77- Kendilerine, elinizi savaştan çekin, namaz kılın ve zekât
verin, denenleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden
bir kısmı hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir
korku ile insanlardan korkmaya başladılar da; "Rabbimiz! Savaşı
bize niçin yazdın! Bizi yakın olan ölümümüze dek geciktiremez
miydin?" dediler. De ki: "Dünya geçimliği azdır, ahiretse sakınanlar
için daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar bile zulmedilmez."
78- Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; hatta isterseniz
sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde olun. Onlara bir iyilik gelirse,
"Bu, Allah'tandır" derler; başlarına bir kötülük gelince de, "Bu,
sendendir (sen Peygamberin yüzündendir)" derler. De ki: "Hepsi Allah'tandır." Bu adamlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya
yanaşmıyorlar?!
79- Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise
kendindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah
yeter.
80- Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Yüz
çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Bu ayetler, daha önceki ayetlerle bağlantısız değildir ve o ayetler
grubuyla bir bütün oluşturuyor. Her iki grubun akışı da aynıdır.
Dolayısıyla bu ayetlerde, zayıf imanlı müminlerden oluşan bir başka
grubun durumu gözler önüne seriliyor. Bu bağlamda, ayetlerin
öğüt ağırlıklı, dünyanın geçiciliğini ve ahiret nimetlerinin kalıcılığını
vurgulayıcı olduğunu gözlemliyoruz. Ayrıca bu çerçevede iyilikler
ve kötülüklerle ilgili Kur'ânî bir gerçek de açıklığa kavuşturuluyor.
"Kendilerine elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin mi?
...hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar." Ayette
geçen "el çekme" deyimi, savaşmaktan kaçınmaktan kinayedir.
Bunun nedeni, savaş sırasında yapılan eylemlerin eller aracılığıyla
gerçekleştiriliyor olmasıdır. Bu ayet gösteriyor ki, başlangıçta
kâfirlerin saldırıları, haksızlıkları müminlerin gücüne gidiyordu.
Bu tür baskılara karşı sabretmekte ve kılıçları kınlarından çekip
karşı koymamakta güçlük çekiyorlardı.
Dolayısıyla yüce Allah bu ayette bundan kaçınmalarını, namaz
ve zekât gibi dinin şiarlarını (nişanelerini, sembol ibadetlerini) yerine
getirmelerini emretti. Çünkü dinin güçlenmesi, sağlam bir
zemine oturması buna bağlıydı. I?te o zaman yüce Allah, din düşmanlarına
karşı cihat etmelerine izin verecekti. [Ama şimdi, temelleri
sağlamlaştırmanın zamanıydı.] Aksi takdirde dinin iskeleti
çözülecek, temelleri yıkılacak, parçaları darmadağın olacaktı.
Görüldüğü gibi bu ayetlerde, bunlara şöyle kınayıcı bir eleştiri
yöneltiliyor: Bunlar var ya! Bunlar, düşmana karşı çıkmak için yeterli
sayısal ve donanımsal hazırlıkları bulunmadığı bir sırada kâfir-
lerle savaşmak için acele eden, kılıcını çekmekten kendisini alamayan,
eziyetlere tahammül edemeyen kimselerdir. Fakat kâfirlerle
savaşmaları farz kılınınca, içlerindeki bir grup, kendileri gibi
insan olan düşmanlardan Allah'tan korkar gibi, hatta ondan daha
da şiddetli bir şekilde korkarlar.
"Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın!... dediler." Ifadenin zahiri bu
cümlenin, "içlerinden bir kısmı" ifadesine atfedilmiş olduğunu
gösteriyor. Özellikle, ayetin akışının muzari fiilinden (insanlardan
korkuyorlar), mazi fiiline (dediler) geçiş yapmak suretiyle değişmesi
bu ihtimali güçlendiriyor. Şu hâlde, bu sözü söyleyenler, savaşmak
için can atan, sabretmekte güçlük çeken, bu yüzden savaştan
kaçınma emrine muhatap olan kimselerdir.
"Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın olan ölümümüze
dek geciktiremez miydin?" ifadesinin, onların davranış lisanlarının
(lisanı hâllerinin) sözlü bir anlatımı olması muhtemeldir.
Ama aynı şekilde, bu sözü bizzat söylemiş olmaları da mümkündür.
Biz biliyoruz ki, Kur'ân bu tür anlatım tarzlarının tümünü kullanır.
Insanın doğal ömrünü tamamlayarak ölmesi demek olan "ecel"
kelimesinin "yakın" vasfıyla nitelendirilmesi ile, onların öldürülmekten
kurtulup kısa bir süre yaşamayı istedikleri
kastedilmiyor. Tersine, onların bununla söylemek istedikleri şudur:
"Eğer biz öldürülmeksizin doğal ömrümüzü tamamlayarak ölmüş
olsak bu, kısa bir yaşamaktan ve yakın bir süreden başka bir şey
değildir. Şu hâlde Allah, neden bu kısa hayatı yaşamamıza razı
olmuyor, bizi öldürülme sınavıyla karşı karşıya bırakıyor, ölümümüzü
çabuklaştırıyor?"
Bu sözü söylemiş olmalarının nedeni, gönüllerinin dünya hayatına
bağlı olmasıdır. Dünya hayatı ise Kur'ân literatüründe az bir
yararlanma olarak tanımlanır; az bir süre yararlanılır, sonra çarçabuk
tükenir, varlığından eser kalmaz. Onun ötesinde ise ahiret hayatı
vardır; gerçek ve kalıcı hayat, dolayısıyla daha iyi bir hayat. Onlara,
"De ki..." sözüyle başlayan bir ifadeyle cevap verilmiş olması
"De ki: Dünya geçimliği azdır..." Burada Peygamberimiz efendimize
(s.a.a), adı geçen zayıf karakterlilere, basit ve kısa dünya hayatını,
Allah yolunda savaşma, cihat etme onuruna tercih etmenin
yanlışlığını ortaya çıkaracak şekilde cevap vermesi emrediliyor.
Kısaca verilmek istenen mesaj; imanları hususunda dikkatli davranmaları
ve imanlarına zarar verecek her şeyden kaçınmaları gerektiğidir.
Dünya hayatı bir yararlanma, bir metadır. Ahiretle karşılaştırıldığında,
kısa süre yararlanılan bir geçimlik olduğu net bir şekilde görülür.
Ahiret ise, Allah'tan korkup günahlardan sakınanlar açısından
daha hayırlıdır. Şu hâlde onların da, kısa süreli bir yararlanmadan
ibaret olan dünya geçiminden daha hayırlı olan ahireti tercih etmeleri
gerekir. Çünkü onlar her şeye rağmen mümindirler ve takva
yolu üzerinde bulunmaktadırlar. Bunu yapmamaları bir tek şeyle
izah edilebilir. O da yüce Allah'ın kendilerinden öç almasından ve
haklarında zulmetmesinden korkmaları, bu yüzden ellerindeki
somut metaı, vaat edilen daha hayırlı nimetlere tercih etmeleridir.
Ama korkmaları yersizdir. Çünkü yüce Allah, hiç kimseye kıl kadar
zulmetmez.
Bu açıklamalardan sonra "sakınanlar için" ifadesinin, sıfatın
mevsuf (nitelenen) yerine konuluşuna bir örnek olduğu belirginleşiyor.
Bununla güdülen amaç, verilen hükmün sebebine delâlet
etmek ve nesnel karşılığıyla tam örtüştüğü iddiasında bulunmaktır.
Buna göre ifadenin takdirî açılımı -Allah doğrusunu daha iyi bilir-
şöyledir: Ahiret sizin için daha hayırlıdır. Çünkü iman etmiş olmanızdan
dolayı, takva ehli olmanız gerekmektedir. Takva ise,
ahiretin içerdiği hayırları elde etmenin nedenidir. Dolayısıyla "sakınanlar
için" ifadesi, muhataplarına yönelik göndermede bulunma
nitelikli bir kinaye konumundadır.
"Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; hatta isterseniz sağlamlaştırılmış
yüksek kalelerde olun." Ayetin orijinalinde geçen "burûc"
kelimesi, "burc" kelimesinin çoğuludur; kalelerin üzerinde inşa edi-
len yapılar anlamına gelir. Bu tür binalar, düşman saldırılarını püskürtmek
için mümkün olduğunca sağlam inşa edilir. Aslında kelimenin
etimolojik kökeninde "açıklık" anlamı vardır. Nitekim süs
eşyalarını vb. açığa vurmaya "teberruc" denilmesi de bundan dolayıdır.
Yine ayette geçen "muşeyyede" kelimesi, yükseklik anlamını
ifade eder. Bunun da etimolojik kökeni "eş-şeyd", yani kireçtir.
Çünkü kireçle hem bir yapı sağlamlaştırılır, hem yükseltilir, hem
de süslenir. Buna göre, ayette geçen "el-buruc-ul müşeyyede",
gelmekte olan her türlü düşman saldırısı karşısında insanın sığınmak
durumunda olduğu kaleler üzerinde yükseltilen sağlam
binalar demektir.
İfadenin temel dayanağı, istenmeyen bazı şeylerden korunma
amacıyla sığınılan bir olgunun örnek verilmesi ve bunun her türlü
istenmeyen olgulara karşı sağlam bir sığınak işlevini gören şeylere
örnek olarak algılanmasıdır. Buna göre, elde ettiğimiz anlamı şöyle
özetleyebiliriz: Ölüm öyle bir şeydir ki, sizi bulmaması diye bir
şey olmaz. Hangi sağlam, muhkem sığınağa sığınsanız da ondan
kurtulamazsınız. Dolayısıyla savaşa katılmamanız ve size savaşın
bir yükümlülük olarak farz kılınmaması durumunda ölümden yana
güvencede olacağınıza, size ilişmeden onu savuşturacağınıza ilişkin
ham bir kuruntuya kapılmamanız gerekir. Çünkü Allah'ın [sizin
yaşama süreniz olarak] belirlediği vakit yani ecel elbette gelecektir.
"Onlara bir iyilik gelirse, 'Bu, Allah'tandır' derler..." Ayetin sonundaki
bu iki cümle, onların havadan söyledikleri diğer iki yanılgıya
ve yanlış düşünceye işaret etmektedir. Yüce Allah, bunu onlar adına
anlatmakta ve Peygamberine, insana ilişen iyilik ve kötülük olgularının
gerçek mahiyetini açıklamak suretiyle onların bu kuruntularına
cevap vermesini emretmektedir.
Ayetlerin akışındaki bütünlük, bunu, yukarıda sözü edilen zayıf
karakterli bazı müminlerin söylemiş olmalarını gerektirmektedir;
ister bu sözü davranış lisanıyla (lisanı hâlle) söylemiş olsunlar, is-
ter sözlü olarak. Bunda yadırganacak bir şey yok. Nitekim Hz. Musa'ya
(a.s) da benzeri bir söylemle cephe alınmıştı. Yüce Allah, bu
olayı şöyle anlatmaktadır: "Onlara bir iyilik geldigi zaman, bu bizimdir
(kendi bilgi ve davranışlarımızla bunu elde ettik) derler;
kendilerine bir kötülük gelince de, Musa ve onunla beraber olanları
ugursuz sayarlardı. Iyi bilin ki, onların ugursuzlugu Allah katındadır;
fakat çokları bilmezler." (A'râf, 131)
Başka ümmetlerin de peygamberlerine karşı bu tür bir davranış
içine girdikleri rivayet edilmiştir. Islâm ümmeti de peygamberine
karşı sergilediği tutum bakımından geçmiş ümmetleri aratmamıştır.
Ulu Allah, "Kalpleri birbirine benzedi." (Bakara, 118) buyurmuştur.
Bu bağlamda Islâm ümmeti, daha çok Israiloğullarına
paralel düşmüştür. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Onlar
kertenkele deliğine girseler, siz de oraya girersiniz." Bununla ilgili
olarak Şiî ve Sünnî kaynaklardan derlediğimiz birçok rivayeti daha
önce zikrettik.
Tefsir bilginlerinin büyük bir çoğunluğu, bu ayetlerin Yahudiler
yahut münafıklar veya her iki grup hakkında indiğini kanıtlamak
için yoğun bir çaba içine girmişlerdir. Fakat, ayetlerin akış bütünlüğünün
bu ihtimali reddettiğini görmüş bulunuyorsun.
Her hâlükârda, tefsirini sunduğumuz ayet, akışı itibariyle, iyilik
ve kötülükten maksadın, yüce Allah'a isnat edilebilecek olgular
olduğuna tanıklık etmektedir. Bu tür Müslümanlar ise bir kısmını
yani iyiliği Allah'a, diğer bir kısmını yani kötülüğü de Hz. Peygambere
(s.a.a) isnat ediyorlar. Buradan hareketle anlıyoruz ki, onların
kastettikleri iyilik ve kötülükler, Peygamberimizin kendilerine
gelmesinden, dinin kurumlarının temellerini atıp yükseltmesinden,
davayı yaymasından ve cihadı tavsiye etmesinden sonra karşılarına
çıkan olaylardır. Galip geldikleri kimi savaş ve çatışmalarda elde
ettikleri fetih, zafer ve ganimetler; yenilgiye uğradıkları diğer
bazı savaşlarda da yaşanan öldürülmeler, yaralanmalar ve kayıplar
yani. Kötülükleri Peygambere isnat etmelerinin anlamı, onu
uğursuz saymak ya da zayıf görüşlü ve tedbirsiz bulmaktır.
Yüce Allah, Peygamberine (s.a.a) onlara şu cevabı vermesini
emrediyor: "De ki, hepsi Allah'tandır." Bunlar, evrensel düzeni yönlendiren
iradenin düzenlediği olaylar ve felâketlerdir. Evrensel düzenin
yönlendiricisi de tek ve ortaksız Allah'tır. Varlıklar varoluşları,
kalıcılıkları ve karşılaştıkları olaylar itibariyle başkasına değil, yüce
Allah'ın iradesine tâbidirler. Kur'ân'ın öğretisinden bunu anlıyoruz.
Ardından bu adamların kıt anlayışlılıkları, bu gerçeği algılamadaki
yetersizlikleri, anlayışsızlıkları karşısında şaşkınlığı ifade eden
bir soru yöneltiliyor: "Bu adamlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya
yanaşmıyorlar?"
"Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir."
Onların hemen hiçbir söz anlamadıkları belirtilip, işin aslını ortaya
koyma amaçlandığından, onların idraksiz olmaları hesaba
katılarak hitabın hedefi olmaktan çıkarılıyorlar ve hitap doğrudan
Peygamberimize (s.a.a) yöneltiliyor; bu bağlamda ona isabet eden
iyilik ve kötülüklerin gerçek mahiyetleri açıklanıyor. Buna göre bütün
varlıklar, en azından mümin, kâfir, salih (iyi), kötü, peygamber
veya başkası olarak bütün insan bireyleri üzerinde egemen olan
varoluşsal hükümler açısından, Peygamberin (s.a.a) bir ayrıcalığı,
farklı bir konumda olması söz konusu değildir.
Buna göre, insanın öz doğası gereği hoş karşıladığı, güzel gördüğü
sağlık, nimet, güvenlik ve konfor gibi olgular anlamında iyiliklerin
tümü yüce Allah'tandır. Hastalık, alçaklık, düşkünlük ve
fitne gibi insana hoş gelmeyen olgular anlamında kötülükler de
sonuçta insana gelip dayanırlar, yüce Allah'a değil. Bu açıdan ayetin,
içerik bakımından şu ayete yakın olduğunu görüyoruz: "Bu, bir
millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) degiştirmedikçe,
Allah'ın da onlara verdigi nimeti degiştirmeyeceginden
ve Allah'ın işiten, bilen olmasından dolayıdır." (Enfâl, 53) Fakat
bu değerlendirme, bütün iyilik ve kötülüklerin başka bir genel
perspektifle Allah'a döndürülmesi gerçeği ile çelişki oluşturmaz.
Bu konuyu ilerde etraflıca açıklayacağız.
"Seni insanlara elçi gönderdik." Senin bizim katımızdan yana, el-
çi olmaktan başka bir özelliğin yok. Görevin de ilâhî mesajı açık bir
şekilde duyurmaktır. Senin misyonun elçiliktir. Bunun dışında başka
bir misyonun yoktur. Ayrıca emir konusunda, yasama ve evrensel
hükümranlık noktasında herhangi bir yetkiye sahip değilsin.
Dolayısıyla, uğur ve uğursuzluk bağlamında bir etkinliğin olmaz.
Sen insanlara kötülük iliştiremez, onlara yönelmiş iyilikleri alıkoyamazsın.
Bu bakımdan ifade, "Bu, sendendir." diyerek kötülükleri
Peygamberimizden (s.a.a) kaynaklanan bir uğursuzluk olarak algılayan
söz konusu kişilere yönelik bir cevap niteliğindedir ve bu cevap,
"şahit olarak da Allah yeter." sözüyle pekiştiriliyor.
"Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." Bu cümle,
bir yeniden başlama niteliğindedir. Fakat önceki ayette geçen
"Seni insanlara elçi gönderdik." ifadesinin pekiştirilmesi de amaçlanıyor.
Önceki ayetin hükmünün gerekçesi açıklanıyor bir bakıma.
Demek isteniyor ki, sen bizim tarafımızdan gönderilmiş bir elçiden
başka bir şey değilsin. Dolayısıyla bir elçi olduğun için sana itaat
eden, Allah'a itaat etmiş olur. Kimileri burun kıvırıp yüz çevirirlerse,
biz seni onların başına bekçi olman için göndermedik.
Bundan da anlaşılıyor ki, "Kim Peygambere itaat ederse..." ifadesi,
sıfatın mevsuf (nitelenen) yerine konuluşuna bir örnek oluşturmaktadır.
Böylece hükmün gerekçesine işaret etme hedeflenmiştir.
Tıpkı "ahiretse sakınanlar için daha hayırlıdır ve size kıl
payı kadar bile zulmedilmez." cümlesinde olduğu gibi. Dolayısıyla
"Seni... gönderdik." ifadesindeki muhataba yönelik hitaptan, "Kim
Peygambere itaat ederse..." ifadesindeki üçüncü tekil şahsa
(gayip siygasına), ondan da "seni... bekçi göndermedik." ifadesindeki
ikinci tekil şahsa (muhatap siygasına) doğru bir geçiş yapılmış
olmaksızın ayetlerin akışı normal seyrini devam ettirmektedir.
İYİLİK VE KÖTÜLÜKLERIN ALLAH'TAN OLMASI NE ANLAM IFADE EDER?
Bana öyle geliyor ki, insanın güzellik kavramının farkına var-
Nisâ Sûresi 77-80 ................................................................ 13 ması, ilk defa kendi türüne yönelik gözlemleri esnasında gerçekleşmiştir.
Insan denen türün yaratılışındaki denge olgusunu, tüm
organların belli bir uygunluk içinde vücuttaki yerlerini almış olmasını,
özellikle yüzdeki organlar arası ahengi kastediyoruz. Bunun
dışında insan, doğadaki diğer somut olguların şahsında da bu anlamı
gözlemlemiş, algılamıştır. Sonuç itibariyle güzellik, bir şeyin
doğası itibariyle amacına uygun olması demektir.
İnsan yüzünün güzel olması demek, göz, kaş, kulak, burun ve
ağız gibi organların olmaları gereken bir nitelik veya durum üzere
ve birbirleriyle uyum içinde olmaları demektir. O zaman insanın
canı ona doğru çekilir, tabiatı ona eğilim gösterir. Bir şeyin bunun
aksi bir durumda olması da kötü, kötülük ve çirkin gibi yerine göre
kullanılan ifadelerle nitelendirilir. Şu hâlde kötülük, adem nitelikli
[varlıktan yoksun] bir anlamdır. Buna karşılık güzellik varoluşsal
bir anlamdır.
Daha sonra bu niteleme tüm itibarî eylem ve anlamları, toplumsal
koşullarda öngörülen tanımlamaları kuşatacak şekilde genelleştirilmiştir.
Burada da değerlendirme ve nitelemenin esasını,
bir şeyin insan hayatının mutluluğu veya bu hayattan yararlanma
olarak tanımlayabileceğimiz toplumsal hedeflere uygunluğu veya
uygun olmayışı oluşturur. Meselâ adalet güzeldir. Hakkedene iyilikte
bulunmak güzeldir. Eğitim, öğretim, öğüt vb. olgular güzeldirler.
Zulüm, haksızlık gibi olgular da kötü ve çirkin şeylerdir. Bunun
nedeni birinci gruptaki olguların insan mutluluğu veya insanın toplumsal
koşullarda yararlanması amacına uygun olmaları, ikinci
gruptaki olguların da bu amaca uygun olmayışlarıdır.
Güzel olarak nitelenen kısım ve onun karşısında yer alan çirkin
olaylar, toplumsal amaca uygunluğu dolayısıyla bu vasfı kazanan
fiile bağlıdırlar. Dolayısıyla toplumsal amaç ve hedeflere uygunluğu
sürekli ve kalıcı olan fiillerin güzellikleri de sürekli ve kalıcıdır.
Buna adaleti örnek gösterebiliriz. Diğer bazı fiillerin de çirkinliği öyledir;
örneğin zulüm.
Bazı fiillerin durumu, zamana, duruma, yere veya topluma gö-
re değişkenlik arz eder. Örneğin gülmek, şakalaşmak dostlar arasında
güzeldir, büyük şahsiyetlerin yanında değil. Sevinç ortamlarında
güzeldir, matem ortamlarında değil. Mescitlerde ve mabetlerde
de bu tür davranışlar çirkin kaçar. Zina ve içki batılılara göre
güzeldir; ama Müslümanlar arasında bu tür fiiller çirkindir.
Bu bakımdan, "Güzellik ve çirkinlik kavramları sürekli değişirler,
değişkenlik arz ederler. Bu kavramlar açısından kalıcılık, süreklilik
ve bütünsellik söz konusu değildir." iddiasını ortaya atan ve
adaletle zulüm gibi kavramlar hakkında bu iddiayı kanıtlamak için,
"Toplumsal bazı kabullerin uygulanışı bağlamında kimi toplumlara
göre adalet olarak değerlendirilen bir husus, başka bir
toplumun, toplumsal kabulleri gereğince pratize edilen birtakım
uygulamalar çerçevesinde adalet olarak değerlendirilen hususla
farklı olur. Dolayısıyla adalet anlamının dayandığı belli bir zemin
yoktur. Söz gelimi zina suçunu kırbaçla cezalandırmak, Islâm açısından
adalettir. Ama bu uygulama Batılılara göre adalet değildir."
diyenlerin bu sözlerine kulak asmamalısın.
Çünkü bunlar meseleyi karıştırıyorlar. Kavram ile onun objektif
karşılığını ayırt edemiyorlar. [Şöyle ki, adalet kavramı Müslümanlara
göre de iyidir, Batılılara göre de. Yine zulüm her iki grubun da
yanında kötüdür. Ne var ki bu iki topluluk neyin adaletle, neyin de
zulümle nitelenmesi hususunda farklı düşünebilirler. Meselâ, Müslümanlar
zinayı zulüm olarak nitelendirirken, Batılılar onu öyle değerlendirmeyebilirler.
Bu ise, onların zulmü iyi bilmeleri anlamına gelmez.]
Anlayışı bu düzeyde olanlara da söyleyecek sözümüz yoktur.
Insan, toplum üzerinde etkili olan faktörlerin değişmesi hasebiyle
toplumsal kuralların bir kerede veya aşamalı olarak değişmesini
onaylar; fakat adalet niteliğinin kendisinden soyutlanmasını
ve zalim diye adlandırılmasını onaylamaz. Bir zalim tarafından
kabul edilir bir gerçeğe dayanmadan sergilenen herhangi bir zulümden
hoşlanmaz ve onu onaylamaz. Aslında konu daha da uzatılabilir.
Ancak sözü daha fazla uzatmamız, bizi daha önemli olan
bir husustan uzaklaştırır.
Daha sonra, güzellik ve çirkinlik kavramları, insanın, hayatı
boyunca değişik faktörlerin etkisiyle oluşup karşısına çıkan diğer
zihin dışı objektif olayları da kuşatacak şekilde genelleştirilmiştir.
Bunlar bireysel ya da toplumsal olaylardır. Bunların bir kısmı, insanın
arzularıyla örtüşür. Sağlık, sıhhat veya rahatlık gibi bireysel
ya da toplumsal hayatının mutluluğu açısından uygunluk arz ederler.
Bu yüzden iyilikler, güzellikler olarak isimlendirilirler. Bunların
bir kısmı da, yukarıdakinin tam aksi bir niteliğe sahip olur. Fakirlik,
hastalık, zillet veya tutsaklık gibi sıkıntı ve musibetler buna örnektir.
Bunlara kötülükler adı verilir.
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan şu husus belirginlik
kazanıyor: Olgular veya fiiller, insan türünün kemaliyle yahut bireyin
mutluluğu veya başka bir şeyle ilintileri açısından iyi ve kötü niteliğini
alırlar. Şu hâlde güzellik ve çirkinlik izafî (göreceli) niteliklerdir.
Fakat bu izafîlik bazı alanlarda daimîdir, değişmez; diğer
bazı alanlarda ise değişkendir. Hakkeden birine mal bağışlamanın
güzel, hakketmeyen birine vermenin de çirkin, kötü olması örneğin.
Yine şu husus belirginlik kazanmış oldu ki, güzellik her zaman
için varoluşsal bir olgudur. Kötülük ve çirkinlik ise ademîdir, varlıktan
yoksundur; yani bir şeyin, insanın mizacına uygunluk ve uyumluluk
niteliğini yitirmesidir. Yoksa bir şeyin veya fiilin yapısı (kendisi,
özü), söz konusu uygunluk ve uyumluluğu bir kenara bırakırsak,
birdir ve temelde bir değişikliği yoktur. [Dolayısıyla bu şey veya fiil,
ne güzellikle nitelenir, ne de çirkinlikle.]
Meselâ deprem ve sel gibi felâketler bir kavmin başına geldiği
zaman, bunlar o kavmin düşmanları açısından güzel nimetler olarak
algılanırlarken, kendilerine yönelince çirkin ve kötü olarak algılanırlar.
Yine din perspektifinde tüm genel musibetler yeryüzünde
bozgunculuk yapan kâfirlerin veya azgın günahkârların başına gelince
mutluluk, bolluk; salih müminlerin başına gelince de mutsuzluk
ve sıkıntı olarak belirginleşirler.
Yine bir diğer örnek olarak, bir yemeği yemek, kişinin kendi
malı ise, güzeldir, mubahtır. Fakat başkasının malından ve onun
rızası alınmadan yeniliyorsa çirkindir, haramdır. Çünkü başkasının
malını, onun rızası alınmadan yemekle ilgili yasağa veya sırf Allah-
'ın helâl kıldığı şeyleri yemekle ilgili emre uyma ile ilgisi kesilmiş
olur. Söz gelişi, bir kadınla bir erkek arasındaki cinsel birleşme evlilik
yoluyla gerçekleşiyorsa güzeldir, mubahtır. Fakat nikâhsız ve
zina şeklinde gerçekleşiyorsa, çirkindir, haramdır. Çünkü nikâhsız
birleşme şeklindeki eylem ilâhî yükümlülükle uygunluk niteliğini
yitirmiş olur. Şu hâlde güzellikler, olgulara ve fiillere ilişkin varlıksal
tanım ve nitelemelerdir. Kötülükler ise ademî (varlıktan yoksun)
tanım ve nitelemelerdir. Yoksa güzel veya çirkin, iyi veya kötü
niteliğine maruz kalan şeyin özü, aslı birdir.
Kur'ân'ın bakışı, yüce Allah dışındaki her şeyin O'nun tarafından
yaratıldığı şeklindedir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Allah her şeyin
yaratıcısıdır." (Zümer, 62) "Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve
düzen vermiştir." (Furkan, 2) Bu iki ayet, her şeyin yaratılmış olduğunu
ortaya koyuyor. Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "O (Allah)
ki, yarattıgı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde, 7) Burada da yaratılan
her şeyin güzel olduğu vurgulanıyor. Bu güzellikten maksat
ise, hilkat için gereken, onun ayrılmaz bir parçası olan ve onun ekseni
etrafında dönen bir güzelliktir.
Şu hâlde her şey, yaratılıştan ve varoluştan pay aldığı oranda
güzellikten pay alır. Yukarıda üzerinde durduğumuz güzellik kavramına
ilişkin anlamı düşündüğümüzde, bunun daha bir açıklığa
kavuştuğunu görürüz. Şöyle ki: Güzellik, bir şeyin amacına ve
maksadına uygun olması, kendisiyle hedeflenen gayeyle tamtamına
örtüşmesi demektir. Varlık bütününün parçaları, evrensel
düzenin boyutları arasında tam bir uyum ve örtüşme vardır. Yüce
Allah, amacını bozacak şekilde parçaları arasında hiçbir uyumluluk
olmayan, birbirini geçersiz kılan bir şey yaratmaktan münezzehtir.
Yarattığı bir şeyin, O'nu aciz bırakması, akıllara durgunluk
veren şu olağanüstü düzenle güttüğü amacı iptal etmesi
düşünülemez.
Nitekim şöyle buyuruyor: "O tek ve her şeye üstün olan Allah'-
tır." (Zümer, 4) "O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir."
(En'âm, 18) "Ne göklerde, ne de yerde, Allah'ı aciz bırakacak bir
güç vardır. O bilendir, güçlüdür." (Fâtır, 44) Buna göre hiçbir şey Allah'ı,
yarattıklarıyla ilgili iradesi, kullarına ilişkin dilemesi hususunda
aciz bırakamaz, O'nu engelleyemez; O'na baskı kuramaz,
O'nun üstünde bir güce sahip olamaz.
Şu hâlde, varlık âlemindeki her nimet varlığı itibariyle güzeldir
ve yüce Allah'a nispet edilir. Aynı şekilde başa gelen her felâket de
kötüdür. Fakat bu felâket, özü itibariyle yani, yaratılmış varlıklara
egemen olan temel özellik (nispet) bakımından yüce Allah'a nispet
edilir. Gerçi başka bir nispetle kötü olarak nitelenir. Şu ayetlerin
vurgulamak istediği anlam budur: "Onlara bir iyilik gelirse, 'Bu, Allah'tandır.'
derler; başlarına bir kötülük gelince de, 'Bu, sendendir
(sen Peygamberin yüzündendir).' derler. De ki: 'Hepsi Allah'tandır.'
Bu adamlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya
yanaşmıyorlar?!" (Nisâ, 78) "Onlara bir iyilik gelince, 'Bu, bizim
hakkımızdır.' derler; eger kendilerine bir kötülük ulaşırsa, Musa
ve onunla beraber olanları ugursuz sayarlardı. Iyi bilin ki, onlara
gelen ugursuzluk Allah katındandır; fakat onların çogu bunu bilmezler."
(A'râf, 131) Bu konuya temas eden başka ayetler de vardır.
Kötülük bağlamına gelince; Kur'ân-ı Kerim, onu insanla
ilintilen-dirirken insan nefsine isnat eder. Meselâ tefsirini sunduğumuz
şu ayet, "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük
ise kendindendir." (Nisâ, 79) ve diğer ayetler bunun birer örnekleridir:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz
yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçogunu da
affeder." (Şûra, 30), "Bir millet kendi durumlarını degiştirmedikçe
Allah onların durumlarını degiştirmez." (Ra'd, 11) "Bu da, bir millet
kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) degiştirmedikçe,
Allah'ın onlara verdigi nimeti degiştirmeyeceginden... dolayıdır."
(Enfâl, 53) Bu hususu vurgulayan daha birçok ayet örnek göste-
Bunu şöyle açıklamak mümkündür: Görüldüğü gibi önceki ayetler,
kötü nitelikli felâketleri de tıpkı iyilikler gibi yaratılışları itibariyle
güzel olgular kategorisine sokuyor. Dolayısıyla onların kötü
olmalarının tek nedeni, bazı şeylerin doğalarıyla uyuşmamaları,
bundan dolayı da onlar için zararlı olmaları kalıyor.
Sonuçta mesele şu noktaya dayanıyor: Yüce Allah, musibete
duçar kalan ve zarara uğrayan bu olgular için gerektirdikleri ve
doğaları gereği ilgi duydukları şeyler meydana getirmemiş, onlara
yapmakta olduğu bağışı durdurmuştur. I?te bu bağışın durdurulması,
zarara uğrayan olgular açısından musibet ve kötülük konumundadır.
Şu ayet, bu hususu son derece açık bir şekilde ortaya
koymaktadır: "Allah'ın insanlara açtıgı herhangi bir rahmeti tutup
hapseden olamaz (ona mâni olan bulunamaz). O'nun tuttugunu
O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir."
(Fâtır, 2)
Ardından yüce Allah, bağışın birinden alıkonmasının veya
rahmetinin akışının artış ve eksilişinin karşı tarafın kapasitesine,
üstesinden gelebilme yetkisine bağlı olduğunu açıklıyor. Nitekim
örnekle anlattığı bir ayette şöyle buyuruyor: "Gökten su indirdi de
vâdiler kendi ölçüsünce çaglayıp aktı." (Ra'd, 17) Bir başka ayette
de buyuruyor ki: "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda
olmasın ve biz onu ancak bilinen bir miktarda indiririz."
(Hicr, 21) Demek ki yüce Allah, karşı tarafın hakkettiği miktarda ve
bildiği durumuna uygun olarak verir. "Hiç yaratan (yarattıgını)
bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdardır." (Mülk, 14)
Bilindiği gibi nimet, azap, belâ ve rahatlık her şeyin özel
durumuna göre belirginleşir. Yüce Allah bir ayette bu hususa şöyle
işaret ediyor: "Herkesin yöneldigi bir yönü vardır." (Bakara, 148) Her
şey kendine özgü yöne yönelir, kendi durumuna uygun hedefi, gayeyi
ve amacı ister.
Bu noktada şöyle bir sezgiyi dile getirmek mümkündür: Bolluk,
sıkıntı, nimet ve musibet, Kur'ân öğretisine göre, serbest irade ko-
şullarında yaşayan insan bağlamında, yine insanın iradesiyle ilintili
olgulardır. Çünkü insan bir yol üzerindedir. Bu yolu iyi veya kötü
katetmesine paralel olarak sonunda mutluluk veya mutsuzlukla
karşılaşır. Bütün bunlar insanın serbest iradesinin müdahalesinin
söz konusu olduğu olgulardır [ve yolu iyi veya kötü katetmenin insanın
iradesine bağlı olduğu, inkâr edilmeyecek bir gerçektir].
Kur'ân-ı Kerim de bu sezgiyi onaylıyor ve şöyle buyuruyor: "Bu
da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri)
degiştirmedikçe, Allah'ın da onlara verdigi nimeti degiştirmeyeceginden...
dolayıdır." (Enfâl, 53) Içlerinde besledikleri temiz niyetler
ve yap-tıkları salih ameller, kendilerine özgü kılınan nimetlerin
verilmesinde etkilidir. Fakat niyet ve tavırlarını değiştirince, yüce
Allah da rahme-tinin akışını durdurmak suretiyle onlara yönelik fiilini
değiştirir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Başınıza gelen herhangi
bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla
beraber) Allah birçoğunu da affeder." (Şûra, 30)
Buna göre, insanların işledikleri ameller, felâketlerin başlarına
gelmesinde ve musibetlerin karşılarına çıkmasında etkili olurlar.
Bunun yanında Allah, birçok kusurlarını da affeder [bunlardan dolayı
karşılarına herhangi bir olumsuzluk çıkarmaz].
Yine yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "Sana gelen iyilik Allah'-
tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir..." (Nisâ, 79)
Sakın ola ki aklına, yüce Allah'ın bu ayeti Peygamberine (s.a.a)
vahyederken şu ifadelerde açıkladığı belirgin bir gerçeği unuttuğu
şeklinde bir fikir gelmesin: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer,
62), "O (Allah) ki, yarattıgı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde, 7) Şöyle
ki bu ayetlerde yüce Allah, her şeyi kendisinin yarattığını ve yarattığı
her şeyin, özü itibariyle güzel olduğunu vurguluyor. [Ama
tefsirini yapmakta olduğumuz ayette insanın başına gelenlerin iyi
ve kötü diye ikiye ayrıldığını; iyiliğin Allah'tan, kötülüğün de insanın
kendi nefsinden olduğunu ifade ediyor ve bu iki ayette vurguladığı
gerçeği, burada unutuyor sanki. Ancak sen böyle bir vehme
asla kapılmamalısın.] Çünkü yüce Allah başka ayetlerde şöyle bu- 20 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
yuruyor: "Rabbin asla unutkan degildir." (Meryem, 64) "Rabbim ne
yanılır, ne de unutur." (Tâhâ, 52)
Buna göre, "Sana gelen iyilik..." ifadesinin anlamı şöyledir:
Senin karşına çıkan her iyilik -ki karşına çıkan her şey iyidir, güzeldir-
Allah'tandır. Sana gelen her kötülük ise, amacına ve arzuna
uygun olmamasından dolayı senin açından kötü olduğu için kötüdür.
Aslında onlar da özü itibariyle iyidirler, güzeldirler. Senin nefsin
onları kötü seçimiyle üzerine çekti, onları çağırmış oldu. Dolayısıyla
onlar da Allah'tandırlar. Allah, [senden kaynaklanan bir seçim
ve irade olmaksızın] doğrudan sana kötülük veya zarar yöneltmekten
münezzehtir.
Daha önce de vurguladığımız gibi, ayette özel olarak
Peygamberimize (s.a.a) hitap ediliyorsa da, anlamı herkesi
kuşatacak genelliğe sahiptir. Diğer bir ifadeyle, bu ayet de "Bu
böyledir... Allah degiştirecek degildir." ve "Size gelen her
musibet..." ayetleri gibi, bireysel hitabın yanı sıra, toplumsal hitabı
da içerir niteliktedir. Çünkü toplum da bireyden ayrı olarak insanî
bir organizmaya, iradeye ve seçme yeteneğine sahiptir.
Toplumun bir organik yapısı vardır. Toplumu oluşturan bireylerden
öncekiler ve sonrakiler, bu yapı çerçevesinde yok olur, erirler;
geçmişte kalanlar ölüp gidince, sonradan gelenler öncekilerin,
ölüler dirilerin kötülüklerinden sorumlu olurlar; onlardan dolayı
sorguya çekilir, azaba çarptırılırlar. Hatta günah işlemeyen birey,
günah işleyenlerin günahı karşılığı cezalandırılır vs. Oysa bu, tek
tek bireylere uygulanan hükümler açısından hiçbir zaman doğru
olmaz. Tefsirimizin ikinci cildinde "Ceza Açısından Amellerin Hükmü"
nü incelerken, bu konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunduk.1
Nitekim Resulullah efendimiz (s.a.a) Uhud Savaşı sırasında yüzünden
yara almış, mübarek dişleri kırılmıştı. Müslümanlar da birçok
yaralar almışlardı. Hâlbuki o, günahtan ve yanılgıdan berî olan 1- [bkz. c.2, Bakara Suresi, ayet: 216-218.]
masum bir peygamberdir [ve böyle bir cezalara maruz kalması asla
düşünülemez]. O hâlde, ona isabet eden şey, içinde bulunduğu
topluma isnat edilirse -ki onlar Allah'ın ve Resulünün emrine muhalefet
etmişlerdi- bu, içinde bulunduğu toplumun kendi elleriyle
kazandığı şeylerden dolayı başına gelen bir kötülüktür. Şayet [tefsirini
sunduğumuz ayetteki gibi] onun mübarek şahsına isnat edilirse,
bu, Allah yolunda karşısına çıkan ilâhî bir sınama amaçlı
musibet olur; insanları bilinçli olarak Allah'a davet etme onuru uğruna
çekilen mihnet olur. Bu ise insanın derecesini yükselten bir
nimetten başka bir şey değildir.
Aynı şekilde, Kur'ân'ın bakışına göre, -ki Kur'ân'ın bakışı haktan
başka bir şey değildir- bir kavme isabet eden kötülüklerin kaynağı
onların amelleridir. Yine onlara isabet eden iyiliklere gelince,
onlar sadece yüce Allah'tandır.
Evet, burada iyilikleri bir açıdan insanlara nispet eden ayetler
de vardır kuşkusuz. Meselâ: "O ülkelerin halkı inansalar ve (günahlardan)
sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden
nice bereket kapıları açardık." (A'râf, 96) "Sabrettikleri ve ayetlerimize
kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyrugumuzla
dogru yola ileten önderler tayin etmiştik." (Secde, 24) "Onları
rahmetimizin içine aldık; dogrusu onlar iyi kimselerdendi." (Enbiyâ,
86) Bu anlamı içeren ayetlerin sayısı oldukça fazladır.
Ne var ki, yüce Allah Kur'ân'da yarattığı herhangi bir varlığın,
kendisi için öngörülen bir amacı gerçekleştirmesinin, bir hayra
ulaşmasının ancak Allah'ın muktedir kılması ve yol göstermesi ile
mümkün olabileceğini vurgulamaktadır: "...Her şeye kendi (özel)
yaratılışını veren, sonra da onu (o dogrultuda) hidayet eden Allah'tır."
(Tâhâ, 50) "Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı,
içinizden hiçbir kimse asla temiz bir hâle gelemezdi." (Nûr, 21) Bu
iki ayetle ve bundan önce zikrettiğimiz ayetlerle, iyiliklerin yüce Allah'tan
olması hususunda karşımıza yeni bir anlam çıkıyor. O da
şu ki: Insan, ancak yüce Allah'ın sahip kılması ile, ona ulaştırması
ile bir iyiliğe sahip olabilir. Demek ki bütün iyilikler Allah'ın, kötü-
lükler de insanındır. Böylece, "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına
gelen kötülük ise kendindendir..." ayetinin anlamı daha bir belirginlik
kazanıyor.
Iyilikler Allah'tandır, çünkü her iyi O'nun tarafından yaratılmıştır.
Hilkat ve güzellik de ayrılmaz ikilidir. Yine iyilikler O'ndandır,
çünkü hayırdırlar. Hayır ise, O'nun elindedir. Bir kimse ancak O'nun
sahip kılmasıyla bir hayra sahip olabilir. Kötülükler ise ona nispet
edilmezler. Çünkü kötü bir şey, kötülük bağlamında yaratılmış değildir.
Yüce Allah ise yaratır. Yaratma O'nun işidir. Kötülük, meselâ
insanın Allah katından gelen bir rahmeti yitirmesidir; insanlar tarafından
işlenen bir amelden dolayı, yüce Allah o rahmetin akışını
durdurmuştur. Itaat ve günah anlamında iyilik ve kötülüğe gelince;
daha önce bu kitabın birinci cildinde, "Allah bir sivrisinegi... örnek
göstermekten çekinmez." (Bakara, 26) ayetini tefsir ederken, bunların
yüce Allah'a nispet edilişleri hakkında açıklamalarda bulunduk.
Bu bağlamda tefsir kitaplarını inceleyecek olursanız, farklı sözler,
değişik görüşler ve eğilimler göreceksiniz, sizi hayrete düşürecek
problemlerle karşılaşacaksınız. Yaptığımız açıklamaların, Allah'ın
kitabı üzerinde düşünenler için yeterli bir açıklıkta ve açıklayıcılıkta
olmasını diliyoruz. Bir araştırmacı, bu konuyu incelerken,
konunun fark-lı yönlerini birbirinden ayrı tutmak, Kur'ân'ın iyilik,
kötülük, nimet, ceza gibi kavramlara getirdiği anlamları kavramak,
toplumun ve bire-yin kişiliklerini ayrı ayrı değerlendirmek zorundadır.
Çünkü böyle yap-ması hâlinde, ifadelerin ana mesajını
net bir şekilde algılayabilir.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, "Kendilerine elinizi savaştan çekin...
denenleri görmedin mi?" ayetiyle ilgili olarak Nesai, Ibn-i
Cerir, Ibn-i Ebi Hatem, Hakim -sahih olduğunu belirterek- ve
Beyhaki kendi Süneninde Ikrime kanalıyla Ibn-i Abbas'ın şöyle dediğini
rivayet ederler: "Abdurrahman b. Avf ve arkadaşları
Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek, 'Ey Allah'ın peygamberi, bizler
müşrikken onurlu, üstün idik; fakat iman edince alçaldık.' dediler.
Peygamberimiz (s.a.a) 'Ben affetmekle [savaştan el çekip eziyetleri
hoş görmekle] emredildim. Sakın halkla savaşmayın.' Yüce Allah,
onun Medine'ye gelmesini sağlayınca, savaşmasını emretti.
Bunun üzerine daha önce savaş isteyenler, bu sefer savaştan kaçındılar.
Yüce Allah, onların çelişkili tavırlarına işaret eden şu ayeti
indirdi: "Kendilerine, elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin
mi?"
Yine aynı eserde, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir Kata-
de'den bu ayetle ilgili olarak şunları rivayet ederler: "Peygamberin
(s.a.a) ashabı içinde bir grup vardı. Bunlar, hicretten önce Mekke'de
oldukları sırada savaşmak için can atıyorlardı. Resulullah'a
(s.a.a) gidip şöyle dediler: Bize izin ver ki, külünklerimizi alıp onlarla
savaşalım. [Yani onlara kılıçsız bile galip gelebiliriz.]"
Katade daha sonra şöyle diyor: "Bize gelen bilgilere göre
Abdur-rahman b. Avf da bunlar arasındaydı. Fakat Resulullah
(s.a.a) onları bundan menederek, bana savaş emri verilmedi, buyurdu.
Ancak hicret gerçekleşip savaş emri verilince, bu adamlar
bundan hoşnut olmadılar ve sizin duyduğunuz şeyleri yaptılar. Bunun
üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "De ki, dünya geçimligi azdır,
ahiretse sakınanlar için daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar
bile zulmedilmez."
Tefsir-ul Ayyâşî'de Safvan b. Yahya kanalıyla Imam Musa
Kâzım'-dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Allah dedi ki: Ey Âdemoğlu,
benim me-şiyetimle (irade ve dilememle) dileyebiliyor ve söyleyebiliyor
oldun. Benim gücümle sana yüklediğim farzları yerine getirdin.
Benim bahşettiğim nimetler sayesinde, kendinde bana karşı
günah işleyecek gücü bulabildin. Sana gelen her iyilik Allah'tandır;
başına gelen her kötülük de kendindendir. Çünkü sana iyilik verme
hususunda ben senden daha öncelikliyim ve sana kötülük
verme noktasında, sen benden daha layıksın. Çünkü ben yaptığımdan
dolayı sorgulanmam; ama insanlar sorgulanırlar." [c.1,
s.258, h:200]
Ben derim ki: Tefsirimizin birinci cildinde, "Allah bir sivrisinegi...
örnek olarak göstermekten çekinmez." (Bakara, 26) ayetini açıklarken,
bu rivayetin değişik bir ifade tarzına sahip bir diğer versiyonunu
aktardık. Orada bununla ilgili düşüncelerimize de yer verdik.
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle
Abdurrahman b. Haccac'dan şöyle rivayet eder: "Imam Cafer Sadık'ın
(a.s) yanında belâdan ve yüce Allah'ın müminlere özgü kıldığı
belâ türlerinden söz edildi. Buyurdu ki: Resulullah'a (s.a.a), dünyada
en şiddetli belâlara duçar olanlar kimlerdir? diye soruldu.
Buyurdu ki: Peygamberler. Sonra insanların içerisinden peygamberlere
benzeyenler (evliyâullah), derecelerine göre sıralanırlar.
Daha sonra müminler imanları ve amellerinin iyiliği oranında belâlara
maruz kalırlar. Dolayısıyla kimin imanı sahih, ameli güzelse,
karşılaştığı belâ da o oranda şiddetli olur. Imanı gevşek ve ameli
zayıf olanın başına gelen belâ da o oranda cılız olur." [Usûl-ü Kâfi, c.2,
s.252, h:2]
Ben derim ki: Ünlü rivayetlerden biri de Peygamber efendimizin
(s.a.a) şu sözüdür: "Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir."
Aynı eserde, birkaç kanaldan Imam Sadık ve Imam Bâkır'dan
(a.s) şöyle rivayet edilir: "Mümin [onun iman ve belâ hususundaki
durumu] terazinin [iki] kefesi gibidir. Imanı arttıkça başına gelen
belâlarda da artış olur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.254, h:10]
Aynı eserde Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Yüce Allah mümine belâları armağan olarak gönderir, tıpkı gurbetteki
bir insanın ailesine armağan göndermesi gibi. Bir doktorun
hastaya zararlı şeyleri yasaklaması gibi, mümine dünyayı yasaklar."
[Usûl-ü Kâfi, c.2, s.255, h:17]
Yine aynı eserde Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah'ın, malında ve bedeninde
Allah için payı bulunmayan kuluna ihtiyacı yoktur." [Usûl-ü
Kâfi, c.2, s.256, h:21]
Ilel-uş Şerayi adlı eserde, Imam Ali b. Hüseyin'den (a.s), o da
babası Imam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet eder: Resulullah
(s.a.a) buyurdu ki: "Mümin bir dağın başında bulunsa bile yüce Allah,
sevaba nail olsun diye, eziyet edecek birini ona musallat eder."
[c.1 s.44, h:2, Necef baskısı]
et-Temhis adlı eserde Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Hiç günahı kalmayıncaya kadar, dertler ve gamlar
mümine eşlik ederler."
Yine Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Müminin üzerinden
kırk gün geçmez ki, kendisini üzen ve Rabbini hatırlatan bir
olayla karşılaşmasın."
Nehc-ul Belâğa'da Imam Ali (a.s) şöyle der: "Beni bir dağ sevse,
paramparça olur." Ve der ki: "Biz Ehlibeyt'i seven kimse, belâlara
karşı kendine bir giysi hazırlasın." [Nehc-ül Belâğa, Kısa sözler: 111
ve 112.]
Ben derim ki: Ibn-i Ebi'l Hadîd Imamın bu sözünü şerh ederken
şöyle der: Peygamber efendimizden (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) hitaben
şöyle buyurduğu nakledilir: "Seni ancak mümin sever. Ancak münafık
sana buğzeder." Öte yandan Peygamberimizin (s.a.a), bir diğer
hadiste de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Belâlar, tepelerden
aşağı akan sulardan daha çabuk mümine ulaşırlar." Bu iki
önerme, doğru bir sonucu kaçınılmaz kılıyorlar: Evet, Hz. Ali'yi (a.s)
bir dağ sevse, paramparça olur.1
Biliniz ki, bu anlama yönelik rivayetlerin sayısı oldukça kabarıktır,
tümü de yaptığımız açıklamayı destekler niteliktedir.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Münzir ve Hatib, Ibn-i Ömer'-
den şöyle rivayet ederler: "Bir grup ashapla birlikte Resulullah'ın
(s.a.a) yanında bulunuyorduk. Buyurdu ki: 'Sizler! Bilmez misiniz ki,
ben Allah tarafından size gönderilen bir elçiyim?' Ashap dedi ki:
'Evet.' Buyurdu ki: 'Bilmez misiniz ki, Allah kendi kitabında, bana
itaat edenin Allah'a itaat etmiş olacağını içeren ayetler indirmiş-
tir?' Dediler ki: 'Evet! Biz tanıklık ederiz ki, sana itaat etmek Allah-
'a itaat etmektir. Allah'a itaat etmenin bir gereği de sana itaat etmektir.'
Buyurdu ki: Allah'a itaat etmenin bir gereği bana itaat etmeniz,
bana itaat etmenizin bir gereği de imamlarınıza itaat etmenizdir.
Hatta eğer onlar oturarak namaz kılarlarsa, siz de top
yekûn oturarak namaz kılın."
Ben derim ki: Peygamberimizin (s.a.a) "Hatta eğer onlar oturarak
namaz kılarlarsa..." sözü, eksiksiz tâbi oluşu vurgulamaya yönelik
kinayeli bir ifadedir.
81- "Baş üstüne" derler; ama yanından ayrılınca onlardan bir
kısmı, geceleyin senin dediğinden (veya kendi söylediklerinden)
başkasını düşünüp kurar. Allah da onların kurduklarını yazar. Sen
onlara aldırma ve Allah'a dayan; vekil olarak Allah yeter.
82- Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde durup düşünmüyorlar mı?
Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini
tutmaz birçok şeyler bulurlardı.
83- Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen
onu yayarlar; hâlbuki onu Resule veya içlerinden olan ululemre
(yetki sahibi kimselere) götürselerdi, onların arasından o işin (haberin)
içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi (ve onlara
gerçeği bildirirlerdi). Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek
azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.
84- Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden (kendi
yaptığından) sorumlusun. [Sadece] inananları [savaşa] teşvik et.
Umulur ki Allah, kâfirlerin zarar ve baskınını (onlardan) defedip gi-
derir. Allah'ın azabı (kahrı) daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Tüm ayetlerin, önceki ayetler grubuyla bağlantılı olmasını önleyecek
herhangi bir engel söz konusu değildir. Bu bakımdan, tefsirini
sunmak üzere olduğumuz bu ayetler grubunun, imanı zayıf
bazı Müslümanlara yönelik kınayıcı ifadeleri bütünlediğini söyleyebiliriz.
Bununla güdülen amaç; şayet düşünüp basîret ve görüş
sahibi olarak gerçekleri görmek isterlerse, gereği gibi düşünecekleri
ve mülâhaza ile idrak edip bilecekleri şekilde öğüt almalarını
sağlamaktır.
"Baş üstüne, derler..." Ayetin orijinalinde geçen "tâat-un=baş üstüne"
kelimesi, gramatik açıdan -söylendiğine göre- haber
fonksiyonunu icra eder ve merfudur. Bu durumda anlamsal açılımı
şöyle olur: "Bizim işimiz itaattir. Yani, sana itaat ederiz." Yine
ayette geçen "berezû" kelimesi, "el-burûz" kelimesinin çoğuludur,
açıklık ve çıkış demektir. "Beyyete" kelimesinin mastarı olan "ettebyit"
ise, "beytûte" kökünden gelir ve bir işi geceleyin düşünüp
sağlamlaştırmak anlamını ifade eder. "Tekûlu=dediğin" fiilindeki
zamir, ayette geçen "tâifet-un=bir kısım" kelimesine veya
Peygamber efendimize (s.a.a) dönüktür.
O hâlde ayetin anlamı -Allah herkesten daha iyi bilir- şudur:
"Cihat için çağırdığın ve bu çağrına olumlu karşılık veren bu adamlar
der-ler ki: 'Bizim işimiz itaat etmektir.' Ama senin bulunduğun
yerden çık-tıklarında sana verdikleri cevaptan, sana söyledikleri
veya senin onlara söylediğin sözden farklı bir tavırla ilgili olarak
geceleyin düşünüp karar alırlar." Burada onların Peygambere
(s.a.a) muhalefet etmeyi kararlaştırdıkları, kinayeli bir ifadeyle dile
getiriliyor.
Ardından yüce Allah, elçisine onlara aldırmamasını, işlerinde
ve kararlarında Allah'a güvenip dayanmasını emrediyor: "Sen onlara
aldırma ve Allah'a dayan; vekil olarak Allah yeter." Ayette,
bu tavırları anlatılanların, bazılarının iddia ettikleri gibi, münafıklar
olduklarına ilişkin bir kanıt yoktur. Aksine ayetlerin akışının bütünlüğü
göz önünde bulundurulduğu zaman, bundan farklı bir sonuç
çıkar ortaya.
"Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde durup düşünmüyorlar mı?..." Soru
tarzında bir teşvik ifadesi... Ayetin orijinalinde geçen
"yetedebberûne" kelimesi, "tedebbur" kökünden, bir şeyi diğer bir
şeyden sonra almak demektir. Ayetin atmosferi içinde ise, bir ayeti
diğer bir ayetten sonra düşünmeyi veya ayet üzerinde peş peşe
düşünmeyi ifade eder. Fakat maksat, Kur'ân'da çelişki olmadığını
anlatmak olduğundan ve bu da birden fazla ayetler arasında gözlemlendiğinden,
asıl ilk anlamın kastedildiğini, onun temel olduğu
ortaya çıkıyor. Gerçi bu, ikinci anlamı da büsbütün olumsuzlamamaktadır.
Şu hâlde maksat, onları Kur'ân ayetleri üzerinde düşünmeye,
inen her hükümle, açıklanan her hikmetle, her kıssayla, her öğütle
ve herhangi diğer bir meseleyle ilgili olarak, Mekkî [Mekke dönemi
inişli], Medenî [Medine dönemi inişli], muhkem, müteşabih tüm
ayetlere başvurmaya ve Kur'ân'da çelişki olmadığını açık bir şekilde
gözlemleyecek duruma gelinceye kadar bir kısmını bir kısmının
yanına koyup etüt etmeye teşvik etmektir. Çünkü Kur'ân ayetlerinin
önceden inenleri sonradan inenlerini tasdikler, bazısı bazısına
tanıklık eder.
Dolayısıyla ayetler arasında akla gelebilecek hiçbir çelişki yoktur.
Bazısının bazısını olumsuzlaması veya reddetmesi şeklinde çelişme
ihtilafı olmadığı gibi, zıtlaşma ihtilafı da yoktur. Yani iki ayetin,
açıklamadaki uyumluluk, anlam ve maksattaki sağlamlık açısından
birbirinin zıddını ifade etmesi söz konusu değildir. Bazılarının
yapı olarak diğerlerinden daha sağlam ve temellerinin daha
muhkem olması anlamında çarpıklık örnekleri yoktur Kur'ân'da.
Bu, ayetleri birbirine benzeyen, birbiriyle uyum içerisinde olan, bir
kısmı diğer bir kısmını gerçekleştiren, her şeyi tekrar tekrar [veya
emir-nehiy, cennet-cehennem, sevap-azap gibi ikişerli olarak] bil-
diren bir kitaptır. Öyle ki onu dinlerken etkisinden tüyler ürperir,
diken diken olur. [Zümer suresinin 23. ayetine işarettir.]
Kur'ân'da bu tarz çelişki ve ihtilafların olmadığını anlamaları,
onları Kur'ân'ın Allah katından inen bir kitap olduğu, O'ndan başkasından
gelmediği sonucuna götürür. Eğer Kur'ân Allah'tan başkasının
ortaya koyduğu bir kitap olsaydı, içinde birçok ihtilaf barındırmadan,
birbiriyle çelişen ifadeler içermekten kurtulamazdı.
Çünkü Allah'ın dışındaki tüm evrensel varlıklar, özellikle insanlar -
ki onlardan bazı septikler (şüpheciler) Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğundan
şüphe ediyorlar- varoluşları ve evrenin doğası gereği hareket,
değişim ve tekâmül etme olgusuna göre programlanmışlardır.
Dolayısıyla evrende yer alan hiçbir varlık yoktur ki, var olduğu sürece
farklı yönlere ve değişik durumlara sahip olmasın.
Bugün dünden daha akıllı olduğunu görmeyen insan yoktur.
Her insan, son olarak işlediği bir amelin veya buna benzer bir eylemin
ya da düşünüp ortaya koyduğu bir görüş veya bir bakış açısının,
daha önce sergilediği buna benzer şeylerden daha sağlam,
daha tutarlı olduğunu görür. Hatta bu durum, tedricî ve aşamalı
olarak varolan bir tek eylem için de geçerlidir. Yazarın yazdığı kitap,
şairin söylediği şiir, hatibin yaptığı konuşma gibi. Bunlar üzerinde
düşünüldüğü zaman sonlarının başlarından daha iyi, bazı kısımlarının
bazı kısımlarından daha üstün olduğu görülür.
Dolaysısıyla bir insan, hem kendi iç dünyasında, hem de sergilediği
herhangi bir amelde ihtilaftan, farklılaşmadan ve çelişkiden
kurtulamaz. Bu ihtilaflar, farklılıklar ve çelişkiler öyle bir-iki tane
değil, çok çok fazladır. Bu, genel dönüşüm ve tekâmül olgusunun
etkisi, egemenliği altında olan insanı ve diğer varlıkları bağlayan
bütünsel bir yasadır. Varlık âleminde, peş peşe iki zaman diliminde
aynı hâl üzere kalan bir tek varlık gösterilemez. Her şeyin özü
ve durumları sürekli bir değişime tâbidir.
Bununla, "birbirini tutmaz birçok şeyler" ifadesindeki "çok" nitelemesinin
hikmetini algılıyoruz. Şu hâlde bu niteleme açıklamaya
dönüktür; ihtirazî [kastedilmeyen şeyleri dışlayan] bir kayıt de-
ğil. Bu durumda ifadenin anlamı şu şekilde açıklığa kavuşuyor: "Eğer
Kur'ân Allah'tan başkasının ortaya koyduğu bir kitap olsaydı,
onda ihtilaflar bulurlardı. Ve bu ihtilaflar, Allah'tan başkasının ortaya
koyduğu her şeyde bulunan ihtilaflar sayısınca çok olurdu."
Yoksa ifadenin anlamı, "Ayette sadece Kur'ân'da çok ihtilafın bulunmadığı
ifade ediliyor; az bir ihtilafın değil [dolayısıyla Kur'ân'da
çok tutarsızlık yok; ama az tutarsızlık var]." şeklinde değildir.
Kısacası Kur'ân'ı inceleyen, onun üzerinde düşünen kimseler,
onun insanla ilintili her meseleye, dünya ve ahirete ilişkin bilgilere,
yaratma ve meydana getirme konularına, sonra genel insanî faziletlere
değindiğini gözlemler. Bunun yanında Kur'ân'ın insan türüne,
istisnasız herkesi kuşatacak şekilde egemen olan toplumsal
ve bireysel yasalardan söz ettiğini; kıssalar, ibret tabloları ve öğütler
anlattığını görür. Bütün bunları Kur'ân, insanları benzerini getirmeye
çağırdığı ayetler aracılığıyla açıklar; yirmi üç yıllık bir sürede
tedricî olarak parça-parça, ara-ara inen ayetler aracılığıyla sunar.
Bu esnada, durumlarda sürekli bir değişim yaşanmıştır; kimi
ayetler gece, kimisi gündüz; kimi hazerde [Peygamberin ikamet
ettiği yerde], kimisi yolculukta; kimi barış zamanında, kimisi savaş
ortamında; kimi dar zamanda, kimi rahat ortamda; kimi zorlukta,
kimi kolaylıkta inmiştir. Ama bütün bunlara rağmen, ayetlerin akıllara
durgunluk veren olağanüstü belâgatinde, sunduğu yüksek bilgilerle
yüce hikmetlerin durumunda en ufak bir değişiklik olmamış;
işaret ettiği toplumsal ve bireysel yasalar bazında bir tutarsızlığa,
çelişkiye tanık olunmamıştır. Aksine, ifadelerinin sonu, başının
üzerinde durduğu anlama yönelik olmuştur. Ayrıntılı ve detaylı
anlatımları, köklü ve temel açıklamalarında ortaya konan ilkelere
dönük olmuştur. Yasalarının ve hükümlerinin ayrıntılarının tahlil
(analiz) sonucu, saf tevhidin özüne döndükleri görülür. Yine bileşimlerin
dönük olduğu bu saf tevhidin, ayrıntıların ortaya koyduğu
nesnel olgulara dönüştüğü rahatlıkla gözlemlenir. Ite Kur'ân budur;
durumu bundan ibarettir.
Kur'ân üzerinde bu şekilde düşünen insan, diri bilincinin ve fıtrî
yargısının sonucu, bu sözleri söyleyenin, varlıklar üzerinde etkili
olan dönüşüm ve tekâmül yasasının zaman içinde üzerinde etkili
olduğu bir kimse olamayacağına, ancak bir ve Kahhar [her şeye
üstünlük sağlamış] olan ulu Allah'ın böyle bir kelâm ortaya koyabileceğine
hükmeder.
Bu açıklamayla, tefsirini sunduğumuz ayetten sırasıyla şu hususlar
belirginlik kazanmış oldu:
1- Kur'ân'ı, sıradan bir anlayış düzeyine sahip bir kimse
algılayabilir.
2- Kur'ân ayetlerinin bazısı, bazısını açıklayıcı mahiyettedir.
3- Kur'ân nesh, iptal, ekleme ve ayıklama kabul etmeyen bir
kitaptır. Hiçbir hakim hiçbir zaman onun aleyhinde hükmedemez.
Çünkü yukarıda saydığımız hususlardan birine açık olan bir kitabın,
bir nevi değişim ve dönüşüme de açık olması kaçınılmazdır.
Kur'ân ihtilafı içermediğine göre, dönüşüm ve değişime de tâbi
değildir. Dolayısıyla nesh, iptal vb. konular da onun için söz konusu
olmaz. Bunun kaçınılmaz sonucu şudur: Islâm şeriatı, kıyamet gününe
kadar geçerlidir.
"Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar..."
Ayetin orijinalinde geçen "ezâû" kelimesi, "izâa" kökünden,
"yaymak, neşretmek" anlamına gelir. Ayette, bu tarz bir yayma
ve neşretmeden dolayı, onların kınandıklarını görüyoruz. Ayetin
sonunda yer alan, "Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı..."
ifadesi gösteriyor ki, bazı müminler bu tarz bir yayma ve neşretmeden
dolayı sapma tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Tehlike de
Resulullah'a (s.a.a) muhalefet etmekten başka bir şey değildi.
Çünkü tefsirini sunduğumuz ayetler grubunun işlediği konu budur.
Bundan sonra gelen ayette, Peygamberimize, tek başına yardımcısız
kalsa dahi savaşmasının emredilmiş olması da bizim bu çıkarsamamızı
destekleyici niteliktedir.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, güven ve korkuya ilişkin olarak
getirdikleri şey, kargaşa çıkarma amaçlı bazı yalan haberlerdi.
Bunları, kâfirlerin kendisi ile müminler arasında ikilik ve ayrılık çıkarmak
için gönderdikleri casusları tertipliyordu. Bazı imanı zayıf
müminler de bu tür haberleri hiç düşünmeden, akıbetini araştırmadan
yayıyorlardı. Bu da müminlerin kararlılığını zaafa uğratıyor,
güçlerini sarsıcı rol oynuyordu. Ancak yüce Allah, müminleri zaafa
uğratmak ve onları rezil, rüsva etmek için bu tür haberler getiren
şeytanlara uymaktan korudu da bu küfür girişimi de sonuçsuz
kaldı.
Ayetin içeriği Küçük Bedir Kıssası ile örtüşüyor. Âl-i Imrân suresinin
tefsiri çerçevesinde bu kıssa ile ilgili açıklamalarda bulunduk.
Adı geçen surede yer alan konuyla ilgili ayetler, içerik bakımından
bu ayetlere benziyorlar. Her iki ayetler grubu üzerinde düşünenler
bu benzerliği gözlemleyebilirler. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamberin (Uhud
Savaşında müşriklerin ordusunu takip etme) çagrısına icabet
edenler, onların içinden iyilik yapanlar ve (günahlardan)
sakınanlar için büyük bir mükâfat vardır. Onlar öyle kimselerdir
ki, insanlar kendilerine, '(Düşmanlarınız olan) bütün insanlar size
karşı (tekrar) ordu topladılar, onlardan korkun!' dediklerinde bu,
onların imanlarını artırdı ve 'Allah bize yeter, O ne de güzel
vekildir' dediler... Işte o şeytan (bu sözü diyen insanlar), ancak
kendi dostlarını korkutur. O hâlde eger inanmış kimseler iseniz,
onlardan korkmayın, benden korkun!" (Âl-i Imrân, 172-175)
Görüldüğü gibi ayetler, Resulullah'ın (s.a.a) müminleri (Uhud
Savaşında) yara aldıktan sonra kâfirleri takip etmeye davet ettiğini,
bu sırada bazı grupların insanları bundan vazgeçirmeye, Peygamberden
uzaklaştırmaya ve müminleri müşriklerin topluluğundan
korkutmaya çalıştıklarını anlatıyor.
Bunun yanında ayetler, bütün bunların şeytan menşeli asılsız
korkutmalar olduğunu, bunları dostları aracılığı ile dile getirdiğini
vurguluyor. Bu arada eğer inanmışlarsa, onlardan değil sadece Allah'tan
korkmaları gerektiği ifade ediliyor.
Yukarıdaki ayetler ve "Onlara güven veya korkuya dair bir haber
gelince, hemen onu yayarlar..." ayeti üzerinde etraflıca düşünüldüğü
zaman, yüce Allah'ın bu ayette Küçük Bedir Kıssasını hatırlattığından,
bunu da zayıf karakterli kimi müminlere yönelik eleştiriler
ve kınamalar kategorisine aldığından kuşku duymaz. Bu
eleştiriler ve kınamalar şu şekilde ifade edilmiştir: "Sonra onlara
savaş farz kılınınca...", "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın? dediler...",
"Onlara bir iyilik gelirse...", "Baş üstüne, derler..." Sonra
aynı minval üzere şu ayete yer veriliyor: "Onlara güven veya korkuya
dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar."
"Hâlbuki onu Resule veya içlerinden olan ululemre (yetki sahibi
kimselere) götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun
ne olduğunu bilirlerdi." Nisâ suresi 59. ayette, "Eger bir hususta
anlaşmazlıga düşerseniz... onu Allah'a ve Resule götürün..." olduğu
gibi, burada Allah'a götürmekten söz edilmiyor. Çünkü Nisâ
suresi 59. ayette, üzerinde anlaşmazlığa düşülen şer'î hükmün götürülmesinden
söz ediliyor. Şer'î hükümde ise, Allah ve Resulü dışında
hiç kimsenin bir etkinliği söz konusu değildir.
Bu ayette götürülmesi istenen şey ise, insanlar arasında güven
ve korkuya ilişkin olarak yayılan haberdir. Böyle bir şeyi Allah'a ve
kitabına döndürmenin anlamı yoktur. Bu işteki etkinlik, Allah Resulü'ne
ve müminlerden olan ululemre, yani buyruk sahibi kimselere
aittir. Bu gibi haberleri duyanlar, bunları onlara götürürlerse,
onların uygun yorumu yapmaları, işin iç yüzünü anlayıp çıkarmaları;
kendilerine baş vuranlara işin gerçeğini, yanlışını, doğrusunu ve
yalanını söylemeleri mümkündür.
Şu hâlde, bilmekten maksat; ayırt etmek, yani hak ve batılı
birbirinden ayırmak, doğru ile yalanı ayırt etmektir. Şu ayetleri bu
anlamda bir ölçü olarak değerlendirebiliriz: "Allah, gizlide kimin
kendisinden korktugunu bilsin." (Mâide, 94) "Allah, elbette inananları
da bilir ve elbette iki yüzlüleri de bilir." (Ankebût, 11)
Ayetin orijinalinde geçen "yestenbitûne=işin iç yüzünü anlayanlar"
kelimesinin mastarı "istinbat" kelimesi, sözün kapalılık duru-
mundan çıkarılıp bilgi ve ayırt etme aşamasına ulaştırılması demektir.
Bu kelimenin kökü "nebet"tir; kuyudan çıkarılan ilk su anlamına
gelir. Bu açıdan "istinbat" kelimesinin, Resul ile ululemrin
vasfı olması mümkündür. Yani onlar meseleyi araştırıyorlar, böylece
konuyla ilgili olarak hakka ve doğruya ulaşıyorlar. Nitekim bu
kelime, meseleyi Resule ve ululemre götürenlerin -tâbi ki eğer onlara
götürürlerse- vasfı da olabilir. Çünkü onlar bu durumda, Resulün
ve emir sahiplerinin onları haberdar etmesiyle, işin gerçeğini
ve doğrusunu bilmiş oluyorlar.
Bu durumda ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Eğer
"onların arasından o işin iç yüzünü anlayanlar"dan maksat, elçi
ve emir sahipleri ise, -nitekim ayetten de anlaşılan budur- ayetin
anlamı şöyle olur: ...Elçiden ve emir sahiplerinden çıkarsama isteyenler
bilirlerdi. Sorulanların işin doğru olduğunu onayladıkları ve
onun gerçeğe uyduğunu benimsedikleri takdirde yani. Şayet maksat,
meseleyi Resule ve ululemre götürenler ise, ayetin anlamı
şöyle olur: ...Araştıranlar, açıklığa kavuşması için çabalayanlar,
bunlar içinde işin, haberin aslına ulaşma hedefini gerçekleştirenler
bilirdi.
"içlerinden olan ululemr..." ifadesiyle kastedilenler, "Allah'a
itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin."
(Nisâ, 59) ayetinde kastedilenlerdir. Gerçi daha önce, tefsir bilginlerinin
bu ayetin açıklaması hususunda ihtilaf ettiklerini belirtmiştik.
Yine bu konudaki görüşlerin beş esasa dayandığını vurgulamıştık.
Fakat bizim elde ettiğimiz anlam, bu ayette (Nisâ, 83) daha net bir
şekilde gözükmektedir.
Ayette geçen "ululemr"den maksat, "müfreze komutanlarıdır"
şeklindeki değerlendirmeye şu cevabı veririz: Bu komutanlar sadece
özel bir olayla ilgili olarak görevlendirilen müfrezenin eylemleri
oranında bir emir yetkisine sahiptiler. Bu yetki, onların uzmanlıklarını
ve eylem çerçevelerinin kapsamını geçmiyordu. Oysa ayette,
müşriklerin gizli casuslar görevlendirip müminlerin arasına
göndermesiyle onların birliğini dağıtacak, savaşa katılmalarını en-
gelleyecek yalan haberler yayma girişiminde bulunmalarına ilişkin
olarak güvenliği bozmak, korku ve genel panik havası meydana
getirmek gibi, verilen bu tür örneklerin müfreze komutanlarını ilgilendiren
bir yönü yoktur. Ki bunlarla ilgili olarak, kendilerine sorular
yönelten insanlara işin iç yüzünü, hakikatini açıklama imkânına
sahip olsunlar.
Bir diğer görüş de ayette geçen "ululemr" ile âlimlerin kastedildiği
şeklindedir. Fakat ayetin bununla bir ilgisinin olmadığı daha
da açıktır. Çünkü âlimler -o dönemde âlim derken, hadisçiler, fıkıhçılar,
hafızlar ve usûl-u dinde uzmanlığı olan kimseler
(kelâmcılar) kastedilirdi- sadece fıkıh ve hadis gibi alanlarda ihtisas
sahibiydiler.
"Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince..." ifadesinin
işaret ettiği husus ise, çok boyutlu değişik alanlarla irtibatlı derin
siyasî kökleri bulunan haberlerdir. Bu gibi haberleri kabul etmek,
reddetmek veya önemsememek yaşamsal yıkımlara, hiçbir
onarımla tedavisi mümkün olmayan sosyal zararlara yol açabilir;
toplumun kendi mutlu-luğu yolunda harcadığı onca emeğini boşa
çıkarabilir; ya da toplumun egemenliğini yitirip zillete, alçaklığa,
katliamlara ve esirliklere mah-kûm olmasına neden olabilir.
Hadis veya fıkıh ya da kıraat âlimlerinin bu gibi konularda ne
tür bir uzmanlıkları olabilir ki, yüce Allah bu gibi meselelerde onlara
baş vurulmasını, bu konuların gerçek anlamını öğrenmek için
onların görüşlerinin esas alınmasını emretsin? Acaba bu gibi problemlerin
onların elleriyle çözüme kavuşturulmasında hiç ümit yolu
var mıdır? [Böyle bir şeyin beklentisi realiteye uygun mudur?]
Ululemrden maksat, raşit halifelerin yani Ebu Bekir, Ömer,
Osman ve Ali'nin olması görüşüne gelince; buna ilişkin, kitap
(Kur'ân) ve kesin sünnette bir kanıt olmamasının yanı sıra şöyle bir
cevap vermek mümkündür: Ayetin içerdiği hüküm, ya Peygamberimizin
(s.a.a) zamanına özgüdür ya da ondan sonrasını da kapsayan
genel bir hükümdür. Birinci şıkkın doğru kabul edilmesi durumunda
adı geçen halifelerin dördünün de insanlar arasında, özel-
likle sahabeler tarafından bu özellikleriyle bilinmeleri gerekirdi.
Hadis ve tarih kitapları, onların bu şekilde bilindiklerine ilişkin bize
bir kanıt sunmamaktadır.
Ikinci şıkkı doğru kabul etmemiz durumunda, ayetin hükmünün,
onların egemenlik zamanlarının sona ermesiyle birlikte kesintiye
uğraması gibi bir olgu çıkıyor karşımıza. Bu durumda da
ayette buna ilişkin somut bir açıklamanın yer alması zorunlu olurdu.
Kur'ân'da sözü edilen ve belli bir zaman dilimine özgü kılınan
tüm özel hükümlerde olduğu gibi... Söz gelimi, Peygamberimize
özgü hükümler buna örnek verilebilir. Fakat incelediğimiz ayette,
buna ilişkin hiçbir somut belirti yoktur.
Konuyla ilgili olarak ortaya atılan bir diğer görüş de, ayette
kastedilen "emir sahipleri"nin hâl ve akd ehli [sorunları çözme ve
akitleri bağlama yetkisine sahip uzmanlar şurası] olduğu yönündedir.
Yalnız, bakanlar kurulu, parlamento gibi uygar toplumlarda
rastladığımız türden bir kuruma benzer "hâl ve akd ehli" olarak belirginleşen
bir topluluk, Peygamberimiz (s.a.a) döneminde oluşmadığı
ve o dönemde Al-lah'ın ve Resulünün hükmünden başka
hüküm yürürlükte olmadığı için, bu görüşü savunanlar, bunu sahabeler
arasında bulunan Şûrâ ehli ve bunlar içinde Hz. Peygamberin
(s.a.a) çok yakınında bulunan arkadaşları, şeklinde yorumlamak
zorunda kalmışlardır.
Her neyse; bu değerlendirmeye şu karşılık verilir: Peygamber
efen-dimiz (s.a.a) istişare amaçlı toplantılarında müminlerle Abdullah
b. Übey ve arkadaşları gibi münafıkları bir araya getirirdi.
Peygamberimizin (s.a.a) Uhud günü Abdullah b. Übey ile istişare
ettiğine ilişkin hadis ünlüdür. Peki yüce Allah'ın bu gibi hususları
Abdullah b. Übey gibilerine götürmeyi emretmesi düşünülebilir
mi?
Ayrıca gerek Peygamberimiz (s.a.a), gerekse ondan sonraki
halifeler zamanında Abdurrahman b. Avf'ın, kendisine istişare
amacıyla başvurulan kişilerden biri olduğu herkesçe kabul edilir.
Oysa zayıf karakterli müminler hakkında inen ve onları yaptıkları
bazı işlerden dolayı eleştirip kınayan bu ayetlerin giriş kısmı, yani
"Kendilerine elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin mi?..."
(Nisâ, 77) ifadesi, Abdur-rahman b. Avf ve arkadaşlarının tutumuna
dikkat çekiyor.
Nitekim sahih kaynaklarda, bu ayetin Abdurrahman b. Avf ve
arkadaşları hakkında indiği belirtilmiştir. Bu rivayeti Nesai sahihinde,
Hakim el-Müstedrek adlı eserinde sahih olduğunu belirterek
rivayet etmiştir. Yine Taberî gibi tefsir bilginleri tefsirlerinde bu rivayete
yer vermişlerdir. Ki bir önceki rivayetler bölümünde bu hadisi
aktardık. Durum böyle olduğuna göre, ayette böylesine önemli
bir hususun bu gibi insanlara götürülmesinin emredilmesi nasıl
mümkün olabilir?
Şu hâlde, "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan
ululem-re de itaat edin..." (Nisâ, 59) ayetini tefsir ederken, sadece
bizim tercih ettiğimiz değerlendirme, bu ayetin tefsiri olarak algılanmalıdır.
"Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana
uyup giderdiniz." Daha önce bu ayetlerin, Küçük Bedir
Kıssasına işaret ediyor olmalarının daha belirgin bir durum olduğuna
değinmiştik. Bu bağlamda Ebu Süfyan, Naim b. Mesud el-
Eşcai'yi Medine'ye göndererek halk arasında korku ve panik
meydana getirmekle ve Bedir Savaşı için çıkma noktasında
isteksiz davranmalarını sağlamakla görevlendirmişti. Buna göre,
"şeytana uymak"tan maksat, söz konusu provokatörün getirdiği
haberi tasdik etmek, Bedir'e çıkmama yönündeki telkinlerine
uymaktır. Bununla hiçbir zorlamaya ve dolambaçlı anlatıma gerek kalmadan,
ayetteki istisnanın [pek azınız müstesna] anlamının doğruluğu
kendiliğinden açığa çıkıyor. Şöyle ki; Naim halka, Ebu
Süfyan kalabalık bir ordu topladı, askerlerini savaş için donattı.
Onlardan korkun, kendinizi erken ölümün kucağına atmayın,
diyordu. Nitekim bu propagandalar bazılarının üzerinde etkili olmuş
ve bunlar Bedir'de bulunmaya dair verdikleri sözü yerine getirmemek
için bahaneler bulmanın peşine düşmüşlerdi. Peygam-
berimiz (s.a.a) ve çok yakın bazı arkadaşları dışında bu olumsuz
propagandanın etkisinden kurtulan olmamıştı. "pek azınız müstesna..."
ifadesiyle kastedilen de budur. Bu bir avuç azınlık hariç,
insanların çoğu korkunun etkisiyle sarsılmış, sonra kendilerini toparlayarak
azınlığın peşine düşüp sefere çıkmışlardı.
Ayetteki istisna ile ilgili ön plâna çıkardığımız bu yorum, zorlama
ve dolambaçlı olmamakla birlikte önceden sözü edilen karinelerle
de pekiştirilmektedir.
Ancak tefsir bilginleri, ayetteki bu istisnanın yorumu bağlamında
çarpıklık veya zorlamadan kurtulamayan farklı yöntemleri
esas almışlardır. Bazılarına göre, ayette geçen "lütuf" ve "rahmet"
ten maksat; yüce Allah'ın müminlere, kendisine itaati, elçisine
ve içlerinden olan ululemre itaati farz kılmasıyla yol göstermiş
olmasıdır. Azınlık diye istisna edilenler de fıtratları bozulmamış
temiz kalpli müminlerdir. Buna göre, ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:
Eğer Allah'ın sizi itaatin zorunluluğuna ve meseleyi
elçiye ve buyruk sahibine döndürmenin gerekliliğine iletmesi
olmasaydı, topluca sapmak suretiyle şeytana uymuş olurdunuz.
Temiz ve bozulmamış fıtrat sahibi bir azınlık grup hariç... Onlar
haktan ve iyilikten kesinlikle sapmazlar.
Bu yorumla ilgili olarak söyleyeceğimiz söz şudur: Bu yoruma
göre, lütuf ve rahmet, buna ilişkin somut bir kanıt olmaksızın özel
bir hükme özgü kılınmaktadır. [Yani, genel bir anlama sahip olan
lütuf ve rahmet, Allah'a itaat etmenin, Resule ve ululemre başvurmanın
gerekliliği şeklinde yorumlanarak, ortada hiçbir kanıt
olmaksızın özel bir anlamda kullanılmıştır.] Bu ise, Kur'ân'ın ifade
tarzından uzak bir uygulamadır. Kaldı ki ayetin zahiri, bunun sona
ermiş ve geçmişe yönelik bir minnet hatırlatması olduğunu ortaya
koymaktadır.
Bir diğer görüşe göre, ayeti zahirî doğrultusunda yorumlamak
gerekir. Dolayısıyla ihlâslı olmayan müminler, ek lütuf ve rahmete
muhtaçtırlar. Ihlâslı olanları bile, ilâhî inayetten müstağni değildirler.
Bu yoruma yönelik itirazımız şudur: Böyle bir durumda, ifadenin
zahirinin vehmettirdiği bir hususun [yani, ancak ihlâslı olmayanların
ilâhî lütuf ve rahmete muhtaç olması vehminin] Kur'ân
belâgatince bertaraf edilmesi gerekirdi. Ancak ayette böyle bir
noktayı gözlemleyemiyoruz. Nitekim yüce Allah bütün herkesin lütuf
ve rahmete muhtaç olduğunu belirterek, bir ayette şöyle buyuruyor:
"Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, içinizden
hiçbir kimse asla temiz bir hâle gelemezdi." (Nûr, 21) Başka bir
yerde de insanların en üstünü olan Peygamberimize (s.a.a) şöyle
hitap ediyor: "Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa,
onlara meyledecektin. O takdirde sana hayatın da, ölümün de
kat kat azabını tattırırdık." (Isrâ, 74-75)
Bazıları, lütuf ve rahmetten maksat, Kur'ân ve Peygamber efendimizdir
(s.a.a) demişlerdir. Bazılarına göre de maksat, fetih ve
zaferdir. Böylece cümledeki istisna yerinde oluyor. Çünkü çoğunluk,
ancak fetih ve zafer gibi hoşuna giden ilâhî somut inayetlerden
dolayı hak üzere kalır. Hakkın acı veren sonuçlarına ise, ancak
durumlarının bilincinde olan azınlık müminler grubu katlanır.
Bazılarına göre istisna, "onu yayarlar" sözünden yapılmıştır. [O
hâlde ayetin anlamı şöyle olur: Onlara güven veya korkuya dair bir
haber gelince, hemen onu yayarlar; pek azı müstesna.] Başkaları
da istisnanın, "iç yüzünü arayanlar" sözünden yapıldığını demişlerdir.
[Yani, eğer duydukları haberi Resule veya ululemre götürselerdi,
onların arasından o işin iç yüzünü anlayanlar, pek azı müstesna,
onun ne olduğunu bilirlerdi.]
Bir diğer grup da şöyle demiştir: Istisna yalnızca lâfızda söz
konusudur. Ki topluluk ve kuşatıcılık ifade eder. Buna göre ayetin
anlamı şöyledir: "Eğer Allah'ın size yönelik lütfü ve rahmeti olmasaydı,
hepiniz şeytana uyardınız." Bu, tıpkı şu ayete benzemektedir:
"Sana (Kur'-ân'ı) okutacagız; artık Allah'ın diledigi hariç, sen
hiç unutmayacaksın." (A'lâ, 6-7) Bu ayetlerdeki dileme istisnası,
unutmanın olumsuzlaşmasıyla hükmün genelliğini ifade eder.
Görüldüğü gibi, bu değerlendirmelerin hiçbiri zorlamadan kur-
"Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden (kendi yaptığından)
sorumlusun! [Sadece] inananları [savaşa] teşvik et." Ayetin orijinalinde
geçen "tükellefu" sözcüğünün mastarı "et-teklif" kelimesi,
meşakkat ifade eden "el-külfet" kökünden türemiştir. Teklife de
teklif (meşakkat, zorluk) denilmesi, mükellefe (yükümlüye) zorluğun
yüklenmesi nedeni iledir. Yine ayette geçen "tenkil=ceza" sözcüğü,
"nekâl" kökünden gelir ve Mecma-ul Beyan tefsirinde vurgulandığı
gibi, şu anlamı ifade eder: Benzeri bir azaba uğratılma korkusu
ile insanların bozgunculuk yapmasını engelleyici ceza. Görevini
yerine getirmeyenin bir daha benzeri bir suça yeltenmeyeceği
diğer mükelleflerin ibret alacağı şekilde cezalandırılması yani.
"Fe-katil fî sebîlillah=Artık Allah yolunda savaş" ifadesinin başında
yer alan "fa" harfi, ayrıntılandırma amaçlı bir edattır. Buna
göre, savaş emri, önceki ayetlerin içeriklerinden çıkan sonucun
yani, halkın düşmana karşı çıkmada ağır davranması konusunun
bir ayrıntısı niteliğindedir. Hemen sonrasında yer alan cümleler
bunu kanıtlamaktadır: "Sen ancak kendinden sorumlusun..." Anlatılmak
istenen şudur:
Onlar cihada çıkmakta ağır davranıyorlarsa, savaştan
hoşlanmıyorlarsa, ey Allah'ın Resulü, sen kendin savaş. Ağır davranmaları,
Allah'ın emrine karşı çıkmaları senin gücüne gitmesin.
Çünkü başkasının yükümlülüğü seni bağlamaz. Sen onların değil,
kendine yönelik buyruklardan sorumlusun. Sen kendinden başkasını
ancak teşvik edebilirsin. O hâlde savaş ve müminleri de savaşa
teşvik et. Böylece umulur ki Allah, kâfirlerin zorlu gücünü kırsın,
zarar ve baskınını onlardan defedip gidersin.
"Sen ancak kendinden sorumlusun." ifadesi şu anlamı içeriyor:
"Sen ancak kendi yaptığından sorumlu tutulursun." Bu istisna
da, muzaf takdir etmek suretiyle bu şekilde yorumlanabilir. Şöyle
ki, "la tükellefu illa nefseke" ifadesinin takdirî açılımı şu şekildedir:
"La tükellefu ente şey'en illa amele nefsike." [Görüldüğü gibi
istisna ("illa nefseke" ifadesi), muzaf (yani amel kelimesinin) tak-
dir edilmesi şeklinde açıklanmıştır. Yani, sen ancak kendi yaptığından
sorumlusun.]
"Umulur ki Allah, kâfirlerin zarar ve baskınını (onlardan) defedip
giderir..." Daha önce "asa" sözcüğünün "ümit" anlamına delâlet
ettiğini belirtmiştik. Ve bu ümidin, konuşanın veya muhatabın
kendisiyle ya da diyalog ortamıyla kaim olmaktan daha genel bir
anlam ifade ettiğini vurgulamıştık. Dolayısıyla tefsir bilginlerinin,
"asa" sözcüğü, yüce Allah'a izafeten kullanıldığı zaman kesinlik ifade
eder, şeklindeki değerlendirmelerine gerek yoktur.
Bu ayet, savaşa gitmemek için ağır davrananlara yönelik ilâhî
azar ve kınamanın yoğunluğuna, çokluğuna delâlet eden bir ifade
tarzına sahiptir. Öyle ki, onların ağırdan almacı tavırları, yüce Allah'ın
Peygamberine (s.a.a) tek başına savaşmasını, onlara aldırmamasını,
çağrısına olumlu karşılık vermeleri için ısrar etmemesini,
onları kendi hâllerine bırakmasını ve bu tür tutumlardan dolayı
içinde bir sıkıntı hissetmemesini emretmesini gerektirmiştir.
Çünkü o sadece kendi nefsinden ve müminleri savaşa teşvik etmekle
yükümlüdür. Uyan uyar, uymayan uymaz.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Aclan'-
dan şöyle rivayet eder: Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini
duydum: "Yüce Allah, 'Onlara güven veya korkuya dair bir haber
gelince, hemen onu yayarlar.' ayetinde, bazılarını ifşa etmekle,
duydukları haberleri yaymakla kınamıştır. O hâlde, gizli bir şeyi açığa
vurmaktan, (duyduğunuz haberi) yaymaktan kaçının." [Usûl-ü
Kâfi, c.2, s.369, h:1]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdulhamid b. Ebi
Deylem'den, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder:
"Allah buyurdu ki: 'Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan
ululemre de itaat edin.' Yine buyurdu ki: 'Hâlbuki onu Resule ve
içlerinden olan ululemre götürselerdi, onların arasından işin iç
yüzünü anlayanlar, onun ne oldugunu bilirlerdi.' Böylece insanla-
rın yönetimini, içlerinden olan ululemre (emir sahiplerine) bırakmıştır
ki, onlara itaat etmeyi ve sorunların çözümü için onlara baş
vurmayı emretmiştir." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.295, h:3]
Ben derim ki: Bu rivayet, bizim ikinci ayette geçen
"ululemr"den maksat, ilk ayette geçen "ululemr"dir, şeklindeki
değerlendirmemizi desteklemektedir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Abdullah b. Aclan Imam Muhammed Bâkır-
'ın (a.s), "Hâlbuki onu Resule ve içlerinden olan ululemre
götürselerdi..." ayeti ile ilgili olarak, "Kastedilenler Ehlibeyt
Imamlarıdır." dediğini rivayet eder. [c.1, s.260, h:205]
Ben derim ki: Aynı anlamı içeren bir rivayeti Abdullah b.
Cündeb Imam Rıza'dan (a.s) aktarır. Imam Rıza Vakıfiye Mezhebi'ne
ilişkin değerlendirmelerini içeren bir yazıda ona (Abdullah b.
Cündeb'e) ululemrden maksadın Ehlibeyt Imamları olduğunu buyurur.
1 Yine Şeyh Müfid el-Ihtisas adlı eserde, bu konuya ilişkin olarak
Ishak b. Ammar kanalıyla Imam Sadık'tan (a.s) uzun bir hadis
rivayet eder.
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Muhammed b. Fudayl'dan, "Eger Allah'ın
size lütuf ve rahmeti olmasaydı..." ayetiyle ilgili olarak Imam Ebu'l
Hasan Musa Kâzım'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Lütuftan
maksat Resulullah (s.a.a), rahmetten maksat da Emir-ül
Müminin'dir [Hz. Ali'dir]." [c.1, s.261, h:208]
Yine aynı eserde Zürare Imam Bâkır'dan (a.s) ve Hamran Imam
Cafer Sadık'tan (a.s), "Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti
olmasaydı..." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet ederler: "Allah'ın
lütfu elçisi, rahmeti de Ehlibeyt Imamlarının velayetidir." [c.1, s.261,
h:207]
Yine aynı eserde Muhammed b. Fudayl, salih kuldan [yani, Imam
Musa Kâzım'dan] (a.s) şöyle rivayet eder: "Rahmetten maksat
Resu-lullah (s.a.a), lütuftan maksat da Ali b. Ebu Talip'tir (a.s)."
[c.1, s.261, h:209]
Ben derim ki: Rivayetleri, genel ve soyut olguların nesnel ve
özel olgulara uyarlanışı şeklinde algılamak gerekir. Kastedilen de
peygamberlik ve velayettir. Bunlar ayrılmaz iki sebeptir, yüce Allah
onlar aracılığıyla bizi sapıklık uçurumundan ve şeytanın tuzağından
kurtarmıştır. Bunlardan biri tebliğ edilen sebep, diğeri de yürütmeci
sebeptir. Son rivayete daha fazla itibar edilir. Çünkü yüce
Allah kitabında elçisini "rahmet" olarak nitelemiştir: "Biz seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 107)
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ali b. Hadîd'den, o da
Murazim'den Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet
eder: "Yüce Allah, kullarından hiç kimseye yüklemediği yükümlülüğü
elçisine yüklemiştir. Kendisiyle birlikte savaşacak bir grup bulamaması
durumunda tek başına tüm insanlara (düşmanlara)
karşı çıkmakla yükümlü tutmuştur. Ondan önce ve ondan sonra
hiç kimseyi bununla yükümlü tutmamıştır." Ardından Imam şu ayeti
okudu: "Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun."
Sonra şöyle buyurdu: "Buna karşılık yüce Allah, kendisi için belirlediğini
onun için de belirlemiş ve şöyle buyurmuştur: "Kim bir
iyilikle gelirse, ona getirdigi o iyiligin on katı vardır." (En'âm, 160)
Bunun yanında Resule (s.a.a) salavat getirmenin on iyiliğe bedel
olduğunu belirtmiştir." [Ravzat-ul Kâfi, c.8, s.274, h:414]
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Süleyman b. Halid'den şöyle rivayet edilir:
Imam Cafer Sadık'a (a.s) insanların Hz. Ali (a.s) ile ilgili olarak,
"Şayet haklı idiyse, onu hakkını almak için kıyam etmekten alıkoyan
neydi?" şeklinde söyledikleri sözlere ilişkin olarak ne düşündüğünü
sordum. Buyurdu ki: "Yüce Allah, Resulullah'tan (s.a.a)
başkasını tek başına baş kaldırmakla yükümlü tutmamıştır. O,
Resulü'ne hitaben şöyle buyurmuştur: 'Artık Allah yolunda savaş.
Sen ancak kendinden sorumlusun. [Sadece] inananları [savaşa]
teşvik et.' Bu ancak Allah'ın Resulü için geçerli olan bir yükümlülüktür.
Onun dışındaki insanlar içinse şu hüküm geçerlidir: 'Tekrar
savaşmak için bir tarafa çekilmek veya diger bölüge ulaşıp mevzi
tutma durumu hariç... [Yani, böyle birilerinin savaşa katılmamasının
sakıncası yoktur.]' [Enfâl, 16] O gün, Ali'ye hakkını almak için
yardım edecek bir grup yoktu." [c.1, s.261, h:211]
Aynı eserde Zeyd Şehham Imam Cafer b. Muhammed'den
(a.s) şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) kendisinden istenen
hiçbir şeye, yoktur, dememiştir. Şayet istenen şey varsa verir, yoksa,
inşallah olursa veririm, derdi. Hiçbir zaman kötülüğe kötülükle
karşılık vermemiştir. 'Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden
sorumlusun.' ayeti indiğinden itibaren de karşılaştığı tüm
müfrezelerde bizzat kendisi komutanlık yapmıştır." [c.1, s.261,
h:212]
85- Kim iyi bir şefaatte bulunursa, onun o şefaat(in doğurduğu
iyilik)ten bir nasibi olur; kim de kötü bir şefaatte bulunursa, şefaat(
in doğurduğu kötü akıbet)ten bir payı olur. Allah her şeye gücü
yetendir, her şeyin koruyucusudur.
86- Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeli ile selâm
verin yahut aynısı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyi
(hakkıyla) hesaplayandır.
87- Allah'tır ki Ondan başka ilâh (tapacak) yoktur. Geleceğinde
şüphe olmayan kıyamet günü, sizi mutlaka bir araya toplayacaktır.
Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
88- Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?!
Hâlbuki Allah onları, yaptıklarından dolayı (gerisingeri) küfre döndürdü.
Allah'ın, kötü amelleri sonucu saptırdığını doğru yola iletmek
mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, artık onun için (doğruya)
hiçbir yol bulamazsınız.
89- Onlar, sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla
eşit olasınız. Onun için Allah yolunda göç etmedikçe onlardan
hiçbirini dost edinmeyin. Eğer (göç etmekten) yüz çevirirlerse, onları
yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün; onlardan dost ve yardımcı
edinmeyin.
90- Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma
sığınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan
yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır.
Allah dileseydi onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı.
Artık onlar sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve size barış
teklif ederlerse, (bu durumda) Allah size, onların aleyhinde bir yola
girme hakkı (savaş izni) vermemiştir.
91- Hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen
başkalarını da bulacaksınız. Ne var ki fitneye (küfre veya savaşa)
her çağırdıklarında ona dalarlar (dönerler). Eğer sizden uzak
durmaz, barış teklif etmez ve sizden el çekmezlerse onları yakalayın,
bulduğunuz yerde öldürün. I?te onlara karşı size apaçık burhan
ve delil verdik.
Bu ayetler grubu, önceki grubu bütünleyen bir içeriğe sahiptir.
Çünkü tefsirine başladığımız bu ayetlerin tümünde (85-91) bir
grup müşrikle -yani müşriklerden olan iki yüzlü münafıklarla- girişilen
savaş konu ediliyor. Ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, bunların
müminlere inandıklarını izhar eden, sonra karargâhlarına dönüp
müşriklerin şirk inancına katılan bir grup müşrik hakkında indikleri
anlaşılır. I?te bunlarla savaşma hususunda Müslümanlarda
bir kuşku uyanır; Müslümanlar arasında, bunların konumları hakkında
değişik görüşler ileri sürülür. Bazıları onlarla savaşmaktan
yana tavır belirlerken, bazıları buna engel olur ve görünürde iman
ettikleri için onların lehinde aracılık yaparlar.
Buna karşılık yüce Allah, onlar hakkında Müslümanların yurduna
hicret etmek ya da Müslümanların kendileriyle savaşacaklarını
bilmek şeklinde iki alternatif sunar ve müminleri bu gibi insanlar
lehine aracılık yapmamak hususunda uyarır.
Bunlara başkaları [Müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan
bir topluma sığınanlar ve savaşmaktan yürekleri sıkılanlar],
sonra başkaları [hem Müslümanlardan, hem de kendi toplumlarından
emin olmak isteyenler] katılır ve onlara ya barış ya da savaştan
birine razı olmaları önerilir. Söze başlanırken içeriklerine
özet-giriş yapılarak bir ayette "şefaat" konusuna, bir diğer ayette
de barış önerisiyle ilgisi bulunduğundan "selâmlaşma" konusuna
açıklık getirilir.
"Kim iyi bir şefaatte bulunursa, onun o şefaat(in doğurduğu iyilik)
ten bir nasibi olur." Ayette geçen "nasîb" ve "kifl" sözcükleri aynı
anlama (pay) gelirler. "Şefaat", eksikliği onarma ya da bir meziyeti
giydirme vb. amaca yönelik bir tür aracılık olması hasebiyle, bir
durumu düzeltmeye yönelik bir tür nedensellik niteliğine sahiptir.
Dolayısıyla hakkında şefaat gerçekleşen duruma bağlı olarak belirginleşen
kötü akıbet ve mükâfat, şefaatin kendisi için de söz
konusu olur. Çünkü aracılık edenin ve hakkında aracılık yapılanın
ortak amacı budur. Şu hâlde aracılık yapan kişi, yaptığı aracılığın
doğurduğu hayır veya şerde belli bir pay sahibidir. "Kim iyi bir şefaatte
bulunursa..." ayetinde vurgulanan anlam işte budur.
Bu gerçeğin gündeme getirilmesinde, müminlere yönelik bir
mesaj vardır. Şöyle ki bir şeye aracılık yaparken dikkatli olmaları
uyarısında bulunuluyor; hakkında aracılık yapılan şeyde bir tür kötülük
varsa, bundan uzak durmaları isteniyor. Müşrik kökenli münafıkların
öldürülmemeleri, onlarla savaşılmaması hususunda aracılık
yapmak gibi. Çünkü küçük bir bozgunculuğu kendi hâlinde
bırakmak ve onunla ilgili önlemleri almayı ihmal etmek, onun gelişmesine,
önlenemez bir hâl almasına imkân sağlar. Bu küçük
bozgunculuk gelişir, büyür ve sonuçta yönetimi ele alarak çevreyi
ve nesli mahveder. Şu hâlde ayet, bir tür kötü aracılık yasağı niteliğindedir.
Zalimler, tağutlar, münafıklar ve müşrikler gibi yeryüzünde
bozgunculuk yapan gruplar lehinde aracılık yapmayı yasaklamaktadır.
"Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin."
Bu ayette, verilen bir selâmı, ondan daha güzeliyle veya benzeriyle
karşılama emrediliyor. Bu, her türlü selâmı kapsayan genel bir hükümdür.
Ancak ayetlerin genel akışından da anlaşılacağı üzere,
buradaki selâmdan maksat, barış amaçlı verilen bir selâmdır. Yani
bu ayetlerde, Müslümanlara getirilen barış ve uzlaşma önerisinin
ifadesi olarak selâmın verilmesi durumu ile ilintili bir hususa temas
ediliyor.
"Allah'tır ki, Ondan başka ilâh yoktur... kıyamet günü sizi, mutlaka
bir araya toplayacaktır..." Ayetin anlamı açıktır. Bir bakıma, önceki
iki ayetin içeriğini gerekçelendiriyor ve sanki şöyle denmek isteniyor:
İyi ve kötü aracılık hususunda Allah'ın size yüklediği sorumluluğun
gereğini yapın. Size selâm verenin selâmını yüz çevir-mek ve
reddetmek suretiyle geçersiz kılmayın. Çünkü önünüzde bir gün
var ki, Allah sizi o günde bir araya getirecek ve yöneltilen çağrıya
olumlu ya da olumsuz tepki göstermenize dayalı olarak yaptıklarınızın
karşılığını verecektir.
50 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5 "Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?! Hâlbuki
Allah onları yaptıklarından dolayı (gerisingeri) küfre döndürdü..." Ayetin
orijinalinde geçen "fieteyn" kelimesi, "fieh" kelimesinin
tesniyesidir. "Fieh" kelimesi ise taife ve grup demektir. "Erkese"
kelimesinin mastarı olan "irkas" ise, geri çevirme, döndürme anlamına
gelir.
Bu ayet, içeriği bakımından ilk baştaki "Kim iyi bir şefaatte
bulunursa..." giriş ve hazırlık nitelikli ayetin içeriğine ilişkin bir
ayrıntılan-dırma konumundadır. Buna göre şöyle bir anlam çıkıyor
karşımıza: Kötü aracılık, bunu yapan kimseye de sorumluluktan
bir pay yüklediğine göre, ey müminler, size ne oldu da münafıklar
hakkında iki gruba ayrıldınız, iki hizip ve topluluk hâline geldiniz?!
Bir grubunuz, onlarla savaşmaktan yana tavır belirliyor, diğer bir
grubunuz da onlar için aracılık yapmayı, onlara karşı savaşmama
eğilimini teşvik ediyor; onların gelişmesiyle gelişen, onların olgunlaşmasıyla
meyve veren bozgunculuk ağacını görmezlikten gelmeyi
öneriyor. Hâlbuki Allah, daha önce çıktıkları sapıklık çukuruna
gerisingeri göndermiştir onları. Bu, onların istedikleri kötü amellerin
bir sonucudur. Yoksa siz, onlar lehinde aracılık yapmak
suretiyle Allah'ın saptırdığı bu kimseleri doğru yola iletmeyi mi
istiyorsunuz? Oysa Allah'ın saptırdığı kimseyi hidayete erdirmenin
yolu yoktur.
"Allah kimi saptırırsa, artık onun için (dogruya) hiçbir yol bulamazsın."
Burada müminlere yönelik hitaptan, Resulullah'a
(s.a.a) yönelik hitaba geçiş yapılıyor. [Iltifat sanatına baş vuruluyor.]
Bu yöntemle şuna işaret ediliyor: "Onlar hakkında aracılıkta
bulunan müminler bu sözü gereği gibi anlayamazlar. Eğer anlayabilselerdi,
münafıklar lehinde aracılık yapmazlardı." Dolayısıyla onlara
hitap etmekten vazgeçilerek meseleyi en açık, en belirgin
şekliyle kavrayan kişiye, yani Peygambere (s.a.a) hitap ediliyor.
"Onlar, sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit
olasınız..." Bu ifade bir bakıma, "Hâlbuki Allah onları, yaptıklarından
dolayı (gerisingeri) küfre döndürdü. Allah'ın saptırdıgını dog-
ru yola iletmek mi istiyorsunuz?" ifadesinin açıklaması niteliğindedir.
Dolayısıyla şu anlamı elde etmiş oluyoruz: Onlar inkâr ettiler.
Bununla da kalmayıp sizin de onlar gibi inkâr etmenizi, böylece
eşit düzeye gelmenizi istediler.
Sonra yüce Allah, Allah yolunda hicret edinceye kadar onlarla
dostluk kurulmasını yasaklıyor. Eğer yüz çevirirler (ve hicret etmeye
yanaşmazlarsa) sizin yapacağınız, bulduğunuz yerde onları yakalayıp
öldürmektir; onlarla dost olmaktan, onlara yardım etmekten
kaçınmak-tır. "Eger (göç etmekten) yüz çevirirlerse..." ifadesi,
müminlerin onlara hicret etmeyi önermekle yükümlü olduklarını
göstermektedir. Eğer bu öneriyi kabul ederlerse, müminlerin onlarla
dostluk ilişkilerine girmeleri gerekir; değilse onları öldürmeleri
bir zorunluluk hâlini alır.
"Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar
yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri
sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır." Burada yüce Allah
iki grubu, "Eger (göç etmekten) yüz çevirirlerse onları yakalayın,
buldugunuz yerde öldürün." genel hükmünün dışında tutuyor.
Birincisi: "...sıgınanlar..." Yani, onlarla bazı anlaşmalılar arasında
bir ittifak vb. bir durum varsa... Ikincisi: Öldürülmeleri veya başka
etkenler dolayısıyla ne Müslümanlarla, ne de kendi kavimleriyle
savaşmak istemeyenler, dolayısıyla mü-minlerden uzaklaşarak onlara
barış önerisinde bulunanlar; müminlerin lehinde veya aleyhinde
bir tutum sergilemeyenler. Işte bu iki grup biraz önce sözü
edilen genel hükmün dışında tutulmuşlardır.
Ayetin orijinalinde geçen "hasiret sudûruhum" ifadesi, yüreklerin
daralması, sıkılması anlamına gelir.
"Hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen
başkalarını da bulacaksınız..." Önceden haber veriliyor ki, siz ileride
başka insanlarla da karşılaşacaksınız. Bunlar, yukarıdaki genel
hükmün dışında tutulan gruplardan ikincisine benzerler. Çünkü
bunlar, hem sizin, hem de soydaşlarının yanında kendilerini güvenceye
almak isterler. Fakat yüce Allah bunların münafıklar ol-
duklarını, verdikleri sözlere ve tarafsızlık iddialarına güvenilemeyeceğini
bildirmektedir.
Bu yüzden, onların dışındaki gruplarla ilgili olarak olumlu bir
ifade tarzıyla, "onlar sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve
size barış teklif ederlerse..." şeklinde konulan iki şarta karşılık olarak
onlar hakkında; "Eger sizden uzak durmaz, barış teklif
etmez ve sizden el çekmezlerse..." şeklinde olumsuz bir şart ileri
sürülmüştür. Bu, mü-minlerin onlara karşı uyanık olmalarını, tedbirli
davranmalarını öngören bir uyarı niteliğindedir. Ayetin anlamı
bu bakımdan son derece açıktır.
