruz." (Usul-u Kâfi, c.1, s.25, h:15)
Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın babasından (her ikisine selam
olsun) şöyle rivayet ettiği belirtilir: Adamın biri mü'minlerin
emiri Hz. Ali'ye (a.s) şöyle sordu: "Bizim O'na yönelik sevgimizi ve
bilgimizi artıracak şekilde Rabbimizi bize vasfeder misin?" Bu soru
Emir-ül Mü'minin'in öfkelenmesine neden oldu ve orda bulunan
insanlara hutbe okurken soru sorana yönelik şöyle seslendi:
"Ey Allah'ın kulu, Rabbinin sıfatları hususunda Kur'an'ın
vasfettiği miktara ve yine senden önde bulunan Resulullah'ın da
O'nu tanımana yetecek kadar bulunduğu açıklamalarına bak. O-
nun yol göstericiliğinin nurundan aydınlan. Hiç kuşkusuz o, sana
verilen bir nimet ve bir hikmettir. Sana verilene sıkı sıkıya sarıl ve
şükredenlerden ol. Bu konuda kitabın sana farz kılmadığı, Resulün
ve yol gösterici imamların sünnetinde de bu hususla ilgili bir
bilgi olmadığı halde, Şeytan bir noktada seni zorlamaya kalkışırsa,
onu reddet. Bu tür şeylere ilişkin tüm hususların bilgisini Allah'a
bırak. Allah'ın azametini, büyüklüğünü ölçmeye kalkma.
Ey Allah'ın kulu; bil ki: Şüphesiz ilimde derinleşenler, Yüce Allah'ın,
gayb perdelerinin gerisindeki meselelere girmekten müstağni
kıldığı kimselerdir. Onlar, örtülü gayb kapsamına girip tefsirini
bilmedikleri hususları topluca kabul etmişlerdir, onlara inandıklarını
vurgulamışlardır. "Biz tümüne inandık. Tümü de
Rabbimizin katındandır." demişlerdir. Yüce Allah, bilgice kuşatamadıkları
hususlar karşısında acizliklerini itiraf eden bu insanlar
dan övgüyle söz etmiştir. Yükümlü olmadıkları hususlarda derin
araştırma yapmaktan kaçınma şeklinde sergiledikleri tavrı, ilimde
derinleşme olarak nitelendirmiştir. Sen de bu kadarıyla yetin ve
şuncacık aklınla Allah'ı ölçmeye kalkma. Yoksa helak olanlardan
olursun. (c.1, s.163, h:5)
Ben derim ki: İmamın "Ey Allah'ın kulu, bil ki: İlimde derinleşenler..."
ifadesi ayetteki, "vav" harfinin atıf edatı olarak
algılanmadığını göstermektedir. Buna göre yeni bir cümle
başladığı değerlendirmesi esas alınmıştır. Biz de ayetle ilgili
olarak bu noktayı vurguladık. Buna göre, ayetin zahiri, ilimde
derinleşenlerin tevili bildiklerini gösteren bir işaret
içermemektedir. Fakat aynı zamanda, böyle bir şeyi bilmelerinin
mümkün olmadığını da ifade etmemektedir. Bu ayet, ilimde
derinleşen kimselerin müteşabih ayetlerin tevilini bildiklerini ifade
eden bir başka nassın bulunmasına da engel değildir. Nitekim biz
bu noktaya da değindik. İleri de göreceğimiz gibi, Ehl-i Beyt
İmamlarından aktarılan bazı rivayetlerin zahiri bu çıkarsamayı
pekiİşmam'tirici mahiyettedir. ın: "...Yüce Allah'ın gayb perdelerinin
gerisindeki meselelere girmekten müstağni kıldığı kimselerdir..." ifadesi, cümlenin
başındaki "inne=şüphesiz" edatının haberi konumundadır. Bu ifade,
muhatabı, ilimde derinleşenlerin yolunu izlemeye teşvik etmeye
dönüktür. Bilmezliğini, kavrayamadığı meseleler karşısında
aczini itiraf etmeye teşvik etmektir ki böylece muhatap onlardan
biri olsun. Bu da gösteriyor ki, Emir-ül Mü'min'in "ilimde derinleşenleri"
"bildiklerine göre hareket eden ve bilmediklerinin de peşine
düşmeyen kimseler" şeklinde açıklamıştır.
Hz. Ali'nin sözleri arasında geçen "gayb perdelerinin gerisindeki
meseleler"den maksat, müteşabih ifadelerle kastedilen, ama
halkın genelinin anlayışına açık olmayan anlamlardır. Bu yüzden
Hz. Ali, maksadını ikinci bir cümle ile açıklama gereğini duymuştur:
"Tefsirini bilmedikleri hususları topluca kabul etmişler" Dikkat
edilirse İmam, "tevilini bilmedikleri hususları" demiyor. Bu inceliğe
dikkat ediniz.
el-Kâfi de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
Bizler (Ehl-i Beyt) ilimde derinleşenleriz (rasihun) ve biz onun tevilini
biliriz. (c.1, s.213, h:1)
Ben derim ki: Bu rivayetten algıladığımız kadarıyla, ayette geçen
"ilimde derinleşenler" ifadesi, "Onun tevilini Allah'tan başkası
bilmez" ifadesine atfedilmiş olarak algılandığını gösterir. Ancak
yaptığımız açıklamalardan ve sunduğumuz rivayetten bu görüntü
ortadan kalkıyor. Bu rivayette geçen tevil kavramı ile, müteşabih
ifadesinin anlamının kastedilmiş olması büsbütün uzak bir ihtimal
değildir. Çünkü tevil kavramının müteşabihin tefsir edilmesi ile
eşit olan bu anlamda kullanılması İslam'ın ilk dönemlerinde yay-
gın bir kullanımdı.
"Bizler ilimde derinleşenleriz." sözüne gelince, Tefsir-ul
Ayyâşî'-de İmam Sadık'ın (a.s): "İlimde derinleşenler, Hz. Muhammed'in
Ehl-i Beyti'dir." dediği belirtilmiştir. Bu ifade başka rivayetlerde
de yer alır. Bu konuyla ilgili bütün rivayetler uyarlama ve örtüşme
kapsamında algılanmak durumundadırlar. Bundan önce
aktardığımız ve bundan sonra yer vereceğimiz rivayetler bunun
tanığıdır.
el-Kâfi'de Hişam b. Hakem'in şöyle dediği rivayet edilir: İmam
Ebu'l-Hasan Musa Kâzım (a.s) bana dedi ki: "...Ey Hişam; yüce Allah
bize salihlerden meydana gelen bir kavmin şu sözlerini aktarıyor:
"Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma
ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, sen en çok
bağışta bulunansın." Onlar biliyorlardı ki, kalpler kayar ve eski
körlüğüne, aşağılık hayatına geri döner. Aklı Allah tarafından alıkonulmayan
ve engellenmeyen [koruma altına alınmayan) insan
Allah'tan korkmaz. Aklı Allah tarafından alıkonulmayan ve zincire
vurulmayan [Allah'ın koruması altına alınmayan] insanın kalbi ona
bakacağı ve gerçeğini kalbinde bulacağı değişmez bir bilgi üzerin
de sebat göstermez ve bir insanın fiilleri sözlerini doğrulamadığı,
açığı ile gizlisi uyuşmadığı sürece böyle bir düzeye ulaşamaz.
Çünkü yüce Allah, akılda gizli olan şeyler için kanıt olarak sergilenen
tavırları ve söylenen sözleri gösterir." (c.1, s.14, h:12)
Ben derim ki: "Aklı Allah tarafından alıkonulmayan ve engellenmeyen
[koruma altına alınmayan] insan Allah'tan korkmaz."
ifadesi şu ayetin anlamını çağrıştırır: "Kulları içinde Allah'tan ancak
bilenler korkar" (Fatır, 28) "Aklı Allah tarafından alıkonulmayan
ve zincire vurulmayan [Allah'ın koruması altına alınmayan]
insanın kalbi..." ifadesi ise, ilimde derinleşme kavramına ilişkin
çarpıcı ve en iyi bir açıklama niteliğindedir. Çünkü bir iş, üzerinde
gereği gibi düşünülüp tam anlamıyla kavranmadığı sürece, kendisiyle
ilgili ihtimallerin yolları kapanmış olmaz. Kalp böyle bir şeye
inanma ve onu tasdik etme noktasında sürekli bir kararsızlık içinde
bocalar. Ama insan gereği gibi düşünüp kalbi de onunla ilgili
tam bir sebata kavuşunca artık, heva menşeli başka bir şeyin peşine
düşmek suretiyle ona muhalefet etmek durumunda kalmaz.
Kalbinde olan, ancak bedensel organları tarafından sergilenen
şeyler olur. Söyledikleri, yaptıklarının aynısı olur. İmamın "...Bir
insanın fiilleri sözlerini... sürece, böyle bir düzeye ulaşamaz."
sözü, ilimde derinleşmenin belirtisine yönelik bir işarettir. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Cerir, İbn-i Ebi Hatem ve
Taberanî Enes'ten, Ebu Emame'den, Vaile b. Eskaf'tan ve Ebu
Derda'dan şöyle rivayet ederler: Peygamber efendimize (s.a.a)
ilimde derinleşenler hakkında bir soru soruldu. Peygamberimiz
cevap olarak buyurdu ki: "Yemini yalandan beri olan, dili doğru
söyleyen, kalbi istikamet üzere olan, karnını ve cinsel organını
haramdan ve iffetsizlikten koruyan kimsedir. İşte bunlar ilimde
derinleşmiş kimselerdendirler." (c.2, s.17)
Bu hadisi, bundan önceki hadisin anlamı yönünde yorumlamak
mümkündür.
el-Kafi'de İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İlimde
derinleşen kimseler, bilgileri hakkında ihtilafa düşmeyen kimselerdir."
(c.1, s.245)
Ben derim ki: Bu ifade ayetin anlamıyla uyuşmaktadır. Çünkü
ayetlerin akışı içinde ilimde derinleşenlerin oluşturduğu tabloya
karşılık kalplerinde kayma olanların oluşturduğu bir karşı tablo
sergileniyor, Bu da gösteriyor ki, ilimde derinleşmek, ilim sahibinin
bilgisi hakkında ihtilafa düşmemesi, kuşkulanmamasıdır.
ed-Dürr-ül Mensûr'da İbn-i Ebi Şeybe, Ahmed, Tirmizî, İbn-i
Cerir, Taberanî ve İbn-i Mürdeveyh Ümmü Seleme'den şöyle rivayet
ederler: Resulullah şu duayı çokça yapardı: "Allah'ım! Ey kalpleri
döndüren, kalbimi dinin üzerinde sabit kıl." Dedim ki: "Ya
Resulullah, kalpler de dönerler mi?" Buyurdu ki: "Evet, Ademoğulları
içinde yüce Allah'ın yarattığı hiç bir insan yoktur ki, kalbi, Allah'ın
parmaklarından ikisinin arasında olmasın. Eğer dilerse o
kalbi sabit kılar, dilerse kaydırır." (c.2, s.8)
Ben derim ki: Aynı anlamı destekleyen bir çok rivayet farklı
kanallarla, Cabir, Nuvas b. Şem'an, Abdullah b. Ömer ve Ebu
Hureyre gibi bir çok sahabiden de aktarılmıştır. Bu konuda en
meşhur olanı, Nuvas'tan nakledilen hadiste yer alan husustur: "A-
demoğlunun kalbi, Rahman'ın parmaklarından iki tanesi arasındadır."
Zannedersem Şerif Razi "el-Mecazat-un Nebeviye" de bu
hadisi aynı lafızlarla rivayet etmiştir.
Hz. Ali'ye (a.s): "Sizin yanınızda vahiyden herhangi bir şey var
mı?" diye sorulur. O şu cevabı verir: "Hayır. Taneyi yaran ve canlıları
yaratan Allah'a andolsun ki, Allah'ın bir kula kitabı anlamayı
bahşetmesinden başka bir şey söz konusu değildir." (es-Safi Tefsiri, c.1, s.19)
Ben derim ki: Bu çok değerli, önemli mesajlar içeren bir hadistir.
En azından şu anlamı içermektedir: Hz. Ali'nin ilim makamından
kaynaklanan ve bizlere aktarılan o akılara durgunluk veren
olağanüstü gerçekler, Kur'an-ı Kerim'den alınmışlardır.
el-Kafi'de, İmam Sadık'ın babasından, o da atalarından (hepsine
selam olsun) şöyle rivayet ettiği belirtilir: Resulullah efendimiz
(s.a.a) buyurdu ki: "Ey insanlar, sizler sükunet yurdundasınız
ve yolculuğa çıkmak üzeresiniz. Yolculuğunuz da alabildiğine hızlı
gerçekleşmek durumundadır. Gecenin, gündüzün, güneşin ve ayın
her yeniyi eskittiklerini, her uzağı yakınlaştırdıklarını, her
vadedileni getirdiklerini gördünüz. Şu halde uzak mesafeleri
katetmek durumunda olduğunuz bu yolculuğa azık hazırlayın." Ravi der ki: Bunun üzerine Mikdat b. Esved kalktı ve şöyle dedi:
"Ya Resulullah, sükunet yurdu nedir?" Buyurdu ki: "Kavuşma
(onunla maksada varma) ve ayrılma yurdu demektir. Koyu karanlık
bir gecenin çökmesi gibi fitneler üzerinize üşüşünce, Kur'an'a
sarılın. O şefaati kabul edilen bir şefaatçi ve şikayeti onaylanan bir
şikayetçidir. Onu izleyeni cennete götürür. Onu ardına atanı cehenneme
sevkeder. O en hayırlı yolu gösteren bir rehberdir. İçinde
ayrıntılı açıklama, beyan ve hakla batılı ayırdedecek şeyler bulunan
bir kitaptır. O hak ile batılı kesin olarak birbirinden ayırır, kesinlikle
şaka değildir. Bir zahir bir de batın anlamı vardır. Zahiri,
hüküm; batını ise ilimdir. Zahiri göz kamaştırıcı güzelliğe sahiptir,
batını ise derindir. Sınırları vardır ve sınırlarının da sınırları. Olağanüstülüklerini
saymak mümkün değildir. Akıllara durgunluk veren
garip ifadeleri eskimek nedir bilmez. Onda hidayet lambaları vardır.
Hikmet ışığını saçan fenerler. Sıfatı bilenlere marifeti gösterir.
Basiret gözü olan kimse, gözlerini iyice açsın, bakışını sıfata
ulaştırsın. Ki helak olmaktan kurtulur ve çaresi bulunmayan şeylere
düşmekten sıyrılır. Hiç kuşkusuz düşünme, basiretli kimsenin
kalbinin hayatıdır. Tıpkı elinde aydınlatıcı bir fener bulunan bir
kimsenin karanlıklarda rahatlıkla yürüyebilmesi gibi. Şu halde
ihlas ve samimiyetten en güzel düzeye ulaşın ve fazla bir beklentiniz
olmasın." (c.2, s.598, h:2)
Aynı rivayet, Tefsir-ul Ayyâşî'de "Basiret gözü olan gözlerini iyice
açsın..." ifadesine kadar yer alır.
Yine el-Kafi'de ve Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle
dediği rivayet edilir: Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Kur'an sapıklıktan
çıkaran bir yol göstericidir. Körlükten uzaklaştıran bir
açıklamadır. Sürçmeleri telafi edendir. Karanlıktan çıkaran nurdur.
Çıkarılan bidatlerde uyulacak ışıktır. Helak olmaktan koruyucudur.
Sapıklıktan rüşde (olgunluğa) ulaştırandır. Fitneler zamanında yol
gösterici açıklama işlevini görür. İnsanları dünyadan ahirete götürür.
Dininizin kemali ondadır. Kur'an'dan sapan bir kimsenin yolu
kesinlikle ateşe doğru gider." (el-Kâfi, c.2, s.600, h:8; Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.5, h:8)
Bu anlamı destekleyen bir çok rivayet, gerek Resulullah'tan
(s.a.a) ve gerekse Ehl-i Beyt İmamlarından (hepsine selam olsun)
aktarılmıştır.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Fudayl b. Yesar'ın şöyle dediği rivayet edilir:
İmam Bâkır'dan (a.s) "Kur'an'da hiç bir ayet yoktur ki, bir zahiri bir
de batını anlamı olmasın. Kur'an'da hiç bir harf yoktur ki, bir sınırı
olmasın ve her sınırın da bir başlangıcı bulunmasın." rivayetini
sordum ve dedim ki: "Zahir ve batın ne anlama gelir?" Buyurdu ki:
"Kur'an'ın zahiri indirilişidir. Batını da tevilidir. Bunların bir kısmı
geçmişte yaşanmıştır. Bir kısmı da henüz gerçekleşmemiştir.
Kur'an güneş ve ay gibi akıp gider. Anlamlarından birinin zamanı
gelince, hemen gerçekleşir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Onun tevilini Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başkası
bilmez." Biz (Ehl-i Beyt İmamları) onun tevilini biliriz." Ben derim ki: Bu rivayetin kapsamında Fudayl kanalıyla aktarılan
rivayet, Ehl-i Sünnet'in Peygamber Efendimizden (s.a.a) an-
lam itibariyle aynı olan, ancak değişik lafızlarla aktardıkları rivayettir.
Nitekim es-Safi Tefsiri'nde Ehl-i Sünnet kanalıyla Peygamberimizin
(s.a.a) şöyle bir hadisine yer verilir: "Hiç şüphesiz Kur'an'ın
zahiri, batını, sınırı ve başlangıcı vardır." Yine aynı eserde Peygamber
Efendimiz'den (s.a.a) şu rivayet aktarılıyor: "Kur'an'ın bir zahiri,
bir de batını vardır. Batının da yediye kadar batını vardır."
İmamın, "Bunların bir kısmı geçmişte yaşanmıştır. Bir kısmı
da henüz gerçekleşmemiştir." sözündeki zamir görünürde
Kur'an'a dönüktür. Bu değerlendirmede Kur'an'ın hem indiriliş,
hem de tevili temsil ettiği esas alınır. O halde "Kur'an güneş ve ay
gibi akıp gider" ifadesi hem indirilişi, hem de tevili kapsar. Bu ifadenin
indirilişle ilgili içeriği, sözün nesnel karşılığı ile uyuşması
anlamında demek olan ve rivayetlerde bir terim haline gelen
cery=uyarlamayla bağdaşmaktadır. "Ey iman edenler, Allah'tan
korkup sakının ve doğrularla beraber olunuz." ayetinin, ayetin iniş
zamanından sonraki asırlardaki tüm mü'min gruplara uyarlanması
gibi. Bu da ayetlerin anlamları ile nesnel karşılıkları arasında
uyarlama gerçekleştirmenin bir örneğidir. Cihad ayetlerinin nefisle
cihada uyarlanmaları da buna bir örnektir. Yine münafıklarla ilgili
ayetlerin mü'minlerin içindeki fasık gruplara uyarlanması da bu
kategoriye girer. Bu son uyarlama, öncekine göre daha inceliklidir.
Yine önceki uyarlamada söz konusu edilen ayetlerin ve
günahkarlarla ilgili ayetlerin kendilerini denetim altında tutan,
zikreden, huzur ehli, Allah'ın zikri bağlamında kendilerini kusurlu
hisseden, bu konuda ihmalkârlık gösteren kimselere uyarlanması
da bunun bir başka örneğidir. Bu uyarlama öncekine göre çok
daha incelikli bir uyarlama türüdür. Rablığın gereklerini yerine
getirmede kusur işlemelerine de bu ayetlerin uyarlanması söz
konusu olabilir, ki bu da önceki tüm örneklerden çok daha
incelikli bir uyarlama olarak çıkıyor karşımıza.
Buradan hareketle öncelikle şunu anlıyoruz: Kur'an'ın içerdiği
anlamların dereceleri vardır ve bunlar muhatapların durumuna
göre kastedilmişlerdir. Bazı araştırmacılar, iman dereceleri ve velayet
makamları hakkında Kur'an'ın içerdiği anlamlardan bazı
açıklamalarda bulunmuşlardır ki, bunlar arasında bizim yaptığımız
açıklamalardan çok daha dakik ve ince bilgiler içerenler vardır.
İkinci olarak da: Zahirlik ve batınlık göreceli şeylerdir. Her zahir
olan, kendi zahirine göre batındır. Aynı durum tersi için de geçerlidir.
Aşağıdaki rivayet bu noktaya temas etmektedir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Cabir'in şöyle dediği rivayet edilir:
Kur'an'dan bir ifadenin tefsiri hakkında İmam Bâkır'a (a.s) bir soru
sordum. O, bana cevap verdi. Sonra aynı ayetle ilgili olarak ikinci
kez soru sordum, ancak farklı cevap verdi. Bunun üzerine dedim
ki: "Sana feda olayım. Bu soruya, bir gün önce başka bir cevap
vermiştiniz." Buyurdu ki: "Ey Cabir! Hiç şüphesiz Kur'an'ın bir batını
vardır. Batının da batını vardır. Bir de zahiri vardır; zahirin de zahiri
vardır. Ey Cabir, insanların aklına Kur'an tefsirinden daha uzak bir
şey yoktur. Bir ayetin başı, bir şeyle, ortası başka bir şeyle, sonu da
diğer bir şeyle ilgili olabilir. Birkaç yöne dönebilen (işaret edilebilen)
ama (başı, ortası ve sonu) bütünlük arzeden, bitişik bir sözdür."
(c.1, s.12, h:8)
Yine aynı eserde İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Eğer Kur'an'daki bir kavme hitaben inen herhangi bir ayet o
kavmin ölümü ile birlikte ölse (yâni ayetin anlamı ve hükmü de
ortadan kalkacak olsa), Kur'an'dan geriye bir şey kalmazdı. Ancak
gökler ve yer durdukça, Kur'an'ın başı sonuna doğru akacaktır. Her
kavim için hayır veya şer olmak üzere okudukları ve kapsamı ala-
nında oldukları bir ayet vardır." (c.1, s.10, h.7).
Meâni'l Ahbar adlı eserde Hamran b. A'yan'ın şöyle dediği rivayet
edilir. İmam Bâkır'dan (a.s) Kur'an'ın zahiri ve batını hakkında
bir soru sordum. Buyurdu ki: "Zahiri, üzerine vahiy inen ilk topluluktur.
Batını ise, onların yaptıklarını yapan kimsedir. İlkler hakkında
inenler, bunlar için de geçerlidir." (s.259, h:1)
es-Safi Tefsiri'nde Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Hiç bir ayet yoktur ki, dört anlam içermesin: Zahir, batın, sınır ve
başlangıç. Zahir okuma ve tilavettir. Batın anlamadır. Sınır helal ve
haramla ilgili hükümlerdir. Başlangıç ise, bu ayetle yüce Allah'ın
kullarından istediğidir. Allah'ın muradıdır." (c.1, s.18)
Ben derim ki: Okumadan maksat, lafzın nesnel karşılığının
zahiridir. Bunun kanıtı Hz. Ali'nin onu anlam kategorisinde değerlendirmiş
olmasıdır. Şu halde Hz. Ali'nin batını açıklarken kullandığı
"anlama" ifadesinden maksat, anlamın zahirinin altındaki
batındır. Yine Onun "Helal ve haramlara ilişkin hükümler" ifadesinden
maksat, Kur'an anlamının en üst noktası olan başlangıç
düzeyine karşılık ilk ya da orta mertebelerde algılanan Kur'anî
bilgilerin zahirleridir. Veyahut bilindiği gibi sınır ve başlangıç ta
görecelidir. Nitekim daha önce, batın ve zahirin de göreceli olduğunu
belirmiştik. Şu halde her yüksek mertebe, daha aşağı bir
mertebeye göre başlangıç konumundadır.
İmamın sözlerinin orijinalinde geçen ve başlangıç anlamında
kullandığımız kelime ya "muttala" şeklinde "ittila" mastarından
ism-i mekan olarak algılanır ya da "metla" şeklinde "tulu" mastarının
ism-i mekanı olarak kabul edilir. Hz. Ali'nin de işaret ettiği
gibi, o, yüce Allah'ın kulundan istediği şeydir, yâni murad-ı ilahidir.
Peygamberimizden rivayet edilen meşhur bir hadiste bu dört
hususa şu şekilde temas edilmiştir: "Kur'an yedi harf üzerinde
nazil olmuştur. Kur'an'da ki her ayetin, zahiri ve batını vardır. Ve
her sınırın bir başlangıcı vardır." Diğer bir rivayette ise şöyle bir
ifade kullanılmıştır: "Her biri için bir sınır ve bir başlangıç vardır." İki rivayetten birinde geçen: "Her sınırın bir başlangıcı vardır"
ifadesi ile kastedilen anlam şudur: Gerek zahir ve gerekse batının
her biri, birer sınır konumundadır ve bunlardan üste yeralan başlangıç
noktası mevcuttur. Öteki rivayette yer alan şu ifadenin de
söz konusu değerlendirmeye dönük olduğunu söylemek mümkündür:
"Her biri için bir sınır ve başlangıç vardır." Bu durumda elde ettiğimiz anlam şu olur: Her birinin bir sınırı
vardır ve bu sınır kendisidir. Bir de başlangıç vardır; bu başlangıçta
sınırın ulaştığı son noktadır. Bu nokta da tevile yönelik bir üst
düzeyde anlam olur. Ama bu değerlendirme görünürde Hz. Ali'den (a.s) nakledilen şu rivayetle örtüşmüyor: "Kur'an'ın hiç bir ayeti
yoktur ki, dört anlam içermesin..." Ancak rivayetten şöyle bir an-
lam kastedilmiş olabilir: Anlamının dört değişik algılanışı vardır ve
bunların bir kısmı bir kısmı ile örtüşebilir de. Böyle bir anlam kastedilmiş
olursa, artık, örtüşmeme söz konusu olamaz.
Bu durumda Hz. Ali'nin (a.s) işaret ettiği bu dört anlamla ilgili
olarak elde edilen sonuç şudur: Zahirden maksat, ayetin hemen
ilk anda algılanan zahiri anlamıdır. Batın ise, zahirin altındaki anlamdır.
Batıni anlamlar bir veya birden fazla olabilirler. Yakın yada
aralarında aracı olacak şekilde uzak da olabilirler. Sınır ise, anlamın
kendisidir. Bunun zahir veya batın olması fark etmez. Başlangıç
ise, sınırın ondan doğduğu anlamdır. Bu aynı zamanda bitişik
olduğu batınıdır da. Bu açıklama üzerinde iyice düşünün.
Şii ve sünni kanallardan Peygamber efendimizden şöyle bir
hadis rivayet edilir: "Kur'an yedi harf üzerinde nazil olmuştur." Ben derim ki: Bu hadis gerçi, bazı sözel farklılıklarla rivayet
edilmiştir; ancak içerik açısından müstafiz haddine ulaşmıştır ve
bu hususla ilgili olarak nakledilen rivayetlerin tümünün anlamı
birbirine yakındır. Bu hadisleri hem Sünniler, hem de Şiiler nakletmişlerdir.
Bu arada hadisin anlamı üzerinde büyük ihtilaflar baş
göstermiştir. Bu konuda neredeyse kırka yakın görüş ileri sürülmüştür.
Bu arada işimizi kolaylaştıran bir husus da bu yedi harfin
hangi anlamda kullanıldığına ilişkin haberlerin aktarılmış olmasıdır.
Biz de onlara dayanarak açıklamalarda bulunacağız.
Bazı rivayetlerde: "Kur'an yedi harf üzere inmiştir. Bunlar emir,
nehiy teşvik, tehdit, tartışma, kıssa ve örnektir." deniliyor. Diğer
bazısında ise, şöyle deniyor: "Bunlar; nehiy, emir, helal, haram,
muhkem, müteşabih ve örneklerdir."
Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce Allah Kur'an'ı yedi
kısım üzerinde indirdi. Bu kısımların her biri yeterli ve şifa vericidir.
Bunlar; emir, nehiy, teşvik, tehdit (ürkütme), tartışma, örnek ve
kıssadır." (es-Safi Tefsiri, c.1, s.39)
Böylece Kur'an'ın yedi harf üzerinde inmesi hususu, yedi hitap
kısmına ve açıklama türüne hamledilmesi gerekir. Dolayısıyla
bunlar, Allah'a ve dosdoğru yola davet etmek bakımından bir ama
tarz olarak yedi kısma ayrılırlar. Bu rivayetten yola çıkarak ilahi
bilgilerin temel prensiplerinin örneklerle sınırlı olduğu hususu an-
laşılmış olur. Çünkü geride kalanlarla bu prensipleri, ancak belli
bir zorlama ve mecaz nitelikli kullanımla bağdaştırabiliriz.
(Kendi Görüşüne Göre Kur'an'ı Tefsir Etmek ve Ayetlerin Bir
Kısmını Bir Kısmıyla Vurmak) es-Safi adlı tefsirde, Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Kur'an'ı kişisel görüşü doğrultusunda tefsir eden
kimse, ateşteki oturağına şimdiden hazırlansın." (c.1, s.21)
Bu anlamı içeren bir çok hadis, sünni ve şii kanallarca rivayet
edilmiştir. Yine aynı anlamı destekleyen başka hadisler de
Peygamberimizden (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamlarından (hepsine
selam olsun) rivayet edilmiştir.
"Münyet-ül Mürid" adlı eserde Peygamberimizden (s.a.a) şöyle
rivayet edilir: "Kur'an hakkında herhangi bir bilgiye dayanmadan
konuşan kimse, ateşten oturağına şimdiden hazırlansın." (s.191) Bu hadisi Ebu Davud Sünen'inde rivayet etmiştir.
Yine Münyet-ül Mürid adlı eserde Peygamberimizden (s.a.a)
şöyle rivayet edilir: "Kur'an hakkında bir bilgiye dayanmaksızın
konuşan kimse, kıyamet günü, ağzına ateşten bir gem vurulmuş
halde haşir meydanına getirilir." (s.191)
Aynı eserde yer alan bir diğer rivayette Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu belirtilir: "Bir kimse Kur'an hakkında kişisel
görüşüne dayanarak konuşsa, isabet etse bile hata yapmış
olur." (s. 191)
Bu hadisi Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî de rivayet etmiştir. (Sünen-
i Ebi Davud, c.3, s. 320, h: 3652. Tirmizî, c.5, s.200, h: 2952)
Aynı eserde Peygamberimizin (s.a.a) şu sözü rivayet edilir:
"Benden sonra ümmetim hakkında en çok endişelendiğim husus,
bir adamın gelip Kur'an'ı incelemesi ve Kur'an ifadelerini kastedilmeyen
anlamlara yorumlamaya kalkışmasıdır." (s. 191)
Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Basir kanalıyla İmam Sadık'ın (a.s) şöyle
buyurduğu rivayet edilir: "Kur'an'ı kişisel görüşü doğrultusunda
tefsir eden kimse isabet etse, bundan dolayı ödüllendirilmez. Eğer
yanılsa, o gökten daha uzakta yer alır. (Allah'ın dergahına bir o
kadar mesafe uzaklıkta yer alır.)" (c.2, s.17, h:4)
Yine aynı eserde Yakub b. Yezid'in Yasir kanalıyla rivayet ettiğine
göre İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kitabı hakkında
kişisel görüşü esas alan bir tavır içinde olmak küfürdür." (c.1, s.18, h:6)
Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen daha başka hadisler de
Uyûn-u Ahbar-ir Rıza'da, Şeyh Saduk'un Hisal'ında ve Tefsir-ul
Ayyâşî gibi kaynaklarda rivayet edilmiştir.
Peygamber'in (s.a.a) "Kur'an-ı kişisel görüşü doğrultusunda
tefsir eden..." sözünün anlamına gelince: Kişisel görüş olarak anlamlandırdığımız
"rey" içtihad sonucu oluşan kanaat, inanç demektir.
Bu kelime bazen hava ve istihsandan [şer'i delillerden birine
dayanmaksızın sırf ilk bakışta güzel görünmeden] kaynaklanan
konuşma için de kullanılmıştır. Hangisi olursa olsun, Peygamberimiz:
"Kişisel görüşü doğrultusunda..." sözünü kullanırken bunu
bir zamire izafe ederek (bire'yihi) kullanmasından anlaşılıyor ki,
maksat, Kur'an'ın tefsiri bağlamında mutlak olarak içtihadı yasaklamak
değildir. Eğer böyle olsaydı, hadis ehlinin savunduğu gibi,
bu yasaklamanın bir gereği olarak tefsir bağlamında sadece Peygamberimizin
ve Ehl-i Beyt İmamlarının sözlerini ve rivayetlerini
esas almak gerekirdi. Ayrıca, böyle bir yaklaşım, Kur'an'ın apaçık
Arapça bir lisan ile inmiş olmasına ve insanların bu ayetler üzerinde
durup düşünmeleri gerektiğini ifade eden bir çok Kur'an ayetiyle
çelişmektedir. Yine insanların Kur'an'a başvurmaları ve rivayetleri
Kur'an'a sunmaları ve onunla test etmeleri gerektiğini ifade
eden bir çok rivayetle de çelişmektedir.
Daha doğrusu "Kişisel görüşü..." ifadesindeki izafet, özgü olmayı,
tekliği ve bağımsızlığı ifade eder. Bir tefsircinin Kur'an'ı tefsir
ederken sadece Arap dilini anlama bağlamında kendine özgü
sebebleri dayanak olarak alması, dolayısıyla Allah'ın sözünü, insanların
sözleriyle kıyaslaması yâni. Sözgelimi, herhangi bir insan
tarafından sarf edilmiş bir söz bize ulaşırsa, hiç beklemeksizin o
sözü, insanların maksatlarını anlamada kullanılan genel geçer
kuralları esas alarak değerlendiririz ve bu kurallar doğrultusunda
bir yargıya varırız ve deriz ki: "Adam, bu sözleriyle şu hususu anlatmak
istemiştir." Nitekim bu yöntemleri, yargılar, itiraflar, şahitlikler
hususunda uygular ve onları geçerli biliriz. Bütün bunların
nedeni, sözel açıklamalarımızın dil açısından bildiğimiz kurallara
dayanıyor olması ve sözcüklerin gerçek ya da mecazi karşılıklarını
öteden beri biliyor olmamızdır.
Daha önceki açıklamalarda da vurguladığımız gibi,
Kur'an'daki açıklamalar bu tür yöntem üzere seyretmezler. Tam
tersine, Kur'an ifadeleri birbiriyle bağlantılı sözlerden oluşur, ama
aynı zamanda birbirinden ayrıdırlar da. Hz. Ali'nin de (a.s) belirttiği
gibi, bazısı, diğer bazısının desteğiyle kendini ifade eder. Bazısı,
diğer bazısına tanıklık eder. Dolayısıyla konuyla ilgili bütün ayetler
iyice incelenmeden, üzerinde düşünülmeden, salt sözcüklerin gerçek
anlamlarını ortaya çıkarmaya ilişkin bilimlerin kurallarına dayanarak,
bu kuralları işleterek bir ayetten algılanan anlamla kastedilen
anlama varıldığını söylemek doğru olmaz. Nitekim bir ayette
bu hususa şu ifadelerle işaret edilmiştir: "Onlar hala Kur'an'ı
iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından
olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şeyler bulurlardı."
(Nisâ, 82) Bu hususta özet de olsa Kur'an'ın olağan üstünlüğü
vb. konuları işlerken bazı açıklamalarda bulunmuştuk.
Şu halde yasak konusu olan kişisel görüşle tefsir yapmak,
anlamları ortaya çıkarma yöntemiyle ilgilidir, anlaşılmaya çalışılan
şeyle ilgili değildir. Diğer bir ifadeyle, Peygamberimiz (s.a.a), yüce
Allah'ın sözünün, insanların sözleri için kullanılan yöntemle anla
şılmasını yasaklamıştır. Öyle ki, bu yöntem doğru ve reel bir sonuç
elde etse bile, Allah'ın kelamı bağlamında esas alınmamalıdır.
Bu çıkarsamamızın kanıtı, Peygamberimizden rivayet edilen
bir diğer hadistir: "Kur'an hakkında kişisel görüşü doğrultusunda
konuşan kimse, isabet etse de yanılmış olur." İsabet etme varsayımına
rağmen bir şey hakkında yanlış hükmünü verme, ancak
yöntemdeki yanlışlıktan dolayı olabilir. Tefsir-ul Ayyâşî'de yer alan
rivayette geçen: "Eğer isabet etse, bundan dolayı ödüllendirilmez"
ifadesi de bunu ortaya koymaktadır.
Peygamber efendimizin zamanındaki uygulama da bu değerlendirmemizi
pekiştirir niteliktedir. Çünkü Kur'an henüz bir araya
getirilmemişti, bir takım sure ve ayetler dağınık halde insanların
ellerinde bulunuyordu. Dolayısıyla, parça parça tefsir yapmak,
maksadın aksine bir sonuca varma tehlikesi doğuruyordu.
Bu açıklamalardan çıkan sonuç şudur: Yasaklanan husus,
Kur'an'ı tefsir ederken tek başına ve bağımsız olarak hareket etmektir.
Müfessirin sadece kendi görüşüne dayanması ve başka
şeyleri dikkate almamasıdır. Buna göre, başkalarına başvurarak
onlardan yardım almak zorunludur. Bu başkası da zorunlu olarak
ya Kur'an'dır ya da sünnettir. Bu başkasının sünnet olması
Kur'an'la çelişir. Çünkü bizzat sünnet Kur'an'a başvurmayı ve rivayetleri
Kur'an'la test etmeyi emretmektedir. Dolayısıyla başvuru
kaynağı, tefsir için yardım alınacak merci olarak Kur'an'ın kendisinden
başka bir şey kalmıyor.
Bundan hareketle, kişisel görüşle tefsir yapma ifadesine
ilişkin açıklamaların durumu da anlaşılıyor. Bu ifadenin anlamı ile
ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
1- Bu ifade ile kastedilen, tefsir için gerekli olan bilgiler
olmaksızın tefsir yapmaya kalkışmaktır. Bu bilgiler de Suyuti'nin
el-İtkan adlı eserinde belirttiği gibi on beş temel ilimdir: Dil (lügat),
nahiv, sarf, iştikak (etimoloji, kelimelerin türemesiyle ilgili ilim
dalı), maani, beyan, bedi, kıraat, din usulü, fıkıh usulü, nüzul se
bebi, Kıssalar, nasih, mensuh, fıkıh, mücmel ve müphem ifadeleri
açıklayan hadisler, vehbî (Allah vergisi) ilim. Bu sonuncusu ile,
Peygamberimizin şu hadisinde işaret edilen hususa göndermede
bulunulmuştur: "Kim bildikleriyle amel ederse, Allah ona bilmediklerini
öğretir." (c.2, s.180)
2- Bu ifadeyle kastedilen, anlamını yüce Allah'tan başka kimsenin
bilmediği müteşabih ifadeleri tefsir etmektir.
3- Batıl bir mezhebin görüşlerini desteklemeye dönük tefsirdir.
Mezhebin baz alınarak, tefsirin bu doğrultuda yapılması ve
mümkün olan her türlü yola baş vurularak mezhebin öngördüğü
sonuca varılması. Zayıf bile olsa, mezhebin görüşünü kanıtlamayı
amaç edinmek ve tefsiri bu amaç için kullanmak.
4- Hiç bir kanıta dayanmaksızın Allah'ın bu ifadeyle kastettiği
budur, diye kesin bir tefsirde bulunmak.
5-İstihsan (şer'i delillere dayanmaksızın sırf ilk bakışta güzel
görüneni benimsemek), heva ve heves üzerine bir tefsir yapmak. Suyuti'nin el-İtkan adlı eserinde değindiğine göre bu beş maddeyi
İbn-i Nakib aktarmıştır. (c.2, s.183) Diğer bazı görüşler de vardır.
Şimdi de onları buraya alıyoruz.
6- Bu ifadeyle kastedilen husus şudur: Kur'an'da yer alan içinden
çıkılmaz, problem ifadeler hakkında sahabe gibi ilk kuşak
Müslümanların değinmedikleri türden şeyler söylemek. Böyle
yapmak, insanı Allah'ın gazabı ile karşı karşıya bırakır.
7- Kur'an hakkında, hak olarak bilinen açıklamaların tersi
yönde açıklamalarda bulunmak. Bu iki görüşü İbn-i Enbarî
nakletmiştir.
8- Kur'an hakkında bilgisizce ve kesin bir kanıt olmaksızın
konuşmak. İster gerçeğin bunun tam aksi olduğu bilinsin, ister
bilinmesin fark etmez.
9- Bu ifadeyle kastedilen, Kur'an'ın zahirini esas alan bir tavır
içinde olmaktır. Bu yorumu savunanlara göre, Kur'an'ın delalet
ettiği zahiri bir anlamı yoktur. Tam tersine, bir ayet hakkında masumdan
gelen nassa göre hareket edilir. Böyle olunca da, bu, ayeti
tefsir etmek değil, nassa tabi olmak olarak nitelendirilir. Bunlara
göre tefsir, masumun yetkisinde olan işler kapsamına girer.
10- Burada kastedilen Kur'an'ın zahirine göre hareket etmektir.
Bu görüşü savunanlara göre, Kur'an'ın herhangi bir zahiri an-
lamı vardır, ama bunu biz anlayamayız. Tersine, ayeti tefsir çerçevesinde
masumdan gelen nassa tabi olmamız gerekmektedir.
Bu on değişik yaklaşımın, bazısını, diğer bazısıyla birleştirmek
mümkün olmakla beraber, kanıttan yoksundurlar. Hatta bunların
içindeki bir kısım, kesin olarak batıldır ya da yaptığımız açıklamalardan
hareketle batıl oldukları belirginleşir. Burada söz konusu
açıklamaları yeniden tekrarlamak suretiyle sözü uzatmak
istemiyoruz.
Kısacası, rivayetlerden ve "Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar
mı?..." (Nisâ, 82) "Ki onlar Kur'an'ı parça parça kıldılar." (Hicr, 91)
"Bizim ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar, bize gizli kalmazlar.
Öyleyse ateşin içine bırakılan mı daha hayırlıdır, yoksa
kıyamet günü güvenle gelen mi?" (Fussilet, 40) "Kelimeleri konuldukları
yerlerden saptırırlar." (Nisâ, 46) "Hakkında bilgin olmayan
şeyin ardına düşme." (İsrâ, 36) gibi, bu rivayetleri destekleyen ayetlerden
çıkan sonuca göre, bazı rivayetlerin değindikleri yasak, tefsir
yöntemiyle ilgilidir. Bir insanın yüce Allah'ın sözünü tefsir ederken
insanların sözlerinin anlaşılmasında esas alınan yöntemleri
baz alan bir yöntem içinde olması yâni.
Yüce Allah'ın sözleri ile insanların sözleri arasındaki farklılık,
sözcüklerin kullanım tarzından, cümle kuruluşundan, edebi sanatların
kullanılmasından kaynaklanan bir durum değildir. Tam tersine,
yüce Allah'ın sözleri de Arapça'dır ve Arap dilinde gözetilmesi
gereken kuralların tümü burada da gözetilmiştir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Biz hiç bir elçiyi, kendi kavminin dilinden
başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın." (İbrahim, 4)
"Bu açıkça Arapça olan bir dildir." (Nahl, 103) "Biz onu, belki aklınızı
kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık." (Zuhruf, 3)
Allah'ın sözü ile, insanların sözleri arasındaki fark, maksat ve
sözden anlaşılan anlamın uyarlandığı nesnel karşılık ile ilintilidir. Konuyu biraz daha açacak olursak: Varlığımız bedensel doğayla
bağlantılı olduğu ve biz de maddi bir dünyada ikamet edilmek
üzere yaratıldığımız için, her anlam için maddi bir karşılık bellemişiz.
Cisimlere ve cisimlerle ilgili tanımlara alışkınız. Bizim gibi bir
insanın, herhangi bir meseleyle ilgili sözlerini işittiğimiz ve bu sözlerin
anlamını algıladığımız zaman onu bizce bilinen nesnel karşılığa
ve ona egemen olan maddi düzene uyarlarız. Çünkü, bu sözlerin
bundan başka bir anlama işaret etmediğini biliriz. Bunun nedeni,
bu sözleri söyleyen insanın da bizim gibi olması ve ancak
bizim duyumsadığımız, bizim algıladığımız şeyleri duyumsaması,
algılamasıdır. Bu durumda anlamların nesnel karşılıklarına egemen
olan maddi düzen, anlayış ve mefhuma da egemen olur. Kimi
zaman bu sayede genelin özele, özelin de genele dönüştürüldüğünü
de görebiliyoruz. Ya da kavramın başka türlü yorumlandığı
da söz konusu olabiliyor. Biz buna, dilsel karineler dışındaki aklî
karinelerin devreye sokulması ile gerçekleştirilen yorumlama
diyoruz.
Buna şunu örnek verebiliriz: Egemenlik ve servet sahibi eşraftan
bir kimsenin: "Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda
olmasın" dediğini duyduğumuz zaman, sözün anlamsal boyutlarını
düşünür, teker teker kelimelerin anlamlarını etüt ederiz ve sözü
nesnel karşılığa uyarlama aşamasında şu yargıya varırız: Bu adamın
binaları vardır. Etrafı sağlam ve aşılmaz surlarla çevirili. Bir
çok şeyi içine alacak depoları vardır. Çünkü bir hazine edinmek
istediği zaman bir insan, böyle bir sistem kurar. Yine anlarız ki, bu
adam çok miktarda altın, gümüş, sikkeli para, ev eşyası, süs eşyası
ve silah gibi değerli şeyleri saklamaktadır. Çünkü bu saydığımız
şeyler, bizim açımızdan hazine olarak saklanabilen ve koru
ması mümkün olan şeylerdir. Yer, gök, kara, deniz, yıldız ve insan
gibi şeyler birer eşya olmakla beraber, hazine olarak saklanmaları
ve biriktirilmeleri mümkün değildir. Bundan dolayı, adamın sözleri
arasında geçen şey sözcüğünün, varlıklar aleminin sayılması
mümkün olmayan cüzlerinin bir kısmı anlamında kullanıldığını
anlarız. Yine "hazineler" sözcüğünün fakat az bir alan için kullanıldığını
anlarız. Dolayısıyla anlamların nesnel karşılıklarına egemen
olan maddi düzen söz konusu olur. Şöyle ki bir çok şey hazine olarak
biriktirilemez; ayrıca hazine olarak saklanan şeylerin sağlam
ve hırsızlığa, soyguna karşı korunabilen yerlerde tutulması gerekir.
Böylece, egemen olan maddi düzen, şey ve hazine gibi mutlak
ifadeler bazında ilginç bir sınırlandırma devreye sokmuş olur. Sonra bir de bakıyoruz ki, yüce Allah elçisine şöyle bir ayet indirmiş:
"Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın."
(Hicr, 21) Eğer zihnimiz ilkel algılama düzeyinden kurtulamamışsa,
bu sözü, herhangi bir insanın sözü gibi açıklarız. Oysa kesinlikle
buna ilişkin bir kanıt yoktur elimizde. İşte bu, bir bilgiye
dayanmaksızın algıladığımız anlama göre tefsir yapmamızın somut
bir örneğidir.
Eğer zihnimiz, bir ölçüde bu ilkel düzeyi aşmışsa ve yüce Allah'
ın kesinlikle mal biriktirmeyeceğini, hazine kurmayacağını kavramışsak,
özellikle de O'nun şu sözlerini işitmişsek: "O, ancak onu
belli bir miktarla indirir" (Hicr, 21) "Allah gökten rızık indirip ölümünden
sonra yeryüzünü diriltmesinde..." (Casiye, 5) hemen şu
yargıya varırız: Ayette geçen şeyden maksat, ekmek ve su gibi
rızıklardır. Bu rızkın indirilmesi ise, yağmurun indirilmesidir. Çünkü
gökten ancak yağmur indirildiğine tanık olmuşuz. Bu durumda,
her şeyin Allah katında hazinelerinin olması, sonra bunların belli
bir ölçüyle indirilmesi, yağmurun gökte saklanmasından ve gıda
maddelerinin elde edilmesine bir hazırlık olarak indirilmesinden
kinayedir, yargısına varırız. Bu da bir bilgiye dayanmaksızın, ayetleri
görüşümüze göre tefsir etmenin bir örneğidir. Çünkü böyle bir
değerlendirmede bulunmanın tek dayanağı, bizim gökten sadece
yağmurun indiğini bilmemizdir. Böyle bir durumda biz, bir şeyin
olmadığını biliyor değiliz, tam tersine bilgiden yoksunuz.
Bu düzeyin de üzerine çıkar, Kur'an hakkında bir bilgiye dayanmaksızın
konuşmaktan kaçınır, karşımızdaki ifadeyi eksiksiz
bir mutlaklıkla başbaşa bırakır ve: "Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri
bizim katımızda olmasın." ayetinin yaratılış meselesini ele aldığını
düşünürsek, insan, hayvan ve bitki gibi yaratılış yoluyla sürekli
yenilenen varlıkların gökten inmediklerini, yerde bir şekilde meydana
geldiklerini somut olarak gözlemlediğimiz için: "Hiç bir şey
yoktur ki hazineleri bizim katımızda olmasın." ayetinin, eşyanın,
varoluşu sürecinde yüce Allah'ın iradesine boyun eğişini kinayeli
olarak anlattığı yargısına varırız. Bu durumda ilahi iradeyi, yaratılan
varlıkların içinde depolandığı bir tür hazine gibi algılarız. Varlıklar,
ondan çıkıyor ve yüce Allah'ın dilemesi ile oradan iniyorlar.
Görüldüğü gibi bu da, ayetin bir bilgiye dayanmaksızın tefsir
edilmesine bir örnektir. Çünkü bizim, inmek kavramından anladığımız
ve onun dışında da başka bir şey bilmediğimiz hususla ilgili
olarak, Allah'ın katından hiç bir şeyin inmediğini görmemizden
başka bir dayanağımız yoktur.
Yüce Allah'ın Kur'an'da isimleri, sıfatları, fiilleri, melekleri,
kitapları, peygamberleri, kıyamet günü ve Bugünde meydana gelecek
olaylar hakkında yaptığı açıklamalar, bütün bunlara egemen
kıldığı yasalar, bunların işleyişine yön veren sistem hakkında verdiği
bilgiler üzerinde düşündüğün zaman, bir de bunların tefsiri
bağlamında söylediklerimiz ve ileri sürdüğümüz aklî kanıtlar ve
ipuçları üzerinde düşündüğün zaman, bütün bunların kişisel görüşe
dayanarak tefsir yapmak ve kelimeleri konuldukları yerlerden
tahrif etmenin örneği olduğunu anlarsın.
Muhkem ve müteşabih konusu ile ilgili beşinci bölümde şu
hususa dikkat çekmiştik: Kur'an'daki açıklamalar, ilahi bilgiler
açısından örnekler gibidirler veyahut örnekle örnek verilen şey
arasındaki ilişki gibi bir ilişki var aralarında. Bunlar, değişik ayetler
arasında bölünmüş bulunuyorlar, farklı biçimlerde açıklamalar
yapılmıştır ki, bazı ayetler açısından fark edilmeyecek bazı noktaların
diğer bazı ayetler aracılığıyla anlaşılması mümkün olsun. Bu
yüzden bazısı, bazısının tanığı konumundadır. Bir ayet diğer bir
ayetin açıklayıcısıdır. Aksi takdirde ilahi bilgiler, hakiki anlamlarının
bilinmesi itibariyle bir karışıklığa kurban gideceklerdi. Yukarıda
da açıkladığımız gibi, bir ayetin tefsiri noktasında, bir bilgiye
dayanmaksızın açıklama yapmaktan kurtulma mümkün olmayacaktı.
Buradan şunu anlıyoruz: Yukarıda da söylediğimiz gibi, kişisel
görüşle yapılan tefsir, bir bilgiye dayanmaksızın konuşma
durumundan soyutlanamaz. Yine yukarıda yer verdiğimiz hadis de
buna işaret etmektedir: "Kur'an hakkında herhangi bir bilgiye
dayanmaksızın konuşan kimse, şimdiden cehennemdeki oturağına
hazırlansın."
Dolayısıyla şu gerçekle karşı karşıya kalıyoruz: Kur'an hakkında
bir bilgiye dayanmaksızın konuşmak, ayetler arasında görünürde
bir çelişkinin yaşanmasına neden olmaktadır. Çünkü,
Kur'an ayetleri arasında mevcut bulunan manevi tertibi bozmuş
olur. Bu durum ayetin asıl bulunması gereken yerden uzaklaştırılmasını,
diğer bir ifadeyle kelimelerin yerlerinden tahrif edilmesini
doğurur. Bundan dolayı da kaçınılmaz olarak Kur'an'ın bir kısmının
veya büyük bir kısmının zahiri anlamlarından soyutlanarak tevil
edilmesi gerekecektir. Cebriye ekolüne mensup kimselerin insan
özgürlüğünü belirten ayetleri tevil etmesi, insan başı boşluğunu,
anarşizmi savunan grupların da kadere işaret eden ayetleri tevil
etmeleri gibi. İslam mezheplerinin büyük bir kısmı, şu veya bu
oranda mezheplerinin prensipleriyle uyuşmayan ayetleri tevil etme
yönüne gitmişlerdir. Aklî karinelere dayanarak tevil yapma peşine
düşmüşlerdir. Örneğin şöyle diyebilmişlerdir. Falan ayetin zahiri
anlamının aksi aklî kanıtlarla tespit edilmiştir. Dolayısıyla bu ayeti
zahiri anlamından soyutlamak gerekmektedir.
Kısacası, bunun sonucu, hiç kuşkusuz, anlamsal düzenlerinin
bozulması suretiyle, ayetlerin birbirleriyle çelişmesidir. Bazı ayetlerin
maksatları ile diğer bazı ayetlerin maksatları arasında zıtlıkların
meydana gelmesidir. Bu durumda bütün maksatların geçersiz
olması gündeme gelmiş olur. Çünkü Kur'an'da ihtilaf yoktur.
Kur'an ayetlerinin bazısı ile diğer bazısı arasında ihtilaf baş göstermesi,
düzenin bozulmasından ve anlamın karışmasından başka
bir şey değildir.
Bazı rivayetlerde, ayetlerin bazısını bazısıyla vurmak diye tabir
edilen hususla kastedilen budur. Aşağıdaki rivayetlerde bu hususa
değinilmiştir.
"el-Kâfi'de ve Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık (a.s) babasından
(ona selam olsun) şöyle rivayet eder: Bir adam Kur'an'ın bir kısmını
diğer bir kısmıyla vurursa kâfir olur." (el-Kâfi, c.2, s.632, h: 17; Tefsir ul Ayyâşî, c.1, s.18, h:2)
Meâni-l Ahbar ve el-Mehasin adlı eserlerde müsned olarak ve
Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'tan (a.s) rivayetle şöyle deniyor:
"Bir adam Kur'an'ın bir kısmını diğer bir kısmıyla vurursa, kâfir
olur." (Meâni-l Ahbar, s.190, h:1. el-Mehasin, s.212, h:86)
Şeyh Saduk der ki: Bu hadisin anlamını İbn-i Velid'den sordum.
Dedi ki: Burada kastedilen, senin bir adamına cevaben herhangi
bir ayetin tefsiri olarak başka bir ayetin tefsirini söylemendir." Ben derim ki: İbn-i Velid'in cevabında belli ölçüde müphemlik
yok değildir. Eğer bununla, sözü edilen anlamları karıştırmayı ve
bazı araştırmacıların tartışmalarında ayetleri karşı karşıya getirmelerini,
bazısının anlamını esas alarak diğer bazısını buna göre
tevil etmelerini kastetmişse, doğruyu söylemiştir. Yok eğer bununla
bir ayetin diğer bir ayetle tefsir edilmesini, bazı ayetlere diğer
bazı ayetlerin tanık gösterilmesini kastetmişse, kuşkusuz yanıl
mıştır. Aşağıda sunacağımız iki rivayet de bu tarz bir yaklaşımı
reddetmektedir.
Numanî Tefsiri'nde İsmail b. Cabir'e isnaden deniliyor ki: Cafer
b. Muhammed Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini işittim: "Her türlü noksan
sıfattan münezzeh yüce Allah, Hz. Muhammed'i peygamber
olarak gönderdi ve onun gönderilişi ile birlikte peygamber gönderme
işine son verdi. Artık Hz. Muhammed'den sonra peygamber
gelmeyecektir. Allah ona bir de kitap indirmiştir ve böylece kitap
indirme dönemini de sona erdirmiştir. Bundan sonra kitap inmeyecektir.
Bu kitapta bir takım helaller ve haramlar belirlemiştir.
Kur'an'ın helal kıldığı şey, kıyamete kadar helal, haram kıldığı da
kıyamete kadar haram kalacaktır. Onda sizin şeriatınız ve hukuk
sisteminiz, sizden önceki ve sonraki nesillerin haberleri vardır.
Peygamber Efendimiz onu, vasileri için kalıcı bir ilim haline getirmiştir.
Ancak insanlar onları terkettiler. Oysa onlar tüm zamanların
insanları üzerinde şahitler konumundaydılar. İnsanlar onlardan
yüz çevirdiler, sonra da onları öldürdüler. Onların dışındaki
kimselere uydular. Bu yetkisiz önderlere içtenlikle itaat ettiler.
Hatta birisi asıl yetkililerden birinin dostluğunu ve onları veli bildiğini
ve onların ilmine talip olduğunu açığa vurunca, ona karşı isyankarca
davrandılar.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Sonunda onlar kendilerine
hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden birazı
dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun." (Mâide, 13) Çünkü
onlar, Kur'an'ın bir kısmını diğer bir kısmıyla vuruyorlar.
Neshedilen bir ayeti kanıt gösteriyor ve onun nasih olduğunu sanıyorlar.
Müteşabih bir ayete dayanarak karar veriyor ve onu muhkem
olarak algılıyorlar. Özel nitelikli bir ayeti kanıt gösteriyor ve
onu genel nitelikli kurallar içeren bir açıklama olarak değerlendiriyorlar.
Ayetin öncesini esas alıyorlar, ama bu tevile ilişkin gerekçeleri
unutuyorlar. Sözün girişini ve sonunu görmüyorlar. Varacağı
yeri ve kaynaklandığı yeri bilmiyorlar. Çünkü Kur'an bilgilerini yet
kili mercilerden almıyorlar. Bu yüzden hem kendileri saptılar, hem
de başkalarını saptırdılar."
Şunu biliniz ki, -Allah size merhamet etsin; Allah'ın kitabında
yer alan nasih-mensuh, özel-genel, muhkem-müteşabih, ruhsatazimet,
Mekkî-Medenî ayetleri, bu ayetlerin nüzul sebeplerini, kesik
ve birleşik müphem lafızları (müphem cümle ve kelimeleri),
kaza ve kader ilmine ilişkin açıklamaları, öncelenmiş ve ertelenmiş
(takdim, tehir) ifadeleri, anlamı açık ve anlaşılır olanı, anlamı
derinde olanı, zahir ve batın ifadeleri, başlangıç ve sonuçları, soru
ve cevapları, kesme ve birleştirme yerlerini, istisna olanı ve genel
geçer olan, önceki bir ifadede yer alıp da sonraki bir ifadeye işaret
eden niteliği, tekitli ve vurgulu olanı, ayrıntılı olanı, azimet nitelikli
hükümlerle ruhsat nitelikli hükümleri, farzların ve hükümlerin bulunduğu
yerleri, inkarcıların helak olmasına neden olan helal ve
haramların anlamlarını, ulamalı, bitişik lafızları, öncesine veya
sonrasına ait olan ifadeleri bilmeyen bir kimse Kur'an'ı bilmediği
gibi, Kur'an ehli de değildir.
Bir kimse, hiç bir kanıta dayanmadan bütün bunları bildiğini
iddia ederse, o yalancıdır, kalbini kuşkular kemirmektedir, Allah
ve Resulüne yalan, iftira atmaktadır. Onun barınağı cehennemdir.
Orası ne kötü bir gidiş yeridir." Nehc-ül Belağa ve el-İhtacac'da Hz. Ali şöyle der: "Onlara bir
problem arzedilip hükme bağlanması istendiğinde, o meseleyle
ilgili olarak kendi kişisel görüşüne göre hüküm verir. Sonra aynı
problem, aynı şekilde başka birine sorulur; öncekinin aksi bir hüküm
verir. Sonra bu hakimler, baş kadının etrafında toplanarak
verdikleri hükümleri anlatıp hüküm vermesini isterler, o da bu
görüşlerin tümünü onaylar. Oysa ilahları bir, peygamberleri bir,
kitapları birdir.
Acaba Allah onlara ihtilaf etmeyi mi emretti de, onlar böyle
yapmakla O'na itaat ettiler? Yoksa onlara ihtilaf etmeyi yasakladı
da, onlar O'na isyan ettiler? Yoksa eksik bir din mi indirmiştir ki,
bu dini tamamlamak için bunların yardımına ihtiyaç duydu? Ya da
onlar O'nun ortakları mıdırlar, ki böyle şeyler söyleme hakkına
sahiptirler ve Allah'a da bunları onaylamak düşüyor? Yoksa Allah
eksiksiz bir din indirdi de Peygamber mi bu dini tebliğ etmede,
gereklerini yerine getirmede kusur işledi?
Halbuki yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz kitapta hiç bir şeyi
noksan bırakmadık." Onda her şeyin açıklaması vardır. Yine kitabın
bir kısmının diğer bir kısmını tasdik ettiğini ve kitabında ihtilaf
olmadığını belirtiyor. "Eğer Kur'an Allah'tan başkasının katından
olsaydı, onda bir çok ihtilaflar bulurlardı." Kur'an'ın zahiri insanları
hayrete düşürecek kadar güzel mi güzel, batını sonuna
erişilemez, derin mi derindir. Onun olağanüstülüklerini saymak
mümkün değildir. Garip ifadelerinin sonu gelmez. Karanlıklar ancak
onunla aydınlanır." (Nehc-ül Belağa, hutbe, 18; el-İhticac, c.1, s.389)
Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu rivayet, her dini düşüncenin
sonuçta Kur'an'a dayanması gerektiğine ilişkin bir nass niteliğindedir,
İmamın "Onda her şeyin açıklaması vardır." ifadesi aynı an-
lama işaret eden bir ayete gönderme yapmaktadır.
ed-Dürr-ül Mensûr adlı tefsirde yer alan, ayrıca Ebu Sâd'ın ve
İbn-i Durays'ın "Fedail"inde tahric ettiği bir rivayette, İbn-i
Mürdevehy, Amr b. Şuayb'tan, o da babasından, o da dedesinden
şöyle aktarır: Resulullah, Kur'an üzerinde tefsir yapan ve ileri geri
konuşan bir topluluğun yanına öfkelenerek vardığında şöyle buyurdu:
"Sizden önceki toplumlar böyle yaptıkları için sapıttılar.
Peygamberleri hakkında ihtilafa düştüler. Kitabın bir kısmını bir
kısmıyla vurdular. Şunu unutmayın ki: Kur'an'ın bir kısmı, diğer bir
kısmını yalanlamak için inmemiştir. Tam tersine, bir kısım bir
kısmını tasdik etmek için inmiştir. Bildiklerinizle amel edin. Size
karışık gelen, benzeşmeli (müteşabih) ifadelere de iman edin." (c.2, s.6)
Yine aynı eserde, Ahmed'in de başka bir kanalla Amr b.
Şuayb'dan, o da babasından ve o da dedesinden tahriç ettiği bir
rivayette şöyle deniyor: Resulullah (s.a.a) bir topluluğun Kur'anla
ilgili tartışmalara girdiklerini duydu. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Sizden öncekiler, bundan dolayı helak oldular. Allah'ın kitabının
bir kısmını, bir kısmıyla vurdular. Oysa Allah kitabını ayetlerinin bir
kısmı diğer bir kısmını tasdik edecek şekilde indirmiştir. Allah'ın
kitabının bir kısmını diğer bir kısmına dayanarak yalanlamayın.
Kitaptan bildiklerinizle amel edin. Bilmediklerinizi de Kur'an alimlerine
bırakın." Ben derim ki: Görüldüğü gibi, rivayetlerde, Kur'an'ın bir kısmını
bir kısmıyla vurmak (çürütmek, asılsız tevillere malzeme yapmak),
Kur'an'ın bir kısmının bir kısmını tasdik etmesine karşılık olarak
zikredilmiştir. Bununla kastedilen ayetlerin konumlarını ve anlamlarını
birbirine karıştırmak, maksatları arasındaki uyumu bozmaktır.
Muhkemi, müteşabih, mütaşabihi de muhkem olarak algılamak
vb. gibi.
Şu halde Kur'an üzerinde kişisel görüşe dayanarak
değerlendirmelerde bulunmak, yukarıda işaret ettiğimiz
rivayetlerde de belirtildiği gibi, Kur'an hakkında herhangi bir
bilgiye dayanmadan açıklamalar yapmak, az önce yer verdiğimiz
rivayetlerin de üzerinde durduğu Kur'an ayetlerinin bir kısmını bir
kısmıyla vurmak gibi konuların hepsi aynı anlam etrafında döner,
hepsi Kur'an'ı Kur'an dışı mesnetsiz kaynaklara dayanarak tefsir
etmemenin gerekliliğini vurguluyorlar.
Eğer desen ki: Hiç kuşkusuz, Kur'an insanlar akletsinler ve anlamlarını
kavrasınlar diye inmiştir. Nitekim aşağıdaki ayetler bunu
vurgulamaktadır: "Şüphesiz sana kitabı insanlar için indirdik."
(Zümer, 41) "Bu insanlar için bir beyandır." (Âl-i İmrân, 138) Bunun
gibi daha bir çok ayet örnek olarak gösterilebilir. Hiç kuşkusuz
Kur'an'ın açıklayıcısı Peygamber efendimizdir (s.a.a). Nitekim şu
ayet buna işaret etmektedir: "Sana zikri indirdik ki, insanlara
kendileri için indirileni açıklayasın." (Nahl, 44) Sonra Peygamber
de sahabelere Kur'an'ı açıklamışlardır. Ardından tabiin kuşağına
mensup kimseler de bunları ashaptan almışlardır.
O halde ashabın Peygamber'den aktardıkları şeyler, nebevî
açıklamalardır. Dolayısıyla Kur'an nassına göre, bunları bir kenara
atmak ya da görmezlikten gelmek doğru değildir. Şayet onlar,
Kur'an hakkında Peygamber'e (s.a.a) isnat etmeksizin bir şey söylemişlerse,
bu söyledikleri şeyler, kanıtsallık açısından nebevî a-
çıklamalar düzeyinde değilseler bile, kalbimiz bunlara oturuyor.
Çünkü ayetlerin tefsiri ile ilgili olarak söyledikleri sözleri, ya Peygamber'den
(s.a.a) işitmişler ya da Peygamber'in (s.a.a) açıklamaları
ve eğitimi sonucu kazanılan kabiliyetin yol göstericiliği ile vardıkları
bir sonuçtur. Yine ashabın öğrencileri konumunda olan tabiin
kuşağı ve onların ardınca gelen kimseler tarafından nakledilen
şeyler de aynı konuma sahiptir. Arapça'nın kuralları hususunda
derinleşen bu insanların Kur'an anlamlarını kavramamaları
mümkün mü?
Ayrıca İslam'ın ilk dönemlerindeki din adamlarıyla ilgili tarih
hiç kuşkusuz onların, değerlendirmelerini nebevi bir bilgiye dayandırmak
için yoğun bir çaba içinde olmalarına ve onların dini
kavrama açısından sarf ettikleri insan üstü çabalarına tanıklık
etmektir.
Buradan şu sonuca varıyoruz: Onların yolundan ve geleneğinden
sapmak, topluluklarının dışına çıkmak, şayet herhangi bir
ayeti onların sözleri ve görüşleri arasında bulunmayan bir şekilde
tefsir etmek bidattir. Onların, hakkında bir şey söylemedikleri yerde
susmak gerekir.
Allah'ın kitabını anlamak isteyen bir kimse için onlardan yapılan
nakillere dayanmak yeterlidir. Çünkü rivayetlerin sayısı oldukça
kabarık ve binleri aşmaktadır ve her konuda yeterli açıklama
yapılmıştır. Sözgelimi Suyuti, Peygamberimizden, sahabeden ve
tabiinden aktarılan rivayetlerden on yedi bin tanesini tespit ettiğini
söylemektedir.
Buna karşılık olarak derim ki: Daha önce de söylediğimiz gibi,
kâfir, mü'min, Kur'an'ın indiği dönemi gören veya görmeyen tüm
insanları onun hakkında düşünmeye, üzerinde etüt yapıp derin
kavrayışlarda bulunmaya davet eden ayetler, özellikle: "Onlar hala
Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının
katından olsaydı, kuşkusuz içinde birbirini tutmaz bir çok şey
bulurlardı." (Nisâ, 82) ayeti açık bir şekilde gösteriyor ki: Bir araştırmacı,
düşünme ve araştırma yoluyla Kur'an ayetlerinin anlamlarını
algılayabilir. Ayetler arasında görülen zahiri ihtilafları ortadan
kaldırabilir. Ayet bir meydan okuma niteliğindedir.
Dolayısıyla, ayetlerin anlamlarını özellikle böyle bir bağlamda
ashabın, onların talebeleri konumundaki tabiin kuşağına mensup
şahısların anladıklarına, hatta Peygamberimizin (s.a.a) açıklamalarına
döndürmenin bir anlamı yoktur. Çünkü anlaşılan şey, ya
sözün zahiriyle uyumludur, düşünme, araştırma ve inceleme yoluyla
da olsa lafzın desteklediği bir çıkarsamadır ya da anlaşılan şey,
ifadenin zahiriyle uyuşmamaktadır, kelimeler de bunu desteklememektedir.
Bu durumda böyle bir çıkarsama yukarıdaki ayetin
ifade ettiği meydan okumayla ilintili olmaz ve kanıtsallık niteliğini
de yitirir. Bu husus son derece açıktır.
Nitekim Kur'an da böyle durumlarda Peygamber efendimize başvurulmasını
öngörür: "Resul size ne verirse, artık onu alın, sizi
neden sakındırırsa, artık ondan sakının." (Haşr, 7) Bunun gibi daha
bir çok ayet örnek gösterilebilir. Kıssaların ve kıyamet günü sahnelerinin
ayrıntıları için de aynı durum geçerlidir.
Buradan anlıyoruz ki, Peygamberimiz (s.a.a) yalnızca bir öğretici
pozisyonundadır. Öğretim ise, deneyimli öğretmenin öğrencisinin
zihnine yol göstermesinden, öğrenmesi ve elde etmesi zor olan
şeyleri algılaması noktasında kılavuzluk yapmasından başka
bir şey değildir. Öğretim olmadan anlaşılması mümkün olmayan
şeyleri değil kuşkusuz. Çünkü öğretme, yolu kolaylaştırma ve amaca
yakınlaştırma eylemidir. Yeni bir yol icat etme, bambaşka
bir maksat oluşturma değil. Bir öğretmen gerçekleştirdiği eğitim
esnasında, öğrencinin zihninin kolayca alabileceği şekilde yalnızca
ilmi hedefleri belli bir tertibe koymayı ve onları belli bir düzene
sokmayı amaçlar ki bu sayede öğrenci yeni bir tertip ve değişik bir
düzen için emek sarf ederek ömrünü boşa tüketmiş, gücünü yok
yere heder etmiş veya bilgi yanlışlıkları ile yüzyüze gelmiş olmaz.
Aşağıdaki ayetlerde ve benzeri nasslarda işaret edilen husus
budur: "Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni
açıklayasın..." (Nahl, 44) "Onlara kitap ve hikmet öğretiyor." (Cuma,
53) Şu halde Peygamber (s.a.a), insanları eğiten ve onlara bizzat
Kur'an'ın işaret ettiği hususları açıklayan kimsedir. Bunları yüce
Allah Kur'an aracılığıyla zaten açıklamışlar ve insanların da eninde
sonunda bunları anlamaları mümkündür. Yoksa Peygamber
(s.a.a), insanlara Allah'ın kitabından anlamaları mümkün olmayan
şeyleri öğretmekle yükümlü değildir. Çünkü böyle bir iddia şu aye-
tin ifade ettiği hususla kesinlikle uyuşmamaktadır: "Bilen bir kavim
için, ayetler fasıllar halinde açıklanmış Arapça okunan bir
kitaptır." (Fussilet, 3) "Bu ise açıkça Arapça olan bir dildir." (Nahl, 103)
Öte yandan, Peygamberimiz'den (s.a.a) aktarılan ve tevatür
düzeyine ulaşan bir çok rivayette, Kur'an'a sarılmaya, onu esas
almaya ve kendisinden yapılan nakillerin Kur'anla test edilmesine
ilişkin ifadeler yer almaktadır. Bütün bunlar, ancak Peygamberimizden
(s.a.a) aktarılan tüm sözlerin Kur'an'dan da anlaşılabilmesi
durumunda bir anlam ifade ederler. Eğer bunun da anlaşılması
Peygamberimizin (s.a.a) sözlerinin içerdiği açıklamalara bağlı olsa,
muhal nitelikli olan kısırdöngüyle karşı karşıya kalmış oluruz.
Ayrıca ashabın aracılığıyla Peygamber'den nakledilen haberlerin,
aktarılış yollarını bir an için gözardı etsek bile, ifadeler arasında
bir çok ihtilaf vardır. Hem sahabeler arasında ihtilaf, vardır, 374 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
hem de bir sahabeden aktarılan değişik açıklamalar arasında ihtilaf
vardır. Ashaptan aktarılan rivayetleri inceleyenler bunları rahatlıkla
görürler. Buna rağmen biri çıkıp da: "Bir ayetle ilgili olarak,
onlardan aktarılan değişik görüşler içinde birini seçmek ve onun
etrafında birleşmek, ashabın icmasını ihlal etmekten kaçınmak,
onların cemaatlerinin dışına çıkmamak gerekir;" derse, onun bu
sözünün hiç bir geçerliliği olmaz. Çünkü ashabın kendisi bu yolu
tutmamışlar. Böyle bir yönteme bağlı kalmamışlardır. Aralarında
ihtilaf etmekten kaçınmamışlardır. Bu durumda başkalarından
onların sözleri etrafında birleşmeleri istenebilir mi? Oysa onların
sözlerinin başkası için bağlayıcı olmak gibi bir ayrıcalığı olmadığı
gibi, ihtilaf etmek de, onlar için serbest başka insanlar için de yasak
değildir.
Kaldı ki Kur'an ayetlerinin anlamını kavrama bağlamında,
İslam'ın ilk dönemlerindeki sahabe ve tabiin kuşağına mensup
tefsir bilginlerinin elimize ulaşan açıklamalarını esas almak,
bilgiyi doğal merasında ilerlemekten alıkoyar ve araştırma
eylemlerini sonuçsuz bırakır. Bunu ilk dönem tefsircilerin kaleme
aldıkları eserlerde, ilk döneme ait sözlerde gözlemlemek
mümkündür. Çünkü tefsir olarak onlardan aktarılan, basit
anlamlar, derinlikten, araştırmadan, dikkatli gözlemden yoksun
sözlerden başka bir şey değildir. Hani nerede: "Biz kitabı sana, her
şeyin açıklayıcısı olarak indirdik." (Nahl, 89) ayetinde işaret edilen
Kur'anî incelikler, yüksek bilgiler!
İlk kuşak tefsircilerin anlayışları, kararlılıkları ve içtihat şevkleri
dolayısıyla Kur'an anlamlarını kavrayamamalarının imkansız
olduğuna ilişkin olarak ileri sürülen iddiayı da, bizzat onlar arasında
bir çok ayetin anlamı üzerinde yaşanan ihtilaflar, onlardan aktarılan
sözler arasındaki çelişkiler çürütmektedir. Çünkü ihtilaf ve
çelişki, ancak gerçeğin bilinmemesi ve gerçeğe giden yolun başka
yollardan ayırdedilme-mesi durumunda söz konusu olabilir.
İşin aslı şudur: Kur'an'ı anlama yolu kapalı değildir, İlahi beyan
ve hikmetli zikri anlamanın yolu, yine ilahi beyan ve hikmetli zikirdir.
Yâni Kur'an'ın maksatlarını anlamada başka yollara, yöntemlere
ihtiyaç yoktur. Yüce Allah'ın yol gösterici, nur ve her şeyin açıklayıcısı
olarak tanıttığı bir kitabın kendisinden başka yol göstericilere,
başka aydınlatıcı nurlara, mesajının algılanması için başka
kılavuzlara ihtiyaç duyduğu düşünülebilir mi?
Eğer desen ki: Sahih kaynaklarda belirtildiğine göre, Peygamber
efendimiz (s.a.a), Müslümanlara yönelik olarak yaptığı son
konuşmasında şöyle buyurmuştur: "Ben sizin aranızda ağırlığı ve
değeri olan iki şey bırakıyorum. Biri büyük biri de küçüktür. Büyük
olanı, Rabbimin kitabıdır, küçük olanı ise, Ehl-i Beytim'dir. Bu ikisi
hakkında beni riayet edin. Bu ikisine sarıldığınız sürece sapmazsınız." Bu hadisi gerek Şia, gerek Ehl-i Sünnet kaynakları, mütevatir
kanallardan büyük bir sahabi topluluğundan rivayet etmişlerdir.
Hadis bilginleri, bu hadisi rivayet eden sahabilerin sayısının otuz
beşe ulaştığını belirtmişlerdir.
Bazı rivayetlerde şöyle bir ifadeye yer verilir: "Cennetteki havuzun
yanında bana gelinceye kadar bu ikisi birbirinden ayrılmazlar." Bu hadis, Ehl-i Beyt İmamlarının Kur'an'la ilgili
değerlendirmelerinin kanıtsal nitelikte olduğunu, dolayısıyla tefsir
bağlamında onların söylediklerini esas almanın, bununla
yetinmenin zorunlu olduğunu gösterir. Aksi takdirde, ikisini
birbirinden ayırma gibi bir durum söz konusu olacaktır.
Buna karşılık olarak Ben derim ki: Biraz önce, Peygamberin (s.a.a) açıklamalarına tabi olmakla ilgili olarak söylediklerimiz
burada da geçerlidir. Sözü edilen hadis, Kur'an'ın zahirinin kanıtsallığını
iptal etme ve sadece Ehl-i Beyt hadislerinin zahirini hüccet
kılma bağlamında söylenmiş değildir. Nasıl olabilir? Oysa Peygamberimiz
(s.a.a): "Bu ikisi birbirinden ayrılmazlar" buyuruyor. Bu
ifade kanıtsallığın her ikisi için geçerli olduğunu ortaya koymakta
dır. Şu halde Kur'an'ın kendi anlamlarına işaret etmesi, içerdiği
ilahi bilgileri açığa çıkarması gibi bir misyonu vardır. Ehl-i Beyt İmamlarının
da Kur'an'ın mesajını ve hedefini insanlara göstermek,
Kur'an'ı anlamanın yoluna işaret etmek gibi bir işlevi söz
konusudur.
Kaldı ki, Peygamber efendimizden (s.a.a) rivayet edilen ve
insanları Kur'an'ı esas almaya, içeriği üzerine düşünmeye ve
kendisinden rivayet edilen sözleri Kur'an'la test etmeye davet
eden hadislerin benzeri sözler, Ehl-i Beyt İmamlarından da
(hepsine selam olsun) rivayet edilmiştir.
Öte yandan, Ehl-i Beyt İmamlarından (onlara selam olsun)
aktarılan rivayetlerin büyük bir kısmı, bir ayeti başka bir ayetin
kanıtı olarak algılamaya, bir anlamı başka bir anlama şahit olarak
göstermeye ilişkin ifadeler içermektedir. Böyle bir durum ancak,
anlamın muhatap tarafından algılanabilir, belli ve geçerli bir
yoldan geldiği için de zihni tarafından rahatlıkla bağımsız olarak
kavranabilir olması ile mümkün olacak bir husustur.
Yine Ehl-i Beyt İmamlarından aktarılan başka rivayetlerde de
bu hususa gayet açık bir şekilde işaret edilmektedir. Örneğin el-
Mehasin adlı eserin müellifi, kendi rivayet zinciriyle Ebi Lubeyd el-
Bahranî'den o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah'ın
kitabının müphem, anlaşılmaz olduğunu ileri süren kimse, helak
olur ve başkalarını da helak eder." (s.270, h:360)
Yine bu eserde ve el-İhticac adlı eserde İmam Bâkır'dan (a.s)
buna yakın bir hadis daha aktarılır: "Size bir şeyden söz ettiğim
zaman, onun hakkında Allah'ın kitabındaki açıklamayı sorun..." (el İhticac, c.2, s.55)
Yukarıda yaptığımız açıklamalarla Kur'an'ın içerdiği bilgileri
Kur'an aracılığıyla algılamanın mümkün olduğu ve bunların akıllardan
örtülü, gizli olmadığını ifade eden hadislerle, zahirleri bunun
tam tersini ifade eden hadisleri birbirleriyle bağdaştırmak ve
çelişkiyi ortadan kaldırmak mümkündür.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Cabir'den şöyle rivayet edilir: İmam Sadık (a.s) buyurdu ki: "Hiç kuşkusuz Kur'an'ın batını bir yönü vardır ve
bu batını yönün de bir zahiri vardır." Sonra dedi ki: "Ey Cabir, insanların
aklına Kur'an'dan daha uzak bir şey yoktur. Bir ayetin başı bir
hususla, ortası bir diğer hususla ve sonu da bir başka hususla ilgili
inmiş olabilir. O değişik yönlere işaret eden ama (başı, ortası, so-
nu) bütünlük arzeden bitişik bir sözdür." (c.1, s.11, h.2) Bu anlamı
destekleyen başka rivayetler de vardır.
"İnsanların aklına Kur'an'dan daha uzak bir şey yoktur" sözü
bazı rivayetlerde Peygamber efendimize nispet edilir. Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: "Kur'an çok yönlü bir taşıyıcıdır..."
(Nehc-ül Belağa, hikmetli sözler: 77)
Şu halde teşvik edilen, Kur'an'ın Kur'an yoluyla tefsir edilmesidir.
Yasaklanansa, Kur'an'ın başka yöntemlerle tefsir edilmesidir.
Bundan da anlaşılıyor ki, tefsir yaparken ayetleri anlamak için
Kur'an'dan yardım istemek ve ayeti ayetle tefsir etmek gerekir.
Kuşkusuz bunun için de Peygamber efendimizden ve Ehl-i Beyti'nden
aktarılan sözler üzerinde düşünmek, bunlar aracılığıyla bu
kabiliyete varmak ve daha sonra tefsir etmeye başlamak gerekir.
Hiç kuşkusuz insanları doğruya ileten yüce Allah'tır.
10-Şüphesiz inkar edenler, onların malları da, çocukları da
kendilerini Allah'tan müstağni kılmaz. İşte onlar, ateşin yakıtıdırlar.
11- Tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi.
Ki onlar da ayetlerimizi yalanladılar. Böylece Allah günahları aracılığıyla
onları yakalayıverdi. Allah'ın azabı çok şiddetlidir.
12-İnkar edenlere de ki: "Yakında yenileceksiniz ve toplanıp
cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir yataktır." 13- Karşı karşıya gelen iki toplulukta, sizin (siz müşrikler) için
bir ayet ve ibret vardır. Bir topluluk, Allah yolunda çarpışıyordu,
diğeri ise kâfirdi ki göz görmesiyle onları iki kat görüyorlardı. İşte
Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, gözleri olanlar
için gerçekten bir ibret vardır.
14- Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe,
salma (veya işaretli) güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyu
lan tutkulu şehvet, insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünya
hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.
15- De ki: Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup
sakınanlar için Rabblerinin katında, içinde temelli kalacakları,
altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası
vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.
16- Onlar (sakınanlar); "Rabbimiz şüphesiz biz iman ettik, artık
bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından koru" diyenlerdir.
17- Sabredenler, doğru olanlar, gönülden boyun eğenler, infak
edenler ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir.
18- Allah adaleti ayakta tutarak, gerçekten kendisinden başka
ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan
başka ilah olmadığına şahitlik ettiler. Mutlak güç ve hikmet sahibi
Allah'tan başka ilah yoktur.
Daha önce: "Bu surenin indiği sıralarda, Müslümanlar içerden
münafıklarla ve onların gelişmelerin aleyhlerine dönmesini, davetlerinin
sonuçsuz kalmasını amaçlayan düşmanların içlerine
attıkları bir takım vesveseler ve zihin bulandırıcı düşüncelere kulak
veren ve etkilenen basit insanlarla sınanıyordu. Dışarıdan ise,
dış dünyanın yoğun bir bas-kısı altındaydılar, müşrikler, Yahudiler
ve Hıristiyanlar, davetlerinin sonuçsuz kalması, yaktıkları meşalenin
sönmesi, nurlarının işlevsiz hale gelmesi için her yola baş vuruyor,
elleriyle, dilleriyle, kısacası var güçleriyle çalışıyorlardı. Su-
renin mesajı, Müslümanları aynı amaç üzerinde birleşmeye, sabretmeye,
direnmeye ilişkin bir çağrı özelliğine sa-hiptir. Böyle
yapmaları durumunda daha sağlıklı bir yapıya kavuşacak, içeriden
kendilerini can evinden vurmayı amaçlayan fitne ve dışarıdan üzerlerine
çullanmaya hazırlanan düşman tehdidi etkisiz kalacaktır."
demiştik.
Daha önce ele aldığımız "Sana kitabı indiren O'dur" diye başlayan
ve "Doğrusu Allah vadiden dönmez" ifadesiyle son bulan
ayetler grubu, münafıklara ve kalplerinde kayma olanlara yönelik
bir eleştiri niteliğindeydi. Bunun yanında Müslümanlara da dinin
temel prensipleri bağlamında anladıkları, kavradıkları hususlar
üzerinde sebat etmeleri, karışık gelen, derinliğini kavrayamadıkları,
gerçek mesajını algılayamadıkları ifadelere de teslim olup pürüzsüz
iman etmeleri telkin ediliyordu. Bu arada, dini hayatı altüst
eden, Müslümanları fitnenin girdabına düşüren ve mutluluk düzenini
bozan en büyük etkenin müte-şabih ifadelere Kur'an'ın bütününden
soyutlayacak şekilde tabi olmak ve onları tevil etme arzusu
şeklinde somutlaşan davranış olduğuna dikkat çekiliyor. Böyle
olunca da dini yolgöstericilik sapıklığa ve şaşkınlığa dönüşür, top
lumun birliği zedelenir, darmadağın olur, bütünlük yerini uyumsuzluğa,
ahenksizliğe bırakır.
Tefsirini sunmak üzere olduğumuz bu ayetler grubunda ise,
kâfir ve müşriklerin durumu ele alınıyor, onların yakın bir zamanda
yenilgiye uğratılacakları ifade ediliyor. Hiçbir konuda yüce Allah'ı
aciz bırakamayacakları, başkaldırılarının sonuca varmayacağı belirtiliyor.
Bu arada sapıklıklarının ve gerçekleri ayırt edemeyişlerinin
gerisindeki gerekçenin, kendilerine dünyanın çekici güzelliklerinin
tutkulu birer şehvet haline getirilmesi olması olduğu dile getiriliyor.
Dünyanın çekici güzellikleri arasında yer alan mal ve evlat
gibi şeylerin Allah'a karşı kendilerine bir yarar sağlayacağını, Allah'tan
gelebilecek bir azabı bertaraf edebileceklerini sandılar.
Ama bu sanılarında büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü yüce Allah
emrinde galip olandır.
Eğer mal ve evlat gibi şeyler, insana Allah'a karşı bir yarar
sağlayabilseydi, Firavunoğulları ve ondan önceki güçlü, heybetli
ama zalim topluluklara yarar sağlardı. Sözü edilen süper güçler,
Allah'ın azabı karşısında hiçbir şey yapamadılar. Malları ve
orduları kendilerini koruyamadı. Allah onları, günahlarından dolayı
suçüstü yakaladı. İşte şu kâfir ve müşrikler de aynı
şekilde, yakın
bir zamanda yenilgiye uğratılacak ve işledikleri zulümlerden dolayı
suç üstü yakalanacaklardır. Bu arada mü'minlere düşen, sözü
edilen dünyanın gözalıcı, çekici şehvetleri hususunda Allah'tan
korkup sakınmaktır. Bunu yapmaları durumunda, dünya
mutluluğuna, ahiret sevabına ve yüce Rablerinin hoşnutluğuna
nail olacaklardır.
İçeriklerinden de anlaşıldığı gibi, bu ayetler, kâfirlerin durumunu
gözler önüne seriyor. Yine ileride değineceğimiz gibi, bundan
sonraki ayetler de Yahudi ve Hıristiyanlar gibi kitap ehli toplulukların
durumunu sergiliyor.
(Al-i İmran / 10) "Şüphesiz inkar edenler, onların malları da, çocukları da kendilerini
Allah'tan müstağni kılmaz." Eğna anhu maluhu min fulan=Malı kendisini
falancadan gani kıldı." dediğimizde, sahip olduğu malın o
nun falan kimseye olan ihtiyacını ortadan kaldırdığına, artık malından
dolayı ona muhtaç olmadığına işaret etmiş oluruz. İnsan,
varoluşunun ve çevresini algılamaya başlamasının ilk aşamasında
kendisini dışarıya muhtaç görür. Bu, aynı zamanda, bir yaratıcıya
ve düzenleyiciye ihtiyaç olduğunun ilk fıtri algılamasıdır.
Sonra kendisini sebepler içinde sınırlı bulduğunda ve ihtiyaçlarının
da neler olduğunu tespit ettiğinde, ilk önce bedensel, bitkisel
kemale ihtiyacının olduğunu algılar. Burada beslenme ve evlat
sahibi olmayı kastediyoruz. Sonraki aşamalarda iç güdüleri, diğer
hayvansal kemallerin de farkına varmasını sağlayacak yönde devreye
girerler. Bunlar da yavaş yavaş insanın hayal gücünün dünyanın
alımlı giysiler, barınma yerleri ve çiftleşme gibi süslerini kemal
olarak gösterdiği şey-lerdir. Tam bu noktada beslenme iç güdüsü,
mal sahibi olma iç güdüsüyle yer değiştirir. Ki onun hayatın tüm
problemlerini çözecek bir anahtar olduğu sanılır. Çünkü insanların
genel eğilimi malın böyle bir işlevinin olduğu yönündedir.
İnsanın mutluluğunun garantisinin beslenme ve evlat olduğu
şeklindeki düşünceden sonra, dünya hayatının mal ve evlat sahibi
olmaya bağlı olduğu sanısı egemen olur. Bu noktadan sonra insan
çekici güzelliklere ve şehvetlere büyük bir tutkuyla yönelir. Tüm
ilgisini sebepler üzerinde yoğunlaştırır. Bundan dolayı kalbi de sebeplerin
ötesine geçemez olur. Sebeplerin bağımsız etkinliklerinin
olduğunu varsayar. Bu aşamada artık Rabbini unutur. Mal ve evladın
kuyruğuna yapışır. Ama bu bilgisizlik insanın felaketidir. Çünkü
o, bu davranışıyla Rabbinin ayetlerinin üzerini örter, onları inkar
eder. Bunun nedeni, temel gerçekleri karıştırmış olmasıdır. Çünkü,
onun Rabbi Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur, O, diridir, tüm evrenin
egemenidir. Hiçbir şey hiçbir şekilde O'ndan müstağni olamaz.
Herhangi bir şeyin insanı O'ndan müstağni kılması mümkün
değildir.
Bu açıklama ile, ayette, çocuklardan önce maldan söz edilmesinin
nedeni anlaşılıyor. Çünkü insanlar açısından mala bunun
aslının da beslenme olduğunu vurguladık- güvenmek evlada güvenmekten
daha öncelikli ve daha fazla itibar edilen bir husustur.
Kimi durumlarda evlat sevgisinin mal sevgisini bastırdığı görülse
de vardığımız bu sonuç değişmez.
Ayette, yanlış algılamaları dışlayan anlatıma benzer, özlü anlatım
söz konusudur. Bu durumda ayetin anlamsal açılımı
şöyle olur:
İnkar edenler, ayetlerimizi yalanladılar, mallarının ve evlatlarının
kendilerini Allah'tan müstağni kılacağını sandılar. Onlar büyük
bir yanılgıya düştüler. Çünkü hiçbir zaman ve hiçbir şeyde Allah'tan
müstağni olmak mümkün değildir. Bir sonraki ayet de bu noktaya
temas etmektedir.
"İşte onlar, ateşin yakıtıdırlar" Ayetin orijinalinde geçen "elvekûd"
ateş tutuşturma ve alevlendirme amacıyla kullanılan yakıt
demektir. Bu bakımdan ayet, aşağıdaki ayetle aynı anlamı vurgulamaya
yöneliktir: "Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının."
(Bakara, 24) "Gerçekten siz de, Allah'ın dışında taptıklarınız da
cehennemin odunusunuz." (Enbiya, 98) Bu ayetlerle hangi noktaya
işaret edildiği ile ilgili olarak Bakara suresinin tefsirinin akışı içinde
bazı açıklamalara yerverdik.
Söze isim cümlesi ile başlamak, öncelikle işaret ismine
(ulaike) yervermek, kullanılan işaret isminin uzaklığı gösterir olması,
araya fasl zamirinin (hum=onlar) konulması, "yakıt" kelimesinin
tek başına değil de "ateş"e izafe edilmiş olarak kullanılması,
bütün bunlar, ifadede bir sınırlandırma amacının güdüldüğünü
gösterir. Bundan da kaçınılmaz olarak şu sonuç çıkıyor: Allah'ın
ayetlerini yalanlayan kâfirler, ateş azabının temel unsurları ve cehennemin
tutuşturulması için kullanılan asıl yakıtlar konumundadırlar.
Diğer günahkarlar, ancak onlarla tutuşturulan ateşte yanarlar.
Burada değinilen husus, ileride: "Bu, Allah'ın murdar olanı
temizden ayırdetmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde
kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir." (Enfâl, 37)
ayetiyle ilgili olarak yapılan açıklamayı destekler niteliktedir.
(Al-i İmran / 11)"Tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi..." Aye-
tin orijinalinde geçen "de'b" kelimesi, dilbilimcilerinin belirttiğine
göre, "sürekli gidiş" demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
"Sürekli seyreden güneşi ve ayı emrinize verdi." (İbrahim, 33)
Gelenek ve adetler de sürekli gidiş oldukları için "de'b" olarak isimlendirilmişlerdir.
Ayette kastedilen de bu anlamdır.
"Kede'bi=gidiş tarzı gibi" ifadesi, takdir edilmiş bir ifadeyle ilintilidir.
Bu takdiri ifadeye de önceki ayette işaret ediliyor: "Onları
müstağni kılmaz." "Gidiş tarzı." ifadesini "ayetlerimizi yalanladılar"
ifadesi açıklıyor ve o da cümle içinde "hal=vaziyet bildirme" işlevini
görüyor. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ayetin takdirî anlamı
şöyle olur: "inkâr edenler, ayetlerimizi yalanladılar ve bunu sürekli
bir gelenek haline getirdiler. Bunu yaparken mallarının ve evlatlarının
Allah'a karşı kendilerini müstağni kılacağını sandılar. Tıpkı
Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi. Ki
onlar da ayetlerimizi yalanlamışlardı.
"Böylece Allah günahları aracılığıyla onları yakalayıverdi."
"Bizunûbihim=günahları" kelimesinin başındaki "Ba" harf-i cerri,
görüldüğü kadarıyla sebebiyet ifade etmektedir. "Aheztuhu bi
zenbihi=onu günahıyla yakaladım" denildiği zaman, "Onu günahı
sebebiyle yakaladım" anlamı kastedilir. Ancak iki ayetin paralelliği
ve inkar edenlerin durumlarının Firavun hanedanı ve onlardan önceki
toplumların gidiş tarzıyla karşılaştırılması, "ba" harfinin alet
özellikli olmasını gerektirmektedir. Çünkü inkar edenler için, onların
ateşi tutuşturmada kullanılan yakıtlar oldukları, böylece azap
gördükleri belirtiliyor. Nitekim Firavun hanedanı ve onlardan önceki
kâfirler de gü-nahlar aracılığıyla suç üstü yakalanmışlardı.
Dolayısıyla onların başına gelen azap, onların işledikleri günahın
aynısıydı. Kurdukları düzenler kendi başlarına geçti, işledikleri zulümler
sonuçta kendilerine geri döndü. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyurur: "Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp
kuşatmaz." (Fatır, 43) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Onlar
bize zulmetmediler, ancak kendi nefislerine zulmettiler." (Bakara,
57)
Buradan hareketle yüce Allah'ın kendisini "cezası çok şiddetlidir"
şeklinde tanıtmasının ne anlam ifade ettiğini kavrıyoruz. Buna
göre, yüce Allah'ın azabı insana bir açıdan gelip de bir başka
açıdan ulaşmayan, bir mekanda dokunup da bir başka mekanda
dokunmayan, bir şartla isabet edip de bir başka şartla isabet etmeyen,
yönelmeyen türden değildir. Ama yüce Allah'tan başkasının
cezalandırması bu tür özellikler taşımaz. Sözgelimi Allah'tan
başkasının bir insana yönelttiği kötülük sadece bazı yönlerden
ulaşabilir; üstten ve ya alttan örneğin. Bazı yerlerde dokunabilir,
ama diğer bazı yerlerde dokunmaz. Dolayısıyla kaçmak, sakınmak
veya bir yere sığınmakla bu tür kötülüklerden yakayı sıyırmak
mümkündür. Oysa yüce Allah'ın cezalandırması için bunu söyleyemeyiz.