SELÂMIN ANLAMI ÜZERINE
Uygar, ilkel, ilerlemiş ya da geri kalmış gibi kategorilere ayrılan
eski-yeni tüm toplumlar ve kavimler, toplumsal yaşayışları çerçevesinde
bir selâmlaşma geleneğine sahiptirler. Karşılaşma anlarında
bu selâmlaşma biçimiyle tanışırlar, bilişirler. Çeşitli kısımlara
ve türlere göre farklılaşan gruplar, birbirleriyle karşılaşınca başlarıyla
veya elleriyle işaret ederek yahut şapkalarını vs. çıkararak selâmlaşırlar.
Bu durum, toplumsal yaşam üzerinde etkili olan faktörlerin
niteliğine göre değişiklik arz eder.
Ama eğer sen değişik toplumlar düzeyinde yaygın olan değişik
se-lâmlaşma çeşitleri üzerinde düşünürsen, bunların bir tür boyun
eğişe, alçalışa, küçülüşe işaret ettiğini, bu gibi anlamları yansıttığını
görürsün. Bununla aşağıda olan yukarıda olana, düşük olan
onurlu olana, itaat eden itaat edilene, köle olan efendi olana karşı
küçüklüğünü, basitliğini, önemsizliğini ve zelilliğini ifade eder. Kısacası
bu tür selâmlaşmalar, ilkel dönemlerde ve sonrasında toplumlar
arasında rayiç (yaygın) olan köleleştirme tablosunu, kuşkusuz
farklı görüntüleriyle, yansıtır. Bu yüzden söz konusu selâmlaşmaların
itaat edenden başlayıp itaat edilende son bulduğunu,
alçak-düşük olanla açılıp yüksek-onurlu olanda kapandığını görüyoruz.
Şu hâlde bu tür selâmlaşmalar, kölelik düzeninden beslenen
putperestliğin bir ürünüdür.
Bilindiği gibi, Islâm'ın en büyük amacı, putperestliği ve sonunda
putperestliğe gelip dayanan ondan doğan tüm örf, âdet ve gelenekleri
ortadan kaldırmaktır. Bu yüzden, selâmlaşma olgusu
bağlamında da normal bir yol izlemiş; putperestlik yasalarına ve
köleci düzenin kurallarına karşılık bir yasa, bir gelenek geliştirmiştir.
O da insanların birbirlerine "selâm" vermeleri (barış önermeleri)
dir.
Bu, bir anlamda selâm verilen kişiye, haksızlığa saldırıya uğramayacağı
güvencesini vermektir; insanın doğuştan sahip olduğu
fıtrî özgürlüğe dokunulmayacağını ilân etmektir. Bireyleri arasında
dayanışma bulunan bir toplumun ihtiyaç duyduğu ilk şey, insanların
canları, namusları ve malları noktasında ve bu üçüyle ilintili her
hususta karşılıklı olarak birbirlerine güven vermeleridir.
I?te, yüce Allah'ın her karşılaşmada verilmesini bir kural hâline
getirdiği selâm bu amaca yöneliktir. Ulu Allah konuyla ilgili olarak
şöyle buyuruyor: "Evlere girdiginiz zaman, Allah tarafından bereketli
(hayır kaynagı) ve pek güzel bir yaşama dilegi olarak kendinize
(ev halkına) selâm verin." (Nûr, 61) "Ey inananlar! Kendi evlerinizden
başka evlere, haber verip (geldiginizi fark ettirip) izin
almadan ve ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için
daha iyidir; herhâlde (bunu) düşünüp anlarsınız." (Nûr, 27)
Yüce Allah, elçisini de müminlerin efendisi olduğu hâlde, müminlere
selâm verme yönünde eğitmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ayetlerimize
inananlar sana geldiginde, onlara de ki: Size selâm
olsun. Rabbiniz rahmet etmeyi kendi üzerine yazmıştır (gerekli
kılmıştır)." (En'âm, 54) Yine elçisine, müminlerden başkasına da selâm
vermeyi emretmiştir: "Artık sen onlardan yüz çevir ve 'Size
selâm olsun' de. Yakında bileceklerdir." (Zuhruf, 89)
Karşılaşmalarda selâm verme geleneği, cahiliye Arapları arasında
oldukça yaygındı. Cahiliye döneminden kalma şiir ve nesir
gibi belgeler bunun somut kanıtlarıdır. Lisan-ül Arap adlı sözlük kitabında
konuyla ilgili olarak şöyle deniyor: "Cahiliye döneminde
Arapların selâmlaşmaları şöyleydi: Biri arkadaşıyla karşılaşınca
ona, 'En'im saba-hen=iyi sabahlar' ve 'abeyt-el la'n=cenabınızda
lâneti gerektiren bir durum olmasın' derdi. Bir de 'selâmün
aleyküm' derlerdi. Bu son cümle, barışma işaretiydi; aramızda savaş
yok anlamını ifade ederdi. Sonra yüce Allah Islâm dinini gönderdi
ve karşılaşmalarda 'selâm'la yetinilmesi öngörüldü. Bu selâmlaşma
şeklini yaygınlaştırmaları emredildi." [Lisân-ul Arap'tan
aldığımız alıntı burada son buldu.]
Şu kadarı var ki, yüce Allah Kur'ân'da çok kere Hz. Ibrahim'in
(a.a) kıssası kapsamında da bu ifadeyi aktarır. Bu da tıpkı hac vb.
gibi, "selâm"ın da cahiliye Arapları arasında yaşayan, Ibrahim'in
tevhit esaslı dininin bir kalıntısı olduğuna ilişkin bir kanıttır. Yüce
Allah Hz. Ibrahim'in, babasıyla bir diyalogunda şöyle dediğini aktarır.
"Sana selâm olsun, dedi, senin için Rabbimden magfiret dileyecegim."
(Meryem, 47) "Andolsun ki elçilerimiz (melekler), Ibrahim'e
müjde getirdiler ve 'Selâm (sana)!' dediler, o '(Size de)
selâm' dedi." (Hûd, 69) Bu kıssa, Kur'ân'da birkaç kez anlatılmıştır.
Bunu yüce Allah, kendisi için de bir selâmlaşma ifadesi olarak
birkaç yerde kullanmış ve şöyle buyurmuştur: "Âlemler içinde
Nuh'a selâm olsun." (Sâffât, 79) "Ibrahim'e selâm olsun." (Sâffât,
109) "Musa ve Harun'a selâm olsun." (Sâffât, 120) "Ilyas'a selâm
olsun." (Sâffât, 130) "(Gönderilen bütün) peygamberlere selâm olsun."
(Sâffât, 181)
Yüce Allah bunun, aynı zamanda gözde meleklerinin de selâmlaşma
aracı olduğunu belirtmiştir: "Melekler, tertemiz olarak canlarını
aldıgı kimselere; 'Size selâm olsun' derler." (Nahl, 32) "Melekler
de her kapıdan yanlarına varırlar; 'Sabretmenize karşılık
size selâm olsun.' derler." (Ra'd, 23-24) Yine bunun, cennet halkının
da selâmlaşma aracı olduğunu bildirir: "Oradaki dirlik temennileri
'selâm'dır." (Yûnus, 10) "Orada ne boş bir söz ve ne de günaha sokan
bir laf işitirler. Duydukları söz, yalnız 'selâm, selâm'dır." (Vâkıa,
25-26)
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Size bir selâm verildigi zaman..."
ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: Ali b. Ibrahim kendi tefsirinde
[yani Tefsir-ul Kummî'de] Imam Bâkır (a.s) ve Imam Sadık'tan (a.s)
şöyle rivayet eder: "Ayette geçen 'tahiyyat' kelimesiyle, selâm ve
diğer iyilikler kastedilmiştir." [c.2, s.85, Tahran baskısı]
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Sekuni'den şöyle rivayet
eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Selâm vermek isteğe bağlıdır;
ama selâmı almak farzdır, zorunludur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.644,
h:1]
Yine aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Cerrah el-
Meda-inî'den, o da Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Küçük
büyüğe, yürüyen oturana, az olanlar çok olanlara selâm verirler."
[Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:1]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Üyeyne1 b.
Mus'ab'ın Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet ettiğini aktarır:
"Az sayıda olan çok sayıda olanlara öncelikle selâm verirler. Atlılar
yayalara, katıra binenler eşeğe binenlere , ata binenler katıra binenlere
selâm verirler." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:2]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ibn-i Bükeyir'den, o
da bazı arkadaşlarından, o da Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
eder: Imamı şöyle derken duydum: "Atlı olan yürüyene, yürüyen
oturana selâm verir. Iki topluluk karşılaştığında sayıları az olanlar,
sayıları çok olanlara selâm verirler. Bir kişi bir toplulukla karşılaştığında
o bir kişi topluluğa selâm verir." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.647, h:3]
Ben derim ki: Buna yakın bir hadis, ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde
Beyhaki'den, o da Zeyd b. Eslem'den, o da Hz. Peygamberden
(s.a.a) rivayet edilmiştir.
Yine el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Imam
Sa-dık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Bir topluluk bir başka topluluğa
1- Bir başka nushaya göre de Anbese b. Mus'ab geçer.
uğradığında, bir kişinin onlar adına karşı tarafa selâm vermesi yeterlidir.
Yine bir kişi bir topluluğa selâm verdiğinde, onların içinden
bir kişinin onlar adına selâmı alması yeterlidir." [Usûl-ü Kâfi, c.2,
s.647, h:1]
et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed
b. Müslim'den şöyle rivayet eder: "Imam Bâkır'ın (a.s) yanına
gittiğim bir sırada onu namaz kılarken buldum. Es-selâmu aleyke
(selâm üzerine olsun), dedim. O da, es-selâmu aleyke, dedi. Sonra,
nasıl sabahladın? diye sordum. Bana cevap vermedi. Namazı tamamlayınca,
'Bir insan namazdayken selâm alabilir mi?' diye sordum.
Evet, verilen selâma benzeriyle karşılık verir, dedi." [c.2, s.329,
h:1349]
Aynı eserde, müellif kendi isnadıyla Mansur b. Hâzım'dan, o da
Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Sen namazdayken
biri sana selâm verirse, gizlice onun selâmını alırsın." [c.2, s.332,
h:1366]
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet
zinciriyle Mes'ade b. Sadaka'dan, o da Imam Cafer b. Muhammed'den
(a.s), o da babasından [yani Imam Muhammed Bâkır'-
dan] (a.s) şöyle rivayet eder: "Yahudilere, Hıristiyanlara,
Mecusîlere, putperestlere, içki meclisinde oturanlara, satranç ve
tavla oynayanlara, kadın gibi davranan erkeklere, iffetli kadınlara
iftira atan şairlere selâm vermeyin. Namaz kılan kimseye de selâm
vermeyin. Namaz kılan kimse, selâma karşılık veremez. Çünkü
selâm vermek isteğe bağlı; fakat selâm almak, karşılığını vermek
farzdır. Faiz yiyene, tuvaletteki kimseye, hamamda yıkanana
ve günahkârlığını ifşa eden fasık insana da selâm vermeyin." [c.1,
s.368]
Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz anlamı içeren birçok rivayet
vardır. Daha önce yapılan açıklamalar da göz önünde bulundurulursa,
bu rivayetlerin anlamları daha kolay kavranabilir. Çünkü
selâm, barışı yaygınlaştırmayı, karşılaşan taraflar arasında eşitlik
ve denklik esasına dayalı olarak büyüklenme ve horlamaya karşı
Rivayetlerde işaret edildiği üzere büyüğün küçüğe, az olanların
çok olanlara, bir kişinin topluluğa selâm vermesi, eşitliği ihlâl edici
bir durum değildir. Bunun temelinde hakların gözetilmesi yatar.
Çünkü Islâm, mensuplarına hakları çiğnemeyi, faziletleri
görmezlikten gelmeyi, meziyetleri göz ardı etmeyi emretmez. Tersine,
fazilet sahibi olmayan kimseye fazilet ve hak sahibi olan
kimsenin faziletini ve hakkını gözetmesini emreder. Öte yandan
fazilet sahibinin kendini beğenmesini, başkalarına karşı büyüklük
kompleksine kapılmasını, insanlar üzerinde haksız tasallut kurmasını,
böylece toplumsal dengeleri bozmasını da yasaklar.
Bazı gruplara yönelik selâm verme yasağı ise, onları dost edinme,
onlara eğilim gösterme yasağının bir ayrıntısı niteliğindedir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yahudileri ve Hıristiyanları
dostlar edinmeyin." (Mâide, 51) "Benim de düşmanım, sizin
de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin." (Mümtehine, 1) "Zulmedenlere
meyletmeyin." (Hûd, 113) Bununla ilgili çok sayıda ayet örnek
gösterilebilir.
Evet kimi durumlarda, meselâ dini tebliğ ve hak mesajını duyurma
amacıyla zalimlere yaklaşma maslahatı, tam bir ünsiyet
meydana gelsin ve arada kaynaşma olsun diye onlara selâm vermeyi
gerektirebilir. Nitekim yüce Allah, Peygambere (s.a.a) şöyle
hitap etmiştir: "Artık sen onlardan yüz çevir ve 'Size selâm olsun!'
de." (Zuhruf, 89) Bir ayette de müminler şu şekilde nitelendiriliyorlar:
"Bilgisizler (kendini bilmez kimseler) laf attıgında, 'selâm'
derler." (Furkan, 63)
Tefsir-us-Safi'de şöyle rivayet edilir: "Adamın biri Peygamber
efendimize (s.a.a) 'es-selâmu aleyke' [selâm üzerine olsun] diye
selâm verdi. O da 've aleyk-es selâm ve rahmetullah' [ve senin üzerine
olsun selâm ve Allah'ın rahmeti] diye karşılık verdi. Bir başkası
ona, 'es-selâmu aleyke ve rahmetullah' diye selâm verdi. O da
've aleykesselâm ve rahmetullahi ve berekâtuh' [ve senin üzerine
olsun selâm ve Allah'ın rahmeti] diye karşılık verdi. Sonra bir baş-
ka adam, 'es-selâmu aley-ke ve rahmetullahi ve berakatuh' diye
selâm verdi. O da 've aleyke' [ve senin üzerine de olsun] karşılığını
verdi. Bunun üzerine adam, 'Bana eksik karşılık verdin. Nerede
kaldı Allah'ın, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha güzeli
ile selâm verin...' sözünün gereği?!' Peygamberimiz (s.a.a) ise ona,
'Sen bana söyleyecek bir fazilet bırakmadın, ben de aynısını sana
iade ettim.' diye karşılığını verdi."
Ben derim ki: Buna benzer bir hadis, ed-Dürr-ül Mensûr'da
Müs-ned-i Ahmed'den "zühd" bölümünde, Ibn-i Cerir'den, Ibn-i
Münzir'den, Ibn-i Ebi Hatem'den, Taberani'den, Ibn-i
Mürdeveyh'den hasen bir rivayet zinciriyle Selman-ı Farisi'den rivayet
edilmiştir. [c.2, s.188]
el-Kâfi'de Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Emirül
Müminin Hz. Ali (a.s) bir topluluğa uğradı, onlara selâm verdi.
Onlar da, 'aleykes-selâm ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve
mağfiretuhu ve rıdvanuh' [selâm, Allah'ın rahmeti, bereketi, mağfireti
ve hoşnutluğu üzerine olsun] dediler. Bunları duyan Emir-ül
Müminin (a.s) onlara şöyle buyurdu: Bizim hakkımızda, meleklerin
babamız Ibrahim'e dediğinden fazlasını söylemeyin. Onlar, Ibrahim'e
sadece bunları demişlerdi: Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinize
olsun ey Ehlibeyt!" [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:13]
Ben derim ki: Bu rivayette eksiksiz selâm verme sünnetinin,
yani "es-selâmu aleyke ve rahmetullahi ve berekâtuhu" sözünün,
Hz. Ibrahim'in (a.s) hanîf [tevhit esaslı] dininden kalma bir gelenek
olduğuna işaret ediliyor. Yine bununla daha önce, "selâm" sözünü
söyleyerek selâmlaşma, hanîf dinin bir geleneğidir, şeklindeki değerlendirmemiz
de pekiştiriliyor.
Aynı eserde, Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Selamın kâmil olması, mükim olan insanla musafaha yapmak
[tokalaşmak], yolcu ile de kucaklaşmayla olur." [Usûl-ü Kâfi, c.2,
s.646, h:14]
el-Hisal adlı eserde, Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Aranızda
birisi aksırdığı zaman ona, 'Yerhamukellah' [Allah sana
rahmet etsin] deyin. O da size, 'Yağfirullahu lekum ve
yerhamukum' [Allah sizi bağışlasın ve size rahmet etsin] desin.
Çünkü yüce Allah, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha
güzeli ile selâm verin.' buyurmuştur." [s.127]
el-Menakıb adlı eserde şöyle bir olay anlatılır: "Imam Hasan'ın
(a.s) cariyelerinden biri ona bir deste reyhan çiçeği getirdi. Imam
ona, seni Allah rızası için azat ediyorum, buyurdu. Orada bulunanlar
bunun nedenini sorunca şöyle dedi: Allah bizi (kitabında) eğitip
edeplendirerek, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha güzeli
ile selâm verin.' buyurmuştur. Onun getirdiğinden daha güzeli,
onun azat edilmesidir." [c.4, s.18]
Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu rivayetler, ayette işaret edilen
selâmlaşma olgusuna genellik kazandırıyorlar.
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Size ne oldu da münafıklar hakkında
iki gruba ayrıldınız?!..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor:
"Bu ayetin kimler hakkında indiği hususunda ihtilaf vardır. Bazıları
demişlerdir ki: Bu ayet, Mekke'den Medine'ye gelen bir topluluk
hakkında inmiştir. Bunlar Müslümanlara karşı Islâm'a girdiklerini
göstermişlerdi. Sonra Medine'den hoşlanmadıkları, havasını
sihhatlerine uygun bulmadıkları için yeniden Mekke'ye dönmüş ve
şirk inancına bağlı olduk-larını göstermişlerdi. Sonra bunlar müşriklere
ait ticaret mallarıyla Ye-mame'ye yolculuk ettiklerinde,
Müslümanlar onlara bir baskın düzenlemek istediler. Fakat onlarla
ilgili olarak aralarında ihtilaf çıktı. Bazıları, 'Bunu yapmayalım, onlar
mümindirler.' derken bazıları, 'Onlar müşriktirler.' dedi. Bunun
üzerine yukarıdaki ayet indi. Bu rivayet, Imam Bâkır'dan (a.s) da
aktarılmıştır."
Tefsir-ul Kummî'de, "Onlar, sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi
istediler..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet, Eşca
ve Damreoğulları hakkında inmiştir. Bunlar iki ayrı kabileydiler.
Onlarla ilgili olarak şöyle bir haber anlatılır: Resulullah (s.a.a)
Hudeybiye seferine çıkarken onların yurtlarının yakınından geçti.
Resulullah (s.a.a) bundan önce Damreoğulları ile saldırmazlık an-
laşması imzalamıştı, onlarla anlaşmıştı. Ashap dediler ki: 'Ya
Resulullah, bunlar Damre-oğullarıdır. Şu anda onlara yakın bir yerde
bulunuyoruz. Korkarız ki, bizim Medine'den çıktığımızı duyduklarında
oraya saldırsınlar veya Kureyş müşriklerine arka çıksınlar.
Şimdi onlara görünsek olmaz mı?' Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:
"Hayır! Onlar Araplar içinde anne-ba-baya karşı en iyi davranan, en
çok akrabalık bağlarını gözeten ve en çok anlaşmalara bağlı kalan
kimselerdir." "Eşca kabilesinin yurdu, Damreoğullarının yurduna yakındı.
Bunlar Kinane kabilesinin bir oymağını oluşturuyorlardı. Eşca ile
Damre-oğulları arasında ittifak, birbirini gözetme ve eman verme
esaslı bir antlaşma vardı. I?te Resulullah'ın (s.a.a) sefere çıktığı o
dönemde, Eşca oymağının yurdunda kıtlık ve kuraklık hüküm sürerken,
Damreoğul-larının yurdunda bolluk ve ucuzluk vardı, yerleri
verimliydi. Bu yüzden Eşca kabilesi, Damreoğullarının yurduna
doğru harekete geçti."
"Resulullah (s.a.a) onların Damreoğullarının yurduna yürüdüklerini
haber alınca, Eşca üzerine hareket etmek için hazırlık yaptı.
Kendisiyle Damreoğulları arasındaki saldırmazlık antlaşmasına
dayanarak Eşca ile savaşacaktı. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti
indirdi: "Onlar sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki,
onlarla eşit olasınız. Onun için Allah yolunda göç etmedikçe, onlardan
hiçbirini dost edinmeyin. Eger yüz çevirirlerse, onları yakalayın,
buldugunuz yerde öldürün; onlardan dost ve yardımcı edinmeyin."
"Sonra Eşca oymağını bu genellemenin dışında tutarak şöyle
buyurdu: Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir
topluma sıgınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan
yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır.
Allah dileseydi, onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı.
Artık onlar, sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve
size barış teklif ederlerse, (bu durumda) Allah size, onların aleyhinde
bir yola girme hakkı (savaş izni) vermemiştir."
"Eşca oymağının yaşadığı yerler Beyda, Hill ve Mustebah'tı. Bu
yerler Resulullah'ın (s.a.a) karargâhına yakındı. Bu yüzden Resulullah'ın
(s.a.a), üzerlerine asker sevk etmesinden korktular.
Resulullah (s.a.a) da onlardan yana endişe içindeydi, onlar tarafından
bir saldırının gelmesinden korkuyordu. O, bu düşünceler içindeyken
Eşca oymağı reisleri Mes'ud b. Rüceyle başkanlığında
çıkıp geldi. Bunlar yedi yüz kişiydiler ve Sal' deresine yerleştiler. Bu
olay, Hicret'in altıncı yılının rebiu'l evvel ayında gerçekleşti.
Resulullah efendimiz (s.a.a) Üseyid b. Husayn'ı çağırarak ona şöyle
dedi: Dostlarından birkaç kişiyle git, Eşca'ın neden bizim tarafımıza
geldiğini öğren."
"Üseyid üç dostuyla birlikte onların bulunduğu yere gitti ve 'Niçin
geldiniz?' diye sordu. Eşca kabilesinin reisi Mes'ud b. Rüceyle
ayağa kalktı ve Üseyid ile arkadaşlarına selâm verdi. Sonra şöyle
dedi: 'Biz, Muhammed'le düşmanlığı terk edip, anlaşıp sulh yapmak
(saldırmazlık anlaşması imzalamak) için geldik.' Üseyid
Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi ve durumu ona haber verdi.
Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Bunlar benim kendilerine saldıracağımdan
korktular. Bu yüzden benimle kendileri arasında bir barış
antlaşmasının olmasını istediler."
"Sonra Resulullah onlara kendisi gitmeden on deve yükü hurma
gönderdi ve şöyle buyurdu: 'Ihtiyaç duyulduğu anda hediye
göndermek, ne güzel bir davranıştır.' Ardından kendisi onların bulunduğu
yere giderek şöyle buyurdu: 'Ey Eşca topluluğu, niçin buraya
geldiniz?' Dediler ki: Bizim yurdumuz sana yakın bir yerdedir.
Kavmimiz içinde bizden sayıca daha az olan bir başka oymak yoktur.
Bize yakın bir yerde bulunmandan dolayı seninle savaşma endişesi
canımızı sıktı. Bunun yanında sayıca az olduğumuz için
kavmimizle de savaşmak istemedik. Böyle bir ihtimalin varlığı bize
sıkıntı verdi. Bunun üzerine sizinle saldırmazlık anlaşması imzalamak
üzere geldik."
Resulullah (s.a.a) onların bu önerisini kabul etti, onlarla
saldırmazlık anlaşması imzaladı. O gün orada kaldılar, sonra yurt-
larına döndüler. I?te onlar hakkında şu ayet indi: Ancak sizinle
kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sıgınanlar yahut
sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak
size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır... Allah size, onların
aleyhinde bir yola girme hakkı (savaş izni) vermemiştir."
[c.1, s.145]
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Fadl Ebi'l
Abbas'tan, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "yahut sizinle veya
kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler,
(bu hükümden) müstesnadır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet
eder: Bu ayet Medlecoğulları hakkında indi. Onlar Resulullah'ın
(s.a.a) yanına gelmiş ve şöyle demişlerdi: "Senin Allah tarafından
gelen bir elçi olduğuna tanıklık etmek içimize sinmiyor. Dolayısıyla
sizinle beraber değiliz. Ama size karşı kavmimizin de yanında yer
almayız."
Ravi der ki: Imama sordum, "Peki Resulullah (s.a.a) onlara ne
yaptı?" Buyurdu ki: "Resulullah Arapların işini bitirinceye kadar onları
kendi hâllerine bıraktı, onlarla sulh yaptı. Sonra onları Islâm'a
davet edecekti. Onlar eğer bu çağrıyı kabul ederlerse, güvende olacaklar;
yok eğer kabul etmezlerse, onlarla savaşacaktı." [Ravzat-ul
Kâfi, c.8, s.327]
Tefsir-ul Ayyâşî 'de Seyf b. Umeyre'den şöyle rivayet edilir: Imam
Cafer Sadık'tan (a.s), "yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla
savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden)
müstesnadır. Allah dileseydi, onları size musallat ederdi de sizinle
savaşırlardı." ayetini sordum. Bana şu cevabı verdi: "Babam bu
ayetin Medlecoğul-ları hakkında indiğini söylüyordu. Bunlar tarafsız
kalmışlardı. Peygamberimizle (s.a.a) savaşmadıkları gibi, kendi
kavimlerinin de yanında yer almamışlardı." Dedim ki: "Peki onlara
ne yapıldı?" Buyurdu ki: "Hz. Peygamber (s.a.a) düşmanlarının işini
bitirinceye kadar onlarla savaşmadı. Sonra onlara da diğer topluluklara
karşı sergilediği tavrı uyguladı." Ardından şöyle buyurdu:
"Ayette geçen 'hasiret sudûruhum' ifadesi, göğüslerinin daralması,
yüreklerin sıkılması demektir." [c.1, s.262, h:216]
Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Imam Bâkır'dan
(a.s) rivayet edilen şudur ki, o hazret şöyle buyurdu: 'sizinle kendileri
arasında antlaşma bulunan bir toplum' ifadesinde Hilâl b.
Uveymir Sülemî'nin kabilesi kastedilmiştir. Hilâl, kabilesi adına
Peygamberimiz (s.a.a) ile saldırmazlık anlaşması imzalamıştı. Antlaşmada
şu ifade kullanılmıştı: 'Ey Muhammed, bize gelen bir
kimseyi korkutmayacağız. Sen de sana gelen birini korkutmayacaksın.'
Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberimizi kendisiyle anlaşma
yapan bir kimseye karşı harekete geçmesini yasakladı."
Ben derim ki: Bu ve buna yakın anlamlar içeren rivayetler, ed-
Dürr-ül Mensûr tefsirinde çeşitli kanallardan Ibn-i Abbas'tan ve
başkalarından aktarılmıştır.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ebu Davud'un Nasih adlı eserinden,
Ibn-i Münzir'den, Ibn-i Ebi Hatem'den, Nuhhas'tan ve
Beyhaki'nin Süneninden, Ibn-i Abbas'ın; "Ancak sizinle kendileri
arasında antlaşma bulunan bir topluma sıgınanlar (bu hükümden)
müstesnadır..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir:
"Bu ayeti, Tevbe suresindeki şu ayet neshetmiştir: "Haram aylar
çıkınca, müşrikleri buldugunuz yerde öldürün." (Tevbe, 5)
92- Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi
caiz değildir. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin
bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet
vermesi gereklidir. Ancak ölünün ailesi o diyeti bağışlarlarsa,
vermez. Eğer (yanlışlıkla öldürülen,) mümin olmakla beraber size
düşman olan bir topluluktan ise, mümin bir köle azat etmek gerekir.
Ve eğer kendileriyle aranızda ant-laşma bulunan bir topluluktan
ise, ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve bir mümin köleyi
azat etmek gerekir. Buna (köle azat etmeye) gücü yetmeyen
kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe
oruç tutması lâzımdır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
93- Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen
kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve
onun için büyük bir azap hazırlamıştır.
94- Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi araştırın,
(müminle kâfiri birbirinden) ayırt edin ve size selâm verene,
dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek,
"Sen mümin değilsin" demeyin. Çünkü Allah katında birçok ganimetler
vardır. Önceden siz de öyleydiniz (dünya hayatının geçici
menfaatine göz dikmiştiniz); ama Allah (sizi imana erdirdiği için)
size lütufta bulundu. O hâlde araştırıp (mümini kâfirden) ayırt etmede
pek dikkatli olun. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz
değildir." Ayetin orijinalinde geçen "hateun" kelimesi, bu hâliyle ve
"feal'un" kalıbına uyarlanmış "hatâ'un" şekliyle doğrunun karşıtı
demektir. Burada ise, "taammüd"ün (kasten işlemenin) karşıtı olarak
kullanılmıştır. Çünkü hemen sonraki ayette, bu ifadeyle karşılık
verilmiştir: "Kim bir mümini kasten öldürürse..."
"Bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ifadesindeki
olumsuzlama [mâ kâne=caiz değildir ifadesi], öldürmeyi gerektirici
bir unsuru olumsuzlama amacına yöneliktir. Yani bir müminde,
imanın dokunulmaz sahasına ve sınırı içerisine girdikten sonra,
kendisi gibi bir mümini öldürmesini gerektirecek herhangi bir durum
mevcut olmaz, öldürme duygularının hiçbir türlüsü onda
bulunmaz. Ancak yanlışlıkla öldürme olabilir.
Cümlede yer alan istisna, muttasıl (bitişik) istisnadır. Dolayısıyla
anlamın vurgusu şu yönedir: "Bir mümin, mümin olduğunu bildiği
hâlde, bir mümini mümin olduğu için öldürmeyi istemez." Bu
ifade, gerektirici bir unsurun bulunduğunu olumsuzlama bakımından
aşağıdaki ayetleri çağrıştırmaktadır: "Allah hiçbir insanla
karşılıklı konuşacak degildir." (Şûrâ, 51) "Bir agacını bile bitiremeye
gücünüzün yetmedigi..." (Neml, 60) "Fakat onlar daha önce yalanladıkları
şeye bir türlü inanacak degillerdi." (Yûnus, 74) Bunun
gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Ayet-i kerime bunun yanı sıra teşriî=yasama nitelikli bir nehyi
[yani, kasten bir mümini öldürme yasağını] dile getirmeye dönük
bir kinayeli anlatım tarzına sahiptir. Buna göre ayetin anlamı şöyle
belirginleşiyor: Allah, bir müminin bir mümini öldürmesini hiçbir
zaman mubah kılmadı, ebediyen de mubah kılmayacaktır. O, bunu
haram kıl-mıştır. Ancak yanlışlıkla öldürürse, o başka. Çünkü
mümin bu durumda, aslında mümin kimseyi öldürmeyi amaçlamamıştır.
Bu ise müminin ya öldürmeyi hiçbir şekilde amaçlamamasından
ya da öldürülenin, meselâ öldürülmesi caiz bir kâfir
olduğunu sandığı için amaçlayarak (kasten) onu öldürmesinden
dolayıdır. Dolayısıyla bu olay, haramlığın kapsamına girmez.
Bu ayetle ilgili bir grup müfessirin değerlendirmesi ise başka
yöndedir. Bunlar, "Yanlışlıkla olması dışında..." ifadesindeki istisnanın
münkatı (kopuk) istisna olduğunu iddia etmiş, ardından şöyle
demişlerdir: "Yanlışlıkla olması dışında..." ifadesinin, gerçek bir
istisna olarak algılanmamasının nedenine gelince, bu (gerçek istisna
şeklinde yorumlamak), yanlışlıkla adam öldürmenin emredildiği
veya mubah kılındığı sonucunu doğurur. [Söz konusu değerlendirme
bundan ibaretti.]
Ancak siz, bunun yalnızca "yanlışlıkla öldürme" olayındaki haram-
lık durumunu ortadan kaldırdığını ya da haramlık hususunun
baştan itibaren söz konusu olmadığını gösterdiğini öğrenmiş bulunuyorsunuz.
Ayeti böyle anlamanın da hiçbir sakıncası yoktur. Şu
hâlde doğrusu, istisnanın muttasıl yani bütünüyle bitişik olduğudur.
"Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle azat etmesi
ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Ancak
ölünün ailesi o diyeti bağışlarlarsa, vermez." Ayette geçen "tahrîr"
kelimesi, köleyi özgür kılmak anlamına gelir. "Rakabe" ise, boyun
Nisâ Sûresi 92-94 .......................... 67
demektir. Ancak mecazî olarak köle kimse anlamında kullanılması
yaygınlık kazanmıştır. "Diyet" ise cana, bir organa veya başka
bir şeye karşılık olarak mal vermek demektir. Dolayısıyla ifadenin
anlamı şöyledir: Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir
kimseyi azat etmesi ve öldürülen kişinin ailesine bir diyet ödemesi,
diyeti onlara teslim etmesi gerekir. Ancak öldürülen kişinin velilerinin
öldüren kişiye bunu sadaka olarak bağışlamaları ve affetmeleri
durumunda diyet ödemek gerekmez.
"Eğer (yanlışlıkla öldürülen,)... size düşman olan bir topluluktan ise..."
Ayetin orijinalinde geçen "kâne" kelimesinin zamiri, öldürülen
mümine dönüktür. Düşman topluluktan maksat da, Müslümanlarla
savaş hâlinde bulunan kâfirlerdir. Dolayısıyla ifadenin
anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Eğer yanlışlıkla öldürülen kişi
mümin, kavmi de müminlerle savaş hâlinde bulunan, dolayısıyla
mümine mirasçı olamayan kâfirler ise, sadece köle azat etmek
gerekir; diyet ödemek gerekmez. Çünkü Müslümanlarla savaşan
bir kâfir hiçbir hususta müminin mirasçısı olamaz.
"Ve eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluluktan ise..."
Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bu ifadenin orijinalinde
yer alan "kâne" fiilinin de zamiri, öldürülen mümin kişiye dönüktür.
Yine ayette geçen "mîsak" kelimesi, mutlak olarak antlaşma
demektir. Zimmetten ve her türlü sözleşmeden daha geneldir. Bu
açıdan şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Öldürülen mümin, sizinle
kendileri arasında antlaşma bulunan bir kavme mensup ise,
hem diyet ödemek, hem de bir köle azat etmek gerekir." Diyetin
önce zikredilmesi, antlaşma olgusunun gözetilmesine vurgu yapmaya
yöneliktir.
"Buna gücü yetmeyen kimsenin... oruç tutması lâzımdır." Köle azat
etmeye gücü yetmeyen yani. Çünkü lafız olarak bu ["tahrîr=köle
azat etmek"] "lem yecid=gücü yetmeyen" fiiline daha yakındır.
Böyle birinin iki ay peş peşe oruç tutması gerekir.
"Allah tarafından tövbesinin kabulü için..." Yani oruç tutmanın gerekliliğine
ilişkin hüküm, Allah'tan köle azat etme imkânına sahip
68 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
olmayan kimseye yönelik tövbenin kabulünün, ilâhî şefkat ve
merhametin ona yönelmesinin göstergesidir. Bu aynı zamanda cezayı
hafifletmenin mantığına da uygundur. Şu hâlde bu hüküm,
güç yetiremeyen kimseye yönelik bir hafifletmedir.
Bunun yanında, "tevbe" sözcüğünün keffaret olarak ayette sözü
edilen hususların tümüne dönük bir kayıt olması da mümkündür.
Bununla, "Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin
bir köle azat etmesi..." diye başlayan ifadeyi kastediyorum. Bu açıdan
ifadeyi şu şekilde anlamlandırabiliriz: Yanlışlıkla adam öldüren
kimse için keffaret vermesinin yasallaştırılması, yaptığı işin
kesin sonuçlarıyla ilgili Allah'ın rahmetiyle ona dönüşünün ve ona
inayet etmesinin göstergesidir. Böylece artık kendini kontrol etmeli
ve bir daha adam öldürmeye yeltenmemelidir. Bu bakımdan ifadeyi
şu ayete benzetebiliriz: "Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara,
179)
Aynı zamanda bu hüküm, yüce Allah'tan topluma yönelik bir
tövbe kabulü ve inayettir de. Çünkü bir ferdini kaybettikten sonra,
özgürlüğüne kavuşmuş bir başkasını kazanıyor. Bunun yanı sıra
öldürülen kişinin ailesinin uğradığı maddî kayıp da ödenen diyetle
telafi ediliyor.
Buradan da anlaşılıyor ki Islâm, özgürlüğü hayat, köleliği de bir
tür öldürülme olarak değerlendiriyor. Bireyinin varlığının ortalama
menfaatini de, eksiksiz bir diyet [bin dinar veya on bin dirhem yahut
bin deve] şeklinde kabul ediyor. Ilerdeki bölümlerde bu husus
üzerinde etraflıca duracağız.
Yanlışlıkla adam öldürme veya taammüden adam öldürme,
köle azat etme ve diyet ödeme, öldürülen kişinin ailesi ve antlaşma
gibi ayette sözü edilen hususların somut bir şekilde belirlenmesi,
sünnet ve hadislerin alanına girer. Bunlara ilişkin detaylı bilgi
isteyenler fıkıh kaynaklarına başvurabilirler.
"Kim bir mümini kasten öldürürse cezası... cehennemdir." Ayetin
orijinalindeki "müteammid" kelimesinin mastarı olan "ta-ammüd"
kelimesi, bir fiili taşıdığı unvanıyla bilinçli bir şekilde ve kas-
tederek işlemek anlamına gelir. Isteğe bağlı olarak işlenen bir fiil
[ihtiyarî bir iş], taşıdığı unvanı kastetmeksizin olmaz. Dolayısıyla
bir fiilin birden fazla unvanı olması caizdir. Bu bakımdan bir fiilin
bir açıdan kasten, bir diğer açıdan da yanlışlıkla işlenmiş olması
mümkündür.
Örneğin, av hayvanı olduğunu sanarak bir karartıya ateş açan
kimse, gerçekte bir insan olan bu karartıyı öldürürse, av açısından
taammüden, insan açısından da bu fiili yanlışlıkla işlemiş olur. Aynı
şekilde, bir kimse birine terbiye etmek amacıyla bastonla vurur
ve o kimse ölürse, onu yanlışlıkla öldürmüş olur. Dolayısıyla bir
mümini kasten öldüren kimse, işlediği fiille bir mümini öldürmeyi
amaçlayan, onu öldüreceğini ve onun mümin olduğunu bilen kimsedir.
Yüce Allah, kasten bir mümini öldüren kimsenin cezasını oldukça
ağır tutmuş, onun ebediyen ateşte kalacağını belirtmiştir.
Ancak "Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz." (Nisâ, 48)
ayetine ilişkin değerlendirmemizde belirttiğimiz gibi, bu ayet; aynı
şekilde "Allah bütün günahları bagışlar." (Zümer, 53) ayeti, bu ayete
yönelik bir sınırlandırma olarak algılanabilirler. Şu hâlde bu ayet,
ebedî ateş cezasıyla tehdit ediyor; ancak kesinlik ifade etmek bakımından
o kadar net değildir. Dolayısıyla kişinin tövbe etmesi veya
şefaate uğraması suretiyle bağışlanması mümkündür.
"Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi araştırın,
ayırt edin." Ayette geçen "darabtum" kelimesinin mastarı olan
"darb" kelimesi, yeryüzünde dolaşmak, yolculuk yapmak demektir.
Bunun, "Allah yolunda" olmakla kayıtlandırılması, cihat amacıyla
sefere çıkmanın kastedildiğine delâlet eder. Yine ayette geçen
"tebeyyenû" kelimesi, ayırt etmek demektir. Bundan maksat
da mümin olanla kâfir olanı birbirinden ayırmadır. [Kimin kim olduğunu
araştırıp anlamadır.] "ve size selâm verene... 'Sen mümin
degilsin' demeyin." ifadesi, buna ilişkin bir ipucudur. "Selâm verme"
ile, müminlerin aralarındaki selâmlaşma kastedilmiştir.
Bazı kıraatlere göre, ayetin orijinalinde geçen "limen elka
ileyku-m'us-selâme=size selâm verene" ifadesi, "limen elka
ileykum'us-sele-me" şeklinde okunmuştur. Bu durumda maksat,
teslim olup barış önerme olur.
"Dünya hayatının geçici menfaati" ile mal ve ganimet peşinde
koşma kastedilmiştir. "Allah katında birçok ganimetler vardır."
ifadesinde geçen "meğanim" kelimesi, "meğnem"in çoğuludur ve
ganimet anlamına gelir. Yani, Allah katındaki ganimetler, peşinden
koştukları dünya ganimetlerinden daha iyidir. Çünkü Allah katındaki
ganimetler, hem daha çok, hem de kalıcıdırlar. Dolayısıyla
onları tercih etmeniz gerekir.
"Önceden siz de öyleydiniz; ama Allah size lütufta bulundu. O hâlde
araştırıp ayırt etmede pek dikkatli olun..." Yani siz de bu niteliğe sahiptiniz.
Dünya hayatının geçici menfaatini gözetiyordunuz. Iman
etmeden önceki durumunuz böyleydi. Allah size lütfetti, iman aracılığıyla
ilginizi dünyanın geçici menfaatlerinden, Allah katındaki
çok sayıdaki ganimetlere çevirdi. Böyle olduğuna göre, sizin de iyice
araştırıp mümini kâfirden ayırt etmede pek dikkatli olmanız gerekmektedir.
Araştırma yönündeki emrin ["tebeyyenû" kelimesinin]
iki defa tekrarlanması, konuyla ilgili hükmü pekiştirmek amaçlıdır.
Ayet, öğüt ve bir ölçüde kınama anlamını içeriyorsa da, zahiren
bir müminin kasten öldürülmesi olarak beliren bu olayı, taammüden
öldürmek olarak değerlendirdiği yönü açık değildir.
Bundan da anlıyoruz ki, bazı müminler, yanlışlıkla kendilerine selâm
veren müşriklerden bazı kimseleri öldürmüşler. Çünkü öldüren
kişi onların gerçek mümin olmadıklarını ve can korkusuyla
iman ettiklerini söylediklerini sanmıştır. Işte ayet böyle yapanları
ayıplıyor ve Islâm'ın zahiri esas aldığını, kalplerin durumunu ise latîf
ve habîr olan Allah'a bıraktığını vurguluyor.
Buna göre, "dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek"
ifadesi, cümlede durumun gereğini bildirme konumundadır. Yani,
size iman ettiğini açıklayan kişiyi, durumuna bakmadan, gerekli
araştırmayı yapmadan öldürmeniz, mal ve ganimet peşinde ko-
Nisâ Sûresi 92-94 .......................... 71
şan, dolayısıyla en küçük bir menfaat karşılığında iman ettiğini
söyleyen kimseleri öldürenlerin durumuna benzer. Böyle insanlar
arada geçerli bir gerekçe olmadığı hâlde, mazeret olarak gösterebileceği
küçük bir gerekçe ile iman ettiğini söyleyenleri öldürebilirler.
Işte müminler, iman etmeden önce bu durumdaydılar; dünya
ve dünyanın geçici metasından başka bir şey amaçlamıyorlardı.
Fakat Allah kendilerine iman nimetini bahşettikten, Islâm dinini
lütfettikten sonra, bu gibi durumlarda iyice araştırıp anlamaları,
cahiliye ahlâkına ve hâlâ zihinlerindeki cahiliye kalıntılarına uyarak
bu tür bir yanlışlığa düşmemeleri gerekir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr'da, "Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin
bir mümini öldürmesi caiz degildir." ayeti ile ilgili olarak Ibn-i
Cerir'in Ikrime'den şöyle naklettiği rivayet edilir: "Amir b.
Luveyoğul-larından Haris b. Yezid b. Nubeyşe, Ebu Cehil'le birlikte
Ayyâş b. Ebu Rebia'ya işkence ederdi. Sonra Haris Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) yanına gitmek üzere Mekke'den ayrıldı, hicret
etti. Harra denilen yerde Ay-yâş'la karşılaştı. Ayyâş, onun kâfir olduğunu
sanarak kılıcını çekip öldürdü. Sonra gelip olayı
Resulullah'a (s.a.a) haber verdi. Bunun üzerine, "Yanlışlıkla olması
dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ayeti
indi. Peygamberimiz (s.a.a) ayeti ona okuduktan sonra, kalk ve bir
köle azat et, dedi."
Ben derim ki: Bu rivayet başka kanallardan da aktarılmıştır.
Bazısında, Ayyâş'ın onu Mekke'nin fethinin gerçekleştiği gün öldürdüğü
belirtiliyor. Buna göre Ayyâş o güne kadar müşrikler tarafından
zincire vurulmuştu ve ona işkence ediyorlardı. Işte müşriklerin
elinden kurtulduğu o gün, Müslüman olan Haris ile karşılaştı.
Ama onun Müslüman olduğunu bilmediğinden onu orada öldürdü.
Ancak bizim yukarıda yer verdiğimiz Ikrime kanalıyla gelen rivayet
daha tutarlı ve Nisâ suresinin iniş tarihine daha uygun düşmekte-
dir.
Taberî kendi tefsirinde Ibn-i Zeyd'den ayetin Ebu Derda hakkında
indiğini rivayet eder. Buna göre, Ebu Derda bir müfrezede
görevliydi. Bir dereye yönelerek ihtiyacını gidermek istedi. Orada
koyunlarını güdmekte olan bir adamı gördü. Kılıcını çekerek adama
saldırdı. Adam, "Lâ ilâhe illallah" dediyse de, Ebu Derda kılıcıyla
onun işini bitirdi. Sonra koyunları alarak arkadaşlarının yanına
döndü. Ama yüreğinde yaptığına karşılık bir rahatsızlık hissediyordu.
Sonunda Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek olayı ona bildirdi.
Bunun üzerine söz konusu ayet indi. [c.5, s.129, Mısır baskısı]
Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Ruyani, Ibn-i Mende ve Ebu
Nuaym, Bekir b. Harise-i Cuheni'den ayetin onun (Bekir b. Harise)
hakkında indiğini rivayet ederler. Çünkü o da Ebu Derda'nınkine
benzer bir kıssa ile karşılaşmıştı.
Ancak bu rivayetler, her hâlükârda olayların ayete uyarlanmasına
örnek oluşturmaktadırlar.
et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Hüseyin b.
Said'den, o da rivayetlerinde esas kabul ettiği adamları aracılığıyla
İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a)
buyurdu ki: "Köle azat etmeyi gerektiren her yerde henüz dünyaya
gelmiş bulunan bir köle çocuğu azat etmek caizdir. Fakat adam
öldürmenin keffareti başka. O konuda yüce Allah, 'mümin bir köle
azat etmesi... gereklidir.' buyurmuştur. Bununla erişkin bir kişi
kastedilmiştir..." [c.8, s.320, h:03/1187]
Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Musa b. Cafer'den (a.s) şöyle rivayet
edilir: Ona; "Bir kölenin mümin olduğu nasıl anlaşılır?" diye sorulur.
Cevapta buyurur ki: "Fıtrat esas alınarak anlaşılır." [c.1, s.263,
h:220]
Men lâ Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, İmam Sadık'tan (a.s)
şirk diyarında oturan ve Müslümanlar tarafından öldürülen bir
Müslümanın durumu karşısında bunu öğrenen İmamın ne yapması
lazım gelir? diye soruldu, o şu cevabı verdi: "Onun yerine mümin
bir köleyi azat eder. 'Eger (yanlışlıkla öldürülen,) mümin olmakla
beraber size düşman olan bir topluluktan ise...' ayetinde bu anlatılıyor."
Ben derim ki: Bu hadisin bir benzerini Ayyâşî de rivayet etmiştir.1
"Onun yerine mümin bir köleyi azat eder." ifadesi, azat etmenin
daha önce de değindiğimiz gibi, gerçekte özgür (köle olmayan)
Müslümanların sayısının artması amacına yönelik olduğuna ilişkin
bir işarettir. Çünkü, öldürülme yoluyla sayılarında bir eksilme olmuştur.
Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Keffaret olayında, mutlak olarak
köle azat etmenin öngörülmesi, günah yoluyla özgür insanların
sayısında bir eksilme meydana geldiğinden, günahkâr olmayan birinin
özgür olarak onlara eklenmesiyle dengenin korunması, açığın
kapatılması öngörülmüştür. Bu inceliği okuyucuların kavraması
gerekir.
el-Kâfi adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Bir adam iki ay peş peşe oruç tutmakla yükümlüyse, birinci
ayda orucunu bozsa veya hastalansa, oruçlarını yenilemesi gerekir.
Ama eğer birinci ayı tamamlayıp ikinci aydan da birkaç gün
tutmuşsa, sonra bir özürden dolayı orucunu bozmuşsa, sadece kaza
etmesi gerekir." [Füru-u Kâfi, c.4, s.139, h:7]
Ben derim ki: Başka âlimlerin de dediği gibi, "kaza etmesi gerekir."
ifadesinden maksat, geri kalan oruçlarını tamamlamasıdır.
Bu an-lam ise, orucun iki ay peş peşe oluşundan çıkarılmıştır.
el-Kâfi adlı eserde ve Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'tan (a.s)
şöyle rivayet edilir: İmama, bir mümini kasten öldüren müminin
tövbesi kabul olur mu? diye soruldu. Buyurdu ki: "Eğer onu mümin
olduğu için öldürmüşse, tövbesi kabul olmaz. Şayet öfke veya herhangi
dünyevî bir sebepten dolayı öldürmüşse, onun tövbesi, ona
kısas uygulanmasıdır. Şayet onun katil olduğu bilinmezse, kendisi
maktulun velilerine gider ve suçunu itiraf eder. Eğer maktulun veli-
1- [c.1, s.265, h:230]
leri onu affeder, öldürmezlerse, onlara diyet vermesi gerekir. Bunun
yanında, Allah'a yönelik tövbenin bir ifadesi olarak bir köleyi
azat etmesi, peş peşe iki ay oruç tutması ve altmış yoksulu doyurması
da zorunludur." [Füru-u Kâfi, c.7, s.286, h:2 ve Tesir-ul Ayyâşî, c.1,
s.267, h: 239]
et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Sefatic'den,
o da İmam Sadık'tan (a.s), "Her kim bir mümini kasten
öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacagı cehennemdir." ayetiyle
ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Yani, onun cezası cehennemdir;
tâbi eğer Allah onu cezalandırırsa." [c.10, s.165, h:658]
Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen bir rivayeti, ed-Dürr-ül
Mensûr tefsirinde Taberanî ve başkaları tarafından Ebu
Hüreyre'den, o da Peygamberimizden (s.a.a) aktarmıştır. Bu rivayetler,
yukarıda da değindiğimiz gibi, ayetlerin kapsadığı incelikleri
içeriyorlar. Adam öldürme ve kısas uygulaması ile ilgili çok sayıda
hadis vardır. Dileyen hadis kaynaklarına başvurabilir.
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Her kim bir mümini kasten öldürürse
cezası, içinde ebediyen kalacagı cehennemdir..." ayetiyle
ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet Makîs b. Dabbabet-el Kenanî
hakkında indi. O, kardeşi Hişam'ı öldürülmüş olarak
Neccaroğulları kabilesinin bölgesinde bulmuştu. Gidip bu olayı
Resulullah'a (s.a.a) anlattı. Resu-lullah Kays b. Hilâl Fihrî'yi de yanına
vererek Benî Neccar kabilesine gönderdi ve şöyle dedi:
'Neccaroğullarına de ki: Eğer Hişam'ı öldürenin kim olduğunu biliyorsanız,
onu kardeşine teslim edin ki, kardeşinin öcünü alsın. Eğer
bilmiyorsanız, ona diyetini ödeyin.' Fihrî Peygamberimizin mesajını
iletti. Onlar da diyeti ödediler."
"Makîs Fihrî ile birlikte olduğu hâlde geri dönünce şeytan içine
bir vesvese verdi: 'Kardeşinin öcünü almadan diyet almış olmakla
bir şey yapmış olmuyorsun. Bununla yetinirsen, insanların dilinden
kurtulamazsın. Seninle beraber olan bu adamı öldür. Böylece ona
karşılık can almış olursun. Aldığın diyet de fazladan sana kalır.'
Şeytanın vesvesesine kanan Makîs arkadaşını bir kaya parçasıyla
vurarak öldürdü. Sonra bir deveye bindi ve kâfir olarak Mekke'ye
döndü. Ardından durumunu şu şiirle tasvir etti:
"Kardeşime karşılık Fihrî'yi öldürdüm ve kan bedelini de,
Fari bölgesinin sahibi Neccaroğullarından aldım.
Hem intikamımı aldım, hem de rahat uyuyabildim.
Ve ben putlara dönen ilk kişi oldum."
"Bunu haber alan Resulullah buyurdu ki: 'Ne Harem dışında,
ne de Harem bölgesinde ona eman vermeyeceğim.' Bu olayı,
Dahhak ve bir grup müfessir rivayet etmiştir." [Mecma-ul Beyan'-
dan aldığımız alıntı burada sona erdi.]
Buna yakın bir hadis Ibn-i Abbas, Said b. Cübeyr ve başkalarından
da rivayet edilmiştir.
Tefsir-ul Kummî'de, "Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktıgınız
zaman..." ayeti ile ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet,
Resulul-lah'ın (s.a.a) Hayber Savaşından dönüşünden sonra
Üsame b. Zeyd'i bir suvari birliği ile Fedek bölgesindeki bazı Yahudi
köylerine göndererek onları Islâm'a davet etmesi üzerine indi.
Bu köylerin birinde Mirdas b. Nehik el-Fedeki adında bir adam vardı.
Resulullah'ın (s.a.a) gönderdiği süvari birliğinin geldiğini fark
edince, ailesini ve mallarını alarak dağ tarafında bir yerde durup,
'Eşhedu enlâ ilâhe illallah ve enne Muham-meden Resulullah' diyerek
Üsame'yi karşılamağa koyuldu. Ancak Üsa-me b. Zeyd,
(Mirdas'ın şehadet getirmesini duyduğu hâlde geldi ve) bir mızrak
darbesiyle onu öldürdü."
"Resulullah'ın (s.a.a) yanına döndüğünde bunu haber verdi.
Resu-lullah (s.a.a) ona şöyle buyurdu: 'Allah'tan başka bir ilâh olmadığına
ve benim Allah'ın resulü olduğuma şahadet eden bir adamı
mı öldürdün?' Dedi ki: 'Ya Resulallah, o bunu öldürülmekten
kurtulmak için söyledi.' Resulullah (s.a.a) ona şöyle dedi: Sen, ne
onun kalbinin üzerindeki perdeyi araladın, ne diliyle söylediğini
kabul ettin, ne de içinde olanları bildin. [Peki bütün bunlara rağmen
onu ne diye öldürdün?]"
76 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
"Bunun üzerine Üsame b. Zeyd bir daha 'Eşhedu enlâ ilâhe illallah
ve enne Muhammeden Resulullah' diyen birini öldürmemeye
yemin etti. Bu yüzdendir ki, Emir-ül Müminin Hz Ali'nin (a.s) kimi
gruplara karşı başlattığı savaşlara katılmadı. Işte 'Size selâm verene,
dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, 'Sen mümin
degilsin' demeyin...' ayeti onun bu olayı üzerine indi."
Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir hadisi Taberî kendi tefsirinde
Süddi'den rivayet eder. Ayetin iniş sebebine ilişkin birçok rivayet
de ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde yer alır. Bunların birinde, mezkur
olayın Mikdat b. Esved'in, diğer birinde Ebu Derda'nın, bir başkasında
da Mahlem b. Cessame'nin başından geçtiği belirtilir. Bir
diğerinde ise, katil ve maktulün adları verilmeyerek kıssa üstü kapalı
olarak sunulur.
Ne var ki, Üsame b. Zeyd'in bu yemini ve Hz. Ali'nin (a.s)
savaşlarına katılmadığı ve böylece ona mazeretini bildirdiği,
bilinen ve tarih kitaplarında zikredilen bir konudur. Yine de Allah
doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
95- Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- (savaşa katılmayıp)
oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler
bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihat edenleri, derece
bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de (sevabın)
en güzelini vaat etmiştir; ama Allah mücahitleri, oturanlardan
üstün kılarak onlara büyük bir ecir vermiştir.
96- Kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir
(onlara). Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
97- Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken; "Ne
yapmakta idiniz!" derler. Bunlar, "Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf
bırakılmış (mustazaf)lar idik." diye cevap verirler. Me-lekler de, "Allah'ın
yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!" derler. Işte
onların varacağı yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!
98- Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz
olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol
bulamayanlar müstesnadır.
99- Işte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve
bağışlayıcıdır.
100- Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok
yer ve genişlik (bolluk ve imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü
uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse,
artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok bağışlayıcı
ve esirgeyicidir.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
"Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- (savaşa katılmayıp) oturanlarla,
malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler bir olmaz."
Ayetin orijinalinde geçen "darar" kelimesi, cihat ve savaş yükümlülüğünü
engelleyecek şekilde vücutta körlük, topallık ve hastalık
gibi bir noksanlığın bulunması demektir. Mal ile cihat etmekten
maksat, din düşmanlarına karşı zafer kazanmak için malın Allah
yolunda harcanmasıdır. Can ile cihat ise, savaş demektir.
"Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesi
gösteriyor ki, "oturanlar"dan maksat, başkalarının cihada çıkmasının
yeterli geldiğinden, kendilerine ihtiyaç duyulmayan koşullarda
cihada çıkmayıp savaşı terk eden ve evlerinde kalanlardır. Şu
hâlde, tefsirini sunduğumuz bu ayet, insanları cihada teşvik etme
ve bu sorumluluğu yerine getirme hususunda yarışmaya sevk etme
amacına yöneliktir.
Buna ilişkin bir kanıt, yüce Allah'ın önce özür sahiplerini istisna
etmesi, sonra oturanlarla cihada çıkanların bir olmadıklarına
hükmetmesidir. Oysa özür sahipleri de tıpkı oturanlar gibi, Allah
yolunda savaşan mücahitlerle aynı düzeyde değildirler. Yüce Allah-
'ın, özür sahibi olduklarından dolayı, savaşa katılmayanların uğradıkları
zarar ve kaybettikleri sevabı, iyi niyetlerine [yani, "Keşke
sağlam olsaydık da biz de onlarla beraber savaşsaydık" arzularına]
karşılık verdiği sevapla karşıladığını, telafi ettiğini söylesek bile,
kuşku yok ki cihat, şahadet veya Allah düşmanlarını yenilgiye
uğratmak, Allah yolunda savaşan mücahitlerin başkalarından üstün
ve ayrıcalıklı kılınması için bir meziyettir, bir fazilettir.
Kısacası bu ayet, müminleri savaşa teşvik etmeye, onları harekete
geçirmeye yöneliktir; hayırlar, faziletler ve değerler uğruna
yarışmaları için içlerindeki iman ruhunu uyandırmayı amaçlamaktadır.
"Allah, malları ve canları ile cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan
üstün kılmıştır." Bu cümle, "bir olmaz" hükmünün bir gerekçesi
konumundadır. Bu yüzden atıf edatı veya başka bir bağlaçla
iki cümle birbirine bağlanmamıştır. Ayette geçen "derece"den
maksat, mertebe ve konumdur. "Dereceler" ise, mertebe üstüne
mertebe anlamını ifade eder.
"Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." Yani
yüce Allah, hem oturanlara, hem de mücahitlere veya mazeretsiz
oturanlarla, bir mazeretten dolayı oturanlara ve mücahitlere en
güzeli vaat etmiştir. Ayetin orijinalinde geçen "el-hüsna=en güzel"
kelimesi, mahzuf mevsufun vasfıdır. Güzel akıbet, güzel sevap vb.
gibi bir anlam taşır.
Bu cümleler, herhangi bir yanlış algılamayı dışlamayı amaçlamak-
tadır. Çünkü müminlerden olup cihada katılmayan bir kimse
"Mümin-lerden... oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yo-
lunda cihat edenler bir olmaz. Allah... cihat edenleri, derece bakımından
oturanlar-dan üstün kılmıştır." ifadesini duyduğu zaman
ne imanından, ne de sa-lih amellerinden dolayı eline hiçbir şeyin
geçmeyeceğini, hiçbir sevap elde edemeyeceğini vehmedebilir. Işte
böyle bir kuruntu, "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat
etmiştir." ifadesiyle bertaraf ediliyor.
"Ama Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük
bir ecir vermiştir. Kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir
(onlara)." Burada işaret edilen lütuf ve bağışlar (üstün kılma),
başta genel olarak sözü edilen lütuf ve bağışların (üstün kılmanın)
açıklaması, detaylandırması konumundadır. Bunun yanında bir diğer
noktaya da temas ediliyor. Şöyle ki: Müminlerin sadece, "Allah
hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesinin içerdiği
vaade güvenerek yan gelip yatmamaları ve neticede Allah yolunda
cihat görevlerini savsaklamaları yakışmaz; aksine hak mesajının
yücelmesi ve batılın yerle bir edilmesi hususunda ellerinden gelen
çabayı göstermeleri gerekir. Çünkü mücahitlerin oturanlara göre
fazladan elde ettikleri bağışlanma ve ilâhî rahmete nail olmak gibi
dereceler küçümsenemez.
Ayetin akışı birkaç açıdan ilgi çekicidir: Birincisi: Başlangıçta
mücahitler, "malları ve canlarıyla Allah yolunda" ifadesiyle
kayıtlandırılmış, ardından "malları ve canları ile", son olarak da
hiçbir kayıt olmaksızın zikredilmiştir. Ikincisi: Başlangıçta
üstünlükten söz edilirken, onun bir "derece" olduğuna değiniliyor;
ama sonra bunların "dereceler" olduğuna işaret ediliyor.
Birincisine gelince: Her şeyden önce ayetin akışı, cihat etmenin
oturmaktan üstün bir davranış olduğunu açıklamaya yöneliktir.
Üstünlük de cihadındır; ama nefsî ihtirasları tatmine yönelik değil,
Allah yolunda olduğu zaman; [yine üstünlük cihadındır] ama insanın
en değer verdiği mala bedel olduğu yani, insanın yanında en
değerli olan malın infak edildiği zaman ve maldan da değerli can
pahasına olduğu zaman. Işte bu nedenle başta, "malları ve canlarıyla
Allah yolunda cihat edenler" deniliyor. Bununla, meselenin
Nisâ Sûresi 95-100 .......................... 81
tüm açıklığıyla ortaya konulması, akla gelebilecek her türlü yanlışın
ortadan kaldırılması amacı güdülüyor.
Sonra "Allah malları ve canlarıyla cihat edenleri, derece bakımından
oturanlardan üstün kılmıştır." denilince, yukarıda açıkladığımız
açıdan artık söz konusu kayıtlara [malları ve canlarıyla
ifadelerine] yer verilmesine gerek duyulmadı. Çünkü önceki açıklama
sayesinde akla gelebilecek her türlü yanlış algılama kalkmıştı.
Fakat bu cümle, "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat
etmiştir." ifadesine yakın bir yerde kullanıldığı için, ifadenin akışının
gereği olarak, bu üstün kılmanın sebebini de açıklamaya
ihtiyaç duyuldu. Bu da insanlarca tutkuyla sevilmelerine rağmen
Allah yolunda malın infak, canın da feda edilmesidir. Bu yüzden
"mücahitler"le ilgili bir kayıt olarak bu ikisinin zikredilmesiyle
yetinildi ve "malları ve canlarıyla cihat edenler" denildi.
Üçüncü kez "Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara
büyük bir ecir vermiştir." denilmesine gelince, burada artık
kayıtların zikredilmesine gerek kalmamıştır, ne tümüne, ne de bazısına.
Bu yüz-den bütün kayıtlar bir kenara bırakılarak ifade mutlak
kullanılmıştır.
İkincisine gelince: "Allah, malları ve canlarıyla cihat edenleri,
derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır." ifadesinde geçen
"dereceten" kelimesi, cümle içinde gramatik açıdan "temyiz"
olmasından dolayı mansuptur. Dolayısıyla burada, üstünlüğü gerektiren
bu derecenin bir veya daha fazla olduğuna değinilmeksizin,
söz konusu üstünlüğün, yalnızca derece ve konum itibariyle
olduğunun açıklanması amaçlanmıştır.
"Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük
bir ecir vermiştir. Kendi katından dereceler... vermiştir (onlara)."
Bu ifadenin orijinalinde geçen "faddale" sözcüğü, "verme, bahşetme"
ve benzeri bir anlamı kapsıyor gibidir. "Kendi katından dereceler"
ifadesi, "büyük bir ecir" ifadesi bağlamında bedel ya da
atf-ı beyan konumundadır. Dolayısıyla şu anlamı elde ediyoruz: "Allah,
mücahitlere büyük bir ecir vererek onları verdiği veya sevap
82 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
olarak bahşettiği bu büyük ecirle oturanlardan üstün kılmıştır. Bu
büyük ecir ise, Allah katından olan derecelerdir."
Bu bakımdan ayet, başlangıç itibariyle mücahitlerin oturanlar
karşısındaki üstünlüklerinin, Allah katından bir derece dolayısıyla
olduğunu açıklıyor. Bu arada derecenin bir tane mi, yoksa daha
fazla mı olduğundan söz etmiyor. Sonunda ise bu derecenin bir
olmayıp birçok konum ve derece olduğunu açıklıyor ve bu derecelerin,
mücahitlere ödül olarak verilen büyük bir ecir olduğuna işaret
ediyor.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalar ile, ayetin başında "derece",
sonunda ise "dereceler" şeklinde bir ifade kullanılması dolayısıyla
bazı zihinlerde bir çelişki varmış gibi bir kuruntunun uyanabileceği
problemini bertaraf ettiğimizi umuyoruz. Nitekim bazı tefsir
bilginleri de böyle bir problemi hissetmiş olacaklar ki, ondan kurtulmak
için çoğu ya da tümü zorlama ürünü olan birçok değerlendirmeler
sunma gereğini duymuşlardır.
Bunlardan birine göre; ayetin başında, mücahitlerin özür sahibi
olup da cihada katılmayanlardan bir derece, sonunda ise özür sahibi
olmadan cihada katılmayıp oturanlardan birçok derece üstün
oldukları kastedilmiştir.
Bir diğer yoruma göre; ayetin başında geçen "derece"den
maksat, ganimet almak ve iyi nam salmak gibi dünyevi mertebedir.
Sonundaki "dereceler"den maksat ise, uhrevi mertebelerdir ve
bu mertebeler dünyaya oranla çokturlar. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür."
(Isrâ, 21)
Söz konusu mevhum çelişki problemini aşma amaçlı bir diğer
yorumsa şöyledir: Ayetin başında işaret edilen "derece"den maksat,
Allah katındaki mertebedir ve bu manevî bir olgudur. Ayetin
sonundaki "dereceler"den maksat ise, cennetin konakları ve yüksek
dereceleridir. Bunlarsa somut olgulardır.
Ancak okuyucular, bu yorumların ayetin lafzı itibariyle bir kanıta
dayanmadığından haberdardırlar.
"Katından" ifadesinin orijinali olan "minhu" kelimesindeki zamir,
yüce Allah'a dönük olsa gerektir. "Bağışlama ve rahmet" kelimelerinin,
"dereceler"in açıklaması şeklinde algılanması durumu
da bizim bu açıklamamızı desteklemektedir. Çünkü bağış ve rahmet
Allah'tandır. Ancak zamirin daha önce zikredilen "ecir" kelimesine
dönük olması da mümkündür.
"Bagışlama ve rahmet..." ifadesinin zahiri, "dereceler" kelimesinin
açıklaması olduğunu gösteriyor. Çünkü dereceler yani, Allah
katındaki her türlü mertebe, bağış ve rahmetin nesnel karşılığıdır.
Önceki araştırmalarımızın birinde şunu öğrenmiş bulunuyorsunuz
ki: Rahmetin -yani, Allah'ın lütufta bulunup katından nimet bağışı
yapmasının- gerçekleşmesi, ancak ona ulaşmanın önündeki her
türlü engelin bertaraf edilmesi ile mümkün olabilir. Bu rahmet ise
mağfiret, yani bağışlamadan ibarettir.
Bunun bir gereği olarak, her nimet mertebesi ve her yüksek
menzil ve derece kendisinden sonraki mertebeye ve kendisinden
üstün dereceye oranla mağfiret ve bağışlama konumundadır. Dolayısıyla
uhrevî her türlü dereceler, yüce Allah'ın bağışı ve rahmetidirler.
Nitekim Kur'ân'-da rahmet veya ona yakın bir kavramın kullanıldığı
çoğu yerde bağışlamadan da söz ediliyor. "Bagışlama ve
büyük mükâfat onlarındır." (Mâide, 9) "Onlar için... bagışlanma ve
tükenmez bir rızk vardır." (Enfâl, 4) " Onlar için bagışlama ve büyük
mükâfat vardır." (Hûd, 11) "Orada Allah magfireti ve rızası
vardır." (Hadîd, 20) "Bizi bagışla, bize merhamet et!" (Bakara, 286)
gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.
Ardından ayet, "Allah çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." ifadesiyle
son buluyor. Bu iki ismin ayetin içeriğiyle münasebeti belirgindir.
Özellikle, "bagışlama ve rahmet" ifadesinden sonra yer almış
olması, bu ilişkiyi daha da belirgin hâle getirmektedir.
"Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken;" Ayetin orijinalinde
geçen "teveffâhum=canlarını alırken" fiili, mazi veya
müzari kipindedir. Aslı "tetevveffâhum"dur. Kullanımda hafiflik olsun
diye "tâ"ların biri düşürülmüştür. Şu ayette olduğu gibi:
"Nefislerine zulüm ederlerken meleklerin canlarını aldıgı
lerine zulüm ederlerken meleklerin canlarını aldıgı kimseler, 'Biz
hiçbir kötülük yapmıyorduk!' diye teslim olurlar." (Nahl, 28) [Bu ayette
canlarını alma anlamında kullanılan fiil "tetevvefâhum" şeklinde
geçer.]
Benzeri ayetten de anlaşıldığı gibi "zulüm"den maksat, onların
şirk yurdunda kalmak, kâfirler arasında yaşamak, dolayısıyla dini
bilgileri edinme ve dinin kulluk görevlerini yerine getirmedeki çağrısını
uygulamaya geçirme imkânından yoksun kalmak suretiyle
Allah'ın dininden ve dinin şiarlarını ikame etmekten yüz çevirmeleridir.
[Kulluk görevlerini rahat bir şekilde yerine getiremedikleri
şirk diyarını terk etmemeleridir.] "Ne yapmakta idiniz? derler. 'Biz
yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılmış (mustazaf)lar idik' diye cevap
verirler..." şeklinde başlayan üç ayetin akışı bu yorumu destekleyici
niteliktedir.
Yüce Allah, "Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun." (A'râf, 44
ve Hûd, 19) ayetlerinde, "zalimler" kavramını [nefse veya başkalarına
zulmetmeyi belirtmeksizin] mutlak olarak kullandıktan sonra,
"Onlar (insanları) Allah'ın yolundan alıkoyan ve onun egri olmasını
isteyenlerdir." buyurarak bu kelimeye açıklık getirmiştir. Dolayısıyla
bu iki ayetin, zulmü açıklamadaki ortak mesajı şudur: Zulüm,
Allah'ın dinine sırt çevirmek ve onun eğri, çarpık ve saptırılmış
olmasını istemektir. Bu anlam, tefsirini sunduğumuz ayetin
tasvir ettiği objektif durum [ve bizim az önce yaptığımız açıklama]
ile de örtüşmektedir.
"Ne yapmakta idiniz?" derler." Yani, dini yaşama bağlamında durumunuz
neydi? Ayetin orijinalinde geçen "fîme" bileşiğinin sonundaki
"me" edatı, soru edatı olan "ma" kelimesinin kısaltılmış
şeklidir, ki kullanım hafifliği sağlamak amacıyla sonundaki "elif"
harfi hazfedilmiştir.
Ayette genel olarak, rivayetlerde "Kabir Sorgusu" olarak nitelenen
olaya yönelik bir işaret vardır. Bilindiği gibi kabir sorgusu,
ölümün gerçekleşmesinden sonra meleklerin ölünün dinini sormalarına
denir. Şu ayet de buna delâlet etmektedir: "Nefislerine zul-
mederken meleklerin, canlarını aldıgı kimseler, 'Biz hiçbir kötülük
yapmıyorduk!' diye teslim olurlar. 'Hayır, Allah sizin yaptıklarınızı
elbette çok iyi bilendir. O hâlde, içinde sürekli kalacagınız
cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!
(Kötülüklerden) sakınanlara, 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiginde,
'Hayır( indirdi)! derler." (Nahl, 28-30)
"Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılan (mustazaf)lar idik,
diye cevap verirler. Melekler de, 'Allah'ın yeri geniş değil miydi?
Onda hicret etseydiniz ya!' derler." Meleklerin "Ne yapmakta idiniz?"
sorusu, dinsel açıdan yaşadıkları duruma ilişkindir. Bu soruya
muhatap olan kimseler de dinsel açıdan iyi bir duruma sahip
olmayan kimselerdir. Bu yüzden sebebi [yani, dini yaşamamalarına
sebep olanı] müsebbebin [yani, kendi durumlarını anlatmalarının]
yerine koymak suretiyle cevap veriyorlar. Şöyle ki; onlar, güç
sahibi müşriklerin egemen olduğu bir yerde dini yaşama imkânını
bulamıyorlardı. Çünkü bu müşrikler, onları çaresiz ve zayıf düşürüyor,
güçlenmelerine engel oluyorlardı. Böylece dinin öngördüğü şeriata
ve yasalara sarılıp, uygulamaya geçirerek pratik hayatta yaşamalarına
imkân vermiyorlardı.
Şayet doğru söylüyorlarsa, zayıf düşürülmüş olmaları, kendilerinin
şirk yurdunda yerleşik bir hayat yaşıyor olmalarından kaynaklanıyordu.
Çaresiz ve zayıf bırakılmaları, yaşadıkları yurdun müşriklerin
egemenlikleri altında olmasından ileri geliyordu. Ancak [ortada
bir başka gerçek de var. O da şu ki,] o egemen müşrikler
dünyanın her tarafına ve onların yaşadıkları yerin dışında başka
yerlere de egemen değillerdi ya! Dolayısıyla bu adamlar her hâlükârda
mustazaf (zayıf düşürülmüş) değillerdi. Yani, zayıflıkları sadece
içinde bulundukları ortam için geçerliydi. Onu da, o yurdu
terk etmek ve çıkıp gitmek suretiyle değiştirmek ellerindeydi.
Bu yüzden melekler, onların mustazaflık iddialarını yalanlayarak
yeryüzünün Allah'ın arzı olduğu ve Allah'ın arzının da, içinde
yaşadıkları ve ayrılmadıkları yerden çok daha geniş olduğunu vurgulayarak
bahanelerini boşa çıkarıyorlar. Çünkü, göç etmek sure-
tiyle zayıf düşürüldükleri yerden ve ortamdan kurtulmaları mümkündü.
Dolayısıyla mustazaflık bağından kurtulacak güçleri olduğu
için onlar gerçek mustazaflar değillerdi. Demek ki bu durumu,
kendi kötü tercihleri sonucu seçmişlerdi.
"Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!"
cümlesindeki soru, "Ne yapmakta idiniz?" ifadesinde olduğu gibi,
ayıplama ve kınama amaçlıdır. Daha önce yer verdiğimiz Nahl suresinin
ilgili ayetlerinin akışından da anlaşıldığı gibi bu soruların ilkinin
["Ne yapmakta idiniz?"], durumun tespitine [ve dinsel açıdan
nasıl bir duruma sahip olduklarına] yönelik olması mümkündür.
Çünkü, Nahl suresinden anlaşıldığı kadarıyla bu tür soru, hem zalimlere,
hem de muttakilere yönelik bir sorudur ve kınama amaçlı
değildir. Ikincisi ise ["Allah'ın yeri geniş degil miydi?..."], her hâlükârda
kınama amacına yöneliktir.
Melekler, yeri Allah'a izafe ederek zikrediyorlar. Burada yüce
Allah'ın önce arzı geniş kıldığına, sonra insanları imana ve amele
davet ettiğine işaret ediliyor. Iki ayetten sonraki "Allah yolunda
hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur."
ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Yerin "geniş" olarak nitelendirilmesi, hicret etmeyi; "Onda hicret
etseydiniz ya! "ifadesi şeklinde kullanmayı gerektirmiştir. Yani,
yerin bir bölgesinden bir diğer bölgesine göç etseydiniz ya! Şayet
genişlik tasavvur edilmeden bir ifade kullanılsaydı, "Ondan hicret
etseydiniz" denilmesi uygun düşerdi.
Ardından yüce Allah, meleklerle onların bu söyleşini gözler önüne
serdikten sonra şu hükmü veriyor: "İşte onların varacagı yer
cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!"
"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar...müstesnadır." Bu cümledeki istisna münkatı yani kopuk
istisnadır. Bunlarla ilgili olarak ayette söz konusu edilen anlamda
"zayıf bırakılmışlar" (mustazaflar) tabirinin kullanılması, yukarıda
[önceki ayette] sözü edilen "zalimlerin", aslında musta-zaf olmadıklarına
işaret etmeye yöneliktir. Çünkü onlar zayıflık kaydını ü-
zerlerinden kaldırabilecek güçtedirler. Asıl zayıflar, bu ayette sözü
edilenlerdir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar şeklinde ayrıntılı bir açıklamaya
gerek duyulması, ilâhî hükmü açıklama ve yanlış algılamalara
meydan vermeme amacına yöneliktir.
"hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar"
ifadesine gelince, burada kullanılan "hîle" kelimesi, "haylûle" (engel,
mani, önlem) kökünden şekil ve biçim ifade eden mastar kipi
gibidir. Sonra alet anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında
bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade
eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme anlamını
ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir. Bu ifade, genelde
gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili olarak kullanılır. Her hâlükârda
kelimenin kök anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında
belirttiği gibi, değişim anlamı vardır.
Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Onlar, müşriklerin
kendilerine yönelttikleri zayıf bıraktırıcı baskıyı engellemeye
güç yetiremiyorlar; onların bu tür baskılarını defetmek için hiçbir
engel bulamıyorlar. Bundan kurtulmalarını sağlayacak bir yol elde
etme imkânına da sahip değiller."
Ayetin akışından anlaşıldığı üzere, "yol" kavramı geneldir; gözle
görülen ve görülmeyen her türlü yolu [yani, tüm çare yollarını]
kapsamına almaktadır. Şöyle ki; bu kavram burada, anlam olarak
Mekkeli Müslümanların Medine'ye hicret etmek için kullandıkları
normal yol gibi maddî yolu içerdiği şekilde, manevî yolu da kapsar.
Dolayısıyla buradaki yoldan maksat, onları müşriklerin elinden, işkence
ve fitnelerine duçar ederek zayıf düşürme girişimlerinden
kurtaracak her türlü çözüm yoludur.
MUSTAZAFLIK ÜZERINE
Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda cahillik,
insanın kendisinden kaynaklanmayan bir kusurdan veya yetersizlikten
ileri geliyorsa, bu insan Allah katında mazurdur.
88 ............... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5 Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini bilmemeyi ve
dinsel şiarları egemen kılmaktan alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî
affın kapsamına girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra
mustazafları (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutuyor,
zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini belirtiyor. Ardından
onları, başkalarını da kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları
engeli kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir
çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor.
Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu nedenle dini
bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir âlim bulunmadığı
için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da bu bilgilere sahip olduğu
hâlde dayanılmaz ağır işkencelerden dolayı onları pratize etmenin
bir yolunu bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık,
bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir olumsuzluk yüzünden
bulunduğu yerden çıkamayan, Islâm yurduna hicret edip
Müslümanlara katılamayan bir kimse için geçerli olduğu gibi, zihni
dinsel bilgiler bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel
olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun kıvırıcı bir
tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ hâkkın net bir şekilde
önüne konulması durumunda ona kesinlikle tâbi olacağı hâlde
değişik etkenler yüzünden hakkı algılayamayan bir kimse için de
geçerlidir.
Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve çaresizdir;
[içinde bulunduğu olumsuz koşullardan çıkacak ve] herhangi
bir yol bulacak durumda değildir. Bunun böylesi bir konuma
düşmesindeki etken, hak ve din düşmanları tarafından kılıç ve
kırbaç zoruyla kuşatılıp çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis
onu başka faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de gafleti
ona musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir gafletin etkisine giren
insan artık hiçbir çareye güç yetirmez ve böyle bir cehaletin
pençesindeki insan da hiçbir yol bulmaz mustazaftır.
Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan bu ayetin
mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca varıyoruz. Bu
Nisâ Sûresi 95-100 ...................... 89
anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de algılayabiliriz: "Allah
her şahsı, ancak gücünün yettigi ölçüde mükellef kılar. Herkesin
kazandıgı iyilik lehine, ettigi kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286)
Bu ayet gereği, hak-kında gafil olunan şey insanın gücü dâhilinde
değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın yapamadığı bir şey de
onun gücü dâhilinde sayılmaz.
Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün üstündeki
teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur görülme durumlarını]
belirlemek ve gerçek mazereti bahaneden ayırt etmek
için genel bir ilkeyi koyuyor. Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına
ve seçimine dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden alıkonuluşunda
kendi etkisi ve katkısı olmamalı.
Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak nitelikli
dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil insanın bu cehaleti [ve
dinî vazifeyi terk edişi], kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden
kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve kendisi
günahkâr sayılır.
Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi kendi
kusuruna veya buna yol açacak kimi ön davranışlarına
dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya gafleti ya da amel etmemeyi
ona dayatan dış faktörlerden kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk
etmişlik kişinin tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan günahkâr,
taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun kıvıran müstekbir
ve körü körüne inkârcı kabul edilmez. Dolayısıyla böyle bir insan
eğer iyilik [olarak bildiği bir şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak
bildiği bir şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin
iyi ya da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya kötülük
unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya aleyhine de bir şey
yok demektir.
Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş kazanmak
durumunda olmadığı için eli boş insandır, lehinde ve aleyhinde
olacak bir şeye sahip değildir; onunla ilgili hüküm Allah'a
kalmıştır. Nitekim bu, mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan,
90 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
"İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bagışlayıcıdır."
ayeti ile başka suredeki ayetten anlaşılmaktadır: "Başka
ları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, onlara ya
azap eder ya da onları affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir."
(Tevbe, 106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir.
"İşte bunları, umulur ki Allah affeder." Bunlar, bilmeyişleri bir
mazerete dayandığı için kötülüğü kazanmamışlardır. Ancak daha
önce de vurguladığımız gibi insan, mutluluk ve mutsuzluk arasında
hareket etmektedir. Mutluluğu kendi üzerine çekmemiş olması
onun için yeterli bir mutsuzluktur. Dolayısıyla bu durumdaki bir insan,
iyi olsun, bozguncu olsun ya da hiçbiri olmasın, özü itibariyle
mutsuzluğun izlerini silip etkilerini gideren ilâhî aftan müstağni
değildir. Yüce Allah'ın ["Işte onları, umulur ki Allah affeder." sözüyle]
onların affedilmeleri umudundan söz etmesi, bu gerçeğe
yönelik bir işarettir.
Onların affedilebilecekleri umudundan söz edilip ardından, affın
onları kapsayacağına yönelik bir işaret içeren "Allah çok affedici
ve bagışlayıcıdır." ifadesine yer verilmiş olması, onların, "varacakları
yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" ifadesiyle,
yerlerinin kötü bir varış yeri olarak cehennem olacağı vaat
edilen zalimler grubundan istisna edilir şekilde zikredilmiş olmalarından
dolayıdır.
"Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve
genişlik bulur." Ayetin orijinalinde geçen "murâğemen" kelimesinin
kökü olan "er-reğâm" ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî der ki: "er-
Reğâm", yumuşak toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin
rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu gayruhu=
başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü" şeklinde de kullanılır.
Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti buna
örnektir:
"O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem.
Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım."
Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut etme" ifadesinin
kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine
dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu enfehu
ve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona kızdı",
"Râğamehu=iki kişi birbirini kızdırıp öfkelendirmeye çalıştılar, her
biri karşı tarafın burnunu sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir.
Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip münakaşa,
kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı. Yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gidecek birçok yer... bulur."
"Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren kötü bir şey
gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu tıpkı; "Falandan kızdığım
için falana gittim, ona yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan
alınan alıntı burada sona erdi.]
Şu hâlde ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Kim
Allah yolunda, yani bilgi ve amel düzeyinde dini yaşamak suretiyle
O'nun rızasını elde etmek amacıyla hicret ederse, yeryüzünde bu
amacını gerçekleştirmesine elverişli birçok yer bulur. Her ne zaman
Allah'ın dinini pratikte uygulamasına yönelik bir engelle karşılaşırsa,
dinini yaşamasına engel olan gücün burnunu sürtmek,
onu öfkelendirmek ya da onunla çekişip mücadele vermek amacıyla
oradan hicret ederek başka bir yerde dinini özgürce yaşama
imkânını, ayrıca yeryüzünde genişlik, bolluk ve birçok imkân bulur.
Yüce Allah bu ayetlerin öncesinde, "Allah'ın yeri geniş degil
miy-di?" buyurmuştur. Bu ifadenin ayrıntısı konumunda olan bu
ayetin, [hiçbir kayda yani, Allah yolunda ifadesine yer vermeksizin],
"Hicret eden kimse yeryüzünde genişlik bulur." cümlesi şeklinde
olması gerekirdi. Ancak Allah yolunda gitmek ve ilâhî yolu
sulûk etmek isteyenler için, yeryüzü genişliğinin bir gerekçesi olarak
"birçok gidecek yer" ifadesine de ek olarak yer verilmesi nedeniyle,
"hicret etme" de "Allah yolunda olmak" şeklinde kayda
bağlanmıştır ki, ifadenin ana mesajıyla örtüşsün. Bu ana mesaj ise,
şirk düzeninin egemen olduğu bir ortamda yaşamaya devam
eden müminlere yönelik bir öğütten ibarettir. Yani, ayet onları tah-
92 ........... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
rik edip coşkulandırmaya, hicrete teşvik etmeye ve [moral destek
sağlayarak] yüreklerini hoş tutmaya yönelik bir mesaj konumundadır.
"Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar..." Allah
ve Resulü için göç etmek, Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini
öğrenip amel etme imkânı bulunan Islâm yurduna hicret etmekten
kinayedir.
Ölümün yetişmesi, istiare yoluyla ölümün normal biçimde vuku
bulması ve beklenmedik şekilde gerçekleşmesinden kinayedir.
[Yoksa "idrak" kelimesinin asıl lügat anlamı burada kastedilmemiştir.]
Çünkü ayetin orijinalindeki "yudrik" kelimesinin mastarı
olan "idrak" kelimesi, gerideki kişinin öncekinin ardından koşup
ona yetişmesi demektir. [Oysa insanın ölümü, insandan geri kalmamıştır
ki, ardından gelip ona varmış olsun.]
Yine mükâfatın Allah'a düşmesi de, ecir ve sevabın O'nun için
gerekli olması ve bunu uhdesine alması demektir. Demek ki orada
güzel bir ecir, sınırsız bir sevap vardır ve Allah onu eksiksiz şekilde
kesinlikle hicret eden kuluna bahşedecektir. Allah bu vaadini,
kendisine hiçbir şeyin ağır ve zor gelmediği, hiçbir şeyin aciz bırakamadığı
ve ettiği iradeyi hiçbir şeyin engelleyemediği ulûhiyet
makamıyla gerçekleştirir. Ve O sözünden dönmez. Ayetin, "Allah
da çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." cümlesiyle son bulması, ödül
ve sevabın eksiksiz verilmesinin bu güzel vaadin ayrılmaz bir parçası
olduğunu vurgulamak ve pekiştirmek içindir.
Yüce Allah bu ayetlerde müminleri, diğer bir ifadeyle iman iddiasında
bulunanları, iman yurdunda ve şirk yurdunda yaşıyor olmak
bakımından çeşitli kısımlara ayırıyor ve bu grupların her birinin
konumuna uygun olarak alacağı karşılığı (mükâfatı) açıklıyor.
Bunu da bir öğüt, bir uyarı ve iman yurduna hicret etmeye yönelik
bir teşvik unsuru olması, iman yurdunda toplanılması, Islâm toplumunun
güçlendirilmesi, iyilik ve takva üzere birlik ve dayanışma
içinde olunması, hak mesajın yüceltilmesi, tevhit bayrağının ve din
sancağının dalgalandırılması amacıyla yapıyor.
Bunlar içinde bir grup Islâm yurdunda yaşıyor. Mallarıyla ve
canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, mazeretsiz oturanlar ve bir
mazereti bulunduğu için oturanlar bu grupta yer alırlar. Allah hepsine
de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; fakat Allah cihat edenleri,
derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.
Diğer bir grup ise, şirk yurdunda yaşıyor. Bunlar zalimdirler. Allah
yolunda hicret etmezler. Bu yüzden varacakları yer cehennemdir;
orası ne kötü bir varış yeridir!
Fakat bunların arasında da zalim olmayan zayıf düşürülmüş
bir grup vardır. Bir çözüm bulma imkânından yoksundurlar, bir çıkış
yolu da bulamıyorlar. Bunlar aciz olup hiçbir çareye güç yetiremeyen
ve hiçbir yol bulamayan mustazaflardır. Işte bunları, yüce
Allah'ın affetmesi umulur. Yine bunlar arasında yer alan bir diğer
grup da, Allah ve Resulü uğrunda hicret etmek üzere evlerinden
çıkan, ama sonra kendisine ölüm gelip yetişen kimselerdir. Ki bunların
ecri, mükâfatı Allah'a düşer.
İniş sebebi, Resulullah efendimiz (s.a.a) zamanında Medine'ye
hicretiyle Mekke'nin fethi arasındaki döneme tekabül eden Arap
yarımadasındaki Müslümanların durumu ile ilintili olsa da, ayetlerin
içeriği bütün zamanlardaki tüm Müslümanlar için geçerlidir. O
dönemde yeryüzü iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı Islâm yurduydu,
Medine ve çevresinin temsil ettiği bu bölgede Müslümanlar dinlerini
özgürce yaşıyorlardı. Bazı müşrik gruplar ve diğer dinlere mensup
topluluklar da burada yaşıyorlardı. Ancak antlaşma ve benzeri
akitlerden dolayı Müslümanları rahatsız etmezlerdi ve bu nedenle
aralarında bir çatışma, bir sürtüşme olmazdı.
Diğer bir kısmı ise şirk yurduydu. Mekke ve çevresinin temsil
ettiği bu yurtta, egemenlik müşriklerin elindeydi ve buraları putperest
inanç sistemleri doğrultusunda idare ediyorlardı. Müşrikler bu
topraklarda yaşayan Müslümanlara dinlerini yaşamalarından dolayı
yoğun baskı uyguluyorlardı, onları ağır işkencelerden geçiriyor,
dinlerinden dönmelerini sağlayacak yoğun bir dayatma tatbik ediyorlardı.
Ama ayetlerin ana fikri daima tüm Müslümanlar için geçerlidir.
Buna göre bir Müslüman dinini öğrenebileceği, dininin şiarlarını
egemen kılabileceği, dinin hükümlerini pratikte uygulayabileceği
bir yerde yaşamakla yükümlüdür. Bir yerde dinini
öğrenemiyorsa, dininin hükümlerini pratikte uygulamasına izin
verilmiyorsa -orası ismen Islâm yurdu olsun veya şirk yurdu fark
etmez- oradan hicret etmekle yükümlüdür. Çünkü günümüzde isimler
değişime uğramış, isimlerin müsemması, nesnel karşılığı
ortadan kaybolmuştur. Insanların dini sadece kimliklerinde yazılır
olmuştur. Günümüzde Islâm kuru bir isimdir artık. Islâm isimlendirmesinde
Islâmî öğretilere inanmak ve Islâmî hükümleri uygulamak
ilkesi esas alınmıyor.
Kur'ân ise, hükmünü Islâm'ın hakikatini baz alarak veriyor; Islâm
ismini değil. Insanları, Islâm ruhunu taşıyan amellere teşvik
ediyor, şeklî ve ruhsuz tavırlara değil. Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın
değişik ayetlerinde şöyle buyurmuştur:
"(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla
olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi
için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur. Erkek
olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler
yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı
kadar bile zulmedilmez." (Nisâ, 123-124) "Şüphesiz inananlar, Yahudiler,
Hıristi-yanlar ve Sabiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp
iyi işler yapanlara, Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar
için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. " (Bakara, 62)
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre Ibn-i Cerir, Ibn-i
Münzir, Ibn-i Ebi Hatem, Ibn-i Mürdeveyh ve Beyhaki kendi Süneninde
Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Mekkelilerden bir topluluk
Müslüman oldu. Bunlar Müslümanlıklarını gizliyorlardı. Müşrikler
Bedir Günü onları da yanlarında savaşa götürdüler. Bazısı yaralandı,
bazısı da öldürüldü. Bunun üzerine Müslümanlar dediler
ki: 'Bu Müslümanlar bizim arkadaşlarımızdı. Bunlar zorla savaşa
getirildiler.' Böylece hata ettiklerini düşünerek Allah'tan onlar için
bağışlanma dilediler. Bunun üzerine, 'Melekler, nefislerine zulmedenlerin
canlarını alırken...' ayeti indi."
Ibn-i Abbas daha sonra şöyle dedi: "Bu ayetin indiği, [Medine'-
deki Müslümanlar tarafından] Mekke'de kalmaya devam eden
Müslümanlara bildirilerek, orada kalmalarının hiçbir mazeretle caiz
olmayacağı belirtildi. Bunun üzerine Mekke'den ayrıldılar. Fakat
müşrikler onları yakaladılar ve çeşitli baskılar uyguladılar. Bunun
üzerine şu ayet indi: 'İnsanlardan kimi vardır ki, Allah'a inandık,
der; fakat Allah ugrunda kendisine eziyet edilince insanların işkencesini,
Allah'ın azabı gibi sayar.' (Ankebût, 10) Müslümanlar bu
ayeti de onlara duyurdular. Bunun üzerine üzüldüler, büyük bir karamsarlığa
kapıldılar. Onlarla ilgili olarak şu ayet indi:
"Sonra Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edip, ardından
da savaşan ve sabredenlerin yanındadır. Bütün bunlardan
sonra Rabbin elbette çok bagışlayan ve esirgeyendir." (Nahl, 110)
Bu sefer onlara bu ayetin indiği haber verildi, Allah'ın kendileri için
bir çıkış kapısı gösterdiği duyuruldu ve Mekke'den çıkmaları istendi.
Onlar da Mekke'yi terk ettiler. Fakat müşrikler yetişip onlarla
savaştılar. Kurtulan kurtuldu, ölen öldü."
Aynı eserde belirtildiğine göre, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Ebi Hatem,
Dahhak'tan bu ayetle ilgili olarak şöyle rivayet etmişlerdir: "Burada
kastedilenler, bir grup münafıktır. Bunlar Resulullah (s.a.a) ile
birlikte Medine'ye hicret etmeyip Mekke'de kaldılar. Sonra Kureyş
müşriklerinin saflarında Bedir Savaşına katıldılar. Böylece Bedir
yaralıları ve ölüleri arasında onlardan da bazı kimseler vardı. Yüce
Allah bu ayeti onlar hakkında indirdi."
Aynı eserde, Ibn-i Cerir'in ayetle ilgili olarak Ibn-i Zeyd'den şöyle
rivayet ettiği belirtilir: "Peygamberimiz (s.a.a) gönderilince, onun
gönderilişiyle birlikte insanların gerçek siması, içlerindeki iman ve
nifak nişaneleri de belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Bazı insanlar
ona gelir, 'Ey Allah'ın Resulü, biz Müslüman olmamız durumunda
şu kavmin bize işkence etmesinden, bize şunu şunu yapmasından
korkuyoruz. Fakat, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah-
'ın Resulü olduğuna şahitlik ediyoruz.' derlerdi. Bunu her fırsatta
ifade ederlerdi. Bedir günü müşrikler harekete geçtiler ve 'Bize katılmayan
biri olursa evini yıkarız, malını kendimize mubah sayar el
koyarız.' dediler. Bu tehdit karşısında, Resulullah'a (s.a.a) o sözü
söyleyenler de müşriklerin safında savaşa katıldılar. Bunların bir
kısmı öldürüldü, bir kısmı da Müslümanlara esir düştü."
"Bunlardan öldürülenler hakkında yüce Allah buyurdu ki: Melekler,
nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken... 'Allah'ın yeri
geniş degil miydi? Onda göç etseydiniz ya!' -sizi zayıf düşürenleri
terk etseydiniz ya!- derler. Işte onların varacagı yer cehennemdir;
orası ne kötü bir varış yeridir!"
"Sonra Allah, gerçekten zayıf olan samimi insanların mazeretini
kabul etti ve şöyle buyurdu: 'Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan
(gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye
gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.' Bunlar
göç için yola çıkacak olurlarsa helâk olurlar, müşrikler tarafından
öldürülürler. 'Işte bunları umulur ki Allah affeder.' Yani, müşrikler
arasında yaşamalarını bağışlaması ümit edilir."
"Tutsak edilenlerse şöyle dediler: 'Ya Resulullah! Biliyorsun ki
biz, senin yanına geliyor ve Allah'tan başka ilâh olmadığına, senin
de Allah'ın elçisi olduğuna şahitlikte bulunduğumuzu söylüyorduk.
Biz, can korkusuyla bu kavmin saflarında savaşa katıldık.' Yüce Allah
onlar hakkında şu ayeti indirdi:
"Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere de ki: Eger Allah
kalplerinizde bir hayır oldugunu bilirse, sizden alınandan (fidyeden)
daha hayırlısını size verir ve sizi bagışlar. -Peygambere
(s.a.a) karşı müşriklerle birlikte savaşa katılmanızı affeder.- ...Eger
sana hainlik etmek isterlerse, (bilsinler ki esasen) daha önce Allah'a
hainlik etmişlerdi, -müşriklerin safında savaşa çıkmışlardı,-
Allah da bundan ötürü onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti."
[Enfâl, 70-71]
Nisâ Sûresi 95-100 ...................... 97
Aynı eserde Abd b. Hamid, Ibn-i Ebi Hatem ve Ibn-i Cerir kanalıyla
Ikrime'nin, "Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken,
'Ne yapmakta idiniz?' derler... orası ne kötü bir varış yeridir!"
ayetiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Bu ayet Kays
b. Fakih b. Müğire, Haris b. Zemaa b. Esved, Kays b. Velid b.
Müğire, Ebu'l As b. Münebbih b. Haccac ve Ali b. Ümeyye b. Halef
hakkında inmiştir."
"Kureyş müşrikleri ve onlara tâbi olanlar, Ebu Süfyan'ı ve
Kureyş'in kervanını Resulullah (s.a.a) ve ashabına karşı savunmak
ve Nahle Günü ellerinden alınan malların telafisini çıkarmak, onları
geri almak için harekete geçince, Müslüman olan bazı gençleri
de zorla beraberinde götürdüler. Ancak beklenmedik bir şekilde iki
ordu Bedir'de karşı karşıya geldi. Böylece yukarıda isimlerini saydığımız
kimseler, Islâm'dan döndüler ve Bedir'de kâfir olarak öldürüldüler."
Ben derim ki: Ehlisünnet kaynaklarında aktarılan bu anlama
yakın rivayetlerin sayısı oldukça çoktur. Bunlar zahiren ayete uyarlama
gibi görünüyorlarsa da güzel bir uyarlamadır.
Bundan ve sonraki ayetlerden algıladığımız en önemli hususlardan
biri, Peygamberimizin (s.a.a) hicretinden önce de, sonra da
Mekke'de münafıkların bulunmasıdır. Inşallah Tevbe suresinin tefsiri
çerçevesinde münafıkların durumunu incelerken, bu realitenin
gözlemlerimiz üzerinde büyük etkisi olacaktır.
Aynı eserde, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Ibn-i Ebi Hatem kanalıyla
Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "Mekke'de Bekiroğullarından
Damre adında bir adam vardı. Bu adam hastaydı. Bir gün ailesine
dedi ki: 'Beni Mekke'den çıkarın. Çünkü sıcak hava beni rahatsız
ediyor.' Dediler ki: 'Nereye götürelim seni?' Eliyle Medine'ye giden
yolu işaret etti. Onu Mekke'den çıkardılar. Iki mil kadar uzaklaşmışken
yolda öldü. Bunun üzerine şu ayet indi: "Kim Allah ve Resulü
ugrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm
yetişirse..."
Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen birçok rivayet vardır. Ancak
bu rivayetler arasında, hicret yolunda ölen kişinin kimliği hususunda
büyük farklılıklar vardır. Bazısına göre, Damre b. Cündeb,
bazısına göre Eksem b. Sayfi, diğer bazısına göre Ebu Damre b. Is
ez-Zarkî, bir diğer bazısına göre Leysoğullarından Damre b. Is, diğer
bazısına göre de Cunda' b. Damre b. Cundaî olduğu söylenir.
Bazı rivayetlerde ayetin, Habeşistan'a hicret ederken yılan tarafından
sokulup ölen Halid b. Hazzam hakkında indiği belirtilir.
Ibn-i Abbas'a dayandırılan bazı rivayetlerde, Ibn-i Abbas onun
Eksem b. Sayfi olduğunu söyler. Ravi der ki: Ibn-i Abbas'a sordum:
"Peki Leysi olayı ne zaman gerçekleşti?" Dedi ki: "Bu, Leys'ten bir
süre önce meydana geldi. Ayet, hem özel, hem de genel niteliklidir."
Ben derim ki: Yani özel olarak Eksem hakkında indi, sonra
başkalarını da kapsayacak şekilde genelleştirildi. Rivayetlerden
çıkan sonuca göre, Eksem b. Sayfi, Leys kabilesinden biri ve Halid
b. Hazzam adlı üç Müslüman hicret amacıyla yola çıkmışken yolda
ölürler. Ayetin bunlardan biri hakkında inmiş gibi gösterilmesi, ravi
tarafından yapılan bir uyarlama gibidir.
el-Kâfi adlı eserde Zürare'nin şöyle dediği rivayet edilir: İmam
Bâkır'dan (a.s) "mustazaf"ın kim olduğunu sordum, dedi ki:
"Musta-zaf, kâfir olmak için hiçbir çareye gücü yetmeyen (nasıl
küfre sapılacağını bilmeyen), iman etmeye doğru hiçbir yol bulamayan
kimsedir. Yani, ne iman edebilen, ne de küfre sapabilen
kimseye denir. Meselâ çocuklar bu konumdadırlar. Aynı şekilde
çocukların akılları düzeyine inen erkek ve kadınlar da öyledir; onlardan
sorumluluk kalkmıştır." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:1]
Ben derim ki: Zürare'den aktarılan bu hadis müstafiz yani çok
kanallıdır; Kuleyni,1 Şeyh Saduk2 ve Ayyâşî1 değişik kanallardan
ondan rivayet etmişlerdir.
1- [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:1-2-3.]
2- [Maâni'l Ahbar, s.200.]
Nisâ Sûresi 95-100 .......................... 99
Aynı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Ismail el-Cu'fi'den
şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) sordum ki: "Kulların bilmezlik
edemeyecekleri [hakkında bilgisiz olamayacakları] din nedir?"
Buyurdu ki: "Din geniştir. Fakat Haricîler [Hz. Ali (a.s) döneminde
meydana çıkan, Nehrevan Savaşını başlatan, Islâm'da olmayan
bazı sapık inançlarından dolayı Islâm'dan çıkan ve 'Haricîler' diye
adlandırılan bir grup] cahillikleri yüzünden onu kendilerine daralttılar."
Dedim ki: "Sana feda olayım. Üzerinde bulunduğum ve inandığım
dinden söz edeyim mi?" İmam "Evet" dedi. Dedim ki: "Allah'-
tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi
olduğuna tanıklık ediyorum. Hz. Muhammed'in (s.a.a) Allah katından
getirdiklerine ikrar (tasdik ve kabul) ediyorum. Sizi (Ehlibeyt'i)
Bunun üzerine buyurdu ki: "Allah'a andolsun ki, dinde bilmediğin
bir şey yok. Allah'a andolsun ki bu, bizim de üzerinde bulunduğumuz
dindir." Sonra şöyle dedim: "Peki, bunu bilmeyen bir kimse
Müslüman olabilir mi?" Buyurdu ki: "Mustazaflar olabilir." Ben,
"Kim bunlar?" diye sordum. "Kadınlarınız ve çocuklarınız" diye cevap
verdi. Ardından şunu ekledi: "Ümmü Eymen'i duydun mu? Ben
onun cennet ehli olduğuna şahitlik ediyorum. Buna rağmen o, sizin
üzerinizde bulunduğunuz dini anlayıştan haberdar değildi." [Usûl-
ü Kâfi, c.2, s.405, h:6]
Tefsir-ul Ayyâşî'de Süleyman b. Halid'den, o da İmam Bâkır'-
dan (a.s) şöyle rivayet eder: Süleyman der ki: "İmama mustazafları
sordum." Şöyle buyurdu: "Bir perde gerisinde dışarıyla ilişkileri kesik
olan zayıf akıllı kadınlar, 'namaz kıl' dediğinde kılan ve senin
dediğinden başkasını anlamayan hizmetçiler, dediğinden başkasını
bilmeyen ve biri tarafından güdülmedikçe hareket edemeyen
1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.268, h:243.]
köleler, çok yaşlı insanlar, çocuklar, küçükler... Işte bunlar
mustazaftırlar. Fakat güçlü olan, mücadele eden, didişen, alış veriş
yapabilen bir adam hakkında, senin ona mustazaf diyerek hiçbir
şekilde aldatamadığın kimse kesinlikle mustazaf değildir; o
böyle bir saygınlığı hakketmez." [c.1, s.270, h:251]
Maani'l Ahbar adlı eserde Süleyman'dan, o da tefsirini
sunduğumuz ayetle ilgili olarak İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
eder: "Ey Süleyman, mustazaflar içinde senden daha güçlü
kimseler vardır. Mustazaflar oruç tutan, namaz kılan, karınlarını ve
ırzlarını haramdan koruyan, bizden başkası için velayet hakkını
öngörmeyen ve [peygamberlik] ağacının dallarından tutunan
[Ehlibeyt'e sarılan] kimselerdir. Işte bunları, ağacın dallarına
tutundukları sürece umulur ki Allah affeder. Ancak bunlar şunu da
bilmelidirler ki, eğer Allah onları affederse bu, O'nun
rahmetindendir. Şayet onlara azap ederse, bu da onların
sapmalarının sonucudur." [s.200]
Ben derim ki: "Bizden başkası için velayet hakkı öngörmeyen"
ifadesiyle, Ehlibeyt'e düşmanlığı esas alan "Nasibîlik" akımına veya
onlarla aynı paralele düşmeyi gerektirecek şekilde Ehlibeyt
hakkında kusur işleme durumuna işaret edilmiştir. Nitekim aşağıdaki
rivayetlerde buna değinilmektedir.
Aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Mustazaflar birkaç gruba ayrılırlar. Bunların hepsi de birbirinden
farklıdır. Kıble ehli olup da Nâsibî, yani Ehlibeyt'e düşman olmayanlar
mustazaftır." [s.200]
Yine aynı eserde, ayrıca Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s)
tefsirini sunduğumuz ayetle ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "hiçbir çareye gücü yetmeyenler" yani, Ehlibeyt'e düşmanlığı
esas alan Nasibîlik akımına katılmaktan aciz olanlar. "hiçbir yol
bulamayanlar" ise, hakka ulaşıp bağlanmaya bir yol bulamayan
kimselerdir. Böyle kimseler güzel amelleri ve Allah'ın yasakladığı
haramlardan sakınmaları dolayısıyla cennete girerler; ancak iyilerin
derecelerine ulaşamazlar." [Maani'l Ahbar, s.200, Tefsir-ul Ayyâşî, c.1,
s.268, h:245]
Tefsir-ul Kummî'de Durays el-Kunasî İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle
rivayet eder: İmama dedim ki: "Sana feda olayım, Hz. Muhammed'in
(s.a.a) peygamberliğini kabullenen, ama günahkâr olup
imamı olmadan ve siz Ehlibeyt'in velayetini de bilmeden ölen
muvahhitlerin durumu ne olacak?"
Buyurdu ki: "Bunlara gelince, onlar çukurlarında (kabirlerinde)
kalacak ve oradan çıkmayacaklardır. İçlerinde salih ameller işleyenler
ve bize karşı bir düşmanlık beslemeyenler için yüce Allah'ın
mağripte yarattığı cennete doğru bir delik açılır. Cennete açılan bu
delikten o adamın kabrine esenlik ve rahatlık dolar. Bu durum kıyamete
kadar böyle devam eder. Nihayet yüce Allah ile karşılaşır.