O, insanı ameliyle ve günahıyla yakalar. Günah, zahiri ve
batınî olarak insanla beraberdir, ondan ayrılmaz. İnsanı ateşin
yakıtı yapar, onu çepeçevre kuşatır. Kaçmanın, ya da kaçmamanın
hiçbir yararı yoktur. Ondan yakayı sıyırmanın, kaçıp kurtulmanın
imkanı olmaz. Çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir.
"Ayetlerimizi yalanladılar, böylece Allah günahları aracılığıyla
onları yakalayıverdi." ifadesinde, önce gayıb sigasından (üçüncü
şahıs kipinden) doğrudan hitap sigasına geçiş [önceki ayette gayıp
farze-dilmiş "ayetlerimizi yalanladılar" cümlesinde birinci çoğul
şahıs kipinde söz konusu edilmiştir] yapılıyor, ardından yeniden
gayb sigasına geçiş yapılıyor. [ve "Allah yakalayıverdi" denilerek
üçüncü tekil şahıs kipinde söz konusu edilmiştir.]
Gayıp sigasından hitaba geçiş yapılmasının nedenine gelince:
"Ayetlerimizi yalanladılar" ifadesinde dinleyicinin zihnini uyaran
ve neşe kazandıran bir etki söz konusudur. Bunun yanında haberi
doğrulamaya yaklaştırma amacı da güdülüyor. Tıpkı bir insana:
Falan adam iğrenç hayasızlıklar işleyen bir kimsedir. Onunla birlikte
olma bedbahtlığına düştüm. Onunla oturup kalkmaktan ka
çınmak gerekir" demen gibi. Çünkü: "Ben de onunla beraber olma
bedbahtlığına düştüm" cümlesi, haberi doğrulatma ve gerçekliğini
kanıtlama amaçlıdır. Bunu da tanık olmaya ya da somut gözlemlere
dayanarak gerçekleştiriyor.
Şu halde şöyle bir anlam kastedilmiş diyebiliriz -Allah doğrusunu
herkesten daha iyi bilir-: "Firavun hanedanı da, küfür ve ayetleri
yalanlama bakımından şu kâfirlere benzer bir gidiş tarzı üzereydiler.
Bu haberde kuşku yoktur. Çünkü biz oradaydık ve olaylara
tanıktık. Nitekim ayetlerimizi yalanladılar, biz de onları yakalayıverdik." Yine gayıp sigasına geçiş yapılmasının nedeni ise, "Allah onları
yakalayıverdi." ifadesinde, istenen amacın elde edilmesinden
sonra, sözün normal akışına, yâni gayp sigasıyla cümle kurulmasına
geri dönülüyor. Bunun yanında, bu ifade ile hükmün merciinin
uluhiyet makamı olduğuna işaret ediliyor. Bu makam tüm evrendeki
işler üzerinde egemendir, bütün gelişmeleri O, yönlendirir.
Büyük küçük her şey O'nun kontrolündedir. Bu nedenle "Allah'ın
azabı çok şiddetlidir." ifadesinde "Allah" lafzı bir kez daha tekrarlanıyor
ve "O'nun azabı çok şiddetlidir" denilmiyor. Bu tarz bir ifade
şeklinin seçilmiş olması, onlara, yüce uluhiyet makamına ve günahkârları
günahlarından dolayı yakalaması son derece kolay olan
zâta karşı çıktıklarının, savaş açtıklarının hatırlatılması amacına
yöneliktir. O'nun, azabı çok şiddetlidir. Çünkü O, ulu Allah'tır.
(Al-i İmran/12)"İnkâr edenlere de ki: Yakında yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme
sürüleceksiniz." Ayetin orijinalinde geçen "tuh-şerûne" fiilinin
mastarı olan "haşr" kelimesi, bir topluluğu bulundukları yerden,
kovmak suretiyle çıkarmak demektir. Bir kişi için kullanılmaz. Nitekim
yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Onları da mahşerde
bir arada toplamışız da, içlerinden hiçbirini dışarıda bırakmamışızdır."
(Kehf, 47) Tefsirini sunduğumuz ayetin orijinalinde geçen "elmihad"
kelimesi, yatak demektir.
Ayetin zahirinden anladığımız kadarıyla, kâfirler ve inkar edenler
ifadesiyle kastedilenler, müşriklerdir. Bundan önceki ayetin
zahiri de bu yönde bir mesaj içermektedir. "Şüphesiz inkar edenler,
onların mal-ları da, çocukları da..." Yâni burada Yahudiler
kastedilmiyor. Böyle bir anlam, iki ayet arasındaki bütünlüğe daha
uygun düşmektedir. Çünkü bu ayette, onların yenilgiye uğratılmalarından
ve cehenneme doğru toplatılmalarından söz edilirken,
önceki ayette onların büyüklük kompleksine kapılmalarına, burun
kıvırmalarına, mal ve evlada güvenmekten kaynaklanan ekabirliklerine
işaret ediliyor.
"Karşı karşıya gelen iki toplulukta, sizin için bir ayet ve ibret vardır."
Ayetin zahirinden algıladığımız kadarıyla hitap kâfirlere yöneliktir.
Bu bakımdan ifade, Peygamberimizden kâfirlere karşı söylenmesi
istenen: "Yakında yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz."
ifadesinin tamamlayıcı parçası konumundadır. Bunun
yanında hitabın mü'minlere yönelik olması da mümkündür. Onlar,
ibret almaya, yüce Allah'ın Bedir günü kendilerine yaptığı iyiliği
düşünmeye davet edilmiş olabilirler. Çünkü yüce Allah Bedir günü
gözlerde tasarrufta bulunarak olağanüstü bir zafer bahşetmişti.
Bu durumda, ifadenin bir tür iltifat sanatı örneğini içerdiğini söyleyebiliriz.
Çünkü Peygamberimizden söylenmesi istenen: "İnkar
edenlere de ki:" diye başlayan ifade sonunda, kendisiyle beraber
olan mü'minlere yönelik bir çağrı şeklini de alıyor. Ancak, şimdiye
kadar yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, ayetin akışı
itibariyle birinci değerlendirme daha uygundur.
Ayet, iki topluluğun karşı karşıya gelmesinden ve yüce Allah'ın
Allah yolunda savaşan topluluğa yardım etmesinden söz ettiği
için, -kıssayı somut olarak anlatmamasına ve olayın adını koymamasına
rağmen- Bedir savaşına uyarlanabilir. Sure de bu olaydan,
hatta Uhud savaşından sonra nazil olmuştur.
Öte yandan ayetin zahirinden anladığımız kadarıyla, kıssa, bu
özellikleriyle muhataplar tarafından biliniyordu, onlar burada anla
tılan olayları hatırlıyorlardı. Çünkü bu kıssa ile ilgili anlatıma:
(Al-i İmran / 13) "Karşı karşıya gelen iki toplulukta, sizin için bir ayet ve ibret vardır."
ifadesiyle giriş yapılıyor. Yüce Allah sadece Bedir savaşı ile
ilgili olarak, savaşan tarafların gözlerini yanılttığını, karşı tarafı
olduğundan farklı görmelerini sağladığını belirtiyor.
Bedir savaşı hakkında kullanılan ifade ise şöyledir: "Karşı
karşıya geldiğinizde, Allah, olacağı olan işi gerçekleştirmek için,
onları göz-lerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu.
Ve bütün işler Allah'a döndürülüyor." (Enfâl, 44) Gerçi, bu
ayette, çok gösterme yerine az göstermeden söz ediliyor; ancak
başlangıçta mü'-minler müşriklere az gösterilmiş olabilir, ki sal-
dırmaya cesaret edebilsinler, vuruşmaktan kaçmasınlar. Sonra iki
topluluk karşı karşıya gelince ve saflar birbirine girince, mü'minler
onlara çok gösterilmiş olabilir, ki psikolojik olarak hezimete uğrasınlar
ve çözülüp kaçsınlar.
Her halukarda tefsirini sunduğumuz ayette, onların zihninde,
karşı tarafın çok gösterilmesi olayı üzerinde durulmuştur. Eğer
ayetin müşriklere hitap ettiğini kabul edersek, bu durumda, ayeti
ancak Bedir sa-vaşı ile ilgili bir anlatım olarak alabiliriz. Kaldı ki
ayetin bir kıraata göre "yerevnehum=görüyorlar" yerine
"terevnehum=görüyordunuz" şeklinde okunması, bizim söylediklerimizi
destekleyen bir husustur.
Bu durumda ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Siz ey
müşrikler, eğer basiret sahibi, gerçekleri gören kimseler olsaydınız,
galibiyetin hakka ait olduğunu, yüce Allah'ın dilediğini yardımıyla
desteklediğini, mal ve evlat ile galibiyetin elde edilmediğini
anlamanız için Bedir günü meydana gelen olayları ibret almanız
ve gerekli dersleri çıkarmanız için yeterliydi. Mü'minler yüce Allah'
ın yolunda savaşıyorlardı. Onlar azınlıktılar ve sayıları kâfirlerin
üçte biri kadar bile olmayan zayıflar topluluğuydular. Kâfirlerle
onların gücünü mukayese etmek bile abesti. Üç yüz on üç kişiydiler
ve sadece altı zırhları, sekiz kılıç ve atlıları vardı. Müşriklerin
gücü ise, yaklaşık olarak bin savaşçı civarındaydı. Donanımları,
atları, develeri, güçleri sayılmayacak ölçüde idi. Her bakımdan
hazırdılar. Ama sayıca azınlık ve zayıf konumda olmalarına rağmen
yüce Allah düşmanlarına karşı mü'minlere yardım etti. Onları
düşmanın gözünde çok gösterdi. Melekler mü'minleri desteklediler.
Güvendikleri malları ve evlatları, sayısal çoklukları, donanımları,
orduları, Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlayamadı.
Yüce Allah, burada yaptığı gibi, Enfâl suresinde Bedir kıssasını
anlatırken, iki kez Firavun hanedanının ve onlardan önceki
toplulukların Allah'ın ayetlerini yalanlama geleneklerini gündeme
getiriyor ve bu günahlarından dolayı suç üstü yakalandıklarını
hatırlatıyor.
Bedir savaşını hatırlatmak suretiyle öğüt verilmesi, önceki ayette
işaret edilen galibiyetten maksadın öldürülme, köklerinin
kurutulması olduğuna yönelik bir işarettir. Dolayısıyla ayetler, bir
bakıma savaş tehdidi niteliğindedir.
"Bir topluluk Allah yolunda çarpışıyordu, diğeri ise kâfirdi..." Dikkat
edilirse, ayette "diğeri ise şeytan veya tağut yolunda savaşıyordu"
şeklinde bir ifade kullanılmıyor. Çünkü sözün akışı, iki yol arasında
bir karşılaştırma yapmaya yönelik değildir. Tersine, burada amaç,
hiçbir şekilde Allah'tan müstağni olunamayacağını vurgulamaktır.
Galibiyetin O'nun elinde olduğunu anlatmaktır. Şu halde, burada
Allah'a iman ve O'nun yolunda cihad ile Allah'ı inkar arasında bir
karşılaştırma yapıldığından söz edebiliriz.
Ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla "yerevnehum misleyhim=
onları iki kat görüyorlardı" ifadesindeki iki zamir "Bir topluluk...
savaşıyordu" ifadesine dönüktürler. Yâni, kâfirler mü'minleri
olduklarının iki katı olmak üzere altı yüz yirmi kişi olarak görüyorlardı.
Oysa gerçek sayıları üç yüz on üçtü. Öte yandan iki zamirin
dönüş yerlerinin farklı olması ihtimalini göz önünde bulundurduğumuz
zaman şöyle bir anlam çıkar karşımıza: "Mü'minleri, kâfir
lerin sayısının iki katı kadar görüyorlardı." Ancak bunun da ifadenin
zahiri ile uyuşmadığı ortadadır.
Bazıları iki zamirin "kâfir topluluğa" dönük olması ihtimalini
söy-lemişlerdir. Eğer böyle olursa şöyle bir anlam elde etmiş oluruz:
Kâfirler, kendilerini, asıl sayılarının iki katı (yâni bin kişiyi iki
bin kişi) olarak görüyorlardı. Bunun sonucunda mü'minleri de aynı
oranda azımsamaları gerekir. Bu demektir ki, mü'minleri kendilerinin
altıda bir oranları kadar görüyorlardı. Gerçekte ise
mü'minlerin onların sayısına oranları üçte birdi. Böyle bir yorum
söz konusu ayetin Bedir kıssası ile ilgili olan şu ayetle uyuşması
için yapılmıştır: "Karşı karşıya geldiğinizde, Allah, olacağı olan işi
gerçekleştirmek için, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de
onların gözlerinde azaltıyordu." (Enfâl, 44) Aksi takdirde bir ayetin
diğer bir ayetle çelişmesi söz konusu olacaktır.
Buna karşılık olarak şöyle cevap verilmiştir: Böyle bir şey en
beliğ, en etkili bir sözün görkemine yakışmayacak bir karışıklığa
yol açar. Hatta değerlendirmeye göre ayetin şöyle olması gerekirdi:
"Yerevne enfusehum misleyhim" "Onlar kendilerini bulunduklarının
iki katı görüyorlardı." veya bunu ifade edecek başka bir cümle
kullanılması gerekirdi. İki ayet arasında çelişki olması ihtimaline
gelince; böyle bir ihtimal, ancak tavır ve konumun aynı olması
durumunda söz konusu olabilir. Oysa böyle bir sonucu haklı çıkaracak
herhangi bir kanıt yoktur. Çünkü yüce Allah'ın her iki topluluğu
da karşı tarafın gö-züne az göstermiş olabilir. Ki kalpleri savaşa
daha sıkı bir şekilde bilensin. Cesaretleri artsın, ancak vuruşmalar
fiilen başlayınca, savaş iyi-ce kızışınca kâfirler
mü'minleri, oldukları sayılarının iki katı olarak görmeye başladılar.
Bunun üzerine psikolojik hezimete uğrayarak, ar-kalarına bakmadan
savaş meydanından kaçmaya başladılar. Bu ifade bir açıdan,
kıyamet gününü tasvir eden şu ayetlere benziyor: "İşte o gün ne
insan, ne de cinne günahından sorulmaz." (Rahman, 39) "Ve onları
durdurup tutuklayın, çünkü sorguya çekileceklerdir." (Sâffat, 24)
Bunun, her iki ayetin ilgili oldukları konumların birbirlerinden farklı
olmasından başka bir izahı olmaz.
"Onları iki kat görüyorlardı" ifadesinde iki zamirle ilgili olarak
başka ihtimaller üzerinde de durulmuştur; ancak bu ihtimallerin
ortak noktası, ayetin zahiri ile bağdaşmamalarıdır. Bu yüzden söz
konusu ihtimalleri burada değerlendirme gereğini duymadık. Yine
de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
"Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, gözleri olanlar
için gerçekten bir ibret vardır." Ayette geçen "yueyyidu" kelimesinin
mastarı olan ve desteklemek anlamına aldığımız "teyid"
kelimesi, el anlamına gelen "yed" kelimesinden türemiştir ve güç
anlamını ifade eder. "Absar=gözler" ifadesiyle neyin kastedildiği
hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre,
maddi gözler kastedilmiştir. Çünkü ayet, görme yanılması ile ilgilidir,
sayı-ların az veya çok gösterilmesi şeklinde gözlerde tasarruf
edildiğini içermektedir. Bir diğer görüşe göre, kastedilen basirettir,
sezgidir. Çünkü ibret almak kalbî basiret yoluyla gerçekleşen bir
durumdur, gözlerle değil. Aslında mesele son derece basittir. Öncelikle
yüce Allah, ibret tablolarından ve örneklerden gerekli dersleri
çıkarmayan insanları körler kategorisine sokmaktadır. Gözün
görmesi, hakkı batıldan ayırması gerektiğini vurgulamaktadır.
Burada söz konusu edilen iddia şudur: İnsanların uymakla yükümlü
oldukları hak, açıktır, nesneldir ve somuttur. Maddi gözlerin bunu
görmeleri gerekir.
İlahi bilgiler bağlamında maddi gözler ile basiret aynı işlevi görürler.
(Bunda da bir tür istiare söz konusudur) Çünkü ilahi bilgiler
son derece açık ve nettirler. Bu anlamı vurgulayan birçok ayet vardır.
Bizim işaret ettiğimiz hususlara en güzel bir şekilde işaret e-
den ayet ise, şudur: "Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak
sinelerdeki kalpler körelir." (Hac, 46) Demek isteniyor ki, basiretler
başlarda değil, kalplerdedir. "Gözleri vardır bununla görmezler."
(Araf, 179) Bu ayetin ifade tarzı, bir durum karşısında şaşkınlık be
lirtme niteliklidir. "Gözü üstüne bir perde çekti." (Casiye, 23) Bunun
gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Şu halde, üzerinde durduğumuz bu konu bağlamında
"ebsar"dan maksat, maddi gözlerdir. Çünkü gözlerin ibret alması
ve verilen mesajı anlayıp gerekli dersleri çıkarması gerekir. Burada
istiareli kinaye sanatı söz konusudur. Bu istiarede yatan ince
nükte şudur: Mesele o kadar açık ve somuttur ki, maddi gözler
bile algılayıp gerekli dersleri çıkarabilir." Ayrıca, bir şeyin maddi
gözlere farklı gösterilmesi ile ilgili bir konu bağlamında böyle bir
şeyden söz edilmesi de inceliği daha bir belirginleştirmektedir.
"Şüphesiz bunda..." ifadesi, görüldüğü kadarıyla, yüce Allah'ın
Peygamberimize (s.a.a) yönelik olarak ifade ettiği sözlerin bütünleyici
parçasıdır. "İnkar edenlere de ki..." sözü ile işaret edilen
Peygamberimize (s.a.a) ait sözün bütünleyicisi değildir. Bunun
kanıtı da "zali-ke=işte bunda" sözünün orijinalinin sonundaki "kaf"
harfidir. Çünkü burada hitap Peygamberimize (s.a.a) yöneliktir.
Sözün akışının bu noktasında, özel olarak Peygamberimize hitap
edilmesinde verilmek istenen ince bir mesaj vardır. Buna göre
onların anlayışları kıt, kalpleri körelmiştir, bu tür ibret tablolarından
gerekli dersleri almaları mümkün değildir.
( Al-i İmran / 14 )"Kadınlara... duyulan tutkulu şehvet insanlara
süslü ve çekici kılındı." Bu ve bundan sonraki ayet, bundan önceki
ayetin açıklaması ve gerçeğin dikkatlere sunulması niteliğindedirler.
Çünkü bundan önce, şöyle bir ayet yer almıştı. "Şüphesiz inkar edenler, onların
malları da, çocukları da kendilerini Allah'tan müstağni kılmaz."
Buradan anlaşılıyor ki, onlar, mal ve evlat sahibi olmakla Allah'tan
müstağni olunacağına, insanın Allah'a ihtiyacının kalmayacağına
inanıyorlardı. İşte bu ayet de, böyle bir anlayışa sahip olmalarının
sebebinin bu tür tutkulu şehvetler üzerine yumulmaları, bunları
esas amaç edinerek ahiretle ilgili meselelere duyarsız kalmaları
olduğunu vurguluyor. Dünyanın çekici güzelliklerine yönelik tutkulu
bağlılıkları yüzünden olguları birbirine karıştırmışlardır. Çünkü
bunlar dünya hayatının metaıdır. Bunların tek özellikleri, Allah katındaki
güzel akıbete ulaşmaya yönelik birer ön hazırlık olmalarıdır.
Bununla beraber, onlar bu tür bir sevgiyi ilk defa icat etmiş
değildirler ve bu tür bir bağlılık salt onlara özgü bir durum değildir.
Tam tersine, onlar ilahi yasalar sistemi uyarınca böyle bir eğilime
sahip olmuşlardır. Yeryüzündeki hayatın devamı, insanlarda bu tür
eğilimlerin olmasına bağlıdır. Eğer böyle olmasaydı, insan denen
canlı türünün hayatını sürdürmesi, kalıcılığını gerçekleştirmesi ve
Allah'ın kendisi için takdir ettiği sürekliliği yakalaması mümkün
olmayacaktı. Nitekim yüce Allah bir ayette, bu hususa işaret ediyor:
"Sizin için yeryüzünde belli bir vakte kadar bir yerleşim ve
meta vardır." (Bakara, 36)
İnsanlar için bu tür duyguların ön görülmüş olması, bunları
ahiret yurdu için birer araç kılmaları, bu dünyanın çekici metaından,
öbür dünyada yararlanacakları şeyleri almaları amacına yöneliktir.
Yoksa, dünyadaki çekici süslere ve göz alıcı güzelliklere
bağımsız bir gözle bakmak ve bunların ötesini unutmak, her
halukarda Rablerine doğru yol aldıkları halde, yolu amacın yerine
koymaları için değil. Yüce Allah bir ayette bu hususa şöyle işaret
ediyor: "Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık;
onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim
diye. Biz gerçekten yeryüzü üzerinde olanları kupkuru çorak
bir toprak yapabiliriz." (Kehf, 7-8)
Ancak bu gafiller, ilahi sistem gereği yeryüzüne serpiştirilen,
Allah'ın hoşnutluğunu kazanmanın öncülleri ve gerekçeleri niteliğine
sahip bu somut araçları bağımsız olgular gibi algıladılar. Bizzat
kendilerinden dolayı sempatiyi hakkettiklerini düşündüler, onların
kendilerini Allah'tan müstağni kılacağını sandılar. Fakat,
kendilerine nimet olarak sunulan bu güzellikler, birer cezaya, yakınlaştırıcı
ödüller iken birer vebale dönüştüler. Yüce Allah bir yerde
bu hususa şöyle işaret etmektedir:
"Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla
insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi karışmış olan
bir su gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi
gerçekten ona güç yetirdiklerini sanmışlarken gece veya gündüz
ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş
gibi, onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız... O gün,
onların tümünü bir arada toplayacağız, sonra şirk katanlara: "Yerinizden
ayrılmayınız; siz de, şirk koştuklarınız da" diyeceğiz. Artık
onların arasını açmışızdır... Onlar asıl gerçek mevlaları olan
Allah'a döndürülecekler. Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden
kaybolup uzaklaşacaklar." (Yunus, 24-30 )
Bu ayetler, dünya hayatının ve gözalıcı süslerinin Allah'ın
kontrolünde olduğunu belirtiyorlar. Dünya hayatı ve çekici süsleri
üzerindeki tek egemen, yüce Allah'tır. Başka hiç kimsenin
yöneticiliği, egemenliği söz konusu değildir. Ancak, insan bunların
dış görünümüne aldandığı için, bunların kendi elinde olduğunu
düşünür. Bunları dilediği gibi yönlendirebileceğini,
düzenleyebileceğini varsayar. Bundan dolayı, bunlar üzerindeki
egemenlik bağlamında bir takım ortaklar edinir. Bir takım putları
veya işlev bakımından putlarla aynı pozisyonu taşıdığı mal ve
evladı Allah'a ortak koşar. Yüce Allah yakında onu bunların nasıl
elinden kayıp çıktıklarını görebileceği bir realiteyle yüzyüze getirecektir.
Onunla Allah'a ortak koştuğu düzmece ilahlar arasındaki
bağ-ları koparacaktır. Tam bu sırada insanın bir iftira eseri olarak,
dünya üzerindeki egemenlik noktasında Allah'a ortak koştuğu
düzmece ilahlar ortaklıktan sıvışıp kaybolacaklardır. İnsan, dünya
ve dünyadaki gerçeklerle ilgili olarak öğrendiklerinin ne anlama
geldiğini somut bi-çimde kavrayacaktır. Gerçek mevlası olan
Allah'a dönecektir.
Hiç kuşkusuz bu süslü çekicilik, yâni dünyanın bağımsız bir
çekiciliğe sahipmiş, amaç ve hedef olma güzelliğini temsil ediyormuş
gibi görünmesi yüce Allah'tan kaynaklanan bir durum değildir.
Çünkü her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan Ulu Al
lah, yarattığı varlıkları, yapıcı, olumlu olmayan ve varmayacağı bir
amaca yönelik olarak yönlendirmekten münezzehtir. Nitekim yüce
Allah Kur'an'da şöyle buyurmuştur: "Allah kendi emrini yerine
getirip gerçekleştirendir." (Talak, 3) "Allah emrinde galip olandır."
(Yusuf, 21) Dolayısıyla insanların dünyayı bu tarz algılamaları illa da
bir şeyden kaynaklanacaksa, şeytandan kaynaklanan bir durumdur.
Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Şeytan,
onlara yapmakta olduklarını çekici gösterdi." (En'âm, 43) "Şeytan
onlara amellerini çekici göstermişti." (Enfâl, 47)
Hiç kuşkusuz, böyle bir durumun meydana gelmesi, yüce Allah'ın
izin vermesine bağlıdır. Çünkü fitne olgusunun tamamlanması
ve pratik eğitimin dosdoğru bir çizgide gerçekleşmesi buna
bağlıdır. Nitekim yüce Allah bu hususa bir ayette şöyle işaret ediyor:
"İnsanlar, sadece iman ettik diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını
mı sandılar? An-dolsun, onlardan öncekileri sınadık;
Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları
da bilmektedir. Yoksa kötülükleri yapanlar, bizi aşıp geçeceklerini
mi sandılar? Ne kötü hükmediyorlar?" (Ankebut, 2-4) Şu ayette
işaret edilen hususu da bu izinle izah edebiliriz: "Her ümmete yap-
tıklarını süslü gösterdik." (En'âm, 108) Ayrıca yukarıda işaret ettiğimiz
ayeti aşağıdaki ayette yüce Allah'a nispet edilen süslü göstermeyle
ilgili açıklamamızla da yorumlamak mümkündür: "Şüphesiz
biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların
hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye." (Kehf, 7)
Kısacası iki türlü süslü gösterme, çekici kılma vardır. Birisi,
dünyayı ahiret için bir aracı kılma, dünya hayatının çeşitli konumlarında
sergilenen, mal, evlat, makam ve canlarla ilgili çeşitli fiilleri
Allah'ın rızasını elde etme amacıyla gerçekleştirme hedefine
yöneliktir. Bu, ilahi irade doğrultusunda gerçekleşen güzel bir davranış
tarzıdır. "Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri, ona bir
süs kıldık" ayetinde olduğu gibi, yüce Allah bu tarz bir süslü gös
termeyi kendisine nispet etmiştir. Şu ayette aynı anlamı vurgulamaktadır:
"De ki; Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz
rızkları kim haram kılmıştır?" (A'râf, 32)
Süslü göstermenin bir diğer şekli ise, kalpleri celbetmeye ve
onları süslerin ötesine geçmeyecek şekilde çekici güzelliklerin
tutkunu haline getirmeye, Allah'ı zikretmekten alıkoymaya yöneliktir.
Bu tarz bir süslü gösterme şeytan menşeli ve yerilmeyi hakkeden
bir davranıştır. Yüce Allah bunu şeytana nispet etmiştir.
Kullarını da bu tarz bir süslü göstermenin tuzağına düşmemek
hususunda uyarmıştır. Yukarıda da yer verdiğimiz şu ayet bu tür
uyarılara bir örnektir: "O zaman şeytan onlara amellerini çekici
göstermişti:" (Enfâl, 47) Bir diğer ayette, yüce Allah Şeytanın ağzından
şunları aktarmaktadır. "Dedi ki: Rabbim, beni kışkırttığın
şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı
ve dünya tutkularını) süsleyip çekici göstereceğim ve
onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım." (Hicr, 39) Bir diğer
ayette ise şöyle buyuruluyor: "Yaptıklarının kötülüğü kendilerine
çekici ve süslü gösterilmiştir." (Tevbe, 37) Bunun gibi daha
birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
Bazen bu tarz bir süslü gösterme yüce Allah'a da nispet edilmiştir.
Bunun mantığı
şöyle izah edilebilir. Gerek Şeytan ve gerekse
tüm hayır ve şer sebepleri, O'nun mülkünde yapıp ettiklerini,
gerçekleştirdikleri tasarrufları, ancak O'nun izniyle, iradesi ve
meşiyeti doğrultusunda yapabiliyor. Bununla da yaratmak ve
meydana getirme düzeni normal işleyişini gerçekleştirebiliyor.
Böylece kurtulanlar, koydukları güzel irade ve serbest davranışları
sayesinde kurtulurken, suçlu günahkarlar da belirginleşiyorlar.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki: "...tutkulu şehvet insanlara
süslü ve çekici kılındı..." ifadesindeki meçhul fail yüce Allah değildir.
Çünkü gerçi söz konusu süslü gösterme eylemi hangi şekilde
olursa olsun yüce Allah'la ilgisi varsa da, yâni bu, ya yapıcı bir
süslü gösterme şeklinde olur, ki insanların Allah'a kulluk sunmaya
davet etmesi tarzında olur, ki bu durumda doğrudan bir nispet
kılma söz konusu olur. Ya da insanları Allah'ı zikretmekten alıkoyan
bir süslü gösterme olarak O'nun iznine nispet edilir. Ancak
ayette, ileride açıklayacağımız gibi, yüce Allah'a nispet edilmesi
yakışık almayan hususlara da işaret ediliyor, Kur'an'ın bilinen ifade
tarzını göz önünde bulundurduğumuz zaman bunların yüce
Allah'ın dışında şeytan veya nefse nispet edilmelerinin daha uygun
olacağını düşünüyoruz.
Bundan da anlaşılıyor ki, bazı tefsir bilginlerinin yaptıkları
şu değerlendirme doğrudur: Süslü göstermenin, çekici kılmanın faili
şeytandır. Çünkü çekici güzellikleri aşırı derecede sevmek yerilmiştir.
Yine çok mala sahip olma isteği de olumsuz karşılanmıştır.
Yüce Allah, ayetin sonunda ve hemen ardından gelen ayette işaret
edilen hususları kendisine özgü kılmıştır.
Bununla aynı zamanda diğer bazı tefsircilerin yaptıkları
şu değerlendirmenin yanlışlığı ortaya çıkıyor: İnsanın öz doğası ve
ondan doğan istek gibi duygularla ilgili değerlendirmeler hiçbir
şekilde şeytana nispet edilemez. Buna ancak çirkin amelleri süslü
gösteren vesveseler ve telkinler nispet edilebilir.
Yukarıdaki anlayışı benimseyen tefsircilerden biri diyor ki:
Bundan dolayı, Kur'an amelleri süslü gösterme eyleminden başkasını
şeytana nispet etmemiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor.
"O zaman şeytan amellerini onlara süslü gösteriyordu."
"Şeytan yaptıklarını onlara süslü gösterdi." Eşyanın doğası ve
gerçekler ise, ancak tek ve ortaksız, hikmet sahibi yüce yaratıcıya
nispet edilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Biz yerin üzerinde
olanları, onun için bir süs kılmışızdır. Ki hangisinin daha iyi
amel işlediğini sınayalım." Yine bir başka ayette de buyurmuştur
ki, "İşte böyle, her ümmete amellerini süslü gösterdik." Şu halde
ümmetlerle ilgili değerlendirme, toplumların özdoğalarıyla ilgili bir
değerlendirme olarak algılanmalıdır. Müfessirin sözü bundan ibarettir.
Şimdi bu değerlendirmenin yanlışlığını görelim: Bu değerlendirme,
eşyanın tabiatı ve gerçekliği ancak tek ve ortaksız, hikmet
sahibi yüce yaratıcıya nispet edilir, tespitinde bulunurken gerçeği
söylemektedir; ancak ayetin insanların özdoğası ve bundan kaynaklanan
istekler ile ilgili olduğuna dair yaptığı çıkarsama, yanlıştır.
Bunun izahı şöyledir:
Bilindiği gibi, tefsirini sunduğumuz sure, yüce Allah'ın yarattığı
varlıklar üzerinde, onların yaratılışları, yönetimleri, iman, küfür,
itaat ve isyan edişleri üzerinde egemen olduğunu vurgulamayı
hedeflemektedir. Allah varlıkları yaratmış ve onları mutlu olabilecekleri
yollara yöneltmiştir. Dolayısıyla, O'nun dininde iki yüzlülük
yapan münafıklar ve inkar eden kâfirler ya da indirdiği kitap üzerinde
ihtilafa düşmek suretiyle azan ehl-i kitap, kısacası, şeytana
itaat eden ve hevanın peşine takılan tüm gruplar, kesinlikle Allah'ı
aciz bırakamazlar, O'nun üstünlüğüne helal getirmezler, egemenliğini
zedeleyemezler. Tam tersine, her şey sonuçta O'nun yüzüne
ve yönlendirmesine döner. Her şey O'nun varlıklara egemen kıldığı
ve bir imtihan aracı olarak etkin hale getirdiği sebepler yasasına
uymak zorundadır. O, varlıkların özdoğalarının, güçlerinin, eğilimlerinin
ve fiillerinin yaratıcısıdır. Böylece varlıkların Rablerine yakın
ve onur verici bir çizgide hareket etmelerini öngörmüştür. İblis'e
izin veren de O'dur. Onun insanlara vesvese vermesine, içlerine
yıkıcı telkinlerde bulunmasına engel oluş-turmamıştır. Bu, sistem
imtihan olgusunun gerçekleşmesi, yüce Allah'ın iman edenleri
belirleyip onlardan şahitler edinmesi için kurulmuştur.
Bütün bunların bu surede ele alınmasının sebebi, mü'minlere
teselli vermek, surenin indiği sıralarda içinde bulundukları ağır
koşullar karşısında yüreklerine su serpmektir. Bu sırada
mü'minler, içerden münafıkların iki yüzlülükleri ve kalplerinde
hastalık bulunanların ahmaklıkları yüzünden büyük sıkıntılar çekiyorlardı.
İşler rayından çıkmış, gelişmeler tersyüz olmuştu. Allah'a
ve Resulüne itaat bağlamında kusurlar işleniyordu. Dışarıdan ise,
dinî tebliğin ağır sıkıntıları içindeydiler. Bir yandan Arap kâfirler
üzerine çullanmış, öbür yandan ehl-i kitap, özellikle Yahudiler yoğun
bir baskı uyguluyorlardı. Roma imparatorluğunun ve İran devletinin
sayı ve teçhizat üstünlüğüyle oluşturduğu tehdidin de psikolojik
bir baskısı söz konusuydu. İşte bu kâfirler ve onların paralellerinde
hareket edenler, dünyaya ve çekici süslerine kapılmakla
yanılgıya düşmüşlerdi. Çünkü bunları amaç edinmişlerdi. Oysa
bunlar araçtırlar, amaç bunların ötesindedir.
Görüldüğü gibi, sure, toplumların temel karakterlerinden söz
ediyor, ama geniş bir açıdan. Yaratılışlarını, varoluşlarını, buna
bağlı olarak dünya hayatındaki hareket tarzlarını, karakteristik
özelliklerini, mutluluk ve bedbahtlık gerektiren davranışlarını, itaat
ve isyan edişlerini kuşatacak bir perspektiften ele alıyor. Bütün
bunların Allah'ın egemenliği altında bulunduğunu vurguluyor. Hiç
kimse O'nun kudretini alt edemez. Hiç kimse O'nun emrini etkin
kılmasına engel olamaz. Ne dünyada ne de ahirette hükmünü
yürütmesini önleyemez. Dünyadaki uygulamaya gelince, bunun
temel özelliği izin ve imtihandır. Ahirette ise, egemen sistemin
özelliği, yapılan hayırlara hayırla, kötülüklere de kötülükle karşılık
vermektir.
Aynı
şekilde: "Şüphesiz inkar edenler, onların malları da, çocukları
da kendilerini Allah'tan müstağni kılmaz." diye başlayan
dokuz ayet, şu gerçeği açıklama amacına yöneliktir: Kâfirler, Rablerinin
ayetlerini yalanlasalar, Allah'ın kendilerine, hoşnutluğunun
ve cennetinin aracı olarak bahşettiği nimetleri amacından saptırsalar,
bunlara güvenerek kendilerinin Allah'tan müstağni olduklarını
düşünseler, O'nun yüce makamını gözardı etseler, yine de Allah'ı
aciz bırakacak ve O'nu yenilgiye uğratacak değildirler. Allah
onları işledikleri amellerle suç üstü yakalayacaktır. Onların aleyhine
olmak üzere mü'min kullarını destekleyecektir. Onları da cehenneme
doğru sürecektir. Orası ne kötü bir yataktır. Öte yandan
onlar, dünya hayatında bir oyalama ve eğ-lenmeden başka bir an
lam ifade etmeyen şeylere güvenmekle yanılmaktadırlar. Çünkü
akıbetlerin en güzeli Allah katındadır. Buradan da anlıyoruz ki,
ayetler, aynı zamanda kâfirlerin karakterlerini de analiz ediyor,
ama onların olumlu ve olumsuz amellerini de kuşatacak geniş bir
perspektiften.
Kaldı ki, yukarıda sunduğumuz değerlendirmeyi savunan şahsın,
eşyanın hakikatinin Allah'tan başkasına nispet edilemeyeceğine,
şeytana yalnızca amellerin nispet edileceğine tanık olarak
gösterdiği: "İşte böyle her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik"
ayeti, içerdiği karineler bağlamında, söz konusu şahsın düşündüklerinin
aksine olacak hususlara işaret etmekte ve bizim çıkarsamamızı
desteklemektedir. Ayet şöyledir: "Allah'tan başka yalvarıp
yakardıklarına (taptıklarına) söv-meyin; sonra onlar da haddi
aşarak bilmeksizin Allah'a söverler. İşte böyle, biz her ümmete
yaptıklarını süslü, gösterdik." (En'âm, 108) Ayetin bizim çıkarsamamızı
desteklediği ise gayet açıktır.
Aynı şekilde, diğer bazı tefsircilerin söz konusu ettikleri şu
değerlendirmenin de yanlışlığı ortaya çıkıyor: "Süslü gösterme iki
kısma ayrılır. Övgüye değer olan, yergiyi hakkeden. Ameller de iki
türlüdür; iyi ve kötü ameller. Bunlar arasında övgüye değer, methedilen
ve güzel olarak nitelendirilen şeyler Allah'a nispet edilir.
Diğerleri ise, şeytana nispet edilir!
Gerçi bu değerlendirme bir açıdan gerçeği yansıtmaktadır; ancak
fiil ve benzeri şeyler aracılığıyla sergilenen nispet etmeler bağlamında
sahih olabilir. Çünkü yüce Allah ancak güzel şeyler yapar.
Kötülüğü ve çirkin hayasızlığı emretmez. Fakat izin ve benzeri şeylerle
ifade edilen dolaylı nispet etmeler için de herhangi bir sakınca
yoktur. Eğer böyle olmasa, O'nun her şey üzerindeki Rabliği, her
şeyi yaratan oluşu, her şeyin maliki oluşu ve mutlak her türlü şirkten
beri oluşu bir anlam ifade etmeyecektir. Kur'an'da bu tür nispet
etmelerin birçok örneğine rastlamak mümkündür: "Dilediğini
saptırır." (Râ'd, 27) "Allah kalplerini kaydırdı." (Saf, 5) "Allah onlarla
alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına süre
tanır." (Bakara, 15) "Varlık içinde şımaran önderlerine emrettik,
böylece yoldan çıktılar." (İsrâ, 16) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek
göstermek mümkündür.
Aslında bu tarz değerlendirmelerde bulunan kimselerin
yanılgıları, eşyanın bağlantıları, sonuçları ve fiilleri ile ilgili
araştırmalarının yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Onlar, bu
olguların her birini bağımsız bir varlığa sahipmiş gibi
değerlendiriyorlar. Onu âlemdeki ve onu kuşatan varlıklardan
kopuk sanıyorlar. Varoluşların öncesini ve sonrasını kuşatan
atmosferi, varlıklarla ilintisini hesaba katmıyorlar.
Bu yanılgıdan dolayı, sebeplerin ve illetlerin Allah'ın yarattığı
evrensel yasalar sisteminin nedensellik kuralı uyarınca etkileşimlerinin
sonuçlarını kopuk, bağlantısız ve ilintisiz, olarak değerlendirmektedirler.
Bu perspektiften bakınca, meydana gelen her olay,
sebeplerince meydana getirilmiş her fiil, failince işlenmiş görünür.
Başka varlıklardan tamamen kopuk ve sadece kendi sahibinin
ürünü olarak, ilintili olduğu sebepten başkasına ilgi duymadan,
başkasına en ufak bir pay vermeden. Sözgelimi gök cisimleri döner,
denizler dalgalanır, gemiler yüzer, yer üzerindekileri taşır, bitkiler
yeşerir, hayvanlar hareket eder, insanlar yaşar ve çalışırlar,
ama bütün bunları bir araya getiren manevi bir bağ, madde ve
kuvvede olmak üzere fiziki bir birliktelik, bütünleyici bir güç yoktur!
Bunun ardından, sözünü ettiğimiz bu kopukluğun, dağınıklığın
ve ayrılığın bir benzerini amellerin menşei ve hayır ve şer, mutluluk
bedbahtlık, hidayet ve sapıklık, itaat ve isyan, iyilik ve kötülük,
adalet ve zülüm nitelikli fiillerin şekilleri hakkında da düşünmeye
başlarlar. Onlara göre varoluşlarında bir bağlantı, gerçekleşmelerinde
bir içiçe girmişlik söz konusu değildir.
Bu tarz düşünenler, şu evrenin kapsadığı somut olgular, varlıklar,
yaratılmış türlerinin cüzleri arasında ilişki olduğunu ve parçala
rının birbirini bütünlediğini görmezlikten geliyorlar. Oysa evren
cüzleri ara-sında sürekli bir dönüşüm, birbirleriyle yer değiştirme,
başkalaşma söz konusudur. Bir gün insan olur, bir gün bitki olur,
bir gün cansız varlık olur, bir gün toplanılır, bir gün dağılır. Bazıları
için hayat olan şey, baş-kaları için ölüm olur. Yeni bir şeyin meydana
gelmesi, eskinin bozulmasını gündeme getirir.
Aynı
şekilde, meydana gelen olaylar da birbirleriyle bağlantılıdır.
Bir zincirin halkaları gibi. Bir şey hakkında düşündüğün varsayım,
ona yakın şeyler ve bundan önce tabiat için düşünülebilen en
eski dönemlerde meydana gelen olaylar üzerinde de etkilidir. Tıpkı,
bir zincirin bir halkasının yürütülmesi ile zincirin tüm halkalarının
hareket etmesi gibi. Dolayısıyla, bu evrendeki en küçük bir
zerre hakkında düşünülen en basit bir değişiklik, bütün evrenin
durumunda değişiklik gerektirir. Bunlar bizim bilgimizin kapsamının
dışında, kavrayışımızın ulaşamayacağı düzeyde ve duyularımızın
algılayamayacağı boyutlarda olabilirler. Ancak bilginin olmayışı,
oluşun da olmadığı anlamına gelmez. Ta eski zamanlardan
beri, bilimsel araştırmalar bu konulara açıklık getirmişlerdir, günümüzün
doğal bilimler ve matematik alanındaki araştırmaları da
daha net veriler sunmaktadır.
Hiç kuşkusuz, bizler felsefe, doğal bilimler, matematik alanında
yapılan bu araştırmalardan haberdar olmadan ve başkalarının
kaleme aldıkları eserlerdeki bilgilerin naklini, daha sonra net veriler
sunan ba-ğımsız araştırmaları görmeden Kur'an en güzel bir
şekilde bu gerçeğe dikkatlerimizi çekmiştir. Kur'an, göklerdeki ve
yerdeki ayetler arasındaki planlamanın birliğine dikkat çekmiştir.
Karşılıklı yararlanmanın bulunduğunu vurgulamıştır. Tümünün
yaratılış yasasının amacı etrafında birleştiklerini dile getirmiştir.
İlahi planlama ve tasarım olarak kaderin egemenliğinin tümünü
kuşattığını, kıyamete doğru yol katedil-diğini ve sonuçta dönüşün
Allah olacağını dile getirmiştir.
Aynı
şekilde fiillerin nitelikleri ve amellerin menşei arasında
da çok boyutlu bağlantılar vardır. Tıpkı karşıt ve zıt olgular arasındaki
bağlantı gibi. Eğer zıt kutuplardan biri olmasa diğerinin işleyişi
sağlıklı olmaz. Bunu, yapım ve icat alanında somut olarak
gözlemliyoruz. Çünkü bu alanda bir şeyin meydana gelmesi başka
bir şeyin yok olmasına, bozulmasına bağlıdır. Bir şeyin öne geçmesi,
başka bir şeyin arkadan gelmesi ile mümkündür.
Şayet amellerin niteliklerinden biri gerçekleşmezse, bir diğerinin
de işleyişi sekteye uğrayacaktır, doğal olarak gerçekleşmesi
gereken insanlık topluluğu ve hak din olarak somutlaşan ilahi topluluk
bağlamında istenen sonuçlar, ortaya çıkmayacaktır. Örneğin
itaat güzeldir. Çünkü isyan kötüdür. İyilik ödülü hakkeder, çünkü
kötülük cezayı gerektiricidir. Ödül amel edene lezzet verir, çünkü
ceza, kendisini hakkedene acı verir. Lezzet arzulanan bir mutluluktur,
çünkü acı kaçınılan bir bedbahtlıktır. Mutluluk insan varlığının
yaratılışı itibariyle yöneldiği bir olgudur. Buna karşın mutsuzluk,
kaçınılan bir olgudur. Eğer sözünü ettiğimiz bu varoluşsal hareketler
olmasaydı, varlık bütünüyle geçersiz olurdu.
Şu halde, itaat, dolayısıyla iyilik, dolayısıyla ödül, dolayısıyla
lezzet ve dolayısıyla mutluluk, tam anlamıyla günahın, dolayısıyla
cezanın, dolayısıyla acının ve dolayısıyla mutsuzluğun karşıtıdırlar.
Bunlardan her biri, ancak kendilerine tekabül eden karşı durumun
ortadan kalkması ile belirginleşebilir, ölmesi ile dirilebilir. Karşıtı
olan bir durumdan sakındırma söz konusu olmadan bir şeye davet
mümkün olabilir mi? Bir şeyin karşıtı, onu gerektiren amaç ve eğilimler
olmadan mümkün olabilir mi?
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu husus açıklığa kavuşmuş
oluyor: Şu evrenin yapıcılığı, salahı kapsadığı gibi bozgunculuğu,
fesadı da kapsaması, itaati kapsadığı gibi günahı da kapsaması,
bu zıtlıkların yüce Allah'ın yaratılış düzenine egemen kıldığı
öntasarımı doğrultusunda meydana gelmesi, ilahi hikmetin
bir gereğidir. Ancak amel ve nitelikleri dışında varoluş ve ifsat ol
guları yüce Allah'a nispet edilirler. Çünkü emir ve yaratma yetkisi
O'na aittir ve O'nun ortağı yoktur. Mutluluk verici ameller, yol göstericilik
bağlamında, doğrudan O'na nispet edilirler. Şeytanın vesvesesinin
ve hevanın tutkularının insana egemen olması, zalimlerin
insanlara musallat olmaları gibi mutsuzluk verici fiiller Allah'a
nispet edilirler. Saptırmak, rüsva etmek ve yüzüstü bırakmak gibi. Ancak bu bağlamdaki nispetler, doğrudan değildir, yalnızca izin
verme şeklinde değerlendirilmelidir. Sözgelimi: Yüce Allah şeytana
vesvesede bulunma ve yıkıcı telkinler aşılama iznini vermiştir
ve insanların hevanın peşine düşmelerine engel olmamıştır, zalim
ile yapmak istediği zulmün arasına engel koymamıştır, denebilir.
Çünkü mutluluk ve mutsuzluk sınav sonucu elde edilen olgulardır.
Bir kimse mutlu olmuşsa, bu onun isteğine bağlı olarak gerçekleşmiştir.
Bir kimse de mutsuz olmuşsa, bu demektir ki, iradesi bu
yönde gerçekleşmiştir. Aksi takdirde insanların aleyhine bir kanıt
ortaya konamazdı ve insan serbestliği ve sınav sistemi geçersiz
olurdu.
Sözünü ettiğimiz bilginleri, bu tür araştırmaları somut bir sonuca
varana kadar sürdürmekten alı koyan tek şey, kendi sanılarınca,
böyle bir şeyin neden olacağı vahim sonuçlardan ürkmeleridir.
Sözgelimi, Cebriye ekolüne mensup bilginler, eşyanın kendi
arasındaki irtibata, sebeplerin etkinliğinin zorunluluğuna itiraf
edecek olurlarsa, bu, yüce yaratıcının yanında başka etkin güçlerin
de olduğu anlamına gelecek ve O'nun varlıklar üzerindeki mutlak
kudretini olumsuzlayacaktır.
Diğerleri ise, böyle bir şeyi ameller aşamasında kabul edip ve
bu aşamada olup bitenleri Allah'ın iradesine ve kudretine isnat
edecek olurlarsa, bu, insan açısından bir zorunluluk ve cebrilik
ifade edeceğini düşündüler. Böyle yapmaları durumunda insan
serbestliğinin, dolayısıyla ödül ve ceza olgusunun, doğal olarak da
şer'î yükümlülüklerin geçersiz olacağını varsaydılar.
Oysa hiçbir sonuçtan ürkmeden yüce Allah'ın sözlerinin üzerinde
durup düşünebilirlerdi: "Allah emrine galip olandır." (Yusuf,
21) "Haberiniz olsun, yaratma da, emir de O'nundur." (Araf, 54)
"Göktekilerin ve yerdekilerin tümü gerçekten Allah'ındır." (Yunus,
55) Şayet bu ve benzeri ayetler üzerinde gereği gibi durup düşünselerdi,
bunların bu hususta birer kanıt içerdiklerini görürlerdi.
Bakara suresinde yer alan: "Şüphesiz Allah... herhangi bir örnek
vermekten çekinmez." (Bakara, 26) ayetini incelerken bu konuda
bir takım açıklamalarda bulunduk.
Artık asıl konumuza, yüce Allah'ın "tutkulu şehvet insanlara
süslü, çekici kılındı" ayetine dönebiliriz. Bu konuyla ilgili olarak
diyoruz ki: Ayetten açıkça anlaşılıyor ki, süslemeyi ve çekici kılmayı
gerçekleştiren fail, yüce Allah'ın dışında şeytan veya nefistir.
Birincisi: Ayetlerin akışı, mal, evlat gibi şeylere tutkulu bir şehvetle
bağlanan, bu tür süslerin kendilerini Allah'tan müstağni kılacağına
inanan kâfirleri yerme amacına yöneliktir. İnsanları Allah'tan
alıkoyan, O'nu zikretmelerine engel olan bu tür bir süslü kılmanın
yüce Allah'a nispet edilmemesi daha uygundur.
İkincisi: Şayet bu, yüce Allah'a nispet edilen süslü gösterme
olsaydı, bu durumda kastedilen husus, insanın bu tür olgulara yönelik
iç güdüsel eğilimi olurdu ki, "zuyyine lil-insan" veya "li-benî
Adem= İnsana" veya "Ademoğluna süslü gösterildi" gibi bir ifadenin
kullanılmış olması daha uygun düşerdi. Nitekim şu ayetler, bu
tür bir anlama işaret etmektedirler: "Doğrusu, biz insanı en güzel
bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Tin,
4-5) "Andolsun, biz Ademoğlunu yücelttik; onları karada ve denizde
taşıdık." (İsrâ, 70) "İnsan" anlamına gelen "nas" deyimi ise,
genellikle ayrıcalığın ortadan kaldırılmasına, kişiliğin küçültülmesine
ve düşüncenin düşüklüğüne yönelik anlatımlarda kullanılır.
Şu ayetlerde olduğu gibi: "İnsanların çoğu ise ancak inkara ayak
direttiler." (İsrâ, 89) "Ey insanlar, gerçekten biz sizi bir erkek ve bir
dişiden yarattık." (Hucurat,13)
Üçüncüsü: Yüce Allah'ın ayette sözü edilen "tutkulu şehvetlere"
açıklayıcı örnek olarak söylediği olgular, "fıtri süslü gösterme"
ile bağdaşan şeyler değildir. Eğer maksat bu olsaydı "kadınlar"
kelimesi, mutlak anlamda "eş"liği ifade eden bir kelimeyle, "oğullar"
kelimesinin "çocuklar" ve "kantar kantar yığılmış altın ve gümüş"
ifadesinin de "mal" ile değiştirilmesi daha uygun olurdu.
Çünkü erkeklerde kadınlara karşı doğal bir ilgi mevcut olduğu gibi
kadınlarda da erkeklere yönelik doğal bir eğilim vardır. Yine insanoğlu,
özel olarak oğullardan ve kantar kantar yığılmış altın ve
gümüşten çok mutlak olarak çocuklara ve mala düşkündür. Bu
nedenlerdir ki, ayette geçen "süslü gösterme" fiilinin faillerinin
yüce Allah olduğunu savunanlar, aşağıdakine benzer yorumlar
yapmak zorunda kalmışlardır: "Buradan kastedilen husus, mutlak
olarak "eş", "çocuk" ve "mal" sevgisidir. Özellikle kadınların, oğulların
ve kantar kantar yığılmış altın ve gümüşün zikredilmesinin
sebebi, bu sayılanların, söz konusu eğilimlerin en güçlü ve en belirgin
temsilcileri olmalarıdır." Ardından, hiç de gerekmediği halde,
bir sürü zorlama eseri açıklamalar yapmak durumunda kalmışlardır.
Dördüncüsü: Sözü edilen "süslü gösterme"nin yüce Allah'a
nispet edilmesi, ayetin sonundaki: "Bunlar dünya hayatının metaıdır.
Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. De ki: "Size
bundan daha hayırlısını bildireyim mi?" değerlendirme cümlesinin
içeriği ile bağdaşmıyor. Çünkü bu cümlenin amacı, onları bu
tür dünyevi şehvetlerden alıkoymak, dikkatlerini Allah katındaki
cennetlere, eşlere ve hoşnutluğa çekmektir. Yoksa, öncül nitelikli
şeylerden alıkoyup amaç nitelikli şeylere dikkat çekmenin herhangi
bir anlamı olmaz. Bu, açık bir çelişki ve iki olgunun birden
iptali anlamına gelir. Tıpkı doymak istediği halde, yemekten çekinen
kimse gibi.
Eğer desen ki: "... tutkulu şehvetler insanlara süslü ve çekici
kılındı" ayeti, anlamının özü itibarıyla: "De ki: Allah'ın kulları için
çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır? De ki:
"Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise
yalnızca onlarındır." (A'râf, 32) ayeti ile aynı mesajı vurgulamaya
yöneliktir. İki ayetin anlamlarının örtüşüyor olması, incelediğimiz
ayette sözü edilen süslü göstermenin failinin de yüce Allah olmasını
gerektirmektedir.
Buna vereceğimiz cevap şudur: İki ayet arasında, konum itibarıyla
fark vardır. Sözgelimi, bizim tefsirini sunduğumuz ayetin indiği
ortam, oluşturduğu atmosfer, insanlara sevimli ve sempatik
gelen bu tür tutkulu şehvetlerin yerilmesine ilişkindir. Çünkü bu tür
tutkulu şehvetler insanların dikkatlerini Allah katındaki kalıcı nimetlerden
uzaklaştırıyor, onları gözardı etmelerine neden oluyorlar.
Dolayısıyla ayet, insanları, dünyevi şehvetlerden yüz çevirmeye,
dikkatlerini Allah katındaki nimetlere yöneltmeye teşvik etme
amacına yöneliktir.
A'râf suresindeki ayetin oluşturduğu atmosfer ise, bundan
tamamen farklıdır. Bu ayet, söz konusu dünya nimetlerinin, diğer
insanlarla ortaklaşa olmak üzere mü'minlere, ahirette ise yalnızca
onlara özgü kılındığını vurgulamaya yöneliktir. Bu nedenledir ki,
önceki ayette geçen "nas=insanlar" ifadesi yerine, burada
"ibad=kullar" ifadesi kullanılmıştır. Söz konusu süsler de temiz
rızık olarak nitelendirilmiştir.
Eğer desen ki: Ayet-i kerimede, "süslü gösterme" olgusu "tutkulu
şehvetler"in kendisiyle değil de, onlara yönelik ilgiyle
ilintilendirilmiştir. Bilindiği gibi, bir şeye yönelik sevgi ve sempatinin
insana süslü gösterilmesi, nefsine çekici kılınması ve kalbinin
buna eğilim göstermesi doğal bir olgudur. İnsanın karakteristik bir
özelliğidir. Dolayısıyla bir şeye yönelik sevgi ve sempatinin süslü
gösterilmesi, sevginin insanların kalplerinde etkin kılınması
şeklinde yorumlanır. İnsanların kalplerinde sevgi duygusunun yaratılması
yâni. Yaratma eylemi ise ancak yüce Allah'a yaraşan bir durumdur.
Şu halde "süslü ve çekici kılındı" fiilinin faili yüce Allah'tır.
Buna karşılık olarak ben derim ki: Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz
karinelerin bir gereği olarak "sevgi ve sempatinin süslü
gösterilmesi" ile, sevginin insanları kendisine çeken ve onları
başkasına yönelmekten alıkoyan özelliğe sahip kılınması
kastedilmiştir. Çünkü "süs" kendisinden başkasına eklenerek
arzulanan, aynı zamanda çekici olan bir olgudur. Başkasına
eklenmesi insanın, o başkasına ilgi duyması, onun aracılığıyla da
asıl maksada ulaşması içindir. Sözgelimi, kadın güzel ve çekici
takıları takınarak, erkeğin ilgisini bunlar aracılığıyla kendisine
çekmeyi amaçlar. Şu halde, asıl arzulanan bu tür olgulardır, ama
bu eğilimden yararlanan da kadındır.
Özetleyecek olursak; sevgi ve sempatinin insanlara süslü
kılınması, onun insanların gözünde tutkuyla eğilim duyulan ve
onunla meşgul olmaya adanılan bir duygu kılınması olarak
yorumlanır. Yoksa şu ayetten de anlaşıldığı gibi, sevginin
etkinliğinin bir dayanağı yoktur: "Sonra onların arkasından öyle
nesiller türedi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine kapılıp
uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır."
(Meryem, 59) Ayrıca: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve
gü-müş..." ifadesindeki sıralama ile ilgili olarak yapacağımız
değerlendirmeler de bu çıkarsamamızı geliştirir niteliktedir. Kaldı
ki, "şehvetler" ifadesi, insanın iştahını çeken şeyler anlamında
dahi olsa, gönül çekme ve düşkün olma anlamlarına da işaret
etmektedir.
"Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe..." Ka-
dınlar anlamına gelen "nisâ" kelimesi çoğuldur ve aynı kökten
tekili yoktur. Oğullar demek olan "benîn" kelimesi de "ibn"in çoğuludur,
aracılı veya aracısız erkek çocuk anlamında kullanılır.
"Kanatîr" ise "kantar"ın çoğuludur ve inek derisinin altınla dolu
olması veya dolu deri anlamına gelir. "el-Mukantara" ise
"kıntar"dan türemiş ism-i mef'uldur. Kıntar ise camiddir. Arapların
öteden beri başvurdukları bir gelenektir bu. Camid kelimelerden
herhangi birine bir anlam ve nispet ekler, böylece ona masdar
anlamını kazandırırlar. Sonra da ondan bir takım kelimeler türetirler.
Bakl=sebze satıcısına "bakil", temr=hurma satıcısına "tamir"
ve atr=koku satıcısına "attar" dedikleri gibi. Bir şeyin kendisini ifade
eden lafızdan alınan bir vasıfla nitelendirilmesinin amacı, onunla
ifade edilen anlamın bir kimseyle ilgili olarak ispat edilmesi
ve şahsın lafzın anlamını kendisinde bulundurması ve onu yitirmemesini
vurgulamaktadır. "Denanîr müdennere= Yığın yığın dinarlar,"
anlamına gelir; "devavîn müdevvene=düzenlen-miş divanlar."
"hicabun mahcûb=örtülü örtü" ve "setrun mestûr=perdeli per-
de" ifadelerinde olduğu gibi.
Ayette geçen "el-hayl" kelimesi, "atlar" demektir. "el-
Müsevveme" kelimesi, devenin kendi başına olup, istediği yerde
otlamak üzere salıverilmesi anlamına gelen "saveme" kökünden
türemiştir. Ya da devenin merada belirlenmesi ve işaretlenmesi
demektir. Bu durumda "el-heyl-ul müsevveme" ya "salma atlar" ya
da "işaretli atlar" anlamına gelir. "el-En'âm" kelimesi, "naam"ın
çoğuludur ve deve, sığır ve koyun gibi hayvanlar için kullanılır. Yine
hayvanlar anlamına gelen "el-beha-im" kelimesi ise daha geneldir,
ancak yırtıcı hayvanlardan, kuşlardan ve haşerelerden geriye kalan
hayvanlar anlamında kullanılır. "el-Hars" kelimesi, "ekin" an-
lamına gelir. Burada kazanç anlamı da vardır. Geçim için bitkilerin
yetiştirilmesi ya da yetişmiş bitki kastedilir.
Ayetteki sıralama, ilgi duyulan şeylerin çoğalması oranında
bunlara ilişkin tutkulu şehvetlerin de arttığı
şeklinde algılanmamalıdır.
İnsanın doğası gereği eşlere, çocuklara ve mala ilgi duyması
kastedilmiş değildir. Öyle olsa, insanın "nas=insanlar", evlatların
"oğullar", malın da "kantar kantar altın ve gümüş" şeklinde
ifade edilmiş olmasını izah etmek güçleşecektir. Nitekim müfessirlerin
büyük bir bölümü, bu şekilde algıladıkları için birçok zorlama
yorumlara yeltenmişlerdir.
Ayetteki bu sıralama, insanların dünyanın çekici süslerine kapılma,
tutkulu bir şehvetle bağlanma açısından farklı eğilimler
sergilediklerine yönelik bir işaret içermektedir. Örneğin dünyanın
çekici süslerine düşkün bazı şehvetperestler kadınlarla düşüp
kalkmaktan, onlara aşık olmaktan, onlara yakın olup beraberliklerinden
başka bir şeye ilgi duymazlar. Bu arzularını tatmin bağlamında
da birçok günahlar işleyip Allah'a isyan ederler. Müzik dinlemek,
şarkı söylemek, içki içmek gi-bi. Bu tür bozgunculuklar
genellikle erkekler tarafından sergilenir. Ka-dınlar ise istisnai bazı
durumlar hariç, böyle davranışlar içinde olmazlar.
Bazı kimseler de oğullara sahip olmayı isterler, oğullarının
çokluğuyla övünür, onlarla kendilerini güçlü hissederler. Genellikle
kırsal kesimlerde yaşayan ve çöllerde hayatlarını sürdüren insanlar
bu tür eğilimlere sahip olurlar. Bunlar, söz konusu eğilimlerini
kızlar yerine oğullara özgü kılarlar.
Mal düşkünü olan bazı insanlar da, en büyük ilgilerini kantar
kan-tar altın ve gümüş biriktirmek, hazinelerini değerli paralarla
doldurmak noktası üzerinde yoğunlaştırırlar. Sözünü ettiğimiz bu
çılgınlık, mal biriktirme bağlamında özellikle altın ve gümüş gibi
değerli madenlerin biriktirilmesi şeklinde kendini gösterir. Ya da
altın ve gümüş değerinde olan şeyleri toplarlar. Eşyayı ise, ancak
altın ve gümüş elde etmenin bir amacı gibi algılarlar. Bu eğilim de
genellikle kent yaşamında kendini gösterir. Kırsal kesimlerde ise,
bu tarz eğilimlere sıkça rastlanmaz. Diğer bazıları ise, salma veya
işaretli atlara sahip olmayı tercih ederler. Biniciliğe düşkün kimseler
gibi. Bazıları ise hayvan sü-rülerine veya göz alabildiğine uzanan
ekin tarlalarına sahip olmayı ar-zularlar. Bazıları bu son üç
kısımdan ikisine veya fazlasına eğilim gös-terirler.
İnsanların gruplar halinde birine bağlandıkları ve onu dünya
hayatının özelliklerini ele geçirmede temel olarak kıldığı, geri kalan
eğilimleri ise ikinci plana attıkları bu tutkulu şehvetlerin kısımları
bunlardan ibaretti. İnsanlar arasında şehvetleri eşit düzeyde
gören ve mutedil bir şekilde onlara eşit seviyede bağlanan ve eğilim
gösteren birisine az rastlanır ya da hiç rastlanmaz.
Mevki, makam ve toplumsal statü gibi nitelikler ise, sanal ve
vehmî olgulardır. İnsanların bunlara yönelik ilgileri, ikinci bir amacı
gerçekleştirmeye yöneliktir. Bu tür konumlara gelmekle birlikte
du-yumsanan zevk, şehevi bir zevk olarak nitelendirilemez. Kaldı
ki ayet, şehvetleri sınırlamayı hedeflememektedir.
Buraya kadar yapılan açıklamalar ile, tutkulu şehvetlere yönelik
arzu deyiminden maksat, bunlara yönelik sevgiye dalmak, tutkulu
bir arzuyla bağlanmaktır. (ki şeytana nispet edilir) insan fıtratına
yerleştirilen temel sevgi değildir (ki yüce Allah'a nispet edilir)
şeklindeki değerlendirme pekiştirilmiş olur.
"Bunlar, dünya hayatının metaıdır." Bu tutkulu şehvetler, hayatta
bulunulduğu sürece iki hayattan (dünya ve ahiret) size en yakın
olan bu hayatın devamı ve düzeni için yararlanılan şeylerdir. Dünya
hayatı ve onun için yararlanılan olgular fanidirler, yok olup giderler.
Bunların kalıcı ve yapıcı bir akibetleri yoktur. Ahiret iyiliği ve en
güzel varış yeri Allah katındadır. Ayetin sonundaki cümle buna
işaret etmektedir: "Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır." (Al-i İmran / 15) "De ki: Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi?
Korkup sakınanlar için Rablerinin katında... cennetler... vardır."
Bu ayet, "Asıl varılacak güzel yer, Allah katında olandır" cümlesini açıklama amacına
yöneliktir. Burada, geçici, batıl ve fani şehvetlerin yerine
insanlar için hayırlı olan olgulara işaret ediliyor. Ki bunlar, kalıcı,
güzel ve hiçbir zaman geçersiz kılınmayan gerçek olgulardır. Bunlar,
özellikleri ve etkileri itibariyle insanların tutkuyla arzuladıkları
dünyevi şehvetlerle türdeştirler. Ancak çirkin unsurlardan, bozgunculuktan
arınmışlardır. İnsanları daha hayırlı olanlardan alıkoyucu
özellikleri bulunmamaktadır. Bunlar da cennet, tertemiz eşler ve
yüce Allah'ın hoşnutluğudur.
Cennetten söz edilirken, bunun eşleri de kapsaması doğal olduğu
halde, özellikle eşlerden de söz edilmiş olması, cinsel ilişki
ile duyulan zevkin insanların ulaştıkları en büyük bedensel zevk
olması dolayısıyladır. "Kadınlar, oğullar, kantar kantar altın ve
gümüş..." ayetinde kadınlara öncelik verilmesi de bu yüzdendir. Hoşnutluk olarak anlamlandırdığımız "rıdvan" veya "rudvan",
yapılan işin kişiyi memnun etmesi, böyle bir işin meydana gelmesini
engellememesi, bundan dolayı öfkelenmemesi demektir.
Bunun karşıtı ise, "sehat=öfke"dir.
Kur'an'da yüce Allah'ın "rıza"sından sık sık söz edilir. Bu husus
yüce Allah'ın kulların itaat nitelikli fiillerine yönelik hoşnutluğu ile
ilgili olduğu gibi, itaat nitelikli olmayan vasıf ve durumlar ile de
ilgili olabilir. (Örneğin tevazuun Allah rızasını kazandırması gibi)
Ancak "rıza"nın geçtiği yerlerin büyük bir kısmında, daha doğrusu
tümünde, itaate yönelik hoşnutluk kastedilmiştir. Allah'ın rızası ile
kulun rızasının karşılıklı olarak zikredilmiş olması da bundan kaynaklanmış
olsa gerektir. Dolayısıyla Allah'ın kulundan razı olması,
kulun itaatinden, kulun Allah'tan razı olması da Allah'ın verdiği
güzel karşılık veya hükmünden ileri gelen bir durumdur. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah, onlardan razı olmuş, kendileri de Allah'tan hoşnut
olmuşlardır." (Beyyine, 8) "Ey huzura kavuşmuş nefis, sen O'ndan
hoşnut O da senden hoşnut olarak Rabbine dön." (Fecir, 27-28)
"Önce geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar,
Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır
ve Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar
akan cennetler hazırlamıştır." (Tevbe, 100)
Dünya hayatının çekici metaından daha hayırlı olan nimetler
bağlamında "hoşnutluğun" da zikredilmiş olması gösteriyor ki,
hoşnutluk da özü itibarıyla insana çekici gelen ya da çekici bir güzelliğe
yol açan bir olgudur. Tefsirini sunduğumuz ayetin akışı içinde
cennetler ve eşlerin yanı sıra, aşağıdaki ayetlerde de lütuf, bağışlama
ve rahmetin yanında ayrıyeten zikredilmiş olması bu yüzdendir:
"Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk..." (Mâide, 2) "Allah'tan
bir bağışlama ve hoşluk..." (Hadid, 29) "Katından bir rahmeti ve bir
hoşnutluğu..." (Tevbe, 21)
Tefsirini sunduğumuz bu ayettte, üstü kapalı olarak işaret edilen
bu anlam, "Allah onlardan hoşnut oldu" ve "O'ndan hoşnut ve
O da senden hoşnut olarak" ayetlerinin anlamları üzerinde yaptığımız
değerlendirmeler etüt edildiğinde daha bir belirginlik kazanır.
Çünkü bu ayetlerde yüce Allah hoşnutluğunu onların kendileriyle
ilintililendir-miştir. Onların kendilerine yönelik hoşnutluk da
fiilerine yönelik hoşnutluktan farklı şeylerdir. Bu noktada, yüce
Allah'ın onların kendisinden istekte bulunmalarına hiçbir engel
çıkarmadığı şeklinde bir anlam kazanır. Bu da gerçekte şu ayetin
içerdiği anlama döner: "Orada kendileri için diledikleri her şey
vardır." (Kâf, 35) Şu halde yüce Allah'ın insana yönelik hoşnutluğunda
insan için sınırsız bir dileme ve meşiet söz konusudur.
Buradan hareketle şunu anlıyoruz ki: Tefsirini sunduğumuz ayette
işaret edilen hoşnutluğa karşılık önceki ayette sözü edilen
tutkulu şehvetler gündeme getirilmiştir. Buna göre insan, bu tür
tutkulu şehvetleri temin etse, özellikle kantar kantar altın ve gümüş
sahibi olsa, bunun sonucunda sınırsız bir dilemeye kavuşacağını,
geniş bir güç elde edeceğini, dolayısıyla dilediğini yapacağını,
istediğini elde edeceğini san-maktadır. Oysa bu tavrıyla insan bir
yanılgı içindedir. Çünkü böyle bir düzeye ulaşması ancak, herşeyin
kontrolü elinde olan yüce Allah'ın hoşnutluğu ile mümkündür.
"Allah, kulları hakkıyla görendir..." Bu ve bundan önceki ayetten
şu husus açığa çıkıyor: Yüce Allah insan için dünyada ve ahiret-te
bir takım nimetler hazırlamıştır. İnsan bunlardan yararlanmakta
ve başka ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Bunların bir kısmından
zevk almaktadır; eşler gibi. Bazısını yiyip içmektedir. Diğer bazısına
sahip olmaktadır. Ayrıca her iki cihan için yaratılan bu nimetler
benzeşmektedirler. Şu kadarı var ki, dünyadaki nimetler, kâfirlerin
ve mü'minlerin ortak kullanımına sunulmuştur, her iki grup için de
bolca nimet bahşedilmiştir. Ahiret nimetleri ise yalnızca mü'minler
içindir. Kâfirler bun-lardan yararlanamazlar.
Burada, neden böyle bir ayırıma gidildiği yönünde bir soru akla
gelebilir. Diğer bir ifadeyle, ahiret nimetlerinin yalnızca mü'minlere
özgü kılınmasının gerisindeki hikmet merak edilebilir. İşte bu tür
kuşkulara şu ifadeyle cevap veriliyor: "Allah, kulları hakkıyla görendir."
Bunun anlamı şudur: Yüce Allah'ın mü'minlerle kâfirler
arasında gerçekleştirdiği bu ayırım boşuboşuna değildir. Rastgele
verilmiş bir kararın ürünü de değildir. Allah bundan münezzehtir.
Tam tersine iki grubun üzerinde bulundukları durum böyle bir ayırımı
gerektirmiştir. Allah onları ve farklılıklarını görmektedir. Bu
farklılık mü'minde bulunup da kâfirde bulunmayan takva duygusudur.
Yüce Allah, sözünü ettiğimiz bu takva duygusunu, bunu izleyen
ayetle şöyle tanımlıyor: "Onlar, "Rabbimiz... diyenler..." İki ayetten çıkan sonucu şöyle özetleyebiliriz: Onlar Rablerine
muhtaç olduklarını, kesinlikle O'ndan müstağni olmadıklarını, a-
çıkça ortaya koyuyorlar. Bunu salih amellerle de tasdik ediyorlar.
Kâfir ise, kendini Allah'a karşı müstağni görür, dünyanın tutkulu
şehvetlerine kapılarak ahireti ve akibetini unutur.
"Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah
katında olandır. De ki: Size bundan daha hayırlısını bildireyim
mi?" ayetleri ile bunlarla aynı mesajı vurgulamaya dönük: "De ki:
Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram
kılmıştır. De ki: Bunlar, dünya hayatında mü'minler içindir, kıyamet
günü ise yalnızca onlarındır. Bilen bir topluluk için ayetleri
böyle birer birer açıklarız." (A'râf, 32) ayetinin en dikkat çekici yönleri,
birçok araştırmacının, cennet nimetlerini vasfeden ayetlerin
zahirleri bağlamında karşılaştıkları probleme cevap oluşturmalarıdır.
Probleme gelince; gözlemlenen varlıklar aleminin varoluş
evreleri üzerinde durup düşünenler, varlıkların sergiledikleri
fiillerin ve yaptıkları işlerin, bunların yaratılış sistemlerine
yerleştirilen ve her birinin savunma mekanizmalarını oluşturan,
her birinin savunma mekanizmalarını oluşturan, varlıklarını korumalarını
sağlayan çeşitli güçlere ve araçlara dayandıkları hususunda
herhangi bir kuşkuya kapılmazlar. Varoluşsal amaçlarla
ilgili araştırmalar bu hususu desteklemekte ve varlık bütününün
tesadüflere dayanmadığını, varlığın boşuna varedilmediğini ve
varoluşun bir gereksizlik olmadığını ispatlamaktadır.
Sözgelimi insan, bedensel olarak son derece özenilerek çeşitli
yeteneklerle donatılmıştır. Bu organizma sayesinde beslenmesi
mümkün olabiliyor. Beslenmesi ise, vücudunda eksilen unsurların
yerine yenilerini koyma amacına yöneliktir. Bütün bunları, varlığını
kalıcı kılmak için yapmaktadır. Bunun yanında insan, cinsel organlarla
da donatılmıştır. Bu işlemle ilgili araçlara, enerjiye, birbirini
gerektirici ön işlemlere sahiptir. Bunun da amacı, türün devamını
sağlamaktır. İnsanın donanımı ile ilgili doğal düzenler, bitkiler ve
hayvanlar için de geçerlidir.
Öte yandan yaratılış sistemi, varlıkları özellikle hayvan ve insan
gibi duygu sahibi olan varlıkları sultası altına almak amacıyla
düzen hazırlar; şöyle ki onların fiillerini zevkli kılar ve faal güçlerine
zevki yerleştirir. Bu düzen söz konusu fiillerin, işaret ettiğimiz
zevkler için işlenmesini sağlamak amacına yöneliktir. Bu fiilleri
gerçekleştirenler, yaratılış sisteminin amacının bunu kendilerinden
istediğinin bilincinde olmadan bunları yaparlar. Bu amaç da
varlığın kalıcı olmasıdır. Ancak, onun bütün ilgisi alacağı zevk üzerinde
yoğunlaşmıştır. Fiili çekici kı-lan zevki tadarken, bir yandan
da yaratılış sisteminin istediği devamlılık durumu gerçekleşir. Fiili
işleyen şahıs, kendisini çeken, eğlenmesini sağlayan süsten zevk
alır.
Sözgelimi beslenmeden ve cinsel birleşmeden zevk alınmasaydı,
insanlar sırf neslin devamı için bunlara yönelmezlerdi. Böylece
yaratılışın amacı da geçersiz olurdu. Ancak yüce Allah, insan
organizmasına beslenmeden ve cinsel birleşmeden zevk alma
duygusunu yerleştirmiştir. Öyle ki insan, bu iki zevki tatmak için
her türlü zorluğu, çabayı, müsibeti ve belayı göğüslenmekten
kaçınmaz. Söz konusu lezzetleri alırken insan, boş bir gurur içinde
aldanmaktadır. Onun durumu yalnızca aldatıcı bir oyalanmadır.
Yaratılış ve varoluş sistemi ise, bu esnada hedefine ve arzusuna
ulaşmaktadır. Bu sistem uyarınca bireyin varlığını korumasını sağlayan
husus, beslenme ile gerçekleşir. Türün varlığının devamı ise
cinsel birleşme ve üreme ile mümkündür. Bu es-nada insanın elde
ettiği ise, zevklerle oyalanma ve hayaldir.
Sözkonusu dünyevi lezzetler yaratılış sistemi içinde sınırlı ve
öncelikli bir hedef için gözetildiklerinden dolayı, bu amacın gerçekleştirilmesi
mümkün olmayan alanlarda bu tür lezzetleri almanın
bir anlamı yoktur. Örneğin yeme, içme gibi beslenme ile
ilgili tüm lezzetler doğa yasası içinde, bedenin çürümesini, bileşiminin
dağılmasını, yâni ölmesini önlemeye dönük olgulardır. Yine
cinsel birleşme gibi birçok olgu da yaratılış sistemi içinde türün
yok oluşuna ve çürüyüşüne yönelik bir önlem niteliğindedir. Şayet
insan için ölümsüz ve yokoluşsuz bir varlık, her türlü kötülüğe ve
istenmeyen şeylere karşı güvenilir bir hayat varsayılsa, bu durumda
bireyin ya da türün varlığını korumaya dönük olarak bedende
faaliyet gösteren duygu ve güçlerin ne tür yararı olabilir? Böbrek,
mesane, dalak ve ciğer gibi bedensel organlar ve do-nanımlar ne
gibi sonuçlar verirlerdi? Bunlar dünyadaki sınırlı varlığın korunması
yönünde yararlı olmak üzere faaliyet gösteren organlardır. Sonsuz
ve ebedi kalıcılık bağlamında (yâni ahirette) herhangi bir etkinlikleri
olmaz.
Yukarıda işaret ettiğimiz probleme vereceğimiz cevap şudur:
Yüce Allah, dünya hayatı ile ilgili lezzetleri ve nimetleri yeryüzünün
süsleri olarak yaratmıştır. Ki insan bunlara yönelsin, onlar aracılığıyla
hayata bağlansın, dört elle sarılsın. Nitekim yüce Allah bu
noktaya şöyle temas etmektedir: "Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki
şeyleri ona bir süs kıldık." (Kehf, 7) "Mal ve çocuklar, dünya
hayatının çekici süsüdür." (Kehf, 46) "Dünya hayatının geçiciliğine
istekli çıkarsınız." (Nisâ, 94) Üzerinde durduğumuz konuyu vurgulamak
açısından daha kuşatıcı olan bir diğer ayette ise şöyle
buyuruluyor: "Onlardan bazı gruplara, kendilerini denemek için
yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin
Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir." (Tâhâ, 131) Bir diğer
ayette de şöyle buyuruluyor. "Size verilen her şey, yalnızca dünya
hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı
ve daha süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız?" (Kasas, 60)
Bunun gibi daha birçok ayeti örnek olarak sunabiliriz.
Sözkonusu ayetlerin tümü, bu dünyada bulunan nimetlerin ve
bunlarla ilintili lezzetlerin bu dünya hayatı için öngörülen olgular
olduklarını, süresi sayılı bir kaç günü geçmeyen şu sınırlı hayat için
onlardan yararlanıldığını vurgulama noktasında birleşmektedirler.
Eğer bu hayat olmasaydı, şu nimetler de ne hayatın amacı olarak
öngörülürlerdi ne de yaratılırlardı. Meselenin özü budur.
Ancak şunu kesin olarak bilmek gerekir ki; kalıcı insanın varlığı
şu gözlemlenen varlıktan başkası değildir. Belli bir zaman diliminde
varlık aleminde görünür, varoluş aşamalarını katederek
kemale doğru ilerler. Bu ise bedenden kaynaklanan ve ona egemen
olan ruhtan başka bir şey değildir. Beden şu elementlerden
ve aktif güçlerden alınan parçaların toplamından ibarettir. Eğer
bizim kalıcılık için hedef olarak öngördüğümüz bu olgular bir an
için ortadan kalksalar, geride ne varlık kalır, ne de kalıcılık. Demek
istiyorum ki bunların yokluğunu tasavvur etmek, insanın yokluğunu
ta baştan varsaymak demektir. İnsanın varlığının sürekliliğinin
ortadan kalkması değil elbette. Bununla ne demek istediğimizi
anlamış olmalısınız.
O halde insan, bireyler şeklinde ortaya çıkan bir canlı türüdür.
Yer, içer, cinsel ilişkiye girer, her şey üzerinde alıp-verme şeklinde
tasarrufta bulunur. Algılar, düşünür, akleder, sevinir, neşelenir,
coşar vs. Bunların tümü, onun zatı ile uyum sağlamaktadır. Ki zatı
da bunların toplamından ibarettir. Kuşkusuz bunların bazısının
diğer bazısına göre önceliği vardır. İnsan bir yuvarlakta (öncüllerle
amaçlar arasında) dönüp durmaktadır.
Yüce Allah onu geçici alemden kalıcı dünyaya aktardığında ve
onun için sonsuzluk öngördüğünde, ya sonsuz ödül veya sonsuz
ceza ile kalıcılığını gerçekleştirdiğinde, bu, onun varlığını geçersiz
kılmak ve kalıcı bir varlık olarak var etmek şeklinde
gerçekleşmez. Tam tersine, geçicilik yurdunda sürekli bir değişime
tabi olan varlığını pekiştirmek şeklinde gerçekleşir. Dolayısıyla
insan, kaçınılmaz olarak, ya dünya nimetleriyle türdeş, ama kalıcı
olan nimetlerden yararlanır, ya da dünya musibetleriyle türdeş
felaketlere maruz kalır. Bunlar da ya cinsel birleşme, ya yiyecek ya
içecek, ya giyecek, ya barınak, ya arkadaş ya sevinç veya buna
benzer başka bir nimet şeklinde gerçekleşir.
Şu halde insan aynı insandır. Muhtaç olduğu ve eksikliklerini
tamamlamasına yardımcı olan şeyler, daha önce muhtaç olduğu
ve eksikliklerini giderdiği maksadı ve arzularının aynısıdır. Aradaki
tek fark iki dünyanın kalıcılığının farklılığı ve buna bağlı olarak
ortaya çıkan olguların değişikliğidir.
Bu gerçek, insanın bünyesinin gerçek mahiyetini anlatan yüce
Allah'ın şu sözünden de algılanmaktadır: "Andolsun, biz insanı,
süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak,
savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını
embriyo olarak yarattık; ardından o embriyoyu bir çiğnem
et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik
olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir
başka yaratılışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah,
ne yücedir. Sonra bunun ardından siz gerçekten ölecek olanlarsınız.
Sonra siz gerçekten kıyamet günü diriltileceksiniz."
(Mü'minun, 12-16)
Ayette geçen "yarattık" kelimesine dikkat edin! Yaratma top-
lama ve birleşik haline getirmektir. "İnşa ettik" ifadesine de dikkat
edin. Bu da yaratma ve meydana getirme şeklinin değişmesini
ifade etmektedir. Bir de: "Sonra siz gerçekten kıyamet günü" ifadesine
bakın! Bu ifadeye muhatap olanlar, başka bir yaratılışla
inşa edilen kimselerden başkası değildir.
Başka bir ayette şöyle buyuruluyor: "Dedi ki; orda yaşayacak,
orda ölecek ve ondan çıkarılacaksınız." (A'râf, 25) Bu ayetten
anlaşılıyor ki, insanın hayatı, yeryüzü menşeli bir hayattır.
Yeryüzünün nimetlerinden ve acılarından meydana gelmiştir.
"İnsanlar tek bir ümmetti." (Bakara, 213) ayetini tefsir ederken, bu
konuyla ilgili bazı açıklamalarda bulunduk.
Yüce Allah, bu yeryüzü nimetleri hakkında: "Bunlar dünya
hayatının metaıdır" buyurmuştur. Başka bir yerde de: "Oysa dünya
hayatı, ahirette bir metadan başka bir şey değildir." (Râ'd, 20) buyurmuş,
böylece bizzat dünya hayatının, ahirettte yararlanılan bir
meta olduğunu belirtmiştir. Hiç kuşkusuz bu, olağanüstü bir beyandır.
Bir kapıdır ki, iyice düşünenler için bin kapının açılmasını
sağlar. Bu, aynı zamanda Resulullah Efendimizin (s.a.a) şu sözünü
de doğrulamaktadır: "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz
öyle dirilirsiniz."
Kısacası, dünya hayatı, ondan edindiği güzel ve kötü unsurlarla
birlikte insanın dünya menşeli varlığıdır. Ahirette de, mutluluk
ve mutsuzluk bağlamında, yâni insanın dünyada kendisi için başarı
ve kurtuluş gördüğü şeylerle, yenilgi ve hüsran olarak gördüğü
şeyler bağlamında yine bu hayattan yararlanılacaktır. Dolayısıyla
bunların zevkine varmak suretiyle mutlu olur, ya da bunlardan
yoksun olur. İşte bunlar cennetin nimetleri ve cehennemin azabıdır.
Daha açık bir ifadeyle; insanın birey ve tür olarak devamını
sağlama bağlamında, doğa yasası gereği bir mutluluğu, bir de
mutsuzluğu söz konusudur. Bunlar da insanın yeme, içme ve cinsel
birleşme gibi doğal eylemlerine bağlıdır. Sözkonusu olgular ön
lezzetlerle süslü ve çekici kılınmışlardır. Bu, doğa yasasının bir
gereğidir. Sonra insan ek-sikliklerini tamamlama ve bilinçli ve ira
deye dayalı faaliyetler sergileme sürecine girince tür olarak bilinci
ve iradesine dayalı olarak seçtiği şeyler onun kemali olur. İnsanın
algılamadığı ve irade etmediği bir şey, bu bilinçli ve irade sahibi
varlık için kemal olarak değerlendirilemez. Bunlar doğal mutluluk
dediğimiz olgular dahi olsalar. Tam tersi için de aynı durum geçerlidir.
Algılamadığımız şeylerden zevk almayız; bunlar doğal kemal
ve mutluluk dediğimiz olgular dahi olsalar. Beden sağlığı, mal ve
çocuk gibi. Biz algıladığımız lezzetlerden zevk alırız; bunlar, dışımızdaki
objeler dünyasıyla örtüşmeseler de; sağlıklı olduğuna inanan
bir hasta gibi ve bunun benzeri örnekler. İşte bu ön lezzetler,
doğanın ileri sürdüğü ön kemalat türünden dahi olsalar, insan
için birer gerçek kemale dönüşürler.
Dolayısıyla yüce Allah, insanı bir şekilde sonsuz bir kalıcılığa
kavuşturunca, onun mutluluğu, yine onun dilediği lezzetlerin şahsında
belirginleşir. Mutsuzluğu da istemediği şeylerin şahsında
ortaya çıkar. Bunların doğal olarak ileri sürülmüş ön olgular olup
olmaması arasında herhangi bir fark yoktur. Şu apaçık bir gerçektir
ki, kişinin veya irade sahibi bilinçli gücün iyiliği kişinin bildiği ve
dilediği şeyde, kötülüğü de bildiği ama dilemediği şeydedir.
Bundan anlıyoruz ki, insanın mutluluğu, ahirette, dünyadayken
di-lediği yeme, içme, cinsel birleşme veya bunların üstünde olan
lezzetler elde etmesidir. İşte bu cennettir. Mutsuzluğu da bütün
bunları elde edememesidir. Bu da cehennem azabıdır. Nitekim
yüce Allah şöyle bu-yurmuştur: "Orada onların her diledikleri şey
vardır." (Nahl, 31)
(Al-i İmran / 16)"Onlar: Rabbimiz şüphesiz biz iman ettik, artık bizim
günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından koru, diyenlerdir."
Bu ayet de, önceki ayette "korkup sakınanlar" ifadesiyle işaret edilen müttakilerin
vasıflarına yer veriliyor. Ayette, onların "Rabbimiz..." diye söze
başladıkları belirtiliyor. Bu, Allah'ın rablığını anmak suretiyle kulluğu
ifade etmek ve "Biz iman ettik... artık azabından koru" sözüyle
kendisinden diledikleri şeyleri vermesini istirham etmektir.
Hiç kuşkusuz, "Biz iman ettik" cümlesi, Allah'a minnet etmek
amacına yönelik değildir. Çünkü iman noktasında yüce Allah onlara
minnet eder. Nitekim bir ayette şöyle buyuruluyor: "Tam tersine,
sizi imana yönelttiği için Allah size minnet etmektedir." (Hucurat,
17) Dolayısıyla muttakilerin bu sözleri, yüce Allah'ın iman edenleri
bağışlayacağına ilişkin vadinin gerçekleşmesine yönelik bir dilektir.
Başka bir ayette ise şöyle buyuruluyor: "O'na iman edin, sizi
bağışlasın." (Ahkaf, 31) Bu nedenle muttakiler de sözlerine ifadenin
başında, ayrıntılandır-mayı ifade eden "fa" harfini getirerek
(fekina) şu ayrıntıyı eklemeyi ihmal etmiyorlar: "artık bizim günahlarımızı
bağışla..." Ayette, onların sözlerinin ("şüphesiz" anlamına
gelen "inne" edatıyla) vurgulu bir şekilde yinelenmesi, onların doğruluğuna
ve imanların kesinliğine iliş-kin bir işaret niteliğindedir.
Günahların bağışlanması, azaptan kurtulmayı gerektirmez.
Şöyle ki: Cehennem azabından korunmak, yüce Allah'ın kendisine
iman edip kulluk sunanlara yönelik bir lütfudur. Bu noktada kulun
hakkedişi ve yüce Allah'ın onu cehennem azabından kurtarmak
veya cennetle ödüllendirmek zorunda oluşu gibi durum sözkonusu
değildir. Çünkü iman ve ibadet de yüce Allah'ın bir nimetidir ve bu
konuda O'ndan başkasının bir etkinliği sözkonusu değildir. O'nun
kendi üzerine aldığı bir hak başka. İman etmeleri durumunda kullarını
bağışlaması ve onları cehennem azabından koruması, O'nun
üzerine aldığı bu tür bir haktır. Yüce Allah konuya ilişkin olarak bir
ayette şöyle buyuruyor: "O'na iman edin; günahlarınızdan bir kısmını
bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun." (Ahkaf, 31)
Kur'an'da yer alan bazı ayetlerden, cehennem azabından
korunmanın, bağışlanma ve cennetle ödüllendirme ile aynı
anlama geldiği şeklinde bir sonuç çıkarılabilir: "...Sizi acı bir
azaptan kurtaracak bir ticareti haber vereyim mi? Allah'a ve
O'nun Resulü'ne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla
Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer
bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından
ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel
ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir." (Saf, 10-12) Bu
üç ayetin son ikisi: "Sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti
haber vereyim mi?" ayetinin açıklaması niteliğindedir. Bu noktada
son derece derin bir anlam yatmaktadır. Eğer başarabilirsek, bu
noktayı yeri gelince ayrıntılı bir şekilde açıklayacağız.
(Al-i İmran / 17) "Sabredenler, doğru olanlar..." Burada muttakilerin beş temel
özelliğinden sözediliyor ki, hiçbir muttaki bunlarsız olmaz. Sabır
özelliğinin, diğer karakterlerden önce zikredilmesi ve mutlak olarak
bırakılmış olması, sabrın tüm kısımlarını kapsadığına yönelik
bir işarettir. Sabır üç kısımdır: İtaat etmede sabır, günah işlememede
sabır ve musibetlere karşı sabır.
Doğruluk; kavramın gerçek analizi açısından söz ve fiil olarak
insanın dışı ile içinin uyumlu olması demektir; ancak bu anlamıyla
sabır ve gönülden itaat gibi diğer tüm faziletleri de kapsamaktadır.
Ancak bu ayette, bu geniş anlam kastedilmemiştir. Burada Allah
doğrusunu daha iyi bilir- sadece doğru sözlü olmak anlamında
kullanılmıştır.
Ayetin orijinalinde geçen "kanitîne" "kunût" kelimesinden, Allah'a
boyun eğmek demektir. Ki tüm ibadetleri ve kulluk sunma
şekillerini kapsar. İnfak ise, malın hakkedenlere ve hayır amaçlı
olarak verilmesi demektir. Seherlerde bağışlanma dilemek, gecenin
son diliminde kalkmayı ve bağışlanma dilemeyi gerektirir. Hadisler
bunu, gece namazı ve Vitir namazında okunan kunut duası
kapsamında bağışlanma dilemek şeklinde açıklamıştır. Yüce Allah
"Dehr" ve "Müzzemmil" surelerinde bunu insanı Rabbine götüren
bir yol olarak tanımlamıştır: "Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık
dileyen Rabbine bir yol bulabilir." (Müzzemmil, 19; Dehr, 29)
(Al-i İmran / 18)"Allah adaleti ayakta tutarak, gerçekten kendisinden başka ilah
olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah
olmadığına şahitlik ettiler." Şahitliğin aslı, gözle görmektir. Görmek
ve duyumsamak suretiyle bilgi sahibi olmak yâni. Daha sonra bu
kavram, görülen ve duyumsanan bilginin ifade edilmesi, tanığın
taşıdığı bilgiyi açıklaması anlamında kullanılmıştır. Ardından aynı
amaca yönelik olmaları dolayısıyla bilginin taşınması ve açıklanması
anlamında müşterek bir lafız gibi kullanılmıştır. Çünkü bir bilgiyi taşımak
genellikle gerçeğin ve realitenin çekişmeler, zorbalıklar, unutmalar
ve örtbas etmeler sonucu geçersiz kılınmasını önleme
amacına yönelik olur. O halde şehadet, gerçeği ve hakkı korumak
demektir. İşte bu tarz bir yaklaşım ve amaçla, bilgiyi taşıma ve
açığa vurma olgularına şahitlik, yâni hakkı korumak ve egemen
kılmak denilmiştir. Ayette geçen "kıst" kelimesi de adalet demektir.
"Şüphesiz inkar edenler, onların malları da çocukları da kendilerini
Allah'tan müstağni kılmaz." diye başlayan ve "seher
vakitlerinde bağışlanma dileyenler" cümlesine kadar süren
ayetler grubu bize şu gerçeği açıklıyor: Yüce Allah'tan başka ilah
yoktur ve hiçbir şey O'ndan müstağni değildir. İnsanın kendisini
Allah'tan müstağni kılacağını sandığı ve hayatında güvenip
dayandığı şeyler, yalnızca birer süstürler, birer oyalanma
metaıdırlar. Yüce Allah onları daha hayırlı olana kavuşmak için
yararlanılmak üzere yaratmıştır. Bunlara da ancak Allah'a karşı
duyulan takva duygusuyla ulaşılabilir. Diğer bir ifadeyle; insanın
büyük bir içtenlikle yakınlık duyduğu bu nimetler, dünyada
kâfirlerin ve mü'minlerin ortak kullanımına sunulmuştur. Ahirette
ise, salt mü'minlere özgü kılınmışlardır. Tefsirini sunduğumuz
ayette işaret edilen tanıklık da, yukarıdaki ayetlerin dikkat
çektikleri hususun gerçek olduğunu, bundan kuşku duyulmaması
gerektiğini vurgulamaya yöneliktir.
Yüce Allah, kendisinden başka ilah olmadığına tanıklık etmiştir.
Şu halde O'nun dışında herhangi bir tanrının varlığı sözkonusu
değildir. Dolayısıyla ne mal, ne evlat, ne dünya hayatının herhangi
bir süsü ne de doğal bir sebep insanı Allah'tan müstağni kılamaz.
Çünkü eğer bu sayılanlardan birisi, insanı Allah'tan müstağni kılacak
olsaydı o, Allah'tan başka bir ilah olurdu ya da O'nun dışında
bir başka ilaha dayanırdı, sonuçta ona yaslanırdı. Oysa Allah'tan
başka ilah yoktur.
Yüce Allah, fiillerinde adeleti esas alarak, yarattıkları hakkında
adalete uygun hükümlerde bulunarak bu tanıklıkta bulunmuştur.
O, evrenin yönetimini, sebebler ve sonuçlar yaratmak suretiyle
düzenlemiştir. Sebepler ve sonuçlar arasında gerektirici bağlar
varetmiştir. Her şeyin yürüyüşünün, çabasının, tekamülünün ve
aşamaları katetmesinin kendisine dönük olmasını sağlamıştır.
Katman üstüne katman yaratmıştır. Bu amaca doğru giden yolun
üzerinde bir takım nimetler varetmiştir ki, insanlar ahiretleri için
dünyadayken ve ahirete doğru yol alırlarken bunlardan yararlansınlar.
Yoksa insandan istenen bunlara güvenip dayanması ve onları
asıl amaç edinip durması değildir. İşte adalete uygun davranan
bir tanık olarak yüce Allah buna tanıklık etmektedir.