Allah onu iyiliklerinden ve kötülüklerinden dolayı sorgular. Bunun
sonucunda ya cennete ya da cehenneme gider. Bu gibi adamlar
Allah'ın emrine, iradesine kalmışlar."
Daha sonra İmam şöyle buyurdu: "Mustazaflara, zayıf akıllılara,
çocuklara ve henüz bulûğ çağına erişmemiş Müslüman çocuklarına
da böyle yapılır. Kıble ehlinden olup da Ehlibeyt'e düşmanlığı
ve sövgüyü esas alan Nasibîlik akımına mensup olanlara gelince,
onlar için de yüce Allah'ın maşrikte (doğuda) yarattığı cehenneme
doğru bir delik açılır. Bu delikten onların üzerine alevler, kıvılcımlar,
dumanlar ve kızgın alevlerin yakıcı homurtuları dolar. Bu
durum kıyamete kadar devam eder. Sonra vardıkları yer cehennem
olur."
el-Hisal adlı eserde, İmam Sadık'tan (a.s), o babasından, o da
dedesinden ve o da Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Cennetin
sekiz kapısı vardır. Birinden peygamberler ve doğrular girer. Birinden
şehitler ve salihler girer. Beş kapıdan da taraftarlarımız (Şiîlerimiz)
ve sevenlerimiz girer... Bir diğer kapıdansa, Allah'tan başka
ilâh olmadığına şahitlik eden ve kalbinde zerre ağırlığı kadar biz
Ehlibeyt'e karşı kin barındırmayan diğer Müslümanlar girer." [s.407,
h:6]
Maani'l Ahbar adlı eserde, ayrıca Tefsir-ul Ayyâşî'de
Hamran'dan şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "(ger-
çekte) aciz olup zayıf bırakılanlar... müstesnadır." sözünün anlamını
sordum. Buyurdu ki: "Onlar velayet ehlidirler." Dedim ki:
"Hangi velayet?" Buyurdu ki: "Tâbi ki, dindeki velayet değil. Nikâhtan,
mirastan ve bir arada, iç içe yaşamaktan kaynaklanan velayeti
kastediyorum. Böyle kimseler ne mümin, ne de kâfirdirler. Onların
durumu ulu Allah'ın emrine kalmıştır." [Maani'l Ahbar, s.202, h:8,
Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.269, h:249]
Ben derim ki: Burada "Başkaları da vardır ki, Allah'ın emrine
bırakılmışlardır. O, ya onlara azap eder ya da onları affeder."
(Tevbe, 106) ayetine işaret edilmiştir. Inşallah buna ilişkin açıklamalara
yer vereceğiz.
Nehc-ül Belâğa'da Hz. Ali (a.s) şöyle der: "Mustazaf ismi, hakka
ilişkin kanıt kendisine ulaşan, onu kulağıyla duyup kalbiyle kavrayan
kimseler için geçerli değildir." [Hutbe:189]
el-Kâfi adlı eserde, İmam Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet edilir:
Ona "zayıflar" hakkında bir soru soruldu. O da şöyle bir cevap yazdı:
"Zayıf, kendisine hakka ilişkin kanıt ulaşmayan, bu konudaki
ihtilafları (ve farklı inançları) bilmeyen kimsedir. Ihtilafları bildikten
sonra, artık ona zayıf denmez." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.406, h:11]
Aynı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: Ona soruldu
ki: "Mustazaflar hakkında ne diyorsun?" Hazret bağırırcasına
buyurdu ki: "Yoksa siz, (şimdiki zamanda yeryüzünde) mustazaf
olan birinin olduğunu mu sanıyorsunuz? Nerede mustazaflar? Allah'a
andolsun ki, sizin bu dininiz her tarafı kaplamıştır. Elden ele
perde arkasındaki kadınlara kadar ulaştı. Medine yolundaki sucu
kadınlar bile ondan söz eder oldular." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:4]
Maani'l Ahbar adlı eserde Ömer b. Ishak'tan şöyle rivayet edilir:
İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Yüce Allah'ın sözünü ettiği
mustazafın sınırı nedir?" diye soruldu. Buyurdu ki: "Kur'ân'dan bir
sureyi iyice bilmeyendir. Oysa yüce Allah Kur'ân'ı o kadar basit
kılmıştır ki, bir kimsenin onu iyice bilmemesi, okuyamaması olacak
iş değildir." [s.202, h:7]
Nisâ Sûresi 95-100 ............................. 103 Ben derim ki: Yukarıda yer verdiğimiz rivayetlerin dışında, konuyla
ilgili başka rivayetler de vardır. Ne var ki, şimdiye kadar
sunduğumuz rivayetler, amaçlanan mesajı kapsayıcı niteliktedir.
Gerçi rivayetler, ilk bakışta çelişkili görünüyorlar; ancak
mustazaflığın derecelerini açıklamak amacıyla konuya yönelik
özel açıklamalar olma durumlarını bir an için göz ardı ettiğimizde,
bunların sadece bir anlamı ifade etme noktasında birleştikleri
görülür. Şöyle ki mustazaflık, kişinin kendisinden kaynaklanan
hiçbir kusuru olmaksızın hakka ulaştırıcı yolu bulamamasıdır. Bu
da daha önce vurguladığımız gibi ayetin ifadesinin mutlaklığıyla
bağdaşan bir durumdur.
101- Yeryüzünde yolculuk ettiğiniz zaman, kâfirlerin size bir
kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir
günah yoktur. Zira kâfirler, size apaçık düşmandırlar.
102- (Ey Muhammed!) Sen içlerinde bulunup da onlara namaz
kıldırmak istediğin zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber
namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yaptıktan
sonra onlar arkanıza geçsinler. Ardından henüz namazını kılmamış
olan diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar
ve onlar da korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Çünkü kâfirler
size ansızın baskın yapmak için sizin, silahlarınızdan ve eşyanızdan
gafil olmanızı arzu ederler. Yağmurdan zarar görür yahut
hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur.
Ama yine de korunma tedbirlerinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere
aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.
103- Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken ve yanınız
üzerinde Allah'ı anın. (Yolculuktan dönüp ikamet yurdunuza) yerleştiğiniz
zaman, artık namazı gereğince (seferî olarak değil, tam
olarak) kılın. Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır.
104- (Düşmanınız olan) topluluğu takip etmede gevşeklik göstermeyin.
Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz
gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan, onların ümit etmediklerini
umuyorsunuz. Allah bilendir ve hikmet sahibidir.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Bu ayetlerde korku namazı ve yolculukta namazları kısaltma
(seferî namaz) uygulaması hükme bağlanıyor. Akışın sonunda da
müminler müşrikleri takibe almaya, onları aramaya teşvik ediliyorlar.
Bu bakımdan üzerinde durduğumuz bu ayetler, cihadı ve onunla
ilgili çeşitli meseleleri ele alan önceki ayetler grubuyla bağlantılıdır.
"Yeryüzünde yolculuk ettiğiniz zaman... namazı kısaltmanızda size
bir günah yoktur." Ayetin orijinalinde geçen "cü-nah" kelimesi, günah
anlamına geldiği gibi sıkıntı, sakınca, dönme ve meyletme anlamlarını
da ifade eder. Yine "taksurû" kelimesinin kökü olan
"kasr" kelimesi de, namazı kısaltma demektir. Mecma-ul Beyan
adlı tefsirde şöyle deniyor: "Namazı kısaltma anlamında üç değişik
ifade kullanılır: Birincisi, 'kasart-us salate'. Kur'ân'da kullanılan ifade
budur. Ikincisi; [tef'il kalıbına uyarlanmış şekilde, ayni]
'kassartuha taksiren'. Üçüncüsü, 'aksartuha iksaren' [If'al kalıbına
106 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
uyarlanmış şekli yani]." [Mecma-ul Beyan'dan aldığımız alıntı burada
son buldu.]
Dolayısıyla ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: "Yolculuğa
çıktığınız zaman, namazı kısaltmanızı engelleyecek bir sakınca ve
günah söz konusu değildir." Bir karine olmaksızın caizlik anlamını
ifade eden günah ve sakıncanın olumsuzlanması, ayetin kapsamında
zorunluluk (vaciplik) bildiren bir anlam ifade etmesine engel
oluşturmamak-tadır. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Şüphesiz
Safa ile Merve, Allah'ın nişanlarındandır. Kim Allah'ın evini
hacceder ya da umre yaparsa, onları tavaf etmesinde kendisine
bir günah yoktur." (Bakara, 158) Oysa bilindiği gibi, Safa ile Merve
tepelerini tavaf etmek vaciptir.
Bunun nedeni, ayetin akışının yasama (teşri) nitelikli olmasıdır.
Böyle olunca da hükmün konuluşunu ortaya koyan, gözler önüne
seren bir ifade yeterli oluyor. Hükmün bütün yönlerinin ve
özelliklerinin tüm boyutlarıyla açıklanışına, birer birer sıralanışına
gerek duyulmuyor. Aşağıdaki ayet de bir açıdan tefsirini sunduğumuz
ayete örnek oluşturabilir. "Oruç tutmanız sizin için daha
hayırlıdır..." (Bakara, 184)
"Kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız," Ayetin orijinalinde
geçen "fitne" kelimesinin birbirinden farklı birçok anlamı
vardır. Ancak Kur'ân'ın genel yaklaşımı, kâfirlerle müşriklere izafe
edilerek mutlak şekilde kullanılması, öldürme, dövme ve yaralama
gibi işkence türlerini ifade etmesi yönündedir. Ayetlerin akışından
edindiğimiz sözel ip uçları da bu anlamı desteklemektedir.
Dolayısıyla kastedilen anlam, "Eğer onların size saldırmak ve öldürmek
suretiyle işkence etmelerinden ve size herhangi bir kötülük
yapmalarından korkarsanız..." şeklindedir.
Bu cümle, "size bir günah yoktur." ifadesine yönelik bir kayıt
konumundadır. Bu ise şu demektir: Namazı kısaltma hükmü başlangıçta,
işkence korkusundan dolayı yürürlüğe konulmuştur.
Ama bu, hükmün, korku söz konusu olmasa bile her türlü
meşru yolculuk türleri için geçerli olacak şekilde genelleştirilmesi-
ne engel değildir. Kitap bu hükmün sadece bir kısmını açıklıyor;
sünnet ise, onun diğer tüm şekilleri kapsadığını ortaya koyuyor ki,
rivayetler kısmında bunları göreceğiz.
"Sen içlerinde bulunup da onlara namaz kıldırmak istediğin zaman...
korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." Ayet, korku namazının
nasıl kılınacağını açıklıyor ve korku namazında imamın Peygamber
(s.a.a) olacağı varsayımından hareketle hitabı Peygamber
efendimize (s.a.a) yöneltiyor. Burada daha öz, daha güzel ve daha
kuşatıcı olmasının yanı sıra, daha açık olsun diye açıklamaya örneklendirme
yolu ile başlanmıştır.
Şu hâlde, "onlara namaz kıldırdıgın zaman" ifadesiyle, cemaatle
namaz kastedilmiştir. "onlardan bir kısmı seninle beraber
namaza dursun." ifadesiyle de, onların Peygamberi (s.a.a) imam
edinerek namaza durmaları kastedilmiştir. Bunlar aynı zamanda
silahlarını da yanlarına almakla yükümlüdürler. "secdeyi yaptıktan
sonra." ifadesinden maksat, secde edip namazı tamamlamalarıdır.
Bunlar secdelerini tamamladıktan sonra namaz kılacak diğer
grubun gerisinde durmakla yükümlüdürler. "onlar da korunma
tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." ifadesiyle kastedilenler, Peygamberle
(s.a.a) birlikte namaz kılan ikinci bölüktür. Bunların da
korunma tedbirlerini ve silahlarını almaları istenmektedir.
Ayetin anlamı -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir-
şöyledir: Ey Resulullah! Sen aralarındayken ve ortam da
korkuluysa, onlara imam olup cemaatle namaz kıldırdığın zaman,
topluca namaza girmesinler, içlerinden bir grup sana uyarak seninle
beraber namaza başlasın ve silahlarını da yanlarına alsınlar.
-Tâbi ki diğer grubun da, namaz kılanları ve eşyalarını korumak
durumunda olduğunun gerekliliğini söylemeye gerek yoktur.-
Namazdaki grup seninle birlikte secde edip namazı tamamladıktan
sonra, arkanıza geçsin, sizi ve eşyanızı korusunlar. Bu arada henüz
namazını kılmamış olan diğer grup gelip seninle birlikte namazlarını
kılsınlar. Bunlar da önceki grup gibi korunma tedbirlerini ve silahlarını
yanlarına alsınlar.
108 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Ayetin orijinalindeki "tâife=grup" kelimesini, "uhra=diğer" kelimesiyle
vasfedilmesi, sonra eril-çoğul (cem-i müzekker) zamirinin
döndürülmesi ile -söylendiğine göre- bir yönden lafız, diğer bir yönden
de anlam göz önünde bulundurulmuştur. Yine bazılarının söylediğine
göre, "korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." ifadesi,
latif bir istiare türüne örnektir. Çünkü burada, "hizr=korunma
tedbiri" de silah gibi bir alet, bir araç şeklinde algılanmış ve silaha
nispetle kullanılan "yanına alma" fiili, ona nispetle de kullanılmıştır.
"Çünkü kâfirler... gafil olmanızı arzu ederler." Bu ifade, hükme
bağlanan yasanın [korku namazının, yani seferde ve korkulu zamanlarda
namazın kısaltılarak kılınmasının] gerekçesi konumundadır
ve anlamı da açıktır.
"Yağmurdan zarar görür yahut hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda
size bir günah yoktur... kâfirlere aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır."
Bu, bir diğer hafifletici ifadedir. Buna göre, şayet yağmurdan
rahatsız olurlarsa veya bazıları hastalanırsa, silahlarını bırakmalarında
bir sakınca yoktur. Fakat bununla beraber korunma
tedbirlerini almaları, kâfirlerden yana gaflete düşmemeleri gerekir.
Çünkü kâfirler, onların bir anlık gafletlerini kollamaktadırlar.
"Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken ve yanınız üzerinde
Allah'ı anın." Ayette geçen "kıyam" ve "kuûd" kelimeleri, çoğul ya
da mastardırlar. Cümledeki fonksiyonları hâldir. Aynı şekilde, "yanınız
üzerinde" ifadesi de, diğer iki kelime gibi hâldir. Kısacası, tabirlerin
üçü de her hâli kuşatan sürekli zikirden, Allah'ı anmaktan
kinayedir.
"(Yolculuktan dönüp ikamet yurdunuza) yerleştiğiniz zaman namazı
gereğince kılın." Ayette geçen "itme'nentum" fiilinin mastarı olan
"itminan" kelimesi, istikrar ve yerleşme anlamını ifade eder. Bu
ayet, "Yeryüzünde yolculuk ettiginiz zaman..." diye başlayan ifadenin
oluşturduğu tablonun karşıtı bir tabloya işaret etmek-te olduğundan
dolayı bununla, ifadenin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla
seferden ikamet yurduna dönüş kastediliyor. Nitekim ayetlerin a-
kışı da bu çıkarsamamızı destekler niteliktedir. Buna göre, namazı
ikame etmekten (dosdoğru kılmaktan) maksat, onu tam olarak
kılmaktır. Çünkü korku namazı hakkında "namazı kısaltma" tabirinin
kullanılması, [ardından da namaz kılmaktan söz edilmesi,]
bu anlamı verir.
"Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır." Ifadenin orijinalinde
geçen "kitab=yazı" kelimesi, farz ve vacip kılmadan kinayedir;
o anlamda kullanılmıştır. Nitekim aşağıdaki ayette de aynı
anlamda kullanılmıştır: "Sizden öncekilere yazıldıgı (farz kılındıgı)
gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı)." (Bakara, 183) Tefsirini
sunduğumuz ayetin orijinalinde geçen "mevkut" kelimesi, "vakit"
kökünden türemiştir. Meselâ, "vakkattu keza" yani, onun için
vakit be-lirledim. Dolayısıyla ifadenin zahirinden şunu anlıyoruz:
Namaz, vakitleri belirlenmiş, bölüm bölüm olarak tayin edilmiş ve
belli vakitlerinde kılınan bir farzdır.
Ancak ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, namazla ilgili
"vakit" kelimesinin kullanılması, sabitliği ve değişmezliği ifade
etmekten kinayedir. [Yani, ayette namazın, vakti belirlenmiş bir
farz olduğu ifade edilmesi amaçlanmamıştır. Maksat, namazın
sabit ve kesinlikle değişmez bir farz olduğunu açıklamaktır. Dolayısıyla]
gerektirilenin, gerektirici anlamında kullanılması gibi bir
durumdur bu.
O hâlde namazın "kitaben mevkuten" oluşundan maksat, sabit
ve değişmez bir farz oluşudur. Buna göre, hiçbir şekilde namazın
farzlığı düşmez. Dolayısıyla "mevkut" sözcüğünü ilk anlamıyla
[vakti belirlenmiş olarak] algılamak, öncesindeki ifadenin içeriğiyle
örtüşmüyor. Çünkü namazın belli vakitleri olan bir ibadet olduğundan
söz etmenin bir gereği yoktur. Ayrıca, "Çünkü namaz..."
diye başlayan ifadenin, "...yerleştiginiz zaman artık namazı geregince
kılın." ifadesini gerekçelendirmeye yönelik olduğunu da unutmamak
gerekir. Şu hâlde namazın "mevkut" oluşundan maksat,
hiçbir şekilde farzlığı değişmeyen sabit oluşudur. Dolayısıyla
namaz, orucun yerine fidye verilmesi gibi bir başka şeyle
"(Düşmanınız olan) topluluğu takip etmede gevşeklik göstermeyin..."
Ayette geçen "tehinû" kelimesi, "vehn" kökünden zayıflık
demektir. "Ibtiğâ" ise, aramak ve takip etmek anlamına gelir.
"Te'lemûne" kelimesi de, "elem=acı" kökünden lezzetin karşıtıdır.
"Oysa siz Allah'tan, onların ümit etmediklerini umuyorsunuz."
ifadesi, "la tehinû" kelimesindeki üçüncü çoğul zamirine ilişkin hâl
işlevini görmektedir. Buna göre cümlenin anlamı şudur: Iki grubun
durumu acı çekmek bakımından birdir. Fakat siz düşmanlarınız
gibi değilsiniz, durumunuz da onlardan kötü değil. Siz onlardan
daha rahat ve daha mutlusunuz. Çünkü sizin için, veliniz olan Allah'tan
fetih, zafer ve bağışlanma ümidi var. Düşmanlarınıza gelince,
onların velisi yoktur. Dolayısıyla yüreklerine su serpecek,
amellerine dinamizm katacak ve arzularına sevk edecek [arzularını
gerçekleştirecek] bir velileri ve de umutları yoktur. Allah kullarının
maslahatını herkesten daha iyi bilir. Hikmet sahibidir; emir ve
yasakları sağlam bir gerekçeye ve hikmete dayanır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Kummî'de şöyle deniyor: "Korku namazı ile ilgili ayet
şu olay üzerine inmiştir: Resulullah efendimiz (s.a.a) Mekke'ye
gitmek üzere Hüdeybiye'ye doğru harekete geçince, Kureyşliler
bunu haber aldılar. Bunun üzerine, Halid b. Velid'i iki yüz atlıyla birlikte
Resulullah'ı (s.a.a) karşılamak üzere gönderdiler. Halid dağ
başlarında hareket ederek kendini hep Resulullah'a (s.a.a) göstermeye
çalışıyordu. Öğle namazının vakti gelince Bilal ezanı okudu.
Resulullah (s.a.a) Müslümanlara namaz kıldırdı."
"Bunu gören Halid b. Velid şöyle dedi: 'Onlar namazdayken
saldırırsak onlara ağır bir darbe indirmiş oluruz. Çünkü onlar namazlarını
yarı bırakmazlar. Fakat bir namazları daha var ki, onlar
için gözlerinin ışığından daha sevimlidir. Onlar bu namaza başlayınca,
biz de ansızın saldırıya geçeriz.' Bunun üzerine Cebrail
Resulullah'a (s.a.a), 'Sen içlerinde bulunup...' diye başlayan ayetin
içerdiği korku namazı hükmünü indirdi."
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Yagmurdan zarar görür yahut
hasta olursanız... size bir günah yoktur." ayetiyle ilgili olarak şöyle
deniyor: "Bu ayet inerken Resulullah (s.a.a) Usfan denilen yerde
bulunuyordu, müşrikler de Dacnan denilen yerde konaklamışlardı.
[Öğle saatleri, bulundukları yerde namaz kılmak amacıyla Müslümanlar
cemaate durdular.] Peygamberimiz (s.a.a) ve ashabı öğle
namazını bütün rüku ve secdeleriyle kıldılar. Bunu gören müşrikler
onlara saldırmak istediler. Içlerinde bazıları dediler ki, onların bir
diğer namazları daha var ki, onların nazarında bundan daha sevimlidir;
-ikindi namazını kastediyorlardı- onu bekleyin. Bunun üzerine
yüce Allah Peygamberimize bu ayeti indirdi. Peygamberimiz
de ikindi namazını korku namazı şeklinde kıldırdı. Bu olay Halid b.
Velid'in Müslüman olmasının sebebidir Yine aynı eserde, Ebu Hamza Sumali'nin kendi tefsirinde şöyle
dediği belirtiliyor: "Peygamberimiz Enmaroğullarına savaş açtı. Allah
onları hezimete uğrattı, Müslümanlar da çocuklarını ve mallarını
zaptettiler. Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar savaş meydanına
inince, düşmandan geriye kimsenin kalmadığını gördüler. Bunun
üzerine Müslümanlar silahlarını bıraktılar. Resulullah (s.a.a)
da ihtiyacını gidermek üzere yanlarından ayrıldı. O da silahını bırakmıştı.
Ashabıyla arasına vadi girecek şekilde uzaklaştı. Ihtiyacını
gidermişti ki, vadi engebeliydi ve gökten de ufak ufak yağmur
çiseliyordu. Ashabın Resulul-lah'ı (s.a.a) görmesine engel oluyordu."
"Resulullah (s.a.a) bir ağacın dibine oturdu. Düşman askerlerinden
Gavres b. Haris el-Muharibi onu gördü. Arkadaşları dediler
ki: 'Ey Gavres, bu Muhammet'tir. Arkadaşlarından ayrı düşmüş,
uzaklaşmıştır.' Gavres dedi ki: 'Onu öldürmezsem, Allah beni öldürsün.'
Yanına kılıcını alarak dağdan aşağıya indi. Yanına dikilinceye
kadar Resulullah (s.a.a) onu fark etmedi. Kılıcını kınından
çekmiş öylece Peygamberin başı ucunda duruyordu. Dedi ki: 'Ey
112 ....... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Muhammed! Şimdi seni kim benden kurtaracak?!' Resulullah
(s.a.a) 'Allah' dedi."
"Işte tam bu sırada Allah düşmanı ansızın yüzükoyun yere düştü.
Resulullah (s.a.a) kalktı ve kılıcını aldı. Sonra şöyle dedi: 'Ey
Gavres, şimdi seni kim benden kurtaracak?!' Gavres, 'Hiç kimse'
diye karşılık verdi. Resulullah, 'Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
benim Allah'ın kulu ve elçisi olduğuma şahitlik ediyor musun?' diye
sordu. 'Hayır' dedi. 'Ancak hiçbir zaman seninle savaşmayacağıma,
sana karşı çıkan hiçbir düşmanına yardım etmeyeceğime
söz veriyorum.' Resulullah (s.a.a) kılıcını geri verdi. Gavres, 'Allah'a
andolsun ki, sen benden daha iyisin' dedi. Resulullah ise, 'Böyle
bir davranış bana daha çok yakışır' karşılığını verdi."
"Gavres arkadaşlarının yanına dönünce ona dediler ki: 'Ey
Gavres, seni elinde kılıç ve onun başında dikilmiş hâlde gördük.
Seni onu öldürmekten ne alıkoydu?' Dedi ki: 'Allah. Tam kılıcımı
kaldırmış ona indirecektim ki, birden nasıl olduğunu anlamadığım
bir darbe yedim omuzlarımın arasında. Hızla yüzükoyun yere kapandım.
Kılıcım elimden düştü. Muhammed -saa- benden önce davrandı
ve kılıcı aldı.' Çok geçmeden vadideki yağmur suları duruldu.
Resulullah (s.a.a) arkadaşlarının yanına gitti ve onlara olup bitenleri
haber verdi. Onlara, 'Yagmurdan zarar görür...' ayetini okudu."
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet
zinciriyle Abdurrahman b. Ebu Abdullah'tan, o da İmam Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) Zat-ur Rika seferinde
ashabına namaz kıldırdı. Önce onları iki gruba ayırdı. Bir grup
düşmana karşı durdu. Bir grup da Peygamberimizin arkasında saf
tuttu. Peygamberimiz (s.a.a) tekbir getirdi, onlar da tekbir getirdiler.
Peygamberimiz (s.a.a) Kur'ân'dan bir bölüm okudu, onlar sessizce
dinlediler. Peygamberimiz (s.a.a) rükua gitti, onlar da rükua
gittiler. Secde etti, onlar da secde ettiler. Sonra Resulullah (s.a.a)
ikinci rekât için kalktı ve hiçbir şey okumadan öylece kıyam hâlinde
bekledi. Bu sırada namaz kılmakta olan cemaat, namazlarının
ikinci rekâtını kendi başlarına tamamlayarak birbirlerine selâm
Nisâ Sûresi 101-104 ........................ 113
verdiler. Sonra arkadaşlarının yanına giderek düşmanın karargâhına
karşı nöbet tuttular."
"Bu sefer diğer grup gelip Resulullah'ın (s.a.a) arkasında saf
tuttu. Peygamberimiz (s.a.a) tekbir getirdi, onlar da tekbir getirdiler.
Peygamberimiz Kur'ân'dan bir bölüm okudu, onlar sessizce
dinlediler. Rükûa gitti, onlar da rükua gittiler. Secde etti, onlar da
secde ettiler. Sonra Resulullah (s.a.a) oturdu ve teşehhüdü okudu.
Sonra onlara selâm verdi, onlar da kalkıp diğer rekâtı kendi başlarına
kıldılar, ardından birbirlerine selâm verdiler. Yüce Allah da
Peygamberine şöyle buyurmuştur: 'Sen içlerinde bulunup da onlara
namaz kıldırdıgın zaman... Çünkü namaz inananlar üzerinde
sabit bir farzdır.' Işte bu, yüce Allah'ın Peygamberine (s.a.a) emrettiği
korku namazıdır."
İmam devamla şöyle dedi: "Korku anında bir topluluğa akşam
namazını kıldıran kimse, birinci grupla bir rekâtı, ikinci grupla da
iki rekâtı kılar..."
et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle
Zürare'den şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) korku ve seferî
namazların her ikisi de kısaltılmalı mıdır? diye sordum. Buyurdu
ki: "Evet, ama korku namazı, korkusuz bir ortamda gerçekleştirilen
yolculuktaki namazdan daha fazla kısaltılmayı hak eder." [c.3,
s.302, h:12/921]
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle
Zürare ve Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet eder: Biz
İmam Bâkır'a (a.s) sorduk: "Seferî namaz hakkında ne buyurursunuz?
Nasıl kılınır? Kaç rekâttır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle buyuruyor:
'Yeryüzünde yolculuk ettiginiz zaman... namazı kısaltmanızda
size bir günah yoktur.' Bu bakımdan, seferde namazı kısaltarak
kılmak, tıpkı mukimken tam kılmak gibi vaciptir." Dedik
ki: "Ama yüce Allah, 'size bir günah yoktur.' buyuruyor, 'yapın...'
demiyor ki. Mukimken namazı tam kılmak gibi, seferde kısaltarak
kılmak nasıl vacip olur?"
Buyurdu ki: "Yüce Allah, 'Şüphesiz Safa ile Merve, Allah'ın ni-
114 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
şanlarındandır. Kim Allah'ın evini hacceder veya umre yaparsa,
onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur.' buyurmuyor
mu? Ve Safa ile Merve'yi tavaf etmek farz değil midir? Çünkü yüce
Allah, bunu kitabında ve Peygamberi -saa-de pratikte uygulamıştır. Aynı
şekilde yolculukta namazı kısaltmak da Peygamberin (s.a.a) fiilen
uyguladığı ve yüce Allah'ın kitabında zikrettiği bir hükümdür."
Dedik ki: "Peki yolculukta bir namazı dört rekât kılan kimse,
namazını yenilemeli mi, değil mi?"
Buyurdu ki: "Eğer ona namazları kısaltma ayeti okunmuş ve açıklanmış buna rağmen yine de dört rekât olarak kılmışsa, namazı yeniden kılması gerekir. Şayet ayet kendisine okunmamışsa ve bu hükmü de bilmiyorsa, dört rekât olarak kıldığı namazı yenilemesi gerekmez. Bütün namazların
yolculukta iki rekât kılınması farzdır. Akşam namazı hariç. Bu namaz
üç rekâttır ve kısaltması olmaz. Çünkü Resulullah (s.a.a) seferî
iken de, mukim iken de onu üç rekât hâlinde bırakmıştır [üç
rekât olarak kılmıştır]."
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Ebi Şeybe, Abd b. Hamid,
Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, Ibn-i Mace, Ibn-i Carud,
Ibn-i Huzeyme, Tahavî, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebi Hatem, en-
Nuhhas -Nasih adlı eserinde- ve Ibn-i Hibban, Ya'la b. Ümeyye'den
şöyle rivayet ederler: Ömer b. Hattab'a sordum: "Kâfirlerin size bir
kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size
bir günah yoktur." buyruluyor. [Dolayısıyla bu hüküm korkuyla ilintilidir.]
Şimdi ise, insanlar güvene kavuşmuşlardır." Ömer bana
dedi ki: "Senin hayret ettiğin şeye ben de hayret etmiş ve bunu
Resulullah'a (s.a.a) sormuştum. Buyurmuştu ki: Bu Allah'ın size
verdiği bir sadakadır [tanıdığı bir kolaylıktır]. Onun sadakasını kabul
edin."
Yine aynı eserde, Abd b. Hamid, Nesai, Ibn-i Mace, Ibn-i Hibban
ve Beyhaki -Süneninde- Ümeyye b. Halid b. Ese'den şöyle rivayet
ederler: Ümeyye, Ibn-i Ömer'e sorar: "Sence yolculukta namazı kısaltmak
caiz midir? Çünkü Allah'ın kitabında da buna ilişkin bir
hüküm göremiyoruz. Varolan hüküm korku namazı ile ilgilidir."
Nisâ Sûresi 101-104 ............... 115
Ibn-i Ömer şu cevabı verir: "Ey kardeşimin oğlu, yüce Allah Hz. Muhammed'i (s.a.a) gönderirken biz bir şey bilmezdik. Biz ne yapıyorsak,
Resulullah'tan gördüğümüz gibi yapıyoruz. Yolculukta namazı
kısaltmak da Resulullah'ın (s.a.a) uyguladığı bir sünnettir."
Aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Tirmizi -sahih olduğunu belirterek-
ve Nesai Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Resulullah ile beraber
Mekke ile Medine arasında hiçbir şeyden korkmadığımız, güvenlikte
olduğumuz hâlde dört rekâtlı namazı iki rekât olarak kıldık."
Aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu
Davud, Tirmizi ve Nesai, Herise b. Veheb el-Huzai'den şöyle rivayet
ederler: "Resulullah ile birlikte çok sayıda insan varken ve kendimizi
tamamen güvenlikte hissederken, öğlen ve ikindi namazlarını
ikişer rekât kıldık."
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Davud b. Ferkad'dan
şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık'a (a.s) dedim ki: "Çünkü namaz
inananlar üzerinde sabit bir farzdır." ayeti hakkında ne buyurursunuz?"
Dedi ki: "Namaz sabit ve hiçbir şekilde değişmez bir
farzdır, demek isteniyor. Biraz erken kılman veya biraz geç kılman
sana zarar verecek değildir. Yeter ki bu yaptığın, namazın büsbütün
zayi olmasına neden olmasın. Aksi takdirde yüce Allah'ın şu
sözünün kapsamına girersin: "Namazı zayi ettiler, şehvetlerine
uydular. Işte bunlar, azgınlıklarının cezalarını göreceklerdir."
(Meryem, 59) [Füru-u Kâfi, c.3, s.270, h:13]
Ben derim ki: Burada namazların vakitlerinin genişliğine işaret
ediliyor. Nitekim başka rivayetlerde de bu anlama işaret edilmiştir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim'den, o da İmam Bâkır
(a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin, seferde akşam namazıyla
ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Eğer bir süre geciktirmiş
olsan dahi onu terk etme. Sonra yatsı namazını kılarken
onu da kılabilirsin. Dilersen akşamüzeri güneş battıktan sonra şafakta
beliren kızartı kayboluncaya kadar yürüyebilir sonra kılabilirsin.
Çünkü Resulullah öğle ve ikindi namazlarını birlikte ve akşam
116 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
ve yatsı namazlarını da birlikte (cem ederek) kılmıştır. Bazen tehir
ediyor (erteliyor), bazen de takdim ediyordu (öne alıyordu). Çünkü
yüce Allah, 'namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır.' buyurmuştur.
Burada namazın müminler üzerinde farz olduğu kastedilmiştir;
başka değil. Çünkü eğer ayette Sünnîlerin iddia ettikleri gibi,
beş namazın ancak kendilerine ait özel vakitlerde kılınmasının
zorunluluğu kastedilseydi, Resulullah namazları birleştirerek
kılmazdı ve onların dedikleri gibi yapardı. Oysa Resulullah (s.a.a)
dini daha iyi bilirdi, dinin hükümlerinden herkesten çok haberdardı.
Eğer böylesi daha hayırlı olsaydı, Hz. Muhammed (s.a.a) bunu
emrederdi."
"Nitekim Sıffin savaşında Emir-ül Müminin Ali (a.s) ile beraber
olanlar öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmaya fırsat bulamadıkları
için Hz. Ali (a.s) onlara yaya ve binekte iken tekbir, tahlil
ve tesbih getirmelerini emretti. Çünkü yüce Allah, 'Eger korkarsanız,
yaya veya binekte iken kılın.' [Bakara, 239] buyurmuştur. Hz.
Ali (a.s) emretti, onlar da böyle yaptılar."
Ben derim ki: Görüldüğü gibi, bu rivayetler daha önce yaptığımız
açıklamalarla örtüşüyor. Işaret ettiğimiz bu anlamı destekleyen
hadisler, özellikle Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selâmı onlara olsun)
kanalıyla çokça rivayet edilmiştir. Biz, bunlardan bazı örnekler
sunduk.
Biliniz ki, Ehlisünnet kaynaklarında, yukarıdaki açıklamalarla
çelişen bazı rivayetler de vardır. Fakat bunlar da kendi aralarında
çelişki arz etmektedirler. Bunların ve özelde korku namazının, genelde
de seferî namazının kısaltılışını konu alan rivayetlerin değerlendirmesi,
fıkıh biliminin alanına girer.
Tefsir-ul Kummî'de, "(Düşmanınız olan) toplulugu takip etmekte
gevşeklik göstermeyin..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor:
"Bu ifade Âl-i Imrân suresinde yer alan, 'Eger siz (Uhud'da) bir
yara aldınızsa, onlar da benzeri bir yara almışlardır.' [Âl-i Imrân,
140] ayetine atfedilmiştir; onunla ilintilidir, ona yönelik bir açıklamadır."
105- Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin
diye sana kitabı hak ile indirdik; hainlerin savunucusu
olma!
106- Ve Allah'tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı
ve esirgeyicidir.
107- Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma
(onları savunma); çünkü Allah hainlikte ileri giden günahkâr birini
sevmez.
108- Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar) da Allah'tan
gizlenmiyorlar (utanmıyorlar). Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadığı
sözü düşünüp kurarlarken O, onlarla beraberdir. Allah, onların
yaptıkları her şeyi kuşatıcıdır.
109- Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz,
ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara
kim vekil olacak?!
110- Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra
Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve esirgeyici
bulur.
111- Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış
olur. Allah bilendir, hikmet sahibidir. 112- Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun
üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah
yüklenmiş olur.
113- Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir
grup seni şaşırtıp saptırmağa yeltenmişti. Fakat onlar sadece
kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler. Allah
sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin şeyleri
öğretti. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür.
114- Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Yalnız
sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden
hariç. Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa, biz
ona yakında büyük mükâfat vereceğiz.
Nisâ Sûresi 105-126 ................... 121
115- Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere
karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa,
onu gittiği yönde yürütür ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü
bir varış yeridir!
116- Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz;
bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan
kimse, gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüştür.
117- Onlar Allah'ın dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan
başkasına tapmazlar ve hiçbir hayırla ilişkisi olmayan Şeytandan
başkasına tapmazlar.
118- Allah onu lânetlemiş, o da demişti ki: "Elbette senin kullarından
belirli bir pay alacağım.
119- Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara
boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların
kulaklarını yaracaklar, şüphesiz onlara emredeceğim de Allah-
'ın yarattıklarını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakır da Şeytanı
dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana uğramıştır.
120- (Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki
Şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir.
121- Işte onların varacağı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak
bir yer de bulamayacaklardır.
122- İnanıp iyi işler yapanları da, altından ırmaklar akan cennetlere
yerleştireceğiz. Orada sürekli kalacaklardır. Bu, Allah'ın
gerçek vaadidir ve Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
123- (İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla
olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi
için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur.
124- Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak birtakım
iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek
kırıntısı kadar bile zulmedilmez.
125- Iyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden ve Ibrahim'in
hanîf (Allah'ı bir tanıyan) dinine tâbi olan kimseden din bakımın-
122 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
dan daha iyi kim vardır? Allah Ibrahim'i dost edinmiştir.
126- Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır ve Allah her
şeyi kuşatmıştır.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Ayetlerin üzerinde düşündüğümüz zaman, bir akış bütünlüğüne
sahip olduğunu; yargıda adalet ilkesini gözetmeyi tavsiye etme
amacına yönelik olduğunu; yargıç ve hakimin, kim olurlarsa olsunlar
yargısında ve hükmünde haksızlara eğilim göstermesini ve hak
sahiplerine haksızlık etmelerini yasaklamayı hedeflediğini görürüz.
Bu söylediğimiz konulara da, ayetlerin indiği ortamda yaşanan
kimi olaylara işaret edilerek ve bununla ilintili olarak konuyu yakından
ilgilendiren dinsel hakikatlerden, bunların vazgeçilmezliğinden,
uyulmalarının zorunluluğundan söz edilerek ve müminlerin
dikkati, "Din ancak hakikattir, isim değil. Hak ismini taşımak değil,
hakka riayet etmek yarar verir." evrensel gerçeğine çekilerek
değinilmiştir.
Anlaşıldığı kadarıyla bu kıssa, şu ayette işaret edilen bir olayla
ilgilidir: "Kim bir hata ya da günah işler de sonra onu bir suçsuzun
üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve açık bir günah
yüklenmiş olur." Bu ayet gösteriyor ki, o dönemde suçsuz insanların
üzerine yıkılabilecek türden hırsızlık, adam öldürmek, başkasının
malını telef etmek veya zarar vermek gibi suçlar işleniyordu ve
bu tür suçları işleyenlerin Hz. Peygamberi (s.a.a) hüküm vermede
yanıltmaya yeltenmeleri de ihtimal dâhilindeydi. Fakat Allah onu,
bu gibi art niyetli insanların saptırma girişimlerine karşı korumuştur.
Bundan da anlaşılıyor ki, ayetler grubunun başlarındaki şu
ifadelerde de bu kıssaya işaret ediliyor: "Hainlerin savunucusu olma...",
"Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar)...", "Haydi siz onları
savununuz..." Gerçi hainlik, genelde emanetlerle ilgili olarak gün-
Nisâ Sûresi 105-126 ................... 123
deme gelen bir durumdur; ancak burada, "Allah hainlikte ileri giden
günahkâr birini sevmez. Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar)..."
ifadesini tefsir ederken vurgulayacağımız gibi, hırsızlık gibi
bir durumla ilgili olarak kullanılmıştır. Burada gözetilen husus ise
şudur: Müminler bir nefis gibidirler. Içlerinde birine ait olan maldan,
başkaları da gözetme ve dokunulmaz oluşu noktasında sorumludur.
Diğer müminler de o malı korumak ve kollamakla yükümlüdür.
Dolayısıyla müminlerden bazılarının diğer bazısının malına
yönelik bir tecavüzde bulunması, kendilerinden yine kendilerine
yönelik bir ihanet konumundadır.
Ayetler üzerinde biraz daha düşündüğümüz zaman, kıssa biraz
daha canlanır zihnimizde ve şöyle bir tablo beliriyor gözümüzün
önünde: Bazıları birilerinin malını çalmışlar. Meselâ Resulullah'a
(s.a.a) götürülüyor. Bu sırada hırsız, suçsuz birini itham ediyor, suçu
onun üzerine atıyor. Hırsızın akrabaları da kendi lehlerine bir
hüküm çıkarması için Peygambere (s.a.a) ısrarla yalvarıp rica ediyorlar.
O kadar ileri gidiyorlar ki, hükmün suçsuz kişinin aleyhine
çıkması yolunda Resulullah'ı (s.a.a) yanıltmak için aşırı çaba gösteriyorlar.
Bunun üzerine ayetler iniyor ve yüce Allah, haksız yere
suçlanan kişiyi aklıyor.
Bu bakımdan ayetler, iniş sebepleri bağlamında rivayet edilen
Ebu Tu'ma b. Ubeyrik'in hırsızlığı kıssasıyla ilginç bir örtüşme arz
etmektedir. Daha önce defalarca söylediğimiz gibi, rivayet edilen
iniş sebepleri ile ilgili hikayeler, genelde kaynaklarda aktarılan
kıssaların uygun bir Kur'ân ayetine uyarlanması şeklinde değerlendirilmiştir.
Bu ayetlerden ayrıca Peygamberimizin (s.a.a) verdiği hükümlerin
hüccet oluşu ve onun bu açıdan masum olduğu anlaşılıyor. Bunun
yanında diğer bazı gerçeklere de işaret ediliyor ki, inşallah
bunları da açıklayacağız.
"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye
sana kitabı hak ile indirdik." İnsanlar arasında hükmetmek deyince,
insanın aklına gelen ilk şey, insanların yargı işleriyle ilgili çe-
124 ........ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
kişmeleri ve ihtilaflarını verilecek hüküm aracılığı ile gidermektir.
Yüce Allah, kitabın (Kur'ân'ın) indirilişinin amacı olarak insanlar
arasında hükmetmeyi göstermiştir. Bu bakımdan tefsirini sunduğumuz
ayetin içeriğiyle, daha önce ayrıntılı bir şekilde ele aldığımız,
"Insanlar bir tek ümmetti, sonra Allah müjdeleyici ve uyarıcı
olarak peygamberleri gönderdi. Insanlar arasında anlaşmazlıga
düştükleri konularda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak
içerikli kitapları da indirdi..." (Bakara, 213) ayetinin içeriği arasında
benzeşme vardır.
Dolayısıyla, özel bir meseleyle ilgili olan "Allah'ın sana
gösterdigi... sana kitabı hak ile indirdik." ayeti, genel nitelikli olan
"İnsanlar bir tek ümmetti..." ayetine benzemektedir. Ancak
tefsirini sunduğumuz ayette ek bir husus daha var. O da
Resulullah'a (s.a.a) hüküm yetkisi tanıması, görüşünü ve bakışını
hüccet olarak görmesidir. Çünkü hükmetme yani, yargılayıp
karara bağlama ve dava konusunu sonuçlandırma gibi bir hususta
hakimin ve yargıcın (Peygamberin) dava konusuyla ilgili olarak
genel hükümlere ve bütünsel yasalara ilişkin bilgiye sahip
olmasının yanında kendi görüşünü yürütmesi, bildiğini
uygulamaya geçirmesi gereklidir. Çünkü hükümlerin genelini ve
insanların haklarını bilmekle, dava konusu olan meseleyi, ilgili
yasaya tatbik ederek hükme bağlamak farklı şeylerdir.
Şu hâlde, "Allah'ın sana gösterdigi şekilde insanlar arasında
hükmedesin diye..." ifadesinde geçen "gösterdiği" tabiriyle kastedilen
husus, görüş oluşturma ve hükmü tanımlamadır, bazılarının
ihtimal verdiği gibi hükümleri ve yasaları öğretme değildir.
Dolayısıyla, ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla ayette
anlatılan husus şudur: Allah sana kitabı indirdi; hükümlerini, şeriatını
ve hüküm vermesini öğretti ki, sana bahşettiği, icat ettiği görüşü
ve tanıttığı hükmü buna ekleyerek insanlar arasında hükmedesin,
böylece aralarındaki ihtilafları çözüme kavuşturasın.
"Hainlerin savunucusu olma." Bu ifade, bundan önceki haber
cümlesine ("hükmedesin") atfedilmiştir. Çünkü bu cümle de ger-
çekte inşa (emir) anlamını içerir. Yani, sanki şöyle denilmiştir: "Insanlar
arasında hükmet ve hainlerin savunucusu olma." Ayette
geçen "hasîm" kelimesi, bir davayı ve onunla ilgili hükmü savunan
kimse demektir. Burada Peygamberimizin (s.a.a), kendisinden
haklarını isteyenlerin aleyhine olmak üzere hainleri savunması ve
davaya taraf olanlardan haklı olanların haklarını geçersiz kılması
yasaklanıyor.
"Hainlerin savunucusu olma." ifadesinin, Peygamberimize
(s.a.a) yönelik olarak hükmetmeye ilişkin genel bir emir niteliğinde
olan önceki ifadeye atfedilmesiyle şöyle bir sonuç da elde etmek
mümkündür: Ayette geçen hainlikten maksat, başkalarının
hakkına tecavüz etmemesi gereken bir kimsenin başkalarının
haklarına yönelik her türlü saldırıda bulunmasıdır; salt emanet edilen
bir şeye ihanet etmek değil. Gerçi, bir hususun gözetilmesinden
dolayı, özel nitelikli bir ifade daha genel bir ifadeye atfedilebilir,
ancak üzerinde durduğumuz konu böyle bir husustan uzak gibidir.
Bu konuya ilerde değineceğiz.
"Ve Allah'tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir."
Ayetlerin akışından belirginleştiği kadarıyla, bu ayette
geçen "mağfiret"ten maksat, yüce Allah'tan insanın doğasında
mevcut bulunan başkasının haklarını çiğneme, nefsin tutkulu arzularına
eğilim gösterme imkânını örtmesini ve bundan dolayı bağışlamasını
istemektir. Daha önce defalarca vurguladığımız gibi "af"
ve "mağfiret" kelimeleri Kur'ân-ı Kerim'de farklı olgularla ilgili olarak
kullanılır ve bu farklı olguların ortak noktası ise "günah" nitelikli
oluşlarıdır. Bir şekilde haktan sapmak yani.
Şu hâlde ayeti -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir-
şu şekilde anlamlandırabiliriz: Sakın hainleri savunma, onlara eğilim
gös-terme. Bu kararlılığında başarılı olmayı Allah'tan dile. Nefsini
onların ihanetlerini savunmaktan alıkoymasını ve nefsinin tutkulu
arzularının etkisi altına girmesini önlemesini iste.
Bunun kastedildiğinin kanıtı, ayetlerin akışı içinde yer alan şu
ifadedir: "Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir
126 ....... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
grup seni şaşırtıp saptırmaya yeltenmişti. Fakat onlar sadece
kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler."
Çünkü ayet kesin bir dille, onların Hz. Peygamberin (s.a.a) duygularını
batılı tercih etme, onu hakkın üzerine geçirme yönüne doğru
harekete geçirmek amacıyla var güçlerini harcamalarına karşın
ona hiçbir zarar veremeyeceklerini ifade etmektedir.
Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a) her türlü zarara karşı ilâhî
güvence altındadır. Allah daima onu korumaktadır. O hâlde, Hz.
Peygamber (s.a.a) hükmederken asla zulmetmez, zorbalığa eğilim
göstermez, nefsin tutkulu arzularına göre hareket etmez. Hz. Peygamber
(s.a.a) insanlar arasında hükmederken güçlü ile zayıfı,
dost ile düşmanı, mümin ile zımmî kâfiri, yakın ile uzağı birbirinden
ayırt ederek hareket etseydi bu, Kur'ân'ın yerdiği zorbalığın,
zulmün ve nefsin hevası-na eğilim göstermenin bir göstergesi olurdu.
Şu hâlde yüce Allah'ın ona mağfiret dilemeyi emretmesi, vebal
ve sorumluluk nedeni olan bir günahın ondan sâdır olduğunu ya
da onun açısından övünç vesilesi olmayacak bir tutum sergilemek
üzere olduğunu göstermez. Tersine burada maksat, yüce Allah'tan
kendisini nefsin tutkularına karşı üstün getirmesini istemesidir. Bu
açıdan onun masum olması, Allah'ın koruması altına alınmasıyla
birlikte Rabbine muhtaç olduğu ve Allah'tan müstağni olmadığı da
kuşkusuzdur. Çünkü Allah ne dilerse onu yapar.
Burada sözü edilen masumiyetin (koruma altında olmanın) etkinlik
alanı itaat ve isyan, övülen ya da yerilen amellerdir, objeler
dünyasında olup bitenler değil. Diğer bir ifadeyle, ayetlerin akışı,
Hz. Peygamberin (s.a.a) nefsin tutkulu arzularına tâbi olma ve batıla
eğilim gösterme hususunda güvence altında olduğunu göstermektedir.
Ama öte yandan, Peygamberimiz (s.a.a); "Şahit getirmek
iddia sahibine, yemin etmek de inkâr edene aittir." gibi kendi
koyduğu zahirî yargı kural ve yasalarını esas alarak hükmetmesinin,
daima realitede hakka tesadüf etmesi ve sürekli olarak haklı
tarafın galip gelmesi ve haksızınsa iddiasında mağlup olması ile
Nisâ Sûresi 105-126 ........................ 127
sonuçlanması, bu ayetlerden çıkarılamaz. Ayetlerin, bu yasalar sayesinde
devamlı hakkın haklıya verildiği sonucuyla ilgili olmadığı
apaçık ortadadır.
Kaldı ki, zahirî yasaların kapasitesi, insanı kesin olarak böyle
bir sonuca ulaştırmaya yetmez. Çünkü bir nevi alamet ve nişanelerden
ibaret olan zahirî yasalar, yalnız genel olarak hak ile batılı
birbirinden ayırır, daima değil. Genelde olan bir şeyi daimi gibi algılamanın
bir anlamının olmadığı ise açıktır.
Yukarıdaki açıklamadan hareketle, bazı müfessirlerin "Allah'-
tan magfiret iste." ifadesiyle ilgili olarak yaptıkları şu değerlendirmenin
yanlışlığını anlıyoruz. Diyorlar ki: "Yüce Allah, ona mağfiret
dilemeyi emretti; çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) ayette işaret edilen
haini savunmaya ve onu görmezlikten gelmeye eğilim göstermişti.
Çünkü söz konusu hainin akrabaları, onu savunmasını ve
Yahudi'ye karşı ona destek olmasını istemişlerdi."
Fakat bu değerlendirme doğru değildir. Çünkü bu anlama göre,
onlar Peygamberimizi (s.a.a) bu miktar eğilim göstermesiyle bile
yanıltmışlar ve üzerinde olumsuz yönde etki bırakmışlardır. Oysa
yüce Allah, [ayetlerin devamında, "Sana hiçbir zarar veremezler."
buyurarak] her türlü zararı ondan uzaklaştırmıştır.
"Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma." Bir görüşe
göre, bu ayette hainlik niteliğinin nefse (kendilerine) nispet
edilişi, sorumluluğun ve vebalin sonuçta ona dönük olmasından ya
da her günahın nefse yönelik bir zulüm sayılması gibi ona yönelik
bir hıyanet sayılması dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Allah, sizin kendinize hıyanet etmekte oldugunuzu
bildi." (Bakara, 187)
Ancak, Kur'ân'ın genel söyleminin de yardımıyla ayetten şöyle
bir sonuç da elde edebiliriz: Müminler bir tek nefis gibidirler. Içlerinden
birinin malı tümünün malı gibidir. Tümü o malı kaybolmaktan,
telef olmaktan korumakla yükümlüdür. Dolayısıyla bazılarının
hırsızlık benzeri bir yöntemle diğer bazısının malına tecavüz etme-
si, kendilerine hıyanet ve kötülük etmek olarak değerlendirilmiştir.
"Çünkü Allah, hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez."
ifadesi, söz konusu hainlerin ihanetlerinde süreklilik olduğunu
gösteriyor. "Esîm=günahkâr" ifadesi de bunu destekliyor. Çünkü
"esîm", anlam itibariyle "âsim"den daha vurgulayıcıdır. Bunun nedeni
"esîm"in, değişmezliğe delâlet eden sıfat-ı müşebbehe kalıbından
olmasıdır.
Kaldı ki, "Kendilerine hainlik edenler..." ifadesi de süreklilik
anlamı içerir. Aynı şekilde "hâinîn=hainler" kelimesi de sürekliliği
ifade ediyor. Çünkü, "Daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi de
Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti." (Enfâl, 7) ayetinde
de görüldüğü gibi [hainlik ifadesinin fiil kalıbında kullanıldığı
gibi], bu ayette "lillezîne hânu=onlar ki hıyanet ettiler" ifadesi gibi
bir fiil ifade yerine, vasıf (hâninin=hainler) kullanımı esas
alınmıştır.
Bu ve benzeri karinelerden -nüzul sebebini de göz önünde bulundurarak-
hareketle ayetin anlamının şu şekilde belirginleştiğini
görürüz: "Onları savunma, onlardan yana çıkıp uğraşma! Çünkü
onlar hainlikte ısrar ediyorlar, aşırı gidiyorlar, günahkârlıkta kalıcıdırlar.
Allah ise hainlikte ileri giden, durmadan günah işleyen kimseleri
sevmez." Bu değerlendirme, ayetlerin Ebu Tu'me b. Ubeyrik
hakkında indiğine ilişkin rivayeti destekler mahiyettedir. Ileride
buna da değineceğiz.
Nüzul sebebini göz ardı ettiğimizde ise, şöyle bir anlam çıkıyor
karşımıza: Yargılamalarında hainlikte ısrar edenleri, bu tutumlarını
sürekli bir tavır hâline getirenleri [hainliği meslek edinenleri] savunma.
Çünkü Allah hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez.
Allah hainliğin çoğunu sevmediği gibi azını da sevmez. Azını sevmesi
mümkün olsaydı, hainliğin çoğunu sevmesi de mümkün olurdu.
Böyle olduğuna göre, yüce Allah, hainliğin çoğunu savunmayı
yasakladığı gibi, azını savunmayı da yasaklamıştır. Fakat bir
kimse bir hususta hainlik edip de bir başka hususta haklı olarak
münazaaya taraf olursa, böyle birini savunmanın sakıncası olma-
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 129
dığı gibi, yasak da değildir. "Hainlerin savunucusu olma..." ayetinden
buna ilişkin bir yasak çıkmaz.
"İnsanlardan gizleniyorlar da Allah'tan gizlenmiyorlar." Bu ifade de
daha önce, ayetler grubunun tamamının (105-126) aynı akışa tâbi
olduklarına ve tek bir kıssa ile ilgili olarak nazil olduklarına ilişkin
olarak yaptığımız değerlendirmenin doğruluğunun bir diğer kanıtıdır.
Nitekim şu ifadede de buna işaret ediliyor: "Kim bir hata veya
günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa..." Çünkü
"giz-lenmek" ancak başkalarının üzerine atılabilecek hırsızlık vb.
gibi fiiller açısından söz konusu olabilir. Böylece kesin olarak anlaşılıyor
ki, tefsirini sunduğumuz bu ve bundan önceki ayetlerin işaret
ettikleri husus, "Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir
suçsuzun üzerine atarsa..." ayetinde işaret edilen hususun aynısıdır.
Allah'tan gizlenmek insanın gücü dâhilinde değildir. Çünkü
yerde ve gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Bunun karşı tarafı
da, yani gizlenememek de güç dâhilinde olmayan zorunlu bir olgudur.
Güç dâhilinde olmadığına göre, kınama ve ayıplama konusu
yapılamaz. Oysa ayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi onlar bu
gizlenmelerinden dolayı kınanıyorlar.
Fakat öyle anlaşılıyor ki, ayette "gizlenme" kelimesi, "utanma"
dan kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü, "Allah'tan
gizlenmiyorlar." ifadesi, önce "Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadıgı
sözü düşünüp kurarlarken O, onlarla beraberdir." ifadesiyle
kayıtlandırılmış; böylece onların geceleyin, yerilen bu hıyanetten
kendilerini temize çıkarmak için çare yolu bulmaya çalıştıklarına
ve bu bağlamda Allah'ın razı olmadığı sözü düzüp kurduklarına işaret
edilmiş, ardından da ikinci kez, "Allah, onların yaptıkları her
şeyi kuşatıcıdır." ifadesiyle kayıtlandırılmıştır.
Bu ikinci kayıt da gösteriyor ki, yüce Allah işledikleri suçla ilgili
durum da buna dâhil olma üzere, onlarla ilgili her durumu kuşatmıştır.
"Oysa O, onlarla beraberdir." ve "Allah... kuşatıcıdır." ifadeleriyle
getirilen kayıt, özelden sonra genelle kayıtlamaya örnek o-
luşturmaktadır. Gerçekte ise, burada yüce Allah'tan hiçbir şekilde
gizlenemeyeceklerinin önce özel, ardından genel bir delille (gerekçeyle)
gerekçelendirilmesinden başka bir durum söz konusu değildir.
"Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz..." Onları
savunmanın faydasız olduğu ve onların bundan yararlanamayacakları,
soru cümlesi kalıpları içinde ifade ediliyor. Bu ifadeyle güdülen
amaç şudur: Onlara yönelik bu savunma bir yarar
sağlayacaksa bile, ancak dünya hayatında sağlayabilir. Fakat
dünya hayatının Allah katında bir değeri yoktur. Allah katında
büyük bir değeri olan ahi-ret hayatında veya bu hayat
çerçevesinde gerçekleşen asıl savunma günü olan kıyamet
gününde ise, onları savunacak kimse bulunmaz. O gün hainlere
taraf çıkıp savunan, onlar adına uğraşan olmaz. Daha doğrusu o
gün işlerini düzenleyip ıslah etmeyi üstlenecek bir vekilleri dahi olmaz.
"Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de..." Burada
adı geçen hainler, bağışlanma dilemek suretiyle Rablerine dönmeye,
tövbe etmeye teşvik ediliyorlar. Ayetin akışı içinde maksadın,
"Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder" şeklinde
iki şıklı açıklanması ve "kötülük"ten, "nefse zulmetme"ye geçiş
yapılması; önce kötülük, sonra da zulme işaret edilmesi gösteriyor
ki kötülükten maksat, başkasına haksızlık etmek; zulümden maksat
da kendine haksızlık etmektir [ki birincisinden daha kötüdür].
Ya da kötülük zulümden daha basittir. Büyük günaha oranla küçük
günahın daha basit ve önemsiz olması gibi. Yine de doğrusunu
Allah herkesten daha iyi bilir.
Bu ve bundan sonraki iki ayetin akışı, tek bir amaca yani, insanın
kendi ameliyle kazandığı günahın mahiyetini açıklamaya
yöneliktir. Üç ayetin her biri bu olgunun bir yönüne işaret ediyor.
Ayetlerin ilkinde deniyor ki: Insanın işlediği ve sonucundan nefsinin
etkilendiği ve amel defterine yazılan günahtan dolayı, insanın
Allah'a tövbe etmesi, O'ndan bağışlanma dilemesi gerekir. Eğer
bunu yaparsa, Allah'ın bağışlayan ve merhamet eden olduğunu
Ikinci ayette de insana şu husus hatırlatılıyor: Kazandığı günahı,
ancak kendi nefsinin aleyhine kazanmıştır. Bu günahının ondan
sıyrılması, iftira ve suçlama gibi bir yöntemle bir başkasının yakasına
yapışması mümkün değildir.
Üçüncü ayette, insanın işlediği hata veya günahı suçsuz birinin
üzerine atmasının, hata veya günahın asıl vebalinin ötesinde ek bir
vebal ve günah olduğu açıklanıyor.
"Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur.
Allah bilendir, hikmet sahibidir." Daha önce, bu ayetin içerik olarak,
hata ve günahı bir başkasının üzerine atma durumunu ele alan
sonraki ayetle irtibatlı oluğunu belirtmiştik. Dolayısıyla bu ayet, bir
bakıma kendisinden sonraki ayetin mukaddimesiymiş gibi bir konumdadır.
Buna göre, "onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur."
ifadesi, günahın vebalını sırf işleyenle sınırlandırmaya yöneliktir.
Bu bakımdan ayette, bir günahı işleyip de onu suçsuz birinin üzerine
atan kimseye öğüt vermek isteniyor.
Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza -gerçi doğrusunu
Allah herkesten daha iyi bilir-: Günah işleyen insan şunu hatırlamalıdır
ki, bu günahı ancak kendi aleyhine işlemiştir; başkasının
değil. Onu başkasının üzerine atsa da yahut başkası günahını üstleneceğini
vaat etse de, bu günahı işleyen başkası değil kendisidir.
Ve Allah bilendir; bu günahı onun işlediğini, işleyenin o olduğunu;
üzerine yıktığı kimse olmadığını bilir. Hikmet sahibidir Allah; bir
günahtan ancak o günahı işleyeni sorumlu tutar ve günah yükünü
ancak yüklenenden sorar.
Nitekim şöyle buyuruyor: "Herkesin kazandıgı (iyilik) kendi yararına,
işledigi (kötülük) de kendi zararınadır." (Bakara, 286) "Kendi
günah yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının günah yükünü
taşımaz." (En'âm, 164) "Inananlara, 'Siz bizim yolumuza uyun. Sizin
hatalarınızı biz taşırız' dediler. Oysa kendileri, onların hatalarından
hiçbir şey taşıyacak degillerdir, onlar tamamen yalancıdır-
"Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine
atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur."
Râgıp el-Isfahani, el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Bir şeyi
kastettiği hâlde başka bir şeyi elde eden kimse için 'hata etti' denir.
Eğer elde ettiği şey kastettiği şeyse, bu sefer 'isabet etti' denir.
Hoş olmayan bir fiili işleyen veya yakışık olmayan bir şeyi isteyen
kimse için de 'hata etti' denir. Bu yüzden, 'hataya isabet etti' ve
'doğruyu bulmada yanıldı', 'doğruya isabet etti' ve 'yanlışlıkta hata
etti, yanıldı' denir. Görüldüğü gibi bu, ortak bir kelimedir; değişik
anlamlar arasında gidip gelmektedir. Gerçekleri araştıran bir kimsenin,
üzerinde durup bunları incelemesi gerekir."
Ragıp devamla şunları söyler: "Hata ve kötülük anlamlarına
gelen 'hatîe' ve 'seyyie' kelimeleri birbirlerine yakındırlar. Ancak
'hata' genellikle yapılması bizzat kastedilmeyen şeyle ilgili olarak
kullanılır ve gerçekte insanın bu kastı, böyle bir fiilin ondan sâdır
olmasına sebep olur. Av hayvanını vurayım derken bir insanı vuran
ya da sarhoş edici bir içki içip sarhoşken bir cinayet işleyen kimsenin
durumu gibi. Burada iki sebepten söz edebiliriz: Birini işlemek
sakıncalıdır. Sarhoş edici şarabı içmek yani. Dolayısıyla insan,
bundan kaynaklanan hatadan sorumludur ve bu hatanın doğurduğu
sonuç ondan asla ayrılmaz. Diğeri ise, sakıncalı değildir.
Av hayvanını vurmak yani."
"Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: 'Yanılarak yaptıgınızda
size bir günah yoktur; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiginde
günah vardır.' (Ahzâb, 5) Nitekim bir başka ayette de şöyle buyuruyor:
'Kim bir hata veya günah işler de...' (Nisâ, 112) Şu hâlde burada
geçen 'hata' ile, istemeden işlenen fiil kastediliyor." (el-
Müfredat'tan aldığımız alıntı burada son buldu.)
Bana öyle geliyor ki, "hatîe" kelimesi, kullanım çokluğu dolayısıyla
mevsufa gerek duymayan sıfatlar türündendir. "Musibet",
"reziyye=musibet, belâ" ve "selika=tabiat, yaratılış" gibi. "Feîl" kalıbı
(sıfat-ı müşebbehe), olayın birikmesine ve kalıcılık kazanmasına
delâlet eder. Şu hâlde "hatîe", hatanın birikip kalıcılık kazandığı fiil
demektir. Hata, insanın kastetmeden işlediği fiil demektir. Yanlışlıkla
adam öldürmek gibi. Bu kavramla ilgili asıl anlam budur. Ancak
gitgide anlam daha geniş tutuldu ve salim bir fıtrata sahip bir
insanın kastetmemesi gereken fiiller anlamında da kullanılır oldu.
Dolayısıyla anlamın bu genişletilmiş hâliyle, her günah ve günahın
her türlü etkisi, "hata" kavramının nesnel karşılığının kapsamına
girer. "Hatîe=hata", insanın kastetmediği amel veya amelin
etkisidir (bu durumda günah olarak değer kazanmaz) ya da
kastedilmemesi gereken bir şeydir (bu durumda da günah veya
günahın vebalı olarak değerlendirilir).
Fakat yüce Allah, "Kim bir hata... işler" ifadesinde, hatayı insanın
kazanmasına nispet etmiştir. Dolayısıyla burada kastedilen,
günah nitelikli hatadır. Bu bakımdan ayette geçen "hatîe" kelimesi
ile, kastedilmemesi gereken bir fiili bilerek işlemek durumuna işaret
edilmiştir.
Daha önce, "De ki: Onlarda büyük günah vardır." (Bakara, 219)
ayetini tefsir ederken, "Günah, insanın birçok hayırdan yoksun
kalmasına neden olan amele denir. İçki içmek, kumar oynamak
ve hırsızlık yapmak gibi. Bu gibi ameller, insanın hayati hayırları
özünde barındırmasına engel olurlar; toplumsal çöküşe yol açarlar
ve insanın toplumsal statüsünü kaybetmesine, itimadını ve genel
güvenini yitirmesine neden olurlar, demiştik.
Dolayısıyla "hata" ve "günah"ın, "Kim bir hata veya günah işler..."
ayetinde iki şık şeklinde zikredilmesi ve her ikisinin birlikte
insanın kazancına nispet edilmesi gösteriyor ki, her birini kendine
özgü anlamıyla ele almak, öylece algılamak gerekir. Bu bakımdan,
-gerçi Allah herkesten daha iyi bilir- şöyle bir anlam elde ediyoruz:
Oruç gibi bazı görevleri terk etmek veya kan içmek gibi haram bir
fiili işlemek suretiyle sadece bu çerçeveyle sınırlı kalan bir günahı
işleyen yahut haksız yere adam öldürmek ve hırsızlık yapmak gibi
vebali sürüp giden bir günahı işleyen, sonra bunu masum bir kimsenin
üzerine atan insan, apaçık bir iftira ve günah yüklenmiş olur.
Kötü ameli başkasına nispet etmenin, "ok atma" anlamında
kullanılan "remy" kelimesiyle ifade edilmesinde, aynı şekilde iftira
atmanın vebalini kabullenmeyle ilgili olarak "ihtimal=yüklenmek
kelimesinin kullanılmasında, latif bir istiare sanatı örneği vardır.
Sanki iftiracı kişi, suçsuz insana bir ok fırlatarak onu öldürüyor ve
bu öldürmesi ona hayatı boyunca her türlü hayırdan alıkoyucu,
kendisinden ayrılmayan bir yük bindiriyor.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan, ayetlerde "günah" olgusunun
bazen "ism", bazen "hatîe, sû', zulüm, hiyanet ve dalâl"
olarak nitelendirilmesinin hikmetini kavrıyoruz. Çünkü bu lafızların
her biri, anlamı itibariyle kullanıldığı yere uygun düşmektedir.
"Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni
şaşırtıp saptırmağa yeltenmişti..." Ayetin akışından anladığımız kadarıyla
onların Hz. Peygamberi (s.a.a) saptırmaya yeltenmelerinden
maksat, onu yüce Allah'ın ayetlerin başında "hainler" olarak
nitelediği kimseleri savunmaya, onlara taraf çıkmaya razı etmektir.
Buna göre söz konusu grup da, yüce Allah'ın ayetlerin akışı içinde
doğrudan hitap ederek, "Haydi siz dünya hayatında onlara
taraf çıkıp savundunuz..." şeklinde buyurduğu kimselerdir. Ileride
değineceğimiz gibi bu niteleme Ebu Tu'ma'nın akrabalarına uyuyor.
"Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar." ifadesine
gelince, "sana hiçbir zarar veremezler." ifadesinin içerdiği ip ucundan
hareketle maksadın şu olduğunu anlıyoruz: Bu grubun
saptırma girişimi kendilerinden öteye geçmez, sana ulaşmaz. Onlar
yeltendikleri şey dolayısıyla sapmışlardır. Çünkü yeltendikleri
şey günahtır. Her günah da sapıklıktır.
Bu ifadenin değişik bir anlamı daha var. Buna tefsirimizin üçüncü
cildinde, "Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar
da farkına varmazlar." (Âl-i Imrân, 69) ayetini tefsir ederken değinmiştik.
Fakat o açıklama, bu ayetin içeriğiyle bağdaşmadığı için
burada ona değinmedik.
"Sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana... indirdi." Burada
onların Hz. Peygambere (s.a.a) zarar vermeleri mutlak bir şekilde
olumsuzlaşıyor. Fakat ayetin akışı bunun, "Allah sana kitabı indirdi."
ifadesiyle kayıtlı olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz, "la
yudirruke=sana zarar veremezler" ifadesindeki zamirle ilintili "hâl"
olması koşuluyla. Gerçi nahiv bilginlerinin belirttiğine göre, mazi fiille
başlayan fiil cümleleri genellikle "kad" edatıyla başladığı takdirde
ancak "hâl" olabilir [ve bu ayette öyle değil; ama biz bunu
göz ardı etmeliyiz. Çünkü be genelde böyledir, her zaman değil].
Dolayısıyla burada kastedilen husus, insanların ilim ve amel açısından
Peygamberimize (s.a.a) zarar vermelerinin mutlak olarak
olumsuzlaşmasıdır.
"Allah sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin
şeyleri öğretti." Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ayetin akışı bunun,
"Sana hiçbir zarar veremezler." ifadesinin ya da "Fakat onlar sadece
kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler."
cümlelerinin gerekçesi konumunda olduğunu gösteriyor. Her
hâlükârda kitabın inişi ve öğretim, onların Hz. Peygamberi (s.a.a)
etkileyip saptırmalarını engellemektedir. Şu hâlde Peygamber efendimizin
(s.a.a) masum oluşunun kriteri de budur.
MASUMIYETİN ANLAMI ÜZERİNE
Ayetten anladığımız kadarıyla, masumiyetin gerçekleşmesini
sağlayan olgu bir tür ilimdir ki, bu ilim kişiyi günaha ve hataya bulaşmaktan
alıkoyuyor. Diğer bir ifadeyle, masumiyet sapmayı önleyen
bir bilgiden ibarettir. Nitekim cesaret, iffet ve cömertlik gibi
huylar da sonuçlarının gerçekleşmesine yol açan ve korkaklık, panik,
pısırıklık, oburluk, cimrilik ve müsriflik gibi karşıt olguların
gerçekleşmesine engel olan insan fıtratında kökleşmiş ilmî şekillerdir.
Gerçi yararlı ilim ve yetkin hikmet, kişinin kötü sıfatların ölümcül,
helâk edici çukurlarına düşmesine, günah pisliklerine bulaşmasına
engel olur ve biz bunu ilim ve hikmet sahiplerinin, takva ve
din ehlinin şahsında gözlemleyebiliyoruz; ancak bu sebep, şu
maddî-doğal âlemde mevcut olan diğer sebepler gibi genelde etkinlik
göstermektedir. Dolayısıyla kemâl sıfatına sahip kimseler
arasında, onun bu kemâlinin her zaman kendisinin noksanlıklara
duçar olmasına engel olacak, sürekli ve değişmez bir şekilde onu
hatalardan koruyacak biri bulunmaz. Bu, aynı zamanda görüp gözlemlediğimiz
tüm sebepler açısından da yürürlükte olan bir yasadır.
Bunun izahı şöyledir: Insanın öz yaratılışında mevcut bulunan
değişik idrakî ve kavramsal güçlerin bazısı, insanın bu güçlerden
diğer bazısının etkisinden habersiz olmasına ya da onlara yönelik
ilgisinin azalmasına neden olur. Söz gelimi, takva duygusuna sahip
kimse, takva duygusunun üstünlüğünün bilincinde olduğu sürece,
hoşnut olunmayan şekilde şehevi duygulara tâbi olmaz, takvanın
gereği neyse ona göre hareket eder. Fakat şehvet ateşi parladığında,
nefis büyük bir iştiyakla kendini bu duygunun kucağına
attığında, insan takva duygusunun üstünlüğünü hatırlamayabilir
veya takva duygusu zaafa uğrar. Çok geçmeden insan, takvanın
onaylamadığı davranışlar sergilemeye başlar ve oburluğun, iffetsizliğin
girdabına düşer.
İnsanın öz yaratılışında mevcut bulunan diğer düşünsel ve kavramsal
güçler için de aynı durum geçerlidir. Dolayısıyla bu sebepler
mevcut oldukları sürece, insanın bu sebeplerden birinin etkisinden
kurtulması mümkün değildir. Hiçbir güç, onu bunun etkisinden
kurtaramaz. Şu hâlde tanık olduğumuz farklılıkların kaynağı,
takva ile sebepler arasındaki birbirini alt etme mücadelesi, bazısının
bazısını devre dışı bırakmasıdır.
Bundan da anlaşılıyor ki masumiyet dediğimiz güç, kesinlikle
alt edilemeyen ilmî-kavramsal bir güçtür. Eğer bizim bildiğimiz
türden bir duygu ve kavrayış olsaydı, farklılık olgusu ona da yol bulurdu,
etkisinde zaman zaman sürçmeler olurdu. Şu hâlde masumiyete
yol açan ilim, kazanma ve eğitim yoluyla elde edilen diğer
bilgi ve kavrayışlar türünden değildir.
Nitekim yüce Allah, özel olarak Peygamberine (s.a.a) hitap ettiği
şu ifadede, bu duruma işaret etmiştir: "Allah sana kitabı ve
hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." Burada özel
bir hitap söz konusudur ve bizim bunu gereği gibi kavramamız
mümkün değildir. Çünkü bu tarz bir bilgi ve bilinç alanında yetkinlik
gerektirici düşünce yapısına ve ilmî zevke sahip değiliz. Şu kadarı
var ki, diğer bazı ayetlerde buna ilişkin bazı ip uçları da
algılamıyor değiliz. Meselâ: "De ki... Cebrail'e kim düşman olursa,
(bilsin ki) Kur'ân'ı senin kalbine... o indirmiştir." (Bakara, 97) "Onu
Ruh-ul Emin (Cebrail) uyarıcılardan olasın diye apaçık Arapça diliyle
senin kalbine indirmiştir." (Şuarâ, 193-195) Bu ayetlere göre
Peygambere indirilen şey, bir tür ilimdir.
Öte yandan, bunun bir vahiy ve konuşma türünden olduğu da
anlaşılıyor: "O... dinden Nuh'a tavsiye ettigini, sana vahyettigimizi,
Ibrahim'e, Musa'ya ve Isa'ya tavsiye ettigimizi sizin için de (din
olarak) yasallaştırdı..." (Şûrâ, 13) "Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen
peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." (Nisâ, 163)
"Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." (En'âm, 50) "Ben, ancak
Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum." (A'râf, 203)
Bu birbirinden farklı ayetlerden çıkan sonuca göre, "indirme"
den maksat vahyetmedir. Kitap ve hikmetin vahyedilmesi yani.
Ve bu, yüce Allah'ın Peygamberini (s.a.a) eğitmesinin bir şeklidir.
Fakat "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinden anlaşıldığı
kadarıyla bu, yüce Allah'ın kitap ve hikmeti vahyetmek suretiyle
ona öğretmesinden ayrı bir şeydir. Çünkü ayetin konusu,
Peygamberimizin (s.a.a) kendisine iletilen olaylar ve dava konusu
edilen meseleler hakkında özel görüşüyle hükmetmesidir. Bu ise,
kitap ve hikmetten ayrı bir şeydir. Kitap ve hikmete uygun ve dayalı
olmakla beraber, onun özel görüşü ve düşüncesidir.
Bundan da anlaşılıyor ki, "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi,
sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ayetinde geçen "indirme" ve
"öğretme"den maksat, iki tür bilgidir. Biri, vahiyle ve Ruh-ul Emin-
'in Pey-gambere (s.a.a) inmesiyle gerçekleşen öğretim; diğeri ise,
melek indirmeksizin kalbe telkin etmek, gizlice ilâhî ilhamı ulaştırmaktır.
Peygamber efendimizin (s.a.a) ilmiyle ilgili olarak rivayet
edilen hadislerin de vurguladığı budur.
Buna göre, "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinden
maksat şudur: Allah sana bir tür ilim vermiştir ki, eğer bu ilmi
katından sana bahşetmeseydi, böyle bir ilmi elde etmek için,
insanların ilim kazanmak amacıyla baş vurdukları normal
sebepler yeterli olmazdı.
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan çıkan sonuca göre,
bizim masumiyet gücü dediğimiz bu ilâhî bağış bir tür bilgi, duygu
ve kavrayıştır. Onu diğer bilgi ve duygulardan ayıran, hiçbir kavramsal
güç tarafından kesinlikle alt edilememesidir. Bilâkis o diğer
duygulara baskın çıkar, onları kendi amacı doğrultusunda kullanır.
Böylece sahibini mutlak sapıklık, yanılgı ve hatadan korur.
Rivayete göre, Peygamberin ve İmamın "Ruh-ul Kudüs" adı verilen
bir ruhu vardır ki, bu ruh onları doğrultur, günahlardan ve hatalardan
korur. Şu ayet-i kerime buna işaret etmektedir: "Işte böylece
sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman
nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan diledigimizi
kendisiyle dogru yola ilettigimiz bir nur kıldık." (Şûrâ, 52) Ayeti, zahirini
esas alarak incelediğimizde öğretici, yol gösterici ruh kelimesinin
Peygambere (s.a.a) ilka edildiğinin, ulaştırıldığının kastedildiğini
anlıyoruz.
Şu ayet de bu anlamı destekler mahiyettedir: "Onları, emrimizle
dogru yolu gösteren önderler (imamlar) yaptık ve onlara
hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik.
Onlar, daima bize kulluk eden kimselerdi." (Enbiyâ, 73) Ileride inşallah
bu ayeti inceler-ken açıklayacağımız gibi, bununla kastedilen
anlam şudur: Ruh-ul Kudüs hayırlı işler yaptırmak ve Allah'a
ibadet etmesini sağlamak suretiyle İmamı doğrultur, yönünü tayin
eder ve yanlış yapmasını engeller.
Bu açıklamalardan çıkan bir diğer sonuç da şudur: "Allah sana
kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti."
ifadesinde geçen "kitap"tan maksat, insanlar arasında baş
gösteren ihtilafları çözüme kavuşturmak üzere inen vahiydir.
Nitekim şu ayette bu noktaya işaret edilmiştir: "Insanlar bir tek
ümmetti, sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi.
Insanlar arsında anlaşmazlıga düştükleri konularda hüküm vermeleri
için onlarla beraber hak içerikli kitapları da indirdi..." (Bakara,
213) Tefsirimizin ikinci cildinde bu ayet geniş bir şekilde ele
alınmıştır.
"Hikmet" kavramı da vahiy yoluyla inen, dünya ve ahiret için
yararlı olan sair bilgiler anlamında kullanılmıştır. "sana
bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesi ile, kitap ve hikmetten oluşan
bütünsel bilgilerden başkası kastedilmiştir.
Bu açıklamalardan sonra, bazı müfessirlerin söz konusu ayeti
tefsir ederken getirdikleri yorumların zayıflığını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz.
Bazı müfessirler "kitab"ı Kur'ân, "hikmet"i de hüküm
içeren ayetler, "bilemeyeceğin şeyleri" ise hüküm ve gaybî bilgiler
şeklinde açıklamışlardır.
Bazıları, kitap ve hikmeti Kur'ân ve sünnet, bilemeyeceğin şeyleri
de şer'î hükümler ve önceki elçilere ilişkin haberler ve diğer
çeşitli bilgiler olarak açıklamışlardır. Müfessirlerin bunların dışında
işaret ettikleri daha nice yorumları vardır; ancak yukarıdaki açıklamalar,
bu tür yorumların zayıflığını ortaya koyuyor. Bir kez daha
yineleme gereğini duymuyoruz.
"Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür." Burada Peygamber efendimize
(s.a.a) yapılan minnete işaret ediliyor, ilâhî lütfe dikkat çekiliyor.
"Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Yalnız sadaka
yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç." Ragıp el Isfahani
der ki: "Naceytuhu; ona bir sır verdim, sırrımı verdim, fısıldadım,
demektir. Bunun aslı, biriyle bir yerde yalnız kalmaktır."
(Ragıp'tan aldığımız alıntı burada son buldu.)
çen "necva" fısıldaşarak konuşmak demektir. Bazen fısıldaşan
kimseler anlamında da kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah, bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Kendi aralarında fısıldaşırlarken..." (Isrâ,47)
"Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur." ifadesinde,
daha önce yer alan, "Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadıgı
sözü düşünüp kurarlarken..." ifadesine dönüş yapılıyor. Bunun gerekçesi
de ayetlerin akış bütünlüğüne sahip olmalarıdır. Açıklama,
bütün sözlü fısıldaşmaları kapsayacak şekilde genel tutulmuştur.
Bunun geceleyin gizlice bir araya gelip plân kurmak veya başka bir
şekilde olması fark etmez. Çünkü, kendisinde hayır olmadığına ilişkin
olarak sözü edilen hüküm, gizlice fısıldaşmanın mutlakı, geneli
içindir. Bunun geceleyin gizlice buluşup plân kurmak şeklinde
olması şart değildir. Şu ifade de tıpkı bunun gibidir: "Kim de...
Peygambere karşı gelir..." Dikkat edilirse, kim karşı gelmek için
fısıldaşırsa, denmemiştir. Çünkü sözü edilen hüküm, karşı gelmenin
geneli için geçerlidir. Bunun fısıldaşma suretinde olmasından
veya olmamasından çok daha kapsamlıdır.
Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: "Fakat şu şeyleri emreden
kimsede ve emrettiği şeyde bir ölçüde hayır vardır." Hayır amaçlı
gizli buluşma çağrısı emir olarak nitelendirilmiştir. Bu bir tür
istiaredir. Yüce Allah, fısıldaşma yoluyla emredilen hayırları üç
gruba ayırmıştır: Sadaka, iyilik, insanların arasını düzeltme. Maruf=
iyilik kavramının genel kapsamı içinde olmasına rağmen sadakanın
ayrı bir bölüm olarak zikredilmesi, özel olarak fısıldaşmayı
gerektirecek düzeyde ihtiyaç duyulan eksiksiz ve kâmil bir fert
olmasından dolayı olsa gerektir. Genelde öyledir de.
"Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa..." Diğer
bir açıklamayla gizlice fısıldaşma durumuna, olumlu veya olumsuz
akıbeti açısından açıklık getiriliyor. Amaç, hayır nitelikli fısıldaşmaların
hayırlı yönlerinin ve hayır içermeyenlerin de hayırdan yoksun
oluşunun nedenini açıklamaktır.
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 141
Buna göre, fısıldaşmanın failleri iki kategoride incelenebilir:
Birisi, bunu Allah'ın rızasını elde etmek için yapıyor. Dolayısıyla Allah'a
yaklaşmak için insanların arasını düzeltmek veya marufa
çağırmak amacıyla yapılmış olması kaçınılmazdır. Allah, buna ileride
büyük bir ödül verecektir. Ikincisi, bunu elçiye karşı gelmek,
müminlerin yolundan ayrı bir yol edinmek için yapıyor. Bunun cezası
da onlara mühlet verme ve aşamalı olarak [istidraç şeklinde]
azaba doğru sürüklemektir; sonra da cehenneme atılmaktır. Orası
ne kötü varış yeridir!
"Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı
çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa..." Ayetin orijinalinde
geçen "yuşâkik" kelimesi, "şakk" kö-künden gelir ve bir şeyden
ayrılan parça demektir. Buna göre, "yuşa-kik" kelimesinin
mastarları olan "muşâkka" ve "şikâk" kelimeleri, kişi-nin arkadaşınınkinden
ayrı bir parçada, bir şıkta olması demektir. Bu ise karşı
çıkmaktan, muhalefet etmekten kinayedir. Dolayısıyla, doğru
yol belli olduktan sonra Resule karşı çıkmak, ona muhalefet etmek
ve ona itaat etmemek demektir.
Buna göre, "müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa" ifadesi,
Resule karşı çıkmanın diğer bir açıklaması konumundadır.
Müminlerin yolundan maksat, Peygambere itaattir. Çünkü ona itaat,
Allah'a itaat demektir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur."
(Nisâ, 80)
Şu hâlde müminlerin yolu, iman üzere birleştikleri hasebiyle
Allah'a ve Resulü'ne ya da (sadece) Allah Resulüne itaat üzere birleşmelerinden
ibarettir. Çünkü, yollarının birliğini sadece bu durum
koruyabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın
ayetleri size okunuyorken ve O'nun elçisi içinizdeyken, nasıl oluyor
da inkâr ediyorsunuz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette
o, dosdogru yola iletilmiştir. Ey iman edenler, Allah'tan nasıl
korkup sakınmak gerekiyorsa, öyle korkup sakının ve ancak
Müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarı-
142 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
lın. Dagılıp ayrılmayın." (Âl-i Imrân, 101-103) Tefsirimizin üçüncü cildinde
bu ayetlere ilişkin ayrıntılı açıklamalara yer verdik.
Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Işte bu, benim
dosdogru yolumdur. Ona uyun, başka yollara uymayın ki, sizi
O'nun yolundan ayırmasın. Korunmanız için Allah size işte böyle
tavsiye etti." (En'âm, 153) Allah'ın yolu takva yolu olduğuna göre,
müminler de takvaya çağrıldıklarına göre, onların bir bütün olarak
izledikleri yol, takva üzere yardımlaşma yoludur. Nitekim yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın,
günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın." (Mâide, 2)
Görüldüğü gibi bu son ayet, Allah'a isyan etmeyi ve Islâmî toplumun
birliğini parçalamayı yasaklıyor. Işte yukarıda sözünü ettiğimiz
müminlerin yolunun ifade ettiği anlam da budur.
Şu hâlde, "Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra
Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola
uyarsa" ifadesi, anlamı itibariyle, "Ey iman edenler! Aranızda gizli
konuştugunuz zaman günahı, düşmanlıgı ve Peygambere karşı
gelmeyi fısıldamayın. Iyilik ve takvayı konuşun." (Mücâdele, 9) ayetini
çağrıştırmaktadır.
"Onu gittigi yönde yürütürüz." Yani, onu gittiği yönde yürüterek,
müminlerin yolundan başkasını izleme hususundaki tavrını
gerçekleştirmesine imkân veririz. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Hepsine, onlara da, bunlara da (dünyayı isteyenlere
de, ahireti isteyenlere de) Rabbinin rahmetinden ulaştırırız.
Rabbinin nimeti (kimseye) yasak kılınmış degildir." (Isrâ, 20)
"ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü bir varış yeridir!" Bu
ifadenin "vav" harfiyle önceki cümleye atfedilmiş olması gösteriyor
ki bunların tümü, yani "gittiği yönde yürütülmesi, döndüğü yola
yöneltilmesi" ve "cehennemde yakılması", tek bir ilâhî emirdir.
Bunun bir kısmı dünyevîdir. Gittiği yönde yürütülmesi yani. Bir
kısmı da uhrevîdir. Kötü bir varış yeri olan cehennemde yakılması
yani.
"Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz." Ayetin a-
kışından anladığımız kadarıyla bu ifade, "Onu gittigi yönde yürütürüz
ve cehennemde yakarız." ifadesinin gerekçesi konumundadır.
Özellikle ayetlerin oluşturduğu akış bütünlüğünü göz önünde bulundurduğumuzda bu nokta son derece belirgin olarak ön plâna
çıkar. Buradan hareketle anlıyoruz ki ayet, elçiye karşı çıkmayı ulu
Allah'a ortak koşma olarak değerlendiriyor. Yüce Allah ise, kendisine
ortak koşulmasını kesinlikle bağışlamaz.
Bu anlamı şu ayetten de algılayabiliriz: "Inkâr edenler, Allah
yolundan yüz çevirenler ve kendilerine dogru yol belli olduktan
sonra Peygambere karşı çıkanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler.
Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır. Ey inananlar! Allah'a
itaat edin, Resule itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın. Inkâr edip
Allah yolundan yüz çevirenleri ve sonra da kâfir olarak ölenleri
Allah asla bagışlamaz." (Muhammed, 32-34) Yukarıda sunduğumuz
bu üç ayetin zahiri, bunların ikinci ayette yer alan, "Allah'a ve
Resule itaat" etmeye ilişkin emrin gerekçelendirilmesi amacına
yönelik olduklarını ortaya koymaktadır. Buna göre, Allah'a ve Resulü'ne
itaat etmemek bağışlanmaz bir küfürdür. Bununla da şirk
kastedildiği açıktır.
Konunun akışından anlıyoruz ki, "Çünkü Allah, kendisine ortak
koşulmasını bagışlamaz" ifadesinden hemen sonra ve ona
bağlı olarak, "bundan başkasını diledigi kimse için bagışlar." ifadesinin
yer alması, açıklamayı tamamlama ve bu uğursuz günahın,
yani elçiye karşı çıkma suçunun büyüklüğünü vurgulama amacına
yöneliktir. Tefsirimizin dördüncü cildinin sonlarında bu ayetle
ilgili bazı açıklamalarda bulunduk.1
"Onlar Allah'ın dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan başkasına
tapmazlar." Ayetin orijinalinde geçen "inas" kelimesi, "unsa"
nın çoğuludur. Araplar, "Enus-el hadîdu enesen=demir büküldü,
yumuşak oldu" ve "Enus-el mekanu=yer çabuk ve çok bitki verdi."
derler. Dolayısıyla kelimede etkilenme ve edilgenlik anlamı esas-
tır. Bu yüzden dişi canlılara "unsa" adı verilmiştir. Allah'tan başka
kulluk sunulan tüm mabutlar ve putlar da "inas" diye
nitelendirilmişlerdir. Bunun nedeni, onların edilgen, etkilenen
şeyler olmaları, onlara tapanların beklediği türden bir etkinlik
yapma gücünden yoksun olmalarıdır.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "...Sizlerin Allah-
'ı bırakıp yalvardıklarınız (taptıklarınız) bir araya toplansalar, bir
sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan
geri de alamazlar. Isteyen de aciz, kendinden istenen de! Allah'ı
geregi gibi degerlendiremediler. Dogrusu Allah kuvvetlidir,
üstündür." (Hac, 73-74) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "O'nu
bırakıp hiçbir şey yaratamayan, bilâkis kendileri yaratılmış olan,
kendilerine bile ne zarar ve ne de fayda verebilen; öldürmeye,
hayat vermeye, ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri
yetmeyen tanrılar edindiler." (Furkan, 3)
Dolayısıyla anlaşılıyor ki, buradaki "unuset"ten maksat, yaratıcıya
oranla yaratılmışın özelliği olan salt edilgenliktir. Bu yorum şu
tür yorumdan daha yerindedir: "Burada kastedilenler Lat, Uzza ve
üçüncü put olan Menat gibilerdir. Nitekim her kabilenin bir putu
vardı ve 'Falancaların dişisi' derlerdi. Böyle demelerinin sebebi, ya
putlara verilen isimlerin müennes (dişi cinsten kelimeler) olması
ya da cansız varlıklar olmasıydı. Nitekim cansızlar lafız itibariyle
dişil olarak işlev görür.
Bizim yorumumuzun daha isabetli olmasının gerekçesine gelince;
karşı görüş, ayetteki kesin sınırlandırmayla tamamen
örtüşmüyor. Ayette "Onlar, O'nu bırakıp birtakım dişileri (tanrıları)
çagırıyorlar." buyruluyor. Oysa, müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak
taptıkları arasında Isa, Brahman ve Buda gibi dişi olmayan
kimseler de vardır.
"ve hiçbir hayırla ilişkisi olmayan Şeytandan başkasına tapmazlar."
Ayette geçen "el-merîd" kelimesi, her türlü hayırdan ari ya da mutlak
olarak çıplak demektir. Beydavî kendi tefsirinde der ki: "el-
Merîd" ve "el-mârid" hiçbir hayırla ilgisi olmayan demektir. Terki-
bin aslı, düz ve yumuşak olma anlamına gelir. Yani, yumuşaklık ifade
eder. "Sarh-un mumerred" (yumuşak, düzgün taht) "Gulamun
emred" (bıyığı henüz terlemiş, tüysüz delikanlı), "Şeceret-un
merdâ" (Yaprakları az ve seyrek ağaç)..." (Beydavî'den aldığımız alıntı
burada son buldu.)
Anlaşıldığı kadarıyla, bu cümle önceki cümlenin açıklaması
konumundadır. Çünkü "çağırma" ibadetten, tapmaktan kinaye olarak
kullanılmıştır. Ibadetin insanlar arasında yaygın bir davranış
olarak ortaya çıkması, ihtiyacı gidermeye yönelik çağrıdan kaynaklanmıştır.
Öte yandan yüce Allah, itaat etmeyi de ibadet olarak isimlendirerek
şöyle buyurmuştur: "Ey Âdemogulları! Ben size,
şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın... diye
bildirmedim mi?" (Yâsin, 60-61)
Dolayısıyla, tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya
dayanıyor: Müşriklerin Allah dışında kulluk sundukları tüm
putlara yönelik ibadetleri, aslında hayırsız şeytana yönelik bir ibadet
ve çağrı konumundadır. Çünkü bu tarz bir ibadet, şeytana itaattir.
"Allah onu lânetlemiş," Ayetin orijinalinde geçen "lânet" kelimesi,
rahmetten uzaklaştırma demektir. Bu ifade, Şeytana ilişkin ikinci
bir vasıftır, ayrıca birinci vasfın [her türlü hayırdan yoksun] da
gerekçesi niteliğindedir.
"o da demişti ki: Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım."
Burada yüce Allah'ın daha önce Şeytanın ağzından aktardığı şu ifadelere
işaret ediliyor gibi: "Iblis dedi ki: Senin mutlak kudretine
andolsun ki, onların tümünü azdıracagım. Yalnız onlardan ihlâsa
erdirilmiş kulların hariç." (Sâd, 82-83) Şeytan, "Senin kullarından"
ifadesiyle, saptırmasına rağmen onların Allah'ın kulları olduklarını
itiraf ediyor, bu niteliklerinin dışına çıkamadıklarını ve Allah'ın onların
Rabbi olduğunu, onlar hakkında dilediği gibi hükmedeceğini
dile getiriyor.
"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara
boğacağım..." Ayetin orijinalinde geçen "yubettikunne" kelimesinin
mastarı olan "tebtîk" kelimesi, yarmak anlamına gelir. Burada anlatılmak
istenen husus, Arap cahiliyesindeki şu uygulamayla örtüşmektedir:
Araplar cahiliye döneminde, etlerini haram kılmak
amacıyla Bahira ve Saibe adını verdikleri hayvanların kulaklarını,
bunun bir nişanesi olarak yararlardı.1
Ayette sayılan hususların tümü, sapmanın bazı örnekleridir.
Dolayısıyla bunlarla birlikte saptırmadan da söz edilmesi, önce
genel bir anlatım, ardından özel önem verildiğinin bir göstergesi
olarak bunların bazılarından birer birer bahsedilmesi içindir. Iblis
diyor ki: "Mutlaka onları, Allah'tan başkasına kulluk sunmak ve
günah işlemekle uğraştırarak saptıracağım. Konumlarının gereği,
kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyacak şekilde onları asılsız
kuruntu ve emellerle oyalayacağım. Hayvanların kulaklarını yarıp
Allah'ın helâl kıldığını haram kılmalarını emredeceğim. Onlara Allah'ın
yaratmasını değiştirmelerini emredeceğim." Şu hâlde şeytanın
bu sözleri, iğdiş yapmak, cinsiyet değiştirmek, çeşitli organları
kesmek, livata (homoseksüellik) ve sevicilik (lezbiyenlik) gibi
sapıklıklarla örtüşmektedir.
Allah'ın yaratmasını değiştirmek ifadesiyle, fıtratın dışına çıkma
ve dosdoğru hanîf dinini terk etme durumunun kastedilmiş
olması da uzak bir ihtimal değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Sen yüzünü, hanîf olarak dine, Allah insanları
hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında degiştirme
yoktur. Işte dosdogru din budur." (Rûm, 30)
Ardından yüce Allah, şeytanı çağırmayı yani emrettiklerine
uymayı, onu dost-veli edinmek olarak nitelendiriyor: "Kim Allah'ı
bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana ugramıştır."
Dikkat edilirse, burada "şeytan kime dost-veli olursa" şeklinde
bir ifade kullanılmamıştır. Bununla verilmek istenen mesaj,
------
1- [Evcil olan bu hayvanlar, Arapların batıl inanç ve âdetlerine göre
kesilmez ve etleri de yenmezdi. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklama, Mâide suresinin 103. ayetinin tefsirinde gelecektir.]
önceki ayetlerde de belirtildiği gibi, velinin yüce Allah olduğunu
vurgulamaktır. Ondan başkaları, birileri tarafından dost-veli edinseler
de hiçbir şey üzerinde velayetleri söz konusu değildir.
"(Şeytan) onlara söz verir ve ümitlendirir; hâlbuki Şeytanın onlara
söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." Ayetten
algıladığımız kadarıyla önceki ayette yer alan, "elbet-te apaçık bir
ziyana ugramıştır." ifadesi gerekçelendiriliyor. Gerçek mutluluğu
ve mükemmel yaratılışı boş vaatlerle ve mevhum umutlarla değiştiren
insanın hüsranından daha büyük ziyan olabilir mi? Yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Inkâr edenlere gelince; onların işleri,
ıssız çöldeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder,
fakat yanına gelince hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve
Allah da onun hesabını tastamam görür. O hesabı çabuk görendir."
(Nûr, 39)
"Vaatler" ise, şeytanın bir aracı kullanmaksızın telkin ettiği
vesveseler anlamında kullanılmıştır. "Umutlar"a gelince, onlar insanın
vehim yoluyla kuruntulardan zevk aldığı şeytanî vesveselerin
birer ayrıntısı konumundadırlar. Bu yüzden, "hâlbuki şeytanın
onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey degildir."
buyrularak, va'din aldatma olduğu belirtilmiş, buna karşın "umut"
için böyle bir nitelemede bulunulmamıştır. Bunun nedeni ise açıktır.
Sonra yüce Allah, onların bu durumlarının akıbetini açıklıyor: "İşte onların varacagı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak
bir yer de bulamayacaklardır." Ayette geçen "mahîs" kelimesinin
mazi fiili "hâse"dir ve bir yerden dönmek, kaçınmak anlamına gelir.
Dolayısıyla "mahîs" kaçış ve dönüş yeri anlamını ifade eder.
Ardından, açıklamayı tamamlamak amacıyla karşı tabloda
müminlerin durumu tasvir ediliyor: "Inanıp iyi işler yapanları da,
altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecegiz. Orada sürekli
kalacaklardır..." Ayetlerin akışı içinde ["onu gittigi yönde yürütürüz."
ve "cehennemde yakarız." ifadelerindeki] üçüncü çoğul şahıstan,
["Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz." ifade-
Bu uygulama, geneli itibariyle, konunun önemine ve büyüklüğüne
vurgu yapma amacına yöneliktir. Şöyle ki, böyle bir vurgunun
gerekli olduğundan dolayı, önce Allah lafzı birinci çoğul şahıs zamiri
yerine kullanılıyor, ardından amaç gerçekleştirilince, asıl olan
önceki ifade tarzına [yani, birinci çoğul şahıs zamiri kullanmaya]
geri dönülüyor. Bu da, "cennetlere yerleştirecegiz." ifadesinde
gerçekleştiriliyor.
Burada bir diğer incelik de vardır. O da şu ki: Yüce Allah burada
çok yakın olduğunu, mümin kullarıyla aralarında bir perde olmadığını,
onların velisinin kendisi olduğunu ima ediyor.
"Bu, Allah'ın gerçek vaadidir ve Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?"
Burada şeytanın vaadine karşılık veriliyor. Onun vaadi bir aldatmacadır,
buna karşılık Allah'ın vaadi haktır, sözü doğrudur.
"(İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz."
Yeniden ayetlerin akışının başlangıcına dönülüyor; ama açıklamanın
ayrıntısından çıkan öz bir sonuç olarak. Şöyle ki: Bazı
müminlerin anlatılan davranışlarından, sözlerinden ve Peygamberden
(s.a.a) ısrarla kendilerini gözetmesini, başkalarına karşı
kendilerine destek verip yardım etmesini, başkalarıyla aralarında
çıkan anlaşmazlıklarda taraflarını tutmasını istemelerinden anlaşılıyor
ki onlar, iman etmiş olmakla Allah katında bir üstünlük ve
Peygamberin (s.a.a) üzerinde bir hak elde ettiklerini düşünüyorlardı.
Bu yüzden [bunların nazarında] Allah'ın ve Resulünün onları
gözetmeleri, onları başkalarına galip getirmeleri, haklı veya haksız
olmalarına bakmaksızın üstün tutmaları bir zorunluluktu. Hükmün
adilce veya zalimce olması önemli değildi. Önemli olan onların lehine
olmasıydı. Tıpkı sapıklık önderlerinin yönetimlerinde olduğu
gibi. Bunlar zorba liderlerin maiyetlerinin, sırdaşlarının ve suç ortaklarının
talep edebilecekleri şeylerdi. Zorba önderlerin yardakçıları,
boyun eğdiği ve tâbi olduğu liderlerine itaat etmenin, teslimiyet
göstermenin yanında minnet de ederler, bağlılıklarını başına
kakarlar; katında bir saygınlık ve ayrıcalık hak ettiklerini düşünerek
önderlerinin zorbalıkla da olsa kendilerini desteklemelerinin,
gözetmelerinin ve başkalarına tercih etmelerinin gerekli olduğunu
sanırlar.
Yine, yüce Allah'ın belirttiği gibi, Ehlikitap da kendisi için böyle
bir ayrıcalık öngörüyordu. "Yahudiler ve Hıristiyanlar; 'Biz Allah'ın
ogulları ve sevgilileriyiz' dediler." (Mâide, 18) "Yahudi veya Hıristiyan
olun ki, dogru yolu bulasınız, dediler." (Bakara, 135) "Bu, onların;
'Ümmîler konusunda bize bir vebal yoktur.' demelerindendir."
(Âl-i Imrân, 75)
Böylece yüce Allah, müminlerin içindeki bu grubun bu tarz
mesnetsiz iddialarını geri çeviriyor. Onları Ehlikitap'la aynı çizgide
değerlendiriyor ve bu tür iddiaları istiareli bir ifade tarzıyla kuruntu
diye niteliyor. Çünkü bu iddialar, tıpkı kuruntular gibi zevk veren
hayali tasavvurlardan başka bir anlam ifade etmezler; realiteler
dünyasında bir etkinlikleri, gerçeklikleri olmaz. Diyor ki ulu Allah:
"Ey Müslümanlar topluluğu veya ey Müslümanların içindeki belli
grup, bu iş sizin kuruntunuzla olmaz. Ehlikitab'ın kuruntularıyla da
olacak değildir. Aksine, işin ekseninde amel yatar; hayırsa amel
karşılığı da hayırdır, eğer şerse karşılığı da şerdir."
Ayette iyilikten önce kötülükten söz edilmesinin sebebi, yanılgılarının
çoğunluğunun kötülük nitelikli olmasıdır.
"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan
başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur." Sözün akışına ayrıntı
getiriliyor, detay kazandırılıyor; ama arada bir bağlaç
kullanılmıyor ve yeni bir cümleymiş gibi ifade ediliyor [cümleyi bir
öncesine bağlayan vav-ı atıfa kullanılmıyor]. Çünkü bu ifade, zihinlerde
uyanabilecek takdirî bir sorunun cevabı niteliğindedir. Takdiri
şöyledir: Madem ki İslâm'ın alanına ve imanın konusuna girmek,
insan için her türlü hayrı celp etmeye, hayat için gerekli olan her
türlü menfaati korumaya yetmiyor ve madem ki Yahudilik ve
Hıristiyanlık için de aynı durum geçerlidir, peki bunun [hayrı elde
etmenin] yolu nedir? Insanın hâli nice olacak? Işte bu takdirî
soruya şu cevap veriliyor: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla
şu cevap veriliyor: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır
ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur...
her kim de iyi işler yaparsa..."
"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır." ifadesi
mutlak bir ifadedir. Hem adam öldürene kısas uygulanması, hırsızlık
edenin elinin kesilmesi, zina edenin [evli olmaması hâlinde]
kırbaçlanması veya [evli olması hâlinde] recmedilmesi gibi şeriatın
koyduğu siyasal hükümler türünden dünyevî cezayı, hem de
yüce Allah'ın kitabında ve Peygamberinin diliyle vaat ettiği uhrevî
cezayı kapsamaktadır.
Bu genellik, ayetlerin konusuna uygundur, atmosferiyle örtüşmek-
tedir. Ayetlerin iniş sebebi çerçevesinde aktarılan bir rivayette,
bunların hırsızlık yapan, sonra bu suçu bir Yahudi'nin ve bir
Müslüman'ın üzerine atan, ardından suçlanan kimseyi cezalandırması
için Hz. Peygambere (s.a.a) baskı yapan kimseler hakkında
indiği belirtilmektedir.
"ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı
bulur." ifadesinde dost ve yardımcı ifadeleri geneldir; hem dünyadaki
dost ve yardımcıları kapsamaktadır. Dolayısıyla kişinin
dünyada karşılaşacağı kötü cezayı savacak olan Peygamberi
(s.a.a) veya emir sahibini (masum imamı) yahut bu ikisine yakın
olma durumunu ya da Islâm ve dinin saygınlığı gibi yardımcıları
kapsamına almaktadır. Şu hâlde yüce Allah'ın öngördüğü olumsuz
cezayı hiç kimse, hiçbir etken kötülük yapan kişiden savamaz.
Hem de, bir sonraki ayette işaret edilen hususlar hariç, ahiretteki
cezayı savma noktasındaki dost ve yardımcıyı kapsamaktadır.
"Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi
işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı kadar
bile zulmedilmez." Bu ayet, iyi işler yapan kimsenin alacağı karşılığı
(cenneti) içeren ikinci şıktır. [Önceki ayette birinci şıkka yani,
kötü iş yapanların durumuna değinildi, burada ise ikinci şıkkın yani,
iyi iş yapanların durumuna değiniliyor.] Ancak yüce Allah burada
bir şart koşuyor ki, mükâfatın realize edilişini, gerçekleştirilme-
sinin çevresini daraltıyor; bir diğer açıdan da genişliği gerektirecek
şekilde ifadeyi genelleştiriyor.
Buna göre, ödül olarak cenneti kazanmanın şartı, salih amel
işleyen kimsenin mümin olmasıdır. Çünkü güzel karşılık ancak
salih amelden dolayı söz konusu olabilir. Kâfirinse ameli yoktur.
Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Eger onlar da Allah'a ortak
koşsalardı, yaptıkları ameller elbet boşa giderdi." (En'âm, 88)
"Işte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden,
bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir, ki biz onlar için kıyamet
gününde hiçbir ölçü tutmayacagız." (Kehf, 105)
"...her kim de birtakım iyi işler yaparsa," ifadesinin orijinalinde,
bütünden bir parçayı ifade etmek için kullanılan "min" (baziyet
bildiren) edatına yer verilmiştir. Bununla da cennet vaadine ilişkin
bir genişletme söz konusu ediliyor. Eğer "min" edatı olmaksızın
"kim iyi işler yaparsa" denilseydi -ceza vermede dikkati gerektiren
böylesine hassas bir noktada- şu anlamı ifade edecekti: "Cennet,
inanan ve bütün salih amelleri işleyen kimseler içindir." Ancak ilâhî
lütuf, güzel ödülü inanıp bazı salih amelleri işleyen herkesi kapsayacak
şekilde genelleştiriyor.