İşin inceliğine bakınız ki, yüce Allah'ın adaleti O'nun zatına ve
uluhiyetinin tekliğine tanıklık ediyor. Yâni, adaleti, bizzat sabittir
ve O'nun birliğini ispatlamaktadır. Daha açık bir ifadeyle; bizler
tanıklık eden bir kimsede adaleti şunun için gözönünde bulundururuz:
Tanık normal hayat yolu üzere olsun, fıtrat yolunu izlemiş
olsun, ifrat ve tefrite eğilim göstererek bir eylemi ait olmadığı yere
koymasın. Böylece adalete uygun tanıklıkta bulunduğu zaman,
yalan ve iftiradan yana güvencede olunur. Doğruyu esas almak ve
yaratılış yasasına uygun hareket etmek, insanın adil olmasını gerektirir.
O halde Allah'ın fiili olarak nitelendirilen evrene egemen
olan ve evrensel fenomenlerin de ince ayrıntısına kadar hareketlerini
yönlendiren sistem, salt adalettir.
Varoluş yasası uyarınca gerçekleşen olayların kapsamında razı
olmadığımız ya da eğilimimizin ve beklentilerimizin aksine meydana
gelen tüm olaylar karşısında, öncelikli tavır olarak bunlara
karşı çıkarız, bunları tartışırız. Bunu yaparken, bunlara yönelik
karşı çıkışımızda aklımızın hükmettiği ya da iç güdümüzün eğilim
gösterdiği şeyleri söz konusu ederiz. Bunların tümü evrensel düze
nin gereği olarak belirginleşen hususlardır. Sonra biraz daha araştırdığımızda,
olayın nedenini algılamaya başlarız. Böylece şüphe
ortadan kalkar. Ya da sebebi kavramaktan aciz kalırız ve elimizde
sebebi bilmemekten başka bir şey kalmaz. Bilginin yokluğu kalır,
yokluğun bilgisi değil yâni. Şu halde, yüce Allah'ın eseri olan evrensel
düzen, adaletin ta kendisidir. Bunun üzerinde iyice düşünmek
gerekir.
Eğer, herhangi bir işte insanı Allah'tan müstağni kılacak bir ilah
olsaydı, varoluş düzeni mutlak adalet olmazdı. Tam tersine her
ilahın yaptığı kendi açısından, öntasarımı ve eylemi çerçevesinde
adalet olurdu.
Özetleyecek olursak, yüce Allah, adil bir tanık olarak, kendisinden
başka ilah olmadığına tanıklık ediyor. Buna melekleri de
tanıklık ediyor: "Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına
şahitlik etti" ifadesi bunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bu
ayet, yüce Allah'ın tekliğine yönelik tanıklığını içermesi bakımından
şu ayete benzemektedir: "Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik
eder; onu kendi ilmiyle indirdi. Melekler de şahittirler. Şahid
olarak Allah yeter." (Nisâ, 166)
Melekler, O'ndan başka ilah olmadığına tanıklık ederler. Yüce
Allah, bu ayetlerden önce Mekke'de inen ayetlerde onların ikram
edilmiş kullar olduklarını, Rablerine karşı gelmediklerini, O'nun
emriyle hareket ettiklerini, O'nu tenzih ettiklerini vurgulamıştı.
Onların Allah'ı tesbih etmelerinde, O'ndan başka ilah olmadığına
ilişkin tanık da vardır. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hayır, onlar ikrama layık görülmüş kullardır. Onlar sözle
bile olsa O'nun önüne geçmezler ve onlar O'nun emriyle yapıp
etmektedirler." (Enbiyâ, 26-27) "Melekler Rablerini hamd ile tesbih
ederler." (Şurâ, 5)
İlim sahipleri Allah'tan başka ilah olmadığına tanıklık ederler.
On-lar iç ve dış alemdeki ayetleri gözlemleyerek bu tanıklıkta bu
lunurlar. Edindikleri derin bilgi duygularını doldurmuş ve akıllarında
kökleş-miştir.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu sonuçları
elde ediyoruz:
Birincisi: Ayette edilen tanıklıktan maksat, sözlü tanıklıktır. Fiili
tanıklık özü itibarıyla gerçek ve geçerli olsa da ayetin zahirinden,
onun kastedilmediğini anlıyoruz. Çünkü varlık alemi, kendisine
egemen olan tek ve bütünsel düzeni ile, teker teker varlıkları temsil
eden cüzleri ile uluhiyetin tekliğine tanıklık etmektedir.
İkincisi: Ayette geçen "kâimen bil kıst=adaleti ayakta tutarak"
ifadesi "Allah şahitlik etti" ifadesinin failinin hali fonksiyonunu
görmektedir. Diğer bir ifadeyle, O'nun adaleti ayakta tutması, ne
yüce Al-lah, ne melekler, ne ilim sahiplerinin tanıklığına konu olan
husus de-ğildir. Tersine yüce Allah adaleti kaim kılarak kendisinden
başka ilah olmadığına tanıklık etmektedir. Melekler ve ilim
sahipleri de O'nun birliğine tanıklık ediyorlar. Ayetin zahirinden bu
anlaşılıyor. Çünkü "O'ndan başka ilah yoktur" cümlesiyle "adaleti
ayakta tutarak" ifadesi arasında, "melekler ve ilim sahipleri" ifadesine
yer verilmiştir. E-ğer, adaleti kaim kılmak tanıklığın bir cüzü
olsaydı, cümlenin şöyle kurulmuş olması gerekirdi: "Şehidellahu
ennehu lailahe illa huve kâimen bil kıst vel melâiketu=Allah, gerçekten
adaletle kâim olup kendisinden başka ilah olmadığına
tanıklık etti; melekler..."
Değindiğimiz bu iki hususla, bazı tefsircilerin ayeti tefsir ederken
iki yöndeki (şehadetin ameli olması, adaleti ayakta tutmanın
tanıklığa konu olması yönündeki) değerlendirmelerinin tutarsızlığı
da anlaşılmış oluyor. Sözkonusu tefsircilerin konuya ilişkin değerlendirmelerini
inceleyenler, bu tutarsızlıkları gözlemleyebilirler.
Konuyla ilgili olarak ileri sürülen problemlerin en tuhafı ise,
bazılarının şu tarz değerlendirmelerde bulunmalarıdır: Ayette geçen
tanıklığı, yukarıda açıkladığımız gibi sözlü tanıklık olarak yorumlamak,
tevhid ilkesi açısından akıldan çok nakle dayanmayı
gerektirir. Oysa böyle bir durumun doğruluğu da vahyin sahih oluşuna
bağlı olur. Bu tanıklığın doğruluğu, Kur'an'ın gerçek vahiy
olduğuna dayalı olur. Oysa Kur'an'ın gerçek vahiy olması da, bu
tanıklığın doğruluğuna bağlıdır. Tanıklığın buna dayalı olması muhal
nitelikli kısır döngüyü gerektirir.
Buradan hareketle bazı tefsirciler şöyle bir değerlendirmede
bulunmuşlardır: Buradaki tanıklıktan maksat istiare türü bir anlamdır.
Şöyle ki yüce Allah'ın yarattığı bütün varlıkların, ihtiyaç ve
düzen birliğinin, yaratıcının birliğine tanıklık etmeleri, sözlü bir
anlatım ve Yüce Allah'ın kendisinden başka ilah olmadığını haber
vermesi olarak algılanır. Aynı
şekilde, meleklerin O'na ibadeti Allah'ın
emrine göre hareket etmeleri ve insanlardan ilim sahiplerinin
Allah'ın birliğine dair işaretleri gözlemlemeleri, yüce Allah'ın
tekliğine yönelik tanıklıkta bu-lunmaları konumundadır."
Buna ilişkin cevabımız şudur: Bu değerlendirme yanılma ve
de-mogoji ürünüdür. Aklın veya duygunun kavrayabileceği hususlarda
ancak nakle dayanılmaz. Çünkü hakkında bilgi sahibi olunması
gereken bir noktada insana bilgi kazandırmaz. Ancak akıl
gibi veya ondan daha güçlü bir şekilde bilgi vermesi mümkün olan
yerde akıl gibi veya ondan daha güçlü bir şekilde dikkate alınır.
Nitekim mütevatir düzeyindeki bir haber, yakin düzeyinde olan ve
yakini sonuç veren aklî-teorik öncüllerden oluşan kanıtların desteklediği
mantıksal önermelerden daha etkili ve daha doğru kabul
edilir.
Varsayılan tanığın, kesin kanıt desteğiyle yalan ve iftira gibi
olgulara tevessül etmediği bilinirse, onun tanıklığı kesin kanıtın
ifade ettiği sonucu verir. Yüce Allah -noksanlıklardan ve batıldan
münezzeh olduğu için- hakkında yalan tasavvur edilmez. Dolayısıyla
O'nun kendi birliğine yönelik tanıklığı, hakkı gösteren bir tanıklıktır.
Aynı
şekilde O'nun meleklerin ve ilim sahiplerinin tanıklıklarını
haber vermiş olması da onların tanıklık ettiklerini ispatlar.
Ayrıca putlar ve heykeller gibi düzmece ilahları Allah'a ortak
koşanlar, bunların Allah katında şefaatçiler olduklarını, Allah ile
kulları arasında aracılar işlevini gördüklerini ileri sürerek böyle bir
yaklaşım içine giriyorlar. Nitekim yüce Allah, onların bu tutumlarını
yine onların ağzından şöyle aktarıyor: "Biz, bunlara bizi Allah'a
daha fazla yaklaştırsınlar, diye ibadet ediyoruz." (Zümer, 3) Aynı
şekilde heva ve heves, itaat edilen lider, mal ve evlat gibi gizli şirk
unsurlarını Allah'ın ortakları gibi algılayanlar da, onları Allah'tan
kaynaklanan ama bağımsız etkiye sahip sebepler olarak görmektedirler.
Dolayısıyla O'nun ortağı gibi görülen düzmece ilahlar, ancak
O'nun bunları ortaklığa kabul ettiği sanısından dolayı bu konuma
getirilmişlerdir. Yâni kendilerinden kaynaklanan bir özellikleri
yoktur. Yüce Allah, kendisi için ortaklar edinmediğini bildirince,
O'nun ortakları olduğunu iddia edenlerin iddiaları havada kalmış
oldu.
Böylece ifade şu ayete benzer bir fonksiyon icra etmiş olur.
"De ki; siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber
veriyorsunuz?" (Yunus, 18) Bu ifade, Allah'ın ortağı olduğuna dair
iddiayı yüce Allah'ın göklerde ve yerde böyle bir şeyi bilmediği ve
hiçbir şey O'na gizli kalmaz şeklinde geçersiz kılmaktadır. Gerçekte
bu da, Rububiyet ve yücelik makamından kaynaklanan haberlerden
biridir. Şu ayet-i kerime gibi: "O, onların şirk koştuklarından
uzak ve yücedir." (Yunus, 18) ve bunun benzeri ayetler. Ancak
burada verilen haberin tanıklık kavramıyla örtüşmesi göz önünde
bulundurulmuştur. Çünkü iddia edi-len bir konuda verilen haberdir.
Bu haberi veren de adalete uygun hareket etmektedir. Böylece bu
haber tanıklık nitelikli olur. Dolayısıyla kelamda bir edebi sanat
örneği riayet edilsin diye tanıklık ifadesi kullanılmıştır.
Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle yorumlanır: Eğer varlık aleminde
Allah'tan başka yaratmada ve varlık aleminin yönetiminde et-
kin olan ortaklar ve şefaatçiler olarak bir takım tanrıların varlığı
sözkonusu olsaydı, yüce Allah bunları mutlaka bilirdi ve varlıkları
na tanıklık ederdi. Ancak O, ortağının olmadığını bildiriyor. Şu halde
O'nun ortağı olamaz. Eğer böyle bir durum sözkonusu olsaydı,
evrenin yaratılış ve yönetimi için aracılar olarak işler gören melekler
de bilirlerdi ve bunu itiraf ederlerdi. Ancak onlar, Allah'ın ortağının
olmadığına tanıklık ediyorlar. İlim sahipleri de bunu bilir ve
eserini görürlerdi. Ancak onlar da gözlemledikleri ayetlerinden
edindikleri bilgiyle Allah'ın ortağı olmadığına tanıklık ediyorlar.
Bu sözlerimizi, şu sembolik anlatımla daha da belirginleştirmemiz
mümkündür: Eğer falan ülkede, bildiğimiz kralın dışında
memleket işlerinde ve yönetimde etkin olan başka bir kral olsaydı,
herkesten önce, bizim bildiğimiz kral bunu bilirdi. Çünkü
farketmemesi mümkün değildir. Yine saltanat ile halk arasında
aracılık görevini yerine getiren işçiler ve diğer kurumlar bunu bilirlerdi.
Her gün ellerindeki hüküm ve emirlerle memleket içinde
icra-ı faaliyet eden bu aracı kurum ve kişilerin ikinci bir kralın varlığını
farketmemeleri mümkün müdür? Ayrıca söz konusu ülke
halkının içindeki akıllı
şahsiyetler de bunu bilirlerdi. Emir ve buyruklarını
uygulayanlar ve ülke içinde yaşayanlar olarak böyle bir
şeyin varlığını bilmezler miydi? Ama kral, böy-le birinin varlığını
inkar ediyorsa, devlet görevlileri böyle birini tanı-mıyorsa, aklı başında
vatandaşlar varlığını ispatlayacak bir şey görmüyorlarsa,
böyle biri yoktur, demektir.
"Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilah yoktur." Bu bir
ara cümleciktir. İfadenin akışı içinde yer alması da, hatırlatılmaması
durumunda gözden kaçılması muhtemel olan bir gerçeği
vurgulama amacına yöneliktir. Yoksa, cümlenin akışı bu gerçeği
ifade etmek değildir. Yüce Allah'la ilgili, O'nun şanına yakışmayan
bir konudan sözedildiği durumlarda, O'nun yüceliğini vurgulamaya
dönük olarak Kur'an'ın öteden beri takındığı bir edep tavrıdır bu.
"Allah çocuk edindi, dediler, O, bundan yücedir" (Yunus, 68) gibi.
"O, bundan yücedir" sözü, yüce Allah ile ilgili olarak yakışıksız bir
hususun dile getirilmiş olması nedeniyle, O'nun yüceliğini vurgu
lamak için cümle içinde yer almıştır. Aşağıdaki ayet de bir açıdan
buna benzemektedir: "Yahudiler: "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Onların
elleri bağlandı." (Mâide, 64)
Kısacası, ayetin baş tarafı, -şirki olumsuzlayarak- yüce Allah'ın,
meleklerin ve ilim sahiplerinin tanıklığını kapsamaktadır. Dolayısıyla,
bu olayı anlatanın, tanıklığı haber verenin, yâni konuşmacının
-ki ayet-te yüce Allah'tır- ve bunu dinleyen muhatabın, şirki
olumsuzlamak su-retiyle Allah'ı birlemesi ve "O'ndan başka ilah
yoktur" demesi üzerine düşen bir haktır. Aişe'ye yönelik iftira ile
ilgili ayeti de buna benzetebiliriz: "Onu işittiğiniz zaman; bu konuda
söz söylemek bize yakışmaz. Allah'ım Sen yücesin; bu, büyük
bir iftiradır" dememiz gerekmez miydi?" (Nur, 16) Şu halde yüce
Allah'ın onlar üzerindeki bir hakkı, bir iftira duyduklarında ve iftiraya
uğrayan kimseyi bu suçlamadan tenzih etmek istediklerinde,
bundan önce Allah'ı tenzih etmeleridir. Çünkü yüce Allah, asılsız
suçlamalardan ve noksanlıklardan tenzih edilmeye herkesten çok
layıktır.
Şu halde: "Mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah'tan başka
ilah yoktur." ifadesi Yüce Allah'a yönelik bir övgü niteliğindedir ve
O'nun yüceliğini vurgulama amacına yöneliktir. Bu yüzden ifadenin
sonunda "Azîz ve Hakîm" isimleri yer almıştır. Eğer ifade, tanıklığın
sonucu konumunda olsaydı, cümlenin birlik ve adaletle kaim
olma sıfatlarıyla son bulması daha uygun olurdu. O halde, O'nun
birliğine ilişkin tanıklıktan sözedildiği bir sırada, O'nun birliğinin
vurgulanması gerekirdi. O, üstün iradeli oluşuyla tektir. Mutlak
iradesi uluhiyet makamında, bir ortağın bulunması suretiyle zelil
olmasını imkansız kılar. Hikmeti itibarıyla tektir. Hikmeti O'ndan
başkasının, O'nun varlık alemi ile ilgi-li emrini geçersiz kılmasını,
evren üzerindeki yönetimine müdahale et-mesini, evrensel düzeni
bozmasını, iradesini ifsad etmesini engeller.
Yukarıdaki açıklamalar, ayette, tevhid kelimesinin tekrarlanışının
ve ifadenin sonunda "Aziz ve Hakîm" isimlerinin yer alması
nın gerekçesini ortaya koyar niteliktedir. Allah herkesten daha iyi
bilir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma-ul Beyan tefsirinde: "İnkar edenlere de ki: Yakında
yenileceksiniz..." ifadesiyle ilgili olarak Muhammed b. İshak'ın
rivayet zincirinde yer alan adamlara dayanarak şöyle dediği rivayet
edilir: Resulullah (s.a.a) Bedir'de Kureyşi yenilgiye uğratıp Medine'ye
gelince, Yahudileri Kaynuka çarşısında topladı ve onlara şöyle
dedi: "Ey Yahudi topluluğu, Bedir günü Kureyş'in üzerine inen
musibetin bir benzerine karşı Allah'tan sakının. Onların başına
gelen, sizin başınıza gelmeden önce Müslüman olun. Sizler benim
elçi olarak gönderilmiş bir peygamber olduğumu biliyorsunuz. Benim
hakkımdaki bilgileri kitaplarınızda buluyorsunuz." Bunun üzerine
şöyle dediler: Ey Muhammed, savaş deneyimleri olmayan bir
toplulukla karşılaşıp onları yenilgiye uğratmış olman seni yanıltmasın.
Allah'a andolsun ki, eğer seninle savaşsaydık, sen bizim
nasıl insanlar olduğumuzu anlardın." Bunun üzerine yukarıdaki
ayet indi. (c.2, s.413, Tahran baskısı)
Ben derim ki: Aynı hadisi, ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i İshak
ve İbn-i Abbas'tan, Beyhaki ise ed-Delail adlı eserinde İbn-i Ab-
bas'tan rivayet etmiştir. Buna yakın bir rivayete Tefsir-ul Kummî'de
yer verilmiştir. Daha önce şunu söylemiştik: Ayetlerin akışı, bunların
Yahudiler hakkında indikleriyle büsbütün örtüşmüyor. Ayetlerin
akışına en uygun olanı, bunların Uhud savaşından sonra inmiş
olmalarıdır, Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
El-Kafi'de, Tefsir-ul Ayyaşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği
rivayet edilir: "İnsanlar, ne dünyada, ne de ahirette, kadınlardan
aldıkları lezzetten daha büyüğünü tatmazlar. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Kadınlara, oğullara duyulan tutkulu şehvet
insanlara süslü ve çekici kılındı." Ardından şöyle demiştir: "Cennet
halkı, nikahtan aldıkları zevki hiçbir şeyden almazlar, ne ye
meden ne de içmeden." (el-Kâfi, c.5, s.321, h: 10; Tefsir-ul Ayyaşî, c.1,
s.164, h: 10)
Ben derim ki: Bu çıkarsama, ayetteki tutkulu şehvetlerle ilgili
sıralamadan alınmıştır. Çünkü kadınlara duyulan şehvet, diğerlerinden
daha önce zikredilmiştir. Ardından bu şehvetler dünya hayatının
metaı olarak nitelendirilmiş, sonra cennetteki şehvetlerin
bunlardan daha iyi oldukları vurgulanmıştır.
İmamın (a.s) cinsel birleşmeyi, lezzetlerin en büyüğü olarak
nitelendirmek suretiyle yaptığı bu sınıflandırma izafi ve görecelidir.
Yâni, cinsel birleşme, insan bedeniyle ilintili şehvetlerin en büyüğüdür.
İnsanın kendi varlığından veya Allah dostlarından birinin
Rabbine yakın olmaktan, O'nun büyük ayetlerini, hoşnutluk ve
ikram lütuflarını gözlemlemekten aldığı lezzet, İmamın (a.s) sözlerinin
kapsamının dışındadır. Bilimsel kanıtlarla ortaya konmuştur
ki, insan en büyük zevki kendi varoluş nimetinden alır ve yine varlıkların
Rablerinin varlığı karşısında duydukları zevk, kendi varlıklarından
duydukları zevkten daha büyüktür. Birçok rivayette, kulun
Allah'a yakın olmaktan dolayı duyduğu zevkin her türlü zevkten
daha büyük olduğu belirtilmiştir. el-Kafi'de İmam Bâkır'ın (a.s)
şöyle dediği rivayet edilir: İmam Zeynel-abidin (a.s) şöyle derdi:
"Nefsimi, bizimle ilgili ölüm ve öldürmelerin erken olması için son
derece cömert kılan Yüce Allah'ın şu ayetidir: "Bizim yere gelip
etrafından eksilttiğimizi görmezler mi?" (R'ad, 41) Burada alimlerin
ortadan kalkmaları kastedilmiştir. Kitabımızın uygun yerlerinde
bu tür rivayetlere değineceğiz. (el-Kâfi, c.1, s.30, h:6)
Mecma-ul Beyan tefsirinde: "Kantar kantar yığılmış altın ve
gümüş" ifadesiyle ilgili olarak İmam Bakır ve İmam Sadık'ın (her
ikisine selam olsun): Kantar, dolu bir öküz derisi altın demektir"
dediği rivayet edilir." (c.2, s.417)
Tefsir-ul Kummî'de, İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir:
"el-Hayl-ul musavveme" meraya salınmış atlar demektir." (c.1, s.97)
Men La Yahzuruh-ul Fakîh ve el-Hisal adlı eserlerde İmam
Sadı-k'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir. "Bir kimse vitir namazını
kılarken ayakta yetmiş kere: "esteğfirullahe ve etûbu
ileyh=Allah'tan bağışlanma diliyorum, tevbe edip O'na yöneliyorum",
derse ve bunu bir yıl bo-yunca sürdürürse, yüce Allah, katında
onu, "seherleri istiğfar edenlerden" yazar ve Allah tarafından
bağışlanması vacip olur." (el-Fakih, c.1, s.309, h:4; el-Hisal, s.581, h:3)
Ben derim ki: Bu anlama gelen ifadeler başka kanallardan da
Ehl-i Beyt İmamlarından rivayet edilmiştir. Peygamberimizin (s.a.a)
sünnetlerinden birisidir. Buna yakın bir hadis ed-Dürr-ül Mensûr
tefsirinde İbn-i Cerir'den, o da Cafer b. Muhamed'den şu şekilde
rivayet edilmiştir: "Kim gecenin bir vaktinde namaz kılar, sonra
gecenin sonunda yetmiş defa istiğfar ederse, istiğfar edenlerden
yazılır." (c.2, s.12)
İmam'ın (a.s): "Allah tarafından bağışlanması vacip olur" sözü,
yüce Allah'ın mü'minlerin dilinden aktardığı şu ifadeden algılanmıştır:
"Öyleyse günahlarımızı bağışla." Çünkü, onların dualarının
geri çevirilmeksizin hikaye edilmiş olması onaylandığının, kabul
edildiğinin göstergesidir.
19- Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır. Kitap verilenler,
ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık
yüzünden, ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse,
(bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir.
20- Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: "Bana uyanlarla
birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim. Ve kitap verilenlerle
ümmîlere (müşriklere) de ki: "Siz de teslim oldunuz mu?" Eğer
teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse,
artık sana düşen yalnızca tebliğ etmektir. Allah, kulları hakkıyla
görendir.
21- Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere
öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; işte onlara
acıklı bir azabı müjdele.
22- Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır
ve onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
23- Kendilerine Kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında
hükmetmesi için Allah'ın Kitabına çağrılıyorlar da, sonra
içlerinden bir grup yüz çevirerek dönüyorlar.
24- Bu, onların: "Ateş bize sayılı günler dışında, kesinlikle dokunmayacak"
demelerinden ileri gelir. Uydurdukları
şeyler, onları
dinleri konusunda yanıltmıştır.
25- Artık onları, kendisinde şüphe olmayan bir gün için topladığımızda
ve her bir nefse -haksızlığa uğratılmaksızın- kazandığı
tam olarak ödendiğinde nasıl olacak?
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Yukarıdaki ayetlerde ehl-i kitabın durumu gözler önüne seriliyor.
Daha önce vurguladığımız gibi, bu surede durumu irdelenen
üç gruptan sonuncusu ehl-i kitaptır. Ki surenin genel akışının amacı
gözönün-de bulundurulduğunda bu üç grubun en önemlisi,
Yahudi ve hristiyan-lardan oluşan ehl-i kitaptır. Çünkü surenin önemli
bir kısmı onlarla ilgilidir, onların tavırları üzerine inmiştir,
sonuç itibarıyla onlara dönüktür.
(Al-i İmran / 19) "Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır."
Daha önce "İslam" kelimesinin sözcük olarak ifade ettiği anlam üzerinde durduk. Kitap
verilenlerin, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan
dolayı ihtilafa düştüklerinden söz edilmiş olmasını bir ipucu
olarak kabul edersek, İslam kelimesinin daha önce üzerinde
durduğumuz sözlük anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.
Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: Yüce Allah kullarına bu tek dinden
başkasını emretmemiştir. Peygamberlerine indirdiği kitapları aracılığıyla
yalnızca bu dini açıklamıştır. Kanıt niteliğindeki ayetleri de
ancak onu göstersinler diye gözler önüne sermiştir. Ve o din İslam'dır.
Hakka teslim olmak yâni inanç ve amelde hakka boyun
eğmek.
436 Diğer bir ifadeyle: İslam; yüce Rablık makamından bilgi ve hüküm
bağlamında kaynaklanan açıklamalara teslim olmak demektir.
Bu din, yüce Allah'ın nebi ve resullerine indirdiği şeriatlar
bazında nicelik ve nitelik olarak değişik biçimlerde pratize edilmiş
olsa da -nitekim yüce Allah bu farklı yansımalara kitabında işaret
etmiştir- gerçekte tek bir dinden başka bir şey değildir. Dinin pratikteki
yansımalarından iba-ret olan şeriatların farklılığı, eksiklik
tamamlık itibarıyladır, çelişme ve birbirini olumsuzlama itibarıyla
değil. Bunlar arasındaki üstünlük derece farklılığından kaynaklanır.
Bütün şeriatların ortak noktası, yüce Allah'ın elçileri aracılığıyla
kullarından istediği şeylere uyup itaat etmek, teslim olmaktır.
Yüce Allah'ın kullarından istediği ve kullarına açıkladığı din, işte
budur. Bundan dolayı, insanın bu dinle ilintili olarak net bir şekilde
or-taya konan bilgileri alması, benimsemesi, kuşkulu noktalarda
durup nefsinden kaynaklanan tasarruflarda bulunmaması
bir zorunluktur. Ya-hudi ve Hıristiyanlardan oluşan ehl-i kitap topluluklarının,
kendilerine ilahi kitap indirilmiş olmasına, yüce Allah'ın
katındaki dinin İslam ol-duğunu açıklamış olmasına rağmen, din-
de ihtilaf etmiş olmaları, işin aslını ve dinin tekliğini bilmemelerinden
kaynaklanan bir durum değildir. Tam tersine, onlar bu gerçeği
biliyorlardı. Onları dinde ihtilafa sürükleyen etken, kıskançlıkları
ve zulümleri olmuştur. Bu konuda hiç bir mazeretleri yoktur.
Onların bu tutumu, kendilerine işin aslını gereği gibi açıklayan
Allah'ın ayetlerini inkâr etmek anlamına gelir. Kuşkusuz Allah'ı
inkâr etmiyorlardı. O'nun varlığını açık bir şekilde kabul ediyorlardı.
Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilsinler ki, Allah hesapları çabuk
görendir. Onların hesabını hem dünyada hem de ahirette çabuk
görür. Dünyada rüsva olmak, dünyevî mutluluktan yoksun
bırakılmak, ahirette ise, elem verici bir azaba çarptırmak şeklinde
hesaplarını görür.
Hesapları çabuk görmenin, hem dünyayı, hem de ahireti
kapsayacak şekilde genel bir olgu olduğunun kanıtı, iki ayetten
sonra yer alan şu ifadedir: "Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette
yer alan şu ifadedir: "Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa
gitmiş olanlardır. Ve onların yardımcıları yoktur." Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar
açıklığa kavuşuyor:
Birincisi: Dinin Allah katında oluşu, hazır bulunuşu, yasama
nitelikli bir oluş, bir bulunuştur. Yâni tek bir şeriattır. Ancak
dereceler ve değişik milletlerin farklı kapasitelerine göre bir takım
farklılıklarının olmasından başka bir ihtilaf olmaz. Yoksa dinin
tekvinî, varoluşsal tekliği kastedilmiyor. Yâni tek bir dinin tek bir
tarzda insan fıtratına yerleştirilmiş olması kastedilmiyor. [Dinden
maksat, insanların fıtratı değildir.]
İkincisi: Ayette işaret edilen "ayetler"den maksat vahiy yoluyla
indirilenlerdir. Yüce Allah'ın peygamberlerine bildirdiği açıklamalar
yâni. Allah'ın tekliğine ve buna bağlı olan diğer ilahi bilgilere
işaret eden tekvinî, evrensel ayetler kastedilmiyor.
Ayet, kıskançlıktan dolayı ihtilaf ettiklerini vurgularken, bir
bakıma ehl-i kitabı öç almakla tehdit etmektedir. Nitekim bundan
önceki: "İnkar edenlere de ki: Yakında yenileceksiniz ve toplanıp
cehenneme sürüleceksiniz" ifadesi ile de müşrik ve kâfirler tehdit
edilmiştir. Bir sonraki ayette geçen: "Kitap verilenlerle ümmilere
de ki: Siz de teslim oldunuz mu?..." ifadesinde, ehl-i kitapla müşriklerin
birlikte zikredilmesinin nedeni de bu olsa gerektir. Ki bu
ifadeden de tehdit havası al-gılanmaktadır.
(Al-i İmran / 20)"Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: Bana uyanlarla birlikte,
ben kendimi Allah'a teslim ettim..." "Eğer seninle çekişip tartışırlarsa"
ifadesindeki zamirin ehl-i kitaba dönük olduğu açıktır. Burada
kastedilen, ihtilaf hususunda Peygamberimizle tartışmaya girip:
"İhtilafımız, bize yönelik açıklamadan sonra aramızda ya-şanan
kıskançıktan kaynaklanmıyor. Tam tersine, buna, aklımız, anlayışımız
ve dinin gerçeklerine ilişkin bilgiler elde etmeye yönelik
çabalarımız bizi iletti. Yüce Allah'a teslim olmayı hiçbir zaman
bırakmış değiliz. Senin öngördüğün ve bizi davet ettiğin de bu tür
bir şeydir ey Muhammed" ve benzeri sözler sarfetmeleridir. Buna
ilişkin kanıt da: "De ki: Ben kendimi Allah'a teslim ettim" ve "ki-
tap verilenlerle ümmilere de ki: Siz de teslim oldunuz mu?" ifadeleridir.
Çünkü her iki cümle, onlarla tartışmayı bırakmaya yönelik
değil de tartışmalarını ve hasımlıklarını kesmek amacıyla ayetin
akışı içinde yer almıştır.
Önceki ifadeyle irtibatlı olarak ayete baktığımız zaman şöyle
bir anlam elde ediyoruz: Allah katında din, İslam'dır. Bu hususun
gerçekliği noktasında Allah'ın indirdiği kitaplar arasında ihtilaf
olmaz. Akliselim de bundan kuşku duymaz. Buna bağlı olarak senin
bir Müslüman olarak teslim oluşun aleyhine herhangi bir kanıt
ileri sürülemez. Eğer din ile ilgili olarak seninle tartışırlarsa, de ki:
Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim. İşte din
budur. Din ile ilgili olarak dinden daha öncelikli kanıt olur mu?
Sonra şu soruyu onlara yönelt: Siz de teslim oldunuz mu? Eğer
teslim olurlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar. Dolayısıyla
yüce Allah'ın sana ve senden önceki peygamberlere indirdiği ayetleri
kabul etmeleri gerekir. Bunu yaparlarsa, artık onların aleyhine
bir kanıt ileri sürülemez, sizinle onlar arasında çekişme ve tartışma
da olmaz. Eğer yüz çevirirlerse, onlarla çekişme, tartışmaya
girme. Çünkü apaçık meselelerde tartışmaya girmek yersizdir.
Dinin, Allah'a teslim olmak demek olduğu apaçık bir konudur. Bu
gerçeği açık bir şekilde duyurmaktan başka sorumluluğun yoktur. Yüce Allah: "Kitap verilenlerle ümmîlere de ki: Siz de teslim
oldunuz mu?" ifadesinde, ehl-i kitapla ümmîleri bir noktada
buluşturuyor. Bunun nedeni, tevhid ve şirk gibi iki ayrı akıma bağlı
olmalarına karşın, dinin her iki tarafın ortak sorunu olmasıdır.
"Vech" kelimesinden bir şeyin insana bakan tarafı veya özel
anlamda yüz kastedilmiştir. Bunun nedeni, duyu organlarının büyük
bir kısmını kapsayan yüzün teslim olmasının, tüm bedenin
teslim olması demek olduğuna dayanır. Ayette teslim olmanın
"vech" ile ilintilendi-rilmiş olması, yüce Allah'ın emrine yönelişi ve
boyun eğişi göstermeye yöneliktir. "Biz teslim olduk" ifadesi yerine,
"bana uyanlarla birlikte..." denilerek Peygambere atfedilmesi,
"tabi olma" makamını koruma ve peygamberimizin öncelikli konumuna
vurgu yaparak onurlandırma amacına yöneliktir.
"Ve kitap verilenlerle ümmîlere de ki: Siz de teslim oldunuz mu?..."
Ayette sözü edilen ümmîlerden maksat müşriklerdir. Bu şekilde
nitelendirilmelerinin nedeni, karşılarındakilerin ehl-i kitab olarak
isimlendirilmiş olmasıdır. Ayrıca yüce Allah'ın bir ayette işaret ettiği
gibi ehl-i kitap da müşrikleri bu şekilde tanımlıyorlardı: "Ümmiler
konusunda üzerimizde bir sorumluluk yoktur." (Âl-i İmrân, 75)
Ümmi, okuma-yazma bilmeyen demektir.
"Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yanlızca tebliğ
etmektir. Allah, kulları hakkıyla görendir" ifadesinde sırasıyla şu
hususlara işaret etmektedir:
Birincisi: Tartışmada çekişme, inatlaşma ve ısrar yasaktır.
Çünkü apaçık tartışma götürmez dini bir konuyu inkâr eden bir
kimseyle tartışmak, çekişme ve inatlaşmak dışında başka bir şekilde
gerçekleşemez.
İkincisi: İnsanlar hakkında hüküm ve emir yetkisi mutlak olarak
Allah'a aittir. Peygamber ise mesajı açıkça duyurmakla yükümlü
bir elçidir. O, insanlara egemen olan bir hükümran değildir.
Nitekim bu hususla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "İşte
sana bir sorumluluk ve görev yoktur." (Âl-i İmrân, 128) "Onlar üzerinde
zor ve baskı kuracak değilsin." (Gaşiye, 22)
Üçüncüsü: Ehl-i kitap ve müşrikler tehdit edilmektedirler. Çünkü:
"Artık sana düşen yalnızca tebliğ etmektir" ifadesinden sonra
yeralan: "Allah, kulları hakkıyla görendir" ifadesi tehdit havası
vermektedir. Buna benzer bir konuya temas eden ayette yer alan
tehdit ifadesi de buna ilişkin bir kanıttır: "Deyin ki: Biz Allah'a...
iman ettik... ve biz O'na teslim olmuşlarız. Şayet onlar da, sizin
inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar;
yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir aykırılık içindedirler.
Sana onlara karşı Allah yeter. O, işitendir, bilendir." (Bakara, 136137)
Bu ayetlerde, İslam'dan yüz çevirmeleri durumunda ehl-i kitabın,
ihtilaflarda ısrar etmiş olacağı vurgulanıyor. Ardından Peygamberimizi
teselli eden, gönlüne su serpen bir ifadeyle onlara
ağır bir tehdit yöneltiliyor. Dolayısıyla: "Fakat yüz çevirdilerse, artık
sana düşen yalnızca tebliğ etmektir" ifadesi, onlarla Rablerini
başbaşa bırakmaya yönelik bir emir niteliğine sahip bir kinayedir.
Durumlarının Allah'a havale edilmesi isteniyor. O, kullarını görendir.
Onlar hakkında durumlarının gerektirdiği, kabiliyetlerinin lisanıyla
istedikleri biçimde hükmeder.
Bundan da anlaşılıyor ki: Bazı tefsircilerin: "Ayet inanç özgürlüğüne
işaret etmektedir. Dinde zorlama olmayacağını vurgulamaktadır"
şeklindeki çıkarsamaları üzerinde durmaya değmez bir
iddiadır. Çünkü ayet, görüldüğü gibi farklı bir meseleyle ilintilidir.
"Kulları hakkıyla görendir." ifadesinde, kulluk niteliği ön plana
çıkarılmış, söz gelimi; "Onları" veya "İnsanları görendir" gibi bir
ifade kullanılmamıştır. Bununla demek isteniyor ki: Allah'ın hükmü
onlar hakkında geçerlidir, yürürlüktedir. Çünkü onlar, O'nun
kulları, O'nun Rububiyeti altındadırlar. Müslüman olup olmamaları
bu gerçeği değiştirmez. "Allah'ın ayetlerini inkar edenler..." Ayetin
ifade tarzı, yeniden başa dönülmüş olduğunu gösterse de, önceki
ayetin sonunda yer alan tehditle göndermede bulunmuyor değildir.
Çünkü ayetin içeriği ehl-i kitapla, özellikle Yahudilerin tutumlarıyla
örtüşmektedir.
(Al-i İmran / 21) "İnkâr edenler" ve "öldürenler" ifadeleri her iki yerde de sürekliliği
sağlamaya dönüktürler ve gerekli açıklama yapıldığı halde sırf
kıskançlıktan dolayı küfre sapmayı temsil eden Allah'ın ayetlerini
inkar etme olayı ile haksız yere peygamberleri öldürme ve insanları
ada-lete, insafa davet eden, zulüm ve kıskançlığı nehyeden insanları
katletme eylemlerinin aralarında bir gelenek olduğunu,
öteden beri uygulana gelen bir kural olduğunu göstermektedirler.
Yahudi tarihi bunun somut kanıtıdır. Yahudiler birçok peygamber
lerini, marufu emredip münkeri yasaklayan davetçilerin büyük bir
kısmını öldürmüşlerdir. Hristiyanlar da bu hususta onlardan geri
kalmamışlardır.
"Onlara acıklı bir azabı müjdele" ifadesi gazabın ve azap indirme
eyleminin kapsamlılığını net bir şekilde vurgulamaya dönüktür.
Bu, salt uhrevi azap değildir. Bunun böyle olmadığının kanıtı, he-
men sonraki ayette yer alan; (Al-i İmran / 22) "Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır..."
ifadesidir. Buna göre, onlar dünya ve ahiret azabıyla birlikte müjdelenmektedirler.
Ahiret azabı; acı veren cehennem ateşidir. Dünya azabı ise, dünya hayatında
jenoside uğratılmaları, yurt-larından sökülüp atılmaları, mal ve
can kaybına uğratılmaları, yüce Al-lah'ın aralarına düşmanlık ve
kin duygularını atması ve kıyamete kadar bu durumlarının sürmesi
şeklinde gerçekleşen azabıdır. Kur'an'ın birçok ayetinde buna
ilişkin açık ifadeler vardır.
"Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır.
Ve onların yardımcıları yoktur" ifadesi sırasıyla şu hususlara işa-
ret etmektedir.
a) Marufu emrettiği veya münkeri yasakladığı için bir kimseyi
öldüren kişinin işlediği ameller boşa gider.
b) Böyle bir kişi için kıyamet günü şefaatte bulunulmaz, şefaatin
kapsamına alınmaz. Çünkü yüce Allah, böyle kimseler hakkında:
"On-ların hiçbir yardımcıları yoktur." buyurmuştur.
(Al-i İmran / 23)"Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? ..." ayeti,
yüce Allah'ın kendilerine nispet etmesi uyarınca, ehl-i kitabın
kıskançlığının, azgınlığının tescil edildiğine işaret etmektedir.
Onlar, aralarında bir takım ihtilaflar çıkarmakla, dinde ayrılıklar
icad etmekle azgınlaşmış oluyorlar. Çünkü aralarındaki ihtilaflı
meselelerde kitabın hükmüne, Allah'ın kitabına çağırıldıkları
zaman, ona teslim olmazlar, ona sırtlarını çevirerek dönüp
giderler. Bunun tek nedeni "bize ateş do-kunmayacaktır..."
şeklinde Allah'a ve dinine iftira ederek uydurdukları söze
kanmalarıdır.
"Kitaptan bir pay verilenler"den maksat ehl-i kitaptır. "Kitap
verilenler", yerine "kitaptan bir pay verilenler" ifadesinin kullanılmış
olması, ellerindeki kitabın, ancak asıl kitabın bir kısmı olduğuna,
kitabın tamamı olmadığına işaret etmeye yöneliktir. Çünkü
kitabı tahrif etmeleri, bir takım değişiklikler yapmaları, Allah'ın
kitabında bir takım ta-sarruflarda bulunmaları, kitabın büyük kısmının
yok olup gitmesine yol açmıştır. Bir sonraki ayetin sonundaki
ifade de bu gerçeğe işaret etmektedir: "Onların bu iftiraları,
dinleri konusunda kendilerini yanıltmıştır:" Sebep her ne olursa
olsun ayetten kastedilen -Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir-
şudur ki; onlar, bizzat kendileri tarafından söylenen bir söze dayanarak
ve kendi yanlarında uydurdukları bir gerekçeye kanarak
Allah'ın kitabının hükmüne uymaktan kaçınıyorlar. Bu iftira ile
kitaptan müstağni olduklarını hesap ediyorlar.
(Al-i İmran / 24) "Bu, onların: Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle
dokunmayacak, demelerindendir." Bu cümlenin anlamı açıktır. Burada şöyle bir soru akla gelebilir ki ayette
onların kendileri tarafından uydurulan bir yalana kandıkları dile getiriliyor.
Oysa bir insan, yalan bir aldatmaca olduğunu bildiği şeye aldanmaz.
Cevap şudur ki, aldananlarla uyduranlar ayrı kimselerdir. Önceki kuşakların ortaya at-
tıkları bir yalanın sonraki kuşaklar içinde bu yalana kananlara
nispet edilmesinin nedeni ise, onların birbirlerinin yapıp ettiklerine
rıza gösteren tek bir ümmet olmalarıdır.
Ayrıca, asılsız bir yalan ve iftira olduğu bilindiği halde, insanın
kendi aldatmacasına ve asılsız iftirasına aldanması, yine aldanan
kimsenin kendisi tarafından uydurulan bir yalana aldandığının
zikredilmesi, ehl-i kitap, özellikle Yahudiler açısından uzak bir olgu
değildir. Yüce Allah, onlarla ilintili olarak benzer olayları ve hatta
çok daha ilginç olanı bizlere aktarmıştır. Örneğin bir ayette şöyle
buyurulmuş-tur: "İman edenlerle karşılaştıklarında: "İman ettik"
derler; kendi başlarına kaldıkları zaman ise, derler ki: "Allah'ın
size açtıklarını, Rabbimiz katında size karşı bir belge olsun diye
mi onlarla konuşuyorsunuz?" Hala akıllanmayacak mısınız? Onlar,
Allah'ın gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bildiğini
bilmiyorlar mı?" (Bakara, 76-77)
Kaldı ki, insan fiilleri ve davranışları bağlamında, kişisel olarak
edindiği durumları, psikolojik melekeleri, nefsinin çekici kıldığı,
süsleyip püslediği tabloları esas alır. Bunlarla ilgili bilgileri değil.
Esrar ve sigara gibi zararlı
şeyleri içmeyi, toprak ve benzeri şeyleri
yemeyi alışkanlık haline getiren tiryakilerin bu yaptıklarının zararlı
olduğunu bile bile böyle davranmaları, bu psikolojik tavrın tipik bir
örneğidir. Yapmamaları gerektiğini bildikleri halde, bu zararlı
şeyleri
kullanıyorlar. Çünkü sözkonusu zararlı maddelerin onların nefislerinde
oluşan manzarası, yansıması lezzet verici ve çekicidir.
Bu etkileyiciliği düşünmelerine ve kaçınmak için adım atmalarına
fırsat vermiyor. Bunun örnekleri çoktur.
Ehl-i kitap toplulukları da, kibir ve azgınlık gibi duyguların, çekici
arzulara yönelik güçlü eğilimin ruhlarında derin bir yer edinmiş
olmasından dolayı, kendileri tarafından uydurulan yalanın
daveti doğrultusunda hareket ediyorlar. İftiraları, dinlerinde aşırı
gitmelerinin nedenidir. Buna rağmen onlar Allah'a karşı uydurdukları
yalanı tekrarlayıp duruyorlar. Sürekli tekrarlayarak nefislerine
empoze ediyorlar. Ta ki kalpleri tamamen yatışsın, buna güvenip
dayansın, benimsesin. Psikologların da belirttikleri gibi, sürekli
telkin insan ruhu üzerinde bilgi etkisi bırakır. Böylece, tekrarlanmak
suretiyle asılsız yalan, dinleri ko-nusunda yanılmalarına ne-
den olmaktadır. Allah'a teslim olmalarına, Allah'ın kitabı aracılığıyla
indirdiği hak içerikli mesaja boyun eğmelerine engel olmaktadır.
(Al-i İmran / 25)"Artık onları, kendisinde şüphe olmayan bir günde
topladığımızda... nasıl olacak?" İfadenin akışından da anlaşıldığı gibi "keyfe=nasıl"
edatı, "yesneûne=yapacaklar" ve benzeri gibi mahzuf bir ifadenin
başına gelmiştir. Ayette aralarında Allah'ın kitabını esas alan bir
hüküm vermeye çağırıldıklarında, arkalarını dönüp gidenler yine
tehdit ediliyorlar ve onların durumu yeniden ele alınıyor; ancak
onların hiçbir şekilde Allah'ı aciz bırakamayacakları vurgulanmak
istendiğinden, kıyamet günü içinde bulunacakları duruma dikkatler
çekiliyor. Dünyada, Allah'ın kitabına göre hükmetmeye çağırıldıkları
zaman, tes-lim olmamalarına, büyüklük kompleksine kapılıp
burun kıvırmalarına karşın, o günde tamamen teslim olmuş
durumdadırlar. Bu yüzden iki ifade karşılaştırmalı olarak sunuluyor
ve kıyamet günü yaşayacakları şu ifadeyle dile getiriliyor: "Artık
onları, kendisinde şüphe olmayan bir gün topladığımızda nasıl
olacak?" Bunun yerine: "Onları canlan-dırdığımızda" veya "dirilttiğimizde..."
gibi bir ifade kullanılmıyor.
Allah doğrusunu daha iyi bilir, ama şöyle bir anlam belirginlik
kazanıyor: Onlar, aralarında Allah'ın kitabı ile hükmetmeye çağrıldıkları
zaman, dinleri çerçevesinde uydurdukları şeylere kanarak
ve hakkı kabullenmekten kaçınarak arkalarını dönüyor, yüz çeviriyorlar.
Peki onları, geleceğinden kuşku bulunmayan günde topladığımız
zaman ne yapacaklardır?! O gün, her şeyin kesin olarak
birbirinden ayrıldığı, hak esaslı hükümlerin verildiği, her nefsin
yaptığının karşılığını eksiksiz aldığı, hak esaslı hükümlerin verilip
kimsenin haksızlığa uğratılmadığı ilahi yargı günüdür. Böyle olduğuna
göre, Allah'ı aciz bırakacaklarını, emri hususunda O'nu mağlup
edeceklerini izah ederek arkalarını dönüp gitmemeleri, hakkı
kabullenmekten yüz çevirmemeleri gerekmez miydi?! Çünkü bütün
güç, kudret Allah'ındır. Onlar bugün, mühlet ve fitne günlerini
yaşıyorlar ve o kadar!
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim'in şöyle dediği rivayet
edilir: Ona: "Hiç şüphesiz din Allah katında İslam'dır." ayetinin
anlamını sordum. Buyurdu ki: İçinde iman olan İslam." (c.1, s.166, h:22)
İbn-i Şehraşub'un İmam Bâkır'dan (a.s), "Şüphesiz din, Allah
katında İslam'dır..." ayeti ile ilgili olarak şu açıklamayı aktardığı
rivayet edilir: "Velayetini kabul etmek suretiyle Ali b. Ebu Talib'e
teslim olmak kastedilmiştir. (Menakıb, c.3, s.95, Kum baskısı) Ben derim ki: İmamın bu değerlendirmesi, genel nitelikli bir
nassın, somut bir olguya uyarlanmasına örnektir. Bundan önceki
rivayetin de maksadı bu olsa gerektir.
Yine aynı zat, Hz. Ali'den şöyle rivayet eder: "İslam'ın anlamı
ile ilgili olarak, bir şey nispet edeceğim ki, benden önce hiç kimse
böyle bir açıklamayı İslam'a nispet etmemiştir ve benden sonra
da hiç kimse böyle bir nisbette bulunmayacaktır: İslam teslim olmaktır.
Teslim olmak, eksiksiz inanıştır. Eksiksiz inanış (yakin)
doğrulamadır. Doğrulama ikrar etmedir. İkrar etme yerine getirmedir.
Yerine getirme amel etmedir. Mü'min dinini Rabbinden alır.
Mü'minin imanı amelinden bilinir. Kâfirin küfrü de inkarından.
Ey insanlar dininizi koruyun. Dininizi koruyun. Dininizde işlediğiniz
bir kötülük, dinsizlik kapsamında işlenen iyilikten daha
hayırlıdır. Çünkü sizin dininiz kapsamında işlenen kusurlar
bağışlanır, ama dinin dışında işlenen iyilikler kabul edilmez." (Usul ü Kâfi, c.2, s.45)
Ben derim ki: Hz. Ali'nin: "İslam'ın anlamı ile ilgili olarak bir
şey nispet edeceğim..." sözünde geçen "nispet"ten maksat, tanımlamaktır.
Nitekim bazı rivayetlerde "Tevhid suresi" de "nispet-ur
Rab" (Rabbin tanıtımı) olarak geçer.
Bu açıklamada gerçekleştirilen tanımlama ilk tanımlama dışında,
yâni İmam'ın "İslam teslim olmaktır" diye başlayan ifadesi
dışında hepsi bir şeyin gerektirdiği sonuçla tanımlanma türündendir.
Yâni İslam, gerekleriyle tanımlanmıştır. Ancak ilk ifadede böyle
bir yaklaşım esas alınmamıştır. Çünkü burada lafzî tanıtma esas
alınmıştır. Bir lafız, kendisinden daha açık olan bir başka lafızla
açıklanmıştır. Rivayette geçen İslam ile, terminolojik anlam da
kastedilmiş olabilir. Bundan maksat da Hz. Muhamme'din (s.a.a)
getirdiği dindir. Bu durumda: "Şüphesiz din, Allah katında İslam'dır."
ayetine işaret edilmiş olur. "Teslim olmak" ifadesiyle de, öz ve
eylem olarak boyun eğme ve uyma kastedilmiştir. Dolayısıyla bütün
açıklamada, bir şeyin gerekli sonucu ile tanıtılması kuralı esas
alınmıştır.
Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: İslam diye
adlandırılan din, insanın özü ve eylemiyle Allah'a boyun eğmesini
gerektirir. İnsanın kendini ve amellerini Allah'ın emri ve iradesi
altına almasını doğurur. Bu da teslim olmak demektir. Allah'a teslim
olmak, ardından Allah hakkında yakini bilgiyi ve kuşkuların
ortadan kalkmasını getirir veya zorunlu olarak onu gerektirir.
Yakini bilgi ve inanç tasdiki, dinin doğruluğunun açığa vurulmasını
izler. Tasdik ardından ikrarı getirir. İkrar ise, dinin kesinliğini,
sarsılmazlığını, yerleşikliğini, yerinden sö-külmezliğini kesin olarak
bilmektir. Dinin ikrar edilmesi, ardından ge-reklerinin yerine getirilmesini
sağlar. Gereklerinin eda edilmesi, onun-la amel edilmesini
doğurur.
"Dinin kapsamı dışında işlenen iyilikler kabul edilmez" ifadesinde
geçen kabul edilmemekten maksat, ahirette sevapla ödüllendirilmemeleri
veya dünyada mutlu yaşam, ahirette ise cennet
nimetleri olarak somutlaşan ve Allah katında övgüye mazhar olan
güzel sonuçlara yol açmamalarıdır. Bu durum, kâfirlerin dünya
hayatında işledikleri iyiliklerin karşılıklarını yine dünya hayatında
bir şekilde görecekleri hususuyla çelişmez. Çünkü yüce Allah bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu
görür." (Zilzâl, 7)
Mecma-ul Beyan tefsirinde Ubeyde el-Cerrah'ın şöyle dediği rivayet
edilir: Dedim ki: Ya Resulullah, kıyamet günü en şiddetli azabı
hangi insanlar görür? Buyurdu ki: "Bir peygamberi veya iyiliği
emreden yahut münkeri yasaklayan bir adamı öldüren kimse."
Sonra şu ayeti okudu. "Peygamberleri haksız yere öldürenler ve
insanlardan adaleti emredenleri öldürenler."
Ardından şöyle buyurdu: "Ey Ebu Ubeyde! İsrâiloğulları, bir saat
içinde kırk üç peygamberi öldürdüler. Bu sırada İsrâiloğulları içinde
yüz on iki kişi marufu emretmek ve münkerden onları alıkoymak
suretiyle peygamberlerin kanından kendilerini akladılar. Ama
onların tümünü de aynı günün sonunda öldürdüler. İşte Allah ayette
bundan söz ediyor." (c.2, s.423)
Aynı anlamı pekiştiren rivayetler ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde
İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatem kanalıyla Ebu Ubeyde'den aktarılmıştır.
ed-Dürr-ül Mensûr'da şöyle deniyor: İbn-i İshak, İbn-i Cerir, İbn-i
Münzir ve İbn-i Ebu Hatem İbn-i Abbas'tan aktarırlar: Resulullah
Efendimiz (s.a.a) Tevrat okumaya tahsis edilen evlerden birine
girdi. İçerde bir grup Yahudi vardı. Onları Allah'a davet etti. Bunun
üzerine Numan b. Amr ve Hars b. Zeyd adlı kişiler: "Sen hangi din
üzeresin ey Muhammed?" diye sordular. Peygamberimiz (s.a.a)
buyurdu ki: "Ben İbrahim'in dini üzereyim." Dediler ki: "İbrahim
Yahudi'ydi." Peygamberimiz (s.a.a) onlara şu karşılığı verdi: "Getirin
Tevrat'ı. O bizimle si-zin aranızda başvuru kaynağı olsun!" Ama
onlar bundan kaçındılar. Bunun üzerine yüce Allah: "Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında hükmetmesi
için Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da... onların bu iftiraları, dinleri
konusunda kendilerini yanıltmıştır." ayetlerini indirdi. (c.2, s.14)
Ben derim ki: Bazılarına göre de: "...görmedin mi?" ayeti, zina
edenlerin recmedilmeleri hususunda inmiştir. "Ey kitap ehli, kitaptan
gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan elçimiz
geldi" (Mâide, 15) ayetini tefsir ederken, bu hususa da değineceğiz.
İki rivayet de ahad (tek kanallı) rivayetlerdendir. Dolayısıyla istenen
itibar derecesinde değildir.
--------------------
26- De ki: Allah'ım, (ey) mülkün sahibi, dilediğine mülkü verirsin
ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini
alçaltırsın; bütün hayırlar sadece senin elindedir. Gerçekten
sen, her şeye güç yetirensin.
27- Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın; diriyi
ölüden çıkarırsın. Ölüyü de diriden çıkarırsın. Sen, dilediğine
hesapsız (karşılıksız) rızık verirsin.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Yukarıdaki iki ayet, ehl-i kitabın, özellikle Yahudilerin durumuna
ilişkin olan önceki ayetlerle bir şekilde irtibatlıdır. Önceki ayetlerde
onlara yönelik dünya ve ahiret azabına ilişkin tehditlere yer
verilmişti. Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın mülkü ellerinden çekip çıkarması,
kıyamet gününe kadar üzerlerine zillet ve miskinlik
damgasını vurması, soluklarını kesmesi, egemenlik ve bağımsızlıklarını
ellerinden alması da bir tür azapdır.
Ayrıca, daha önce de açıklandığı gibi, Âl-i İmrân suresinin ana
mesajı, yüce Allah'ın evrenin yaratılışı ve yönetimi üzerinde tek ve
ortaksız egemenliğe sahip olduğunu vurgulamaya ilişkindir.
Öyleyse O, mülkün tek sahibidir; onu dilediğine verir. Dilediğini
aziz, üstün kı-lar. Kısacası, hayrı dilediğine veren O'dur. Mülkü ve
izzeti çekip alan da O'dur. Her türlü hayrı dilediği kimselerden sö
küp çıkarır. Bu bakımdan, tefsirini sunduğumuz iki ayetin içeriği
surenin ana mesajının dışında değildir.
(Al-i İmran / 26) De ki: Allah'ın, (ey) mülkün sahibi" Burada yüce Allah'a sığınılmaya
ilişkin bir emir yeralıyor. Ki mutlak anlama hayır-iyilik O'-nun
elindedir. O, sınırsız, mutlak kudrete sahiptir. Bu emrin yöneltilmiş
olmasının amacı, münafıkların ve hak esaslı dinden sapan müşriklerle
ehl-i kitabın kalbinde etkin olan söylentilerden kurtulmaya
yöneliktir. Çünkü onlar kendileri hesabına tasavvur ettikleri mülk,
izzet ve Allah'tan müstağni olmak gibi asılsız duygulardan dolayı
sapmış ve helak olmayı hak etmişlerdir. Böyle bir emrin yöneltilmiş
olmasının bir diğer amacı da Allah'a sığınan kimsenin kendi
nefsini böylece hayır ve dilediğine hesapsız rızık veren Allah'ın
feyizlerini almaya yöneltmesini vurgulamaktır.
Mülk (orijinali milk=insanın sahip bulunduğu şey); biz insanlar
arasında, manası bilinen ve aslında herhangi bir kuşku bulunmayan
bir terimdir. Ancak mülk, hakiki ve itibarî olmak üzere iki kısma
ayrılmaktadır:
Hakiki mülk; bir şeyin, sözgelimi bir insanın, varoluş ve yaratılış
yasası uyarınca, bu yasanın imkan verdiği ölçüde, bir şey üzerinde
tasarrufta bulunmasına denir. İnsanın kendi gözü hususunda
bulunduğu tasarrufu; dilediği biçimde kullanıp kullanmamasını
buna örnek gösterebiliriz. Yine elini açıp kapaması, bir şeyi tutup
bırakması türü işlerde kullanması da bunun bir örneğidir. Bu anlamda
malik (sahip) ile mülkünün (sahip olduğu şeyin) arasında
gerçek bir ilintinin olması kaçınılmazdır. Bu tarz ilintilerde değişiklik
olmaz ve sahip olunan şeyin varlığı, sahibine bağlıdır. Mülk malikiyle
kâimdir. Mülk malikinden müstağni olamaz. Var olduğu
sürece ondan ayrı düşünülemez; ayrılması onun yok olması (ve
işlevini yitirmesi) demektir. Göz ve elin bir şekilde insandan ayrılması
gibi. Yüce Allah'ın tüm evren, evrenin kapsamında olan her
varlık ve her eylem ve iş üzerindeki mutlak sahipliği, malikliği de
işte bu kısım malikiyet türündendir. Dolayısıyla O, dilediği şey üzerinde,
dilediği tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.
Mülkün, sahip olmanın bir diğer kısmı da saymaca (itibarî) ve
koymacadır (vaz'îdir). İtibarî mülk, örneğin, insan gibi bir varlığın
toplum içinde akıl sahibi kimselerin toplumsal bazı amaçlara u-
laşmak için öngördükleri bir bağıntı uyarınca, herhangi bir şey üzerinde
dilediği gibi tasarrufta bulunmasına denilmektedir. Sözünü
ettiğimiz akıllı insanlar, varlıklar aleminde gözlemledikleri gerçek
mülkiyetten ve onun etkilerinden yola çıkarak bu tarz itibarî
bir mülkiyet belirleyip, bunun onun gibi olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu tür bir mülkiyeti geçerli kılmaktan amaçladıkları, kendi toplumsal
sistemleri içinde geçerli bir sahibin gerçek ve varoluşsal
mülkünden elde ettiği sonuçların, yararların benzerlerini, bu tür
nesne metalardan elde etmektir.
Bu tür mülkiyette sahip ile sahip olunan şey arasındaki ilişkinin
koymaca (vaz'î) ve saymacaya (itibarî) dayandığından dolayı
değişime, dönüşüne açıktır. Sözgelimi bu tür bir mülkiyet, satış,
bağış ve benzeri nakil sebepleri dolayısıyla bir insandan başkasına
geçebilir.
Sultanlık anlamına gelen mülk (orijinali mülk), sahip olmayı
ifade eden mülk (orijinali milk) türünden olsa da ancak o bir grup
insanın sahip olduğu şeylere sahip olmak demektir. Kralın yurttaşlarının
sahip oldukları
şeylere sahip olması gibi. Kralın, tebasının
sahip oldukları
şeyler üzerinde, kendi tasarrufuyla onların tasarrufları
arasında herhangi bir çatışma olmadan tasarrufta bulunabilir.
Onların dilemeleriyle, onun dilemesi çakışmaz. Bu, gerçekte mülkiyet
üstü mülkiyettir. Biz buna terminolojik olarak "dikey mülkiyet"
diyoruz. Efendinin kölesine ve sahip olduğu şeylere sahip olması
gibi. Bundan dolayı, doğrudan sahiplik (milk) ile ilgili açıkladığımız
kısımlar sultanlık ve dolaylı sahip olma için de geçerlidir.
Yüce Allah, mutlak bir şekilde her şeyin maliki ve her şeye malik
ve egemendir. Her şey üzerinde mutlak sahipliğe sahip oluşuna
gelince; bu, O'nun mutlak Rabliğinden, her şey üzerindeki mutlak
egemenliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır,
her şeyin ilahıdır. Konuya ilişkin olarak yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İşte bu, sizin Rabbiniz Allah'tır; her şeyin yaratıcısıdır;
O'ndan başka ilah yoktur." (Mü'min, 62) "Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi O'nun-dur." (Bakara, 255) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek
gösterebiliriz. Bu ayetlerin tümü, "şey" olarak isimlendirilebilen
tüm varlıkların, özü itibarıyla O'nunla kâim olduklarına, özü
itibarıyla O'na muhtaç olduklarına, O olmadan kendi başlarına
olamayacaklarına, bağımsız bir varlık gösteremeyeceklerine, O'nun
kendisiyle ilgili olarak ve kendisinin içinde dilediği bir şeyi
gerçekleştirmesine hiçbir şeyin engel olamayacağına delalet etmektedirler.
Daha önce de söylediğimiz gibi, bunun adı dolaysız
mülkiyettir.
Yüce Allah'ın mutlak olarak melik ve egemen oluşu, tüm varlıklar
üzerinde mutlak olarak malik oluşunun bir gereğidir. Çünkü
bizzat varlıkların bir kısmı, diğer bir kısmının sahibi konumundadırlar.
Sebeplerin sonuçlarına sahip olmaları gibi. Yine varlıklar,
faaliyet halindeki güçlerine, faaliyet halindeki güçler de fiillerine
sahip konumundadırlar. İnsanın kendi bedeninin organlarına ve
görme organı gibi güçlere sahip olması gibi. Bunlarsa, kendi fiillerinin
sahipleridir. Yüce Allah her şeyin sahibi olması bakımından,
bu şeylere sahip olanların, sahip oldukları şeylerle birlikte sahibidir.
İşte mutlak melikliğin ifadesi olan mülk'ün anlamı budur. Konuyla
ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Mülk O'nundur,
hamd da O'nundur." (Teğabun, 1) "Çok kudretli Melik (mülkünün
sonu olmayan)ın yanında." (Kamer, 55) Daha bunun gibi birçok ayet
örnek gösterilebilir. Dolaylı ve dolaysız gerçek, hakiki mülkiyet
budur.
Mülkiyetin itibari ve saymaca olanına gelince: Yüce Allah, maliktir;
çünkü herhangi bir mala sahip olan bir kimsenin sahip olduğu
her şeyi veren O'dur. Eğer sahip olmasaydı böyle bir durum
doğru olmazdı ve sahip olmadığı
şeyi sahip olamayana veren konumuna
düşerdi. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Ve Allah'
ın size verdiği malından onlara verin." (Nur, 33)
Yüce Allah, insanların ellerinde bulunan her şeyin sahibi olan
malik ve egemendir de. Çünkü egemenlik sahibi kanun koyucudur.
Egemenliği dolayısıyla insanların sahip oldukları
şeyler üzerinde
tasarrufta bulunur. Tıpkı sultanların yurttaşlarının malları
üzerinde tasarrufta bulunmaları gibi. Aşağıdaki ayetler yüce Allah'
ın bu egemenliğine işaret etmektedirler: "De ki: İnsanların Rablerine
sığınırım. İnsanların melikine -mutlak hakimine-..." (Nas, 1-2)
"Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya
kalkışırsanız, onu sayıp bitirmeye güç yetiremezsiniz." (İbrahim,
34) "Sizi kendilerinde halifeler kılıp harcama yetkisi verdiği şeylerden
infak edin." (Hadid, 7) "Size ne oluyor ki, Allah yolunda infak
etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allah'ındır.
(Hadid, 10) "Bugün mülk=hükümranlık kimindir? Kahhar olan tek
Allah'ındır." (Mü'min, 16) Yüce Allah, şu anda sahip olduğumuz şeylerin,
bizden önce de sahibiydi, bizim yanımızdayken de onların
sahibidir ve bizden sonra da bunlar üzerindeki mülkiyeti sürecektir.
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamlar üzerinde durup düşünenler:
"Allah'ım, (ey) mülkün sahibi" ifadesinin sırasıyla şu hususları
vurgulamaya dönük olduğunu görür:
Birincisi; yüce Allah her türlü mülkiyet ve egemenliğe malik ve
sahiptir. Hakimlik ve egemen olma şeklinde malik olmak, gerçekte
do-laylı sahip olma ve mülkiyet üstü mülkiyettir. Buna göre yüce
Allah, meliklerin, melikidir. Çünkü her malike, mülkü veren O'dur.
Aşağıdaki ayetlerde bu hususa dikkat çekiliyor: "Allah kendisine
mülk verdi, diye." (Bakara, 258) "Onlara büyük bir mülk de verdik" (Nisâ, 54)
İkincisi; yüce Allah'ın adının başta zikredilmesi ile sebebin
açıklanışına işaret ediliyor. Buna göre O, mülkün sahibidir, çünkü
O, ulu Allah'tır. Bu husus ayetten apaçık bir şekilde
anlaÜçüncüsü;şılmaktadır. ayette geçen mülk kavramı ile -Allah doğrusunu
herkesten daha iyi bilir- hakiki ve itibarî sahiplikten daha genel bir
olgu kastediliyor. Çünkü ilk ayette, yüce Allah'a ilişkin olarak sunulan:
"Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın,
dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın" şeklinde nitelemede,
ileride açıklayacağımız gibi, itibarî mülkiyetle ilgili hususlara,
ikinci ayette ise hakiki ve gerçek mülkiyetle ilgili hususlara işaret
ediliyor. Şu halde yüce Allah mutlak olarak mülkün sahibidir.
"Dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın."
Mülk" kavramı, mutlak olarak kullanıldığından, gerçek, batıl, adaletle
elde edilmiş ya da zorbalıkla kazanılmış her türlü mülkü kapsar.
Çünkü "mülk" "Allah kendisine mülk verdi, diye" (Bakara, 258)
ayetinin de tefsiri çerçevesinde açıklandığı gibi, özü itibarıyla yüce
Al-lah'ın bir bağışıdır. Toplumda güzel sonuçlar doğurabilen bir
nimettir. Yüce Allah, insanların nefislerini, mülke ilgi duyma özelliğiyle
donatmıştır. Layık olmayanların ellerindeki mülk, mülk olması
itibarıyla yergiyi hakketmez. Tam tersine, layık olmayan birisinin
örneğin zorbalık ve gasp yoluyla elde etmiş olanın onu ele
geçirmiş olması yerilir ya da güzel yollardan harcama imkanı olduğu
halde onu kötü yollarda harcaması yerilir. Aslında bu ikinci
şık da bir şekilde birincisiyle ilintilidir.
Ayrı bir açıdan mülk ona ehil olan kimse açısından, yüce Allah'
ın ona yönelik bir nimetidir. Layık olmayan kimse açısından ise,
bir bela ve musibettir. Her iki durumda da mülk, yüce Allah'a nispet
edilir. Mülk, Allah'ın kullarını onun aracılığıyla sınadığı bir fitnedir,
sınama aracıdır.
Daha önce: Yüce Allah'ın fiilleri bağlamında bu ayette olduğu
gibi O'nun dilemesine vurgu yapmanın anlamı, "fiilin rastgele,
herhangi bir amaçla ilintili olmadan sergilendiği anlamını ifade
etmez. Tam tersine bununla kastedilen husus, O'nun fiilleri bağlamında
mecbur olmaması, bu fiili işlemek zorunda olmamasıdır"
demiştik. Yüce Allah, bir şeyi yaptığında onu mutlak dilemesiyle
yapar. Hiç kimse O'nu buna zorlayamaz. Böyle bir şeyi yapmak
mecburiyetinde bırakamaz. Gerçi, O'-nun fiili, her zaman maslahata
uygun olarak gerçekleşir.
"Dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın." Ayetin orijinalinde geçen
"tuizzu" fiilinin mastarı olan "izz" kelimesi bir şeyin elde edilmesinin
zor olması anlamında kullanılır. Bu yüzden, nadir bulunan
şeyler için "aziz" denir. Yâni zor bulunur. Yine bir toplumda yenilgiye
uğratılması, baskı altına alınması zor olan kimse için de "aziz-ul
kavm" ifadesi kullanılır. Bununla, o kimseye baskı ve galibiyet yoluyla
ulaşılmayacağı anlamı kastedilir. Toplumun içinde, erişilmesi
güç bir makama sahip olmasına, onların sahip oldukları her şeye aksi
değil- sahip bulunuyor olmasına işaret edilir. Daha sonra bu
ifade, her zorluk için kullanılır oldu. "Yeizzu aleyye keza" dendi mi
"falan şey bana zor geldi" anlamı kastedilir. Nitekim bir ayette
şöyle buyurulu-yor: "Azizun aleyh=Sıkıntıya düşmeniz onun gücüne
gider." (Tevbe, 128) yâni ona zor gelir. Yine, her galibiyet anlamında
kullanılır oldu. Araplar: "Men azze bezze", "galip gelen soyar
(ganimet alır)" derler. Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Ve azzeni
fil-hitab=bana konuşmada üstün geldi." (Sâd, 23) Yâni, "beni yendi."
Kelimenin asıl anlamı, yukarıda belirttiğimiz gibidir.
Bunun tam karşıtı da "zillet"tir. Bu da gerçek veya sanal bir
baskıyla kolayca elde etmek anlamını ifade eder. Yüce Allah:
"Zuribet eleyhimuz-zilletu=Onların üzerine horluk (zillet ve yoksulluk)
damgası vuruldu." (Bakara, 61) buyurmuştur. Bir diğer ayette
de şöyle buyurmuştur: "...cenahez-zulli=Onlara acıyarak alçak gönüllülük
kanadını ger." (İsrâ, 24) Başka bir ayette ise kullanılan ifade
şöyledir: "Ezil-letin elel...=Mü'minlere karşı alçak gönüllü." (Mâide, 54)
"İzzet" dediğimiz nitelik, mutlak olarak mülkün bir gereğidir.
Yüce Allah'ın dışında bir kimse, herhangi bir şeye sahip olduğunda,
o şeyi ona veren, onun mülkü haline getiren O'dur. Bir kimse,
bir toplumun meliki olmuşsa, bunu ona veren Allah'tır. Dolayısıyla
"izzet" salt yüce Allah'a özgüdür. O'ndan başkasının sahip olduğu
izzet, ancak O'nun vergisi ve lütfu ile elde edilmiştir. Konuyla ilgili
olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onuru (izzeti) onların yanında
mı arıyorlar? Şüphesiz bütün onur Allah'ındır." (Nisâ, 139) "Onur
Allah'ın, O'nun Resulunün ve mü'minlerindir." (Münafikun, 8) Bu
ayetlerde işaret edilen gerçek izzettir. Bunun dışındaki durumlarsa
izzet görünümünde zilletten başka bir şey değildir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Hayır, o inkar edenler bir gurur ve bir
parçalanma içindedirler." (Sâd, 2) Hemen arkasından şu ayetin yer
almış olması da bu değerlendirmemizi destekler niteliktedir: "Biz
kendilerinden önce, nice kuşakları yıkıma uğrattık da onlar feryat
ettiler, ancak kurtulma zamanı değildi." (Sâd, 3)
Zilletle ilgili olarak verilecek hüküm, izzet için geçerli olan hükmün
tam karşıtı olmak durumundadır. O halde yüce Allah'ın
dışındaki herkes, özü itibarıyla zelildir. Allah'ın aziz ve onurlu kıldıkları
hariç. ("...dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın.")
"Bütün hayırlar sadece Sen'in elindedir. Gerçekten Sen, her şeye
güç yetirensin" "Hayır" kelimesinin semantik yapısında "seçme"
anlamı vardır. Biz bir şeyi "hayır" olarak isimlendirirken, öncelikle
onu başka bir şeyle karşılaştırmış ve bu karşılaştırmada ikisinden
birini tercih etmeyi amaçlamışızdır. Neticede birini seçeriz. İşte bu
seçtiğimiz "hayır"dır. Biz onu, istediğimiz ve amaçladığımız şeyi
kapsadığı için seçmişizdir. Şu halde bizim istediğimiz, gerçek anlamda
hayırdır. Eğer biz onu, başka bir şey için isteseydik, istediğimiz
o başka şey, gerçek hayır olurdu. Başkasının hayır oluşu da,
onun hayır oluşu açısından söz konusudur. Şu halde gerçek hayır,
kendisi itibarıyla istenen şeydir. Hayır olarak isimlendirilmesi,
başkasıyla karşılaştırıldığında istenen şeyin o olmasından dolayı
dır. Varlıklar içinde birini seçmek istediğimiz ve bu seçimimizde
tereddüde düştüğümüzde, artık o şey "seçilmiş" niteliğini kazanır.
Görüldüğü gibi, bir şey başka bir şeyle karşılaştırılıp bu şeye
göre daha etkili olarak algılandığından dolayı seçilir, bu yüzden
"hayır" adını alır. Bundan dolayı "hayır"ın anlamında başkasına
nispet anlamı da vardır. Bu nükteden hareketle bazılar: Bu kelime
İsm-i tafdil kipindendir ve aslı da "ahyar"dır demişlerdir. Oysa bu
kelime 'ism-i tafdil' kipinden değildir. Yalnızca, ilgili olduğu konunun
tafdil anlamı ile bir örtüşmesi sözkonusudur. Sırf bundan do-
layı da, ef'al-ı tafdil hakkında olduğu gibi başkasıyla anlamsal olarak
ilintili olduğu varsayılır. Araplar: "Zeyd Amr'dan daha üstündür"
"Zeyd ikisinden üstün olandır" derler. Nitekim: "Zeyd Amr'dan
hayırlıdır ve "Zeyd ikisinden hayırlı olanıdır" derler.
Eğer "hayır" kelimesi "tafdil" kipinden olsaydı, bu kipten gelen
diğer kelimeler için geçerli olan çekim kuralları ona da uygulanırdı.
Sözgelimi: efdal, efadil, fudla, fudlayat" deniliyor. Ancak "hayr"
kelimesi bu tarz bir çekime tabi değildir. Tam tersine hayr, hiyeret,
ahyar ve hayrat" deniliyor. Şeyh, şeyhet, eşyah ve şeyhat" gibi. O
halde hayr kelimesi, sıfat-ı müşebbehe kipindendir.
Bu çıkarsamamızı destekleyen hususlardan biri de, "hayr"
kelimesinin, "tafdil" kipinin sağladığı anlamın ifade edilmesinin
doğru olmadığı bir takım yerlerde kullanılmasıdır. Örneğin şu ayet:
"De ki: Allah'ın katında bulunan, eğlenceden... hayırlıdır." (Cuma,
11) Eğlencede asla "hayır" yoktur. Dolayısıyla "tafdil" kipi burada
bir anlam ifade etmez. Bu ve benzeri ifadelerden sıyrılmak için,
kelimenin "tafdil" kipinin sağladığı anlamdan uzaklaştığı ve soyutlaştırıldığı
bahanesini ileri sürenler olmuşsa da, bunun böyle olmadığı
apaçık ortadadır. Doğrusu "hayır" kelimesi yalnızca "seçme"
anlamını ifade eder. Karşıt olarak mukayese edilen şeyin de,
hayırdan bir şey içermesi, buna konu olan yerlerin genel özellikleridir.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu ortaya çıkıyor: Yüce
Allah, mutlak olarak "hayır/hayırlı"dır. Çünkü her şey sonun da
gidip O'na dayanır. Her şey O'na döner. Her şey O'nu ister, O'nu
amaçlar. Ancak Kur'an-ı Kerim, "hayır" kelimesini, O'nunla ilgili
olarak, diğer güzel isimlerinden biri gibi kullanmaz O'nu bir niteleme
olarak kullanır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah, daha hayırlıdır
ve daha süreklidir." (Tâhâ, 73.) "Birbirinden ayrı bir sürü Rabler
mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar olan bir tek Allah mı?" (Yusuf,
39.)
Evet "hayır"ın izafet terkibi tarzında, bir tür isim olarak kullanılması
bir gerçektir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah rızk verenlerin
hayırlısıdır." (Cuma, 11.) "Ve O hükmedenlerin hayırlısıdır." (A'râf,
87.) "O, ayırt edenlerin hayırlısıdır." (En'âm, 57.) "O, yardım edenlerin
hayırlısıdır." (Âl-i İmrân, 150.) "Allah, düzen kuranların hayırlısıdır."
(Âl-i İmrân, 54.) "Sen açanların hayırlısısın." (A'râf, 89.) "Sen bağışlayanların
hayırlısısın." (A'râf, 155.) "Sen mirasçıların hayırlısısın."
(Enbiyâ, 89.) "Sen konuklayanların hayırlısısın." (Mü'minun, 29.)
"Sen merhamet edenlerin hayırlısısın." (Mü'minun, 109.)
Yukarıda sunduğumuz ayetlerdeki kullanımın ortak noktası,
"hayır" kelimesinin semantik yapısında bulunan "seçme" anlamının
göz önünde bulundurulmuş olmasıdır. Yoksa, bu kelime, yüce
Allah'ın bir ismi olarak kullanılmış değildir. Bu ismin kullanılmış
olmaması, yüce Allah'ın, başkasıyla karşılaştırılmaktan ve bu mukayese
sonucu seçilmiş olmaktan münezzeh olduğunu vurgulamak
amacına yöneliktir. Bütün yüzler O'nun karşısında eğilip boyun
bükmüştür. İzafet terkibi ve nispet tarzında bir isimlendirme,
aynı şekilde ge-rektiğinde bu tarz bir nitelemeye gitme olabilir.
Bunun herhangi bir sa-kıncası yoktur.
"Hayır sadece senin elindedir." cümlesi hayrın salt yüce Allah'
ın denetiminde olduğunu gösterir. Bunu "hayır" kelimesinin başındaki
harf-i tarif olan "elif ve lam" harfinden ve aynı zamanda
cümlede "haber" işlevini gören "zarf"ın (biyedike) öne alınmış ol
masından algılıyoruz. Dolayısıyla, ifadeden şu anlamı elde etmiş
oluruz: İstenen her hayrın durumu senin elindedir. Onları veren,
bahşeden sensin.
Dolayısıyla bu cümle önceki cümlelerin gerekçelendirilmesine
yöneliktir. Bunu söylerken: "dilediğine mülkü veririsin…" diye
başlayan ifadeleri kastediyoruz. Bu gerekçelendirme daha özel
nitelikli bir anlamın, kendisiyle beraber başka anlamları da
kapsayan genel bir ifadeyle gerekçelendirmesi türündendir.
Bununla, yüce Allah'ın bahşettiği hayrı kastediyoruz ki mülk ve
izzetten daha geniş kapsamlıdır. Bu husus açıktır.
Mülkün verilmiş olması ile aziz kılmanın Allah'ın elinde olan
"hayır" ile gerekçelendirilmiş olması, ifade tarzı açısından normal
olduğu gibi mülkün çekip alınması ile zelil kılmanın da bununla
gerekçelendirilmesi normaldir. Çünkü bu ikisi kötü olmasına kötüdürler,
ancak kötülük hayrın olmamasından başka bir şey değildir.
Şu halde mülkün alınması, aziz ve onurlu kılınmışlığın olmamasından
başka bir şey değildir. Dolayısıyla her hayrın yüce Allah'
a dayanması, her hayırdan yoksunluğun da O'na dayandırılmasını
gerektirir. Hiç kuşkusuz, yüce Allah'tan uzak sayılması,
nefyedilmesi gereken, kulların fiillerinin eksiklikleri ve günahlarının
çirkinlikleri gibi O'na yaraşmayan nitelemelerdir. Burada ancak
yüzüstü yardımsız bırakmak ve başarı vermemek ve gerekli
öncülleri hazırlamamak O'na nispet edilebilir. Ki bu hususla ilgili
açıklamalarda bulunduk.
Kısacası, mülk ve izzet, mülkün alınması ve zillet gibi tekvinî=
varoluşsal hayır ve şer vardır. Varoluşsal hayır, Allah'ın verdiği
pozitif bir olgudur. Varoluşsal kötülük (şer) ise, yalnızca hayrın verilmeyişinden
ibarettir. Dolayısıyla, bu anlamda şerr'in yüce Allah'a
nispet edilmesinin bir sakıncası yoktur. Çünkü "hayr"ın maliki O'dur
ve O'n-dan başka kimse hayra sahip değildir. Eğer herhangi bir
kimseye hayırdan bir şey verirse, emir O'nundur. Övgü de O'na özgüdür.
Eğer vermezse veya hayrı engellerse O'ndan başka kimse
nin O'nun üzerinde hakkı olmadığı için O'nu zorlayamaz. Dolayısıyla
hayır vermeyişi haksızlık olarak değerlendirilemez. Ayrıca O'nun
hayrı verişi de vermeyişi de, evrenin küçük parçalarının faaliyetlerine
egemen olan düzenin ıslahı üzerinde etkili olan genel maslahatlarla
ilintilidir.
Bunun yanında, bir de yasal alanı ilgilendiren hayır ve şer vardır.
Bunlar, itaat ve isyan türlerinden ibarettirler. Bunlar, tercihine
dayanması nedeniyle insandan kaynaklanan fiillerdir. Bu açıdan,
söz konusu fiiller, insandan başkasına kesinlikle nispet edilmezler.
Söz konusu fiillerin güzel veya çirkin oluşlarının altında da insana
yönelik bu nispet yatar. Eğer bu fiillerin sergilenişlerinin gerisinde,
insanın seçimi varsayılmasaydı çirkin veya güzel olarak
nitelendirilmezlerdi. Dolayısıyla, bu açıdan söz konusu fiiller yüce
Allah'a nispet edilemezler. Ancak Yüce Allah'ın, bunları gerektiren
maslahatlara insanı muvaffak kılması veya muvaffak kılmaması
başka [sadece tevfik verip vermeme şeklinde Allah'a nispet edilebilirler.]
Artık şu husus belirginlik kazanmıştır: Hayır tümüyle Allah'ın
elindedir. Evrensel düzen buna dayalı olarak her türlü varolmayı,
yoksunluğu, hayır ve şerri kapsayarak işler.
Bazı tefsir bilginleri demişlerdir ki: "Hayır senin elindedir."
ifadesinde, kısaca söyleme dönük bir hazfetme söz konusudur.
Dolayısıyla ifadenin takdiri açılımı
şöyledir: "Hayır ve şer senin
elindedir." Nitekim benzeri bir açıklama: "Sizi sıcaktan koruyacak
elbiseler." (Nahl, 81.) ifadesi için de ileri sürülmüş ve cümleye
takdiri olarak "ve soğuktan" notu düşülmüştür.
Aslında bütün bunların nedeni, mutezile ekolüyle aynı paralele
düşmekten kaçınmaktadır. Çünkü mutezile ekolünün yaklaşımı,
kötülükleri yüce Allah'a dayandırmama şeklindedir. Aslında, bu
tefsircilerin yaklaşımı, Allah'ın kelamına karşı cesarette bulunmaktan
başka bir şey değildir. Ve böyle bir siretin izahı mümkün
değildir. Gerçi mutezile ekolüne mensup bilginler kötülüklerin yü
ce Allah'a nispet edilmesini mutlak olarak ve bir vasıta aracılıyla
da olsa reddetmekle bir yanlış işlemişlerdir, ancak onların bu yanlışından
dolayı yukarıda ki tuhaf değerlendirmeyi haklı göstermek
de mümkün değildir. Daha önce bu konuya değinmiş ve işin aslını
ortaya koymuştuk.
"Gerçekten sen her şeye güç yetirensin." Bu ifade "hayr"ın yüce
Allah'ın elinde oluşunu gerekçelendirmeye, izah etmeye yöneliktir.
Çünkü her şeye mutlak olarak kadir olmak, hiç kimsenin herhangi
bir şeyi O'nun muktedir kılması olmaksızın yapamamasını gerektirir.
Eğer bir kimse, gücünü yüce Allah'ın muktedir kılmasına
dayandırmaksızın bir şey yapabilirse, bu demektir ki, onun güç
yetirdiği şey yüce Allah'ın gücünün kapasitesinin dışındadır. Bu
durumda yüce Allah'ın -haşa- her şeye kadir olmadığı ortaya çıkar
–ki Yüce Allah böyle bir nitelenmeden münezzehtir- Yüce Allah'ın
kudreti bu genişlikte ve bu sınırsız kapasitede olduğuna göre akla
gelebilecek her türlü hayır O'nun gücü dahilindedir. Yine başkalarının
bahşettiği her türlü hayır da O'na nispet edilir. O'nun elinde
olduğu kabul edilir. Onlar da diğerleri gibi O'na aittirler. Şu halde
istisnasız tüm hayır türleri O'nun elindedir. "Hayır sadece senin
elindedir." ifadesinde ki sınırlandırma, bunu ifade etmektir.
(Al-i İmran / 27) "Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın."
Ayetin orijinalinde geçen "tûlicu" kelimesinin kökü, "girme" anlamına gelen
"vulûc" kelimesidir. Anlaşıldığı kadarıyla bazı bilginlerin de
belirttikleri gibi gecenin gündüze ve gündüzün geceye
girdirilmesinden maksat, bir yıl boyunca gece ve gündüz süresinde
meydana gelen değişikliklerdir. Burada da yeryüzü boyunca bölge
ve mekanların genişliği esastır. Ayrıca güneşin eğiminde bir takım
değişikliklerin olması önemli rol oynar. Bunun sonunda günler
uzamaya, geceler de kısalmaya başlar. Bu gecenin gündüze
girmesidir ki kışın başlangıcından yazın başlangıcına kadar böyle
devam eder. Yaz mevsiminin başlarından kışın başlarına kadar
ise, geceler uzamaya gündüzler kısalmaya başlar. Bu doğal
gelişmelerin tümü kuzey kutbunda yaşanır. Güney kutbunda ise,
kutbunda yaşanır. Güney kutbunda ise, kuzey kutbundaki gelişmelerin
tersi istikamette gelişmeler yaşanır. Dolayısıyla bir kutupta
yaşanan uzama, öbür kutupta kısalma olarak yaşanır. Şu halde
yüce Allah sürekli olarak geceyi gündüze, gündüzü de geceye girdirmektedir.
Ekvator çizgisindeki ve kutuplardaki gece ve gündüzün
eşit olma durumuna gelince bu bizim hissimize dayalı bir şeydir.
Gerçekte değişim, sürekli ve kapsamlıdır.
"Diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın." Burada kastedilen
kâfirin soyundan mü'minin, mü'minin soyundan da kâfir
kimsenin çıkmasıdır. Çünkü yüce Allah imanı hayat ve nur, küfrü
de ölüm ve karanlık olarak isimlendirmektedir: "Ölü iken kendisini
dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur
verdi-ğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış
bulmayanın durumu gibi midir?" (En'âm, 122.)
Bundan daha genel bir durumun kastedilmiş olması da
mümkündür. Bitki ve hayvan gibi canlıların duygusuz, cansız
topraktan yaratılması, sonra ölüm yoluyla canlıların tekrar toprağa
geri döndürülmesi kastedilmiş olabilir. Çünkü yüce Allah'ın
kelamı, ölünün diriye, dirinin de ölüye dönüştürülmesi ile ilgili net
ve ona yakın ifadeleri içermektedir. Örneğin yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "…sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik.
Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. Sonra bunun
ardından siz gerçekten ölecek olanlarsınız." (Mü'minun, 15.) Buna
benzer birçok ayet örnek gösterilebilir.
Bazı doğa bilimcilerin görüşleri şöyledir: En küçük canlı türü
olan mikroplara kadar gelip dayanan hayat, bir mikroptan öbürüne
sürüp gitmektedir ve hiçbir surette duygudan yoksun maddeye
dayanmamaktadır." Bunu söylerken onlar evrenin, varlıklar aleminin
yaratılmışlığını inkâr etmeyi amaçlıyorlar. Ancak, somut
olarak algılanan ve deneyimler sonucu canlı mikroplar üzerinde
kanıtlanan ölüm bu görüşü geçersiz kılmaktadır; dolayısıyla haya
tın ölüme dönüşmesi aralarındaki ilişkiyi ortaya çıkarmaktadır.
Konunun devamı başka bir yerdedir.
"Geceyi gündüze katarsın…" diye başlayan ayet, yüce Allah'ın
gerçek ve varoluşsal mülkü üzerindeki tasarrufunu betimlemektedir.
Bundan önce yer alan: "dilediğine mülkü verirsin..." ifadesi
de, itibari, sübjektif mülk ve ona bağlı olgular üzerindeki tasarrufunu
betimlemekteydi.
Her iki ayette ilahi tasarrufun dört örneği karşılıklı tablolar biçiminde
gözler önüne serilmektedir. İlk ayette mülkün bahşedilişi
ve geri alınışı gündeme getirilmiş, buna karşılık ikinci ayette gecenin
gündüze ve gündüzün geceye getirilişi resmedilmiştir. Aziz
kılma ve zelil kılma tabloları yansıtılırken karşı manzara olarak
dirinin ölüden ve ölünün diriden çıkarılışı sergilenmiştir. Bu tarz bir
sunuş, sanatsal inceliğin dikkat çekici bir örneğini oluşturmaktadır.
Olaylar ve olgular arasında son derece incelikli bir ilişki kurulmaktadır.
Ki bu husus hemen fark edilmektedir. Çünkü mülkün
bahşedilişi bazı bireylerin geri kalan insanlar üzerinde egemen
olmalarının bir biçimini ifade etmektedir. Bu geri kalanların özgürlükleri
ve içgüdüsel serbestlikleri belli ölçüde giderilip ortadan
kaldırılıyor. Bu da tıpkı gecenin gündüze musallat kılınmasına,
gündüzün belirgin ve aydın kıldığı bazı kısımları bürüyüp gidermesine
benzer. Mülkün alınıp giderilmesi de tersten bu örneğe benzer.
Yine bir kimsenin aziz kılınmasında, adı sanı unutulan ve yapıp
ettikleri bilinmeyen bir kimsenin bir şekilde diriltilmesi demektir.
Eğer böylesine bir aziz kılma olmasa adın ve sanın duyulması
da olmayacaktır. Bu da tıpkı ölüden dirinin çıkarılmasına
benzer. Zelil kılma da bunun tersten örnekliğini oluşturmaktadır.
İzzet ve onurda hayat, zillet ve alçaklıkta ölüm vardır.
Konuyu başka bir açıdan da ele alabiliriz: Yüce Allah,
Kur'an'da gündüzü (gösterici) geceyi de (giderici, silici) bir ayet
olarak tanımlamıştır. "Gece ayetini sildik… gündüzün ayetini ay-
dınlatıcı kıldık" (İs-râ, 12.) İnsan topluluklarında bu belirginleşme ve
silinme mülkün belirginleşmesi ve elden çıkması
şeklinde yansımaktadır.
Yine Kur'an da hayat ve ölüm, ilim ve güç gibi sonuçların,
etkenlerin kaynağı olarak sunulmuştur: "Ölüdürler, diri değildirler,
ne zaman dirileceklerinin şuuruna varamazlar." (Nahl, 21.)
Yüce Allah "izzet"i de kendisine, elçisine ve mü'minlere özgü kılmıştır.
"...İzzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'ın, O'nun Resulünün
ve mü'minlerindir." (Münafikun, 8.) Yüce Allah onları "hayat" olgusuyla
birlikte zikrediyor. Dolayısıyla "izzet" ve "zillet", insan toplulukları
içinde "hayat" ve "ölüm"ün göstergeleri olarak sunulmaktadır.
Bu yüzden, üzerinde durduğumuz ayetlerin ilkinde sözü edilen
mülkün bahşedilişi ve geri alınışı ile aziz kılma ve zelil kılmaya
karşılık olarak ikinci ayette, gecenin gündüze girdirilişi ve gündüzün
geceye girdirilişi ile dirinin ölüden çıkarılışı ve ölümün diriden
çıkarılışı vurgulanmıştır.
Ardından, ikinci ayette sözü edilen: "Sen dilediğine hesapsız
rızık verirsin." husus ile ilk ayette geçen: "Hayır senin elindedir."
hususu arasında bir karşılaştırma yapılıyor. İleride bununla ilgili
açıklamalar yapacağız.
"Sen, dilediğine hesapsız rızık verirsin." Biraz önce işaret ettiğimiz
karşılık olgusu, "rızık verirsin" diye başlayan ifadenin, daha
önce işaret edilen mülk bağışı, izzetli kılma ve geceyi gündüze
girdirme vs. hususların açıklaması olması sonucunu doğurmaktadır.
O halde cümlenin atıf edatı ile atfedilmesi, açıklamaya yönelik
bir atıftır. Dolayısıyla özel nitelikli bir hükmün kendisinden daha
genel nitelikli olan bir hükümle açıklanışına yönelik bir örnekle
karşı karşıyayız. Nitekim: "Hayır senin elindedir." ifadesi kendisinden
önceki ifadeler karşısında böyle bir konumdaydı. Bu durumda
şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Sen yarattığın varlıklar üzerinde
sözü edilen bu tasarruflarda bulunursun. Çünkü sen, dilediğine
hesapsız rızık verirsin.
"Rızk" bildiğimiz bir kavramdır. Kullanıldığı yerlere baktığımızda
bu kavramın bir tür bağış anlamını içerdiğini anlıyoruz. Kralın
ordusuna verdiği rızk gibi. Nitekim kralın ordusu için verdiği maaşa
"rezkat" denir. Bu ifade genellikle yiyecek anlamında kullanılır.
Şu ayette olduğu gibi: "Onların yiyeceği (rızkı), giyeceği… çocuk
kendisinin olana aittir." (Bakara, 23) Bu ayette "giyecek" rızk olarak
nitelendirilmemiştir.
Sonra kavramın anlamı biraz daha genişlemiş ve insanla ilgili
her türlü yiyecek "rızk" olarak nitelendirilmiştir. Adeta şans ve talih
türün-den; verenin kim olduğu bilinmese de bir bağış olarak algılanmıştır.
Bir süre sonra daha da genellik kazanmış ve insana yararı
dokunan her şeyi kapsayacak şekilde algılanmıştır. Bunların
yiyecek türünden olması
şart değildir. Mal, makam, aşiret, yoldaşlar,
güzellik ve bilgi gibi. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Yoksa sen onlardan haraç mı istiyorsun? İşte Rablerinin
haracı daha hayırlıdır. O, rızk verenlerin en hayırlısıdır."
(Mü'minun, 72) Bir diğer ayette Şuayb peygamberin diliyle şöyle buyuruyor:
"Dedi ki: Ey kavmim görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya
ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve o da beni
kendisinden güzel bir rızk ile rızıklandırmışsa?" (Hûd, 88) Burada
kastedilen peygamberlik ve bilgidir. Konuyla ilgili birçok ayet örnek
gösterilebilir.
"Hiç şüphesiz, rızk veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır."
(Zariyat, 58) ayeti belirleyici sınırlandırıcı ifade tarzıyla sırasıyla
şu hususları ifade etmektedir:
Birincisi: Rızk, özü ve gerçeği itibariyle Allah'tan başkasına nispet
edilmez. Gerçi aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi bazı yerlerde
rızk O'ndan başkasına da nispet edilmiştir: "Allah rızk verenlerin
en hayırlısıdır." (Cuma, 11) Bu ayette rızk verenlerden söz edilmiş ve
yüce Allah'ın onların en hayırlıları olduğu vurgulanmıştır. "bunlarla
onları rızıklandırıp giydirin." (Nisâ, 5) Ancak bu tür ifadelerde de
dolaylı nispete işaret edilmiştir. Nitekim mülk ve izzet de Allah'ındır.
Ama O'nun bağışı ve izniyle başkaları da bunlara sahip olurlar.
Şu halde rızk veren O'dur, başkaları değil.
İkincisi: İnsanların varlıklarını sürdürmek için yararlandıkları
ve elde ettikleri hayırlar onların rızıklarıdır ve onları veren yüce
Allah'tır. Sayısı oldukça kabarık olan rızk ayetlerinin yanı sıra diğer
birçok ayet buna delalet etmektedir. Yaratma, emir, hüküm, mülk,
irade, tedbir ve hayır gibi olguların sırf Allah'ın tekelinde olduğunu
belirten ayetler gibi.
Üçüncüsü: İnsanların haram yollardan yararlandıkları
şeyler,
günaha sebep oluşturdukları için yüce Allah'a nispet edilmezler.
Çünkü yüce Allah, günahın teşri açısından kendisine nispet edilmesini
reddetmiştir. Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"De ki: Şüphesiz Allah, çirkin hayâsızlıkları emretmez. Bilmediğiniz
bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?" (A'râf, 28)
"Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı... emreder... Çirkin utanmazlıklardan...
sakındırır." (Nahl, 90) Yüce Allah, bir şeyi emredip sonra
onu nehyetmekten veya bir şeyi nehyedip sonra insanlara yönelik
rızkını ona hasretmekten münezzehtir.
Haram yollardan gerçekleşen yararlanmanın yasal açıdan rızk
sayılmaması ile varoluşsal açıdan rızk sayılması arasında bir çelişki
yoktur. Çünkü varoluş bağlamında yükümlülük sözkonusu
olmaz; dolayısıyla, bunu bir çirkinlik de izlemez. Kur'an'da rızkın
genelliğine işaret eden ayetler, konuyu varoluşsal açıdan ele alıyorlar.
İlahi mesaj sadece basit ve sıradan zihinlere hitap etmediği
için bu tür zihinlerin bulunmamaları adına kimi gerçek bilgilere
değinmekten kaçınmaz. Hiç kuşkusuz Kur'an, tüm kalpler için bir
şifadır. Ondan ancak hüsrana uğrayanlar zarar görürler. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan
şeyleri indiriyoruz. Oysa o zalim-lere kayıplardan başkasını
arttırmaz." (İsrâ, 82)
Ayrıca bazı ayetlerde Nemrut, Firavun gibilerinin sahip oldukları
mülk ve Karun gibi insanların ellerindeki mal ve çekici süsler,
yüce Allah'ın vergisi olarak değerlendirilir. Bunun nedeni tüm bunların
yüce Allah'ın izniyle gerçekleşmiş olmasıdır. Allah bunu onlara
bir sınama aracı olarak vermiştir. Onların aleyhindeki kanıtı
tamamlamak, onları desteksiz ve dayanaksız bırakmak ve onları
yavaş yavaş korkunç akıbetlerine doğru sürüklemek ve benzeri
şeyleri istemiştir. Bütün bunlar teşriî nispet edişlerdir. Bu şeyin
çirkinliklere sebep olmasına karşın yasal açıdan yüce Allah'a nispet
edilmesinin sakıncası olmadığına göre, çirkinliğe ve güzelliğe
yer olmayan varoluşsal bağlamda nispet edilmesinin hiçbir sakıncası
yoktur.
Öte yandan yüce Allah kendisi tarafından yaratılmış bulunan
her şeyin, katında bulunan rahmetinin hazinelerinden indirildiğini
belirtmiştir. "Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın;
ancak onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz." (Hicr, 21)
Bir diğer ayette, katında olan şeylerin "hayr" olduğunu belirtmiştir:
"Allah katında olan ise hayırdır." (Kasas, 60) Bu iki ayeti ve aynı
hususa temas eden diğer ayetleri bir arada düşündüğümüz zaman
şu anlamı elde ederiz: İnsanın bu evrende elde ettiği ve hayat boyunca
giyindiği her şey, Allah'tandır ve yararlandığı, nimetlendiği
bir hayırdır. Aşağıdaki ayetlerden de bu anlamı algılayabiliriz: "Ki
O, yarattığı her şeyi güzel yapandır." (Secde, 7) "İşte bu, sizin
Rabbiniz Allah'tır; her şeyin yaratıcısıdır; O'ndan başka ilah yoktur."
(Mü'min, 62)
İlahi bağışlardan bazılarının şer nitelikli ve zarar verici özellikte
olmasına gelince; bunların şer ve zarar verici olmaları görecelidir.
Özellikle isabet ettikleri kişiyle ilgilidirler. Ama başkaları ve evrensel
sistem içindeki sebepleri ve nedenleri açısından hayır nitelikli
ve yararlıdırlar. Nitekim şu ayette bu noktaya dikkat çekiliyor: "Kötülükten
sana ne gelirse, o da kendindendir." (Nisâ, 79) Önceki
bölümlerde konuyla ilgili açıklamalara yer verdik.
Kısacası, yüce Allah'ın kullarına bahşettiği şeylerin tümü hayırdandır
ve bütünüyle hayırdır. Kullar onlardan yararlanırlar. Dolayısıyla
anlam örtüşmesi itibarıyla rızk kabul edilirler. Çünkü rızık;
rızk bahşedilen kimsenin yararlandığı bağıştan başka bir şey değildir.
Şu ayetten bu anlama yönelik bir işaret algılamak mümkündür:
"Senin Rabbi-nin rızkı hayırlıdır." (Tâhâ, 131)
Bu açıklamalardan anlıyoruz ki: Kur'an'da yapılan açıklamalara
göre rızk, hayır ve yaratma olguları somut örnek bağlamında
eşittirler. Dolayısıyla her rızk hayırdır ve yaratılmıştır. Her yaratılmış
da rızktır ve hayırdır. Aradaki tek fark şudur: Rızık, kendisiyle
rızıklanmayı gerektirecek bir öngörüye muhtaçtır. Örneğin gıda
maddeleri beslenme gücü için rızktır. Çünkü bu güç gıdaya muhtaçtır.
Beslenme içgüdüsü insan bireyi için rızktır. Çünkü birey bu
güce muhtaçtır. Yine birey anne-babası için bir rızktır. Çünkü ondan
yararlanırlar. Aynı
şekilde insanın varlık dediğimiz ilahi nimetten
yoksun oluşunu tasavvur ettiğimiz zaman varlığın da insan için
hayır olduğunu görürüz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "O,
her şeye yaratılışını verendir." (Tâhâ, 50)
Hayır kendisini talep eden birinin var olmasına muhtaçtır. Bu
kimse, karşısına çıkan şeyler arasında istediğini seçmek
durumundadır. Şu halde gıda maddeleri, beslenme içgüdüsü için
hayırdır. Elbette bu içgüdü onlara muhtaç olduğu, onları talep
ettiği ve karşısına çıktıklarında onları seçip, başkalarına tercih
ettiği takdirde söz konusudur. Yine beslenme içgüdüsü insan için
hayırdır. İnsanın varlığa muhtaç ve onu talep eden olduğunu
düşündüğümüzde varlığın da onun için hayır olduğunu anlarız.
Yaratma ve var etme olguları ise, anlamlarının gerçeklik kazanması
için gerçek ya da varsayılan bir şeye ihtiyaç duymazlar.
Örneğin gıda, kendisi olarak yaratılmış ve mevcuttur. Yine beslenme
iç güdüsü ve insanın kendisi de yaratılmıştır.
Her rızk Allah'ın olduğuna ve her hayır salt O'na ait olduğuna
göre yüce Allah'ın bahşettiği her bağış, kullarının üzerine indirdiği
her hayır ve verdiği her rızk, karşılıksız olarak meydana gelmiştir.
Bunların karşılığında herhangi bir şey alınmış değildir. Çünkü bizim
varsaydığımız her şey gerçek anlamda Allah'a aittir. Bir başkasının
Allah üzerinde hak iddia etmesi söz konusu değildir. Çünkü
hiçbir kimsenin Allah üzerinde herhangi bir hakkı yoktur.Onun
rızık konusunda olduğu gibi, kendisi üzerinde bir şeyi hak kılması
başka. Yüce Allah rızıkla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde
hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın." (Hûd, 26) "Göğün
ve yerin Rabbine andolsun ki, şüphesiz, o sizin konuştuklarınız
kadar, elbette kesin bir gerçektir." (Zariyat, 23)
Şu halde rızık yüce Allah üzerinde bir hak oluşuyla birlikte, Allah
tarafından hak kılındığı için O'nun bir bağışı olarak algılanmasıdır;
hak kılınan kimsenin kendisi açısından hakedişi sözkonusu
değildir. Yalnızca yüce Allah'ın kendisi üzerinde hak kılması açısından
bir hakdır.
Buradan da anlaşılıyor ki, haram şeylerden rızıklanan insan için,
yasama açısından helal şeylerden bir rızık tasarlanmıştır.
Çünkü yüce Allah, insan için kendisi üzerinde hak ve değişmez bir
rızık öngörüp sonra onu haram şeylerden rızıklandırmaktan, ardından
onu bu davranıştan nehyedip cezalandırmaktan münezzehtir.
Konuya değişik bir açıdan yaklaşacak olursak: Rızık, hayır nitelikli
ilahi bir bağıştır. Dolayısıyla Allah'ın kullarına yönelik
rahmetidir. Bilindiği gibi iki türlü rahmet vardır. Biri geneldir ve
mü'min-kâfir, takva sahibi-günahkar, insan-insan olmayan tüm
yaratılmışları kapsamına alır. Ötekisi özeldir ve mutluluk yolunda
gerçekleşir. İman, takva ve cennet gibi. Aynı
şekilde rızkın da
genel bir türü vardır. Bu, genel nitellikli ilahi bağıştır ve tüm
varlıklara varlıklarını korumaları ve sürdürmeleri için sunulmuştur.
Rızkın diğer bir türü de özel niteliklidir ve bu da helal dairesinde
gerçekleşir.
Genel rahmet ve genel rızık önceden yazılmış ve ilahi öntasarım
kapsamında takdir edilmiştir. Yüce Allah konuyla ilgili olarak
şöyle buyuruyor: "Her şeyi yaratmış ve onu belli bir düzen içinde
takdir etmiştir." (Furkan, 2) Aynı
şekilde özel nitelikli rahmet ve rızık
da önceden yazılmış ve ilahi öntasarım kapsamında takdir edilmiştir.
Nitekim -özel nitelikli rahmet olan- hidayet de yasama (teşri)
nitelikli olarak önceden yazılmış ve tasarlanmıştır. Mü'min-kâfir
tüm insanlara yönelik olarak. Peygamberler bunun için gönderilmiş,
kitaplar bunun için indirilmiştir. Konuyla ilgili olarak yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet
etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum ve
onların beni doyurup-beslemeleri-ni de istemiyorum. Hiç şüphesiz
rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır." (Zariyat, 58)
"Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi emretti." (İsrâ, 23)
Şu halde hidayet üzere olmayı gerektiren ve ona bağlı olarak an-
lam kazanan ibadet, yasama nitelikli olarak tasarlanmış, takdir
edilmiştir.
Aynı
şekilde -helal dairesine özgü bir husus olan- özel nitelikli
rızık da tasarlanmış ve önceden takdir edilmiştir. Bu hususla ilgili
olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Çocuklarını hiçbir bilgiye dayanmaksızın
akılsızca öldürenler ile Allah'a karşı yalan yere
iftira düzüp Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiklerini haram
kılanlar elbette hüsrana uğramışlardır. Onlar, gerçekten şaşırıp
sapmışlardır ve doğru yolu bulamamışlardır." (En'âm, 140) "Allah
rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını
ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çeviripverici
değildirler." (Nahl, 71) Görüldüğü gibi, yukarıda sunduğumuz
iki ayet, kesin mutlak ifadelidirler. Kâfir-mü'min, helalden
rızıklanan ve haramdan rızıklanan herkesi kapsamaktadır.
Şunu da kesin olarak bilmek gerekir: Rızık, anlamını açıklarken
de vurguladığımız gibi, ilahi bağıştan belli bir oranda yararlanılan
şeydir. Dolayısıyla, kendisine çok mal verilmiş olup, bunun
ancak az bir kısmını yiyen kimsenin rızkı, sadece yediği kısımdır.
Geri kalan fazlalık ancak veriliş açısından rızık sayılır yeme açısın
dan değil. Şu halde rızkın bolluğu veya azlığı malın çokluğu veya
azlığı, demek değildir. " Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı
Allah'a ait olmasın. Onun karar yerini de ve geçici bulunduğu yeri
de bilir. Bunların tümü apaçık bir kitapta yazılıdır." (Hûd, 6) ayetini
tefsir ederken, rızık kavramıyla ilgili tamamlayıcı açıklamalar sunacağız.
Şimdi yeniden konumuza dönüyor ve "Sen, dilediğine hesapsız
rızık verirsin." ifadesiyle ilgili olarak diyoruz ki: Rızkın hesapsız
olarak tanımlanması, rızkın yüce Allah'tan oluşuna ve
rızıklananların durumuna göre karşılıksız ve hak edişsiz olarak
sunulmuş olmasına yönelik bir işarettir. Çünkü canlıların sahip
oldukları yetenekler veya talep etme veya benzeri şeyler bütünüyle
Allah'ın mülküdür. O halde bunlardan hiçbirisi O'nun bu bağışına
karşılık sözkonusu edilemez. Bu yüzden Yüce Allah'ın rızkı hesapsızdır.
Rızıkla ilgili bir hesabın olmayışının takdirle irtibatlandırılması,
yâni rızkın sınırsız ve ölçüsüz olması
şeklindeki bir değerlendirme
aşağıdaki ölçüyle ilgili ayetlerle bağdaşmıyor: "Hiç şüphesiz, biz
her şeyi bir ölçü ile yarattık." (Kamer, 49) "Kim Allah'tan korkupsakı-
nırsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu hesaba kat-
madığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse,
O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getiripgerçekleştirendir.
Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır." (Talak, 2-3)
Rızık yüce Allah tarafından canlılara sunulan karşılıksız bir bağıştır
ve fakat yüce Allah'ın iradesi doğrultusunda takdir edilip bir ölçüye
konulmuştur.
Yukarıda sunduğumuz iki ayetten sırasıyla şu hususlar anlaşılıyor: Birincisi: Bütün mülk=hakimiyet ve sultanlık Allah'ın olduğu
gibi mülkiyet=sahip olma da tamamen Allah'a aittir.
İkincisi: Bütün hayır O'nun elindedir ve O'ndandır.
Üçüncüsü: Rızık Allah tarafından kullarına karşılıksız ve
hakediş-siz olarak sunulan bir bağıştır.
Dördüncüsü: Hiç kuşkusuz, mülk, izzet ve daha sonra mal,
mevki ve güç gibi itibarî olan tüm toplumsal hayırlar ve benzeri
şeyler yararlanılan rızkın kapsamına girerler.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de Al-i Sam'ın mevlası Abdul'A'la İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet eder: Dedim ki: "De ki: Allah'ım, (ey) mülkün
sahibi, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekipalırsın"
buyuruluyor. Şu halde hükümranlığı Emevilere yüce Allah
vermemiş midir? Buyurdu ki Ayetin verdiği mesaj, senin yorumlamak
istediğin tarzda anlaşılmaz. Hiç kuşkusuz yüce Allah, hükümranlığı
bize verdi. Ama Ümeyyeoğulları bu mülkü bizden çekipaldılar.
Tıpkı bir insanının elbisesinin bir başkası tarafından zorla
alınması gibi. O elbise zorla alanın malı olmaz." (Ravzat-ul Kâfi, c.8,
s.222, h:389)
Ben derim ki: Bunun gibi bir rivayeti Ayyaşî Davut b. Farkud
kanalıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarmıştır. Önceki yapılan
açıklamalar perspektifinden konuya baktığımız zaman bir kimseye
mülkün verilişinin iki şekilde olduğunu görürüz.
Birisi, tekvinî, yâni varoluşsal veriliştir. Egemenliğin insanlar
üzerinde yaygın ve etkin kılınışı, gücün onlar arasında etkin hale
getirilişi gibi. Bunun adalete uygun olması ile zülüm esaslı olması,
bu açıdan farketmez. Nitekim yüce Allah Nemrut hakkında: "Allah
kendisine mülk verdi diye." buyurmuştur. Bu tür bir egemenliğin
sonucu, buna sahip olan kimsenin sözünün insanlar arasında geçerli,
emir ve iradesinin etkin olmasıdır. İleride mülkün tekvinî,
varoluşsal olmasının ne anlam ifade ettiğini açıklayacağız.
İkincisi, mülkün ve egemenliğin yasama nitelikli olmasıdır. Bu,
itaati zorunlu egemenlik demektir. Bu farz bir mülk ile ilgili olarak
yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah size Talut'u melik olarak
gönderdi." (Bakara, 247) Böyle bir egemenlik itaatin zorunluğunu ve
velayetin, yöneticiliğin kesinliğini gerektirir. Bu ise, ancak adalet
ilkesine dayalı olarak gerçekleşebilir. Bu, Allah katında övgüye
layık bir makamdır. Ümeyye oğullarının sahip oldukları mülk, birinci
mülk ve onun eserlerinin kapsamına girer.
Yukarıdaki hadisi rivayet eden zat, meseleyi yanlış anlamış ve
Ümeyye oğullarının egemenliklerini birinci katogoriye, bu egemenliğin
sonuçlarını da ikinci kategoriye sokmuştur. Oysa bu sonuçlar,
yasama nitelikli bir statüdür ve dinsel açıdan övgüye değerdir. Nitekim
İmam, onun iki tür egemenliği birbirine karıştırdığını anlayıp
uyarıda bulunmuştur ve demiştir ki: Bu anlamda bir mülk ve egemenlik
Ümeyye oğulları için söz konusu değildir. Böyle bir mülk ve
sonuçları bizim için geçerlidir.
Diğer bir ifadeyle: Ümeyyeoğullarının elindeki mülk, Ehl-i Beyt
İmamlarının elinde bulunduğu zaman övgüye değerdir. Böyle bir
mülk ve egemenlik Ümeyyeoğullarının elinde sadece yergiyi hakkeder.
Çünkü buna yetki gaspı denir. Dolayısıyla böyle bir mülkün
verilişinin yüce Allah'a nispet edilişi ancak münker ve sonuca, acı
akibete yavaş yavaş sürükleme şeklinde olabilir. Nemrut ve Firavun
gibilerine verilen mülk gibi.
Nitekim bizzat Ümeyye oğulları da bu ayeti yanlış anlamış ve
kendilerinin lehine olacak şekilde yorumlamışlardır. Sözgelimi elİrşad
adlı eserde (c.1, s.246), Yezid b. Muaviye'nin kendisine
Kerbela şehidlerinin kesik başları sunulduğu an tasvir edilir. Şeyh
Müfid der ki: Hüseyin'in başının da aralarında bulunduğu kesik
başlar Yezid'in önüne konulduğunda, Yezid dedi ki:
"Bize üstünlük taslayan ve bize baş olan adamların başlarını
yardık."
"Ki onlar bizden daha asi ve daha zalimdirler."
Sonra mecliste bulunanlara döndü ve şöyle dedi: Bu adam
bana karşı övünüyor ve şöyle diyordu: Benim babam Yezid'in ba
basından, benim annem onun annesinden ve benim dedem onun
dedesinden daha hayırlıdır. Ben de ondan hayırlıyım. İşte onu öldüren
bu oldu.
"Babam Yezid'in babasından hayırlıdır" iddiasına gelince; benim
babam onun babasıyla mücadele etti ve Allah onun babasının
aleyhine benim babamın lehine hükmetti. Benim annem Yezid'in
annesinden hayırlıdır" sözüne gelince, ömrüme andolsun ki, bu
sözü doğrudur. Resululah'ın kızı Fatıma benim annemden daha
hayırlıdır. "Benim dedem Yezid'in dedesinden hayırlıdır" sözüne
gelince, Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç kimse Muhammed'den
(s.a.a.) üstün olduğunu söyleyemez. "Ben ondan hayırlıyım"
sözüne gelince, herhalde o, şu ayeti okumamıştır: "De ki:
Allah'ım, (ey) mülkün sahibi…"
Hz. Ali'nin kızı Zeyneb, (babasına ve ona selam olsun) İmam
Cafer Sadık'ın (a.s) yukarıda aktardığımız hadiste işaret ettiği
tarzda ona cevap verir. Seyyid b.Tavus ve başkaların rivayetine
göre Hz. Zeyneb konuşmasında şunları söylemiştir:
"Ey Yezid, yoksa sen, yeryüzünün bucaklarını ve gökyüzünün
ufuklarını üzerimize kapatıp tıpkı tutsaklar gibi bizi sürüklediğin
için Allah katındaki değerimizi düşürüp, onun katında saygınlık
kazandığını mı sanıyorsun?! Bundan dolayı, O'nun katında önemli
biri olduğunu mu düşünüyorsun, kibirle burnunu kaldırıyor, bir kütük
gibi omuzlarını kabartıyorsun? Dünyanın sana doğru akışını ve
işlerinin rayında gidişini, mülkümüzün ve egemenliğimizin yavaş
yavaş senin eline geçişini seyredip sevinçten dört köşe oluyorsun?
Yoksa sen şu ayeti unuttun mu?: "Kâfirler, onlara mühlet vermemizi
kendileri için hayırlı saymasınlar. Biz, günahları artsın diye
onlara mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır..."
(Lühuf=Kerbela Şehitlerinin Ardından)
Mecma-ul Beyan tefsirinde: "Ölüyü diriden çıkarırsın…" ifadesiyle
ilgili olarak şöyle deniyor: Bir görüşe göre bunun anlamı
"mü'mi-ni kâfirden ve kâfiri de mü'minden çıkarırsın"dır. Bu anla
mı destekleyen açıklamalar İmam Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) rivayet edilmiştir. (c.2, s.428)
Buna yakın anlamlar içeren bir açıklamayı
Şeyh Saduk İmam
Hasan Askeri'den (a.s) rivayet etmiştir.
Ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Murdeveyh, Ebu Osman en-
Nahdi kanalıyla İbn-i Mesud veya Selman'ın Peygamberimizden
(s.a.a) şöyle aktardıklarını rivayet eder: "Diriyi ölüden çıkarır,
ölüyü diriden çıkarır." Yâni: Mü'mini kâfirden, kâfiri mü'minden
çıkarır." (c.2, s.15)
Yine aynı eserde, biraz önce sunduğumuz kanaldan Selman-
Farisi'nin şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:
"Yüce Allah Adem'i (a.s) yarattığı zaman, onun zürriyetini çıkardı
ve bir kısmını sağ eliyle avuçladı ve dedi ki: "Bunlar cennet ehlidir.
Bununla ilgilenmem." Diğer kısmını da avuçladı. Bu seferde bütün
kötüler içine girdi ve dedi ki: Bunlar ateş ehlidir. Ben bununla da
ilgilenmem." Ardından her iki gruptan bir miktarını birbirine karıştırdı.
Böylece kâfir mü'minden ve mü'min de kâfirden çıkar. "Diriyi
ölüden çıkarırsın, ölüye de diriden çıkarırsın." ayeti buna işaret
etmektedir."
Ben derim ki: Birçok tefsir bilgini bu anlamı içeren rivayetleri
maktu bir rivayet zinciriyle Selman'dan aktarmıştır. Bu rivayet,
aslında "Ademin soyunun sülbünden çıkarıp onlardan misak a-
lınması ve zerr âlemi" konusuyla ilintilidir. İnşaallah uygun bir yerde
bu konuya da açıklık getireceğiz.
el-Kafi'de Muhammed b. Yahya'dan, o da Ahmed b. Muhammed
ve bizim mezhebimize mensup birçok bilginden, onlarda
Sehl b. Ziyad'dan, o da İbn-i Mahbub'dan, o da Ebu Hamza
Sumali'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder:
"Resulullah Efendimiz (s.a.a) veda haccında buyurdu ki: Haberiniz
olsun Ruh-ul Emin kalbime şun-ları fısıldadı: Bir nefis, kendisi için
öngörülen rızkı bütünüyle elde etmedikçe ölmez. Allah'tan korkun
ve rızkı talep ederken güzellikle davranın. Rızıktan herhangi bir
şeyin elinize geç ulaşması, sizi onu Allah'a isyan edecek tarzda
elde etmeye sürüklemesin. Çünkü yüce Allah rızıkları kulları arasında
helal olarak taksim etmiştir. Onları haram olarak taksim
etmemiştir. Kim Allah'tan korkar ve sabrederse, rızkı ona helalinden
gelip ulaşır. Kim Allah'ın örttüğü perdeyi deler ve onu helal
olmayanından alırsa, Allah bu aldığını, onun helal rızkından kısar
ve aleyhine hesap edilir (kıyamet günü hesaba çekilir)." (c.5, s.80,
h:1)
Nehc-ül Belağa'da Hz. Ali (a.s) şöyle der: İki türlü rızık vardır.
Biri var ki, sen onu ararsın. Biri de var ki, o, seni arar. Eğer sen o-
nun peşince gitmezsen, o sana gelir. Bulunduğun senenin tasasını,
bugününün tasasına yükleme. Her günün tasası o gün için sana
yeter. Eğer bu yıl senin ömründe olmuş olursa, yüce Allah, her sabah,
senin için ayırdığı rızkı sana ulaştırır. Eğer bu yıl ömründen
olmazsa, sana ait olmayanı elde etmek uğruna niye tasalanasın.
Koşturan bir kimse de senden önce senin rızkına ulaşamaz. Bir
kimse seni yenilgiye uğratıp sana ait olan rızkı elinden alamaz.
Senin için takdir edileni geciktiremez. (Kısa sözler, 379)
Kurb-ul İsnad'da, İbn-i Turayf İbn-i Alvan'dan, o da İmam Cafer
Sadık'tan (a.s), o da babasından (a.s) şöyle rivayet eder:
Resulullah Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Rızık gökten yere inen
yağmur sayısınca, her nefis için takdir edilmiş bir ölçüyle iner. Ancak
yüce Allah fazl sahibidir. Allah'tan fazlını ve bolluğunu isteyin."
(s.55)
Bu anlamı destekleyen rivayetler oldukça fazladır. İnşaallah
Hûd suresini tefsir ederken, rızıkla ilgili olarak aktarılan rivayetlere
geniş ölçüde yer vereceğiz.
MÜLK İLE İLGİLİ BİLİMSEL YAKLAŞIM
Daha önce yaptığımız açıklamalardan birinde şu değerlendirmede
bulunduk: Mülk olgusu özü itibariyle insanlar için zorunludur.
Gerek birey ve gerekse toplumsal bazında, mülksüz bir hayat
tasavvur edilemez. Bunun temelinde de özgü kılma itibarı yatar.
Mülkiyet ve bir şeye sahip olma konusunda durum budur.
Egemenlik anlamında mülke gelince, bu, bireyler üzerindeki
otoriteyi ifade eder ve o da bir zorunluluktur. İnsanlar için egemenyöneticisiz
bir hayat düşünülemez. Ancak öncelikli olarak toplumun
buna ihtiyacı vardır. Çünkü toplum, amaçları farklı, istekleri
değişik kesimlerden meydana gelir. Birey, birey bağlamında öyle
değil. Bir araya gelen bireylerin her birinin isteği faklı bir yöne doğrudur.
Amaçları değişiktir. Aralarında ihtilaf etmeden duramazlar.
Birbirlerine üstünlük sağlayıp yenik olanların ellerinde olan her
şeye el koymaktan kaçınmazlar. Sınırlarına, kişisel etkinlik alanlarına
tecavüz ederler. Haklarını çiğnerler. Böylece toplumsal hayat
hercu merc olur. Mutluluğun bir aracı olarak algılanan toplumsal
hayat, mutsuzluğun ve ölümcül felaketlerin nedeni olur. İlacın
kendisi hastalık yapar hale gelir. Bu ölümcül pratiğe son vermenin
tek yolu, tüm güçler içinde bir gücü etkin kılmaktır. Onun tüm topluma
ve toplumu oluşturan bireylere egemen olmasını sağlamaktır.
O zaman normal sınırların dışına taşan azgın güçler dizginlenip
orta yola doğru çekilebilir. Yine ölümcül düzeyde alçalmış, kişiliksizleştirilmiş
ezilenler de normal yaşamın düzeyine yükseltilir. Do-
layısıyla tüm toplumsal güçler orta çizgide buluşup bütünleşirler.
Buna paralel olarak da her birim kendi özel alanında faaliyet gösterir,
her hak sahibi hakkını eksiksiz olarak alır.
İnsan oğlunun zihni, daha önce de belirttiğimiz gibi, hiçbir zaman
"istihtam etme" (araç ve alet kullanma) düşüncesinden
soyutlanamaz. Geçmiş çağlarda taşkın-mütegallibe insanlar egemenliği
ele geçirmiş, toplumun geri kalan bireyleri üzerinde zora
dayalı bir otorite kurmuşlardır. Köleliği yaygınlaştırmış, insanların
mallarına ve canlarına egemen olmuşlardır.
Hiç kuşkusuz, sözünü ettiğimiz bu egemenliğin de bazı yararları
olmuştur -Burada egemenlik derken, bazı bireylerin taşkınlığını
önleyen diğer bazı bireylerin otoriteyi ellerine geçirmelerini kas
tediyoruz- Bu yararlar, zorbalıkla, üstünlük taslamakla ve egemenlik
adına yeryüzünde ceberut bir sistem kurmakla tebaruz eden
yöneticilerin varlıkları ile de belirginleşebilir. Çünkü onlar, yardakçıları
ve kapıkullarıyla birlikte bizzat azgın, haksız ve tiksinilen güçler
olmalarına karşın, bireyleri zillet ve baskı durumunda koruyup
kollamak zorunda hissederler kendilerini. Ki bir kimse çıkıp da
diğer insanların haklarına tecavüz etmesin. Çünkü böyle biri, fırsat
bulduğunda kendilerine karşı da çıkabilir. Nitekim kendileri de
başkalarının elinde bulunan otoriteyi gasbetmiş değiller miydi?!
Kısacası, bireylerin büyük bir kısmının, egemen sultanlardan
duydukları korkudan dolayı uzlaşmacı ve uyumlu bir tavır içinde
olmayı yeğlemesi, insanları, toplumsal egemenliği değerlendirme
düşüncesinden alıkoyucu bir rol oynar. Buna karşılık, güçleri yetmediği
zaman, bu zorbaların yaşam sistemlerini övmekle zaman
geçirirler. Ancak bu, yapılan zulümlerin haddi aşmaması durumunda
geçerlidir. Ancak zulmün dayanılmayacak kadar haddi
aşması durumunda zulme uğradıklarını dile getirip şikayette bulunurlar.
Hiç kuşkusuz, bazen kral veya başkan dediğimiz bu insanlar
ölür veya öldürülürler. Böyle durumlarda toplum kargaşa ve bozgunluğun
başgöstereceğini algılar. Toplumsal düzen tehdit altına
girer, anarşinin egemen olmasından endişelenilir. Bunun üzerine,
derhal aralarında güç ve etkinlik sahibi olanları ileri sürer ve otorite
dizginlerini eline verirler. Böylece toplumsal işlere egemen bir
kral oluverir. Sonra gün gelir, devran döner, eski zorbalık ve baskı
yeniden ortaya çıkar.
Toplumlar, sürekli bu arayış içinde olmuşlardır. Ve bu arada
sözkonusu egemenlerin kötü yönetimlerinden, zorbalıklardan,
mutlak otorite sahibi oluşlarından çok çekmişlerdir. Bunu önlemeye
dönük bir tedbir olarak, halka egemen olan hükümetlerin görevlerini
belirleyen kanunlar hazırlayıp kralları, sultanları bunlara
uymaya zorlamışlardır. Böylece mutlakiyetçilikten sonra meşruti
krallık düzeni ortaya çıkmıştır. İnsanlar bu sistemi koruma yönünde
çaba gösteriyorlardı ve krallık babadan oğula geçiyordu.
Daha sonra, toplumlar kralların azgınlıkları, kötü uygulamaları,
değişmez, ancak miras yoluyla geçen krallık tahtına oturduktan
sonra bildikleri gibi davranmaları yüzünden, bu sistemi değiştirip
yerine cumhuriyet sistemi getirdiler. Böylece ömür boyu ve meşruti
krallıktan sürekli ve meşruti yönetime geçildi. Başka toplumlarda,
yöneticilerin zulmünden kaçış için başka yöntemler geliştirilmiş
olabilir ve insanlık gelecekte, bugün için düşünülmeyen yönetim
tarzlarını geliştirebilir.
Ancak toplumların, bu işin düzene girmesi uğruna bunca çabalar
sarfetmesi, yönetimini teslim edeceği gücü belirtmek için yoğun
bir arayış içinde olması, değişik iradeleri ve farklı güçleri bir
arada tutacak otoriteyi tespit etmek için faaliyet göstermesi, bizim
için şu gerçeği belirginleştiriyor; insanlık bu makamdan, değişik
isimleri ortaya çıkan, toplumların değişmesi ve güçlerin geçmesi
ile birlikte farklı koşullarda belirginleşen yönetim erkinden
soyutlanamaz. Çünkü toplumsal hercu mercin, sosyal hayatın altüst
oluşunun yolu, her halukarda, değişik irade ve maksatların bir
insanda veya bir makamda somutlaşan tek iradede birleşmemesinden
geçer.
Daha konunun başındayken söylediğimiz de buydu: Yönetim,
insan toplulukları için zorunlu bir itibarî değerdir.
Bu da diğer itibarî değerler gibi, toplumun sürekli
mükemmelleştirmeye, düzeltmeye, eksiklerini gidermeye, çelişkili
sonuçlarını bertaraf etmeye çalıştığı, arayış içinde olduğu bir
olgudur. Bütün bunlar insanın mutluluğuna yöneliktir.
Bu yönetim erkinin ıslah ve düzeltim ameliyesindeki en büyük
ve en doyurucu pay peygamberlik misyonuna ait olmuştur. Çünkü
sosyolojide genel kabul gören bir kural vardır: Herhangi bir sözün
özellikle insanın öz doğasıyla ilintili olan, fıtrat tarafından olumlu
karşılanan ve beklenti içindeki nefisler tarafından güvenilebilen
bir sözün genel düzeyde toplum nezdinde yaygınlık kazanması,
değişik eğilimleri birleştiren, darmadağınık toplumları tek bir el
gibi hareket etmeye yönelten, bir iradeye göre açılıp kapanmasını
sağlayan, karşısına dikilen her engeli aşan en güçlü etken işlevini
görür.
Şurası bir gerçek ki: Peygamberlik misyonu ortaya çıktığı en
eski dönemlerden bu yana insanları adalete davet etmiş, onları
zülüm işlemekten alıkoymuştur. Allah'a kulluk sunmaya, O'na teslim
olmaya teşvik etmiştir. Azgın Firavunlara, mütegaliblere, despot
ve müstekbir Nemrutlara itaat etmesinler diye onları uyarmıştır.
Bu davet, peşpeşe gelip giden kuşaklar arasında, ardarda gelen,
büyük-küçük değişik zaman ve mekanda ortaya çıkan ümmetler
içinde seslendirile gelmiştir. Bugüne kadar uzanıp gelen,
asırlar boyunca insanlar arasında seslendirilen böylesine güçlü bir
mesajın, onları etkilememiş olması düşünülemez.
Kur'an-ı Kerim, geçmiş peygamberlere (hepsine selam olsun)
indirilen vahiyden söz ederken buna ilişkin birçok örnek aktarır.
Sözgelimi Hz. Nuh'un Rabbine şöyle şikayette bulunduğunu haber
verir: "Rab-bim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları
kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular.
Ve büyük büyük hileli düzenler kurdular. Ve dediler ki:
Kendi ilahlarınızı bırakmayın." (Nuh, 21-23)
Yine Kur'an onunla kavminin ileri gelenleri arasında geçen şu
konuşmayı da aktarır:"Dediler ki: sana, sıradan aşağılık insanlar
uymuşken inanır mıyız? Dedi ki: Onların yapmakta oldukları
hakkında benim bilgim yoktur. Onların hesabı yalnızca Rabbime
aittir, eğer şuurundaysanız anlarsanız" (Şuarâ, 111-113)
Hûd peygamberin kavmine şöyle seslendiğini haber verir: "Siz
her yüksek yere bir anıt inşa edip oyalanıp eğleniyor musunuz?
Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?
Tutup yakaladı-ğınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?"
(Şuarâ,129-130)
Salih peygamberin kavmine şöyle seslendiğini aktarır: "Artık
Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların
emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor
ve ıslah etmiyorlar." (Şuarâ, 150-152)
Hz. Musa, İsrâiloğullarını savunmuş, Firavun'a ve onun zülüm
esaslı düzenine karşı koymuştur. Ondan önce Hz. İbrahim, Nemrut'a
karşı çıkmış; daha önce Meryemoğlu İsa ve diğer
İsrâiloğulları elçileri, çağdaşları olan taşkınlara, krallara ve ileri
gelenlere başkaldırmıştı, zülüm esaslı sistemleri eleştirmişti. İnsanlar
bozguncuları reddetmeye, tağutlara uymamaya davet
edilmişlerdi.
Kur'an-ı Kerim ise, insanları bozgunculuğa itaat etmemeye,
zülümden kaçınmaya davet etmiştir. Zülüm, bozgunculuk, saldırganlık
ve azgınlık gibi suçların doğurduğu sonuçlara ve onların
ağır cezalarına dikkat çekmiştir. Bu apaçık bir husustur: "
Rabbinin Ad kavmine ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar
sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi.
Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar sahibi
Firavun'a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda
fesadı yaygınlaştırmış-artırmış-lardı. Bundan dolayı, Rabbin
onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü senin Rabbin,
gerçekten gözetleme yerindedir." (Fecr, 6-14) Bunun gibi daha birçok
ayeti örnek göstermek mümkündür.
Egemenlik anlamında mülkün, insanlık toplumu için zorunlu
bir değer olması hususuna gelince, bunun en doyurucu açıklaması
Talut kıssasında geçen şu ifadelerdir:" Eğer Allah'ın, insanların bir
kısmı ile bir kısmını def'i olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada
uğrardı. Ancak Allah, alemlere karşı büyük fazl sahibidir." (Bakara,
251) Daha önce ayetin kanıtsallığının niteliği genel olarak ifade
edilmişti.
Kur'an'da yer alan birçok ayette, mülkten, (velayet) yönetiminden,
buna yönelik itaatin zorunluluğundan ve benzeri konulardan
söz edilir. Diğer bazı ayetlerde, bunun bir nimet ve bağış olduğu
vurgulanır. Şu ayetleri buna örnek gösterebiliriz:" Onlara büyük bir
mülk verdik." (Nisâ, 54) "Sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç
kimseye vermediğini size verdi." (Mâide, 20) "Allah, kime dilerse
mülkünü verir." (Bakara, 247) Bunun gibi daha birçok ayet örnek
gösterilebilir.
Ne var ki, Kur'an, mülkü-egemenliği ancak takva ile birlikte
olduğu zaman bir üstünlük ve saygınlık olarak değerlendirir. Çünkü
Kur'an, dünya hayatının ayrıcalıklarından olup saygınlık ve üstünlük
olarak algılanabilecek olgular içinde sadece takvayı "keramet"
(üstünlük-saygınlık) olarak nitelendirir. Konuyla ilgili olarak
yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir
erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi
halklar ve kabileler şeklinde kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin
en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır." (Hucurat, 13) Takvanın
hesabı ise, Allah'a aittir. Hiç kimse takva bağlamında bir
başkasına üstünlük taslayamaz. O halde hiç kimse hiçbir şeyle
diğerine üstünlük tasarlayamaz. Çünkü eğer söz konusu şey dünyevi
bir olguysa, dünyevi olguların herhangi bir ayrıcalıkları yoktur.
Sadece dinin değeri vardır. Yok eğer uhrevi bir olguysa, bu durumda
onun hesabı Allah'a aittir. Kısacası, bu nimeti, yâni yöneticilik
nimetini elinde bulunduran kimse, bir Müslüman'ın gözünde, üzerine
yük, meşakket ve cefa almış kimsedir. Kuşkusuz bu çabasını
adalet ve takva çizgisinde yürütürse, Allah katında büyük bir ödül
kazanacaktır.
İşte dinin dostlarının sergiledikleri salih ve yapıcı hareket tarzı
budur. İnşaallah, Peygamberimizin ve onun pak soyunun hayat
tarzlarını sahih hadisler ışığında incelerken bu konuyla ilgili doyurucu
bilgiler sunacağız. Göreceğiz ki, onlar bu otoriteyle ancak,
zorbalara başkal-dırmaya, yeryüzünde bozgunculuk yapmalarına
engel olmaya ve azgınlıklarına ve müstekbirliklerine karşı koymaya
nail olmuşlardır.
Bu yüzden Kur'an, insanları bir yönetim tarzı kurmak, Kayserlik
veya Kisrâlık benzeri bir otorite oluşturmak için bir araya gelmeye
davet etmemiştir. Tam tersine yönetimi, toplumsal hayatın
gözetilmesi gereken bir olgusu gibi algılamıştır. Tıpkı eğitim veya
kâfirleri caydırmaya yönelik kuvvet bulundurma girişimi gibi.
Kur'an insanları din etrafında birleşmeye, buluşmaya ve ittifak
etmeye davet etmiştir. Dinde ayrılığı ve tefrikayı yasaklamıştır.
Dini hayatın vazgeçilmez temeli olarak sunmuştur. Konuyla ilgili
olarak yüce Allah şöyle buyuruyor:" Bu benim dosdoğru yolumdur.
Şu halde ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak yollara uymayın."
(En'âm, 153) "De ki: Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek
olan bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim,
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız
diğer bir kısmımızı Rabler edinmeyelim…"Eğer yine yüz
çevirirlerse, deyin ki: Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız."
(Âl-i İmrân, 64)
Görüldüğü gibi Kur'an, insanları tek ve ortaksız Allah'a teslim
olmaktan başka bir şeye davet etmiyor. Yalnızca din etrafında
kümelenmiş topluma değer verir. Bunun dışında, düzmece ilahlara
yönelik ibadeti, görkemli şatolara ve yüksek rakımlı tepelerde
kurulan anıtlara, Kayser ve Kisrâ (şahlık) türü krallıklara yönelik
itaati, yapay sınırlarla bölünmeleri, ulusal vatanların oluşmasını
sert bir dille eleştirir.
FELSEFİ YAKLAŞIM
Hiç kuşkusuz varlığı zorunlu (vacib-el vücud) olan yüce Allah'ta
son bulur evrende etkin olan nedenler silsilesi. O'nunla, parça ve
bütün olarak evren arasındaki ilişki nedensellik esasına dayanan
bir ilişkidir. Daha önce irdelediğimiz illet ve malul ile ilintili bölümlerde
şunu ortaya koyduk: Nedensellik varlıkla ilgilidir. Şöyle ki:
Malulda somutlaşan gerçek varlık, illetinin varlığından sızmıştır.
Onun dışında kalan mahiyet gibi olgular ise, sızılmışlıktan ve kay
naklanmışlıktan, illete de gereksinim duymaktan uzaktırlar. Bunun
çelişik evrime önermesi ise şöyle olur: Gerçek varlığa sahip
olmayan bir şey malul olmadığı gibi, yüce Allah'a da gelip
dayanmaz.
Salt itibarî olguların yüce Allah'a dayandırılması bir problem
oluşturur. Çünkü onların gerçek bir varlıkları yoktur. Varlıkları ve
olumlanmaları bütünüyle itibarîdir. Değerlendirme koşullarını,
konumu ve varsayım sınırını aşmaz. Şeriatın kapsadığı emir, yasak,
hüküm ve durumların tümü itibarî olgulardır. Bunların da yüce
Allah'a nispet edilmelerinde problem vardır. Mülk, izzet ve rızık
gibi olgular için de aynı durum söz konusudur.
Bu düğümü şu şekilde çözebiliriz: Bunlar gerçi gerçek bir varlıktan
yoksundurlar, ancak, bunların etkileri ve sonuçları vardır ve
bunlar, daha önce defalarca vurguladığımız gibi onların isimlerini
kalıcı kılmaktadır. Bu etkiler ve sonuçlar ise, gerçek varlıklardır ve
itibarî olarak amaçlanmışlardır. Dolayısıyla yüce Allah'a nispet
edilirler. Şu halde bu sonuçların nispet edilmeleri, bu itibarî olguların
da nispet edilişlerini mümkün kılmaktadır. Buna göre, toplumun
bireyleri olarak aramızda etkin olan hükümranlık, gerçi itibarî
bir olgudur ve gerçek varlıktan bir paya sahip değildir, ancak o
bizim tarafımızdan, tasavvur edilen mevhum bir anlamdır. Biz onu,
zihin dışı objektif sonuçlara ulaşmak için araç olarak kullanırız.
Eğer bu mevhum anlam takdir edilip varsayılmazsa, bu sonuçlara
ulaşmamız mümkün olmaz. Sözünü ettiğimiz sonuçlar; zorbaların,
güç ve etkinlik sahibi bireylerin, toplumdaki zayıf ve düşkünlerin
haklarını gasbedenlerin ezilmeleri, herkesin olması gereken yerde
olması, her hak sahibinin hakkının verilmesi şeklinde sıralanabilir.
Kısacası mülk itibarî bir olgudur ancak.
Bu tür zihin dışı etki ve sonuçlar kalıcı oldukları sürece
egemenliğin anlamı ve ismi de kalıcı olacaktır. Dolayısıyla bu zihin
dışı sonuçların, zihin dışı nedenlerine nispet edilmeleri, mülkünegemenliğin
O'na nispet edilmesi demektir. Aynı durum itibarî
izzet, zihin dışı sonuçları ve gerçek illetlerine nispet edilişi için de
geçerlidir. Emir, nehiy, hüküm ve kanun koymak ve benzeri olgular
da bundan farklı değildir.
Bütün bunlardan sonra şu husus açıklığa kavuşuyor: Yukarıda
sözü edilen itibarî olguların tümü, sonuçlarının, yüce Allah'a nispet
ediliyor olması dolayısıyla zatına yaraşır bir şekilde O'na nispet
edilirler.
28-Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar
edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir
şey yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınmanız başka.
Allah, sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır.
29- De ki: "Sinelerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da
Allah bilir; göklerde olanı da, yerde olanı da bilir. Allah, her şeye
güç yetirendir."
30- Her bir nefsin, hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve her
ne kötülük işlediyse, onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını
istediği o günü (hatırlayın). Allah, sizi kendisinden sakındırır.
Allah, kullarına çok şefkatlidir.
31- De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır,
esirgeyendir."
32- De ki: "Allah'a ve Resulüne itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse,
şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Yukarıda meallerini sunduğumuz ayetler, bundan önceki ayetler
grubundan tamamen kopuk ve bağlantısız değildir. Dolayısıyla
bundan önceki ayetler grubu için söylediklerimiz, bu ayetler grubu
için de geçerlidir. Şöyle ki: Burada güdülen hedef, Ehl-i Kitabın ve
müşriklerin durumlarını gözler önüne sermek ve buna dayalı olarak
onlara çeşitli eleştiriler yöneltmektir. Eğer "kâfirler" ifadesi
Ehl-i Kitabı da kapsıyorsa, bu demektir ki söz konusu ayetler, Ehl-i
Kitap ve müşriklerle dostluk kurmayı ve ruhsal kaynaşmayı yasaklamaktadır.
Şayet maksat sadece müşriklerse, bu demektir ki
ayetler, müşrikleri hedef alarak mü'min kimseleri onlardan uzaklaşmaya,
Allah'ın hizbine (grubuna) bağlanmaya, Allah'ı sevmeye
ve O'nun elçisine itaat etmeye davet ediyor.
(Al-i İmran / 28) "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar
edinmesinler."
Ayette geçen "evliya" kelimesi, "velayet" mastarından gelen "veli"
kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, özü itibariyle, bir şeyin yönetim
işini üstlenme yetkisine sahip olmak demektir. Dolayısıyla küçük
çocuğun, delinin veya sefih insanın velisi, onların işlerini ve malla
rını yönetip-yönlendirme yetkisine sahip kimse demektir. Dolayısıyla
mallar onlarındır, ancak mal üzerinde tasarruf yetkisi velilerine
aittir. Sonra bu kelime, gittikçe artan bir oranda sevgi bağlamında
kullanılır oldu. Bunun nedeni de sevişen iki kişinin genellikle
birbirlerinin işlerini yönlendirir, yönetir ve tasarrufta bulunur
olmasıdır. Karşılıklı sevgi, insanı sevilene yaklaştırır, onun üzerinde
etkili olmasını sağlar, diğer duygusal hususlarda belirgin bir etkinliğe
kavuşmasına imkân verir. Sevgi, sevenin sevgilisinin hayatında
etkin bir rol oynamasını, hayatını yönlendirmesini sağlar.
Dolayısıyla kâfirleri veliler (dostlar) edinmek, ruhsal açıdan onlarla
kaynaşmayı gerektirir. Bunun sonucunda onlara gönülden
yaklaşmak, ahlâki açıdan ve hayatın diğer meselelerinde onlardan,
onların davranış biçimlerinden etkilenmek durumu kaçınılmaz
olarak ortaya çıkar. Ayetin içerdiği yasaklamanın:
"mü'minleri bırakıp" ifadesiyle sınırlandırılmış olması da bunu
gösterir. Bu ifade, onlara yönelik sevginin mü'minlere yönelik sevgiye
ağır basabileceğine işaret etmektedir. Böyle bir pozisyonda,
hayatın dizginleri, mü'minlerin yerine onlara teslim edilir. Bu ise,
kâfirlere güvenip dayanmak, onlarla birleşmek ve mü'minlere arkasını
dönüp ayrılmak demektir.
Kur'an ayetlerinde kâfirlerin, Yahudi ve Hıristiyanların dost
edinmesinin yasaklığı sık sık vurgulanmıştır. Ancak bu yasaktan
söz edildiği her ifade, yasaklanan dostluğun türünü de açıklayıcı
ifadeler içermektedir. Dolayısıyla onlardan hareketle ne tür bir
dostluğun, nasıl bir velayetin yasaklandığını anlamak mümkündür.
Tıpkı tefsirini sunduğumuz ayette: "Mü'minler... kâfirleri dostlar
edinmesinler." ifadesinden sonra: "mü'minleri bırakıp…" ifadesinin
yer almış olması gibi. Yine "Ey iman edenler, Yahudi ve
Hıristiyanları dostlar edinmeyin." (Mâide, 51) ayetindeki bu ifadeden
sonra: "Onlar birbirlerinin dostudurlar." ifadesinin yer almış
olmasını ve: "Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de
düşmanınız olanları veliler edinmeyin." (Mümtehi-ne, 1) ayetindeki
bu ifadenin ardından: "Allah, sizinle din konusunda savaşmayan,
sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan… sizi
sakındırmaz." (Mümtehine, 6) ifadesine yer verilmiş olmasını örnek
gösterebiliriz.
Buna göre: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar
edinmesinler." ayetindeki bu nitelemeler, hükmün sebebine ve
illetine delalet etmeleri için esas alınmışlardır. Şöyle ki: Küfür ve
iman nitelikleri, gerçi birbirinden uzak ve farklıdırlar, ancak, zorunlu
olarak bu nitelikleri üzerlerinde taşıyan kimseleri, bilgi, ahlâk,
Allah'a süluk etme tarzı ve diğer hayat meselelerinde farklı yaklaşımlar
içinde olmaya yöneltir. Bu yüzden, bu niteliklerden birini
üzerinde taşıyan kimse, dostluk bağlamında öteki niteliği üzerinde
taşıyan kimseyle bağ kuramaz. Çünkü dostluk; birleşmeyi ve kaynaşmayı
gerektirir. Küfür ve iman nitelikleri ise ayrılığı, farklılığı
gerektirir. Dolayısıyla, mü'minle-rin dışındaki kimselerle kurulan
dostluk güçlendikçe, bu durum imanî özelliklerin ve sonuçların,
buna bağlı olarak da imanın temelinin bo-zulmasına, ifsada uğramasına
yol açar. Ayetin sonundaki şu değerlen-dirme cümlesinin
yer alması da bu yüzdendir: "Kim böyle yaparsa, artık onun için
Allah'tan hiçbir şey yoktur." Ardından şu cümleye yer verilmiştir:
"Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınanız başka." Böylece
"takiyye" bu genel hükmün dışında tutulmuştur. Çünkü "ta-kiyye",
görünürde dost olmaktır, gerçekte değil.
"Mü'minleri bırakıp... ifadesinin orijinalinde geçen "dûne" edatı,
zarf işlevini görüyor gibidir. Dolayısıyla aşağılık ve eksiklik
anlamlarıyla karışık bir "yanında" anlamını ifade etmektedir. Şu
halde karşımıza çıkan anlam şudur: "Mü'minlerin bulunduğu yerden
aşağı bir yerden başlayarak…" Çünkü mü'minler en yüksek
konumda olurlar.
Anlaşıldığı kadarıyla "dûne" edatı, asıl mana itibariyle bu an-
lamı içermekte ve aşağıda olmanın özelliğiyle birlikte, aşağıdalığı
da ifade etmektedir. Dolayısıyla: "Dûneke Zeydun" ifadesi "Zeyd
senin bulunduğun yerden daha aşağı olan bir yerdedir. Bulunduğu
yerin derecesi senin bulunduğun yerin derecesinden daha alttadır."
anlamında kullanılır. Daha sonra bu edat "başka" anlamında
kullanılır olmuştur: "…Allah'tan başka iki ilâh..." (Mâide, 116) "Bundan
başkasını, dilediği kimse için bağışlar." (Nisâ, 48) Yâni, bundan
başkasını veya bundan daha aşağı ve daha basit olanını...
Sonra "Dûneke Zeyden" "Zeyd'den hiç ayrılma" ifadesinde olduğu
gibi isim olduğu halde fiil anlamında kullanılmıştır. Bu yaklaşımların
tümünü, uyarlama ve örtüşme kapsamında algılamak gerekir,
yoksa lafzi ortaklık bu anlamlardan herhangi birini belirleyici değildir. "Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur."
Yâni kim, mü'minleri bırakıp da onları dost edinirse… Eylemin
isminin yerine genel bir lafzın kullanılmış olması, konuşmacının
bu olaya karşı duyduğu son noktasına varmış nefreti vurgulamaya
dönüktür. Öyle ki, ondan söz ederken bile, çirkin bir şeyi kinayeli
olarak anlatıyormuş gibi, genel bir ifade kullanıyor. Bu tür kullanımların
dildeki örnekleri çoktur. Yine bundan dolayı:
"Mü'minlerden kim böyle yaparsa" denilmemiştir. Bununla da bu
tür bir çirkinliğin mü'minlere nispet edilmesinin yakışmadığı, onların
bu tür şeylerden uzak olduğu vurgulanmak istenmiştir.
"Allah'tan" ifadesinin orijinalindeki "min" edatı, ibtida, başlangıç
içindir ve bu gibi yerlerde "gruplaşma" anlamını ifade eder.
Yâni: "Hiç bir şeyde Allah'ın grubundan değildir." Şu ayette olduğu
gibi: "Kim Allah'ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse, hiç
şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdırlar."
(Mâide, 56) Yine Hz. İbrahim'in dilinden şu ifadeler aktarılır: "Kim
bana uyarsa, artık o bendendir." (İbrahim, 36) Yâni "benim grubumdandır."
Her neyse, burada şöyle bir anlam elde ediyoruz (Allah
doğrusunu daha iyi bilir): "İçinde bulunduğu tavır ve gösterdiği
etkinlik bakımından Allah'ın grubundan değildir."
"Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınmanız başka." Ayetin orijinalinde
geçen ve "tetteku=sakınma" kelimesinin mastarı olan
"ittika", aslında korkudan dolayı sakınma anlamını ifade eder.
Daha sonra bizzat korku anlamında kullanıldığı da görülmüştür.
Bu, mü-sebbebin sebep yerine kullanmasına bir örnektir. Takiyye
de burada bu anlamda kullanılmış olabilir.
İfadedeki istisna münkatidir, bütünden kopukur. Çünkü kalbî
bir sevgi ve dostluk beslemeksizin görünüşte dostluğun belirtilerini
sergilemek suretiyle korkudan başkasına yaklaşmak hiçbir şekilde
dostluk olarak değerlendirilemez. Çünkü korku ve sevgi, birbirinden
tamamen ayrı ve kalpteki etkileri birbirine zıt iki olgudur.
Bunların bir arada bulunması mümkün müdür? Şu halde, ayette
korkudan dolayı sakınmanın genel hükmün dışında tutulması,
münkati (kopuk) istisnaya örnek oluşturur.
Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) rivayet edildiğine göre, bu ayette,
"takiyye" yapmaya yönelik bir izin vardır. Ammar, Yasir ve
Sümeyye kıssası ile ilgili olarak inen ayet de bu tür bir izin içermektedir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim imamından sonra
Allah'a karşı inkâra sapıp da -kalbi, imanla tatmin bulmuş olduğu
halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte
onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır."
(Nahl, 106)
Kısacası, kitap ve sünnet, genel anlamda takiyyenin caiz olduğunu
ortaya koymaktadır. Akıl da bu noktada nasların içerdiği bu
hükmü desteklemektedir. Çünkü dinin ve dini koyan zâtın, hakkın
üstünlük sağlamasından ve yaşamasından başka bir arzusu olamaz.
Kimi zaman takiyye yapmak, din düşmanlarıyla ve hakkın
muhalifleriyle hoş geçinmek, dinin çıkarlarının ve hakkın yaşamasının
korunmasına yardımcı olabilir ki, tersi bir davranış bu yararları
sağlamayabilir. Bunu inkâr etmek büyüklenmekten, işi yokuşa
sürmekten başka bir şey değildir. Açıklama bölümünün ardından
yeralan rivayetler bölümünde, konuya ilişkin yeterli bilgi sunaca
ğız. Yine: "Kim, imanından sonra Allah'a karşı inkâra sapıp da kalbi,
imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan
hariç- inkâra göğüs açarsa…" (Nahl, 106) ayetini tefsir ederken de
bu konuda detaylı açıklamalarda bulunacağız.
"Allah, sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır." Ayetin
orijinalinde geçen ve mastarı "tahzir" olan "yuhezziru" kelimesi,
"hazr" kökünün "tef'il" kipine uyarlanmışşeklidir ve korkutucu bir
şeyden sakınmayı ifade eder. Yüce Allah, kullarını azabından
sakındırmıştır: "Şüphesiz, senin Rabbinin azabı korkunçtur." (İsrâ,
57) Yine Resulünü münafıklardan ve kâfirlerin dinden döndürme
amaçlı propoganda ve baskılarından sakındırmıştır: "Onlar düşmandırlar,
bu yüzden onlardan sakın." (Münafikun, 4) "Seni şaşırtmamaları
için onlardan sakın." (Mâide, 49)
Yine yüce Allah, mü'minleri kendisinden de sakındırmıştır.
Nitekim tefsirini sunduğumuz bu ayette ve sonrasında yeralan iki
ayette, yanlızca kendisinden korkulacağına, dolayısıyla bu konuda
O'na isyan etmekten kaçınmanın zorunluluğuna işaret etmektedir.
Yâni, bu suçu işleyen kimseyle Rabbi arasında, Allah'tan başka
korkulması gereken bir şey yoktur ki, suçlu kendisini onunla koruma
altına alsın veya ona sığınıp güvencede olsun. Tam tersine,
Allah'a karşı hiç kimsenin koruyuculuğu etkili olmaz. Yine suçlu
insan ile yüce Allah arasında, bir dostun veya şefaatçinin herhangi
bir kötülüğü berteraf etmesi beklentisini haklı çıkaracak bir ilişki
tarzı da söz konusu değildir. Dolayısıyla bu ifade, oldukça sert bir
tehdit içermektedir. Aynı yerde iki kere tekrarlanmış olması da
tehditin şiddetine şiddet katmakta ve ileride işaret edeceğimiz
gibi şu iki değerlendirme cümlesi de tehditi pekiştirmektedir:
"Dönüş yalnız Allah'adır." ve "Allah, kullarına çok şefkatlidir."
Başka bir açıdan konuya yaklaşacak olursak: Bu ayetin ve
mü'minlerden başkasını dost edinmeyi yasaklayan öteki ayetlerin
satır aralarından, böyle bir davranışın insanı kulluk kisvesinden
çıkardığı, Allah'ın velayetini, yönetici-yönlendiriciliğini reddetmeyi
ifade ettiğini ve dini ifsat ettiği için de insanı Allah düşmanlarının
safına soktuğunu algılıyoruz. Kısacası böyle bir davranış, taşkınlık
ve dinî düzeni bozmak demektir. Bu ise kâfirlerin küfründen ve
müşriklerin şirkinden daha fazla zarar vermektedir dine. Çünkü
kendisi açıkta olan ve açıkça düşmanlığını ortaya koyan kimselere
karşı, savunma stratejilerini geliştirmek kolaydır. Onlardan rahatlıkla
sakınılabilir. Ancak bir dost, bir arkadaş, düşmanlarla yakın
ilişki kurduğunda, onların ahlâklarını ve hayat sistemlerini yavaş
yavaş kanıksayıp özümsediğinde, kesinlikle kendisini ve dostlarını
farkında olmadıkları bir yönden ölümcül bir tehlikeyle burun buruna
getirmiş olur. Bu ise, yaşama, varlığını sürdürme ve kalıcı olma
imkânı bulunmayan bir helaket demektir.
Diğer bir ifadeyle, mü'minleri bir yana bırakıp, kâfirleri dost edinmek
azgınlıktır. Allah'a isyan eden tağutun yaptığı da budur.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Rabbinin Âd kavmine ne
yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler
içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları
oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Ki onlar,
şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmışlardı.
Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azap kamçısı
çarpıverdi. Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir."
(Fecr, 6-14)
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, tuğyan ve azgınlık, bu niteliğe
sahip insanı öyle bir yola ve gidiş tarzına yöneltir ki, gidip yalnızca
yüce Allah'ın bulunduğu bir gözetleme yeriyle burun buruna
gelir ve neticede Allah ona öyle muthiş azap kamçısını indirir ki,
kimsenin bunu engellemeye gücü yetmez.
Bu anlatılanlardan şu husus açıklığa kavuşuyor: Yüce Allah'ın:
"Allah, sizi kendisinden sakındırır." ifadesinde, yönelttiği tehdit ve
şiddetli sakındırma, konumun Allah'ın dininin egemenliğine son
vermek ve dini ifsat etmekle ilintili olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu söylediklerimizi şu ayetten de algılamak mümkündür:
"Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; seninle beraber tövbe edenlerle
de (doğru olsunlar), ve azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı
görendir. Sakın zulmedenlere dayanmayın. Yoksa size ateş dokunur.
Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz."
(Hûd, 112-113) Peygamber Efendimizin (s.a.a) bu ayet
hakkında: "Saçlarımı ağarttı." dediği rivayet edilir. Bu iki ayet üzerinde
iyice durup düşünenler, kâfirler arasındaki zalimlere dayanıp,
eğilim göstermenin tuğyan ve azgınlık olarak değerlendirildiğini
göreceklerdir. Bunun kaçınılmaz sonucu da ateşe duçar olmaktır
ki, buna karşı yardım edecek kimse de bulunmaz. Bu, belirttiğimiz
korunması ve berteraf edilmesi mümkün olmayan ilahi
intikamdır.
Buradan hareketle şunu da anlıyoruz: Hiç kuşkusuz: "Allah, sizi
kendisinden sakındırır." ifadesi sözkonusu tehditin kaçınılmaz
bir şekilde gerçekleşecek olan bir azaba ilişkin olduğunu ortaya
koymaktadır. Çünkü sakındırmanın yüce Allah'ın kendisiyle ilintili
olarak gündeme getirilmiş olması, hiç kimsenin bu azabı önleyemeyeceğini,
yüce Allah'a karşı kimsenin koruyuculuk yapamayacağını
gösterir. Nitekim yüce Allah, daha önce de bazı toplulukları
azapla tehdit etmişti. Dolayısıyla bu azabın da kesin olarak gerçekleşmesinde
hiçbir kuşku kalmaz. Hûd suresindeki ilgili ayette
yeralan: "Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz
yoktur, sonra yardım göremezsiniz." ifadesi de benzeri durumlara
yönelik bir işarettir.
"Dönüş yalnız Allah'adır." ifadesi, Allah'tan kaçıp kurtulmanın,
O'nu azaptan alıkoyacak bir gücün bulunmadığını anlatmaktadır.
Dolayısıyla önceki tehditi pekiştirici bir nitelik taşımaktadır.
"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler…"
diye başlayan ayet ve onu takib eden diğer ayetler, Kur'an'ın
vermiş olduğu gaybî haberler içerisinde yer almaktadır. Mâide
suresinin tefsirini sunarken, inşallah Kur'an'ın bu olağanüstü ifade
resinin tefsirini sunarken, inşallah Kur'an'ın bu olağanüstü ifade
tarzı hakkında ayrıntılı bilgi vereceğiz.
(Al-i İmran / 29) "De ki: Sinelerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah
onu bilir." ayeti, "İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah
sizi onunla sorguya çeker." (Bakara, 284) ayetine benziyor. Ancak
söylendiği gibi "sorguya çekme"den çok "bilme" olgusu gizlilikle
ilintili olduğu için, ayette "açığa vurma" durumundan önce
"gizleme" durumuna işaret edilmiştir. Bakara suresindeki ayette
ise, tam tersi bir durum sözkonusudur. Yâni, "sorguya çekme" olgusu,
açığa vurulanla ilintili olduğundan, "gizleme" durumundan
önce "açığa vurma" durumu zikredilmiştir.
Yüce Allah bu ayette, Resulüne bu gerçeği -yâni kendi
nefislerinde gizledikleri veya açığa vurdukları
şeyleri yüce Allah
tarafından bilindiği gerçeğini- tebliğ etmesini emrediyor ve önceki
ayette olduğu gibi, doğrudan kendisi bu gerçeği direkt ifade
etmiyor. Bunun, kendisine tavsiye edilenlere uymayacağı sezilen
kişiye doğrudan hitap etmeye tenezzül etmemekten başka bir
nedeni yoktur. Nitekim: "Kim böyle yaparsa…" ifadesiyle ilgili
olarak da böyle bir duruma işaret etmiştik.
"Göklerde olanı da, yerde olanı da bilir. Allah herşeye güç yetirendir."
ifadesi daha önce hakkında açıklamada bulunduğumuz Bakara
suresindeki ilgili ayete (ayet 284) benzemektedir.
(Al-i İmran / 30)"Her bir nefsin, hayırdan yaptıklarını hazır bulduğu ve
her ne kötülük işlediyse onunla kendisi arasında uzak bir mesafe
olmasını istediği o günü…" Ayetlerin akışı arasındaki bütünlükten, bu ayetin
Peygamberimize (s.a.a) yönelik emri içeren önceki ayetin bütünleyicisi,
tamamlayıcısı olarak yer aldığı anlaşılmaktadır. İfadede zarf
olarak geçen "yevme=gün" takdir edilmiş bir ifadeyle ilintilidir.
Yâni: "O günü hatırla ki…" ya da: "Allah bilir" ifadesiyle ilintilidir.
Doğrusu kıyamet gününde bizlerin göreceği sahneleri, yüce Allah'
ın bilgisiyle ilintilendirmenin hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü:
"yevme=o gün" bizim için açığa çıkması bağlamında yüce Allah'ın
bilmesi için bir "zarf" işlevini görür, O'nun tarafından gerçekleştirilmiş
olması bağlamında değil. Bu, O'nun egemenliğinin, kudretinin
ve gücünün, o gün açığa çıkmasına benzer. Nitekim yüce Allah,
konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "O gün, ortaya çıkarlar.
Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir?
Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır." (Mü'minun, 16) "Bugün
Allah'tan başka koruyucu yoktur." (Hûd, 43) "O zulmedenler, azaba
uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın
olduğunu… bir bilselerdi." (Bakara, 165) "O gün emir yanlızca
Allah'ındır." (İnfitar, 19)
Hiç kuşkusuz, egemenlik, kudret, güç ve emir her zaman -kıyametten
önce de, sonra da- Allah'ındır. Özellikle kıyamet günüyle
ilintili olarak bu olgulara işaret edilmiş olması, bunların kıyamet
günü bizim için açığa çıkacak olmalarından dolayıdır. Artık bunları,
biz canlılar hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak nitelikte
gözlemleyeceğiz.
Bundan dolayı "zarf"ın yüce Allah'ın "Allah bilir." sözüyle ilintilendirilmiş
olması, yüce Allah'ın, kulların hayır ve şer nitelikli sınırlarını
bilmesinin kıyamet gününe ertelendiği anlamını ifade etmez. Kaldı ki, ayette "hazır" yerine "muhzar" ifadesinin kullanılmış
olması da bunu kanıtlamaktadır. Çünkü "huzura getirme" ancak
mevcut olup, görülmeyen bir şey için sözkonusu edilebilir. Şu halde
yüce Allah, var olan ve geçersiz kılınmaya karşı koruma altında
tutulan olguları, kıyamet günü kulları için hazırlar, huzura getiririr.
Ve bunların Allah'tan başka koruyucuları da yoktur. Yüce Allah
konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Senin Rabbin her şeyin üzerinde
koruyucudur." (Sebe, 21) "Katımızda saklayıp-koruyan bir
kitap vardır." (Kaf, 4)
Ayette geçen "tecidu=bulur" kelimesi "vicdan" masdarından
gelir. "Fikdan=yitirme"nin zıddıdır. "Hayırdan" ve "kötülükten" ifadelerinin
orijinalinin başındaki "min" edatı, beyâniye, yâni açıkla
maya dönüktür. İfadenin nekre=belirsiz olması da genelleştirme
içindir. Yâni: Az da olsa işlediği her hayrı, aynı
şekilde her kötülüğü
bulur. "ve her ne kötülük işlediyse…" ifadesi "hayırdan yaptıkları"
ifadesine matuftur. İfadenin akışından bunu anlıyoruz. Bu ayet,
amellerin somutlaşmasına, cisim haline gelmesine (kıyamet günü)
işaret eden ayetler arasında yeralır. Bakara suresinde bu hususla
ilgili açıklamalarda bulunduk.
"Onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği..."
Ayetin zahirinden, bu ifadenin mahzuf bir mübtedanın, yâni
"o" zamirinin haberi olduğunu anlıyoruz. Bu zamir de "nefs" kelimesine
dönüktür. İfadenin başındaki "lev" edatı, temenniyi bildirir.
Kur'an'da bu edatın "enne" edatının başına geldiğinin birçok örnekleri
vardır. Dolayısıyla, bunun caiz olmadığına, geçtiği yerlerde
uygun bir tevil getirmenin gerekliliğine ilişkin değerlendirmeleri
dikkate almamak gerekir.
İfadenin orijinalinde geçen ve mesafe anlamına aldığımız
"emed" kelimesi, zamansal aralığı, uzaklığı anlatır. Ragıp, el-
Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Emed" ve "ebed" kelimeleri,
birbirine yakın anlamları ifade ederler. Ancak ebed; sınırsız ve kayıtsız
bir zamansal süre demektir. Dolayısıyla: "Şu kadar ebed"
denmez. Ama emed; mutlak olarak kullanıldığı zaman, sınırı bilinmeyen
bir zaman dilimini ifade eder. Nitekim bu kelime belli bir
süre anlamında kullanılır. Tıpkı "şu kadar zaman" denildiği gibi
"şu kadar emed (vakit)" de denebilir. Zaman ile vakit (emed) arasındaki
fark, emed'de sonun, zamanda ise hem başlangıcın, hem
de sonun esas alınmasıdır. Bu yüzden bazıları: "Emed ve med (uzunluk)
birbirine yakın anlamlar ifade eder." demişlerdir." Ragıb'ın
açıklamaları burada sona erdi.
"Onunla kendisi arasında uzak bir mesafe olmasını istediği…"
ifadesi, kötü amelin huzura getirilip gözler önüne serilmesinin
insanın canını sıktığını, rahatsız ettiğini gösterir. Nasıl ki, bunun
karşıt sahnesi olarak da iyi amelin sergilenmesinin de insanı
sevindirdiğini ortaya koyar. Kötülükleri işleyen kişinin, bunların hiç
olmamasını isteyeceği yerde, kendisiyle onların arasında uzak bir
mesafenin olmasını istemesi, bunların Allah'ın korumasıyla kalıcı
olduklarını gözlemlemiş olmasından ileri gelen bir tavırdır. Onun
elinden, bunların en kötü bir zamanda, felaketlerin dört bir yandan
sökün ettikleri bir durumda gündeme getirilmemelerini ve uzak
kalmalarını istemekten başka bir şey gelmez elinden. Nitekim
kötü arkadaş ile ilgili olarak da benzeri bir dilekte bulunulur. Yüce
Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Biz ona bir şeytanı
sardırırız; artık o, onun bir yakın dostudur... Sonunda bize geldiği
zaman, (kötü arkadaşına) der ki: "Keşke benimle senin aranda
iki doğu uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın dostmuşsun sen."
(Zuhruf, 36-38)
"Allah, sizi kendisinden sakındırır. Allah, kullarına çok şefkatlidir."
Hiç kuşkusuz, ikinci kez sakındırmadan söz edilmesi, konuya verilen
önemi ve tehdidin ciddiyetini ortaya koymaktadır. Bu ikinci
sakındırmanın, işlenen günahların ahiretteki akıbetlerine -ki aye-
tin konusu da budur- birinci sakındırmanın da bu günahların sadece
dünyadaki veballerine veya hem dünya hem de ahiret sorumluluğuna
dönük olması ihtimal dahilindedir.
"Allah, kullarına çok şefkatlidir." ifadesi, yüce Allah'ın kullarına
yönelik şefkatini ve acımasını anlatır. Kulluk vasfının öne çıkarılmış
olması da bu noktaya yönelik bir vurgu niteliğindedir. Ama
aynı zamanda yukarıdaki tehdidi de pekiştirmektedir. Çünkü korkutma
ve sakındırma amaçlı anlatımlarda, bu tür ifadelere yer
verilmesi, korkuyu pekiştirme ve konuşmacının öğüt vermeyi hedeflediğini,
hayır ve ıslahtan başka bir şey istemediğini anlatma
amacına yöneliktir. Tıpkı birine şöyle demen gibi: "Sakın şu işi
yapmış olarak karşıma çıkma. Çünkü ben, böyle bir şey yapıp da
karşıma çıkan kimseye fölerans tanımamaya yemin ettim. Ben
bunu, sana acıdığım ve şefkat duyduğum için haber veriyorum."
Dolayısıyla yukarıdaki ifade -Allah doğrusun daha iyi bilir-şu
şekilde yorumlanabilir: "Yüce Allah kullarına yönelik şefkatinden
dolayı, cezasının çekilmesi kaçınılmaz olan, hiçbir şefaatçinin ve
savunmacının en ufak bir etkinlik göstermediği böyle bir günahı
işlemeden önce, onları bu tür davranışlardan nehyediyor."
(Al-i İmran / 31) "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki,
Allah da sizi sevsin."
Daha önce "hübb=sevgi" kavramının anlamı üzerinde durmuş ve bunun
gerçek anlamda Allah'a yönelik olabileceği gibi başkasına da yönelik
olabileceğini: "İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür."
(Bakara, 165) ayetini tefsir ederken vurgulamıştık.
Burada ise, fazladan şunları söylüyoruz: Hiç kuşkusuz, ayetlerde
net bir şekilde dile getirildiği gibi, yüce Allah kullarını kendisine
iman etmeye ve ihlasla kulluk sunmaya ve şirkten uzak durmaya
davet eder. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Haberin olsun; halis olan
din yalnızca Al-lah'ındır." (Zümer, 3) "Onlar, dini yalnızca O'na halis
kılan hanifler olarak sadece Allah'a kulluk etmekten… başkasıyla
emrolunmadı-lar." (Beyyine, 5) "Öyleyse, dini yalnızca O'na halis
kılanlar olarak Al-lah'a dua edin; kâfirler hoş görmese de."
(Mü'minun, 14) Bunun gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.
Hiç kuşkusuz, ihlas=dini sırf Allah'a özgü kılmak, ancak insan
kalbinin -ki bir şeyi ancak kalbi, sevgi ve eğilim sonucu ister veya
amaçlar- Allah'tan başka düzmece mabut, matlup, put, eş veya
dünyevi bir gaye ve hatta cennete kavuşma ve ateşten kurtulma
gibi uhrevi bir hedeften soyutlanması, ilgilenmemesi ile gerçekleşebilir.
Kalbin tüm ilgisi, tek mabudu olan Allah'a yönelik olmalıdır.
Şu halde, dini sırf Allah'a özgü kılmak Allah'ı sevmekle
mümkündür.
Gerçek sevgi, her arayanı aradığına, her dileyeni dileğine bağlayan
tek araçtır. Sevgi, seveni sevgiliye doğru çeker, ki onu bulsun
ve seven sevgili aracılığıyla eksikliğini tamamlasın. Bir seven için
sevgilisinin kendisini sevdiği müjdesinden daha büyük müjde olamaz.
İşte bu zaman buluşur iki sevgilinin sevgisi ve buradan başlar
âşıkların karşılıklı nazları.
Sözgelimi, insan gıda maddelerini sever ve kendisini onlara
yönelik bir çekim alanının içinde bulur. Ki onları bulsun ve açlık
dolayısıyla kendisinde meydana gelen eksikliği giderebilsin. Yine
insan cinsel birleşmeyi ister. Ki nefsinin buna yönelik beklentisini
bulabilsin. Bu yöndeki eksikliğin belirtisi de şehvet duygusudur.
Aynı şekilde insan, arkadaşlarıyla buluşmayı da ister. Onu bulmayı
ve onunla yakınlık kurmayı arzular. Onu görmediği zamanlar canı
sıkılır. Köle efendisini ister ve bazen hizmetçi sahibini kendisine
efendi edinir. Ki sahibin sahiplik hakkı ve hizmetlinin de hizmetlilik
hakkı doğsun. Eğilim ve sevgi ile ilgili meseleleri incelersen
veya değişik aşk hikayelerini okursan, söylediklerimizin ne denli
gerçeği yansıttığını görürsün.
Sevgiyi sırf Allah'a özgü kılan kulun tek arzusu, kendisinin Allah'ı
sevdiği gibi Allah'ın da onu sevmesi ve yalnızca yüce Allah'ın
onun için olmasıdır. İşin gerçek mahiyeti de budur işte. Ancak yüce
Allah, Kur'an'da her sevgiyi kendisine yönelik sevgi olarak
değerlendirmez. (Sevgi; gerçekte, iki şeyi birbirine bağlayan bir
bağdır.) Bu, varlık alemine egemen olan sevgi yasasının da bir
gereğidir. Çünkü bir şeyi sevmek, onunla ilgili olan her şeyi sevmeyi
gerektirir. Onun yanından ve ondan taraf gelen her şeye boyun
eğmeyi ve teslim olmayı kaçınılmaz kılar. Yüce Allah ise, tek
ve ortaksız ilâhtır. Her şey varlığıyla ilgili her konuda O'na dayanır.
O'na varmak için araçlar edinmeye çalışır. Büyük-küçük her şeyin
gidişi O'na yöneliktir. Dolayısıyla her şeyin sevgisi de O'na yönelik
olmalıdır. İçtenlikle O'na boyun eğmelidir.
Her insan, tevhit dini ve İslam yolu aracılığıyla ve insanın kavrayışı
ve algılayışı oranında kulluğu sırf O'na özgü kılmalıdır. Allah
katında geçerli olan tek din İslam'dır. Allah'ın mesajını sunanlar,
nebiler ve resuller, insanları bu dine davet etmişlerdir. Özellikle
İslam dini, Allah'a yönelik ihlaslı bir kulluk sistemini temsil eder
ki, bundan öte bir ihlas, bundan net bir dini O'na has kılma esaslı
bir sistem bulmak mümkün değildir. İslam dini; yasaların, şeriatların
ve nebevi yolların gelip dayandıkları fıtratla örtüşen bir dindir.
Peygamberler, bütünüyle bu fıtri çizgide hareket etmişlerdir.
Kur'an'ı gereği gibi inceleyen bir kimse, bu söylediklerimizden
kuşku duymaz.
Peygamber Efendimiz (s.a.a) izlediği yolu, tevhit yolu ve yüce
Allah'ın kendisine emrettiği gibi şirkten berî kulluk çizgisi olarak
tanımlamıştır. Yüce Allah bu bağlamda Peygamberimize (s.a.a) şu
direktifi vermektedir: "De ki: Bu benim yolumdur. Bir basiret üzere
Allah'a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah'ı tenzih
ederim, ben müşriklerden değilim." (Yusuf, 108) Burada Peygamberimizin
(s.a.a) yolunun bir basirete, kulluğu sırf Allah'a özgü kılmaya
ve şirkten uzak durmaya dayalı olarak Allah'a davet etme
olduğu belirtiliyor. Şu halde, onun yolu davet ve şirkten uzak kulluktan
ibarettir. Ona tâbi olmak ve onu izlemek bu hususta onun
gibi davranmakla mümkündür. Bu, aynı zamanda ona tâbi olanların
da niteliğidir.
Bir başka ayette yüce Allah, Resulullah (s.a.a) için bir hayat
sistemi olarak yasalaştırdığı
şeriatının, bu yolu, yâni davet ve şirkten
berî kulluk esaslı yolu temsil ettiğini vurguluyor ve şöyle buyuruyor:
"Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse
sen ona uy." (Câsiye, 18) Bunun aynı zamanda Allah'a temsil olmayı
da ifade ettiğini bildirir: "Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki:
"Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim ettim." (Âl-i
İmrân, 20) Sonra bunu kendisine nispet ederek onun kendisinin
dosdoğru yolu olduğunu belirtiyor: "Bu benim dosdoğru olan yolumdur.
Şu halde ona uyun." (En'âm, 153)
Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, İslam=temel bilgilerin,
ahlâki kuralların, pratik uygulamaların ve hayat düsturunun top-
lamından ibaret olarak Peygamberimiz (s.a.a) aracılığıyla yasalaş
tırılan şeriat, Allah katında şirkten berî kulluk sisteminin adıdır. Bu
da sevgiye dayanır, sevgi esasına dayalı olarak yükselir. Demek ki
İslam, ihlas dinidir. Diğer bir ifadeyle sevgi dinidir.
Yaptığımız bu uzun açıklamalarla, tefsirini sunduğumuz: "De
ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin"
ayetinin anlamı belirginleşiyor. Buna göre -Allah doğrusunu daha
iyi bilir- kastedilen anlam şudur: "Eğer siz gerçek sevgiye dayalı
ibadetlerinizi sırf Allah'a özgü kılmak istiyorsanız, ihlas ve İslam
olarak tezahür eden sevgiye dayalı olan şu şeriata uyun. Bu, kişiyi
Allah'a ulaştıran dosdoğru yoldur. Eğer özelliği bu olan yolumda
bana uyarsanız, Allah da sizi sever. Hiç kuşkusuz bu, bir seven için
en büyük müjdedir. O zaman dilediğinize kavuşursunuz. Bir seven,
sevgisi aracılığıyla ancak böyle bir şeyi arzu eder." Ayeti mutlak
olarak ele aldığımız zaman böyle bir sonuç elde ediyoruz.
Ayetin kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan ayetlerden sonra yer
almış olmasını göz önünde bulundurup, onu kendisinden önceki
ayetlerle bağlantılı olarak ele aldığımız zaman, şöyle bir sonuç
çıkıyor karşımıza: Bir yerde dostluk meydana geldi mi daha önce
söylediğimiz gibi buna bağlı olarak kişi ile dost edindiği arasında
bir sevgi bağı oluşur. Önceki ayet, muhatapları, Allah'ı veli edindiklerine,
onun hizbinin saflarında yer aldıklarına ilişkin iddialarında
doğru iseler, bunu Peygambere (s.a.a) tâbi olmakla somut olarak
ifade etmeye çağırmıştı. Çünkü Allah'ı veli edinmekle kâfirlerin
hevalarına uymak bir arada olmaz. (Dost ve veli edinmek de ancak
tâbi olmakla olur.)
Allah'ı dost edinen kimsenin, kâfirlerin sahip oldukları dünyanın
baştan çıkarıcı, çekici süslerine kapılarak onların tutkulu ihtiraslarının
peşinden gitmesi düşünülemez. Tam tersine böyle biri
Allah'ın Peygamberi (s.a.a) tarafından pratize edilen dine tâbi olmaya
muhtaçtır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
"Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen
ona uy ve bilmeyenlerin hevalarına uyma. Çünkü onlar, Allah'tan
hiçbir şeyi senden savamazlar. Şüphesiz zalimler, birbirlerinin
velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir." (Câsiye, 18-19) İkinci
ayette, tâbi olma anlamından veli edinme ve dostluk kurma an-
lamına doğru gerçekleştirilen geçişe dikkat ediniz!
Buna göre, Allah'ı sevip dost edindiğini söyleyen bir kimsenin
Resule (s.a.a) tâbi olması gerekir. Ta ki bu sevgisi Allah'ın da onu
sevip dost edinmesiyle sonuçlansın. Dolayısıyla sevgi, dost edinmenin
esasını, temelini oluşturduğu için, tefsirini sunduğumuz
ayette ancak Allah'ın sevgisinden söz edilmiş, veli edinilmesine
yer verilmemiştir. Yine, Resulullah'a (s.a.a) ve mü'minlere olan
sevginin gerçekte Allah'a dönük olmasından dolayı da ayette yalnızca
Allah'ın sevgisine işaretle yetinilmiştir.
"Ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayandır, esirgeyendir."
Allah'ın geniş rahmeti ve onun katındaki maddi ve ma-
nevi bağışları sonsuzdur. Bunlar kulların içinde bir şahsa veya bir
zümreye özgü değildir. Burada ilahî bağışın mutlaklığını sınırlandıracak
bir istisnaya da yer verilmemiştir. Bu rahmeti ve ilahî bağışı
durduracak tek şey, kişinin buna layık olmaması ve bu yönde kötü
bir tercihte bulunmasıdır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir." (İsrâ, 20)
Günah, Allah katındaki yakınlık ve bunun sonuçları olan cennet
ve içindeki nimetler gibi onur verici nimetlere erişmeyi engelleyici
bir unsurdur. Bilakis, insan kalbinin üzerindeki günah tortularının
giderilmesi, günahların bağışlanması ve üzerinin örtülmesi
ise, mutluluk kapısını açan ve insanı onur verici bir yurda kavuşturan
tek anahtardır. Bu yüzden: "Allah da sizi sevsin." sözünden
hemen sonra: "ve günahlarınızı bağışlasın." ifadesine yer verilmiştir.
Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi sevgi, seveni sevgiliye çeker.
Kulun Rabbine yönelik sevgisi de O'na yaklaşmayı, ibadeti
O'na özgü kılmayı ve sadece O'na tapmayı gerektirdiği gibi, yüce
Allah'ın da kulunu sevmesini, kula yakın olmasını, uzaklaştıran
perdeleri kaldırmasını, gayb örtülerini aralamasını gerektirir. Gü
nahtan başka da perde olmadığına göre, günahların bağışlanması
gerekir. Bundan sonraki onur verici nimetler, bağışlar ve kerametler,
az önce işaret ettiğimiz gibi Allah'ın ihsan etmesiyle, lütufta
bulunmasıyla gerçekleşir.
"Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas
tutmuştur. Hayır; gerçekten onlar, Rablerinden
perdelenmişlerdir." (Mütaffifin, 14-15) ayetler tefsirini
sunduğumuz: "Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."
ayetindeki ifadeyle birlikte incelendiği zaman, bizim
söylediklerimizin haklılığı net bir şekilde anlaşılacaktır.
(Al-i İmran / 32) "De ki: "Allah'a ve Resulüne itaat edin." Bundan önceki ayette,
muhataplar Resule tâbi olmaya çağırılmışlardı. Tâbi olmaksa, birinin
izinden gitmek demektir. Ama bu da tâbi olunan kişinin bir
yolu izliyor olması ile mümkün olabilecek bir durumdur. Peygamber
Efendimizin (s.a.a) izlediği yol, Allah'ın dosdoğru yolu ve Peygamberi
aracılığıyla egemen kıldığı şeriatıdır. Ki insanların buna
uymaları zorunluluktur. Bundan dolayı, şu anda tefsirini sunduğumuz
bu ayette Peygambere (s.a.a) uymanın anlamı, bir kez daha,
bu sefer "itaat" kalıbı içinde vurgulanmıştır. Bununla verilen mesaj
şudur: Peygamberin de izlediği ihlas (ibadeti sırf Allah'a yönelik
olarak yerine getirmek) yolu, özü itibariyle emirler, yasaklar, davetler
ve yol gösterici irşatlar toplamından ibarettir.
Dolayısıyla, yolundan gitmek suretiyle Peygambere uymak,
yasalaştırılıp egemen kılınan şeriat bağlamında Allah'a ve Resule
itaat etmek demektir. Resul ile birlikte ulu Allah'ın zikredilmesi,
işin özü itibariyle aynı olduğunu vurgulamak içindir. Ve yüce Allah
ile birlikte Resulden söz edilmesi de konunun ona tâbi olmayla
ilintili olmasından dolayıdır. Dolayısıyla bazılarının: "Ayette kastedilen
anlam şudur: "Ki-taba uymak suretiyle Allah'a, sünnete uymak
suretiyle de Resule itaat edin." şeklindeki yorumları yanlıştır.
Çünkü böyle bir yaklaşım: "De ki: Allah'a ve elçisine itaat e-
din." ifadesinin: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun."
ifadesini açıkladığı gerçeğiyle bağdaşmaz. Ayrıca ayet, Allah'a
itaat etmekle Resule itaat etmenin aynı şey olduğunu vurgulamaktadır.
Bu yüzden tekrara gerek duyulmamıştır. Eğer Allah'a
itaat ile Peygambere itaat farklı olgular olsaydı, uygun olanı
şöyle bir ifadenin kullanılmış olmasıydı: "Allah'a itaat edin ve Resule
itaat edin." Tıpkı: "Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden
olan emir sahiplerine de." (Nisâ, 59) ayetinde olduğu gibi. Ki vurguladığımız
husus gayet açıktır.
Biliniz ki: İfadenin mutlaklığı ve objektif ortama uygunluğu
bağlamında bu ayet hakkındaki değerlendirme, önceki ayete ilişkin
değerlendirmeden farklı değildir.
"Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez." Bu ayet,
yukarıdaki emre uymayıp yüzünü çeviren kimselerin kâfir olduklarını
gösterir. Kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan diğer ayetlerden
de bunu algılamak mümkündür. Burada aynı zamanda bu ayetin
önceki ayetin açıklayıcısı konumunda olduğuna yönelik bir işaret
de algılıyoruz. Çünkü ayet, kâfirlere yönelik sevgiyi, Allah'a ve Peygambere
itaati emretmek suretiyle olumsuzluyor. İlk ayette ise,
Peygambere tâbi olmaya ilişkin emre uyan mü'minleri sevmenin
gereği vurgulanıyor. Ayetler arasındaki bağlantıyı bu şekilde kurup
anlamak gerekir.
Tefsirini sunduğumuz bu ayetlere ilişkin olarak yukarıda yer
alan açıklamalardan sırasıyla şu hususlar belirginleşiyor:
a) Takiyye yapmaya genel anlamda izin verilmiştir.
b) Kâfirleri dost edinmenin ve Allah'ın bu husustaki
yasaklamasına uymamanın cezalandırılmağa yol açtığı ve bunun
kesin olarak yasaklandığı açıktır. Bu, yüce Allah'ın kesin,
değişmez hükümlerindendir.
c) İlahî şeriat, sırf Allah'a kulluk sunmanın somut şeklidir. Sırf
Allah'a kulluk sunmak da Allah'ı sevmenin pratik ifadesidir. Diğer
bir ifadeyle: İlahi bilgilerin, ahlâki prensiplerin ve olanca genişliği
ve sonsuz ayrıntılarıyla pratik hükümlerin toplamından ibaret olan
din, tahlil ve çözümleme sonucu, ihlâstan başka bir şeyi ifade
etmez. Bununla insanın özünü, özünün niteliklerini (yâni ahlâkını),
özünün amellerini ve fiillerini tek ve Kahhar olan Allah'a dönük
kılmasını kastediyoruz. Sözünü ettiğimiz bu ihlas ise, yalnızca sevgiye
dayanır. Nitekim din, başka bir perspektiften teslimiyete, teslimiyet
de tevhide dayalı olarak biçimlenir.
d) Kâfirleri dost edinmek küfürdür. Ama zekat vermeyenin ve
namazı terk edenin küfrü gibi ayrıntılara ilişkin bir küfürdür. Temel
prensiplerle ilgili değil. Daha önce söylediğimiz gibi, kâfirleri dost
edinen insanın küfrü, bu dostluğun neden olduğu ifsattan da
kaynaklanıyor olabilir. Yâni, kâfirlerle dostluk kurmak, insanı
sonunda küfre sürükleyebilir. Mâide suresinin tefsirini sunarken
daha ayrıntılı bilgiler sunacağız.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp
da kâfirleri dostlar edinmesinler." ayetiyle ilgili olarak İbn-i İshak,
İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatem, İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler:
"Ka'b b. Eşref'in müttefiki Haccac b. Amr, İbn-i Ebu Hakik ve Kays
b. Zeyd, Ensar'dan bazı kişileri sırdaş-dost edinmek suretiyle onları
dinleri hususunda fitneye düşürmeyi amaçlamışlardı. Rifaa b.
Munzir, Abdullah b. Cubeyr ve Sa'd b. Hüseyme Ensar'dan olan bu
gruba: "Şu Yahudilerden uzak durun. Onları sırdaş edinmekten
kaçının. Yoksa sizi fitneye düşürüp dininizden döndürürler." dediler.
Ama onlar bu uyarıya kulak asmadılar. Bunun üzerine yüce
Allah: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesinler."
diye başlayıp: "Allah her şeye güç yetirendir." ifadesiyle
son bulan ayetleri indirdi. (c.2, s.16)
Ben derim ki: Önceki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi,
bu rivayet ayetin zahiriyle uyuşmuyor. Çünkü "Kâfirler" ifadesinin
mutlak olarak kullanıldığı zaman, Ehl-i Kitabı da kapsayıp kapsamadığı
hususu belirgin değildir. Dolayısıyla bu kıssanın, tefsirini
sunduğumuz ayetlerden çok, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyi
yasaklayan ayetlerin iniş sebebi olması daha uygun düşmektedir.
Tefsir-us Safi adlı eserde: "Ancak onlardan korunma gayesiyle
sakınmanız başka." ifadesiyle ilgili olarak Merhum Tabersî'nin elİhticac
adlı eserinde, Hz. Ali'den (a.s) naklettiği şöyle bir rivayet
aktarılır: "Allah, dininde takiyye yapmanı emretmiştir. Sakın kendini
helake atmayasın. Sana emrettiğim takiyyeyi terk etmeyesin.
Bu durumda kendinin ve kardeşlerinin kanını hedef eder, kendini
ve onları nimetlerden yoksun bırakırsın. Onları Allah düşmanlarının
elinde zelil kılarsın. Oysa Allah onları aziz kılmanı emretmiştir."
(c.1, s.253)
Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle derdi: "Takiyye yapmayanın
dini yoktur." Sonra, Allah: "Ancak onlardan korunma
gayesiyle sakınmanız başka." buyurmuştur." derdi." (c.1, s.166, h:24)
el-Kafi'de İmam Bakır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Ademoğlunun
mecbur kaldığı her yerde takiyye yapmasını yüce Allah
ken-disine helal kılmıştır." (c.2, s.220, h:18)
Ben derim ki: Takiyye'nin meşruluğuna ilişkin olarak Ehl-i Beyt
İmamlarından aktarılan rivayetler o kadar çoktur ki, tevatur düzeyine
erişmişlerdir. Ayetin de buna ilişkin tartışılmaz bir kanıt içerdiği,
gün gibi ortadadır.
Maâni'l Ahbar adlı eserde Said b. Yesar'dan şöyle rivayet edilir:
"İmam Cafer Sadık (a.s) bana şöyle dedi: "Din, sevgiden başka
nedir ki? Çünkü yüce Allah: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız
bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." buyurmuştur."
Aynı hadisi el-Kafi'de (c.8, s.67, h:18) İmam Bakır'dan (a.s) rivayet
etmiştir. Yine Tefsir-ul Kummî (c.1, s.100) ve Tefsir-ul Ayyâşî (c.1,
s.167, h:25) kitaplarının yazarları bu hadisi Hıza'dan, o da İmam
Bâkır'dan (a.s) rivayet etmiştirlerdir. Tefsir-ul Ayyâşî'de Berid aracılığıyla
İmam Bakır'dan (a.s) ve Rib'i aracılığıyla da İmam Sadık'tan
(a.s) rivayet edilmiştir. Bu rivayet, yukarıdaki açıklamamızı destekler
niteliktedir.
Maani'l Ahbar'da İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Allah
kendisine isyan edeni sevmez." Ardından bunu şu dizelerle
ifade ettiği belirtilir:
"İlâha isyan edersin, ama onu sevdiğini söylersin
Bu, ömrüme andolsun ki, görülmemiş bir davranıştır
Eğer onu gerçekten sevseydin, ona itaat ederdin
Seven sevdiğine itaat eder çünkü."
el-Kafi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Allah'
ın kendisini sevdiğini bilmek kimin hoşuna gidiyorsa, Allah'a itaat
yönünde çalışsın ve biz Ehl-i Beyt'e tâbi olsun. Allah'ın, Peygamberine
şöyle dediğini duymamış mıdır?: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız
bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."