Dolayısıyla işleyemediği diğer sahil amelleri veya işlediği günahları
tövbe ya da şefaatle telafi ediyor. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını
bagışlamaz; bundan başkasını diledigi kimse için bagışlar." (Nisâ,
116) Bu konuyla ilgili açıklamaya,"Allah'ın kabulünü üzerine aldıgı
tövbe, ancak bilgisizlikle kötülük yapanlar... içindir..." (Nisâ, 17)
ayetini incelerken ve yine orada "tövbe" kavramı hakkında yaptığımız
değerlendirmede yer verdik.1 Nitekim tefsirimizin birinci cildinde
de, "Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse başkasının
yerine bir şey ödeyemez." (Bakara, 48) ayetini tefsir ederken "şefaat"
le ilgili detaylı bilgiler sunduk.
"Erkek olsun, kadın olsun" ifadesinde de hükmün erkek-kadın
herkesi kapsadığı, temelde hiçbir fark gözetilmediği vurgulanıyor.
Bu tavır, kadınlar için herhangi bir amelin, dolayısıyla işledikleri
güzelliklere ödül verilmesinin söz konusu olmadığını ileri süren
Hint ve Mısır gibi eski putperest toplumların inançlarından tamamen
farklıdır. Üstünlük ve onurun erkeklere ait olduğu, kadınların
Allah katında zelil, yaratılışta noksan, ecir ve ödülde hüsrana uğrayan
olduğu anlaşılan Yahudilik ve Hıristiyanlık anlayışıyla da
bağdaşmıyordu. Cahiliye Araplarının kadınlara ilişkin inançları da
bunlarınkinden pek farklı değildi. Böylece yüce Allah, "Erkek olsun,
kadın olsun" buyurarak iki cinsin eşitliğini vurgulamıştır.
"İşte onlar cennete girerler" ifadesinden hemen sonra, "onlara
çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." ifadesine yer verilmiş
olması da bu yüzden olsa gerektir. Buna göre, birinci cümle,
kadınların da tıpkı erkekler gibi sevapta pay sahibi olduklarına; ikinci
cümle de fazlalık veya eksiklik bakımından aralarında herhangi
bir farkın olmadığına delâlet etmektedir. Nitekim yüce Allah
bir ayette şöyle buyurmuştur: "Rableri onlara cevap verdi ki: Ben,
erkek olsun, kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptıgını
boşa çıkarmam. Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." (Âl-i İmrân,
195)
"İyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden... kimseden din bakımından
daha iyi kim vardır?..." Bu ifade, akla gelebilecek şu tür bir
değerlendirmeyi bertaraf etmeye yönelik gibidir: Müslüman'ın Islâm'ının
veya Ehlikitab'ın imanının hayrı celp etmede ve genel olarak
çıkarlarını korumada bir etkinliği bulunmuyorsa, Allah'a ve ayetlerine
inanmak bir şey değiştirmiyorsa, bu bağlamda böyle bir
imanın varlığı ile yokluğu arasında herhangi bir fark yoksa, o zaman
İslâm'ın saygınlığı nerededir? Imanın ayrıcalığı nedir?
Işte bu ayette böyle bir değerlendirmeye şu cevap veriliyor: Dinin
saygınlığı kuşku götürmeyen bir olgudur. Akıl sahibi hiç kimse
bunun güzelliğinden kuşku duymaz. "din bakımından... daha iyi
kim vardır?" ifadesi, işte bunu vurgulamaya yöneliktir. Böylece
kuşku götürmez bir gerçek olduğu kabul edilerek sunulan bir soruyla,
insanın kesinlikle dinsiz olamayacağı, en güzel dininse göklerde
ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'a teslim olmak
olduğu, O'na kulluk sunularak boyun eğmenin, fıtrat dini olan Ibrahim'in
hanîf dini doğrultusunda amel etmenin bir zorunluluk olduğu
vurgulanıyor. Bu çerçevede [bu nedenle] yüce Allah'ın, iyilik
yaparak kendini ilk kişi olarak Allah'a teslim eden, hanîf dinine
tâbi olan İbrahim'i dost edindiği belirtiliyor.
Fakat ilâhî dostluğu, insanlar arasında geçerli olan dostluk gibi
algılamamak gerekir. Insanlar arasındaki dostluk hak ve batılın
her türlüsünün üstünde tutulur. Bu da onlar için ölçüsüzlüğün ve
zorbalığın, tahakkümün kapısını açar. Yoksa yüce Allah her şeyin
sahibidir ve hiçbir şeyin O'nun üzerinde sahipliği söz konusu değildir.
Her şeyi kuşatmıştır, kuşatılması söz konusu olmaz.
Bu bakımdan insanlar arasındaki efendilere, başkanlara ve
krallara benzemez. Çünkü efendiler, başkanlar ve krallar kölelerine
ve yurttaşlarına bir şey vermedikçe onlardan bir şey alamazlar.
Bazılarını diğer bazılarının aracılığıyla ezerler. Bir gruba başka bir
grubun desteğiyle egemen olurlar. Bu nedenledir ki, iradeleri herkesin
iradesiyle çeliştiği zaman yerlerinde kalamazlar. Aksine makamlarından
alaşağı olurlar ve zayıflıkları ortaya çıkar.
Buradan hareketle, "din bakımından daha iyi kim vardır?"
ifadesinin ardından, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi
Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır." ifadesine yer
verilmesinin nedeni açıklık kazanmış olur.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Kummî'de şöyle deniyor: "Allah'ın sana gösterdigi şekilde...
sana kitabı hak ile indirdik..." ayetinin iniş sebebi hakkında
şöyle deniyor: "Ubeyrikoğullarından Hıristiyan bir topluluğa
mensup üç kardeş vardı ve bunlar münafıktılar. Isimleri Beşir, Bişr
ve Mübeş-şir idi. Bunlar, Bedir Savaşına katılmış biri olan Numan
oğlu Katade'nin amcasının evinin duvarını delerek içeri girmiş,
onun ailesi için depoladığı bazı yiyecekleri, bir kılıcı ve bir zırhı
çalmışlardı."
"Katade bu durumu Resulullah'a (s.a.a) şikayet etti ve dedi ki:
'Ya Resulullah, bir grup insan, amcamın evinin duvarını delerek içeri
girdiler ve onun ailesi için depoladığı yiyecekleri, bir kılıç ve bir
zırh çaldılar. Bunu yapanlar kötü bir aileye mensupturlar.' Bunların
[genelde] görüş bakımından birlikte oldukları mümin birisi vardı,
adı Lebid b. Sehl idi. Ubeyrikoğulları Katade'ye dediler ki: 'Bu,
Lebid b. Sehl'in işidir.' Lebid bunu duyunca kılıcını aldı ve onlara
karşı meydan okudu. Dedi ki: 'Ey Ubeyrikoğulları, beni hırsızlıkla
mı suçluyorsunuz? Hâlbuki, siz benden daha çok hırsızlığa yakışırsınız?
Kaldı ki, sizler Resulullah'ı (s.a.a) hicveden ve bu hicivlerinizi
Kureyşlilerin üzerine atan, onlara mal eden münafıklarsınız. Ya
bunu açıklayacaksınız ya da kılıcımı vücutlarınıza daldıracağım.'
Bunun üzerine ona karşı yumuşadılar ve 'Evine dön. Allah sana
merhamet etsin. Sen bu suçtan berîsin.' dediler."
"Daha sonra Ubeyrikoğulları kabilelerine mensup Useyd b.
Urve adlı birinin yanına gittiler. Adam mantıklı ve etkileyici konuşmalar
yapan bir kimseydi. Kalkıp Resulullah'ın (s.a.a) yanına
gitti ve dedi ki: 'Ya Resulullah (s.a.a), Katade b. Numan, bizim kabileye
mensup onurlu, soylu, soplu bir aileye musallat olmuş, onları
hırsızlıkla suçluyor, işlemedikleri bir suçu üzerlerine yıkıyor.'
Resulullah (s.a.a) bundan dolayı üzüldü. Sonra Katade yanına geldi.
Resulullah (s.a.a) ona döndü ve şunları söyledi: 'Onurlu, soylusoplu
bir ailenin yakasına yapışmış, onları hırsızlıkla suçlamışsın,
öyle mi?' Sert bir dille onu azarlardı. Katade bundan dolayı çok üzüldü,
amcasının yanına vararak ona şöyle dedi: 'Keşke ölseydim
de Resulullah'la konuşmasaydım. Bana hiç de hoşlanmadığım
şeyler söyledi.' Amcası, 'Yardım Allah'tandır.' dedi."
"Bunun üzerine yüce Allah, bu olay üzerine şu ayetleri indirdi:
"Allah'ın sana gösterdigi şekilde... sana kitabı hak ile indirdik...
O'nun razı olmadıgı sözü düşünüp kurarlarken... (Kummî der ki:)
Ayette geçen 'söz', fiil anlamındadır. [Yani, Allah'ın razı olmadığı fiil,
iş.] Böylece söz, fiil yerine geçmiştir. Haydi siz dünya hayatında
onlara taraf çıkıp savundunuz... Kim bir hata veya günah işler de
sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa... Yani, Lebid b. Sehl'in üzerine
atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah
yüklenmiş olur."
Yine Tefsir-ul Kummî'de Ebu Carud'dan İmam Bâkır'ın (a.s)
şöyle buyurduğu nakledilir: "Bişr'in yakın akrabalarından bazıları
şöyle dedi: 'En iyisi biz kalkıp Resulullah'ın (s.a.a) yanına gidelim,
dostumuz hakkında aracılık yapalım, onun suçsuz, bu işten berî
olduğunu söyleyelim.' Ancak yüce Allah, 'Insanlardan gizleniyorlar
(utanıyorlar) da Allah'tan gizlenmiyorlar (utanmıyorlar)... yahut
onlara kim vekil olacak?' ayetini indirdiğinde, bunlar Bişr'e dönerek;
'Ey Bişr! Allah'tan af dile ve günahlarından tövbe et.' dediler.
Ama Bişr cevaplarında dedi ki: 'Her zaman kendisine yemin ettiğime
andolsun ki, onları Lebid'den başkası çalmamıştır.' Bunun
üzerine, 'Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun
üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah
yüklenmiş olur.' ayeti indi."
"Daha sonra Bişr küfre saptı ve Mekke'ye yerleşti. Bunun üzerine
yüce Allah, Bişr'i savunan ve Resulullah'a (s.a.a) gelerek onu
temize çıkarmaya çalışan grup hakkında, 'Allah'ın sana lütuf ve
rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup, seni şaşırtıp saptırmaga
yeltenmişti... Allah'ın lütfü sana gerçekten büyüktür.' ayetini indirdi."
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Tirmizi, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir,
Ibn-i Ebu Hatem, Ebu Şeyh, Hakim -sahih olduğunu belirterek-
Katade b. Numan'dan şöyle rivayet ederler: "Içimizde
Ubeyrikoğulları adı verilen bir aile vardı. Bunlar Bişr, Beşir ve
Mubeşşir adlı üç kardeşti. Bişr bir münafıktı. Şiirler söyler,
Resulullah'ın (s.a.a) ashabını hicvederdi. Bu, bunları bazı Araplara
mal ederek, 'Falan falan adamlar söyledi.' derdi. Resulullah'ın ashabı
bu şiirleri duyduklarında, 'Vallahi bunu o pis adamdan başka-
sı söylememiştir.' derlerdi. Bu yüzden o da şöyle demişti: Her kim
bir kaside söylese, onu / bana mal ederek, 'Ubeyrik'in oğlu söyledi'
mi diyecekler?"
"Bunlar hem cahiliyede, hem de Islâm döneminde muhtaç ve
yoksul bir aileydi. Halkın Medine'deki yiyeceği hurma ve arpadan
ibaretti. Bir adamın imkânı olsa ve Şam'dan beyaz un yüklü bir
deve gelseydi, ondan satın alırdı; ama sadece kendisi yerdi, ailenin
diğer fertleri hurma ve arpa yemeye devam ederlerdi."
"Bir gün Şam tarafından bir kervan geldi. Amcam Rifaa b.
Zeyd bir çuval beyaz un aldı ve onu evinin içme salonuna koydu.
Içme salonunda silahları da vardı. Iki zırh, iki kılıç ve diğer donanımlar.
Gecenin bir vaktinde duvar delinir, yiyecek ve silah götürülür.
Sabah olunca amcam Rifaa yanıma geldi ve şöyle dedi: Yeğenim
biliyor musun, bu gece evimize saldırıldı. Içme salonumuzun
duvarı delindi, yiyeceğimiz ve silahımız götürüldü!"
"Ev hakkında biraz araştırma yaptık ve etrafı soruşturduk. Bize
denildi ki: 'Ubeyrikoğullarını bu gece ocak yaktıklarını ve ocakta
ise size ait bazı yiyeceklerin pişmekte olduğunu gördük.' Biz etrafı
soruştururken Ubeyrikoğulları, 'Allah'a andolsun ki, biz arkadaşınız
Lebid b. Sehl'den başkasını o civarlarda görmedik.' dediler. Lebid
ise bizim topluluktan, yapıcı ve Islâm'ı güzel yaşayan bir insandı.
Lebid bunları duyunca kılıcını çekti ve Ubeyrikoğullarının bulunduğu
yere geldi. Şöyle seslendi: 'Ben hırsızmışım öyle mi? Allah'a
andolsun ki, ya şu hırsızlık olayını açıklarsınız ya da şu kılıçla aranıza
dalacağım.' Dediler ki: 'Bizden uzak dur adam. Allah'a
andolsun ki, bu işi yapan sen değilsin.' Böylece biz evde araştırma
yaptık, sonunda hırsızlığı yapanların onlar olduklarından kuşkumuz
kalmadı. Bunun üzerine amcam bana, 'Ey kardeşimin oğlu,
Resulullah'ın (s.a.a) yanına gitsen ve bu olayı ona anlatsan daha
iyi olmaz mı?' dedi."
Katade diyor ki: "Resulullah'ın (s.a.a) yanına gittim ve şöyle
dedim: 'Ya Resulullah, bizim kabileden insanlara eziyet eden bir
aile var. Amcam Rifaa b. Zeyd'in evinin içme salonunun duvarını
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 157
delerek içeri girmiş, silahını ve yiyeceklerini almışlardır. Silahlarımızı
geri versinler. Yiyeceklere gelince, onlara ihtiyacımız yoktur.'
Resulullah (s.a.a), 'Bu meseleye bakacağım.' dedi. Bunu duyan
Ubeyrikoğulları Useyr b. Urve adlı bir adama gidip konuştular. O aileden
başka kişiler de adamın başında toplandılar ve hep birlikte
gidip Resulullah'a (s.a.a) şöyle dediler: Ya Resulullah, Katade b.
Nu'man ve amcası, içimizde Islâm ve ıslah ehli bir aileyi töhmet
altında bıraktılar, bir kanıt ve belge olmaksızın onları hırsızlıkla
suçladılar."
Katade der ki: "Resulullah'ın (s.a.a) yanına gidip onunla konuştum.
Bana dedi ki: Islâm'ı güzel yaşayışları ve ıslah ehli oluşlarıyla
anılan bir aileyi töhmet altında mı bıraktın? Bir kanıt ve belge olmadan
onları hırsızlıkla mı suçladın?"
"Geri döndüm ve 'keşke bir kısım malım elimden çıksaydı da
bu konuda Resulullah (s.a.a) ile konuşmamış olsaydım.' diye düşündüm.
Sonra amcam Rifaa yanıma geldi ve 'Ey kardeşimin oğlu
ne yaptın?' dedi. Resulullah'ın (s.a.a) bana söylediklerini haber verince,
'Allah'tan yardım dileriz.' dedi."
"Çok geçmeden şu ayetler indi: 'Allah'ın sana gösterdigi şekilde
insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik;
hainlerin -Ubeyrikoğullarının- savunucusu olma! –Ve
Katede'ye söylediklerinden dolayı- Allah'tan magfiret iste. Şüphesiz
Allah, çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir. Kendilerine hainlik edenlerden
yana ugraşmaya kalkma (onları savunma)... sonra Allah'tan
bagışlanma dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici
bulur. –Yani, onlar Allah'tan bağışlanma dileselerdi, Allah onları
bağışlardı.- Kim bir hata veya günah işler... -Lebid'e attıkları iftiradan
dolayı- büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. Allah'ın
sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup -Useyr
b. Urve ve arkadaşları- seni şaşırtıp saptırmaga yeltenmişti. ...biz
ona yakında büyük bir mükâfat verecegiz.' Bu ayetler inince,
Resulullah (s.a.a) silahı hırsızdan alarak getirdi ve Rifaa'ya geri
verdi."
158 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Katade der ki: "Silahı amcama getirdim. Yaşlı bir adamdı ve
cahiliye eğilimi vardı. Ben onun Müslümanlığının karışık olduğunu
düşünürdüm. Silahı verdiğimde, 'Ey kardeşimin oğlu, ben bu silahımı
Allah'ın yolunda (sadaka olarak) verdim.' dedi. O zaman amcamın
Müslümanlığının sahih olduğunu anladım."
"Bu ayetlerin inişi üzerine Bişr kaçıp müşriklere katıldı. Sa'd'ın
kızı Selafe'nin evine konuk oldu. Bundan sonra şu ayet indi: 'Kim
de kendisine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı
çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu gittigi
yönde yürütürüz... gerçekten koyu bir sapıklıga düşmüştür." Bişr,
Selafe'nin evine konuk olunca Hassan b. Sabit Salafe'nin aleyhine
birkaç beyit söyledi. Bunun üzerine Selafe Bişr'in devesinin palanını
ve diğer eşyalarını alarak dereye attı ve 'Hediye olarak bana
Hassan'ın şiirini mi getirdin?' dedi."
Bu anlamı içeren rivayetler başka kanallardan da aktarılmıştır.
Aynı eserde, üzerinde durduğumuz ayetle ilgili olarak Ibn-i
Cerir, Ibn-i Zeyd'den şöyle rivayet eder: "Adamın biri, Resulullah
(s.a.a) zamanında bir demir zırh çaldı. Sonra suçu bir Yahudi'nin
üzerine yıktı. Yahudi dedi ki: 'Allah'a andolsun ki ey Ebu'l Kasım
(Muhammed), ben onu çalmadım. Fakat bana iftira atılıyor.' Zırhı
çalan ise komşuları tarafından temize çıkarılıyor ve suçu Yahudi'-
nin üzerine yıkılıyordu. Diyorlardı ki: 'Ya Resulullah, bu Yahudi pis
bir adamdır. Allah'ı ve senin getirdiğin dini inkâr eder.' Öyle ki
Resulullah (s.a.a) da bu sözlerin bir parça etkisinde kaldı."
"Bunun üzerine yüce Allah, bu etkilenmeden dolayı onu şu sözlerle
azarladı: 'Allah'ın sana gösterdigi şekilde insanlar arasında
hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik; hainlerin savunucusu
olma! -Yahudi'ye söylediğin sözlerden dolayı- Allah'tan magfiret
iste. Şüphesiz Allah, çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir.' Sonra
adamın komşularına hitaben, 'Haydi siz dünya hayatında onlara
taraf çıkıp savundunuz... onlara kim vekil olacak?' buyurdu. Sonra
tövbe etmelerini önerdi: 'Kim bir kötülük yapar yahut nefsine
zulmeder de sonra Allah'tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok ba-
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 159
gışlayıcı ve esirgeyici bulur. Kim de bir günah kazanırsa, onu ancak
kendi aleyhine kazanmış olur.' Ey insanlar, siz ne diye bu adamın
günahına müdahale ediyor, onun hakkında konuşuyorsunuz?
'Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun
üzerine atarsa, -bu suçsuz kişi müşrik bile olsa- muhakkak ki, büyük
bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur... Kim de kendisine
dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar...'
Ibn-i Zeyd devamla şöyle der: "Ama adam yüce Allah'ın kendisine
sunduğu tövbe yolunu seçmeyi kabul etmedi ve kaçıp Mekke
müşriklerine katıldı. Orada soyma için bir evin duvarını delmeye
çalışırken Allah duvarı üzerine yıktı, böyle ölüp gitti."
Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de, az bir ihtilafla
birlikte başka kanallarca da aktarılmıştır.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Bir günah işledikten sonra kalkıp abdest alan, bu günahından
dolayı Allah'a tövbe eden hiçbir kul yoktur ki, Allah'ın onu bağışlaması
gerekli olmasın. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'-
tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici bulur."
Yine Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Allah, kulunu
sevdiği hâlde sınavdan geçirir. Çünkü onun dua ile yakarışını duymak
ister." Bir keresinde de şöyle buyurmuştur: "Allah dua kapısını
açarken, kabul kapısını kapatacak değildir. Çünkü O, 'Bana dua
edin, size icabet edeyim.' [Mü'min, 60] buyurmuştur. Tövbe kapsını
açarken, mağfiret kapsını kapatacak değildir. Çünkü O, 'Kim bir
kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bagışlanma
dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici bulur.' buyurmuştur."
Aynı eserde Abdullah b. Hammad Ensari, Abdullah b. Sinan'ın
şöyle dediğini rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) buyurdu ki:
"Gıybet, kardeşin hakkında onda mevcut olup da Allah'ın gizlediği
160 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
şeyleri söylemendir. Onda olmayan şeyleri söylediğin zaman bu,
yüce Allah'ın şu ayette işaret ettiği durumdur: Muhakkak ki, büyük
bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur."
Tefsir-ul Kummî'de, "Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır
yoktur." ayetiyle ilgili olarak şu rivayete yer veriliyor: Bana babam
anlattı, ona Ibn-i Ebu Umeyr anlatmış, o da Hammad'dan
duymuş, ona da Halebî İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarmış ki:
"Allah Kur'ân'da, tamahhülü (müminlerin problemlerini çözmede
aracı olmayı) farz kılmıştır." Dedim ki: "Kurban olduğum
'tamahhül' nedir?" Dedi ki: "Kardeşinden daha tanınan, daha saygın
biri olur ve onun adına gizlice fısıldaşma ve konuşma yoluyla
problemini çözmeye çalışırsın. Yüce Allah şu ayette buna işaret
etmiştir: 'Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur.'
[Fısıldaşmalarının birçoğunda hayır olmadığına göre, demek ki bazılarında
hayır vardır.]"
el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b.
Sinan'dan, o da Ebu Carûd'dan şöyle rivayet eder: İmam Bâkır (a.s)
buyurdu ki: "Size bir şey söylediğim zaman, bana Kur'ân'ın onunla
ilgili açıklamasını sorun." Sonra şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a)
dedikoduyu, malı ifsat etmeyi ve çok soru sormayı yasakladı." Denildi
ki: "Ey Resulullah'ın oğlu, buna ilişkin Allah'ın kitabının neresinde
açıklama vardır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah, 'Onların fısıldaşmalarının
birçogunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya
da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç.' buyurmuştur. Bir
başka ayette, 'Allah'ın sizin için geçim kaynagı ve yaşayış vesilesi
kıldıgı mallarınızı (yetimlerin mallarını) beyinsiz (yetim)lere vermeyin.'
(Nisâ, 5) buyurmuştur. Başka bir yerde de, 'Ey iman edenler,
açıklandıgı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın.'
[Mâide, 101] buyurmuştur." [Usûl-ü Kâfi, c.1, s.60, h:5.] Tefsir-ul Ayyâşî'de, Ibrahim b. Abdulhamid'den o da güvenilir
bazı kişilerden, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) "Onların fısıldaşmaları-
nın birçogunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya
da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç." ayetinde geçen
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 161
"maruf=iyi-lik" kelimesinden maksat borçtur, şeklinde bir açıklama
rivayet eder. [c.1, s.275, h:271]
Ben derim ki: Bu hadisi, Kummî de aynı rivayet zinciriyle kendi
tefsirinde aktarmıştır. Aynı anlamı içeren hadisler Ehlisünnet kaynaklarınca
da aktarılmıştır. Her hâlükârda, burada bir uyarlama ve
soyut bir tanımın objektif karşılığının bir kısmının gündeme getirilişi
söz konusudur.
ed-Dürr-ül Mensûr'da, Müslim, Tirmizi, Nesai, Ibn-i Mace ve
Bey-haki, Süfyan b. Abdullah es-Sakafi'den şöyle rivayet ederler:
"Dedim ki: 'Ya Resulallah, bana öyle bir şey emret ki, Islâm'da onu
sarılmakla korunmuş olayım.' Buyurdu ki: 'Allah'a iman ettim, de,
sonra dosdoğru ol.' Dedim ki: 'Ya Resulallah, benim hakkımda en
çok neden endişeleniyorsun?' Dilinin bir tarafını tutarak, 'Bundan'
dedi."
Ben derim ki: Çok konuşmayı yeren; konuşmamayı, susmayı
ve sessizliği öven, buna ilişkin öğütler içeren haberler oldukça kabarıktır.
Bunlar Şiî ve Sünnî kaynaklarda bolca yer almaktadırlar.
Aynı eserde, Ebu Nasr Seczi'nin el-Ibane adlı eserde, Enes'ten
şöy-le rivayet ettiği belirtilir: "Bir bedevi Resulullah'ın (s.a.a) yanına
geldi. Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: 'Ey bedevi, Allah bana
Kur'ân'dan şu ayeti indirdi: 'Onların fısıldaşmalarının birçogunda
hayır yoktur... biz ona yakında büyük bir mükâfat verecegiz.' Ey
bedevi, büyük ödül cennettir.' Bedevi de, 'Bizi Islâm dinine ileten
Allah'a hamdolsun.' dedi."
Aynı eserde, "Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra
Peygambere karşı çıkar..." ayetiyle ilgili olarak Tirmizî ve Beyhaki
-el-Esmâ ves-Sıfat adlı eserde- Ibn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler:
Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah, şu ümmeti, ebediyen
sapıklık üzerinde birleştirmez. Allah'ın eli cemaatin üzerindedir.
Cemaatten ayrılıp kıyıda kalan kimse, ateşte de yalnız olur."
Yine aynı eserde, Tirmizi ve Beyhaki Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet
ederler: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah,
162 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
ümmetimi -veya şu ümmeti- ebediyen sapıklık üzerinde
birleştirmez. Allah'ın eli cemaatın üzerindedir."
Ben derim ki: Meşhur bir rivayettir bu. Bunu İmam Hadi (a.s)
de Bihar-ul Envar kitabının üçüncü cildinde yer alan ve Ahvaz halkına
gönderdiği mektubunda Resulullah'tan (s.a.a) rivayet etmiştir.
Önceki açıklamalarımızda, hadisin ifade ettiği anlam hakkında
bazı açıklamalarda bulunmuştuk.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Heriz'den, o da Şia ulemasından bazılarından,
İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Emir-ül Müminin Ali'nin (a.s) Kufe'de bulunduğu
günlerdi. Bir grup insan yanına gelip şöyle dediler: 'Bize, ramazan
ayında imamlık edecek birini tayin et.' Hz. Ali, olmaz, dedi ve bu
konuda bir araya gelmelerini yasakladı. Akşam olunca aralarında
şöyle söylendiler: 'Ramazan için ağlayın. Yazık oldu mübarek ramazana!'
Bunu gören Haris el-A'var bir grupla birlikte İmamın yanına
geldi ve şöyle dedi: 'Ey Emir-ül Müminin, insanlar matem ediyorlar.
Sözlerinden hoşnut olmamışlardır.' Bunun üzerine buyurdu
ki: 'Bırakın onları, diledikleri kişinin arkasında namaz kılsınlar.'
Sonra şu ayeti okudu: "Kim de... müminlerin yolundan başka bir
yola uyarsa, onu gittigi yönde yürütürüz ve cehennemde yakarız.
Orası ne kötü bir varış yeridir!" (c.1, s.275, h:272)
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde nakledildiğine göre, "Allah'tan
daha dogru sözlü kim olabilir?" ifadesiyle ilgili olarak Beyhaki ed-
Delail adlı eserde Akabe b. Amir'in Resulullah'ın (s.a.a) Tebük seferini
anlatırken şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah, sabahın
erken saatlerinde Tebük'e vardığımızda, [konuşma yapmak için
ayağa kalktı ve] Allah'a hamd etti, O'nu zatına yaraşır biçimde övdü.
Sonra şöyle buyurdu:
"Allah'a hamdüsenadan sonra şöyle derim: Sözlerin en doğrusu
Allah'ın kitabıdır. En sağlam kulp, takva sözüdür. En hayırlı millet,
Ibrahim'in milletidir. En hayırlı yol Muhammed'in sünnetidir. En
onurlu söz Allah'ın zikridir. Kıssaların en güzeli şu Kur'ân'dır. Işlerin
en hayırlısı Kur'ân ve sünnetle sabit olan gerçeklerdir. Işlerin en
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 163
kötüsü bidatler ve beşer uydurması olanlardır. En güzel hidayet
peygamberlerin yol göstericiliğidir. En şerefli ölüm şehitlerin ölümüdür.
Körlüğün en körü hidayetten sonra sapmadır. İlmin hayırlısı
faydalı olanıdır. Yol göstericiliğin hayırlısı izlenenidir. En kötü
körlük kalbin körlüğüdür. Yukarıdaki (veren) el aşağıdaki (alan) elden
daha hayırlıdır. Az ama yeterli olan mal, çok ama oyalayıcı olan
maldan daha hayırlıdır. En kötü mazeret, ölüm anındaki mazerettir.
En kötü pişmanlık, kıyamet günü yaşanan pişmanlıktır."
"Kimi insanlar namazı ancak ucu ucuna, yani vaktinin son
demlerinde kılarlar. Kimi insanların Allah'ı zikredişleri, dil laklakasından
öteye geçmez. Hataların en büyüğü, yalan söylemeyi alışkanlık
hâline getirmiş dildir. En hayırlı zenginlik, nefsin zenginliğidir.
En hayırlı azık takvadır. Hikmetin başı Allah korkusudur. Kalpte
yer eden en hayırlı duygu yakindir. Şek ve şüphe küfürdendir.
Ölülerin arkasında sesli ağlayıp dövünmek cahiliye geleneğidir.
Savaşta ganimet alınan malı çalarak zimmete geçirmek, cehennem
ateşinden bir parçadır. Mal biriktirmek ateşten bir dağlayıcıdır.
Şiir, Iblisin çalgılarından biridir. Içki bütün günahların kaynağıdır.
Kadınlar şeytanın kemendidir. Gençlik bir çeşit deliliktir."
"Kazancın en kötüsü faiz kazancıdır. Yiyeceğin en kötüsü yetim
malıdır. Mutlu insan, başkasından öğüt alandır. Bedbaht insan,
anasının karnında bedbahttır. Her birinizin varacağı yer, dört ziralık
bir yer (kabir)dir. Her iş, sonu ile ölçülür. Işlerin özü sonlarında belli
olur. Rivayetlerin en kötüsü yalan rivayetlerdir. Her gelecek olan
yakındır. Mümine sövmek fasıklık, müminle savaşmak kâfirliktir.
Onun etini yemek (gıybetini yapmak) Allah'a isyandır. Müminin
malı da tıpkı canı gibi saygındır."
"Kim Allah'a karşı yemin ederse, Allah onu yalancı çıkarır. Bağışlayan
bağışlanır. Affedeni, Allah affeder. Öfkesini yutana Allah
ecir verir. Musibete karşı sabredene Allah karşılığını verir. Sırf başkalarının
duyması için bir iş yapanı Allah, bu sıfatıyla teşhir eder.
Sabredene Allah kat kat verir. Allah'a isyan edene Allah azap eder.
Allah'ım! Beni ve ümmetimi bağışla. -Bu sözü üç kere tekrarladı.-
Allah'tan kendim ve sizin için bağışlanma diliyorum."
Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Yûnus'tan, o da bazı arkadaşlarından
İmam Sadık'tan (a.s) ve Cabir kanalıyla İmam Bâkır'-
dan (a.s), "Şüphesiz onlara emredecegim de Allah'ın
yarattıklarını degiştirecekler." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet
edilir: "Allah'ın emrettiği her şeyi değiştirmelerini telkin eder." [c.1,
s.276, h:275]
Aynı eserde, Cabir kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s), "Şüphesiz
onlara emredecegim de Allah'ın yarattıklarını degiştirecekler."
ayetiyle ilgili olarak "Yani Allah'ın dinini" dediği rivayet edilir. [c.1,
s.276, h:276]
Ben derim ki: Her iki rivayetin vurguladığı husus aynıdır. O da
daha önceki açıklamalarda da işaret ettiğimiz gibi fıtrat dinidir.
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "hayvanların kulaklarını yaracaklar"
ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Kulaklarını dipten kesecekler.
Bu açıklama, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir."
Tefsir-ul Ayyâşî'de, "(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de
Ehlikita-b'ın kuruntularıyla olmaz..." ayetiyle ilgili olarak, Muhammed
b. Müslim'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet
eder: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır." ayeti inince,
Resulullah'ın (s.a.a) ashabından bazısı, "Bu ayet, ne kadar şiddetli
bir tehdit içermektedir!" dedi. Resulullah (s.a.a) onlara dedi
ki: "Mallarınız, canlarınız ve çocuklarınız hususunda hiç sınavdan
geçirilmiyor musunuz?" Onlar "Evet" dediler. Resulullah (s.a.a) devamla
şöyle buyurdu: "Işte bunlarla yüce Allah size iyilik yazar ve
kötülüklerinizi siler. [Ancak Ehlikitap hakkında böyle bir şey
yapmaz.]" [c.1, s.277, h:278]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler, Ehlisünnet kaynaklarında
birçok kanaldan sahabelerden rivayet edilmiştir.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Ahmed, Buharî,
Müslim ve Tirmizi Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ederler:
Resu-lullah (s.a.a) buyurdu ki: "Mümine isabet eden bir hastalık,
bir dert, bir keder, bir hüzün, bir eziyet, bir gam hatta eline batan
bir diken yoktur ki, yüce Allah onunla günahını örtmesin, silmesin."
Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler gerek Resulullah'tan
(s.a.a) ve gerekse Ehlibeyt İmamlarından (Allah'ın selâmı hepsinin
üzerine olsun) bolca rivayet edilmiştir. Bunlar müstafiz [çok kanallı]
rivayetlerdir.
Uyûn-u Ahbar-ır Rıza adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle
Hüseyin b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (a.s) şöyle rivayet eder:
Babamın, babasından şu sözleri aktardığını duydum: "Allah'ın Ibrahim'i
dost edinmesi şundan dolayıdır: O hiç kimseyi geri çevirmedi,
reddetmedi. Allah'tan başka hiç kimseden bir şey istemedi."
(c.2, s.76, h:4)
Ben derim ki: Bu, Hz. Ibrahim'in (a.s) "halil" diye isimlendirilmesine
ilişkin rivayetlerin en sahihidir. Çünkü lafzın anlamıyla da
örtüşmektedir. O da ihtiyaçtır. Dolayısıyla insanın halili, ihtiyaçlarını
ona getiren ve bildiren kimsedir. Konuya başka açıdan yaklaşan
rivayetler de vardır.
127- Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara
ilişkin olarak; kendilerine yazılanı vermediğiniz ve kendileriyle evlenmekten
yüz çevirdiğiniz yetim kadınlar ve çocuklarla ilgili olarak
kitapta size okunanlar hakkında ve yetimlere karşı adil davranmanız
yönünde Allah size fetva veriyor. Yapacağınız her hayrı,
şüphesiz Allah bilir.
128- Eğer bir kadın, kocasının serkeşliğinden yahut kendisinden
yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir anlaşma
yapmalarında onlara günah yoktur. Anlaşmak (her hâlükârda) daha
hayırlıdır. Zaten nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir.
Eğer iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.
129- Kadınlar arasında adaleti sağlamağa ne kadar uğraşsanız
da güç yetiremezsiniz; bari birisine tamamen meyledip de diğerini
askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, sakınırsanız,
şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
130- Eğer (eşler) birbirinden ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle her
birini zenginleştirir. Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir.
131- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Sizden önce
kitap verilenlere ve size, "Allah'tan korkun" diye tavsiye ettik. Eğer
inkâr ederseniz, (biliniz ki) göklerde ve yerde olanların hepsi Allah-
'ındır. Allah zengindir, övgüye layıktır.
132- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Vekil olarak
Allah yeter.
133- Ey insanlar! Allah dilerse sizi (geriye) götürür ve başkalarını
getirir. Allah buna kadirdir.
134- Kim dünya mükâfatını (mutluluğunu) isterse, (bilsin ki)
dünyanın da, ahiretin de mükâfatı Allah katındadır. Allah işiten ve görendir.
Ayetlerin akışı, surenin başında evlilik, evliliği haram olan kadınlar
ve bunların miras alması gibi onlarla ilintili ayetlerin içeriğiyle
bağlantılıdır. Surenin akışından anladığımız kadarıyla bu ayetler,
surenin girişindeki ayetlerden sonra inmişlerdir. Surenin giriş kısmındaki
ayetlerin indiği zaman insanlar, Resulullah'la (s.a.a) kadınlar
hakkında konuşuyorlardı. Çünkü yüce Allah, surenin giriş
kısmındaki ayetleri indirmiş, mal ve beşerî ilişkiler bazında kadınların
yok edilen haklarını yeniden diriltmiştir. [Bu açıdan, cahiliye
devrini geride bırakmış insanların bu konuda sorular sormaları ve
açıklama istemeleri doğaldı.]
İşte bu çerçevede yüce Allah [tefsirine başladığımız bu ayetleri
indirmekle] Peygamberine (s.a.a) kadınlar hakkında kendisine soru
soranlara şu cevabı vermesini emrediyor: Allah'ın kadınlar için
erkekler üzerinde birtakım haklar öngörmesi, ilâhî bir fetvadır ve
bu hususta, Peygamberin kişisel bir etkinliği söz konusu değildir.
Sadece bu değil, Kur'ân'da yetim kadınlarla ilgili olarak okunan
ayetler de ilâhî hükümlerden ibarettir ve Peygamberin (s.a.a) bunda
da kişisel bir müdahalesi yoktur. Hatta bu da yetmez. Yüce Allah,
yetimler hakkında adil olmayı ölçülü davranmayı da onlara
emretmektedir.
Sonra karı-kocanın arasında çıkan ihtilaflara ilişkin bazı hükümlere
değiniliyor ki, bu ihtilaflar genelde bütün karı-kocalarda
gözükmektedir.
"Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin
olarak... Allah size fetva veriyor." Ragıp el-Isfahanî şöyle der: "el-
Futya" ve "el-fetva", anlaşılması, içinden çıkılması zor, problemli
hükümlere verilen cevaptır. Denilir ki, ondan fetva istedim. [Içinden
çıkılması zor bir hükümle ilgili çıkış yolu göstermesini istedim.]
O da şu fetvayı verdi. [Şu çıkış yolunu gösterdi, hükmün bu
olduğunu söyledi.]" Ragıp'tan alınan alıntı burada sona erdi.
Kavramın kullanıldığı alanları incelediğimizde şu sonucu elde
ediyoruz: Fetva, insanın karşılaştığı problemli bir mesele hakkında
kendi bilgi ve düşüncesini işe salarak içtihat etmesi sonucu ortaya
koyduğu cevap ya da basit yalın bir gözlemle anlaşılması zor sandığı
bir konuda ilk sahip olduğu görüşün kendisi demektir; konuyla
ilgili cevap değil.
Ayet, tefsir bilginlerinin "kendilerine yazılanı vermediginiz ve
kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim kadınlar ve
zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında...
Allah size fetva veriyor." cümlesinin terkibinin değişik açılardan
ele alınması ile elde ettikleri farklı bakışları esas aldığımızda, birbirinden
ayrı anlamlar ifade etmektedir; ancak bu ayetin, surenin
giriş kısmında kadınlara ilişkin sorunları ele alan ayetlere eklenmiş
olması gösteriyor ki, bu ayet söz konusu o ayetlerden sonra
inmiştir.
Bunun [bu ayetlerin o ayetlerden sonra inişinin] doğal bir sonucu,
kadınlar hakkında istedikleri fetvanın, Islâm'ın ortaya çıkardığı,
yasalaştırdığı ve cahiliye döneminde kadınlara ilişkin bilinmeyen
tüm haklarla ilgili olmasıdır. Bunlarsa, yalnızca kadınların
miras ve evlilikle ilgili haklarıyla ilintilidir. Yetim kadınların hakları
gibi hususlarla ilgisi yoktur. Çünkü yetimlik durumu bütün kadınları
değil, sadece belli bir grubu ilgilendirir. Öte yandan yetim kadınların
durumu şu ayette ele alınmıştır: "kendilerine yazılanı vermediginiz
ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim kadınlar
ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında...
Allah size fetva veriyor." Şu hâlde, istenen fetva, kadın
olmaları hasebiyle tüm kadınları ilgilendiren miras hükümleriyle
ilgilidir.
Buna göre, "Onlara ilişkin olarak... Allah size fetva veriyor."
ifadesinde geçen "Allah'ın fetva verdiği hüküm"den maksat, surenin
giriş kısmında dikkat çekilen hususlardır. Bu hâliyle ayet, fetva
verme meselesini yüce Allah'la ilintilendirerek Hz. Peygamberle
(s.a.a) ilgisinin olmadığını vurgulamış oluyor. Buna göre ayetin anlamı
şöyledir: Kadınlarla ilgili olarak senden fetva istiyorlar. De ki:
Onlar hakkında fetva vermek Allah'ın yetkisindedir. O da surenin
girişinde indirdiği ayetler kapsamında onlara ilişkin hükmünü bildirmiştir.
"Kendilerine yazılanı vermediğiniz ve kendileriyle evlenmekten
yüz çevirdiğiniz yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta
size okunanlar hakkında... Allah size fetva veriyor." Daha önce,
ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, öksüz kadınlar ve zavallı,
çaresiz çocuklarla ilgili hüküm, kadınlara ilişkin hükümle ilintili olduğu
için burada söz konusu edilmiştir, demiştik. Nitekim surenin
giriş kısmındaki ayetlerde de öksüz kadınlara ilişkin hükme de
değinilmişti. Yoksa bu husus, istedikleri fetvanın kapsamına
girmez. Çünkü onlar yalnızca kadınlar hakkında fetva istemişlerdi.
Bundan dolayı, "ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesinin
"fî-hinne=onlara ilişkin" ifadesindeki mecrur zamire atfedilmiş olması
gerekir. Nahivcilerin çoğunluğu bu tür atfın doğru olmadığını
söyleseler de [nahiv ulemasından] Ferrâ, bunun Arapça kurallarına
uygun olduğunu ileri sürmüştür. Bu bakımdan, "yetim kadınlar ve
zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında..."
ifadesiyle, surenin giriş kısmında yer alan ve öksüz kadınlarla zavallı
çocuklar hakkında inen ayetlerin içerdiği hükümler ve anlamlar
kastedilmiştir. Ayetin orijinalinde geçen "yutlâ" kelimesinin
mastarı olan "tilavet" kelimesi, lafzın okunması anlamını ifade ettiği
gibi, lafzın ifade ettiği anlamın telkin edilmesi anlamını da içerir.
Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: De ki: Allah, kitapta
öksüz kadınlarla ilgili olarak size okunan hükümler hakkında size
fetva veriyor. Bazı müfessirlerin açıklamasından anlaşıldığı kadarıyla onlar,
"ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesini, "fîhinne=onlara
ilişkin" ifadesinin cümledeki konumuna ve gizli harekesine atfetmişlerdir.
[Zahiri itibariyle car ve mecrur olsa da gerçekte
"yüftîkum" fiilinin mef'-ulüdür.] Bunu yaparken "fetva verme" ola-
rak anlamlandırdığımız "yuf-tîkum" kelimesini "açıklama" anlamında
ele almışlardır. Dolayısıyla, "De ki: Allah, kitapta size okunan
ayetleri açıklıyor." şeklinde bir anlam elde etmişlerdir.
Diğer bazıları, zorlama eseri olduğu hemen fark edilen ve yüce
Al-lah'ın kelâmına yakışmayan başka terkipler de geliştirmişlerdir.
Bu çer-çevede bazıları şöyle demişlerdir: "Ma yutlâ aleykum=size
okunanlar" ifadesi, "kulillah=de ki, Allah" sözünün mahalli konumuna
veyahut "yüftîkum=size fetva veriyor" ifadesindeki gizli zamire
["hüve=o"] atfedilmiştir.
Diğer bazısı, ifadenin "fin-nisâ=kadınlar hakkında" ifadesindeki
"nisâ=kadınlar" kelimesine atfedildiğini derken, başkaları da şöyle
demişlerdir: "Ve ma yutlâ aleykum fi'l kitab=kitapta size okunanlar"
ifadesinin başındaki "vav" harfi, yeni bir cümlenin başlangıcını
belirtir. Dolayısıyla cümle yeni bir başlangıçtır. "Ve ma yutlâ
aleykum=size okunanlar" bölümü mübteda, haberi de "fi'l
kitab=kitapta" ifadesidir. Dolayısıyla bu cümle tazim amacına yöneliktir,
demişlerdir.
Diğer bazısı ise, "ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesinin
başındaki "vav" harfi, yemin edatıdır. Dolayısıyla, "fî
yetamen-ni-sâ=yetim kadınlar hakkında" ifadesi, "fîhinne=onlara
ilişkin" ifadesinden bedeldir. Bu durumda cümlenin anlamı şudur:
"Kitapta size okunan ayetlere yemin ederim ki Allah, öksüz kadınlar
hakkında size fetva veriyor." Bu değerlendirmelerin tümünün
zorlama eseri oldukları açıkça görülmektedir.
"Kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten
yüz çevirdiginiz..." cümlesi, öksüz kadınların nitelemesi konumundadır.
Burada öksüz kadınların nasıl haklarından yoksun bırakıldıklarına
işaret edilmektedir. Nitekim bu yoksun bırakılış biçimleri,
yüce Allah'ın onlar hakkında bazı hükümler indirmesine
neden olmuştur. Böylece onların aleyhine haksız olarak yürürlükte
olan cahiliye devri geleneği geçersiz kılınmış, onların omuzlarına
binen bu zorluk kaldırılmıştır. Şöyle ki: Cahiliye döneminde Araplar,
öksüz kadınlara ve mallarına el koyuyorlardı. Eğer kadınlar gü-
zel olsalardı, onlarla evlenerek hem onlardan, hem de mallarından
yararlanırlardı. Eğer çirkin olsalardı, başkalarıyla evlenmelerine
engel olarak, kendileri de onlarla evlenmiyor ve yine de mallarından
yararlanmak için yanlarında tutuyorlardı.
Bundan sırasıyla şu hususlar ortaya çıkıyor:
Birincisi: "Kendilerine yazılanı" ifadesiyle, tekvinî=varoluşsal
yazım, yani ilâhî takdir ve plânlama kastedilmiştir. Çünkü insan
için yaşama yolunu açan, var ediliş ve meydana getiriliş olgusudur.
Bu varoluşsal olguların etkisiyle insan, günü gelince evlenme gereğini
duyar. Yine bu yaratılış yasası, insanın malı ve serveti üzerinde
özgür tasarrufta bulunma hakkını öngörmüştür. Dolayısıyla
bir insanın evlenmesine ve kendisine ait malı üzerinde tasarrufta
bulunmasına engel olmak, aslında yüce Allah'ın yaratılış sistemi
içinde ona bahşettiği niteliklere, yazdığı haklara engel olmak demektir.
Ikincisi: "En tenkihûhunne=evlenmekten" ifadesinin başındaki
mahzuf cer edatı "an"dır. Dolayısıyla, kastedilen onlarla evlenmek
istememektir, onlardan yüz çevirmektir, onlarla evlenmek istemek
değil. [Şöyle ki, "terğabûne" kelimesi, "rağbet" kökünden iki cer
edatıyla geçişli kılınır. Biri "fî" edatıyla, diğeri de "an" edatıyla. Birinci
durumda kelimenin anlamı "istemek, işi yapmaya yönelmek"
olur, ikinci durumda ise "istememek, yüz çevirmek" anlamında
kullanılır. Bu ayette de mahzuf cer edatı "an" olduğuna göre, bu
kelime "kendileriyle evlenmek istemediğiniz, evlenmemekle onlardan
yüz çevirdiğiniz" anlamına gelir.] Çünkü, haklarından mahrum
bırakıldıklarını ifade eden "Kendilerine yazılanı vermediginiz"
önceki ifadeyle, "zavallı çocuklar" diye başlayan sonraki ifadenin
arasında, öksüz kadınlarla [evlenmek isteme değil,] evlenmek istememe
durumunun zikredilmesi daha uygun düşmektedir.
"zavallı çocuklar" ifadesi ise, "yetim kadınlar" ifadesine
atfedilmiştir. Cahiliye Arapları öksüz çocukları zayıf bırakıyor,
onları ezip zillete düşürerek zavallılaştırıyorlardı. Ata
binemediklerini ve ailelerini savunamadıklarını bahane ederek
mirastan yoksun bırakıyorlardı.
"ve yetimlere karşı adil davranmanız yönünde" Bu ifade
"fîhinne=onlara ilişkin" ifadesinin mahalline atfedilmiştir. Dolayısıyla
şöyle bir anlam elde ediyoruz: "De ki: Allah, öksüzler hakkında
adaleti yerine getirmeniz yönünde fetva veriyor." Bu açıdan ifade,
özel bir hükümden daha genel bir hükme geçişe örnek
oluşturur; yani, bazı kadın öksüzlere ve çocuklara ilişkin hükümden,
mutlak olarak tüm yetimlerin malları ve diğer haklarıyla ilgili
hükümlere geçiş yapılıyor.
"Yapacağınız her hayrı, şüphesiz Allah bilir." Burada muhataplara,
yüce Allah'ın kadınlar ve yetimlerle ilgili olarak koyduğu hükümlerin
kendi hayırlarına olduğu ve yüce Allah'ın muhakkak ki bunu
bildiği hatırlatılıyor. Bu, bu yönde amel yapmalarına dönük bir teşviktir.
Ki hayırları, iyilikleri bundadır. Öbür yandan karşı çıkmamaları,
muhalefet etmemeleri için de bir uyarıdır. Ki Allah yapıp ettiklerini
bilmektedir.
"Eğer bir kadın, kocasının serkeşliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse..." Bu husus, hakkında fetva istedikleri
meselenin dışında bir hüküm olmasına rağmen bir münasebetle
de konuyla irtibatlıdır. Bu tıpkı hemen sonraki ayette zikredilen
hükme benziyor: "Adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç
yetiremezsiniz."
Bu ayette serkeşlik, huysuzluk etme ve yüz çevirme endişesinden
söz edilip de bizzat bunların gerçekleşmelerinden söz edilmemesinin
nedeni; anlaşma zamanının, endişe sonrası işaret ve
belirtilerin ilk ortaya çıkışı ile birlikte gündeme gelmesidir. Ayetin
akışından anladığımız kadarıyla, anlaşmadan maksat, kadının evlilikten
doğan haklarının bir kısmından veya tümünden, arada bir
yakınlık, sıcaklık ve uyum meydana getirmek ve ayrılık tehlikesini
önlemek için, sarfınazar etmesidir. Kuşkusuz anlaşma, bu tür olumsuz
sonuçlardan daha hayırlıdır.
"Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir." Ayette
geçen "eş-şuhhu" kelimesi, cimrilik anlamına gelir. Bu demektir ki
cimrilik, insan nefsinin bir karakteri, bir içgüdüsüdür. Yüce Allah,
çıkarlarını korusun ve zayi olmasını önlesin diye insana bu
duyguyu vermiştir. Dolayısıyla her nefsin cimriliği, hemen yanı başında
hazır hâldedir. Örneğin kadın, evlilik çerçevesinde giyim, nafaka,
yatak ilişkileri ve cinsel birleşme gibi hakları konusunda cimrilik
eder [yani, onların korunmasını ve zayi olmamasını ister]. Erkek
de, ayrılmak istediğinde, muaşeretten hoşlanmadığında uzlaşma
ve eşine eğilim gösterme hususunda cimrilik eder. Böyle bir
durumda, anlaşma sağlanabilmesi için taraflardan birinin veya her
ikisinin kimi haklarından ödün vermesinin herhangi bir sakıncası
yoktur.
Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eger iyi davranır ve
(haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Burada, iyilik yolundan çıkmasınlar ve takva ilkesini
göz ardı etmesinler ve Allah'ın yapıp ettiklerini haber aldığını hatırlasınlar
diye erkeklere öğüt verilmektedir. Ki karı-koca muaşereti
bağlamında kadınlara zulüm etmesinler, kadınların gönüllü olarak
bazı haklarından feragat etmeleri mümkün olsa bile, erkekler onları
bazı temel haklarından vazgeçmeye zorlamasınlar.
"Kadınlar arasında adaleti sağlamağa ne kadar uğraşsanız da güç
yetiremezsiniz..." Bu ifade, yüce Allah'ın surenin giriş kısmında yer
alan, "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız,
yalnız biriyle evlenin." (Nisâ, 3) ayetiyle; aynı şekilde, "Eger iyi
davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız..." ifadesiyle işaret ettiği
kadınlar arasında adalet ilkesine göre hareket etmeye ilişkin
hükmün açıklaması niteliğindedir. Aslında bu son cümle, belli bir
oranda tehdit de içermektedir. Bu ise kadınlar arasında adaletli
davranmanın gerçek anlamını teşhis etme açısından insanı şaşkınlığa
iten bir ifade tarzıdır. Adalet, ifrat ve tefritin ortası, denge
çizgisi demektir. Bu açıdan adaleti teşhis etmek zordan öte zor bir
gerçektir. Özellikle kalplerin kadınlara sevgiyle eğilim gösterdiği
durumlarda bu zorluk daha da belirginleşir. Çünkü kalpte oluşan
sevgi duygusu, her zaman insan iradesinin etkili olduğu bir olgu
değildir.
Böylece yüce Allah, kadınlar arasında gerçek adaleti sağlamanın,
yani bir erkeğin eşleri arasında gerçek anlamda orta çizgiyi izlemesinin,
ne kadar uğraşsa da güç yetirilemeyecek bir şey olduğunu
açıklıyor. Şu hâlde erkeklere düşen, ifrat ve tefrit sayılan taraflardan
birine, özellikle tefrit tarafına büsbütün eğilim göstermemeleri,
tamamen kapılmamalarıdır. Buna göre, kadınlardan birinin
arada bırakılması, yani evli denilmeyecek ve kocasından yararlanamayacak
şekilde askıda tutulması, buna karşın evlenemeyecek
veya başının çaresine bakamayacak şekilde dul olmaması
ve nikâh altında tutulması, tefrit tarafın en somut örneğidir.
Kadınlar arasında adalete uymak bağlamında erkeğin görevi,
pratikte onlara eşit davranmasıdır; hiçbir aşırılığa kaçmadan evlilikten
doğan haklarını vermesidir. Onlara karşı iyilikle davranması,
onlarla muaşeretten tiksindiğini belli etmemesi, onlara karşı kötü
bir huy sergilememesi ise mendup, olumlu bir davranıştır. Bu, aynı
zamanda Peygamberimizin (s.a.a) eşlerine karşı sergilediği bir tavırdı
da.
"Bari birisine tamamen meyledip de digerini askıya alınmış
gibi bırakmayın." cümlesi gösteriyor ki, "Kadınlar arasında adaleti
saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz." cümlesinde
mutlak olarak adalet olgusu olumsuzlanmıyor. Dolayısıyla
bunu, "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız,
yalnız biriyle evlenin..." ifadesine ekleyerek, iddia edildiği gibi,
Islâm'da birden fazla kadınla evliliğin ortadan kaldırıldığı şeklinde
bir sonuca varmak yanlıştır, dayanaksız bir girişimdir.
Çünkü, söz konusu cümle [yani, "bâri birisine meyledip de..."
ifadesi] gerçek, realist, aşırılığa, taraf tutmaya hiçbir şekilde kaçmayan,
gerçek anlamda denge çizgisinde hareket etmek demek
olan adaletin yerine getirilemeyeceğine işaret etmektedir. Hükme
bağlanan ise, hiçbir sıkıntıya düşmeksizin amelî olarak uygulanabilen
takribî=yaklaşık adalettir.
Öte yandan Peygamberimizin (s.a.a) fiilî sünneti, herkesin görüp
duyacağı şekilde bu uygulamayı gerçekleştirmiş olması ve
Müslümanlar arasında kesintisiz olarak süregelen birden fazla kadınla
evlenme geleneği, yukarıda işaret ettiğimiz vehim menşeli
çıkarsamayı geçersiz kılmaktadır.
Kaldı ki, birden fazla kadınla evliliği öngören "O hâlde gönlünüzün
rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz."
(Nisâ, 3) ayetini objeler dünyasında karşılığı olmayan salt bir
zihinsel olgu gibi algılamak, insanları körlüğe sürüklemekten başka
bir şey değil ve yüce Allah'ın kelâmına yakışmayan bir ciddiyetsizliktir.
"Eger arayı düzeltir, sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bagışlayıcı
ve esirgeyicidir." ifadesi, nefret ve anlaşmazlık belirtilerinin
baş göstermesi durumunda, erkekleri yapıcılığa teşvik etme amacına
yöneliktir. Bunun takvanın gereği olduğunu hatırlatarak, bu
olumlu tavrın gereğini vurgulamaktadır. Çünkü takva, peşice bağışlanma
ve esirgenmeyi getiriyor. "Anlaşmak (her hâlükârda)
daha hayırlıdır." ve "Eger iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız."
ifadelerinden sonra buna yer verilmiş olması da, tekit üstüne
tekit, vurgu üstüne vurgu konumundadır ve böylece mesele daha
da pekiştirilmektedir.
"Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir." Eğer kadın ve erkek boşanmak suretiyle birbirlerinden
ayrılırlarsa, Allah, geniş nimetiyle her birini zengin eder. Konunun
mahiyetini esas alarak baktığımızda "zenginleştirme" ifadesiyle,
evlilikle ilgili olarak gündeme gelen birbirine ısınma, kaynaşma,
cinsel birleşme, kadının giyim ve nafakası gibi bütün olguların
kastedildiğini anlıyoruz. Çünkü yüce Allah söz konusu eşlerin birini
yalnızca diğeri için yaratmamıştır ki, ayrılmaları durumunda, biri
ömrü boyunca başka bir eş bulamasın. Aksine evlilik geleneği, fıtrat
menşeli bir sünnettir. Insan türünün bireyleri arasında geçerlidir.
Her birey öz doğası gereği buna eğilim gösterir.
"Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir. Göklerde ve
yerde olanların hepsi Allah'ındır." ifadesi, "Allah bol nimetiyle her
birini zenginleştirir." ifadesinin içerdiği hükmün gerekçesi konumundadır.
"Sizden önce kitap verilenlere ve size Allah'tan korkun diye tavsiye
ettik." Evlilik ilişkilerinin her aşamasında ve her durumda takva niteliğini
esas almaları gerektiğine ilişkin çağrıya bir kez daha vurgu
yapılıyor ve takvayı terk etmenin Allah'ın nimetini inkâr etmek,
nankörlükte bulunmak anlamına geldiği vurgulanıyor. Gerekçesi
de şudur: Allah'a itaat etmek suretiyle sahip olunan takva duygusu,
nimetlere karşılık teşekkür etmekten başka bir şey değildir. Ya
da Allah korkusunu terk etmenin menşei ancak küfür olabilir. Bu
da ya kâfirlerde ve müşriklerde olduğu gibi açık küfür ya da müminlerin
fasık olanlarında olduğu gibi gizli ve örtülü küfür olur.
Bu açıklama ile, "Eger inkâr ederseniz, (biliniz ki) göklerde ve
yerde olanların hepsi Allah'ındır." ifadesi ile neyin kastedildiği açığa
çıkıyor. Yani, eğer size ve sizden öncekilere yaptığımız tavsiyenin
gereğini yerine getirmezseniz, bu tavsiyeyi kulak ardı ederseniz,
dolayısıyla küfür [Allah'ı inkâr etmek] demek olan veya küfürden
kaynaklanan takvasızlık yapar ve Allah'tan korkmazsanız
bu, Allah'a hiçbir zarar vermez. O'nun size ve takvanıza ihtiyacı
yoktur. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O, zengindir,
övgüye layıktır.
Desen ki: "Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır."
sözünün [131 ve 132. ayetlerde] üç kere tekrarlanmış olmasının
hikmeti nedir?
Derim ki: Bunlardan ilki, "Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir,
hikmet sahibidir." ifadesinin gerekçeli açıklamasıdır; ikincisi de,
"Eger inkâr ederseniz..." ifadesindeki şart cümlesinin cevabı konumundadır.
Dolayısıyla açılımı şöyledir: "Eğer inkâr ederseniz, biliniz
ki Allah'ın size ihtiyacı yoktur." Bu, aynı zamanda "Allah zengindir,
övgüye layıktır." sözünde belirginleşen cevabın da gerekçesidir.
Üçüncüsü ise, yeni bir başlangıçtır; bir açıdan da "dilerse" sözünün
gerekçesi konumundadır.
"Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter."
Yüce Allah'ın malik olmasının ne anlama geldiğini şimdiye
kadar defalarca anlattık. Allah vekildir; kullarının işlerini yönetir,
gidişatlarını düzenler. Yönetici-vekil olarak Allah yeter. Kullarının
yönetsel işlerini görürken desteğe ve yardıma ihtiyacı yoktur. Bir
toplumun davranışlarından hoşnut olmazsa veya yapıp ettikleri
O'nu öfkelendirecek türden davranışlarsa, onları yok edip yerine
başkalarını getirmesi ya da onları gerileterek başka bir toplumu ileri
çıkarması mümkündür. Ayetlerin akışının desteklediği, daha
doğrusu bizzat tanıklık ettiği bu anlam itibariyle, bu ayetin içeriği,
bir sonraki ayette yer alan, "Ey insanlar! Allah dilerse sizi götürür."
ifadesiyle irtibatlanmış oluyor.
"Ey insanlar! Allah dilerse sizi (geriye) götürür ve başkalarını getirir."
Allah'ın bu ümmete ve önceki Ehlikitap toplumlara yönelik
tavsiyesi olan takvayı ilke edinmeye ilişkin bir çağrı niteliğindeki
akış gösteriyor ki, "dilerse" ifadesinde işaret edilen Allah'ın zenginlik
ve ihtiyaçsızlığı, takva olgusuyla ilintilidir.
Bu açıdan şöyle bir anlam elde ediyoruz: Allah tümünüze takva
ile donanmanızı tavsiye etti. Şu hâlde ondan korkup sakının. Eğer
inkâr ederseniz, onun size ihtiyacı yoktur. O her şeyin sahibidir.
Mülkü üzerinde dilediği gibi, dilediği doğrultuda tasarruf eder. Eğer
kendisine kulluk sunulmasını ve kendisinden korkulmasını diler
de, siz bu görevi gereği gibi yerine getirmezseniz, O, sizi geriletip
sevdiği ve hoşnut olduğu davranışları sergileyen başkalarını öne
geçirecek güçtedir. Allah buna kadirdir.
Buna göre, ayet-i kerime muttaki olmayan insanların Allah'tan
korkan insanlarla değiştirilebileceklerine işaret etmektedir. Bir rivayete
göre,1 bu ayet indiği zaman, Resulullah efendimiz (s.a.a) elini
Selman-ı Farisî'nin (r.a) sırtına vurdu ve "Onlar bu adamın soy-
1- Bu rivayet, Tefsir-ul Beydavî'de aktarılmıştır.
daşlarıdır." buyurdu. Rivayet, ayetin anlamını destekler niteliktedir.
Bunun üzerinde düşünmeye değer.
Diğer bazı müfessirlerin ihtimal dâhilinde gördükleri bir anlam
da şudur: Eğer dilerse sizi yok eder, yerinize başka bir kavim var
eder veya insanların yerine başka bir canlı türünü var eder.
Ne var ki, ayetin akışı böyle bir anlamı ihtimal dışı bırakmaktadır.
Evet böyle bir anlam, "Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattıgını
görmedin mi? Dilerse sizi ortadan kaldırır ve yepyeni bir
halk getirir. Bu, Allah'a güç degildir." (Ibrâhim, 19-20) ayeti çerçevesinde
ihtimal dâhilinde olabilir ve bu ayete böyle bir anlam vermenin
sakıncası yoktur.
"Kim dünya mükâfatını isterse, (bilsin ki) dünyanın da, ahiretin de
mükâfatı Allah katındadır. Allah işiten ve görendir." Bu, Allah'tan
korkma duygusuyla donanmayı terk eden ve onun tavsiyesini tutmayan
kimselerin yanılgılarına dikkat çeken bir diğer açıklamadır.
Bazıları bu ayeti açıklarken şöyle bir yoruma baş vurmuşlar: Bunu
yapan kişi [takvayı ilke edinmeyi terk eden ve Allah'ın tavsiyesine
uymayan kimse], eğer dünya ödülü ve ganimeti için yapmışsa büyük
bir yanlışlık yapmıştır. Çünkü dünyanın ve ahiretin ödülü birlikte
Allah katında, O'nun eli altındadır. Öyleyse, bu insana ne oluyor
ki, ödüllerin en değersizine talip oluyor, en onur vericisini veya ikisini
birden istemiyor?
Ancak ayetten maksadın -gerçi Allah doğrusunu herkesten
daha iyi bilir- şu olması ihtimali daha belirgindir: Dünya ve ahiret
ödülü, dünya ve ahiret mutluluğu birlikte Allah katındadırlar. Dolayısıyla
dünya ödülü ve mutluluğunu isteyenin bile O'na kulluk sunarak
yaklaşması gerekir. Çünkü insan, mutluluğu ancak Allah'ın
yasalaştırdığı dinine uymakla elde edilen takva duygusuyla donanması
durumunda yakalayabilir. Din, gerçek mutluluk yolundan
başka bir şey değildir. Allah'ın kendi katından vermediği ödül ve
sevabı, bir insanın elde etmesi mümkün müdür? Değil mi ki, Allah
işitendir, görendir.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir, Said b.
Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Cahiliye döneminde, sadece
malı idare edebilecek ve çalışabilecek adamlar mirasçı olabiliyorlardı.
Küçük çocuklara ve kadınlara mirastan bir pay
verilmezdi. Nisâ suresinde miras paylaşımı ile ilgili hükümleri içeren
ayetler nazil olunca, bu durum insanların gücüne gitti. Dediler
ki: 'Malı yönetmesini beceremeyen küçük çocuklarla, onlarla aynı
durumda olan kadınlar mirasçı mı olacaklar? Erkekler gibi onlar
da mı mirastan pay alacaklar?' Bu konuda gökten bir açıklamanın
gelmesini beklediler. Baktılar ki, bu konuda gökten bir haber
gelmiyor, dediler ki: 'Eğer bu hüküm bu şekilde kesinlik kazanırsa,
ona uymak kaçınılmaz olur.' Sonra 'Gidip Peygambere sorun.' dediler."
"Bunun üzerine şu ayet indi: Senden, kadınlar hakkında fetva
istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin olarak; kendilerine yazılanı
vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim
kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta -yani, surenin
giriş kısmında- size okunanlar hakkında ve yetimlere karşı adil
davranmanız yönünde Allah size fetva veriyor."
Aynı eserde, Abd b. Hamid ve Ibn-i Cerir, tefsirini sunduğumuz
ayet hakkında Ibrahim'den şöyle rivayet ederler: "Cahiliye dönemindeki
Araplar, bir cariye öksüz ve çirkin olsaydı, mirasını
vermezlerdi. Onu evlenmekten alıkoyarak bir yere hapsederlerdi.
Böylece onun mirasına kendileri konmuş olurlardı. Işte yüce Allah
bu ayeti, böyleleri hakkında indirdi."
Ben derim ki: Bu anlamı destekler mahiyette birçok rivayet,
çeşitli kanallardan gerek Şiîler ve gerekse Sünnîler tarafından aktarılmıştır.
Bunların bir kısmına surenin başlarında yer verdik.
Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, "kendilerine yazılanı vermediginiz"
ifadesiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Onlara yazılan şeyden
maksat, mirasta kendileri için öngörülen paydır. Ve bu değerlen-
Tefsir-ul Kummî'de, "Eger bir kadın, kocasının serkeşliginden
yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse..." ayetiyle
ilgili olarak deniliyor ki: "Bu ayet, Muhammed b. Mesleme'nin kızı
hakkında inmiştir. Râfi b. Hadîc'in karısıydı. Kadın biraz yaşlıcaydı.
Rafi onun üzerine kuma alarak genç bir kadın getirdi. Dolayısıyla
bu genç kadın, Muhammed b. Mesleme'nin kızından daha çok hoşuna
gidiyordu, bunu ondan daha güzel buluyordu. Muhammed b.
Mesleme'nin kızı ona dedi ki: 'Gördüğüm kadarıyla sen benden yüz
çeviriyor, diğer eşini bana tercih ediyorsun.' Râfi, 'O gençtir, hoşuma
gidiyor ve bana göre o daha güzel görünüşlüdür. Eğer istersen,
onun yanında iki veya üç gün kalayım, senin yanında da bir gün
kalayım.' dedi."
"Fakat Muhammed b. Mesleme'nin kızı bunu kabul etmedi.
Bunun üzerine Râfi onu boşadı. [Ardından onunla anlaştı ve tekrar
evine getirdi; ama geçimsizlik nedeniyle] ikinci defa yine boşadı.
[Üçüncü kez o kadını evine getirmeye gitti. Ancak önceki olaylar
gündeme geldi ve] kadın dedi ki: 'Allah'a andolsun ki, benimle onu
eşit tutmanın dışında hiçbir öneriye razı olmam. Allah, 'Zaten nefisler
cimrilige hazır duruma getirilmiştir." buyuruyor.' Dolayısıyla
Muhammed b. Mesleme'-nin kızı payına razı olmadı ve kocasını
paylaşmakta cimrilik gösterdi. Râfi, razı olmaması durumunda
onu üçüncü kez boşayacağını bildirdi. Bu sefer kadın kocasını bırakmama
yönünde cimrilik gösterdi ve paylaşıma razı oldu."
"Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: 'Aralarında anlaşma
yapmalarında onlara günah yoktur. Anlaşmak (her hâlükârda)
daha hayırlıdır.' Kadın razı olup ortalık durulunca, adam ikisi
arasında adaleti tutmakta güçlük çekti, adaleti sağlamağa güç yetiremedi.
Bunun üzerine şu ayet indi: 'Kadınlar arasında adaleti
saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birine
tamamen meyledip digerini askıya alınmış gibi bırakmayın.'
Yani, sürekli birinin yanına gidip ötekisini boşlukta bırakmayın. Ne
dul, ne de evli biri olarak ortada kalmış gibi yapmayın. Dolayısıyla
bu gibi durumlarda ayetin geçerli kıldığı yöntem şundan ibarettir:
Eğer kadın kocasının yanında kalmaya ve kocasıyla anlaştığı hususlara
uymaya razı olursa, kocası için de, kadın için de, bir sakınca
yoktur. Ama eğer kadın anlaşma yanlısı olmaz ve kocasının
koştuğu şartları kabul etmezse, bu durumda kocasının onu boşamaktan
veya ikisini eşit tutmaktan başka seçeneği kalmaz."
Ben derim ki: Bu hadis ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Malik,
Abdurrezzak, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Hakim -sahih
olduğunu belirterek- tarafından özet olarak rivayet edilmiştir.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Tayalisî, Ibn-i Ebi Şeybe, Ibn-i
Rahe-veyh, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Beyhaki, Hz.
Ali b. Ebu Talip'ten (a.s) şöyle rivayet ederler: Ona bu ayetle ilgili
bir soru soruldu. Cevap olarak buyurdu ki: "Burada kastedilen, iki
eşli bir adamdır. Eşlerden biri artık iyice çökmüş (yaşlı) veya çirkindir.
Adam bunu boşamak ister. Fakat boşanmamak karşılığı
olarak bir gece onun yanında, birkaç gece de öbür eşinin yanında
kalmak üzere anlaşırlar. Kadının kendi isteği ile verdiği bu ödünün
herhangi bir sakıncası yoktur. Fakat kadın kararından dönerse, erkeğin
eşlerini eşit tutması bir zorunluluktur."
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Halebi kanalıyla
Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ona, 'Eger bir
kadın, kocasının serkeşliginden yahut kendisinden yüz çevirmesinden
endişe ederse...' ayetinin anlamını sordum. Bana şu karşılığı
verdi: 'Bir kadın bir adamla evli olur. Fakat adam ondan
hoşlanmaz. Ona, seni boşamak istiyorum, der. O da der ki: 'Yapma.
Senin benden dolayı dile düşmeni, şamata konusu olmanı istemem.
Fakat ben geceleyin beraber olma hususunda her şeyi
sana bırakıyorum. Bunun dışındaki diğer haklarımdan da vazgeçiyorum;
beni kendi hâlime bırak.' Işte, 'Aralarında anlaşma yapmalarında
onlara günah yoktur.' ayetindeki anlaşmadan maksat budur."
[Furu-u Kâfi, c.6, s.145]
Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen başka rivayetler, el-
Tefsir-ul Kummî'de, "Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir."
ifadesiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Cimrilik çeşitli kısımlara
ayrılır. Bir kısmı insanın tercih ettiği, bir kısmı da insanın
tercih etmediği şeylerle ilgilidir."
Tefsir-ul Ayyâşî'de Hişam b. Salim'in Imam Cafer Sadık'tan
(a.s), "Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız
da güç yetiremezsiniz." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet ettiği
belirtilir: "Yani, sevgi hususunda [onlar arasında tam adaleti sağlayamazsınız]."
[c.1, s.279, h:285]
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Nuh b. Şuayb ve Muhammed
b. Hasan'dan şöyle rivayet eder: "Ibn-i Ebi'l Avca, Hişam
b. Hakem'e sordu ki: 'Allah hikmet sahibi değil midir?' O, 'Evet, Allah
hüküm verenlerin en hikmetlisidir.' diye cevap verdi. 'Öyleyse
bana, 'O hâlde gönlünüzün rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve
dörder evlenebilirsiniz. Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden
korkarsanız, yalnız biriyle evlenin.' ayetinden haber ver. Bu
ayetin hükmü farz değil midir?' diye sordu. O, 'Evet' dedi. Sonra
dedi ki: 'O hâlde, 'Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar
ugraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birisine tamamen meyledip
de digerini askıya alınmış gibi bırakmayın.' ayetinden haber
ver. Hangi hikmetli kişi böyle bir söz söyler?' Hişam b. Hakem buna
verecek cevap bulamadı."
"Sonra kalkıp Medine'ye Imam Cafer Sadık'ın (a.s) yanına gitti.
Imam ona, 'Ne hac, ne de umre vakti olmayan bu zamanda niye
geldin?' diye sordu. Dedi ki: 'Evet böyle bir zamanda geldim. Sana
feda olayım. Çünkü önemli işim var. Ibn-i Ebi'l Avca bana bir soru
sordu ki, buna verecek cevap bulamadım.' Imam, 'Nedir bu soru?'
diye sordu. Hişam olayı anlattı."
"Imam Cafer Sadık (a.s) ona şöyle dedi: 'O hâlde gönlünüzün 1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.278, h:284.]
rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz.
Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız, yalnız
biriyle evlenin.' ayetinde nafaka kastedilmiştir. 'Kadınlar arasında
adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz;
bari birisine tamamen meyledip, digerini askıya alınmış gibi
bırakmayın.' ayetinde ise, sevgi kastedilmiştir."
Râvi der ki: "Hişam, Ibn-i Ebi'l Avca'ya bu cevabı ulaştırınca,
'Allah'a andolsun ki bu cevap, senin fikrin değildir.' dedi." [Füru-u
Kâfi, c.5, s.362]
Ben derim ki: Benzeri bir hadis Tefsir-ul Kummî'de de rivayet
edilmiştir. Buna göre, zındıklardan biri Ebu Cafer el-Ahvel'e aynı
meseleyle ilgili olarak bir soru yöneltir. Bunun üzerine Ebu Cafer
Medine'ye gider. Imam Sadık'a (a.s) bunun cevabını sorar. O da
yukarıdakinin aynısı olan cevabı verir. Ebu Cafer adamın yanına
döner ve cevabı ona iletir. Adam ise, "Sen bu cevabı Hicaz'dan
getirdin" der.
Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, "askıya alınmış gibi bırakmayın."
ifadesi, şu şekilde açıklanıyor: "Kendisine meyledip yöneldiğiniz
kadını, ne evli, ne de boşanmış gibi bir hâlde tutmayın. Bu
değerlendirme Imam Bâkır ve Imam Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir."
Aynı eserde, Peygamber efendimizle (s.a.a) ilgili olarak şöyle
rivayet edilir: "O, eşleriyle yatma hususunda eşitliği gözetir, sonra
da şöyle derdi: Allah'ım! Bu, benim elimden gelen kendi paylaşımımdır.
Senin elinde olan, fakat benim elimde olmayan diğer hususlardan
dolayı beni kınama!"
Ben derim ki: Ulemanın çoğunluğu, bu hadisi çeşitli kanallardan
aktarmıştır. "Senin elinde olan, fakat benim elimde olmayan"
dan maksat, kalben duyulan sevgidir. Ancak bu rivayette belli
bir zaaf vardır. Çünkü yüce Allah, kulunu elinde olmayan bir şeyden
dolayı kınamayacak kadar yücedir. Çünkü O, "Allah, hiç kimseyi
verdigi imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz." (Talâk, 7) buyurmuştur.
Peygamberimiz (s.a.a) de, olanı var etsin diye istekte
bulunmayacak kadar Rabbinin yüceliğini takdir edecek konumdadır.
el-Kâfi'de Ibn-i Ebu Leyla'ya isnaden deniliyor ki: "Bana Asım b.
Hamid şöyle anlattı: Bir ara Imam Cafer Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum.
Adamın biri yanına geldi ve muhtaç durumunda oluşundan
şikayet etti. Imam (a.s) evlenmesini emretti. Fakat yoksulluğu
gittikçe şiddetlendi. Bir kez daha Imamın yanına geldi ve durumunun
ne olacağını sordu ve 'Ihtiyaçlarım gittikçe şiddetlenip
arttı.' dedi. Imam buyurdu ki: 'Eşinden ayrıl.' Sonra bir kez daha
Imamın yanına geldiğinde ona durumunu sordu ve 'Servet edindim
ve durumum iyileşti.' dedi."
"Bunun üzerine Imam Sadık (a.s) buyurdu ki: Sana Allah'ın
emrettiği iki hususu emrettim. Biri şudur: 'Içinizdeki bekârları, kölelerinizden
ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eger bunlar
fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütuf
ve ihsanıyla) geniştir ve her şeyi bilendir.' (Nûr, 32) Diğeri de, 'Eger
(eşler) ayrılırsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir.' (Nisâ,
130) ayetidir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.331, h:6]
135- Ey inananlar! Kendinizin, ana-babanızın ve yakınlarınızın
aleyhinde olsa bile, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik
eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya
fakir olsalar da Allah onlara daha yakındır. Öyleyse doğruluktan
sapmayasınız diye heveslerinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken)
eğriltirseniz yahut (şahitlik etmekten) kaçınırsanız, (biliniz ki) Allah
yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır.
AYETİN AÇIKLAMASI
"Ey inananlar!... adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik eden
kimseler olun." Ayetin orijinalinde geçen "kıst" kelimesi adalet demektir.
Adaleti ayakta tutmak, gereğini yapmak ve adaleti korumak
anlamına gelir. Şu hâlde adaleti ayakta tutanlardan maksat,
onu en tam ve en mükemmel şekilde uygulayanlar; kişisel arzu,
tutku ve heves, duygusallık, korku, herhangi bir çıkar beklentisi gibi
bir şey yüzünden adalet ilkesinden sapmayanlardır.
Bu nitelik, hakka tâbi olmanın, onu zayi olmaktan korumanın
en yakın etkeni ve kusursuz nedenidir. Bunun bir gereği de şahitliği
eda e-derken ve şahitlikte bulunurken doğruyu söylemektir.
Bundan da anlaşılıyor ki, şahitliğe ilişkin hükmün açıklanması
amacına yönelik olan bu ayete, yukarıda değindiğimiz bu nitelikle
başlanması, ardından şahitlik niteliğinden söz edilmesi, genel bir
nitelikten bu genel niteliğin kapsamındaki ayrıntı konumundaki
bir başka niteliğe aşamalı olarak geçişe ilişkin bir örnektir. Sanki
demek isteniyor ki: Allah için şahitlik edenlerden olun. Ama bu, sizin
için, adaleti eksiksiz ve tam yerine getirenler olmadığınız sürece
kolay olmayacaktır. Şu hâlde, Allah için şahitlik edenler olabilmeniz
için adaleti tam yerine getirenler olun.
"Şuhedâe lıllah=Allah için şahitlik eden kimseler"
ifadesindeki "lâm" harfi, amaç bildirmeye yöneliktir. Yani, şahitlik
edenler olun ki, şahitliğiniz Allah için olsun. Nitekim yüce Allah bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Şahitligi Allah için yapın." (Talâk, 2) Şahitliğin
Allah için olmasının anlamı, onun hakka tâbi olması, hakkın
açığa çıkması ve hakkın ihya edilmesi amacına yönelik olmasıdır.
Nitekim bunu şu ifade de açıklamaktadır: "Öyleyse dogruluktan
sapmayasınız diye heves-lerinize uymayın."
"Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde olsa bile"
Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın çıkarının aksine olsa
bile, adaletin gereğini yapın. Kendi çıkarlarınıza, anne-ba-banıza ve
akrabalarınıza yönelik sevginiz sizi adaletten sapmaya veya adaleti
terk etmeye sürüklemesin. Buna göre şahitliğin insanın kendisinin,
anne-babasının veya akrabalarının aleyhinde olması, üstlendiği
şahitliğin sonuçta kendisinin veya anne-babasının ya da akrabalarının
durumuna zararlı olması demektir.
Zarara uğrayan kişi aracısız ve doğrudan aleyhinde şahitlikte
bulunulan biri olabilir. Bir insanın babası ile bir başkası anlaşmazlığa
düşmeleri ve insanın babasının aleyhine şahitlikte bulunması
gibi. Zarar dolaylı ve aracılı da olabilir. Iki insanın anlaşmazlığa
düşmeleri, şahitlikte bulunan kişinin yaptığı şahitlikten dolayı onlar
tarafından zarara uğratılması yani, anlaşmazlığa taraf olanlardan
birinin şahide zarar vermesi gibi.
"(Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir olsalar da Allah
onlara daha yakındır." Arada iki şıklığı bildiren "ev" edatı olmasına
rağmen tesniye zamirinin ["bihima"] zengin ve fakire dönük olması,
zengin ve fakir nitelemesi ile meçhul bir varsayımın kastedilmiş
olmasından dolayıdır. Dolayısıyla bu nitelemeler, olayların meydana
gelişleri ve yinelenişleri oranında yinelenirler. Mesela bir olayda
zenginken insan, bir başkasında fakir olabilir. Şu hâlde konuya iki
şıklılık hâlinde açıklama getirmek, açıklama amacına yönelik açıklamadaki
varsayım hasebiyledir. Oysa bu iki şık, realitede ancak
iki olayda tahakkuk bulabilir, bir olayda değil. Bazı bilginler de
bu yönde görüş belirtmişlerdir.
Bu bakımdan ifadenin anlamı şudur: "Allah zengine, zenginliği
hâlinde daha yakındır. Fakire de fakirliği hâlinde daha yakındır."
Buna göre, verilmek istenen mesaj -gerçi Allah doğrusunu herkesten
daha iyi bilir- şu olsa gerektir: Zenginin zenginliği sizin haktan
sapıp ona eğilim göstermenize, fakirin fakirliği de sizin haktan ayrılarak
onun hâlini gözetmenize neden olmasın. Aksine, şahitliği
yüce Allah için yapın. Sonra O'nu zenginle ve fakirle baş başa bırakın.
O her ikisine de daha yakındır ve onların durumuna karşı herkesten
daha çok merhametlidir. O'nun rahmetinin bir gereği de
hakkı, tâbi olunması zorunlu olan ve adaleti de gözetilmesi, yerine
getirilmesi istenen, teşvik edilen bir olgu kılmasıdır. Adalete uymak
ve hakkı üstün tutmak, insan türünün mutluluğunun temel
koşullarından biridir. Bu sayede hem zenginin konumu güçlenir.
Hem de yoksulun durumu düzelmiş olur.
Zengin veya fakirden biri, bir olayın veya birkaç olayın şahsında
sapkın veya terkedilmiş bir şahitlikten dolayı bir menfaat elde
etmiş olsa bile, bu ancak hakkın zaafa uğraması ve adaletin öldürülmesi
ile mümkün olabilir. Bunun adı, batılın güçlenmesi, buna
karşın zorbalığın ve zulmün hayat bulmasıdır. Bu, ölümcül bir hastalıktır;
insanlığın tükenişidir.
"Öyleyse doğruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın."
Yani, nefsin heveslerine, kişisel arzularına uymak ve Allah için şahitlikte
bulunmayı terk etmek suretiyle haktan ve adaletten sapmaktan
korkun. Bu durumda, ifadenin orijinalinde geçen "en ta'dilu"
kelimesi, "meful-ü leh"tir. Bir "lâm" takdir edilerek "uyma" ile
ilin-tilendirilmesi de mümkündür. Yani, heveslerinize uymayın ki
"Eğer eğriltirseniz yahut kaçınırsanız, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan
şüphesiz haberdardır." Ayetin orijinalinde geçen "telvû" kelimesi,
"leyy" kökünden, eğmek anlamındadır. Nitekim "leyy-el lisân"
yani, dili eğip büktü. Dolayısıyla şahitlikte dili eğip bükmek, eğriltmek
ve şahitliğin konusunu çarpıtmaktan kinayedir. Yine ayetteki
"tu'rizû=kaçınırsanız" kelimesi, ta baştan şahitliği terk etmek
ve şahitlik etmekten kaçınıp yüz çevirmektir.
Bazıları "telvû" kelimesini "vela, yeli, velayeten=üstlenmek"
kökünden geldiğini varsayarak "ve in telû" şeklinde okumuşlardır.
Buna göre ifadenin anlamı şudur: Eğer şahadet işini üstlenir ve
şahitlikte bu-lunursanız yahut şahitlikten kaçınırsanız, biliniz ki Allah
yaptıklarınızdan haberdardır, sizi yapıp ettiklerinizden dolayı
cezalandırır.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Kummî'de Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Bir müminin bir başka mümin üzerinde yedi hakkı
vardır. Bunların içinde uyulması en gerekli olanı, kişinin kendisinin
ve anne-babasının aleyhine bile olsa hakkı söylemesidir, onları gözeterek
adına haktan sapmamasıdır." Imam bunu söyledikten
sonra şu ayeti okudu: "Öyleyse dogruluktan sapmayasınız diye
heveslerinize uymayın. Eger (şahitlik ederken) egriltirseniz yahut
kaçınırsanız..." ve "yani, haktan yüz çevirirseniz." buyurdu.
Ben derim ki: Burada "Adaleti tam yerine getirerek Allah için
şahitlik eden kimseler olun." ifadesinin genel olduğundan hareketle
şahitlik anlamının mutlak olarak hakkı kapsayacak şekilde
genelleştirilmesi söz konusudur.
Mecma-ul Beyan adlı tefsirde belirtildiğine göre, bazı müfessirler
tarafından ifadeye şöyle bir açıklama da getirilmiştir: "Ayetin
orijinalinde geçen 'in telvû' kelimesi, şahadeti değiştirir ve saptırırsanız;
136- Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği
kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim Allah'ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse,
şüphesiz koyu bir sapıklığa düşmüştür.
137- Iman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar
inkâr eden, sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak,
ne de doğru yola iletecektir.
138- Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! 139- Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler. Onların
yanında mı izzet (güç ve şeref) arıyorlar? Doğrusu izzet bütün
olarak Allah'ındır.
140- O, kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr
edildiğini yahut alaya alındığını işittiğinizde, bundan başka bir
söze geçinceye kadar kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de
onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü
cehennemde toplayacaktır.
141- Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer size Allah'tan bir zafer
(nasip) olursa, "Sizinle beraber değil miydik?" derler. Şayet kâfirlere
bir pay çıkarsa, "Size üstünlük sağlayarak sizi müminlerden korumadık
mı?" derler. Artık Allah, kıyamet günü aranızda hükme-
decek ve müminlere karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir.
142- Münafıklar Allah'ı aldatmağa çalışırlar. Oysa O, onları aldatmaktadır.
Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar,
insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar.
143- Arada (imanla küfrün arasında) yalpalayıp dururlar. Ne
bunlara (müminlere bağlanırlar), ne de onlara (kâfirlere). Allah'ın
şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.
144- Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin.
Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz? 145- Şüphe yok ki münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar.
Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.
146- Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'a
sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka. Işte onlar
(gerçek) müminlerle beraberdirler. Allah da yakında müminlere
büyük bir mükâfat verecektir.
147- Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niçin azap etsin?
Allah şükrün karşılığını veren ve (her şeyi) bilendir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba...
inanın." Burada müminlere [iman ettikleri hâlde] ikinci kez
iman etmeleri emrediliyor. Bunun [ikinci kez iman etmelerine emredilmesinin]
karinesi de, ikinci imanın konusu olan "Allah'a, Peygamberine,
Peygamberine indirdigi kitaba..." ifadesindeki ayrıntıdır.
Yine teker teker sayılan bu hususların her birine iman etmeyi
terk etme üzerine dile getirilen tehdit ve azap vaatleri de aslında
müminlerin icmalî imanlarını söz konusu gerçekleri kapsayacak
şekilde yaygınlaştırmalarına yönelik bir emir olduğuna ilişkin karinelerdir.
Çünkü bunlar birbirleriyle bağlantılı, birbirini gerektirici
bilgilerdir.
Söz gelimi; Allah'tan başka ilâh yoktur. En güzel isimler ve en
yüce sıfatlar O'nundur. Bunlar da O'nun varlıkları yaratmasını, onları
doğruluğa ve mutluluğa yöneltmesini, sonra onları hesaplaşma
günü için diriltmesini gerektirmektedir. Bu ise ancak müjdeleyici
ve uyarıcı peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi
ile mümkündür. Peygamberlerin insanlar arasında bu kitaplar
doğrultusunda hükmetmeleri ve onlara dünya ve ahirete ilişkin
bilgiler, şeriat ve hüküm kurallarını öğretmeleriyle gerçekleşebilir.
Şu hâlde, bu bilgiler ve gerçeklerden sadece birine inanmak
yetmez, tümüne istisnasız inanmak gerekir. Bunların bir kısmını
benimseyip bir kısmını inkâr etmek açıktan yapılıyorsa küfür, gizlice
yapılıyorsa münafıklıktır. Bir müminin yukarıdaki gerçeklerin
bir kısmını reddetmekle sonuçlanacak bir yolu tutması da bir tür
nifaktır. Müminlerin toplumundan ayrılıp kâfirlerin toplumuna katılarak
onların yönetimi altına girmek ve onları dost edinmek, onların
imanın ve iman ehlinin aleyhine gerçekleştirdikleri bazı girişimleri,
hakkı ve hak ehlini alaya almalarını onaylamak gibi. Bu nedenle
yüce Allah, bu ayetin he-men ardından münafıkların durumunu
açıklayan, onlara yönelik elem verici azap tehdidini içeren
bir ifadeye yer vermiştir.
Bizim bu değerlendirmemizi, ayetin zahiri desteklemektedir ve
bu değerlendirme bazı tefsir bilginlerinin şu yorumlarından daha
isabetlidir. "Ey zahiren Allah'a ve Elçisine inananlar ve bunu dilleriyle
söyleyenler! Batınen de inanın ki, zahirinizle batınınız uyuşsun."
Yine bazı tefsir bilginleri demişlerdir ki: "inanın" ifadesi, "inanmakta
sebat gösterin, imanınız üzere sabit olun." demektir.
Bazılarına göre de hitap, Ehlikitap müminlerine yöneliktir. Yani, ey
Ehlikitap olup da iman edenler! Allah'a, Peygamberine ve Peygamberine
indirdiği kitaba, yani Kur'ân'a inanın.
Gerçi bu yorumlar, özü itibariyle doğrudurlar; ancak ifadenin
akışından algıladığımız karineler farklı bir noktayı göstermektedir.
Ayrıca yukarıdaki yorumların en isabetsizi de sonuncusudur.
"Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gü-
nünü inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklığa düşmüştür." Ayetin, "Ey
inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdigi kitaba
ve daha önce indirdigi kitaba inanın." şeklindeki birinci kısmı,
bunların tümünün bir tutulmasına yönelik bir çağrı niteliğindedir.
Çünkü bu bütünün parçaları bir bütündürler ve birbirlerinden ayrılmazlar.
Dolayısıyla ayrıntı nitelikli ikinci ifadeye yer verilmesi,
tümüne inanmadan öte her birine teker teker inanmanın ve herhangi
birinin inkâr edilmesiyle, koyu sapıklığa düşmenin kaçınılmazlığını
açıklama amacına yönelik olması nedeni iledir. Buna göre
ifadenin anlamı şöyledir: Kim Allah'ı veya meleklerini ya da kitaplarını
yahut elçilerini yahut da ahiret gününü inkâr ederse... Yani,
kim imanın bu cüzlerinden birini inkâr ederse, şüphesiz koyu ve
uzak bir sapıklığa düşmüş olur.
Şu hâlde, ayette işaret edilen olguların cem edatı olan "vav"
harfiyle birbirlerine atfedilmiş olması, onların aynı hüküm altında
toplandıkları yani, tümünün aynı konu ve tek hüküm etrafında birleşmeleri
anlamına gelmez. Bunu derken, ancak tümünü inkâr
etmenin uzak bir sapıklığa düşmek olduğu, teker teker inkârın
böyle olmadığı şeklinde bir sonucun çıkarsanmaması gerektiğini
kastediyoruz. Kaldı ki, Kur'ân ayetleri, bu ayette ayrıntı şeklinde
sayılan hususların her birini inkâr etmenin küfür olduğunu açık bir
şekilde ifade etmektedir.
"İman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden,
sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak, ne
de doğru yola iletecektir." Eğer bu ayeti, öncesinden ve sonrasından
kopararak ele alırsak, yüce Allah'ın onu iman edip ardından inkâr
etmek, sonra tekrar inanıp ardından tekrar inkâr etmek, sonra
küfrünü gittikçe arttırmak suretiyle tekrar tekrar irtidat eden mürtetlere
öngördüğü cezayı ifade etmiş olur. Yüce Allah da durumları
bundan ibaret olan bu adamları bağışlamamakla, bir yola hidayet
etmemekle tehdit ediyor. Böyleleri için Allah'ın rahmetinden yana
bir beklenti söz konusu olmaz. Çünkü iman üzere süreklilik ve sebat
göstermemişlerdir, istikrarsızlık örneği sergilemişlerdir. Allah-
'ın emrini bir oyuncak hâline getirmişlerdir.
Durumu bundan ibaret olan bir kimse, doğal olarak kabul görecek
ciddi bir iman üzere kalıcılık göstermez. Eğer onlar ciddi bir
inanca sahip olsalardı, kuşkusuz ilâhî bağışlamanın ve hidayetin
kapsamına girerlerdi. Çünkü Allah'a iman etmek suretiyle tövbe
etmek bir gerçektir ve yüce Allah kullarına verdiği söz gereğince,
bunu geri çevirmez. Bu hususta, "Allah'ın kabulünü üzerine aldıgı
tövbe..." (Nisâ, 17) ayetini tefsirimizin dördüncü cildinin kapsamı içinde
yorumlarken gerekli açıklamalarda bulunduk.
Dolayısıyla ayet, durumu bundan ibaret olan insanların doğa
yasasının ve geleneğin öngördüğü [ilâhî rahmet ve bağışlanma gibi]
haklardan yoksun olmalarına hükmetmektedir. Ama bu, istisnaya
kapalı olmayan bir genel hükümdür. Ender rastlanan bir durum
bile olsa, bun-lardan birinin iman etmesi ve iman üzere kalıcı
olması, sebat göstermesi mümkündür.
Nitekim böyle bir sonucu, Kur'ân-ı Kerim'in şu ayetinden de
algılayabiliriz: "Imanlarından, Resulün hak olduguna şahit
olduktan ve kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra küfre
sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zulmeden bir
kavmi hidayete erdirmez... Ancak bundan sonra tövbe edenler ve
salih olarak davrananlar başka. Çünkü Allah, gerçekten
bagışlayandır, merhametlidir. Dogrusu, imanlarından sonra inkâr
edip, sonra inkârlarını arttıranların tövbeleri kesinlikle kabul
edilmez. Işte onlar, sapıkların ta kendileridir." (Âl-i Imrân, 86-90)
Görüldüğü gibi ayetler, inandıktan sonra inkâr edenlerin bir
kısmına ilişkin bir istisnaya yer veriyor, bağışlama ve yol göstermenin
olumsuzlaşmasına karşılık olumlanabileceğine dair bir kapı
açık bırakıyor. Buna karşılık imandan sonra küfrünü arttıran kimselerin
tövbelerinin kabul edilmeyeceğini vurguluyor. Ayetlerin girişi,
iman ettikten, Peygamberin hak olduğuna tanıklık edip apaçık
ayetleri gözleriyle gördükten sonra inkâr edenlerle ilgilidir. Böyle
bir inkâr da bilinç ve inat üzere düşmanlıktan kaynaklanan
irtidattır. Bu durumu arttırmak, ancak inat ve serkeşliğin kalple-
rinde yerleşiklik kazanması, tuğyan [azgınlık, haddi aşmak] ve büyüklenme
duygusunun nefislerinde kökleşmesi ile söz konusu olabilir.
Ki durumu bundan ibaret olan bir kişinin dönüp tövbe etmesi
olacak iş değildir.
Ayeti, daha önce de söylediğimiz gibi tek başına ele alırsak,
akışından çıkaracağımız sonuç budur. Ancak ayetler grubu, aynı
akış bütünlüğüne sahip olup birbirleriyle bağlantılı olduklarına ilişkin
bir işaret veya kanıttan da yoksun değildirler. Bu değerlendirmeye
göre, "İman edip sonra inkâr eden..." ayeti, "Kim Allah'ı...
inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklıga düşmüştür." ayetinin
gerekçeli açıklaması konumundadır. Bu bakımdan iki ayetin objektif
karşılığı aynı olur. Ya-ni; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini
ve ahiret gününü inkâr eden kimse, inanan, sonra inkâr eden,
sonra inanan, ardından tekrar inkâr eden, sonra küfrünü arttıran
kimsedir. O aynı zamanda, bir sonraki ayetten başlayıp ayetler
grubunun sonuna kadar durumları gözler önüne serilen münafıklardandır
da: "Münafıklara, kendileri için acı bir azap oldugunu
müjdele!..."
Bu durumda, "Iman edip sonra inkâr eden..." diye başlayan ifadenin
anlamı, "Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine... inanın."
ayetine ilişkin olarak sunduğumuz yorumlar açısından farklılık arz
eder.
"Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine... inanın." ayeti, "Allah'a
ve Elçisine zahiren inandığınız gibi batınen de inanın." şeklinde yorumlanırsa,
bu durumda iman etme, ardından inkâr etme, sonra
iman etme ve ardından tekrar inkâr etmeden maksat, münafıkların
bazen müminlerle ve bazen de kâfirlerle karşılaştıklarında sürekli
sergilemek durumunda kaldıkları farklı tutumlardır.
Eğer ayeti "Benimsediğiniz iman niteliği üzere kalıcılık gösterin."
şeklinde açıklasak, bu durumda iman, ardından küfür... vs.
durumundan maksat, bildiğimiz irtidattan sonra bir kez daha
irtidat etmek olur.
Eğer maksadın Ehlikitab'ın Allah'a ve Resulü'ne inanmaya
çağrılması olduğunu kabul edersek, bu durumda da, iman sonrası
küfür vs. ile önce Musa'ya iman etme, sonra buzağıya tapınarak
onu inkâr etme, sonra Uzeyir'e veya Isa'ya inanma, ardından inkâr
etme ve Hz. Mu-hammed'i (s.a.a) ve Rabbinin katından getirdiği
dini inkâr etmekle küfrü artırma durumu kastedilmiş olur ki, bazıları
bu yönde bir açıklama getirmişlerdir.
Şayet, bizim de tercihimiz olan, icmalî imanınızı ayrıntılarda
işaret edilen gerçekleri de kapsayacak şekilde genelleştirin, yorumunu
esas alırsak, bu durumda, "İman edip sonra inkâr eden..."
ayeti, daha sonra işaret edilen münafıkların durumuyla örtüşen bir
gerekçeli açıklama niteliğinde olur. Ki münafıkların nitelikleri şu
şekilde açıklanmıştır: "Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost
edinirler." Çünkü müminlerin topluluğundan ayrılarak kâfirlerle ilişki
kuran ve onlarla bütünleşen kimse onların toplantılarına katılmaktan,
onlarla kaynaşmaktan, konuşmalarına katılıp fikir beyan
etmekten, yüce Allah'ın razı olmadığı bazı sözlerini onaylamaktan,
dini ve dindarları rencide edici, alay edici, küçümseyici
değerlendirmelerinin bir kısmını tasdik etmekten kendini alamaz.
Dolayısıyla böyle bir insan, müminlerle karşılaşıp dinin herhangi
bir şiarının yerine getirilmesi hususunda onlara iştirak ettiğinde,
buna inanır. Kâfirlerle karşılaştığında ve onların herzelerinin
bir kısmını onayladığında inkâr etmiş olur. Böylece bazen inanır,
bazen de inkâr eder. Nihayet bu durum onda kalıcı bir karaktere
dönüşür. Ki bu da küfürde artış demektir. Yine de Allah doğrusunu
herkesten daha iyi bilir.
Durumunda sürekli değişiklik olan, bir türlü istikrara kavuşmayan
insan için tövbenin söz konusu olmamasının nedeni, yaptığına
pişman olsa bile, bu pişmanlık hâli üzere sabit kalamayacak
olmasıdır. Ancak tövbe eder ve tövbesinde sabit kalacak olursa,
durumların değişmesiyle bu hâli sarsılmazsa, hâva ve heves kasırgaları
şehevî duygularını harekete geçirmezse, elbette ki tövbesi
kabul olur. Bu nedenledir ki yüce Allah, bu tür münafıkların kabul
gören tövbelerini çeşitli koşullara bağlamıştır ki, değişim ve dönüşüme
uğramasın. Örneğin, aşağıdaki istisna cümlesinde şöyle buyurmuştur:
"Ancak tövbe edenler, (hâllerini) ıslah edenler, Allah'a
sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka."
"Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Onlar,
inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler..." Bu ifade, münafıklara
yönelik bir tehdittir. Burada onlar, müminleri bırakıp da kâfirleri
dost edinenler olarak nitelendiriliyorlar. Bu niteleme, kalpleri inanmayan;
ancak mümin gibi görünen münafıkları kapsadığı, onlarla
en fazla örtüştüğü gibi, aynı zamanda, ta Resulullah (s.a.a)
döneminden beri mümin olup da kâfirleri dost tutan, müminler
topluluğundan kopan, gizlice kâfirlerle iletişim kuran ve onlardan
sırdaşlar edinen bir grubu da kapsamaktadır.
Bu değerlendirme, söz konusu münafıklarla, müminleri bırakıp
kâfirleri dost edinen bir grup müminin kastedilmiş olması ihtimalini
az da olsa güçlendirmektedir. Hemen devamındaki ayetin zahiri
de bunu destekler niteliktedir: "O, kitapta size şöyle indirmiştir
ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildigini... işittiginizde... kâfirlerle
bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Çünkü bu
açıklama, münafıklara yönelik bir tehdittir, ancak hitap müminleredir.
Bunu, yüce Allah'ın onların nifak içindeki durumlarını tasvir
ederken kullandığı şu ifade de desteklemektedir: "Allah'ı da pek
az anarlar." Böylece az da olsa Allah'ı andıkları vurgulanıyor. Bu
ise, kalpleri kesinlikle inanmamış münafıkların durumuyla örtüşmekten
uzak bir nitelemedir.
"Onların yanında mı izzet arıyorlar? Doğrusu izzet bütün olarak Allah'ındır." Mevcut veriyi inkâra dönük bir sorudur bu. Ardından inkârın
içerdiği cevap ifade ediliyor. Çünkü şeref ve üstünlük egemenliğin,
mülk sahibi oluşun bir ayrıntısıdır. Mülk ve egemenlikse,
sadece Allah'ındır: "De ki: Allah'ım, (ey) mülkün (egemenligin)
sahibi, diledigine mülkü (egemenligi) verirsin, dilediginden mülkü
(egemenligi) çekip-alırsın; diledigini aziz kılar, diledigini alçaltırsın."
(Âl-i Imrân, 26)
"Kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini
yahut alaya alındığını işittiğinizde... kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa
siz de onlar gibi olursunuz..." Bununla En'âm suresindeki şu ifadeler
kastediliyor: "Ayetlerimiz hakkında alaylı konuşmaya dalanları
gördügünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz
çevir. Eger şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o
zalimler toplulugu ile oturma." (En'âm, 68) Bilindiği gibi En'âm suresi
Mekke döneminde, Nisâ suresi de Medine döneminde inmiştir.
Tefsirini sunduğumuz ayetin, En'âm suresindeki ayete işaret
ediyor olmasından şu sonucu algılıyoruz: Kur'ân'da bazen hitap
özel olarak Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltilir; ama onunla
ümmetin geneli kastedilir.
"yoksa siz de onlar gibi olursunuz." ifadesi, öncesindeki yasağın,
yani onlarla oturmayı yasaklayan ifadenin gerekçesi konumundadır.
Şöyle ki biz size bunu yasakladığımız için onlarla oturmamalısınız.
Çünkü siz -buna rağmen- onlarla oturursanız, onlar
gibi olursunuz.
"Dogrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde
toplayacaktır." ifadesi ise, işin sonucu yani, cehennemde
toplanma açısından bir benzerliğin olduğunu vurgulamaya yöneliktir.
"Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer size Allah'tan bir zafer (nasip)
olursa..." Ayette geçen "yeterebbesûne" kelimesinin mastarı olan,
"tarabbus" kelimesi "beklemek, gözetlemek" demektir.
"Nestehviz" kelimesinin mastarı olan "istihvaz" ise, üstünlük sağlayıp
musallat olma anlamını ifade eder.
Bu da münafıklara ait bir diğer niteliktir. Çünkü onlar hem
müminlerle, hem de kâfirlerle bağlarını korumaya, ilişkilerini sürdürmeye
özen gösteriyorlardı. Iki grubu kolluyorlardı, hangisinin
durumu iyiyse ondan yararlanıyorlardı. Eğer müminlere fetih nasip
olmuşsa, "Biz sizinle beraberdik. Elde ettiğiniz ganimet gibi şeylerde
bizim de payımız vardır." derlerdi. Şayet kâfirlere bir pay çı-
karsa, "Size üstünlük sağlamadık mı, sizi müminlere karşı savunmadık
mı?" derlerdi. Yani sizi, onların inandıkları şeylere inanmaktan
alıkoyduk; onlarla birleşmenize engel olduk. Şu hâlde, sizin elde
ettiğiniz kazançta bizim de payımız vardır. Ya da bizim sizin üzerinizde
minnet hakkımız var. Çünkü bu şeylerin elde edilmesini
biz sağladık.
Müfessirlerden bazıları şöyle demişlerdir: Yüce Allah bu ayette
müminlere vaat edilenin zafer olduğunu vurgulamak amacıyla, onların
başarılarını "zafer" kavramıyla tanımlamıştır; kâfirlerin elde
ettikleri sonuçların önemsizliğini bildirmek için de, onların mevziî
başarılarını "pay" olarak nitelemiştir. Çünkü yüce Allah, müminlere
fetih bahşedeceğini ve onların velisi olduğunu vaat ettikten sonra,
kâfirlerin elde ettikleri mallar bir değer taşımamaktadır. "Pay"ın
değil de "zafer"in Allah'a nispet edilişi de bu yüzden olsa gerektir.
"Artık Allah, kıyamet günü aranızda hükmedecek ve müminlere
karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir." Bütün münafıkları
ve kâfirleri de kapsamakla beraber, hitap bütün müminlere
yöneliktir. "Müminlere karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir."
ifadesi ise, ahirette hükmün kâfirlerin aleyhine ve
müminlerin lehine olacağını belirtmektedir. Bunun aksi hiçbir zaman
olmayacaktır. Aslında bu açıklama münafıklar açısından ümit
kırıcı bir karamsarlıktır. Öyleyse münafıklar karamsar olsunlar,
üzülsünler. Çünkü sonunda müminler kâfirlerden üstün olacaklardır,
onlara galip geleceklerdir.
Yol vermeme şeklindeki olumsuzlamanın, hem dünyayı, hem
de ahireti kapsıyor olması da mümkündür. Buna göre müminler,
imanlarının gereklerini yerine getirdikleri sürece, Allah'ın izniyle
daima galip gelirler. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Sakın gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın. Eger mümin iseniz,
üstün olan sizsiniz." (Âl-i Imrân, 139)
"Münafıklar Allah'ı aldatmağa çalışırlar. Oysa O, onları aldatmaktadır."