(C.8, s.13, h:1)
Ben derim ki: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat
edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisâ, 59) ayetini tefsir
ederken, Ehl-i Beyt İmamlarına tâbi olmanın Peygambere (s.a.a)
tâbi olmak anlamına gelişinin mahiyetini etraflı bir şekilde
açıklayacağız.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Abd b. Hamid, Hasan'dan şöyle
rivayet eder: "Resulullah Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Sünnetimden
yüz çeviren benden değildir." Ardından şu ayeti okuduğunu
belirtir: "De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da
sizi sevsin." (c.2, s.17)
Yine aynı eserde, İbn-i Ebu hatem, Ebu Nuaym Hilyet-ul Evliya
adlı eserde ve Hakim Aişe'den şöyle rivayet ederler: "Resulullah
Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Şirk, karanlık bir gecede düz bir kaya
üzerindeki küçücük bir karıncanın hareketinden daha gizlidir.
Şirkin en hafifi bir şekilde zulme karşı sevgi beslemek ve adalete
karşı buğzetmektir. Din; Allah için sevmek ve Allah için
buğzetmekten başka nedir ki?! Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Deki:
Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin."
(c.2, s.17)
Yine aynı eserde, Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi, İbn-i Mace, İbn-i
Habban ve Hakim, Ebu Rafi kanalıyla Peygamberimizin (s.a.a)
şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "İçinizden biri saltanat tahtına
kurulup, benim tarafımdan emredilen veya yasaklanan bir şey
kendisine hatırlatıldığında: "Bilemiyoruz. Biz, Allah'ın kitabında
bulduklarımıza tâbi oluruz." demesin." (c.2, s.17)
33- Gerçek şu ki Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve
İmrân ailesini alemler üzerine seçti.
34- Onlar birbirlerinden türeme tek bir zürriyettir. Allah işitendir,
bilendir. AYETLERİN AÇIKLAMASI
Böylece Meryem oğlu İsa (a.s) kıssalarına ve bu kıssalarla ilgili
değerlendirmelere, onunla ilgili gerçek bilgilerin aktarımına, Ehl-i
Kitabın asılsız iddialarının aksini kanıtlayan somut gerçeklerin
serde-dilmesine başlanıyor. Bu iki ayet, kendisinden sonraki ayetleri,
ken-disinden önce yer alan ve Ehl-i Kitabın üzerinde bulunduğu
durumu sergileyen ayetlere bağlıyor.
(Al-i İmran / 33) "Gerçek şu ki Allah, Adem'i, Nuh'u… seçti."
Ayetin orijinalinde geçen ve "istefa" kelimesinin mastarı olan "istifa",
"Andolsun, biz onu dünyada seçtik." (Bakara, 130) ayetini tefsir
ederken söylediğimiz gibi "Bir şeyin özünü alıp, onu bulandırıcı
şeylerden kurtarmak" demektir. Bu açıdan "ihtiyar=seçme" kelimesine
yakın bir anlam ifade etmektedir. Öte yandan "İslam" makamına dayalı
olarak belirginleşen "velayet" makamıyla örtüşmektedir. Ki kulun
salt Rabbinin emrine tes-lim olması, yalnızca O'nu razı edecek
şeyler yapması düzeyinde bir yaşam çizgisine erişmesini anlatır.
Ancak, burada kastedilen "alemlerden üstün kılma" değildir.
Eğer bu seçmeyle söz konusu husus kastedilseydi, ayette "alem
lerden" şeklinde bir ifadenin kullanılması daha uygun olurdu. Bu
durumda İslam'ın sırf onlara özgü kılındığı
şekilde bir sonuçla karşılaşılırdı
ki, anlam bozulurdu. Çünkü alemler üzerine seçmek, bir
tür tercih ve başkalarının ortaklığı söz konusu olmayacak şekilde
bazı hususlarla ilgili olarak öne geçirmek demektir.
Buradaki "seçme"nin farklı olduğuna ilişkin olarak verdiğimiz
bilgilerin doğruluğunun kanıtı
şu ayettir: "Hani melekler: "Meryem,
şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve alemlerin kadınlarından
üstün kıldı." (Âl-i İmrân, 42) Görüldüğü gibi bu ayette iki
türlü "seçme"den söz ediliyor. Şu halde "seçme"ler arasında fark
vardır.
Yüce Allah, alemler üzerine seçilenler arasında Hz. Adem ve
Hz. Nuh'tan söz ediyor. Hz. Adem'e gelince; onun seçilişi, yüce Allah'ın
yeryüzüne halife kıldığı insan türünün ilk bireyi olmasıdır.
Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Hani Rabbin,
meleklere: "Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim."
demişti." (Bakara, 30) İlk kez tövbe kapısının açılmasına neden olan
da odur: "Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru
yola iletti." (Tâhâ, 122) İlk defa kendisine din gönderilen ve bu din-
den kaynaklanan bir şeriat verilen de odur: "Artık size benden bir
yol gösterici gelecektir; kim benim hidayetime uyarsa, artık o
şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz." (Tâhâ, 123) Bu niteliklere sahip
bir kişi daha yoktur. Bu ne güzel bir şan onun için.
Hz. Nuh'a gelince; o: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah…
peygamberler gönderdi." (Bakara, 213) ayetini tefsir ederken
söylediğimiz gibi kitap ve şeriat sahibi, Ulu'l Azm (çığır açıcı) beş
peygamberden biridir. İnsanlığın ikinci babasıdır. Yüce Allah
alemler içinde onun üzerine selam kılmıştır: "Ve onun soyunu,
dünyada onları bâki kıldık. Sonra gelenler arasında ona hayırlı
bir isim bıraktık. Alemler içinde selam olsun Nuh'a." (Sâffat, 79)
Sonra yüce Allah, alemler üzerine seçilenler arasında İbrahim
ailesinden ve İmrân ailesinden söz ediyor. Ayetin orijinalinde ge
çen "âl" kelimesi, bir şeyin has yakınları anlamında kullanılır.
Ragıp, el-Müfredat adlı eserinde şunları söyler: "Bir görüşe göre
"âl" kelimesi, "ehl" kelimesinden dönüşmüştür. Çünkü "âl"ın küçültme
ismi "uheyl" şeklindedir. Ancak bu kelime konuşan canlıların
seçkinlerine izafe edilir, bunların adısanı bilinmeyenlerine,
zamana ve mekana izafe dilmez. Sözgelimi: "Falanın âlı" denir de
"Adamın âlı" veya "şu zamanın" yahut "şu konunun âlı" denmez.
Örneğin: "Terzinin âlı" denmez. Tersine bu kelime en üstün ve en
şerefli olanlara izafe edilir. "Allah'ın âlı", "sultanın âlı" denebilir.
Ama "ehl" kelimesi her şeye izafe edilebilir: "Zamanın ehli" ve
"Beldenin ehli" denilebildiği gibi "Allah'ın ehli" ve "Terzinin ehli" de
denebilir." Bir görüşe göre; bu kelime şahıs isimdir ve "uvely" şeklinde
küçültülür. Akrabalık veya kölelik yoluyla insana çok yakın
olan kimseler anlamında kullanılır." el-Müfredat'tan aldığımız alıntı
burada sona erdi. Şu halde "İbrahim'in ve İmrân'ın âli"nden
maksat, onların ehli içinde kendisine çok yakın olanlardır.
İfadenin zahirinden anladığımız kadarıyla İbrahim'in ailesinden
maksat, soyundan gelen iyilerdir. İshak, İsrâil (Yakup) ve diğer
İsrâiloğulları'ndan olan peygamberler, İsmail ve onun soyundan
gelen pâk kimseler, hepsinin efendisi Hz. Muhammed (s.a.a) ve
velayet makamı itibariyle ondan sonra gelip ona bağlı olanlar gibi.
Ancak İbrahim ailesi ile birlikte İmrân ailesinden de söz edilmesi,
ifadenin bu genişlikte kullanılmadığını gösterir. Çünkü burada sözü
edilen İmrân, ya Meryem'in ya da Musa'nın babasıdır. Her iki
takdirde de İbrahim'in soyunun ve âlinin kapsamına girer. Ama
görüldüğü gibi ayette, İbrahim'in âlinin dışında tutulmuşlardır. Bu
halde, bu ayette geçen "İbrahim'in âli"nden maksat, temiz soyunun
bir kısmıdır, tümü değil.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Yoksa anlar Allah'ın
kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu
biz, İbrahim'in ailesine kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir
mülk de verdik." (Nisâ, 54) Ayetin içinde yer aldığı bölümün akışını
göz önünde bulundurduğumuz zaman, İsrâiloğulları'nın tutumlarını
reddedici ve onları yerici mahiyette olduğunu görürüz. Dolayısıyla
bu ayette sözü edilen: "İbrahim ailesi" ile, İsrâiloğulları'ndan
yâni İshak'tan, Ya-kup'tan ve Yakub'un soyundan (ki onlar
İsrâiloğulları'dır) başka bir topluluk kastedilmiştir. Geride, İbrahim'
in tertemiz ailesini temsil etmek üzere İsmail'in soyundan başkası
kalmıyor. Peygamber Efendimiz (s.a.a.) ve Ehl-i Beyti de bunlar
arasında yer alır.
İleride, inşallah, ayette geçen "insanlar" ifadesiyle bizzat
Peygamberimizin (s.a.a) kastedildiğinden ve onun bu ayetin delaletiyle
İbrahim'in ailesinin kapsamına girdiğinden söz edeceğiz.
Ayrıca, başka ayetler de bu hususa işaret etmektedir: "Doğrusu,
insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu Peygamber
ile iman edenlerdir." (Âl-i İmrân, 68) "İbrahim, İsmail'le birlikte
Evin (Kâbe'nin) sütunlarını yükselttiğinde ikisi şöyle dua
etmişti: "Rabbi-miz, bizden bunu kabul et. Şüphesiz, sen işiten ve
bilensin; Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş kıl ve soyumuzdan
sana teslim olmuş bir ümmet ver. Bize ibadet yöntemlerini göster…
Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara ayetlerini
okusun, kitap ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın." (Bakara,
127-129)
Dolayısıyla "İbrahim'in ailesi" onun İsmail kanalıyla devam
eden tertemiz zürriyetidir. Tefsirini sunduğumuz ayette sınırlandırma
kastı güdülmüyor. Bu ayette, İbrahim'in ve Musa gibi İshak
kanalıyla süren soyundan gelen tertemiz peygamberlerin seçilmişliğinden
söz edilmemiş olması ile, birçok ayette insanların menkıbelerinden,
üstün konumlarından ve yüksek derecelerinden söz
edilmiş olması arasında bir çelişki yoktur. Konuyla ilgili birçok ayet
vardır ve onları burada zikretmenin gereği yoktur. Çünkü bir şeyi
olumlamak, ondan başkasını olumsuzlamak anlamına gelmez.
Ayetteki bu yaklaşım, İsrâiloğulları'na ilişkin şu tür nitelemelerle
de çelişmemektedir: "Andolsun, biz İsrâiloğulları'na kitap,
hüküm ve peygamberlik verdik, onları temiz ve güzel şeylerle
rızıklandırdık ve onları alemlere üstün kıldık." (Câsiye, 16) Ayetler
arasında çelişmenin olmaması apaçıktır.
İsrâiloğulları'nın alemlerden üstün kılınması, başkalarının
hem alemlerden, hem onlardan üstün kılınmasına engel değildir.
Bir veya bir kaç kavmin başkalarından üstün kılınmış olması, yalnızca
onların dünyevî veya uhrevî fazilet açısından diğer insanların
önüne konulmuş olduklarını gösterir. Eğer onların insanlardan üstün
kılınmaları, başkalarının üstün kılınmışlığını veya tefsirini sun-
duğumuz ayette sözü edilenlerin, yâni Adem'in, Nuh'un, İbrahim'in
ailesinin ve İmrân ailesinin alemlerin üzerinde seçilmiş olmaları,
başkalarının alemler üzerinde seçilmiş olmalarını olumsuzlasaydı,
bu durumun ayette zikredilenler arasında da bu tür bir olumsuzlamayı
gerektireceği açıktır.
Aynı
şekilde bunların, başkalarına üstün kılınmış olmaları, birbirlerine
üstün olmalarını da olumsuzlamaz. Nitekim yüce Allah,
peygamberleri alemlerden üstün kıldığı gibi, onların bazısını da
diğer bazısından üstün kılmıştır. Yüce Allah konuyla ilgili olarak
şöyle buyuruyor: "Onların hepsini alemlere üstün kıldık." (En'âm,
86) "Biz peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." (İsrâ,
55)
İmrân ailesine gelince; İmrân'ın Meryem'in babası olduğu
anlaşılıyor. Tefsirini sunduğumuz bu iki ayetin, İmrân'ın karısının
ve kızı Meryem'in kıssasını anlatan ayetlerden hemen sonra yer
almış olması da bunu desteklemektedir. Kur'an'da Meryem'in
babası "İmrân" ismiyle bir kaç kez zikredilmiştir. Ama Musa'nın
babasıyla ilgili olarak kullanıldığı kesinlik kazanan İmrân ismi, bir
tek yerde bile zikredilmemiştir. Bu durum, ayette geçen "İmrân"
ismiyle Meryem'in babasının kastedildiği görüşünü
desteklemektedir. Buna göre, ayette geçen "İmrân ailesi"
ifadesiyle Hz. Meryem ve Hz. İsa veya ikisiyle birlikte İmrân'ın
zevcesi kastedilmiştir.
Hıristiyanların Meryem'in babasının adının "İmrân" olduğunu
kabul etmedikleri değerlendirmesine gelince; Kur'an onların
hevasına uyacak değildir.
(Al-i İmran / 34) "Onlar birbirlerinden türeme tek bir zürriyettir." Zürriyet kelimesi
aslında küçük çocuklar anlamındadır. Daha sonra bütün çocuklar
anlamında kullanılmıştır. Ayette kastedilen de budur. Grame-tik
açıdan atf-ı beyan konumunda olduğu için mansuptur.
"...birbirinden..." ifadesi gösteriyor ki varsayılan her bir grup,
diğer gruptan başlayıp onda son buluyor. Bu da tümünün, nitelik
ve durum itibariyle parçaları birbirinden ayırdedilmeyecek şekilde
benzeşmesini gerektirir. Konu onların seçilmiş olmalarıyla ilgili
olduğuna göre, bu demektir ki, onlar, yüce Allah'ın kendilerini alemler
üzerine seçmek suretiyle bahşettiği üstünlük niteliği bakımından
birbirinden farksızdırlar. Çünkü ilahi fiillerde boş, yararsız
ve oyun gibi şeyler ta-savvur edilemez. Alemde son derece önemli
hayırlara menşe oluşturan, seçip üstün kılma olayı da ilahi fiillerdendir.
"Allah işitendir, bilendir." Onların vicdanlarının derinliklerindeki
duygularına delalet eden sözlerini işitir. Vicdanlarının ve kalplerinin
derinliklerindeki düşüncelerini, duygularını bilir. Bu bakımdan
bu son cümle, onların seçilmişliklerini gerekçelileştirme amacına
yöneliktir. Nitekim: "Onlar birbirlerinden türeme tek bir zürriyettir."
ifadesi de seçilme nimetinin tümünü kapsadığına işaret eden
bir gerekçelileştirme cümlesi konumundadır. Dolayısıyla ifadeden
şu sonucu algılıyoruz: Yüce Allah bunları alemlerin üzerine seçti.
Ancak bu seçilmişlik tümünü kuşatan bir lütuftur. Çünkü onlar,
bireyleri benzeşen tek bir zürriyettir. Kalplerin teslim olmuşluğu ve
hak mesajın temsilciliği bakımından birbirlerine gelip dayanırlar.
Allah, onları alemlerin üzerine seçmekle onlara büyük nimet bahşetmiştir.
Çünkü o, onların sözlerini işitir ve kalplerinde geçenleri
bilir.
el-Uyun'da İmam Rıza (a.s) ile Me'mun arasında geçen şu
diyaloğa yer verilir: "Me'mun dedi ki: "Allah, Peygamberin (s.a.a)
soyunu diğer insanlardan üstün kılmış mıdır?" İmam (a.s) dedi ki:
"Yüce Allah kitabının muhkem ayetlerinde Hz. Peygamberin (s.a.a)
soyunun geri kalan insanlardan üstün olduğunu belirtmiştir."
Me'mun şöyle dedi: "Bu dediğin, kitabın neresindedir?" İmam Rıza
(s.a) şöyle dedi: "Gerçek şu ki, Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini
ve İmrân ailesini alemler üzerine seçti. Onlar birbirlerinden
türeme tek bir zürriyettir." (c.1, s.230, h:23)
Tefsir-ul Ayyaşî'de Ahmed b. Muhammed, İmam Rıza'dan (a.s),
o da İmam Bakır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Kim, (Allah'ın) bir
işten (halkın işinden) boşaldığını (yarattıktan sonra onların işlerine
karışmadığını) iddia ederse, yalan söylemiş olur. Çünkü yüce Allah'ın
meşiyeti canlılar arasında yürürlüktedir; istediğini diler ve
dilediğini yapar. Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar birbirlerinden
türeme tek bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir." Sonu başındandır
ve başı sonundandır. Eğer ondan bir şeyin kesin olacağı
[İmrân'a erkek çocuğu verileceği] size haber verilir ama ondan
başkası [kız çocuğu Meryem] olursa, yine de bildirildiğiniz üzere
sonra o haber [Hz. İsa'nın doğmasıyla erkek çocuğunun verilmesi]
gerçekleşmiştir. [Dolayısıyla bu tür olaylarla Allah'ın işlerden el
çektiğini sakın sanmayasınız.] (c.1, s.169, h:32)
Bu ifade: "Onlar birbirlerinden türeme tek bir zürriyettir."
cümlesi hakkında yaptığımız açıklamalara işaret ediyor.
Yine aynı eserde İmam Bakır'ın (a.s) bu ayeti okuduktan sonra
şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Biz onlardanız. Biz bu zürriyetin
devamı ve bakiyesiyiz." (c.1, s.168, h:29)
Ben derim ki: İmam (a.s): "Biz bu zürriyetin devamı ve bakıyesiyiz."
sözünde geçen "itret", aslı itibariyle bir şeyin dayandığı temel
demektir. Bu yüzden evlatlara ve göçüp giden yakın akrabala
ra "itret" denir. Diğer bir ifadeyle, aşiretin koruma altında olan bel
kemiği anlamını ifade eder. Bundan anlaşılıyor ki, Hz. İmam (a.s)
yüce Allah'ın: "Onlar birbirlerinden türeme tek bir zürriyettir." sözünden,
Adem'den, Nuh'a, İbrahim ailesine ve İmrân ailesine doğru
devam eden ve korunan bir soy birliğini anlamıştır. Böylece Adem
ve Nuh'la birlikte İbrahim ailesi ile İmrân ailesinin zikredilmiş
olmasındaki incelik de anlaşılıyor. Bu, seçilmişliğin bir zincirin
halkaları gibi bitişik bir şekilde devam ettiğine yönelik bir işarettir.
35- Hani İmrân'ın karısı demişti ki: "Rabbim, karnımda olanı,
her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak sana adadım,
benden kabul et. Şüphesiz sen işitensin, bilensin."
36- Onu doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken,
dedi ki: "Rabbim, onu kız doğurdum." Oysa erkek, kız gibi
değildir. "Ona Meryem adını verdim. Ben onu ve soyunu kovulmuş
şeytandan sana sığındırırım."
37- Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti; onu
güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriya'yı da onun bakımı ile
görevlendirdi. Zekeriya onun yanına, mihraba her girişinde onun
yanında bir rızık bulurdu. "Ey Meryem, bu sana nereden (geliyor)?"
deyince, "Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız
(karşılıksız) rızık verir." derdi.
38- Orada Zekeriya Rabbine dua etti; "Rabbim, bana katından
tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu sen duaları işitensin." dedi.
39- O, mihrapta durmuş namaz kılarken, melekler ona seslendi:
"Allah sana, Allah tarafından gelen bir kelimeyi doğrulayıcı,
efendi, nefsine hakim ve iyilerden bir peygamber olarak Yahya'yı
müjdeler."
40- Dedi ki: "Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve
karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?" "Böyle-dir" dedi, "Allah
dilediğini yapar."
41- "Rabbim, o halde bana alamet ver!" dedi. "Senin için ala-
met, işaret dışında insanlarla üç gün konuşmamandır. Ayrıca
Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et." dedi.
(Al-i İmran / 35) "Hani İmrân'ın karısı demişti ki:"Rabbim, karnımda
olanı, her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak sana adadım, benden
kabul et. Şüphesiz sen işitensin, bilensin." Adak; bir insanın aslında
vacip olmayan bir şeyi kendi üzerine gerekli kılması, zorunlu hale
getirmesi demektir. Özgür kılma anlamına gelen "muharreren"
kelimesinin mastarı "tahrir" ise, bağları çözüp serbest bırakmayı
ifade eder. Köle azat etmek anlamında kullanılan "tahrir" buradan
gelir. Yine kitap yazmak anlamında kullanılan "tahrir" de buradan
gelir, çünkü bununla, sanki zihin ve düşünce dağarcığında olan
anlamlar serbest bırakılır. Ayetin orijinalinde geçen "Tekabbel"
kelimesinin mastarı "Takabbül" ise, isteyerek ve memnuniyetle bir
şeyi kabul etmek demektir. Hediye kabul etmek ve dua kabul etmek
gibi.
"Hani İmrân'ın karısı demişti ki: "Rabbim, karnımda olanı…
sana adadım..." ifadesi, kadının bu sözleri söylediği sırada hamile
olduğunu ve İmrân'dan hamile kalmış olduğunu gösterir. İfadenin
satır aralarından kocası
İmrânın o sırada yaşamadığını algılamak
mümkündür. Aksi takdirde, karnındaki yavrusunu, kendi başına,
bağımsız bir adaması mümkün olamazdı. Buna: "Onlardan hangisi
Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur'a atarlarken
sen yanlarında değildin." (Âl-i İmrân, 44) ayeti de işaret etmektedir.
Söz konusu ayeti tefsir ederken daha ayrıntılı bilgi
sunacağız.
Bilindiği gibi, baba veya annenin çocuğunu özgür bırakması,
ancak onun üzerindeki terbiye etme, amaçları doğrultusunda kullanma
ve emirlerine uymayı zorunlu kılma şeklinde somutlaşan
velayet haklarını kaldırmaları
şeklinde olur. Dolayısıyla çocuk bu
şekilde serbest bırakıldığı zaman, anne ve babasının kendisini
kullanmaları tasallutundan kurtulmuş olur. Yoksa çocuğun anne
ve babası tarafından özgür bırakılması, kölelikten azât edilmesi
anlamında değildir. Buna göre eğer serbest bırakma işlemi, yüce
Allah'a adanmışsa, çocuk Allah'ın velayeti altına girmiş olur; O'na
ibadet eder, O'na hizmet eder. Ya da adanmadığı ve özgür bırakılmadığı
takdirde, anne-babanın velayeti altında bulunması ve
onlara hizmet etmesi gerekli olduğu bir zaman sürecinde havralarda,
kiliselerde veya Allah'a ibadet amacıyla kullanılan diğer bir
mekanda hizmet eder.
Denildiğine göre, o dönemde insanlar çocuklarını Allah'a
adarlardı. Anne ve baba çocuğu kendi çıkarları doğrultusunda
çalıştırmazlardı; onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda
yönlendirmezlerdi. Tersine o-nu, hizmet etmek ve nefis tezkiyesi
yapmak üzere kiliseye bırakırlardı. Böylece erginlik çağına erişinceye
kadar oradan ayrılmazdı. Erginlik çağına eriştiğinde kilisede
kalmak ya da gitmek arasında serbest bırakırlardı. Bundan sonra
çocuk dilerse kalır, dilerse çekip giderdi.
İfadeden anlaşıldığı kadarıyla, kadın, karnındaki çocuğun kız
değil erkek olduğuna inanıyordu. Çünkü Rabbine kesin ifadeli,
hiçbir ihtimale yer vermeden şartsız ve kayıtsız olarak dua ediyordu:
"Karnımda olanı, her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş
olarak sana adadım." diyor ve meselâ: "Şayet erkek olursa."
gibi bir ifadeye yer vermiyor.
İfadede geçen "muharreren=özgürlüğe kavuşturulmuş olarak"
kelimesi, hem erkek hem dişi anlamında kullanılan "ma-
mevsule"nin "hâli" olduğu için eril olarak kullanılmamıştır. Çünkü
eğer kadın, ister erkek, ister kız olsun karnındakini adamış olsaydı,
doğum yaptığı zaman: "Rabbim, onu kız doğurdum." diye
üzülmezdi. İleride açıklayacağımız gibi: "Allah onun ne doğurduğunu
daha iyi bilirken" ve: "Oysa erkek, kız gibi değildir." ifadelerine
yer vermenin de bir anlamı olmazdı.
Yüce Allah'ın kadının kesin bir ifadeyle söylediği sözleri hikaye
etmesi, kadının bu yöndeki kanaatinin sadece laf olsun diye
söylemediğini ya da deney ve benzeri yollarla kadınların
zihinlerinde uzanan sezgisel verilere dayalı olarak konuşmadığını
uzanan sezgisel verilere dayalı olarak konuşmadığını gösteriyordu.
Çünkü bü-tün bunlar zandır; zan ise, haktan yana bir yarar
sağlamaz. Ayrıca yüce Allah, batıldan ancak batıllığını ortaya
koymak ve geçersiz kılmak için söz eder. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Allah, her dişinin neyi yüklendiğini ve döl yataklarının
neyi eksiltip neyi eklediğini bilir." (Râ'd, 8) "Kıyamet saatinin
bilgisi, şüphesiz Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde
olanı bilir." (Lokman, 34) Böylece, rahimlerde olanı bilme, yüce Allah'a
özgü bir gayb olarak sunuluyor. Diğer bir ayette de şöyle
buyuruluyor: "O, gaybi bilendir. Kendi gaybını kimseye açık
tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu kimseler başka." (Cin, 2627)
Burada da O'ndan başkasının gaybi bilmesinin vahye bağlı olduğu
belirtiliyor.
Şu halde yüce Allah'ın, kendi ilmine özgü kıldığı bir hususta bu
kadının kesin bir inanca dayalı olarak söylediklerini hikaye etmesi,
kadının karnındaki çocuğun cinsiyetinin erkekliğine ilişkin olarak
söylediği sözlerin bir şekilde vahye dayandığını gösterir. Bu yüzden
çocuğun kız olduğu anlaşılınca, bir erkek çocuğuna sahip
olmadığından dolayı üzülmediği gibi, bir kez daha kesin ve kararlı
bir ifadeyle: "Ben onu ve soyunu, kovulmuşşeytandan sana
sığındırırım." diyor. Burada da somut hiçbir belirti yokken, kızın
zürriyetinin olacağını kesin bir ifadeyle belirtiyor.
"Benden kabul et." sözünün mahzuf olan mef'ulu, salih bir
amel olduğundan dolayı adama işinin kendisi ihtimal dahilinde
olduğu gibi, özgürlüğe kavuşturulmuş çocuk da olabilir. Fakat:
"Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti." ifadesi,
özgürlüğe kavuşturulmuş çocuğun kastedildiğine işaret etmektedir.
(Al-i İmran / 36) "Onu doğurunca… "Rabbim, onu kız doğurdum" dedi."
"Karnında olan" ifadesinin yerine dişil "ha" zamirinin kullanılmış olması, gayet
incelikli bir özetleme, kısaca ifade etme şeklidir. Dolayısıyla cümlenin anlamı
şu şekilde belirginleşiyor: Karnındakini doğurun
ca ve onun bir kız çocuğu olduğu anlaşılınca, dedi ki: "Rabbim,
onu kız doğurdum." Bu ifade, doğan çocuğun cinsiyetini bildirmek
için değil, ama üzüntüyü ve hasreti yansıtmak için kullanılmıştır.
Ki bu husus ayetin akışından rahatlıkla anlaşılır.
"Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken... Oysa erkek, kız gibi
değildir." Her iki cümle de ara cümlecik konumundadır, yâni ayraç
amaçlı cümledir ve Allah tarafından söylenmişlerdir. İmrân'ın karısı
tarafından söylenmiş değildir. Bazılarının: "Birinci cümle yüce
Allah'ın, ikincisi ise İmrân'ın karısınındır." şeklindeki değerlendirmeleri
de doğru değildir.
Birinci cümlenin ifade ettiği anlam açıktır; fakat kadının:
"Rabbim onu kız doğurdum." şeklindeki sözleri hasret ve
üzüntüyü dışa vurmak için telaffuz edildiğinden dolayı, yüce Allah'
ın: "Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken." şeklindeki
sözleri, doğan çocuğun kız olduğunun Allah tarafından bilindiğinin
vurgulanması için yer almıştır. Demek isteniyor ki: Biz onun kız
olduğunu biliyoruz; fakat biz, onun temenni ettiği şeyi en güzel
şekilde ve en pratik tarzda sonuçlandırmayı istedik. Eğer kadın,
karnında kız çocuğunu yaratmamızdaki maksadı bilseydi, bu
şekilde üzülüp hasret duymayacaktı.
Oysa onun istediği erkek çocuğunun, bizim ona bahşettiğimiz
kız çocuğu gibi olması mümkün değildir. Bir kız çocuğunun olmasıyla
meydana gelebilecek gelişmeler, erkek çocuğuyla birlikte
yaşanmaz. Onun beklediği erkek çocuğu en fazla İsa gibi peygamber
olabilir, doğuştan kör ve alacayı iyileştirir, ölüyü diriltir.
Fakat bu kız çocuğu aracılığıyla Allah'ın kelimesi tamamlanacak
ve babasız olarak bir çocuk dünyaya getirilecektir. O ve oğlu, alemler
için bir ayet ve işaret olacaklar. Oğlu daha beşikteyken insanlarla
konuşacak, Allah'tan bir ruh ve bir kelime olacaktır. Allah
katında onun örneği Adem'in örneği gibi olacaktır. Bunun gibi yüce
Allah, Meryem'in ve oğlu İsa'nın yaratılışı ile daha birçok göz
kamaştırıcı mucizeleri insanlara gösterecektir.
Buradan hareketle: "Oysa erkek, kız gibi değildir." sözünün
İm-rân'ın karısının yerine yüce Allah'a atif olduğunu anlıyoruz. Eğer
bu söz, kadın tarafından söylenseydi: "Oysa kız, erkek gibi değildir."
şeklinde telaffuz edilmeliydi, tersi değil. Çünkü onurlu bir şeyi
veya yüksek bir makama sahip olmayı bekleyen, ama ondan daha
düşük bir şeyi elde eden, bundan dolayı da üzüntüsünü bildirmek
isteyen bir kimse: "Bu elde ettiğim şey, istediğim ve arzuladığım
şey değildir." veya "Bana nasip olan şu şey, beklediğim şey değildir."
der. "Benim beklediğim şey, bana nasip olan şu şey gibi değildir."
şeklinde konuşmaz. Dolayısıyla ayetin orijinalinde geçen
"zeker=erkek" ve "ünsa=kız" kelimelerinin başındaki veya sadece
"ünsa=kız" kelimesinin başındaki marifelik edatı olan "el" takısı
zihin içi ahit algı içindir.
Tefsir bilginlerinin bir çoğu: "Oysa erkek, kız gibi değildir." ifadesinin,
İmrân'ın karısının sözlerinin devamı gibi algılamıştır. Bu
yüzden kızdan önce erkeğin zikredilmesini izah etmekte güçlük
çekmişler ve maksatla ilgisi bulunmayan yorumlar yapmak zorunda
kalmışlardır. Konuyla ilgili detaylı bilgiler edinmek için, bu
görüşe sahip olan tefsir bilginlerinin kitaplarına müracaat edilsin.
"Ona Meryem adını verdim. Ben onu ve soyunu kovulmuşşeytandan
sana sığındırırım." Denildiğine göre Meryem kelimesi,
İbranicede ibadet eden ve hizmet eden kadın demektir. Bununla
da, doğar doğmaz çocuğa isim verilmesinin ve yüce Allah'ın bu
isimlendirmeden söz etmiş olmasının nedenini kavrıyoruz. Çünkü
kadın, çocuğun ibadet ve kiliseye hizmet için özgürlüğe kavuşturulmuş
bir erkek olmasından ümidini kesince, hemen çocuğa isim
vermeye ve daha isim verme anından itibaren onu ibadet ve ma-
bet hizmetine hazırlamaya başlıyor. Dolayısıyla, kadının: "Ona
Meryem adını verdim." sözü: "Ben doğurduğum bu çocuğu özgürlüğüne
kavuşmuş olarak sana adadım." anlamında kullanılmıştır.
Kadının sarf ettiği bu sözlerin, adak verme niteliğinde olduğunun
kanıtı, yüce Allah'ın şu sözleridir: "Bunun üzerine Rabbi onu güzel
bir kabulle kabul etti; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi..."
Sonra kadın, çocuğunu ve soyunu taşa tutulmuş, kovulmuş
şeytandan Allah'a sığındırıyor. Ki Allah'a yönelik ibadeti yerine
getirsin ve mabet hizmetini ifa etsin. Böylece verilen isim, anlamıyla
örtüşmüş olsun.
"Ve soyunu…" ifadesine gelince; bu ifade herhangi bir şart ve
kayıtla birlikte zikredilmediği için, karşılıklı konuşma esnasında,
hakkında bilgi sahibi olmayan bir kimsenin -gelecek zamanı Allah'tan
başka kimsenin bilmediği gaybın kapsamında olduğu için-
bu şekilde kanuşması doğru olmaz. Çünkü insanın gelecekteki
durumu, Allah'tan başka kimsenin bilmediği gaybın kapsamındadır.
Dolayısıyla, bu ifade hakkındaki değerlendirme: "Rabbim,
karnımda olanı, her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş
olarak sana adadım." ifadesine ilişkin değerlendirmemizin aynısı
olacaktır.
Şu halde bunun bir tek izahı vardır: Kadın İmrân'ın sulbünden
salih bir erkek çocuğuna sahip olacağını biliyordu. Hamile kalıp
İm-rân'ın da ölümünü görünce, karnındaki çocuğun vadedilen erkek
çocuğu olduğundan kuşku duymadı. Ancak çocuğu doğurup
yanıldığını fark edince, vadedilen çocuğun bu kız neslinden geleceğini
anladı ve hemen adağını erkekten kıza kaydırdı. Kızın adını
da ibadet eden ve hizmet eden anlamına gelen Meryem olarak
koydu. Onu ve soyunu taşa tutulmuşşeytandan Allah'a sığındırdı.
Ayetler üzerinde iyice düşünüldüğünde bunun böyle olduğu rahatlıkla
anlaşılır.
(Al-i İmran / 37) "Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti;
onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi." Kabul etme fiili "güzel" niteliğiyle birlikte
kullanıldığı zaman, hoşnutlukla kabul etme, razı olma, memnuniyetle
onaylama anlamını ifade eder. Şu halde, bu cümle, "Rabbi onu bir
kabul edilişle kabul etti." şeklinde vurgulu bir ifade niteliğindedir.
Dolayısıyla "takabbul" ifadesinin "güzel kabul" deyimiyle analiz
edilmiş olması, cümlenin asıl maksadının "güzel kabul" olduğunu
gösterir. Çünkü "güzel kabul" ifadesinde açık bir onurlandırma
vardır.
"Rabbi onu kabul etti." ve "güzel bir bitki gibi…" cümlelerine
karşılık olarak: "Ona Meryem adını verdim…" ve "…şeytandan…"
cümleleri yer alıyor. Bu ikişerli cümlelerin karşılıklığı: "Bunun üzerine
Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti." cümlesinin "Ona
Meryem adını verdim." cümlesindeki Meryem'in kabul edildiğini
ve "Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi." cümlesinin de: "Ben onu ve
soyunu kovulmuşşeytandan sana sığındırırım." cümlesindeki
çocuğun, şeytandan Allah'a sığındırılmasının kabul edildiğinin
göstergesi olmasını gerektirir.
Şu halde, "Güzel bir kabulle kabul etti" ifadesinden maksat,
İmrâ-n'ın karısının gerçekleştirdiği fiiliyle sunduğu adağın kabul
edilmesi ve ahirette bu amelinin ödülünü görmesi değildir. Çünkü
kabul etme, adak yerine Meryem'e nispet edilmiştir. Daha doğrusu,
kızın Meryem olarak isimlendirilmesinin ve özgürlüğe kavuşturulmasının
kabul edildiği kastediliyor ki, bunun anlamı da, onun
seçilmişliğidir. (Daha önce, seçilmişliğin yüce Allah'a tam anlamıyla
teslim olmayı ifade ettiğini belirtmiştik.) Bunun üzerinde iyice
düşünüp kavrayın.
"Onun güzel bir bitki gibi yetiştirilmesi"nden maksat, ona ve
soyuna olgunluğun ve arınmışlığın bahşedilmiş olmasıdır. Ona ve
onun bir uzantısı olan soyuna, şeytanın pislik, vesvese ve ayartma
bulaştıramayacağı, tertemiz bir hayatın verilmesidir.
"Güzel kabul" seçilmişliğe, "güzel bitki" de arındırmışlığa dönüktür.
Bu iki olaya da ileride açıklayacağımız şu ayetin içeriği
kapsamında işaret ediliyor: "Hani melekler: "Ey Meryem, şüphesiz
Allah seni seçti, seni arındırdı..." (Âl-i İmrân, 42)
Yukarıdaki açıklamalardan yola çıkarak Meryem'in seçilmesinin
ve arındırılmasının, annesinin daha önce yaptığı duanın kabul
görmesinin bir belirtisi olduğunu anlıyoruz. Onun dünya kadınları
içinde İsa'nın annesi olmak üzere seçilmesi, onun ve oğlunun alemler
için bir alamet kılınması, yüce Allah'ın: "Oysa erkek, kız
gibi değildir." sözünü doğrulayan olgulardır.
"Zekeriya'yı da onun bakımı ile görevlendirdi." Zekeriya'nın sorumlu
kılınması, çekilen kur'anın onun adına isabet etmesi sonucu
belirlenmişti. Çünkü kimin onun sorumluluğunu alacağı hususunda
aralarında çekişme çıktıktan sonra, kur'a atılmasına razı
olmuşlar ve çekilen kur'adan da Zekeriya'nın ismi çıkmıştı. Bunu
şu ifadeden de anlıyoruz: "Onlardan hangisi Meryem'in bakımını
üstlenecek diye kalemleriyle kur'a atarlarken sen yanlarında
değildin."
"Zekeriya onun yanına, mihraba her girişinde onun yanında bir rızık
bulurdu." Mihrap, mescitte veya evde ibadete tahsis edilen mekan
demektir. Bu konuda Rağıb şunları söyler: "Mescidin mihrabı: Bir
görüşe göre, bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni, şeytana ve
hevaya karşı verilen savaşın mekanı olmasıdır. Bir diğer görüşe
göre ise bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi şudur ki, insana
orada dünya ile meşguliyetten, zihninin dağınık olmasından kendisini
soyutlaması yakışır.
Bazıları
şöyle demişlerdir: "Evin mihrabı; aslında meclisin başı
demektir. Daha sonra mescitte de kullanılarak baş tarafına mihrap
adı verilmiştir." Bazıları da şöyle demişlerdir: "Mihrap kelimesinin
aslı mescitle ilgilidir. Bu, meclisin başına özgü kılınan bir isimdir.
Dolayısıyla evin başı da mescidin mihrabına benzetilerek
Mihrap olarak isimlendirilmiştir." Bu sonuncu görüş daha doğruymuş
gibi görünüyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ona
dilediği şekilde kaleler (mihraplar) ve heykeller yaparlardı."
(Sebe', 13)" Rağıb'ın sözleri burada sona erdi.
Bazılarına göre; bu ayette geçen "mihrap"tan maksat, Ehl-i Kitabın,
tapınaklarının ön kısımlarında kurban kesmek amacıyla
kullandıkları ve birkaç merdivenle çıkılan, etrafı taşla çevrili ve
böylece içeridekilerin mabedde bulunanlar tarafından görülmeleri
engellenen sunaktır.
Ben derim ki: İslam'daki "maksure" (küçük odalar halinde,
camilerde parmaklıklarla çevrilmiş kısım) buradan gelir.
"Bir yiyecek" ifadesinin belirsizliği, bunun alışılmayan yiyeceklerden
olduğuna işaret eder. Söylendiğine göre, kış mevsiminde
yaz, yaz mevsiminde de kış meyvelerini yanında görürdü. Bunu
destekleyen bir husus şudur ki, eğer bu, bilinen, alışılan bir yiyecek
türünden olsaydı ve ifadenin belirsizliği de onun mihrabının
asla yiyecekten boş olmadığını gördüğünü, sürekli olarak yanında
yiyecek bulunduğunu ifade etseydi, bu durumda Zekeriya'nın: "Ey
Meryem, bu sana nereden (geliyor)?" sorusuna aldığı: "Bu, Allah
katındandır." şeklindeki cevaba ikna olmaması gerekirdi. Çünkü
bu yiyecekleri, böyle bir durumda, iyi veya kötü maksatla mescide
gelen bazı kimseler de getirmiş olabilirdi.
Ayrıca: "Orada Zekeriya Rabbine dua etti…" ifadesi gösteriyor
ki, Zekeriya Meryem'in yanında böyle bir yiyeceğin bulunmasını
olağan üstü ilahî bir keramet olarak algılıyordu. Ki bu da onu yüce
Allah'tan kendi katından tertemiz bir zürriyet dilemeye yöneltmiştir.
Yiyecek kendi varlığıyla, Allah'tan tertemiz Meryem'e bahşedilmiş
bir keramet olduğunu anlatıyordu. Nitekim, ileride açıklayacağımız:
"Ey Meryem…" diye başlayan ifade buna yönelik bir
işaret içermektedir.
"Ey Meryem, bu sana nereden (geliyor)?" dedi." İfade, kendisinden
önceki: "yanında bir yiyecek bulurdu." cümlesine
atfedilmeden bölünmüştür. Bu da Meryem'e bu sözü bir kerede
söylediğini gösterir. Meryem de ona ikna olacağı bir cevap verir.
Böylece onun Meryem'e yönelik bir keramet olduğunu anlar ve o
sırada Rabbinden temiz bir zürriyet bahşetmesini ister.
(Al-i İmran / 38) "Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim,
bana katından tertemiz bir soy armağan et." Ayetin orijinalinde
geçen "tayyibeten" kelimesi, tertemiz ve iyilik anlamınadır. Bir şeyin iyi
olması, kişinin
kendisiyle ilgili beklentilerine uygun olması demektir. Sözgelimi iyi
şehir; suyuyla, havasıyla ve yiyecekleriyle halkının beklentilerine
cevap veren şehirdir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Güzel
şehrin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar." (A'râf, 58) İyi yaşam, iyi hayat,
bazı yönleri diğer bazı yönleriyle uyumlu olan ve sahibinin kalbine
sükunet bahşeden yaşayış anlamında kullanılır. Hoş ve temiz
kokuya da bu sıfatın yakıştırılması, "tîb=temiz" adı verilmesi bu
yüzdendir. Dolayısıyla tertemiz ve iyi soy deyimi ile babası için yapıcı
ve salih niteliklere sahip evlat kastedilir. Sıfat ve özelliklerinin
babasının kendisiyle ilgili beklentilerine uygun olması yâni.
Şu halde Zekeriya'nın: "Rabbim, bana katından tertemiz bir
soy armağan et." şeklinde duada bulunmasının sebebi, Meryem'in
durumunu, yüce Allah'ın katında sahip olduğu makamı müşahede
etmesi ve onun şanıyla kalbinin dolmasıdır. Bu gözlem karşısında,
yüce Allah'tan kendisine de böyle bir şan ve keramet bahşetmesini
dilemekten kendisini alamamıştır. Şu halde, Zekeriya açısından
zürriyetin tertemiz olması, Meryem'in Allah katında sahip olduğu
makamın ve taşıdığı kişiliğin aynısının kendi zürriyetine de bahşedilmesi
anlamındadır. Bu yüzden Allah'tan dilediği şeyin aynısıyla
duasına karşılık verilmiştir. Yüce Allah ona Hz. Yahya'yı bahşetmiştir,
ki peygamberler içinde İsa'ya en çok benzeyen oydu. İsa'nın
ve annesinin sıfatlarını büyük ölçüde üzerinde toplamıştı. Bundan
dolayı, yüce Allah onu "Yahya" olarak isimlendirmiş ve onu kendisinden
bir kelimenin doğrulayıcısı, efendi, nefsine hakim ve iyilerden
bir peygamber olarak kılmıştır. Bu da bir insanın İsa ve annesine
benzemek bakımından ulaşabileceği en son noktadır. İnşallah
bu konuda ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
(Al-i İmran / 39) "O mihrapta durmuş namaz kılarken, melekler ona
seslendi: "Allah, sana... Yahya'yı müjdeler." Ayetin orijinalinde geçen gaip=
üçüncü tekil kişi ve hitap=ikinci tekil kişi zamirleri, Zekeriya'ya
yöneliktir. "Yübeşşiru" kelimesinin türemeleri olan "büşra=
müjde", "ibşar=müjdeleme" ve "tebşir=sevindirici bir haber
verme" ise, insanı sevince garkeden haberin verilmesi anlamındadırlar.
"Allah, sana Yahya'yı müjdeler." ifadesi, Yahya isminin Allah
tarafından verildiğini gösteriyor. Meryem suresindeki şu ayet de
buna ilişkin bir kanıttır: "Ey Zekeriya, şüphesiz biz seni, adı Yahya
olan bir çocukla müjdelemekteyiz; biz bundan önce ona hiçbir
adaş kılmamışız." (Meryem, 7)
Çocuğun Yahya ismini alması ve Yahya'nın yaratılmasından ve
doğumundan önce Zekeriya'nın duası ile birlikte isimlendirmenin
Allah tarafından yapılması, az önce yaptığımız şu değerlendirmeyi
desteklemektedir: Zekeriya Rabbinden Meryem'in sahip olduğu
özelliklere ve keramete sahip bir çocuk istemişti. Hz. Meryem ve
oğlu Hz. İsa, alemlere bir nişane idiler. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Onu ve çocuğunu insanlığa bir ayet kıldık." (Enbiya,
91)
Dolayısıyla Allah katında Hz. Meryem ve İsa'da gözetilen
nitelikler, Hz. Yahya'da da gözetilmişlerdir. Nitekim Hz. Meryem'de
gözetilen özelliklerin hepisi Hz. İsa'da gözetilmişti. Dolayısıyla
Yahya'nın şahsında gözetilen özellikler, mümkün olduğunca İsa'da
gözetilen özelliklerin tam karşılıklarıdır. Ancak, bu hususların tümünde
İsa, öncelik sahibidir. Çünkü onun varlığı, Zekeriya'nın Yahya
ile ilgili duasının kabul edilmesinden önce takdir edilmişti.
Bundan dolayı, Ulu'l Azm, şeriat ve kitap sahibi bir peygamber olmak
bakımından ondan önceliklidir. Ancak onlar, mümkün olduğunca
birbirlerine benziyorlardı.
Eğer bu değerlendirmemizin doğruluğunu gözlemlemek istersen,
yüce Allah'ın her ikisiyle ilgili olarak Meryem suresinde aktardığı
kıssaları inceleyebilirsin. Örneğin yüce Allah Yahya hakkında
şöyle buyuruyor: "Ey Zekeriya, şüphesiz biz seni, adı Yahya
olan bir çocukla müjdelemekteyiz; biz bundan önce ona hiçbir
adaş kılmamışız… Ey Yahya, kitabı kuvvetle tut. Daha çocuk iken
ona hikmet verdik. Katımızdan ona bir sevgi duyarlılığı ve temiz
lik de verdik. O, çok takva sahibi biriydi. Ana-babasına itaatkârdı
ve isyan eden biri değildi. Ona selam olsun; doğduğu gün, öleceği
gün ve diri olarak yeniden kaldırılacağı günde." (Meryem, 7-15)
İsa hakkında şöyle buyuruyor: "Böylece ona Ruhumuzu
göndermiştik… Ben yalnızca Rabbinden gelen bir elçiyim; sana
tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için buradayım… "İşte
böyle" dedi: "Rabbin dedi ki: "Bu benim için kolaydır. Onu insanlara
bir ayet ve bizden bir rahmet kılmak için…" Bunun üzerine
çocuğa işaret etti. Dediler ki: "Henüz beşikte olan bir çocukla
nasıl konuşabiliriz?" İsa dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum.
Bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam olayım,
beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm müddetçe, bana namazı
ve zekâtı emretti: Anneme itaati de. Ve beni mutsuz bir zorba
kılmadı. Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri
olarak yeniden kaldırılacağım günde." (Meryem, 17-33) Bu ayetler,
İsa ve Yahya'nın durumunun benzerliğini ifade etme bakımından,
tefsirini sunduğumuz Âl-i İmrân suresinin bu ayetleri ile benzeri bir
konumdadır.
Kısacası yüce Allah ona Yahya, Meryem oğluna da İsa adını
vermiştir. Yahya "yaşar" demektir. Onu, kelimesinin, yâni İsa'nın
doğrulayıcısı kılmıştır. Nitekim bu hususta yüce Allah: "Ondan bir
kelimeyle. Adı Mesih İsa'dır." buyurmuştur. Ona hikmet vermiş,
daha küçük yaştayken kitabı öğretmiştir. İsa'ya da aynısını yap-
mıştır. İsa gibi onu da kalbi duyarlılığa sahip, katından bir temizlik
üzere, anne ve babasına itaatkâr olan ve zorba olmayan biri olarak
nitelendirmiştir, İsa gibi onu da üç yerde selamlamıştır. İsa'yı
katında gözde kıldığı gibi onu da efendi kılmıştır. İsa gibi onu da
iffetli, nefsine hakim ve salih bir peygamber olarak görevlendirmiştir.
Bütün bunlar Zekeriya'nın duasının karşılığı ve isteğinin
cevabıdır. O, daha önce işaret ettiğimiz gibi, Meryem'in hayretler
uyandıran durumunu ve Allah katındaki saygınlığını gözlemlemiş
ve bundan etkilenerek Allah'tan tertemiz bir zürriyet ve memnun
bırakan bir veli dilemişti.
"Allah tarafından gelen bir kelimeyi doğrulayıcı…" ifadesi,
Yahya'nın İsa'nın davetçisi olduğunu gösterir. Çünkü kelime İsa'dır.
Nitekim yüce Allah, meleğin Meryem'e İsa'yı müjdelemesini anlatırken
buna işaret eder.
Seyyid=efendi; asıl anlamda insan kitlelerinin, toplumların
hayatları ve geçimleriyle ilgili işlerinin veya insanlar katında
övgüye değer faziletlerden birisinin yönetimini üstlenen kimse
demektir. Ancak, daha sonraki dönemlerde bu kelime, kavmin
şereflisi anlamında kullanılmıştır. Çünkü yukarıda işaret ettiğimiz
yöneticilik konumu hüküm, mal veya benzeri bir fazilette şeref
gayesine haiz olmayı gerektirir.
"Hasûr" kelimesi, buna gücü yettiği halde kadınlarla birleşmeyen
kimse demektir. Ayetin akışından anladığımız kadarıyla bununla,
züht sonucu nefsin arzularından yüzçevirme amaçlı bundan
çekinen anlamı kastedilmiştir.
(Al-i İmran / 40) "Dedi ki: "Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken
ve karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?"
Buradaki soru, şaşkınlığı belirtme ve bulunulan durumun gerçekliğini öğrenme amaçlıdır.
Yoksa yüce Allah, kendisine istediği çocuğu bahşedeceğine müjdelemiş
olmasına rağmen o, bunu imkansız bulduğu için böyle bir
soru yöneltiyor değildir. Bununla beraber, Zekeriya burada kendisini
şaşkınlığa ve öğrenmeye iten bu iki niteliği, Meryem suresinin
ilgili ayetindeki duasının kapsamında zikrediyor: "Rabbim, şüphesiz
benim kemiklerim gevşedi ve baş, yaşlılık aleviyle tutuştu;
ben sana dua etmekle mutsuz olmadım. Doğrusu ben, arkamdan
gelecek yakınlarım adına korkuya kapıldım, benim karım da bir
kısır kadındır. Artık bana kendi katından bir yardımcı armağan
et." (Meryem, 4-5)
Ancak, burada başka bir anlam belirginleşmektedir. Sanki Hz.
Zekeriya Meryem'in olağanüstü durumunu gözetleyip kendi soyu
nun kesik olduğunu hatırlayınca, Rabbinden sözkonusu istekte
bulunmaktan başka aklına bir şey gelmedi. Yaptığı duada, gözlemden
etkilenişinin ve hüzne boğulmasının iki etkenini, yâni yaşlanmasını
ve karısının kısırlığını da dile getirdi. Ancak, duası kabul
edilip bir evlat müjdesi verilince, içinde bulunduğu durumdan uyandı,
kendisine geldi. Bu yönden kendisinin yaşlılığına ve karısının
kısırlığına rağmen çocuklarının olmasını
şaşkınlıkla karşılamaya
başladı. Ama sonra yüzündeki karamsarlık bulutu ve derin
hüzünün izleri, yerini sevinçle karışık bir şaşkınlığa bıraktı.
Ne var ki, temel ihtiyacın giderildiğine yönelik müjdenin
alınmasından sonra, eksiklerini zikretmesi ve bunların birer birer
nasıl ortadan kaldırıldığını sorup öğrenmeye çalışması, bağışın ve
nimetin özelliklerini anlama, nimete kavuştuktan sonra ondan
lezzet alma amaçlı bir tavırdır. Aynı durum, Hz. İbrahim'in evlat ile
müjdelenmesi sırasında da yaşanmıştı. Yüce Allah bu olayı
şöyle
aktarıyor: "Onlara İbrahim'in konuklarından haber ver. Yanına
geldiklerinde "selam" demişlerdi. O da: "Biz sizden korkmaktayız"
demişti. Dediler ki: "Korkma biz sana bilgin bir çocuk müjdelemekteyiz."
Dedi ki: "Bana ihtiyarlık gelip-çökmüşken mi
müjdeliyorsunuz? Beni ne ile müjdelemektesiniz?" Dediler ki:
"Seni gerçekle müjdeledik; Öyleyse umut kesenlerden olma."
Dedi ki: "Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut
keser?" (Hicr, 51-56)
Dikkat edilirse, Hz. İbrahim meleklerin, kendisini umut
kesenlerden olmaktan nehyedince, verdiği cevapta, sorduğu
sorunun anlamaya çalışma amaçlı olduğunu, umut kesmekten
ileri gelmediğini belirtiyor ve kendisinin sapık olmadığını, umut
kesmeninse sapıklara özgü bir davranış olduğunu dile getiriyor.
Daha doğrusu, bir efendi kölesine yö-neldiğinde, yakınlık, unsiyet
ve saygınlık kazandıran bir iltifatta bulunduğunda, bu durum
kölenin sevinmesini, neşelenmesini, dolayısıyla her sözden zevk
almasını ve her konuşmayı lezzetle dinlemesini gerektirir. 30 ........................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
"Bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken" ifadesi ile edep
kurallarının gözetildiği açıktır. Çünkü bu ifade, onun yaşlılık ve
kocamışlıktan dolayı kendisinde cinsel güç bulamadığından
kinayedir. Karısı ise hem kocamış, hem de kısırdır. Bunu: "Karım
da kısırdır." demiyor.
"Böyledir" dedi, "Allah dilediğini yapar." "Dedi" fiilinin faili, ister
melekler aracılığı olmadan vahiy şeklinde olsun veya Hz.
Zekeriya'ya hitap eden melekler aracılığıyla olsun yüce Allah'tır.
İfade her durumda da yüce Allah'a aittir. Ancak ifadenin zahirinden,
sözün melek aracılığıyla yüce Allah'a nispet edildiği anlaşılıyor.
Şu halde söyleyen melektir, ancak söyleten, söylemesini emreden
yüce Allah olduğu için O'na nispet edilmiştir. Bunun kanıtı,
Meryem suresinde yeralan konuya ilişkin şu ayettir: "Ona gelen
melek: "işte böyle" dedi. "Rabbin dedi ki: "Bu bemin için kolaydır,
daha önce sen hiçbir şey değil iken, seni yaratmıştım." (Meryem, 9)
Buradan hareketle şu hususları algılıyoruz:
Birincisi: Hz. Zekeriya bu sesi daha önce duyduğu yönden duyuyordu.
İkincisi: "Böyledir" sözü, mahzuf bir mübtedanın haberidir ve
ifadenin grametik açılımı şöyledir: "Bu iş böyledir." Yâni, sana
müjdelenen bağış kesinikle bu şekilde olacaktır. Bununla o işin,
olması kaçınılmaz kesin bir yargı (kaza) olduğuna, meydana gelmesinde
kuşku olmadığına işaret ediliyor. Nitekim yüce Allah'ın
haber verdiğine göre, Ruh da Meryem'in bu yöndeki bir sorusuna
bu şekilde cevap vermiştir: "İşte böyle" dedi, "Rabbin dedi ki: "Bu
benim için kolaydır..." ve iş olup bitmişti." (Meryem, 21)
Üçüncüsü: "Allah dilediğini yapar." ifadesi, "Böyledir" sözünü
gerçekleştirmek amacıyla, yer verilmiş ayraç amaçlı bir ara cümledir.
(Al-i İmran / 41) "Rabbim, o halde bana alamet ver!" dedi. "Senin
için alamet, işaret dışında, insanlarla üç gün konuşmamandır."
Mecma-ul Beyan adlı eserde, ayette geçen "Remz" ifadesi ile ilgili olarak şu açıklamaya
yer veriliyor: "Remz; dudaklarla işaret etmek demektir. Kaş, göz ve
elle yapılan işaretleşmeler anlamında da kullanılır. Ancak genellikle
dudak işaretleşmesi kastedilir." Mecma-ul Beyan'dan aldığımız
alıntı burada sona erdi.
Ayette geçen "el-aşiyyu" gündüzün geç vakitlerine, akşam vaktine
denir. Öyle anlaşılıyor ki, kelime, gözde beliren ve onun görüşüne
engel olan alacakaranlık anlamına gelen "el-uşveh" kökünden
türemiştir. Dolayısıyla bu kelimeyi, karanlığa doğru çeken vaktin
ismi olarak almışlardır. "el-İbkar" ise, gündüzün başlangıcı, ilk
vakti demektir. Kelimenin asıl anlamı acele etmektir.
Bu ayetin, Yahya peygamberin (a.s) doğumu ile ilgili olarak yer
alması, onunla İsa peygamber (a.s) arasındaki benzerliğin bir diğer
örneğidir. Nitekim Hz. İsa da doğduktan sonra, annesine şöyle
demişti: "Eğer herhangi bir beşer görecek olursan, de ki: "Ben
Rahman olan Allah'a oruç adadım, Bugün hiç kimseyle konuşmayacağım."
(Meryem, 26)
Hz. Zekeriya'nın Rabbinden bir ayet -herhangi bir varlığı gösteren
işaret- istemesi, acaba müjdenin Rabbinden olduğuna ilişkin
bir kanıt olması için miydi? Diğer bir ifadeyle, bunun Melek aracılığıyla
gerçekleşen Rahmani bir hitap olduğunu, şeytan kaynaklı
olmadığını göstermek için mi böyle bir talebte bulunmuştu? Yoksa
bunu karısının hamile kalacağını kanıtlamak ve hamileliğin zamanını
belirlemek için mi istemişti? Bu hususta müfessirler arasında
ihtilaf vardır.
İkinci ihtimal, ayetlerin akışından ve kıssanın gelişiminden uzaktır.
Ancak, tefsirciler birinci ihtimali, yâni hitabın Rahmani olup
olmadığını ayırdetme amaçlı olmasını da şu gerekçeyle reddetmişlerdir:
"Peygamberler masum oldukları için, meleğin sözü ile
şeytanın vesveselerini birbirinden ayırdetmeleri bir zorunluluktur.
Şeytanın, anlama yollarını karıştıracak şekilde onlarla oynaması
mümkün değildir."
Hiç kuşkusuz bu değerlendirme, gerçeğin ifadesidir. Ancak
şunu da bilmek gerekir ki, onların vahiy ile şeytanî vesveseleri birbirinden
ayırabilmeleri Allah'ın bu ikisini kendilerine tanıtmasına
bağlıdır. Kendilerinden kaynaklanan ve özel yetenekleriyle belirginleşen
bir durum değildir. Böyle olduğuna göre, Zekeriya peygamberin
(a.s) Rabbinden bunu ayırdedecek bilgi istemesinin ne
gibi bir sakıncası vardır? Şu kadar var ki, eğer yüce Allah onun
duasını kabul etmeseydi ve ona bir işaret vermeseydi, birinci değerlendirmeye
yönelik eleştiri yerinde olacaktı.
Ayrıca, ayetin içerdiği hususun özelliği -üç gün boyunca konuşmamak-
bunu destekleyen, daha doğrusu pekiştiren bir unsurdur.
Çünkü şeytanın her ne kadar peygamberlerin bedenlerine
dokunması, dinin yayılması, insanların geleceği ve din düşmanlarının
zayıflaması gibi amellerinin sonuçları ile ilgili beklentilerini
tahrip veya ifsat etmesi mümkündür. Nitekim yüce Allah bu konuda
şöyle buyurmuştur: "Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o: "Herhalde
şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu" diye
Rabbine seslendi." (Sâd, 41) "Biz senden önce hiçbir resul ve nebi
göndermiş olmayalım ki o, bir dilekte bulunduğu zaman, şeytan
onun dilediğine (bir kuşku) katıp bırakmış olmasın. Ama Allah
şeytanın katıp bırakmalarını giderir, son-ra kendi ayetlerini sağlamlaştırıp
pekiştirir." (Hac, 52) "Ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı
şeytan'dan başkası bana unutturmadı." (Kehf, 63)
Ancak bu ve benzeri örneklerde işaret edilen şeytan
dokundurmaları, yalnızca peygamberlere maddi eziyet verir.
Peygamberlerin ruhlarını çarpması ise mümkün değildir.
Peygamberler bu hususta masumdurlar, koruma altındadırlar.
Daha önce peygamberlerin masumluklarıyla ilgili açıklamalarda
bulunduk.
"Senin için alamet, işaret dışında, insanlarla üç gün konuşmamandır.
Ayrıca Rabbini çok an ve sabah-akşam tesbit et." ayetinde
işaret edildiği gibi, yüce Allah'ın Hz. Zekeriya'ya verdiği işa-
ret, üç gün boyunca insanlarla konuşamaması ve yalnızca Rabbini
zikretmeye, tesbih etmeye dilinin dönmesiydi. Bu ise, peygamberin
nefsine ve diline egemen kılınan özel bir uygulamadır ve masumiyetin
kapsamına girdiği için de şeytanın buna gücü yetmez.
Şu halde bu alamet Rahmanîdir. Görüldüğü gibi, bu ayet ancak
birinci değerlendirmeyle örtüşüyor, ikinci değerlendirmeyle değil.
Eğer desen ki: Böyle olduğuna göre: "Dedi ki: "Rabbim, bana
gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve karım da kısırken nasıl bir
oğlum olabilir?" "Böyledir" dedi, "Allah dilediğini yapar." ifadesinin
ne anlamı olur? Çünkü bu ayetin zahiri, onun Rabbine hitap
ettiğini, bir dilekte bulunduğunu, sonra bu dileğinin kabul edildiğine
ilişkin bir cevap aldığını ifade etmektedir. Eğer o, kendisine
yönelik seslenişin menşei hakkında kuşkudaysa, bu tür bir konuşmanın
ne anlamı olur? Ve eğer o, seslenişin menşeinde kuşku
duymuyorduysa, neden bir alametin verilmesi isteğinde bulunmuştu? Ben de derim ki: Bir şeye güvenip dayanmanın, eğilim göstermenin
ve inanmanın değişik mertebeleri vardır. Söz gelimi, Hz.
Zekeriya-'nın nefsi, çağrının Allah katından ve Rahmanî olduğundan
emin olabilir, ancak, daha önce de söylediğimiz gibi, nefsinin
şaşkınlıkla karşıladığı doğumun niteliğini ve nasıl gerçekleşeceğini
öğrenmek amacıyla bu soruyu yöneltmiş olması mümkündür.
Dolayısıyla, melek tarafından, onu tatmin edecek başka bir sesleniş
gerçekleştirilmiş olabilir. Ardından, seslenişin Rahmanî olduğunu
kesin olarak ortaya koyan, geride en ufak bir pürüz bırakmayan,
güven ve itminan artıran bir işaret isteme gereğini duymuş
olabilir.
"Melekler ona seslendi…" ifadesi de bu değerlendirmemizi
desteklemektedir. Çünkü "nidâ=seslenme" ancak uzak bir yerden
gerçek-teştirilebilir. Bu yüzden "nidâ" genellikle yüksek sesle konuşmayla
ilintili olarak kullanılır. Çünkü bizim algılayışımızda yüksek
sesle ko-nuşmak, mesafenin uzak olmasının gerektirdiği bir
davranıştır. Yoksa, kelimenin asıl anlamı açısından gündeme ge
len bir gereklilik değildir. Nitekim yüce Allah'ın Zekeriya'nın duasını
hikaye eden şu sözü, buna ilişkin bir tanık konumundadır: "Hani
o, Rabbine gizlice seslendiği zaman." (Meryem, 3) Burada yüce Allah'ın
yüceliği ve üstünlüğü karşısında Zekeriya'nın zelilliği ve küçüklüğü
gözönünde bulundurularak "nidâ" sözcüğü kullanılmıştır.
Ardından bu sesleniş de gizlilikle nitelendirilmiştir. İşte buradan,
Zekeriya'nın meleği bizzat görmediği, yalnızca bir fısıltı şeklindeki
sesini duyduğu algılanabilir.
Bazı tefsir bilginleri şöyle demişlerdir: "Yüce Allah'ın konuşmamayı
alamet kılması, Hz. Zekeriya'nın üç gün boyunca insanlarla
konuşmasını yasaklaması ve her şeyden kopup, yalnızca Allah'
ın zikrine yönelmesi ve dilini kıpırdatmadan Allah'ı tesbih etmesidir."
Daha sonra bunu şöyle açıklamışlardır:
"Hz. Zekeriya (a.s) beşeri doğası gereği, kalbinin tatmin bulması,
ailesine bu müjdeyi vermesi için, yüce Allah'tan kendisine
yönelik bu bağışının ve nimetinin gerçekleşeceği bir sürenin belirlenmesini
istedi. Bu yüzden bu olayın nasıl gerçekleşeceğini sordu.
Kendisine gereken cevap verilince de, yüce Allah'tan şükrünü en
kısa zamanda yerine getirmesi için, yalnızca ibadetle meşgul olacağı
bir zamanın belirlemesini ve bunun bitimini de maksadın
hasıl olduğuna yönelik bir alamet kılmasını istedi. Bunun üzerine
yüce Allah, üç gün boyunca insanlarla konuşmamasını, tam tersine
kendini bu üç gün boyunca, sabah-akşam Allah'ı zikretmeye,
O'nu tesbih etmeye vermesini, bu süre içinde insanlarla konuşması
gerektiği halinde de, maksadını ancak işaretlerle anlatmasını
emretti. Buna göre, bu müjdeyi ailesine üç gün sonra verecekti."
Sözkonusu müfessirden aldığımız alıntı burada sona erdi.
Sen de biliyorsun ki, müfessirin sözünü ettiği, -yâni bağışa
yönelik bir şükür olsun diye bir ibadet talebinde bulunması,
amacın gerçekleşmesine kadar bunun devam etmesi, bu sürenin
sona ermesinin istenen alamet kılınması, "konuşma" ifadesinin
teşriî bir nehiy=hukukî bir yasaklama olması ve ailesine bir müjde
vermek istemesi gibi- hususlarla ilgili olarak ayette en ufak bir
mek istemesi gibi- hususlarla ilgili olarak ayette en ufak bir belirtiye
ve ize rastlanmamaktadır.
MELEK VE ŞEYTAN KAYNAKLI İLHAMLAR VE SÖZLER HAKKINDA
Defalarca söyledik: Kelimeler, kendileriyle güdülen amaçları
kapsayan anlamları ifade etmek üzere konulmuşlardır. Bir söz
veya konuşma, sonrasında susmayı gerektirecek şekilde kastedilen
anlamı ifade ettiği için "ses" olarak isimlendirilir. Hatta herhangi
bir ifadeyle bu maksat elde edilirse, o da sözdür, konuşmadır.
İster tek bir ses olsun veya bir araya getirilmiş birçok ses yahut
ima ve işaret gibi ses dışı bir hareket olsun farketmez. Bu yüzden
insanlar, iki dudak arasından çıkmamış olsa da bir maksadı tam
olarak ifade eden sesleri konuşma olarak isimlendirmekten kaçınmazlar.
Aynı
şekilde herhangi bir ses içermemekle birlikte ima
ve işaretler de, söz ve konuşma olarak adlandırılır.
Kur'an, şeytan tarafından kalbe telkin edilen anlamları, onun
konuşması ve onun tarafından söylenmiş bir söz olarak isimlendirir.
Yüce Allah bize şeytanla ilgili olarak şunları bildirir: "Onlara
kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim."
(Nisâ, 119) "Şeytanın durumu gibi; çünkü insana "inkâr et" dedi."
(Haşr, 16) "Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir." (Nas, 5) "Onlardan
bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar."
(En'âm, 112)
Diğer bazı ayetlerde İblisle ilgili olarak şöyle buyurulur: "Doğrusu,
Allah, size gerçek olan vadi vadetti, ben de size vaadde
bulundum." (İbrahim, 22) "Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size
çirkin hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama
ve bol ihsan vadediyor. Allah rahmetiyle geniş olandır, bilendir.
Kime dilerse, hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet
verilene büyük bir hayır da verilmiştir." (Bakara, 268-269)
Şurası bir gerçektir ki, bu ayetlerde kalbte beliren bazı duygu
ve düşünceler, kalbin üzerine yansıyan bazı ilham ve telkinler şeytana
nispet edilmiş, bunlar emir, söz, vesvese, vahiy ve vaad olarak
isimlendirilmişlerdir. Bütün bunlar iki dudak arasından çıkmadıkları
ve dil aracılığıyla telaffuz edilmedikleri halde sözdürler,
konuşmadırlar.
Bundan dolayı biliyoruz ki: Son ayette yüce Allah'ın şeytanın
vadine karşılık olarak sözünü ettiği bağışlama ve bol fazilet, şeytanın
vesvesesinin karşılığı olan melek sözünü ifade eder ki, yüce
Allah bunu "hikmet" olarak isimlendirmiştir. Şu ayetleri de buna
örnek gösterebiliriz: "Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın."
(Hadid, 28) "Mü'minlerin kalplerine, imanlarına iman katıparttırsınlar
diye, güven duygusu ve huzur indiren O'dur. Göklerin
ve yerin orduları Allah'ındır." (Fetih, 4)
Bu son ayetin anlamını: "Onda Rabbinizden bir güven duygusu
ve huzur vardır. (Bakara, 248) ayetini tefsir ederken "sekine=
güven duygusu, huzur" kavramı bağlamında sunduk. Şu ayet
de bu bağlamda ele alınabilir: "Allah, kimi hidayete erdirmek is-
terse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse,onun
göğsüne sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah,
İman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir." (En'âm,
125) Bir diğer ayette şeytanın vesvesesi "pislik" olarak nitelendirilmiştir:
"…şeytanın pislikleri…" (Enfâl, 11) Bütün bunlardan
anlıyoruz ki, melekler ve şeytanlar insanın kalbine bir takım anlamlar
telkin etmek suretiyle onunla konuşurlar.
Bir diğer konuşma türü vardır ki bu, sırf Allah'a özgüdür: "Kendisiyle
Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak şey değildir; ancak
vahiy ile ya da perde arkasından… olması başka." (Şura, 51)
Yüce Allah bu olayı konuşma olarak isimlendiriyor ve bir kısmını
vahiy olarak nitelendiriyor. Vahiy olayında yüce Allah ile vahye
muhatap olan kul arasında bir perde yoktur. Bunun bir diğer kısmı
da perde arkasından gerçekleşir. İşte yüce Allah'ın, meleklerin ve
şeytanların konuşma şekilleri bunlardan ibarettir.
Yüce Allah'ın vahiy nitelikli konuşması farklıdır ve özü itibariyle
belirgindir. Çünkü ayette yüce Allah, bu tarz konuşmayla perde
arkasından konuşmayı karşılıklı olarak sunuyor. Dolayısıyla vahiy
esnasında insan ile Rabbi arasında bir perde olmaksızın konuşma
gerçekleşir. Burada bir karışıklığın, sözlerin menşeinin karıştırılması
sözkonusu olamaz. Bu, apaçık bir gerçektir. Fakat yüce Allah'ın
diğer tür konuşmalarının (perde arkasından gerçekleşen
konuşmaların) vahye dayalı olacak şakilde sağlama alınarak test
edilmeleri zorunludur.
Melek ve şeytan menşeli konuşmaları ayırdetmek için yukarıdaki
ayetler yeterli ipuçları vermektedirler. Buna göre, melek
menşeli ilham insanın göğsünü açar, insanı bağışlamaya ve bol
ihsana çağırır. Netice itibariyle Allah'ın kitap ve sünnette somutlaşan
diniyle örtüşür. Şeytan menşeli telkin ise, beraberinde göğüs
daralmasını getirir. Cimriliği, pintiliği doğurur. İnsanı heva ve hevesin
peşinden gitmeye davet eder. Yoksulluk korkusunu telkin eder.
Çirkin hayasızlığı emreder. Sonuçta, Allah'ın kitap ve sünnette
somutlaşan diniyle ve insanın öz doğasıyla, fıtratıyla bağdaşmayan
bir noktaya gelip dayanır.
Yüce Alah'ın Hz. Adem, İbrahim ve Lut ile ilgili olarak aktardığı
gibi peygamberlerin ve onlardan sonraki manevi derecelere haiz
insanların melek ve şeytanı görmeleri ve onları tanımaları mümkündür.
Dolayısıyla bu tür durumlarda, hitabın melek mi yoksa
şeytan menşeli mi olduğunu ayırtetmek için başka bir faktöre gerek
yoktur. Ancak, hitabın görme sözkonusu olmaksızın gerçekleşmesi
durumunda, sıradan mü'minler gibi, ayırtedici unsurlara
baş vurmaktan başka çare yoktur. Neticede vahiy şeytanın vesveselerinden
ayırtedilir. Ki bu hususta herhangi bir kapalı nokta yoktur.
Tefsir-ul Kummî'de: "Hani İmrân'ın karısı… demişti." ifadesiyle
ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yüce
Allah İmrân'a: "Ben sana normal, kutlu, doğuştan körlükten ve
alaca hastalığından berî, Allah'ın izniyle ölüleri dirilten bir erkek
çocuk bahşedeceğim. Onu İsrâiloğulları'na elçi olarak göndereceğim."
diye vahy-etti. İmrân bunu karısı -Meryem'in annesi-
Hanna'ya anlattı. Kadın hamile kalınca, kendi yanında onun erkek
olduğunu düşünüyordu. Doğurunca: "Rabbim, onu kız doğurdum.
Oysa erkek kız gibi değildir. Kızdan elçi olmaz." dedi. Allah dedi ki:
"Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken." Allah Meryem'e
İsa'yı bahşedince, bunun İmrân'a vadedilen oğul olduğu anlaşıldı.
Biz Ehl-i Beyt'ten birisi, bir başkasına çocuğunda veya çocuğunun
çocuğunda olan bir şeyden haber verirse, onu inkâr etmeyin…"
(c.1, s.101)
Aynı anlama yakın ifadeler içeren bir hadis de el-Kafi'de İmam
Sadık'tan (a.s), Tefsir-ul Ayyaşî'de (c.1, s.171, h:39) İmam Bâkır'dan
(a.s) aktarılmıştır.
Tefsir-ul Ayyaşî'de, bu ayetle ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s)
şöy-le dediği rivayet edilir: "Özgür bırakılmış çocuk, kilisede yaşardı
ve oradan dışarı bırakılmazdı. Meryem'in annesi çocuğunu doğurunca:
"Rabbim, onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir.
Kız hayız görür, bu yüzden mescitten çıkmak zorunda kalır. Oysa
bu şekilde adanmış olanın mescitten çıkmaması gerekir." dedi."
(c.1, s.170, h:38)
Yine aynı eserde, İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin
şöyle dediği rivayet edilir: "Meryem'in annesi, karnındaki çocuğu
ibadet edenlere hizmet etmek üzere mabede adadı. Hizmette
erkek, kadın gibi değildir. Meryem bu şekilde erginlik çağına
kadar onlara hizmet etti. Erginlik çağına erişince, Zekeriya ibadet
edenlerle arasına bir perde gerilmesini emretti." (c.1, s.170, h:38)
Ben derim ki: Görüldüğü gibi, rivayetler ayetle ilgili olarak yap-
tığımız açıklamaları destekler niteliktedir. Ancak İmamın: "Oysa
erkek, kız gibi değildir." ifadesini, yüce Allah'a ait değil, İmrân'ın
karısına ait olarak değerlendirdiği anlaşılıyor. Bu durumda, erkekten
öncelikle söz edilmesi noktası açıklığa kavuşmamış olur. Çünkü
bu, Arap dilinin kurallarına uymaz. Ayrıca böyle olursa, çocuğun
Meryem diye isimlendirilmesinin sebebi de öylece problemli kalır.
Daha önce onun özgürlüğe kavuşturulmuş anlamında olduğunu
söylemiştik. Bu problemin ancak, özgürlüğe kavuşturma ile hizmete
sunmanın birbirinden ayrılması halinde ortadan kalkacağı
mümkündür. Bunun üzerinde iyice düşününüz.
Sunduğumuz ilk rivayette İmrân'ın vahiyle muhatap olan bir
peygamber olduğuna işaret ediliyor. Bihar-ul Envar'da Ebu
Basir'den aktarılan bir rivayette buna işaret ediliyor: "İmam Bâkır'
a (s.a): İmrân'ın peygamber olup olmadığını sorduğumda, İmam:
"Evet, o kavmine elçi olarak gönderilmiş bir peygamberdi." dedi."
(c.14, s.202, h:14) Yine rivayette, İmrân'ın karısının adının "Hanna"
olduğuna işaret ediliyor. Bu isim meşhurdur. Ancak bir rivayette de
"Mersar" olduğu belirtiliyor ki, bunu tespit etmek konumuz dahilinde
değildir.
Tefsir-ul Kummî'de yukarıdaki rivayetin devamında şöyle deniyor:
"Meryem erginlik çağına erişince, mihraba kapandı. Kendisini
gözlerden saklayacak bir örtü edindi. Bu şekilde kimse onu
görmüyordu. Ze-keriya (a.s) mihrapta onun yanına girerdi. Kış
mevsiminde yaz meyve-sini görürdü yanında. Yaz mevsiminde de
kış meyvesini. Ona: "Bu sa-na nereden (geliyor)?" diye sorunca, o
şöyle cevap verirdi: "Bu, Allah katındandır. Allah dilediğine he-
sapsız rızık verir." (c.1, s.101)
Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Zekeriya, kendisine bir evlat bahşetsin diye Allah'a dua etti.
Melekler istediği şeyin gerçekleştiğini ona bildirdiler. Bunun üzerine
o, bunun Allah'tan gelen bir ses olduğunu bilmek istedi. Ardın
dan ona, buna ilişkin işaretin üç gün boyunca insanlarla konuşmaması
olduğu bildirildi. Dilinin tutulup, konuşamadığını görünce,
buna ancak Allah'ın güç yetireceğini anladı. İşte: "Rabbim, o halde
bana bir alamet ver." ifadesinde buna işaret ediliyor." (c.1, s.172,
h:43)
Buna yakın bir rivayete de Kummî kendi tefsirinde yer vermiştir.
Daha önce, ayetlerin akışının bu tür değerlendirmeleri dışlamadığını
belirtmiştik.
Bazı tefsirciler; İmrân'a vahiy edilmiş olması, Meryem'in bulunduğu
mihrapta mevsimi gelmeyen meyvelerin bulunması ve
Zekeriya'-nın şeytani telkinlerden ayırt etmesine yarayacak bir
alamet istemesi gibi bu rivayetlerin içerdiği hususları
şiddetle reddetmişlerdir
ve demişlerdir ki: "Bu tür olguları kanıtlamak mümkün
değildir. Ne yüce Allah bunlardan söz etmiş, ne de Resulü haber
vermiştir. Kendi kişisel görüş ile de bunları öğrenmenin imkânı
yoktur. Tarihsel olarak da kanıtlanabilmiş değildir. Geride İsrailiyat
menşeli olan veya olmayan bir kaç rivayet kalıyor. Şu halde, anlaşılması
güç bu gibi şeylere yorumlamak suretiyle Kur'an ayetlerini
zorlamanın anlamı yoktur."
Yukarıdaki yaklaşımın hiçbir dayanağı yoktur. Gerçi rivayetler
tek kanallı (âhad) olup, senet zincirleri zayıftır ve bir araştırmacı
sadece bu tür rivayetlere dayanarak çıkarsamada bulunmamalıdır,
çünkü bunlar tek başlarına kanıt olamazlar. Ancak, ayetler
üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, zihnin bu rivayetlere biraz daha
yaklaştığı görülür. Ehl-i Beyt İmamlarından rivayet edilen bir
söz, aklen caiz olmayan bir hususu içermez çünkü.
Hiç kuşkusuz, bazı ilk kuşak müfessirlerden akıl almaz yorumlar
rivayet edilmiştir. Örneğin Katade ve İkrime'nin şöyle dedikleri
rivayet edilir: "Şeytan Zekeriya'nın yanına geldi ve müjdenin Allah'tan
olması hususunda onu kuşkuya düşürdü ve şöyle dedi: "Eğer
bu Allah'tan olsaydı, sana seslenirken benim hafifçe fısıldadığım
gibi, O da hafifçe fısıldardı." (ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.22)
Bunun gibi aklın kabul etmediği bir yorum da Luka İncili'nde
yer alır: "Cebrail Zekeriya'ya şöyle dedi: "Sen bunun olacağı güne
kadar susacaksın, konuşmaya güç yetiremeyeceksin. Çünkü sen,
zamanı gelince gerçekleşecek olan sözümü tasdik etmedin." (Luka
İncili, 1/20)
İLHAM VE VESVESENİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kafi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hiçbir
kalp yoktur ki, iki kulağı olmasın. Bir kulağın üzerinde doğruya
ulaştırıcı melek, birinin üzerinde de baştan çıkarıcı
şeytan durur.
Biri emreder, biride yasaklar. Şeytan günahları emreder, melek de
onu bundan nehyeder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Sağ tarafta ve sol tarafta oturmuşlardır. O (insan), hiçbir söz
söylemez ki, yanında bir gözetleyici hazır bulunmasın." (Kâf, 17-18)
(el-Kafi, c.2, s.266, h:1)
Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen birçok rivayet vardır.
Bunların bir kısmını sunacağız. Bu rivayette İmamın (a.s) ayeti me-
lek ve şeytana tatbik etmesi, onun bir başka rivayette, ayeti insanların
iyiliklerini ve kötülüklerini yazmakla yükümlü iki meleğe tatbik
etmesiyle çelişki oluşturmaz. Çünkü ayet, en fazla insanın sağında
ve solunda oturup, onun bütün konuştuklarını gözetleyenlerden
söz etmektedir. Bunların yalnızca melek oldukları veya şeytan
oldukları hususunda ayet, açık bir bilgi vermemektedir. Dolayısıyla
her iki ihtimale de uyarlanabilir.
Yine aynı eserde Zürare'nin şöyle dediği rivayet edilir: "İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) Resul, Nebi ve Muhaddesi sordum. Bana dedi
ki: "Resul, Rabbinden kendisine mesaj getiren meleği görür. Me-
lek ona: "Rabbin sana şunları emretti." der. Resul aynı zamanda
nebidir de. Nebi ise, kendisine haber getirip kalbine indiren meleği
görmez. Bu durumda, bayılmış bir insan gibi olur ve bu tür şeyleri
rüyasında görür." Dedim ki: "Rüyada gördüklerinin hak olduğunu
nasıl bilir?" Dedi ki: "Yüce Allah, bunları ona açıklar, böylece me
leği doğrudan görmediği halde rüyasının hak olduğunu bilir." (c.1,
s.76, h:1 ve 4)
Ben derim ki: İmamın "Resul nebidir de" sözü, iki niteliğin bir
arada bulunabileceğine yönelik bir işarettir. Daha önce: "İnsanlar tek
bir ümmetti. Allah… peygamberler gönderdi." (Bakara, 213) ayetini
tefsir ederken "Resullük " ve "Nebilik"in ne anlam ifade ettiğini açıklamıştık.
"Bayılmış bir insan gibi" ifadesi ile, "rüyada görme" olayı açıklanmak
istenmiştir. Dolayısıyla bunun anlamı, bilinen uyku değil,
maddi duyulardan soyutlanma halidir. "Allah ona açıklar" sözü ile,
melek menşeli ilham ile şeytan kaynaklı telkinlerin Allah'ın belirttiği
hak aracılığıyla açıklandığına işaret ediliyor.
Basair-ud Derecat adlı eserde, Bureyd'in İmam Sadık'tan (a.s)
şöyle rivayet ettiği nakledilir: "Büreyd, İmama sorar: "Resul, Nebi
ve Muhaddes nedir?" İmam şu cevabı verir: "Resul, meleği açıktan
görür ve onunla konuşur. Nebi ise, rüyada görür. Nübüvvet ve
risalet birlikte bir kişide toplanmış olabilir. Muhaddes, ses işitip
şekil görmeyen kimseye denir." Dedim ki: "Allah işini düzeltsin,
nebi, rüyada gördüklerinin hak nitelikli ve melek menşeli olduğunu
nasıl bilebilir?" De di ki: "Bunu bilinceye kadar yüce Allah ona
yardımcı olur. Yüce Allah sizin kitabınızla kitaplara ve sizin peygamberinizle
peygamberlere son vermiştir..." (s.371, h:11)
Ben derim ki: Bu rivayet, önceki rivayetle paralellik
oluşturmaktadır. İmamın muhaddes ile ilgili olarak, onun
kendisine fısıldanan sözleri duyduğu yönündeki açıklaması
yeterlidir. "Allah son vermiştir…" sözü de buna yönelik bir işarettir.
İnşallah aşağıdaki ayetlerin tefsiri çerçevesinde "Muhaddes"
hakkında geniş açıklamalarda bulunacağız.
42- Hani melekler demişlerdi: "Ey Meryem, şüphesiz Allah seni
seçti, temizledi ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı.
43- Ey Meryem, Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve
rüku edenlerle birlikte sen de rüku et."
44- Bunlar gayb haberlerindendir; bunları sana vahyedi-yoruz.
Onlardan hangisi Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle
kur'a atarlarken sen yanlarında değildin; çeki-şirlerken de yanlarında
değildin.
45- Hani melekler dediler ki: "Ey Meryem, Allah seni, kendisinden
bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meyem oğlu İsa Mesih'tir;
dünyada da, ahirette de onurlu, saygın ve (Allah'a) yakın olanlardandır. 46- Beşikte ve yetişkinlik halinde insanlarla konuşacak ve (o)
iyilerdendir."
47- Dedi ki: "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, benim
nasıl bir çocuğum olur?" "İşte böyledir. Allah neyi dilerse, yaratır."
dedi. Bir işin olmasına karar verdi mi yalnızca ona "ol" der, o da
hemen oluverir.
48- "Ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.
49-İsrailoğullarına elçi kılacak. (O, İsrailoğullarına şöyle diyecek):
"Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mucize getir-dim. Ben
size çamurdan kuşşeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah'ın
izniyle kuş oluverir. Ve Allah'ın izniyle do-ğuştan kör olanı, alaca
hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüleri diriltirim. Yediklerinizi ve
evlerinizde biriktirdikleri-nizi size heber veririm. Şüphesiz eğer
inanmışsanız, bunda sizin için kesin bir ayet vardır.
50- Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan
bazı şeyleri helal kılmak üzere size gönderildim. Size
Rabbinizden bir mucize getirdim. Artık Allah'tan korkup bana itaat
edin.
51- Gerçekten Allah benim, de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir.
Öyleyse O'na ibadet edin; doğru yol işte budur."
52-İsa onlardan inkârı sezince, dedi ki: "Allah için bana yardım
edecekler kimlerdir?" Havariler: "Biz, Allah'ın yardımcılarıyız;
Allah'a inandık, bizim Müslümanlar olduğumuza şahit ol." dediler.
53- "Rabbimiz, senin indirdiğine inandık ve elçiye uyduk; bizi
şahitlerle beraber yaz."
54- Tuzak kurdular, Allah da (buna karşılık) tuzak kurdu. Allah,
tuzak kuranların en iyisidir.
55- Hani Allah demişti ki: "Ey İsa, doğrusu ben seni vefat ettireceğim,
seni kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim
ve sana uyanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin
üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o
zaman, ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben
hükmedeceğim.
56-İnkâr edenlere gelince; onları dünyada ve ahirette şiddetli
bir azapla azaplandıracağım. Onların hiç yardımcıları da olmayacaktır. 57-İman edip iyi amellerde bulunanların mükâfatlarını (Allah)
eksiksiz verecektir. Allah zalim olanları sevmez."
58- Bunları biz sana ayetlerden ve hikmetli zikirden okuyoruz.
59-Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu
gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi.
60- Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan
olma.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
(Al-i İmran / 42 )"Hani melekler demişlerdi: "Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, temizledi…" Bu cümle: "Hani İmrân'ın karısı demişti ki..." ifadesine
atfedilmiştir. Dolayısıyla bu da tıpkı diğeri gibi, "Allah… seçti…"
ifadesinin kapsamında işaret edilen İmrân ailesinin seçilişini
açıklamaya dönüktür.
Bu ayet, Meryem'in meleklerin kendisiyle konuştuğu ve onların
sözlerini işittiği bir "muhaddese" olduğuna yönelik bir kanıttır.
Nitekim Meryem suresindeki ilgili ayet de buna işaret etmektedir:
"Ona Ruhumuzu göndermiştik, o da düzgün bir beşer kılığında
görünmüştü…" İleride "muhaddes" hakkında açıklamalarda bulunacağız.
Daha önce: "Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti." ifadesi
hakkında, bunun Meryem'in annesinin: "Ben onu ve soyunu kovulmuşşeytandan
sana sığındırırım." şeklindeki duasının kabul
edildiğine yönelik bir açıklama ve: "Allah seni seçti, temizledi."
ifadesinin de onun Allah katındaki saygınlığına ve kerametine yönelik
bir işaret olduğunu açıklamıştık. Söz konusu açıklamamıza
bakılabilir.
46 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
Şu halde Meryem'in seçilmesi, Allah'a ibadete adanmasının
kabulünü, arındırılması da Allah'ın ismetiyle korunmasını gösterir.
O seçilmiş bir masumedir. Denebilir ki: "Temizlenip arındırılmışlığından
maksat, onun hayız görmez bir Betül=hayızdan kesilmiş
olduğudur. Bu yüzden mabetten çıkmak zorunda kalmamıştır."
Böyle bir yorumun herhangi bir sakıncası yoktur. Ancak bizim yap-
tığımız açıklama ayetlerin akışına uygundur.
"Alemlerin kadınlarına üstün kıldı." Daha önce: "Allah… alemler
üzerine seçti." ifadesini tefsir ederken, ayetin orijinalinde geçen
"istifa"nın "ala" harf-i cerriyle geçişli kılınması, "öne geçirme"
anlamını ifade ettiğini ve bunun "seçme, süzme" anlamını ifade
eden yalın "istifa"dan farklı olduğunu belirtmiştik. Buna göre,
Meryem'in alemler üzerine seçilmesi, kadınların öncüsü kılınması
demektir.
Acaba bu ayette sözü edilen öncülük ve öne geçirilme durumu
her açıdan mı, yoksa bazı açıdan mı söz konusudur? "Hani melekler
dediler ki: "Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile
müjdeliyor." ifadesiyle birlikte: "Irzını koruyan Meryem; biz ona
kendi Ruhumuzdan üfledik, onu ve çocuğunu insanlığa bir ayet
kıldık." (Enbiyâ, 91) "İmrân'ın kızı Meryem'i de. Ki o kendi ırzını
korumuştu. Böylece biz ona Ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin
kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, Rabbine gönülden bağlı
olanlardandı." (Tahrim, 12) ayetlerinin zahirini incelediğimizde, Hz.
Mesih'i olağanüstü bir şekilde doğurmaktan başka, diğer kadınlardan
farklı bir özelliğinden söz edilmediğini görürüz. Şu halde,
Hz. Meryem Hz. İsa Mesih'i (a.s.) olağanüstü bir şekilde dünyaya
getirmesi için alemlerdeki kadınlardan üstün kılınmış, onların önüne
geçirilmiştir.
Ayetlerde işaret edilen, onun arındırıldığına, Allah'ın kelimelerini
ve kitaplarını tasdik ettiğine, gönülden itaat ettiğine ve
"Muhaddes" olduğuna ilişkin hususlar, salt ona özgü ayrıcalıklar
değildir. Onun dışında başka kadınlar da bu özelliklere sahip kı Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ..................................................... 47
lınmışlardır. "O, yalnızca kendi dönemindeki dünya kadınlarından
üstün kılınmıştı." şeklindeki değerlendirme de ayetin mutlak ifadesiyle
örtüşmüyor.
(Al-i İmran / 43) "Ey Meryem, Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve rüku edenlerle birlikte rüku et." Ayetin orijinalinde geçen "Kunut" kelimesi,
dil bilimcilerine göre, gönülden boyun eğme nitelikli itaat demektir.
"Secde" bilinen harekettir. "Rüku" ise, bükülme veya genel anlamda
eğilme, zelil olma demektir.
Seslenme eylemi, seslenilenin dikkatini çekmeye ve zihnini
seslenene yöneltmeye dönük bir hareket olduğu için, bu konumda
seslenmenin iki kere tekrarlanmasıyla verilmek istenen mesaj
şudur: "Seninle ilgili verdiğimiz bir haberden sonra bir haber daha
vardır. İkisini de dinle ve ikisine de kulak ver. Birisi: Allah'ın sana
bahşettiği makamdır ve bu senin Allah katındaki ödülündür. İkincisi:
Buna karşılık olarak senin yerine getirmek durumunda olduğun
kulluk görevidir. Bu da Allah'ın senin üzerindeki hakkıdır. Bu,
kulluğun yerine getirilmesini ve bahşedilen makamdan dolayı
şükredilmesini
ifade eder. Bu yorumun doğal sonucu olarak: "Ey Meryem,
Rabbine gönülden itaatte bulun." ifadesi: "Ey Meryem, şüphesiz
Allah seni seçti…" ifadesinin ayrıntısı olarak belirginleşiyor.
Yâni: Böyle olduğuna göre gönülden itaatte bulun, secde et ve
rükuda bulunanlarla birlikte rüku et."
Bu üç kulluk eyleminden her birinin, önceki ayette zikredilen
üç özelliğin belirtisi olması uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu bağlantının
da pek net olmadığı gözden ırak tutulmamalıdır. Bununla
beraber böyle bir karşılığın üzerinde düşünülmesi yerinde olur.
(Al-i İmran / 44) "Bunlar, gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz."
Yüce Allah'ın Hz. Meryem'le ilgili bu olayları gayb haberleri olarak nitelendirmesi, Hz.Yusuf olayını Peygamberine anlattığı gayb haberi
olarak nitelemesine benziyor: "Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.
Yoksa onlar o hileli düzeni kurarlarken, yapacakları
işe topluca karar verdikleri zaman sen yanlarında değildin..."
(Yusuf, 102) Ehl-i Kitabın da yanında bu tür bilgilerin olmasına gelince,
bunlara itibar edilmez. Çünkü tahrifçilerin tahrifinden geri
sağlıklı bir şey kalmamıştır. Nitekim, Yüce Allah'ın Kur'an'da
Zekeriya kıssası ile ilgili olarak anlattığı bir çok olay, Eski ve Yeni
Ahitlerde yer almamaktadır. İşin bu yönünü: "Kalemleriyle kur'a
atarlarken sen yanlarında değildin." ifadesi de desteklemektedir.
Ayrıca, bunların gayb haberleri olarak nitelendirilmesinin bir
başka sebebi de Peygamberimizin (s.a.a) ve kavminin ümmi olmalarıydı.
Onlar, bu kıssaları bilmezlerdi ve bunları semavi kitaplardan
da okumamışlardı. Nitekim yüce Allah Nuh'un kıssasını
aktardıktan sonra Peygamberimize hitaben şöyle buyuruyor: "Bunlar,
sana vahyettiği-miz gayb haberlerindendir. Bunları sen ve
kavmin bundan önce bilmiyordunuz." (Hûd, 49) Dolayısıyla ilk değerlendirme,
ayetin akışına daha uygundur.
"Onlardan hangisi Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle
kur'a atarlarken sen yanlarında değildin…" Ayette geçen "kalem"
den maksat, kur'a atmak için atılan oktur. Buna "sehm" adı
da verilir. Çoğulu "eklam"dır. Dolayısıyla: "Kalemlerini atarlarken."
ifadesi, "Meryem'in bakımını kim üstlenecek diye kur'a oklarını
atarlarken" anlamında kullanılmıştır.
Bu cümle gösteriyor ki: "…çekişirlerken de yanlarında değildin."
ifadesinde işaret edilen "çekişme"den maksat, Meryem'in
sorumluluğunu alma hususunda çekişmeleri ve yarışmalarıdır. Bu
da gösteriyor ki, onlar kura atmaya karar verinceye kadar bu yöndeki
isteklerinden vazgeçmemişlerdir. Nitekim kura atarlar ve kurada
Zekeriya çıkar. Ve o Meryem'in sorumluluğunu üstlenir.
"Zekeriya'yı da onun bakımı ile görevlendirdi." ifadesi bunu göstermektedir. Bazıları bir diğer ihtimale dikkat çekiyorlar: "Buna göre, bu çekişme
ve kur'a atma olayı, Meryem'in büyümesinden ve
Zekeriya'nın sorumluluğunu yerine getirmekten aciz olmasından
sonra gerçekleşmiştir." Böyle bir ihtimali düşünmelerinin sebebi,
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 49
kur'a atma ve çekişme olayının, onun doğum yapmasının ve seçildiğinin
vurgulanmasının ardından söz edilmiş olması ve
Zekeriya'nın da onun sorumluluğunu üstlenmesi kıssanın esnasında
zikredilmesi olsa gerektir. Dolayısıyla sorumluluğu üstlenme
olayı, iki olay halinde gerçekleşmiştir.
Buna karşılık olarak biz deriz ki: Bir davayı pekiştirmek için bir
kıssada geçen bazı olayları tekrar etmenin veya tekrarı andıran bir
üslup kullanmanın herhangi bir sakıncası yoktur. Benzeri bir ifade
tarzına Yusuf kıssasında da tanık oluyoruz. Burada yüce Allah,
kıssayı anlattıktan sonra şöyle buyuruyor: "Bu, sana vahyettiğimiz
gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, o hileli düzeni kurarlarken,
yapacakları işe topluca karar verdikleri zaman sen yanlarında
değildin." (Yusuf, 102) Bununla, kıssanın başında geçen şu ayetin
içeriğine işaret ediliyor: "Onlar şöyle demişti: "Yusuf ve kardeşi
babanıza bizden daha sevgilidir; oysa ki biz, birbirini pekiştiren
bir topluluğuz... Eğer mutlaka yapacaksanız, öldürmeyin Yusuf'u,
onu kuyunun derinliklerine bırakıverin de bir yolcu kafilesi alsın."
(Yusuf, 8-10)
(Al-i İmran / 45) "Hani melekler dediler ki: "Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor…" Ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, bu müjde, başka bir yerde şu şekilde işaret edilen olaydır: "Böylece
ona Ruhumuzu göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında
görünmüştü. Demişti ki: "Gerçekten ben, senden Rahman olan
Allah'a sığınırım. Eğer takva sahibiysen bana yaklaşma." Demişti
ki: "Ben, yalnızca Rabbinden gelen bir elçiyim; sana tertemiz bir
erkek çocuk armağan etmek için buradayım." (Meryem, 17-19) Do-
layısıyla tefsirini sunduğumuz ayette meleklere nispet edilen müjdeleme
eylemi, Meryem suresinin ilgili ayetlerinde yalnızca Ruh'a
nispet ediliyor.
Müjdeleyen kimselerin farklılığı bağlamında denilmiştir ki:
"Meleklerden maksat Cebrail'dir. Onun konumunu yüceltmek için
çoğul ifade kullanılmıştır. Tıpkı birinin şöyle demesi gibi: "Falan
adam yolculuk yaptı; hayvanların sırtına bindi, gemilere bindi."
Oysa bu adam yalnızca bir hayvana ve bir gemiye binmiştir. Yine
derler ki: "İnsanlar ona şöyle dediler." Oysa, diyen sadece bir kişidir.
Tıpkı önceki ayette, Zekeriya kıssasıyla ilgili olarak: "Melekler
ona seslendi." şeklinde çoğul bir ifade kullanıldıktan sonra: "Böyledir"
dedi. "Allah dilediğini yapar." ifadesinde "tekil" bir hitap
şeklinin seçilmesi gibi."
Bazıları da şöyle demiştir: "Cebrail'le birlikte başka melekler
de vardı ve bunlar hep birlikte Meryem'e seslendiler."
Meleklerden söz eden ayetler üzerinde düşündüğümüz zaman,
şu sonucu elde ediyoruz: Melekler arasında makam açısından
öncelik ve sonralık vardır. Daha gerideki bir makamda bulunan bir
melek, daha ileri makamda olan bir meleğin emrine kayıtsız şartsız
uymak zorundadır. Öyle ki, daha gerideki bir makama sahip
bulunan meleğin fiili, önceki makamda olan meleğin fiilinin aynısı,
sözü de onun sözünün aynısıdır. Tıpkı organlarımız ve güçlerimiz
tarafından sergilenen fiillerin, ayrı ayrı değerlendirilmek yerine,
topluca bizim fiillerimiz olarak değerlendirmeleri örneğinde
gözlemleyip algıladığımız gibi. Sözgelimi şöyle dersin: "Onu gözlerim
gördü. Kulaklarım onu duydu. Ben gördüm ve ben duydum."
Yine denilir ki: "O işi organlarım yaptı. Ellerim yazdı. Parmaklarım
resmetti. Ben yaptım. Ben yazdım."
Aynı
şekilde, izlenen meleklerin fiilleri ayniyle izleyen ve emre
uyan meleklerin fiilleridir. Sözleri onların sözleridir ve hiç bir ihtilaf
olmaz. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Allah, ölecekleri
zaman canlarını alır." (Zümer, 42) Bu ayette ruhları kabzetme fiilini
yüce Allah kendisine nispet ediyor. Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor:
"De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son
verecektir." (Secde, 11) Bu Ayette de aynı fiil, ölüm meleğine nispet
edilmiştir. Başka bir ayette ise şöyle bir ifadeye yer veriliyor: "Sonunda
sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 51
hayatına son verirler . (En'âm, 61) Bu Ayette de hayata son verme
fiili bir grup meleğe nispet ediliyor.
Şu ayetleri de buna örnek gösterebiliriz:"Biz sana vahyettik."
(Nisâ, 163) "Onu Ruh-ul Emin indirdi, senin kalbinin üzerine…"
(Şuâra, 193-194) "Cibril'e kim düşman ise, bilsin ki gerçekten onu
senin kalbine indiren odur." (Bakara, 97) "Hayır; o bir hatırlatmadır.
Artık dileyen onu düşünüp, öğüt alır. O, şerefli üstün
sahifelerdedir. Yüceltmiş, tertemiz kılınmış (sahifeler). Yazıcıların
ellerinde. Değerli, iyi (yazıcıların)." (Abese, 11-16)
Böylece, Cebrail'in verdiği müjdenin, kendi emrinde olan bir
grup meleğin verdiği müjdenin ta kendisi olduğu anlaşılıyor. Cebrail
meleklerin liderlerindendir. En gözde olanlarındandır. Nitekim
şu ayet-i kerime bunu gösteriyor: "Şüphesiz o, üstün onur sahibi
bir elçinin gerçekten sözüdür. Bu elçi bir güç sahibidir, arşın sahibi
katında şereflidir. Ona itaat edilir, sonra güvenilirdir." (Tekvir,
19-21) İnşallah Fâtir suresini tefsir ederken, bu konuda ayrıntılı,
daha açıklayıcı bilgiler sunacağız.
Bu söylediklerimizi, bir sonraki ayette yer alan şu ifade de
desteklemektedir: "Böyledir" dedi, "Allah dilediğini yapar." Bu
ifadenin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, bunu söyleyen yüce
Allah'tır. Oysa, Meryem suresinde bu söz, Ruh'a nispet edilmiştir:
"Demişti ki: "Ben, yalnızca Rabbinden gelen bir elçiyim, sana
tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için buradayım." O:
"Benim nasıl bir erkek çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer
dokunmamışken ve ben azgın, iffetsiz bir kadın değilken" dedi.
"İşte böyle" dedi. "Rabbin dedi ki: "Bu benim için kolaydır." (Mer yem, 19-21)
Meleklerin ve Ruh'un (Cebrail) Meryem'le konuşması, onun
"muhaddese" olduğunu gösterir. Hatta, aynı kıssa ile ilgili olarak
Meryem suresinde şöyle bir ifadeye yer veriliyor: "Böylece ona
Ruhumuzu göndermiştik,o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü."
(Meryem, 17) Bu ayet, onun meleğin sesini duymaktan öte,
onun kendisini de gördüğünü ortaya koyuyor. İnşallah, rivayetler
52 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
bölümünde, bu konuyu bütünleyici nitelikte ayrıntılı bir açıklamaya
yer vereceğiz.
"Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu
İsa Mesih'tir." Daha önce: "İşte bu elçiler; bir kısmını bir kısmına
üstün kıldık." (Bakara, 253) ayetini tefsir ederken, Allah-u Teâla'nın
kelamının ne anlam ifade ettiğini belirtmiştik.
"el-Kelimetu" ve "el-kelimu" tıpkı "et-temretu" ve "et-temru"
gibi cins ve ferd için kullanılır. "Kelime" bir anlama delalet eden
tek lafız için kullanılır. Öte yandan bir cümle için de kullanılır. Bu
cümlenin "Zeyd ayaktadır." ifadesinde olduğu gibi, ardından sessiz
kalınabilir olması ile: "Eğer Zeyd ayaktaysa…" ifadesindeki gibi,
ardından sessiz kalınamaz türden olması arasında herhangi bir
fark yoktur. Bu; ifadenin gramatik yönü. Kur'an terminolojisine
gelince; ki yüce Allah'a nispet edilen "Kelime"yi kastediyoruz, bununla
yüce Allah'ın irade ettiği bir şeyin meydana getirilmesi kastediliyor.
Bu da yüce Allah'ın dilediği bir şeye "ol" demesidir veya
vahiy ve ilham yoluyla bildirdiği sözdür.
Tefsirini sunduğumuz ayetteki "kelime" ile neyin kastedildiği
hususunda, ileri sürülen bir görüşşudur: "Ondan maksat, Mesih'tir.
Çünkü ondan önce gelen peygamberler, özellikle
İsrailoğullarına gönderilen peygamberler, onu İsrailoğullarının kurtarıcısı
olarak müjdelemişlerdir. Benzeri bir meseleyle ilgili olarak:
"Bu benim söylediğim sözdür, kelimemdir." denir. Yüce Allah'ın Hz.
Musa ile ilgili olarak söylediklerini de buna örnek gösterebiliriz:
"Rabbinin İsrailoğullarına olan o güzel sözü, sabretmeleri dolayısıyla
tamamlandı." (A'râf, 137)
Fakat, Eski ve Yeni Ahit'ler, bu yaklaşımı destekleyen ifadeler
içermelerine karşın, Kur'an'da buna ilişkin bir ifadeye rastlanmamaktadır.
Tam tersine, Kur'an, İsa'yı müjdeleyici olarak nitelendirir,
müjdelenen olarak değil. Kaldı ki: "Adı... Mesih'tir." ifadesinin
akışı da bu değerlendirmeyle bağdaşmıyor. Çünkü bu durumda
"kelime" ile kastedilen, daha önce haber verilen İsa'nın ortaya
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 53
çıkışıdır, İsa'nın kendisi değil. "Adı... Mesih'tir." ifadesinin zahiri
gösteriyor ki, Mesih "kelime"nin adıdır, hakkında söz geçmiş kimsenin
değil.
Bu hususta ikinci bir görüş de şöyle diyor: "Kelime"den maksat,
Hz. İsa'dır. Çünkü İsa, yüce Allah'ın Tevrat'la neyi kastettiğini
açıklamakla görevlendirilmiştir. O Yahudilerin gerçekleştirdikleri
tahrifatları açıklamış ve dinde ihtilafa düştükleri hususları ortaya
koymuştur. Nitekim yüce Allah, onun İsrailoğullarına şöyle hitap
ettiğini bildiriyor: "…ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını
size açıklamak için…" (Zuhruf, 63)" Fakat bu değerlendirme,
bu tarz bir yorumu gerektirici incelikleri yakalamamış değildir;
ancak bunu destekleyecek karinelerden yoksundur.
Bir başkası da diyor ki: "Ondan maksat, müjdenin kendisidir.
Yâni, onun İsa'ya hamile kalacağı ve onu doğuracağı haberi. Dolayısıyla:
"Kendisinden bir kelime ile müjdeliyor." sözünün anlamı:
"Sana bir müjdeyi müjdelemektedir ki: Sen İsa'yı, sana bir beşer
dokunmaksızın babasız olarak doğuracaksın." Ancak bu değerlendirme
de, ayetin akışının sonunda yer alan: "Adı... Mesih'tir."
ifadesiyle bağdaşmıyor.
Bazıları da şöyle diyorlar: "Bundan maksat, onun "yaratma kelimesi"
yâni "ol" sözü olması açısından, İsa'dır. Bütün insanlar var
etme kelimesi olan "ol" ile yaratılmış olmalarına rağmen özellikle
İsa'nın bu ifadeye özgü kılınmasının nedeni ise şudur: İnsanlığın
diğer bireylerinin doğumu, normal yollardan ve alışılagelen sebepler
sonucu gerçekleşmiştir. Erkeğin döl suyunun kadının yumurtasını
döllemesi yâni. Normal etkenler belirleyici olmuşlardır. Bu
yüzden hamilelik diğer sebeplerle birlikte kadın erkek birleşmesine
nispet edilir. Ancak İsa'nın ana rahmine düşmesi bu yolla gerçekleşmemiştir.
Bir insanın dünyaya gelişini aşamalı kılan bazı
nedenlerin onun doğumunda rol oynamadıklarını görüyoruz. Dolayısıyla
onun doğumu, araya normal etkenler girmeksizin doğrudan
evrensel var etme sözü olan "ol" kelimesiyle gerçekleşmiştir. Böy
54 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
lece o da "kelime"nin kendisi olmuştur. Nitekim şu ayetler de bu
yaklaşımı desteklemektedir. "Allah'ın kelimesidir. Onu Meryem'e
yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur." (Nisâ, 171) Yine tefsirini sunduğumuz
bu ayetlerin sonundaki şu ifade de bunu destekler niteliktedir:
"Şüphesiz , Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu
gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" demesiyle o da he-
men oluverdi." Yukarıda sunduğumuz farklı yaklaşımların en güzeli
budur.
"Mesih" meshedilmiş demektir. İsa'nın bu şekilde
isimlendirilmesi, uğur ve bereketle meshedilmiş olmasından veya
günahlardan arındırmak üzere meshedilmesi veya bereketlensin
diye diğer peygamberler gibi zeytinyağıyla meshedilmesi veya
şeytandan korunsun diye, doğarken Cebrail'in kanatlarıyla
meshedilmesi dolayısıyladır. Ya da onun, yetimlerin başlarını
sıvazlaması veya körlerin gözlerini elleriyle meshetmesi ve onların
da görmeye başlaması yahut da onun ellediği, meshettiği tüm
hastaların iyileşmesi içindir. Hz. İsa'nın "Mesih" olarak
isimlendirilmesinin nedeni bağlamında ortaya konan görüşler
bunlardır.
Fakat, bu çerçevede göz önünde bulundurulması gereken bir
husus daha vardır. Şöyle ki: Bu söz, Cebrail'in Meryem'e verdiği
müjdenin kapsamında geçiyor. Nitekim yüce Allah bunu şöyle ifade
ediyor: "Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı
Meryem oğlu İsa Mesih'tir." Bu kelime, Eski ve Yeni Ahit'te geçen
"Meşiha" kelimesinin Arapça'daki telâffuzudur. Bundan şu sonuç
çıkıyor: İsrail-oğullarından bir kimse krallığa geçince, kâhinler onu
kutsal yağla meshederlerdi, ki mülkü mübarek olsun. Böylece yağ
sürülen krallara "Meşiha" derlerdi. Bunun anlamı da ya "kral" ya
da "kutlu"dur.
Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarından anlaşıldığı kadarıyla,
onun "Meşiha" olarak isimlendirilmesi, ona ilişkin müjdenin krallığını
da içeriyor olmasındandır. Söylendiğine göre, İsrailoğulları
arasında bir kral ortaya çıkacak, onları kurtaracaktır. Bunu, Mer
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 55
yem'e müjdenin verilişini tasvir eden Luka İncili'nden de algılayabiliyoruz:
"Melek onun yanına girdiğinde: "Sana selam olsun" dedi,
"ey Rabbin nimetlerine bolca kavuşan ve ey ki, sen kadınlar içinde
mübarek kılındın." Onun bu sözlerden huzursuz olduğunu ve bu
selamın ne anlama geldiğini düşünmeye başladığını görünce, me-
lek ona şöyle dedi: "Korkma ey Meryem! Sen Allah katında büyük
bir nimet elde ettin. Sen bir oğula gebe kalacaksın ve onu doğuracaksın.
Onun ismini Yesu olarak koyacaksın. Bu büyük olacaktır ve
Yücenin oğlu olarak çağırılacaktır. Rab ona babası Davad'un tahtını
verecektir. Yakub'un evine sonsuza dek sahip olacaktır ve o-
nun mülkü hiçbir zaman son bulmayacaktır." (Luka İncili: 1-34)
Bu yüzden Yahudiler müjdenin krallığı da kapsadığını, bununsa
İsa (a.s) ile örtüşmediğini ve onun yaşadığı ve davetini sunduğu
dönemde kral olmadığını gerekçe göstererek Hz. İsa'nın peygamberliğini
kabul etmemişlerdir. Belki de bundan dolayı Hıristiyanlar
ve bazı Müslüman müfessirler, krallıktan maksadın şeklî saltanattan
çok manevî krallık olduğunu belirtme gereğini duymuşlardır.
Ben derim ki: Şöyle bir yaklaşım içine girilmiş olması uzak bir
ihtimal değildir ki: Müjde kapsamında, onun adının "Mesih" olarak
belirtilmesi, onun mübarek kılındığına yönelik bir işarettir. Çünkü
Yahudilerde "yağlama", kutsama aracı olarak kullanılırdı. Bunu şu
ayet de desteklemektedir: "Dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ın
kuluyum. Allah bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı. Nerede
olursam olayım, beni kutlu kıldı." (Meryem, 30-31)
İsa'nın aslı "Yeşu"dur. Bu kelime, kurtarıcı olarak tercüme edilmiştir.
Bazı rivayetlerde "yaişu=yaşar" olarak tercüme edildiğini
görüyoruz. Bu isimlendirme, onunla Zekeriya'nın oğlu "Yahya=
yaşar" peygamber arasındaki tam benzerliğe de uygun düşüyor.
Hitap Meryem'e yönelik olduğu halde, İsa isminin "Meryem
oğlu" sıfatıyla birlikte anılması, onun babasız olarak yaratıldığına
dikkat çekmek içindir. Bir de onun bu nitelikle anılacağını, bu mu
56 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
cizede Meryem'in de ona ortak olduğunu vurgulamaktadır. Nitekim
yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Onu ve çocuğunu insanlığa
bir ayet kıldık." (Enbiyâ, 91)
"Dünyada da ahirette de onurlu, saygın ve (Allah'a) yakın olanlardandır."
Ayetin orijinalinde geçen ve "vecihen" kelimesinin mastarı
olan "el-vicahe", gözde ve kabul görmüş demektir. İsa'nın (a.s)
dünyada kabul gördüğü açık bir gerçektir. Yine Kur'an'ın nassı o-
nun ahirette de kabul gördüğünü ortaya koymaktadır.
"Mukarrebin=yakınlaştırılmışlar" kelimesi ile neyin kastedildiği
malumdur. Bununla demek isteniyor ki: O, Allah katında yakın
kılınmış, Allah'a yakın velilerin ve meleklerin safına girdirilmiştir.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Mesih ve yakınlaştırılmış
melekler, Allah'a kul olmaktan kesinlikle çekimser kalmazlar."
(Enbiyâ,172) Yüce Allah bir yerde "yakınlaştırma"nın anlamını
şu şekilde açıklar: "Vakıa vuku bulduğu zaman... ve sizler de
üç sınıf olduğunuz zaman... yarışıp öne geçenler de, öne geçmiş
öncülerdir. İşte onlar, yakınlaştırılmış olanlardır." (Vakıa, 1-11)
Görüldüğü gibi yüce Allah, "yakınlaştırılma"nın anlamını, insanın,
bütün insanlara, daha doğrusu bütün varlıklara zorunlu kılınmış
Allah'a dönüş yolundaki yürüyüşü esnasında diğer insan bireylerini
geride bırakması, dolayısıyla Allah'a yaklaşma şeklinde açıklamaktadır.
Başka bir yerde de şöyle buyuruluyor: "Ey insan, gerçekten
sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp
durmaktasın; sonunda O'na varacaksın." (İnşikak, 6) "Haberiniz
olsun; işler Allah'a döner." (Şurâ, 53)
"Yakınlaştırılmışlığın" insanlardan ve meleklerden bazı bireylerin
niteliği olduğunu öğrendiğine göre, zorunlu olarak bunun çalışmayla
elde edilen bir makam olmadığını da bilirsin. Çünkü melekler
Allah katındaki makamlarını çalışmayla elde etmezler. Bunun
bazı meleklere ilahi bir bağış olarak ve bazı insanlara da amellerinin
karşılığı olarak verilmiş bir makam olması muhtemeldir.
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 57
"Dünyada da ahirette de onurlu, saygın..." ifadesi cümle içinde
gramer açısından "hal" işlevini görür. Yine bu cümleye atfedilen:
"yakın olanlardandır.", "konuşacak.", "ve (o) iyilerdendir." ve
"...elçi kılacak." ifadeleri de "hal"dir.
(Al-i İmran /46) "Beşikte ve yetişkinlik halinde insanlarla konuşacak." Ayette geçen "el-mehd" çocuklar için hazırlanan kundak, beşik demektir.
"el-Kehl" ise, gençlikle yaşlılık arasındaki erişkinlik dönemine denir.
Bu dönemde insan güçlü-kuvvetli, normal bir kimse olur. Bu
yüzden denilmiştir ki: "Erişkin, saçına ak düşen kimseye denir."
Bazıları da: "Erişkin, otuz dört yaşına giren kimseye denir." demişlerdir.
Kelimenin hangi anlamı esas alınırsa alınsın, burada onun
erişkinlik çağına kadar yaşayacağına işaret ediliyor ki, bu da Meryem'e
yönelik bir diğer müjdedir.
Bu açık ifade karşısında, İncillerde Hz. İsa'nın sadece otuz üç
yıl yaşadığına ilişkin açıklamayı ihtiyatla karşılamamız gerektiği
ortadadır. Bu yüzden bazıları: "Onun erişkinlikte insanlarla konuşması,
gökten inişinden sonra gerçekleşecektir. Çünkü o, yeryüzünde
erişkinlik çağına ulaşacak kadar kalmamıştır." demişlerdir.
Diğer bazıları ise: "Tarihsel araştırmalar, İncillerin bildirdiğinin aksine,
İsa'nın altmış dört yıl kadar yaşadığını ortaya koymuştur."
demişlerdir.
"Beşikte ve yetişkinlik halinde…" ifadesinden anlaşıldığı
kadarıyla, Hz. İsa'nın ömrü yaşlılık çağına ulaşmadan erişkinlik
döneminde sona ermiştir. Dolayısıyla bu ayetten onun insanlarla
konuşmasının, ömrünün başlangıç noktası olan çocukluk dönemi
ile bitiş noktası olan erişkinlik dönemi olduğunu algılıyoruz.
Çocuklar, genellikle dünyaya geldikleri ilk günden itibaren
kundağa sarılıp beşiğe konurlar. Bu durum iki yaşına kadar, genellikle
de ondan önce emeklemeye, ardından yürümeye başlayıncaya
kadar sürer. Bu ise, çocukların konuşmaya başladıkları dönemdir.
Şu halde, çocuğun beşikte konuşması, özü itibariyle bir mucize
değildir; ancak ayetten anladığımız kadarıyla o, beşikte insanlarla,
bir erişkinin konuşmasını andıracak şekilde konuşmuştur. Diğer
bir ifadeyle Hz. İsa, erişkinken insanlarla nasıl tam ve anlaşılır konuşmuşsa,
beşikteyken de öyle konuşmuştur. Beşikteki bir çocuğun
konuşması, ancak bu şekilde mucize sayılabilir.
Ancak, kıssanın Meryem suresindeki anlatımında, onun insanlarla
konuşmasının, Hz. Meryem'in onu doğurduktan sonra insanların
arasına getirdiği ilk anda gerçekleştiği vurgulanmaktadır. Bir
çocuğun dünyaya geldiği ilk andan itibaren konuşması, hiç kuşkusuz
olağanüstü bir olaydır, bir mucizedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Böylece onu taşıyarak kavmine geldi. Dediler ki: "Ey Meryem,
sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın. Ey Harun'un kız kardeşi,
senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, iffetsiz
bir kadın değildi." Bunun üzerine ona (çocuğa) işaret etti. Dediler
ki: "Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?" İsa
dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. Allah bana Kitabı verdi
ve beni peygamber kıldı. Nerede olursam olayım, beni kutlu kıldı."
(Meryem, 27-31)
(Al-i İran / 47) "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl bir çocuğum olur?" Kendisiyle konuşan kimse "Ruh=Cebrail" olduğu halde,
onun doğrudan Rabbine hitaben konuşması -daha önce söylediğimiz
gibi şundan ileri geliyor ki: Meleklerin ve Ruh'un hitabı ve
sözü, yüce Allah'ın sözü ve kelamı demektir. Çünkü o, kendisine
hitapedenin insan şekline girmiş Ruh veya meleklerin olduğunu
bilse de kendisiyle konuşanın yüce Allah olduğunu biliyordu. Bu
yüzden doğrudan Rabbine hitabetti.
Konuşmanın: "Rabbim, beni geri çevirin." (Mü'minun, 99) ayetinde
olduğu gibi, ifadenin akışı içinde ara cümlecik konumunda
yer verilen bir yardım isteme niteliğinde olması da mümkündür.
"İşte böyledir. Allah neyi dilerse yaratır" dedi. Bir işin olmasına karar
verdi mi, yalnızca ona "ol" der, o da hemen oluverir." Daha önce,
bu cevabın Meryem suresindeki: "İşte böyle" dedi. "Rabbin dedi
ki: "Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir ayet ve bizden bir
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 59
rahmet kılmak için." Ve iş de olup bitmişti." (Meryem, 21) ayetiyle
birlikte etüt edilmesi durumunda: "İşte böyledir." ifadesinin tam
bir söz olduğunu ve açılımının da şöyle olduğunu ortaya koyar: "İş
böyledir." Yâni, müjdelenen iş, kararlaştırılmıştır, gerçekleşmesi
kaçınılmazdır.
Böyle bir iş karşısında şaşırmak, ancak yüce Allah'ın bunu yapamayacağının
veya bu işin O'na zor geleceğinin düşünülmesi
durumunda söz konusu olabilir. Oysa O'nun gücü sınırsızdır; dilediğini
yapar. Zorluğuna ve meşakkatliğine gelince; zorluk ve meşakkatlilik
ancak, sebeplere başvurularak gerçekleştirilen işler
için söz konusu olabilir. Bir şeyin öncülleri, sebepleri arttıkça, çoğaldıkça,
işin zorluğu da o oranda artar. Halbuki yüce Allah, yarattığı
şeyleri sebepler aracılığıyla yaratmaz. Tam tersine bir işin olmasına
karar verdiği zaman ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir.
Bundan da anlaşılıyor ki: "İşte böyledir." ifadesi, tam bir cümledir.
Bununla Meryem'in endişelerinin ve telaşının giderilmesi
amaçlanmıştır. "Allah neyi dilerse yaratır." ifadesi, şaşırmaya ne-
den olduğu varsayılan "güç yetirememe" ihtimalini geçersiz kılmaya
dönüktür. "Bir işin olmasına karar verdi mi" ifadesi de zorluk
ve meşakkatlilik ihtimalinin akla gelmesini önlemeye dönüktür.
(Al-i İmran / 48) "Ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek."
Kitab ve hikmet kelimelerinin başındaki "el" takısı, tür bildirmeye yöneliktir. Daha önce "el-kitab"ın insanlar arasındaki ihtilafları kaldırma amacına
yönelik vahiy, "el-hikmet"in de inanç veya davranışla yararlı bilgi
olduğunu belirtmiştik. Bu açıdan her ikisi de hikmet içeren kitaplar
olmalarına karşın Tevrat ve İncil'in, kitap ve hikmete atfedilmiş
olmaları, türden sonra o türün bir ferdinin, özel olarak zikerdilmesi
önem taşıdığı için söz konusu edilmesinin bir örneğidir. "el-Kitab"
kelimesinin başındaki "el" takısı, istiğrak ve kapsama için değildir.
Bunu da şu ayetten anlıyoruz: "İsa açık belgelerle gelince, dedi ki:
60 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
"Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin
bir kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah'tan korkun
ve bana itaat edin." (Zuhruf, 63)
Tevrat'a gelince; Kur'an'da onunla ilgili açıklamalardan anlaşıldığı
kadarıyla, yüce Allah onu sözleşme zamanlarında levhalara
yazılı olarak Hz. Musa'ya vahiy yoluyla indirmiştir. A'râf suresinde
bu konuya değinilir. Bugün Yahudilerin elinde bulunan kutsal kitaba
gelince; onlar Babil kralı Buhtunnussar zamanında İran kralı
Koreş zamanına kadarki, dönemde bununla bağlantılarının kesildiğini
kabul ediyorlar. Şu kadarı var ki Kur'an, Peygamberimizin
(s.a.a) zamanında Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın üzerinde
bazı oynamalar ve tahrifatlar yapılmış olmasına karşın, orijinal
Tevrat'tan temelden farklı olduğunu söylemiyor. Kur'an ayetlerinin
buna yönelik kanıtsallıkları son derece açıktır.
İncil'in anlamı, müjdedir. Kur'an, onun İsa peygambere indirilen
ayrı bir kitap olduğunu belirtir. O, sırf İsa'ya (a.s) özgü bir vahiydir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti.
Bundan önce insanlar için bir hidayet idiler." (Âl-i İmrân, 4)
Bugün Matta, Markos, Luka ve Yuhanna isimlerine nispet edilen
İnciller, Hz. İsa'dan (a.s) sonra kaleme alınmışlardır.
Yine bu ayetten anlıyoruz ki Tevrat, sadece şer'i hükümler içeriyordu
ve İncil yalnızca bazı eski hükümleri nesheden (yürürlülükten
kaldıran) birtakım yeni hükümler dışında hukuk sistemi adına
herhangi bir şey içermiyordu. Şu ayetler bunu ortaya koyuyor: "
Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan
bazı şeyleri helal kılmak üzere..." (Âl-i İmrân) "Ona içinde hidayet
ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve muttakiler için
yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik. İncil sahipleri Allah'ın onda
indirdikleriyle hükmetsinler." (Mâide, 46-47) Bu ayetten hareketle
İncil'de uygulaması gereken bazı hükümlerin yer aldığı sonucuna
varılabilir.
Yine tefsirini sunduğumuz ayetten anlaşıldığı kadarıyla, İncil
de tıpkı Tevrat gibi Peygamber Efendimize (s.a.a) ilişkin bir müjde
içeriyordu. Nitekim bir başka ayette yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de geleceği yazılı bulacakları
ümmi nebi olan elçiye uyarlar." (A'râf, 157)
(Al-i İmran / 49) "İsrailoğullarına elçi kılacak."
Bu ayetin zahiri Hz. İsa'nın (a.s) özel olarak İsrailoğullarına elçi olarak gönderildiğini ifade ediyor. Tıpkı Hz. Musa'nın onlara gönderilişini ifade
eden ayetler gibi. Fakat biz daha önce "İnsanlar tek ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi." (Bakara, 213) ayetini
tefsir ederken "Nübuvvet" kavramı üzerinde durmuş ve İsa'nın da
tıpkı Musa gibi, bütün dünya halkına elçi olarak gönderilmiş bir
ulu'l azm (çığıraçıcı) peygamber olduğunu ifade etmiştik.
Ancak, orada "Resul" ile "Nebi" arasındaki farkı vurgulamaya
dönük olarak yaptığımız açıklamalar, sorunu çözücü niteliktedir.
Şöyle ki: Nebilik, gönderiliş ve tebliğ ediş makamıdır. Resullük ise,
özel elçilik misyonudur; insanlar arasında hakka dayalı olarak
hükmetmeyi, ihtilafları çözmeyi gerektirir. Bu da ya muhatap kitleyi
yerinde ve nimetler içinde bırakmak ya da yok etmek şeklinde
gerçekleşir. Bunu şu ayetten de anlıyoruz: "Her ümmetin bir resulü
vardır. Onlara resulleri geldiği zaman aralarında adaletle hüküm
verirler." (Yunus, 47)
Diğer bir ifadeyle: Nebi, insanlara dini açıklamak üzere
gönderilmiş kimseye denir. Resul ise, özel bir açıklamada
bulunmak üzere gönderilmiş kimsedir. Bu özel açıklamanın reddi,
helak olmayı, kabulü de nimetler içinde bir yaşam sürdürmeyi
doğurur. Yüce Allah'ın Nuh, Hûd, Salih ve Şuayb gibi resullerin
şahsında sunduğu açıklamalar, bunu destekliyor, daha doğrusu
kanıtlıyor.
Durum böyle olduğuna göre, risaletin belli bir kavme yönelik
olmasını, gönderilen peygamberin de sırf onlara hitap etmesini
zorunlu kılmaz. Dolayısıyla belli bir kavme resul olarak gönderilen
62 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
elçinin, hem onlara hem de diğer topluluklara gönderilmiş bir nebi
olması mümkündür. Hz. Musa ve İsa gibi.
Kur'an'da buna ilişkin bir çok kanıt vardır: Hz. Musa'nın Firavun'a
resul olarak gönderilişi: "Firavun'a git, çünkü o azmış bulunuyor."
(Tâhâ, 24), sihirbazların İsrailoğullarına mensup olmadıkları
halde Musa'ya iman ettiklerini açıklamaları ve bu imanlarının kabul
edilmesi: "Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik." dediler."
(Tâhâ, 70) Firavun'un kavmini davet etmesi: "Andolsun, biz
kendilerinden önce, Firavun'un kavmini de denedik. Onlara değerli
bir elçi gelmişti." (Duhan, 17) bunun en çarpıcı örnekleridir.
Yine, insanların yaygın bir şekilde Hz. İsa'ya (a.s.) inanmaları da
bunu göstermektedir. Nitekim Peygamber Efendimizin (s.a.a.)
gönderilişinden önce Rumlar ve Fransızlar, Avusturyalılar, Prusyalılar
(Almanlar), İngilizler gibi büyük batılı uluslar ve Necranlılar gibi
doğulu topluluklar ona inanmışlardı. Ki bunların hiç birisi
İsrailoğullarına mensup değildir. Kur'an Hıristiyanlardan söz ederken,
sadece İsrailoğulları Hıristiyanlarını kastetmez. Tam tersine
övgü ve yergi nitelikli değerlendirmelerinde tüm Hıristiyanları kasteder.
"Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben size
çamurdan kuşşeklinde bir şey yaratırı… Allah'ın izniyle… ölüleri diriltirim."
Ayetin orijinalinde geçen "halk=yarat-ma" bir şeyin cüzlerini
bir araya getirip oluşturma demektir. Burada, yaratmanın Allah'tan
başkasına nispet edildiğini de görüyoruz. Bunu şu ayetten de
algılıyoruz: "Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir."
(Mü'minun, 14)
Ayetin orijinalinde geçen "ekmeh" kelimesi, anadan doğma
kör demektir. Rağıb'ın el-Müfredat'ta dediğine göre, kör olan kimse
için de kullanılabilir. Nitekim "İki gözü kör oldu. Nihayet ak geldi
üzerlerine" derler. Ayette geçen "ebres" kelimesi, alacalı demektir.
Alaca, bilinen bir deri hastalığıdır.
"Ölüler" çoğul olduğuna göre, bundan, söz konusu işlemin
bir kaç kez gerçekleştiğini algılayabiliriz.
"Allah'ın izniyle." ifadesi bütün bunların onun tarafından birer
mucize olarak gerçekleştirildiklerini vurgulamaya, dayanaklarının
yüce Allah olduğuna ve İsa'nın kendinden kaynaklanan bir husus
olmadığına yöneliktir. Bu ifade bir kaç defa tekrarlanmıştır. Çünkü
insanların bu hususta sapmaları, ondan sadır olan bu olağanüstü
mucizelere kanıp onu tanrılaştırmaları yüksek bir ihtimaldir. Bu
yüzden onun kendinden sözettiği, yaratma ve ölüleri diriltme gibi
hususlara işaret ettiği her defasında "Allah'ın izniyle." kaydını
düştüğünü ve sözlerinin sonunda şöyle dediğini görüyoruz: "Gerçekten
Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse
O'na ibadet edin; doğru yol işte budur."
"Ben size… yaratırım." sözünün zahiri, bu sözleri kendisi
tarafından, bir meydan okuma ve tartışma olmaksızın bilgi olarak
sunulduğunu gösteriyor. Eğer bir bahaneyi ortadan kaldırmaya
veya bir kanıtı gözler önüne sermeye dönük olsaydı, ifadenin
içinde: "dilerseniz" veya "isterseniz" gibi bunu gösteren bir kayda
yer verilmesi gerekirdi.
Ayrıca, yüce Allah'ın bir kıyamet sahnesinde, İsa'yla konuşmasını
aktardığı ayetlerin akışı, bu mucizelerin, İsa tarafından gerçekleştirildiklerini
kesin bir ifadeyle ortaya koymaktadır: "Allah şöyle
diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi
hatırla… İznimle çamurdan kuşşeklinde bir şeyi yaratıyordun da,
yine iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör
olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, yine benim iznimle ölüleri
hayata çıkarıyordun." (Mâide, 110)
Bu da gösteriyor ki, bazıları tarafından seslendirilen: "Bu ayet,
en fazla şunu gösteriyor ki yüce Allah, Meryem oğlu İsa'ya bir sır
verdi ve o bununla insanlara karşı haklılığını gösterdi, onlara meydan
okudu. Eğer bu konuda bir istekleri olursa, bunu yerine getirip, 64 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
aleyhlerine kanıt oluştururdu. Ama bunların tümünün veya bir
kısmının gerçekleştiğini ayetten anlamak mümkün değildir." şeklindeki
yorumlar yanlıştır.
"Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi size haber veririm..."
Bu, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı ve vahiy yoluyla bazı peygamberlerine
bildirdiği gaybtan haber vermedir. İsa'nın bir diğer
mucizesidir bu. Böyle bir gaybtan haber verme, kesin olarak
gerçekleşmiş bir durumdur ve bunda kuşkuya yer yoktur. Çünkü
insan, yediğinden veya evinde biriktirdiğinden kuşku duymaz.
Bu mucize, yüce Allah'ın izni olmaksızın gerçekleşmeyecek
olmasına rağmen, ifadenin akışı için "Allah'ın izniyle" kaydına yer
verilmemiştir. Oysa yüce Allah bir ayette: "Hiçbir elçi, Allah'ın izni
olmadan bir mucize getiremez." (Mü'min, 78) buyuruyor. Bunun
nedeni de söz konusu mucizeden "haber verme" olarak söz ediliyor
olmasıdır. Bu ise, İsa (a.s) ile kâim olan bir sözdür, onun fiili
olarak değerlendirilir. Dolayısıyla, yüce Allah'a nispet edilmesi yakışık
olmaz. Ancak yaratma ve diriltme mucizelerinde durum farklıdır.
Çünkü bunlar, gerçekte Allah'ın fiilleridir ve O'nun izni olmadan
bir başkasına nispet edilmezler.
Ayrıca, sözü edilen diğer iki mucize, "haber verme" gibi
değildirler. Bunlarla ilgili olarak insanların sapmaları, "haber
verme" ile ilgili olarak sapmaktan çok daha hızlı gelişebilecek bir
durumdur. Çünkü sıradan insanların kalpleri, en ufak bir vesvese
ve demagoji sonucu kuş yaratan ve ölüleri dirilten bir kimsenin
ilahlığını kabul ederler. Gaybi bilgilerden haber veren bir kimsenin
ilahlığına inanmaksa, o kadar çabuk ve kolay gerçekleşmez.
Çünkü böyle insanlar, bu tür haberlerin sırf Allah'a özgü bir bilgi
olmadığını, riyazet çeken herkes veya gözbağcı bir kâhin için de
elde edilebileceğini bilirler.
Dolayısıyla, söz konusu iki mucize gündeme geldiğinde "Allah'
ın izniyle" kaydının düşünülmesi kaçınılmazdı. Aynı
şekilde hastaları
iyileştirmenin de yalnızca Allah'ın bahşettiği bir mucize oldu
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 65
ğundan söz edilmesi yeterliydi. Özellikle hitap, kendilerine mü'min
diyen bir kavme yönelikse… Bu nedenledir ki, ifadenin sonunda
şöyle bir cümleye yer veriliyor: "Şüphesiz, eğer inanmışsanız,
bunda sizin için kesin bir ayet vardır." Yâni eğer mü'min olduğunuza
ilişkin iddianızda samimi iseniz, bunda sizin için kesin bir
ayet vardır.
(Al-i İmran / 50) "Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere…" ifadesi: "İsrail-oğullarına elçi kılacak."
ifadesine matuftur. Matuf, ifadenin tekellüm=birinci tekil şahıs
kipi üzere olmasına karşın, matuf aleyhin (üzerine atfedilenin)
gaip sigası=üçüncü tekil şahıs kipi üzere olması -ki "Benden önce
gelen Tevrat'ı doğrulamak ." ifadesinde doğrudan İsa'nın konuşuyor
olması, buna karşılık: "İsrailoğullarına elçi kılacak..." ifadesinde
üçüncü tekil şahıs kipiyle söz edilmesi- atıf olayına zarar
vermez. Çünkü: "İsrailoğullarına elçi kılacak." ifadesi, Hz. İsa'nın:
"Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim." şeklindeki
sözleriyle açıklanmıştır. Dolayısıyla, bu sayede ifadenin yönü,
üçüncü tekil şahıs kipinden birinci tekil şahıs kipine döndürülmüş
oluyor ve atıf işleminin geçerli olması sağlanıyor.
Hz. İsa'nın kendisinden önce gönderilen Tevrat'ı doğrulaması,
önceki ayetteki kayda bakılırsa, yüce Allah'ın Tevrat'tan ona öğrettiği
şeyleri tasdik etmesi anlamında kullanılmıştır. Bu, onun zamanında
mevcut olan Tevrat'ı tamamen doğruladığı, dolayısıyla o
dönemde Tevrat'ta tahrif yapılmadığı anlamına gelmez. Nitekim
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a) Tevrat'ı tasdik etmesi de
onun tahrif edilmediğini ifade etmez.
"Ve size haram kılınan bazı
şeyleri helal kılmak üzere…" Bilindiği
gibi yüce Allah, İsrailoğullarına bazı temiz şeyleri haram
kılmıştı. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yahudilerin
yaptıkları zulüm… nedeniyle, kendilerine helal kılınmış güzel
şeyleri onlara haram kıldık." (Nisâ, 160)
66 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
Bu ifadeden, Hz. İsa'nın, Yahudilere yazılmış bazı ağır hükümleri
neshetmesi dışında, Tevrat'ın içerdiği hükümleri onayladığı
sonucu çıkarılabilir. Bu yüzdendir ki: "İncil, şeriat içermez" denilmiştir.
"Helal kılmak üzere…" ifadesi: "Rabbinizden bir mucize…"
ifadesine atf-edilmiştir. Cümlenin başındaki "lam" harfi, amaç
bildiren türdendir. Dolayısıyla cümlenin anlamı
şöyledir: "Ben, sizin
üzerinize haram kılınmış bazı
şeylerle ilgili hükümleri neshetmek
üzere geldim."
"Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim." cümlesinin zahiri:
"Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin." ifadesini açıklamaya
dönük olduğunu gösteriyor. Ve mucize getirmenin bir ayrıntısı niteliğinde
olduğunu gösteriyor; haramlardan bazısını helal kılmanın
devamı değildir. Dolayısıyla, bazı zihinlerde oluşabilecek vehmi,
kaldırma amacına yöneliktir. Aynı zamanda "Cümlenin yeniden
tekrarlanmış olması, öncesi ile sonrasının birbirinden ayrılmasını
sağlamak içindir, çünkü salt ayrılık, söz sanatında bir ayrıcalık
sayılmaz." diyenlerin maksadı da bu olabilir.
(Al-i İmran / 51) "Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na ibadet edin." Hz. İsa bu sözü kendisini ilah olarak kabul edenlerin
iddialarını çürütmek için söylüyor. Bunu söylerken, keskin
ferasetiyle onların ileride kendisini ilahlaştıracaklarını seziyordu.
Ya da ileride böyle bir durumun meydana geleceği, kendisine vahiy
yoluyla bildirilmişti. Nitekim benzeri bir değerlendirmeyi: "Kuş
oluverir." ve "Ölüleri diriltirim." ifadelerinin "Allah'ın izniyle" kaydıyla
birlikte yer almış olması hakkında da yapmıştık. Ancak, yüce
Allah'ın Hz. İsa'dan aktardığı: "Ben onlara bana emrettiklerinin
dışında hiçbir şeyi söylemedim. O da şuydu: "Benim de Rabbim,
sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." (Mâide, 117) sözler bunun
Allah'ın emri ve vahyi olduğunu ortaya koyuyor.
(Al-i İmran / 52) "İsa, onlardan inkârı sezince, dedi ki: "Allah için bana yardım edecekler kimlerdir?" Meryem'e yöneltilen müjde, Hz. İsa'nın ana rahmine
düşüşünden, peygamber oluşuna ve insanları Allah'a ibadet
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 67
etmeye davet edişine kadar, hayatının çeşitli evrelerini kapsadığı
için, ayetlerin akışı içinde ondan kısaca söz ediliyor ve kıssası bütünleyici
cümlelerle ayrıntılandırılıyor. Bununla, onun havarilerini
seçişini ve kavminin ona karşı bir tuzak hazırlamasını ve yüce Allah'ın
İsa'yı arındırarak, hayatına son vererek ve katına yükselterek
kavmine karşı daha değişik bir tuzak devreye sokmasını kastediyoruz,
ki bununla da onun kıssası sona eriyor.
Bu anlatımda, ayetlerin inişine muhatap olan Necran
Hıristiyanlarının durumunu ilgilendirdiği kadarıyla kıssaya yer
veriliyor. Bunlar araştırma yapmak ve Resulullah'la (s.a.a)
tartışmak üzere bir heyet halinde Medine'ye gelmişlerdi. Bu
yüzden kıssanın kapsamı içinde olup Nisâ, Mâide, Enbiyâ, Zuhruf
ve Saff gibi surelerde yer verilen bazı gelişmelere bu surede yer
verilmemiştir.
Ayetlerin akışı içinde, kalbi ilgilendiren bir durum olan inkâr=
kü-fürle ilgili olarak "sezme"den söz edilmiş olması, bunun
onlar tarafından fiilen sergilendiği ve bu sayede sezmenin mümkün
olduğu içindir. Ya da küfür kaynaklı bir işe, yâni kendisine eziyet
etmelerini, öldürmeye yeltenmelerini görünce, küfrü seçtiklerini
seziyor. "İsa... sezince" yâni adları
İncil'de geçen
İsrailoğullarından küfür belirtilerini algılayınca, "Allah için bana
yardım edecekler kimlerdir?" dedi. O, bu soruyu yöneltirken kavminin
içinden bazı adamları belirlemeyi, onları dini pratize etmenin
öncüleri haline getirmeyi amaçlamıştı. Böylece din, onların
pratik yaşayışlarında güç bulacak, sonra da diğer insanlara doğru
bir yayılma süresine girecekti. Her doğal ve toplumsal gücün karakteristik
özelliğidir bu. İşe başlarken, etkisini gösterirken ve pratiğini
yaygınlaştırırken her şeyden önce kendisi için bir üss edinir.
Bunu odaklaşma, yoğunlaşma ve destek bulma merkezi haline
getirir. Aksi taktirde, çalışmalarda istikrar ve süreklilik olmaz. Tüm
çabalar boşa gider. Hiç kimseye yarar sağlamaz.
İslam'ın davet sürecinde de benzeri gelişmelere tanık oluyoruz.
Resulullah Efendimiz (s.a.a) Akabe'de ve Rıdvan ağacı altında
68 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
bu amaçla Müslümanlardan biat, bağlılık yemini almıştı. Peygamberimiz
(s.a.a) bununla davet hareketinin süreklilik kazanması için
güç birliğini sağlamayı hedeflemişti.
Hz. İsa (a.s) davetinin İsrailoğullarının tamamı veya büyük bir
kısmı arasında başarılı olmayacağını, herhangi bir olumlu sonuç
alamayacağını ve onların küfrü seçmelerinin kaçınılmaz olduğunu
ve eğer kendisini ortadan kaldıracak olurlarsa, davet hareketinin
biteceğini ve sıkıntıların katmerleşeceğini kesin olarak anlayınca,
davetinin süreklilik kazanması için böyle bir girişimde bulundu,
Allah'ın yolunu izlemek üzere onlardan yardım istedi. Havariler
onun bu yardım çağrısına olumlu karşılık verdiler. Böylece soydaşlarının
geri kalanından iman nitelikleriyle ayrıldılar.
Bu olay, iman ve küfrün ayrışması için bir nirengi oluşturmuş;
davetin yayılması ve kesin kanıtların sunulması sonucu da imanın
küfre karşı üstünlük sağlamasının temelini atmıştı. İmanın küfre
karşı üstünlük sağlamasının ve küfür mazeretlerini ortadan kaldırışının
da başlangıç noktasıydı. Konuya ilişkin olarak yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun;
Meryem oğlu İsa Havarilere: "Allah'a yönelirken benim yardımcılarım
kimdir?" demesi gibi. Havariler de demişlerdi ki: "Allah'ın
yardımcıları bizleriz." Böylece İsrailoğullarından bir topluluk i-
man etmiş, bir topluluk da inkâr etmişti. Sonunda biz iman edenleri
düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler."
(Saff, 14)
"...Bana yardım edecekler kimlerdir?" ifadesindeki "yardım
edecekler" kelimesi "Allah için…" sözüyle kayıtlandırılmıştır. Bununla
teşvik ve tahrik etme amacı güdülüyor ki, sorunun soruluş
amacı da budur. Tıpkı Bakara suresinde yer alan şu ifade gibi: "Allah'a
güzel bir borcu verecek olan kimdir?" (Bakara, 245)
Ayetin orijinalinde geçen "ila" zarfı
"Bana yardım edecekler
kimlerdir?" sözüyle ilintilidir. Ki yardım kelimesi burada gitme
veya benzeri anlamı içerir. Dolayısıyla geçişsiz fiil olur ve nes Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 69
ne=meful alabilmesi için "ila" zarfı gibi bir harfe gerek duyar. Nitekim
Kur'an'da Hz. İbrahim'in (a.s) şu sözü aktarılır: "Şüphesiz ben,
Rabbime gidiciyim; o, beni hidayete erdirecektir." (Sâffat, 99)
Bazı tefsircilerin ifadenin akışı içinde yer alan "ila" harf-i cerrini
"maa=beraber" anlamına almalarının kanıtı yoktur. Ayrıca, yüce
Allah'ın başka varlıklarla aynı kategoriye sokulması, O'nun da yardımcılardan
biri sayılması Kur'an'ın edebine yakışmaz. Kaldı ki,
İsa'nın (a.s) edebi de böyle bir ifadeyi kullanmaya elvermez. Bunu
Kur'an'da yer alan sözlerinden açıkça algılayabiliyoruz. Aynı
şekilde
havarilerin: "Biz, Allah'ın yardımcılarıyız." şeklindeki sözleri de
böyle bir ihtimali ortadan kaldırıyor. Çünkü, eğer yukarıdaki yaklaşım
doğru olsaydı, havarilerin: "Biz Allah ile beraber sana yardım
edicileriz." demeleri gerekirdi. Bu, üzerindeki düşünülmesi gereken
bir husustur.
"Havariler: "Biz, Allah'ın yardımcılarıyız, Allah'a inandık, bizim Müslümanlar
olduğumuza şahit ol." dediler." Bir insanın havarisi, onun
insanlar içinde kendine özgü kıldığı, özel maiyeti demektir. Bazılarına
göre, bu kelime çok beyaz anlamına gelen "hur" kelimesinden
türemiştir. Kur'an'da bu kelime, yalnızca Hz. İsa'nın (a.s) özel
maiyeti sayılan arkadaşları için kullanılmıştır.
"…Allah'a inandık…" sözleri "Biz, Allah'ın yardımcılarıyız." sözlerinin
açıklaması niteliğindedir. Bu da "Allah için bana yardım
edecekler kimlerdir?" sözüyle ilgili olarak yukarıda: "Yardım
kelimesi, burada gitme veya benzeri bir anlam içerir." şeklindeki
açıklamamızı destekler niteliktedir. Çünkü Allah'a iman etme,
Allah'a giden yolda yürümeyi ifade ediyor ki, zaten imanın kendisi
de yoldur.
Acaba, havariler ilk defa burada mı
İsa'ya inanıyorlardı? Nitekim:
"Meryem oğlu İsa'nın havarilere: "Allah'a yönelirken benim
yardımcılarım kimlerdir?" demesi gibi. Havariler de demişlerdi
ki: "Allah'ın yardımcıları bizleriz." Böylece İsrailoğullarından bir
topluluk iman etmiş…" (Saff, 14) ayetinden, inanmadan sonraki bir
70 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
imanın söz konusu olduğu algılanıyor. Bunun da bir sakıncası yoktur.
Daha önce iman ve islamın=teslimiyetin, bazısının bazısından
yukarı, farklı mertebelerinin bulunduğuna ilişkin olarak yaptığımız
açıklamalara baş vurulduğunda, bu husus daha belirginlik kazanır.
Hatta diyebiliriz ki: "Hani havarilere: "Ben ve elçime iman e-
din." diye vahyetmiştim; onlar da: "İman ettik, gerçekten
Müslümanlar olduğumuza sen de şahit ol." demişlerdi." (Mâide,
111) ayeti onların Hz. İsa'ya verdikleri cevabın vahiy olduğunu,
onların birer peygamber olduklarını, dolayısıyla, bu cevapla
imandan sonra iman etmiş olduklarını gösteriyor.
Ayrıca: "Bizim Müslümanlar olduğumuza şahit ol… Rabbimiz,
senin indirdiğine inandık ve elçiye uyduk." şeklindeki sözleri,
ifadenin akışı içinde geçen "İslam" ile mutlak anlamda yüce
Allah'ın kendilerinden istediği ve haklarında öngördüğü her şeye
teslim olma olgusunun kastedildiğini gösteriyor. Bu da yukarıdaki
değerlendirmemize ilişkin bir diğer kanıttır. Çünkü bu şekilde
İslam olma, ancak ihlaslı mü'minler için geçerli bir mertebedir.
Tevhide ve peygamberlik misyonuna iman ettiğini belirtip, şahadet
cümlesini telâffuz eden herkes için değil.
Bunun da açıklaması
şudur: İslam ve iman konularını
incelediğimiz bölümde, iman ve islamın mertebelerinin
olduğundan söz etmiştik. Her iman mertebesinden önce islam
mertebelerinden bir mertebe bulunur. Nitekim: "Allah'a inandık,
bizim Müslümanlar olduğumuza şahit ol." cümlesinden de bunu
algılamak mümkündür. Dikkat edilirse, burada iman "fiil" kipinde,
islam ise "sıfat" kipinde söyleniyor.
İslam'ın ilk mertebesi, teslim olmak ve genel olarak dinin temel
prensiplerine tanıklık etmektir. Bunu, söz konusu şekli tanıklığa
yönelik kalbi bağlılık ve benimseyiş izler. Bunu da (ki islamın
ikinci mertebesidir) imanın ifade ettiği anlama yönelik kalbi teslim
oluş durumu izler. Bu noktada, Allah ve Resulünün emrettiği
her şeye yönelik gizli itiraz ve hoşnutsuzluk duyguları silinir gider.
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 71
Buna dine pratik olarak uyma diyoruz. Bunu da (ki imanın ikinci
mertebesidir) amelin her türlü şirk kırıntısından arınması, kulluk
niteliğinin tüm amel ve fiillere sinmesi durumu izler. Bunu da (ki
islamın üçüncü mertebesidir) Allah'ın sevgisine ve iradesine teslim
oluş durumu izler. Bir şey, bu noktada, ancak Allah için sevilir,
ancak Allah için istenir. Burada sadece Allah'ın sevdiği ve irade
ettiği şeyler olur. Bu düzeye gelmiş insanın kendi nefsine yönelik
sevgi ve istemesinden eser olmaz. Bunu da (ki imanın üçüncü
mertebesidir) kulluk nitelikli bu teslimiyetin tüm amelleri kuşatması
durumu izler…
Bunları hatırlayıp, Hz. İsa'nın İsrailoğullarına yönelik çağrısı
bağlamında dile getirdiği: "Artık Allah'tan korkup bana itaat edin.
Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse
O'na ibadet edin; doğru yol işte budur." sözleri üzerinde durup
düşündüğün zaman, Hz. İsa'nın (a.s) önce Allah korkusunu ve
kendisine itaat edilmesini emrettiğini, daha sonra bunu da şu sözlerle
gerekçelendirdiğini görürsün: "Gerçekten Allah, benim de
Rabbim, sizin de Rabbi-nizdir." Yâni, ey topluluk, Allah hem sizin,
hem de size gönderilen elçinin Rabbidir. Dolayısıyla, iman etmek
suretiyle Allah'tan korkup sakınmanız ve beni izlemek suretiyle
bana itaat etmeniz gerekir.
Kısacası; takva ve resule itaat etmek, yâni iman edip tâbi olmak
suretiyle O'na kulluk sunmanız lazımdır. Bu sözlerden çıkan
sonuç budur. Bu yüzden gerekçelendirme amaçlı cümlede takva
ve itaat yerine: "O'na ibadet edin." ifadesi kullanılıyor. Bu değişikliğe
baş vurulması, takva ve itaatin Allah ile olan bağlantısını açıklama
amacına yöneliktir. Çünkü bu bağlantı, ibadet şeklinde daha
da açıktır. Ardından bu ibadetin dosdoğru yol olduğu belirtiliyor.
Böylece ibadetin, insanı Allah'a götüren bir yol olduğu vurgulanıyor.
Ardından Hz. İsa, onların inkâra saptıklarını sezinleyip, büyük
bir kısmının iman etmesinden ümidini kesince, "Allah için bana
72 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
yardım edecekler kimlerdir?" dedi. İzlemeye davet ettiği bu dos-
doğru yolda yürümede, kendisine yardımcı olacak kimseler aradı.
Davet ettiği yol ise ibadetti. Takva ve itaat yâni. Havariler, tam da
onun istediği gibi cevap verdiler ve dediler ki: "Biz Allah'ın yardımcılarıyız."
Ardından, bu sözlerinin açıklaması niteliğinde bir
takım sözler sarf ettiler ve dediler ki: "Alah'a inandık, bizim Müslümanlar
olduğumuza şahit ol." Onların Müslümanlıkla kastettikleri,
itaat ve tâbi olmadır. Bu yüzden sığınmış ve zelil olmuş bir
şekilde Rablerine yönelik hitapta bulunup, Hz. İsa'ya verdikleri
sözü bir daha tekrarlıyorlar ve diyorlar ki: "Rabbimiz, senin indirdiğine
inandık ve elçiye uyduk." Burada "İslam" kavramı yerine
"tâbi olmayı" kullanıyorlar ve imanın alanını, Allah'ın indirdiklerinin
tümüne inanmak kaydıyla genişletiyorlar.
Bu da gösteriyor ki, Meryem oğlu İsa'nın kendilerine öğrettiği
kitap, hikmet, Tevrat ve İncil'in şahsında yüce Allah'ın indirdiklerinin
tümüne iman etmiş, bu hususta resule tâbi olmuşlardı. Bu da
gördüğünüz gibi imanın ilk derecesi değil, tersine en yüksek ve en
ulu derecesidir.
Müslümanlıklarına ve tâbi oluşlarına Hz. İsa'yı
şahit gösterip:
"Allah'a inandık ve biz Müslümanız." gibi bir ifade kullanmamış
olmaları, Rablerine durumlarını arz ederlerken bir dayanaklarının
olması içindir. Çünkü: "Rabbimiz, senin indirdiğine inandık ve
elçiye uyduk." diyorlar. Bununla sanki şunu demek istiyorlar: "Ey
Rabbimiz, durumumuz bundan ibarettir, senin elçin de buna tanıktır."
(Al-i İmran / 53 ) "Rabbimiz, senin indirdiğine inandık, elçiye uyduk; bizi şahitlerle beraber yaz." Bu sözü havariler söylemişler. Ama onların söylediklerine ilişkin "dediler" sözü hazfedilmiştir. Bununla da olayın kendi
akışı anlatılmak isteniyor. Bu, Kur'an'ın latif ifade tarzının bir özelliğidir.
Daha önce buna değinmiştik. Havariler yüce Allah'tan kendilerini
şahitlerden yazmasını istiyorlar. Bunu ise, iman edişlerinin
ve teslim oluşlarının akabinde dile getiriyorlar. Çünkü resulün
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 73
risaletini tebliğ etmiş olması, ancak yüce Allah'ın ona söz ve fiil
olarak indirdiği şeyleri açıklaması, yâni dinin emir ve belirtilerini
öğretmesi ve pratikte uygulaması ile mümkündür. Çünkü tebliğin
gerçekleştiğine tanıklık etmek, ancak mesajı resulden öğrenmek
ve pratikte de ona uymakla olur. Ta ki, onun uymaya çağırıldığı
mesaja uygun hareket ettiğine, onu çiğnemediğine, karşısında yer
almadığına şahitlik edilsin.
İfadenin akışından anlaşıldığı kadarıyla bu şahitlikten maksat,
şu ayette işaret edilen şahitliktir. "Andolsun, kendilerine peygamber
gönderilenlere soracağız ve onlara gönderilen (peygamber)
lere de elbette soracağız." (A'râf, 6) Dolayısıyla, tebliğin yerine
getirildiğine ilişkin şahitlik kastediliyor. Fakat: "Elçiye indirileni
dinlediklerinde, hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla
dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz, inandık, öyleyse
bizi şahitlerle birlikte yaz." (Mâide, 83) ayetinde ise, resulün sunduğu
mesajın hak nitelikli oluşuna şahitlik etme kastediliyor, tebliğin
yapıldığına şahitlik değil. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten
daha iyi bilir.
Resulün Müslümanlıklarına şahitlikte bulunmasını istemelerinin
ardından, bir kez daha: "Bizi şahitlerle beraber yaz." demelerinden,
onların istediklerinin yüce Allah'ın kendilerini amellerin
şahitlerinden yazması olduğu anlaşılıyor. Bunu yüce Allah'ın İbrahim
ve İsmail peygamberin duaları olarak bize aktardığı ifadelerden
de sezinliyoruz: "Rabbimiz, bizi sana teslim olanlar yap, neslimizden
de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadetlerimizi
göster." (Bakara, 128) Bu ayetin tefsiri çerçevesinde sunduğumuz
açıklamalara başvurulabilir.
(Al-i İmran / 54) "Onlar bir tuzak kurdular. Allah da bir tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en iyisidir." "Tuzak kuranlar" deyimiyle İsrailoğulları kastediliyor. Bunu: "İsa, onlardan inkârı sezince..." ifadesinden
algılıyoruz. Daha önce: "Ancak o, fasıklardan başkasını
saptırmaz." (Bakara, 26) ayetini tefsir ederken, "tuzak kurma" fiili
74 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
nin yüce Allah'a nispet edildiği durumlarda hangi anlamı ifade
ettiğini belirtmiştik.
(Al-i İmran / 55) "Hani Allah, demişti ki: "Ey İsa, doğrusu seni vefat ettireceğim."
Ayette geçen ve "müteveffike"nin mastarı olan "et-teveffi" kelimesi,
bir şeyi tam olarak almak demektir. Ölüm anlamında kullanılması
da buradan geliyor. Çünkü yüce Allah, ölüm anında insanın
canını bedeninden tamamen ayırır. Bir ayette şöyle buyuruluyor:
"Elçilerimiz onun hayatına son verirler." (En'âm, 61) Yâni öldürürler,
canını alırlar. Bir diğer ayette ise şöyle buyuruluyor: "Dediler ki:
"Biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden
yaratılmış olacağız?…" De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği,
hayatınıza son verecektir." (Secde, 10-11) Başka bir ayette şu ifadelere
yer veriliyor: "Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni
de uykusunda bir tür ölüme sokar. Böylece, kendisi hakkında
ölüm kararı verilmiş olanın ruhunu tutar, öbürüsünü ise salıverir."
(Zümer, 42)
Yukarıda sunduğumuz ayetlerin son iki tanesi üzerinde derinlikli
olarak düşünüldüğünde "vefat" kelimesinin Kur'an'da "ölüm"
anlamında kullanılmadığı, tam tersine almak ve muhafaza etmek
anlamında kullanıldığı görülecektir. Diğer bir ifadeyle: Vefat kelimesi,
ölüm anındaki "alma" anlamında kullanılmıştır. Bununla da,
insan nefsinin, canının ölümle birlikte boşa çıkmadığı, yok olmadığı
anlatılmak istenmiştir. Nitekim bilmezler, ölümün yok oluş,
fena buluş olduğunu sanırlar. Tam tersine yüce Allah, insanın canını
yeniden bedene geri dönünceye kadar muhafaza eder. Nitekim
yüce Allah bu anlamın kastedilmediği yerlerde, "vefat" yerine
"mevt" kelimesi kullanır. Örneğin şöyle buyurur: "Muhammed,
yalnızca bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip geçmiştir. Şimdi
o ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye
mi döneceksiniz?" (Âl-i İmrân, 144) "Onlar için karar verilmez ki
böylece ölüversinler." (Fâtır, 36)
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 75
Bunun gibi daha bir çok ayet örnek verilebilir. Nitekim İsa'nın
ağzından, kendisiyle ilgili olarak şöyle dediği aktarılır: "Selam üzerimedir;
doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden kaldırılacağım
gün de." (Meryem, 33) "Andolsun, kitap ehlinden, ölmeden
önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da
onların aleyhine şahit olacaktır." (Nisâ, 159) Bu açıdan "vefat"ın,
ölüm anlamını çok net bir biçimde kapsamadığı görülüyor.
Kaldı ki, Yahudilerin iddialarına cevap verme amacına yönelik
olarak yer verilen şu ayet de bunu destekler niteliktedir. "Ve: "Biz,
Allah'ın resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük."
demeleri nedeniyle de… Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar.
Ama onlara onun benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında
anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların
bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur.
Onu kesin olarak öldürmediler. Hayır; Allah onu kendine yükseltti.
Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Andolsun,
kitap ehlinden, ölümden önce ona inanmayacak kimse yoktur.
Kıyamet günü, o da onların aleyhine şahit olacaktır." (Nisâ,157 159)
Yahudiler, Hz. İsa'yı öldürdüklerini iddia ediyorlardı. Hıristiyanlar
da, onların Hz. İsa'yı çarmıha gerdiklerini, ancak ölümünden
sonra, yüce Allah'ın onu kabrinden kaldırıp, göğe yükselttiğini sa-
nıyorlardı. Gördüğün gibi, ayetler Hz. İsa'nın öldürülmesini ve çarmıha
gerilmesi iddiasını yalanlıyorlar. "Andolsun, kitap ehlinden…"
diye başlayan ayetin zahiri, onun Allah katında diri olduğunu
ve Ehl-i Kitap kendisine inanmadıkça ölmeyeceğini göstermektedir.
Buna göre, onun "vefat" ettirilmesi ile, Yahudilerin arasından
alınışı kastediliyor. Ancak, ayetin buna ilişkin kanıtsallığı net değildir.
Sadece zahiri olarak bu şekilde yorumlanabilir. Nisâ suresinin
son ayetlerinin tefsirini yaparken, bu hususta gerekli açıklamalarda
bulunacağız.
76 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
"Seni kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim."
Yükseltme, indirmenin karşıtıdır. Temizlik de pis-liğin zıddıdır.
Daha önce temizliğin anlamıyla ilgili açıklamalarda bulunmuştuk. İfadenin akışı için "yükseltme" kelimesi, "ila" harf-i cerriyle
kayıtlıdır. Bu da bedensel yükselişten çok manevi yükselişi ifade
eder. Çünkü yüce Allah'ın, cisim ve cismanî varlıkların sahip olduğu
bir yerin içine girme, yer kaplama, uzak veya yakın olma gibi
cismanî türden bir mekanı yoktur. Dolayısıyla burada, ayetin sonunda
yer alan: "Sonra dönüşünüz bana olacak." türünden bir
ifadeyle karşı karşıya-yız. Özellikle eğer "vefat"tan maksat "almak"
olursa, bu durumda "yükseltme" için yaptığımız açıklama
daha da belirginleşir. Çünkü böyle olunca, maksadın derecenin
yükseltilmesi ve Allah'a yakın olması açıklık kazanır. Tıpkı yüce
Allah'ın kendi yolunda öldürülenler hakkında buyurduğu gibi: "Onlar
Rableri katında diridirler." (Âl-i İmrân, 169) Bunun gibi İdris peygamber
(a.s) hakkında da şöyle buyurmuştur: "Biz onu yüce bir
mekana yükseltmiştik." (Meryem, 57)
Konuyla ilgili olarak bazıları şöyle demektedirler: "Onun Allah'
a yükseltilmesinden maksat, ruhen ve bedenen canlı olarak göğe
yükseltilmesidir. Nitekim Kur'an ayetlerinin zahiri, maddî ve cismanî
göğün, Allah'a yakın olma makamı olduğunu gösterir. Orası
bereketlerin indiği yerdir. Mükerrem kılınmış meleklerin meskenidir."
İnşallah ileride "sema" kelimesinin anlamını irdelemeye fırsat
bulacağız.
"Allah katına yükselme"den sonra, yer verildiği için "Seni inkâr
edenlerden temizleyeceğim." deyimiyle de manevi temizlik
kastedilmiştir, şekli temizlik değil. Bu ise, onun kâfirlerden
uzaklaştırılması, onlara karışmaktan korunması, küfür ve inkâr
nitelikli çirkef toplantılara katılmaktan alıkonması demektir.
"Sana uyanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstüne geçireceğim."
Burada yüce Allah Hz. İsa'ya tâbi olanları, onun peygam
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 77
berliğini inkâr edenlerden üstün kılacağını vaadediyor. Ki bu durum
kıyamete kadar sürecektir. Yüce Allah, üstün kılınanları tanıtma
bağlamında onların, Hz. İsa'ya uyanlar olduklarını belirtiyor
ve diğerlerininse, onu inkâr edenler olduğunu ifade ediyor. Bununla
beraber, bunların Musa'nın şeriatına uyan İsrailoğulları veya
Yahudiler olduklarından söz etmiyor.
Şu kadarı var ki, yüce Allah'ın Hz. İsa'nın karşıtlarını "küfür"le
nitelemesi gösteriyor ki, "ona uymak"tan maksat hak nitelikli uymadır.
Yüce Allah'ın razı olduğu uyma yâni. Bu durumda ona tâbi
olanlar, İslam'ın ortaya çıkıp Hz. İsa'nın dinini neshetmesinden
önce dosdoğru yol üzere bulunan ilk Hıristiyanlardır. İslam'ın gelişinden
sonra ise, Hz. İsa'nın gerçek izleyicileri sadece Müslümanlardır.
Şu halde üstün kılmadan maksat, kanıt ve dayanak üstünlüğüdür,
iktidar ve egemenlik anlamındaki üstünlük değil. Dolayısıyla
cümleden şu anlamı algılıyoruz: Hıristiyanlardan ve Müslümanlardan
sana tâbi olanların kanıtları, kıyamet gününe kadar
seni inkâr eden Yahudilerin karşı kanıtlarından üstün olacaktır…
Bu, tefsir bilginlerin yer verdikleri ve içtenlikle benimsedikleri bir
yorumdur.
Ancak benim kanaatime göre, ne ayetin lafzı ne de anlamı bu
yoruma elverişlidir. Çünkü: "Seni vefat ettireceğim, seni kendime
yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana
uyanları kıyamete kadar inkâr edenleri üstüne geçireceğim."
ifadesi, gelecekten haber vermektedir. Hitap edenin, hayata son
verme, temizleme ve üstün kılma olarak söz ettiği olayları gelecekte
gerçekleştireceği şeyler olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca:
"Sana uyanları" ifadesindeki vaat, güzel bir müjdedir. Böyle bir şey
de ancak gelecekte olabilecektir.
Bilindiği gibi, Hz. İsa'ya tâbi olanların kanıtı, İsa'nın kendisinin
kanıtından başka bir şey değildir. Bunlara da yüce Allah, Hz.
Meryem'e yönelik müjdenin kapsamında işaret etmiştir. Hiç
kuşkusuz bunlar, Hz. İsa'nın hayatta bulunduğu ve
yükseltilmesinden önceki ve yükseltilmesinden sonraki dönemde
78 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
ve yükseltilmesinden sonraki dönemde üstün kanıtlardı. Hatta bu
kanıtlar, Hz. İsa'nın göğe yükseltilmesinden önce, kâfirlerin bahanelerini
ortadan kaldırma ve husumetlerini kurma açısından son
derece etkili ve kuşkularını giderme bakımından da son derece
açıktılar.
Şu halde, yüce Allah'ın kendisine tâbi olanların kanıtlarını ileride
inkâr edenlerin kanıtlarından üstün kılacağını vaadetmesi ne
anlama gelir? Sonra, bu üstünlüğü ve galibiyeti "kıyamet gününe
kadar." ifadesiyle kayıtlaması neyi ifade eder? Kaldı ki, bir kanıt,
üstünlüğü itibariyle, zaman ve günle kayıtlı kılınmasını kabul
etmez. Üstelik, bir kanıtın diğer bir kanıta üstünlüğü kıyamet gününde
de sürer. Nitekim Kur'an'da yer alan kıyamet sahnelerinde
yansıtılan gelişmelerin içeriğinden bunu algılıyoruz.
Eğer desen ki: Belki de kanıtın üstünlüğünden maksat, kabul
görmesi açısından üstünlük sağlaması, yâni insanların, Hz. İsa'ya
tâbi olanların kanıtlarını dinlemeleri ve ona uymalarıdır. Böylece
daha çok kişiyi etrafında toplamış, daha sağlam bir dayanak bulmuş
ve daha güçlü olmuş olur.
Ben de derim ki: Bunun esası, ya gerçek anlamda ona tâbi
olanların iktidar ve güç açısından üstün olmalarıdır -ki, hakikat ve
pratik bunun tam tersini gösteriyor- ya da ahir zamanda, ona tâbi
olanların üstün olacakları kastediliyor -buna da ayetin lafzı
elvermiyor- yahut ona tâbi olanların sayısal olarak çoğalıp kâfirlere
üstünlük sağlayacakları, yâni İsa'dan sonra hak ehlinin batıl
ehlinden fazla olacağı kastediliyor -ki, bu da şahit olduğumuz hakikatin
tam tersinedir-. Zira İsa'nın zamanından günümüze kadar
geçen yirmi asırlık süre içinde batıl ehli sürekli artıyor ve sayısal
olarak her zaman hak ehlinden fazla olmuşlardır.
Kaldı ki, ayetin lafzı da buna elverişli değildir. Çünkü ayette sözü
edilen üstünlük, özellikle ilahi öfkenin Yahudilere yöneldiğinden,
gazabın onları kuşattığından haber verildiği bir makamda
olduğu için ya kesin kanıt açısından, ya da egemenlik ve güç açı
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 79
sından ancak üstünlük sağlamakla bağdaşır. Fakat sayısal fazlalık
bakımından üstünlük sağlamanın ayetin akışıyla bağdaşmadığı
ortadadır.
Burada söylenmesi gereken husus şudur: Ayetten anlaşıldığı
kadarıyla, burada iki grup tanıtılıyor. Biri: "sana uyanlar" diye işa-
ret edilen İsa'nın izleyicileri. Biri de "inkâr edenler". Fiil, oluşu ve
meydana gelişi ifade eder. Vasıf ise sıfatla birlikteliği ve ona bürünmeyi
ifade eder. Meselâ, tâbiler ve kâfirler kelimeleri birer vasıftır.
Bir toplumun içinde birkaç birey birtakım işler yapsalar, geri
kalanlar buna razı olsalar ve geriden gelenler bu hususta önde
gidenleri izleseler, bu durum bireylerin yaptıklarının onlara nispet
edilmesi için yeterlidir. Nitekim Kur'an bir çok yerde Yahudilerin
tümüne, peygamberleri öldürmek, onlara eziyet etmek, Allah'ın ve
elçilerinin emirlerine uymaktan kaçınmak ve kitabın ayetlerini
tahrif etmek gibi geçmiş kuşaklarının işledikleri kimi suçlardan
dolayı ağır eleştiriler yöneltir, onları kınar.
Bu durumda "inkâr edenler" deyimiyle Yahudilerin kastedilmiş
olması, "sana uyanlar" deyimiyle de Hıristiyanların kastedilmiş
olması mümkündür. Çünkü Hıristiyanların ilk kuşakları
İsa'ya iman etmiş, ona tâbi olmuşlardır. Bu, Allah tarafından kabul gören
bir iman ve gerçek anlamda bir uymaydı. Gerçi yüce Allah, İslam'
ın ortaya çıkışından sonra İsa'ya tâbi olmalarından veya İslam'ın
ortaya çıkışından önce de teslis inancını benimseyenleri izlemelerinden
razı değildi.
Şu halde, burada kastedilen husus; ilk kuşakları gerçek anlamda
Hz. İsa'ya tâbi olan Hıristiyanların onu inkâr eden ve ona
karşı entrikalar düzenleyen Yahudilerin üstüne geçirilmeleridir.
Buna işaret etmekle, ayet şu mesajı vermeyi amaçlıyor: "İlahi gazap
Yahudilerin üzerine inmiştir. Hz. İsa'ya kurdukları tuzak kendi
başlarına geçmiştir. Yahudi ümmetinin azabı şiddetlendirilmiştir."
Bu anlattıklarımız, konunun başında vurgulamaya çalıştığımız gibi
tâbi olmanın gerçek bir tâbi oluş olması durumuyla çelişmez.
80 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
Sonraki ayette geçen: "İman edip, iyi amellerde bulunanların
mükâfatlarını (Allah) eksiksiz verecektir." ifadedeki üslûp değişikliği
de açıklanan bu mânayı destekler niteliktedir. Çünkü tâbi
olanlardan maksat, eğer yalnızca Hıristiyanlardan ve Müslümanlardan
kurtuluş ve hak ehli olan kimseler olsaydı, üslûp değiştirilmeden
şöyle denilmesi daha uygun olurdu: "Sana uyanların mükâfatlarını
eksiksiz verecektir." Nitekim bu, kimseye gizli değildir.
Mesele ile ilgili bir başka görüş daha var. O da şudur: "Uyanlar"-
dan maksat, Hıristiyanlarla Müslümanların tamamıdır. Bu durumda
ayet, Yahudilerin, kıyamet gününe kadar Hz. İsa'ya uyulması
gerektiğine inananların baskısı altında aşağılık bir hayat yaşayacaklarını
haber vermiş olur. Bununla ilgili açıklama ise, yukarıda
yapılan açıklamanın aynısıdır. Aslında bu, üzerinde düşünüldüğünde,
ayete ilişkin en yerinde yorumdur.
"Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz
şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim." Bu ifadede yüce Allah
Hz. İsa'ya, ona tâbi olanlara ve onu inkâr edenlere birden hitap
ediyor. Bu, kıyamette karşılaşacakları durumdur. Böylece Hz. İsa
konusu, onunla ilgili haber, müjdelenişinden son dönemine kadarki
hayat serüveni burada son buluyor.
(Al-i İmran / 56) "İnkar edenlere gelince; onları dünyada ve ahirette şiddetli bir azapla azaplandıracağım." Ayetin zahiri, onun: "...ara-nızda ben
hükmedeceğim." ifadesinin ayrıntılı nitelikli devamı olduğunu gösteriyor.
Geniş açıklama içeren ifadenin genel açıklamadan sonra
yer alması yâni. Böylece inkâra sapan Yahudilerin kıyamet günü
ilahi azaba çarptırılacakları ve mü'minlerin de mükâfatlarını eksiksiz
olarak alacakları haber veriliyor.
Ancak, ayrıntılı ifadenin kapsamında "dünyada" deyimin yer
alması gösteriyor ki, bu ifade şu ifadenin tamamının ayrıntısıdır:
"Ve sana uyanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstüne
geçireceğim. Sonra dönüşünüz bana olacak." Bu da gösteriyor ki
bu, "üstün kılma"nın ve "Allah'a dönüşün" sonucu, Yahudilere yö
nelik azabın dünyada Allah'ın kendilerine üstün kıldığı kimseler
eliyle, ahirette de cehennem ateşiyle şiddetlendirilmesidir. Bu hususta
hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
Bu ifade, bir önceki ayette işaret edilen "üstüne geçirme" ile
egemenlik ve güçle üstünlük anlamının kastedildiğine yönelik
kanıtlardan biridir. Kanıtsal üstünlük değil.
"Onların hiç yardımcıları da olmayacak." ifadesi, azabı önleyici
şefaatin onlar hakkında geçerli olmayacağını, haklarında verilen
azap kararının kesin olduğunu gösteriyor. Ki daha önce buna işa-
ret ettik.
(Al-i İmran / 57) "İman edip, iyi amellerde bulunanların mükâfatlarını (Allah) eksiksiz verecektir." Bu da "uyanlara" yönelik bir güzel ödül vaadidir.
Fakat, salt tâbi olmanın denilmesi, böyle büyük bir sevabı hak
etmek için yeterli değildir. Çünkü, daha önce de söylediğimiz gibi,
tâbi olma, vasıf olduğundan dolayı sırf bir kaç birey tarafından
sergileniyor olsa bile, bir toplumun niteliği olarak değerlendirilebilir.
Ancak tâbi olmaya tahakkuk eden ödül, sadece onu fiilen gerçekleştirene
ve halihazırda ona bürünene verilir, salt o isimle anılanlara
değil. Bu yüzden "sana uyanlar" ifadesi yerine: "İman edip,
iyi amellerde bulunanlar." ifadesi kullanılıyor, ta ki mesaj doğru
algılansın. Çünkü mutluluk ve güzel akıbet, gerçek bir eyleme bağlıdır,
salt isme değil. Nitekim şu ayette de buna işaret ediliyor:
"Şüphesiz, iman edenlerle Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden
kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve iyi amellerde bulunursa,
onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur
ve onlar mahzun olmayacaklardır." (Bakara, 62)
İşte Hz. İsa'ya tâbi olanlar arasında, iman edip salih ameller işleyenlerin
ecrini yüce Allah eksiksiz olarak verecektir. Bunların
dışındakilerse, böyle bir ödülü alamayacaklardır. Nitekim ayette:
"Allah zalim olanları sevmez." sözüyle buna işaret edilmiştir.
Buradan hareketle, rahmetten ve cennetten söz edilen bir ayette:
"Allah, zalim olanları sevmez." şeklindeki bir cümleyle sö
82 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
zün bağlanmasının sırrını da anlamış oluyoruz. Halbuki bildiğimiz
kadarıyla, rahmet ve nimet ayetlerinin sonunda rahmet ve mağfiretle
ilgili isimlerin zikredilmesi veya hakkında ayet inen kimselerin
durumunun övgü konu edilmesi daha uygun olur. Ancak, ayetin
vermek istediği mesaj bu değildir. Nitekim şu ayetler, buna örnek
gösterilebilir: "Allah, herbirine en güzel olanı vaadetmiştir. Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır." (Hadid, 10) "Eğer Allah'a güzel bir
borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar.
Allah şükrü kabul edip çok ihsan edendir, halîmdir." (Teğabun,
17) "Kim Allah'a iman edip, iyi bir amelde bulunursa, Allah onun
kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından
ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük 'mutluluk ve
kurtuluş' budur." (Teğabun, 9) "İman edip, iyi amellerde bulunanlara
gelince; Rabbleri onları kendi rahmetine sokar. İşte apaçık
olan 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur." (Casiye, 30) Bunun gibi
daha bir çok örnekler de vardır.
Böylece ayetin sonundaki: "Allah, zalim olanları sevmez."
ifadesiyle, İsa'ya (a.s) sırf isimle tâbi olan bir diğer grubun
durumuna işaret ediliyor. Bunlar, iman edip iyi amellerde
bulunanlar değildirler.
(Al-i İmran / 58) "Bunları biz sana ayetlerden ve hikmetli zikirden okuyoruz." Bu ifade, kıssanın bittiğine ilişkin bir işaret konumundadır. "Hikmetli
zikir" ifadesiyle Kur'an kastediliyor. Kur'an, ayetleri ve açıklamaları
itibariyle Allah'ın hikmet esaslı zikridir. Ona batıl bulaşmaz. Onda
şakaya yer yoktur.
(Al-i İmran / 59 )"Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" demesiyle o da oluverir." Bu a-
yet, gerektiğinde, İsa'nın ayrıntılı olarak anlatılan doğumu kıssasının
bir özetinin verilmesine örnektir. Olaylar teker teker anlatıldıktan
sonra, bir de kısaca ifade ediliyor. Özellikle kanıtlama ve tartışma
ortamında bu tarz bir anlatım, konuşma için bir meziyettir.
Ayetler, tartışmayla ilgili olarak inmişlerdir. Necran Hıristiyanlarından
oluşan bir heyetle ilgilidirler.
Dolayısıyla, kıssa uzun uzun anlatıldıktan sonra, yaratılışının
kısaca özetlenmesi ortama uygun bir ifade tarzıdır. Bununla demek
isteniyor ki, onun dünya gelişinin niteliğinin farklı oluşu, onu
yaratılmış insan olmaktan çıkarmaz. O da tıpkı Adem peygamber
gibi yaratılmıştır. Dolayısıyla onu nitelendirirken Adem'den fazla
bir şey söylemek doğru değildir. O, Allah tarafından babasız olarak
yaratılmış olan bir insandır.
Bu durumda ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: İsa'nın
(a.s) Allah katındaki örneği, yâni O'nun katında belirginleşen niteliği,
diğer bir ifadeyle, yüce Allah'ın eliyle gerçekleşen yaratılışı ile
ilgili bilgisindeki durumu, Adem peygamberin yaratılışının bir benzeridir.
Yaratılışı şöyle gerçekleşmiştir: Allah onu bedeninin elementlerini
topraktan bir araya getirmiş, sonra onlara "ol" demiş ve
o da babasız olarak bir beşer halinde oluvermiştir.
Bu durumda açıklama iki kanıt işlevini görmüş oluyor ve
herbiri, diğerini pekiştirerek Hz. İsa'ya yakıştırılan tanrılık niteliğini
olumsuzluyor:
Bu kanıtlardan biri şudur: Hz. İsa (a.s) Allah tarafından yaratılmıştır.
-Allah'ın bilgisinde böyledir ve hiçbir şey O'nun bilgisi
kapsamında kaybolmaz.- Bir beşer olarak ve babasız dünyaya
gelmiştir. Durumu bundan ibaret olan birisi tanrı değil, kuldur.
İkinci kanıt da şudur: Onun yaratılışı Hz. Adem'in yaratılışından
pek farklı değildir. Eğer yaratılışının orijinal niteliği, onun tanrı oluşunu
gerektiren bir unsur olsaydı, Ademin yaratılış biçimi de bunu
gerektirirdi. Oysa kendileri de Hz. Adem'e böyle bir nitelik
yakıştırmıyorlar. Dolayısıyla aradaki benzerlikten hareketle Hz. İsa
hakkında da böyle bir nitelemede bulunmaları gerekirdi.
Ayetten anlaşıldığı kadarıyla, Hz. İsa'nın yaratılışı da tıpkı Hz.
Adem'in yaratılışı gibi doğal ve varoluşsaldır. Ancak türeme, yâni
84 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
çocuğun olması için babaya ihtiyaç duyulması açısından bakıldığında,
yürürlükteki evrensel yasaya göre olağanüstü bir olgudur.
Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla: "o da oluverir." ifadesiyle
geçmişte olan bir durumun anlatımı kastediliyor. Ama bu durum:
"Sonra ona "ol" dedi." ifadesinin zamansal ardışıklık durumunu
olumsuzladığı hususuyla bir çelişki oluşturmaz. Çünkü dayanakları,
nispetleri farklıdır. Çünkü şu gördüğümüz varlıklar, tedricî=
aşamalı olarak varolanıyla, bu şekilde varolmayanıyla yüce
Allah tarafından yaratılmışlardır. Varlık bütünü O'nun emri olan
"ol" kelimesiyle varolmuştur. Nitekim yüce Allah bu hususa şöyle
işaret ediyor: "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca "ol"
demesidir; o da hemen oluverir." (Yasin, 82)
Varlık bütünü içindeki bir çok şeyin oluşumu, aşamalı sebepleri
açısından incelendiğinde aşamalıdır. Fakat, varlıkların durumu
yüce Allah'a nispetle ele alındığında, burada aşamalı varoluşa yer
yoktur; zamansal mühlet söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Bizim emrimiz, bir göz kırpma gibi,
yalnızca bir keredir." (Kamer, 50) İnşallah yeri gelince, bu hususla
ilgili ayrıntılı açıklamalara yer vereceğiz.
Öte yandan: "Sonra ona "ol" dedi." ifadesinin açıklamak istediği
husus şudur: Yüce Allah, bir şeyi yaratırken sebeplere ihtiyaç
duymaz. Dolayısıyla yaratmasını dilediği şeylerin durumu, O'na
karşı değişmez. Örneğin, varoluşa müdahale eden sebeplerin değişik
durumlarından kaynaklanan mümkünlük veya imkansız, kolaylık
veya zorluk, yakınlık veya uzaklık gibi olgular, Allah Teâla'nın
onları yaratmasında bir etkinlik oluşturmaz. O, bir şeyi irade ettiği
zaman, ona: "ol" der, o da hemen oluverir. Bunun için normalde
etkili olan maddi sebeplere ihtiyacı yoktur.
(Al-i İmran / 60) "Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma." ifadesi, önceki ayete yönelik bir tekittir. Ki ayet, bundan önce "inne" ve benzeri edatlarla tekit edilmişti. Tıpkı kıssanın ayrıntılı
açıklamasının ardından: "Bunları biz sana ayetlerden ve hikmetli
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 85
zikirden okuyoruz." ifadesinin tekit amacıyla yer alması gibi. Bununla
güdülen amaç, Resulullah Efendimizin (s.a.a) hak üzere
olduğuna dair gönlünü hoş tutmak ve tartışmada kendisine karşı
sunulan tezlere yüreklilikle cevap vermesini sağlamaktır.
"Gerçek, Rabbinden gelendir." ifadesi, Kur'an'ın olağanüstü
etkileyiciliğe sahip açıklama amaçlı ifadelerinden biridir. Dikkat
edilirse "hak" sözcüğü, başlam ifade eden ve başka bir anlama
işaret etmeyen "min" edatıyla kayıtlandırılmıştır. Sözgelimi "Hak,
Rabbinle beraberdir." denilmiyor. Çünkü böyle bir ifadeden "şirk"
anlamı (Allah'ın yanında hakkın da olması) sezinlenebilir ve gerçekle
ilintili olarak yüce Allah'a "acz"in nispeti de algılanabilir.
(Hak olmadan Allah bir şeye güç yetiremez yâni.)
Şöyle ki: "Dört, çift bir sayıdır" veya "Bir, ikinin yarısıdır" gibi
hak nitelikli sözler ve sabit nesnel olguları içeren önermeler, hiçbir
durumda değişmeleri mümkün olmayan bedihî olgular türünden
olsalar bile, insan bütün bunları ancak objeler dünyasından ve
varlık bütününün içinden algılar. Varlık da bütünüyle Allah'tandır.
Şu halde, bütün hayır O'ndan olduğu gibi bütün hak da O'ndandır.
Bu nedenledir ki yüce Allah, yaptığından dolayı
sorgulanmaz, ama insanlar sorgulanırlar. Çünkü O'ndan başkasının
fiili ancak hak olduğu zaman hakka eşlik eder. Fakat O'nun
fiili varlığın kendisidir ve hak da varlığın ilmî suretinden başka bir
şey değildir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Kummî'de "Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçti,
temizledi ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı." ifadesiyle ilgili
olarak İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Allah,
onu iki kere seçti. Birincisinde, kadınların içinden onu tercih etti.
İkincisinde ise, bir erkek eli değmediği halde hamile kalmasını
sağlamakla onu dünya kadınlarından üstün kıldı." (c.1, s.102)
86 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
Mecma-ul Beyan'da İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Ayetin anlamı
şudur: "Seni peygamberler zürriyeti için seçti.
Seni zinadan arındırdı ve bir erkekle birleşme olmaksızın İsa'ya
hamile kalmak üzere seni seçti..." (c.2, s.440)
Ben derim ki: "Seni peygamberler zürriyeti için seçti." sözü,
seni peygamberlere kendini nispet etmeye layık bir zürriyet olman
için seçti, demektir. "Seni zinadan arındırdı." sözü, sana ondan
korunmuşluk niteliği verdi, demektir. Onun İsa'yı, bir erkekle birleşme
olmaksızın doğurmasının dayanağı da budur. Dolayısıyla,
hadisteki ifadenin akışı, onun seçilmesinin ve arındırılmasının bazı
gereklerine yöneliktir. Buna binaen, iki rivayet arasında bir çelişki
olmadığı açıktır. Daha önce, ayetin bu hususa yönelik işaretine
değinmiştik.
ed-Dürr-ül Mensur adlı eserde Ahmed ve Tirmizi -sahih olduğunu
belirterek- İbn-i Münzir, İbn-i Habban ve Hakim, Enes'ten şöyle
rivayet ederler: "Resulullah Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Dünya kadınlarından İmrân kızı Meryem, Hüveylid kızı Hatice,
Muhammed kızı Fatıma ve Fıravun'un karısı Asiye, örnek alınma
bağlamında sana yeterlidir." Suyuti, bu hadisin İbn-i Ebu Şeybe
tarafından mürsel olarak (rivayet zincirlerine yer vermeden) Hasan'dan
rivayet edildiğini belirtir. (c.2, s.23)
Yine aynı eserde Hakim -sahih olduğunu belirterek- İbn-i
Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Resulullah Efendimiz (s.a.a)
buyurdu ki: "Dünya kadınlarının en üstünleri Hatice, Fatıma, Meryem
ve Fira-vun'un karısı Asiye'dir." (c.2, s.23)
Aynı eserde İbn-i Mürdeveyh, Hasan'dan şöyle rivayet eder:
"Resulullah Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah, dört kadını
dünya kadınlarından üstün kıldı. Bunlar; Mezahim kızı Asiye,
İmrân kızı Meryem, Hüveylid kızı Hatice ve Muhammed kızı
Fatımadır." (c.2, s.23)
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 87
Aynı eserde, İbn-i Ebu Şeybe ve İbn-i Cerir Hz. Fatıma'dan (a.s)
şöyle rivayet ederler: "Resulullah (s.a.a) bana dedi ki: "Cennet
kadınlarının efendisi sensin; Bakire Meryem değil." (c.2, s.23)
Yine aynı eserde, İbn-i Asakir İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet e-
der: "Resulullah Efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Cennet kadınlarının
efendisi İmrân kızı Meryem, sonra Fatıma, sonra Hatice, sonra
Firavun'un karısı Asiye'dir." (c.2, s.23)
Aynı eserde İbn-i Asakir, Mukatil kanalıyla Dahhak'tan o da
İbn-i Abbas'tan Peygamber Efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Dört kadın var ki, onlar kendi dünyalarının efendileridir:
İmrân kızı Meryem, Mezahim kızı Asiye, Hüveylid kızı Hatice
ve Muham-med kızı Fatıma. Alemi açısından hepsinden üstün olan
ise Fatıma'-dır." (c.2, s.23)
Aynı eserde İbn-i Ebu Şeybe, Abdurrahman b. Ebu Leyla'dan
şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "İmrân kızı Meryem'den,
Firavun'un karısı Asiye'den ve Hüveylid kızı Hatice'den
sonra dünya kadınlarının efendisi Fatıma'dır." (c.2, s.23)
el-Hisal adlı eserde, İkrime'ye ve ondan İbn-i Abbas'a dayanan
bir rivayet zinciriyle Peygamberimizden (s.a.a) şöyle aktarılır:
"Resulullah (s.a.a) yere dört çizgi çizdi, sonra şöyle dedi: "Cennet
kadınlarının en iyileri; İmrân kızı Meryem, Hüveylid kızı Hatice,
Muhammed kızı Fatıma ve Fıravun'un karısı Mezahim kızı
Asiye'dir." (s.205, h:22)
Aynı eserde, yazar kendi rivayet zinciriyle İmam Musa
Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurdu
ki: "Yüce Allah, kadınlar arasından dört tanesini seçti: Meryem,
Asiye, Hatice ve Fatıma." (s.225, h:58)
Ben derim ki: Bu içeriğe yakın anlamları ifade eden birçok rivayet
gerek Şii, gerekse Sünni kanallardan aktarılmıştır. Adı geçen
kadınların, dünya kadınlarının efendisi olmaları, onların içinde
bazılarının daha üstün olması durumunu ortadan kaldırmaz. Bunu
ed-Dürr-ül Mensur'dan aktarılan altıncı rivayetten ve diğer hadis
88 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
lerden algılamak mümkündür. Nitekim: "Gerçek şu ki, Allah, Adem'i,
Nuh'u... seçti." (Âl-i İmrân, 33) ayetini tefsir ederken benzeri
bir nokta üzerinde durmuştuk.