Ayetin orijinalinde geçen "yuhadiûne" fiilinin mastarı
"muhadaa" kelimesi, "Hûd'a" kökünden aldatma eyleminde çok-
luğu veya şiddeti ifade eder. [Yani "yuhadiûne" fiili ile "yehdeûne"
fiilinin sadece çokluk ve şiddet hususunda birbiriyle farkı vardır.]
Çünkü kelime yapısında harf artışı, anlam artışına delâlet eder
[aynı anlamı ifade eden ancak birinin harfi diğerinden fazla olan
kelimelerde bu kural geçerlidir].
"Oysa O, onları aldatmaktadır..." ifadesi, cümle içinde gramer
açısından "hâl" fonksiyonunu görür. Yani, Allah onları aldattığı
hâlde, onlar Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Dolayısıyla ifadenin anlamını
şu şekilde yorumlamak gerekir: Bunlar görünürde iman olarak
beliren nifak menşeli amelleriyle, müminlerin toplantılarına
katılmaları, onlarla birlikte görünmeleri gibi davranışlarıyla Allah'ı,
diğer bir ifadeyle Peygamberi (s.a.a) ve müminleri aldatmak
istiyorlar. Iman görünümlü ve gerçeklikten yoksun amelleriyle onlardan
çıkar sağlamaya çalışıyorlar. Oysa, onları bu tür amellerle
baş başa bırakanın, onları bu gibi davranışlardan alıkoymayanın
yüce Allah olduğunu kavrayamıyorlar. Bu, Allah'ın onları aldatması,
kötü niyetlerinden ve çirkin amellerinden dolayı onları cezalandırmasıdır.
Dolayısıyla onların Allah'ı aldatmaya çalışmaları, bizzat
Allah'ın onları aldatmasıdır.
"Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara
gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar." Münafıklara ilişkin niteliklerden
bir başkası da, namaza kalktıkları zaman üşenerek ve
insanlara gösteriş yapmak için kalkmalarıdır. Namaz, içinde Allah-
'ın anıldığı en üstün ibadetlerden biridir. Eğer onların kalpleri Rablerine
bağlı olsaydı, O'na inansaydı, Allah'a ve O'nu zikretmeye yönelirken
tembellikleri, üşengeçlikleri, ağırdan almaları tutmazdı.
Amellerini insanlara gösteriş yapmak için yerine getirmezlerdi.
Sonuçta da kalp bağlılığının ve gönül meşguliyetinin, ilgililiğinin bir
göstergesi olarak Allah'ı çokça anarlardı.
"Arada (imanla küfrün arasında) yalpalatılıp dururlar. Ne bunlara
(müminlere bağlanırlar), ne de onlara (kâfirlere)..." Mecma-ul Beyan
adlı tefsirde deniliyor ki: "Araplar derler ki: 'Zebzebtuhu fezebzebe'
Yani, sallayıp hareket ettirdim, o da salınıp hareket etti.
Şu hâlde, fiil, havada asılı duran bir şeyi sallamak anlamını ifade
eder." Mecma-ul Beyan'dan aldığımız alıntı burada son buldu.
Buna göre, "muzebzeb", bir şeyin iki taraftan birine bağlanmaksızın
aralarında gidip gelmesi, yalpalayıp sallanması demektir.
Işte bu, münafıkların özelliğidir. Bunların arasında, yani iman
ve küfür arasında yalpalayıp dururlar. Ne gerçek bir mümin gibi
sadece müminlere bağlanırlar, ne de gerçek bir kâfir gibi sadece
kâfirlere."
"Allah'ın şaşırttıgı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın."
Bu ifade, bundan önce, arada yalpalayıp duran münafıklara ilişkin
değerlendirmenin açıklaması ve gerekçesi niteliğindedir. Buna göre,
onların taraflardan birine tam olarak bağlanmaksızın arada
bocalayıp durmalarının sebebi, yüce Allah'ın onları şaşırtması, yoldan
uzaklaştırmasıdır. Onların dönüp izleyecekleri bir yol yoktur.
Aynı gerekçeyledir ki, onlar hakkında
"mütezebzibîn=yalpalayaıp duranlar" ifadesi yerine
"müzebzebîn=yalpalayıp durmaya maruz bırakılanlar" ifadesi kullanılmıştır.
Demek isteniyor ki: Onlar bu tür bir sallanmaya, ilâhî
kahır sonucu maruz kalmışlardır. Bu hareketleri tatmin edici
değişmez bir hedefe yönelik değildir.
"Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin... Artık
onlara asla bir yardımcı bulamazsın." Ayette geçen "sultan" kelimesi,
kanıt ve belge demektir. "ed-Derek" -bazen de "ed-derk" olarak
okunur- kelimesi ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî şunları söyler:
"Derek" kelimesi, "derec" kelimesiyle aynı anlamı ifade eder. Fakat,
"derec"de yukarı doğru yükseliş esas alınırken, "derek"de aşağıya
doğru alçalış esas alınır. "Cennet dereceleri" ve "Cehennem
derekeleri" ifadelerinde, kelimelerin bu özellikleri esas alınmıştır.
Aynı şekilde cehenneme yuvarlanışın tasviri açısından "haviye" niteliği
kullanılmıştır. [Haviye de "hüviyy" kökünden düşüşü ifade
eder.] Ra-gıp'tan aldığımız alıntı burada son erdi.
Görüldüğü gibi ayet, müminlerin kâfirleri dost tutup müminle-
rin dostluğunu terk etmelerini yasaklıyor. Ikinci ayet ise, münafıklara
yönelik sert bir tehdit içermek suretiyle bu yasağı gerekçelendiriyor.
Bunun nedeni, yüce Allah'ın bu davranışı nifak olarak değerlendirmesidir.
Müminleri bu yüzden böyle bit tutumdan sakındırıyor.
Ayetlerin akışı bize gösteriyor ki, "Ey inananlar! Müminleri bırakıp
da kâfirleri dost edinmeyin." ifadesi, önceki açıklamalardan
çıkan bir sonuç ya da onlara ilişkin bir ayrıntı konumundadır. Ayetin
bu kanıtsallığı, bir bakıma açık bir dille şunun söylenmiş olması
hükmüne geçer: Önceki ayetlerde, müminler içinde hasta kalpli
ve zayıf imanlı kimselerin durumu gözler önüne serildi. Ve onlarla
ilgili olarak münafıklar nitelemesi kullanıldı. En azından münafıklar
nitelemesinin kapsamına onların da girdiği vurgulandı. Ardından,
bu yasak alana yaklaşmamaları ve Allah'ın öfkesine maruz
kalmamaları hususunda müminlere öğüt verildi. Ta ki onlar, kendi
aleyhlerine olmak üzere Allah'a açık bir kanıt vermiş olmasınlar.
Aksi takdirde O, onları dünya hayatında şaşırtır, aldatır ve iki taraf
arasında sallandırır. Sonra durumu bundan ibaret olanların tümü
ile kâfirleri cehennemde bir araya getirir. Ardından onları ateşin en
alt tabakasına yerleştirir. Onlarla, yardım edecek ve şefaat edecek
herkesin arasını ayırır.
Yukarıda üzerinde durduğumuz bu iki ayetten sırasıyla şu hususlar
anlaşılıyor:
Birincisi: Saptırma, aldatma ve bunlar gibi ilâhî gazapların tümü,
her şeyden önce kulların amellerinden kaynaklanan apaçık
bir kanıttan dolayı belirginleşir. Bu, mukabelede bulunma ve amelin
karşılığını verme ilkesine dayalı olarak gerçekleşen bir yüz üstü,
yardımsız bırakma durumundan başka bir şey değildir. Haşa,
yüce Allah, onlar tarafından gerektirici bir amel olmaksızın insanlara
kötülükle muamele etmekten, onları bedbaht kılmaktan münezzehtir,
yücedir. Bu bakımdan, "Allah'a, aleyhinizde apaçık bir
delil mi vermek istiyorsunuz?" ifadesi, "Onunla sadece fasıkları
saptırır." (Bakara, 26) ifadesiyle aynı anlamı vurgulamaya yöneliktir.
İkincisi: Cehennemde cehennemlikler için mertebeler vardır.
Bun-lar alçaklık düzeyleri itibariyle farklılık arz ederler. Doğal olarak
mertebe alçaldıkça azabın şiddeti de artar. Yüce Allah bunlara
"dereke" adını verir.
"Ancak tövbe edenler, (hâllerini) ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar
ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka." Bu ifade, "Şüphe yok
ki münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar..." cümlesinde, münafıklara
yönelik olarak yer verilen azap tehdidinden bir istisnadır.
Bunun kaçınılmaz sonucu da onların münafıklar topluluğundan ayrılıp
müminler safına katılmalarıdır. Bu yüzden istisnanın devamında
onların müminlerle beraber olduğundan söz edilmiş, bütün
müminlerin sevaba nail olacakları belirtilmiştir: "İşte onlar (gerçek)
müminlerle beraberdirler. Allah da yakında müminlere büyük
bir mükâfat verecektir."
Bu arada yüce Allah, münafıklardan istisna ettiği bu kimseler
hakkında birkaç ağır nitelik zikretmektedir. Nifakın kökleri ancak
bu niteliklerle kazınabilir çünkü. Başta tövbeden söz ediliyor, Allah-
'a dönmekten yani. Ama uslanmadıkça, nefiste ve amelde bozulan
unsurlar ıslah olmadıkça, kişilik ve davranışları düzelmedikçe,
tek başına dönmek ve tövbe etmek yetmez. Allah'a sımsıkı sarılıp
yapışmadıkça, yani Kitabına ve Peygamberinin (s.a.a) sünnetine
tâbi olmadıkça, ıslah olmak da kâr etmez. Çünkü Allah'a gitmek
için O'nun belirlediğinden başka yol yoktur. O'nun belirlediğinin dışındaki
yollar şeytana aittir.
Ancak, dini sırf Allah'a özgü kılmadıkça, Allah'a sarılmak da -ki
Allah'a sarılmak dinin kapsamı içindedir- fayda vermez. Çünkü
şirk, zulümdür; affedilmez, bağışlanmaz. Bunlar tövbe edip Allah'a
dönerlerse, bütün bozukluklarını ıslah ederlerse, Allah'a sarılırlarsa
ve dinlerini sırf Allah'a özgü kılarlarsa, bu durumda mümin olurlar;
imanları şirk lekesinden arınır, nifaktan yana güvencede olup
doğru yolu bulurlar. Yüce Allah, bir ayette şöyle buyurmuştur: "Işte
güven onlarındır ve dogru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82)
imanlarında samimi salt müminlerdir. Yüce Allah onları tövbe edenler,
hâllerini ıslah edip düzeltenler, sımsıkı Allah'a sarılanlar ve
dinlerini Allah'a özgü kılanlar olarak tanımlamıştır. Bu nitelikler,
yüce Allah'ın kitabında, onlarla ilgili olarak sıraladığı tüm ayrıntıları
da kapsayacak mahiyettedir. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz:
"Gerçekten müminler kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki,
namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız
şeylerden yüz çevirirler..." (Mü'minûn, 1-3) "Rahmanın kulları öyle
kimselerdir ki, yeryüzünde mütevazi olarak yürürler ve cahiller
kendilerine laf attıgında 'Selâm' derler. Gecelerini Rablerine
secde ederek ve kıyama durarak geçirirler..." (Furkan, 63-64)
"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık
hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdigin hükmü içlerinde
hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe
inanmış olmazlar." (Nisâ, 65)
Kur'ân'da mümin niteliği, aksini gösteren bir karineyle kayıtlı
olmaksızın mutlak olarak kullanıldığında yukarıdaki tabloda tasvir
edilen anlamı ifade eder.
buyurmuş; buna karşın, "Onlar müminlerdendir." buyurmamıştır.
Bunun nedeni şudur: Onlar ilk başta bu nitelikleri gerçekleştirmek
suretiyle müminlere katılmayı hakkediyorlar, ama bu nitelikler onlar
üzerinde kalıcı birer vasfa dönüşmedikçe onlardan olamazlar.
Ne demek istediğini artık varın siz anlayın!
"Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niçin azap etsin?" Ayetin
zahiri gösteriyor ki, hitap müminlere yöneliktir. Çünkü ayetlerin akışı,
onlara yönelik hitap üzere sürüyor. Onlara bu şekilde hitap ediliyor
ve büsbütün imandan soyutlanmışlar gibi iman nitelikleri
görmezlikten geliniyor. Çünkü, bu tarz hitapların özelliği budur.
Bu, yüce Allah'ın onlara azap etmeye ihtiyacının olmadığından
kinayedir. Demek isteniyor ki: Onlar, şükretmeyi ve inanmayı terk
etmek suretiyle azabı hakketmezlerse, yüce Allah onlara azabı ge-
rekli kılacak değildir. Çünkü onlar azabı gerektirici davranışları
tercih etseler bile, Allah'ın bu azaptan bir yararı söz konusu olmaz.
Onların varlığı Allah'a zarar vermez ki, azap yoluyla onları bertaraf
etme, kendisinden defetme yönüne gitsin. Buna göre şöyle bir anlam
çıkıyor karşımıza: "Siz, gereken hakkını vermek suretiyle Allah'ın
bahşettiği nimetlere karşı şükrettiğiniz ve ona iman ettiğiniz
sürece, size azabı gerektiren bir durum olmaz. Allah, şükrün karşılığını
verendir; kendisine şükredenler ve inananlara karşılığını verir
ve (her şeyi) bilendir; onları başkalarıyla karıştırıp yanlışlık yapmaz."
Bu ayet gösteriyor ki, azaba duçar olanların çarpıldıkları azap
onların kendilerinden kaynaklanıyor, Allah'tan değil. Yine azabı gerektirici
sapıklık, şirk ve günah gibi olgular için de aynı durum geçerlidir.
Eğer bunlar, Allah'tan olsalardı, bunların gereği olarak
gündeme gelen azap da O'ndan olurdu. Çünkü müsebbep, sebebin
dayandığı kaynağa dayanır.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Zürare, Hamran ve Muhammed b. Müslim
Imam Bâkır (a.s) ve Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Iman edip sonra
inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârları
artmış olan kimseleri..." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduklarını
rivayet ederler: "Bu ayet, Osman'ın Mısır'a gönderdiği
Abdullah b. Ebi Sarh hakkında inmiştir. Sonra bu adamın orada
küfrü artmış, sonunda iman namına bir şeyi kalmamıştı." [c.1,
s.280, h:287]
Yine aynı eserde, Ebu Basir'den şöyle rivayet edilir: Imam Sadık'ın
(a.s) şöyle dediğini işittim: "Iman edip sonra inkâr eden...
ayeti, şarap içmenin haram olduğunu söyleyip sonra şarap içen,
zinanın haram olduğunu söyleyip ardından zina eden, zekât vermenin
farz olduğunu söyleyip de vermeyen kimseler hakkında inmiştir."
[c.1, s.280, h:289]
Ben derim ki: Bu rivayette, ayetin küfrün tüm mertebelerine
genelleştirilmesi esas alınmıştır. Küfrün bir mertebesi de farzları
terk etmek ve haramları işlemektir. Bu, aynı zamanda önceki açıklamaları
da destekler mahiyettedir.
Aynı eserde, Muhammed b. Fudayl aracılığıyla Imam Rıza'dan
(a.s), "O, kitapta size şöyle indirmişti ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr
edildigini... işittiginizde... kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz
de onlar gibi olursunuz." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir:
"Bir adamın hakkı inkâr ettiğini, hakkı yalanladığını, hak ehline dil
uzattığını duyduğun zaman, hemen yanından kalk, onunla birlikte
oturma." [c.1, s.280, h:290]
Bu anlamı destekleyen birçok rivayet vardır.
Uyûn-i Ahbar-ir Rıza (a.s) adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle
Ebu Salt Harevi aracılığıyla Imam Rıza'dan (a.s), "Allah...
müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir." ayetiyle ilgili
olarak şöyle rivayet eder: "Yani, yüce Allah müminlere karşı kâfirlere
bir kanıt, bir hüccet vermeyecektir. [Dolayısıyla ayetteki
"yol"dan maksat, kanıt ve delildir.] Yüce Allah, kâfirlerin kendilerine
gönderilen elçileri haksız yere öldürdüklerini haber vermiştir.
Onların peygamberlerini haksız yere öldürmelerine rağmen, yüce
Allah, onlara peygamberlere karşı kullanabilecekleri bir hüccet
vermemiştir." [c.2, s.204]
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Cerir Hz. Ali'den (a.s), "ve
müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir." ayetiyle ilgili
olarak şöyle rivayet eder: "Yani, [müminlere karşı kâfirlere]
ahirette [yol vermeyecektir]."
Ben derim ki: Daha önce, ifadenin zahirinin ahirete işaret ettiğini
belirtmiştik. Fakat cümleyi öncesinden ve sonrasından bağımsız
olarak ele alırsak, dünya hayatındaki kanıtı da kapsayacak
şekilde genellik kazanır.
Uyûn-u Ahbar-ir Rıza adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle
Hasan b. Faddal'dan şöyle rivayet eder: Imam Ali b. Musa Rıza'dan
(a.s) "Münafıklar Allah'ı aldatmaga çalışırlar. Oysa O, onları aldat-
maktadır." ayetini sordum. Imam şöyle buyurdu: "Yüce Allah aldatma
eylemine baş vuracak değil. Ancak kendisini aldatmak isteyen
bu münafıkları, aldatma yönündeki girişimlerine karşılık
cezalandıracaktır."
Tefsir-ul Ayyâşî'de Mes'ade b. Ziyad'dan, o da Cafer b. Muhammed'den,
o da babasından şöyle rivayet eder: Resulullah'a (s.a.a),
"Yarınki (ahiretteki) azaptan kurtulmak için ne yapmak gerekir?"
diye soruldu. Buyurdu ki: "Kurtuluş, Allah'ı aldatmamanızdır. Aksi
takdirde O, sizi aldatır. Çünkü bir kimse Allah'ı aldatırsa, Allah onu
aldatır; iman niteliğini üzerinden çekip çıkarır. Böyle biri gerçekte,
eğer farkına varırsa, kendisini aldatmış olduğunu görür."
Birisi dedi ki: "Allah nasıl aldatılır?" Buyurdu ki: "Adam Allah'ın
emrettiklerini yapar, fakat onunla başka birini amaçlar. Allah'tan
korkun, riyadan da kaçının. Çünkü riya, Allah'a ortak koşmaktır.
Riyakâr insan, kıyamet günü dört isimle çağrılır: Ey kâfir! Ey günahkâr!
Ey hain! Ey hüsrana uğramış! Boşa gitti amellerin, yok oldu
ecrin. Bugün sana bir pay yok. Git ecrini, kimin için amel ettiysen
ondan iste." [c.1, s.283, h.295]
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu'l Muaza
Hassaf'tan merfu olarak şöyle rivayet eder: Emir-ül Müminin Ali
(a.s) buyurdu ki: "Kim Allah'ı gizlice anarsa, O'nu çok anmış olur.
Münafıklarsa, Allah'ı açıktan anarlar ve gizlice anmazlardı. Bu
yüzden yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: Insanlara
gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.501,
h.2]
Bu rivayette Allah'ı az zikretmeye, anmaya ilişkin son derece
latif, incelikli bir diğer anlam sunuluyor.
ed-Dürr-ül Mensûr'da, Ibn-i Münzir Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet
eder: "Takva ile beraber işlenen bir amel az olmaz. Kabul gören bir
amel az olur mu hiç?"
Ben derim ki: Bu da incelikli ve latif bir anlamdır. Özü itibariyle,
önceki rivayetin içeriğine dönüktür.
Aynı eserde Müslim, Ebu Davut ve Beyhaki -kendi Süneninde-
Enes'ten ["Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar..."
ayeti hakkında] şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:
"İşte bu, münafıkların namazıdır. Münafık yerinde oturur ve güneşi
gözetler. Güneş şeytanın boynuzları arasına gelince, yerinden kalkar
ve dört kere yeri gagalar gibi başını yere değdirir. O sırada da
Allah'ı çok az zikreder."
Ben derim ki: Bu hadiste, Allah'ı az zikretmenin ifade ettiği bir
diğer anlama işaret ediliyor. Çünkü namaz kılan bu gibi kişilerin
zikri sadece namaza kalkarak Allah'a yönelmekten ibarettir. Oysa
huzur-i kalp, gönül rahatlığı, tam bir sükûnet ve güvenceyle namaz
kılarak Allah'ı anmaya dalmaları mümkündür.
Hadiste geçen, güneşin şeytanın boynuzları arasına gelmesi
ifadesi ile, batı ufkuna doğru batmaya yüz tutuşu kastedilmiştir.
Bu ifadede gece ve gündüz, Âdem oğlunu dürtükleyen ya da gece
gündüzde kendini ona gösteren şeytanın iki boynuzuymuş gibi
tasvir ediliyor.
Aynı eserde, Abd b. Hamid, Buharî kendi Tarihinde, Müslim,
Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir, Ibn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler:
Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Münafık iki sürü arasında şaşırıp
kalan (tek gözü kör) bir koyuna benzer. Bazen ona, bazen buna
uyar; hangisini izleyeceğini bilmez."
Aynı eserde, Abdurrezzak, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebu Hatem ve Ibni
Mürdeveyh, Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Kur'ân'ın her
neresinde 'sultan' kelimesi geçiyorsa, hüccet, kanıt anlamını ifade
eder."
Yine aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Mervezi -Zevaid-uz Zuhd adlı
eserde- ve Ebu Şeyh b. Hibban, Mekhul'dan şöyle rivayet ederler:
Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu haber aldım: "Allah'ın kulu
kırk gün dini Allah'a özgü kılmış ihlâslı biri olarak uyanırsa, kalbinden
diline doğru hikmet pınarları fışkırır."
Ben derim ki: Bu hadis meşhurdur. Aynı lafızlarla veya aynı anlamı
ifade eden başka lâfızlarla birçok rivayet kanalından aktarıl-
Aynı eserde belirtildiğine göre Hakim, Tirmizi -Nevadir-ul Usul
adlı eserde- Zeyd. b. Erkam kanalıyla Resulullah'ın (s.a.a) şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Kim içtenlikle, ihlâslı olarak 'la ilâhe
illallah' (Allah'tan başka ilâh yoktur) derse, cennete girer." Orada
bulunanlar dediler ki: "Ya Resulullah, bunda ihlâsın belirtisi nedir?"
Buyurdu ki: "Bu sözün, söyleyen kişiyi haramlardan kaçındırmasıdır."
Ben derim ki: Aynı anlamı içeren (müstefiz haddinde) birçok
rivayet vardır. Gerek Ehlisünnet, gerekse Şiî kaynaklarda
Resulullah'tan (s.a.a) ve Ehlibeyt Imamlarından (a.s) rivayet edilmiştir.
Inşallah yeri gelince, naklolan bu rivayetlerin geneli üzerinde
duracağız.
Bu ayetlerin iniş sebepleri bağlamında, birbirinden farklı değişik
rivayetler aktarılmıştır. Daha çok uyarlama ve somut bir olguyla
örtüştürme türünden rivayetler oldukları için, -gerçi doğrusunu
Allah herkesten daha iyi bilir- burada yer vermeyi uygun görmedik.
148- Allah kötü sözün söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa
uğrayan başka. Allah işitendir, bilendir.
149- Bir iyiliği açığa vurur veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü
(açığa vurmayarak) affederseniz, (bilin ki) Allah da affedicidir, (her
şeye) güç yetirendir.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
"Allah kötü sözün söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan
başka." Ragıp el-Isfahanî el-Müfredat adlı eserinde "el-cehr" maddesi
ile ilgili olarak şunları söyler: "Bir şeyin görme veya işitme organı
açısından aşırı bir şekilde zahir oluşu, açığa çıkışı 'cehere' fiiliyle
ifade edilir. Görme duyusunu baz alırsak; Araplar, 'reeytuhu
ciharen=onu açık bir şekilde gördüm.' derler. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
'Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız.' [Bakara,
55] 'Bize Allah'ı apaçık göster.' [Nisâ, 153]" Ragıp devamla şöyle
der: "Işitme duyusu açısından kelimenin kullanımına da şu ayeti
örnek gösterebiliriz: 'Aranızdan sözü gizleyen de, onu açık söyleyen
de... birdir.' [Ra'd, 10]" Müfredat'tan alınan alıntı burada son
buldu.
Kötü söz, beddua, birine onda olan ve olmayan ayıplar ve kötülüklerle
sövmek gibi insanı inciten, rahatsız eden sözler demektir.
Işte bunların hiçbirinin açıktan söylenmesini, açığa vurulmasını
yüce Allah sevmez. Bilindiği gibi yüce Allah, biz insanların veya bizimle
aynı duyguları paylaşan diğer canlıların sahip oldukları tür- Nisâ Sûresi 148-149 ....................................................... 213
den bir sevgiden ve buğzdan (nefretten) münezzehtir. Ancak emir
ve yasak olguları, bizim açımızdan, doğamız gereği sevgi ve
buğzdan kaynaklandıkları için, isteme ve istememe yani emretme
ve yasaklamadan kinaye olarak sevgi ve buğz ifadeleri kullanılmıştır.
Dolayısıyla, "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez."
ifadesi, haramlığı ve keraheti kapsayacak şekilde teşriî sevmemeden
kinayedir.
"Ancak haksızlıga ugrayan başka." ifadesi, munkatı (kopuk)
istis-nadır. Yani, haksızlığa uğrayan kimsenin, kendisine haksızlık
eden kimse hakkında, haksızlığıyla ilgili olarak kötü sözü açıkça
söylemesinin bir sakıncası yoktur. Bu, haksızlığa uğrayan kişinin
ancak haksızlık edenin zulmünü açıklayıcı, haksızlıkla ilgili kötülüğünü
ortaya çıkarıcı nitelikte kötü söz söyleyebileceğine ilişkin bir
karine konumundadır. Fakat, bunun ötesine geçerek haksızlık eden
kimsede olmayan kötülükleri saymak ya da yaptığı haksızlıkla
ilgisi olmayan başka şeylerden söz etmekle ilgili olarak ayette bunun
caiz olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur.
Tefsir bilginleri, "kötü söz" ifadesi ile, neyin kastedildiği
hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazısına göre, bundan
maksat, bedduadır. Bazısı, haksızlık yapanın zulmünü ve tecavüzünü
zikretmektir, demişlerdir vs. Fakat bunların tümü de ayetin
mutlak ifadesinin kapsamı içindedir. Dolayısıyla genel ifadeyi,
bunlardan birine özgü kılmayı gerektirici bir durum söz konusu
değildir.
"Allah işitendir, bilendir." ifadesi, "Allah kötü sözün açıkça
söylenmesini sevmez." cümlesinden algılanan yasağı pekiştirir
mahiyettedir. Yani, zulme uğramış bir kimsenin dışındakilerin açıkça
kötü söz söylemeleri uygun düşmez. Çünkü Allah işitendir,
sözleri işitir; bilendir, söylenen sözleri bilir.
"Bir iyiliği açığa vurur veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü (açığa
vurmayarak) affederseniz, (bilin ki) Allah da affedicidir, (her şeye) güç
yetirendir." Bu ayet, önceki ayetle bir şekilde bağlantılıdır. Çünkü,
nimetleri bahşeden birinin insana yaptığı nimet bağışına karşılık
teşekkürün bir ifadesi olarak hayır sözünü açıktan söylenmesini,
kötü sözün ve zulmün affederek zalime karşı kötü sözü açıktan
söylenmemesini kapsamaktadır.
İyiyi açığa vurmak, onu görünür şekilde yapmaktır. Hakkeden
birine açıktan infak etmek gibi. Her maruf davranışı da bu kapsama
alabiliriz. Çünkü, bu tür davranışlarda din sözünün yüceltilmesi
ve insanların maruf davranışlara teşviki söz konusudur. Ya da sözlü
olarak açığa vurmaktır. Bir nimeti verene açıktan teşekkür etmek
ve sözlü olarak ondan iyilikle söz etmek gibi. Bu da kadirbilirliğin
ve nimet ehlini teşvik etmenin ifadesidir.
İyiliği gizlemek ise, maruf fiilleri gizlice yapmak demektir. Ki
riyadan iyice uzak ve ihlâsa iyice yakın olsun. Nitekim yüce Allah
bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sadakaları açıktan verirseniz ne
güzel! Eger gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır
ve sizin günahlarınızdan bir kısmını kapatır." (Bakara, 271)
Kötülüğü affetmek, sözlü olarak onun üzerini örtmektir. Bir insanın
kendisine haksızlık edenin haksızlığından söz etmemesi,
onu insanlar arasında rencide etmemesi, açıktan açığa ona kötü
bir söz söylememesi gibi; fiilî olarak da ona, kötü bir karşılıkta bulunmaması,
caiz olmasına karşın ondan öç almamasıdır. Yüce Allah
zalimlerden öç almanın caiz olduğu hususunda şöyle buyurmuştur:
"Size zulmedene siz de zulmettigi kadarıyla karşılık verin.
Allah'tan korkun." (Bakara, 194) "Allah affedicidir, (her şeye) güç yetirendir." ifadesi,
müsebbep yerine konulmuş sebep konumundadır. Bu açıdan ifadenin
takdirî açılımı şöyle olur: Eğer kötülüğü affederseniz, Allah'ın
kemal sıfatlarından biriyle sıfatlanmış olursunuz. -Kötülüğe karşılık
verme gücüne sahip olmakla beraber onu affetmek yani.- Çünkü
yüce Allah, her şeye gücü yeten olduğu hâlde affedicidir. Şu
hâlde bir ceza, ancak bazı koşulları itibariyle ceza olma niteliğini
kazanır. Iyiliği açıktan yapmak veya gizliden yapmak, yani her hâlükârda
iyilik etmek de ulu Allah'ın bir vasfıdır. Ayetin bu hususa i-
lişkin bir işaret barındırıyor olması ihtimal dışı değildir.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle bir değerlendirmeye yer veriliyor:
"Yüce Allah, intikam amacıyla açıkça sövmeyi, kötü söz söylemeyi
sevmez. Ancak haksızlığa uğrayan hariç. Böyle bir kimsenin
dinde öç almanın caiz olduğu bir hususta, kendisine haksızlık
edenden öç almasında bir sakınca yoktur. Bu görüş, Imam Bâkır'-
dan (a.s) rivayet edilmiştir."
Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu'l Carud kanalıyla Imam Cafer Sadık'ın
(a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Kötü sözü açıkça söylemek, bir insanda
olan kötülükleri anlatmaktır." [c.1, s.283, h:297]
Tefsir-ul Kummî'de deniyor ki: "Bu ayetin tefsirine ilişkin bir diğer
hadis şöyledir: Bir adam yanına gelse, sende olmayan birtakım
iyiliklerden söz etse, seni övse, yapmadığın salih amelleri sıralasa,
sakın bunu kabul etme ve onu yalanla. Çünkü o sana zulüm etmiştir."
Tefsir-ul Ayyâşî'de müellif kendi rivayet zinciriyle Fadl b. Ebu
Kurra'dan, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Allah, kötü sözün açıkça
söylenmesini sevmez; ancak haksızlıga ugrayan başka."
ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bir kimse bir topluluğu konuk
etse, ancak onları konuk ederken kötü davransa, o kimse
haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla konukların onun aleyhinde konuşmalarının
bir sakıncası yoktur." [c.1, s.283, h:296]
Ben derim ki: Aynı hadis, Mecma-ul Beyan adlı tefsirde Imam
Sadık'tan (a.s) mürsel olarak [râviler zincirine yer vermeksizin] rivayet
edilmiştir. Ehlisünnet kaynaklarında da Mücahid'den rivayet
edilir. Bu rivayetler, ayetten de algıladığımız gibi, hükmün genelliğine
delâlet ederler.
150- Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda)
Allah ile peygamberleri arasında ayırım yapmak isteyip
"Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz"' diyenler ve bu ikisinin
(iman ile küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler,
151- İşte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Biz de kâfirlere alçaltıcı
bir azap hazırlamışızdır.
152- Allah'a ve peygamberlerine inananlar ve onlardan hiçbiri
arasında ayırım yapmayanlar, işte Allah yakında onlara mükâfatlarını
verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Surenin akışının bu yerinde, bir parantez açılıyor ve Ehlikitab'ın
durumuna göz atılıyor, küfürlerinin gerçek kaynaklarına açıklayıcı
işaretler yöneltiliyor, kimi haksızlıklarına, günahlarına ve bozguncu
sözlerine ilişkin açıklamalara yer veriliyor.
"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler" Bu ifadeyle, Yahudi ve
Hıristiyanlardan oluşan Ehlikitap topluluklar kastediliyor. Çünkü
Yahudiler Hz. Musa'ya (a.s) inanırlar, ama Hz. Isa'nın (a.s) ve Hz.
Muhammed'in (s.a.a) peygamberliğini inkâr ederler. Hıristiyanlar
da Hz. Musa'ya (a.s) ve Hz. Isa'ya (a.s) inanırken, Hz. Muhammed'i
(s.a.a) inkâr ederler. Gerçi onlar, Allah'ı ve elçilerin bazısını inkâr
etmediklerini, sadece bazısını inkâr ettiklerini iddia ediyorlar; ancak
yüce Allah, onların Allah'ı ve bütün elçilerini inkâr ettiklerini
belirtiyor. Bu nedenle, "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler"
şeklindeki mutlak ifadenin maksadının açıklanışına gerek duyulmuştur.
Işte bu nedenle, "ve Allah ile peygamberleri arasında ayırım
yap-mak isteyip, 'Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz'
diyenler" ifadesi, "...inkâr edenler" cümlesine açıklama nitelikli atıfla
atfedilmiştir. Aynı şekilde atfedilen ifadenin bir kısmı da diğer
bir kısmını açıklamaktadır. Onlar Allah'ı ve elçilerini inkâr ediyorlar;
çünkü, "Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz."
diyorlar. Böylece Allah ve elçileri arasında bir ayırım yapmak
istiyorlar, Allah'a ve elçilerinin bir kısmına inanıyor ve bir kısmını
da inkâr ediyorlar. Oysa inkâr ettik-leri de Allah'ın elçisidir. Onu
reddetmek, Allah'ı reddetmek demektir.
Ardından yüce Allah, başka bir açıdan da bu hususa açıklık getiriyor
ve "bu ikisinin arasında bir yol tutmak isteyenler" ifadesine
yer vererek açıklama amaçlı bir atıfla meseleye boyut kazandırıyor.
Şöyle ki, onlar Allah'a ve bütün elçilerine inanmakla, Allah'ı ve
bütün elçilerini inkâr etmek arasında, bazısına inanıp bazısını inkâr
ederek bir orta yol tutmak istiyorlar. Oysa Allah'ın yolu, ancak
O'na ve bütün peygamberlerine inanmaktan geçer. Çünkü elçinin
elçiliği hususunda bir etkinliği, bir yetkisi söz konusu değil. Dolayısıyla
ona inanmak Allah'a inanmaktır, onu inkâr etmekse sırf Allah'ı
inkâr etmek demektir.
Şu hâlde elçilerin bir kısmını inkâr edip bir kısmına ve Allah'a
inanmak, Allah ile elçileri arasında ayırım yapmaktan başka bir
şey değildir. Bunun bir diğer anlamı da elçiye Allah'tan bağımsız
bir etkinlik ve yetki tanımaktır. Dolayısıyla bu şekilde bağımsızlık
tanınan elçiye inanmanın, Allah'a inanmayla bir bağlantısı, onu inkâr
etmenin de Allah'ı inkâr etmeyle bir ilintisi yoktur. Böylece bu
tutumları ara yol değil, bunun dışında bir yoldur. Ona inanmakla
onu inkâr etmenin, Allah'a inanmakla O'nu inkâr etme ile bir bağlantısı
olmadığı varsayılan bir kimse için peygamberlik vasfı nasıl
tasavvur edilebilir?
Dolayısıyla şurası kuşku götürmez bir gerçektir ki: Bu özellikte
olduğu varsayılan birine inanmak ve ona itaat etmek, ulu Allah'a
ortak koşmak demektir. Bu nedenle, yüce Allah'ın onları "elçilerin
bir kısmına inanmak, bir kısmını da inkâr etmek, böylece Allah ile
elçileri arasında bir ayırıma giderek ikisinin arasında bir yol tutmak
istiyorlar." şeklinde tanımladıktan sonra, onların gerçek kâfirler
olduklarını belirttiğini görüyoruz: "Işte onlar gerçekten kâfir olanlardır."
Ardından onlara sert ifadelerle bir tehdit yöneltiyor: "Biz
de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır."
"Allah'a ve peygamberlerine inananlar ve onlardan hiçbiri arasında
ayırım yapmayanlar" Önceki ayette Allah ile elçileri arasında ayırım
yapanlar tekfir edildikleri, Allah'ı ve elçilerini inkâr ettikleri belirtildiği
için, bu ayette bir karşıt manzara olarak Allah'a ve aralarında
ayırıma gitmeden tüm elçilerine iman etme durumu gündeme getiriliyor
ve tablo tamamlanıyor.
"Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır." ifadesinde
önceki ayette geçen üçüncü şahıs şeklindeki ifade tarzından birinci
çoğul şahsa geçiş yapılıyor. Sonra ifade tarzı ikinci şahsa geçilerek
şu şekilde değiştiriliyor: "Işte (ey Peygamber,) Allah yakında
onlara mükâfatlarını verecektir." [Arapça'da "ulâike" kelimesi iki
şeyi ifade eder: Hem muhatabı bildirir, hem de işaret edilmek istenen
kimseleri.] Bu tarz bir ifade değişikliğinin hikmeti şu olsa
gerektir: Ifadenin vurgulu olması ve gerçekleşmenin kesin olduğunu
ifade etmesi açısından cezayı birinci çoğul şahısa nispet etmek,
üçüncü tekil şahsa nispet etmekten daha etkileyicidir.
Ikinci ayetteki [yani, peygambere hitaben "Işte Allah yakında
onların..." ifadesindeki] hitap tarzı değişikliğinden de benzeri bir
çıkarsama yapılabilir. Çünkü Allah'ın vaadinin gerçekleşeceğini en
iyi bilen biri olarak vaat içeren hitabın Peygamber efendimize
153- Ehlikitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni
istiyorlar. Onlar Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve
"Bize Allah'ı apaçık göster" demişlerdi. Zulümlerinden dolayı derhâl
onları yıldırım çarptı. Kendilerine açık deliller geldikten sonra
da buzağıyı tanrı edindiler. Fakat biz bunu da affettik ve Musa'ya
apaçık bir burhan ve delil verdik.
154- Söz vermeleri için Tûr dağını üzerlerine kaldırdık ve onlara
"Secde ederek kapıdan girin" dedik, "Cumartesi günü haddi
aşmayın (o günün yasağını çiğnemeyin)" dedik ve onlardan sağlam
bir söz aldık.
155- Sözlerini bozmalarından, Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden,
haksız yere peygamberleri öldürmelerinden, "Kalplerimiz
perdelidir" demelerinden ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan
temiz şeyleri yasakladık.) Hayır, (onların kalpleri perdeli değildir;)
Allah inkârlarından ötürü o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Artık
pek az bir kısmı hariç, inan-mazlar.
156- Bir de inkâr edip Meryem'e büyük bir iftira atmalarından,
157- Ve "Allah elçisi Meryem oğlu Isa Mesih'i öldürdük" demelerinden
ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.)
Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş
kendilerine, benzer gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler,
ondan yana tam bir kuşku içindedirler; bu hususta zanna uymak
dışında, hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.
158- Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti. Allah güçlü ve üstündür,
hikmet sahibidir.
159- Ehlikitap'tan, İsa'nın ölümünden önce ona inanmayacak
hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır.
160- Yahudilerin yaptıkları zulümden, Allah yolundan yüz çevirmelerinden
dolayı kendilerine (önceden) helâl kılınan temiz şeyleri
yasakladık.
161- Bir de menedildikleri hâlde faiz almalarından ve haksızlıkla
insanların mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık). Içlerinden
inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.
162- Fakat içlerinden ilimde derinleşenler ve müminler, namazı
kılanlar ve zekâtı verenler sana indirilene ve senden önce indirilene
inanırlar. Allah'a ve ahiret gününe inananlar, işte onlara
büyük bir mükâfat vereceğiz.
163- (Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere
vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Ve (nitekim) Ibrahim'e, Ismail'e,
Ishak'a, Yakub'a, torunlara, Isa'ya, Eyyub'a, Yûnus'a, Harun'a
ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
164- Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık ve Allah Musa'yla konuştu.
165- (Onları) elçiler, müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdik
ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir hüccetleri
olmasın! Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir.
166- Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle
indirmiştir. Melekler de (buna) şahitlik ederler. Şahit olarak
Allah eter.
167- İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak
(koyu) bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir.
Onları bir yola iletecek de değildir.
169- Ancak (onları) cehennem yoluna iletir; onlar orada ebedi
kalırlar. Bu da Allah'a kolaydır.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Ayetler, Ehlikitab'ın Peygamberimizden (s.a.a), gökten kendilerine
bir kitap indirilmesini istedikleri bir hususu zikrederek
başlıyor. Çünkü Kur'ân'ın Ruh-ul Emin aracılığıyla bölüm bölüm indiğine
kesin olarak ikna olmuş değillerdi. Şimdi onların bu isteklerine
cevap veriliyor.
"Ehlikitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar."
Ehlikitap, Kur'ân'da geçen benzeri konularda işaret edildiği gibi
Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Buna göre, bu istekte bulunanlar her
iki topluluk birdendir, sadece Yahudiler değil.
Ama bu, ayetlerin akışı içinde Allah'ı açıkça görmek, buzağıyı
ilâh edinip tapınmak; Tûr dağı üzerlerine kaldırılıp başlarına dikildiğinde,
secde etmeye emredildiklerinde ve cumartesi günü konulan
yasağı çiğnemekten nehyedildiklerinde verdikleri sözü tutmamak
gibi sıralanan zulümlerin ve suçların sırf Yahudiler tarafından
sergilenmiş olmasıyla çelişmez.
Çünkü, her iki grup da aynı kökene dayanır. Yani, her ikisi de
Israil halkıdırlar, o ırka mensupturlar. Hz. Musa (a.s) ve Hz. Isa (a.s)
bu halka gönderilmişlerdir. Gerçi Hz. Isa'nın göğe yükseltilmesinden
sonra, çağrısı Romalılar, Araplar, Habeşliler ve Mısırlılar gibi
Israilli olmayan halklar arasında da yayılmıştır. Ancak Isa'nın
kavminin ona yaptığı zulüm, Musa'nın kavminin ona yaptığı zulümden
geri kalmaz.
Işte her iki grup da aynı kökenden sayıldıkları için, Yahudileri
ilgilendiren ceza kapsamında sadece Yahudiler zikrediliyor: "Yahudilerin
yaptıkları zulümden... dolayı kendilerine helâl kılınan
temiz şeyleri yasakladık." Yine bu nedenle, Hz. Isa (a.s) da daha
sonra zikredilen resuller arasında sayılıyor, tıpkı Hz. Musa'nın (a.s)
da aralarında sayılması gibi. Şayet hitabın hedefi sırf Yahudiler olsaydı,
bu, sahih olmazdı. Hatta ayetlerden sonra, "Ey Ehlikitap!
Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında ancak gerçegi söyleyin.
Meryem oglu Isa Mesih..." (Nisâ, 171) ifadesine yer verilmesi de
yine bu yüzdendir.
Özetleyecek olursak: İstekte bulunanlar, bütün Ehlikitap'tır.
Hitabın hedefi onlardır. Bunun nedeni, aralarındaki soy birliğinden
kaynaklanan karakter aynılığıdır. Haksız yargıda bulunmak, yalan
söylemek, ölçüsüzlük, ahitlere ve sözlere riayet etmemek onların
ortak karakterleridir. Dolayısıyla sergiledikleri ortak tavırlarda hitap
tümüne yöneliktir. Içlerinde bir grup farklı bir tutum sergilemişse,
hitap da özel olarak o gruba yönelik olmuştur.
Resulullah'tan (s.a.a) istedikleriyse, gökten üzerlerine bir kitap
indirmesidir. Bu isteği, Kur'ân'ın inişinden ve kendilerine okunuşundan
önce dile getirmiyorlar. Çünkü bu olay Medine'de geçmektedir.
O güne kadar Kur'ân'ın Mekke'de inen kısmı ve Medine'de
inen kısmının bir bölümü kendilerine ulaşmıştı. Buna rağmen böyle
bir istekte bulunmalarının nedeni, onun peygamberliğin bir kanıtı
olduğuna ikna olmamalarıdır. Çünkü Kur'ân'ı semavî bir kitap
saymıyorlardı. Oysa Kur'ân, o güne kadar indiği kısmı itibariyle
meydan okuyordu ve bir mucize olduğunu haykırıyordu. Nisâ suresinden
önce inen Isrâ, Yûnus, Hûd ve Bakara suresinin bu hususla
ilgili olarak içerdikleri ifadeleri buna örnek gösterebiliriz.
Şu hâlde, Kur'ân'la ilgili gelişmeler gözleri önünde cereyan
etmesine karşın gökten bir kitabın indirilmesini istemeleri, kelimenin
tam anlamıyla saçmalıktı. Böylesine boş ve anlamsız bir istek
ancak hakka uymayan, hakikate boyun eğmeyen, ciddiyetten
yoksun, arzusunun istekleri doğrultusunda aklına eseni yapan,
hiçbir bağ, hiçbir kayıt tanımayan, temelsiz, berduş insanlardan
sâdır olabilir. Nitekim Kureyşliler de üzerlerine inen Kur'ân ve aralarında
yayılan hak çağrısı ile ilgili olarak böyle bir sorumsuz tavır
içine girmişlerdi. Kur'ân onların bu aymazlıklarını şöyle dile getirir:
"Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! diyorlar." (Yûnus, 20) "Ya
da göge çıkmalısın. Ama oradan bize, okuyacagımız bir kitap indirmedikçe
senin sadece göge çıkmana da inanamayız." (Isrâ, 93)
Yukarıda işaret ettiğimiz bu hususlardan dolayı, yüce Allah onların
bu isteklerine iki madde hâlinde karşılık veriyor.
Birincisi: Onlar, mütemadiyen cehalet ve sapıklık içinde debelenen bir topluluktur; en korkunç zulümleri işlemekten, apaçık belgelerle destekli
hakkı inkâr etmekten, hak içerikli mesaja karşı çıkmaktan, en
sağlam ve en kesin karara bağlanmış sözleşmeleri çiğnemekten
kaçınmazlar; her türlü yalandan, iftiradan ve zulümden geri durmazlar.
Böyle olanlara cevap vermek, önerilerine karşılık vermek
doğru olmaz.
İkincisi: Allah'ın indirdiği kitap, yani Kur'ân Allah'ın ve meleklerin
şahitlikleriyle desteklidir. Kur'ân da, içerdiği ayetleri aracılığıyla
muhaliflerine sık sık meydan okur.
Yüce Allah, bu çerçevede önce şu cevabı veriyor: "Onlar Musa'-
dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi." Yani, senden kendilerine
gökten bir kitap indir, şeklindeki isteklerinden daha büyüğünü
Musa'dan istemişlerdi "ve 'Bize Allah'ı apaçık göster' demişlerdi." Yani,
O'nu ayan beyan, çıplak gözlerimizle görelim. Bu, insanın cahillikte,
gevezelikte ve azgınlıkta ulaşabileceği son noktadır. "Zulümlerinden
dolayı derhâl onları yıldırım çarptı." Bu kıssa, Bakara suresinin
55-56. ayetlerinde ve A'râf suresinin 155. ayetinde ayrıntılı o-
Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kendilerine açık deliller
geldikten sonra da buzağıyı tanrı edindiler." Puta tapıcılığın batıl olduğu
ortaya çıktıktan veya yüce Allah'ın her türlü cisimden ve sonradan
olmalıktan münezzeh olduğu apaçık olarak ortaya konduktan
sonra bir put edinerek ona kulluk sunmuşlardı. Beşerî cehaletin
en çirkin, en yüz kızartıcı, en utanç verici örneğidir puta tapıcılık.
"Fakat biz bunu da affettik ve Musa'ya apaçık bir burhan ve delil
verdik." Bu hususta Hz. Musa (a.s) onlara yaratıcılarına tövbe etmelerini
ve birbirlerini öldürmelerini emretmişti. Onun bu emrini tutmuşlardı,
bu yüzden yüce Allah onları affetmişti; böylece bu öldürme
işinin devam etmesinden vazgeçmişti ve tümünün öldürülmesine
razı olmayarak öldürme eyleminin yarıda bırakılmasını
emretmişti. Işte affetmekten maksat buydu. Ardından
Israiloğullarına, Samiri'ye ve buzağısına musallat kılınmasıyla Hz.
Musa'ya apaçık bir burhan ve delil verildi. Bu kıssa da Bakara suresinin
54. ayetinde ayrıntılı olarak anlatılır.
Devamla şöyle buyuruyor ulu Allah: "Söz vermeleri için Tûr dağını
üzerlerine kaldırdık." Burada yüce Allah'ın onlardan aldığı bir söz
kastediliyor. Ki bu sırada Tûr dağını üzerlerine kaldırmış, başlarına
dikmişti. Bu kıssa da Bakara suresinin 63. ve 93. ayetlerinde iki
kez zikredilir.
Sonra şöyle buyuruyor: "ve onlara, 'Secde ederek kapıdan girin'
dedik, 'Cumartesi günü haddi aşmayın' dedik ve onlardan sağlam bir
söz aldık." Bu iki kıssa da hem Bakara suresinin 58-65. ayetlerinde,
hem de A'râf suresinin 161-163. ayetlerinde anlatılır. Ayette
sözü edilen "misak=sağlam bir söz alma"nın, bu iki kıssaya ve diğer
kıssalarda işaret edilen hususlara dönük olması uzak bir ihtimal
değildir. Çünkü Kur'ân, Israiloğullarından misak alınışını defalarca
zikreder: "Biz Israilogullarından şöyle söz almıştık: Allah'-
tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz..." (Bakara, 83) "Birbirinizin
kanını dökmeyeceginize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacagınıza
dair sizden kesin söz almıştık. Sonra bunu böylece kabul
"Sözlerini bozmalarından" İfadenin orijinalinin başındaki "fa"
harfi ayrıntılandırma amaçlıdır. "Fe-bima" kelimesindeki "ba" harfi
cerri ise, -suçları sıralanan- birkaç ayet sonraki, "onlara yasakladık."
diye başlayan ifadeyle ilintilidir. Ayetler, yüce Allah'ın onlara
verdiği korkunç dünyevî ve uhrevî cezayı açıklama amacına yöneliktir.
Bu çerçevede, daha önce sözü edilmeyen bazı kötü uygulamaları
da zikrediliyor.
"Sözlerini bozmalarından" ifadesi, yukarıda işaret edilen misakları
çiğnemeleri ve verdikleri başka misakları da -ki burada onlardan
söz edilmiyor- çiğnemeleri hususuna ilişkin bir özet niteliğindedir.
"Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden" Bu ifade, Hz. Musa (a.s)
zamanında ve ondan sonra işledikleri küfür çeşitlerinin bir özeti
hükmündedir. Ki Kur'ân bu tür küfre sapışlarının çoğunu bize aktarmaktadır.
Bunlar arasında, ayetler grubunun başında değinilen
iki konu vardır. Bununla şu ifadeleri kastediyorum: "Musa'dan,
bundan daha büyügünü istemişlerdi ve 'Bize Allah'ı apaçık
göster' demişlerdi.", "Kendilerine açık deliller geldikten sonra da
buzagıyı tanrı edindiler."
Ayetlerin girişinde [yüz elli üçünçü ayette], bu iki olayın [Allah'ı
apaçık olarak görmeyi istemeleri ve buzağıyı tanrı edinmeleri] öne
alınmış olmasına karşın, bu ayette [yüz elli beşinci ayette] "Allah-
'ın ayetlerini inkâr etmeleri" şeklindeki bir cümle ile "sözlerini
bozmaları"ndan sonra zikredilmesinin nedeni, iki ayetin konumlarının
farklılığıdır. Dolayısıyla gerekleri de farlılık arz etmiştir. Çünkü
ayetler grubunun giriş kısmında, gökten üzerlerine bir kitap indirilmesi
şeklindeki istekleri, bundan daha da büyüğünü istemiş olmaları
ve buzağıyı tanrı edinip tapınışları zikrediliyor ki, bu konunun
akışına daha uygun ve daha doğrudan ilintili bir seçimdir. Bu
ve sonraki ayetlerse, hak davetine icabet etmelerinden ve bunun
nedenlerinin anlatımından sonra işledikleri amellere karşılık olarak
aldıkları cezayı gündeme getiriyor. Böyle bir çerçevede, sözle-
rin bozulmasından söz etmek daha uygun ve anlatımın ruhuna da
daha yakındır.
"haksız yere peygamberleri öldürmelerinden" Burada Hz.
Zekeriya, Hz. Yahya ve diğerleri kastediliyor. Ki Kur'ân bunların adlarını
vermeden genel olarak öldürüldüklerinden söz eder.
"ve 'Kalplerimiz perdelidir' demelerinden ötürü (kendilerine önceden
helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.)" Ifadenin orijinalinde geçen
"ğulf" kelimesi, "eğlef"in çoğuludur. Yani kalplerinin üzerinde
bir örtü, bir kılıf ve bir perde vardır. Bu, nebevî çağrıyı duymalarına,
çağrıldıkları hakkı onaylamalarına engel oluşturuyor. Bunu söylerken,
daveti reddettiklerini anlatmak istiyorlar. Bu arada kabul etmeyişlerinin
suçunu da yüce Allah'a yıkmak istiyorlar. Kalpleri kılıflı
olarak yaratıldıklarını söylemek istiyor gibidirler. Ya da kendi ellerinden
olmayarak, bir tercihleri söz konusu olmaksızın Musa'nın
çağrısının dışındaki çağrılar karşısında bu şekilde olmalarının öngörüldüğünü
söylemek istiyorlar.
Yüce Allah onların bu mesnetsiz savlarını şu ifadelerle reddediyor:
"Hayır, Allah inkârlarından ötürü o kalplerin üzerine mühür
vurmuştur. Artık pek az bir kısmı hariç, inanmazlar." Burada yüce Allah,
kalplerinin hak içerikli mesajı dinlemeyişinin algılamayışının,
Allah'ın fiiline isnat ettiğini açıklıyor; ama iddia ettikleri gibi, onların
bunda hiçbir etkinlikleri yok değildir. Tam tersine, başlarına bu
durumun gelmesi, hakkı inkâr etmelerinin, kâfir olup hakka karşı
çıkmalarının karşılığıdır. [Dolayısıyla yüce Allah, onların inkârlarına
karşılık kalplerin mühürlemiştir.] Işte bunun bir sonucu olarak bu
kavim, içindeki az sayıdaki bir grup hariç, iman etmez.
Bu istisna üzerinde daha önce konuştuk ve ilâhî intikamın ulus
olarak, toplum olarak üzerlerine indiğini belirttik. Onlar top yekûn
bir ulus olarak ilâhî intikamın muhataplarıdırlar. Kalplerinin üzerine
mühür basılmıştır. Topluca iman etmeleri imkânsızdır. Ama bu,
içlerindeki az sayıdaki insanın iman etmesine engel değildir.1
----
1- [Daha geniş bilgi için bkz. c.4, s.529, Nisâ, 46]
"Bir de inkâr edip Meryem'e büyük bir iftira atmalarından" Yahudiler,
Hz. Meryem'i, Hz. Isa'yı doğurduğu zaman zina ile suçlamışlardı.
Bu, hem küfür [inkâr etme], hem de iftiraydı. Oysa Isa, doğumunun
ilk günlerinde, "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitabı verdi,
beni peygamber yaptı." (Meryem, 30) demişti.
"Ve 'Allah elçisi Meryem oğlu Isa Mesih'i öldürdük' demelerinden
ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.) Oysa
onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş kendilerine, benzer gösterildi."
Âl-i Imrân suresi kapsamında, Hz. Isa'nın (a.s) kıssası anlatılırken,
Israiloğullarının Isa'nın asılarak mı, yoksa başka şekilde
mi öldürüldüğü hususunda ihtilafa düştüklerini belirtmiştik. Yüce
Allah'ın önce onların İsa'yı öldürdüklerine ilişkin iddialarını anlatmasının,
ardından öldürme ve asmayı birlikte olumsuzlaştırarak
zikretmesinin nedeni, tam bir red ve olumsuzlaşma amacına yönelik
olsa gerektir. Ki zihinlerde herhangi bir kuşku kalmasın. Çünkü
suçlulara uygulanan bir işkence türü olarak çarmıha germek, her
zaman ölümle sonuçlanmayabilir. Ayrıca "öldürme" eylemi belirsiz
ve mutlak olarak kullanıldığında, zihinde çarmıha germe olgusu
uyanmaz.
Öte yandan İsa'nın (a.s) öldürülme şekli hususunda da ihtilaf
vardı. Dolayısıyla yalnızca onun öldürülmesinin olumsuzlanması
da, onu normal bir öldürmeyle öldürmedikleri şeklinde yorumlanabilir.
Birinin öldürülmesinin olumsuzlanması, onun çarmıha gerilerek
öldürüldüğü ihtimalini ortadan kaldırmaz. Bu yüzden yüce Allah,
"Oysa onu öldürmediler de," sözünden sonra, "ve asmadılar
da" ifadesine yer veriyor ki, anlatılmak istenen husus, verilmek istenen
mesaj açık ve eksiksiz olarak anlaşılsın; onun onlar tarafından
ne öldürme, ne de asma, çarmıha germe şeklinde öldürülmediği
kesin olarak ifade edilsin.
Tam tersine onun işini karıştırdılar, bir başkasını ona benzettiler
ve Hz. Mesih'ten (a.s) başkasını onun yerine yakalayarak öldürdüler
veya astılar. Böyle bir karışıklığın olması mümkündür.
Çünkü bu tür galeyana gelmiş, kontrolden çıkmış, taşkın, etrafını
yakıp yıkan kalabalık ayaklanmalarda yanlışlıkla öldürmeler, gerçek
suçlu yerine bir başkasını cezalandırma örnekleri çoktur. Onu
Romalı askerlerin öldürdüğü söyleniyor. Romalı askerlerinse onu
çok iyi tanımaları beklenemez. Dolayısıyla onun yerine bir başkasını
yakalayıp öldürmüş olmaları pekâlâ mümkündür. Kaldı ki, rivayetlerde
yüce Allah'ın başka birini ona benzer kıldığından ve askerlerin
bu benzer olanı yakalayıp öldürdüklerinden söz ediliyor.
Araştırmacı bazı tarihçilerin dediğine göre, Hz. Isa (a.s) ile ilgili
olarak aktarılan tarihsel kıssalar, onun daveti çerçevesinde yaşanan
olaylar, onunla aynı çağda yaşayan kral ve davetçiler hakkında
anlatıla-gelen hikayeler, Mesih adıyla bilinen iki kişiye uygun
düşüyor. -Ki aralarında beş yüz yıldan fazla bir zaman vardır- Bunlardan
daha önce yaşayanı hak üzeredir ve öldürülmemiştir. Sonra
geleni ise, batıl bir davanın savunucusudur ve çarmıha gerilerek
öldürülmüştür.1 Buna göre, Kur'ân'ın sözünü ettiği benzetmeden
maksat, sonraki kuşakların Allah'ın resulü Meryem oğlu Isa Mesih-
'i, çarmıha gerilen Mesih'e benzetmeleridir. Gerçi doğrusunu Allah
herkesten daha iyi bilir.
"Onun hakkında ihtilafa düşenler," Yani, İsa hakkında veya onun
öldürülüşü konusunda görüş ayrılığına düşenler, "ondan yana tam
bir kuşku içindedirler" Onun durumu hakkında bilgi sahibi değildirler;
"bu hususta zanna uymak dışında hiçbir bilgileri yoktur." Birbirlerinin
ağzından kaptıkları sözlere dayanarak tahmin yürütüyorlar,
tercih ortaya koyuyorlar.
"ve kesin olarak onu öldürmediler." Onu yakinen ve kesin olarak
öldürmediler. Veya sana kesin olarak haber veriyorum ki, onu öldürmediler.
Bir görüşe göre, "onu öldürmediler" ifadesindeki zamir,
"bilgi" kelimesine dönüktür. Bu durumda şöyle bir anlam ifade
etmiş olur: "Bilgiyi kesin olarak öldürmediler." Lugatta, bilginin
öldürülmesi deyimi, kuşkulardan arındırılması anlamına gelir. Bazılarına
göre de, zamir "zann"a dönüktür. Yani zanlarını ayıklama-
-------
1- Bu araştırmacıya göre, şimdiki Miladî tarihin doğruluğu kuşkuludur.
dılar, kesinliğe kavuş-turmadılar. Ne var ki, böyle bir anlamın ileri
sürüldüğü sabit olsa bile, Kur'ân lafzının kapsamadığı garip bir anlamdır.
"Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti. Allah güçlü ve üstündür,
hikmet sahibidir." Yüce Allah, bu kıssayı Âl-i Imrân suresinde şu ifadelerle
anlatır: "Hani Allah demişti ki: 'Ey Isa, dogrusu ben seni
tam olarak alacagım, kendime yükseltecegim." (Âl-i Imrân, 55) Bu
ayette yüce Allah, başta tam olarak almaktan, sonra da yükseltmekten
söz ediyor.
Bu ayet, akışı itibariyle Yahudilerin iddia ettikleri öldürme ve
çarmıha germe olayını olumsuzluyor. Buna göre, Hz. İsa, onların
öldürme ve çarmıha germe girişimlerinden kurtulmuştur. Yine ayetin
zahirinden algıladığımız kadarıyla, hakkında öldürülme ve
çarmıha gerilme iddiası ileri sürülen Hz. Isa (a.s) bedenen Allah
katına yükseltilmiş, onların suikastından yana koruma altına alınmıştır.
Buna göre Hz. İsa, hem bedenen, hem de ruhen yükseltilmiştir.
Yoksa önce canı alınmış, ardından ruhu Allah katına yükselmiş
değildir. Ayetin zahiri, surenin akışının da desteği ile böyle bir ihtimale
açık değildir. Çünkü, "Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti."
ifadesindeki bir şeyi reddederek diğer bir şeyi ispatlamaya yönelik
yapılan vurgu sırf ölümden sonra ruhun yükselişi ile amacına
ulaşmış olmaz. Böyle bir ölümün, hem öldürülme, hem de normal
bir ölüm şeklinde gerçekleşmesi pek ala mümkündür.
Şu hâlde, ayette sözü edilen yükseltilme, bir tür kurtarmadır.
Allah, onu bu şekilde kurtarıyor, Yahudilerin elinden alıyor. Bu sırada,
normal bir şekilde canının alınması ile, canının ne normal,
ne öldürülme ve ne de çarmıha gerilmesi ile alınmaması, bizim
bilmediğimiz başka bir yöntemle de gerçekleşmiş olması ya da
bilmediğimiz bir şekilde yüce Allah'ın onu diri tutması arasında bir
fark yoktur ve hepsi ihtimal dâhilindedir. Bütün bunlar birer ihtimaldir,
herhangi birinin olması mümkündür.
Yüce Allah'ın Mesih'in canını alıp onu katına yükselterek koruması
ya da yüce Allah'ın onun hayatını bizim hayatımızın üzerinde
etkin olan doğal yasadan farklı bir yöntemle koruması imkânsız
bir durum değildir. Bu durum, Kur'ân'ı Kerim'in Hz. Isa'nın doğumu
ve soydaşları arasında yaşaması ile ilgili olarak anlattığı
mucizelerden ve Hz. Ibrahim'in, Musa'nın, Salih'in ve diğer peygamberlerin
mucizelerinden daha şaşırtıcı bir durum değildir. Bütün
bunlar aynı kapıya çıkarlar. Kur'ân açık bir dille bunların gerçekleştiklerine
delâlet eder ve hiç kimse onları reddedemez. Ne
yazık ki, bazı müfessirler genel nedensellik yasasını iptal etmekten,
olağanüstü olguları kaçınılmaz gibi görmekten kaçınmak adına
birtakım zorlama eseri yorumlara yeltenmişlerdir. Tefsirimizin
birinci cildinde mucize ve olağan dışı olgular hakkında yeterli açıklamalar
sunduk.
Bütün bunlardan sonra, hemen ardından gelen ayetten, Hz. Isa'nın
(a.s) yaşadığına ve henüz ölmediğine ilişkin bir işaret algılamak
mümkündür.
"Ehlikitap'tan, İsa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse
yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." Ayetin orijinal
metninin ["ve in min ehl-il kitab"] başındaki "in" edatı olumsuzluk
bildirir. Müpteda ise hazfedilmiştir ve olumsuzluk akışı içindeki ifade
bu müptedaya delâlet etmektedir. [Dolayısıyla ayetin takdirî
açılımı şöyle olur: "ve in ehedun min..."] Bu takdirde,
"Ehlikitap'tan... inanmayacak hiç kimse yoktur." şeklinde bir
anlam elde etmiş oluyoruz. "Bihi=ona" ve "yekûnu=olacaktır"
ifadelerindeki zamir, Hz. Isa'ya dönüktür. Fakat "kable
mevtihi=ölümünden önce" ifadesindeki zamir hakkında ihtilaf
vardır. Bazıları demişlerdir ki: Zamir, takdir edilen müptedaya, yani
"ehed=kimse"ye dönüktür. Bu takdirde ifadenin anlamı şöyle olur:
Ehlikitap'tan herkes, ölümünden önce, Isa'ya iman eder. Yani ölümün
arifesinde, can vermek üzereyken Isa'nın Allah'ın gerçek bir
elçisi ve kulu olduğunu anlar. Fakat bu inancı ona bir yarar
sağlamaz. Hz. Isa da kıyamet günü tümünün aleyhinde şahitlikte
bulunur. Ona iman eden kimselerin bu inançlarının yararlı veya
ölmek üzereyken inanan birininki gibi yararsız olması fark etmez.
Bu yukarıdaki görüşü destekleyen bir husus, "kable
mevtihi=ölü-münden önce" ifadesindeki zamirin Hz. Isa'ya dönükmüş
gibi algılanmasının, bazı rivayetlerde, Hz. Isa'nın yaşadığı ve
henüz ölmediği şeklinde yer alan haberlerden kaynaklanıyor olmasıdır.
Bu rivayetlerde belirtildiğine göre, Hz Isa (a.s) ahir zamanda
dünyaya inecek, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan Ehlikitap ona inanacaktır.
Fakat bu, "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur."
şeklindeki genel ifadenin özelleştirici bir etken olmaksızın
özelleştirilmesi anlamına gelir. Çünkü bu takdirde Ehlikitab'ın, tümünden
çok, söz konusu inişi sırasında yaşayanların, onun inişine
tanık olanların inanması kastedilmiş olur. Böylece, Isa'nın yükseltilişi
ile inişi arasındaki zaman diliminde yaşayan ve inişini görmeden
ölen kimseler bunun dışında tutulmuş olur. Bu ise, gerektirici
bir etken olmadan genel içerikli ayeti özelleştirmektir.
Bir diğer grup da, "Zamir, Isa'ya (a.s) dönüktür. Maksat, onun
ahir zamanda gökten inişi esnasında ona inanmalarıdır." demişlerdir.
Bu değerlendirmeyi yapanlar da az önce işaret ettiğimiz gibi
rivayeti dayanak almışlardır.
Söylenenler bunlar. Ancak üzerinde durulması, iyice incelenmesi
gereken husus şudur: "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce
ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara
şahit olacaktır." ifadesinin akışı içinde, "Kıyamet günü de o,
onlara şahit olacaktır." cümlesi, Hz. Isa'nın kıyamet günü tümünün
aleyhinde şahitlik edeceğini ifade etmektedir. Yine buna göre,
tümü de ölümden önce ona inanacaklardır. Yüce Allah, Hz. Isa'nın
bu şahitliğe ilişkin sözünü bize aktarmıştır: "Ben onların içinde oldugum
sürece onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince
onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeyi görensin." (Mâide,
117)
Bu ayet, İsa'nın şahitliğini, vefat ettirilmesinden önceki hayat-
ta olduğu günlere hasrediyor. "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak
hiç kimse yoktur..." diye başlayan ayet ise, onun kendisine inanan
herkese yönelik şahitlikte bulunduğunu ifade ediyor. Eğer ona inananlar
bir bütün olarak görülmüşse, bu durumda onun, bunların
tümünden sonra ölmüş olması gerekir. Bu ise ikinci bir anlamı belirginleştiriyor.
Onun hâlâ hayatta olduğu ve ona inansınlar diye ikinci
kez döneceği anlamını yani. Bu ayetin anlamıyla ilgili, sonuç
olarak şunu söylemek gerekir: Onun kendilerine geri dönüşünü göremeyenler,
ölümünden önce ona inanırlar. Bu geri dönüşü görenlerse,
ister istemez ona inanmak durumunda kalırlar; ya isteyerek
inanırlar ya da zorunlu olarak.
Fakat "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur."
ifadesinin, "Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş
kendilerine, benzer gösterildi... Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti.
Allah güçlü ve üstündür, hikmet sahibidir." ifadesinden
sonra yer almış olması gösteriyor ki, ayet onun ölmediğini ve hâlâ
yaşadığını anlatma amacına yöneliktir. Çünkü onların zorunlu imanlarının
ve onun da aleyhlerine tanıklık edecek olmasının açıklandığı
böyle bir anlatımın, bunun dışında belirgin bir amacı olamaz.
Bu açıklamamız, onların Hz. İsa'nın ölümünden önce ona inanmalarından
maksat, tümünün Hz. Isa'nın (a.s) ölümünden önce
ona inanmalarıdır, şeklindeki değerlendirmeyi pekiştirir.
Fakat, başka ayetlerden bu çıkarsamanın aksini gösteren işaretler
de algılamıyor değiliz. Örneğin yüce Allah bir ayette şöyle
buyuruyor: "Hani Allah demişti ki: 'Ey Isa, dogrusu ben seni tam
olarak alacağım, seni kendime yükseltecegim, seni inkâr edenlerden
temizleyece-gim ve sana uyanları kıyamet gününe kadar
inkâr edenlerin üstüne geçirecegim." (Âl-i Imrân, 55) Bu ayet, Isa'yı
inkâr eden kimselerin kıyamet gününe kadar olacaklarını gösteriyor.
Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Kalplerimiz perdelidir,
demelerinden ötürü (kendilerine -önceden- helâl kılınan temiz
şeyleri anlara yasakladık.) Hayır, (onların kalpleri perdeli degildir,)
Allah inkârlarından ötürü o kalpler üzerine mühür vurmuştur.
Artık pek az bir kısmı hariç, inanmazlar." (Nisâ, 155) Bu ayet
gösteriyor ki, mühürleme eylemi onlar için kesinleşmiş bir cezadır.
Bu yüzden kıyamet gününe kadar Yahudiler veya Ehlikitap topluca
iman etmeyeceklerdir.
Hatta Mâide suresinin ilgili ayetinin son cümlesi de buna ilişkin
bir işaret barındırmaktadır: "Ben onların içinde oldugum sürece
onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince, onları gözetleyen
yalnız sen oldun." (Mâide, 117) Bu ifade gösteriyor ki, onlar
Hz. İsa'nın vefatından sonra da yaşayacaklardır.
Ancak insaflı ve tarafsız davrandığımız zaman yukarıdaki
ayetlerin, önceki açıklamamızı olumsuzlamadığını görürüz. Çünkü,
"ve sana uyanları kıyamete kadar inkâr edenlerin üstüne
geçirecegim." (Âl-i Imrân, 55) ifadesi, onların "Ehlikitap" niteliğine
sahip olarak kıyamet gününe kadar yaşayacaklarını göstermez.
"Hayır, Allah inkârlarından ötürü o kalplerin üzerine mühür
vurmuştur..." ifadesi gösteriyor ki iman olgusu, onların tümünü
kapsamayacaktır, topluca iman etmeyeceklerdir. Şayet bir dönem
inananlar olsa da, bu sadece çoğunluk içindeki bir azınlığın iman
etmesi şeklinde olacaktır. Öte yandan, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden
önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesi, eğer
onların Isa'ya ölümünden önce iman edeceklerine delâlet ediyor
olsa da, sadece imanın aslına delâlet ediyor. Fakat bunun makbul,
zorlamasız bir iman olduğuna ilişkin kanıt yoktur.
Aynı şekilde, "fakat sen beni vefat ettirince, onları gözetleyen
yalnız sen oldun." (Mâide, 117) ayetindeki zamir (hum=onlar), insanlara
dönüktür, Ehlikitab'a veya Hıristiyanlara değil. Bunun kanıtı da
ilgili bölümün girişindeki şu ifadedir: "Hani Allah demişti ki: Ey
Meryem oglu Isa! Sen mi insanlara; 'Beni ve annemi, Allah'tan
başka iki tanrı edinin' dedin?..." (Mâide, 116) Bunun bir diğer kanıtı
da, Hz. Isa'nın (a.s) bütün insanlara gönderilen ululazm (çığır açan)
peygamberlerden olmasıdır. Onun insanların amellerinin üzerinde
tanıklıkta bulunması ve onlara şahit olması durumu,
Israiloğullarından öte, kendisine inanan-inanmayan tüm insanları
kapsayıcı niteliktedir.
Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetlerin ve bunlarla bağlantılı
diğer ayetlerin üzerinde düşündüğümüz zaman şu sonucu elde ediyoruz:
Hz. İsa (a.s) öldürülme, haça gerilme veya örneklerini gördüğümüz
tabiî eceliyle ölme şeklinde vefat ettirilmemiştir. -Buna
daha önce işaret ettik.- Tefsirimizin üçüncü cildinde, "Ey İsa, dogrusu
ben seni tam olarak alacagım, seni kendime yükseltecegim."
(Âl-i Imrân, 55) ayetini incelerken, imkânlarımız ölçüsünde açıklamalarda
bulunduk.
Bu konuda ileri sürülmüş ilginç görüşlerden biri de hiç kuşkusuz
Zemahşeri'nin el-Keşşaf adlı tefsirinde yaptığı şu değerlendirmedir:
"Bununla şu anlamın kastedilmiş olması mümkündür:
Ehlikitap'tan ona inanmayan hiç kimse kalmaz. Yüce Allah o zaman
onları kabirlerinden diriltir ve Isa'nın inişini ve niçin indiğini
onlara bildirir. Onlar da ona inanırlar. Fakat bu imanları onlara
fayda vermez." Zemahşeri'nin bu sözleri rec'at inancının ta kendisidir.
[Yani, bir grup iyi ve kötü insanların kıyametten önce diriltilerek
yeryüzüne getirilmeleri inancı.]
Ayetin ifade ettiği anlamla ilgili olarak, başka tutarsız görüşler
de ileri sürülmüştür. Bunlardan biri Zeccac'ın açıklamalarından çıkan
şu görüştür: "Kable mevtihi=ölümünden önce" ifadesindeki
zamir, Ehlikitab'a dönüktür. "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden
önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesi de şu anlama
gelmektedir: Ehlikitab'ın tümü şöyle diyorlar: "Biz ahir zamanda
ortaya çıkacak olan Isa'ya inanıyoruz."
Ancak bu yorum, makul değildir. Çünkü ayetlerin hedefi Ehlikitab'ın
İsa'yı (a.s) öldürdükleri, çarmıha gerdikleri şeklindeki iddialarını
gündeme getirerek çürütmektir, onu inkâr etmelerinden söz
etmek değil. Bunun, onların ahir zamanda ortaya çıkıp
Israiloğullarının eski görkemlerini yeniden canlandırmasını itiraf
etmeleriyle bir ilgisi yoktur ki, ayetlerin akışı bununla ilişkili olarak Nisâ Sûresi 153-169 ................................................... 237 devam etsin ve ayetlerin sonuna bu ifade de eklenmiş olsun.
Kaldı ki, ayette kastedilen anlam bu olsa bile, bu durumda "ölümünden
önce" ifadesine artık ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, onsuz da
amaçlanan anlam vurgulanabiliyordu. Ayrıca, "Kıyamet günü de o,
onlara şahit olacaktır." ifadesi için de aynı durum geçerlidir. Çünkü
bu takdirde, ayetin akışı içinde gereksiz bir fazlalık konumuna
düşer.
Bu akıl dışı yorumlardan biri de bazılarının yaptıkları şu değerlendirmedir:
Ayette kastedilen anlam şudur: "Ehlikitap'tan hiç kimse yoktur ki, kendisinin ölümünden önce Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanmasın."
Bu da önceki yorum gibi akıl dışıdır. Çünkü ifadenin öncesinde
Hz. Muhammet'ten (s.a.a) söz edilmiyor ki, zamir de ona dönük olsun.
Ayrıca ifadenin oluşturduğu atmosfer de bu yönde bir işaret
içermemektedir. Dolayısıyla bu yorum mesnetsizdir, kanıttan yoksundur.
Kuşkusuz, bu anlamı destekleyen rivayetler vardır ve bunlara
rivayetler bölümünde değineceğiz; ancak bunların tümü işaret
edeceğimiz gibi birer uyarlama örneğidir. Nitekim rivayetler üzerinde
araştırma yapıp onları inceleyenler bunu bilirler. Çünkü bunun
örnekleri rivayetlerde çoktur.
"Yahudilerin yaptıkları zulümden... dolayı kendilerine (önceden) helâl
kılınan temiz şeyleri onlara yasakladık." Ifadenin orijinalinin başındaki
"fa" harfi, cümlenin önceki ifadeye bağlı bir ayrıntı olduğunu
gösterir. Cümle içinde "zulüm" lafzı nekre (belirsiz) olarak yer
alıyor. Bununla güdülen amaç, işledikleri zulmün büyüklüğünü
göstermek ya da müphem bırakarak dikkatleri çekmektir. Çünkü
zulmün somut olarak ifade edilmesi, önemli bir amaç icra edecek
değildir.
Aslında bu lafız, daha önce sözü edilen utanç verici suçlarından
bedeldir; ama bazılarının söylediği gibi, bütünün bütüne bedel
olması değil, parçanın bütüne bedel olmasıdır. Çünkü yüce Allah
bu zulmü, temiz şeylerin onlara haram kılınmasının sebebi olarak
ön plâna çıkarıyor. Bunlar da Tevrat'ın içeriği olarak Hz. Musa'ya
indirilen şeriatın kapsamında haram kılınmışlardı. Tevrat ile de Hz.
Musa'nın şeriatı son bulmuştur. Öte yandan, Tevrat'ın inişinden
sonra işledikleri utanç verici suçlardan ve zulümlerden de söz edilmiştir.
Hz. Meryem'e iftira etmek gibi bazı iğrenç tutumlarını buna örnek gösterebiliriz.
Şu hâlde ayette geçen "zulüm"den maksat, zikredilen utanç
verici suçların sadece bir kısmıdır. Kendilerine daha önce helâl kılınan
bazı temiz şeylerin haram kılınmasının sebebi, işte bu bazı
kabahatlerdir.
Sonra buna şu ifade ekleniyor: "ve Allah yolundan çok yüz çevirmelerinden
dolayı..." Burada onların, değişmez ve yinelenen bir
tutum olarak Allah yolundan yüz çevirmeleri kastediliyor: "Bir de
menedildikleri hâlde faiz almalarından ve haksızlıkla insanların
mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık)."
"İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık." Bu ifade,
"temiz şeyleri onlara yasakladık." ifadesine affedilmiştir. Buna
göre, Yahudiler işledikleri zulümlerden dolayı, yüce Allah'tan iki
cezayı birden hakketmişlerdir: Biri daha genel olan dünyevî ceza,
yani temiz şeylerin haram kılınması; diğeri de daha özel ve sadece
kâfirlere yönelik olan elem verici uhrevî azaptır.
"Fakat içlerinden ilimde derinleşenler ve müminler... sana indirilene
ve senden önce indirilene inanırlar." Ehlikitab'ın genelinden bir istisnadır
bu. Önceki olumsuz nitelikli grubun yerine, olumlu grubun
varlığına dikkat çekme amaçlı bir ifadedir. "er-Rasihûn=
derinleşenler" ve ona atfedilen ifade [elmu'minûn=
müminler] müpteda, "yu'minûn=inanırlar" da haberdir.
"Minhum=içlerinden" ifadesi "ilimde derinleşenler"le ilintilidir. Ifadenin
orijinalindeki "min" edatı ise tab'iz yani kısım, parça ve bazılık
ifade eder.
Şurası açıktır ki, "müminler" kelimesi "içlerinden" kelimesiyle
ilintili olmak bakımından "ilimde derinleşenler" kelimesiyle ortak
bir anlam ifade etmektedir.
ruz: "Fakat Ehlikitap'tan ilimde derinleşmiş olanlar ve [yine
Ehlikitap'tan] gerçek müminler, sana ve senden önce indirilen kitaplara
inanırlar." Aşağıdaki gerekçelendirme cümlesi de bu anlamı
destekler mahiyettedir:
"Çünkü biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere
vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." Çünkü biraz sonra açıklayacağımız
gibi, ayetin zahiri şunu ifade ediyor: Onlar sana inanıyorlar.
Çünkü senin peygamberliğini ve sana lütfettiğimiz vahyin, önceki
zamanlarda gelip geçen Allah'ın peygamberlerine yani, Hz.
Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere, İbrahim soyundan gelen
peygamberlere, Yakup soyundan gelen peygamberlere ve sana,
arada bir fark gözetmeksizin isimlerini zikretmediğimiz diğer
peygamberlere gelen vahye benzediğini görüyorlar.
Görüldüğü gibi bu anlam, "Babaları uyarılmadıgından gafil
kalmış bir toplumu uyarman için..." (Yâsin, 6) şeklinde nitelediği
Arap kökenli müminlerden çok Ehlikitap kökenli müminlere daha
uygun bir nitelemedir.
"namazı kılanlar" ifadesi, "ilimde derinleşenler" kelimesine
atfedilmiştir ve orijinali, övgü nitelikli olması bakımından
mansuptur. "ve zekâtı verenler" ifadesi de aynı yere atfedilmiştir.
"Allah'a ve ahiret gününe inananlar..." ifadesi müpteda, "İşte onlara
büyük bir mükâfat verecegiz." ifadesi de haberidir. Eğer
"namazı kılanlar" ifadesinin orijinali, Ibn-i Mesud'un mushafından
nakledildiği gibi "merfu" olsaydı, bu ifade ve buna atfedilen ifade
["zekâtı verenler"] müpteda, "ulâi-ke=işte onlar" ifadesi de haberi
olurdu.
Mecma-ul Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Mukîmîn'es-salâh
=namazı kılanlar" kelimesinin nasb okunması ile ilgili olarak farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Sibeveyh ve Basra nahivcileri, kelimenin
övme amaçlı mansup olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre de ifadenin
takdiri; 'Namaz kılanları kastediyorum.' şeklindedir. Demişlerdir
ki: 'Merertu bi-Zeyd'ini-l kerîm=cömert olan Zeyd'e uğradım.'
dediğin zaman, maksadın cömert bir Zeyd'i, cömert olmayan bir
Zeyd'den ayırmaksa, kelimeyi mecrur [yani, 'merertu bi-Zeyd'ini-l
kerîm-i' şeklinde] okuman gerekir. Ama övmeyi kastediyorsan, o
zaman dilersen kelimeyi mansup okuyabilirsin ve 'merertu bi-
Zeyd'ini-l kerîm-e=cömert olan Zeyd'e uğradım' dersin. Bunu derken
de sanki "Cömert olanı anıyorum" demiş gibi olursun. Dilersen
merfu okursun ve 'merertu bi Zey-d'ini-l kerim-u=cömerttir.' dersin.
Bu durumda 'hüve=o' zamiri takdirde tutularak şöyle bir anlam elde
edilir: O cömerttir."
"Kesâî ise, 'mukîmîne' kelimesinin mecrur olduğunu söylemiştir.
Ona göre ifade, 'bi-ma unzile ileyke=sana indirilene' ifadesinin
başındaki 'ma' edatına atfedilmiştir. Yani, ve namazı kılanlara..."
"Bazıları da demişlerdir ki: Ifade, 'minhum=içlerinden' kelimesinin
orijinalinin sonundaki 'ha' ve 'mim' harflerine atfedilmiştir.
Bu takdirde şöyle bir anlam elde ediyoruz: 'Fakat içlerinden ve
namaz kılanlardan ilimde derinleşmiş olanlar.' Bazıları da kelimenin
'kablike=senden önce' ifadesinin sonundaki 'kaf' harfine atfedildiğini
ileri sürmüştür. Buna göre, 'senden ve namaz kılanlardan
önce indirilene' şeklinde bir anlam elde edilir."
"Bazılarına göre de, 'sana' ifadesinin orijinali olan 'ileyke' kelimesinin
sonundaki 'kaf' harfine veya 'senden önce' kelimesinin
orijinali olan 'kablike' kelimesinin sonundaki 'kaf' harfine atfedilmiştir.
Sunduğumuz bu son görüşler, sadece Basra nahiv bilginleri
tarafından doğru kabul edilen görüşlerdir. Çünkü onlara göre, cer
harfi tekrar edilmedikçe zahir isim mecrur zamire atfedilemez."
"Ürve'nin Ayşe'den aktardığı rivayete gelince, Ürve şöyle diyor:
Ayşe'ye, 've'l mukîmîn-es salâh' [Nisâ,162], 'ves-sabiûn' [Mâide, 69] ve
"in hâzâni" [Tâhâ, 63] kelimelerini sordum. [Çünkü Arap edebiyatına
göre, durumları açısından bu kelimelerin 'mukimûn-es salah, vessabiîne
ve in hâzeyni' şeklinde okunmaları gerekirdi.] Bana dedi
ki: 'Ey kız kardeşimin oğlu! Bu, kitabı yazarken yanlışlık yapan katiplerin
işidir.' Bazılarından da şöyle rivayet edilmiştir: 'Allah'ın kitabında
bazı yazım hataları vardır. Araplar dilleriyle bunları düzelteceklerdir.'
Bazıları da demişlerdir ki: 'Ibn-i Mesud'un Mushafında
'vel-mukîmûn-es salâh' şeklinde yazılmıştır.' Ancak bunlar dikkate
değer rivayetler değildir. Eğer öyle olsaydı, sahabelerin bu kelimeyi
yanlış bir şekilde insanlara öğretmeleri düşünülemezdi. Çünkü onlar,
Kur'ân'ı doğrudan Resulullah'tan (s.a.a) öğrenen öncülerdi.
(Mecma-ul Beyan tefsirinden aldığımız alıntı burada son buldu.) Özetleyecek olursak; "Fakat içlerinde ilimde derinleşenler..."
Ehlikitap bölümünden bir istisnadır ve bu, Peygamberimizden
(s.a.a) gökten bir kitap indirmesini istemiş olmalarının gerektirdiği
bir açıklamadır. Daha önce de vurguladığımız gibi, böyle bir istekte
bulunmuş olmaları, Peygamberimize (s.a.a) inen ve daha önce Allah
tarafından nebîlere ve resûllere gönderilmiş olan kitapları tasdik
eden Kitap (Kur'ân) ve hikmetin gelişini, hak çağrısını kabul
etmeleri için yeterli görmediklerinin ifadesidir. Oysa Hz. Peygamber
(s.a.a) kendisinden önceki peygamberlerin onlara getirdiğinin
benzeri bir kitap getirmiştir. Önceki peygamberlerden farklı bir
tarzda aralarında yaşayıp ilişki kurmuş değildir.
Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "De ki: Ben
peygamberlerin ilki degilim." (Ahkaf, 9) "Biz, senden önce de, kendilerine
vahyettigimiz adamlardan başkasını elçi olarak göndermedik.
Eger bilmiyorsanız zikir ehline sorun. Biz onları yemek
yemez birer (cansız) yapmadık. Onlar, ölümsüz de degillerdir...
Andolsun size, içinde şanınız (şerefiniz) bulunan bir kitap indirdik.
Hâlâ akletmiyor musunuz?" (Enbiyâ, 7- 10)
Yüce Allah, ayetlerin bir bölümünde kısaca şu mesajı veriyor:
Şu Ehlikitap'tan olup da böyle bir istekte bulunanların [Peygamberin,
kendilerine gökten bir kitap indirmesini isteyenlerin] hakka
tâbi olmak, hak üzere sebat göstermek, kararlı olmak ve hak esaslı
bir görüşe sahip olmak gibi bir karakterleri yoktur. Onlar nice
apaçık ayete karşı haksızca davrandılar, zulme saptılar. Nice hak
davadan yüz çevirdiler, önünde set oluşturdular. Ancak içlerinden
ilimde derinleşmiş olanlar, bilgilerine bağlı kaldıkları ve benimsedikleri
haktan uzaklaşmadıkları için, aynı şekilde içlerindeki gerçek
müminler de, nereden ve kimden gelirse gelsin hakka tâbi
olma karakterine sahip oldukları için, sana ve senden önce indirilenlere
inanırlar. Çünkü sana inen vahyin, senden önce Nuh ve ondan
sonraki diğer peygamberlere inen vahyin aynısı olduğunu görüyorlar.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar
ortaya çıkıyor:
1- Ehlikitap'tan Peygamberimize (s.a.a) tâbi olanların, ilimde
derinleşenler olarak vasfedilişlerinin mahiyeti... Çünkü önceki ayetlerde,
onların bildikleri şeylerde derinleşmediklerinden, en kesin
antlaşmalarla ahitleri alınmış olsa bile, hak üzere istikrarlı bir
tutum sergilemediklerinden, Allah'ın ayetlerine inanmadıklarından,
kendilerine apaçık ayetler gelmiş olmasına rağmen Allah'ın
ayetlerinden yüz çevirmelerinden ve bunlara karşı engel oluşturduklarından
söz ediliyor. Dolayısıyla, yüce Allah'ın bu ayette istisna
ettikleri, ilimde derinleşmiş olanlar veya gerçek müminlerdir.
2- "Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar." ayetinde
daha önce indirilen kitapların Kur'ân'la birlikte zikrediliş sebebi.
Çünkü ayetlerin akışı, vahiy alan peygamberlerle kitaplar arasında
fark olmadığını vurgulama amacına yöneliktir.
3- Bu ayetten sonra gelen, "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra
gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi sana da vahyettik." ayetinin,
Ehlikitab'ın tümünden istisna tutulanların imanlarını gerekçelendirir
mahiyette olması. "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere
vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik." Bu ifade, az önce de vurguladığımız
gibi, "sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar."
ifadesinin gerekçeli açıklaması niteliğindedir. -Gerçi Allah doğrusunu
herkesten daha iyi bilir; ama- anlamın özü şudur: Onlar sana
indirilene inanıyorlar; çünkü biz, sana önceki peygamberlerin hiçbirinde
eşine rastlanmayan, türedi, kendine özgü, değişik bir şey
vermedik. Bilâkis, vahiy olayı aynı yöntemle aynı tarzda sürüyor ve
arada hiçbir ihtilaf, hiçbir farklılık yoktur.
Biz sana, Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz
gibi vahyettik. Nuh, bir kitap ve bir şeriat getiren ilk peygamberdir.
Biz, Ibrahim'e ve ondan sonra soyundan gelen başka peygamberlere
de vahyettik. Onlar [Ehlikitap'tan ilimde derinleşenler] bu
peygamberleri, gönderilişlerinin niteliğini ve davetlerinin mahiyetini
biliyorlar. Bu peygamberlerden kimisine kitap verilmiştir. Davut
gibi... Ona nebevî bir vahiy olan Zebur verilmiştir. Yine Musa'ya nebevî
bir vahiy olarak ilâhî konuşmaya muhatap oluş bahşedilmiştir.
Bunların arasında, Ismail, Ishak ve Yakup gibileri de bir kitapla
birlikte gönderilmemişler ise de ilâhî vahye muhatap olmuşlardır
ve nebevî bir vahiy üzere [yani, kitap sahibi olan peygamberlerin
haber vermesiyle] gönderilmişlerdir.
Tümünün ortak özelliği, Allah'ın sevabını müjdeleyen ve O'nun
azabıyla korkutan elçiler olmalarıdır. Yüce Allah, onları insanlara
hüccet (kanıt ve delil) tamamlansın diye göndermiştir. Ki onlara
dünya ve ahiret açısından yararlarına olan şeylerle zararlarına olan
şeyleri açıklasınlar. Ta ki peygamberlerden sonra, insanların Allah-
'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın ve kendilerini
savunacak bir delilleri kalmasın.
"torunlara" Daha önce, "Yakup ve torunlara" (Âl-i Imrân, 84) ayetini
incelerken, ayetin orijinalindeki "esbat" kelimesinin Yakup
(a.s) soyundan gelen peygamberler veya Israiloğulları boyları olduklarını
belirtmiştik.
"Davud'a da Zebur'u verdik." Bir görüşe göre "Zebur", mektup=
yazılmış demektir. Çünkü Araplar "yazdı" anlamında "zebere"
fiilini kullanırlar. Dolayısıyla "Zebur" kelimesi, "mezbur=yazılmış"
demektir.
"(Onları) elçiler, müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdik." Bu
üç kelime, cümle içinde hâl pozisyonundadırlar. Ya da birinci
(rusulen) hâl, diğer ikisi de onun sıfatlarıdır. [Yani, onları müjdeleyici
ve uyarıcı elçiler olarak gönderdik.] Daha önce elçilerin gönderilişlerinin
ve Allah'ın insanlara karşı hüccetin ve kanıtın tamamlanmasının
ifade ettiği anlamı irdelemiştik. Tefsirimizin ikinci cildinde,
"Insanlar bir tek ümmetti." (Bakara, 213) ayetini tefsir eder-
ken de aklın, peygamberler aracılığıyla gönderilen ilâhî şeriatlar
olmadan tek başına yeterli olamayacağını vurgulamıştık.
"Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir." Mutlak üstünlük ve
mutlak hikmet sahibi olma niteliği O'na ait olduğuna göre, herhangi
bir kimsenin bir kanıt ileri sürerek O'nu alt etmesi imkânsızdır.
Bilâkis sonuca ulaştırıcı ve karşı konulamaz üstün delil ve kanıt
O'nundur. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "De
ki, üstün delil Allah'ındır." (En'âm, 149)
"Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir.
Melekler de (buna) şahitlik ederler." Peygamber efendimizden
(s.a.a) gökten üzerlerine bir kitap indirmesini istemeleriyle ilgili
ret cevabından yapılan munkatı yani bütünden kopuk istisnanın
anlamı çerçevesindeki yanlış bir algılamayı reddetmeye yönelik bir
diğer açıklamadır bu. Çünkü yüce Allah, onların isteklerine ret cevabı
verirken, "Musa'dan bundan daha büyügünü istemişlerdi."
buyuruyor. Bunun kaçınılmaz bir gereği de isteklerinin geri çevrildiğidir.
Çünkü Hz. Peygamberin (s.a.a) Rabbinden getirdiği vahiy,
tür olarak diğer peygamberlerin getirdikleri vahiyden farklı değildir.
Dolayısıyla önceki peygamberlerin getirdiklerine inandığını
söyleyen bir kimsenin, onun tarafından sunulan vahye de inanması
gerekir.
Sonra bunun yanında, bir kez daha konuya açıklık getiriliyor ve
yüce Allah'ın Peygamberine indirdiğine şahitlik ettiği, meleklerin
de şahitlik ettikleri belirtiliyor. Ve şahit olarak Allah yeter.
Yüce Allah'ın şahitliğinin içeriği, "kendi bilgisiyle indirmiş" ifadesinden
ibarettir. Çünkü söz konusu iddiada sırf indirilmiş olması
(nüzul) yeterli olmaz. Çünkü şeytanların vahiyleriyle inenler de bir
tür nüzuldür. Şeytanın ilâhî hidayeti ifsat etmesi, Allah'ın hak yolunun
yerine batıl bir yol koyması ya da hak vahye batıl bir şeyler
sokuşturması, böylece zihinleri bulandırması da bir tür indiriliştir.
Nitekim yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "O
gaybı bilendir. Kendi gaybına (görülmez bilgisine) kimseyi muttali
kılmaz. Ancak peygamberlerinden razı oldugu bunun dışındadır.
Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar. Ki böylece
onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla
teblig ettiklerini bilsin. Allah, onlarda bulunan her şeyi (bilgisiyle)
kuşatmıştır ve her şeyi bir bir saymıştır." (Cin, 26-28) "Dogrusu şeytanlar...
Kısacası, nüzule (indirilişe) veya inzale (indirmeye) yönelik bir
şahitlik, iddiayı kapalılıktan, müphemlikten kurtaramaz. Ancak ifadenin
"kendi bilgisiyle" kelimesiyle kayıtlı kılınması, maksadı
bütünüyle ortaya koymaktadır. Bundan şunu anlıyoruz: Yüce Allah,
elçisine vahyi indirirken, ona ne indirdiğini biliyor, onu kuşatıyor ve
onu şeytanların tuzaklarına karşı koruyor.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, şahitlik vahyin indirilmesiyle ilgilidir.
Vahiyse, ancak melekler aracılığıyla indirilmektedir. Nitekim
Allah buna şu ifadelerle işaret etmiştir: "De ki: Cebrail'e kim düşman
olursa, (bilsin ki) Kur'ân'ı senin kalbine... o indirmiştir." (Bakara,
97) Ayrıca yüce Allah, bu ilâhî ikrama mazhar olmuş meleği
tanımlarken şöyle buyuruyor: "O Kur'ân) degerli bir elçinin (Cebrail'in)
getirdigi sözdür. O (elçi) güçlüdür. Arşın sahibi (Allah) katında
yücedir. Orada kendisine itaat edilen, güvenilendir." (Tekvîr, 19-
21) Bu da gösteriyor ki, Cebrail'in emri altında başka melekler de
vardır. Bunlara da şu ayette işaret ediliyor: "Hayır, o bir ögüttür.
Dileyen onu düşünüp ögüt alır. O (ögüt) degerli, yüceltilmiş, tertemiz
sayfalar içindedir. Degerli, iyi yazıcıların ellerindedir." (Abese,
11-16)
Kısacası, melekler de vahyin indirilişinde aracı oldukları için,
yüce Allah şahitlikte bulunduğu gibi, onlar da şahitlikte bulunuyorlar.
Aslında şahit olarak Allah yeterlidir.
Yüce Allah'ın şahitliğinin kanıtı, çeşitli surelerde indirmiş olduğu
şu meydan okuma ayetleridir: "De ki: Andolsun eger insanlar
ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve
birbirlerine arka olup yardım etseler, yine onun benzerini getiremezler."
(Isrâ, 88) "Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde durup
düşünmüyorlar mı? Eger o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş
olsaydı, onda birbirini tutmaz birçok şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82)
"Haydi onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan başka çagırabildiklerinizi
de çagırın." (Yûnus, 38)
"İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak (koyu)
bir sapıklığa düşmüşlerdir." Yüce Allah, peygamberlerin peygamberliğinin
ve katından inen kitabın şahsında somutlaşan kesin kanıttan
söz edip onun önceki peygamberlere inen vahiyle aynı türden
olduğunu, buna Allah'ın ve meleklerin şahitliğinin eşlik ettiğini belirterek
Allah'ın şahitliğinin yeterli olduğunu vurguladıktan sonra,
Ehlikitap'tan bunu inkâr eden ve yüz çeviren kimsenin kim olursa
olsun, sapıklığı kazanmış olduğunu doğruluyor.
Bu ayette, Allah tarafından indirilişinden söz edilen kitabın yerine
"Allah yolunda" ifadesi getiriliyor ve "Allah yolundan yüz çevirenler"
ifadesi kullanılıyor. Burada dakik bir icâz (kısaltma) sanatına
baş vuru-luyor. Sanki denilmek istenen şudur: Inkâr edenler
ve bu kitapla onu kapsayan vahiyden yüz çevirenler, şüphesiz kâfir
ve Allah'ın yolundan yüz çevirmiş olurlar. Inkâr edenler ve Allah'ın
yolundan yüz çevirenler de...
"İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir..." Bu ayet,
önceki ayetin içeriğini pekiştirmeye ve vurgulamaya dönük bir
diğer ifade. Buna göre, ayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi, ifadede
geçen "zulüm"den maksat, Allah'ın yolundan alıkoymaktır.
Bu ayetin, önceki ayette varılan yargının gerekçesi olması da
mümkündür. Onların koyu bir sapıklık içinde oluşlarının mahiyeti,
niteliği açıklanıyor yani. Ayetin de anlamı açıktır.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Burhan'da, "Meryem'e büyük bir iftira atmalarından..."
ayetiyle ilgili olarak deniliyor ki: Ibn-i Babaveyh kendi rivayet
zinciriyle Alkame'den, o da Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
eder: "İmrân kızı Meryem'e, Yûsuf isimli bir marangozdan hamile
kaldı diye iftira atmadılar mı?"
Tefsir-ul Kummî'de, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce
ona inanmayacak hiç kimse yoktur..." ayetiyle ilgili olarak müellif
der ki: Bana babam anlattı. O, Kasım b. Muhammet'ten duymuş.
Ona da Süleyman b. Davud Minkârî rivayet etmiş. Ona da Ebu
Hamza, Şehr b. Havşeb'in şöyle dediğini aktarmış: "Haccac bana
dedi ki: 'Ey Şehr, Allah'ın kitabında bir ayet vardır ki, onu anlamakta
güçlük çekiyorum.' Dedim ki: 'Hangi ayettir bu ey emir?' Dedi ki:
'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç
kimse yoktur...' ayeti. Allah'a andolsun ki, bir Yahudi ve Hıristiyan-
'ın getirilmesini ve boyunlarının vurulmasını emredip bu esnada
dikkatle izlediğim hâlde, tamamen can verinceye kadar dudaklarının
kıpırdamadığını bizzat gözlemledim.'
Dedim ki: 'Allah işlerini yoluna koysun! Bu ayet, senin tevil ettiğin
anlamı ifade etmez.' Dedi ki: 'Ya nasıl tevil edilir?' Dedim ki:
'Ayetin tevili şöyledir: Isa kıyamet gününden önce dünyaya iner. O
sırada Yahudilerden ve başka milletlerden, onun ölümünden önce
ona inanmayan kimse kalmaz. Ve Isa, Mehdi'nin arkasında namaz
kılar.' Bunun üzerine, 'Vay be! Bunu nereden öğrendin? Nereden
getirdin?' dedi. Ben, 'Bana Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b.
Ebu Talip (a.s) anlattı.' dediğimde, 'Andolsun, bu bilgiyi berrak bir
pınardan almışsın.' dedi."
ed-Dürr-ül Mensûr adlı terfsirde belirtildiğine göre, Ibn-i Münzir
Şehr b. Havşeb'den şöyle rivayet etmiştir: "Bir gün Haccac bana
dedi ki: 'Ey Şehr, Allah'ın kitabında bir ayet vardır ki, onu her okuduğumda,
mutlaka onunla ilgili bir kuşku doğuyor içimde. Yüce Allah
buyuruyor ki: 'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak
hiç kimse yoktur...' Bana Ehlikitap'tan tutsaklar getirilir,
ben de boyunlarını vururum. Fakat bu konuda bir şey söylediklerini
hiç duymadım.'
Ona dedim ki: 'Bu ayet sana asıl anlamından başka türlü
yorumlanmış. Bir Hıristiyan'ın ruhu bedeninden çıkarken melekler
önünden ve arkasından vurarak şöyle derler: 'Ey pis adam, senin
Allah veya Allah'ın oğlu ya da üçün üçüncüsü sandığın Mesih, Al-
lah'ın kulu, ruhu ve kelimesidir.' O zaman inanır; ama imanı fayda
vermez. Bir Yahudi'nin ruhu bedeninden çıkarken de, melekler önünden
ve arkasından vurarak şöyle derler: 'Ey pis adam, senin öldürdüğünü
iddia ettiğin Mesih, Allah'ın kulu ve ruhudur.' Bunun
üzerine o da inanır; fakat imanı fayda vermez. Isa indiği zaman da
Ehlikitab'ın ölüleri gibi yaşayanları da ona inanırlar.' Bunun üzerine
Haccac şöyle dedi: 'Sen bunu kimden öğrendin?' Ben, 'Muhammed
b. Ali'den' dedim. Dedi ki: 'Andolsun, bu bilgiyi madeninden
öğrenmişsin.' Şehr der ki: "Allah'a yemin ederim ki, bunu bana
Ümmü Seleme'den başkası anlatmadı. Fakat ben Haccac'ı kızdırmak
istedim."
Ben derim ki: Müellif bu hadisi daha öz bir ifadeyle Abd b. Hamid
ve Ibn-i Münzir'den, onlar da Şehr b. Havşeb'den, o da
Muhammed b. Ali b. Ebu Talib'den rivayet eder. Muhammed b. Ali,
Ibn-i Hanefiye [Hz Ali'nin Muhammed Hanefiye adındaki oğlu] olarak
bilinir. Rivayetten anlaşıldığı kadar rivayetin kaynağı Muhammed
b. Ali'dir. Daha sonra, raviler Ibn-i Hanefiye veya Imam Bâkır'dan
(a.s) hangisinin kastedildiği hususunda ihtilafa düştüler.
Ancak görüldüğü gibi rivayet, ayete ilişkin yorumumuzu destekler
mahiyettedir.
Aynı eserde, Ahmed, Buharî, Müslim ve Beyhaki kitaplarının el-
Esma ves-Sıfat adlı bölümünde şöyle rivayet ederler: Resulullah
(s.a.a) buyurdu ki: "Sizden olan bir imamınız olduğu hâlde Meryem
oğlu İsa'nın aranıza indiği gün hâliniz nasıl olur acaba?"
Aynı eserde, Ibn-i Mürdeveyh Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet
eder: Resulullah buyurdu ki: "Meryem oğlu Isa'nın, adil bir hakim
olarak Deccal'ı öldürmek, domuzu öldürmek [etini haram kılmak],
haçı parçalamak, [zimmî kâfirlere] cizyeyi koymak ve malî hakları
almak üzere inmesi yakındır. O gün sırf âlemlerin Rabbi olan Allah'a
secde edilir." Ebu Hüreyre daha sonra dedi ki: "Dilerseniz şu
ayeti okuyun: 'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak
hiç kimse yoktur.' Burada kastedilen ölüm, Meryem oğlu
Isa'nın ölümüdür." Ebu Hüreyre bu son ifadeyi üç kere tekrarlar-
dı.
Ben derim ki: Hz. Mehdi'nin (a.s) ortaya çıktığı sırada Hz. Isa'-
nın (a.s) ineceğine ilişkin hadisler, Ehlisünnet kaynaklarında
müstefizdir [çok kanallı rivayet edilir]. Şiî kanallardan da gerek Hz.
Peygamberden, gerekse onun Ehlibeyti'nden olan imamlardan (Allah'ın
selâm ve salâtı hepsinin üzerine olsun) rivayet edilmiştir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Haris b. Muğire, Imam Cafer Sadık'tan (a.s),
"Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç
kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." ayetiyle
ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Burada kastedilen Resulullah
(s.a.a) efendimizdir." [Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle olur:
Ehlikitap'tan, ölmeden önce Resulullah'a (s.a.a) inanmayacak
kimse yoktur.] [c.1, s.283, h:299]
Ben derim ki: Bu rivayetin zahiri, her ne kadar Hz. Isa'nın (a.s)
durumunu açıklamaya ilişkin olan ayetlerin akışının zahirine
uymuyorsa da, bununla Kur'ân'ın bir olaya uyarlanabilir açıklaması
kastedilmiş olabilir. Şöyle ki: Resulullah (s.a.a) gönderildikten, bir
kitap ve Isa'nın şeriatını nesh eden bir şeriat getirdikten sonra,
Ehlikitab'a mensup herkesin, hem Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanması
ve hem de bu imanın bir gereği olarak Hz. Isa'ya ve ondan
önceki peygamberlere inanması gerekmektedir. Meselâ
Ehlikitab'a mensup bir kimse, Resul-ü Ekrem'in (s.a.a) gönderilişinden
sonra, ölüm anında Isa'nın hak elçi olduğunu anlasa, bunu
ancak Hz. Muhammed'in (s.a.a) hak peygamber olduğunu anlamasının
zımnında anlamış olur.
Şu hâlde, Ehlikitab'a mensup kimselerin Isa'ya yönelik imanları
aslında Hz. Muhammed'e (s.a.a), buna bağlı olarak da Isa'ya
(a.s) yönelik iman sayılır. Bütün Ehlikitap mensupların gerçekte
inandıkları ve kıyamet günü aleyhlerinde şahitlikte bulunacak
kimse, peygamberliğe seçildikten sonra Hz. Muhammet'tir (s.a.a).
Isa'nın da böyle bir misyonu varsa, bu bir çelişki oluşturmaz. Biraz
sonra sunacağımız haber, bu anlamı bir ölçüde destekler mahiyettedir.