Ancak, burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Ayette
işaret edilen husus "seçme"dir. Bunun da tercih etme anlamında
olduğunu belirtmiştik. Fakat rivayetlerde ise, "efendilik" olarak
geçer. Bunlar arasında anlam itibariyle fark vardır. İkincisi, birincisinin
kemal derecelerinden biri konumundadır.
Tefsir-ul Ayyâşî'de: "Onlardan hangisi Meryem'in bakımını üstlenecek
diye kalemleriyle kur'a atarlarken..." ifadesiyle ilgili olarak,
İmam Bâkır'ın (a.s): "Babası ölünce, bakımını üstlenmek üzere
kur'a çektiler." dediği rivayet edilir." (c.1, s.173, h:47)
Tefsir-ul Kummî'de: "Hani melekler demişlerdi: "Ey Meryem,
şüphesiz Allah seni seçti, temizledi ve alemlerin kadınlarına üstün
kıldı." ayetiyle ilgili olarak şu açıklama yapılıyor: "Allah onu iki
defa seçti. Birinci seçimde kadınların içinden onu tercih etti. İkincisinde
ise, bir erkekle temasa girmesi söz konusu olmadan hamile
kalmasını sağladı. Böylece onu alemlerin kadınlarından üstün
kılmak suretiyle seçmiş oldu."
Kummî sözlerinin devamında şöyle diyor: "Sonra yüce Allah,
Peygamberine şöyle seslendi: "Bunlar, gayb haberlerindendir.
Onları -sana ey Muhammed- vahyediyoruz. Onlardan hangisi Meryem'in
bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur'a atarlarken
sen yanlarında değildin." Kummî devamla diyor ki: "İmrân'ın karısı,
Meryem'i dünyaya getirdikten sonra İmrân'ın akrabaları, aralarında
çekiştiler ve herkes: "Biz ona bakacağız." diyordu. Daha sonra
dışarı çıkıp aralarında oklarla kur'a çektiler. Kur'a Zekeriyaya
çıktı." (c.1, s.102)
Biz daha önce bu ve önceki rivayetleri destekleyen açıklamalara
yer vermiştik.
Biliniz ki; Meryem'e yönelik müjde, İsa'nın (a.s) dünyaya gelişi,
insanları davet etmesi ve gösterdiği mucizelerle ilgili bir çok hadis
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 89
vardır. Fakat, tefsir amaçlı bir değerlendirme çerçevesinde, ayetlerde
aktarılan kıssaları yeterli görüyoruz. Dolayısıyla, bunlar arasında
sadece önemli gördüklerimizi zikrettik.
Tefsir-ul Kummî'de: "Yediklerinizi... size haber veririm." ifadesiyle
ilgili olarak İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz.
İsa, İsrailoğullarına: "Ben Allah tarafından size gönderilmiş bir elçiyim.
Ben size, çamurdan kuşşeklinde bir şey yaratır, sonra onun
içine üflerim ve o, Allah'ın izniyle kuş oluverir. Ben doğuştan kör
olanı, ala-calıyı iyileştiririm." (Ekmeh: Doğuştan gözleri görmeyen
demektir) diyordu." Onlar şu karşılığı verdiler: "Senin yaptıkların,
bize göre büyüden başka bir şey değil. Sen bize bir mucize göster
ki, onunla senin doğru söylediğini bilelim." Bunun üzerine İsa (a.s)
dedi ki: "Sizin evlerinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber
versem nasıl olur? Evlerinizden çıkmadan önce yediğiniz yiyecekleri
ve geceden sakladıklarınızı size bildirsem, doğru söylediğimi
kabul eder misiniz?" Dediler ki: "Evet." Bu cevap üzerine Hz.
İsa, herbirine: "Sen şunu yedin, şunu içtin, şunu kaldırdın" demeye
başladı. Bir kısmı kabul etti ve ona inandı. Bir kısmı da inkâr etti.
Bu, eğer inansalardı, kendileri için bir mucizeydi. (c.1, s.102)
Hz. İsa'nın mucizelerini içeren bu ayetlerin baş ve sonunun
akış itibariyle farklılık arzetmesi, yukarıdaki rivayeti destekler mahiyettedir,
ki biz bu hususa daha önce işaret ettik.
Tefsir-ul Ayyâşî'de: "Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulamak
ve size haram kılınan bazı
şeyleri helal kılmak üzere..." ayetiyle
ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. Davut
ile Hz. İsa arasında dört yüz yıl vardı. İsa'nın şeriatı; tevhid ve
ihlas esaslıydı. Nuh'a, İbrahim'e ve Musa'ya tavsiye edilen kurallar
üzere gönderilmişti. Ona İncil indirildi. Diğer peygamberlerden
alınan misak (bağ-lılık yemini) ondan da alındı. Kitapta onun için
şu hususlar yasalaş-tırıldı: Dinle birlikte namazı kılmak, marufu
emretmek, münkeri önlemek, haram olanı haram, helal olanı da
helal kılmak. Ona İncil'de öğütler, örnekler ve cezalar indirildi, ki
90 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
bu cezaların içinde kısas ve diğer cezaların teferruatına ilişkin hükümler
yer almaz. Mirasla ilgili farzlar da yoktur. Tevrat'ta Musa'ya
bildirilen bazı hükümler onun için hafifletildi. Yüce Allah'ın İsa'nın
İsrailoğullarına söylediğini bildirdiği şu sözde buna işaret ediliyor:
"...Ve size haram kılınan bazı
şeyleri helal kılmak üzere..." Hz.
İsa, kendisine tâbi olan mü'minlere, Tevrat'ın içerdiği şeriata ve
İncil'e inanmalarını emretti." (c.1, s.175, h:52)
Ben derim ki: "Kısas-ı Enbiya" kitabında, İmam Sadık'tan (a.s)
rivayet edilen ayrıntılı bir haber vardır. Orada deniliyor ki: "Hz.
Davud ile Hz. İsa arasında dört yüz seksen sene vardır." Ancak her
iki rivayete göre de bu rakamların Ehl-i kitabın tarihiyle örtüşen bir
yönü yoktur.
el-Uyun adlı eserde belirtildiğine göre, İmam Rıza'dan (a.s):
"Neden Havarilere "Havari" adı verilmiştir?" diye bir soru sorulur, o
şu cevabı verir: "Ehl-i Sünnet'e göre onların "Havariler" diye
isimlendirilmelerinin nedeni, bunların çamaşır yıkayıcılığı yapan
kimseler olmalarıdır. Çünkü onların işi, halkın elbiselerini yıkamak
ve temizlemekti. Bu kelime beyaz ekmek anlamına gelen "Havar"
dan türemiştir. Fakat biz Ehl-i Beyt'e göre, onlara "Havariler" denilmesinin
nedeni, hem kendilerini, hem de başkalarını vaaz ve
öğütlerle günah kirlerinden arındıran kimseler olmalarıdır..." (c.2,
s.79, h:10)
et-Tevhid adlı eserde, İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Onlar, on iki kişiydiler. En faziletlileri ve en alimleri
Luka'ydı." (s.421)
el-İkmal adlı eserde, İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Allah, Meryem oğlu İsa'yı peygamber olarak gönderdi. Ona
bir nur, ilim, hikmet ve kendisinden önceki peygamberlerin ilmini
bahş etti. Buna ek olarak İncil'i verdi. İsrailoğullarını kendisine
indirilen kitaba ve hikmete davet etmek, Allah'a ve resulüne inanmaya
çağırmak üzere Kudüs'e gönderdi. Ama büyük çoğunluğu
azgınlaştı ve küfre saptı. İsrailoğulları ona inanmayınca, Hz. İsa
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 91
(a.s) onları azaplandır-ması için Rabbine dua etti ve bu duasında
da azimli olduğunu gösterdi. Bunun üzerine Allah içlerinden bazı
şeytanları meshetti ki bu, bir mucize olsun ve onlar da ibret alsınlar.
Ama bu, onların azgınlıklarını ve küfürlerini arttırmaktan başka
bir işe yaramadı.
Bunun üzerine Hz. İsa (a.s) Beyt-ul Mukaddes'e geldi, orada
beklemeye koyuldu. Onları dine davet ediyor, Allah katındaki nimetleri
arzulamalarını sağlamaya çalışıyordu. Bu durum otuz üç
yıl sürdü. Nihayet Yahudiler onun peşine düştüler. Sonunda onu
yakalayıp işkence ettiklerini ve diridiri toprağa gömdüklerini iddia
ettiler. Diğer bir grup da onu öldürdüklerini, astıklarını, çarmıha
gerdiklerini söylediler. Ama yüce Allah, onun aleyhine onlara bir
fırsat verecek değildi. Sadece bir başkası ona benzetildi. Ona işkence
etmeleri, öldürmeleri söz konusu değildir. Öldürüp asmaları
da bir asılsız iddiadır. Çünkü eğer böyle bir şeyi yapmaya güç yetirebilselerdi,
bu, "Fakat Allah, ölümünden sonra, onu katına yükseltti."
sözünü yalanlamak anlamına gelirdi." (s.224, h:20)
Ben derim ki: "İçlerinden bazı
şeytanları meshetti" ile,
içlerindeki bazı kötü karakterli insanların meshedilmesi
kastediliyor. Hadisin: "...Orada beklemeye koyuldu. Onları dine
davet ediyor..." ifadesiyle, Hz. İsa'nın ömrüne işaret edilmiş olsa
gerektir. Çünkü ifadede geçtiği gibi, onun otuz üç yıl yaşadığı
meşhur bir görüştür. Hz. İsa, insanlarla beşikten erişiklik yaşına
kadar konuşuyordu. O, çocukluğundan itibaren peygamberlikle
görevlendirilmişti. Bu durumu, yüce Allah, onun lisanıyla şu
şekilde aktarıyor: "Bunun üzerine ona işaret etti. Dediler ki:
"Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?" İsa dedi
ki: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. Allah bana kitabı verdi ve
beni peygamber kıldı." (Meryem, 29 30)
İmam'ın "... bu, "Fakat Allah, ölümünden sonra, onu katına
yükseltti." sözünü yalanlamak anlamına gelirdi." sözü "Fakat Allah,
onu kendisine yükseltti" ve "Ben seni vefat ettireceğim ve
92 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
seni kendime yükselteceğim" ayetlerinin anlam olarak aktarılmasıdır.
İmam Sadık (a.s) bu ifadesiyle ayetin akışında ölüm olayının
"yükseltme"den önce zikredilmesinden, olayın gerçekte de
böyle bir sıralanışla oluştuğu sonucuna varıyor.
Tefsir-ul Kummî'de İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Hz. İsa (a.s) Allah'ın katına yükseltileceği gece ashabıyla buluşmak
üzere sözleşti. Akşam olunca onun yanında toplandılar. On
iki kişiydiler. Hz. İsa onları bir eve soktu, sonra evin bir köşesinde
bulunan çeşmeden dışarı çıkıp yanlarına geldi. Bir yandan da başının
ıslaklığını kurutmaya çalışıyordu. Dedi ki: "Allah bana, beni
bu saatte katına yükselteceğini, beni Yahudilerden temizleyeceğini
vahyetti. Sizden kim benim kılığıma girip öldürülmeyi, asılmayı,
sonra da benimle aynı dereceye yükselmeyi ister." İçlerinden bir
genç: "Ben isterim, ey Allah'ın ruhu!" dedi. İsa: "Evet, işte sen o-
sun." dedi. Sonra onlara şöyle dedi: "İçinizden biri sabah olmadan
on iki kez beni inkâr edecektir." İçlerinden bir adam: "O, benim ey
Allah'ın peygamberi!" dedi. Hz. İsa ona: "Bunu içinden hissediyor
musun? Öyleyse, sen de osun."
Sonra dönüp onlara şöyle dedi: "Biliniz ki siz, benden sonra üç
fırkaya ayrılacaksınız. Bu fırkalardan ikisi Allah'a iftira attıkları için
ateşe gireceklerdir. Diğer fırka Allah'a karşı sadık olanlardır. Bunlar
Şem'un'a tâbi olacaklar ve bu yüzden de cennete gireceklerdir."
Sonra yüce Allah evin bir köşesinden İsa'yı katına yükseltti.
Onlar da seyrediyorlardı. O gece İsa'yı arayan Yahudiler geldiler ve
Hz. İsa'nın: "İçinizden biri sabah olmadan on iki kez beni yalanlayacaktır."
dediği adamı yakaladılar. Ardından, İsa'nın kılığına giren
genci yakalayıp öldürdüler, astılar. İsa'nın: "Sabah olmadan on iki
kez inkâr edecek" dediği kişi de küfre saptı." (c.1, s.103)
Ben derim ki: Buna yakın içeriğe sahip bir rivayet de İbn-i
Abbas'tan, Katade'den ve başkalarından aktarılmıştır. Bazısı de-
mişlerdir ki: "Üzerine İsa'nın kılığı geçirilen kişi, öldürsünler diye
Yahudilere İsa'nın yerini gösteren kişidir." Bundan farklı
şeyler de
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 93
söylenmiştir. Kur'an bu hususta herhangi bir açıklama yapmıyor:
"Onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara onun benzeri
gösterildi." (Nisâ, 157) ayetini tefsir ederken, bu hususta ayrıntılı
açıklamalara yer vereceğiz.
el-Uyun adlı eserde, İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "İsa kadar, Allah'ın hiçbir peygamberinin ve hüccetinin durumu,
insanlara benzeşmeli, karışık gelmedi. Çünkü o, diri olarak
yeryüzünden yükseltildi. Yerle gök arası bir yerde ruhu kabzedildi.
Sonra göğe yükseltildi ve orada ruhu yeniden bedenine döndü.
Nitekim şu ayet bu olaya işaret etmektedir. "Hani Allah demişti ki:
"Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni kendime yükselteceğim ve
seni temizleyeceğim..." Allah, Hz. İsa'nın kıyamet günü şu sözleri
söyleyeceğini hikaye eder: "Onların içinde kaldığım sürece, ben
onların üzerinde bir şahidim. Benim hayatıma son verdiğinde,
üzerindeki gözetleyici sendin. Sen her şeyin üzerinde şahid olansın."
(Mâide, 117)
Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"İsa göğe yükseltilirken üzerinde Meryem'in eğirdiği, Meryem'in
ördüğü ve Meryem'in diktiği bir hırka vardı. İsa göğe varınca, ona:
"Üzerindeki dünya süslerini at." diye seslenildi." (c.1, s.175, h:53)
İnşallah Nisâ suresinin sonlarında bu iki hadisin anlamını
açıklayacağız.
ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde: "Şüphesiz Allah katında İsa'nın
durumu..." ayetiyle ilgili olarak Abd b. Hamid ve İbn-i Cerir,
Katade'-den şöyle rivayet ederler: "Bize anlatıldı: "Necranlıların
efendisi ve piskoposu olan iki zat, Peygamberimizle (s.a.a) buluştular
ve ona İsa hakkında şu soruyu sordular: "Her insanın bir babası
vardır. Peki niye İsa'nın babası yoktur?" Bunun üzerine yüce
Allah: "Şüphesiz Allah katında İsa'nın durumu..." diye başlayan
ayeti indirdi." (s.2, s.37)
Ben derim ki: Buna yakın içeriğe sahip haberler Süddi'den,
İkri-me'den ve başkalarından rivayet edilmiştir. Tefsir-ul Kummî'de
94 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
de (c.1, s.104), bu ayetin söz konusu olay üzerine nazil olduğu belirtilir.
HADİSLER IŞIĞINDA "MUHADDES" İLE İLGİLİ AÇIKLAMA
el-Besair adlı eserde, Zürare'nin şöyle dediği rivayet edilir: "İmam
Cafer Sadık'a (a.s) "Resul", "Nebi" ve "Muhaddes"in ne an-
lama geldiğini sordum. Buyurdu ki: "Resul; kendisine Rabbinden
bir mesaj getiren ve "Rabbin, sana şöyle şöyle emrediyor." diyen
meleği bizzat gören kimseye denir. Resul, aynı zamanda nebi de
olur. Nebi; kendi kalbine haber indiren meleği görmez. Onun durumu
bayılan ve bu halinde rüya gören kimsenin durumuna benzer."
Dedim ki: "Rüyada gördüğü şeyin hak olduğunu nasıl anlar?"
Buyurdu ki: "Yüce Allah, ona bunu açıklar. Böylece meleği görmeden
bunun hak olduğunu anlar. Muhad-des ise, meleğin sesini
işitir, ama onu görmez." (s.371, h:12)
Ben derim ki: Bu hadis, el-Kâfi kitabında da İmam Sadık'tan
(a.s) rivayet edilmiştir. (c.1, s.135) Hadisin sonunda yer alan
"şahiden" kelimesi "la yera=görmez" kelimesinin
mef'ulu=nesnesidir ve hazır vaziyette seslenen kimse anlamındadır.
Bu ifadenin "la yera" fiilinin failinden hal olması ihtimali de
vardır (yâni şahit olduğu halde kimseyi görmez).
Yine aynı eserde, Bureyd'in İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan
(a.s) ettiği rivayette şöyle yer alır: "Bureyd: "Resul, nebi ve
muhaddes kimlere denir?" diye sorar. İmam buyurur ki: "Resul;
meleği açıkça gören, onunla konuşan kimseye denir. Nebi; meleğin
kendisine haber getirdiğini rüyada gören kimseye denir. Nübüvvet
ve risalet bir kimsede aynı anda bulunabilir. Muhaddes ise;
meleğin sesini duyan, ama şeklini göremeyen kimseye denir."
Bureyd der ki: "Dedim ki: "Allah işlerini düzeltsin, rüyasında gören
kimse, bunun hak olduğunu ve kendisine haber getirenin melek
olduğunu nasıl anlar?" Buyurdu ki: "Bunu anlayıncaya kadar, ona
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 95
bu hususta yardımcı olunur. Yüce Allah, kitabınızla semavi kitaplara
ve peygamberlerinizle de peygamberlere son vermiştir."
Aynı eserde, Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet edilir:
Buyurdu ki: "Muhaddes, meleğin sesini işitir, ama şeklini görmez."
Dedim ki: "Allah işlerini düzeltsin, peki bunun melek sözleri olduğunu
nasıl anlar?" Buyurdu ki: "Kendisine bir huzur ve güven duygusu
bahşedilir. Böylece, bu sözlerin meleğe ait olduğunu hisseder.
Yine aynı eserde, Ebu Basir'in İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
ettiği belirtilir: "Ali (a.s) muhaddesti, Selman muhaddesti."
Dedim ki: "Muhaddesliğin belirtisi nedir?" Buyurdu ki: "Melek,
kalbine şöyle şöyle yapmasını ilham eder."
Aynı eserde Hamran b. A'yun şöyle rivayet eder: "İmam Bâkır
(a.s) bana şöyle dedi: "Ali (a.s) muhaddesti (muhaddes; kendisiyle
konuşulan demektir). Bunu benden duyan arkadaşlarımız: "İmamdan,
Ali'yle kimin konuştuğunu öğrenmeden başka bir şey
yapmayacaksın." dediler. Bir gün İmam Bâkır'la karşılaştım. De-
dim ki: "Ali muhaddesti, diye bana siz haber vermediniz mi?" Buyurdu
ki: "Evet. "Dedim ki: "Peki, onunla kim konuşuyordu." Buyurdu
ki: "Melek konuşuyordu." Dedim ki: "Peki, o bir nebi veya
resuldü diyebilir miyim?" Buyurdu ki: "Hayır, öyle değil de böyle
demelisin: Ali (a.s) bu özelliğiyle Hz. Süleyman'ın arkadaşı (Sebe'
melikesi Belkıs'ın tahtını gözü açıp kapamadan önce getiren Âsıf
b. Berhiyâ) ile Hz. Musa'nın arkadaşına (Hz. Hızır'a) benzer. Onun
örneği, Zülkarneyn'dir. Duymadın mı ki Ali'den "Zülkarneyn peygamber
miydi?" diye sorulur, o da "Hayır, ama Allah'ı seven ve
Allah tarafından sevilen, Allah için öğüt veren ve Allah tarafından
öğüte mazhar olan bir kuldu." cevabını verir. İşte Ali de böyle bir
kuldu."
Ben derim ki: Muhaddesin anlamı ile ilgili olarak Ehl-i Beyt
İmamlarından çok sayıda hadis rivayet edilmiştir ki bunlar, el
96 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
Besair, el-Kâfi, el-Kenz ve el-İhtisas gibi eserlerde yer alırlar. Bu tür
rivayetlere Ehl-i Sünnet kaynaklarında da rastlıyoruz.
Nebi, resul ve muhaddes arasındaki farka işaret eden rivayetlere
gelince; daha önce, resul ve nebi arasındaki farkı açıklamıştık.
Bu açıklamada, vahiy; yüce Allah'ın kuluyla konuşması, anlamına
gelir, demiştik. Böyle bir durumda hiçbir kanıta ve hüccete
gerek olmaksızın konuşulanın vahiy olduğu kesin olarak bilinir.
Dolayısıyla, bu bağlamda ilahi telkinler, apaçık bedihî bilgilere
benzer. Bunları elde etmek için insanın, kıyas=tasım gibi onaylatıcı
bir nedene ihtiyacı yoktur.
Uykuya gelince; bununla ilgili rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla,
bilinen uykudan farklı bir anlamda kullanılmıştır. Bilinen uyku
derken, insanın gece veya gündüz uyumasını kastediyoruz. Ancak
nebilerin vahyi alış yöntemlerinden biri olan uyku ile, bayılma türü
bir gelişme kastediliyor. Bu esnada nebi olan insanın duyuları durur,
hareketsiz kalır. Bu sırada, bizim uyanık halindeki görmemize
benzer bir görme biçimiyle görmeye başlar. Ardından da yüce Allah,
gördüğü şeylerin şeytan menşeli olmayıp, Allah tarafından
gelen vahiy olduğunu kesin olarak algılaması için onu destekler.
Muhaddesliğe gelince; bu, meleğin sesini duymadır. Ancak bu
duyuş, kalp aracılığıyladır, normal duyu organı olan kulak aracılığıyla
değil. Aynı
şekilde, zihinsel bir duyumsama da değildir. Çünkü
böyle bir durumda, buna ancak, uzak mecaz türü sanatıyla
"ses duyma" denilir. (Yoksa zihinsel duyumsamalar özü itibariyle
"ses duyma" anlamını ifade etmezler.) Bu yüzden konuyla ilgili
rivayetlerde, sesin duyulması ile kalbe damlama olgusu birlikte
zikrediliyor ve buna rağmen de bu olaya "konuşma" ismi veriliyor.
Dolayısıyla muhaddes, meleğin konuşma sesini duyar, sözlerini
kulağıyla algılar. Tıpkı bizim normal sesleri duymamız gibi. O da
normal sözleri ve maddi alemde işitilen şeyleri duyar, fakat onun
duyduğu melek sözünü başkası duymaz. Bu nedenle kalbî bir olgu
olarak nitelendirilir.
Âl-i İmrân Sûresi 1-6 ....... 97
Muhaddesin duyduğu sözlerin, şeytanın telkinleri olmayıp me-
lek sözü olduğunu bilmesi, yüce Allah'ın kendisini desteklemesi ve
yöneltmesi ile olur. Nitekim, daha önce Muhammed b. Müslim'in
aktardığı rivayette bu hususa şöyle işaret edilmiştir: "Yüce Allah,
ona bir iç huzuru ve güven duygusu verir ki, bu sayede onun melek
olduğunu anlar." Çünkü şeytani telkinler, mü'min insanın yanında
batıl surette beliren batıl şeylerdirler. Dolayısıyla, onların Allah'a
isyan etmeleri mümkün olmayan meleklerin sözleri olmadığı kolayca
anlaşılır. Ya da hak suretiyle sunulan batıl şeylerdir. Ki bunların
sonuçları ve etkileri de batıl olur. Çünkü mü'min insanla beraber
olan ilahi nur, onun gerçek mahiyetinin ortaya çıkmasını sağlar.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ölü iken kendisini
dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur
verdiğimiz kimse." (En'âm, 122)
Ayrıca şeytanî telkin ve vesveseler, insanın ruhunda sıkıntı,
kalbinde sarsılma meydana getirirler, insanı huzursuz ederler. Buna
karşın Allah'ın zikri ve sözü insana vakar verir, iç dolgunluk
bahşeder. Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "İşte bu
şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur." (Âl-i İmrân, 175) "İyi bilin
ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." (Râ'd, 28) "Korkanlar,
kendilerine şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda hatırlayıp
hemen (gerçeği) görürler." (A'râf, 201)
Şu halde insan içine bir söz veya bir düşünce damladığı zaman,
bundan dolayı iç huzuru, sukûnet ve güven duyusu hissediyorsa,
bu durum o söz ve o düşüncenin Rahman menşeli olduğunu
gösterir. İç sıkıntısı ve huzursuzluk da sözün veya hatıra gelen
şeyin şeytan menşeli olduğunun kanıtıdır. Bunun tipik sonuçları
acelecilik, panik, ha-fifcilik ve benzeri davranışlardır.
Rivayetlerde muhaddesin, sesini işitmesine rağmen meleği
bizzat görmediği yolundaki ifadeler, konunun sadece bir yönünü
açıklamaya yöneliktir; bu iki mânanın (yâni görmenin ve duymanın)
bir arada gerçekleşmesinin imkânsız olduğuna değil. Şöyle ki:
98 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.3
İnsanın muhaddes olmasındaki ölçü, sadece meleğin sesini duymaktır;
sesin sahibini görmek bir zorunluluk değildir. Eğer bir kimse,
sesi duyar ve bu esnada meleği de görürse, bu, onun
muhaddes olduğundan dolayı meleği görmüştür anlamına
gelmez. Çünkü ayetlerde, bazı muhaddeslerin, konuşma esnasında
meleği gördüklerine dair işaret ediliyor. Yüce Allah'ın Meryem'le
ilgili şu sözü bunun bir kanıtıdır: "Böylece biz ona ruhumuzu
(Cebrail'i) göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü.
Demişti ki: "Gerçekten ben, senden Rahman olan Allah'a
sığınırım. Eğer takva sahibiysen bana yaklaşma." Demişti ki:
"Ben, yalnızca Rabbimden gelen bir elçiyim; sana tertemiz bir
erkek çocuk armağan etmek için buradayım." (Meryem, 17- 19)
İbrahim peygamberin (a.s) müjdeleme kıssasındaki
durumuyla ilgili ayet de buna yönelik bir kanıttır: "Andolsun,
elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldikleri zaman "selam"
dediler... Karısı ayaktaydı, bunun üzerine güldü. Biz ona İshak'ı,
İshak'ın arkasından Yakub'u müjdeledik. "Vay bana" dedi kadın.
"Ben kocamış bir kadın iken ve kocam da bir ihtiyar iken
doğuracak mıyım? Gerçekten bu, şaşırtıcı bir şey!..." Dediler ki:
"Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Allah'ın rah-meti ve bereketi
sizin üzerinizdedir, ey ev halkı! Şüphesiz O, övülmeye layık
olandır, Meciddir." (Hûd, 69-73)
Burada bir ihtimal daha var. Şöyle ki: Hadiste nefyedilen görme,
muhaddesin meleği gerçek şekliyle görmesidir, başka kılığa
girmiş olarak görmesi değil. Çünkü ayetlerde, görülen meleğin
kılık değiştirerek onlara görünmesinden öte bir bilgi verilmiyor.
Üçüncü bir ihtimali de bazı müfessirler dile getirmişlerdir. Buna
göre; ayette nefyedilen görmeden maksat, teşri nitelikli vahye
muhatap olmaktır. Yâni melek, muhaddese görünerek şer'i bir
hükmü ona vahy-edemez. Çünkü yüce Allah, bununla şeriat sahibi
resullerin ve nebi-lerin makamını korumayı irade etmiş ve şer'i
hükümleri sadece onlara indirmiştir. Ancak bu, uzak bir ihtimaldir.
61- Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle
tartışmaya kalkarsa, de ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz
kendi oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz kendi kadınlarınızı,
biz kendimizi ve siz kendinizi çağıralım; sonra da dua edelim de,
Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım.
62-Şüphesiz bu, doğru haberlerdir. Allah'tan başka ilâh yoktur.
Muhakkak ki Allah, mutlak güç ve hikmet sahibidir.
63- Eğer yüz çevirirlerse, elbette Allah, bozguncuları bilendir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
(Al-i İmran / 61) "Kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle
tartışmaya kalkarsa..." ifadesinin orijinal metninin başındaki "fa" harfi
ayrıntılandırmaya yöneliktir. Hz. İsa ile ilgili ilahi açıklamanın:
"Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan
olma." pekiştirme amaçlı cümleyle son bulmasının ardından, olağanüstü
bir açıklığa sahip ilahi beyan üzerine lanetleşme gibi bir
öneriyle konuya ayrıntı kazandırılıyor. "Onun hakkında..." ifadesindeki
zamir, Hz. İsa'ya veya önceki ayette işaret edilen "hakka"
dönüktür.
Yüce Allah'ın bu ayete kadarki açıklaması hiç kuşkuya yer bırakmayan
ilahi bir açıklama olmasına rağmen yine de kesin
kanıtlar içermektedir. Buna: "Şüphesiz, Allah katında İsa'nın
durumu Adem'in durumu gibidir." ayeti işaret etmektedir.
Dolayısıyla bu açıklamadan sonra edinen bilgi de burhan=belgit'e
dayalı bir bilgidir. Dolayısıyla bu bilginin etkisi hem Resulullah'ı
(s.a.a), hem de onunla birlikte dinleyen herkesi kuşatır. Eğer
tartışmaya kalkan dinleyicilerden biri, bunun ilahi vahiyden
kaynaklanan bir açıklama olduğundan kuşku duysa bile, bunun
aklı selimin algılayacağı bir kanıt ve belgit olma özelliğinden
kuşku duyması mümkün olmaz. Bu yüzden: "...sana gelen ilimden
sonra..." deniliyor, buna karşılık: "Onlara yaptığımız açıklamadan
sonra" gibi bir ifade kullanılmıyor.
Bu ayetin bir diğer nüktesi de şudur: Peygamberimizden (s.a.a)
ilim niteliğiyle birlikte söz edilmesi, onun yüce gönlünü hoş tutmaya,
Allah'ın izniyle galip geleceğini, Rabbinin ona yardım
edeceğini, yüzüstü bırakmayacağını müjdelemeye yöneliktir.
"De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz
kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi ve siz de
kendinizi çağıralım." Ayetin akışının başlangıcında yer alan "çağıralım"
kelimesi ile, "Oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi" ifadesinde
kullanılan birinci çoğul şahıs zamirlerinin arasında fark vardır.
Çünkü birincisinde, İslam ve Hıristiyanlık adına çekişen taraflar
topluca ifade ediliyor. İkincisinde ise, yalnız İslam'ı temsil edecek
kimselere işaret ediliyor. Bu nedenle, ifadeyi şu şekilde anlamak
gerekir: "Oğulları, kadınları ve kendileri çağıralım. Biz kendi
oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım, siz de kendi
oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi çağırın..." Dolayısıyla ayetin
ifade tarzında ince ve dakik bir icaz=az sözle çok şey anlatma tar-
zına başvurulmuştur.
Mübahele ve lanetleşme; görünürde, Peygamberimizle (s.a.a)
bazı Hıristiyanlar arasında geçen tartışmayı andırıyorsa da, çağrı,
oğulları ve kadınları da kapsıyor ki davetçinin, davetinin doğruluğuna
ve hak üzere oluşuna yönelik kanıtsallığı daha etkili olsun.
Çünkü yüce Allah, insanların kalplerine bu sayılan gruplara yönelik
sevgi yerleştirmiş, onlara şefkatle yaklaşmalarını sağlamıştır. Nitekim
insanın kendisini siper ederek onları koruduğu çokça görülen
bir olgudur. Onların korkmamaları, tehlikelere maruz kalmamaları
için çabalar. Onları korur, onlara karşı duyarlı olur ve kendini
onlara feda eder. Sırf bu fıtri eğilimden dolayı, oğullar kadınlardan
önce zikredilmiştir. Çünkü insanın oğullara yönelik sevgisi
daha güçlü ve daha süreklidir.
Bundan da anlıyoruz ki, bazı müfessirlerin: "Biz kendi oğullarımızı,
siz de kendi oğullarınızı çağıralım." ifadesinden maksat,
"Biz sizin oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi çağıralım, siz de
bizim oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağırın" der, şeklindeki
değerlendirmeleri yanlıştır. Çünkü böyle bir değerlendirme,
bizim daha önce işaret ettiğimiz oğulların ve kadınların lanetleşmeye
ortak edilmelerinin gerisindeki hikmeti geçersiz kılar.
Lanetleşme için, söz konusu grupların birer birer zikredilmeleri,
davetçinin kendine güveninin ve hakka dayalı hareket edişinin
bir diğer kanıtıdır. Sanki şunu demek istiyor: "Topluluklar karşılıklı
olarak lanetleşsinler. Her bir grup Allah'ın lanetinin yalancılar üzerine
olmasını istesin. Öyle ki bu lanet ve azap, oğulları, kadınları ve
lanetleşenlerin kendilerini de kuşatsın. Böylece inatçıların kökü
kurusun, batıl taraftarlarının kökü kazılsın."
Bundan da anlaşılıyor ki, ifadenin gerçekleşmesi oğulların,
kadınların ve kendilerinin sayısal olarak çokluk oluşturmalarıyla
ilintili değildir. Çünkü bunda güdülen son amaç, taraflardan birinin
yanındaki büyük, küçük, erkek, dişi herkesle birlikte helak olmasıdır.
Nitekim müfessirlerin icması, konuyla ilgili rivayetlerin ittifakı
ve tarih kitaplarının da desteklemesi, olayın nesnel karşılığını
kesin olarak ortaya koymuştur ki, Resulullah efendimiz (s.a.a) lanetleşme
için kararlaştırılan yere gitmiş, yanında sadece Ali'yi,
Fatıma'yı, Hasan'ı ve Hüseyin'i (a.s) götürmüştü. Böylece orada
sadece iki kişi, iki oğul ve bir kadın vardı. Böylece Allah'ın emrinin
gereğini yapmışlardı.
Ayrıca, ayetin lafzından kastedilen husus başka, objeler
dünyası itibariyle hükmün parazite edildiği nesnel karşılık ise
başka bir husustur. Nitekim Kur'an'da, bir topluluğa yönelik
hüküm, ödül vaadi veya azap tehdidi içeren ifadelerin örnekleri
çoktur, ama onun nüzuluna se-bep teşkil eden olay bağlamında
sadece bir somut örnek söz konusudur. Buna şu ayetleri örnek
gösterebiliriz: "Sizden kadınlarına "zıhar-"da bulunanlar bilsinler
ki, kadınları onların anneleri değildir." (Mücâdele, 2) "Kadınlarına
"zıhar" da bulunanlar, sonra söylediklerin-den geri dönenler."
(Mücâdele, 3) "Andolsun; "Allah fakirdir, biz ise zenginiz." diyenlerin
sözlerini Allah işitmiştir." (Âl-i İmrân, 181) "Ve sana neyi infak
edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan arta kalanı." (Bakara, 219)
Buna benzer birçok ayet vardır ki ifade çoğul olmakla beraber, iniş
sebebi itibariyle nesnel karşılığı tekildir.
"Sonra da dua edelim de, Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne
kılalım." Ayetin orijinalinde geçen "ibtihal" kelimesi, "elbehletu"
veya "el-buhletu" mastarının "iftiaal" kalıbına uyarlanmış
şeklidir ve lanet anlamına gelir. Bu, kelimenin asıl anlamıdır. Sonra
daha çok ısrarlı, yakarmalı dua ve dileme anlamında kullanılır
oldu.
"...Allah'ın lanetini... kılalım." ifadesi, cümlenin başında geçen
"ibtihal" kelimesinin bir açıklaması gibidir. Bazıları
şöyle demişlerdir:
"Kılalım" denilip de "isteyelim" denilmemesi, bunun geri
çevrilmeyecek bir dua olduğuna yönelik bir işarettir. Çünkü bir
hakkın batıldan ayrılması sadece buna bağlıdır.
"Yalan söyleyenler..." ifadesi, kastedilen konuyla ilgilidir. Yâni
o anda zihinde yeralan kimselere yöneliktir. Kuşatıcı, kapsamlı ya
da türe yönelik değildir. Çünkü maksat, lanetin bütün yalancıların
ya da yalancılar türünün üzerine kılınması değildir. Tersine, Pey
gamberlerimizle (s.a.a) Hıristiyanlar arasında meydana gelen tartışmaya
taraf olanlardan kim yalan söylüyorsa, lanetin onun üzerine
kılınması kastediliyor. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a): "Allah'tan
başka ilah yoktur. İsa O'nun kulu ve resulüdür." diyordu, Hıristiyanlar
ise: "İsa Allah'tır veya O'nun oğludur ya da Allah üçün üçüncüsüdür."
diyorlardı.
Buradan da açıkça anlaşılıyor ki, eğer Peygamberimizle (s.a.a)
Hıristiyan grup arasındaki davada ve bundan dolayı lanetleşme
olayından taraflardan biri birey, öbürü de topluluk şeklinde olsaydı,
bu durumda, olguyu ifade edecek lafzın da ona uygun olması
gerekirdi. "Kim yalancıysa Allah'ın lanetini onun üzerine kılalım."
dememiz gibi. Dolayısıyla, ayetin ifade tarzı, iki taraftan birinin
toplulukla yalancı olduklarını esas alıyor. Herhalukârda lanetleşme,
çokluktan ibaret iki taraf arasında cereyan ettiği için sonuç iki
topluluktan birinde tahakkuk bulacaktır; ya Peygamberimiz tarafında
ya da Hıristiyan grup tarafında. Bu da, lanetleşme için hazır
bulunanların iddiada ortak olmalarını gerektirir. Çünkü yalan ancak
bir dava, bir iddia açısından söz konusu olabilir. Şu halde Peygamberimizle
(s.a.a) birlikte hazır bulunan Ali, Fatıma, Hasan ve
Hüseyin'in iddia ve davette ortaklıkları söz konusudur. Hiç kuşkusuz
bu, yüce Allah'ın Peygamberimizin (s.a.a) Ehl-i Beyti'ne özgü
kıldığı
şanın en onur vericilerindendir. Nitekim onlardan "kendiler",
"kadınlar" ve "oğulları" şeklinde söz edilmiş ve ümmetin erkekleri,
kadınları ve oğulları içinde sadece onlar bu onura layık görülmüşlerdir.
Eğer desen ki: Biraz önce Kur'an'da çoğul ifadenin birey anlamında
kullanıldığına ilişkin örnekler verildi. Nitekim lanetleşme
olayına kadınlardan sadece Fatıma (a.s) katıldığı halde, ayette
"kadınlar" şeklinde çoğul bir ifade kullanılmıştır. Şu halde, ayetteki
"yalancılar..." şeklindeki çoğul ifadeyi bireysel bir duruma yorumlamanın
(ve Peygamberimiz tarafından yalnızca onun kastedilmesinin)
ne sakıncası olabilir?
Ben de derim ki: İki durum arasında fark vardır. Bireysel bir
meseleyle ilgili olarak ayetlerde çoğul lafzının kullanılması, ayetlerin
açıklamayı hedefledikleri gerçeğin, bir çok insan tarafından
sergilenebilecek türden olabilir olmasından dolayıdır. Dolayısıyla,
konuyla ilgili bir hüküm içeren ayetlerde, onların da hükme tâbi
tutulmaları gerekir. Ancak bir ayetin açıkladığı gerçeğin, diğer insanlar
tarafından sergilenmesi mümkün olmadığı, hükmün bireyi
aşmadığı ve niteliğin sadece onunla sınırlı kaldığı durumlarda,
ayette çoğul lafzının kullanılması kesinlikle caiz olmaz. Şu ayetleri
buna örnek gösterebiliriz: "Hani sen, Allah'ın kendisine nimet
verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye: "Eşini tut ve
Allah'tan sakın" diyordun." (Ahzab, 37) "Saparak kendisine yöneldikleri
adamın dili yabancıdır, bu ise apaçık Arapça bir dildir."
(Nahl, 103) "Gerçekten biz sana ücretlerini verdiğin eşlerini... helal
kıldık. Bir de, kendisini Peygambere hibe eden ve Peygamberin
kendisini almak istediği mü'min bir kadını da." (Ahzab, 50)
Ayette işaret edilen lanetleşme de, ilgili olduğu nesnel durumdan
ötesiyle ilintili değildir. O da Peygamber Efendimizle (s.a.a)
Hıristiyanların lanetleşmeleridir. Şayet her iki taraf açısından iddiacılar
çoğul konumda olmasalardı, elbette ayette "yalancılar" şeklinde
çoğul sigası-nın kullanılması uygun düşmezdi.
Eğer desen ki: Peygamberimizin (s.a.a) yanına bir heyet halinde
gelen Hıristiyanlar: "Mesih Allah'tır veya Allah'ın oğludur ya da
o üçün üçüncüsüdür." şeklinde bir iddia ileri sürüyorlardı. Bu konuda
onlarla diğer Hıristiyan kadınlar ve erkekler arasında herhangi
bir fark yoktur. Aynı şekilde, Peygamber efendimizin (s.a.a)
savunduğu "Allah'tan başka ilah olmadığına ve İsa'nın Allah'ın
kulu ve resulü olduğuna" ilişkin mesaj da müminlerin esas aldığı
bir inanç ilkesiydi. Bu konuda hiç kimse, hatta Peygamberimiz
(s.a.a) bile farklı bir yaklaşıma sahip değildi. Dolayısıyla Peygamberimizle
(s.a.a) birlikte lanetleşmeye katılanların, bu konuda diğer
insanlardan herhangi bir üstünlüğü söz konusu olmaz. Pey
gamberimiz (s.a.s) lanetleşmeye katılsınlar diye çağırdığı kimseleri,
ayetin içerdiği "oğullar, kadınlar ve kendiler" hususuna örnek
olarak seçmişti. Ayrıca, davetle iddia farklı şeylerdir. Başkalarının
iddiada Peygamberle ortak olmaları düşünülebilir, ama davet
Peygambere özgü bir kavramdır. Sen ise diyorsun ki: "Onlar, Peygamberin
davetinde de ortaklarıydılar?"
Ben derim ki: Eğer Peygamberimizin (s.a.a) çağırdığı kimseler,
diğer Müslümanları temsilen örnek olarak seçilmiş olsalardı, bu
durumda en azından iki erkek, üç kadın ve üç oğul getirilmiş olmaları
gerekirdi. Dolayısıyla, çağrılanlar, salt bu işe özgü kılındıkları
için çağrılmışlardı. Çünkü Allah'ın emrinin yerine getirilmesi,
sadece bu durumda anlam kazanır. Şöyle ki, Peygamber (s.a.a)
Allah tarafından inen bu emrin gereğinin yapılması hususunda
getirdiklerinin dışında kimseyi bulamamıştı. Bir erkek, bir kadın ve
iki oğul yâni.
Eğer kıssa üzerinde düşünecek olursan, Necran Hıristiyanlarının
oluşturduğu heyet, Medine'ye Peygamberimizle (s.a.a) Meryem
oğlu İsa hakkında tartışmak, ona itiraz etmek üzere gelmişlerdi.
Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) savunduğu: "İsa Allah'ın kulu ve
elçisidir." iddiası, Peygamberimizle bağlantılı ve kendisine geldiğini
söylediği vahye dayanıyordu. Ona tâbi olan müminlerle Hıristiyanların
bir alıp veremedikleri yoktu. Müminlerle buluşmak gibi bir
dertleri de söz konusu değildi. Nitekim, ayetin başındaki şu ifade,
buna yönelik bir işarettir: "Artık kim sana gelen ilimden sonra,
onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa." Yine konuyla ilgili
bir kaç ayetten önce yer alan şu ifade de bu hususa bir işaret niteliğindedir:
"Eğer seninle çekişip tartışırlarsa, de ki: "Bana uyanlarla
birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim."
Buradan anlaşılıyor ki: Peygamberimizin (s.a.a) beraberinde
lanetleşmeye getirdiği kişiler, diğer Müslümanları temsilen örnek
olarak seçilmemişlerdi. Çünkü müminlerin salt imanlarından do-
layı bu tartışma ve lanetleşmeyle bir ilgileri yoktu ki, kendileriyle
hasımları arasında gidip gelen ve yalancıların üzerine olması istenen
lanet ve azaba muhatap olsunlar. Peygamberimizin (s.a.a)
kendisiyle beraber bazılarını getirmesinin nedeni, onun tartışma
ve iddialaşmaya taraf olmasıdır. Dolayısıyla, yalan söz konusu olması
durumunda kendini bunun kaçınılmaz akibetine muhatap
kılması gerekirdi. Eğer dava, onun zatı gibi kendisiyle birlikte getirdiği
kimselerle de kâim olmasaydı, onları beraberinde getirmesinin
bir gerekçesi olmazdı. Bu nedenle Peygamberimizin onları
beraberinde getirmesi, ileri sürdüğü davasını temsil etme yetkisine
haiz "oğullar, kadınlar ve kendiler" konumunda olmalarından
kaynaklanan bir tahsistir. Yoksa onları örnek olarak getirmiş değildi.
Şu halde, dava, Peygamberimizle (s.a.a) kâim olduğu gibi,
onlarla da kâimdi.
Kal dı ki, Hıristiyanlar, sırf "Meryem oğlu İsa Allah'ın kulu ve
resulüdür." dedi ve buna inandı diye Peygamber efendimizle
(s.a.a) görüşmeye gelmiş değillerdi. Tersine Peygamberimiz bu
inancını bir iddia olarak ileri sürüyor ve onları da inanmaya davet
ediyordu. Dolayısıyla bir heyet halinde onunla tartışmaya gelmelerinin
sebebi, işte bu davetti. Buna binaen de Peygamberimizin
(s.a.a) ve onunla birlikte gelenlerin lanetleşmeye kalkışmaları,
hem iddia, hem de davet dolayısıyladır. Söylediğimiz gibi, onunla
lanetleşmeye kalkışanlar, iddiaya ortak oldukları gibi dinî davete
de ortaktılar.
Eğer desen ki: Say ki, onları lanetleşmeye götürmesi, onun bir
parçası olmalarından ve bu niteliğin sırf onlara özgü olmasından
ileri geliyordu. Fakat anlaşıldığı kadarıyla -normalde olduğu gibi-
insanın tehlikeler ve korkular karşısında kadınlardan ve çocuklardan
ciğer parelerini ve dostlarını hazır etmesi, esenlik, sağlık ve
koruma noktasında ortamın güvenli olduğunu düşündüğünün kanıtıdır.
Peygamberimizin de onları çağırmış olması, bundan öte
başka bir anlamı ifade etmez. Onların davetinin ortakları oldukları
hususuna gelince; Peygamberimizin davranışı böyle bir şeye delalet
etmekten uzaktır.
Ben derim ki: Evet, ayetin girişi, sözü edilen husustan ötesine
işaret etmiyor; ancak sen de bilirsin ki, ayetin sonundaki "yalan
söyleyenlerin üstüne..." ifadesi, kesin olarak tartışmaya ve lanetleşmeye
taraf olanlardan birinin yalan söylüyor olmasını öngörür.
Bu ise, ancak her iki tarafta yer alan kimselerin tümünün doğru
veya yalan nitelikli iddiaya ortak olmaları durumunda mümkün
olabilir. Şu halde, Peygamberimizin (s.a.a) beraberinde lanetleşmeye
getirdikleri, daha önce de söylediğimiz gibi hem iddianın,
hem de davetin ortaklarıydılar. Böylece, mübahele olayında Peygamberimizle
(s.a.a) birlikte hazır bu-lunanların tamamı, iddia ve
davetin sahipleriydiler ve bu ikisinde Peygamberin ortaklarıydılar.
Eğer desen ki: Bu söylediklerin, onların peygamberliğe de ortak
olmalarını gerektirir.
Ben de derim ki: Hayır. Daha önce (Bakara suresi, 213. ayetin
tefsirinde) peygamberlik misyonunu ele alırken, davet ve tebliğin
peygamberlik ve elçilikle özdeş olmadıklarını vurgulamıştık. Fakat
bunlar, peygamberliğin özellikleri ve gerekleridir, peygamberlerin
işgal ettikleri ilahi makam ve görevler arasında yeralırlar. Yine
daha önce "İmamet" konusunu incelerken (Bakara suresi, 124.
ayetin tefsirinde), bu iki niteliğin bir açıdan imametin gerekleri
olmakla beraber, onunla özdeş olmadıklarını vurgulamıştık.
(Al-i İmran / 62) "Şüphesiz bu, doğru haberlerdir. Allah'tan başka
ilâh yoktur." Burada Hz. İsa'yla ilgili olarak daha önce anlatılan kıssaya
işaret ediliyor. İfadede bir sınırlandırma söz konusudur. Yâni İsa'yla ilgili
olarak sadece bizim anlattıklarımız haktır; Hıristiyanların anlattıkları
değil.
İfadenin başında "inne" ve "lam" gibi tekit edatlarıyla birlikte
fasıl zamirinin yeralması, en ileri düzeyde bir vurguyu hedeflemektedir
ki, Peygamberimizin gönlü hoş olsun, lanetleşme hususunda
gerekli cesarete ve girişime sahip olsun. Bu da, onun kesin bilgisi,
güçlü sezgisi ve Allah tarafından indirilen vahye güvenmesiyle sağlanıyor.
Bunun hemen arkasında: "Allah'tan başka ilah yoktur."
sözü ile ikinci bir tekit geliyor. Gerçeğin, kaçınılmaz gereği ile birlikte
zikredilmesi yâni. Çünkü bu ifade, yukarıda anlatılan kıssanın
hak esaslı olmasını gerektirir.
"Muhakkak ki Allah, mutlak güç ve hikmet sahibidir." ifadesi, aye-
tin baş tarafına atfedilmiştir. Bu da Peygamberimizin yüreğine su
serpmeye, onu cesaretlendirmeye yönelik son derece etkileyici
ikinci bir tekittir. Demek isteniyor ki: Yüce Allah hakka yardım etmekten,
onu desteklemekten aciz değildir. O, ihmal veya bilmeme
sonucu, haktan gafil olmadığı gibi, vazgeçiyor da değildir. Çünkü O
Aziz'dir; hiç kimse, O'nu dilediğini yapmaktan zorla alıkoyamaz,
O'nu aciz bırakamaz. Ve O, Hakîm'dir; hiçbir zaman bilgisizliğe
kapılmaz, işlere karşı ihmali olmaz. İşte Allah budur. Bilmemezlik,
görmemezlik etmez. Hak karşıtı olan kimselerin asılsız kuruntularının,
yüce Allah'tan başka bir ilah tasavvur ettiği şey değildir.
Buradan hareketle, ayetin sonunda "mutlak güç ve hikmet sahibi"
anlamına gelen "Aziz ve Hakîm" isimlerinin zikredilmiş olmasının
hikmetini de kavrıyoruz. Buna göre, ifadenin amacı, gerçeği
teke indirgemek, yüce Allah'ın zatına özgü kılmaktır.
(Al-i İmran / 63) "...elbette Allah bozguncuları bilendir." Tartışmanın, aynı
şekilde lanetleşmenin gerçek amacı hakkın belirlenmesi, ortaya çıkarılması
olduğuna göre, bu amacı ve hedefi güden birinin, gerçeği
belirginleştirecek yoldan yüz çevirmesi akılla bağdaşmaz. Çünkü
onlar, eğer bu tavırlarıyla hakkın ortaya çıkmasını istiyorsalardı,
yüce Allah'ın hakkın destekçisi olduğunu, ondan başkasına razı
olmayacağını, onun çürütülmesine, ortadan kaldırılmasına izin
vermeyeceğini bildikleri halde, bu çağrıdan yüz çevirmezlerdi. Eğer
yüz çevirmişlerse, bu, onların tartışma ile hakkın ortaya çıkmasını
istemediklerini, tam tersine görünürde bir üstünlük sağlamaya
çalıştıklarını, mevcut statülerini ve egemenliklerini sağlayan geleneklerini
korumayı hedeflediklerini gösterir. Şu halde onlar,
yanlızca hevalarının kendilerine çekici gösterdiği dünyanın maddi
zevklerini istiyorlar. Hakka ve mutluluğa dayalı yapıcı, sahih hayatı
değil. Onlar dünyanın ıslahını değil, ifsadını istiyorlar. Yapıcı hayatı
ifsad etmekle dünyayı fesada maruz bırakıyorlar. Eğer yüz çeviriyorlarsa,
bozguncular oldukları içindir.
Bundan da anlıyoruz ki, şart cümlesinin sonuç kısmında sebep,
müsebbebin yerine konulmuştur. İfsadın, hakkın açığa çıkmasını
istememenin yerine konulmuş olması yani.
Şart cümlesinin ceza (sonuç) kısmında, ilim kelimesine vasıf
olarak yer veriliyor. Şöyle ki: "Allah... bilendir" deniliyor. Ayrıca,
ifadenin başına da tekit edatı olan "inne" konulmuştur. Bu da gösteriyor
ki, söz konusu nitelik onların nefislerinde gerçekleşmiş,
kalplerine işlemiş bulunuyor. Dolayısıyla, onların kaçınılmaz olarak
lanetleşmeden yüz çevirecekleri, kaçacakları ima ediliyor. Nitekim
öyle yaptılar, davranışlarıyla Allah'ın sözünü doğruladılar.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Kummî'de İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
edilir: "Necran Hıristiyanlarını temsilen bir heyet, Resulullah efendimizin
(s.a.a) huzuruna geldi. Başlarında Ehtem, Akib ve Seyyid
adlı zatlar bulunuyordu. Görüşme sırasında, onların namaz vakti
girdi. Kalkıp çan çaldılar ve ardından ibadet ettiler. Bunu gören
ashap: "Ya Resulal-lah, senin Mescidinde böyle yapmalarına izin
mi veriyorsun?" deyince, Peygamberimiz (s.a.a): "Karışmayın."
dedi. İbadetlerini bitirince Peygamberimize yaklaştılar ve "Neye
davet ediyorsun?" diye sordular. Peygamberimiz buyurdu ki: "Allah'tan
başka ilah olmadığına, benim Allah'ın Resulü olduğuma,
İsa'nın yaratılmış, yiyen, içen ve def-i hacet eden bir kul olduğuna
şahitlik etmeye davet ediyorum." Dediler ki: "Peki, İsa'nın babası
kimdi?"
Bunun üzerine, Peygamberimize vahiy yoluyla şöyle buyuruldu:
"Onlara de ki: "Siz Adem hakkında ne diyorsunuz? O, yaratılmış,
yiyen, içen, def-i hacet eden ve cinsel birleşmede bulunan bir kul
muydu?" Peygamberimiz onlara bu soruyu yöneltti. Dediler ki: "Evet."
Peygamberimiz sordu: "Peki, babası kimdi?" Onlar bu soru
karşısında şaşırıp kaldılar ve verecek cevap bulamadılar. Bunun
üzerine yüce Allah: "Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in
durumu gibidir. Onu topraktan yarattı." Ve "Artık sana
gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa...
Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım." ayetlerini
indirdi.
Peygamberimiz (s.a.a) onlara dedi ki: "Gelin benimle lanetleşin.
Eğer ben doğru söylüyorsam, lanet sizin üzerinize insin, şayet
yalan söylüyorsam benim üzerime insin." Dediler ki: "Adil bir öneride
bulundun." Sonra lanetleşme için sözleştiler. Konakladıkları
yerlere geri dönünce, liderleri Seyyid, Akib ve Ehtem şöyle dediler:
"Eğer bizimle lanetleşmeye kavmini getirirse, onunla lanetleşiriz.
Çünkü peygamber olmadığı anlaşılır. Şayet özel olarak kendi ev
halkını getirirse, lanetleşmeyiz. Çünkü ancak doğru söylemesi
durumunda ev halkını getirebilir." Sabah olunca Peygamberimizin
yanına geldiler. Beraberinde Emir-ul Müminin Ali, Fatıma, Hasan
ve Hüseyin (a.s) bulunuyordu. Bu manzarayı gören Hıristiyanlar
şöyle dediler: "Kim bunlar?" Onlara şu karşılık verildi: "Şu adam
onun amcası oğlu, vasisi ve damadı Ali b. Ebu Talib'tir. Bu da kızı
Fatıma'dır. Bu ikisi de oğulları Hasan ve Hüseyin'dir." Bunun üzerine,
oradan ayrıldılar. Resulullah'a (s.a.a) de-diler ki: "Biz, seni razı
etmeye hazırız. Lanetleşmeden bizi muaf tut." Peygamberimiz de
(s.a.a) cizye karşılığında onlarla anlaştı. Böylece yurtlarına geri
döndüler." (c.1, s.104)
el-Uyun adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Reyyan b.
Salt aracılığıyla İmam Rıza'dan (a.s) şöyle aktarır: "İmam Rıza
(a.s) Me'-mun ve yanındaki alimlerle, Ehl-i Beyt ile ümmetin farkını
tartışır." Hadisin bir bölümünde şunlar geçer: "Ulema şöyle derler:
"Yüce Allah, onların (Ehl-i Beyt'in) seçilmişliklerine kitabında değinmiş
midir?" İmam Rıza (a.s) der ki: "Batinî işaretlerin dışında,
yüce Allah kitabının zahirinde on iki yerde zahiren onların seçilmişliklerini
vurgular." Sonra Kur'an'dan örnekleri zikreder. O sırada
şöyle der: "Üçüncüsü şudur: Yüce Allah, kullarından pâk Ehl-i
Beyt'i seçmiştir. Peygamberimize (s.a.a) onları yanına alarak lanetleşmeye
gitmesini emretmiştir. Ulu Allah şöyle buyurmuştur: "Artık
kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya
kalkarsa, de ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi
oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz
kendimizi ve siz de kendinizi çağıralım...."
Alimler dediler ki: "Onunla Peygamberimizin (s.a.a) kendisi
kastedilmiştir." İmam Ebu-l Hasan şöyle dedi: "Yanılıyorsunuz. Onunla
Ali b. Ebu Talib (a.s) kastediliyor. Bunun kanıtı da Peygamberimizin
(s.a.a) şu sözüdür: "Velia oğulları ya direnmekten vazgeçecekler
ya da onlara öyle bir adam göndereceğim ki, kendisi benim
kendim gibidir." Burada Ali b. Ebu Talib'i kastettiği kesindir.
"Oğullar" ile de Hasan ve Hüseyin kastedilmiştir. "Kadınlar"la
Fatıma kastedilmiştir. Bu, öyle bir özelliktir ki, hiç kimse bu hususta
onları geçemez. Bu fazilete başka hiçbir insan ortak değildir.
Bundan önce, hiç kimse böyle bir onura erişmiş değildi. Çünkü
Peygamberimiz (s.a.a) Ali'nin kendisini, kendisi gibi değerlendirmiştir."
(c.1, s.228, h:1, b:23)
Yine aynı eserde, İmam Musa Kâzım'la (a.s) Harun Reşid arasında
şöyle bir konuşma geçtiği rivayet edilir: "Reşid ona dedi ki:
"Nasıl Peygamberin soyu olduğunu söylüyebiliyorsunuz, Peygamberden
sonra soyu devam etmemiş ki? İnsanın soyu erkek aracılığıyla
devam eder, kadın aracılığıyla değil. Siz kızının çocuklarısınız.
Dolayısıyla Hz. Peygamberin soyu ondan sonra devam etmemiştir."
İmam (a.s) der ki: "Kendi kendime dedim ki: "Akrabalık,
şu kabir ve şu kabirde bulunan zatın hakkı için, böyle bir soruya
cevap vermekten muaf tutmasını isteyeyim." Derken o şöyle dedi:
"Ey Ali'nin çocukları ve sen ey Musa, ki bana gelen haberlere göre,
onların bu zamandaki İmamlarısın, kanıtlarınızı söyleyin. Bütün
sorularıma Allah'ın kitabından bir cevap getirmedikçe seni bırakacak,
affedecek değilim. Siz ey Ali'nin çocukları, siz Allah'ın kitabında
yer alan her şeyin tevilini bildiğinizi, hiçbir şeyin, ne bir "elif"
in, ne bir "vav"ın sizden gizli olmadığını iddia ediyorsunuz. Bu
tavrınızın dayanağı olarak da: "Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık."
(En'am, 38) ayetini gösteriyorsunuz. Alimlerin görüşlerine
ve kıyaslarına ihtiyacınızın olmadığını söylüyorsunuz."
Bunun üzerine dedim ki: "Cevap vermeme müsaade ediyor
musun?" Dedi ki: "Buyur, söyle." Dedim ki: "Euzu billahi mineş
şeytan-ir racim. Bismillahirrahmanirrahim: "...Onun soyundan
Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u hidayete
ulaştırdık. Biz, iyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz.
Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da..." (En'am, 84) "İsa'nın babası
kimdir, Ey Emir-ul Müminin?" Dedi ki: "Onun babası yoktur."
Dedim ki: "Ama o, Meryem kanalıyla peygamberlerin soyuna katılmıştır.
Aynı
şekilde yüce Allah, anamız Fatıma kanalıyla bizi
Peygamberin soyuna katmıştır. Daha da söyleyeyim mi ey Müminlerin
emiri?" Dedi ki: "Buyur, söyle." Dedim ki: "Yüce Allah bir ayette
şöyle buyuruyor: "Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun
hakkında seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: "Gelin, biz kendi
oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz
de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi, siz de kendinizi çağıralım;
sonra da dua edelim de Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne
kılalım." Kimse Peygamber efendimizin (s.a.a) Hıristiyanlarla
lanetleşmeye giderken abasının altına Ali b. Ebutalib, Fatıma, Hasan
ve Hüseyin'den başkasını aldığını iddia edemez. Dolayısıyla:
"Kendi oğullarımız" ifadesinden maksat, Hasan ve Hüseyin, "Kendi
kadınlarımız" ifadesinden maksat, Fatıma ve "Kendimiz" ifadesinden
maksat da Ali b. Ebutalib'tir." (c.1, s.84-85)
Me'mun'un İmam Rıza'ya (a.s) sorduğu sorular kapsamında
rivayet edilir ki: "Memun İmama şöyle sorar: "Deden Ali'nin halifeliğinin
delili nedir?" İmam der ki: ""Kendimiz..." ayetidir." Memun
der ki: "Evet, ama eğer "Kadınlarımız" ifadesi olmasaydı." İmam
(a.s) der ki: "Haklısın, ancak "oğullarımız" ifadesi olmasaydı."
Ben derim ki: İmamın: "Kendimiz..." ayetidir" şeklindeki sözü
şu anlama gelir: Yüce Allah bu ayette, Ali'nin "kendisi"ni Peygamberinin
(s.a.a) "kendisi" gibi değerlendirmiştir. Buna karşılık
Me'mun'un: "Evet, ama "Kadınlarımız" sözü olmasaydı." şeklindeki
sözü de şu anlamı ifade eder: Ayette yer alan "Kadınlarımız"
sözü, "Kendimiz" sö-zünün "erkekler" anlamında kullanıldığının
kanıtıdır. (Buna binaen de ayetin manası
şöyle olur: Erkeklerimizi
ve kadınlarımızı çağıralım.) Dolayısıyla, bu bağlamda Hz. Ali (a.s)
için bir üstünlükten söz edilmez. İmamın buna cevap olarak söylediği:
"Haklısın, ancak "Oğullarımız" ifadesi olmasaydı." sözü ise
şu anlama gelir: "Ayette "Oğullarımız" sözünün yer alması, senin
söylediklerinin aksine delalet eder. Çünkü eğer "Kendimiz"den
maksat "Erkekler" olsaydı, ayrıca "Oğullar"dan söz etmenin bir
anlamı olmazdı."
Tefsir-ul Ayyaşî'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Hariz'den
İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Hz.
Ali'den (a.s) kendisiyle ilgili faziletler soruldu. O, bunların bir kısmını
anlattı. Sonra yanındakiler, "Bundan fazlasını anlat" dediler.
Bunun üzerine buyurdu ki: "Peygamber efendimizin (s.a.a) yanına
Necran Hıristiyanlarının iki bilgini geldi. Peygamberimizle Hz. İsa
hakkında konuştular. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphesiz, Allah
katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir..." ayetini indirdi.
Peygamberimiz (s.a.a) içeri girdi, Ali'nin (hadisin aslında "Ali'nin"
yerine "benim" olması muhtemeldir; hadisin naklinde böyle bir
yanlışlık yapılmış olabilir.) Hasan ve Hüseyin'in ve Fatıma'nın elinden
tuttu, sonra dışarı çıktı ve elini açarak göğe doğru yükseltti,
parmaklarını birbirinden ayırmış halde, Hıristiyan bilginlerini lanet
leşmeye çağırdı." İmam Sadık (a.s) devamında şöyle dedi: "İmam
Bâkır: "Lanetleşme, el parmaklarının açık ve birbirine girmişşekilde
göğe doğru yükseltilerek dua edilmesi şeklindedir." buyurmuştur."
İki bilgin bunu görünce, biri diğerine şöyle dedi: "Allah'a
andolsun ki, eğer bu zat peygamberse, bizi helak edecektir. Eğer
değilse, kavmi onun hakkından gelir. Biz aradan çekilelim." Sonra
da çekip gittiler." (c.1, s.175, h:54)
Ben derim ki: Bu ve buna yakın anlamları içeren başka rivayetler
Şii kanallardan aktarılmıştır. Bu rivayetlerin tümünde Peygamberimizin
(s.a.a) lanetleşmeye getirdiği kimselerin Ali, Fatıma,
Hasan ve Hüseyin (a.s) olduğu belirtilir. Şeyh Tusî "Emali" adlı eserinde
kendi rivayet zinciriyle Amir b. Sa'd'dan, o da babasından
(c.1, s.313), yine aynı eserde ve kendi rivayet zinciriyle Salim b. Ebu
Cud'dan, o da merfu olarak Ebuzer'den (r.a) (c.2, s.177 ve 163) ve
aynı eserde, aynı rivayet zinciriyle Rebia b. Nacid'den, o da Ali'den
(a.s) (c.1, s.261 ve 265), aynı
şekilde Şeyh Müfid "el-İhtisas" adlı eserinde,
kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Zeberkan'dan, o da
İmam Musa b. Cafer'den (a.s) (s.54), yine aynı eserde, Muhammed
b. Münkedir'den, o da babasından, o da dedesinden (s.112), ayrıca
Tefsir-ul Ayyaşî'de Muhammed b. Said el-Urduni'den, o da İmam
Musa b. Muhammed b. Rıza'dan (a.s), o da kardeşinden (c.1, s.176,
h:55), yine Ebu Cafer el-Ahval'dan, o da İmam Sadık'tan (a.s) (c.1,
s.176, h:59), aynı eserde, ayrıca el-Ahval kanalıyla İmam Sadık'tan
(a.s), Münzir'den, o da İmam Ali'den, yine kendi senediyle Amir b.
Sa'd'dan, bunun gibi Tefsir-ul Fırat'ta Ebu Cafer'den, Ebu Rafi'den
ve Şa'bi'den, İmam Ali'den (a.s), Şehr b. Havşeb'den (s.14), yine
Ravzat-ul Vaizin'de (s.164) ve "A'lam-ul Vera"da (s.135 ve 136) ve "el-
Haraic" (s.127 ve 126) gibi eserlerde rivayet etmişlerdir.
Tefsir-us Sa'lebî'de, Mücahid ve Kelbi'den şöyle rivayet edilir:
"Resulullah efendimiz (s.a.a) Hıristiyanları lanetleşmeye davet
edince, dediler ki: "Dönüp bu teklifini değerlendirelim." Yalnız kalınca,
ileri görüşlü liderleri olan Akib'e dediler ki: "Ey Mesih'in kulu,
ne dersin?" Dedi ki: "Allah'a andolsun ki, ey Hıristiyanlar topluluğu,
siz Muham-med'in (s.a.a) elçi olarak gönderilmiş bir peygamber
olduğunu bildiniz. O, sizin peygamberiniz İsa (a.s) hakkında
çözüm kavuşturucu kesin bilgiyi getirmiştir. Allah'a andolsun ki,
bir peygamberle lanetleşen bir topluluğun yaşlısı yaşamaz, küçüğü
de büyümez. Eğer böyle yaparsanız, helak oluruz. Yok, eğer dininiz
üzere kalmak ve geleneğinizi sürdürmek istiyorsanız, adamı kendi
haline bırakın ve memleketinize dönün."
Sabahleyin Resulullah'ın yanına geldiklerinde baktılar ki, Hüseyin'i
kucaklamış, Hasan'ın elinden tutmuş, Fatıma onun arkasında,
Ali de Fatıma'nın arkasında olmak üzere geliyorlar ve Peygamber
(s.a.a) de diyordu ki: "Ben dua ettiğim zaman, siz "Amin"
deyin." Necranlıla-rın Piskoposu şöyle dedi: "Ey Hıristiyanlar topluluğu,
ben karşımda bir takım yüzler görüyorum ki, eğer bunlar
Allah'tan dağları yerinden sökmesini isterlerse, hiç şüphesiz Allah
dağları yerinden söker. Gelin lanetleşmeyin, yoksa helak olursunuz.
Kıyamet gününe kadar yeryüzünde bir tek Hıristiyan kalmaz."
Bunun üzerine peygamberimize dediler ki: "Ey Ebu'l Kasım, biz
seninle lanetleşmemeye ve seni kendi dinin üzerinde bırakmaya,
kendimizin de dinimiz üzere kalmamıza karar verdik."
Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Madem ki lanetleşmekten
kaçındınız, öyleyse Müslüman olmak suretiyle onların sahip oldukları
hak ve sorumluluklara siz de sahip olun." Ama onlar bu öneriyi
kabul etmediler. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Zorunlu olarak
sizinle savaşacağım." buyurdu. Onlar: "Bizim Araplarla savaşacak
gücümüz yoktur. Ancak bize karşı sefer düzenlememen, bizi korkutmaman,
bizi dinimizden döndürmeye çalışmaman karşılığında
seninle anlaşma yapmak istiyoruz. Eğer kabul edersen, her yıl
sana iki bin top kumaş veririz. Binini Sefer, diğerini de Recep ayında.
Bir de demirden yapılmış otuz zırh veririz." Peygamberimiz
(s.a.a) de onlarla bunların üzerine anlaşma yaptı.
Daha sonra Peygamber şöyle buyurdu: "Canım elinde olan Allah'a
andolsun ki, yokoluş, Necran halkının üzerine inmek üzereydi.
Eğer lanetleşmeye katılsalardı, maymunlara ve domuzlara dönüştürüleceklerdi.
Vadi dolusu ateş yağacaktı başlarına. Allah Necran'ın halkını, ağaç dallarındaki kuşlara kadar yok edecekti. Bir yıl geçmeden bütün Hıristiyanlar helak olacaktı."
Ben derim ki: Bu kıssa, buna yakın ifadelerle el-Mağazi adlı
eserde, İbn-i İshak'tan rivayet edilmiştir. Yine Maliki "el-Fusul-ul
Mü-himme" (s.23) adlı eserde, müfessirlerden yukarıdaki rivayete
yakın ifadelerle aktarır. el-Hamavi de İbn-i Cerih kanalıyla benzer
ifadelerle rivayet eder.
"Binini Sefer..." Bununla kastedilen muharrem ayıdır. Muharrem,
Arap aylarının ilkidir. Cahiliye döneminde "Sefer" adıyla bilinirdi.
Muharrem ayına "Sefer-i Evvel" ve Sefer ayına "Sefer-i Sani"
derlerdi. Araplar Sefer-i Evvel'in hürmetini Sefer-i Sani'ye ertelerlerdi.
Sonra yüce Allah Sefer-i Evvel'in de haram ay olduğunu,
İslami dönemde vurguladı. Böylece "Şehrullah-il Muharrem=
Haram kılınmış ay" adıyla anıldı, daha sonra kısaca "Muharrem"
diye meşhur oldu.
Sahih-i Müslim'de, Amir b. Sa'd b. Ebu Vakkas'tan, o da
babasından şöyle rivayet eder: "Muaviye b. Ebu Sufyan, Sa'd'a der
ki: "Seni Ebu Turab'a (Hz. Ali'ye) sövmekten alıkoyan nedir?" O şu
karşılığı verir: "Ben Resulullah'tan üç şey duydum ki, bunlardan
birisinin benim hakkımda söylenmiş olmasını kızıl yüklü develere
değişmem." Bir gün Resulullah (s.a.a) Ali'yi, çıktığı bir sefere götürmemiş,
onu Medine'de bırakmıştı. Ali dedi ki: "Ya Resulallah,
beni kadınlarla ve çocuklarla birlikte mi bırakıyorsun?" Resulullah
ona şöyle dedi: "Musa'nın yanında Harun hangi konumdaysa, sen
de benim yanımda aynı konumda olmayı istemez misin? Şu kadarı
var ki, benden sonra Peygamber olmayacaktır."
Bir de Peygamberimizin (s.a.a) Hayber günü şöyle buyurduğunu
duydum: "Yarın bayrağı, Allah'ı ve Resulünü seven, Allah ve
Resulü tarafından sevilen birine vereceğim." Hepimiz ertesi gün
bayrağı bize verilmesi beklentisi içerisine girdik. Resulullah şöyle
buyurdu: "Bana Ali'yi çağırın." Ali'yi getirdiler. Gözleri ağrıyordu.
Tükürüğünü gözlerine sürdü. Sonra bayrağı ona teslim etti ve Allah
Hayber'in fethini onun eliyle gerçekleştirdi.
Bir de: "De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı,
biz kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz
kendimizi ve siz de kendinizi çağıralım; sonra da dua edelim..."
ayeti inince, Resulullah (s.a.a) Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyin'i
çağırdı, sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım bunlar benim Ehl-i
Beytim'dir." (c.15, s.175, Nevevî'nin Şerhiyle birlikte.)
Aynı hadise, Tirmizi de kendi sahihinde (c.5, s.638, h:3724) yer
vermiştir. Ebu'l Mueyyid el-Muvaffik b. Ahmed, Hz. Ali'nin faziletleri
kitabında rivayet etmiştir. Ebu Nuaym, Hilyet-ul Evliya adlı eserde,
Amir b. Sa'd'dan, o da babasından rivayet etmiştir. Hameveynî
Feraid-us Sımtayn adlı eserinde (c.1, s.377-378) yer vermiştir.
Ebu Nuaym Hilyet-ul Evliya adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle
Amir b. Ebu Vakkas'tan, o da babasından şöyle rivayet eder: "Bu
ayet inince, Resulullah efendimiz (s.a.a) Ali'yi, Fatımayı, Hasan ve
Hüseyini çağırdı, sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım, bunlar benim Ehli
Beytim'dir."
Aynı eserde Şa'bi'den, o da Cabir'den rivayet eder: "Akib ve
Tayyip adlı kişiler Resulullah'ın huzuruna geldiler. Resulullah
(s.a.a) onları İslam'a davet etti. Dediler ki: "Ey Muhammed, Müslüman
olduk." Resulullah buyurdu ki: "Yalan söylüyorsunuz. İsterseniz
niçin Müslüman olmadığınızı da anlatayım." Dediler ki: "Söyle
bakalım." Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Haç sevme, şarap içme
ve domuz eti yeme." Cabir der ki: "Resulullah onları lanetleşmeye
çağırdı. Ertesi gün lanetleşmek üzere sözleştiler. Resulullah sabahleyin
Ali'nin, Hasan'ın, Hüseyin'in ve Fatıma'nın elinden tutarak
sözleştikleri yere geldi ve onlara haber saldı. Ama onlar söz verdikleri
halde gelmediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) şöyle
buyurdu: "Beni hak dinle gönderen Allah'a andolsun ki, eğer lanetleşmeye
gelselerdi, şu vadi onların başına ateş yağdıracaktı."
Cabir der ki: "Biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı...
çağıralım..." ayeti onlar hakkında inmiştir." Cabir der ki: "Kendimiz
ve kendiniz ifadesiyle, Resulullah ve Ali kastedilir. Oğullarımız,
Hasan ve Hüseyin'dir. Kadınlarımız ise Fatıma'dır."
Ben derim ki: Bu rivayeti, İbn-i Mağazili Menakıb adlı eserinde
kendi rivayet zinciriyle Şa'biden, o da Cabirden rivayet etmiştir
(s.363, h:310). Hameveynî "Feraid-us Sımtayn" adlı eserinde, kendi
rivayet zinciriyle Cabirden aktarmıştır (c.2, s.23, h:365). Maliki Fusulul
Mühimme'de mürsel olarak Cabir'den (s.25), yine Ebu Davud
Tayalisi'den, o da Şa'bet-uşŞa'bi'den mürsel olarak rivayet etmiştir.
ed-Dürr-ül Mensûr'da, Hakim'den -sahih olduğunu belirterek- o
da ibn-i Mürdeveyh'ten, Ebu Nuaym ed-Delail'de Cabir'den rivayet
etmiştir.
ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde belirtildiğine göre Ebu Nuaym,
ed-Delail adlı eserde Kelbi kanalıyla Ebu Salih'ten, o da İbn-i
Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Necran Hıristiyanlarından bir heyet,
Peygamberimizle (s.a.a) görüşmek üzere Medine'ye geldi. Bunlar,
on dört kişilik bir eşraf grubuydu. Bunların içinde başları olan
Seyyid, görüşlerine değer verilen ve ondan sonra gelen ikinci a-
dam olarak da Akib vardı." Sonra İbn-i Abbas, yukarıda belirtildiği
gibi kıssayı anlatır." (c.2, s.39)
Aynı eserde Beyhaki ed-Delail'de, Seleme b. Abd-ı Yeşu kana-
lıyla babasından, dedesinden şöyle rivayet eder: "Resulullah
(s.a.a) Neml suresinin inişinden önce, Necran halkına şu ifadelerle
başlayan bir mektup yazdı: "İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un ilahı
Allah'ın adıyla. Allah'ın resulü Muhammet'ten Necran piskoposuna
ve Necran halkına. Eğer Müslüman olursanız, ben sizden dolayı
İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un ilahı olan Allah'a hamdederim.
Şimdi ben sizi kula kulluktan Allah'a kulluk etmeye çağırıyorum.
Sizi kulların velayetinden (dostluk ve yönetiminden) Allah'ın vela
yetine çağırıyorum. Eğer çağrımı kabul etmezseniz, cizye vermek
zorundasınız. Bunu da reddederseniz, size savaş ilan edeceğimi
bilin. Vesselam."
Piskopos, yazıyı okuyunca çok korktu, dehşete kapıldı. Necran
halkından Şerahbil b. Vedâa adlı bir şahsı çağırdı, mektubu ona
uzattı. Adam mektubu okudu. Piskopos ona: "Ne düşünüyorsun?"
diye sordu. Şerahbil dedi ki: "Sen yüce Allah'ın İbrahim, İsmail
soyuna peygamberlik vereceğini vaadettiğini biliyorsun. Onun bu
adam olduğu nereden bellidir? Benim peygamberlik hakkında
bilgim yoktur. Eğer dünya işleriyle ilgili bir husus olsaydı, sana bir
görüş bildirirdim. Senin için çalışırdım." Bunun üzerine Piskopos,
Necran halkını birer birer çağırarak onlarla konuştu. Onlar da
Şerahbil'in söylediklerine benzer söylediler. Sonunda Şerahbil b.
Vedâa, Abdullah b. Şerahbil ve Cabbar b. Feyz adlı
şahısları, gidip Resulullah hakkında kendilerine haber getirmek üzere görevlendirdiler.
Heyet yola çıktı. Nihayet Peygamberimizin (s.a.a) huzuruna
çıktılar. Karşılıklı olarak birbirlerine sorular sordular. Daha başlar
başlamaz Peygamberimize şu soruyu yönelttiler: "Meryem oğlu
İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?" Peygamber efendimiz buyurdu
ki: "Bugün onun hakkında herhangi bir bilgim yok. Bugün bekleyin.
Yarın onun hakkında söylenmesi gereken şeyi size bildiririm."
Böylece yüce Allah: "Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in
durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. ...Allah'ın lanetini
yalan söyleyenlerin üstüne kılalım." ayetlerini indirdi. Heyettekiler
bu açıklamayı duyunca, bunu kabullenmekten kaçındılar.
Peygamberimiz onlara haberi duyurduktan sonra, ertesi gün
kadifeden bir örtüye sardığı Hasan ve Hüseyin'le birlikte, Fatıma
da arkalarında olduğu halde, lanetleşme için geldi. O sırada Peygamberimizin
birkaç tane hanımı vardı. Buna rağmen oraya kızı
Fatıma'yı getirmişti. Şerahbil yanındaki arkadaşına dedi ki: "Ben
karşımda gayet makbul bir davranış görüyorum. Eğer bu adam,
elçi olarak gönderilmiş bir peygamberse ve biz de onunla lanetleşirsek,
yeryüzünde helak edilmedik bizden bir tek kişi kalmaz."
Arkadaşı: "Peki, senin görüşün nedir?" diye sorunca, o şu karşılığı
verdi: "Ben, onun hakemliğine baş vurmayı öngörüyorum. Çünkü,
bana göre o, aykırı bir karar verecek değildir." Arkadaşı dedi ki:
"Sen dilediğini yapabilirsin."
Bunun üzerine Şerahbil, Resulullah'ın yanına gitti ve ona şöyle
dedi: "Ben, seninle lanetleşmekten daha hayırlı bir öneride
bulunuyorum." Peygamberimiz: "Nedir o?" diye sordu. Dedi ki: "Bu
günden akşama ve akşamdan sabaha kadar bizim hakkımızdaki
hükmünü ertelemeni öneriyorum. Ondan sonra sen hangi hükmü
verirsen, o bizim için geçerlidir." Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.a) geri döndü ve onlarla lanetleşmedi. Sonuçta cizye vermeleri
karşılığında onlarla barış yaptı." (c.2, s.38)
Aynı eserde İbn-i Cerir, Alba b. Ahmer el-Yeşkuri'den şöyle rivayet
eder: "De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı,
biz kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı..." ayeti
inince, Resulullah efendimiz (s.a.a) Ali'yi, Fatıma'yı ve oğulları Hasan
ile Hüseyin'i çağırdı. Sonra lanetleşmek üzere Yahudilere haber
saldı. Yahudi gençlerden biri lanetleşmeye gidecek olanlara
şöyle seslendi: "Yuh olsun size! Daha dün (geçmişte) maymunlara
ve domuzlara dönüştürülen soydaşlarınızı unuttunuz mu? Sakın
onunla lanetleşmeyin." Bunun üzerine Yahudiler de lanetleşmeden
vazgeçtiler." (c.2, s.39)
Ben derim ki: Bu rivayet, ayette geçen "Onun hakkında seninle
tartışmaya kalkarsa...." ifadesindeki zamirin "Gerçek,
Rabbinden gelendir." ifadesinde geçen "gerçek"e dönük olduğuna
ilişkin görüşü destekler niteliktedir. Buna göre, lanetleşme hükmü,
salt Meryem oğlu İsa'nın durumuna özgü değildir. Buna göre,
bu olay da, yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz birçok rivayette
işaret edilen Necran Hıristiyanlarının lanetleşmeye davet edilmelerinden
sonra gerçekleşen bir kıssadır.
İbn-i Tavus Sa'd-us Suud adlı eserinde der ki: "Muhammed b.
Abbas b. Mervan tarafından kaleme alınan ve Peygamberimizle
Ehl-i Beyti hakkında inen ayetlerin tefsirini kapsayan kitaptan şu
ifadeleri okudum: "Lanetleşme olayına ilişkin haber, elli bir değişik
kanaldan sahabe ve başkalarından rivayet edilmiştir. Hasan b.
Ali (a.s), Osman b. Affan, Sa'd b. Ebu Vakkas, Bekr b. Semmal,
Talha, Zübeyir, Abdur-rahman b. Avf, Abdullah b. Abbas ve Hz.
Peygamberin (s.a.a) kölesi Ebu Rafi, Cabir b. Abdullah, Bera b.
Azib ve Enes b. Malik bunlar arasında yer alırlar."
Bu olay, el-Menakıb adlı eserde, birçok ravi ve müfessirden rivayet
edilir. Bunun gibi Suyuti de ed-Dürr-ül Mensur'da rivayet e-
der.
Ayetle İlgili Bir Yorum ve Reddi
Bir tefsircinin2 şu değerlendirmesi son derece tuhaftır:
"Rivayetlerden belirtilen ortak nokta, Peygamberimizin (s.a.a)
lanetleşme için Ali, Fatıma ve iki oğullarını seçtiği hususudur. Bu
rivayetlerde "kadınlarımız" kelimesi Fatıma'ya ve "kendimiz"
kelimesi de sadece Ali'ye yorumlanır. Bu rivayetlerin tümü Şii
kaynaklıdır. Bununla hangi amacı güddükleri ise malumdur.
Nitekim bu rivayetlerin yaygınlık ka-zanıp kabul görmesi için
ellerinden geleni yapmışlardır. Öyle ki bu rivayetler, Ehl-i Sünnet
arasında da büyük ölçüde revaç bulmuştur. Fakat bu rivayeti
uyduran kişi, olayı ayete tam olarak uyduramamıştır. Çünkü hiçbir
Arap, özellikle birkaç kadınla evli birisi, "kadınlarımız" kelimesiyle
kızını kastetmez. Arapça'da bu tarz bir kullanımın örneği yoktur.
Bundan daha akıl almazı ise, "kendimiz" ifadesiyle Ali'nin
kastedildiğinin söylenmesidir. Kaldı ki, ayetin nüzul sebebi olarak
gösterdikleri Necranlı Hıristiyanların oluşturduğu heyette, kadınlar
ve çocuklar yer almıyorlardı.
Ayetten anlaşılan husus şudur: Peygamber Efendimiz (s.a.a)
Ehl-i Kitaptan kendisiyle Meryem oğlu İsa hakkında tartışmaya
girip çekişenleri, erkek, kadın ve çocukları alıp toplamaya davet
etmesi, öte taraftan kendisinin de erkek, kadın ve çocuklardan
oluşan müminleri toplaması emredilmişti. Bunlar, İsa hakkında
yalan söyleyene lanet etmesi için Allah'a dua edeceklerdi.
Böyle bir öneride bulunmak, kişinin kesin inancına ve
söylediklerinden emin olduğuna delalet eder. Yine böyle bir
öneriye muhatap olan Hıristiyanlar ve diğer grupların böyle bir
şeyden kaçınmış olmaları da, kanıtlarından kuşku duydukları ve
söylediklerinden tam emin olmadıkları anlaşılıyor. Bu olay ve
onların sergiledikleri tavır, inançlarının sarsıldığını, kesin bilgiye ve
delilsiz inanca dayanmadıklarını ortaya koymuştur. Halbuki
Allah'a iman eden bir kimse, hak ve batıl taraftarlarından oluşan
bunca insanı bir yerde toplayıp, Allah'ın lanetini istemeye ve
rahmetinden uzak olmayı talep etmeye razı olabilir mi? Allah'a
karşı bundan daha büyük cesaret olur mu? Allah'ın gücü ve
azametiyle bundan daha fazla alay edilir mi?
Peygamber efendimizin (s.a.a) ve beraberindeki müminlerin
Hz. İsa hakkında kesin bir inanca sahip oduklarının kanıtı olarak
şu ifade yeterlidir: "...sana gelen ilimden sonra..." Çünkü bu tür
inanç meselelerinde "ilim" sözcüğüyle "kesin inanç" kastedilir.
"...biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı..." ifadesini iki
şekilde açıklamak mümkündür:
Birincisi: Her grup karşı tarafın adamlarını çağırsın. Siz bizim
oğullarımızı, biz de sizin oğullarınızı, siz bizim kadınlarımızı, biz de
sizin kadınlarınızı... çağıralım.
İkincisi: Her grup kendi yandaşlarını çağırsın. Biz Müslümanlar
kendi oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi... çağıralım. Siz de
kendinizinkileri çağırın.
Her iki açıdan da "kendiler"in çağrılışındaki kelime dağılımında
herhangi bir problem yoktur. Problem, Şia'nın yorumundan ve
sözcükleri belli şahıslara özgü kılma hususunda onlara taraf olanlardan
kaynaklanmaktadır..."
Ben derim ki: Bu sözleri -ki bu tür sözleri onun gibi birisine nispet
etmemizden dolayı bazı okuyucuların bizi suçlayacağını
tahmin ediyor gibiyim. Çünkü hiçbir akıllı, bu ve benzeri sözlerin
ilmî kaynaklarda söz konusu edilmesinin taraftarı olmaz.- dayanaksız
ve kanıttan yoksun olmasına rağmen, sırf inatçılığın, taassubun
ve vesvesenin bir insanın anlama kabiliyetini ne tür bir uçuruma
sürüklediğini ve bozuk bir düşünceye sahip kıldığını, göstermek
için sunuyoruz. Böyle bir olguları taşıyan kimse, bu tarz
düşünce üzerine kurduğu bütün yapıları bozar, daha sonra bozduklarını
hiç çekinmeden tekrar yapmaya başlar. Ayrıca bu tür sözler,
şerri, kötülüğü içeriyor ve şerden kaçınabilmek, onu bilmeye, tanımaya
bağlıdır.
Bu konuda iki türlü yaklaşım içine girmek mümkündür:
Birincisi: Ayetin Hz. Ali'nin üstünlüğüne delalet etmesidir. Bu,
kelamî bir meseledir ve bizim bu kitabımızın konusunun dışındadır.
Bu kitapta asıl hedef, Kur'an ayetlerinin anlamlarını irdelemektir.
İkincisi: Bu değerlendirmeyi yapan zatın "Mübahele ayeti"nin
anlamıyla ilgili açıklamalarını ve Peygamberimizle Necran Hıristiyanlarını
temsilen gelen heyet arasında geçen olaylara ilişkin rivayetler
üzerindeki yorumunu incelemektir. Bu, tefsirle ilgilidir ve
kitabımızın kapsamına giren bir konudur.
Ayetin neye delalet ettiğini biliyorsunuz. Bizim yukarıda
naklettiğimiz bir çok rivayet, ayetin nesnel karşılığıyla
örtüşmektedir. Bunlar üzerinde düşünüldüğü zaman, söz konusu
uydurma değerlendirmenin ve hiç bir olumlu amaca hizmet
etmeyen çürük, dayanıksız gözlemin yanlışlığı, geçersizliği
anlaşılacaktır. Şimdi daha ayrıntılı bir irdelemeye başlıyoruz:
Bu zat diyor ki: "Bu rivayetlerin tümü Şia kaynaklıdır... Bu rivayetlerin
yaygınlık kazanıp kabul görmesi için ellerinden geleni yap
yapmışlardır. Öyle ki bu rivayetler Ehl-i Sünnet arasında da büyük
ölçüde revaç bulmuştur." Bundan önce de sözünün başında: "Rivayetlerden
belirtilen ortak nokta..." şeklinde bir ifade kullanıyor.
Keşke bu sözlerle hangi rivayetleri kastettiğini bilseydim? Bununla
hadisçilerin elbirliği ederek rivayet ettikleri ve herhangi bir açıdan
eleştirmedikleri çok sayıdaki rivayeti mi kastediyor? Oysa bu rivayetler
bir, iki ve üç tane değildir. Hadisçiler bunları topluca benimsemiş
ve nakletmişlerdir. Sahih hadis kaynaklarında bu rivayetlere
yer verilmiştir. Bunlar arasında Müslim ve Tirmizi de vardır. Tarihçiler
de olayı doğrulamışlardır.
Sonra Müfessirler herhangi bir itirazda bulunmadan, en ufak
bir kuşku belirtmeden tefsirlerinde bunlara yer vermiş, defalarca
üzerinde durmuşlardır. Bunlar arasında Taberi, İbn-i Kesir, Suyuti
gibi hadisçi ve tarihçi zatlar da yer alır.
Ayrıca, bu rivayetlerin kaynağı olarak işaret ettiği Şia ile kimleri
kastediyor? Rivayet zincirlerinin gelip dayandıkları Sa'd b. Ebu
Vakkas, Cabir b. Abdullah, Abdullah b. Abbas gibi sahabeleri mi?
Yoksa bu haberleri onlardan duyup kendilerinden sonraki kuşaklara
aktaran Ebu Salih, Kelbi, Süddi, Şa'bi gibi tâbiin kuşağına men-
sup alimleri mi kastediyor? Bu gibi insanlar, müellifin hoşuna gitmeyen
bir olayı aktardılar diye Şii mi oldular? Kaldı ki, bu zatlar ve
benzerleri, hadisleri nakleden kanallardırlar. Eğer bu adamlar da
reddedilirse, geride sözü edilecek bir sünnet, anlatılacak bir siyer
kalmaz.
Bir Müslüman, hatta din olarak İslam'ı benimsememiş bir
araştırmacı, sünneti geçersiz sayıp, sonra da Peygamberin (s.a.a)
getirdiği öğretiyi ve yasama sisteminin ayrıntılarını tespit edebilir
mi? Halbuki Kur'an, Peygamberin sözünün ve pratik davranışının
kanıtsallığını haykırıyor; dinin hayatını sürdürmesini dile getiriyor?
Eğer ta baştan itibaren sünnetin iptalliği yönüne gidilirse, geride
ne Kur'an'dan bir eser, ne de inmesi için bir semere kalır.
Yoksa o, bu sözleriyle, Şiilerin bu tür rivayetleri uydurup hadis
ve tarih kaynaklarına sokuşturduklarını mı demek istiyor? Eğer
öyleyse, sünnetin iptali ve şeriatın geçersizliği tehlikesi yeniden
gündeme gelmiş olur. Hatta musibet daha da kuşatıcı, fesat daha
da yaygın olur!!!
Sözlerinin bir bölümünde de diyor ki: "Kadınlarımız" sözünü
"Fatıma'ya", "kendimiz" sözünü de sadece Ali'ye yorumluyorlar..."
Demek istiyor ki; onlar diyorlar: "Kadınlarımız" sözü mutlak olarak
denilmiş ve onunla Fatıma kastedilmiştir. Yine "kendimiz" sözü ile
de sadece Ali'ye işaret edilmiştir. O, bu sözüyle, yukarıda sunduğumuz
rivayetlerden birinde geçen ifadelerden anladığını yansıtıyor
gibidir. Çünkü Cabir'in şöyle dediği rivayet edilir: "Kadınlarımız"
la Fatıma, "kendimiz"le Ali kastedilmiştir."
Ama bu tefsirci, olayı yanlış anlamıştır. Çünkü ayette geçen
"kadınlarımız " sözü ile Fatıma ve "kendimiz" sözü ile de Ali
kastedilmemiştir. Fakat Peygamber efendimiz (s.a.a) bu ayetteki
emri yerine getirme bağlamında, sadece Ali ve Fatıma'yı çağırdığı
için, Fatıma'nın "kadınlarımız"ın, Ali'nin "kendimiz"in ve Hasan ve
Hüseyin'in de "oğullarımız"ın bireysel misdak ve temsilcileri
oldukları anlaşılmaktadır. Ayette geçen "oğullar, kadınlar ve
kendiler"den maksat ailedir. O da Peygamberimizin (s.a.a) Ehl-i
Beyti'dir. Nitekim rivayetlerde belirtildiğine göre, Peygamberimiz
(s.a.a) onları lanetleşme mahalline getirdikten sonra: "Allah'ım,
bunlar benim Ehl-i Beytim'dir." buyurmuştur. Dolayısıyla
Peygamberimizin sözünün ifade ettiği anlam şudur: "Bun-lardan
başka çağıracak kimse bulamadım."
Bazı rivayetlerde yer alan: "Kendimiz ve kendinizi" sözünden
maksat, Resulullah ve Ali'dir." ifadesi bizim bu açıkladığımızı
destekler niteliktedir. Çünkü bu ifade, açıkça ayetin anlamına
kimin mis-dak olduğunu belirtiyor; ayetteki lafızların mânasını
açıklamak söz konusu değildir.
Sonra diyor ki: "Fakat bu rivayeti uyduran kişi, olayı ayete tam
olarak uyduramamıştır. Çünkü hiçbir Arap, özellikle bir kaç kadınla
evli birisi, "kadınlarımız" kelimesiyle kızını kastetmez. Arapça'da
bu tarz kullanımın örneği yoktur. Bundan daha akıl almazı ise,
"kendimiz" ifadesiyle Ali'nin kastedildiğinin söylenmesidir." Yazarın
yanlış algıladığı bu ilginç olay, onu bunca rivayeti bir çırpıda
tutup atmaya, onları nakleden ravileri ve sahih olarak kabullenen
bütün herkesi suçlamaya, daha sonra da sözü geçen nispetlerde
bulunmaya sürüklemiştir. Oysa, Kur'an'ı tefsir etmek gibi bir konumda
olan bir kişi olarak onca belâgat imamını ve söz sanatı
üstatlarını hatırlaması gerekirdi. Onlar bu rivayetleri hiçbir tereddüt
göstermeden, herhangi bir itiraza konu etmeden tefsirlerine
ve diğer eserlerine almışlardır.
Örneğin Keşşaf tefsirinin yazarı Zimahşeri -ki zaman zaman
kıraat imamlarının bile yanlışlarını gösterebilecek bir kişidir- söz
konusu ayetin tefsiri çerçevesinde şunları söylüyor: "Bu ayetin en
güçlü kanıtsallığı, Ashab-i Kisâ'nın (Peygamberimizin: "Ehl-i Beytim
bunlardır." diye abası altına aldığı Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in)
üstünlüklerine delalet etmede, bundan daha güçlü bir delil
olmaz. (Selam onların üzerlerine olsun.) Bu, aynı zamanda Peygamber
efendimizin (s.a.a) peygamberliğinin de gerçekliğinin en
açık ifadesidir. Çünkü, yandaş ve muhalif hiç kimse, Necran Hıristiyanlarının
lanetleşmeye katıldıklarına ilişkin bir rivayeti aktarmış
değildir." Keşşaf Tefsiri'nden aldığımız alıntı burada sona erdi. (c.1,
s.370)
Nasıl oluyor da belâgat alanının üstatları, edebiyat sahasında
at koşturan bu yiğitler ve ulu şahsiyetler, hadis kitaplarında yoğun
bir şekilde yer alan bu yekündeki rivayetlerin Kur'an'ın beyanına
yanlışlık izafe ettiklerini, tekil bir duruma ilişkin, çoğul bir ifade
kullanmayı nispet ettiklerini fark edememişlerdir?!
Hayır! Andolsun ki, meseleyi karıştıran yazarın kendisidir. Kavramla
nesnel karşılığını birbirine karıştıran odur. O sanıyor ki, yüce
Allah Peygamberine: "...sana gelen ilimden sonra, onun hakkında
seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı,
siz de kendi oğullarınızı... çağıralım." şeklinde hitap ettiğinde,
eğer ayetin işaret ettiği tartışmacılar Necranlı Hıristiyanlardan oluşan
heyet kabul edilirse, bazı rivayetlerde işaret edildiği gibi, onlar
da on dört erkekten oluştukları ve yanlarında kadın ve çocuk namına
kimse bulunmadığı, ayrıca rivayetlerde belirtildiğine göre
Peygamberimiz de Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'den başka kimseyi
lanetleşmeye götürmediği için, bu şekildeki bir yaklaşım, "seninle
tartışmaya kalkarsa..." ifadesiyle Necran heyetinin, "kadınlarımız"
ifadesiyle bir tek kadının ve "kendimiz" ifadesiyle de bir
tek adamın kastedilmiş olmasını gerektirir. Bu durumda "kadınlarınız"
ve "oğullarınız" ifadelerinin bir anlamı olmaz. Çünkü rivayetlerde
belirtildiğine göre, heyette kadınlar ve çocuklar yer almıyorlardı.
Burada tesniye=iki kişi ile ilgili hususta çoğul olan "oğullar" kelimesinin
kullanılması durumu ortaya çıkmış olur. Böyle bir kullanım,
müfret için çoğul kullanmaktan daha kötü bir örnektir. Müfretle
ilgili olarak çoğul kullanımının örneklerine müvelledlerin,
yâni sonradan Araplaşanların dilinde rastlamak mümkün olsa da,
orijinal Arapça'da saygı ifade etmek dışında hiçbir yerde tekil kastıyla
çoğul kullanılmaz, ama tesniye niyetine çoğul ifade kesinlikle
kullanılamaz.
İşte mezkur tefsirciyi, söz konusu rivayetleri bir kenara itmeye,
onları uydurma olarak nitelemeye iten vehim budur. Oysa mesele
onun vehmettiği gibi değildir.
Şunu şöyle açıklayabiliriz: Beliğ, amaca uygun ve etkili bir konuşma,
konumun gereksinimlerinin riayet edilmesini, yâni algılanması
gereken şeyin belirgin bir şekilde algılanmasını zorunlu
kılar. Bazen öyle bir durum olur ki, iki kişi veya iki grup karşılıklı
konuşur da taraflardan biri veya her ikisi karşı tarafın durumunu
bilmediğini inkâr eder veya bilmez. Bu durumda konuşma, fıtratın
ve geleneğin öngördüğü biçimde hazırlanır. Buna uygun ifadelere
yer verilir. Sözgelimi hasım taraflardan biri, karşı tarafa husumet
ve savunma olgusunun o tarafın tüm bireyleri, kadın, erkek, küçük
büyük herkes için geçerli olduğunu vurgulamak isterse, şöyle bir
ifade kullanır: Biz, erkek, kadın ve çocuk olarak size husumet ediyoruz
ve sizinle savaşıyoruz. Böylece fıtratın ve geleneğin öngördüğü
bir konuşma yapmış olur. Çünkü gelenek, bir grubun kadınlarının
ve çocuklarının olmasını gerektirir. Bu tarz ifadelerde amaç;
karşı tarafa kendilerine husumet edenlere karşı yek vücut
olduklarını, topluca husumet ettiklerini vurgulamaktır. Eğer: "Biz
erkekler, kadınlar ve iki oğlumuzla size husumet ediyoruz veya
savaşıyoruz" şeklinde bir ifade kullanılsa, bununla konumun gerektirdiğinden
öte bir husus haber verilmek isteniyor ki, bu da özel
bir vurguyu ve konumun gereği karşı tarafa anlatmayı kaçınılmaz
kılmıştır.
Fakat tanışlar, dostlar ve arkadaşlar arasında, konuşma fıtratın
ve geleneğin gerektirdiği gibi yapılabilir. Sözgelimi, bir davet ve
kutlama çağrısı olarak: Sizi kendimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız
olarak davet ediyoruz." denilebilir. Bazen de tarafın tanımasına
dayanılarak daha ayrıntılı bir davetiye sunulur ve şöyle denir:
"Erkekler, kız ve iki küçük çocuk olarak size hizmet edeceğiz." vs.
Şu halde fıtrat, gelenek ve dış görünüş bir değerlendirmeye,
realite ve nesnel karşılık da bir başka değerlendirmeye tâbidir.
Bunlar bazen birbirlerinden farklı olurlar. Dolayısıyla bir kimse konuşmasını
kendisi ile ilgili olarak zahiren bilinen şeylere göre biçimlendirip,
alışkanlığın ve geleneğin gereği bir konuşma yapsa,
sonra da gerçek durumu, pratik konumu, anlattıklarından farklı
bir biçimde ortaya çıksa, onun konuşması yanlış olmaz, verdiği
haber itibariyle yalancı kabul edilmez veya anlamsız şeyler söyleyen
bir boşboğaz muamelesi görmez.
Ayeti de bu şekilde yorumlamak gerekir. Dolayısıyla: "De ki:
"Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz kendi
kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi ve siz de
kendinizi çağıralım…" ayeti ile kastedilen anlam -yukarıdaki açıklamaları
baz alırsak-şudur: Onları, senin Ehl-i Beytin'den davet ve
ilim hususunda sana ortaklık eden yakınlarınla beraber gelmen
karşılığında, aileleri ve yakınlarıyla birlikte gelmek üzere lanetleşmeye
çağır." Sonra konuşma öyle bir şekilde hazırlanmış ki,
Peygamber efendimiz (s.a.a) Ehl-i Beyti içinde erkekler, kadınlar ve
oğullar, onların da ev halkı içinde erkekler, kadınlar ve oğullar
varmış gibi bir anlamı yansıtıyor. Böyle bir anlam algılaması dış
görünüşün bir gereğidir. Alışkanlığın ve geleneğin Peygamberimiz
ve Hıristiyan hasımlarına ilişkin hükmü budur.
İşin aslına ve realiteye gelince; Peygamberimizin (s.a.a) erkekler,
kadınlar ve oğullar olarak sadece kendisi, kızı ve iki oğul vardı.
Hasımları da yalnızca erkeklerden oluşuyorlardı, kadınları ve oğulları
bulunmuyordu. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.a) kararlaştırılan
yere bir erkek, bir kadın ve iki çocukla birlikte gelince onu yalancılıkla
ve yanlış yapmakla suçlamadılar. Öte yandan onlar da;
"Sen bize kadınları ve oğulları da getirmemizi istedin, ama bizim
kadınlarımız ve oğullarımız yanımızda değildir." diye özür belirtmediler.
Ayrıca bu kıssayı duyan hiç kimse onu uydurma olarak
nitelendirmemiştir.
Buradan hareketle yazarın; "Ayetin nüzul sebebi olarak gösterilen
Necranlı Hıristiyan heyetinin beraberinde de kadınlar ve oğullar
yoktu." şeklindeki sözünün de yanlış olduğunu görüyoruz.
Ayrıca şunları söylüyor: "Ayetten anlaşılan husus şudur:
Peygamber Efendimize (s.a.a) Ehl-i Kitaptan kendisiyle Meryem
oğlu İsa hakkında tartışmaya girip çekişenleri erkek, kadın ve
çocukları toplamaya davet etmesi, öte taraftan kendisinin de
erkek, kadın ve çocuklardan oluşan müminleri toplaması
emredilmişti. Bunlar, İsa hakkında yalan söyleyene lanet etmesi
için Allah'a dua edeceklerdi... Allah'a iman eden bir kimse, hak ve
batıl taraftarlarından oluşan bunca insanı bir yerde toplayıp
Allah'ın lanetini istemeye ve rahmetten uzak olmayı talep etmeye
meye ve rahmetten uzak olmayı talep etmeye razı olabilir mi? Allah'a
karşı bundan daha büyük bir cesaret olur mu? Allah'ın gücü
ve azametiyle bundan daha fazla alay edilir mir?"
Özetle demek istiyor ki: Ayet, her iki tarafı kendileri, kadınları
ve çocuklarıyla bir yerde toplanmaya ve lanetleşmeye davet ediyor
(belli şahıslar söz konusu değildir).
Acaba davet edilen bu toplantının ne olduğunun açıklanması
gerekmez mi? Acaba bununla her iki tarafın topyekün toplanmaları
mı kastediliyor? Yâni bütün mü'minlerin3 -ki Yemen, Hicaz,
Irak gibi bölgelerde yaşayan Rabia ve Mudar Araplarının büyük bir
kısmı veya tamamı sayılıyorlardı- ve Yemen, Şam, Akdeniz kıyıları,
Bizans, Fransa, İngiltere ve Avusturya gibi bölgelerde yaşayan tüm
Hıristiyanların bir yerde toplanmaları mı emredilmiştir?
Yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan bu toplumların,
erkekli, kadınlı ve çocuklu nüfusları o gün için milyonları aşıyordu.
Aklı başında olan hiç kimse, milyonlarca insanı bir yerde toplamanın
imkansız olduğundan kuşku duymaz. Normal doğal nedenler
bütün temelleriyle böyle bir şeyi kaldıramaz ve deruhde edemez.
Böyle bir şeyi kabul etmek, Kur'an'ın insanları imkansız ve muhal
nitelikli bir şeye davet ettiğini kabul etmekle eş anlamlıdır. Demek
olur ki, Kur'an kesinlikle olmayacak bir şeye dayalı olarak kanıtını
ortaya koyuyor, imkansızdan hareketle hakkı savunuyor. Hıristiyanların
Peygamberin (s.a.a) bu davetine icabet etmemeleri mazur
görülebilir. (Ne güzel mazeret!) Ama Peygamberin, icabet edilemeyecek
bir şeye onları davet etmiş olmasının onlardan daha
fazla davetine büyük bir zarar verdiği ortadadır.
Yoksa o an için orada hazır bulunan iki grubun temsil ettiği
bölgelerin halkları mı kastediliyor? Medine ve çevresindeki mü 3- Bazı tarihçilere göre hicri dokuzuncu yılda, diğer bazısına göre onuncu yılda
meydana gelmiştir bu olay… Tefsirini sunduğumuz bu ayetleri takip eden ayetlerle
ilgili rivayetler bölümünde açıkladığımız gibi, olayın tarihine ilişkin görüşlerin tümünde
problem vardır.
minlerle, Necran ve çevresindeki Hıristiyanlar yâni. Gerçi bu ihtimal
öncekine göre daha hafif görünüyor; ancak gerçekleşememe,
vuku bulamama açısından önceki gibidir. O gün için, kim Medine'nin
ve Necran'ın tüm halkını kadınlara ve çocuklara varıncaya
kadar lanetleşme için bir yerde toplayabilirdi? Acaba böyle bir
çağrı, imkansızı istemek değil de nedir? Ve acaba hak, gerçekleşmesi
imkansız, ortaya çıkması zor bir çağrıdır, anlamına
gelmez mi?
Yoksa, tartışılan taraflar mı kastediliyor? Yâni Peygamber efendimiz
ve o sırada yanında bulunan müminlerle Necranlı Hıristiyanları
temsilen Medine'de bulunan heyet… Bu ihtimale de yazarın
şu sözüyle cevap verilir: "Kaldı ki, ayetin nüzul sebebi olarak gösterdikleri
Necranlı Hıristiyanların oluşturdukları heyette kadınlar ve
çocuklar yer almıyorlardı." Dolayısıyla bu ihtimali kabul etmek de
yazarın işaret ettiği sakıncaları gündeme getirir.
Yazar diyor ki: Peygamber efendimizin (s.a.a) ve beraberindeki
müminlerin Hz. İsa hakkında kesin bir inanca sahip olduklarının
kanıtı olarak şu ifade yeterlidir: "Sana gelen ilimden sonra…"
Çünkü bu tür inanç meselelerinde "ilim" sözcüğüyle "kesin inanç"
kastedilir.
Ben derim ki: İnanç meselelerinde "bilmenin", "kesin inanç"
anlamını ifade ettiği şeklindeki değerlendirme doğrudur. Müminlerin
İsa hakkında kesin bir inanca sahip olduklarına da ayetin
işaret ettiğini nasıl kanıtladığını bir bilseydim? Halbuki, ayette:
"Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya
kalkarsa..." ifadesiyle, Peygamberimizin durumuna işaret
ediliyor. Ve diyalog konumu da, bu ifadenin Peygamberimizin
(s.a.a) dışındaki müminleri kapsamasını gerektirmiyor. Çünkü Hıristiyan
heyetin Peygamberimizle tartışmaktan başka bir amacı
yoktu. Müminlerle karşılaşmayı düşünmüyorlardı. Ne müminler
onlarla ne de onlar müminlerle bir kelime konuşmuş değillerdi.
Evet, eğer ayette, Peygamberimizin dışında herhangi bir kimsenin
de konuya ilişkin bilgiye sahip olduğuna işaret edilseydi,
kuşkusuz, daha önce "yalan söyleyenler…" sözünü yorumlarken
vurguladığımız gibi, bu, onunla birlikte lanetleşmeye gelen
kimselerden olacaktı.
Öte yandan Kur'an, ilim ve yakinin bütün müminler için gerçekleşmediğinden
söz eder: "Onların çoğu şirk koşmadan Allah'a
iman etmezler." (Yusuf, 106) Bu ayette, iman edenlerin bir kısmı
şirkle nitelendiriliyor. Yakin=kesin inançla şirk bir arada barınır mı?
"Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: "Allah
ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vaadetmedi."
diyorlardı." (Ahzab, 12) "İman edenler: "Bir sûre indirilmeli değil
miydi?" derler. Fakat, hükmü açık bir sûre indirilip, onda savaştan
söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların, sana ölümden
bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. Onlara
ölüm gerektir. Onlara düşen, itaat etmek ve güzel söz söylemektir.
İş ciddiye bindiği zaman Allah'a verdikleri söze sadık
kalsalardı, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Demek işbaşına
gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, rahimleri
(akrabalık bağlarını) koparacaksınız öyle mi? Onlar, Allah'ın lanetleyip
sağır yaptığı ve gözlerini kör etti-ği kimselerdir." (Muhammed, 20-23)
Şu halde, kesin inanç Hz. Peygambere (s.a.a) tâbi olanlardan
basiret sahibi kimselerin sahip oldukları bir özelliktir. Yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de
ki: "Bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim." (Âl-i
İmrân, 20) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "De ki: Bu, benim
yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim; ben ve bana
uyanlarla da." (Yusuf, 108)
Yazarın bir diğer iddiası da şudur: "Biz kendi oğullarımızı, siz
de kendi oğullarınızı…" ifadesini iki şekilde açıklamak mümkündür:
Birincisi: Her grup karşı tarafın adamlarını çağırsın…"
Bu şıkkın yanlış olduğunu ve ayetin lafzıyla bağdaşmadığını
daha önce vurguladık. O zaman şunu belirtmiştik: Eğer sadece:
"Dua edelim de Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım."
denilseydi, hedefin hasıl olmasında yeterli olurdu. Ancak buna
ek olarak: "Biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı, biz
kendi kadınlarımızı, siz de kendi kadınlarınızı, biz kendimizi ve
siz de kendinizi çağıralım…" buyuruluyor. Bu ifadenin amacı, her
iki tarafın en aziz ve en sevimli gördüğü yakınlarını yâni oğulları ve
kadınlarıyla birlikte kendilerini (yakın akrabalar ve aile) getirmelerini
gerekli kılmaktır. Böyle bir hedefe de ancak ayetin anlamının
şu şekilde olmasıyla varılabilir: "Biz oğullarımızı, kadınlarımızı ve
kendimizi çağıralım, siz de oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi
çağırın, sonra lanetleşelim…" Ama ayetin anlamının: "Biz sizin
oğullarınızı, kadınlarınızı ve kendinizi çağıralım, siz de bizim oğullarımızı,
kadınlarımızı ve kendimizi çağırın, sonra lanetleşelim."
şeklide algılanması durumunda, yukarıda işaret ettiğimiz amaç
geçersiz olur.
Ayrıca, bizzat dejenere olmamış karakterin böyle bir anlamı
normal karşılaması mümkün değildir. Peygamberimizin (s.a.a)
dua edip, lanetleşmek üzere Hıristiyanları kendi oğullarına ve kadınlarına
musallat kılmasının, kendisinin de onlardan kendisini
anların oğullarına ve kadınlarına musallat kılmalarını istemesinin
ne gibi bir anlamı olabilir ki? Halbuki her iki grup da, kendi oğullarını
ve kadınlarını çağırıp sözleşilen yere getirebilir.
Kaldı ki, ayetten böyle bir sonuç çıkarsamak için, "musallat
kılma" ve benzeri deyimlerin -yukarıda vurguladığımız gibi- ne an-
lama geldiklerini anlamak gerekir. Fakat bunu bizim anlamamız
hiç de mümkün değil. Şu halde doğru olan, bu tarz bir yaklaşımın
geçersizliğidir. Geriye bir yaklaşım tarzı kalıyor, o da her kesin
kendi ailesini çağırmasıdır ki, bu husus belirgindir.
Mezkur tefsirci, bir de şunları söylüyor: "Her iki açıdan da
"kendiler"in çağrılışındaki kelime dağılımında herhangi bir prob
lem yoktur. Problem Şia'nın yorumundan ve sözcükleri belli şahıslara
özgü kılma hususunda onlara taraf olanlardan kaynaklanmaktadır."
Problem dediği şey, ayetle ilgili olarak insanın "kendisi"
ni çağırmasıdır. Oysa bu problem, konuya ilişkin olarak işaret
ettiğimiz iki yaklaşım tarzıyla hiçbir şekilde ilintili değildir. Tersine,
problem; "kendimiz" ifadesiyle Resulullah efendimiz (s.a.a) kastedilmiş
olması durumunda söz konusu olur. Nitekim nakledildiğine
göre bazı mezhepsel tartışmalarda bu tür iddialar ortaya atılmıştır.
Şöyle ki; tartışanlardan biri (Sünni) "kendimiz"den maksadın
Resulullah'ın (s.a.a) olduğunu, Ali'nin (a.s) olmadığını iddia eder,
buna karşılık da diğeri (Şia) insanın kendi kendisini çağırmasını
gündeme getirir ki, böyle bir şey yanlıştır, batıldır. Yukarıda yer
verdiğimiz ve el-Uyun adlı eserden aktardığımız ikinci rivayet, bunun
yanlışlığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu açıklamalarla, adı geçen yazarın şu sözlerinin yanlışlığı da
ortaya çıkıyor: "Problem, Şia'nın yorumundan kaynaklanmaktadır."
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Şia'nın yorumu şöyledir: "Kendimiz"
ifadesinden maksat, Peygamberimizin (s.a.a) Ehl-i Beyti'ne
mensup erkeklerdir. Dolayısıyla, maksadın nesnel karşılığı olarak
Resulullah efendimiz (s.a.a) ile Hz. Ali'nin (a.s) olduğu işaret edildiği
açıktır. Dolayısıyla bu ikisinden birinin diğerini çağırmasında
bir problem yoktur.
Hatta yazarın iddia ettiği gibi, Şiiler; "Kendimiz" ifadesinden
maksat Ali'dir." demiş olsalar bile, bunda bir problem söz konusu
olmaz. Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) Ali'yi davet etmesinde herhangi
bir sorun olmaz.
Görüşlerine yer verdiğimiz müfessirin öğrencisi, el-Menar adlı
tefsirde, rivayetlere işaret ettikten sonra şunları söylüyor: "İbn-i
Asa-kir, Cafer b. Muhammet'ten, o da babasından şöyle rivayet
eder: "De ki: "Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz de kendi oğullarınızı…
çağıralım." ayeti inince, Peygamberimiz (s.a.a) Ebubekir'i ve
oğlunu, Ömer'i ve oğlunu, Osman'ı ve oğlunu getirdi." Bundan da
açıkça anlaşıldığı gibi, ayette geçen ifadeden maksat, müminlerden
bir gruptur."
Üstadının yukarıda yer verdiğimiz görüşlerini aktardıktan sonra,
kendisi de şunları söylüyor: "Görüldüğü gibi, ayette ulusal sorunlar
ve dinsel tartışmalar bazında kadın-erkek ortaklığına ilişkin
bir hüküm söz konusudur. Bunun esasında şu değerlendirme yatar:
Kadın, genel meselelerde bile erkekle aynı konumdadır. İfadenin
akışı içinde, istisna edilen bazı hususlar hariç." (c.3, s.322)
Ben derim ki: Bu zatın işaret ettiği rivayet, şaz ve nadir rivayet
türlerinden olup, yaygın olan onca rivayetle çelişmektedir. Hatta
müfessirler de ona ilgi duymamışlardır. Kaldı ki, realiteyle de örtüşme-
mektedir. Bu rivayette, adı geçen şahısların her birinin oğlundan
söz ediliyor ki, bu şahısların tümünün o tarihlerde erkek
çocukları yoktu.
Bana öyle geliyor ki o: "Bundan da açıkça anlaşıldığı gibi, ayette
geçen ifadeden maksat, müminlerden bir gruptur." sözleriyle,
bu rivayetten, Peygamber Efendimizin lanetleşmeye bütün müminleri
ve oğullarını çağırdığı yönünde bir anlam çıkarmak istiyor.
Dolayısıyla; "Ebubekir ve oğlu…" ifadesi, bütün müminlerin çağırılmasından
kinayedir." demek istiyor. Böylece, o üstadının üzerinde
durduğu anlamı pekiştirmeyi amaçlıyor. Ancak, sen şu anda
onun şaz bir rivayet olduğunu, müfessirlerin ondan yüz çevirdiğini,
metin ve yorumladığı anlama yönelik delalet bakımından son derece
zayıf olduğunu biliyorsun.
Ayetin, genel haklar itibariyle kadınlarla erkeklerin ortak
olduklarına işaret ettiğine ilişkin iddiaya gelince; eğer ayetin bu
yönde bir kanıtsallığı varsa, çocukların da ortaklığı söz konusu
olur ki, bu bile söz konusu çıkarmanın yanlışlığını ortaya koymak
için tek başına yeterli bir kanıttır.
Biz daha tefsirimizin ikinci cildinde, boşanma ayetlerinin tefsiri
çerçevesinde, kadın erkek ortaklığına değinmiştik. Yeri geldikçe,
bu konuya ilişkin değerlendirmelerde bulunacağız. Ancak, tefsirini
sunduğumuz ayetten böyle zorlama yorumlar çıkarmaya yeltenmeye
gerek yoktur.
AL-İ İMRAN SURESİ: ( 1-120. Ayetler)
64- De ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye
gelin: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir
şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da bazılarımız, bazılarını
Rabler edinmesin." Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit olun, biz
gerçekten Müslümanlarız."
65- Ey kitap ehli, İbrahim hakkında ne diye çekişip tartışıyorsunuz?
Oysa Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir.
Anlamıyor musunuz?
66-İşte sizler böylesiniz. Hadi hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız;
peki hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp duruyorsunuz?
Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67-İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan idi; ancak o hanifti,
Müslüman'dı, müşriklerden de değildi.
68- Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar
ve bu Peygamber ile iman edenlerdir. Allah da mü'-minlerin velisidir.
69- Kitap ehlinden bir grup, sizi şaşırtıp saptırmayı arzuladı;
fakat onlar ancak kendilerini şaşırtıp saptırırlar da farkına varmazlar.
70- Ey kitap ehli, şahit olduğunuz halde ne diye Allah'ın ayetlerini
inkar ediyorsunuz?
71- Ey kitap ehli, neden hakkı batılla karıştırıyor ve bildiğiniz
halde hakkı gizliyorsunuz.
72- Kitap ehlinden bir bölümü dedi ki: "İman edenlere gündüzün
başlangıcında inene inanın, sonunda (ineni) ise inkar edin;
belki dönerler."
73- "Ve sizin dininize uyanlardan başkasına inanmayın." De ki:
"Hidayet, Allah'ın hidayetidir." Yoksa, size verilenin benzeri bir
başkasına da verilmiş olur ya da Rabbinizin katında size karşı onunla
delil getirirler. De ki: "Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir, onu
dilediğine verir. Allah, (lütfü ve ihsanıyla) geniştir, bilendir."
74- O, rahmetini dilediğine tahsis eder; Allah büyük lütuf ve ihsan
sahibidir.
75- Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona bir kantar emanet
bıraksan, onu sana geri verir. Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir
dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmadıkça, onu sana
geri vermez. Bu, onların; "Ümmiler konusunda bize bir vebal yoktur."
demelerindendir. Bildikleri halde Allah'a karşı yalan
söylemektedirler.
76- Hayır, kim ahdine vefa eder ve sakınırsa, şüphesiz, Allah
da sakınanları sever.
77- Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere karşılık satanlar,
işte onlar için ahirette hiçbir pay yoktur, kıyamet gününde Allah
onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları yüceltmez ve onlar
için acı bir azap vardır.
78- Onlardan bir bölük de vardır ki, kitabı okurken dillerini eğip
bükerler, siz onu kitaptan sanasınız diye. Oysa o, kitaptan değildir.
"O, Allah katındandır." derler. Oysa o, Allah katından değildir.
Bildikleri halde Allah'a karşı yalan söylerler.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Genelde tüm Ehl-i Kitabın, özelde Hıristiyanların durumlarını
gözler önüne sermeye yönelik açıklamanın ve buna bağlı olarak
gerçekleştirilen değerlendirmelerin ikinci aşamasının başlangıcı
ile karşı karşıyayız. Bundan önceki ayetlerin akışı içinde genel olarak
tüm Ehl-i Kitabın durumuna şu ifadelerle değinilmişti: "Hiç
şüphesiz din, Allah katında İslam'dır." (Âl-i İmrân, 19) "Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi?" (Âl-i İmrân, 23) Ardından
özel olarak Hıristiyanların konumuna dikkat çekilmişti: "Gerçekten
Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini... seçti." (Âl-i İmrân, 33)
Bu esnada, bir ara değerlendirme olarak mü'minlerin kafirleri dost
edinmeleri hususuna göndermede bulunulmuştu: "Mü'minler...
kafirleri dostlar edinmesinler." (Âl-i İmrân, 28) Bütün bunlar, anlatımın
birinci aşamasında gerçekleştirilmişti.
Ardından, işaret ettiğim hususların anlatımına bir kez daha
dönülüyor, ama bu sefer başka bir ifade tarzı kullanılıyor, öncekinden
farklı bir sözdizimi esas alınıyor. Biraz önce yer verdiğimiz
ayetlerde genel olarak Ehl-i Kitabın durumu sergileniyor. Bundan
sonra gelecek olan bazı ayetlerde de açıklamanın akışı içinde yer
yer aynı konuya değiniliyor. Şu ayetlerde olduğu gibi: "De ki: Ey
kitap ehli, Allah yaptıklarınıza şahit iken, ne diye Allah'ın ayetlerini
inkar ediyorsunuz?" (Âl-i İmrân, 98) "De ki: "Ey kitap ehli, sizler
şahitler olduğunuz halde, ne diye iman edenleri Allah yolundan
çevirmeye çalışıyorsunuz?" (Âl-i İmrân, 99)
Hıristiyanların konumuna ve Hz. İsa ile ilgili yaklaşımlarına da
şu ifadelerle işaret ediliyor: "Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah
kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik versin de sonra o, insanlara;
...bana kul olun, desin." (Âl-i İmrân, 79) Bu esnada dağınık
birçok ayetler çerçevesinde mü'minlerin durumuna değiniliyor ve
onlar İslam'a, birliğe, mü'minleri bir yana bırakıp kafirleri dost ve
sırdaş edinmekten kaçınmaya davet ediliyorlar.
(Al-i İmran /64) "De ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye
gelin." Bu hitap, tüm kitap ehli topluluklara yöneliktir. "...bir kelimeye
gelin." şeklindeki çağrı, gerçekte o kelimenin anlamını fiilen
uygulamak üzere bir araya gelmeye ilişkindir. Bir araya gelmenin
kelimeye nispet edilmesi, bu sözün onların dillerinde kullanımda
olduğuna işaret etme amacına yöneliktir. "Toplum falan hususta
söz birliği etti." dememiz gibi. Bunun anlamı; onların benimseme,
kabullenme, yayma ve yaygınlaştırma hususunda sözbirliği ettikleridir.
Dolayısıyla ayetin ifade ettiği anlam şudur: "Gelin, bu kelimeyi
benimseyelim; yayılması, gereklerinin yerine getirilmesi hususunda
birbirimize yardım edelim, birbirimize destek olalım."
Ayetin orijinalinde geçen "sevâ" kelimesi, aslında mastardır.
Ancak, iki tarafı eşit olan şey anlamında bir vasıf olarak kullanılır.
"Bizimle sizin aranızda eşit olan" demek, benimseme ve gereklerini
yerine getirme hususunda eşit sorumluluğa sahip olunduğu
anlamını ifade eder. Buna göre, kelimenin "eşit"likle nitelenmesi,
aslında o kelimeyi benimseme ve onunla amel etme olgularına
yönelik bir nitelemedir. Bilindiği gibi amel, kelimenin kendisiyle
değil, anlamıyla ilintili bir durumdur. Aynı şekilde, toplanma ve bir
araya gelme durumunun anlama nispet edilmesinde de mecazi
bir yön bulunmaktadır. Şu halde, ayette birçok latif noktalara göndermede
bulunulmuştur: Bir araya gelme olgusu anlama nispet
edilmiş, sonra kelime anlamının yerine konulmuş ve ardından
kelime "eşit"likle nitelenmiştir.
Denebilir ki: Kelimenin "eşit" olmasının anlamı; Kur'an, Tevrat
ve İncil'in birlikte insanları, ona, yâni tevhit kelimesine davet ediyor
olmalarıdır. Eğer maksat bu ise, bu durumda, "Allah'tan başkasına
kulluk etmeyelim." diye başlayan ifade, gerçek açıklamanın,
üzerinde sözbirliği edilen kelimenin yerine konulmasına bir
örnek oluşturmuş olur. Bu demektir ki: Onların bu kelimeye yönelik
olumsuz yorumlarından, kelimeyi tutkularına uyarlamalarından,
Tanrı'nın insana hulûl etmesi, oğul edinmesi, üç uknumdan
meydana gelmesi gibi yakıştırmalarından, hahamlara, papazlara
ve kardinallere kulluk sunulmasından vazgeçmeleri öngörülür.
Dolayısıyla şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Bizimle sizin aranızda
eşit olan tevhit sözüne gelin. Tevhidin gereği de, Allah'a ortak
koşulan düzmece ilahları reddetmek, Allah'tan başka Rabler edinmekten
vazgeçmektir.
Ayetin sonunda yer alan: "Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit
olun, biz gerçekten Müslümanlarız." ifadesi, ilk anlamı destekler
niteliktedir. Buna göre anlamın somut karşılığı şu oluyor: Onları
bu kelimeye, yâni "Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim" kelimesine
davet etmesi isteniyor. Bu, Allah katında tek din olan Allah'a
teslim (İslam) oluşun gereğidir. Hiç kuşkusuz, İslam da tevhidin
bir gereğidir; ancak ayetteki çağrı, amelî tevhide yöneliktir.
Sırf Allah'ın birliğine inanmak değil, aynı zamanda Allah'tan başkasına
yönelik ibadeti reddetmek yâni. Ne demek istediğimi an-
lamış olmalısınız.
"Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım
ve Allah'ı bırakıp da bazılarımız, bazılarını Rabler edinmesin."
Bu ifade, ayetin baş kısmında geçen "eşit kelime"nin açıklaması
niteliğindedir ve bu Allah'a teslim (İslam) olmanın bir gereğidir.
"Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim." ifadesinin hedefi, Allah'tan
başkasına yönelik kulluğu olumsuzlamaktır, Allah'a yönelik
ibadeti olumlamak değil. Nitekim daha önce ihlâs (La ilahe
illallah) kelimesini açıklarken de şuna dikkat çekmiş ve demiştik
ki: "İllallah" sözünün cümle içinde "istisna" değil de "bedel" olması,
cümlenin, ilahın varlığını olumlamak değil, ortakları olumsuzlamak
amacına yönelik olmasını gerektirir. Çünkü Kur'an'da, ilahın
varlığı ve gerçekliğini olumlamaya kesin bir konu olarak bakılır.
İfadenin akışı, ibadet kapsamında şirki olumsuzlamaya yönelik
olduğu ve bununla, özünde şirk unsurunu barındıran İsa'nın
Allah'ın oğlu oluşu, Allah'ın üç uknumdan meydana gelmiş olması
gibi inançların olumsuzlanmadığı için, hemen ardından şu ifadeye
yer verilmiştir: "O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp
da bazılarımız, bazılarını Rabler edinmesin." Çünkü ibadetin
"Allah'a yönelik ibadet" olarak isimlendirilmesi, onu gerçekten
Allah'a yönelik ibadet yapmaz, inanç sistemi ve kalp şirkten kaynaklanan
sapık inanış ve görüşlerden arınmadıkça, soyutlanmadıkça.
Aksi takdirde o ibadet, ortakları bulunan bir ilaha yönelik
olur. İki ortaktan birine yönelik olarak gerçekleştirilen ibadet, o-
nun adına ve ona yönelik yapılmış olsa da, şirk menşeli olmaktan
çıkmaz. Çünkü bu ibadet, iki veya daha fazla ortak içinde birine
isabet etmiş bir pay gibi olur. Dolayısıyla başkasına yönelik ibadet
sayılmaktan çıkmaz.
İşte Peygamber Efendimiz (s.a.a) yüce Allah'ın emri
doğrultusunda buna davet ediyor ve ayette yer alan şu ifadeler bu
noktaya temas ediyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim,
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da
bazılarımız, bazılarını Rabler edinmesin." Peygamberlik
misyonunun amacı da bu ifadelerde özetlenmektedir.
Peygamberler tüm insanları muhatap alarak bu çağrıda
bulunmuş, bu mesajı yaymışlardır.
"İnsanlar bir tek ümmetti." (Bakara, 213) ayetinin tefsiri çerçevesinde
şunları söylemiştik: Peygamberlik ilahi bir diriliş, gerçek
bir uyanıştır. Onunla dini mesajın yayılması hedeflenir. Dinin gerçek
hedefi ise, insan topluluğunun hayatında dengeyi oluşturmaktır.
Bunu, birey olarak insanın yaşamının dengeli oluşu izler. Böyle
ce herkes tam anlamıyla öz doğanın, yaratılış sisteminin kendisi
için öngördüğü mevki-ye iner. Buna dayalı olarak topluma, adalet
ve denge esaslı öz doğanın öngördüğü mutluluğu gerçekleştirme
özgürlüğü bahşedilmiş olur. Böyle bir atmosferde, birey de mutlak
olarak özgürdür. Düşüncesinin ve iradesinin elverdiği ölçüde hayattan
yararlanma hakkına sahiptir. Bunun tek şartı, toplumsal
hayata zarar vermemektir. Bunların tümü de Allah'a kulluk ve teslimiyet
ve gaybın egemenliği ve otoritesine boyun eğmekle kayıtlıdır.
Özetleyecek olursak: Peygamberler (a.s) birey ve toplum olarak
insanları fıtratlarına uygun düşen tevhit inancına çağırmışlardır.
Ki tevhit inancı, bireysel ve toplumsal davranışlar bazında Allah'a
teslim olmayı, adalet ve dengeyi etkin kılmayı öngörür. Yâni
yaşama haklarında eşitliği, salih irade ve salih amelde de özgürlüğü
sağlar.
Bütün bunları gerçekleştirmenin tek yolu, ihtilaf nedenlerini,
haksız yere zulmetmeyi, güç kullanmayı zayıfları ezme ve köleleştirme
aracı haline getirmeyi ve zayıfların güçlülere kulluk sunmasını
doğuran şartları ortadan kaldırmaktır. Çünkü Allah'tan başka
ilah yoktur, Allah'tan başka Rab yoktur, hakimiyet tek ve ortaksız
Allah'ındır.
İşte tefsirini sunduğumuz, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim,
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da
bazılarımız, bazılarını Rabler edinmesin." mealindeki ayetin içerdiği
mesaj budur.
Yüce Allah, bir ayette Hz. Yusuf'un diliyle şöyle buyuruyor: "Ey
zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı bir sürü Rabler mi daha
hayırlıdır, yoksa kahhar olan bir tek Allah mı? Sizin Allah'tan
başka taptıklarınız, Allah'ın kendilerine hiçbir yetki vermediği,
sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir.
Hüküm yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kul
luk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur." (Yusuf, 3940) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Onlar, Allah'ı bırakıp
bilginlerini ve rahiplerini Rabler edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i
de. Oysa onlara, kendisinden başka ilah olmayan tek bir ilaha
kulluk etmekten başka bir şey emredilmedi." (Tevbe, 31) Bunun
gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Kur'an-ı Kerim; Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, Şuayb, Musa ve İsa
(a.s) gibi geçmiş peygamberlerin kendi ümmetlerine bu mesajı
içeren sözler söylediklerini aktarır. Örneğin, Hz. Nuh şöyle der:
"Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları
kendilerine ziyandan başka bir şey arttırmayan kimselere uydular."
(Nuh, 21) Hz. Hûd soydaşlarına şöyle seslenir: "Siz, her yüksekçe
yere bir anıt inşa edip oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz
kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup
yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?" (Şuarâ,
128-130) Hz. Salih soydaşlarına şunları söyler: "Ve aşırı gidenlerin
emrine itaat etmeyin." (Şuarâ, 151) Hz. İbrahim babasına ve soydaşlarına
şöyle der: "Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz
bu heykeller nedir? "Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk."
dediler. Dedi ki: Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık
içindesiniz." (Enbiya, 54) Yüce Allah bir ayette Musa ve kardeşine
şöyle hitap eder: "İkiniz Firavun'a gidin; çünkü o, azmış
bulunuyor... Haydi ona gidin ve deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz,
İsrailoğullarını bizimle birlikte gönder ve onlara artık azap
verme." (Tâhâ, 43-47) Hz. İsa soydaşlarına şöyle seslenir: "...hakkında
ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de.
Öyleyse Allah'tan sakının ve bana itaat edin." (Zuhruf, 63)
Şu halde fıtrat dini; azgınlığı, bozgunluğu, mutluluğun temelini
yıkan haksız egemenlik ve zulümleri, hak ve hakikat yapısını tahrip
eden sistemleri olumsuzlar. Peygamber Efendimiz (s.a.a) veda
haccı esnasında yaptığı konuşmada bu gerçeğe işaret etmiştir.
(Mes'udi "Muruc-uz Zeheb" adlı eserinde hicretin onuncu yılı olayları
kapsamında bundan söz eder.) Orada Peygamber şöyle buyurur:
"Haberiniz olsun! Zaman döndü dolaştı, tekrar yüce Allah'ın
gökleri ve yeri yarattığı günkü şeklini aldı." Peygamberimiz (s.a.a)
burada, İslam'ın davranışlara egemen olması suretiyle insanların
tekrar fıtratlarının etkinliği altına girmiş olmalarına işaret ediyor
gibidir.
"Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim." ifadesi, peygamberlik
misyonunun amacını kapsıyor olması bakımından egemenliğin
sebebini ve özünü de açıklayıcı niteliktedir.
"Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayalım." ifadesine gelince; ilahlık makamı, her şeyin, her
açıdan sığınağı, güvenip dayandığı bir makamdır. Onca çokluğu,
ilişkileri ve ortak ihtiyaçları itibarıyla tüm varlıkların kemal menşei
de odur. Eşyanın hedefi olan tüm kemaller bu makamdan kaynaklanır.
Bu nokta, ancak söz konusu makamın her şeyin yönetimi
yetkisinde olan tek hükümdar olması durumunda gerçekleşebilir;
çokluk bununla bağdaşmaz.
Şu halde Allah'a ibadet etmek bir zorunluluktur. Çünkü O, ortağı
bulunmayan tek ilahtır. Dolayısıyla O'na yönelik ibadete bir
başkasının ortak edilmemesi gerekir. Diğer bir ifadeyle: Şu evrenin
ve onun kapsamında olan tüm varlıkların bir tek makamdan
başkasına boyun eğmesi, bir tek makamdan başkasının karşısında
küçülmesi doğru değildir, caiz değildir. Çünkü kulluk ve itaat
pozisyonunda olan varlıkların bir tek düzene bağlı olmalarından,
ayrıca varlıkları da birbirleriyle irtibatlı olduğundan yalnızca bir tek
Rableri olması gerekir, bir tek yaratıcıları olduğu gibi.
"Allah'ı bırakıp da bazılarımız, bazılarını Rabler edinmesin."
ifadesine gelince; insan topluluğu, birçok bireyi ve değişik kişileri
bünyesinde barındırıyor olmasına karşın bir tek hakikatin, yâni
insan türü gerçeğinin uzantısıdır. Yaratıcı ve yoktan var edici gücün
tüm insanlar arasında eşit şekilde dağıtmış olduğu hakkediş ve
yapabilirlik yetenekleri, tüm insanların yaşama hakları bazında da
eşit ve aynı düzeyde olmalarını gerektirir.
Genel insani bağışlardan olan hayatın meziyetlerine sahip olmada
bireylerin durum ve yeteneklerinin farklı olmasına gelince;
bunlar şurada veya burada özel belirtiler olarak ortaya çıkarlar ve
bunların ancak istendiğinde insanlığa sunulması gerekir. Örneğin;
evlilik, doğum ve tedavi genel insani ihtiyaçlardandır. Fakat evlilik,
ergenlik çağına ulaşmış erkek veya kadın insan için; doğum, kadın
insan için; tedavi ise, hasta insan için söz konusudur.
Kısaca; toplumsal insanın bireyleri, benzer ve tek bir gerçeğin
benzer uzantılarıdırlar. Dolayısıyla bireylerin hiçbirinin, kendisi
denk bir yükümlülüğün altına girmeden, irade ve hevasını diğerlerine
yüklemesi doğru değildir. Buna hayatın meziyetlerine sahip
olma hususunda dayanışma içinde olma denir. Toplumun veya
bireyin bir bireye, yâni bütünün veya parçanın bir parçaya, onu bütünün
parçası olmaktan çıkaracak, eşitlik düzeyinin üstünde Tâhâkküm
ve egemenlik noktasına eriştirip iradesine tabi olunan bir
Rab haline getirecek, dizginleri mutlak olarak ele alacak, emir ve
yasaklarına kesin olarak uyulacak bir konuma getirmek suretiyle
boyun eğmesi, uyması, otoritesini tanıması, fıtratın iptali ve insanlık
binasının yıkılması anlamına gelir.
Aynı
şekilde, Rablik makamı da sırf Allah'a özgüdür; O'ndan
başka Rab yoktur. Dolayısıyla insanın kendisini böyle bir konumda
görmesi, aksi söz konusu olmaksızın kendisi gibi birisine dilediği
gibi davranması, Allah'tan başkasını Rab edinmektir ki, Allah'ın
emrine teslim olmuş bir kimse böyle bir şeye yeltenmez.
Buna göre; "Allah'ı bırakıp da bazılarımız, bazılarını Rabler
edinmesin." ifadesi, iki kanıtı içermektedir. Birincisi; insan bireyleri,
bir bütünün parçalarıdır. İkincisi; Rablik, ilahlığa özgü bir makamdır.
"Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız."
Burada Hz. Peygamber ve ona tabi olanların, Allah'ın hoşnut
olduğu din olan İslam üzere olduğuna tanık olunması isteniyor.
Nitekim ulu Allah; "Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır." (Âl-i
İmrân, 19) buyurmuştur. Böylece onların husumetleri ve bu çerçevede
ileri sürdükleri kanıtları geçersiz kılınmış oluyor. Çünkü hakka
ve hakkın yanında olanlara karşı ileri sürülecek kanıt bulunamaz.
Bu ayette, ayrıca ibadette tevhidin, İslam'ın bir gereği olduğuna
işaret ediliyor.
(Al-i İmran / 65) "Ey kitap ehli, İbrahim hakkında ne diye çekişip tartışıyorsunuz?"
İki ayetten sonra yer alan; "Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın
olanı, ona uyanlar ve bu Peygamber ile iman edenlerdir." ifadesi,
hitabın Allah'ın izniyle Resulünden değil de, Allah'tan olmasını
gerektiriyorsa da, ayetin zahiri, bunun da önceki ayette yer
alan: "De ki:..." emri gereğince Resulullah'ın (s.a.a) diliyle söylenmesi
istenen sözlerden olduğunu gösteriyor. Aynı
şey, bundan dört
ayet sonraki ifade için de geçerlidir.
Ehl-i kitabın İbrahim (a.s) hakkında çekişip tartışması, her
grubun kendisini ona mensup sayması
şeklinde olmuştur ki, bunu
da kendilerinin hak üzere oluşlarının kanıtı olarak kullanmışlardır.
Öyle anlaşılıyor ki Yahudiler; "Allah'ın, kitabında övgüyle söz ettiği
İbrahim bizdendir." diyorlardı. Buna karşılık Hıristiyanlar; "İbrahim
hak üzereydi. Hak da İsa'nın gelişiyle birlikte ortaya çıktı."
diyorlardı. Sonra bu iddialar, yerini inatlaşmaya ve taassuba bırakmış,
Yahudiler, onun Yahudi, Hıristiyanlar da Hıristiyan olduğunu
söylemişlerdi.
Bilindiği gibi gerek Yahudilik, gerekse Hıristiyanlık, Tevrat ve
İncil'in inişinden sonra oluşmuş dinlerdir. Tevrat ve İncil de Hz. İbrahim'den
sonra inmiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim'in, Musa'ya özgü
dine mensup olmak anlamında Yahudi veya İsa'ya indirilen şeriata
tabi olmak anlamında Hıristiyan olması mümkün değildir. Eğer
mutlaka Hz. İbrahim (a.s) hakkında bir şey söylenecekse, şöyle
söylenmelidir: "O, hak üzere bir hanifti. Batıldan uzaktı. Allah'a
teslim olmuş bir kimseydi." Dolayısıyla bu ayetler de, "Yoksa siz,
gerçekten İbrahim'in, İsmail'in, İshak'ın, Yakub'un ve torunlarının
Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: "Siz
mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Allah'tan kendisine u-
laşmış olan bir tanıklığı gizleyenden daha zalim olan kimdir?"
(Bakara, 140) ifadesinin vurguladığı anlamı vurgulamaya yöneliktir.
(Al-i İmran / 66) "İşte sizler böylesiniz. Hadi hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız;
peki hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp duruyorsunuz?" Bu
ayet, aralarında yaptıkları tartışmalara konu olan bir hususta bilgilerinin
bulunduğunu, bir diğer hususta ise bilgilerinin olmadığını
ve bu hususla ilgili bilginin Allah katında olduğunu ifade ediyor.
Buna dayanarak tefsir bilginleri şu yorumu yapmışlardır: Ayetin
anlamı
şöyledir: "Siz İbrahim (a.s) hakkında bir ölçüde bilgi sahibisiniz;
varlığını ve peygamberliğini bilmek gibi. Diyelim ki bilginiz
olan konuda tartıştınız. Peki ne diye hakkında bilgi sahibi olmadığınız
bir hususta tartışıyor, onun Yahudi veya Hıristiyan olduğunu
iddia ediyorsunuz? Oysa Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Ya da, ayette geçen "bilme"den maksat, bir ölçüde İsa'nın
durumunu ve başından geçen olayları bilmedir. Bu durumda
ayetin anlamı
şöyle olur: "Siz İsa hakkında tartışıyorsunuz; çünkü
onunla ilgili haberleri biliyorsunuzdur. Peki ne diye hakkında bilgi
sahibi olmadığınız bir hususta tartışıyorsunuz; İbrahim'in Yahudi
veya Hıristiyan olduğunu iddia ediyorsunuz?" Tefsir bilginlerinin
yorumları bu şekildedir.
Görüldüğü gibi, her iki yorum da ayetin zahiriyle bağdaşmıyor.
Birinci yorum bağdaşmıyor; çünkü Ehl-i Kitap Hz. İbrahim'in varlığını
ve peygamberliğini tartışma konusu yapmamıştır.
İkinci yorum da bağdaşmıyor; çünkü onlar arasında Hz. İsa ile
ilgili olarak yaşanan tartışma doğruya dayalı değildi. Tam tersine,
onunla ilgili haberlerde yanılıyorlardı, yalan iddialar ileri sürüyorlardı.
Gerçekleştirdikleri böyle bir tartışmanın bilgiye dayandığı
söylenebilir mi? Ayet-i kerime, her halükarda, onlar arasında bilgi
ye dayalı bir tartışma olduğunu ifade ediyor. Yine, hakkında bilgi
sahibi olmadıkları bir hususta da tartışıp çekiştiklerini ortaya koyuyor.
Acaba, hakkında bir bilgiye dayanarak tartıştıkları husus
neydi?
Kaldı ki, ayet-i kerimenin zahiri, her iki tartışmanın da Ehl-i Kitap
arasında yaşandığını, onlarla Müslümanlar arasında cereyan
etmediğini ifade ediyor. Aksi takdirde Müslümanların, Ehl-i Kitabın
bilgiye dayalı olarak tartıştıkları hususta batıl tarafında yer almış
olmaları gerekir. Böyle bir yaklaşımın apaçık sonucu budur.
Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir, ama şunu söylemek
mümkündür: Yahudiler ve Hıristiyanlar ihtilaf ettikleri hususlarda
aralarında tartışırlardı. Bunun temelini de, Hz. İsa'nın peygamberliği
ve Hıristiyanların: "O, Allah'tır veya Allah'ın oğludur. Allah üç
uknumdan ibarettir." şeklindeki iddiaları oluşturuyordu. Hıristiyanlar,
Hz. İsa'nın elçi olarak gönderilişi hususunda Yahudilerle tartıştıklarında
bilgiye dayalı olarak tartışırlardı. Yahudiler de, onun ilahlığı,
Allah'ın oğlu oluşu ve Allah'ın üç uknumdan meydana geliyor
olması hususunda Hıristiyanlarla tartışırlarken bilgiye dayanıyorlardı.
Her iki tarafın hakkında bir bilgiye sahip olmadan tartıştıkları
hususa gelince; o da İbrahim'in Yahudi veya Hıristiyan olduğu
iddiasıdır.
Kuşkusuz, onların bu hususla ilgili olarak işaret edilen
bilgisizlikleri, Tevrat ve İncil'in Hz. İbrahim'den sonra indiğini
bilmemeleri şeklinde algılanmamalıdır. Aynı
şekilde, onlar; önce
gelenin, sonra gelenin izleyicisi olamayacağını da bilmiyor
değillerdi. Çünkü bu durum, ayetin sonundaki "Anlamıyor
musunuz?" ifadesiyle bağdaşmaz. Bu ifade, meselenin küçücük
bir uyarıyla bile kavranabilecek kadar açık olduğunu ortaya
koymaktadır. Şu halde onlar, Hz. İbrahim'in Tevrat ve İncil'in
inişinden önce yaşadığını biliyorlardı, ancak bilgilerinin gereği olan
gerçeği göz ardı ediyorlardı. Bu gerçek, onun o sırada Yahudi veya
Hıristiyan değil, Allah'a teslim (İslam) olma esaslı Allah'ın dini
üzere olduğu gerçeğidir.
Fakat Yahudiler buna rağmen diyorlardı ki: Hak din, ancak bir
tane olur. O da Yahudiliktir. Dolayısıyla İbrahim'in Yahudi olması
kaçınılmaz bir olgudur. Hıristiyanlar da benzeri şeyler söyleyip onu
Hıristiyan yapıyorlardı. Bu hususta bir gerçeği göz ardı ediyorlardı
ki, bunu sürçme olarak görmek mümkün değildir. O da şudur: Allah'ın
dini birdir ve bu din Allah'a teslim (İslam) olmaktır. Bu bir
din, zamanın geçmesiyle ve insanların kemal derecelerinde ilerleme
kapasitelerine paralel olarak mükemmelleşir. Bu bağlamda
Yahudilik ve Hıristiyanlık da, dinin aslını oluşturan İslam'ın kemal
derecelerinden birer derecedirler. Peygamberler de, bu binanın
ustaları konumundadırlar. Her birinin, bu yüksek binanın temelini
atmada, duvarlarını yükseltmede bir payı, bir yeri vardır.
Kısacası: Yahudiler ve Hıristiyanlar şu gerçeği göz ardı
ediyorlardı: İbrahim'in, tek hak din olan İslam'ın kurucusu olması,
ardından bu hak dinin kemal derecelerinden birinin adı olan
Yahudilik veya Hıristiyanlık adında bir hak dinin ortaya çıkması,
İbrahim'in Yahudi veya Hıristiyan olmasını gerektirmez. Tam
tersine, onun hanif ve Müslüman olmasını; kurduğu, temellerini
attığı, aynı zamanda Yahudilik ve Hıristiyanlığın kendisini değil,
temelini oluşturan İslam adıyla anılmasını gerektirir. Kök dalına
nispet edilmez. Tersine dalın köke nispet edilmesi gerekir.
Hiç kuşkusuz, Hz. İbrahim'in Yahudi veya Hıristiyan değil de
Müslüman olarak isimlendirilmesi, onun Hz. Muhammed'in dinine
ve Kur'an'ın içerdiği şeriata tabi biri olarak değerlendirilmesinden
ayrı bir anlam ifade eder. Aksi takdirde, yukarıda işaret ettiğimiz
problem yeniden gündeme gelir; "O, Tevrat ve İncil'in inişinden
önce yaşadığı, dolayısıyla Yahudi ve Hıristiyan olarak nitelendirilemeyeceği
gibi, Kur'an'ın inişinden ve İslam'ın doğuşundan önce
yaşadığına göre Müslüman olarak da isimlendirilemez." denir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Kur'an'ın kapsadığı
şeriat anlamında
İslam, Kur'an'ın inişinden ve Muhammedi dinin yayılışından
sonra ortaya çıkmış bir terimdir. Hz. İbrahim'in niteliği olarak kul
lanılan İslam ise, Allah'a teslim olma, O'nun rububiyet makamına
boyun eğme anlamındadır. Dolayısıyla, ortada bu nitelemeden
kaynaklanan bir problem yoktur.
Onların; Allah katındaki köklü dinin değişik ve ardışık kemal
dereceleri bulunan bir gerçek olduğu hususundaki bilgisizlikleriyle
ilgili olarak söylediklerimizi şu ifadeden de algılamak mümkündür:
"Allah bilir, siz bilmezsiniz. İbrahim ne Yahudi idi..." Şu ifade
de bunu pekiştirici mahiyettedir: "Doğrusu, insanların İbrahim'e
en yakın olanı, ona uyanlardır..." Bir diğer ayette de şöyle
buyruluyor: "De ki: "Biz; Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail,
İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere
Rablerinden verilenlere iman ettik; onlardan hiçbiri
arasında ayrılık gözetmeyiz; biz O'na teslim olmuşlarız. Kim İslam'dan
başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez." (Âl-i
İmrân, 84-85) İleride bu ifadelere ilişkin detaylı açıklamalarda
bulunacağız.
(Al-i İmran / 67) "İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan idi..."
Yukarıdaki açıklamaların kapsamında bu ayeti de tefsir ettik. Denilmiştir ki:
Yahudiler ve Hıristiyanlar, Hz. İbrahim'in (a.s) kendilerinden ve dinleri üzere olduğunu iddia ettikleri gibi, putperest cahiliye Arapları da,
kendilerinin İbrahim'in hanif dini üzere olduklarını iddia ediyorlardı.
Nitekim Ehl-i Kitap onları "hanifler" olarak isimlendiriyor, dinlerine
de "putperest haniflik" diyorlardı.
Yüce Allah, Hz. İbrahim'i, "ancak o hanifti" şekilde niteleyince,
kimsenin aklına onun putperest oluğu şeklinde bir fikir gelmesin
diye, hemen arkasından şu ifadeye yer vermiştir: "Müslümandı,
müşriklerden de değildi." Yâni o, Allah'ın hoşnut olduğu din olan
İslam üzereydi; cahiliye Arapları gibi müşriklerden değildi.
(Al-i İbrahim / 68) "Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona
uyanlar ve bu Peygamber ile iman edenlerdir..."
Bu ifade, önceki sözlerin bir gerekçeli açıklaması ve konuyla ilgili gerçek bilginin aktarılması niteliğindedir. Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza -Allah
doğrusunu herkesten daha iyi bilir: Şu saygıdeğer peygamber İbrahim
ile kendisinden sonra gelen dindarlar ve başkaları arasında
bir mensubiyet bağı kurulacak olursa, doğru olanı, onun kendisinden
sonra gelenlere tabi kılınması değil, ona yakınlık ve öncelilik
esas alınmasıdır. Şeriatı ve kitabı olan bir peygambere en yakın
olanlar, onun gibi hakka tabi olup, onun getirdiği dinin aynısına
bağlananlardır. Bu bakımdan Hz. İbrahim'e en yakın kimse, bu
Peygamber ile iman edenlerdir. Çünkü onlar, yüce Allah'ın Hz. İbrahim
için de seçip beğendiği İslam üzeredirler. Ona tabi olan herkes
de bu kategoriye girer. Bu durum, Allah'ın ayetlerini inkar edenler
ve hak ile batılı birbirine karıştıranlar için söz konusu olamaz.
"...ona uyanlar..." ifadesi, Yahudi ve Hıristiyanlara yönelik kinayeli
bir itiraz niteliğindedir. Yâni, siz İbrahim'e yakın değildiniz;
çünkü siz, Allah'a teslim oluşu esas alan inanç sistemi (İslam)
doğrultusunda ona uyanlardan değilsiniz.
"...bu Peygamber ile iman edenler..." ifadesinde, Peygamberimiz
ve ona tabi olan mü'minler, Hz. İbrahim'e uyanlardan ayrı
olarak zikredilmişlerdir. Bu, Peygamberimize yönelik bir saygı ve
makamının korunması amaçlı bir ifade tarzıdır. Onun mutlak olarak
uyanlardan sayılmaması için böyle bir yola başvurulmuştur.
Benzeri bir uygulamaya şu ayette de tanık oluyoruz: "İşte Allah'ın
hidayet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların hidayetlerine
uy." (En'âm, 90) Dikkat edilirse, burada "onlara uy" şeklinde bir ifade
kullanılmayarak Peygamberimizin saygın konumuna göndermede
bulunulmuştur.
Gerekçeli açıklama ve gerçeğin sergilenişi, şu ifadeyle tamamlanmıştır:
"Allah da mü'minlerin velisidir." Yâni, Allah'ın velisi olan
İbrahim'e yakınlık, Allah'a yakınlık demektir. Allah da mü'minlerin
velisidir; ayetlerini inkar edenlerin, hak ile batılı birbirine karıştıranların
değil.
(Al-i İmran / 69) "Kitap ehlinden bir grup, sizi şaşırtıp saptırmayı arzuladı; fakat onlar ancak kendilerini şaşırtıp saptırırlar da farkına varmazlar." Ayetin orijinalinde geçen "taife", insanlardan bir grup, bir topluluk demektir. Kelimenin semantik yapısının aslı Şurâdan gelir: İnsanlar, özellikle Araplar, önceleri bedevi kabileler ve halklar şeklinde yaşarlardı. Yaz, kış sürüleri için su ve mera bulmak amacıyla dolaşırlardı
(tavaf). Saldırı ve talanlardan korunmak için de grup halinde
dolaşırlardı. Bu yüzden onlara "dolaşan (taife) grup" denirdi. Daha
sonra, sürekli kullanım sonucu "taife"nin topluluğa, gruba da işa-
ret eder hale gelmesinden dolayı, bu kelime grup anlamında kullanılarak
bir kısaltmaya gidildi.
Ehl-i kitabın sadece kendilerini şaşırtıp saptırmalarına gelince;
insani erdemlerin başında hakka eğilimli olmak, hakka uymak
gelir. Dolayısıyla insanları haktan saptırıp batıla yöneltme isteği,
nefsin haletleri ve karakterlerinden biri olması açısından, rezaletlerin
en kötüsü olan nefsani bir rezalet, nefsani bir günah, bir isyan
ve haksız bir taşkınlıktır. Haktan sonra sapıklıktan başka ne
var ki? Şu halde onlar, hak üzere olan mü'minleri saptırmak istemeleriyle
farkında olmadan kendilerini saptırmaktadırlar.
Aynı şekilde, eğer kendilerinden olan bazı kimselerin içlerine
kuşkular atarak onları saptırmayı başarırlarsa, bununla önce kendilerini
saptırmış olurlar. Çünkü insan, bir hayrı veya şerri ancak
kendisi için işler. Nitekim yüce Allah, buna şu şekilde işaret etmiştir:
"Kim iyi bir iş yaparsa, kendi lehinedir; kim de kötülük ederse,
kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara zulmedici değildir." (Fussilet,
46)
Onların saptırmaları sonucu sapan kimselerin sapıklığı üzerinde
onların bir etkinliği yoktur. Bu durum, Allah'ın izniyle azgın sapığın
kötü davranışlarının ve uğursuz iradesinin bir sonucudur.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Kim inkar ederse,
inkarı kendi aleyhinedir; iyi bir iş yapanlar da, kendileri için
(cennette) yer hazırlamaktadırlar." (Rum, 44) Diğer bir ayette de
şöyle buyuruyor: "Size isabet eden her musibet, ancak ellerinizin
kazandığı dolayısıyladır. Allah çoğunu da affeder. Siz yeryüzünde
O'nu aciz bırakacak değilsiniz. Sizin Allah'ın dışında ne bir veliniz
vardır, ne bir yardımcınız." (Şurâ, 30-31) Daha önce, tefsirin ikinci
cildinde, "Onların bütün işledikleri, dünyada da, ahirette de boşa
çıkmıştır." (Bakara, 217) ayetinin tefsiri çerçevesinde amellerin özellikleriyle
ilgili olarak bazı açıklamalarda bulunmuştuk.
"...fakat onlar ancak kendilerini şaşırtıp saptırırlar da farkına
varmazlar." ifadesindeki sınırlandırma da, yüce Allah'ın her şeyi
kapsamına alan rububiyet ve hükümranlığının bir uzantısı olan
"fiillerde tevhid"in ifade ettiği bu Kur'anî bilgiler çerçevesinde açıklık
kazanmış olur.
Tefsir bilginlerinin ayetin anlamının yorumuyla ilgili yaptıkları
açıklamalara gelince; bunlar, sözünü ettiğimiz sınırlandırmayla
ilgili doyurucu açıklamalar değillerdir. Bu yüzden onları
görmezlikten gelip nakletmedik.
(Al-i İmran / 70) "Ey kitap ehli, şahit olduğunuz halde ne diye Allah'ın
ayetlerini inkar ediyorsunuz?"
Daha önce belirttiğimiz gibi, Allah'ın ayetlerini inkar etmekle Allah'ı inkar etmek bir değildir. Allah'ı inkar etmek, putperestlik ve natüralistlik gibi tevhidi açıkça olumsuzlamak demektir. Allah'ın ayetlerini inkar etmekse, bir açıklamanın gelmesi ve hakkın ortaya çıkmasından sonra bazı ilahi bilgilerin inkar edilmesi demektir.
Ehl-i Kitap, evrenin tek bir ilahının olduğunu inkar etmiyorlardı.
Fakat kendilerine veya başkalarına inen semavi kitapların açıkladığı
bazı gerçekleri inkar ediyorlardı. Hz. Muhammed'in (s.a.a)
peygamber oluşunu, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve elçisi oluşunu, Hz.
İbrahim'in Yahudi veya Hıristiyan olmayışını, Allah'ın elinin açık
oluşunu, O'nun zengin oluşunu inkar etmeleri gibi.
Şu halde kitap ehli toplumlar, Kur'an terminolojisinde Allah'ın
inkarcıları değil, O'nun ayetlerinin inkarcılarıdır. Bununla şu ayetin
içeriği arasında bir çelişki yoktur: "Kendilerine kitap verilenlerden,
Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünun ha-
ram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle...
savaşın." (Tevbe, 29)
Gerçi bu ayette, onların imansız oldukları açıkça dile getirilmiştir
ve bu da küfürden başka bir şey değildir, ancak ayette onların
haramları haram saymayışlarından ve hak dini din edinmeyişlerinden
söz edilmesi gösteriyor ki, onların imansızlıkla nitelenmelerinden
maksat, durumun gerektirdiği sonuçla nitelenmeleridir.
Çünkü, onların Allah'ın ayetlerini inkar etme durumlarının gereği,
bilincinde olmasalar da Allah'a ve ahiret gününe yönelik imanın
yokluğudur. Yoksa kastedilen, sarih küfür ve inkar değildir.
"...şahit olduğunuz halde..." Şahitlik, hazır olmak ve somut
bilgiye ulaşmak demektir. Bu ifadede onların Allah'ın ayetlerinin
inkar etmelerinden maksat, Hz. Peygamber'in (s.a.a) Tevrat'ta ve
İncil'de geleceği müjdelenen vaat edilmiş peygamber olduğunu
inkar etmeleridir. Çünkü Tevrat ve İncil'de sözü edilen işaret ve
alametlerin, Peygamberimize (s.a.a) uyduğunu bizzat görüyorlardı.
Buradan hareketle, ayette geçen "ayet" sözcüğünün her türlü
ayeti kapsadığına ve onu peygamberlik alametlerine özgü kılmanın
doğru olmadığına, tersine maksadın, onların her türlü hak aye-
ti inkar etmeleri olduğuna ilişkin görüşün yanlış olduğunu
anlıyoruz. Neden yanlış olduğu da ortadadır.
(Al-i İmran / 71) "Ey kitap ehli, neden hakkı batılla karıştırıyor ve
bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz." Ayetin orijinalinde geçen "lebs"
kelimesi, bir şeyin içine şüphe atmak, bir şeyi yaldızlamak demektir. Yâni siz,
hakkı batıl bir görünüm içinde sunuyorsunuz.
"...bildiğiniz halde..." ifadesi, "karıştırma" ve "gizleme" ile kastedilen
şeyin, tahrif ettikleri, gizledikleri veya maksadının dışında
yorumladıkları ayetler değil, dini bilgiler olduğunu gösteriyor veya
bu anlama yönelik bir ima içeriyor.
"Ey kitap ehli... ne diye... inkar ediyorsunuz?" ve "...bildiğiniz
halde hakkı gizliyorsunuz." ifadelerini içeren iki ayet, "Kitap eh
linden bir grup..." diye başlayan ayetin tamamlayıcısı konumundadır.
Buna göre; ırk, soy ve nitelik bakımından bir oldukları, bir
kısmının yaptıklarına diğerlerinin de onay verdikleri için, bazılarının
yaptığı işler tümüne isnat edilmiş ve o işlerden dolayı tümü
azarlanmıştır. Bunun örnekleri Kur'an'da çoktur.
(Al-i İmran / 72) "Kitap ehlinden bir bölümü dedi ki: "İman edenlere
gündüzün başlangıcında inene inanın..." Ayetin orijinalinde geçen "vech'en-nehar"
ifadesiyle, gündüzün sonuyla karşılaştırma yapılmış olmasından
hareketle, gündüzün başlangıcı olduğunu anlıyoruz. Çünkü bir şeyin
vechi (yüzü) başkasına görünen zahir olan kısmıdır. Gündüz söz
konusu olduğunda bu, başlangıcı olur. Sözlerin akışından, gündüzün
başlangıcında Peygamberimize (s.a.a) Ehl-i Kitabın anlayışıyla
bağdaşan, gündüzün sonunda ise onların davranışlarıyla bağdaşmayan
bir vahiy indiği anlaşılmaktadır. Böyle bir şeyi söylemelerini
gerektiren şey, ancak böyle bir durum olabilir.
Buna göre, "iman edenlere inene..." sözüyle, Kur'an vahyi
kapsamında Ehl-i Kitabın anlayışına uygun özel bir konu kastedilmiştir.
Dolayısıyla "vech'en-nehar" sözü, zarf olması itibariyle
"mensup"tur ve "inen" sözüyle ilintilidir, "inanın" (emir kipi) sözüyle
değil. Çünkü önceki daha yakındır. "sonunda (ineni) ise inkar
edin." sözü, "iman edenlere gündüzün sonunda ineni inkar edin."
anlamındadır. Böylece akli bir mecaz uygulanarak "zarf", "mazruf"
un yerine geçirilmiştir. Şu ayette olduğu gibi: "...Hayır, öyle değil.
Gece ve gündüzün hilesi söz konusuydu." (Sebe', 33)
Böylece, ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak Ehl-i Beyt İmamlarından
aktarılan rivayetin sahihliği anlaşılmaktadır. O rivayette
şöyle denilmektedir: "Bu sözü, kıble değişikliğinden dolayı Yahudiler
söylediler. Çünkü Resulullah Efendimiz (s.a.a) sabahleyin Kudüs'e
dönerek namaz kıldı. Burası Yahudilerin kıblesiydi. Sonra
öğle namazında kıble Kâbe olarak değiştirildi. Bunun üzerine Yahudilerden
bir grup şöyle dedi: "Gündüzün başlangıcında
mü'minlere inene iman edin. (Bununla Kudüs'e dönerek namaz
kılmayı kastediyorlardı.) Gündüzün sonunda ineni de inkar edin.
(Bununla da Kâbe'ye dönerek namaz kılmayı kastediyorlardı.)"
Yüce Allah'ın aktardığı gibi onların bundan sonra söyledikleri
söz de bu değerlendirmeyi desteklemektedir: "Ve sizin dininize
uyanlardan başkasına inanmayın." Yâni, dininize uymayanlara
güvenip de sahip olduğunuz sırları ve yanınızdaki bazı müjdeleri
ifşa etmeyiniz. Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) onlarca bilinen bir
alameti de, kıbleyi Kâbe olarak değiştireceği idi.
Bazılarına göre, "gündüzün başlangıcında" sözü "inanın" ifadesiyle
ilintilidir; "sonunda" sözü ise, "fi" harf-i cerri takdir edilmek
suretiyle "inkar edin" sözüyle ilintili bir zarftır. "...inene inanın"
sözünden maksat da şudur: Onların içinden bir kısmı, gündüzün
başlangıcında Kur'an'a inandığını açıklasın ve iman edenlere katılsın,
sonra gündüzün sonunda dinden dönsün ve böylece şu mesajı
vermiş olsun: Gündüzün başlangıcında iman ettiler; çünkü
İslam davetinin zahiren hak ve doğru olduğunu gördüler. Gündüzün
sonunda da dinden döndüler; çünkü onun batıl olduğuna ilişkin
kanıtlar gördüler, peygamberlik müjdeleri ve hakkaniyet alametlerinin
Hz. Muhammed'de bulunmadığını anladılar. Böylece
mü'minlere bir komplo kuracak ve onların dinleri hakkında kuşkuya
düşmelerini sağlayacaklardı. Morallerini bozacak, dirençlerini
kıracak ve heyecanlarını söndürmüş olacaklardı.
Bu anlam, özü itibariyle uzak bir ihtimal değildir. Özellikle de,
İs-lam'ın nurunu söndürmek için her türlü yola başvurmuş, her
fırsatı değerlendirmiş olan Yahudilerden bu gibi davranışlar hiç de
yadırganmaz. Ancak ayetin lafzı, böyle bir çıkarsamaya elverişli
değildir. İnşallah, konuyla ilgili rivayetler bölümünde, açıklamanın
devamını sunacağız.
Diğer bazılarına göre, ayetin anlamı şudur: Gündüzün başlangıcında
Kâbe'ye dönüp namaz kılmalarına inanın. Gündüzün sonunda
ise, onu inkar edin. Belki dinlerinden dönerler.
Diğer bazılarına göre ise, ayetin anlamı şöyledir: Peygamber'in
sıfatlarıyla ilgili olarak kabul ettiğiniz şeylere gündüzün başlangıcında
inanın; sonunda ise vaat edilen peygamberin niteliklerinin
ona uymadığını söyleyerek inkar edin. Böylece belki kuşkuya düşüp
dinlerinden dönerler.
Bu iki değerlendirmeyi destekleyecek bir kanıt yoktur. Ancak
maksat ne olursa olsun, ayette herhangi bir icmal ve anlaşılmazlık
söz konusu değildir.
(Al-i İmran / 73) "Ve sizin dininize uyanlardan başkasına inanmayın..."
Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bu cümle, Ehl-i Kitabın sözüdür ve:
"İman edenlere gündüzün başlangıcında inene inanın..." diye
başlayan sözlerinin devamıdır. "Yoksa, size verilenin benzeri bir
başkasına da verilmiş olur ya da Rabbinizin katında size karşı
onunla delil getirirler." sözü için de aynı durum geçerlidir. Bu
durumda, "De ki: Hidayet, Allah'ın hidayetidir." ifadesi, bir ara
cümleciktir ve yukarıdan beri devam eden sözlerine ilişkin yüce
Allah'ın bir cevabı niteliğindedir. "...inene inanın" diye başlayan ve
"...sizin dininize... inanmayın" diye biten ifadeleri kastediyorum.
Bunu, ifade tarzında meydana gelen değişiklikten çıkarıyoruz. Aynı
şekilde, "De ki: "Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir." sözü de,
onların; "...bir başkasına da verilmiş olur..." şeklindeki sözlerine
yönelik, yüce Allah'ın bir cevabıdır. Bunu, öncelikle iki ayetin
ifadelerinin parçaları arasındaki bağlantı ve anlamların
uyumundan anlıyoruz. İkincisi; Yahudilerin tartışma yöntemlerini,
komplocu ve entrikacı tavırlarını aktaran benzeri ayetlerden yola
çıkarak bu iki ayeti bu şekilde yorumluyoruz.
Buna göre, ayetlerin anlamı -Allah doğrusunu herkesten daha
iyi bilir-şöyledir: Ehl-i Kitaptan, yâni Yahudilerden bir grup diğer bir
gruba şöyle demiştir: Peygamber'i ve mü'minleri, gündüzün
başlangıcında Kudüs'e yönelerek kıldıkları namazlarında
doğrulayın, ama gündüzün sonunda Kâbe'ye yönelerek kıldıkları
namazlarında doğrulamayın. Sizden olmayanlara güvenip de
bildiklerinizi söylemeyin. Yoksa gider, mü'minlere; "Vaat edilen
söylemeyin. Yoksa gider, mü'minlere; "Vaat edilen peygamberin
bir işareti de, kıbleyi değiştirecek olmasıdır." derler. Sizin Kâbe'ye
yönelik bu değişikliği tasdik etmeniz, bunun İslam çağrısının doğruluğunun
bir belirtisi olduğunu belirtmeniz, mü'minlere de sizinki
gibi bir kıble verileceğini söylemeniz, oldukça sakıncalı ve tehlikelidir.
Bunları söylemeniz, sizin egemenliğinizi ortadan kaldırır ve
kıble hususundaki önceliğinizi geçersiz kılar. Mü'minler de, yeni
kıblenin durumunu bildiğiniz halde iman etmediniz diye,
Rabbinizin katında size karşı delil getirirler.
Yüce Allah, onların gündüzün başlangıcındakine iman etme,
sonundakini ise inkar etme ve mü'minler gerçeğe ulaşmasınlar
diye kıble olayını gizleme yönündeki sözlerine şu şekilde cevap
veriyor: Mü'minlerin ihtiyaç duydukları gerçek hidayet, Allah'ın
hidayetidir, sizin yol göstericiliğiniz değil. Mü'minlerin sizin yol göstericiliğinize
ihtiyaçları yoktur. İster uyun, ister inkar edin, ister a-
çıklayın, ister gizleyin, siz bilirsiniz.
Yüce Allah, onlara verilenin benzerinin bir başkasına da
verilmesinden endişe duymalarına veya Rableri katında bunun
aleyhlerine bir kanıt olarak kullanılmasından korkmalarına şu
şekilde cevap veriyor: Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir, onu
dilediğine verir. Sizin elinizde değildir ki, sırf kendinize özgü
kılasınız ve başkalarını bundan yoksun bırakasınız.
Aleyhlerine kanıt olmasın diye, bildikleri gerçekleri gizlemelerine
gelince; buna cevap verme gereği duyulmamıştır. Çünkü
saçma bir tepkime olduğu ortadadır. Kaldı ki, aynı anlamdaki şu
ayetlerde bunun da cevabı verilmiştir: "İman edenlerle karşılaştıkları
zaman, "İman ettik." derler; birbirleriyle yalnız kaldıkları zaman
ise, "Allah'ın size açtığını, Rabbiniz katında onunla size karşı
delil getirsinler diye mi onlara söylüyorsunuz? Aklınızı
kullanmıyor musunuz?" derler. Onlar, Allah'ın gizli tuttuklarını da,
açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?" (Bakara, 76-77)
"bilmiyorlar mı" ifadesi şunu vurgulamaya yöneliktir: Allah'ın gizli
ve açık her şeyi bildiğini bilmelerine rağmen böyle bir söz söylemeleri,
akıl ve mantıkla bağdaşmaz. Yoksa, bir cevap olarak algılanmamalıdır.
"bilmiyorlar mı" ifadesinin orijinalinin başındaki
"vav" harfi, böyle bir değerlendirmeyi gerektirmektedir.
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalara göre, "...inanmayın"
ifadesinin anlamı
şudur: Onlara güvenmeyin, sırlarımızı onlara
açarak onları tasdik etmeyin. Nitekim, Tevbe suresinde yer alan,
"...mü'minle-re inanır..." (Tevbe, 61) ifadesi de, "mü'minlere güvenir"
anlamındadır. "dininize uyanlar" sözünden maksat da
Yahudilerdir.
Yanlarında bulunup da açıklamamaları istenen gerçek, kıblenin
Kâbe olarak değiştirilmesidir. Nitekim şu ayetlerde de bu olaya
işaret edilmektedir: "Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına
çevir..." "Kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden bir
gerçek olduğunu bilirler... Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu,
çocuklarını tanır gibi tanırlar. Bununla birlikte, içlerinden bir bölümü,
bildikleri halde gerçeği gizlerler." (Bakara, 144-146)
Tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı ile ilgili olarak tefsir
bilginleri arasında değişik anlamlar tartışma konusu olmuştur.
Bazılarına göre; "Ve sizin dininize uyanlardan başkasına
inanmayın..." diye başlayan ifade, ayetin sonuna kadar, yüce
Allah'a aittir, Yahudilerin sözü olarak aktarılmış değildir.
"inanmayın", "size verilenin" ve "ya da Rabbini-zin katında onunla
size karşı delil getirirler" sözlerindeki çoğul hitap sigası ise bütün
mü'minlere yöneliktir. Ayetin akışı içinde iki kere geçen "De ki:"
hitabı da Peygamber Efendimize (s.a.a) yöneliktir.
Diğer bazıları da aynı görüşü paylaşmakla birlikte, "size verilenin...
ya da Rabbinizin katında onunla size karşı delil getirirler."
ifadesindeki çoğul hitaplarının Yahudilere yönelik olmasını öngörür.
Buna göre, ayetin akışı azarlama ve kınama esaslıdır.
Diğer bazıları ise şöyle bir görüş ileri sürmüşlerdir: "Ve sizin
dininize uyanlardan başkasına inanmayın." sözü Yahudilere ait
olarak aktarılmıştır. "De ki: Hidayet, Allah'ın hidayetidir. Yoksa,
size verilenin..." ifadesi de, yüce Allah'ın Yahudilerin yukarıdaki
sözlerine verdiği bir cevap niteliğindedir.
Aynı
şekilde "fazl"ın (lütuf ve ihsan) anlamı üzerinde de farklı
yorumlar yapılmıştır. Bundan maksat "din"dir, "dünyevi nimet"tir
veya "zafer"dir şeklinde birtakım görüşler savunulmuştur.
Bu görüşler, onca çokluklarına rağmen, daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, ayetlerin akışıyla bağdaşmıyor. Bu yüzden gereğinden
fazla bunlar üzerinde durmayı uygun görmedik.
"De ki: "Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah,
(lütfu ve ihsanıyla) geniştir, bilendir." Ayetin orijinalinde geçen "fazl"
kelimesi, normal ihtiyaçlardan ziyadesi, fazlası demektir ve yararlı
şeyler için kullanılır. Buna karşın "fuzûl" (fazlalık) faydasız şeyler
için kullanılır. Rağib der ki: "Bağışlayana gerekli olmayan her bağışa,
"fazl" denir. "Allah'tan fazlını isteyin", "İşte bu Al-lah'ın fazlıdır",
"Büyük fazl sahibi" gibi. "De ki: "Allah'ın fazlıyla..." ve "Eğer
Allah'ın fazlı olmasaydı..." ifadelerini de bu şekilde anlamak gerekir."
Buna göre, "Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir." ifadesi, karşılaştırma
esaslı daha geniş bir açıklama yerine tercih edilen özet
ve vurgulu bir ifade konumundadır. Dolayısıyla ifadeyi şu şekilde
açabiliriz: De ki: Sırf kendinize özgü kılmaya çalıştığınız bu vahiy
inmesi gibi ilahi bağışlar, biz insanların hakkettiği şeyler değildir.
Tam tersine; bunlar, Allah'ın elinde olan lütuf ve ihsanlardır. Mülk
ve egemenlik O'nundur. O, dilediğine bunları bağışlar. Allah'ın
lütfu ve ihsanı boldur; O, her şeyi bilendir.
Şu halde ifadede, bütün yönleri ile ilahi nimetleri kendilerine
özgü kıldıkları anlaşılan sözlerine yönelik bir olumsuzlama söz
konusudur. Çünkü, Yahudilerin din ve kıble nimetinden yararlanması
gibi, insanların bazısının yüce Allah'ın lütuf ve fazlından yararlanıp
diğer bazısından yoksun kalması, ancak şu nedenlerden
birine dayandırılabilir:
Ya yüce Allah'ın lütuf ve fazlının, başkalarının etkisinde
kalmasının mümkün olduğu, ilahi iradenin sıkıştırılabileceği ve
fazlın bir tarafa yönelmesinin önüne geçilip diğer bir tarafa
akmasının sağlanabileceği söylenmelidir ki kesinlikle böyle
değildir. Çünkü lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir, onu dilediğine
verir.Ya da Allah'ın lütuf ve ihsanının az olduğu, herkese yetecek
kadar olmadığı, lütuf ve ihsanda bulunulacakların sayısının da
fazla olduğu, dolayısıyla Allah'ın bazılarına lütuf ve ihsanda bulunup
bazılarına bulunmaması için bir tercih gerekçesine ihtiyaç
duyulduğu, bu nedenle de tercih gerekçesi bulmaya çalışmanın
gerekli olduğu söylenmelidir ki kesinlikle böyle değildir. Çünkü
yüce Allah'ın fazlı geniş ve boldur.
Ya da lütuf ve ihsan bol ve Allah'ın elinde olmasına karşın, lütuf
ve ihsanda bulunulması gerekenlerin Allah tarafından bilinmemesinin
mümkün olduğu, bilinmeyince de Allah'ın fazlından
yoksun kalacağı, dolayısıyla bazılarının durumunun Allah'ın bilgisinden
gizli tutulabileceği söylenecektir ki kesinlikle böyle değildir.
Çünkü yüce Allah bilendir, hiçbir şekilde bilmemekle nitelendirilemez.
(Al-i İmran /74) "O, rahmetini dilediğine tahsis eder; Allah büyük lütuf ve ihsan sahibidir."
Lütuf ve ihsan Allah'ın elinde olduğuna, onu dilediğine
verebildiğine, fazlı geniş, ilmi de kapsamlı olduğuna göre, bazı
nimetleri bazı kullarına özgü kılması mümkündür. Çünkü O, mülkünde
dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Lütuf ve
ihsanını dilediği gibi kullanması ve kullarına bahşetmesi yönünde
herhangi bir engelin olmaması, tüm lütuf ve ihsanını tüm kullarına
vermesini gerektirmez. Çünkü bizzat bu durum, tasarrufu açısından
bir engelleyici unsurdur. Şu halde O, lütuf ve ihsanını dilediğine
özgü kıl-ma yetkisine sahiptir.
Ayetin sonunda, "Allah büyük lütuf ve ihsan sahibidir." ifadesi
yer alıyor. Bu ifade, bundan önceki tüm anlamların bir bakıma
gerekçelileştirilmesi niteliğindedir. Çünkü fazlın mutlak ve sınırsız
olarak büyüklüğü; O'nun elinde olmasını ve dilediği gibi tasarrufta
bulunmasını, lütuf ve ihsanının geniş olmasını, kullarının durumunu
ve her birinin durumuna uygun lütuf ve ihsanı bilmesini ve fazlını
dilediğine özgü kılmasını gerektirir.
"O, rahmetini dilediğine tahsis eder" ifadesinde "fazl" yerine
"rahmet" kavramının kullanılması, zorunlu olmayan bağış anlamına
gelen fazlın, rahmetin bir parçası olduğunu gösteriyor. Yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Rahmetim, her şeyi kuşatmıştır." (A'râf,
156) "Eğer Allah'ın üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden
hiçbiri ebedi olarak yücelmezdi." (Nur, 21) "De ki: "Eğer siz
Rabbimin rahmet hazinelerine malik olsaydınız, harcamaktan
korkarak cimrilik edip elinizde tutardınız." (İsrâ, 100)
(Al-i İmran / 75) "Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona bir kantar
emanet bıraksan, onu sana geri verir... Ümmiler konusunda bize bir
vebal yoktur." demelerindendir."
Bu ifade, onların emanetleri koruma ve sözünde durma
konusunda zıt uçlarda yer alan farklı karakterlere sahip olduklarını,
bunun özü itibariyle zararlı bir ulusal alçaklık olmakla beraber,
aralarında yaygınlık kazanmış olan alçakça bir inanıştan kaynaklandığını
göstermektedir. Bu inanış, onların şu sözlerinde ifadesini
bulmaktadır: "Ümmiler (Ehl-i Kitap olmayanlar) konusunda
bize bir vebal yoktur." Onlar kendilerini Ehl-i Kitap, başkalarını da
ümmi (okumasız-yazmasız) olarak isimlendiriyorlardı. Do-layısıyla,
"Ümmiler konusunda bize bir vebal yoktur." sözünün anlamı
şudur:
İsrailli olmayanların İsrailliler üzerinde herhangi bir hakları
yoktur. Bu iddialarını da dinsel temellere dayandırıyorlardı. Şu ifade
ona yönelik bir işarettir: "Bildikleri halde Allah'a karşı yalan
söylemektedirler."
İsrailoğulları, bugün de olduğu gibi, ilahi saygınlık ve üstünlüğün
kendilerine özgü kılındığı ve bu niteliğin başka uluslara geçemeyeceğini
iddia ediyorlardı. Çünkü Allah onlara peygamberlik,
kitap ve egemenlik vermişti. Şu halde, başkaları üzerinde bir otoriter
üstünlükleri ve öncelikleri söz konusuydu. Bu anlayıştan hare
ketle şu sonucu çıkarıyorlardı: Kendileri için konulan ve uyulması
zorunlu olan faiz yemenin, başkalarının mallarını haksız yere gasp
etmenin ve insanların haklarını çiğnemenin haramlığını öngören
hükümlerin sırf Ehl-i Kitap çerçevesinde geçerlidir.
Dolayısıyla haram olan, bir İsraillinin diğer bir İsraillinin malını
haksız yollarla yemesidir. Yasak olan, bir Yahudi'nin başka bir Yahudi'nin
haklarını çiğnemesidir. Kısacası; Ehl-i Kitabın, Ehl-i Kitap
üzerinde gözetilmesi gereken hakları vardır, ama Ehl-i Kitap olmayan
birinin Ehl-i Kitap olan biri üzerinde gözetilmesi gereken hakları
yoktur. Dolayısıyla Ehl-i Kitap, kendisinden olmayan kimseler
hakkında dilediği hükmü verebilir, diğer toplulukların mensupları
ile ilgili olarak istediği gibi davranabilir. Bu yüzden onlar, kendilerinden
olmayan birine karşı, kim olursa olsun, yabani bir hayvan
muamelesi gösterirler.
Gerçi böyle bir kuralı, ellerindeki Tevrat gibi vahye nispet edilen
kutsal kitaplardan edinmek mümkün değildir; ancak bu anlayışı
hahamlarından duymuşlardır, kuşaktan kuşağa aktarılan bir
gelenek olarak algılamışlardır. Onlar, mensubu oldukları Musevi
dininin İsrail-oğullarından gelmeyen bir topluluğa sirayet etmesini
istemezler. Doğal olarak, üstünlük ve egemenliğin İsrailoğullarına
özgü ırksal bir olgu olduğunu düşünmektedirler. Şu halde
İsrailoğullarına mensup olmak, başlı başına bir onur ve üstünlük
nedenidir. Bir İsrailli başkalarına göre, mutlak bir önceliğe sahiptir.
Bu azgın ruh, bir ulusun içinde depreşti mi, onları yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmaya, insanlık camiasına egemen olan insanlık
ruhunu öldürüp izlerini ortadan kaldırmaya sevk eder.
Hiç kuşkusuz, birey ve toplum olarak bazılarının genel haklarını
yok saymak anlamına gelen bu kural, özü itibariyle insanlık toplumu
için vazgeçilmez bir uygulamadır. Ancak yapıcı temel ve eylemlere
dayalı bir toplumun bu bağlamda öngördüğü, genel hakları
çiğnemeyi ve toplumsal düzeni yıkmayı hedef alanların bu haklardan
yoksun bırakılmalarıdır. İslam açısından genel hakları ko
rumanın garantisi, ya İslam ya da İslam'ın siyasal egemenliğini
tanıma anlamına gelen zimmet akdidir. Dolayısıyla İslam'a girmeyen
veya zimmet akdiyle İslam'ın siyasal egemenliğini tanımayan
kimselerin hayat hakkı yoktur. Daha önce de vurguladığımız gibi,
bu yaklaşım insanlık toplumu nezdin-de genel anlamda geçerli
olan fıtrat yasasına uygundur.
Şimdi, tefsirini sunmakta olduğumuz ayetle ilgili
açıklamalarımıza dönebiliriz. İfadenin akışı, "Onlardan..." demeyi
gerektiriyorken: "Kitap ehlinden..." denilmiş ve zamir yerine açık
isim kullanılmıştır ki, önceki iki ayetin kapsamı içinde;
"...gündüzün başlangıcında inene inanın" dedikleri belirtilen
grubun içindeki bazı kimselerin kastedildiği vehmedilmesin. Bu
nedenledir ki, söz konusu vehmin bertaraf edildiği anlaşılınca,
sonra gelecek olan ayette; "Onlardan bir bölük de vardır ki, kitabı
okurken dillerini eğip bükerler." denilmiştir.
Meselenin bir diğer yönü daha vardır: Ayette, vasfın zikredilmiş
olması, yâni onların Ehl-i Kitaptan olduklarının belirtilmesi, konunun
gerekçesine yönelik bir tür işaret içermektedir. Buna göre,
onlardan bu tür bir söz ve eylemin sadır olması, yâni "Ümmiler
konusunda bize bir vebal yoktur." demeleri ve buna dayanarak
insanların mallarını yemeleri, peygamberlikten ve vahiyden haberi
olmayan ümmi kimseler olsalardı, pek garip kaçmayacaktı, tuhaf
karşılanmayacaktı. Ancak onlar Ehl-i Kitaptırlar, yanlarında Allah'
ın hükmünü içeren kitap vardır. Onlar, kitabın kendilerine böyle
davranmalarını öngören bir hüküm yöneltmediğini, kendilerinden
olmadığı için kendilerinden olmayan birinin malını yemelerini mubah
kılmadığını biliyorlar. Dolayısıyla, Ehl-i Kitap oldukları halde
bu sözler ve davranışlar onlardan hiç beklenmemekte ve garipsenmektedir.
Bu sözleri ve davranışlarından dolayı da büyük bir
kınama ve azarlamayı hakkettikleri ifade edilmektedir.
Kantar ve dinar bilinen ağırlık ölçüleridir. Bu iki ağırlık ölçüsünün
karşılaştırılmış olması, sanatsal güzelliğin yanı sıra, emanet
ten söz edildiği bir bağlamda, azlık ve çokluktan kinaye olmak
üzere söz konusu edildiklerini ortaya koymaktadır. Demek isteniyor
ki: İçlerinden öyleleri vardır ki, ne kadar çok ve değerli olsa da,
kesinlikle emanete hıyanet etmezler. Öyleleri de vardır ki, az ve
değersiz olsa da, emanete hıyanet ederler.
Aynı
şekilde, "...ona bir kantar emanet bıraksan..." ifadesindeki
hitapta, belli bir muhatap gözetilmiş değildir. Burada kinaye
sanatına başvurulmuş ve bu şekilde hitap edilebilecek herkes için
geçerlidir. Bununla güdülen amaç da, yargının genel olduğunu, sırf
bir kişiye özgü olmadığını vurgulamaktır. Dolayısıyla, bu ifadeyi şu
anlamda algılamak gerekir: "Kim olur olsun, herhangi bir insan,
ona bir kantar emanet bırakırsa, onu ona geri verir."
Söylendiği üzere; "...onun tepesine dikilip durmadıkça..." sözünün
orijinalindeki (ma dumte) "ma" harfi mastar alametidir. Bu
durumda ifadenin takdiri açılımı
şöyledir: "...onun tepesine dikilmeye
devam etmedikçe..." Dikilip durmadan söz edilmesi, ısrar ve
acele edildiğine yönelik bir işarettir. Çünkü bir şey isteyenin isteme
esnasında ayakları üzerinde dikilip durması ve oturmaması,
ısrar ve acele ettiğini gösterir. "Ma" harfinin zarf bildirdiğini söyleyenler
de olabilir. Ama bu, itina edilecek bir görüş değildir.
"Bu, onların; "Ümmiler konusunda bize bir vebal yoktur." demelerindendir."
ifadenin akışı, bu cümlenin, bir bütün olarak önceki
ifadenin gerekçesine yönelik bir işaret olduğunu göstermektedir.
Yâni, büyük ve önemli olmasına karşın bazılarının emanete
riayet etmeleri, buna karşın önemsiz ve değersiz bile olsa bazılarının
emanete riayet etmemeleri, onların; "Ümmiler konusunda
bize bir vebal yoktur." demelerinden ve bunun sonucunda ruhsal
nitelikler itibariyle farklı görüntüler arz etmelerinden kaynaklanıyor.
Bu durum, bazılarının emanete riayet edip insan haklarını çiğnemekten
kaçınmalarını, buna karşın diğer bazılarının, saygınlık
ve üstünlüğün kendilerine özgü kılındığı zannına aldanarak emanete
riayet etmemelerini doğurmuştur. Oysa onlar, yüce Allah'ın
kitapta onlar için böyle bir şeyi yasamadığını, bu tür fiillerden hoşnut
olmadığını biliyorlar.
Bu cümlenin, "Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet
bıraksan... onu sana geri vermez." ifadesiyle kendilerinden
söz edilen ikinci grubun durumuna yönelik bir işaret olması da
mümkündür. Bu durumda, emanet konusunda güvenilir olan birinci
gruptan söz edilmiş olması, insafa riayet ederek bütün kısımları
zikretme amacına yöneliktir. Bu ikinci ihtimale göre; "Bildikleri
halde..." ve "...yalan söylemektedirler" ifadelerindeki çoğul zamirler,
Ehl-i Kitaba veya "Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar
emanet bıraksan..." ifadesiyle kendilerinden söz edilen kimselere
dönük olabilir. Yine bu ihtimalin esas alınması durumunda
"bize" ifadesindeki birinci çoğul şahıs zamiri, tüm Ehl-i Kitaba veya
Ehl-i Kitap içindeki belli bir gruba dönük olabilir. İhtimallerin değişikliğine
paralel olarak anlamda da değişiklik olur. Ancak bunların
tümü de doğru ve yerindedir. Artık sana da bunlar üzerinde durup
düşünmek düşer.
"Bildikleri halde Allah'a karşı yalan söylemektedirler." Bu ifade,
"Ümmiler konusunda bize bir vebal yoktur." şeklindeki iddialarını
geçersiz kılmaktadır. Ayrıca, daha önce işaret ettiğimiz gibi, bu
iddialarını semavi vahye ve dinsel yasamaya dayandırdıklarını da
göstermektedir.
(Al-i İmran / 76) "Hayır, kim ahdine vefa eder ve sakınırsa, şüphesiz,
Allah da sakınanları sever." Bu ifade, iddialarına bir cevap ve "Üm-miler
konusunda bize bir vebal yoktur." şeklindeki sözleriyle olumsuzladıkları
sorumluluğu olumlama niteliğindedir. Ahde vefa etmek,
onu hiçbir bahaneye sığınmadan eksiksizce yerine getirmek
şeklinde tamamlamakla olur. Nitekim, aynı kökten gelen "tevfiye",
eksiksiz bir şekilde vermek, bağışta bulunmak; "istîfa" da eksiksiz
bir şekilde almak anlamına gelmektedir.
Ahitten maksat; bir sonraki ayette yer alan "Allah'ın ahdini ve
ye-minlerini az bir değere karşılık satanlar..." ifadesinden anlaşıl