Yine aynı eserde, Ibn-i Sinan Imam Cafer Sadık'tan (a.s) yüce
Allah'ın Isa ile ilgili, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona
inanmayacak hiç kimse yoktur." sözleri hakkında şöyle rivayet
eder: "Ehlikitab'ın iman etmesi sözüyle, Hz. Muhammed'e (s.a.a)
inanmaları kastedilmiştir." [c.1, s.284, h:301]
Aynı eserde Cabir, Imam Bâkır'ın (a.s), "Ehlikitap'tan, Isa'nın
ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet
günü de o, onlara şahit olacaktır." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Diğer dinin mensuplarından önceki ve
sonraki kuşaklardan hiç kimse yoktur ki, öldüğünde Resulullah'ın
(s.a.a) ve Emir-ül Müminin'in (a.s) hak olduğunu görmesin." [c.1,
s.284, h:303]
Ben derim ki: Rivayetin bir uyarlama olduğu açıktır. Kaldı ki,
rivayet, Imamın söylediklerinin ayetin tefsirine veya uyarlanışına
dönük olması noktasında net bir kanıtsallığa da sahip değildir.
Imamın, bu sözleri, ayete ilişkin açıklamasının devamında söylemiş
olması muhtemeldir. Rivayetler içinde bunun örnekleri çoktur.
Aynı eserde, Mufaddal b. Ömer'den şöyle rivayet edilir: Imam
Cafer Sadık'tan (a.s), "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona
inanmayacak hiç kimse yoktur." ayetinin anlamını sordum, buyurdu
ki: "Bu ayet, özel olarak biz Ehlibeyt Imamları hakkında inmiştir.
Fatıma'nın (a.s) çocuklarından ölen ve dünyadan ayrılan
hiç kimse yoktur ki, imamın imamlığını onaylamış olmasın. Tıpkı
Yakub'un (a.s) oğullarının Yûsuf'un ayrıcalığını ikrar etmiş olmaları
gibi: 'Allah'a andol-sun ki, Allah seni bizden üstün kıldı.' (Yûsuf,
91)" [c.1, s.283, h:300]
Ben derim ki: Bu rivayet tek kanallı (ahad)dır ve mürseldir. Bu
anlamı içeren başka hadisler, "Sonra kitabı kullarımız arasında
seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir,
kimi orta gidendir, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçendir.
Işte büyük lütuf budur." (Fâtır, 32) ayetiyle ilgili olarak rivayet
edilmiştir. Inşallah bu konuda ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Aynı eserde, "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen pey-
gamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." ayetiyle ilgili
olarak Zürare ve Hamran, Imam Bâkır'dan (a.s) ve Imam Cafer
Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet ederler: "Yüce Allah, Nuh'a ve ondan
sonraki peygamberlere vahyettiğim gibi sana da vahyettim, buyurarak,
(beşer için gönderilen) bütün vahiyleri Peygamberin zatında
toplamıştır." [c.1, s.285, h:305]
Ben derim ki: Anlaşıldığı kadarıyla burada kastedilen, Peygamberimizin
(s.a.a) yol farklılığını ve davet ayrılığını gerektirecek
şekilde genel vahiy olgusuna ters düşen bir şey sunmadığıdır. Yoksa,
önceki peygamberlere indirilenlerin aynısının Peygamberimize
de indirildiği kastedilmiyor. Bunun bir anlamı da olmaz zaten. Aynı
şekilde, Peygambere vahyedilen, önceki tüm şeriatları kapsıyor,
anlamı da kastedilmemiştir. Ayetin akışı, bundan farklı bir anlamı
vurgulamaya dönüktür. Aşağıda sunacağımız rivayet, bizim sözünü
ettiğimiz bu anlamı destekler mahiyettedir.
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed b.
Salim'den, o da Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah
Hz. Muhammed'e (s.a.a) dedi ki: '(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan
sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da
vahyettik.' Her peygambere, yolunu ve sünnetini izlemesini emretti."
[Usûl-ü Kâfi, c.2, s.29, h:1]
Tefsir-ul Ayyâşî'de Sümali, Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet
eder: "Hz. Âdem ile Hz. Nuh arasında gönderilen peygamberlerin
bir kısmı gizli, bir kısmı da açıktı. Bu yüzden Kur'ân'da onlardan
söz edilmiyor, açık olan peygamberler gibi isimleri zikredilmiyor.
Işte yüce Allah'ın şu sözünde buna işaret ediliyor: 'bir kısmını ise
sana anlatmadık. Ve Allah Musa'ya konuştu.' Yani, açık peygamberler
gibi gizli olanların ismine yer vermedim." [c.1, s.285, h:306]
Ben derim ki: Bu hadisi, el-Kâfi'de Ali b. Ibrahim'den, o da
babasından, o Hasan b. Mahbub'dan, o Muhammed b. Fudayl'dan,
o da Ebu Hamza'dan ve o da Imam Bâkır'dan (a.s) rivayet eder. Bu
eserdeki rivayet şöyledir: "Bazı peygamberler gizlidir. Bu yüzden
Kur'ân'da onlardan söz edilmez; açık olan peygamberler gibi adları
verilmez. Işte şu ayette buna işaret ediliyor: 'Bir kısım peygamberleri
daha önce sana anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık.'
Yani, peygamberliği açık olanlar gibi, gizli olanların adını vermedim..."
Her hâlükârda bu rivayette kastedilen husus şudur: Yüce Allah,
gizli peygamberlerin kıssalarını anlatmadığı gibi isimlerini de vermemiştir.
Yalnızca bazı açık peygamberlerin kıssalarını anlatarak
onların isimlerini zikretmiştir. "Yani... adını vermedim." ifadesinin
raviye ait olması da mümkündür.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Hamza Sümali'nin ["Fakat Allah, sana
indirdigine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir..." ayetiyle
ilgili olarak] şöyle dediği rivayet edilir: Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle
dediğini duydum: "Fakat Allah, Ali hakkında sana indirdiğine şahitlik
eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir. Melekler de buna şahitlik
ederler. Şahit olarak Allah yeter." [c.1, s.285, h:307]
Ben derim ki: Bu anlamda bir rivayet, Tefsir-ul Kummî'de, Ebu
Basir'den, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet zinciriyle birlikte
aktarılır. Bu bir tür uyarlama ve tatbiktir. Çünkü Kur'ân'da Hz. Ali'-
nin (a.s) velayetine işaret eden ayetler vardır. Fakat yukarıdaki ifade,
Kur'ân'ın tahrif edildiği ve Imamın (a.s) bir kıraat olarak böyle
okuduğu anlamına gelmez.
Bunun bir benzerinin el-Kâfi'de1 ve Tefsir-ul Ayyâşî'de2 Imam
Bâkır'dan (a.s) ve Tefsir-ul Kummî'de3 Imam Cafer Sadık'tan (a.s)
rivayet edildiğini görüyoruz: "Inkâr edip -Âl-i Muhammed'e- zulmedenleri
Allah asla bagışlayacak degildir."
Bunun bir benzeri de yine Mecma-ul Beyan tefsirinde Imam
Bâkır'dan (a.s) nakledilmiştir. Bu tefsirde Imam Bâkır'ın (a.s), "Resul
size, Rabbinizden hak üzere geldi." [Nisâ, 170] ifadesini; "Yani,
Allah'ın velayetini emrettiği kimsenin (Ali'nin) velayetini getirdi."
şeklinde yorumladığı belirtilir.
170- Ey insanlar! Resul size, Rabbinizden hak üzere geldi.
Öyleyse inanın, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer inkâr ederseniz,
şüphesiz göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ındır. Allah (her
şeyi) bilendir, hikmet sahibidir.
171- Ey Ehlikitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında
ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın
elçisidir, O'nun Meryem'e attığı kelimesidir ve O'ndan bir ruhtur.
Şu hâlde Allah'a ve peygamberlerine inanın, (Allah) üçtür demeyin;
(bundan) vazgeçin, bu sizin için daha hayırlıdır. Allah, ancak bir tek
Tanrı'dır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların
tümü O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.
172- Ne Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de Allah'a yakınlaştırılmış
melekler. Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük
taslarsa, (bilsin ki) O, onların hepsini kendi huzuruna toplayacaktır.
173- İnanıp iyi işler yapanlara ecirlerini eksiksiz ödeyecek ve
onlara lütfunu daha da artıracaktır. Kulluk etmekten çekinenleri
ve büyüklük taslayanları ise, acı bir azapla azaplan-dıracaktır. Onlar
kendileri için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı
bulacaklardır.
174- Ey insanlar! Rabbinizden size kesin bir delil geldi ve size
apaçık bir nur (Kur'ân) indirdik.
175- İşte Allah'a inanıp O'na sımsıkı tutunanları, kendi katından
bir rahmetin ve lütfun içine alacak ve onları kendisine (varan)
doğru bir yola iletecektir.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Ehlikitab'ın, Peygamberden (s.a.a) kendilerine gökten bir kitap
indirmesini istemelerine, Allah'ın elçisinin ancak Rabbinin katından
hak esaslı bir mesaj getirdiği, onun Rabbinin katından getirdiği
kitabın kuşku içermeyen kesin bir kanıt olduğu belirtilerek cevap
verilmesinden dolayı, yüce Allah'ın bu noktada bütün insanları,
peygamberlerine ve kitabına inanmaya davet etmesi, yerinde ve
ayetlerin akışının ruhuna uygun bir ifade tarzıdır.
Bu açıklamalar çerçevesinde, bütün peygamberlerin -bu
meyanda İsa'nın da adı zikrediliyor- aynı yasaya tâbi oldukları, bu
yasanın parça ve çerçevesinin birbirinin benzeri olduğu vurgulanıyor.
Buna kİsaca, Allah'tan vahiy alma yasası demek mümkündür.
Işte bu açıklamanın doğal bir sonucu olarak, özelde kitap ve vahiy
ehli olan Hıristiyanların şöyle bir inanca davet edilmeleri uygun görülmüştür:
Dininizde aşırılığa kaçmayın ve diğer muvahhid -Allah'ın
birliğine inanan- müminlere katılın. Kendinizin de onlar gibi diğer
peygamberler hakkında Allah'ın kulları ve elçileri olduğu yönündeki
inancınızın aynısıyla, İsa'nın da hakkında inanın.
Ardından yüce Allah, bunun bir adım ötesinde, bütün insanları
Resulü'ne (s.a.a) inanmaya davet ediyor. Çünkü, "Biz Nuh'a ve ondan
sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da
vahyettik..." ayetinde ilkönce o hazretin elçiliğinin doğruluğunu açıklığa
kavuşturmuştu. [Peygamberin elçiliği doğrulandıktan sonra
da bütün insanları ona inanmaya davet etmeye başladı.]
Ardından İsa (a.s) hakkında aşırıya gitmemeleri çağrısında bulunuyor.
Çünkü önceki bölümde işaret edilen ayetler kapsamında
açıklanan ikinci husus da budur.
Bunun da ardından kitabına, yani Kur'ân'a uymaya davet ediyor.
Ki şu ayetin kapsamında açıklanan son husus da budur: "Fakat
Allah, sana indirdigine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir..."
"Ey insanlar! Resul size, Rabbinizden hak üzere geldi. Öyleyse inanın,
bu sizin için daha hayırlıdır." Bu hitap, Ehli-kitap'la birlikte tüm
insanlara yönelik genel bir hitaptır ve Ehlikitab'a yönelik önceki açıklamanın
bir devamı niteliğindedir. Hitabın bu şekilde genel tutulması,
mesajın evrensel niteliğinden kaynaklanmaktadır. Mesaj
ise, Resule inanmaktır. Ayrıca Resulün üstlendiği rİsalet misyonu
da bir kavimle sınırlı olmayıp geneldir.
"bu sizin için daha hayırlıdır." ifadesi, cümle içinde
"âminû=ina-nın" kelimesiyle ilintili lazım hâldir [sahibinden asla
ayrılmayan bir niteliktir]. Yani, öyle bir iman ki, onun ayrılmaz bir
özelliği de sizin için yararlı olmasıdır.
"Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz göklerde ve yerde olanların tümü
Allah'ındır." Yani, eğer inkâr ederseniz, küfrünüzün size olumlu bir
katkısı, artıracağı bir şey olmayacaktır ve Allah'tan da herhangi bir
şey eksiltmeyecektir. Çünkü göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ındır.
Dolayısıyla bir kimsenin O'nun mülkünden bir şey eksiltmesi
mümkün değildir. Göklerde ve yerde olan her şey öz doğası
gereği ortağı olmayan Allah'a ait olduğunu göstermektedir. [Her
varlık varlığını O'ndan aldığını, O'nun mülkü olduğunu, sadece O'-
na ait olduğunu kendince bilir.] Dolayısıyla her şeyin varolmasıyla
Allah'ın mülkü olması arasında hiçbir fark yoktur; her varlık aynı
zamanda Allah'ın mülküdür de. Şu hâlde, kendisi de o mülkün bir
parçası olan bir şey, Allah'ın mülkünden bir şey alıp eksiltebilir mi?
Bu ayet, meseleyle ilgili oldukça kapsamlı ve kuşatıcı bir ifadeye
sahiptir. Üzerinde düşünüldükçe, derinliğine etüt edildikçe
anlamının incelikleri daha bir belirginleşir, açıklamasının genişliği
akıllara durgunluk veren bir boyuta ulaşır. Buna göre, Allah'ın eşya
üzerindeki kuşatıcı egemenliği ve bu egemenliğin sonuçları, etkileri
bağlamında küfür, iman, itaat ve isyan kavramları olanca incelikleriyle
netliğe kavuşurlar. Daha fazla anlamsal boyutları kavramak
için, bu ayet üzerinde daha fazla düşünmek gerekiyor.
"Ey Ehlikitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında ancak gerçeği
söyleyin." Ayetin Hz. İsa (a.s) ile ilgili bir hususa değinmesini
bir ipucu olarak ele alırsak, hitabın Hıristiyanlara yönelik olduğunu
söyleyebiliriz. Ortak bir nitelik olarak "Ehlikitap" şeklinde bir ifadenin
yalnızca Hristiyanlar hakkında kullanılmış olması ise, şu mesajı
vermeye yöneliktir: Ehlikitap adını almış olmaları, Allah'ın çizdiği
ve kitabında açıkladığı sınırları aşmamalarını gerektirmektedir.
Açıkladığı konulardan biri de, gerçekle ilgisi olmayan şeyleri Allah
hakkında söylememelerinin, ancak gerçeği O'nun hakkında söylemelerinin
gerektiğidir.
Hitabın hem Yahudilere, hem de Hıristiyanlara yönelik olduğu
da söylenebilir. Çünkü Yahudiler de tıpkı Hıristiyanlar gibi dinlerinde
taşkınlık yapıyorlardı, aşırı gidiyorlardı ve Allah hakkında gerçekle
ilgisi olmayan şeyler söylüyorlardı. Nitekim yüce Allah bu
"Yahudiler, Üzeyr Allah'ın ogludur, dediler." (Tevbe, 30) "(Yahudiler)
Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar da)
rahiplerini... Rabler edindiler." (Tevbe, 31) "De ki: Ey Ehlikitap, bizimle
sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin... Allah'ı bırakıp
da bazılarımız bazılarını Rabler edinmesin." (Âl-i Imrân, 64)
Buna göre, "Meryem oglu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisidir..."
sözü, ayetin akışı içinde genel anlatımın ardından özele indirgenmiş
bir anlatımdır. Burada, muhataplar içindeki belli bir
gruba özgü özel bir yükümlülüğe dikkat çekilmiştir.
Fakat ayetin akışının zahiri bu yorumu ihtimal dışı bırakıyor.
Çünkü ayetin zahiri, "Meryem oglu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisidir."
sözünün, "Dininizde aşırı gitmeyin." ifadesinin gerekçesi
olmasını gerektirmektedir. Bu da özel olarak hitabın Hıristiyanlara
yönelik olduğunu gösterir. Sonra "Mesih" yani kutsal nitelemesinin
ardından, "Meryem oğlu İsa" sözüne yer verilerek niteleme isim ve
ana ismiyle açıklığa kavuşturuluyor. Ki niteleme farklı bir anlama
yorumlanmasın ve bu, onun bir anadan doğan herhangi bir insan
gibi yaratıldığının kanıtı olsun.
"O'nun Meryem'e attıgı kelimesidir." ifadesi, "kelime"nin anlamı-
nın açıklaması konumundadır. Çünkü o kelime, bakire Meryem'e
ilka edilen [ve yaratma kelimesi olan] "Ol" kelimesidir. Onun
varoluşunda, evlilik ve baba gibi normal sebepler rol oynamamışlardır.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Bir işin olmasına
karar verdi mi yalnızca ona "ol" der, o da hemen oluverir."
(Âl-i Imrân, 47) Şu hâlde, her şey yüce Allah'ın kelimesinden ibarettir;
ancak diğer varlıklar normal sebeplerle iç içedirler. İsa'nın "kelime"
olarak isimlendirilmek suretiyle belirginleşen ayrıcalığı, doğumunda
bazı normal ve doğal sebeplerin rol oynamamış olmasından
kaynaklanmaktadır. "ve O'ndan bir ruhtur." Ruh, emirdendir
[emir âlemindendir]. Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Ruh,
Rabbimin emrindendir." (Isrâ, 85) İsa, tekvinî=varoluşsal "Ol" kelimesi
olduğuna ve bu kelime de emir âleminden olduğuna göre,
İsa ruhtur. Tefsirimizin üçüncü cildinde, İsa'nın yaratılışını incelerken bu
ayetle ilgili açıklamalara da yer verdik.1
"Şu hâlde Allah'a ve peygamberlerine inanın, (Allah) 'üçtür' demeyin;
(bundan) vazgeçin, bu sizin için daha hayırlıdır. Allah, ancak bir tek
Tanrı'dır." Bu ifade, "Mesih sadece..." diye başlayan ifadeyle gerekçelendirilen
ayetin giriş cümlesindeki konunun ayrıntısı niteliğindedir.
Demek isteniyor ki: Gerçek durum bundan ibaret olduğuna
göre, sizin bu şekilde inanmanız gerekir; Rab olarak Allah'a ve aralarında
İsa'nın da bulunduğu elçilerin sundukları rİsalete inanmanız
lâzım gelir. Allah üçtür demekten vaz geçin. Çünkü böyle demekten
vazgeçmeniz yahut Allah'a ve elçilerine inanmanız ve "teslis"
iddiasını olumsuzlamanız sizin yararınızadır.
"Üç"ten maksat, baba, oğul ve kutsal ruhtan (Ruh-ul Kudüs)
oluşan üç uknumdur. Âl-i Imrân suresinde Hz. İsa'yla ilgili olarak
nazil olan ayetleri tefsir ederken bu meseleyle ilgili ayrıntılı açıklamalar
sunduk.2
"O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların tümü
O'nundur." Bu ifadenin orijinalinde geçen "subhan" kelimesi,
takdirde bulunan bir fiilin mutlak mef'uludur ve ifadenin orijinalinde
geçen "en yekûne" kelimesi de onunla ilintilidir. Bu da, cer verenin
ortadan kaldırılması sonucu mansup olmuştur. Dolayısıyla
ifadenin açılımı şöyledir: "O'nu çocuk sahibi olmaktan ulularım,
O'nu tenzih ederim." Bu hâliyle cümle, Allah'ın ululuğunu vurgulama
amacıyla baş vurulmuş bir ara ifade niteliğine sahiptir.
"Göklerde ve yerde olanların tümü O'nundur." cümlesi, ayet
içinde gramer açıdan hâl fonksiyonunu icra ediyor ya da yeni bir
anlatımın başlangıcıdır. Her hâlükârda yüce Allah'ın çocuğunun
olmasını olumsuzlama amaçlı bir rettir. Çünkü çocuk, her ne şekilde
tasavvur edilirse edilsin, özü itibariyle bir parçası olduğu ba-
banın bir benzeridir. Göklerde ve yerde olan her şey özü ve etkinliği
itibariyle Allah'ın mülküdür. Allah, her şeyin yönetimini elinde
bulundurmakta ve egemenlik sadece O'na aittir. Şu hâlde bu varlıklardan
hiçbir şey O'nun benzeri değildir. Dolayısıyla O'nun çocuğu
da yoktur.
İfade, varlıklar âleminde, yüce Allah'tan başka her şeyi kapsayıcı
genelliğe sahiptir. Bu da, "Göklerde ve yerde olanlar..." ifadesinin,
Al-lah'tan başka her şeyi ifade etmeye yönelik bir kinaye olmasını
gerektirmektedir. Çünkü göklerle yerin kendisi de bu kapsama
girer. Oysa gökler ve yer, göklerde ve yerde olanlardan değil,
onların kendileridir.
Öte yandan, ayetin içerdiği emir ve yasak, onlar açısından
dünya ve ahiret iyiliğini gösteren genel bir yol göstericilik işlevini
görmektedir. Bu yüzden ifadenin sonunda şu cümleye yer verilmiştir:
"Vekil olarak Allah yeter." Yani Allah, işleriniz üzerindeki yönetici-
velinizdir. Hayatınızı O düzenleyip, yönlendirmektedir. Sizi, sizin
için daha iyi olana iletir; dosdoğru yola davet eder sizi.
"Ne Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de Allah'a yakınlaştırılmış
melekler." Bu ifade Mesih'in (a.s) tanrılığını olumsuzlayan bir
diğer kanıt. Ister oğul, isterse üçün üçüncüsü şeklinde tasavvur edilsin,
onun tanrİsal bir özelliği yoktur. Çünkü Mesih, Allah'ın kuludur,
hiçbir zaman O'na kul olmaktan ve O'na kulluk etmekten
çekinmez. Hıristiyanlar da bu gerçeği inkâr etmiyorlar. Bu gün onların
elinde bulunan Incillerde, Mesih'in Allah'a ibadet ettiği açıkça
ifade edilmektedir. Oysa tanrıyla aynı nitelikte olan oğlun ibadetinin
ne anlamı vardır? Bir kimsenin kendisine ya da üçten biri olanın
varlık olarak hepsine denk düştüğü üçlüye ibadet etmesi anlamsızdır.
Hz. İsa (a.s) ile ilgili konularda bu kesin kanıt hakkında
geniş bilgiler sunduk.
"ne de Allah'a yakınlaştırılmış melekler..." Bu, hükmün melekleri
de kapsayacak şekilde genelleştirilmesine dönük bir ifadedir.
Çünkü bu kanıt İsa gibi onlar hakkında da geçerlidir. Bazı müşrik
toplulukları -Arap müşrikleri gibi- onların Allah'ın kızları olduk-
larını ileri sürüyorlardı. Buna göre bu cümle, söz gelişi yani söz sözü
getirir sanatına örnek oluşturmaktadır.
"Ne Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de Allah'a yakınlaştırılmış
melekler." ifadesinde, Hz. İsa'nın (a.s) "Mesih=kutsal",
meleklerin de "mukarrebîn=yakınlaştırılmış" olarak nitelendirilmiş
olması, sıfat anlamını içeriyor olmaları hasebiyle konunun nedenine
ve gerekçesine işaret etmektedir. Demek isteniyor ki: İsa, Allah'a
ibadet etmekten çekinmez. Nasıl çekinsin ki, o kutsal Mesih'tir.
Yaklaştırılmış melekler de öyle! Eğer kul olmaktan çekinmeleri
ihtimali olsaydı, Allah onu (İsa'yı) kutsamaz, onları (melekleri)
da yakınlaştırmazdı. Yüce Allah, bir yerde Mesih'i de "yaklaştırılmış"
olarak nitelendirir: "Dünyada da, ahirette de onurlu, saygın
ve Allah'a yakınlaştırılanlardandır." (Âl-i Imrân, 45)
"Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa, (bilsin ki) O, onların
hepsini kendi huzuruna toplayacaktır." Bu ifade, Mesih ve meleklerle
ilintili hâl cümlesi konumundadır. Öbür yandan, önceki yargıyı
da gerekçelendirmektedir. Demek isteniyor ki: Mesih ve yakınlaştırılmış
melekler, nasıl kul olmaktan çekinirler? Oysa O'na kul olmaktan
çekinenler, O'na ibadet etmekten kaçınan insanlar, cinler
ve melekler, topluca O'nun huzuruna geleceklerdir. Yapıp ettiklerinin
karşılığını eksiksiz alacaklardır. Gerek Mesih, gerekse melekler
bunu bilirler, buna inanırlar ve bu tür olumsuz bir akıbete düşmemek
için korunurlar.
"Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa..." ifadesinin,
"İsa ve yakınlaştırılmış meleklerin O'na ibadet etmekten çekinenlerin
O'nun huzurunda toplanacaklarını bilirler." anlamında olduğunun
kanıtı, "büyüklük taslarsa..." sözüdür. Bu sözle, "Kim...
çekinirse" ifadesi kayıtlandırılmıştır. Çünkü kulluk sunmaktan çekinme,
büyüklük taslamaktan kaynaklanmıyorsa -cahillerin ve
mustazafların durumunda olduğu gibi- tek başına ilâhî gazabı gerektirici
olmaz. Mesih ve meleklerse, şayet kulluktan çekinirlerse,
bu tavırları ancak büyüklük taslamaktan ileri gelebilir. Çünkü onlar
Rablerinin yüce konumunu bilirler. Bu yüzden, ifadenin onlarla ilgi-
li kısmında, sadece "kulluktan çekinme"den söz edilmiş [ve şöyle
buyrulmuştur: "Ne Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de Allah'a
yakınlaştırılmış melekler."] Dolayısıyla bu ifadenin, "Kim O'-
na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa..." cümlesiyle gerekçelendirilmesi,
onların O'na ibadetten çekinenlerin, O'nun huzurunda
toplanacaklarını bildikleri anlamını ifade ettiğini gösterir.
"hepsini" yani iyi, kötü herkesi. Bu ifade, "İnanıp iyi işler yapan-
lara gelince..." diye başlayan hemen sonraki ayetin içerdiği
ayrıntılandırma durumuna ortam hazırlamaktadır.
"Onlar kendileri için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı
bulurlar." Bu ifade, Mesih'in ve meleklerin ilâhlıklarına ilişkin olarak
ileri sürülen iddialara bir karşılık olarak dost ve yardımcı ihtimalini
olumsuzlama amacına yöneliktir.
"Ey insanlar! Rabbinizden size kesin delil geldi ve size apaçık bir
nur indirdik." Ayetin orijinalinde geçen ve "kesin delil" olarak anlamlandırdığımız "burhan kelimesiyle ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî
der ki: "Burhan, kanıtlama amaçlı açıklama demektir. 'Ruc-han' ve
'sunyan' gibi, 'fu'lan' kipinden gelir. Bazılarına göre bu kelime,
'berehe-yebrehu=beyaz oldu' fiilinin mastarıdır." (Rağıptan aldığımız
alıntı burada son buldu.) Dolayısıyla bu kelime, hangi kökten
ve hangi kalıptan olursa olsun mastardır. Kimi durumlarda, özellikle
delil ve kanıt anlamında kullanıldığında fail anlamını ifade eder.
Nurdan maksat, Kur'ân'dır kuşkusuz. Bunun kanıtı da, "size...
indirdik." ifadesidir. Burhan kelimesi ile de bunun kastedilmiş olması
mümkündür. Bu durumda, her iki cümle birbirini desteklemekte,
her biri diğerini pekiştirmektedir.
Bununla (nurla) Peygamber efendimizin (s.a.a) kastedilmiş
olması da mümkündür. Tefsirini sunduğumuz ayetin, Peygamberin
sunduğu rİsaletin doğruluğunu ve Kur'ân'ın Allah katından inen bir
kitap olduğunu açıklamaya dönük ayetler grubunun sonrasında
yer almış olması bu ihtimali güçlendirmektedir. Çünkü ayet, bu akışın
bir ayrıntısı görüntüsü vermektedir. Bu ihtimali, bir sonraki
ayette yer alan, "tutunanlar" ifadesi de güçlendirmektedir. Daha
önce, "Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette o, dosdogru
yola iletilmiştir." (Âl-i Imrân, 101) ayetini tefsir ederken "tutunmak"
tan maksadın, Allah'ın kitabını izlemek ve Resulullah'a
(s.a.a) uymak olduğunu belirtmiştik.
"İşte Allah'a inanıp O'na sımsıkı tutunanları" Bu ifade, Rabbinin
sunduğu kanıt nitelikli açıklamaya ve katından indirdiği nura tâbi
olanların alacakları ödülü açıklama amacına yöneliktir.
Bu ayet, inanıp salih ameller işleyenlerin sevabını açıklamaya
yönelik önceki ayete yani, "İnanıp iyi işler yapanlara ecirlerini eksiksiz
ödeyecek ve onlara lütfunu daha da artıracaktır." ayetine
işaret ediyor gibidir. Belki de bu yüzden, incelediğimiz ayette kanıta
ve nura tâbi olma buyruğuna aykırı hareket edenlerin cezasına
işaret edilmemiştir. Çünkü önceki ayette buna aynen değinilmiştir.
Dolayısıyla bu ayette tâbi olanlara verilecek karşılığın, öteki ayette
tâbi olanlar için öngörülen ödülün aynısı olduğu belirtildikten sonra,
ikinci bir tekrara gerek görülmemiştir. Çünkü ortada iki grup
vardır: Tâbi olanlar ve karşı çıkanlar.
Buna göre, incelediğimiz ayetteki "kendi katından bir rahmetin
ve lütfun içine alacak..." ifadesi, öteki ayetteki "ecirlerini eksiksiz
ödeyecek..." -yani, onları cennete götürecek- ifadesine tekabül
etmektedir. Bu ayetteki "lütuf"un karşılığı, öteki ayetteki
"onlara lütfunun daha da fazlasını artıracaktır." ifadesidir. "Onları
kendisine (varan) dogru bir yola iletecektir." cümlesine gelince,
bu, ayette sözü edilen Allah'a sarılmanın bir sonucudur. Nitekim
bir ayette şöyle buyrulmuştur: "Kim Allah'a sımsıkı tutunursa,
şüphesiz o, dosdogru olan yola iletilmiştir." (Âl-i Imrân, 101)
176- Senden fetva istiyorlar. De ki: Ana-babası ve çocuğu olmayan
kimsenin mirası hakkında Allah size şöyle fetva veriyor:
Eğer çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse (erkek kardeş)
ölürse, bıraktığının yarısı o kız kardeşindir. Fakat (ölen) kız kardeşinin
çocuğu yoksa, erkek kardeş ona tamamen vâris olur. Eğer
ölenin iki kız kardeşi varsa, (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçte
ikisi onlarındır. Ve eğer vârisler erkek-kadın birçok kardeşler olursa,
erkeğin payı iki kızın payı kadardır. Şaşırırsınız diye Allah size
açıklıyor. Allah her şeyi bilendir.
AYETIN AÇIKLAMASI
Bu ayette, sünnetin açıklamasından da anlaşıldığı kadarıyla
anne-baba bir ya da yalnız baba bir olan "kelâle"nin yani, annebabası
ve ço-çuğu olmayan kimselerin miras alma hükmü açıklanıyor.
Yine Peygamberimizin (s.a.a) açıklamasından anlaşıldığı
kadarıyla, surenin girişinde işaret edilen miras paylaşımı ise, anne
tarafından bir olan kelâ-le'nin miras alması ile ilgilidir. Bunun kanıtı,
burada zikredilen feraizin (payların) orada zikredilenden daha
fazla olmasıdır. Yine ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla mirasta erkeklerin
payı kadınların payından daha fazladır.
"Senden fetva istiyorlar. De ki: Ana-babası ve çocuğu olmayan kim-
senin mirası hakkında Allah size şöyle fetva veriyor." Nisâ suresinin
akışı içinde fetva istemenin, fetvanın1 ve kelale2 kavramının anlamı
üzerinde çeşitli bilgiler sunduk.
"Çocugu olmayıp..." Yalnızca çocuk sözcüğünün mutlak olarak
ifade edilmesinden anlaşıldığı kadarıyla burada genel olarak hem
erkeği, hem de kadını kapsayan bir hüküm söz konusudur.
Mecma-ul Beyan tefsirinde deniliyor ki: "Bunun anlamı şöyledir:
Çocuğu ve babası yoksa... Babayı da bu kapsama aldık. Çünkü bu
hususta görüş birliği vardır." [Mecma-ul Beyan'dan alınan alıntı burada
son buldu.]
Eğer anne-babadan birinin varlığı varsayımı esas
alınsaydı, ayette mutlaka onun payına işaret edilirdi. Böyle bir işaret
olmadığına göre, her ikisinin yokluğu esas alınarak hüküm açıklama
yönüne gidilmiştir.
"kız kardeşi bulunan kimse ölürse, bıraktıgının yarısı o kız
kardeşindir. Fakat (erkek kardeş, ölen) kız kardeşinin çocugu
yoksa, kendisi ona tamamen vâris olur." Burada kız kardeşin erkek
kardeşin mirasından, erkek kardeşin de kız kardeşin mirasından
alacağı paya işaret ediliyor. Buradan hareketle kız kardeşin
kız kardeşten, erkek kardeşin erkek kardeşten kalan mirastan alacağı
pay da belirlenmiş oluyor. Çünkü eğer bu sonuncular için
başka bir paylaşım şekli söz konusu olsaydı, mutlaka ondan söz
edilirdi.
Ayrıca, "Fakat... erkek kardeş ona tamamen vâris olur." ifadesiyle
demek isteniyor ki: Eğer tersi olursa, yani erkek kardeş kız
kardeşin yerinde olursa, mirasın tümünü alır. Üstelik, iki kız kardeşin
ve erkek kardeşlerin payını açıklayan "Eger ölenin iki kız kardeşi
varsa, (erkek kardeşlerinin) bıraktıgının üçte ikisi onlarındır.
Ve eger vârisler erkek-kadın birçok kardeşler olursa, erkegin payı
iki kızın payı kadardır." ayetinde, ölenin erkek veya kadın olması
kaydına yer verilmemiştir. Dolayısıyla ölenin erkek veya kadın ol-
masının, miras pay-ları üzerinde bir etkinliği yoktur.
Ayetin açıkladığı; bir kız kardeşin, bir erkek kardeşin, iki kız
kardeşin ve erkek-kadın karışık kardeşlerin payıdır. Geri kalan yakınların
payı da bundan hareketle belirlenebilir. Buna göre, iki
kardeş mirasın tamamını alırlar ve aralarında eşit bir şekilde paylaşırlar.
Bunu, bir kardeşin mirasın tümünü almasından çıkarıyoruz.
Bu ihtimallerden biri, bir erkek ve bir kız kardeşin bulunması
durumudur. "Kardeşler" ifadesi bu ihtimali de kapsar. Nitekim bu
surenin giriş kısmında buna işaret edilmiştir. Buna göre, "Ve eger
vârisler erkek-kadın birçok kardeşler olursa..." ifadesi bu ihtimali
de içermektedir. Kaldı ki, sünnet [Peygamberimizden (s.a.a) nakledilen
hadisler] bu ihtimallerin tümünü açıklamaktadır.
Burada sözü edilen paylar, ölenin sadece babasız ya da sadece
annesiz ve babasız olması durumunda geçerlidir. Fakat bu şekilde
ölen kişinin ana-baba bir kız kardeşi ve baba bir kız kardeşi
varsa, baba bir kız kardeşi mirastan pay almaz. Surenin giriş kısmındaki
ilgili ayeti tefsir ederken bu hususta açıklamalarda bulunduk.
"Şaşırırsınız diye Allah size açıklıyor." Yani, şaşırmanız korkulur
veya şaşırmayasınız diye Allah size açıklıyor demek isteniyor. Bu
tarz bir kullanımın Arapçadaki örnekleri çoktur. Amr b. Gülsüm
şöyle der:
"Bizi küçük düşürüp alay etmenizden korkuyoruz (veya alay
etme-yesiniz) diye, size ziyafet vermek için acele ettik."
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, Cabir b. Abdullah el-Ensari'den
şöyle rivayet edilir: "Bir ara hastalandım. Dokuz -ya da yedi- tane
kız kardeşim vardı. Peygamberimiz (s.a.a) beni ziyarete geldi, yüzüme
üfledi. Kendime geldim, dedim ki: 'Ya Resulallah, kız kardeşlerime
malımın bütününden üçte iki pay ayırayım mı?' Buyurdu ki:
'Bundan daha iyisini yap.' Dedim ki: 'Malımın bir bölümünü mü ayırayım?'
Buyurdu ki: 'Bundan daha iyisini yap.' Sonra yanımdan
ayrılıp gitti. Giderken geri dönerek bana şöyle dedi: Ey Cabir, senin
bu hastalıktan öleceğini sanıyorum. Fakat Allah, senin kız kardeşlerinin
alacağı payla ilgili bir ayet indirerek onlara iki kere üçte birlik
bir pay ayırdı."
Raviler demişlerdir ki: "Cabir, bu ayet benim hakkımda indi, derdi."
Buna yakın bir rivayet de ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde yer alır.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Ebi Şeybe, Buharî, Müslim,
Tirmizi, Nesai, Ibn-i Dureys, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Beyhaki -ed-
Delail adlı eserde- Bera'dan şöyle rivayet ederler: "Bir bütün olarak
inen en son sure, Tevbe suresidir. En son inen ayet de, Nisâ
suresinin sonunda yer alan, 'Senden fetva istiyorlar. De ki: Anababası
ve ço-cugu olmayan kimsenin mirası hakkında Allah size
şöyle fetva veriyor...' ayetidir."
Ben derim ki: Aynı eserde yer alan birçok rivayette belirtildiğine
göre, Resulullah (s.a.a) ve ashap bu ayeti "Sayf Ayeti=Yaz Ayeti"
diye adlandırırlardı. Mecma-ul Beyan tefsirinde deniliyor ki: "Bunun
nedeni şudur: Ana-babasız ve çocuksuz ölen kişinin mirası hakkında
iki ayet nazil olmuştur. Biri kış mevsiminde inmiş ve Nisâ
suresinin giriş kıs-mında yer alır, diğeri de yazın nazil olan şu ayettir."
Aynı eserde, Ebu Şeyh'in Feraiz adlı eserde Bera'dan şöyle rivayet
ettiği belirtilir: "Resulullah'a (s.a.a) kelâle'nin kim olduğu soruldu.
'Çocuktan ve babadan başkasıdır.' buyurdu."
Tefsir-ul Kummî'de müellif şöyle diyor: Bana babam anlattı. O
da Ibn-i Ebu Umeyr'den duymuş. Ona Ibn-i Üzeyne Bukeyr'den aktarmış
ki, Imam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Adamın biri ölse ve geride
mirasçı olarak bir kız kardeşi kalsa, ayetin hükmünce ona mirasın
yarısı verilir. Tıpkı adamın kız çocuğu olması durumunda mirasın
yarısını alacağı gibi. Eğer adamın ondan daha yakın bir akrabası
yoksa, mirasın diğer yarısını da yine kız kardeş, akrabalık
hükmünce alır. Kız kardeş yerine, erkek kardeş mirasçı olsa,
mirasın tümünü alır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fakat
(ölen) kız kardeşinin çocugu yoksa, erkek kardeş ona tamamen
vâris olur." Şayet mirasçılar iki kız kardeş olurlarsa, üçte ikilik bir
payı ayetin hükmünce alırlar; geriye kalan üçte birlik payı da akrabalık
payı hükmünce alırlar. Şayet mirasçılar kadın-erkek karışık
kimseler olsalar, erkeğe iki kadının payı kadar bir pay verilir. Bütün
bunlar, ölen kişinin çocuğunun, anne-babasının veya eşinin
olmaması durumunda geçerlidir."
Ayyâşî kendi tefsirinde, bu rivayetin devamını çeşitli kanallardan
Imam Bâkır (a.s) ve Imam Sadık'tan (a.s) rivayet eder.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Bükeyr'den şöyle rivayet edilir: Bir adam
Imam Bâkır'ın (a.s) yanına geldi ve ona, geride mirasçı olarak kocasını,
ana bir kız kardeşlerini ve baba bir kız kardeşini bırakan bir
kadının mirasının nasıl paylaşılacağını sordu. Imam buyurdu ki:
"Kocaya mirasın yarısı verilir. Bu, altı paydan üç paya denk düşer.
Ana bir kız kardeşlere üçte bir verilir. Bu da altı paydan iki paya
denk düşer. Baba bir kız kardeşlere de bir pay verilir."
Adam şöyle dedi: "Zeyd'in, Ibn-i Mesud'un, Ehlisünnet'in ve
kadı-ların paylaşımı bundan farklıdır, ey Ebu Cafer! Diyorlar ki: Ana
bir ve baba bir kız kardeşe üç pay verilir. Bu da altıda bir paya
denk düşer. Böylece payı altıdan sekize kadar yükseltirler." Imam
Bâkır (a.s) buyurdu ki: "Bunu neye dayanarak söylüyorlar?" Adam
şu karşılığı verdi: "Çünkü yüce Allah, 'bir kız kardeşi bulunan kimse
(erkek kardeş) ölürse, bıraktıgının yarısı o kız kardeşindir.' buyuruyor."
Bunun üzerine Imam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Madem ki
Allah'ın emrini kanıt gösteriyorsunuz, neden erkek kardeşin payını
eksiltiyorsunuz? Çünkü yüce Allah, kız kardeş için mirasın yarısını,
erkek kardeş için de tümünü öngörmüştür. Bir şeyin tümü yarısından
daha fazladır. Nitekim Allah kız kardeş için, 'bıraktıgının yarısı
o kız kardeşindir.' ve erkek kardeş için de, 'kız kardeşinin çocugu
yoksa, ona -yani geride bıraktığı bütün mala- tamamen vâris olur.'
buyurmuştur. Siz ise, miras paylaşımınızda Allah'ın bütün malı
verdiği erkek kardeşe bir şey vermezken, Allah'ın malın yarısını
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde şöyle deniyor: Abdurrezzak, Ibn-i
Münzir, Hakim ve Beyhaki Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler:
Adamın biri İbn-i Abbas'a şöyle sordu: "Bir kimse ölür ve geride
mirasçı olarak bir kız çocuğu ve ana-baba bir kız kardeş bırakırsa,
bunun mirası nasıl paylaşılır?" Ibn-i Abbas dedi ki: "Kız çocuğu mirasın
yarısını alır. Kız kardeşe de bir şey verilmez. Mirasın geri kalanı
da baba yönünden akrabalara verilir." Buna karşılık ona denildi
ki: "Ama Ömer kız kardeş için de mirasın yarısını
öngörmektedir." Ibn-i Abbas şu karşılığı verdi: "Siz mi daha iyi biliyorsunuz,
Allah mı? Allah diyor ki: 'Eger çocugu olmayıp bir kız
kardeşi bulunan kimse (erkek kardeş) ölürse, bıraktıgının yarısı o
kız kardeşindir.' Siz ise diyorsunuz ki: Adamın çocuğu olsa da, mirasının
yarısı kız kardeşinindir!"
Yukarıda sunduğumuz rivayetlerin içerdiği anlamı destekler
mahiyette başka rivayetler de vardır.
1- Ey inananlar! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin. Ihramlı iken
avı helâl saymamak üzere, size (haram oldukları) okunacaklar dışında
kalan dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı. Allah şüphesiz,
dilediği hükmü verir.
2- Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine (hac ibadetlerine), ne
haram aya, ne (işaretsiz) kurbana, ne gerdanlıklı kurbanlara ve ne
de Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Hara-m'a yönelenlere
saygısızlık etmeyin. Ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi
Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan
kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin. Iyilik ve takva üzerinde
yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan
korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.
3- Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan
başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş,
boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş
olan hayvanlar -henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç-,
dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve (hayvanın etini) fal
oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün inkâr edenler,
sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın,
benden korkun. Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi
tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum. O hâlde kim,
(istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan
yiyebilir; çünkü) Allah hiç şüphesiz bağışlayan ve esirgeyendir.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Surenin girişi ve son bölümü, ayetlerinin geneli, bu ayetlerin
kapsadığı hükümler, öğütler ve kıssalar üzerinde durup düşündüğümüz
zaman, surenin kapsamlı hedefinin verilen sözlerin tutulmasına,
ne şekilde olursa olsun hakkın gözetildiği antlaşmalara
bağlı kalınmasına, bunları çiğnemekten, gereklerine aldırış etmemekten
azami ölçüde kaçınılmasına ilişkin bir çağrı olduğunu
görürüz. Bu çağrı bağlamında, ilâhî sünnetin sakınıp iman edenlerin,
daha sonra Allah'tan korkup da ihsanda bulunanların rahmete
kavuşmaları, işlerinin kolaylaştırılması ve yüklerinin hafifletilmesi,
buna karşılık azgınlaşanların, antlaşmaları çiğneyenlerin, sözlerinin
gereklerini yerine getirmeyip akitlerinin dışına çıkanların, din-
de sorumluluk gerektiren misakların sınırlarını çiğneyenlerin işlerinin
zorlaştırılması ve yüklerinin ağırlaştırılması şeklinde cereyan
ettiği ifade edilmektedir.
Bu yüzden surenin cezaî müeyyideler ve kısasla ilgili birçok
hükmü, Mâide (Sofra) kıssası, Mesih'in dileği ve Âdem'in iki oğlunun
kıssası gibi bölümler içerdiğini, İsrailoğullarınca işlenen birçok
zulme, kendilerinden alınan sözlere ve pekiştirilmiş akitlere aykırı
hareket edişlerine işaret edildiğini görüyoruz. Yine surenin, yüce
Allah'ın birta-kım lütuflarla insanları minnet altında bıraktığını dile
getiren ayetler içerdiğini görürüz. Örneğin: Dini kemale erdirmek,
nimeti tamamlamak, iyi ve temiz şeyleri helâl kılmak, onlara güçlük
ve zorluk çıkarmayı dilemeksizin insanları arındıracak yasalar
koymak gibi.
İşte bu tür uyarılar, surenin iniş zamanının atmosferiyle uygun
ve onunla örtüşmektedir. Çünkü nakil ehli, yani tarihçiler ve
muhaddİsler arasında, bu surenin Resulullah'a (s.a.a), hayatının
sonlarında inen en son uzun sure olduğu hususunda herhangi bir
ihtilaf yoktur. Gerek Sünnî ve gerekse Şiî rivayetlerde bu surenin
mensuh olmayıp nasih olduğu belirtilir. Dolayısıyla Allah'ın kullarından
almış olduğu sözlere bağlılığın tavsiye edilmesi ve akitlerinin
sağlam tutulmasının istenmesi, surenin bu özelliğine uygun
düşmektedir.
"Ey inananlar! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin." Ayetin orijinalinde
geçen "ukûd" kelimesi, "akd" kelimesinin çoğuludur. Iki şeyden
birini diğerine ayrılması zor olacak şekilde bağlama, düğümleme
demektir. Bir ipi ya da bir halatı başka bir ipe veya halata bağlama
gibi. Bu, iki şeyden birinin diğerinden ayrılmamasını, ondan kopmamasını
gerektirir.
Bu ifade, Araplar arasında, önceleri somut olgularla ilgili olarak
kullanılırdı. Daha sonra istiare yöntemiyle, soyut olguları da
kapsayacak şekilde genelleştirildi. Söz gelimi alış veriş, kiralama
vb. gibi günlük işlemlerle ilgili antlaşmalar ve yine her türlü antlaşma
ve sözleşmeler de bu kavramla ifade edilir oldu. Bu kavra-
mın söz konusu soyut olgular için kullanılması, "düğümlemek ve
bağlamak" anlamının gereği olan "ayrılmazlık ve kopmazlık" niteliğinin
bu tür olgularda mevcut olmasından kaynaklanmıştır.
Akit (sözleşme, ahitleşme), Allah'ın kullarından aldığı tüm dinsel
misakları karşılayan bir ifadedir. Tevhit ve diğer temel öğretileri,
kulluk kastıyla yapılması gereken amelleri, ilk defa konulan yasaları
ya da sürdürülmesi öngörülen kuralları ve bu kapsamda insanlar
arasında yapılan muamele ve diğer akitleri, kısacası dinde
temel (rükün) olan ve temel olmayan bütün prensip ve parçaları
bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan ayette,
"el-ukûd" kelimesi, yani başında "el" takısı bulunan çoğul bir kelime
kullanılmıştır. Bundan dolayı, ayette geçen akitler ifadesinin
akit denebilecek her şeyi kapsayacak genellikte algılanması daha
uygundur.
Dolayısıyla bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin birtakım yorumları
da dayanaksızdır. Bunlardan bazıları diyorlar ki: Ayette geçen
"akitler"den maksat, insanların aralarında gerçekleştirdikleri
alış veriş, nikâh ve ahitleşme gibi karşılıklı antlaşmalar ya da insanın
kendi üzerinde taahhüt ettiği yemin gibi akitlerdir.
Diğer bazıları da şu değerlendirmede bulunmuşlardır: Bundan
maksat, cahiliye halkının kendilerine kötülük yapmak isteyenlere
ya da saldırıda bulunanlara karşı birbirlerine yardım etmek, destek
olmak üzere karşılıklı olarak verdikleri sözler ve ahitleşmelerdir.
Bu, işte cahi-liye döneminde yaygın bir ittifak türü olan kabileler
arasında yapılan "hilf" antlaşmasıdır.
Diğer bazı müfessirlerin değerlendirmeleri ise şöyledir: Burada,
Ehlikitap'tan Tevrat ve Incil'in içeriğine göre amel etmeleri hususunda
alınan misaklar kastedilmiştir.
Bu yorumların hiçbirini destekleyecek bir kanıtı, ifadenin lafzından
algılamak mümkün değildir. Ayrıca başında "el" takısı bulunan
çoğul kipinin ifade ettiği anlam [genellik] ve örf açısından
"akit" kavramının her türlü akdi ve hükmü kapsaması, bu değerlendirmelerle
uyuşmaz. Bu yüzden akdin anlamını yukarıdaki de-
ğerlendirmelerle sınırlı tutmak yanlıştır. En doğru olanı, kavramın
genel tutulmasıdır.
AKDIN ANLAMI ÜZERINE
"Akitleri yerine getirin." ifadesinin zahirinden de anlaşılacağı
gibi, Kur'ân akitlere uymayı emretmektedir. Ifade, zahiri itibariyle
geneldir ve geleneksel olarak akit denilebilecek ve yerine getirilmesi
söz konusu olabilecek her muameleyi kapsar. Akit, bu kavramın
sözlük anlamını temsil eden her türlü eylem ve söze denir.
Sözlükte, bir şeyin diğer bir şeye yapışıp ayrılmayacak şekilde bir
çeşit bağlanması anlamına gelir.
Satış muamelesini buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bu akit
satılan şeyi satın alana mülk olmak suretiyle bağlar. Artık satın
alan satın alınan şey üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.
Satış işleminden sonra satıcının satılan şey üzerinde ne sahipliği,
ne de tasarruf yetkisi söz konusudur. Kadını erkeğe bağlayan nikâh
akdini de buna örnek gösterebiliriz. Bu akdin gerçekleşmesinden
sonra erkek nikâh bağı uyarınca kadından yararlanır. Kadın
bundan sonra, akit yaptığı kişiden başkasını kendinden
yararlandıramaz. Ahd=söz verme de bunun gibidir. Söz veren kişi,
üzerine aldığı sözle ilgili olarak söz verilen şahıs için kendi üzerinde
bir hak doğurur ve üzerine aldığı sözü çiğneme hakkına sahip
değildir.
Kur'ân bütün anlamlarıyla bütün akitlerin ve sözlerin tutulmasını,
her anlamıyla, her türüyle ve her objesiyle yerine getirilmesini
vurgulamıştır; büyük önem vermiştir. Antlaşmalarını çiğneyenleri
sert bir dille yermiş, onları sert bir şekilde tehdit etmiştir. Buna
karşılık, burada sıralama gereğini duymadığımız birçok ayette, söz
verdiklerinde ahitlerini yerine getirenleri ve ahitlerini tutanları övmüştür.
Konuyla ilgili ayetlerin ifade tarzları ve konunun doğal bir akıcılıkla
sunulması, insanların fıtrî akıllarıyla bunu kavrayabilecekleri-
Bunun nedeni şudur: Söz verme ve sözünü tutma, insanın yaşamı
boyunca onsuz edemeyeceği bir realitedir. Bu hususta birey
ve toplum arasında herhangi bir fark yoktur. Insanın toplumsal hayatı
üzerinde düşündüğümüz zaman, istifade ettiğimiz bütün meziyetlerin
ve güvenip dayandığımız bütün toplumsal hakların genel
toplumsal sözleşme, akitleşme esasına ve bu genel sözleşmeden
kaynaklanan ayrıntı nitelikli sözleşmeler esasına dayandığını görürüz.
Bizler topluma kendi üzerimizde bir hak verirsek veya kendimiz
toplum üzerinde bir hakka sahip olursak, bu, ancak sözlü olmasa
bile pratik bir akdin gereği olabilir. Sözlü ifade, açıklamaya
gerek duyulan yerde devreye girer. Bir insanın güç veya otorite sahibi
olması ya da zorbalık yapması yahut bir mazeretinin bulunması
durumunda, kendi serbest iradesiyle gerçekleştirdiği bu akdi
bozabilmesi ve çiğnemesi doğru olursa, onun akdini çiğnemesiyle
birlikte ilk önce zarar gören şey, sosyal adalet olacaktır. Fakat
sömürü ve emeğin çalınması karşısında insanın tek sığınağı da
sosyal adalet ilkesidir.
Bundan dolayıdır ki, yüce Allah verilen sözlerin tutulmasını,
yapılan akitlerin yerine getirilmesini ısrarla vurgulamıştır. Nitekim
bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ahdi yerine getirin, çünkü ahitten
sorulacaktır." (Isrâ, 34) Bu ayet, ahde vefayı öven ve verilen sözden
dönmeyi (ahde vefasızlık etmeyi) yeren ayetlerin genelinde olduğu
gibi, bir bireyin diğer bir bireye verdiği sözü kapsadığı gibi, uluslar
ve ümmetler arası sözleşmeleri de kapsar. Hatta dinsel açıdan
toplumsal sözleşmelere uymak, bireysel sözleşmelere göre daha
önemlidir. Çünkü toplumsal sözleşmenin yerine getirilmesi ile gerçekleşen
adalet daha kuşatıcı ve eksiksiz, böyle bir sözleşmenin
çiğnenmesinin doğurduğu felâket daha genel ve yıkıcı olur.
Bu yüzden Kur'ân-ı Kerim, göze gelmeyen en ufak ve çiğnenmesi
en kolay bir düzeyde olan ahitlerde bile son derece açık ve
kesin bir ifadeyle ahitlerin çiğnenmemesini emretmiş, bu tarz tutumları
yasaklamıştır:
"(Bu,) Allah ve Elçisinden, antlaşma yaptıgınız müşriklere uzaklaşma
(ihtarı)dır. Dört ay daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz,
Allah'ı aciz bırakamazsınız ve Allah, kâfirleri rezil edecektir! En
büyük hac günü, Allah ve Elçisinden insanlara bir duyurudur: Allah
ve Elçisi puta tapanlardan uzaktır. Eger tövbe ederseniz bu
sizin için daha iyidir. Ve eger dönerseniz bilin ki siz Allah'ı aciz bırakacak
degilsiniz! Kâfirleri acı bir azap ile müjdele. Ancak antlaşma
yaptıgınız müşriklerden, antlaşma şartlarından hiçbir şeyi
size eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanlar
bu hükmün dışındadırlar. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye
kadar tamamlayın. Çünkü Allah sakınanları sever. Haram
aylar çıkınca, Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün,
onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları
bekleyin..." (Tevbe, 1-5)
Bu ayetler, akışlarından da anlaşılacağı gibi Mekke'nin fethinden
sonra inmişlerdir. Allah müşrikleri alçaltmış, güçlerini yok etmiş,
otoritelerini ortadan kaldırmıştı. Bu arada Müslümanları egemen
oldukları ve ele geçirdikleri toprakları şirk pİsliğinden temizlemeye
teşvik ediyor. Iman etmeleri durumu dışında, hiçbir
kayda ve şarta bağlı olmaksızın müşriklerin kanlarını dökebileceklerini
dile getiriyor. Buna rağmen müşriklerden bir grubu bunun dışında
tutuyor. Bunlar, Müslümanlarla aralarında antlaşma ve
saldırmazlık sözleşmesi bulunan kimselerdir. Zayıf ve zelil düştüler
diye Müslümanların bunlara kötülük et-melerine izin vermiyor. Onların
caydırıcı ve savunucu bir güçleri yok-tur diye Müslümanlar onlara
zarar verici davranışlar içine giremezler. Bütün bunlar, ahitlerin
dokunulmazlığını koruma ve takvayı güçlendirme amaçlı önlemlerdir.
Kuşkusuz, karşı taraf yaptığı akdi bozarsa, Müslümanlar da bu
akitlerini bozar ve uğradıkları saldırıya mİsliyle karşılık verirler. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Ortak koşanların, Allah'ın yanında ve elçisinin yanında nasıl
antlaşması olabilir? Ancak Mescid-i Haram'da antlaştıklarınız
hariç. Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın.
Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever... Bir mümine
karşı ne and, ne de antlaşma gözetmezler. Işte saldırganlar
onlardır. Eger tövbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse,
dinde sizin kardeşlerinizdirler. Biz bilen bir kavme ayetleri böyle
açıklıyoruz. Eger antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar ve
dininize dil uzatırlarsa, o küfür önderleriyle savaşın. Çünkü onların
antları yoktur, belki vazgeçerler." (Tevbe, 7-12)
"Kim size saldırırsa, onun size saldırdıgı kadar siz de ona
saldırın ve Allah'tan korkun..." (Bakara, 194) "Sizi Mescid-i Haram'-
dan alıkoyduklarından dolayı bir topluma olan kininiz sizi haddi
aşmaya sürüklemesin. Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah
ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun."
(Mâide, 2)
İşin özü şudur: İslâm'a göre ahdi gözetmek, gereğini yapmak
her zaman için bir zorunluluktur. Karşılıklı sözler verildikten sonra
bu ahdin taraflardan birine zarar veya yarar sağlıyor olması bir şey
değiştirmez. Çünkü ilişkilerde sosyal adaleti gözetmek, özel ya da
kişisel çıkarları gözetmekten daha geçerli ve daha zorunludur. Fakat
ahitleşen taraflardan birinin tek taraflı olarak antlaşmayı
bozması başka. Bu durumda diğer tarafın da antlaşmayı bozması,
uğradığı saldırıya mİsliyle karşılık vermesi kaçınılmazdır. Böyle
yapması zillete, tutsaklaştırılmaya ve yersiz büyüklenmeye karşı
bir başkaldırıdır. Ki dinî hareketin hedefi, özgürlük hareketini destekleyip
zorbalığı bertaraf etmektir.
Andolsun ki bu husus, İslâm dininin insanları öz yaratılışlarının
gerektirdiği hükme uygun davranmaya yöneltme bağlamında ve
yine toplumsal hayatın ancak onun uygulanışıyla düzene girdiği
zulmün, sömürünün ve emek istismarının ortadan kaldırılmasının
bağlı olduğu sosyal adaletin korunması bağlamında getirmiş olduğu
yüce öğretilerden ve temel ilkelerden biridir. Kur'ân-ı Kerim,
bu gereği açık bir dille vurgulamış ve Hz. Peygamber (s.a.a) de bunun
kusursuz uygulayıcısı olmuştur. Konu Kur'ân eksenli olmasay-
dı, Peygamberimizin (ona en üstün salat ve selam olsun) hayatında
yaşanan olayların bir kısmını örnek olarak sunacaktık.
Okuyucuların siyer kitaplarına ve Peygamberimizin (s.a.a) hayatına
ilişkin eserlere müracaat etmesini salık veririz.
Antlaşmalara bağlılık hususunda İslâm'ın fiilî uygulaması ile
uygar ya da geri kalmış ulusların uygulamalarını karşılaştırır, özellikle
her gün tanık olduğumuz ve duyduğumuz güçlü uluslarla zayıf
uluslar arasında gerçekleştirilen antlaşmaları, kurulan ilişkileri,
güçlü ulusların kendi lehlerine, devletlerinin çıkarına uygun olanları
korumada gösterdikleri duyarlılığı, buna karşın çıkarlarına uygun
olmayan antlaşmaları da sudan bahanelerle tek taraflı olarak feshettiklerini
göz önünde bulundurursak, bu iki uygulamanın hakkı
gözetme, hakkın hizmetinde olma açısından taşıdıkları farkı iyice
anlarız.
İslâm'a bu, sözde uygar uluslara da o tavır yakışır. Çünkü ortada
iki mantık vardır. Mantıklardan biri diyor ki: "Her ne şekilde olursa
olsun, hakkı gözetmek gerekir. Hakkın gözetilmesi toplumun
yararınadır." Diğer mantık ise diyor ki: "Hangi yöntemle olursa olsun,
hakkın zedelenmesi pahasına bile olsa, ulusun çıkarlarını gözetmek
gerekir." Bunların ilki dinin [İslâm'ın] mantığıdır. Ikincisi
ise, diktatörlük, demokrasi, sosyalizm, komünizm gibi ilkel veya
uygar toplumsal ideolojilerin mantığıdır.
Şunu da biliyoruz ki, İslâm bu kararlılığı salt kavramsal olarak
ahit sayılan muameleler için göstermez. Bilâkis bu hükmünü herhangi
bir şeye dayanak oluşturan her olguyu kapsayacak şekilde
genelleştirir ve gözetilmesini tavsiye eder. Bu konunun devamı sayılabilecek
bazı açıklamaları, inşallah konunun akışı içinde sunacağız.
"İhramlı iken avı helâl saymamak üzere, size (haram oldukları) okunacaklar
dışında kalan dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı..." Ayetin
orijinalinde geçen "uhillet" fiilinin mas-tarı olan "el-ihlâl", bir
şeyi helâl kılma, mubah ve serbest bırakma demektir. Ayetin oriji-
nalinde geçen "behîme" kelimesi de, Mecma-ul Beyan tefsirinde
belirtildiği gibi, karada ve denizde yaşayan bütün dört ayaklı hayvanlar
için kullanılan bir isimdir. Buna göre "behîme" kelimesinin
"en'âm" kelimesine izafe edilişi, bir türün kendi cinsinden gruplara
izafe edilişine benzer. [Yani izafe, "min" edatı anlamına gelir.]
"Nev'ul insan=insan türü" ve "cins-ul hayvan=hayvan cinsi" deyişimiz
gibi. Bir görüşe göre, "behîme" dört ayaklı hayvanın cenini için
kullanılan bir kelimedir. Bu durumda [özgü olmayı ifade eden]
"lam" anlamında bir izafe söz konusudur [yani, sadece dört ayaklı
hayvanların cenini helâl kılınmıştır].
Her hâlükârda, "...hayvanlar size helâl kılındı." ifadesiyle sekiz
çift hayvan türünün, yani etlerinin yenmesinin helâl kılındığı kastediliyor.
"Size haram oldukları okunacaklar dışında" ifadesiyle
de üçüncü ayetin, yani "Size şunlar haram kılındı: Leş, kan, domuz
eti, Allah'tan başkası adına bogazlanan..." ifadesinin içeriğine
işaret ediliyor.
"Ihramlı iken avı helâl saymamak üzere..." ifadesi, "size helâl
kılındı." cümlesindeki ikinci çoğul şahıs zamirinden hâl konumundadır.
Bundan çıkan sonuç; helâl olduğu belirtilen bu hayvanların,
ihramlıyken avlanmalarının haram olduğudur. Geyik, yabanî sığır
ve yaban eşeği gibi. Bazılarına göre, bu ifade "baglı kalın..." sözünden,
diğer bazılarına göre de, "size okunacak..." ifadesindeki
ikinci çoğul şahıstan hâldır. Ayetin orijinalinde geçen "sayd" kelimesi
mef'ul anlamında ["avlanmış" anlamında] mastardır. "Hurum"
kelimesi "haram"ın çoğuludur ve ism-i fail, yani "ihramlı" anlamına
gelir.
"Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine [hac ibadetlerine], ne haram
aya, ne kurbana, ne gerdanlıklı kurbanlara ve ne de Rablerinin lütuf ve
rızasını arayarak Beyt-i Haram'a yönelenlere saygısızlık etmeyin." Hitap
yeniden müminlere yöneltiliyor ve yüce Allah'ın
dokunulmazlığını belirttiği şiarlara ve hususlara azami özenin gösterilmesi,
en üst düzeyde saygının sunulması isteniyor.
İfadede geçen "la tuhillû=saygısızlık etmeyin" fiilinin mastarı
olan "ihlâl" sözcüğü, "mubah sayma" anlamına gelir. Bu ise, olduğu
makamı ve saygın konumu dikkate almamayı gerektirir. Bu anlam,
ifadenin izafe edildiği cümle ile birlikte değerlendirilmesi hâlinde
belirginlik kazanır. Şu hâlde Allah'ın şiarlarını mubah saymak;
onlara saygı göstermemek, onları terk etmek demektir. Haram
ayı mubah saymaksa, dokunulmazlığına riayet etmemek ve
onda savaşmak... anlamına gelir.
"Şeâir" sözcüğü "şeîre"nin çoğuludur ve işaret, alamet anlamına
gelir. Bununla Hacca özgü sembol ve ibadetlerin kastedildiği
söylenebilir. Haram aydan maksat ise, yüce Allah'ın, Kamerî yılından
saygın kıldığı belirli aylardır. Onlar şu aylardır: Muharrem, recep,
zilkade ve zilhicce. "el-Hedyu" hacda kurban edilmek üzere
götürülen koyun, sığır ve deve demektir. "el-Kalâid" sözcüğü
"kalade"nin çoğuludur. Bununla kurbanlık hayvanın boynuna takılan
nal vb. gerdanlıklar kastedilmiştir ki, bu hayvanın hac için gönderilen
bir kurban olduğu bilinsin ve ona zarar verilmesin.
Ayette geçen "âmmîne" kelimesi, "âmm" kelimesinin çoğuludur.
Bu da "emme / yeummu=yöneldi, kastetti" fiilinin ism-i failidir.
Bu-nunla, Beyt-i Haram'ı ziyaret etmeye yönelenler kastediliyor.
"lütuf ve rızasını arayarak..." ifadesi, "yönelenler"den hâldir.
Lütuftan maksat ise, mal veya malî kazançtır. Nitekim şu ayette,
kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Bunun üzerine, kendilerine
hiçbir kötülük dokunmadan Allah'ın nimet ve keremiyle geri
döndüler." (Âl-i Imrân, 174) [Bu ayette mealini "kerem" olarak aldığımız
"fazl"dan maksat, mal veya malî kazançtır.] Buna benzer
başka ayetler de vardır. Veya ahiret sevabı kastedilmiştir. Hem
dünyevî malı, hem de uhrevî ecri kapsaması da mümkündür.
Ayette geçen "şeâir" ve "kalâid" gibi kelimeler hakkında değişik
yorumlar ileri sürülmüştür. Ancak bizim yaptığımız açıklama,
ayetin akışına daha uygundur. Dolayısıyla değişik yorumların ayrıntılarına
dalmanın bir faydası yoktur.
"İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz." Bu, yasaktan sonra
gündeme gelen bir emirdir. Dolayısıyla, yasak sonrası serbestlik-
ten öte bir anlam ifade etmez. [Ayette geçen "haleltum", "hall"
kökündendir.] Gerek "hall" ve gerekse [if'âl kalıbına uyarlanmış türevi
olan] "ihlâl" (yani, mücerred ve mezid) aynı anlamı ifade ederler;
ihramdan çıkışı yani.
"Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan
kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin." Araplar, "Ceremehu /
yecrimuhu" derler ve bununla "ona yükledi." anla-mını kastederler.
Günah işleyen insanın yüklendiği vebale de "cerîme" denilmesi bu
yüzdendir. Malî ve benzeri cezalar da, suçluya yüklenmesi açısından
"cerîme" olarak isimlendirilir. Ragıp el-Isfahanî, kelime-nin asıl
anlamının "kesmek" olduğunu söylemiştir.
Ayetin orijinalinde geçen "şeneân" ise, düşmanlık ve kin anlamına
gelir. "Sizi engelledikleri için" anlamına gelen "en
seddûkum" cümlesi, ayette geçen "şeneân=kin, düşmanlık" sözcüğünden
bedel veya atf-ı beyandır. Ayetin anlamının özü şudur:
Sizi Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten alıkoyan bir topluluğa karşı
beslediğiniz kin, Allah'ın sizi onlara karşı üstün hâle getirmesinden
sonra, sizi saldırganlığa sürüklemesin.
"İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde
yardımlaşmayın." Bu ifadenin anlamı açıktır. Bu anlam, İslâm'ın
insanlar arası ilişkiler için öngördüğü yasanın esasını oluşturur.
Yüce Allah Kur'ân'da "birr=iyilik" kavramını ibadetlerde ve muamelelerde
"iman ve ihsan" şeklinde açıklamıştır: "Asıl iyilik (birr) o
kimsedir ki, Allah'a ve ahiret gününe... inandı." (Bakara, 177) Buna
ilişkin değerlendirmelerimizi sunmuştuk. Takva ise, Allah'ın emir
ve yasaklarını gözetmek demektir.
Dolayısıyla, iyilik ve takvada yardımlaşmak, Allah'tan korkma
(takva) esasına dayalı olarak iman ve salih ameller üzerinde birleşmek
demek olur. Sosyal İslah ve takva yani. Bunun karşıt tablosu
ise, günah ve haddi aşma üzere yardımlaşmaktır. Günahtan
kasıt, mutlu bir hayat açısından geriletici bir etken olan kötü ameldir.
Haddi aşmaktan, gerçek insan haklarına saldırı kastediliyor.
İnsanların can, ırz ve mal güvenliklerini ortadan kaldırmak ya-
ni. Daha önce, "Ey inananlar! Sabredin; (düşman karşısında) topluca
sebat gösterin; sürekli (ilişki içinde ve) hazırlıklı olun." (Âl-i
Imrân, 200) ayetini kitabımızın 4. cildinde tefsir ederken konuya bir
parça açıklık getirdik.
Ardından yüce Allah günah ve haddi aşmakta yardımlaşmaya
ilişkin yasağı şu ifadelerle pekiştiriyor: "Allah'tan korkun. Çünkü
Allah'ın azabı çetindir." Bu, gerçekte tekit üzerine tekit ve vurgu
üzerine vurgudur.
"Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası
adına boğazlanan..." Bu dört madde, bu sureden önce inen En'âm
ve Nahl gibi Mekke inişli surelerde ve Bakara suresi gibi Medine'-
de inen ilk uzun surede zikredilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"De ki: Bana vahy olunanda, yiyen kimse için haram kılınmış
bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan yahut domuz
eti -ki pistir- ya da Allah'tan başkası adına bogazlanmış bir fısk
olursa başka. Ama başkasına zarar vermeden ve sınırı aşmadan
kim bunlardan yemek zorunda kalırsa, bilsin ki Rabbin bagışlayandır
ve esirgeyendir." (En'âm, 145)
"Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni
kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı
aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü Allah bagışlayandır,
esirgeyendir." (Bakara, 173) [Aynı içerik az bir farkla
Nahl suresinin 115. ayetinde de vurgulanmıştır.]
Görüldüğü gibi ayetler, tefsirini sunduğumuz ayetin baş tarafında
haram olduğu zikredilen dört maddenin haramlığını ortaya
koymaktadır ve ayetin sonunda yer alan istisna cümlesi açısından
da bu ayetle benzerlik oluşturmaktadır: "O hâlde kim, (istekle)
günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan yiyebilir;
çünkü) hiç şüphesiz Allah bagışlayan ve esirgeyendir." Dolayısıyla
Mâide suresinin bu ayeti, diğer ayetlerle ortak anlamları
açısından söz konusu ayetleri destekleyici bir nitelik arz etmektir.
Daha doğrusu bunlara, özellikle leş, kan ve domuz etine ilişkin
yasak, Mekke inişli En'âm ve Nahl surelerinin inişinden daha önce
hükme bağlanmıştır, yasalaştırılmıştır. Çünkü En'âm suresindeki
ilgili ayet, üç maddenin veya sadece domuz etinin yasaklanışını
"rics" (pis-necis) oluşlarıyla gerekçelendiriyor. Bu da pis-necis (rics)
şeyleri yemenin haram olduğuna delâlet eder. Oysa yüce Allah
bisetin ilk dönemlerinde nazil olan "Müddessir" suresinde şöyle
buyuruyor: "Pİslikten kaçın." (Müddessir, 5)
Aynı şekilde ayette: "bogulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş,
boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş
olan hayvanlar." şeklinde sıralanan durumların tümü leş hükmündedir.
Bunun kanıtı da, "kestikleriniz hariç" ifadesidir. Ayette bu
şekilde özel olarak zikredilmeleri, leş kavramının kapsamına girmeyi
gerektiren durumları açıklama amacına yöneliktir. Dolaysıyla,
ayet yeni bir yasamaya gitmeden yenilmesi yasak olan şeylere
daha fazla bir açılım getirmiştir.
Yine ayette, "dikili taşlar üzerine bogazlanan hayvanlar ve fal
oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır." şeklinde sıralanan
hususlar, ilk kez bu surede zikredilmelerine karşın, yüce Allah bunların
veya ikincisinin -en zayıf ihtimal olmasına rağmen- haram kılınışını,
fısk (yoldan çıkma) olmalarıyla gerekçelendiriyor. Fısk ise
En'âm suresindeki ilgili ayette haram kılınmıştır. Ayrıca, "(istekle)
günaha yönelmeden" ifadesi ayette zikredilen hususların haram
kılınışlarının dayanağının onların günah olmaları olduğuna delâlet
etmektedir. Bakara suresinde ise günahın haram kılındığı belirtilmiştir.
Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Günahın açıgını da
gizlisini de bırakın!" (En'âm, 120) "De ki: Rabbim, ancak fuhuşları,
gerek açıgını, gerek kapalısını ve [ismi yani] günahı... haram etmiştir."
(A'râf, 33)
Dolayısıyla açıkça anlaşılıyor ki, tefsirini sunduğumuz ayetin
haram kılınan maddeler bağlamında saydığı şeyler, yeni bir eklemede
bulunmuyor, sadece Mekke ve Medine inişli ayetlerde haram
oldukları belirtilen etler ve yiyecekler sıralanıyor.
"Boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı
hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları
çıkmadan kestikleriniz hariç-." Ayetin Arapça metninde geçen
"munhanika" kelimesi, boğularak ölen hayvan demektir. Hayvanın,
kendiliğinden veya bir dış etken tarafından bilinçli olarak boğulması
arasında fark yoktur. Aynı şekilde bunun hangi aletle yapılmış
olması da durumu değiştirmez. Örneğin, nefes almasını önleyecek
şekilde bir iple boynunun sıkılması ya da başının iki tahta
arasında sıkıştırılması gibi. Nitekim bu ve benzeri uygulamalar
cahiliye Arapları arasında oldukça yaygındı.
"Mevkûze" kelimesi, 'ölünceye kadar dövülen hayvan' demektir.
"Mutereddiye" ise, 'bir dağ uçurumu veya bir kuyu gibi yukarıdan
düşerek ölen hayvan' anlamına gelir.
"Natîha" da, 'bir başka hayvan tarafından boynuzlanarak öldürülen
hayvan' için kullanılan bir ifadedir. "Mâ ekele's-sebuu=yırtıcı
hayvanın yediği"nden maksat, yırtıcı bir hayvan tarafından eti yenen
hayvandır. Çünkü "yeme" fiili tamamı yenilen şeyle ilintili olarak
kullanıldığı gibi, bir kısmı yenilen şeyle ilintili olarak da kullanılır.
Yırtıcı hayvan ifadesiyle de arslan, kurt ve kaplan gibi yırtıcı
hayvanlar kastedilmiştir.
"Henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç" ifadesi, yukarıda
sayılanlar içinde boğazlanacak durumda olanların istisna tutulması
amacına yöneliktir. Bununla da boyundaki dört damarın kesilmesi
kas-tedilmiştir. Ancak bunun için, söz konusu hayvanda kuyruğun
hareket etmesi veya nefes alış verişi gibi canlılık belirtilerinin
olması gerekir. Söylediğimiz gibi istisna, sayılan hayvanların içinde
kesilmeye elverişli olanların tümüyle ilintilidir. Istisnayı sadece
sonuncusuyla ilinti-lendirmenin kanıtı yoktur.
Ayette "boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış,
yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş" şeklinde sıralanan
durumların tümü, "leş" kavramına giren hususlardır; onun
nesnel karşılıklarıdır. Söz gelimi, yukarıdan düşmüş veya boynuzlanmış
hayvanlar, düşmenin ve boynuzlanmanın sonucu ölmeleri
durumunda haram olurlar. Bunun kanıtı da "kestikleriniz hariç."
ifadesidir. Şurası bir gerçektir ki, adı geçen hayvanlar canlı olduk-
ları sürece yenmezler. Ancak can verdikten sonra yenilirler. Bu da
ya boğazlanma sonucu gerçekleşmiş bir ölümdür ya da değildir.
Yüce Allah boğazlanma durumunu istisna ettiğine göre, haram
olma durumu için, söz konusu hayvanların boğazlanmaksızın yukarıdan
düşme veya boynuzlanma sonucu ölmeleri kalıyor.
Örneğin bir koyun bir kuyuya düşse, sonra oradan sağ salim
olarak çıkarılsa, koyun kısa bir süre yaşadıktan sonra kendiliğinden
veya boğazlanma sonucu ölse, ona "yukarıdan düşmüş"
denmez. Bunun kanıtı da ayetin akışıdır. Çünkü ayette sayılan
hayvanların tümünün söz konusu durumlarda ölmüş olmaları esas
alınmıştır. Ölümleri de boğulma, vurulma, yukarıdan düşme ve
boynuzlanma gibi niteliklere isnat edilmiştir.
Leş kavramının somut karşılıkları kapsamında özellikle bu hususların
zikredilmesinin nedeni, bazı zihinlerde belirebilecek bir
vehmi ortadan kaldırmaktır. Böyle bir vehim de bunların nadiren
karşılaşılan durumlar olmalarından ötürü leş olmadıkları sanısına
dayandırılır. Çünkü zihin, bir kavramın yaygın karşılığını esas almaya
yatkındır. O da bir hastalıktan veya sürpriz olmayan bir başka
nedenden hayvanın ölmesidir. Bu yüzden yüce Allah, karışıklığı
ortadan kaldırmak ve haramlığa açıklık getirmek amacıyla leş
kavramının bu az rastlanan karşılıklarını birer birer saymıştır.
"Dikili taşlar üzerine boğazlanan" Ragıp el-Isfahanî, el-Müfredat
adlı eserinde şöyle der: Nasb, dik duracak şekilde koymak demektir.
Mızrak, bina veya taş dikmek gibi. en-Nasib, bir şeyin üzerine
konulan taş demektir. Çoğulu, "nasaib" ve "nusub"dur. Arapların,
taptıkları ve üzerlerinde kurbanlarını kestikleri bu tür dikili taşları
vardı. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar dikilenlere dogru koşar
gibidirler." [Meâric, 43] Ve yine şöyle buyurmuştur: "Dikili taşlar
üzerine bogazlanan..." [Mâide, 3] Bu kelimenin çoğulu olarak "elensab"
kelimesi de kullanılır. Nitekim şu ayette bu anlam şu kelimeyle
ifade edilmiştir: "...dikili taşlar, şans okları..." [Mâide, 90]
"en-Nusb" ve "en-nasab" kelimeleri, yorgunluktan bitkin düşmek
demektir..." [el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.]
Şu hâlde dikili taşlar üzerinde kesilen hayvanların etlerinin haram
kılınmasından maksat, bu hususla ilgili cahiliye geleneğinin
sürdürülmesinin önlenmesidir. Çünkü cahiliye döneminde Araplar,
Kâbe'nin etrafında birtakım taşlar dikmiş, bunları kutsuyor ve üzerlerinde
hayvanlarını kesiyorlardı. Bu, bir putperestlik geleneği
idi.
"Fal oklarıyla bölmeniz" Ayette geçen "el-ezlam" kelimesi, 'fal
okları' demektir. Fal oklarıyla bölmek, devenin -veya başka bir
hayvanın- ok çekimi sonucu paylaşılması, kimin pay alacağının ve
kimin almayacağının ve aynı zamanda değişik payların oklarla belirlenmesi
demektir ki bu, kumardır. Tefsirimizin ikinci cildinde,
"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar." (Bakara, 219) ayetini tefsir ederken
konuya açıklık getirdik.
Ragıp el-Isfahanî der ki: el-Kasm, pay belirleme, taksim etme
demektir. "Kasemtu keza kasmen ve kısmeten=falan şeyi taksim
ettim" derler. Miras ve ganimet taksimi, hak sahiplerine paylarının
verilmesidir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kapıya onlardan bir
bölüm ayrılmıştır." [Hicr, 44] "Onlara suyun aralarında paylaştırılacagını
haber ver." [Kamer, 28] "Istaksamtuhu" yani taksim etmesini
istedim. Ancak bu kalıp zamanla "kaseme=taksim etme" anlamında
kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fal
oklarıyla bölmeniz..." [el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sonra
erdi.]
"İstakseme" kalıbının "kaseme" anlamında olması, nesnel
karşılığın uyuşması açısından söz konusudur. Yoksa gerçekte bu
kalıbın ifade ettiği anlam, bu tür bir fiilin aletleri olarak kabul edilen
oklarla paylamak istemektir. Çünkü bu aleti kullanmak, o alete
terettüp eden fiilin gerçekleşmesini istemek demektir. Böylece
"istif'al" kalıbının anlamsal kapsamına girmiş olur. Şu hâlde, ayetin
akışı içinde yasaklanan fal oklarıyla bölmekten maksat, deve
ve benzeri bir hayvan üzerine ok çekerek etinden pay almaktır.
Bazı tefsir bilginleri ise, "fal oklarıyla bölmeniz" ifadesinin, yapılmak
istenen bir fiilin hayır mı, şer mi; yararlı mı, zararlı mı
olduğunun fal oklarını çekmek suretiyle belirlemeye işaret ettiğini
ğunun fal oklarını çekmek suretiyle belirlemeye işaret ettiğini söylemişlerdir.
Yolculuğa çıkmak isteyen, evlenmek isteyen veya bir iş
yapmak isteyen bir kimsenin bu tür bir yönteme baş vurması gibi...
Bunlar söz konusu fiillere başlamadan ok çekerek hayırlı olanı hayırlı
olmayandan ayırmak isterlerdi. Derler ki: Bu gelenek, cahiliye
Arapları arasında yaygındı. Bu, bir tür fal bakmaydı. Ileride ayetleri
hadİslerle açıklama bölümünde konuyu daha etraflıca ele alacağız.
Ne var ki ayetin akışı, "istiksam" kalıbının bu anlama alınmasına
elverişli değildir. Çünkü ayet, "size okunacak olanlar" ifadesiyle
işaret edilen haram yiyeceklerin belirtildiği bu akışın içinde,
yenmesi haram olan on kısımdan söz ediyor. Bunlar; leş, kan, domuz
eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş,
yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış,
dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlardır. Sonra fal
oklarıyla bölmeden söz ediliyor. Ki bunun bir anlamı kumar şeklinde
etlerin taksim edilmesidir. Bir diğer anlamı da kimi işlerle ilgili
hayır ve şer tarafların belirlenmesidir. Ayetin bu apaçık akışından
ve peş peşe sıralanan karinelerden sonra, kumar yöntemiyle
etlerin taksim edilmesinin kastedildiğinden kuşku duyulabilir mi?
Konuşma sanatının inceliklerini bilen biri bundan kuşku duyar mı?
Bunu bir örnekle şöyle izah edebiliriz: "Umre" kelimesi "imaret"
(yapı) anlamında bir mastardır. Ama bu kelimenin diğer bir
anlamı daha vardır: Beyt-i Haram'ı ziyaret etmek. Bu kelime, "ev"e
izafe edildiğinde her iki anlamı da ifade etmiş olabilir. Fakat,
"Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın." (Bakara, 119) ayeti söz
konusu olduğunda ancak "ziyaret etme" anlamı esas alınabilir. Bu
tür örnekler çoktur.
"Bunlar yoldan çıkmaktır." Bu ifadeyle yukarıda sayılmış olanların
tümüne işaret edilmiş olabilir. Aynı şekilde, araya istisna girdiği
için "kestikleriniz hariç" ifadesinden sonra zikredilen iki duruma
da işaret edilmiş olabilir. Yine, en sonuncusuna da işaret edilmiş
olması ihtimal dâhilindedir. Fakat üç ihtimal içinde ortadaki daha
"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık
onlardan korkmayın, benden korkun." Bu ayet, bulunduğu yer ve içerdiği
anlama açıklık getirme açısından ilginçtir. Çünkü ayetin
baş tarafını yani, "Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti...
Bunlar yoldan çıkmaktır." kısmını incelediğin ve buna son
kısmını, yani "O hâlde kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde
dara düşerse, (bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah,
bagışlayan ve esirgeyendir." ifadesini eklediğin zaman, bunun
eksiksiz bir ifade olduğunu görürsün; anlamının tamamlığının
ve maksadının anlaşılırlığının, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden
umudu kesmişlerdir..." ifadesine bağlı olmadığını gözlemlersin
ve bu ifadenin tam bir ayet olduğunu, daha önce nazil olan
En'âm, Nahl ve Bakara surelerinde haram yiyecekleri açıklayan
ayetlere benzediğini görürsün. Örneğin, Bakara suresindeki ilgili
ayette şöyle buyruluyor:
"Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni
kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı
aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü, Allah bagışlayandır,
esirgeyendir." (Bakara, 173) En'âm ve Nahl surelerindeki
ilgili ayetler de bunun benzeridir.
Buradan şu sonuç çıkıyor: "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir..."
ifadesi, bir ara söz niteliğindedir ve ayetin ortasına
yerleştirilmiştir. Ayetin kanıtsallık ve açıklık bakımından bu ara
söze bağlılığı yoktur. Artık bundan sonra dilersek şunu söyleyebiliriz:
Bu ara söz, ilk baştan bu ayetin ortasında nazil olmuştur ve indiği
andan itibaren bu ayetle birlikte inmiştir. Ya da şöyle diyebiliriz:
Bunlar iki ayrı ayettiler ve farklı zamanlarda nazil olmuşlardı.
Birini diğerinin ortasına yerleştirmeyi Hz. Peygamber (s.a.a) vahiy
katiplerine emretti. Ya da şöyle deriz: Bu ifade, ayetin geneliyle
aynı zamanda inmediği hâlde, Mushaf'ın cemi esnasında ayetin
bir parçası olarak yazıldı. Bu ihtimallerin hangisi doğru olursa olsun,
"ayetin başı ile son kısmını birlikte mütalâa ettiğimiz zaman,
ifade bir ara söz gibi belirginleşiyor" şeklindeki değerlendirmemiz
üzerinde bir etkisi söz konusu olmaz.
Bu çıkarsamamızı destekleyen bir diğer husus da, -büyük bir
yekûn tutan rivayetlerin tamamı olmasa bile- nüzul sebebine ilişkin
rivayetlerin büyük bir kısmının özel olarak, "Bugün inkâr edenler..."
ifadesini esas almaları ve ayetin aslını yani, "Size (şunlar)
haram kılındı..." diye başlayan kısmını esas almamalarıdır. Buradan
şu sonuç çıkıyor: "Bugün... umudu kesmişlerdir..." kısmı, ayetin
başından ve sonundan ayrı ve bağımsız olarak nazil olmuştur.
Bu ifadenin, ayetin ortasında yer alması ya Peygamberimizin
(s.a.a) direktifleriyle ya da Mushaf'ın cemi esnasında gerçekleşmiştir.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Abd b. Hamid kanalıyla Şa'bi'den
aktarılan rivayet de bu yaklaşımı destekler mahiyettedir: "Peygamberimiz
(s.a.a) Arefe'de bulunduğu sırada ona şu ayet indi:
'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.' Bazı ayetler Peygamberin
(s.a.a) ilgisini çektiğinde onu surenin baş tarafında koyardı." Daha
sonra Şa'bî şöyle ekledi: "Ona hac ibadetlerini nasıl yapacağını
Cebrail öğretiyordu."
Öte yandan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu
kesmişlerdir." cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım."
cümlesi, içerik bakımından birbirine yakındır ve anlam itibariyle
birbiriyle irtibatlı oldukları da kuşku götürmez. Çünkü kâfirlerin
Müslümanların dinlerinden umudu kesmiş olmaları ile Müslümanların
dinlerinin olgunlaştırılmış, kemale erdirilmiş olması arasındaki
bağıntı açıktır. Ayrıca her iki cümlenin içerikleri iç içe geçebilir
ve parçaları birbiriyle ilintili, birbiriyle bütünleşmiş tek bir içerik
hâline gelebilir. Kaldı ki, iki cümle arasında belirgin bir akış birliği
de göze çarpmaktadır.
Bunu destekleyen bir diğer unsur da sahabe ve tâbiin kuşaklarının
ilk ve son dönem müfessirleri ile sonradan gelen tefsir bilginlerinden
günümüze kadar ortaya çıkan tefsir âlimlerinin bu iki
cümleyi birbirini bütünleyen bitişik iki cümle olarak ele almaları-
dır. Bunun tek nedeni, söz konusu iki cümleden bizim anladığımız
şeyi anlamış olmaları, iki cümlenin birlikte indiğini ve aynı anlama
delâlet etme noktasında birleşmelerini esas almış olmalarıdır.
Bundan da şu sonuç çıkar: Ayetin akışı içinde bir ara söz olarak
yer alan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir...
din olarak İslâm'a razı oldum." ifadesi, parçaları birbiriyle
bütünlük arz eden tek bir sözdür ve tek bir hedefi vurgulamaya
yöneliktir. Arada bir farklılık olmaksızın iki cümle bütünlük içinde
bu hedefe işaret etmektedir. Bu açıdan, bu iki cümleyi de içeren
ayetle irtibatlı olduğunu söyleyip söylememiz arasında herhangi
bir fark yoktur. Çünkü bu, söz konusu ifadenin bir söz oluşunu
olumsuz yönde etkilemez. Bu bir ara sözdür. Iki ayrı hedefe yönelik
iki ayrı söz değil. Yine, "Bugün inkâr edenler..." ve "Bugün sizin
dininizi..." ifadelerinde tekrarlanan "gün"le, kâfirlerin umut
kestikleri ve dinin olgunlaştığı bir tek gün kastediliyor.
Acaba, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir.
Artık onlardan korkmayın." ifadesinde geçen "gün"le ne
kastediliyor? Peygamberin (s.a.a) gönderilişi ve davete başlaması
ile birlikte İslâm'ın ortaya çıkış zamanı mı? Bu durumda şöyle bir
anlam elde etmiş oluruz: "Allah size İslâm'ı gönderdi. Böylece dininizi
olgunlaştırdı, üzerinizdeki nimeti tamamladı ve kâfirleri sizin
dininizden umutsuz kıldı."
Fakat böyle bir sonuç elde etmenin imkânı yoktur. Çünkü ayetin
zahirî akışı gösteriyor ki, onların bir dinleri vardı ve kâfirler bu
dini yok etmeyi veya değiştirmeyi umuyorlardı. Müslümanlar da
dinlerinden dolayı onlardan korkuyorlardı. Ancak şimdi yüce Allah,
kâfirleri beklentileri noktasında umutsuzluğa düşürdü ve Müslümanlara
bu açıdan güvence verdi. Yine anlaşılıyor ki, bu güne kadar
din eksikti, Allah onu kemale erdirdi ve üzerinizdeki nimetini
tamamladı. Oysa, onların İslâm'dan önce bir dinleri yoktu ki, kâfirler
onu yok etmeyi kursunlar ya da yüce Allah onu kemale erdirsin,
böylece üzerlerindeki nimetini tamamlasın.
Kaldı ki, yukarı da ileri sürülen bir anlam elde etmek için, ifa-
denin akışında bir değişikliğin yapılması ve "Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım." ifadesinin, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden
umudu kesmişlerdir." ifadesinden önce yer alması gerekir ki, söz
dizimi böyle bir anlama uygun hâle gelsin.
Acaba "gün"den maksat, Mekke fethinden sonraki dönem midir?
Ki yüce Allah o gün Kureyş müşriklerinin plânlarını boşa çıkarmış,
tuzaklarını başlarına geçirmiştir; müşriklerin etkinliklerini
yok etmiştir. O gün dinlerinin temeli yıkılmış, putları parçalanmış,
artık dizlerinin üstüne dikilmekten umutlarını kesmişlerdir. İslâm'a
karşı koyacak, egemenliğini ve yayılmasını önleyecek güçleri kalmamıştır.
Acaba bu mudur kastedilen?
Ayetten hareketle böyle bir sonuca varmak da mümkün değildir.
Çünkü ayette dinin kemale erdirilmesinden ve nimetin tamamlanmasından
söz ediliyor. Oysa, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen
Mekke fethiyle din kemale erdirilmiş değildir. Bundan sonra
nice farzlar nazil olmuştur. Bugünden Peygamberin (s.a.a) vefatına
kadar geçen süre içinde nice helâller ve haramlar hükme bağlanmıştır.
Kaldı ki, "İnkâr edenler..." (kâfirler) ifadesi geneldir; bütün Arap
müşriklerini kapsar, ki müşriklerin tümü Müslümanların dinini
yok etmekten ümitlerini kesmiş değillerdi. Bunun bir kanıtı da
müşriklerin İslâm'a karşı saldırgan tutumlarını sürdürmeleri ve
kimi taraflar arası saldırmazlık anlaşmalarının yürürlükte kalmalarıdır.
Müşrikler, müşrik geleneklere uygun olarak hac ziyaretinde
bulunuyor, müşrik kadınlar çıplak hâlde tavaf yapabiliyorlardı. Bu
durum, Resulullah Efendimizin (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) Tevbe suresindeki
ilgili ayetleri okumak üzere gönderip cahiliye geleneklerinin
kalıntılarını geçersiz kılıncaya kadar sürdü.
Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Tevbe suresinin inişinden
sonraki bir dönem midir? Çünkü Tevbe suresinin inişinin ardından
İslâm, yaklaşık olarak bütün Arap yarımadasına yayılmıştı.
Şirkin izleri silinmiş, cahiliye gelenekleri ölmüştü. Müslümanlar
dinî ayinlerde ve hac ibadetinde bir tek müşrike rastlamaz olmuş-
lardı. İş Müslümanlar için netlik kazanmıştı. Allah, korkularını güvene
dönüştürmüştü. O'na kulluk ediyor ve hiçbir şeyi O'na ortak
koşmuyorlardı. Acaba bu dönem midir kastedilen?
Ayetten böyle bir sonuç çıkarmanın imkânı yoktur. Çünkü Arap
müşrikleri, Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin inişi, şirkin yarımadadan
silinişi ve cahilî geleneklerin ortadan kalkışı karşısında Müslümanların
dinlerini yok etmekten umut kesmişlerdi; ancak din
henüz kemale erdirilmemişti. Çünkü bundan sonra da çeşitli farzlar
ve hükümler içeren ayetler inmişti. Bunlardan biri de Mâide suresinde
yer alan kimi ayetlerdir. Mâide suresinin Peygamberimizin
(s.a.a) son dönemlerinde indiği hususunda âlimler arasında görüş
birliği vardır. Bu surede helâl, haram, hadler ve kısas gibi meselelere
ilişkin birçok hüküm vardır.
Bundan şu sonuç çıkıyor: Ayette geçen "gün" kelimesiyle ilk
bakışta ayetin anlamıyla uyum sağlayacak örneğin, İslâm davetinin
ortaya çıktığı zaman veya Mekke fethinden sonraki zaman ya
da Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin indiği dönemden sonraki günler
gibi günün geniş anlamının [dönem] kastedilmiş olmasına
imkân yoktur. Dolayısıyla şunu söylemekten başka seçeneğimiz
yoktur: Ayette geçen "gün"den maksat, ayetin indiği gündür. Bu da
bizzat surenin indiği gündür de. Bunun için de, "Bugün inkâr edenler...
umudu kesmişlerdir." ifadesinin anlam itibariyle kendisini
kuşatan ayetle irtibatlı bir ara cümle olarak algılanması gerekir.
Ya da Peygamber efendimizin (s.a.a) son zamanlarında ve Mâide
suresinden sonra inmiş olması lazım gelir. "Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım." ifadesi bunu gerektirmektedir.
Acaba belirli günlerle, bizzat Mekke'nin fethedildiği gün mü
kastedilmiştir? Yoksa Tevbe suresinin ilgili ayetlerinin indiği gün
mü? Bu yaklaşımın yanlışlığını göstermek bakımından, önceki ikinci
ve üçüncü ihtimale ilişkin olarak gündeme getirdiğimiz müşküller
yeterlidir.
Bazı müfessirlerin savunduğu ve çeşitli rivayetlerde işaret edildiği
gibi, kastedilen gün, veda haccındaki Arefe günü müdür?
Şu hâlde, o gün Müslümanların dinlerini yok etmekten umudu kesenlerden
kimler ve ne kastedilmiştir? Şayet umutsuzluktan maksat,
Kureyş müşriklerinin, Müslümanların dinlerine üstünlük sağlamaktan
ümit kesmeleriyse, bu, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen
Mekke'nin fethedildiği gün ortaya çıkan bir durumdur, onuncu
yılın Arafe günü değil. Eğer kastedilen tüm Arap müşriklerinin
bu konuda ümitsizliğe düşmeleriyse, bu da Tevbe suresinin inişinden
sonraki dönemde, yani hicretin dokuzuncu yılında ortaya çıkan
bir durumdur. Eğer maksat, Yahudi'si, Hıristiyan'ı ve
Mecusî'siyle bütün kâfirlerse -ki "Inkâr edenler..." şeklindeki mutlak
ifade bunu gerektirir- bunlar henüz İslâm'ı yenilgiye uğratmaktan
umutlarını kesmemişlerdi ve henüz İslâm, Arap yarımadasının
dışında üstünlük, egemenlik, güç ve caydırıcılık kazanmamıştı.
Öte yandan -Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının dokuzuna
denk düşen- bu günün, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size
nimetimi tamamladım." ifadesine uygun düşecek özelliğini, ayrıcalığını
düşünüp üzerinde durmamız gerekir.
Denebilir ki: Bununla, Peygamber efendimizin (s.a.a) bizzat
katılarak hac merasimini kemale erdirmesi sözlü öğreticiliğinin
yanı sıra, fiilî olarak da insanlara hac ibadetinin nasıl yerine
getirileceğini öğretmesi kastedilmiştir.
Ne var ki: Sırf Peygamberimizin (s.a.a) hac merasimini öğretmesinin
-insanlara temettü haccını öğrettiği hâlde, kulak ardı edilişi
somut bir örnek olarak ortadayken ve ondan önce de namaz,
oruç, hac, zekât ve cihat gibi dinî farzlar hükme bağlanmışken- dinin
kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmesi doğru olmaz. Dinin
gereklerinden bir vacibin öğretilmesi, o vacibin tamamlanması ve
kemale erdirilmesi olarak isimlendirilebilir mi? Bu bile olmazken,
dinin bir vacibinin öğretilmesi dinin tümünün kemale erdirilmesi
olarak nasıl kabul edilebilir?
Kaldı ki bu ihtimal, "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir."
cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." cümlesi arasındaki
bağıntının kesilmesini gerektirir. Resulullah'ın (s.a.a) in-
sanlara temettü haccını öğretmesi ile kâfirlerin dinden ümitlerini
kesmeleri arasında ne gibi bir bağlantı vardır?
Bazılarının şöyle demeleri de mümkündür: Bundan maksat,
söz konusu günde, Mâide suresinde yer alan diğer helâl ve haramlara
ilişkin hükümlerin indirilerek dinin kemale erdirilmesidir.
Çünkü bundan öte helâl ve haram yoktur. Dinin bu şekilde kemale
erdirilmesiyle kâfirlerin kalplerini ümitsizlik kaplamıştır. Bu ümitsizliğin
ve karamsarlılığın belirtileri yüzlerine yansımıştır.
Fakat, bu takdirde ayette "inkâr edenler" şeklinde ifade edilen
bu kâfirleri belirlemede titiz davranmamız gerekir. Kim bunlar?
Eğer Arap kâfirler kastediliyorsa, o gün İslâm onları kaplamıştır,
hiç kimse İslâm'dan başka bir görünümle ortaya çıkamıyordu, ki
bu da gerçek İslâm'ın aynısıydı. [Çünkü gerçek İslâm, zahirî teslimden
başka bir şey değildir.] Şu hâlde ümitleri kırılan kâfirler
kimlerdir?
Eğer bunların dışında, Arap olmayan diğer kâfir topluluklar ve
kuşaklar kastedilmişse, az önce işaret ettiğimiz gibi, onlar henüz
Müslümanlara üstünlük kurmaktan ümitlerini kesmemişlerdi.
Sonra, Mâide suresinin inişi ve Arefe gününün sona erişiyle birlikte
hüküm koyma işleminin sona erdiği meselesini irdeliyoruz ve
görüyoruz ki, elde birçok rivayet vardır ve azımsanmayacak bir
yekûn tutan bu rivayetlerde, bu günden sonra da birçok hüküm ve
farzın indirildiğine işaret ediliyor. "Sayf Ayeti" [=Yaz Ayeti] diye adlandırılan
ayeti1 ve faiz ayetlerini buna örnek gösterebiliriz. Nitekim
Ömer'in yaptığı bir konuşmada şöyle dediği rivayet edilir:
"Kur'ân'ın en son inen ayeti faiz ayetidir. Resulullah (s.a.a) bu ayeti
bize açıklamadan vefat etti. Dolayısıyla bu hususta kuşku duyduğunuz
şeylerden kaçının ve kuşku duymadıklarınızı uygulayın..."
Buharî, Sahih'inde İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder:
"Resulullah'a (s.a.a) inen en son ayet faiz ayetidir." Bunun gibi da-
------
1- Nisâ suresinin sonunda yer alan kelâle yani, geride mirasçı olarak anababa
ve çocuk bırakmadan ölen kimsenin durumuna ilişkin ayet.
O hâlde hiç bir araştırmacı, bu rivayetleri zayıf kabul ederek,
ayete öncelik tanıyamaz. Çünkü ayet söz konusu günle, falan günün
kastedildiği hususunda kesin ve açık bir ifadeye sahip değildir.
Bilâkis bu, verilen ihtimallerden sadece biridir. Bunun kesinlik
kazanması için bununla bağdaşmayan ihtimallerin olumsuzlanması
gerekir. Bu rivayetlerinse, hiçbir dayanağı olmayan diğer ihtimallerden
eksik bir yanı yoktur.
Ayetle ilgili olarak şöyle de denebilir: Dinin kemale erdirilmesinden
maksat, Kâbe'nin kâfirlerden temizlenmesi, müşriklerin
oradan uzaklaştırılmasıdır. Böylece Müslümanlar, aralarına müşrikler
karışmadan haccettiler.
Bu ihtimale karşı şunu diyebiliriz: Söz konusu iş bundan bir yıl
önce Müslümanlar için netlik kazanmıştı ve sadece Müslümanlar
haccediyorlardı. Dolayısıyla bunu, "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım."
ifadesinde geçen "bugün" sözcüğüyle sınırlandırmanın
anlamı nedir acaba?
Kaldı ki, Beytullah'ın sadece Müslümanlara has kılınışı ve
müşriklerden arınması, nimetin tamamlanması olarak değerlendirilse
bile, dinin kemale erdirilmesi olarak değerlendirilmesi kabul
edilmez. Kâbe'nin şirk kalıntılarından ayıklanmasının, dinin kemale
erdirilmesi olarak nitelendirilmesi ne anlam ifade ediyor? Değil
mi ki din, inançlar ve hükümler toplamıdır. Dolayısıyla dinin kemale
erdirilmesi, parçalarının ve kısımlarının sayısına başka sayıların
eklenmesi anlamını ifade eder. Ortamın dinin uygulanmasına uygun
hâle getirilmesi, dinî pratiğin önündeki engellerin ve barikatların
kaldırılması ise, kesinlikle dinin kemale erdirilmesi olarak
isimlendirilmez. Kaldı ki, kâfirlerin dini yok etmekten yana umutsuzluğa
düşmeleri problemi de olduğu gibi duruyor.
Ayetle ilgili olarak şöyle bir değerlendirmenin söylenmesi de
mümkündür: Dinin kemale erdirilmesinden maksat, söz konusu
haramların ayrıntılı bir şekilde açıklanmasıdır. Bundan maksat da
Müslümanların açıklamaları dikkate alıp haramlardan kaçınmaları
ve bu konuda kâfirlerden korkmamalarıdır. Çünkü kâfirler, Müslümanların
dinlerini yok etmekten ümit kesmiş bulunuyorlardı. Bu,
Allah'ın Müslümanları desteklemesi, dinlerini üstün kılması ve onları
kâfirler karşısında galip getirmesi sayesinde gerçekleşmiştir.
Konuyu biraz daha açacak olursak: Ilâhî hikmet, İslâm'ın ilk
dönemlerinde dört temel haramdan, yani leş, kan, domuz eti ve
Allah'tan başkasının adına kesilenlerden bazı Mekke inişli surelerde
genel olarak söz edilmesini yeterli görmüştür. Bu surelerde ayrıntıya
baş vurulmamıştır. İslâm'ın Müslümanlar açısından uygun
görmediği daha başka detaylar bu ayrıntıların kapsamında peyderpey
açıklanmak üzere terk edilmiştir. Mekke'nin fethinden sonra,
tefsiri sunulan ayetin kapsamında ayrıntıya baş vurulmuştur.
Bu, söz konusu pİsliklerin haramlılığına yönelik aşamalı bir yasaklama
ve zorlaştırmadır.
Nitekim aynı yöntem, şarabın haram kılınışında da uygulanmıştır.
Bununla güdülen amaç, Arapların İslâm'dan kaçmamalarıdır.
İslâm'da zorluk görüp de inanan yoksulların geri döneceği ümidine
kapılmamalarıdır. Ki ilk Müslümanların büyük çoğunluğunu
yoksullar oluşturuyordu.
Fakat İslâm güçlendikten sonra, bu haramların ayrıntılı açıklamasına
baş vuruldu. Artık Allah Müslümanlara bolluk bahşetmişti,
onları güçlendirmişti. Müşrikler de Müslümanların dinlerinden
kaçıp uzaklaşmalarından ümitlerini kesmişlerdi. Müslümanları
yenilgiye uğratacaklarına ve caydırıcı, ezici bir güç toplayıp İslâm'ı
ortadan kaldırmalarına dair bir duygu taşımaz olmuşlardı.
Dolayısıyla artık müminlere onları dikkate almaları, dinlerinden ve
canlarından yana onlardan korku duymaları yakışırdı.
Şu hâlde ayette geçen "gün"den maksat, Veda Haccı yılının
Arefe günüdür. Geri kalan hükümleri açıklayan bu ayet o günde
inmiştir. Bu hükümlerle yüce Allah cahiliyenin basit anlayışlarının,
pİsliklerinin ve asılsız kuruntularının kalıntılarını da geçersiz kılıp
ortadan kaldırdı. Bu ayet, Müslümanların müşriklere tam anlamıyla
üstünlük sağlamalarının müjdesiydi. Artık müşrikler İslâm'ın
yok olacağını umacak durumda değildiler. Bundan sonra onlarla
hoş geçinmeye bakmanın, onlardan korkmanın, sonuçtan endişe
etmenin gereği yoktu.
Dolayısıyla yüce Allah, bu ayette Müslümanlara, kâfirlerin onların
dinlerini yok etmekten umut kestiklerini haber vermektedir.
Şu hâlde -zayıflıkları güce, korkuları güvene ve yoksullukları zenginliğe
dönüştüğü bu süreçte- Allah'tan başkasından korkmamaları
gerekmektedir. Ayette ayrıntılı biçimde açıklanan haramlardan
uzak durmaları lazım gelir. Bu, dinlerinin kemale ermesi anlamını
ifade eder. İşte bazıları özet olarak sunulan bu alıntı şeklinde, ayet
hakkında bir görüş ileri sürmüşlerdir.
Yukarıdaki yoruma ilişkin açıklamamız şudur: Bu değerlendirmeyi
yapan kişi, sözü edilen ihtimallerden birkaçını birleştirmek,
böylece her ihtimal ile bir başka ihtimalin karşılaştığı problemi
savmak amacındadır. Bunu yaparken bütünüyle bir çıkmaza
girmekte ve hem ayetin anlamını, hem de lafzını bozmaktadır.
Şunun farkında değildir: Eğer umutsuzluğa düşmekten maksat,
Mekke'nin fethiyle veya Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin inmesiyle
birlikte İslâm'ın üstünlük sağlaması ve güçlenmesi, dolayısıyla
kâfirlerin içine düştükleri karamsarlıksa, bunun hicretin onuncu
yılının Arefe gününde gerçekleştiğini söylemek doğru olmaz.
"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir."
Oysa kâfirler, bu bağlamda bundan bir veya iki yıl önce ümitlerini
kesmişlerdi zaten. Bu konuda adı geçen zatın da ayetle ilgili değerlendirme
yaparken belirttiği gibi, zamanını belirten "ümitsizliğe
düşmüşlerdi" veyahut [zamanı belirtmeyecek örneğin] "onlar şüphesiz
ümitsiz olanlardırlar" şeklinde tabirler kullanılması gerekirdi.
Yine, bazı yiyeceklerin haram kılınışının aşamalı olduğunu
söyleyip içkinin haram kılınışıyla mukayese ederken de
yanılmaktadır. Eğer aşamalılıktan kastı, bazı maddelerin bazı
maddelerden sonra haram kılınmış olması ise, bilindiği gibi ayet,
kendinden önce inen Bakara, En'âm ve Nahl surelerindeki ilgili
ayetlerin içerdikleri maddelerden fazlasını içermiyor ve bu ayette
söz konusu edilen boğulmuş, vurulmuş... gibi maddeler, bu
len boğulmuş, vurulmuş... gibi maddeler, bu surelerde zikredilen
kavramlara giren hususlardır.
Şayet aşamalılıktan kastı, insanların kabul etmekten kaçınacakları
korkusuyla baş vurulan icmalî, sonra ayrıntılı açıklama ise,
bu, yersiz bir değerlendirmedir. Çünkü Mâide suresinin inişinden
önce, haram oldukları açıkça belirtilen leş, kan, domuz eti ve Allah'tan
başkasının adına kesilen hayvanlar nesnel karşılıkları itibariyle
daha belirgin, daha ağır gelen ve boğulmuş ya da vurulmuş
hayvanlara göre daha etkileyicidir. Bunlarsa az rastlanan ve nadiren
yaşanan olgulardır. Şu hâlde, nasıl oluyor da daha önemli ve
daha etkileyici olan bu dört maddenin haram olduğu, en ufak bir
korku duyulmadan açıklanıyor da, bunlara göre pek önemli olmayan
bu maddelerin gündeme getirilişinden korku duyuluyor, haram
oluşları aşamalı olarak açıklanıyor, açıkça belirtme hususunda
insanlardan korku duyuluyor?
Kaldı ki, böyle bir şey olmuş olsa bile bu, dinin kemale erdirilmesi
anlamına gelmez. Hükümlerin yasalaştırılması din olarak adlandırılabilir
mi ki, bunların tebliğ edilişi ve açıklanışı dinin kemale
erdirilmesi olarak adlandırılsın? Bu, doğru kabul edilse bile, ancak
dinin bir kısmının kemale erdirilmesi ve nimetin bazısının tamamlanması
anlamına gelir; tamamının ve bütünün değil. Oysa yüce
Allah, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım."
buyurmuştur. Yani hiçbir kayıt belirtmeksizin, sözü mutlak
tutmuştur.
Kaldı ki, yüce Allah, daha birçok günde birçok hüküm açıklamıştır.
Öyleyse bu günde açıklanan hükmün ayrıcalığı nedir ki, yüce
Allah onu veya ayrıntılı açıklamasını dinin kemale erdirilmesi ve
nimetin tamamlanması olarak isimlendirmiştir?
Yoksa, dinin kemale erdirilmesinden maksat, haram yiyecekleri
ayrıntılı bir şekilde açıklayan bu ayetin inişinden sonra yasama
kapısının kapanması şeklindeki tamamlanışı mıdır? Bu durumda
Mâide suresinin inişi ile Peygamberin (s.a.a) bu dünyadan göç edişi
arasında inen hükümlerin durumu ne olacaktır? Hatta bizzat
Mâide suresinin içinde bulunup da bu ayetten sonra inen öteki hükümler
için ne diyeceğiz? Varın siz düşünün!
Bütün bunlardan sonra, eğer maksat hicrî onuncu yılın Arefe
gününde inen ayetin kapsadığı haramların zikredilişinden dolayı
yapılan iyiliği anmaksa, "size din olarak İslâm'a razı oldum." (ki
cümlenin takdiri, "Bugün razı oldum"dur) ne anlam ifade ediyor?
Bu günün ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah özellikle o günde din olarak
İslâm'dan razı olsun? Ki bu razı oluşa uygun düşecek nitelikte
bu güne özgü bir durum da söz konusu değildir?!
Bundan önceki yaklaşımlar için ileri sürülen problemlerin birçoğu
ya da çoğunluğa yakın miktarı bunun için de söylenebilir. Fakat
biz onları tekrarlayarak sözü uzatmak istemiyoruz.
Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Arefe günü ile
Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye vardığı gün arasındaki
herhangi bir gün müdür, demek isteniyor? Nitekim kâfirlerin
ümitsizliğe düşmeleri ve dinin kemale erdirilişi bazılarınca bu
şekilde yorumlanmıştır!
Bundan önceki yaklaşımlara ilişkin problemler, aynı detayıyla
bunun için de geçerlidir.
Şimdiye kadar ayetin anlamını belirleme yolunda sunduğumuz
araştırma, ayetin anlamı ile ilgili olarak söylenenler veya
söylenebilecek şeyler üzerine yapılan değerlendirmelerdir, ki bu
bizim ayetle ilgili araştırmamızın bir kısmıdır sadece. Şimdi
tefsirimizin kendine özgü araştırma yöntemine uygun olarak diğer
kısmına bakalım.
"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık
onlardan korkmayın." Ayette geçen "ye's=umutsuz-luk" kelimesi,
"recâ=umut" kelimesinin karşıtıdır. Din ise, Allah katından peyderpey
inmiştir. Buna göre bu ifade gösteriyor ki, kâfirler, Müslümanların
dini olan İslâm'dan yana olumsuz bir beklenti içindeydiler.
Uzun süreden beri onun bir şekilde ortadan kalkmasını umuyorlardı.
Onların bu tavırları, zaman zaman İslâm için de bir tehdit oluşturuyordu.
Din onlardan yana gün be gün tehditle karşı karşıya
kalıyordu. Bu da müminleri sakınmaya ve korku duymaya iten bir
durum olmalıydı zaten.
Buna göre, "Artık onlardan korkmayın." ifadesi, yüce Allah'tan
müminlere, karşı karşıya bulundukları tehlikeye ve içlerinde biriken
korkuya karşı bir güvence niteliğindedir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Ehlikitap'tan bir grup sizi şaşırtıp saptırmayı
arzuladı." (Âl-i Imrân, 69) "Ehlikitap'tan çogu, gerçek kendilerine
besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi
imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye
kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü
yetendir." (Bakara, 109)
İslâm dini karşısında göğüslerinin daralması, kalplerinin sıkışmasının
tek nedeni İslâm'ın onların zorba egemenliklerine son
vermesi, haksızlıklarla elde ettikleri onurlu görüntünün sahteliğini
ortaya çıkarmasıdır. Canlarının istediğini yapmalarına engel olmasıdır.
Nefİslerinin alışkanlıklarına son noktayı koymasıdır. Her istediklerini
hiçbir koşula ve kayda bağlı kalmaksızın yapmalarına izin
vermemesidir.
Onların öfkeleri dinin kendisine yönelikti, dinin inananlarına
yönelik öfkeleri hak dinlerinden dolayıydı. Onların amacı bütün
Müslümanları öldürmek, yeryüzünde bir tek Müslüman bırakmamak
değildi. Aksine onların amacı, Allah'ın nurunu söndürmek ve
sarsılan ve yılmaya yüz tutan şirkin temellerini sağlamlaştırmak,
müminleri yeniden küfre döndürmekti. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz
ayette de buna işaret edilmiştir: "Sizi küfre döndürmek isterler."
Bir diğer ayette şöyle buyruluyor: "Agızlarıyla Allah'ın nurunu
söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah,
nurunu tamamlayacaktır. O, Elçisini, hidayet ve hak din ile gönderdi
ki müşrikler hoşlanmasa da onu, bütün dinlere üstün getirsin."
(Saff, 8-9) "Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a
hâlis kılarak O'na yalvarın." (Mü'min, 14)
Bu yüzden kâfirlerin tek derdi, bu güzel ağacı kökünden kesmekti.
Müminlere dinden döndürme amaçlı baskılar uygulayarak,
topluluklarına nifak tohumlarını saçarak, dini bozmaya dönük
kuşku ve hurafeler yayarak bu görkemli yapıyı temelinden yıkmaktı.
Ilk etapta Hz. Peygamberin (s.a.a) moralini bozup kararlılığını
kırmaya, mal ile, mevki ile o zatın dinî davetine ilişkin azmini boş
ve sonuçsuz göstermeye dönük faaliyetlere giriştiler. Nitekim yüce
Allah buna şu şekilde işaret etmiştir: "Onlardan bir grup fırladı;
yürüyün, tanrılarınıza baglı kalın. Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir."
(Sâd, 6) Aralarına sızıp yağcılık yaparak bu işi yapmayı düşündüler.
Şu ayetlerde de buna işaret edilmiştir: "istediler ki, sen
yagcılık yapasın da onlar da yagcılık yapsınlar." (Kalem, 9) "Eger
biz seni saglamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın."
(Isrâ, 74) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam.
Siz de benim taptıgıma tapmazsınız." (Kâfirûn, 1-3) Bu ayetlerde,
nüzul sebebiyle ilgili rivayetlerde açıklanan iniş sebeplerine
göre bu hususlara işaret edilmektedir.
Bu dinin son bulmasıyla ilgili son beklentileri şuydu: "Bu misyonu
yerine getiren şahsın erkek çocuğu yoktur. Dolayısıyla onun
ölümüyle birlikte bu hak çağrısı da son bulacaktır." Onlara göre
Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber kılığında bir kraldı, çağrısı da
risalet kalıbı içinde sunulan bir saltanat davasıydı. Eğer o ölür veya
öldürülürse, arkasından onun da, dininin de adı sanı unutulur gider.
Sultanların ve Tiranların yaşamında gözlemlenen bir durumdur
bu. Iktidarları ne kadar görkemli, zorbalıkları ne denli kapsayıcı
olursa olsun, insanları hangi düzeyde boyun eğdirmiş olurlarsa
olsunlar, ölümleriyle birlikte adları, sanları da unutulur. Insanların
hayatlarına egemen kıldıkları yasaları ve kuralları da kendileriyle
birlikte mezara gömülür. Işte kâfirlerin bu beklentilerine şu şekilde
işaret edilmiştir: "Asıl sonu kesik olan, sana kin duyandır." (Kevser,
3) Nüzul sebebine ilişkin rivayetlerde, ayetin kâfirlerin bu tür beklentilerine
cevap olarak indiği ifade edilir.
Bu ve benzeri duygular, kâfirlerin ruhlarına sinmiş beklentilerdi.
Böylece Allah'ın dininin nurunu söndürmeyi umuyorlardı. Bir kuruntu
olarak, bu tertemiz davetin bir türedi hareket olduğunu ve
gelişmelerin onu yalancı çıkaracağını, işini bitireceğini, günlerin ve
gecelerin geçmesiyle birlikte etkisinin geçeceğini düşünüyorlardı.
Ancak İslâm'ın peyderpey ulaştığı bölgelerde halkına ve halkının
dinine üstünlük kurması, sesinin gitgide yayılması, mesajının güç
ve etkinlik kazanması kâfirlerin bu tür beklentilerini boşa çıkardı.
Bu yüzden kâfirler Peygamberin (s.a.a) kararlılığını kırmaktan yana
umutsuzluğa düştüler. Mal ve mevki vaadiyle hedeflerinden alıkoyacaklarına
ilişkin ümitlerini suya düştü.
İslâm'ın ulaştığı güç ve caydırıcı egemenlik, biri hariç diğer
tüm beklentilerden yana onları karamsarlığa itti. Ümit bağladıkları
diğer neden ise, Peygamberin (s.a.a) erkek çocuğunun olmaması,
ondan sonra misyonunu yürütecek, onun yerine geçip dinsel daveti
yürütecek birinin bulunmamasıydı. Şu hâlde, onun ölümüyle birlikte
dini de ölecekti. Hiç kuşkusuz, hükümler ve bilgiler bağlamında
dinsel kemale eriş ne düzeyde olursa olsun, dinin kendini koruması
açısından tek başına yeterli bir unsur değildir. Icat edilen yasalar
ve insanlarca tâbi olunan dinler, ne kendi kendilerini ve ne de yayılmalarıyla,
bağlılarının çokluğuyla varlıklarını ve orijinalliklerini
koruyamazlar. Aynı şekilde, dinler ve yasa sistemleri baskıyla, zorbalıkla,
diktacı uygulamalarla, tehditle, dinden döndürme amaçlı
baskı ve işkenceyle silinip gitmezler. Ancak taşıyıcılarının, koruyucularının
yok olmalarıyla, yöneticilerinin bulunmamasıyla tarih
sahnesinden silinirler.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç ortaya çıkıyor:
Kâfirlerin dini yok etmekten ümitlerini kesmeleri şu realiteden ileri
geliyordu: Yüce Allah, dini koruyacak, hareketini yönlendirecek ve
dine inanan ümmete yol gösterecek birini Peygamberin (s.a.a) yerine
tayin etmiştir. Bunun üzerine kâfirler, Müslümanların dinlerini
ortadan kaldırmaktan yana ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlar dinin
kişisel taşıyıcı aşamasından, tüzel taşıyıcı aşamasına adım attığını
gözlemliyorlardı. İşte dinin kemale ermesi buydu. Oluşum aşamasından,
kalıcılık aşamasına geçiş yani. Bunun anlamı, nimetin tamamlanmasıydı.
Dolayısıyla, "Ehlikitap'tan çogu, gerçek kendilerine besbelli
olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan
sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar
affedin, hoş görün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir."
(Bakara, 109) ayetinde geçen, "Allah emrini getirinceye kadar..." ifadesiyle
buna işaret edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.
Bu değerlendirme, ayetin Gadir-i Hum günü, yani hicretin onuncu
yılının zilhicce ayının on sekizinde Hz. Ali'nin (a.s) velayeti
ile ilgili olarak indiğine ilişkin rivayetleri destekleyen bir açıklamadır.
Bunu esas almamız durumunda, ayetin iki bölümü arasında
net bir irtibat kurulmuş ve yukarıda işaret ettiğimiz problemler
bertaraf edilmiş olur.
Ayette geçen "umutsuzluk" ifadesinin anlamını öğrendiğine
göre, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir."
ifadesinde geçen "bugün" kelimesinin "umudu kesmişlerdir" ifadesiyle
ilintili zarf olduğunu ve cümlenin akışı içindeki takdimin
[yani "el-yevm=bugün" ifadesinin ilintili olduğu "yeise=umudu
kesmişlerdir" ifadesinden öne geçirilmesi] günün önemini ve büyüklüğünü
vurgulamaya yönelik olduğunu bilirsin. Çünkü o günde
din, kişisel denetçiyle ayakta durma aşamasından tüzel denetçi
kontrolünde ayakta durma aşamasına, ortaya çıkış ve doğuş aşamasından
kalıcılık ve süreklilik aşamasına adım atmıştır.
Bu ayeti, bundan sonra yer alan "Bugün size temiz şeyler helâl
kılındı" ayetiyle karşılaştırmak doğru değildir. Çünkü her iki ayet
farklı akışlara sahiptirler. "Bugün... umudu kesmişlerdir." ifadesi,
bir ara söz, "Bugün... helâl kılındı." ifadesi ise, konuya yeni bir başlangıç
konumundadır. Ayrıca, her iki ifadenin hükmü de farklıdır.
Birinci ifadenin hükmü, tekvinî=varoluşsaldır; bir yandan müjde,
bir yandan da uyarı ifade etmektedir. [Kâfirlerin umutsuzluğa kapılması,
tekvinî bir olgu olup Müslümanlar için müjde ve kâfirler için tehdittir.]
İkinci ifadenin hükmü ise, teşriî=yasamasaldır; kurallara
yönelik ilâhî lütfu vurgulamaya yöneliktir. Buna göre, "Bugün...
umudu kesmişlerdir." ifadesi, o günün büyük önemini göstermektedir.
O gün, büyük ve önemli bir hayrın gerçekleştiği gündür.
Kâfirlerin müminlerin dinlerini yok etmekten umudu kesmeleri
yani... Daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen "kâfirler"den
maksat, Putperesti, Yahudisi ve Hıristiyanıyla bütün kâfirlerdir. Bu
sonucu, ifadenin mutlaklığından çıkarıyoruz.
"Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi, yol gösterici
bir tavsiyedir, yaptırım gerektirici bir buyruk değildir. Bunun
anlamı şudur: Daha önce sizin için tehlike oluşturan kâfirlerin umutsuzluğa
düşmelerinden sonra korkmanızı gerektirecek bir şey
yoktur. -Bilindiği gibi insan, bütünüyle ümitsizliğe düşmüş olduğu
işe yönelmez; tüm çabasının boşa gideceğinden emin olduğu işte
çaba sarf etmez. Dolayısıyla siz kâfirlerden yana güvendesiniz.
Bundan sonra dininiz için onlardan korkmanız gerekmez. Artık onlardan
korkmayın; benden korkun.
Bundan da anlaşılıyor ki, ayetin akışının oluşturduğu atmosferin
de desteğiyle, "benden korkun." ifadesiyle şu anlam kastediliyor:
Kâfirlerin umudu kesmemeleri durumunda onlardan yana
korkuya kapılacağınız hususta, yani dininiz ve onun elinizden alınması
hususunda şimdi benden korkmalısınız. Görüldüğü gibi bu,
Müslümanlara yönelik bir tür tehdittir. Bu yüzden ayeti, lütfün vurgulanışı
esasına göre yorumlamadık.
Söylediklerimizi destekleyen bir husus da şudur: Allah'tan
korkmak her hâlükârda bir zorunluluktur. Bir durumdan diğerine,
bir koşuldan diğerine göre değişmez. Dolayısıyla, eğer burada söz
edilen korkudan özel bir alanda korkma anlamı kastedilmezse,
"Artık onlardan korkmayın" ifadesinden "benden korkun." ifadesine
vurgulu geçiş yapmanın anlamı olmazdı.
Bu ayeti, "Eger inanmış kimseler iseniz, onlardan korkmayın,
benden korkun." (Âl-i Imrân, 175) ayetiyle karşılaştırmak yanlıştır.
Çünkü Âl-i Imrân suresinin ilgili ayetinde işaret edilen "havf=korku"
iman koşuluna bağlı olduğu gibi, ayetteki hitap da mevlevî buyruksaldır.
Dolaysıyla şu anlamı ifade eder: Müminlerin, kendileri
için kâfirlerden korkmaları caiz değildir. Bilâkis yalnızca yüce Allah'tan
korkmaları gerekir.
Bundan da anlaşılıyor ki, ayet kâfirlerden duydukları, kendi nefİsleri
açısından hissettikleri gereksiz bir korkuyu yasaklıyor. Bu
açıdan Allah'tan korkmalarının emredilip emredilmemesi arasında
fark yoktur. Bu yüzden Allah'tan korkmaya ilişkin emir ikinci
kez, illeti çağrıştıran bir kayıtla gerekçelendiriliyor. Bununla, "eger
inanıyorsanız." sözünü kastediyoruz. Ama "Artık onlardan korkmayın,
benden korkun." ifadesi açısından farklı bir durum geçerlidir.
Çünkü müminlerin duydukları bu korku, dinleri açısından hissettikleri
bir endişeden kaynaklanıyordu. Böyle bir korku da Allah-
'ın gazabını gerektirmez. Çünkü bu korku gerçekte Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmaya dönüktür. Bu yasak, korkuyu gerektiren sebebin
-kâfirlerin umudu kesmemiş olmaları- ortadan kalkmış olmasından,
etkisinin giderilmesinden kaynaklanıyor.
Şu hâlde yasak, irşadî yani, yol gösterme ve öğüt niteliklidir.
Yüce Allah'ın kendisinden korkmalarını emretmesi de yol gösterme
amaçlıdır. Bundan şu sonuç çıkıyor: "Din konusunda endişeye
kapılıp korkmanız gereklidir. Fakat, korkunun sebebi bu güne kadar
kâfirlerden kaynaklanıyordu. Siz, onların sizin dininizle ilgili kötü
emeller beslemelerinden dolayı onlardan korkuyordunuz. Ama
bu gün onların umudu kesilmiştir. Sebep artık Allah'ın katındaki
gerekçelere bağlanmıştır. Şu hâlde yalnızca O'ndan korkun."
Okuyucu bu hususta iyice düşünmelidir.
Dolayısıyla, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesini
içermesinden dolayı, ayetin tehdit ve sakındırma, uyarma
niteliği de vardır. Çünkü müminler için her takdirde ve her durumda
zorunlu olan genel korku yerine, özel bir korku duymaları emrediliyor.
Öyleyse, bu korkunun özelliği üzerinde durmamız, onu
gerektiren ve emredilmesini sağlayan sebebi irdelememiz gerekir.
Şunda kuşku yoktur ki, "Bugün... umudu kesmişlerdir." cüm-
lesi ve "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım."
cümlesi, ayet içinde birbiriyle bağlantılı ve bir hedefe yöneliktir.
Daha önce bu hususu açıkladık. Dolayısıyla Allah'ın bugün
kemale erdirdiği ve bugün tamamlamış olduğu nimet -ki gerçekte
bu ikisi aynı şeydir- kâfirlerin daha önce beklentiye düştükleri ve
müminlerin onlardan korktukları husustur. Fakat yüce Allah, kâfirleri
bu hususta umutsuzluğa düşürdü. Dinini kemale erdirdi, nimetini
tamamladı. Müminlerin bu konuda kâfirlerden korkmalarını
yasakladı. Dolayısıyla kendisinden korkmalarını istediği şey de,
kâfirlerden korkmalarına neden olan şeyin kendisidir. O da yüce
Allah'ın dini ellerinden çekip çıkarması ve bu bahşedilmiş nimeti
gidermesidir.
Yüce Allah, nimeti gidermenin tek sebebinin nankörlük olduğunu
belirtmiş ve nankörleri son derece sert ifadelerle tehdit etmiştir.
Nitekim şöyle buyurmuştur: "Bu böyledir, çünkü bir millet
kendilerinde bulunan nimeti degiştirmedikçe Allah onlara verdigi
nimeti degiştirmez. Allah işitendir, bilendir." (Enfâl, 53) "Kim, Allah'ın
kendisine gelen nimetini degiştirirse, şüphesiz, Allah'ın cezası
çetindir." (Bakara, 211) Ayrıca yüce Allah, bahşettiği nimetlere
ve bu nimetleri inkâr edenlerin akıbetlerine ilişkin bütünsel bir örnek
vermektedir: "Allah şöyle bir kenti örnek olarak anlattı: Güven,
huzur içinde idi, her yerden rızkı bol bol kendisine geliyordu.
Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, bunun üzerine yaptıklarından
ötürü Allah ona açlık ve korku elbisesi tattırdı." (Nahl, 112)
Buna göre, "Bugün... umudu kesmişlerdir... din olarak İslâm'a
razı oldum." ifadesi, Müslümanların dinlerinin kâfirlerden yana
güvende olduğunu, kâfirler tarafından gelecek bir tehlike karşısında
koruma altında olduğunu duyurmaktadır. Bu demektir ki, kâfirler
bu dini bozmaya ve yok etmeye yönelik bir yol bulamayacaklardır.
Olsa olsa bu, bizzat Müslümanların elinden olacaktır. Yani,
bu eksiksiz nimeti inkâr etmeleri, bu razı olunmuş dini reddetmeleri
ile dinin yok olması söz konusu olabilir. Bunu yaptıkları gün,
yüce Allah nimeti ellerinden alacak ve onu ceza ile değiştirecektir.
Onlara açlık ve korku elbisesini tattıracaktır. Nitekim Müslüman
halklar İslâm dinini kulak ardı ettiler, Allah da onlara açlık ve korku
elbisesini giydirdi.
Bu ayetin, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun."
cümlesinin içerdiği geleceğe dair gaybî haberin ne ölçüde doğru
olduğunu somut örnekleriyle kavramak isteyenler, bugün İslâm
âleminin içinde bulunduğu pratik durumu gözlemlesinler, sonra
tarihsel olayları analiz ederek geriye doğru gitsinler ve
problemlerin temellerine ve tarihsel arka plânlarına ulaşsınlar.
Kur'ân'da "velayet"le ilgili olarak yer alan ayetlerin, tefsirini
sunduğumuz ayetin içerdiği uyarı ve azap tehdidi ile tam bir bağlantısı
vardır. Yüce Allah, kitabında sadece "velayet" konusunda
kullarını kendisinden sakındırmıştır. Bu konuda defalarca, "Allah
sizi kendisinden sakındırır." (Âl-i Imrân, 28, 30) buyurmuştur. Bu
konuyu etraflıca ele alırsak, kitabımızın tefsir yönteminin dışına
çıkmış oluruz.
"Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve
size din olarak İslâm'a razı oldum." "İkmal=ol-gunlaştırma" ve "itmam=
tamamlama" kelimeleri, anlam itibariyle birbirlerine yakın
kavramlardır. Ragıp el-Isfahanî der ki: "Bir şeyin kema-le ermesi
(olgunlaşması), o şeyle güdülen amacın gerçekleşmesi demektir."
Ve yine şöyle der: "Bir şeyin tamamlanması da, kendisi dışındaki
bir şeye ihtiyaç duymayacağı bir sınıra gelmesidir. Eksik, kendisi
dışındaki bir şeye ihtiyacı olan demektir."
Bu iki kavramın anlamını başka bir yöntemle de belirginleştirebiliriz.
Şöyle ki: Etkinlik gösteren şeylerin etkileri iki kısımda incelenebilir.
Bunların bir kısmı, -şayet cüzleri varsa- bütün cüzlerinin
var olması durumunda o şeye terettüp ederler. Şöyle ki, bu cüzlerden
veya koşullardan biri ortadan kalkarsa, bu olgular ona terettüp
etmeyeceklerdir. Oruç ibadetini buna örnek gösterebiliriz.
Çünkü oruç, gündüzün bir vaktinde, bir şeyler yemekle bozulur. Bu
şeyin bu nitelikte olmasına tamamlama denir. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Ta gece oluncaya dek orucu tamamlayın." (Bakara,
187) "Rabbinin sözü hem dogruluk, hem de adalet bakımından
tamamlanmıştır." (En'âm, 115)
Diğer kısmı ise, bir şeyin bütün cüzlerinin oluşmasına bağlı
olmaksızın ona terettüp eden etkiler, sonuçlardır. Dolayısıyla bütünün
etkisi, cüzlerin etkilerinin toplamı hükmündedir. Bir cüz var
oldukça, ona özgü olan sonuçlar ve etkiler de ona terettüp ederler.
Bütün cüzler var olursa, onlara da istenen bütün etkiler terettüp
eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kurbanı bulamayan kimseye üç
gün hacda, yedi gün de döndügünüzde oruç vardır. Işte bu, kamil=
tam on gündür." (Bakara, 196) "Bu, sayıyı kamil etmeniz=
tamamlamanız içindir." (Bakara, 185) Çünkü bu sayının bütününe
terettüp ettiği gibi, bir kısmına da sonuç terettüp eder. Araplar
derler ki: "Temme li-fulanin emruhu ve kemule akluhu=falanın
işi tamamlandı, aklı olgunlaştı." Ama, "Işi olgunlaştı, aklı tamamlandı."
demezler.
Kemale erdirme, olgunlaştırma anlamına gelen "ikmal" ile
"tekmil" ve tamamlama anlamına gelen "itmam" ile "tetmim" kelimeleri
arasındaki fark, if'al ve tef'il kalıplarının ifade ettikleri anlamlar
arasındaki farktan kaynaklanır. Çünkü if'al kalıbı, köken itibariyle
eylemin bir defada oluşuna, tef'il kalıbı da peyderpey oluşuna
delâlet eder. Ancak konuşma sanatındaki gelişmeler ve dilin
kapasitesinin genişlemesi bu iki kalıbın kökeni üzerinde etkinlikte
bulunmuş, kalıpları bir ölçüde kökünün mecrasından ya da asıl anlamından
uzaklaştırmıştır. Ihsan [iyilikte bulunmak] ve tahsin [diğerini
övmek], isdak [mehir vermek] ve tasdik [onaylamak], imdad
[yardıma koşmak] ve temdid (süreyi uzatmak], ifrat ve tefrit kelimelerini
buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, kullanıldıkları konuların
özelliği doğrultusunda ortaya çıkan sonra da kullanım dolayısıyla
lafızda yerleşen anlamlardır.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç çıkıyor: "Bugün
sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." ifadesi
gösteriyor ki, "din" kelimesiyle bütün bilgiler ve yasalaştırılan tüm
hükümler kastediliyor. Bu gün de bunların sayısına başka bir şey
eklenmiştir. Ve nimet ne kastedilirse kastedilsin, tek bir manevî
olguydu. Eksik ve etkisi yoktu. Bu gün söz konusu nimet tamamlandı
ve ondan beklenen etki terettüp etti.
"Nimet" kavramı türe işaret eden bir kalıp ve köktür. Bununla,
şeyin öz doğasıyla uyum içerisinde olup doğasının onu kendisinden
itmediği şey kastedilir. Varlıklar, düzen içinde olmaları açısından
bitişik ve bağlantılıdırlar, birbirleriyle uyum içerisindedirler;
bunların büyük kısmı veya tüm varsayılan başka bir şeye izafe edildiğinde
nimet niteliğini kazanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Eger Allah'ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız."
(Ibrâhim, 34) "Size zahir ve batın nimetlerini bol bol verdi."
(Lokmân, 20)
Fakat yüce Allah varlıkların bir kısmını kötülük, basitlik, oyun,
eğlence vb. övgü ifade etmeyen olumsuz vasıflarla nitelendirmiştir:
"Inkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet ve fırsat
vermemiz, onlar için daha hayırlıdır. Onlara sırf suçlarını arttırmaları
için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Âli
Imrân, 178) "Bu dünya hayatı, eglence ve oyundan başka bir şey
degildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur." (Ankebût, 64) "Inkâr
edenlerin, (zevk içinde) diyar diyar gezip dolaşmaları sakın seni
aldatmasın! Azıcık bir faydalanmadır bu. Sonra varacakları yer
cehennemdir. Orası ne kötü bir yurttur, yataktır!" (Âl-i Imrân, 196-
197) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Bu ayetler gösteriyor ki, nimet olarak sayılan şeyler insan için
yaratılışlarının gerisindeki ilâhî amaçla örtüştüklerinde nimet kategorisine
girerler. Çünkü bunlar, insanlara yönelik ilâhî bir yardım
olarak yaratılmışlardır. Ki insanlar kendi gerçek mutlulukları yolunda
onlar üzerinde tasarrufta bulunsun. Insanın gerçek mutluluğu
da kulluk sunmak ve Rabbani otoritesine boyun eğmek suretiyle
her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah'a yaklaşmasıdır. Konuya
ilişkin olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ben cinleri ve
insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattın." (Zâriyât, 56)
Şu hâlde insanın Allah'ın huzuruna yaklaşmak ve hoşnutluğu-
nu elde etmek amacıyla üzerinde tasarrufta bulunduğu her şey
nimettir. Aksi takdirde bu nimet onun hakkında azaba dönüşür.
Buna göre, varlıklar kendi başlarına nötrdürler. Ama kulluk ruhunu
kapsadıkları zaman, bu tasarruf açısından Allah'ın velayeti altında
oldukları zaman nimet niteliğini kazanırlar. Allah'ın velayeti ise,
yüce Allah'ın kulların işlerini rubûbiyetiyle düzenlemesi demektir.
Bu da gösteriyor ki gerçek nimet Allah'ın velayetidir. Bir şey, Allah-
'ın velayetinden etkilendiği takdirde nimet sayılır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah, inananların dostudur.
Onları karanlıklardan aydınlıga çıkarır." (Bakara, 257) "Bu böyledir,
çünkü Allah inananların velisidir. Kâfirlerin ise velileri yoktur."
(Muhammed, 11) Yüce Allah Elçisi hakkında da şöyle buyuruyor:
"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar
hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdigin hükmü, içlerinde
hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış
olmazlar." (Nisâ, 65) Bunun gibi birçok ayet örnek gösterilebilir.
Şu hâlde İslâm, kulları O'nun kuralları doğrultusunda ibadet
etsinler diye Allah katından indirilen hükümlerin toplamı olması
açısından dindir. Amelde esas alınması koşuluyla, Allah'ın,
Elçisinin ve ondan sonra ululemrin velayetini kapsaması açısından
da nimettir.
Allah'ın velayeti, yani din aracılığıyla kullarının hayatını
yönetmesi, ancak Elçisinin velayeti aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin
velayeti de, ondan sonra ululemr aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin ve
ondan sonra ululemrin velayeti, Allah'ın izniyle ümmetin dinsel
işlerini yönetmeleri anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve
sizden olan ululemre de itaat edin." (Nisâ, 59) Bu ayetin ifade ettiği
anlam üzerinde daha önce durduk. Bir diğer ayette de şöyle
buyruluyor: "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun elçisi ve namaz kılan
ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir." (Mâide, 55) Inşallah bu
ayetin ifade ettiği anlam üzerinde etraflıca duracağız.
Dolayısıyla tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya
dayanıyor: Bu gün -yani kâfirlerin sizin dininizi yok etmekten
umutlarını kestikleri gün- velayeti farz kılmak suretiyle, size indirmiş
bulunduğum dinî bilgileri kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi
tamamladım. Bu nimet, dinsel işlerin ilâhî bir tarzda yönetilip
yönlendirilmesi anlamına gelen velayettir. Bu güne kadar Allah ve
Resulünün velayeti şeklindeydi ve vahiy indiği sürece bu yetiyordu.
Fakat bundan sonra, vahyin iniş zamanının sona erişiyle ve Allah-
'ın dininin hamisi ve koruyucusu konumundaki Resulün insanların
arasından ayrılışıyla birlikte bu velayet yetmez. Bu yüzden bu misyonu
yürütecek kimsenin tayin edilmesi bir zorunluluktur. O,
Resulullah'tan (s.a.a) sonra dini ve ümmetin yönetimini üstlenecek
veliyy-i emr (emir sahibi-yönetici)dir.
Buna göre, velayet bir tek meşru (yasalaştırılmış olgu) idi,
Resulullah'tan sonra veliyy-i emrin tayinine kadar eksikti, tam değildi.
Dinin yasaması kemale erip velayet nimeti tamamlanınca, din
olarak sizin için İslâm'dan razı oldum. Ki İslâm, tevhid dinidir; bu
dine göre sırf Allah'a kulluk edilir, itaat (itaat ibadet demektir) O'-
na ve itaatini emrettiği Resule veya veliyye edilir ancak.
Bu açıdan ayet, müminlerin bu gün korkudan kurtuluş ve güvene
kavuştuklarını, yüce Allah'ın, tevhit dini olan İslâm'a göre hayatlarını
düzenlemelerinden razı olduğunu haber vermektedir.
Öyleyse onların Allah'a ibadet etmeleri, Allah'tan başkasına ve Allah'ın
itaat edilmesi gerektiğini açıkladığı kimseden başkasına itaat
etmek suretiyle O'na herhangi bir şeyi ortak etmemeleri gerekir.
"Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir. Onlardan
öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran
kılacak ve kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine
saglamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam
bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi
ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra da inkâr ederse,
işte onlar yoldan çıkanlardır." (Nûr, 55) ayetini düşünüp cümleleri,
"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ayetiyle
karşılaştırdığın zaman, Mâide suresindeki ayetin, Nûr suresinin
ilgili ayetinin içerdiği vaadin gerçekleştiğinin somut ifadesi
olduğunu göreceksin. Çünkü bize göre, "Bana kulluk edecekler ve
bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." ifadesi, amaç bildirir niteliktedir.
Nitekim, "Kim bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar
yoldan çıkanlardır." ifadesi de bunu ima ediyor.
Nûr suresi, Ifk Kıssası'nı, zina cezasını, örtü vb. hükümleri içerme-
sinin de gösterdiği gibi Mâide suresinden önce nazil olmuştur.
"Kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse
(bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah bağışlayan ve esirgeyendir."
Ayette geçen "mahmase" kelimesi, "açlık" demektir.
"Mutecanif" kelimesinin mastarı olan "tecânuf" ise, "eğilim" anlamına
gelir. Kelimenin kökü olan "cenef" kelimesi, ayakların dışa
eğilimli olması demektir. Ayakların içe eğilimli olması da "henef"
kelimesiyle ifade edilir.
Ayetin akışı şuna delâlet eder: Öncelikle hüküm mecbur kalma
ve dara düşme durumuna ait sanevî=ikinci derecede gelen hükümdür.
Ikincisi: Caizlik ve mubahlık zorunluluğu kaldırma ve açlığı
dindirme miktarına bağlıdır [yani, insanı ölümden kurtaracak
miktarda sadece bunlardan yenilebilir]. Üçüncüsü: Bağışlama ve
rahmet sıfatları cezayı gerektiren günahlarla ilintili olabildiği gibi,
bunların kaynağıyla da ilintili olabilir. Yani muhalefet edilmesi, beraberinde
cezayı taşıyan günah niteliğini gerektiren hükümle ilintili
olabilir [ve böylece bu iki sıfat, haram kılınan şeyin helâl olmasını
gerektirir].
ÜÇ BÖLÜMDE BİLİMSEL ARAŞTIRMA
1- Et Yemeye İlişkin İnanışlar.
Hiç kuşkusuz insan, diğer canlılar ve bitkiler gibi beslenme ve
sindirim sistemiyle donatılmıştır; bu yeteneği ve donanımıyla
işleyebileceği, bedenine katılımını sağlayabileceği, böylece
varlığını sürdürebileceği maddî unsurları alır. Diş geçireceği ve
midesine indirebileceği hiçbir şeyi yemesini engelleyen doğal
hiçbir mani söz konusu değildir. Yeter ki bunlar zararlı olmasın
veya onlardan tiksinmesin.
Zararlı olması bir yiyeceğin, insanın yediği şeyin bedenine zehir
veya benzeri bir şeyle zarar verdiğini fark etmesidir. Bu durumda
insan böyle bir yiyeceği yemekten kaçınır. Ya da bir yiyeceğin
manevî açıdan zararlı olduğunu fark eder. Değişik dinlerde ve şeriatlarda
haram kılınan maddeleri buna örnek verebiliriz. Insanın
bu tür şeyleri yemekten kaçınmasına düşünsel nitelikli kaçınma
diyoruz.
Tiksinme ise, karşılaşılan maddenin insan doğasının yaklaşmaktan
kaçınacağı oranda pis bilinmesinden doğan bir tepkimedir.
Nitekim insan pis ve iğrenç kabul ettiği için kendi pİsliğini
yemez. Ancak bu, bazı çocuklar ve delilerde görülmüştür. Buna bir
de değişik insan topluluklarında etkin olan dinlerin ve yasaların
öngördükleri inançsal etmenlere dayanan yaklaşımları ekleyebiliriz.
Örneğin Müslümanlar do-muz etini iğrenç kabul ederken Hıristiyanlar
temiz kabul ederler. Batılı toplumlar, doğulu toplumların
pis kabul ettiği yengeç, kurbağa ve fare gibi hayvanların etlerini yiyebiliyorlar.
Bu tür kaçınmayı ikincil doğa ve kazanılmış doğa kategorisinde
değerlendirmek gerekir.
Görüldüğü gibi etle beslenme konusunda insanlar mutlak serbestlikten
mutlak yasaklığa kadar uzanan geniş bir düzlemde
farklı eğilim-lere sahiptirler ve yenmesi mubah görülenler öz doğaya
tâbi olunarak mubah görülmüştür. Yine yemekten kaçınılanlara
yönelik davranışın arka plânında da ya düşünsel yaklaşım ya
da ikincil doğa dediğimiz müktesep huy vardır.
Buda yasası, bütün hayvanların etlerinin yenmesini yasaklar.
Bu negatif tefritin karşısında da olumsuz bir ifrat duruyor, Afrika'-
da ve başka bölgelerde yaşayan kimi barbar kavimler de her türlü
Araplar dört ayaklı hayvanların ve diğer hayvanların, bu arada
fare ve kurbağa gibi hayvanların etlerini yedikleri gibi boğazlanarak
veya başka bir şekilde öldürülen hayvanların etlerini de yerlerdi.
Bunların dışında boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yüksek bir
yerden düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı havanlar tarafından parçalanmış
gibi her türlü murdar eti yerlerdi. Derlerdi ki: Siz kendi öldürdüğünüz
hayvanın etini yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğü hayvanın
etini yemiyor musunuz?! Nitekim günümüzde de benzeri
sözleri söyleyenlere rastlamak mümkündür: Ikisi de et değil mi,
aralarında ne fark vardır? Önemli olan insan bedenine zarar vermemesidir.
Bunu tıbbi ve kimyasal bir ilaçla da sağlamak mümkündür.
Çünkü sindirim sistemi açısından bunlar arasında fark
yoktur, diyorlar.
Araplar kan da içiyorlardı. Hayvanların bağırsaklarını kanla
doldurarak kızartıyor, sonra da konuklarına ikram ediyorlardı. Kuraklık
zamanında develerini sivri bir demirle yaralayarak akan kanını
içerlerdi. Bugün Müslüman olmayan birçok toplumlarda kan
içmek yaygın bir gelenektir.
Putperest Çinliler bu konuda mezhebi en geniş toplumdur.
Söylendiğine göre her türlü hayvanın, köpeklerin, kedilerin, hatta
solucanların, sedeflerin ve diğer haşerelerin etlerini bile yiyorlar.
İslâm bu konuda orta bir yol izlemiştir. Normal insanın öz doğasının
benimsediği, temiz gördüğü etleri mubah saymıştır. Sonra
bunu dört ayaklı hayvanlar içinde koyun, keçi, sığır ve deve gibi açıklamış,
at ve eşek gibi bazı dört ayaklıların etlerinin mekruh olduğunu
belirtmiştir. Kuşlarda ise yırtıcı olmayan, yani kursağı bulunan
ve kanat çırparak uçan ve pençeleri olmayan kuşlar olarak
açıklamıştır. Denizde yaşayan canlılarda da birçok balık türü olarak
açıklamıştır. Buna ilişkin ayrıntılı bilgiler fıkıh kitaplarında yer
almaktadır.
Bunun yanı sıra adı geçen hayvanların kanlarını, her türlü leşi
ve üzerinde yüce Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanları haram
kılmıştır. Bu yaklaşımın gerisindeki amaç, fıtrat yasasını, yani insanın
et yemeye olan eğilimini diriltmek ve sahih düşünceye, istikamet
üzere olan sağlam öz doğaya saygı göstermektir. Bu ikisi
[sahih düşünce ve istikamet üzere olan öz doğa], tür olarak zararlı
olanların, pis ve tiksindirici kabul edilenlerin mubah sayılmasının
önündeki doğal engellerdir.
2- Rahmet Sıfatıyla Bağdaşmadığı Hâlde, Hayvanların
Öldürülmesi Nasıl Emredilmiştir?
Biri çıkıp şöyle bir soru yöneltebilir: Hayvanlar da tıpkı insanlar
gibi canlıdır; insanlar gibi işkencenin, yok oluşun ve ölümün acısını
hissederler. Bizi istenmeyen şeylerden sakınmaya, işkencenin ve
ölümün acısından kaçınmaya sevk eden kendini sevme iç güdüsü,
bu konuda bizim duyduğumuz acıyı duyuyorlar, bize ağır gelen onlara
da ağır geliyor ve bütün nefİsler aynı konumdadır diye, kendi
türümüzün bireylerine acımaya yöneltir.
Bu durum, aynen diğer canlı türleri için de geçerlidir. Öyleyse,
bize acı veren bir yöntemle onlara acı vermemiz, onlar açısından
yaşamın tadını ölümün acısıyla değiştirmemiz, onları en üstün, en
onurlu nimetlerden biri olan var olma, varlığını sürdürme nimetinden
yoksun bırakmamız doğru olabilir mi? Yüce Allah, acıyanların
en merhametlisidir. Her ikisi de O'nun tarafından yaratıldıkları
hâlde, O'nun rahmeti, insan zevk alsın diye hayvanın öldürülüşünü
emretmekle nasıl bağdaşıyor?
Buna verilecek cevap şudur: Bu sözler, duyguları gerçeklere ve
realiteye hakim kılma türündendir. Oysa yasalarda gerçek maslahatlar
esas alınır, vehim menşeli duygular değil.
Konuyu açacak olursak: Sahip olduğun yeteneklerle gözlemleme
imkânını bulduğun varlık âlemini inceleyecek olursan, varlık
bütününün oluşumu ve varlığını sürdürme açısından evrensel dönüşüm
yasasına tâbi olduğunu görürsün. Her şey aracılı veya aracısız
başka bir şeye, başkası da ona dönüşme imkânına sahiptir.
Biri var oluyorsa, mutlaka başkası yok oluyordur. Şu yok olmadıkça
bu var olmaz. Maddî âlem, dönüşümler ve değişimler âlemidir.
Dilersen, "yiyenler ve yenilenler âlemi" de diyebilirsin.
Söz gelimi yer bileşikleri, toprağı yemektedirler, onu kendilerine
eklemekle, kendilerine uygun veya kendilerine özgü şekillere
sokmakta ve onlara biçimler vermektedirler. Sonra toprak onları
yemekte, yok etmektedir.
Bitkiler topraktan beslenirler, hava teneffüs ederler. Ardından
toprak tarafından yenilir, asli unsurlarına ve ilk elementlerine dönüştürülür.
Her zaman birinin diğerine dönüştüğüne tanık olabiliriz.
Hayvanlar bitkilerden beslenirler, su içerler ve hava teneffüs
ederler. Kimi hayvanlar da hemcinslerini yerler. Yırtıcı hayvanlar
avlanarak et yerler. Yırtıcı kuşlar güvercin ve serçe gibi kuşları yerler.
Sahip olduğu beslenme donanımı yüzünden başka türlü
davranamaz. Güvercin ve serçeler gibi kuşlar da hububat taneleri,
sinek, tahta kurusu ve sivri sinek yerler. Onlar da insanların ve
başka canlıların kanlarından beslenirler. Sonra toprak hepsini yer.
Şu hâlde, varlıklar âlemi üzerinde mutlak egemenliğe sahip,
istisnasız hükmüne tâbi olunan varoluş kanunu, yaratılış yasası, et
ve benzeri şeylerle beslenme hükmünü koymuştur. Sonra varlık
bütünün bireylerini buna yöneltmiş, onlara yol göstericilik yapmıştır.
Insanı hem hayvanlardan, hem de bitkilerden beslenecek şekilde
donatan, bu evrensel yasadır. Insanın beslenme donanımının
en önünde dişleri gelmektedir. Dişler kesmeye, kırmaya, ısırmaya
ve öğütmeye uygun bir şekilde dizilmişlerdir. Önde kesici dişler,
arkasında köpek dişleri, onların da arkasında azı dişleri amacına
uygun bir şekilde yer alırlar. Insan koyunlar ve sığırlar gibi kesme
ve ısırma yeteneğinden, yırtıcı hayvanlar gibi de öğütme ve çiğneme
yeteneğinden yoksun değildir.
Sonra ağız bölgesine yerleştirilen ve bununla yediği etin tadına
vardığı tat alma duygusu ve sindirim sistemini oluşturan bütün organlarda
yerleştirilen istek ve arzular, eti arzularlar ve iştahları çe-
ker. Bütün bunlar evrensel hidayetin, yöneltilişin göstergeleridir.
Yaratılış kongresinin serbestlik kararıdır. Evrensel hidayetle, bu hidayetin
etkisiyle oluşan eylemi birbirinden ayırmak, birini kabul
edip diğerini inkâr etmek mümkün müdür?
İslâm fıtrat dinidir. Tek hedefi, insan bilgisizliğinin yok ettiği fıtratın
eserlerini yeniden diriltmektir. Dolayısıyla yaratılışın işaret ettiği
ve fıtratın öngördüğü bir şeyi mubah saymak bir zorunluluktur.
İslâm, yasama sistemiyle bu fıtrî hükmü dirilttiği gibi, varoluş
çerçevesinde konulan başka hükümleri de diriltmiştir. Beslenme
hususunda sınır tanımazlığı önleyici unsurlar çerçevesinde buna
değindik. Buna göre, akıl bedensel ya da manevî açıdan zararlı olan
etlerden uzak durulmasını öngörür. Yine insan bünyesinin derinliklerinde
yer alan duyular ve duygular, bozulmamış öz doğanın
pis gördüğü ve tiksindiği şeylerden uzak durmayı gerekli görür. Bu
iki hükmün asılları sonuçta gelip varoluş sisteminin tasarrufuna
dayanır. İslâm bunları dikkate almış, bedenin gelişimine zararlı olan
etleri haram kıldığı gibi, insan toplumunun maslahatı açısından
zararlı olan etleri de haram kılmıştır. Üzerinde Allah'tan başkasının
adı anılarak kesilen hayvanların etlerini, kumar ve fal okları
vb. şeylerle kazanılan etleri buna örnek gösterebiliriz. İslâm, öz
doğanın tiksindiği pİslikleri de haram saymıştır.
İşkence etmeye ve öldürmeye engel olması gereken acıma ve
merhamet duygusuna gelince, merhametin latif bir varoluşsal bağış
olduğu kuşku götürmeyen bir gerçektir. Varoluş yasası uyarınca
insanın ve gözlemlediğimiz kadarıyla birçok hayvanın ruhsal
yapısına yerleştirilmiştir. Fakat varoluş yasası, her konuda mutlak
egemenliği olsun ve mutlaka sadece ona uyulsun diye bu hükmü
koymamıştır. Bir kere varoluş yasasının kendisi, merhameti mutlak
olarak uygulamaz. Öyle olsaydı, varlık âleminde acıların, afetlerin,
musibetlerin ve türlü azapların izine rastlanmazdı.
Kaldı ki, insanın sahip olduğu merhamet duygusu, söz gelimi
adalet gibi mutlak olarak üstün, faziletli bir karakter değildir. Öyle
olsa, zulmünden dolayı bir zalimi, bir suçluyu cezalandırmamız,
saldırıya mİsliyle karşılık vermemiz uygun olmazdı. Neticede bunda
yerin ve üzerindeki varlıkların helâki söz konusu olurdu.
Bununla beraber İslâm, evrensel varoluş yasasının bir bağışı
olarak merhamet duygusunu ihmal etmemiştir. Genel olarak
merhameti yaygınlaştırmayı emretmiş, hayvanları öldürürken onlara
eziyet etmeyi yasaklamıştır. Kesilen hayvanın canı çıkmadıkça
organlarının kesilmesini, derisinin yüzülmesini yasaklamıştır. -
Boğulmuş ve vurulmuş hayvanın etinin haram kılınması da bu
yüzdendir.- Diğer bir hayvanın gözünün önünde başka bir hayvanın
boğazlanmasını da nehyetmiştir. Kesilen hayvanın kesimine ilişkin
olarak son derece şefkatli hükümler koymuştur. Suyun sunulmasını
emretmiştir. Daha bunun gibi fıkıh kitaplarında ayrıntılı biçimde
açıklanan birçok hükmü örnek gösterebiliriz.
Bütün bunların yanında, İslâm akıl dinidir; duygu dini değil.
Duygusal hükümleri, toplumun maslahatına uygun olan hükümlerin
üzerine çıkarmaz. Bunlar arasından yalnızca aklın benimsediklerini
esas alır. Akla uygun oldukça duygusal hükümlere itibar eder.
Bu da aslında aklın hükümlerine uymak sayılır.
İlâhî rahmet ve yüce Allah'ın acıyanların en merhametlisi oluşu
meselesine gelince, şunu bilmek gerekir ki: Yüce Allah, acıyanı
acınana lütfetmeye iten kalp inceliği, yufka yüreklilik ve duygusallık
anlamında bir rahmet sıfatıyla muttasıf değildir. Bu söylediğimiz
maddî ve cismanî bir niteliktir. Ulu Allah bundan münezzehtir.
Bilâkis ilâhî rahmetin anlamı, yüce Allah'ın hakkedene hak ettiği
kadar hayır indirmesidir. Bu nedenle, bizim azap saydığımız bir şey
yüce Allah açısından rahmet, bizim rahmet saydığımız bir şey de
O'nun açısından azap olabilir. Dolayısıyla sahip olduğumuz sanal
merhamet duygusuna kapılarak şeriatın öngördüğü yasama çerçevesinde
esas maslahatları göz ardı etmemiz veya yasaların realiteye
uygun olması gerçeğinden ödün vermemiz, ilâhî hikmet açısından
caiz değildir.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan şu ortaya çıkıyor: İslâm
hayvanların etlerinin yenmesini serbest bırakırken ve bu ser-
bestliği birtakım kayıtlarla ve koşullarla sınırlandırırken, fıtratın direktiflerini
esas almakta ve onları yansıtmaktadır bize. Allah'ın insanların
yaratılışına esas kıldığı fıtratı yani. Allah'ın yaratma yasasında
değişme, başkalaşma olmaz. Işte dimdik ayakta duran dosdoğru
din budur.
3- İslâm Neden Hayvanın Boğazlanmasını Öngörür?
Yukarıdaki sorunun bir devamı olarak sorulan bir diğer soru da
budur: Et yemenin, fıtratın ve yaratılış yasasının serbest kıldığı bir
husus olduğunu kabul ettik. Acaba bu konuda tesadüf ve benzeri
ölümlerle yetinilemez mi? Söz gelimi et yemek için hayvanın kendiliğinden
ölmesi ya da bizim dışımızda başka bir etkenle can
vermesi beklenemez mi? Böylece evrensel caizlikle, hayvana eziyet
etmeyi ve öldürerek işkence etmeyi hoş karşılamayan merhamet
duygusunun hükmü bir noktada buluşturulur; boğazlamaya
ve kesmeye gerek kalmaz.
İkinci bölümdeki açıklamalar, bu soruya da cevap teşkil edecek
niteliktedir. Çünkü bu anlamda merhamet duygusunun gereğini
yapmak zorunlu değildir. Aksine bu tarz bir merhametin gereğini
yapmak gerçeklere ilişkin hükümlerin geçersiz kılınmasına yol
açabilir. Öte yandan İslâm, mümkün olduğu kadarıyla tür arasındaki
bu latif duygusallığın korunmasına yönelik tedbirleri almaktan
geri kalmamış ve bunları tavsiye etmiştir.
Kaldı ki, mizaçların bozulması ve bedenlerin zarara uğramasıyla
sonuçlanan leş ve benzeri şeylerin yenilmesiyle yetinmek ve sadece
onları yemeği mubah kılmak, merhamet duygusuyla çelişmektedir.
Bütün bunların yanı sıra bertaraf edilmesi gereken genel
bir zorluk ve sıkıntıyı beraberinde getirir. [Sadece leş ve benzerini
mubah kılmak, genel bir sıkıntıya sebep olur.]
AYETLERIN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Ayyâşî'de İkrime kanalıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediği
rivayet edilir: "Ey iman edenler..." diye başlayan hiçbir ayet inmemiştir
ki, Ali (a.s) onun başı ve emiri olmasın. Allah Hz. Muhammed'in
(s.a.a) ashabını birçok kere azarladığı hâlde, Ali'den sadece
hayırla söz etmiştir." [c.1, s.289, h:7]
Ben derim ki: el-Burhan tefsirinde Muvaffak b. Ahmed kanalıyla
İkrime'den, o da İbn-i Abbas'tan aynı sözler, "...emiri olmasın..."
ifadesine kadar rivayet edilir.1 Bunu Ayyâşî de İkrime'den rivayet
etmiştir.2 Bu hadisi daha önce ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinden de alıntılamıştık.
Bazı rivayetlerde İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği belirtilir:
"Kur'ân'da 'Ey iman edenler...' diye başlayan bir ayet yoktur
ki, biz Ehlibeyt (a.s) hakkında olmasın." Bu rivayet genelin özele
uyarlanmasının ya da vahyin batınî anlamının bir örneğidir.
Aynı kaynakta Abdullah b. Sinan'dan şöyle rivayet edilir. İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) "Ey inananlar! Yaptıgınız akitleri yerine getirin."
Aynı hadisi Kummî de kendi tefsirinde aynı ravi kanalıyla aktarmıştır.
[c.1, s.160]
et-Tehzib adlı eserde, rivayet zinciriyle birlikte Muhammed b.
Müslim'in şöyle dediği belirtilir: İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan
(a.s) birine, "dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı..." ayetini
sordum. Buyurdu ki: "Hayvanların rahmindeki yavrular, tüylenmiş
ve kıllanmışsalar, annelerinin boğazlanması, onların da
boğazlanması anlamına gelir. İşte yüce Allah bunu kastetmiştir."
[c.9, s.58]
Ben derim ki: Aynı hadis el-Kâfi ve el-Fakih adlı eserlerde aynı
ravi aracılığıyla iki İmamdan birinden aktarılmıştır. Aynı anlamda
bir hadis de Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim aracılığıyla
iki İmamdan birinden ve Zürare kanalıyla da İmam Sadık'tan (a.s)
aktarılır.1 Bunu Kummî de tefsirinde rivayet eder.2 Mecma-ul Beyan
tefsirinde İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) rivayet ediliyor.
Tefsir-ul Kummî'de, "Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine...
saygısızlık etmeyin." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Allah'ın
şiarları; ihram, tavaf, Ibrahim makamında kılınan namaz, Safa ve
Merve Tepeleri arasında sa'ydır. Ayrıca hac mevsimine özgü tüm
ibadetler bu kategoriye girer. Kişinin deve kurbanlığını Mekke'ye
sevk ederken, kurbanlık olduğu bilinsin dolayısıyla kimse dokunmasın
diye onun hörgücünü yaralayıp kan akıtması veya hörgücün
derisini soymak yahut gerdanlık takması da Allah'ın şiarlarındandır.
Bunlara şiar denmesi, insanların onları fark edip tanımaları içindir."
"ne haram aya" bundan maksat, haram aylardan biri olan zilhicce
ayıdır. "ne kurban" hac ziyaretinde bulunan kişinin ihramı
giydikten sonra kurban edilecekleri yere sürdüğü hayvan kastediliyor.
"ne gerdanlıklara..." bundan maksat, hac ziyaretinde bulunan
kişinin namaz kılarken giydiği nalınları kurbanlık hayvanın boynuna
asmasıdır. "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere" yani
Kâbe'ye hac ziyaretinde bulunanlara." [c.1, s.160]
Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: İmam Bâkır (a.s) şöyle
buyurdu: "Bu ayet, Rebiaoğullarından Hutam adında biri hakkında
inmiştir."
Mezkur tefsirde devamla şöyle ekleniyor: Süddi'nin anlattığına
göre, Hutam b. Hind el-Bekri, yalnız başına Resulullah'ın (s.a.a)
yanına geldi, atını Medine'nin dışında bırakmıştı. Peygamberimize
(s.a.a) dedi ki: "Neye davet ediyorsun?" Bundan önce de Peygamberimiz
(s.a.a) ashabına demişti ki: "Bugün Rebiaoğullarından bir
adam yanınıza gelecek ve bu adam şeytanın diliyle konuşacaktır."
Resulullah (s.a.a) adama cevap verdikten sonra adam, "Bana
-------------
mühlet ver, belki de Müslüman olurum. Istişare edeceğim kişiler
var." dedi. Sonra oradan ayrıldı."
Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Kâfir bir yüzle
içeri girdi, çıkarken arkasında hainlik bıraktı." Giderken Medine'ye
ait sürülerden biriyle karşılaştı. Sürüyü önüne katıp götürdü. Bir
yandan da şu beyitleri mırıldanıyordu:
"Hutam, bir çoban eliyle sürülerden birini ele geçirdi.
Oysa ne deve, ne de koyun çobanlığı yapmıştı.
Ne de satırla eti parçalayan bir kasaptı.
Sürü sahipleri geceleyin uyudular; ama Hind'in oğlu uyumadı.
Ok gibi hızlı hareket eden bir hizmetçi gibi geçirdi geceyi.
Otlatma zahmetini üzerine aldı.
Cılız bacağı ve düztaban ayağıyla."
Sonra ertesi yıl hac için tekrar geldi. Bu arada sunacağı kurbanı
da işaretlemişti. Resulullah (s.a.a) onun huzuruna getirilmesini
istedi. Bunun üzerine, "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere..."
ayeti indi.
Müellif devamla şöyle der: İbn-i Zeyd dedi ki: "Bu ayet, Mekke'nin
fethedildiği gün, Beyt-i Haram'ı ziyaret etmek için gelen ve
umre yaparak ihramdan çıkmak isteyen bazı müşrikler hakkında
inmiştir. Onları gören Müslümanlar, "Bunlar da şunlar [Mekkeliler]
gibi müşriktir. Izin ver, onlara saldıralım." dediler. Bunun üzerine
yüce Allah söz konusu ayeti indirdi."
Ben derim ki: Taberî bu kıssayı Süddi ve Ikrime'den, ikinci kıssayı
da İbn-i Zeyd'den rivayet etmiştir.1 Ikinci kıssa ed-Dürr-ül Mensûr
tefsirinde İbn-i Ebi Hatem kanalıyla Zeyd b. Eslem'den rivayet
edilir. Bu rivayette, olayın Hudeybiye günü yaşandığından söz edilir.
Her iki kıssa da tefsircilerin ve nakilcilerin hemen hemen üzerinde
ittifak ettikleri, Mâide suresinin Veda Haccı esnasında nazil
olduğu husussuyla örtüşmemektedir. Eğer öyle olsaydı, "Allah'a
ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar." (Tevbe, 28) "Allah'a ortak koşanları nerede
bulursanız öldürün." (Tevbe, 5) ayetinin, "ve ne de... Beyt-i Haram'a
yönelenlere" ayetinden önce inmiş olmaları gerekirdi. Bu durumda
da Beyt-i Haram'a yönelen müşriklere herhangi bir taarruzda
bulunmayı nehyetmeye ilişkin direktifin bir anlamı olmazdı.
Büyük bir ihtimalle bu iki kıssa ve bunların içeriklerine benzer
diğer kıssalar, bir bölümü İbn-i Abbas, Mücahit, Katade ve
Dahhak'tan aktarılan şu görüşün nedenini oluşturmuştur: Onlara
göre: "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenler" ifadesi, "Allah'a ortak
koşanları nerede bulursanız öldürün..." ve "Allah'a ortak koşanlar
pİsliktir... artık... Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." ayetlerinin
inişiyle neshedil-miştir. Nesh hadisi Tefsir-ul Kummî'de yer
alır. Ki sözden anlaşıldığı kadarıyla, bu bir rivayettir, Kummî'nin
kendi sözleri değil.
Bütün bunların ötesinde, Mâide suresinin en son inen sure olması,
bu rivayetleri geçersiz kılmaktadır. Ehlibeyt İmamlarından
(a.s) gelen rivayetlerde, Mâide suresinin neshedilen değil
neshedici olduğu belirtilir. Kaldı ki, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım..."
ayeti, Mâide suresinin bazı ayetlerinin neshedilmiş olması
ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
Buna göre, "ne de... Beyt-i Haram'a yönelenler..." ifadesiyle
güdülen amaç, daha sonra yer alan, "bir topluluga olan kininiz, sizi
haddi aşmaya sürüklemesin." ayeti vasıtasıyla açıklanmış gibi
bir niteliğe sahip olur. Yani, daha önce size taarruzda bulundukları
için Mescid-i Haram'a yönelenlere taarruzda bulunarak Kâbe'nin
saygınlığını, dokunulmazlığını yok etmeyin. Bunların dışında da
daha önce sizi ondan alıkoyanlara böyle davrandılar diye, onları
öldürmek gibi günah işlemeye veya ölüm dışında birtakım haksızlılıklara
yeltenerek tecavüz etmeye kalkışmayın; bilâkis iyilik ve
takva hususunda yardımlaşın.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde de, "İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın."
ayetiyle ilgili olarak Ahmet ve Abd b. Hamid, ayrıca
Vabisa kanalıyla da Buharî kendi Sahihinin "Tarih" adlı bölümünde
şöyle rivayet ederler: "Bir gün Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldim.
Amacım iyilik ve günah namına sormadık bir şeyi bırakmamaktı.
Bana dedi ki: Ey Vabisa, niçin geldiğini ve neyi sormak istediğini
haber vereyim mi? Yoksa kendin mi söyleyeceksin? Dedim ki: Siz
bana haber verin ya Resulullah! Buyurdu ki: İyilikten ve günahtan
sormak için geldin. Sonra üç parmağını birleştirerek göğsümü dürtüyor,
bir yandan da şöyle diyordu: Fetvayı kalbinden ve nefsinden
iste. İyilik, kalbinin mutmain olduğu ve nefsinin yatıştığı şeydir.
Günah ise, onun hakkında insanlar sürekli sana fetva verseler bile
kalpte sıkıntıya yol açan, göğsünde huzursuzluk meydana getiren
şeydir."
Aynı eserde, Ahmet, Abd. b. Hamid, İbn-i Hibban, Taberanî,
Hakim -sahih olduğunu vurgulayarak- ve Beyhaki Ebu Emame'den
şöyle rivayet ederler: "Bir adam Resulullah'a (s.a.a) günahın ne olduğunu
sordu. Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: 'Içinde huzursuzluk
meydana getiren şeyden uzaklaş.' Bunun üzerine adam, 'Peki, iman
nedir?' diye sordu: 'Bir kimseyi işlediği kötülük üzüyor ve yaptığı
iyilik sevindiriyorsa, o mümindir.' cevabını verdi."
Yine aynı eserde, İbn-i Ebi Şeybe, Ahmed, Buharî kendi Sahihinin
"Edeb" adlı bölümünde, Müslim, Tirmizi, Hakim ve Beyhaki "eşŞu-
ab" kitabından Nuvas b. Sem'an'dan şöyle rivayet ederler:
"Resulul-lah'a iyilik ve günah olguları hakkında soru soruldu. Buyurdu
ki: Iyilik, güzel ahlâktır. Günah ise, nefsinde huzursuzluk
meydana getiren ve insanların haberdar olmasından hoşlanmadığın
şeydir." [c.2, s.255]
Ben derim ki: Görüldüğü gibi rivayetlerin içeriği, "Nefse ve onu
biçimlendirene, ona bozuklugunu ve korunmasını ilham edene..."
(Şems, 7-8) ayetlerinin anlamını esas alan bir mahiyette gelişmektedir.
Bu rivayetler günahın anlamı ile ilgili olarak yaptığımız açıklamayı
da desteklemektedir.
Mecma-ul Beyan tefsirinde, müellif şöyle der: "Bu ayet (maksadı
'Beyt-i Haram'a yönelenler' ifadesidir) ile ilgili olarak âlimler
arasında ihtilaf vardır. Bu ifadenin içerdiği hükmün, 'Allah'a ortak
koşanları nerede bulursanız öldürün.' ayetiyle yürürlükten kaldırıldığı
söylenmiştir. Müfessirlerin büyük kısmının görüşü bu yöndedir.
Diğer bazı âlimler; 'Ne bu surenin, ne de bu ayetin içerdiği
hiçbir hüküm neshe-dilmemiştir; çünkü, müşrikler başlatan taraf
olmadıkları sürece, haram aylarda onlara savaş ilân etmek caiz
değildir.' demişlerdir." Ardından müellif, "Bu görüş İmam Bâkır'-
dan (a.s) rivayet edilmiştir." demiştir.
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet
zinciriyle Eban b. Tağlib'den, o da İmam Ebu Cafer Muhammed b.
Ali el-Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Leş, kan ve domuz eti,
herkesçe bilinen şeylerdir. "Allah'tan başkası adına bogazlanan"
ifadesiyle, putların sunaklarında boğazlanan hayvanlar kastediliyor.
"bogulmuş" ifadesine gelince, Mecusîler kesilmiş hayvanı yemezlerdi,
murdar hayvanı yerlerdi. Bu nedenle sığırı ve koyunu
boğarak öldürürlerdi, hayvan bu şekilde ölünce etini yerlerdi.
"Vurularak öldürülmüş"ten maksat da şudur: Mecusîler hayvanın
ayaklarını bağladıktan sonra ölünceye kadar döverlerdi,
hayvan ölünce de etini yerlerdi.
"yukarıdan düşmüş"ten maksat da şudur: Yine Mecusîler
hayvanın gözlerini bağlayarak yüksekçe bir yerden aşağıya
atarlardı, bu şekilde ölen hayvanın etini yerlerdi.
"boynuzlanmış"tan maksat da şudur: Iki koçu dövüştürürlerdi.
Bu dövüşte ölenin etini yerlerdi.
"yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar
-henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç-" ifadesiyle de şu husus
kastedilmiştir: Mecusîler kurt, arslan ve ayı gibi yırtıcı bir hayvan
tarafından parçalanarak öldürülmüş bulunan hayvanları yerlerdi.
Yüce Allah bunu haram kıldı.
"Dikili taşlar üzerine bogazlanan" ifadesine gelince, Mecusîler
ateş tapınakları için kurbanlar sunarlardı. Kureyşliler de ağaçlara,
taşlara tapar ve onlar için hayvan keserlerdi. "(hayvan etini) fal oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır."
Cahiliye döneminde Araplar, bir deveyi tutup on parçaya bölerlerdi.
Sonra üzerinde toplanıp on tane ok arasında taksim ederlerdi.
On oku bir adama verirlerdi. Bunlardan yedi tanesinin payı vardı,
üç tanesinin yoktu."
"Payı bulunan okların adları şöyleydi: 1) Fezz, 2) Tev'em, 3)
Musbil, 4) Nafis, 5) Hils, 6) Rakib, 7) Mualla. Fezz okunun bir payı,
Tev'em okunun iki payı, Müsbil okunun üç payı, Nafis okunun dört
payı, Hils okunun beş payı, Rakib okunun altı payı ve Mualla okunun
da yedi payı vardı."
"Payı olmayan oklar da şunlardı: 1) Sefih, 2) Menih, 3) Vağd.
Devenin bedelini kendisine hiç pay çıkmayan adamlar öderdi. Dolayısıyla
bir kumardı bu ve Allah tarafından haram kılındı."
Ben derim ki: Rivayette, boğulmuş, vurulmuş, yüksekten düşmüş
hayvanla ilgili açıklama, bir sonraki rivayetten de anlaşılacağı
gibi, örneklendirme şeklinde açıklama niteliğindedir. "Henüz canları
çıkmadan kestikleriniz hariç" ifadesinin "Yırtıcı hayvan tarafından
parçalanarak ölmüş olan" ifadesinin yanında ve aynı şekilde
"bunlar yoldan çıkmaktır" ifadesinin "fal oklarıyla bölmeniz"
ifadesinin yanında yer alması, herhangi bir sınırlandırmanın söz
konusu olduğuna kanıt oluşturmaz. [Yani, buna dayanarak sadece
yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıp ancak canları çıkmadan
kestiğiniz helâldir ve aynı şekilde sadece fal oklarıyla bölmenin
fısk olduğuna delil olmaz.]
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Ayyuk b. Kasut'tan, o da İmam Cafer
Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Boğulmuş" ifadesiyle bağlı olduğu
yerde sıkışıp boğulan, "mevkûze" [mealde vurulmuş olarak
anlam verdiğimiz madde] hastalığın şiddetinden dolayı boğazlanmanın
acısını hissetmeyen, tepinmeyen ve vücudundan kan akmayan,
"yukarıdan düşmüş" (mütereddiye) ise, evin damından veya
benzeri şeyden aşağı düşen, "boynuzlanmış" (natiha) ise, hemcinsiyle
vuruşarak boynuzlanan hayvan demektir." [c.1, s.292]
Aynı eserde, Hasan b. Ali el-Veşşa'dan, o da İmam Rıza'dan
(a.s) şöyle rivayet edilir: Veşşa şöyle der: İmamın şöyle dediğini
duydum: "Yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından
parçalanmış bir hayvanı henüz can vermeden yetişip boğazlarsan,
etini yiyebilirsin." [c.1, s.292]
Aynı eserde, Muhammed b. Abdullah'tan, o da bazı arkadaşlarından
şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'a (a.s) dedim ki:
"Kurban olduğum, söyler misin Allah niçin leşi, kanı ve domuz etini
haram kılmıştır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah, bunları kullarına haram
kılmış, başkalarını da helâl kılmışsa bu, O'nun haram kıldığı şeylerden
hoşlanmadığı, helâl kıldığı şeylerden de hoşlandığı için değildir.
Tam tersine, ulu Allah muhlukatı yaratmış, bedenlerinin nasıl
ayakta kalacağını, hangi şeylerin onlara yarayacağını bilmektedir.
Dolayısıyla bunları onlara helâl kılmış yararlanmalarını serbest
bırakmıştır. Varlıkların çıkarı bunu gerektirdiği için katından bir lütuf
olarak mubah saymıştır. Yine onlara zararlı olan şeyleri de bilmektedir.
Bu yüzden zararlı olan şeyleri yasaklamış, istifade etmelerini
haram kılmıştır. Ardından zor durumda kalan kimselere bunları
mubah kılmıştır. Bedenlerinin ancak bunlarla ayakta kalabilecekleri
durumlarda helâl etmiştir. Böyle durumlarda bedenin ayakta
durmasını sağlayacak miktarın yenmesini emretmiştir, fazla
değil.
"Leşin haram kılınışının hikmetine gelince; leşe yaklaşan, ondan
yiyen insanın muhakkak bedeni zayıf düşer, cismi küçülür,
gücü azalır, soyu kesilir. Leş yiyen insan ancak ansızın ölür."
"Kan yemenin haram kılınışının hikmeti şudur: Kan yemek, insanların
dünyaya çok düşkün, katı kalpli, şefkat ve merhametinin
az olmasına sebep olur. Böylelerinin evlâtlarını, anne ve babalarını
öldürmeyeceklerinden emin olunmaz. Yakın akraba ve birlikte olduğu
arkadaşı onun tehlikesinden emanda olmaz."
"Domuz etinin haram kılınışının hikmeti şudur: Ulu Allah bir
kavmi domuz, maymun, ayı ve benzeri çeşitli hayvanlara dönüştürmüştür.
Sonra bu hayvanların yenmesini yasaklamıştır ki, on-
dan yararlanılmasın ve bu cezalandırma türü hafif alınmasın." "İçkiye gelince; Allah, onu yıkıcı etkisinden ve çıkardığı fesattan
dolayı haram kılmıştır. Sürekli içki içen alkolik bir insan putperest
gibidir. Içkinin etkisiyle takatsiz düşer, beden sürekli titrer. Içki
kişinin aydınlığını yok eder, kişiliğini, onurunu ayaklar altına alır.
Onu kan dökmek ve zina etmek gibi haram olan davranışları işlemeye
sürükler. Sarhoş olup aklını yitirdikten sonra mahremine
musallat olmayacağını kimse garanti edemez. Içki, içeni her türlü
kötülükten başka bir şeye yöneltmez." [c.1, s.291]
GADIR-I HUM AYETININ HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Gayet-ul Meram adlı eserde şöyle bir rivayet yer alır: Ebu-l
Muey-yed Muvaffak b. Ahmed "Fazail-u Ali" kitabında der ki: Bana
Seyyid-ul Huffaz Şehrdar b. Şireveyh b. Şehrdar ed-Deylemi
Hemedan'dan tarafıma yazdığı bir mektupta anlattı. Ona da Ebul
Feth Abdus b. Abdullah b. Abdus el-Hemedani bir mektupta aktarmış.
O da Abdullah b. Ishak el-Bağavi'den duymuş, ona Hüseyin
b. Uleyl el-Ganavî anlatmış, o Muhammed b. Abdurrahman ez-
Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs bildirmiş, o da Ali b. Hüseyin'-
den haber almış, ona da Ebu Said el-Hudrî'den naklen Ebu Hüreyre
aktarmış:
Resulullah (s.a.a) halkı Gadir-i Hum'a çağırdığı gün, orda bulunan
bir ağacın altındaki dikenleri ve çerçöpü toplayıp atmalarını
emretti; bunun üzerine ağacın altı temizlendi. O gün Perşembe
günüydü; Peygamberin insanları Ali'ye çağırdığı gündü. Ali'nin kolundan
tutup kaldırdı. Öyle ki, insanlar koltuk altının beyazlığını
görebiliyorlardı. Daha birbirlerinden ayrılmamıştılar ki, "Bugün sizin
için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size
din olarak İslâm'a razı oldum." ayeti indi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.a), dinin kemale erişinden, nimetin tamamlanmasından,
Rabbinin risaletinden ve Ali'nin velayetinden razı oluşun-
dan dolayı "Allah-u Ekber." dedi. Sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım!
Onu veli edinenin velisi ol. Ona düşman olanın düşmanı ol. Ona
yardım edene yardımcı ol. Onu terk edeni sen de yüz üstü bırak."
Hassan b. Sabit, "Ya Resulullah, birkaç beyit söylememe izin
veriyor musun?" dedi. Resulullah, "Söyle, onu Allah kalbine ilham
eder." buyurdu. Hassan şu beyitleri okudu:
"Gadir günü Peygamberleri haykırıyordu onlara
Hum mıntıkasında ve nebi ne değerli haykırıcı idi!
'Ben sizin mevlanız ve velinizim öyle mi?' derken.
Onlar hiç çekinmeden şöyle dediler:
'Senin ilâhın mevlamız, sen de velimizsin
İnsanlar içinde buna isyan eden kimse bulamazsın.'
Dedi ki ona: Kalk ey Ali, çünkü ben,
benden sonra İmam ve yol gösterici olarak sana razı oldum." Gayet-ul Meram'da Hafız Ebu Nuaym'ın "Ma Nezele Min-el Kur'-
ân Fî Aliyyin Emir-il Mü'minin=Ali b. Ebu Talib hakkında inen Kur'ân
ayetleri" adlı eserinden merfu olarak [rivayet zincirine yer
vermeksizin] Kays b. Rebi'den, o da Ebu Harun el-Abdi'den, o da
Ebu Said el-Hudri'den aynı rivayeti nakleder; ancak beyitlerin
sonunda şu ifadelerin de yer aldığını belirtir:
"Ben kimin mevlasıysam, bu da onun velisidir.
Veli edinerek onun sadık yardımcıları olun.
Işte burada dua etti ki: Allah'ım, ona dost olanın dostu ol.
Ali'ye düşman olanın da düşmanı ol." Yine Gayet-ul Meram'da, "Ma Nezele Minel Kur'ân..." adlı eserde
şöyle nakledilir: Müellif merfu olarak Ali b. Amir'den, o da Ebul
Haccaf'tan, o da A'maş'tan, o da Udda'dan şöyle rivayet eder: Şu
ayet Ali b. Ebu Talip'le ilgili olarak Resulullah'a (s.a.a) inmiştir: "Ey
Resul! Rabbinden sana indirileni duyur." [Mâide, 67] Yüce Allah şöyle
de buyurmuştur: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi
tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."
Gayet-ul Meram'da Ibrahim b. Muhammed el-Hameveyni'den
şöyle rivayet edilir: Bize Şeyh Taceddin Ebu Talib Ali b. Hüseyin b.
Osman b. Abdullah el-Hazin anlattı. Ona İmam Burhaneddin Nasır
b. Ebul Mekarim el-Mutarrizi anlatmış ve ona nakil izni de verilmiş.
Ona da İmam Ahtab Harezm Ebul Müeyyed Muvaffak b. Ahmed el-
Mekki el-Harezmi anlatmış. Ona da Seyyid-ul Huffaz Hamedan'dan
yazdığı bir mektupla bildirmiş, ona da bir yazıyla er-Reis Ebul Feth
haber vermiş, ona Abdullah b. Ishak el-Bağavi haber vermiş. Ona
da Hasan b. Akil el-Ganavi bildirmiş, o da Muhammed b. Abdullah
ez-Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs anlatmış, ona Ali b. Hasan
el-Abdi, Ebu Harun el-Abdi'den, Ebu Said el-Hudri'den naklen ilk
hadisin benzerini rivayet etmiştir.
Yine Hameveynî'den, o da Seyyid-il Huffaz ve Ebu Mansur Şehrdar
b. Şireveyhi b. Şehrdar ed-Deylemi'den rivayet etmiştir ki: Bize
Hasan b. Ahmed b. Hasan el-Haddad el-Mukri el-Hafız, Ahmed b.
Abdullah b. Ahmed'den, o da Muhammed b. Ahmed b. Ali'den rivayet
etti. Onlara Muhammed b. Osman b. Ebu Şeybe aktarmış. O
da Yahya el-Himmanî'den duymuş, ona Kays b. Rebi, Ebu Harun el-
Abdi'den, o da Ebu Said el-Hudri'den ilk hadisin benzerini aktarmıştır.
Gayet-ul Meram'da daha sonra Hameveynî'nin bu hadisin peşinden
şunları eklediği yer alır: "Bu hadis, değişik birçok kanaldan
Ebu Said Sa'd b. Malik el-Hudri el-Ensari'ye dayanır."
Gayet-ul Meram'da Seyyid Razî'nin (r.a) "el-Menakib-ul Fahire"
adlı eserinde Muhammed b. Ishak'tan, o da İmam Bâkır'dan (a.s),
o babasından, o da dedesinden şöyle rivayet ettiği nakledilir:
Resulullah (s.a.a) Veda Haccından dönünce Davcan adı verilen bir
yerde konakladı. Bu sırada, "Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni
duyur, eger bunu yapmazsan, O'nun elçiligini yapmamış olursun.
Allah seni insanlardan korur." [Mâide, 67] ayeti indi. Insanlardan
korunacağına ilişkin hüküm inince insanlara, "Namaz için toplanın"
diye seslendi. Bunun üzerine oradakilerin tümü etrafında toplandı.
Dedi ki: "Kendi canlarınıza kendinizden daha fazla tasarruf
hakkına sahip olan kimdir?" Hep birlikte "Allah ve Resulü" diye
haykırdılar.
Bunun üzerine Resulullah, Ali b. Ebu Talib'in elinden tuttu ve
"Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost
olanın dostu ol, ona düşman olanın düşmanı ol. Ona yardım edene
yardımcı ol. Onu terk edeni yüz üstü bırak. Çünkü o bendendir, ben
de ondanım. O benim için Harun'un Musa nezdindeki mesabesindedir.
Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir." buyurdu.
Bu [Ali'nin velayeti], yüce Allah'ın Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmetine
emrettiği son farzdı. Sonra Peygamberine şu ayeti indirdi:
"Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslâm'a razı oldum."
İmam Bâkır (a.s) der ki: "Orada bulunanlar namaz, oruç, zekât
ve hacla ilgili Allah'ın emrettiği bütün farzları kabul ettiler ve Peygamberi
bu hususta da tasdik ettiler."
İbn-i Ishak der ki: İmam Bâkır'a sordum: "Bu olay ne zaman
meydana geldi?" Dedi ki: Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının on
dokuzuncu1 gecesinde, Peygamberimizin Veda Haccından döndüğü
sırada meydana geldi. Bu olay ile Peygamberimizin (s.a.a) vefatı
arasında yüz gün fark vardır. Gadir Hum'da Resulullah'ı on iki kişi
dinlemiştir."2
Gayet-ul Meram'da İbn-i Mağazilî'nin "el-Menakıb" adlı eserinde
merfu olarak Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet ettiği aktarılır: "Zilhicce
ayının on sekizinci gününde oruç tutan kimseye Allah, altmış
ayın sevabını yazar. O, Gadir-i Hum günüdür. O gün Allah Resulü
Ali b. Ebi Talib için insanlardan biat almış ve şöyle buyurmuştur:
'Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost
olana dost ol, onun düşmanına düşman ol. Ona yardım edene yardımcı
ol.' Bu sözleri duyan Ömer b. Hattab şöyle dedi: 'Kutlu olsun,
-------
1- el-Burhan tefsirinde, "on yedinci gece..." şeklinde geçer.
2- el-Burhan tefsirinde, "Resulullah on iki kişinin adını zikretti." şeklinde
geçer.
kutlu olsun sana ey Ebu Talib'in oğlu, artık benim mevlam ve bütün
mümin erkeklerin ve kadınların da mevlası oldun.' Ardından
yüce Allah, 'Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi
tamamladım.' ayetini indirdi."
Gayet-ul Meram'da İbn-i Mürdeveyh'in "el-Menakıb" adlı eserinde
ve Merzübanî'nin "Serikatuş-Şiir"1 adlı eserinde Ebu Said el-
Hudri'den, Hatip'ten nakledilen hadisin benzerini rivayet ettikleri
yer alır.
Ben derim ki: Bu iki hadisi Suyutî ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde
Ebu Said'den ve Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Bu arada hadislerin
rivayet zincirlerinin zayıf olduğunu belirtmiştir. Birçok kanaldan
sahabeler içerisinden -dikkatle incelenirse- Ömer b. Hattab,
Ali b. Ebu Talib, Muaviye ve Semure'ye dayandırılarak ayetin Veda
Haccının Arefe gününde nazil olduğu ve bu günün Cuma'ya rastladığı
rivayet edilmiştir. Bunlar içinde güvenileni Ömer'den nakledilen
rivayettir. Müellif bunu Humaydi, Abd b. Hamid, Ahmed,
Buharî, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Hibban
ve Beyhaki "Sünen"inde Tarık b. Şihab'dan, o da Ömer'den, yine
İbn-i Rahe-veyh'in "Müsned"inde, Abd b. Hamid Ebu Aliye kanalıyla
Ömer'den, İbn-i Cerir, Kubaysa b. Ebu Zueyb kanalıyla Ömer'den,
Bezzaz kanalıyla İbn-i Abbas'tan rivayet eder. Anlaşıldığı kadarıyla
İbn-i Abbas da Ömer'den rivayet ediyor.
Ben derim ki: Suyuti'nin söz konusu iki hadisin rivayet zincirlerinin
zayıf olduğunu belirtmesi, metnin de zayıf olmasını
gerektirmez. Önceki açıklamalarda, ayetin içeriğinin, kendisiyle ilgili
olarak dile getirilen ihtimaller ve anlamlar içinde ancak bununla
örtüştüğünü kanıtlarıyla ortaya koyduk. Dolayısıyla söz konusu
iki rivayet ve onlara benzer içerikli rivayetler, ilgili rivayetlerin içinde
Kur'ân'la uyuşan rivayetlerdir. Öyleyse onların esas alınması lazım
gelir.
Kaldı ki ayetin, "velayet meselesi" ile ilgili olarak indiğine iliş-
-----
1- [el-Gadir kitabında, "Mirkat-üş Şiir" diye geçer.]
kin açıklamalar içeren -ve Şiî ve Sünnî kaynaklardaki toplam sayısı
yirmiyi aşkın bulunan- bu hadİsler, "Ey Elçi, Rabbinden sana indirileni
duyur..." (Mâide, 67) ayetinin iniş sebebi olarak belirtilen gelişmelerle
de ilintilidir. Bu konuyla ilgili hadisler de, Şiî ve Sünnî
kaynaklarda on beşten fazladır. Bunların tümü de Gadir hadisiyle
yani, "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır." hadisiyle ilintilidir.
Çok sayıda sahabe tarafından rivayet edilen ve tevatür
düzeyine ulaşan bir hadistir bu. Gerek Sünnî ve gerekse Şiî âlimlerin
büyük bir kısmı söz konusu hadisin mütevatir olduğunu belirtmişlerdir.
Üzerinde görüş birliği sağlanan diğer bir husus da, olayın Peygamberimizin
(s.a.a) Mekke'den Medine'ye döndüğü sırada meydana
geldiğidir. Dolayısıyla velayet de (şayet önemi kavranır şaka
ve boş söz olarak yorumlanmazsa) tıpkı Kur'ân'ın birçok ayetinde
net olarak üzerinde durulan tevelli (müminleri dost edinmek) ve
teberri (müşriklerden uzaklaşma) gibi bir farzdır. Böyle olduğuna
göre, bu farzı içeren ayetin, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım."
ayetinden sonra inmiş olması mantıki değildir. Bu ayet, velayetin
farz kılınmasından sonra inmiştir. Eğer bu çıkarsamamızla çelişen
rivayetler varsa, onlara dayanıp güvenmek yersizdir.
Konuyla ilgili olarak aktarılan rivayetle ilgili yaklaşımımız biliniyor.
Ancak burada bilinmesi gereken bir hususa dikkat çekmek
istiyoruz: "Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni duyur, eger bunu
yapmazsan, O'nun risaletini yerine getirmemiş olursun..." ayeti -ki
ileride ifade ettiği anlam üzerinde duracağız- ile, "Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım." ayeti, bu iki ayetle ilgili olarak Sünnî ve Şiî
kanallarla aktarılan hadisleri ve tevatür düzeyine ulaşan Gadir-i
Hum rivayetleri üzerinde düşünülüp, Peygamberimizin (s.a.a) döneminin
sonlarına doğru İslâm toplumunun iç durumu incelendiğinde,
çok yönlü araştırmalara tâbi tutulduğunda, kesin olarak görülecektir
ki, velayet hükmünü içeren ayet, Gadir-i Hum gününden
birkaç gün önce inmiştir.
Yine bu tür bir irdelemede anlaşılacaktır ki, Resulullah (s.a.a)
bunu açıklamaktan sakınıyordu, kabul görmemesinden veya kendisine
yönelik bir suikast düzenlenmesinden, dolayısıyla İslâm
devletinin yara almasından korkuyordu. Bu yüzden, bu emrin tebliğini
günden güne erteliyordu. Nihayet, "Ey Elçi!... duyur." ayeti indi
de artık bu farzın tebliğini ertelemeye izin vermedi.
Buna göre, yüce Allah'ın surenin büyük kısmını, bu arada "Bugün
sizin dininizi olgunlaştırdım." ayetini, beraberinde velayet
hükmünü adı geçen Arefe gününde indirmiş olması, Peygamberimizin
(s.a.a) ilgili ayeti Arefe günü okuduğu, ancak velayet konusunu
açıklamayı Gadir-i Hum gününe kadar ertelemiş olması
mümkündür. Bu ayetin Gadir-i Hum günü nazil olduğunu ifade eden
bazı rivayetlere gelince, Peygamberimizin (s.a.a) tebliğ ettiği
meseleyle ilgili ayeti bu esnada yeniden okumuş olmasından dolayı,
ilk kez nazil olmuş gibi açıklanmış olması, uzak bir ihtimal
değildir.
Bu durumda, bu ayetin "velayet" meselesi ile ilgili olarak indiğini
ifade eden rivayetlerle, Ömer, Ali, Muaviye ve Semure'den aktarılan
görüşlerde olduğu gibi aynı ayetin Arefe günü indiğini ifade
eden rivayetler arasında çelişki yoktur. Çelişki, ancak rivayet gruplarından
birinin ayetin Gadir-i Hum gününde, diğerinin de Arefe
gününde indiğine delâlet etmesi durumunda söz konusu olabilir.
Rivayet gruplarından ikincisinde, ayetin dinin hac ve benzeri
ibadetlerle kemale erdirilmesine işaret ettiğine ilişkin olarak yer
alan değerlendirmeler, ravinin kişisel görüşüdür. Ne Kur'ân'ın ifadesi
ve ne de Peygamber (s.a.a) tarafından yapılan güvenilir bir açıklama,
bu kişisel görüşle örtüşüyor.
Bu açıklamayı, Ayyâşî'nin kendi tefsirinde Cafer b. Muhammed
b. Muhammed el-Huzai'den, onun da babasından aktardığı şu rivayetten
de algılamak mümkündür: Ravi der ki, İmam Cafer Sadık'ın
(a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Resulullah (s.a.a) cuma
günü Arefe'de konaklayınca Cebrail geldi ve ona şöyle dedi: Allah
sana selam ediyor ve diyor ki: Ümmetine söyle: Bugün dininizi sizin
için Ali b. Ebu Talib'in velayetiyle kemale erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'a razı oldum.
Bundan sonra size bir şey indirmeyeceğim, daha önce size namazı,
zekâtı, orucu ve haccı öngören hükümleri indirmiştim. Bu da
(velayet) beşincisidir. Bu adı geçen dört ibadetten sonra ancak, bu
beşincisiyle size yönelirim."
Kaldı ki, ayetin Arefe gününde indiğine ilişkin olarak Ömer'den
nakledilen rivayette bir diğer problem var. Bu rivayetlere göre, Ehlikitap'tan
birisi -bazısında bu birisinin Ka'b olduğu belirtilir- Ömer-
'e der ki: Kur'ân'da bir ayet vardır ki, eğer onun bir benzeri biz Yahudi
topluluğuna inseydi, onun indiği günü bayram ilân ederdik. O
şu ayettir: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım..." Ömer ona şu cevabı
verir: "Vallahi, ben o günü biliyorum. Veda Haccının Arefe günüdür."
İbn-i Raheveyh ve Abd b. Hamid'in Ebul Aliye'den aktardıkları
rivayetin metni ise şöyledir: Bir grup Ömer'in yanında bulunuyordu
ve ona bu ayeti söz konusu ettiler. Bu sırada Ehlikitap'tan bir adam
dedi ki: "Eğer bu ayetin indiği günü bilseydik, o günü bayram
ilân ederdik." Ömer ona şu karşılığı verdi: "Ayetin indiği günü ve
ertesi günü bize bayram kılan Allah'a hamd olsun. Ayet Arefe günü
indi. Ertesi günse Kurban Bayramı'dır. Böylece Allah bizim için işi
kemale erdirdi. Anladık ki, bundan sonra iş eksilme sürecine girecektir."
Rivayetin son bölümü farklı bir şekilde de aklarılmıştır. ed-
Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Şeybe ve İbn-i Cerir'in
Antere'den şöyle rivayet ettikleri yer alır: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım."
ayeti Hacc-ı Ekber günü inince, Ömer ağlamaya
başladı. Resulullah (s.a.a), "Niye ağlıyorsun?" dedi. Ömer dedi ki:
"Şunun için ağlıyorum: Bugüne kadar dinimiz bir artış sürecindeydi.
Ama bugün kemale ermiş bulunuyor. Kemale eren hiçbir şey
yoktur ki, eksilmesin." Resulullah (s.a.a), "Doğru söylüyorsun." dedi.
Bu rivayete bir açıdan benzeyen diğer bir rivayet de yer alır ed-
Dürr-ül Mensûr tefsirinde: Ahmed, Alkame b. Abdullah el- Muze-
ni'den şöyle rivayet eder: O demiş ki: Bana bir adam şunları söyledi:
Ömer b. Hattab'ın meclisinde bulunduğum bir sırada, Ömer
meclistekilerden birine sordu: "Resulullah'ın İslâm'ı ne şekilde nitelendirdiğini
duydun mu?" Adam dedi ki: "Resulullah'ın (s.a.a)
şöyle dediğini duydum: İslâm yeni doğmuş bir deve yavrusu gibi
hayata başladı, sonra iki yaşına, dört yaşına, altı yaşına girdi, derken
en güçlü dönemine girdi." Ömer dedi ki: "Güçlü ve olgunluk
döneminden sonra, sıra eksilmeye gelir."
Görüldüğü gibi, bu rivayetlerin ortak özellikleri, ayetin Arefe
günü inişinin anlamının, insanların dikkatini dinin egemen oluşuna,
hac mevsiminde Mekke'de tek başına etkin bir güç hâline gelişine
çekmek olduğunu açıklamaya yöneliktir. Bu rivayetlerde dinin
kemale erdirilişi ve nimetin tamamlanışı, Mekke atmosferinin
arındırılması, o gün için sırf Müslümanların yaşadıkları bir ortama
dönüşmüş olması, ondan başka ibadete esas alınacak bir dinin
bulunmayışı, artık düşmanlardan korkup sakınmalarını gerektirecek
bir durumun olmayışı şeklinde yorumlanmıştır.
Diğer bir ifadeyle; dinin kemale erdirilişinden ve nimetin tamamlanışından
maksat, onlara göre, düşmanların müdahalesinin
veya onlardan çekinmelerinin söz konusu olmadığı bir ortamda ellerinde
bulunan şeylere tamamen amel etmeleridir. Maksat, Allah
katından gelen bilgi ve hükümleri içeren şeriat değil. Yine rivayetlerden
anlaşıldığı kadarıyla, onlara göre İslâm, amel bazında iş
gördükleri İslâm'ın zahiridir. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Dinden
maksat, amellerine yansıyan, gözlemlenebilir dinin şeklidir, İslâm
da öyle... Çünkü artıştan sonra eksiliş ancak bu anlamda söz konusu
olabilir.
Oysa Allah tarafından konulan hüküm ve O'nun tarafından inzal
edilen bilgiler, Ömer'in; "Kemale eren hiçbir şey yoktur ki eksilmesin."
sözüyle anlatmak istediği türden bir artıştan sonra eksilişi
kabul etmez. Kuşkusuz "artışın ardından eksiliş" evrensel bir
yasadır, evrenin yapısı gereği tarihin ve toplumsal hayatın akışına
egemendir. Din ise, bu tür yasalara tâbi değildir. Sadece, dini diğer
toplumsal düzenler gibi gelişen ve değişen bir sosyal düzen olarak
görenler böyle bir yaklaşım içinde olabilirler.
Bu gerçeği kavradığına göre, bu tür değerlendirmelerde öncelikle
şu şekilde bir tutarsızlığın olduğunu bilirsin: Daha önce anlamını
sunduğumuz "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım." ayeti
dinin kemale erdirilişi olgusuna getirilen açıklamayla örtüşmüyor.
Ikincisi: İslâm toplumunda müşriklerden çok daha zararlı ve
yıkıcı unsurların bulunmasıyla birlikte, sadece yeryüzünün zahiren
müşriklerden temizlenmesine, toplumun zahiren İslâm üzere olup
müşrik düşmanlar tarafından tehdit edilmemesine dayanarak, Yüce
Allah'ın dini salt şekli olarak kemale ermiş sayıp bu durumu
kendine nispet ederek insanlara yönelik bir lütfü olarak nitelendirmesi
mümkün müdür? Müslümanların arasında gizlice toplantılar
düzenleyen, aralarına sızan, bozgunculuk çıkaran, işleri tersine
çevirmeye çalışan, dini ifsat edici çalışmalar yapan, kuşkular yaratan
münafık gruplar vardı. Bilindiği gibi münafıklar sorunu büyük
ve önemliydi. Kur'ân'ın birçok ayetleri bu hususa değinmiştir. Örneğin,
Münafikun suresinin neredeyse tüm ayetleri, Bakara, Nisâ,
Mâide, Enfâl, Tevbe ve Ahzâb surelerinin bir kısmı onlara ayrılmıştır.
Anlayamıyorum, o gün münafık gruplar nereye kayboldular?
Sesleri, solukları nasıl kesildi? Hileli düzenleri nasıl bir anda boşa
çıktı, batıl zihniyetleri yok olup gitti? Münafıkların varlıklarına
rağmen sırf müşriklerin Mekke'den uzaklaştırılmasına dayanarak
yüce Allah'ın o gün Müslümanlara, dinin zahirini kemale erdirmesini,
nimeti zahiren tamamlamasını, İslâm'ın zahirine razı oluşunu
lütuf sayması ve bunu bir minnet olarak zikretmiş olması nasıl
mantıklı olabilir? Oysa münafıklar, müşriklerden daha şiddetli ve
yıkıcı düşmandırlar. Nitekim "Onlar düşmandır, onlardan sakın."
(Münafikun, 4) ayeti bu sözümüzü doğruluyor.
Yüce Allah'ın iç yapısı bu şekilde karmaşık olan bir dinin zahirini
kemal olarak nitelendirmesi yahut iç yapısı bedbaht unsurlar
barındırmasına rağmen nimetini tamamladığını vurgulaması veya
bu anlamıyla İslâm'ın zahirinden razı olduğundan haber verip bunun
bir lütuf olduğunu belirtmiş olması mümkün müdür? Oysa Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Yoldan saptırıcıları yardımcı tutmuş
degilim." (Kehf, 51) Yüce Allah, münafıklarla ilgili olarak -onların dinini
kastederek- şöyle buyuruyor: "Siz onlardan razı olsanız bile,
Allah yoldan çıkan topluluktan razı olmaz." (Tevbe, 96) Bütün bunların
ötesinde ayetin ifade tarzı mutlaktır; kemale erme, tamamlama,
razı olma, din, İslâm ve nimet gibi olguları herhangi bir açıdan
kayıtlamıyor.
Diyebilirsiniz ki: Bu ayet -daha önce de işaret edildiği gibi- aşağıdaki
ayetin kapsadığı vadin yerine getirilişinin ifadesidir: "Allah
sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Onlardan öncekileri
nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran
kılacak ve kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine saglamlaştıracak
ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene
erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak
koşmayacaklar." (Nûr, 55)
Görüldüğü gibi, ayette Müslümanlara kendileri için razı olunmuş
dinlerinin kemale erdirileceği vadediliyor. Tefsirini sunduğumuz
ayette ise, bu vaade şu ifadeler tekabül ediyor: "Bugün sizin
dininizi olgunlaştırdım (kemale erdirdim) ve size din olarak İslâm'a
razı oldum." Şu hâlde, razı olunmuş dinlerinin kemale erdirilişinden
maksat, dinin onlar için egemen kılınışı, onun müşriklerin
sıkıştırmalarından kurtarılışıdır. Münafıklara gelince, onların durumu
farklıdır, dini baskı altında tutup sıkıştırmayla bir ilintileri
yoktur. Ayetin Arefe günü nazil olduğuna ilişkin rivayetlerin işaret
ettikleri anlam da budur. Nitekim bir diğer grup da, burada dinî
amellerin ve bu amelleri yerine getiren Müslümanların müşriklerin
sıkıştırmalarından kurtuluşları kastedilmiştir, şeklinde görüş belirtmişlerdir.
dininizi olgunlaştırdım." ifadesinin öteki ayetteki, "kendileri için
seçip begendigi dinlerini kendilerine saglamlaştıracak..." ifadesine
tekabül edişi, onun anlamını ifade ediyor oluşu bir gerçektir ve
bunda en ufak bir kuşkuya mahal yoktur.
Ne var ki Nûr suresindeki ayet, "Allah inananlara ve iyi işler
yapanlara vaat etmiştir" ifadesiyle başlıyor. Burada Müslümanlar
arasında amellerinin içi-dışı bir olan özel bir grup kastediliyor. Dinin
öngördüğü biçimde sergiledikleri amelleri, Allah katında hükme
bağlanan dinî kurallarla örtüşüyor. Dolayısıyla Allah'ın onlar için
razı olduğu dinlerinin sağlamlaştırılması hoşnut olunan dinin
Allah'ın ilmi ve iradesi kapsamındaki kısmının yasa kalıplarına
dökülerek, vahiy yoluyla cüzlerini onların nezdinde toplayarak kemale
erdirmesi anlamını ifade eder. Ki kâfirlerin onların dinlerini
yok etmekten yana umutsuzluğa düşmelerinden sonra, kendileri
kemale erdirilmiş bu dinin buyrukları doğrultusunda Allah'a yönelik
kulluk yükümlülüklerini yerine getirsinler.
Bizim söylediğimiz şudur: Yüce Allah'ın dini kemale erdirmesinin
anlamı, farzların yasa niteliğinde hükme bağlanması açısından
kemale erdirilmesidir. Dolayısıyla adı geçen ayetin inişinden sonra
herhangi bir farz konulmamıştır. Yoksa kastedilen, müminlerin
amellerinin, özellikle haclarının müşriklerin amellerinden ve haclarından
kurtarılması, iki tarafın amellerinin birbirine karışmayacak
şekilde ayrılması değildir. Diğer bir ifadeyle, dinin kemale erdirilişinin
anlamı, onun artıştan sonra eksilişi kabul etmeyecek
şekilde en yüksek mertebeye çıkarılışıdır.
Tefsir-ul Kummî'de müellif der ki: Bana babam anlattı, o da
Saf-van b. Yahya'dan duymuş, ona A'lâ haber vermiş. O, Muhammed
b. Müslim kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediğini duymuş:
"Allah'ın indirdiği son farz, velayettir. Ondan sonra herhangi
bir farz indirilmemiştir. Ardından, 'Kura-ul Gamîm' denilen yerde,
'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.' ayeti indi. Resulullah (s.a.a)
bu hükmü 'Cuhfe' denilen yerde tebliğ etti. Ondan sonra da herhangi
bir farz inmedi."
Aynı anlamı içeren bir hadisi Tabersi Mecma-ul Beyan tefsirinde
İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. Ayyâşî de
kendi tefsirinde Zürare kanalıyla İmam Bâkır'dan aktarmıştır. [c.1,
s.292, h:20]
Şeyh Tusî el-Emalî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle
Muhammed b. Cafer b. Muhammed'den, o babasından, o İmam
Cafer Sadık'tan (a.s), o da Emir-ül Müminin Ali'den (a.s) şöyle rivayet
eder: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "İslâm
beş temel üzerine bina edilmiştir: İki şehadet ve iki arkadaş..."
Orada hazır bulunanlar, "İki şehadeti biliyoruz, iki arkadaş nedir?"
diye sordular. Buyurdu ki: "Namaz ve zekât. Çünkü biri olmadan
diğeri kabul edilmez. Ayrıca oruç ve yol bulabilenlerin Beytullah'ı
haccetmeleri. Bunlar velayetle son bulmuştur." Ardından yüce Allah,
"Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslâm'a razı oldum." ayetini indirdi. [c.2,
s.132]
Fettal b. el-Farisi "Ravzat-ul Vaizin" adlı eserinde İmam Bâkır'-
dan (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) hac için gidişini, Medine'ye dönüş
yolunda Ali'yi velayet makamına atayışını, konuyla ilgili ayetin
inişini anlatır. Burada Resulullah'ın (s.a.a) Gadir-i Hum günü yaptığı
uzun bir konuşmaya da yer verir. [Ravzat-ul Vaizin, s.89]
Ben derim ki: Benzeri bir hadisi, Tabersi el-İhticac adlı eserinde
kendisi bitişik rivayet zinciriyle el-Hadremi'den, o da İmam Bâkır'dan
(a.s) aktarır.1 Ayetin velayet hakkında indiğini Kuleynî el-
Kâfi'de,2 Şeyh Saduk da el-Uyûn'da3 rivayet eder. Tümü rivayet zinciriyle
Abdulaziz b. Müslim'e, ondan İmam Rıza'ya (a.s) isnat edilir.
Yine ayetin "velayet"le ilgili olarak indiğini Şeyh Tusi el-Emalî
adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle İbn-i Ebi Umeyr'den, o
Mufaddal b. Ömer'den, o İmam Sadık'tan (a.s), o da atası Emir-ül
Bunu Tabersî de Mecma-ul Beyan tefsirinde kendi rivayet zinciriyle
Ebu Harun el-Abdi'den, o Ebu Said el-Hudri'den rivayet eder.
Şeyh Tusî el-Emalî adlı eserinde konuyla ilgili olarak Ishak b. Ismail
en-Nişaburî'den, o İmam Sadık'tan (a.s), o atalarından (a.s), onlar
Hasan b. Ali'den (a.s) bir hadis rivayet ederler.1 Konuyu kısa
tutmak istediğimizden epey uzun olan bu rivayetlerin metinlerini
sunmadık. Dileyen kaynaklara başvurabilir. Hidayeti bahşeden Allah'tır.
4- Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size
temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek
yetiştirdiğiniz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin ve [hayvanı
av peşine salarken] üzerine Allah'ın adını anın, Allah'tan korkun
[eğlence için hayvanları avlamayın]. Çünkü Allah hesabı çabuk
görendir.
5- Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin
yemeği [buğday vb. hububat] size helâl, sizin yemeğiniz de
onlara helâldir. Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar -iffetli olup zina etmemeniz
ve gizli dostlar tutmamanız üzere mehirlerini verdiğiniz
takdirde- size helâldir. Kim imanı [iyi amellerin kaynağı olan hak
itikatları] inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette
kaybedenlerdendir.
"Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size temiz
şeyler helâl kılındı." Bu ifadede genel ve mutlak bir soruya genel
ve mutlak bir cevap verilmiştir. Cevabın içeriğinde helâlı haramdan
ayıran bütünsel bir ölçüt sunulmuştur. Buna göre, üzerinde
normal-kabul edilebilir bir tasarrufta bulunulmak istenen şeyin iyi
ve temiz olması gerekir. Aynı şekilde "iyi ve temiz şey" kavramının
da herhangi bir kayıtlama getirilmeksizin mutlak olarak ifade edilmesi,
iyi ve temiz şeyin belirlenmesinde geleneksel-kabul edilebilir
anlayışın iyi ve temiz görüldüğü şeyin esas alınmasını gerektirmektedir.
Buna göre, geleneksel-normal insanların anlayışlarının
iyi ve temiz gördüğü şey, iyi ve temizdir. Iyi ve temiz olan her
şey de helâldir.
Bir şeyin helâl ve iyi oluşunun kriteri olarak geleneksel anlayışı
göstermemizin nedeni, fıkıh metodolojisi çerçevesinde vurgulandığı
üzere mutlak bir ifadenin ancak bu şekilde yorumlana bileceğidir.
"Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz av köpeklerinin,
sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." Bir görüşe göre,
bu ifade "teyyibat=iyi ve temiz şeyler" konusuna matuftur. Yani
eğittiğiniz hayvanların tuttukları av hayvanları da size helâl kılındı;
yani ifadenin açılımı aslında şöyledir: "U-hille lekum saydu ma
allemtum minel cevarih." Buna göre, ifade mah-zuf bir muzaf takdir
edilmek suretiyle özetlenmiştir. Çünkü ayetin akışı buna
delâlet etmektir.
Ancak anlaşıldığı kadarıyla cümle, ilk cümlenin yerine matuftur.
"mâ allemtum=öğreterek yetiştirdiğiniz" ifadesindeki "mâ"
edatı, şart edatıdır. Şart cümlesinin cezası da, "fekulû mimmâ
emsekne aleykum =sizin için tuttuklarını yiyin." ifadesidir. Dolayısıyla
takdir etmeye gerek yoktur.
Ayetin orijinalinde geçen "cevarih" kelimesi, "carihe" kelimesinin
çoğuludur ve avlanarak beslenen kartal, şahin gibi kuşlar;
köpek ve pars anlamına gelir. Ayette geçen "mukellibîn" kelimesi,
cümlede hâl fonksiyonunu icra ediyor. "Teklîb" kipinin aslı, köpeklerin
av için eğitilmesi ya da av köpeklerinin edinilip av peşine salınması
anlamını ifade eder. Cümlenin bu kelimeyle kayıtlandırılması,
hükmün sırf av köpeğine özgü olduğuna, ötesini kapsamadığına
delâlet etmiyor değildir.
"Sizin için tuttukları" ifadesi, gramatik açıdan cümlenin "zarf"
ile kayıtlandırılmasına örnektir. Bununla, helâlliğin, köpeğin sahibi
için avlandıklarıyla sınırlı olduğuna, kendisi için avladıklarının bu
kapsama girmediğine işaret ediliyor.
"Üzerine Allah'ın adını anın." Bu, avlanan hayvanın etinin helâl
olmasının şartlarının tamamlanışına yönelik bir ifadedir. Buna göre,
avlanan şey, eğitilmiş av hayvanı, yani av köpeği aracılığıyla avlanılmış
olmasının, avcı için avlanmış olmasının yanında üzerine
Allah'ın adı da anılmalıdır.
Şu sonuç çıkıyor ortaya: Eğitilmiş av hayvanları -yani av
köpekleri- eğitilmişlerse ve boğazlandığında yenmesi helâl olan
yabani bir hayvanı sizin için tutmuşlarsa ve siz de üzerine Allah'ın
adını anmışsanız, siz ulaşmadan hayvan can vermişse yiyin; çünkü
bu, onun için boğazlanma hükmüne geçer. Şayet ölmemişse, bu
durumda boğazlanması ve üzerine Allah'ın adının anılması bir
gereklilik olur.
Ayetin sonunda, "Allah'tan korkun. Çünkü Allah hesabı çabuk
görendir." ifadesinin yer almış olması, bu hususta Allah'tan korkup
sakınmanın gerekliliğine yönelik bir işarettir. Bu uyarıyla güdülen
amaç, avın bir hayvan katliamına, sadist bir gösteriye, bir zorbalık
gösterisine, [çağdaş] av partilerinde olduğu gibi zavallı hayvanların
gereksiz yere öldürüldüğü bir can pazarına dönüştürülmesinin
önlenmesidir. Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görür. Zulmün,
haksızlığın cezasını ahiretten önce bu dünyada verir. Çoğu zaman
gözlemlediğimiz gibi zavallı hayvanları eğlence olsun diye tuzağa
düşürüp habersiz öldürenlerin akıbeti korkunç olmuştur.
"Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin
yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir." Önceki ayette
zikredildiği hâlde burada temiz şeylerin helâl kılındığı bir kez daha
tekrarlanıyor ve ifadeye, "Bugün" kelimesiyle başlanıyor. Bunun
nedeni, Ehlikitab'ın yiyeceklerinin ve iffetli kadınlarının müminlere
helâl kılınmış olması suretiyle Allah'ın onlara yönelik lütfüne dikkat
çekmektir.
"Size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesinin, "Kendilerine kitap
verilenlerin yemegi..." ifadesine eklenmesi, kesin olanın kuşkulu
olana eklenmesine bir örnektir. Bununla güdülen amaç; muhatabın
tatmin olmasını sağlamak, kalbindeki rahatsızlığı ve huzursuzluğu
gidermektir. Bu tıpkı bir efendinin kölesine şöyle demesine
benzer: "Sana verdiklerimin hepsi senindir. Fazladan da şunu şunu
veriyorum." Eğer köle efendisinin vade verdiği şeylerin gerçekleşmesinden
kuşku duyarsa, imdada kendisine kesin olarak verdiği
şeyler yetişir ve konuya ilişkin kesin bilgisi sayesinde içindeki kuşkular
ortadan kalkar. Aşağıdaki ayetler de bir açıdan bu tarz bir
anlatıma örnek oluşturmaktadır: "Güzel davrananlara daha güzel
karşılık ve fazlası var." (Yûnus, 26) "Ora-da onlara istedikleri her
şey vardır. Katımızda daha fazlası da vardır." (Kâf, 35)
Müminler daha önce Ehlikitap'la iç içe yaşamama, onlara
karışmama, onlarla temas hâlinde olmama ve onları dost
edinmeme hususunda kesin bir dille uyarıldıkları için, onların
yiyeceklerinin helâlliği hususunda kalpleri bir türlü tatmin
olmuyordu. Bu yüzden Ehlikitab'ın yiyeceğinin helâl kılınışı
meselesi, temiz şeylerin helâl kılınışı meselesiyle bağlantılı olarak
zikredilince, Ehlikitab'ın yiyeceklerinin de helâl kılınan diğer temiz
şeylerin kapsamına girdiğini anladılar. Böylece nefİslerindeki
huzursuzluk dindi, kalpleri mutmain oldu. Aşağıdaki ifade için de
aynı durum geçerlidir: "Inanan kadınlardan iffetli olan kadınlar ile
sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar... size
helâldir." "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size helâl, sizin yemeginiz
de onlara helâldir." Şurası açıktır ki bu, tek bir hususu ifade
eden bir tek sözdür. Çünkü, "sizin yemeğiniz de onlara helâldir."
ifadesi, Ehli-kitap için helâl olmayı ifade eden bir teşriî hüküm konumunda
değildir. Onlara bir yükümlülük yöneltilmiyor. Her ne kadar,
kâfirlerin dinin temel prensipleri gibi ayrıntı nitelikli hükümleriyle
de yükümlü olduklarını da düşünüyorsak da... Çünkü onlar Allah'a,
Resulüne, Resulünün getirdiği dine inanmıyorlar; ne
dinliyorlar, ne de kabul ediyorlar. Bir yerde hitap gereksiz olacaksa,
konuşma boşa gidecekse, o tür konularla ilgili hitaplar yöneltmek,
Kur'ân'ın ifade tarzıyla bağdaşmaz. Ama edebi sanatlar açısından
etkili ve elverişli olması başka. Insanlara yönelik genel hitaptan
Hz. Peygambere (s.a.a) yönelik özel hitaba geçiş yapılması
(iltifat sanatı) vb. gibi. Aşağıdaki ayetleri buna örnek gösterebiliriz:
"De ki: Ey Ehlikitap, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye
gelin." (Âl-i Imrân, 64), "De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben sadece
elçi olarak gönderilen bir insan degil miyim?" (Isrâ, 93) Bunun gibi
birçok ayet sunulabilir.
Kısacası, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği..." ifadesiyle,
Ehlikitab'ın yemeğinin Müslümanlara helâl kılınışının ayrı, Müslümanların
yemeğinin de Ehlikitab'a helâl kılınışının ayrı bir hüküm
oluşu kastedilmiyor. Bilâkis, bir tek hüküm açıklanıyor. O da yemeğin
üzerindeki haram oluş durumunun kaldırılıp, helâl oluş durumunun
vurgulanmasıdır. Demek isteniyor ki, ortada herhangi bir
yasak yoktur ki taraflardan biriyle ilintilendirilsin. Şu ayet-i kerime
bu tarz anlatıma bir örnektir: "Eger onların gerçekten inanmış olduklarını
anlarsanız, onları kâfirlere geri döndürmeyin. Ne bu kadınlar
onlara helâldir, ne de onlar bunlara helâl olurlar."
(Mümtehine, 10) Yani arada helâllik durumu yoktur ki taraflardan biriyle
ilintilendirilsin.
Kaldı ki, ayetin orijinalinde geçen "taâm=yemek" kelimesi, sözlükte
onunla beslenilen ve açlık giderilen tüm yiyeceklere şamil bir
kavramdır. Ancak bir görüşe göre, bununla buğday ve diğer hububat
kastedilmiştir. "Lisan-ul Arab" adlı sözlükte deniliyor ki: "Hicazlılar
'et-taam' kelimesini mutlak olarak kullandıklarında, onunla
özellikle buğday kastederlerdi... el-Halil der ki: Araplar konuşmala-
rında 'et-taam' kelimesini daha çok buğday anlamında kullanırlar."
[Lisan-ul Arab'tan alınan alıntı burada sona erdi.] İbn-i Esir de "en-Nihaye" adlı eserinde bu yönde görüş belirtmektedir.
Bu nedenledir ki, Ehlibeyt İmamlarından gelen rivayetlerin
çoğu-sunda, "Ayette geçen 'et-taam'dan maksat, buğday ve diğer
hububattır" diye açıklama yer almıştır. Fakat bazı rivayetlerde,
başka bir anlam ön plâna çıkmaktadır. Inşallah önümüzdeki rivayetler
bölümünde konuyla ilgili açıklamalara yer vereceğiz.
Her hâlükârda, bu helâl kılma, Ehlikitab'ın domuz eti gibi
boğazlansa bile helâl olmayan etleri veya boğazlanması
durumunda helâl olabilecek, ancak boğazlamadıkları, mesela
üzerinde Allah'ın adını anmadıkları ve İslâmî usullere uygun
kesmedikleri hayvanların etlerini içeren yemeklerini kapsamaz.
Çünkü yüce Allah, tahrim (haram kılma) ayetleri dediğimiz Bakara,
Mâide, En'âm ve Nahl surelerinde yer alan konuya ilişkin dört
ayette, daha önce açıkladığımız gibi bu saydıklarımızı
"(rics=)pİslik", "(fısk=)yoldan çıkma" ve "(ism=)günah" olarak nitelendiriyor.
Allah, "pİslik", "yoldan çıkma" veya "günah" olarak
nitelendirdiği bir şeyi helâl kılıp sonra da bunu, "Bugün size temiz
şeyler helâl kılındı." şeklindeki bir ifadeyle kullarına yönelik bir
minnet olarak sunmaktan münezzehtir.
Kaldı ki, haram olan bu şeyler, tefsirini sunduğumuz ayetin
hemen öncesinde de bu niteliklerine vurgu yapılarak zikredilmişlerdir.
Hiç kimse böyle bir konuda nesihten söz edemez. Özellikle
mensuh olmayıp nasih olduğu belirtilen Mâide suresiyle ilgili olarak
böyle bir husus düşünülemez.
"İnanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden iffetli kadınlar..." Hükmün ilgili olduğu şahıslar hakkında
"Yahudi ve Hıristiyanlardan" veya "Ehlikitap'tan" gibi bir ifade
kullanılmayıp, "kendilerine kitap verilenler..." şeklinde bir vasfın
kullanılmış olması, ilâhî minnetin dile getirildiği, hafifletme ve kolaylaştırma
niteliklerinin ön plâna çıkarıldığı bir bağlamda hükmün
nedenine vurgu yapıyor değildir.
Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: Erkeklerinizle,
Ehlikitap'tan iffetli kadınların evlenmelerine ilişkin yasağı kaldırmakla
size minnet ediyoruz. Çünkü gayrimüslim gruplar içinde
bunlar size daha yakındırlar. Onlara kitap verilmiştir. Peygamberlik
kurumunu inkâr eden müşrik ve putperestlerin aksine tevhide
ve risalet misyonuna inanırlar. Bu çıkarsamamızı, "kendilerine kitap
verilenler" ifadesinin, "sizden önce" sözüyle kayıtlandırılmış
olmasından da algılıyoruz. Ki bu ifade, gayet açık bir şekilde adımların
aynı hedefe yönelik oluşuna, kaynaşmışlığa ve ortaklığa vurgu
yapmaktadır.
Dolayısıyla ayet, minnet ve hafifletme bağlamında söz konusu
olduğu için, "Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin."
(Bakara, 221) ve "Kâfir kadınların nikâh baglarını tutmayın."
(Mümtehine, 10) ayetleriyle neshedilmiş olmayacağı açıktır.
Kaldı ki, örnek olarak sunduğumuz ayetlerin ilki Bakara suresinde
yer almaktadır. Bakara suresi ise, Mâide suresinden önce
Medine'de inmiş ilk uzun suredir. Ikinci ayet ise, Mümtehine suresinde
yer alır. Bu sure de Medine'de, Mekke fethinden önce inmiştir.
Dolayısıyla inişi Mâide suresinden öncedir. Mâide suresinin
Resulullah'a (s.a.a) inen son sure olması, öncesindeki bazı hükümleri
neshedip kendisinden bir şeyin neshedilmemiş olmasının yanı
sıra, önce gelenin sonra geleni neshetmiş olması da mantıki değildir.
Öte yandan "Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar
evlenmeyin." (Bakara, 221) ayetini, tefsirimizin ikinci cildinde incelerken
Bakara ve Mümtehine surelerindeki ayetlerin, Ehlikitap kadınlarıyla
evlenmenin haram olduğuna delâlet etmekten uzak olduklarını
belirtmiştik.
Bir açıdan Mümtehine suresindeki ilgili ayetin haramlığa
delâlet ettiği düşünülse dahi, nitekim minnet ve hafifletme bağlamında
Mâide suresindeki ilgili ayet o ana kadar yürürlükte olan
yasal bir engele işaret ediyor; -ki yürürlükte olan bir yasak yoksa,
minnet ve hafifletmenin bir anlamı olmaz- bu durumda Mâide aye-
ti, Mümtehine ayetini neshet-miş olur. Bunun tersi doğru olmaz.
Çünkü neshetme, sonradan gelenin özelliğidir. Rivayetler bölümünde
bu ikinci ayet üzerinde duracağız.
Ayrıca ayetin orijinalinde geçen "muhsanat" kelimesi, "iffetliler"
anlamına gelir. Iffetlilik "ihsan" kavramının anlamlarından biridir.
Şöyle ki, "Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi gösteriyor
ki, "muh-sanat"tan maksat evli olmayan kadınlardır. Bu husus
açıktır. Sonra, daha önce açıklamasını yaptığımız gibi Ehlikitab'ın
namuslu kadınlarıyla müminlerin namuslu kadınlarının bir arada
zikredilmesi, her iki bağlamda da "muhsanat" kavramının aynı anlamda
kullanıldığını gösterir. Ancak bununla "Müslüman olmak"
şeklinde bir anlam kastedil-miş olamaz. Çünkü, "sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi kullanılmıştır.
Bununla sadece özgür kadınların kastedilmiş olması da söz
konusu değildir. Çünkü ayetten algıladığımız minnet havası, cariyeleri
dışarıda bırakan ve sırf özgür kadınlarla sınırlı kalan bir helâl
kılmayla bağdaşmıyor ve "muhsan"ın iffetli olma anlamı geride
kalıyor. Dolayısıyla "muhsenat" ifadesinden kast-edilen, iffetli kadınlardır.
Bütün bunların ötesinde ayet-i kerime, Ehlikitab'ın namuslu
kadınlarının müminlere helâl olduğunu vurguluyor. Ücretin verilmesinin
ve onlardan yararlanmanın iffeti korumaya yönelik olmasının
gizli dost edinme ve metres tutma şeklinde bir ilişki kurulmamasının
şart koşulması dışında, nikâhın sürekli veya geçici olması
gibi herhangi bir kayda yer verilmiyor. Tefsirimizin 4. cildinde,
"O hâlde ne zaman onlarla müt'a nikâhı yaptınızsa..." (Nisâ, 24)
ayetini tefsir ederken müt'ânın da tıpkı daimi nikâh gibi meşru bir
evlilik şekli olduğunu açıklamıştık. Daha fazla bilgi için fıkıh bilimine
baş vurulabilir.
"İffetli olup zina etmemeniz ve gizli dostlar tutmamanız üzere
mehirlerini verdiğiniz takdirde" Bu ayet, nikâhlanması haram olan
kadınları ele alan ayetlerin ifade tarzını andırmaktadır: "Bunun dı-
şında kalanı iffetli olmak, zina etmemek üzere mallarınızla aramanız
size helâl kılındı." (Nisâ, 24) Bu cümle, ayetin maksadının
Ehlikitap'tan iffetli kadınlarla evlenmenin helâlliğini açıklamak olduğuna
ve cariyeleri kapsamadığına ilişkin bir karinedir.
"Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette
kaybedenlerdendir." "Küfr" kelimesi, aslında "örtmek" demektir.
Dolayısıyla anlamının gerçekleşmesi, üzeri örtülebilen sabit bir
şeyle mümkün olabilir. Nitekim ortada örtülen bir şey olmadıkça
hicab=örtü de bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla küfrün (örtmenin)
varlığı da "küfredilen" (örtülen) bir sabit şeyin varlığını gerektirir.
Allah'ın nimetini, Allah'ın ayetlerini, Allah'ı ve Resulünü ve ahiret
gününü inkâr etmek, üzerini örtmek gibi.
Şu hâlde imanı inkâr etmek (küfretmek), öncelikle sabit bir
imanın varlığını gerektirir. Bununla kastedilen, imanın mastarı,
yani inanmak manası değil elbette. Bilâkis, ism-i mastar anlamıdır.
Ki bu da, müminin kalbinde oluşan etki ve kalıcı niteliktir. Yani,
salih amellerin kaynağı olan hak itikatlardır. Dolayısıyla imanı
inkâr etme ifadesi, hak olduğu bilinen amelleri terk etmek anlamına
dönüktür. İslâm'ın hak olduğu bilinmekle beraber müşriklerin
dost edinilmesi, onlarla içice bir hayat sürdürülmesi ve onların
eylemlerine katılınması gibi. Ve dinin temel prensipleri oldukları
kesin olarak bilinmekle beraber namaz, zekât, oruç ve hac gibi dinin
temel prensiplerinin terk edilmesi gibi.
İşte imanı inkâr etmenin anlamı budur. Ancak burada bir incelik
söz konusudur. Şöyle ki: Küfür bir şeyin üzerini örtmek demektir.
Varlığı sabit olan olguların örtülmesi, zihinde canlandırdığı anlamı
itibariyle, ancak sürekli ve kesintisiz olması durumunda bu
nitelemeyi hakkedebilir. Dolayısıyla imanın inkârı, ancak bir insanın
imanın gerektirdiği ve bilgisinin de ilintili olduğu bir ameli terk
etmesi ve bunu sürekli yinelemesi durumunda söz konusu olabilir.
Bir kimse imanın gereklerini bir veya iki kere örtse, bunu sürekli
bir alışkanlık hâline getirmese, buna küfür niteliği taşır denilmez;
bu, gerçekte yapmış olduğu fısktır.
Buradan hareketle anlıyoruz ki: "Kim imanı inkâr ederse..." ifadesinden
maksat, sıfat yerine fiil kullanılmış olsa bile, süreklilik
ve alışkanlık hâline getirmedir. Şu hâlde hak olduğunu bildiği, dinin
temel prensiplerinden olduğuna kesin olarak kani olduğu şeyleri
yerine getirmeyen insan imanın kâfiridir. "Onun ameli boşa
çıkmıştır" ifadesinde de vurgulandığı gibi, eylemleri sonuçsuz
kalmıştır.
Bu açıdan ayet, aşağıdaki ayetle aynı hedefe yönelik olduğunu
göstermektedir: "Dogru yolu görseler onu yol edinmezler, ama
azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi
yalanladılar ve onları umursamaz oldular, ayetlerimizi ve
ahirete kavuşmayı yalanlayanların eylemleri boşa çıkmıştır. Onlar,
yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?" (A'râf, 147) Bu ayette
muhataplar gördükleri yani bildikleri hâlde azgınlık yolunu tutup
doğru yoldan sapmakla nitelendiriliyorlar. Ardından bunun yerine
ayetleri yalanlama niteliği kullanılıyor. Bir ayetin, yani işaretin ayet
ve işaretliği ancak onun kanıtsallığının bilinmesi durumunda söz
konusu olabilir. Bunu da ahireti yalanlama olarak açıklıyor. Çünkü
ahiret inkâr edilmemiş olsaydı, ona ilişkin bilgi hakkın terk edilmesini
engellerdi. Daha sonra böyle kimselerin amellerinin boşa
gittiği belirtiliyor.
Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimelerdir: "De ki: Size amelleri
bakımından en çok ziyana ugrayacak olanları söyleyeyim mi?
Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de
iyi iş yaptıklarını sanan kimseleri? Işte onlar, Rablerinin ayetlerini
ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan
kimselerdir. Kıyamet günü onlar için bir terazi kurmayız." (Kehf,
103-105) Bu ayetlerin, önceki açıklamada vurgulandığı anlam itibariyle
imanı inkâr konusuyla örtüştükleri açıktır.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalar üzerinde düşünülünce,
"Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ifadesinin
öncesiyle ilişkisinin niteliği belirginleşir. Buna göre bu cümle, önceki
açıklamanın bütünleyicisi konumundadır. Bu, Allah'ın emirle-
rini ciddiye almama, kâfirlerle içli dışlı olma yoluyla müminlere
yönelebilecek bir tehlikeye karşı uyarı işlevini görmektedir. Çünkü
yüce Allah Ehlikitab'ın yemeğini ve iffetli kadınlarını müminlere
helâl kılmışsa, bu, tamamen müminlere yönelik bir kolaylaştırma
ve hafifletmedir. Takvanın yayılması için bir vesiledir. Burada amaç,
İslâm'ın tertemiz ahlâkının bunlara sahip Müslümanlar aracılığıyla
başka topluluklara sirayet etmesidir. Dolayısıyla yararlı bilgiye
teşvik eden, salih amel işlemeye yönelten bir işlevi vardır.
Söz konusu hükmün yasalaştırılmasının hikmeti budur. Yoksa
zevk ve eğlencenin girdabına düşülsün, Ehlikitap dilberleriyle gönül
eğlendirilsin, heva-heves vadilerine dalınsın, sevgilerinin, aşklarının
meftunu olunsun, güzelliklerin baştan çıkarıcı cazibesine
kapılınsın diye değil... Ehlikitap dilberlerinin baştan çıkarıcı cazibeleri,
bu ilişkide belirleyici olunca, onların ve soydaşlarının ahlâkı
Müslümanların ahlâ-kına baskın çıkar, onların yıkıcılıkları, bozgunculukları,
Müslümanların yapıcılığını, salahlarını alt eder. Sonra
Müslümanları gerisin geri cahiliye bataklığına yuvarlayan bir musibete
dönüşür. Bunun sonunda bir lütuf olarak sunulan bu ilâhî
minnet ölümcül bir fitne, bir mihnet olup çıkar. Aslında bir nimet
olarak bahşedilen hafifletme, yaman bir felâketin kendisi olur.
Bu yüzden yüce Allah, Ehlikitab'ın yemeğinin ve iffetli kadınlarının
helâl olduğunu açıkladıktan hemen sonra, müminleri uyarıyor:
Bu nimetten yararlanırken, sonuçta imanı örtecek, salih amelleri
örtbas edecek, inkâr edecek şekilde zevkusefa içinde başlarını
alıp gitmesinler. Dinin temel prensiplerini terk etmelerini ve haktan
yüz çevirmelerini gerektirecek şekilde cazibelerinin sarhoşu
olmasınlar. Böyle olursa, önceden yapmış oldukları ameller boşa
gider ve ahirette çabalarının başarısız olmasına ve ziyana uğramalarına
sebep olur.
Biliniz ki müfessirler, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı..."
ayeti üzerinde etraflıca durmuş, derinliklerine inmişler. Bu yüzden
oldukça farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ki neticede lafzın kaldırmadığı,
ayetin akışının onaylamadığı garip tefsirler ortaya çıkmış-
tır. Örneğin bazılarına göre, "Size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesiyle,
Bahi-ra, sâibe, vasîle ve hami gibi, yiyecekler helâl kılındı,
demek isteniyor. [Bu evcil hayvanlar, Arapların bâtıl inanç ve âdetlerine
göre, kesilmez ve etleri yenmezdi. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklama
bu surenin 103. ayetinde gelecektir.]
Diğer bazısına göre, "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size
helâldir." ifadesinin anlamı şudur: Bu yemekleri ilk yasa itibariyle
Al-lah size haram kılmamıştır. Etleri de, İslâmî usûllere göre
değil de kendilerince boğazlamış olsalar size helâldir.
Diğer bazısı ise şöyle demiştir: "...yemekleri..." yani, onlarla
birlikte yemek yemek." Başkalarına göre, "Inanan kadınlardan iffetli
olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli
kadınlar." ifadesiyle, onların bu haram kılınmadan önce temelde
helâl oluşları kastediliyor. Hatta, 'Bunun dışında kalanı... size helâl
kılındı.' ifadesi, bunların helâl kılındığını göstermek bakımından
yeterli bir kanıttır." Bir diğer grup da şu görüşü savunmuştur:
"Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ifadesi uyarı
amaçlıdır. Ayetin giriş kısmında belirtildiği şekliyle Ehlikitab'ın
yemeğinin ve iffetli kadınlarının helâl olduğu hususunun inkâr edilmemesi
isteniyor."
Bu ve benzeri yorumlar, tefsir bilginlerinin ihtimal verdikleri açıklamalardır.
Ancak bunların bazısı boşboğazlıktan ve ipe sapa
gelmez zorlamalardan öte gitmediği ortadadır. Söz gelişi "Bugün...
helâl kılındı" ifadesinin, hiçbir kanıta dayanmaksızın önceki ifadeyle
kayıtlandırılması bunun tipik bir örneğidir.
Bazısı da ayetin akışının içerdiği gün, minnet, hafifletme vb.
sınırlandırıcı olguların çürüttüğü yaklaşımlardır. Ki biz bu olgular
üzerinde ayrıntılı bir şekilde durduk.
Ayetlerden anlaşılan anlamdan hareketle serdettiğimiz önceki
açıklamalar, bu tür değerlendirmelerin yanlışlığını ve yanlışlığının
kaynağını, nedenini gözler önüne sermek bakımından yeterli bir
kanıttır.
"Bunun dışında kalanı, size helâl kılındı." ayetinin Ehlikitap
kadınlarıyla evlenmenin helâl olduğuna delâlet ettiği iddiasına gelince,
bu iddia bütünüyle yanlıştır. Çünkü ayet, soy ve sebep açısından
evlenmesi haram ve helâl olan kadınları açıklama amacına
yöneliktir, dinler ve mezhepler açısından değil.
AYETLERIN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, "Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını
soruyorlar..." ayetiyle ilgili olarak İbn-i Cerir, Ikrime'den
şöyle rivayet eder: "Resulullah Ebu Rafi'yi köpekleri öldürmekle
görevlendirdi. O da Avali [Medine'nin büyük bağları] denilen bölgeye
varıncaya kadar gördüğü köpeği öldürdü. Bunun üzerine Asım
b. Adiy, Sa'd b. Hayseme ve Uveym b. Saide Peygamberin huzuruna
girip, 'Bize ne helâl kılındı ya Resulullah?' diye sordular. Bunun
üzerine, 'Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar...' ayeti
indi."
Aynı eserde, İbn-i Cerir, Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'den şöyle
rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) köpeklerin öldürülmesini emredince,
halktan bazıları Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna girip, 'Ya
Resulullah, bu cinsten bize ne helâl kılındı?' diye sordular. Bunun
üzerine, 'Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar...' ayeti
indi."
Ben derim ki: Bu iki rivayet birbirini açıklıyor. Buna göre, köpek
cinsinden, av ve benzeri şeylerde kullanılmaları hususunda
nelerin helâl olduğu sorulmuştur. "Sana, kendilerine neyin helâl
kılındıgını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." ayeti
ise, rivayetlerin içeriğiyle örtüşmüyor. Çünkü rivayetlerin içeriği özel
bir durumla kayıtlı, ayetin ifadesi ise mutlaktır, geneldir.
Kaldı ki, bu iki rivayetten ve bir sonraki rivayetten anlaşıldığı
kadarıyla, "vemâ allemtum min-el cevârih=öğreterek
yetiştirdiğiniz av köpekleri" ifadesi, "teyyibat=temiz şeyler" ifadesine
matuftur. Buna göre şöyle bir anlam çıkar karşımıza: "Uhille
lekum mâ allemtum=öğ-reterek yetiştirdiğiniz av köpekleri size
helâl kılındı." Bu yüzden birçok tefsir bilgini, önceden de açıkladığımız
gibi anlamı düzeltecek bir ifadenin takdirini gerekli görmüşlerdir.
Oysa daha önce, "ma allemtum =öğreterek yetiştirdiğiniz"
ifadesinin "şart" olduğunu, dolayısıyla cezasının da, "fe kulû
mimmâ emsekne aleykum=sizin için tuttuklarını yiyin." ifadesi
olduğunu belirtmiştik.
Rivayette, hakkında soru sorulduğu belirtilen "cins"ten maksat,
bir sonraki rivayetin açıladığı kadarıyla, köpek cinsidir. [Rivayetin
orijinalinde "mâzâ uhille lenâ min hâzih-il ümme" ifadesi
geçmiştir ki, ümmetten kasıt köpek cinsidir]
Yine aynı eserde Faryabi, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebi
Hatem, Taberani, Hakim -sahih olduğunu belirterek- ve Beyhaki
"Sünen"inde Ebu Rafi'den şöyle rivayet ederler: "Cebrail Hz. Peygamberin
(s.a.a) yanına geldi. Evin içine girmek için izin istedi. Hz.
Peygamber (s.a.a) ona izin verdi. Içeri girmekte ağır davranınca,
Peygamberimiz (s.a.a) hırkasını üzerine alıp dışarı çıktı ve 'Sana
girmen için izin verdik' dedi. Cebrail, 'Evet, ama biz melekler, içinde
köpek ve resim bulunan evlere girmeyiz' dedi. Bunun üzerine
yapılan araştırma sonucu evlerin bazısında köpek yavrularının bulunduğu
anlaşıldı."
Ebu Rafi devamla der ki: "Resulullah (s.a.a) Medine'deki bütün
köpekleri öldürmemi bana emretti, ben de emri yerine getirdim.
Bunun üzerine insanlar geldiler ve 'Ya Resulullah, öldürülmesini
emrettiğin bu cinsin bizim için nesi helâldir?' diye sordular.
Resulullah bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine yüce Allah,
'Sana kendilerinden neyin helâl kılındıgını soruyorlar. De ki: Size
temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size ögrettiginden ögreterek
yetiştirdiginiz av köpeklerinin...' ayetini indirdi. Ardından
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: Bir kimse avcı köpeğini salarken
üzerinde Allah'ın adını ansa ve bu köpek onun için bir hayvan yakalasa,
kişi onun yakalayıp da yemediği hayvanın etinden yesin."
Ben derim ki: Rivayette, Cebrail'in inişinin şekliyle ilgili olarak
anlatılanlar, bu konuya ilişkin bilinen gerçeklerle bağdaşmıyor ve
şaşırtıcıdır cidden. Öte yandan rivayette bazı karışıklar da yok değildir.
Çünkü Cebrail'in, bazı evlerde köpek yavrusu vardır, diye
Resulullah'-ın (s.a.a) yanına girmekten kaçındığından söz ediliyor.
Ayrıca bu, ayetin içerdiği mutlak soru ve cevapla ve "yetiştirdiginiz
av köpekleri..." ifadesinin matuf olduğunu ifade ettiği için ayetin
zahiriyle bağdaşmıyor. Bu bakımdan rivayet daha çok uydurma rivayete
benziyor.
Aynı eserde Abd b. Hamid ve İbn-i Cerir, Amir'den şöyle rivayet
etmişlerdir: "Adiy b. Hatem et-Tai Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek,
ona köpeklerin avladıkları hayvanlarla ilgili bir soru sordu.
Resulullah (s.a.a) bu soruya nasıl cevap vereceğini bilemedi. Nihayet
yüce Allah, Mâide suresindeki 'Allah'ın size ögrettiginden
ögreterek' ifadesini içeren ayeti indirdi."
Ben derim ki: Aynı anlamı içeren başka haberler de aktarılmıştır.
Fakat önceki problemler bu rivayetler için de geçerlidir. Öyle
anlaşılıyor ki, bu rivayetler ve aynı anlamı içeren diğer haberler,
olayların ayete uyarlanışına örnek oluşturmaktadır. Ancak eksik
bir uyarlama. Buna göre, Müslümanlar Hz. Peygambere (s.a.a) köpeklerinin
avladıklarını sormuşlar, sonra helâl ve haramı ayırt etme
bağlamında bütünsel bir ölçüt sormuşlar. Dolayısıyla ayette,
onların soruları gündeme getirilerek, cevabi ifadede şu bütünsel
ölçüt ortaya konmuştur: "Sana kendilerine neyin helâl kılındıgını
soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." Ardından onlara,
üzerinde konuştukları özel meseleye cevap veriliyor. Ayetin ifade
tarzından bunu algılıyoruz.
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Hammad'dan, o
Halebi'-den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ali'nin
(a.s) kitabında, 'ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin...'
ayetiyle ilgili olarak şu açıklama yer almıştır: "Onlar, köpeklerdir."
[Füru-u Kâfi, c.6, s.202, h:1.]
Aynı hadis, Tefsir-ul Ayyâşî'de Semaa b. Mihran kanalıyla İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilir. [c.1, s.294, h:28]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Muskan'dan, o
da Halebi'den şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki:
"Babam fetva verirdi ve fetva verirken takiyye ederdi. Biz de şahin
ve doğan gibi avcı hayvanlar hususunda fetva vermekten korkardık.
Ama şimdi korkmuyoruz ve bunların avını da ancak henüz can
vermeden yetişip boğazlanması durumunda helâl biliyoruz. Çünkü
Ali'nin (a.s) kitabında şöyle yer almıştır: Yüce Allah av köpekleri
hakkında, "yetiştirdiginiz av köpeklerinin..." ifadesini buyurmuştur.
[Füru-u Kâfi, c.6, s.207, h:1]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Bekir el-
Hadremi'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder:
"İmama şahin, doğan, pars ve köpek gibi avcı hayvanların yakaladıkları
avları sordum. Buyurdu ki: 'Av köpeklerinin dışındaki avcı
hayvanların yakaladıklarını kendiniz boğazlamadan yemeyin.' Dedim
ki: 'Köpek yakaladığını öldürse de mi yiyelim?' Cevapta buyurdu
ki: 'Ye. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Allah'ın size ögrettiginden
ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını
yiyin.' Sonra şöyle dedi: 'Yetiştirilmiş av köpekleri hariç
bütün avcı hayvanlar kendileri için avlanırlar. Çünkü av köpeği sahibi
için avlanır.' Ardından şöyle buyurdu: Av köpeğini saldığın zaman
üzerine Allah'ın adını an, bu, hayvanın boğazlanması yerine
geçer." [Füru-u Kâfi, c.6, s.204.]
Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Ubeyde'den, o da İmam Cafer Sadık'tan
(a.s), eğitilmiş av köpeğini salarken üzerinde Allah'ın adını anan
biriyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Av köpeği yakaladığı sırada
hay-vanı öldürse de, kişinin o hayvanı yemesi helâldir. Eğer yanında
eğitilmemiş bir köpek bulunursa ondan yemez." Dedim ki:
"Avcı kuşlardan doğan, kartal ve şahin için de mi aynı hüküm geçerlidir?"
Buyurdu ki: "Eğer yakaladıkları hayvan canlıyken yetişir
de boğazlarsan ye. Ama sen yetişmeden ölürse yeme." Dedim ki:
"Pars, köpek konumunda değil midir?" Dedi ki: "Hayır. Ancak köpek,
bu hususta eğitilmiş (mu-kellib) kabul edilir." [c.1, s.294, h:26.]
Aynı eserde, Ebu Basir'in İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Allah'ın
size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin, sizin
için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." ayetiyle ilgili
olarak şu sözleri rivayet ettiği belirtilir: "Av köpeği, yakaladığından
yemediği sürece onun yakaladığı hayvanı yemenin bir sakıncası
yoktur. Şayet sen yetişmeden köpek yakaladığı hayvandan yemişse,
ondan yeme." [Bu, köpeğin eğitilmiş olmadığını ve avı sahibi için
değil, kendisi için yakaladığını gösterir.] [c.1, s.295, h:33]
Ben derim ki: Ayette geçen "mukellibîn" (köpek olarak eğitilmiş)
ve "sizin için tuttukları" gibi ifadelere dayanarak avın öldüğü
takdirde sadece köpeğin yakaladığının helâl olacağına ilişkin, aynı
şekilde av köpeğinin yanında eğitilmemiş bir köpeğin bulunmamasının
şart koşulması gibi rivayetlerde söz konusu edilen bütün
bu özellikler, ayetten çıkarsanan ayrıntılardır. Daha önce bu konuda
kısmen açıklamada bulunduk.
Aynı eserde Hariz'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle
rivayet edilir: "İmama bir Mecusî'nin köpeğini bir Müslüman eğitir,
sonra da üzerine Allah'ın adını anarak salarsa, yakaladığı yenir
mi? diye soruldu. Evet, dedi. O artık eğitilmiştir. Üzerine Allah'ın
adı da anıldıktan sonra herhangi bir sakıncası olmaz." [c.1, s.293,
h:24]
Ben derim ki: Bu rivayette "mükellibîn" ifadesinin mutlak tutulduğunu
görüyoruz. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ebu Hatem,
İbn-i Abbas'dan, Mecusî'nin eğitilmiş köpeğini ya da Mecusî'nin eğittiği
şahini veya doğanı alıp av hayvanının peşine salan Müslüman'ın
durumuyla ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bu hayvanı salarken
üzerine Al-lah'ın adını ansan da yakaladığı hayvanın etini
yenmez. Çünkü o, Me-cusî tarafından eğitilmiştir. Oysa Allah "Allah'ın
size ögrettiginden ögrettiginiz..." buyurmuştur.
Ancak bu rivayetin zayıflığı açıktır. Çünkü, "Allah'ın size ögrettiginden..."
ifadesindeki hitap zahiren müminlere yönelik olsa da,
Allah'ın öğrettiği şeylerle köpekleri eğitmeleri, Mecusîlerin ve diğer
top-lumların köpeklere öğrettikleri davranışlardan farklı değildir.
Bu anlamı, ayeti dinleyen herkes kavrayabilir. Çünkü müminin av
köpeğini eğitmesini farklı kılacak ona özgü bir bilgisi söz konusu
değildir. Dolayısıyla eğitilmiş köpeğin bir Müslüman tarafından eğitilmiş
olması ile Müslüman olmayan biri tarafından eğitilmiş olması
arasında herhangi bir fark yoktur. Nitekim bir Müslüman'ın
malı olması ile başkasının malı olması arasında herhangi bir fark
yoktur.
Tefsir-ul Ayyâşî'de belirtildiğine göre, Hişam b. Salim, İmam
Cafer Sadık'ın (a.s), "Onların yemegi size helâldir."1 ifadesiyle ilgili
olarak, "Mercimekleri, hububatları ve benzeri şeyler kastediliyor.
Onlardan maksat da Ehlikitap'tır" dediğini rivayet etmiştir. [c.1,
s.296, h:37]
Ben derim ki: Şeyh Tusi bu hadisi et-Tehzib adlı eserinde aktarır.
Oradaki metin şöyledir: "Mercimek, nohut ve benzeri yiyecekler."
[c.9, s.88, h:73.]
el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde, Ammar b. Mervan'ın ve Sema-
a'nın İmam Cafer Sadık'tan (a.s), Ehlikitab'ın yemeği ve onlardan
helâl olanlarla ilgili olarak naklettikleri rivayetlerde İmam'ın,
"Bununla kastedilen, hububattır" dediği belirtilir. [Füru-u Kâfi, c.6,
s.263, h:1 ve 2. et-Teh-zib, c.9, s.88-89.]
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle, İbn-i Müskan'dan, o
da Kuteybe el-A'şa'dan şöyle rivayet eder: Adamın biri İmam Cafer
Sadı-k'a (a.s) bir soru sordu, ben de yanındaydım. Adam dedi ki:
"Bir koyun sürüsü bir Yahudi veya Hıristiyan çobana teslim edilse,
sürüye bir hâl olsa ve o da koyunları kesmek durumunda kalsa,
kestiği yenir mi?" İmam şu cevabı verdi: "Ne kestiğinin bedelini
malına kat, ne de ondan ye. Çünkü hayvan kesilirken önemli olan
üzerine Allah'ın adının anılmasıdır. Bu hususta Müslüman'dan
başkasına güvenilmez." Bunun üzerine adam dedi ki: "Ama Allah,
"Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin
yemegi size helâldir..." buyuruyor. İmam Cafer Sadık (a.s) şu
karşılığı verdi: "Babam derdi ki: Burada kastedilen, yemek, hubu-
-----
1- [Hadiste ayet lafız itibariyle değil de anlam itibariyle nakledilmiştir.]
bat ve benzeri şeylerdir." [Füru-u Kâfi, c.6, s.240, h:10]
Aynı hadisi Şeyh Tusî et-Tehzib adlı eserde1, Ayyâşî tefsirinde2
Kuteybe el-A'şa'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.
Görüldüğü gibi rivayetlerde, ayette helâl olduğu belirtilen
Ehlikita-b'ın yemeğinin, hububat ve benzeri şeylerden mamul olanlar
şeklinde açıklanıyor. "et-Taam" kelimesi mutlak olarak kullanıldığında
buna delâlet eder. İslâm'ın ilk dönemlerine ilişkin rivayet
ve hikayelerden de bu anlaşılıyor. Bu yüzden bizim mezhebimize
mensup ulemanın büyük bir kısmı, helâlliğin sadece hububat
ve benzeri şeylerden mamul besinlerle sınırlı olduğu görüşündedir.
Bazı müfessirler, bu sınırlandırmayı öngören görüşleri savunanlara
sert biçimde karşı çıkmış ve bunun Kur'ân'ın "et-taâm"
kelimesine ilişkin genel kullanımıyla bağdaşmadığını söylemişlerdir.3
Adı geçen müfessir diyor ki: Kur'ân terminolojisinde ağırlıklı
kullanım bu değildir. Örneğin yüce Allah Mâide suresinde, "Hem
kendinize, hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı
ve onun yemegi, size helâl kılındı." (Mâide, 96) buyuruyor. Hiç kimse
de çıkıp, deniz avının yemeğinden maksat, buğday veya hububattır,
demiyor. Yine: "Israil'in kendine haram kıldıgından başka,
Israilogullarına bütün yiyecekler helâl idi." (Âl-i Imrân, 93)
buyruluyor. Yine de biri çıkıp buradaki yiyecekten maksat buğday
veya mutlak olarak hububattır, demiyor. Çünkü ne Tevrat'ın inişinden
önce, ne de sonra, bunlardan bir şey Israiloğullarına haram kılınmış
değildi. Şu hâlde "yemek" (et-taâm), tadılan veya yenilen
her şey demektir. Yüce Allah, Talut'un dilinden nehir suyuyla ilgili
olarak şöyle buyurmuştur: "Kim ondan içerse, artık o benden degildir
ve kim de ondan tatmazsa, bendendir." [Bakara, 249] Bir di-
ğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Yemeği yiyince dagılın." [Ahzâb,
53] Ayetin orijinalinde geçen "taamtum" fiili, yeme anlamında kullanılmıştır."1
Keşke adı geçen müfessirin, "et-taâm" kelimesi mutlak olarak
kullanıldığı zaman hububat ve benzeri şeyleri ifade eder" sözünden
ne anladığını bir bilseydim. O, hiç duraklamadan buna "lem
yet'amhu =tadmazsa" ve "taamtum=yediniz" fiil türevleriyle karşı
çıkıyor? Oysa, yukarıdaki değerlendirme "et-taam" kelimesi için
yapılmıştır, bu kelimeden türeyen fiiller için değil. Bir de, "taâm-ul
bahr" (deniz yiyeceği) ifadesini örnek gösteriyor. Ki aslında tamlama
konuya ilişkin en güzel karinedir. Çünkü denizde buğday ve
arpa bitmez.
Aynı şekilde, "Bütün yiyecekler İsrailogullarına helâl idi." ayetini
örnek gösteriyor; sonra kendisi, dinlerinin onlara buğday ve
hububat türü bir yiyeceği haram kılmadığını belirtiyor. Oysa adı
geçen müfessir, Kur'ân'da bu kelimenin mutlak olarak kullanıldığı
aşağıdaki ayetlere bakmalı, sonra diyeceğini demeliydi. "...bir
yoksula yedirecek kadar fidye vardır." (Bakara, 184) "Yahut yoksullara
yedirme şeklinde keffaret." (Mâide, 95) "Yemegi yedirirler." (Insan,
8) "Insan şu yiyecegine baksın." (Abese, 24) vb. ayetler.
Sonra adı geçen müfessir diyor ki: "Hububat helâl veya harama
konu olan bir madde değildir. Böyle bir değerlendirme ancak
et için söz konusu olabilir. Bunun da gerisinde hayvanın eceliyle
ölmesi gibi somut bir gerekçe ya da üzerinde Allah'tan başkasının
adı anılarak kesilmesi gibi manevî bir gerekçe vardır. Bu yüzden
yüce Allah, 'De ki: Bana vahiy olunanda, yiyen kimse için haram
kılınmış bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan... olursa
başka.' (En'âm, 145) Bu ayette sayılan şıkların tümü hayvanla
ilintilidir ve söylendiği gibi haram oluşun sınırlılığını ortaya koyan
açık ve tevili kabul etmeyen bir ifade konumundadır. Dolayısıyla
bunun dışındaki herhangi bir şeyin haram olduğunun kanıtlanması
için nassa ve açıklamaya ihtiyaç vardır." Adı geçen müfessirin bu açıklaması, bir önceki paragraftaki
açıklamasından daha ilginçtir. "Hububat helâl veya harama konu
olan bir madde değildir. Böyle bir değerlendirme ancak et için söz
konusu olabilir." sözüne gelince; ona sormak lazım, hangi zamanı
kastediyorsun? Asırlardan beri zihinlerin İslâm'a ve genel hükümlerine
adapte olduğu şu zamanları mı kastediyorsun, vahyin inmeye
devam ettiği ve dinin henüz birkaç yıllık bir ömre sahip olduğu
zamanları mı? Nitekim o dönemlerde hububat ve benzerlerine ilişkin
hükümlerden daha açığını ve daha belirginini içeren sorular
yöneltilmiş, net cevaplar alınmıştır. Yüce Allah, aşağıdaki ayette
olduğu gibi bunların bir kısmına işaret etmiştir: "Sana neyi infak
edeceklerini soruyorlar." (Bakara, 215)
Abd b. Hamid Katade'den şöyle rivayet eder: "Bize anlatıldı ki:
Bazı adamlar şöyle demişler: 'Bizim dinimiz ayrı, onların dini ayrı
olduğu hâlde onların kadınlarıyla nasıl evleneceğiz?' Bunun üzerine
yüce Allah, 'Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır.'
ayetini indirdi..." Daha önce geçtiği gibi ileriki sayfalarda ve rivayetlerin
kapsamı içinde de bu sözlerin benzerlerine yer vereceğiz.
Nitekim temettü haccı ve benzeri konularda bu tür rivayetlere
yer verdik.
Ehlikitab'ın namuslu kadınlarıyla evlenmenin helâl olduğuna
ilişkin hükmü içeren ayetin inişinden sonra bile bu tür sözleri söyleyenler,
ayetin inişinden önce Ehlikitap'tan olan kimselerle bir
sofrada oturup yemek yemenin, onlardan alınan hububat türü
malzemeleri yemenin, bunlardan elde edilen ekmek ve helme gibi
gıdaları almanın ve bu türden yapılan yemekleri yemenin helâl olup
olmadığını sormazlar mı? "Bu yiyecekleri nasıl yeriz? Onların
dini ayrı, bizim ki ayrı." demezler mi? Üstelik yüce Allah da müminlere
onları sevmeyi, dost edinmeyi, onlara yaklaşmayı, onlara güvenip
dayanmayı birçok ayette yasaklamışken?!
Aslında onun, "Böyle bir değerlendirme ancak et için söz konusu
olabilir." şeklindeki sözleri, aleyhine kanıt olarak da kullanı-
labilir. Şöyle ki: Yüce Allah Mekke döneminde inen, "De ki: Bana
vahyolunanda, yiyen kimse için haram kılınmış bir şey
bulamıyorum. Ancak leş... olursa başka." (En'âm, 145) ayetinde ve
Nahl suresindeki ilgili ayetinde, Mâide suresinden önce inen Bakara
suresinin ilgili ayetinde ve tefsirini sunduğumuz ayetten önce,
"Size şunlar haram kılındı: Leş..." ayetinde genel olarak yenilmesi
haram olan etleri açıklamışken, nasıl böyle bir soru yöneltebiliyorlar?
Dolayısıyla bu görüşü savunan kimsenin perspektifinden baktığımız
zaman, bu ayet Ehlikitab'ın kestiklerinin haram olmadığına
ilişkin bir nass ya da nass hükmünde olduğuna göre, Mekke inişlisiyle,
Medine inişlisiyle bunca ayet, ardarda ve defalarca helâlliğini
vurguladıkları hâlde, bu uygulama bu şekilde devam ettiği, korunduğu,
öğretildiği ve pratize edildiği hâlde, bunların Ehlikitab'ın kestiğinin
helâl olup olmadığını sormaları normal mıdır?
Adı geçen müfessirin, "En'âm suresindeki ilgili ayet haramlığın
orada zikredilenlerle sınırlı olduğuna ilişkin bir nass hükmündedir.
Bunun dışında, söz gelimi Ehlikitab'ın kestiğinin haramlığı için kanıt
göstermek gerekir." sözüne gelince; hiç kuşkusuz, her hükmün
dayanacağı bir kanıta ihtiyacı vardır. Adı geçen müfessirin bu sözü
açıkça ortaya koyuyor ki bu ayette zikredilenlerin ötesinde, herhangi
bir şeyin haramlığına ilişkin başka bir kanıtın olmaması durumunda
bu sınırlandırma geçerliliğini korur.
Şayet bu müfessirin kanıt derken kastettiği, hadisleri de kapsayan
türdense, Ehlikitab'ın kestiğinin haram olduğunu savunanlar,
ayetin açıklaması bağlamında buna ilişkin rivayetler sunmaktadırlar.
Biz de önceki açıklamalarımızda bunların bir kısmına yer
verdik.
Eğer kanıt derken kastettiği sadece kitap (Kur'ân) ise, bu kanıtsız
zorlama eseri bir yaklaşımdır. Çünkü sünnet, kitaptan
ayrılmaz ve kanıtsallık açısından ona paralel bir çizgide gelişir. Ayrıca
müfessire sormak gerekir: Ehlikitab'ın dışındaki putperest ve
materyalist kâfirlerin kestiklerine ne dersin? Acaba, meşru kesil-
me yöntemi esas alınmadığı için, onların kestiklerini leş kabul edip
haram sayacak mısın? Bir hayvanı kıbleye doğru kesilmediğinden
ve üzerine Allah'ın adı anılmadığından dolayı tezkiye edilmemiş
saymakla onu gayr-i İslâmî bir yöntemle kesmek ve tezkiye
etmek arasında ne fark vardır? Ki yüce Allah böyle bir uygulamadan
hoşnut olmamış ve onun yerine İslâmî kesimi önermiştir?
Şu hâlde dinin nazarında bunların tümü pistir. Allah da, pis
şeyleri haram kılmıştır: "Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram
kılar." (A'râf, 157) Tefsirini sunduğumuz ayetin öncesindeki ayette
de şöyle buyurmuştur: "Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını
soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." Gerek sorunun
ve gerekse cevabın üslûbundan, helâlliğin sırf temiz şeylerle
sınırlı olduğuna ilişkin gayet açık bir kanıt algılıyoruz. Tefsirini
sunduğumuz ayetin girişinde yer alan, "Bugün size temiz şeyler
helâl kılındı." ifadesi de, ayetin ana teması kullara yönelik lütuf ve
minnet olduğu için, sözünü ettiğimiz sınırlandırmaya delâlet ediyor.
Eğer kâfirlerin kestiklerinin haram oluşunun gerekçesi, onların
Allah'tan başkasının adını, örneğin bir putunkini anarak kesmiş
olmaları olsaydı, yeniden şu soru gündeme gelirdi: Bir hayvanı keserken
üzerine Allah'tan başkasını anmakla, Allah'ın razı olmadığı
için yürürlükten kaldırdığı bir yöntemle kesip üzerine Allah'ın adını
anmak arasında ne fark vardır?
Adı geçen müfessir daha sonra şöyle diyor: "Yüce Allah, Arap
müşriklerinin, yukarıda örnekleri sunulan leş türlerini yemelerini
ve putlar için kurbanlar kesmelerini sert bir şekilde kınamıştır. Ki
ilk Müslümanlar, gelenekleri üzere bu konuda yumuşak ve duyarsız
davranmasınlar. Ehlikitap, leş yemek ve putlar adına hayvan
kesmek geleneğine ilk Müslümanlardan daha uzaktılar. [Bu yüzden,
Allah onların kestiklerine ilişkin hükmü açıklamamıştır.]"
Mezkur müfessir, Ehlikitab'ın bir kolu olan Hıristiyanların domuz
etini yediklerini unutmuş bulunuyor. Oysa yüce Allah, onların
bu tutumunu gündeme getirerek sert bir üslûpla eleştirmiştir. Kal-
dı ki Hıristiyanlar, Mesih'in kendini, feda etmesi suretiyle, haramlığın
ortadan kalktığını ileri sürerek müşriklerin mubah gördüğü her
şeyi yerlerdi. Kaldı ki bu çıkarsama, çürük bir istihsandır; bir yarar
sağlamadığı gibi, Allah'ın sözünün, ayetlerinin anlamının ve dinî
hükümlerinin kavranması bağlamında böylesine çürük bir mantık
esas alınmaz.
Daha sonra şöyle diyor: "Kur'ân'ın bu yaklaşımı, dinsel siyasetin
bir gereğiydi. Arap müşriklerine karşı sert davranılması gerekiyordu
ki, Arap yarımadasında İslâm'ı kabul etmeyen kimse kalmasın.
Buna karşın, Ehlikitap'la yumuşak ilişkiler geliştirildi." Müfessir,
buna ilişkin bir kanıt olarak bazı sahabelerin kilise ve benzeri
mekânlar için kesilen hayvanların etlerinin helâl olduğuna dair
fetvalarını gösteriyor.
Müfessirin bu değerlendirmesi, yüce Allah'ın Arapları diğer
uluslar arasında seçtiğine, diğer uluslara karşı bir üstünlüğe sahip
olduklarına ilişkin rivayetlere dayanan bir tezden kaynaklanmaktadır.
Nitekim bu tezin resmi ideoloji olarak benimsendiği dönemlerde
Arap olmayan Müslüman uluslar "mevâlî" (köleler, hizmetçiler)
olarak isimlendirilirlerdi. Ancak bu tez, Kur'ân ayetleriyle hiçbir
şekilde bağdaşmamaktadır: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir
kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve
kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, günahlardan
en çok korunanızdır." (Hucurât, 13) Ehlibeyt İmamlarından gelen
birçok hadis, bu tezin tersini içeren ifadeler kapsamaktadır.
İslâm dini, mesajını sunarken Arapları bir yana, diğer ulusları
da bir yana koymamıştır. Aksine Arap olsun, olmasın Ehlikitap'tan
olmayan tüm müşrikleri aynı kefeye koymuştur. Müşriklerin önüne,
İslâm'a girip mümin olmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır.
Arap olsun, olmasın tüm Ehlikitab'ı da bir kefeye koymuştur.
Onlardan da, Müslüman olmamaları durumunda zimmet kapsamına
girip cizye ödemelerini kabul etmiştir.
Adı geçen müfessirin bu yaklaşımını bir an için doğru kabul etsek
bile, bu cümlenin kapalılığından dolayı en fazla onlar için bir
kolaylaştırma yönüne gidildiğine delâlet eder, başka değil. Fakat
bu kolaylaştırmanın, kendi yöntemlerine ve geleneklerine göre
kesseler bile kestikleri hayvanın etinin yenilebileceği şeklinde gerçekleşmesinin
gerekliliğine ilişkin bir kanıtın bu ifadeden çıkamayacağı
açıktır.
Söz konusu müfessirin, bazı sahabelerin uygulamaları ve sözleri
ile ilgili olarak söylediklerine gelince, bu hususta söyleyeceğimiz
şudur: Sahabenin uygulaması ve sözü kanıt değildir.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan, ne tefsirini sunduğumuz
ayetin, ne de herhangi bir ayetin, Ehlikitab'ın gayr-i İslâmî bir yöntemle
kestiği hayvanların etinin de yenebileceğine yönelik bir kanıt
içermediği anlaşılıyor. Bizim mezhebimize mensup bazı âlimlerin
de belirttiği gibi, ayetin zahirinden hareketle, Ehlikitab'ın kestiklerinin
helâl olduğunu kabul etsek bile, bunun İslâmî ve meşru
bir boğazlamayla gerçekleştiğinin bilinmesini şart koşuyoruz.
Daha önce işaret ettiğimiz gibi el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde
yer alan İmam Sadık'ın (a.s) sözünden şu anlaşılmaktadır:
"Hayvan kesilirken önemli olan, üzerine Allah'ın adının anılmasıdır.
Bu hususta da Müslüman'dan başkasına güvenilmez. [Önemli
olan, Allah'ın adının anılması ise, bu durumda Ehlikitab'ın hayvan
keserken Allah'ın adını andığını kesin olarak biliyorsak, bizim için
helâl olur.]" Daha ayrıntılı bilgi için fıkıh kaynaklarına başvurulabilir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Sizden önce kendilerine
kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi hakkında,
"Burada [muhsan kadınlardan,] iffetli kadınlar kastedilmiştir." dediği
rivayet edilir. [c.1, s.296, h:39]
Aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s), "İnanan kadınlardan iffetli
olanlar..." ifadesinden Müslüman [Şiî-Sünnî] kadınlar kastedilmiştir."
dediği de rivayet edilir.
Tefsir-ul Kummî'de Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu
belirtilir: "Sadece cizye ödeyen kitabîlerin kadınlarıyla evlenmek
helâldir. Bunun dışındakilerle evlenmek helâl değildir."
Ben derim ki: Çünkü cizye ödemeyen Ehlikitap, bu sırada
muharib kâfir olur, ki onlarla evlenmek câiz değildir.
el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde, İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle
dediği rivayet edilir: "Ehlikitap kadınları içinde sadece kıt akıllılarıyla
evlenmek caizdir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.357, h:2; Tehzib-ul Ahkâm, c.7,
s.299, h:7]
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, İmam Sadık'ın (a.s) Hıristiyan
ve Yahudi bir kadınla evlenen bir adamla ilgili olarak şöyle
dediği rivayet edilir: "Eğer Müslüman bir kadın bulabiliyorsa, Yahudi
ve Hıristiyan kadını ne yapacak?" Bunun üzerine denildi ki:
"Ama adam bu kadına aşık olmuşsa ne yapsın?" buyurdu ki: "Eğer
illa da bu işi yapmak zorundaysa, kadının içki içmesini, domuz eti
yemesini yasaklasın. Şunu da bil ki, bu evlilik adamın dini açısından,
bir kusur göstergesidir." [c.3, s.407, h:4422]
et-Tehzib adlı eserde İmam Sadık'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Özgür, [köle olmayan] bir kadınla evli olan bir kimsenin,
Yahudi veya Hıristiyan bir kadınla müt'â evliliği yapmasının herhangi
bir sakıncası yoktur." [c.7, s.300, h:1253.]
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde İmam Bâkır'dan (a.s)
şöyle rivayet edilir: "Bir gün ona, Müslüman bir erkek Mecusî bir
kadınla evlenebilir mi?" diye soruldu: "Hayır, dedi. Fakat Mecusî
bir cariyesi varsa, onunla birleşmesinin; ancak azil yapmasının
(meniyi dışarı akıtması) ve ondan çocuk edinmeyi düşünmemesinin
bir sakıncası yoktur." [c.3, s.407, h:4423]
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b.
Sinan'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) bir hadiste şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Müslüman bir erkeğin Yahudi ve Hıristiyan
bir kadınla evlenmesini istemem, çocuğunun Yahudileşmesinden
veya Hıristiyanlaşmasından korkarım." [Füru-u Kâfi, c.5, s.351,
h:15]
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den, Tefsir-ul
Ayyâşî'de müellif Mes'ade b. Sadaka'dan şöyle rivayet ederler: "İmam
Bâkır'dan (a.s): 'Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden
Ben derim ki: Bu rivayette bir problem var. Çünkü "...tutmayın..."
ayeti, "iffetli kadınlar..." ayetinden önce inmiştir. Oysa
nesheden ayetin neshedilen ayetten önce inmiş olması caiz değildir.
Kaldı ki, rivayetlerde, Mâide suresinin neshedilen değil,
nesheden olduğu belirtilir. Daha önce bu hususa değindik. Ayrıca
ayetin neshedilmediğinin kanıtı, yukarıda yer verdiğimiz ve
Ehlikitap kadınlarıyla müt'a evliliği yapılabileceğini ifade eden rivayettir.
Ashap, Ehlikitap kadınlarıyla müt'a evliliği yapmışlardır.
Müt'a ayetini (Nisâ, 24) tefsir ederken, müt'anın meşru bir nikâh ve
evlilik şekli olduğunu belirtmiştik.
Evet! Biri diyebilir ki: "Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın..."
ifadesi, önceden inmiş olması ve tahsis edici özelliğiyle, "Sizden
önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesini
sınırlandırarak, daimi evliliği bu ifadenin mutlaklığının dışına çıkarmıştır.
Çünkü bu ayet, nikâhı tutmanın yasaklığına delâlet eder.
Bu ise, daimi nikâhla örtüştüğü gibi ayetin inişine konu olan,
kocanın Müslüman olmasından sonra nikâhın tutulmasına da
delâlet eder.
Buna şu şekilde itiraz edilebilir: "Söz konusu ayet, kocanın
Müslüman olması, karısının küfür üzere kalması problemi bağlamında
inmiştir." Ancak bu itiraza kulak asmamak gerekir. Çünkü
hiçbir zaman ayetin iniş sebebi, onun lafzının açıkça işaret ettiği
anlamı sınırlandırmaz. Tefsirimizin 1. cildinde Bakara suresinin
nesh konusunu içeren ayetini incelerken, Kur'ân geleneğinde ve
aslı itibariyle nesh olgusunu tahsis kılma gibi terminolojide belirtilmeyen
nesh eylemini de kapsadığını belirtmiştik.
Bazı rivayetlerde bu ayetin, "Müşrik kadınlarla evlenmeyin..."
ayetiyle neshedildiği belirtilmiştir. Daha önce bu tür rivayetlerin
problematiğine dikkat çekmiştik. Bu konuyla ilgili doyurucu bilgi
için fıkıh kitaplarına baş vurulabilir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de, "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa
çıkmıştır..." ifadesiyle ilgili olarak Eban b. Abdurrahman'dan şöyle
rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum:
"Kişinin İslâm'dan çıkması için yeterli olan en basit şey, hakka aykırı
bildiği bir görüşü belirtmesi ve bu görüşte ayak diretmesidir.
Nitekim yüce Allah, 'Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa
çıkmıştır.' buyurmuştur." İmam devamla şöyle buyurmuştur: Imanı
inkâr eden kimse, Allah'ın emrettiği şekilde amel etmeyen ve ona
razı olmayan kimsedir." [c.1, s.297, h:42]
Aynı eserde Muhammed b. Müslim, İmam Bâkır (a.s) ve İmam
Sa-dık'tan (a.s) birisinden şöyle rivayet eder: "Imanı inkâr etmek,
sonunda bütünü terk edecek şekilde peyderpey amelleri işlememektir."
[c.1, s.297, h:43]
Ben derim ki: Önceki açıklamalarımıza bakılırsa, bu tür rivayetlerin
içerdikleri tefsirle ilgili özelliklerin açıklığa kavuşturulduğu
net bir şekilde anlaşılır.
Aynı eserde, Ubeyd b. Zürare'den şöyle rivayet edilir: İmam Cafer
Sadık'tan (a.s), "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa
çıkmıştır." ayetinin ne anlama geldiğini sordum." Buyurdu ki: "Kişinin
kendisinin de kabul edip inandığı ameli terk etmesi
kastediliyor. Sözgelimi hastalık ve engelleyici bir mazeret olmaksızın
namazı terk etmesi bunun bir örneğidir." [c.1, s.296, h:41]
Ben derim ki: Yüce Allah, "Allah sizin imanınızı zayi edecek
degildir." (Bakara, 143) ayetinde, namazı iman olarak nitelendirmiştir.
İmamın da özellikle namazı örnek göstermesi bu yüzden olabilir.
Tefsir-ul Kummî'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s)
şöyle buyurmuştur: "İman ettikten sonra şirk ehline itaat eden
kimse, imanı inkâr etmiş olur."
el-Besâir adlı eserde, Ebu Hamza'nın şöyle dediği rivayet edilir:
İmam Bâkır'dan (a.s), "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa
çıkmıştır ve o, ahirette kaybedenlerdendir." ayetinin anlamını
sordum. Buyurdu ki: "Bu ayetin, Kur'ân'ın batınî anlamı açısından
açıklaması, 'Kim Ali'nin velayetini inkâr ederse...' şeklindedir.
Çünkü Ali, somut imandır." [Besair-ud Derecat, s.77, h:5.]
Ben derim ki: Bu açıklama anlam itibariyle Kur'ân'ın zahirinin
karşısında yer alan batınî yönünün yansımasıdır. Tefsirimizin 3. cildinde
muhkem ve müteşabih kavramları üzerinde dururken, bu
konuda ayrıntılı bilgiler sunduk.
İmamın bu değerlendirmesi bir uyarlama, soyut ve genel bir
anlamın somut ve özel bir olguya tatbiki de olabilir. Nitekim Peygamber
efendimiz (s.a.a), Hendek Savaşında Amr b. Abduved karşısında
er meydanına çıkan Hz. Ali'yi (a.s), "İmanın tamamı küfrün
tamamının karşısına çıktı." sözleriyle iman olarak nitelendirmiştir.1
Bu anlamı destekleyen başka rivayetler de vardır.
6- Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman, yüzlerinizi
ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızın bir kısmını ve üzerindeki
çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin. Eğer
cünüp iseniz, temizlenin. Hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden
birisi çukur yerden (tuvaletten) gelirse yahut da kadınlara dokunursanız
(onlarla cinsel ilişkide bulunursanız), (bu hâlde) su bulamadığınız
takdirde, doğası üzere olan yeryüzüne yönelin. Ondan
yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin (teyemmüm edin).
Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi tertemiz
kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki
şükredersiniz.
7- Allah'ın size olan nimetini ve sizi kendisiyle bağladığı sözünü
hatırlayın. Hani bir zaman, "işittik ve itaat ettik" demiştiniz. Allah'tan
korkun. Çünkü Allah kalplerin içindekini bilir.
Ayetlerin ilki, üç temizliğin hükmünü kapsıyor. Abdest, gusül
ve teyemmüm yani. İkinci ayetse, ilkinin bütünleyicisi ya da içerdiği
hükmün pekiştiricisi konumundadır. Aslında üç temizlik konusuyla
ilgili başka bir ayet daha var: "Ey inananlar! Ne söylediginizi
bilmeniz için sarhoşken namaza yaklaşmayın; yoldan geçici olmanız
dışında, cünüp iken de yıkanıncaya (gusledinceye) kadar,
(mescide) yaklaşmayın. Eger hasta veya yolculukta iseniz yahut
sizden biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız
(onlarla cinsel ilişkide bulunmuşsanız), su bulamadıgınız takdirde
dogası üzere olan yeryüzüne yönelin ve onu yüzlerinize ve
ellerinize sürün (teyemmüm edin). Allah şüphesiz, çok affedici ve
bagışlayıcıdır." (Nisâ, 43)
Tefsirini sunduğumuz ayet ise, Nisâ suresinin konuyla ilgili ayetine
oranla daha açık ve daha anlaşılırdır; hükmün yönlerini daha
fazla kuşatıcıdır. Bu yüzden Nisâ suresinin ilgili ayetinin açıklamasını
şu ana kadar erteledik ki, iki ayet arasında karşılaştırma
yapınca anlaşılması kolay olsun.
"Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman" Ayetin orijinalinde
geçen "kumtum" fiilinin mastarı olan "kıyâm" kelimesi, "ilâ"
harf-i cerriyle geçişli kılındığı zaman, bazı zamanlar sözü edilen
şeyin istendiğinden kinaye olur. Çünkü bu ikisi birbirinden
ayrılmazlar, birbirlerini gerektirirler. Bir şeyi istemekle, ona yönelik
hareket sergilemek birbirinden ayrı düşünülemez. Örneğin bir insanın
oturduğu varsayılsın. Bu normal olarak hareketsizliğinin hâli ve
durgunluğunun gereğidir. Öte taraftan istenilen şeyin de normal
olarak kendisine doğru hareket edilmeyi ve yinelenmeyi gerektiren
bir eylem olduğu varsayılırsa, bu durumda onu gerçekleştirmek
genel olarak ondan taraf bir kıyamı, bir kalkışı gerektirir.
Dolayısıyla insanın hareketsizliği terk edip ameli algılamaya
başlaması, fiili işlemeye kalkması demektir. Bu da istemenin ve
iradenin ayrılmaz bir unsurudur. Şu ayet, bu ayetin bir örneği ko-
numundadır: "Sen de içlerinde bulunup onlara namazı kıldırdıgın
zaman." (Nisâ, 102) Yani, onlara namazı kıldırmak istediğin zaman.
Bunun aksi örnekliğini de bir açıdan şu ayet oluşturmaktadır: "Eger
bir eşinizi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan
birine yüklü miktarda mal (mehir) vermiş olsanız bile ondan
hiçbir şeyi geri almayın." (Nisâ, 20) Yani, bir eşi boşayıp, bir başkasıyla
evlendiğiniz zaman. Burada bir fiili işleme isteği ve talebi,
onu işlemenin yerinde kullanılmıştır.
Kİsacası, tefsirini sunduğumuz ayet, namaz kılmak için bazı
organların yıkanmasının, bazılarının da meshedilmesinin, yani
abdest alınmasının şart olduğunu vurguluyor. Şayet ayetin ifadesi
her açıdan mutlak olsaydı, "Eger cünüp iseniz temizlenin (gusül
edin)." ifadesini bir an için görmezlikten gelseydik, her namaz için
bir abdest almanın şart olduğunu söyleyebilirdik. Ne var ki, yasa
nitelikli hükümler içeren ayetlerin her açıdan mutlak olmaları pek
az rastlanan bir durumdur.
Kaldı ki, "sizi tertemiz kılmak... istiyor" ifadesinin, ileride
değineceğimiz gibi, bu şartın açıklayıcısı olması mümkündür [yani,
amaç manevî temizliktir. Öyleyse alınan abdest bozulmadıkça,
onunla namaz kılınabilir ve her namaz için bir abdest gerekemez].
Ayetin tefsiri bağlamında söyleyebileceklerimiz bundan ibarettir.
Bundan ötesi, ki tefsir bilginleri uzun uzun söz etmişlerdir, fıkıh biliminin
alanına girer; tefsirle ilgisi yoktur.
"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın." Ayette geçen
"igsilû" fiilinin mastarı olan "gasl=yıkamak", bir şeyin üzerine su
dökmek, üstünden su akıtmak demektir. Genellikle temizleme, kir
ve pasağı giderme amacına yönelik olur. Yüz, bir şeyin sana bakan
tarafına denir. Daha çok, insan gibi bir canlının başının ön kısmı,
yani üzerinde göz, burun ve ağız gibi organların bulunduğu taraf için
kullanılır. Bunun sınırı ise, karşılıklı konuşmalarda taraflar için
belirgin bir şekilde görünen miktarda belirlenir.
Ehlibeyt İmamlarından (a.s)gelen rivayetlerde yüzün miktarı şu şekilde
belirlenmiştir: Uzunluğu alnın üzerindeki saçlardan başlayıp
çenenin alt kısmına kadar devam eder. Eni ise, baş parmak, orta
parmak veya şehadet parmağının çevreleyebileceği kadardır. Tefsircilerin
ve fıkıhçıların çizdikleri başka çerçeveler de vardır.
Ayetin orijinalinde geçen "el-eydî" "yed"in çoğuludur ve "el"
demektir. Tutma, bırakma ve yakalama gibi fiiller bu organla gerçekleştirilir.
Omuzla parmak uçları arasında kalan kısma denir.
Organlar bağlamında daha çok insanın onunla ilintilendirdiği amaç
esas alınır. Söz gelimi el organı denilince, tutma ve bırakma
olguları akla gelir. Elin ilintili olduğu amaç, büyük ölçüde dirseklerden
parmak uçlarına kadar olan kısmıyla gerçekleşir. Bu yüzden
bu kısma da ayrıca el denir. Yine aynı gerekçeyle bilekten başlayıp
parmak uçlarına kadar olan kısma da ayrıca el denir. Böylece
el lafzı, organın bütünü ve parçaları arasında ortak veya buna benzer
bir isim işlevini görmüş oluyor.
Bu ortaklık, anlamlardan sadece biri kastedildiğinde, buna ilişkin
somut ve belirleyici bir karinenin zikredilmesini kaçınılmaz
kılar. Bu yüzden yüce Allah, "ellerinizi" ifadesini "dirseklere kadar..."
ifadesiyle kayıtlandırmıştır. Ki maksadın, dirseklerde son
bulan elin yıkanması olduğu anlaşılsın. Sonra bu somut karine,
bununla organın avucu da içeren kısmının kastedildiğini ortaya
koyuyor. Nitekim hadisler de maksadın bu olduğunu göstermektedir.
"Ila" harf-i cerrinin kullanıldığı yerlerde ifade ettiği anlam, hareketin
sürekliliğini ifade eden bir fiilin sona erişidir. Fakat başına
"ila" edatı gelen nesnenin öncesindeki ifadeye ilişkin hükmün
kapsamına girip girmediği hususu edatın anlamının dışındadır. Dolayısıyla
yıkama hükmünün dirsekleri de kapsaması "ila" edatına
değil, hadislerin açıklamasına dayanır.
Bazıları, "Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin."
(Nisâ, 2) ayetini örnek göstererek "ila" edatının "beraber"
(mea) anlamında kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Bunu söylerken
de, Peygamberimizin (s.a.a) abdest alırken dirseklerini de yıkamış
olmasını dayanak olarak göstermişlerdir. Ama bu, Allah'ın sözü-
nün tefsiri açısından oldukça cüretkâr bir değerlendirmedir. Çünkü
bu hususta nakledilen hadisler ya Peygamberin fiilini aktarır, ki fiiller
çok yönlü ve müphem olurlar, herhangi bir lafzın anlamı onlar
aracılığıyla belirlenemez; nerede kaldı ki lafzın anlamlarından biri
sayılsın. Ya da bu husustaki hadisler bir hükmün açıklamasına ilişkin
sözdür, ayetin tefsiri değildir.
Fakat dirseklerin yıkanmasının insanın fiili tam olarak yerine
getirdiğinden emin olmasından dolayı gerekmiş olabildiği gibi,
Peygamberimizin (s.a.a) de bir eklemesi olabilir. Nitekim Peygamber
efendimizin (s.a.a) böyle bir yetkisi vardı ve sahih rivayetlerde
belirtildiği gibi, günlük beş vakit namazla ilgili olarak bu yetkisini
kullanmıştır. [Sahih rivayetlerde yer aldığına göre, namazlar
iki rekât olarak farz kılınmıştır; ancak Peygamber (s.a.a) bazı eklemelerde
bulunmuştur.]
"Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nisâ,
2) ayetine gelince, ekl=yeme fiili "ila" edatıyla geçişli kılındığından,
katma ve benzeri bir anlam içerir. Yoksa "ila" edatı "mea=beraber"
anlamında kullanılmamıştır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki: "dirseklere
kadar" ifadesi, "ellerinizi..." ifadesine ilişkin bir kayıttır. Dolayısıyla
dirseklerle ilintili yıkama mutlak olur, bir sınırla kayıtlı olmaz.
Bu bakımdan yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına
doğru devam etmek mümkündür. Nitekim abdest dışındaki
hâllerde insanlar ellerini doğal olarak bu şekilde yıkarlar. Ya da
parmaklardan başlanıp dirseklere kadar devam edilir. Fakat Ehlibeyt
Imamlarından (hepsine selam olsun) nakledilen hadislerden,
yıkamanın birinci şekilde olması gerektiği anlaşılıyor; ikinci şekilde
olması değil.
Böylece ileri sürülebilecek, cümlenin "dirseklere kadar..."
ifadesiyle kayıtlı olması gösteriyor ki, yıkamaya parmak
uçlarından başlayıp, dirseklere doğru devam edip tamamlamak
gerekir, şeklindeki değerlendirmeler de kendiliğinden çürümüş
oluyor. Şöyle ki bu problem, "ilel merafik=dirseklere kadar..."
sözünün "feğsilû=yıkayın..." sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt
"feğsilû=yıkayın..." sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt olarak
algılanmasından ileri gelmektedir. Oysa, bu ifadenin
"eydîkum=elleriniz..." ifadesine [yani hükmün konusuna] ilişkin bir
kayıt olduğunu belirtmiştik. Bunun böyle olması kaçınılmazdır.
Çünkü "el", belirleyici somut bir karineyi gerektiren ortak bir isimdir.
Hem "eller", hem de "yıkayın"a yönelik bir kayıt olmasının da
bir anlamı yoktur.
Kaldı ki, Mecma-ul Beyan tefsirinde belirtildiği gibi, İslâm ümmeti,
abdest alırken ellerini yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak
uçlarına doğru devam eden kimsenin abdestinin sahih olduğu
noktasında görüş birliği içindedir. Bunun nedeni ise ancak ayetin
lafzı bu ihtimali içeriyor olmasıdır ve yine "dirseklere kadar"
sözünün "yıkamaya" değil, "ellere" ilişkin bir kayıt oluşundan kaynaklanıyor.
"Başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı
meshedin." Meshetme, elin ya da dokunan herhangi bir organın bir
şeye doğrudan dokundurularak üzerinden geçirilmesi demektir.
Araplar bu anlamda, "Mesehtu'ş şey'e" ve "Mesehtu biş-şey'i" derler.
Bu fiil, kendisiyle geçişli kılındığı zaman kapsama anlamını ifade
eder [yani o şeyin hepsini meshettim]. "Ba" harf-i cerriyle geçişli
kılındığında, kapsama ve kuşatma anlamını içermeden nesnenin
bir kısmının meshedildiğine delâlet eder.
Bu bakımdan, "vemsehû biruûsikum=başlarınızı meshedin" ifadesi,
cümle içinde başın bir kısmının meshedilmesini ifade eder.
Kastedilen kısmın başın hangi tarafı olduğu hususu ise, ayetin anlamsal
maksadının dışındadır. Bunun açıklaması sünnetin alanına
girer. Sahih rivayete göre de başın alın tarafının, perçemin
kastedildiği anlaşılıyor.
"ve... ayaklarınızı..." ifadesinin orijinali "ve erculikum" şeklinde
okunmuştur. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak "ruûsikum=başlarınız"
ifadesine matuftur. Bazıları, mecrur oluşun, tıpkı "ve cealna minel
mâi kulle şeyin hayyin=Her canlı şeyi sudan yarattık." (Enbiyâ, 30)
ayetinde olduğu gibi tâbi oluştan kaynaklanan bir durum olduğunu
söylemişlerdir. [Aslına bakılırsa "hayyen" denilmesi gerekirken,
"hayyin" denilmesi, "şey'in" kelimesine tebaiyetten kaynaklanmıştır.]
Bu yanlıştır. Çünkü tâbi kılma söz sanatı açısından itibar edilmeyen,
seviyesiz bir uygulamadır. Allah'ın sözünün böyle bir kullanımla
yorumlanması ihtimal dışıdır. "Her canlı şey" ifadesinin orijinalindeki
"cealna" kelimesi, "kıldık" anlamında değildir, yaratma
anlamına gelir. [Buna göre "hayyin" kelimesi, "şey'in" kelimesinin
sıfatıdır.] Burada tâbi kılmaya ilişkin bir belirti söz konusu değildir.
Kaldı ki, söylendiği gibi "tâbi kılma" ancak tâbi olanla tâbi
olunanın bitişik oldukları durumlarda söz konusu olabilir. Örneğin,
Araplar "Kertenkelenin harap yuvası" anlamında "hucru dabbin
haribin" derler. Burada "haribin" kelimesi, öncekine tâbi oluşu itibariyle
mecrur kılınmıştır [aslında "hucrun" kelimesinin vasfı olduğu
için merfu, yani "ha-ribun" okunması gerekirdi]. Bu kural, üzerinde
durduğumuz ayet hakkında geçerli değildir.
Ayetin orijinali "ve erculekum" şeklinde de okunmuştur. Şayet
zihnini bütün ön yargılardan arındırıp cümleyi öyle okursan, hiç duraklamadan
kesinlikle "erculekum=ayaklarınız" kelimesinin
"ruûsikum =başınız" ifadesinin takdirî harekesine -ki nasbtır [çünkü
gerçekte mes-hedin fiilinin mefulüdür]- matuf olup mansup olduğuna
karar verirsin ve ifadenin akışından yüzün ve ellerin yıkanmasının,
başın ve ayakların da meshedilmesinin gerektiğini
anlarsın. "Erculekum=ayaklarınız" ifadesini, ayetin başındaki
"vucûhekum=yüzünüz" ifadesine atfetmek aklına bile gelmez.
Çünkü, ayetin girişindeki, "yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi
yıkayın" hükmü başka bir hükmün, yani "başlarınızın bir kısmını...
meshedin" hükmünün başlamasıyla bitmiş ve kesilmiştir. Sağlam
fıtrat, belâgatlı bir ifadeyi böyle bir kullanıma yorumlamayı kabul
etmez; yüce Allah'ın kelâmı açısından hiçbir şekilde düşünülmez.
Beliğ bir konuşma yapan bir insan, ["Zeyd'in yüzünü, başını ve
ellerini öptüm ve omuzlarına elimi çektim" ifadesini anlatmak
isterken] nasıl "kabbeltu veche zeydin ve re'sehu ve mesahtu bi
kitfihi ve yedehu" der yani "yedehu" ifadesini mensup okuyarak
"veche" ifadesine atfedebilir [yani şöyle diyebilir: Zeyd'in yüzünü ve
başını öptüm ve omuzlarına elimi çektim ve ellerini öptüm]. Oysa,
bir hüküm sona ermiş, diğer bir hüküm araya girmiştir ve
"yedehu=elini" ifadesinin onun bitişinde olan mecrur ismin mahalline
atfedilip mecrur kılınması câizdir. Özellikle üstelik Arapların
konuşmalarında da bunun örnekleri çoktur. Durum böyleyken beliğ
bir konuşmacının böyle yapması, edebî sanatlara aykırı basit
bir konuşma olur.
Ehlibeyt İmamlarından (a.s) gelen rivayetler bu yöndedir.
Ehlisünnet kanallarından gelen rivayetlerse, ayetin lafzını tefsir
etme özelliğine sahip olmayıp, Peygamberimizin (s.a.a) fiilini ve
bazı sahabelerin fetvasını anlatma esasına dayanmaktadırlar. Bu
arada kendi aralarında da ihtilaf vardır. Bu rivayetlerin bir kısmı
ayakların meshedilmesini zorunlu görürken, bir kısmı da yıkanmasını
zorunlu görmektedir.
Ehlisünnet âlimlerinin çoğunluğu, ayakların yıkanmasına ilişkin
rivayetleri, onların meshedilmesine ilişkin rivayetlere tercih
etmişlerdir. Bu konuda onlarla tartışacak değiliz. Çünkü konu fıkıh
bilimini ilgilendirir, tefsir biliminin ilgi alanının dışındadır.
Bununla beraber, Ehlisünnet âlimleri ayeti fıkhî görüşlerine
uyarlayan bir yaklaşım içindedirler ve bu konuda farklı yorumlar
ileri sürmüşlerdir. Fakat bunların hiçbiri için ayetten kanıt edinmek
mümkün değildir. Ancak ayetin ifadesinin belâgat sanatının doruklarından,
sıradan zevksiz, karışık bir konuşmanın diplerine indirgeme
başka.
Bazıları demişlerdir ki: Nasb kıraatine göre
"erculekum=ayakları-nız..." kelimesi "vucûhekum=yüzleriniz" kelimesine
matuftur. Cerr kıraatinde ise, tâbi oluşa yorumlanır. Ama
biz daha önce, insan öz doğasıyla örtüşen bir beliğ konuşmanın
böyle bir ihtimali içermediğini belirtmiştik.
Bazıları: Cerr kıraatini yorumlarken bunun anlamsal değil, lafzî
bir atıf örneği olduğunu söylemişlerdir. "alleftuha tbnen ve mâen
barî-den=deveyi samanla yemledim ve soğuk suyla" ifadesinde ol-
duğu gibi. ["Mâen bariden=soğuk suyla" ifadesi, anlam açısından
"tbnen=saman" ifadesine matuf değildir. Bundan bir fiil takdir edilir.
Örneğin "sakey-tuha", yani suvardım soğuk suyla gibi. Ayet de
bunun bir örneğidir. Yani "erculikum" şeklinde okunsa bile, bu
meshin gerekliliğine kanıt oluşturmaz, lafzî açıdan "biruûsikum"
yerine matuf olsa bile anlam açısından "erculekum" yerine matuftur
ve yıkamanın zorunluluğunu ifade eder!!!]
Bu görüşle ilgili değerlendirmemiz şudur: Bu yaklaşımın
dayanağı, atfın durumuna ilişkin iraba uygun bir amelde bulunan
bir fiilin takdir edilmesidir. Buna örnek olarak sunulan şiir kanıt
oluşturur. Ayetle ilgili olarak takdir edilen bu fiil ya "yıkayın"
olacak ve o da harfi cerle değil, bizzat geçişli fiildir ya da başka bir
fiil olacaktır. Bu ise ifadenin zahirine aykırıdır ve lafız açısından
buna ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Öte yandan örnek olarak sunulan
şiir ise ya aklî mecaz dediğimiz türe girer ya da "alleftu" fiilinin
"verdim", "doyurdum" vb. anlamları içermesi şeklinde gerçekleşen
kullanımlardır. Kaldı ki, bu tür kullanımları içeren şiirler açısından
normal bir fiilin takdiri şeklinde bir uygulamaya baş vurulmazsa,
anlamı bozuk ve fasit kabul edilir. Şu hâlde, bu tür kullanımlar için
düzeltici, normalleştirici ifadelerin takdir edilmesine ihtiyaç vardır.
Fakat ayetin, lafzî açıdan zorunlu ve bilinen böyle bir takdire
ihtiyacı yoktur. Ayakları yıkamanın zorunluluğu anlayışından hareketle,
"erculi-kum=ayaklar" ifadesinin mecrur oluşuyla ilgili olarak şu iddiayı
ileri sürenler de olmuştur: Evet atıf önceki kelimeyle ilintilidir,
ancak meshetme yıkamanın hafif şeklidir. Yani meshetme de bir
bakıma yıkamadır. Dolayısıyla ayakların meshedilmesi ifadesiyle
onların yıkanmalarının kastedilmiş olmasını önleyecek hiçbir engel
söz konusu değildir. Bunu destekleyen bir unsur da ifadede yer
alan sınırlandırma ve vakitlendirmedir. Bu ise, yıkanan organ, yani
yüz için söz konusudur. Meshedilen organ açısından böyle bir duruma
rastlanmıyor. "Ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı..."
ifadesiyle meshetmeyle ilgili sınırlandırma kalkınca, bunun da yıkama
hükmüne tâbi olduğu anlaşılmış oluyor. Çünkü sınırlandır-
ma açısından yıkama olgusuna daha uygundur. Aslında bu, konuya ilişkin yorumların en seviyesizidir. Çünkü
meshetme yıkamadan ayrıdır ve bu iki eylem arasında birbirini gerektirme
gibi bir zorunluluk yoktur. Kaldı ki, başın değil de ayakların
meshedilmesini yıkama şeklinde yorumlamak, dayanaksız bir
tercihtir. Bu iddiayı ileri sürenlere sormak lazım: Kitap ve sünnette
mutlak olarak meshetme şeklinde geçen bütün ifadeleri yıkama
şeklinde, yıkama olarak geçen ifadeleri de meshetme şeklinde yorumlamanızı
engelleyen nedir? Neden yıkamadan söz eden rivayetler
meshetme ve meshetmeden söz eden rivayetler yıkama
şeklinde algılanmıyor? Böylece bütün kanıtlar, açıklayıcıları olmaksızın
mücmel kanıtlar olurlar.
İddia sahibinin görüşünü desteklemek için ortaya attığı şey,
[bir lafzı diğer bir lafızla] kıyas yoluyla lafzı, bir anlama delâlet etmeye
zorlamadır. Bu ise kıyasların en fasididir.
Bazıları da şöyle demişlerdir: "Yüce Allah, abdest bağlamında
ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir. Teyemmümde
yüzün tamamının toprakla meshedilmesini emrettiği gibi...
Abdest alan kişi bu iki organı ile ilgili emredilenleri yapınca
mesheden-yıkayan adını hakkeder. Çünkü bu iki organın yıkanması,
üzerlerinden suyun geçirilmesi veya onların suya değdirilmesi
demektir. Meshedilmeleri ise, elin veya el işlevini görebilecek
başka bir organın üzerlerinden geçirilmesi demektir. Bir kimse söz
konusu organlar açısından bu fiili gerçekleştirince, o kimse yıkayan-
meshedendir. Dolayısıyla, 'ercule-kum' şeklinde okunduğu
zaman, bu iki organın yıkanmasının zorunluluğu esas alınmış olur.
'Erculikum' şeklinde okunduğu zaman da, kişinin su ile organlarını
yıkamak suretiyle meshettiği anlamı esas alınmış olur." (Bu görüş
özet olarak bundan ibaretti.)1
Anlamıyorum: Ayette başın meshedilmesi ile yıkanmadan
meshedilmelerinin, buna karşın ayakların meshedilmesiyle, onla-
rın yıkanarak meshedilmelerinin kastedildiği sonucuna nasıl varılıyor?
Bu da önceki iddia gibidir, hatta bozukluğu ondan daha fazladır!
Dolayısıyla buna karşı söyleyeceklerimiz öncekinin aynısıdır.
Bu görüşle ilgili olarak söylenebilecek önceki tutarsızlıklara,
"Yüce Allah abdest bağlamında iki ayakların tamamının su ile
meshedilmesini emretmiştir." diye tutarsız sözünü de eklemek gerekir.
Bu söz onun aleyhine olmak üzere problemi daha da derinleştiriyor.
Çünkü burada abdesti teyemmümle kıyaslamıştır. Eğer
bununla bir hükmün başka bir hükme, yani kendince sabit olan rivayetlere
kıyaslamayı amaçlıyorsa, ayetin bu hususa delâlet ettiğine
kanıt oluşturacak hangi rivayet vardır acaba? Rivayetler nasıl
bu hususa delâlet ediyorlar? Bilindiği gibi, rivayetlerin hedefi ayetin
lafzını açıklamak değildir. Eğer abdestle ilgili, "Başınızı ve üzerindeki
çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin." ifadesinin, teyemmümle
ilgili, "Onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin." ifadesiyle
kıyaslamayı amaçlıyorsa, bu hem kıyaslanan, hem de kıyaslanılan
şey açısından olumsuzdur. Yüce Allah, her iki konuyu da,
"ba" harf-i cerriyle geçişli kılan meshetme fiiliyle ifade etmiştir.
Daha önce "ba" harfiyle geçişli yapılan meshin, dil açısından meshedilen
şeyin kapsanmasını ifade etmediğini belirtmiştik. Buna
ancak kendiliğinden geçişli meshin delâlet ettiğini vurgulamıştık.
Bu ve benzeri yorumlar, rivayetlerin korunması için ayeti zahirinin
aksine yorumlama temelinden hareketle, kaçınılmaz olan kitaba
muhalefet durumundan sıyırmak için baş vurulan zorlamalardan
başka bir anlam ifade etmezler. Eğer ayetin zahirinin aksine
yorumlamak suretiyle bir rivayetin anlamını ayete dayatmamız
caiz olsaydı, Kur'ân'a muhalefetten hiçbir örnekten söz edilemezdi.
Abdest bağlamında ayakların yıkanmasının zorunlu olduğuna
inananların Enes ve Şa'bi gibi bazı selef kuşağı âlimleri gibi görüşler
ileri sürmeleri daha uygun olurdu. Onlardan nakledilen görüş
şudur: "Cebrail, ayakların meshedilmesine ilişkin hüküm indirdi.
Ancak sünnet yıkanmasını öngördü." Bunun anlamı kitabın
(Kur'ân'ın) sünnet tarafından neshedilmesidir. Bu durumda mesele,
tefsir biliminin sınırlarını aşıp, metodoloji biliminin kapsamına
taşınmış olur: Sünnetin Kitabı neshetmesi caiz midir, değil midir?
Bu konuda araştırma yapmak usulcünün görevidir, müfessirin değil.
Müfessirin, "Falan rivayet kitaba muhaliftir" sözü müfessir olması
açısından, ancak şunu açıklamak içindir ki bu haber, maksadın
ortaya çıkarılmasında esas alınan kitabın zahirinin delâlet
ettiği anlamla örtüşmüyor. Yoksa fıkıh bilgininin görevi olan şer'î
bir hükme fetva vermek değildir.
"üzerindeki çıkıntıya kadar" ifadesinin orijinalinde geçen
"kaab", ayağın arkasında bir çıkıntı biçiminde beliren kemiğe verilen
addır. Bazılarına göre topuk, ayakla bacağı birbirinden ayıran
eklem bölgesinde belirgin olarak fark edilen kemiğin adıdır ki her
bir ayağın eklem bölgesinde iki çıkıntı olur.
"Eğer cünüp iseniz, temizlenin." Ayetin orijinalinde geçen
"cünüb" kelimesi aslında mastardır, ancak daha çok ism-i fail anlamın-
da kullanılır. Bu yüzden [mastar oluşundan dolayı] müzekker,
müennes, müfret vs. açısından fark etmez. Araplar, "reculun
cunub=cünüp erkek, imreetun cunub=cünüp kadın, reculani ev
imreetani cunub=cü-nüp iki erkek veya kadın, ricalun ev nİsaun
cunub=cünüp erkekler ve kadınlar" der ve hepsinde hep "cünüp"
sözcüğünü kullanırlar. Mastar anlamını ifade etmek içinse, özel
olarak "cenabet" kelimesi kullanılır.
"Ve in kuntum cunuben fettehherû=Eğer cünüp iseniz, temizlenin."
cümlesi, "feğsilû vucûhekum=yüzünüzü yıkayın" ifadesine
matuftur. Çünkü ayet, namaz kılmak için temizlenmenin şart olduğunu
açıklama amacına yöneliktir. Bu açıdan ayetin açılımı şöyledir:
"Ve te-tahharû in kuntum cunuben=temizlenin eğer cünüpseniz."
Böylece, ab-dest açısından karşıt şartın takdirine dönük olur.
Yani: Şayet cünüp de-ğilseniz, yüzünüzü ve ellerinizi yıkayın.
Başınızı ve ayaklarınızı meshedin. Eğer cünüpseniz, tam olarak
temizlenin. Buradan şu sonucu çıkarıyoruz: Abdest alma, ancak
cünüp olmama durumunda yasalaştırılmıştır. Cünüpken sadece
gusül abdesti alınmalıdır. Nitekim rivayetler de buna delâlet
etmektedir.
Bu hüküm aynen Nisâ suresinin ilgili ayetinde de açıklanmıştır:
"Yoldan geçici olmanız dışında, cünüp iken de yıkanıncaya kadar..."
(Nisâ, 43) Ancak tefsirini sunduğumuz ayet, Nisâ suresinin ilgili
ayetinden farklı olarak "yıkanmayı" temizlenme olarak nitelendiriyor.
Bununla, yıkama ile sağlanan temizlikten farklı bir temizlik
kastediliyor. Çünkü bu, yani temizlik sonuçtur. Bu ise, fiilin
yani yıkamanın kendisidir; "tatahhur=temizlenme" olarak isimlendirilmiştir.
Bedenin kirlerinin su ile yıkanmasının "nezafet" olarak
isimlendirildiği gibi.
Buradan hareketle, bazı rivayetlerde işaret edilen bir hususu
algılıyoruz: "Üzerinden su akan şey temizdir."
"Hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukur yerden
gelirse yahut da kadınlara dokunursanız, su bulamadığınız takdirde...
yönelin." Bu ifadeyle, organlarını yıkamak veya yıkanmak için su
bulamayan kimseyle ilgili hükmün açıklamasına geçiliyor.
Ayetin akışı içinde sayılan ve alternatif durumlar olarak işaret
edilen hususlar, gerçek anlamda birbirlerinin alternatifi değildirler.
Söz gelimi hastalık ve yolculuk bizzat gusül ve abdest yoluyla temizlenmeyi
gerektiren bir kirliliğe, pislenmeye yol açmazlar. Tam
tersine, bu gibi durumlarda kişi açısından küçük veya büyük hades
hasıl olmuşsa, abdest ya da gusül yoluyla temizlenmeyi gerektirirler.
Şu hâlde ayette sayılan şıkların son ikisi [tuvaletten gelmek ve
kadınlarla cinsel ilişkide bulunmak], ilk ikisinin alternatifi değildir.
Aksine ilk iki şıkkın her biri, son ikisine de bölünebilir gibidirler. Bu
nedenle bazıları, "yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesinin
orijinalin başındaki "ev" edatını "vav" şeklinde algılamışlardır,
ki biz buna ileride değineceğiz. Kaldı ki, mazeret sırf hastalık
ve yolculukla sınırlı olmaz; başka durumlarda da söz konusu olabilir.
Fakat yüce Allah, genellikle su bulmama durumuyla sıkça karşılaşılabilen
hastalık ve yolculuktan söz etmiştir. Sonra tuvaletten
gelmekten ve kadınlara dokunmaktan bahsetmiştir. Bu ikisi açısından
suyun bulunmayışı tesadüfîdir. Ilkinin aksi olabilecek diğer
bir açıdan bakacak olursak, hastalık ve yolculuğa maruz kalmak,
insanın doğal bünyesi açısından, tesadüfidir. Tuvaletten gelme ve
kadınlara dokunma ise öyle değildirler. Bu ikisi de doğal ihtiyaçlardır.
Biri abdest almakla giderilebilen küçük hadesi, diğeri de
gusül almakla giderilebilen büyük hadesi gerektirir.
Dolayısıyla ayette işaret edilen bu dört durumun bir kısmı tesadüfen,
bir kısmı da doğası gereği insanın karşısına çıkarlar. Bunlarla
ilgili olarak bazen genellikle su bulunmayabilir. Hastalık ve
yolculukta örneğin. Bazen de tesadüfen su olmaz. Helâya gitme ya
da cinsel birleşme durumlarında örneğin. Eğer böyle durumlarda
su da bulunmuyorsa, teyemmüm hükmü devreye girer.
Buna göre su bulamamak, suyu kullanma imkânından yoksun
olmaktan kinayedir. Bu şekilde kinayeli bir ifadeye baş vurulmuştur.
Çünkü kullanma imkânından yoksun bulunma, genellikle suyun
bulunmamasına dayanır. Buna göre bulamamak, hastalık da
dâhil olmak üzere sözü edilen bu dört hususun tümü için bir kayıt
konumundadır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan sırayla şu hususlar
belirginleşiyor:
Birincisi: "Hasta... iseniz" ifadesinde işaret edilen hastalıktan
maksat, insanın su kullanmakta zorlandığı ve suyun zarar verdiği
hastalıktır. Bunu, "su bulamadıgınız takdirde" kaydından
anlıyoruz. Ayetin akışından da bunu algılamak mümkündür.
İkincisi: "veya yolculukta iseniz" ifadesi, başlı başına bir olgudur
ve insan tesadüfen böyle bir durumla karşılaşır. Genellikle de
su bulunmaz böyle durumlarda. "yahut sizden birisi... gelirse" ifadesiyle
de kayıtlı değildir; "feğsilû=yıkayın..." ifadesine matuftur.
Bu durumda ifadeyle ilgili olarak şöyle bir açılım elde ediyoruz:
"Yolcu iseniz, namaza kalkmak istediğinizde, su bulamadıysanız
teyemmüm edin." Şu hâlde bu varsayımın mutlaklığı ve iki
hadesten birini gerektirmek gibi bir kayda bağlı olmayışı, atfedil-
diği ifadeyi yani, "Namaza durmak istediginiz zaman... yıkayın..."
ayetini çağrıştırmaktadır. Başta kayda gerek görülmediği gibi, atıf
esnasında da kayda gerek görülmemiştir.
Üçüncüsü: "Yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesi
de bağımsız ayrı bir durum içermektedir. Ama bazılarının iddia ettiği
gibi başındaki "ev" edatı "Onu yüz bin insana ya da daha fazla
olanlara elçi gönderdik." (Sâffât, 147) ayetinde olduğu gibi "vav" anlamında
değildir. Çünkü buna gerek olmadığını açıklamıştık.
Kaldı ki, örnek olarak gösterilen ayette geçen "ev" edatı, ancak
gerçek anlamında kullanılmıştır. Ifadedeki ihtimallilik, doğal
olarak karşılaşılan bir durumdur. Konuşmacının bilmeyişinden
kaynaklanan bir tereddüt söz konusu değildir. Nitekim bu yorum,
Kur'ân-ı Kerim'de geçen dilek ve temenni gibi hususlarla ilgili olarak
da söz konusudur. "Umulur ki, korunasınız..." (Bakara, 21)
"Keşke bunu bilselerdi." (Bakara, 102) ayetlerinde olduğu gibi.
Dolayısıyla bu cümlenin durumu, atıf açısından önceki cümleye
benzer. Bu bakımdan cümlenin açılımı şöyledir: Namaza kalkmak
istediğinizde, sizden biriniz tuvaletten gelir ve su da bulamamışsanız,
teyemmüm edin.
Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak pek de uzak bir ihtimal değildir:
Kişi temiz olur ve küçük abdestsizliği gerektirici bir durum
söz konusu değilse, teyemmüm veya abdesti yenilemesi bir zorunluluk
değildir. Mefhum-i şartın bu anlamı ifade ettiğini kabullenirsek
tabi.1 Temiz olan kimsenin temizlenmesinin bir zorunluluk olmadığına
ilişkin rivayetler de bu çıkarsamayı destekler niteliktedir.
"Yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesinin orijinali,
göz kamaştırıcı bir edep örneğini oluşturmaktadır. Ayet üzerinde
-------
1- [Fıkıh usûlü bilgisine göre, hükmü şart edatlarından biri ile belirli bir şarta
bağlanmış nassın, bu şartın bulunmadığı durumlarda o hükmün geçerli olmadığına delâlet etmesine "mefhum-uş şart" denir. Mesela, "Sana karşı saygılı
davranılırsa, sen de saygılı davran." cümlesinde saygılı davranma hükmü, şart
kalkınca kalkar ve geçerli sayılmaz.]
düşünen herkes bunu belirgin bir şekilde fark eder. Çünkü maksat,
"ğait"ten gelme şeklinde kinayeli olarak ifade edilmiştir. Ğait ise,
basık ve çukur yer demektir. Araplar, ihtiyaçlarını gidermek için
çukur yerlere giderlerdi. Böylece bir edep tavrı olarak ihtiyaçlarını
giderirken başka insanların bu hâlde kendilerini de görmelerini
engellemiş olurlardı. Günümüzde "ğait" kelimesinin bilinen anlamında
kullanılması ayağa düşmüş, yaygınlık kazanmış kinayeli ifadelerin
bir örneğini oluşturmaktadır. Aynı durum "azere" kelimesi
için de geçerlidir. Bu kelimenin asıl anlamı, kapı eşiğidir.
Cevherî'nin "es-Sihah" adlı eserinde belirttiğine göre, Araplar evin
içinde biriken şeyleri buradan boşalttıkları için bu ismi vermişlerdir.
Dikkat edilirse ayette "çukur yerden geldiyseniz" denilmiyor.
Çün-kü burada asıl olan nispet edilen şeyin belirginleştirilmesidir.
Yine "Sizin biriniz tuvaletten gelirse" şeklinde bir ifade de kullanılmamıştır.
Çünkü böyle bir izafede az da olsa belirginleştirme
söz konusudur. Aksine iyice müphemleştiren bir ifade söz konusudur.
"yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" denilerek ifadenin
edep yönü gözetilmiştir.
Dördüncüsü: "yahut da kadınlara dokunursanız" ifadesi, önceki
ifade gibi varsayılan şıklardan bağımsız birini içermektedir.
Atıf ve anlam açısından önceki ifadenin içeriğinin hükmüne tâbidir.
Bu, cinsel birleşmeden kinayedir. Edebi gözetmek ve insan
doğasının sarih bir dille ifade etmekten çekindiği olguları açık,
müstehcen bir şekilde ifade etmekten kaçınma amaçlı kullanılmıştır.
Eğer desen ki: Şayet söylediğiniz gibiyse, önceki ifadede olduğu
gibi, "Eger cünüp iseniz..." şeklinde bir ifade kullanılsaydı, daha
fazla titizlik gösterilmiş ve edep yönü gözetilmiş olurdu.
Buna vereceğimiz cevap şudur: Evet ama, ifadede gözetilen
bir nokta yok olurdu o zaman. O da ifadenin, söz konusu eylemin
insan doğasının bir gereği olduğuna delâlet ediyor olmasıdır. Ki biz
daha önce bu nokta üzerinde durduk. "Cenabet" kelimesi, bu ince-
Mâide Sûresi 6-7 ............................................................. 389 liği ifade etmekten yoksundur.
Böylece bazılarına nispet edilen, "Burada kastedilen, doğrudan
doğruya kadınlara gerçekten dokunmadır. Yani cinsel birleşmeden
kinaye değil de açık bir anlatım söz konusudur." şeklindeki yorumun
yanlışlığı da ortaya çıkıyor. Bu yorumun yanlışlığı öncelikle
şundan anlaşılıyor ki, ayetin akışıyla bağdaşmıyor. Ancak kinayeli
bir anlatım olarak ele alındığında ayetle bağdaşması mümkün olabiliyor.
Çünkü yüce Allah söze, normal hâllerde yani, suyun bulunduğu
durumlarda küçük hadesin abdestle, büyük hadesin yani,
cenabetin de gusülle giderilmesine ilişkin hükümle başlıyor.
Sonra sözün akışı, normal olmayan duruma doğru yöneliyor.
Suyun bulunmadığı durum yani. Bununla ilgili olarak da abdeste
alternatif olan başka bir duruma, yani teyemmüme işaret ediliyor.
Dolayısıyla gusle alternatif olan bir başka duruma da işaret edilmesi
doğaldı, uygundu. Çünkü gusül abdestle bağlantılı bir eylemdir.
Nitekim bu eylemle örtüşebilecek bir duruma da işaret edilmiştir.
O da "yahut da kadınlara dokunursanız" ifadesidir; ama
kinayeli olarak. Şu hâlde bununla kastedilen, kaçınılmaz olarak
cinsel birleşmedir. Yoksa iki ayrılmaz durumlardan biri olan
abdesti özel olarak ele alıp hükmünü açıklayıp diğerini yani guslü
görmezlikten gelmenin anlamı yoktur.
Beşincisi: Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan, ayetin anlamı
ile ilgili olarak üzerinde durulan aşağıdaki problemlerin yersizliği,
dayanıksızlığı ortaya çıkıyor:
1- Ayette "hastalıktan" ve "yolculuktan" söz edilmesi söz gelişi
ve gereksizdir. Çünkü bu ikisinin teyemmümü gerektirmeleri ancak
son iki şıktan yani, tuvalete gitme ve cinsel ilişkide bulunma
hâllerinden birinin meydana gelmiş olmasına bağlıdır. Kaldı ki tuvalete
gitme ve cinsel ilişkide bulunma, hastalık veya yolculuk durumu
söz konusu olmasa da teyemmümü gerektirirler. Dolayısıyla
son iki şıkkın zikredilmesi, ilk ikisinin zikredilmesine ihtiyaç
bırakmıyor.
Buna verilecek cevap şudur: Daha önce de işaret ettiğimiz gibi,
ayette son iki şık, ilk iki şıktan biriyle ilintilendirilmek amacıyla
zikredilmiş değildirler. Aksine dört şıktan her biri kendi başına ve
kendine özgü bir amaçla ilintili olarak zikredilmiştir. Ayetin akışı
içinde bunların herhangi birini hazfedecek olursak, söz konusu
amaç da gerçekleşmemiş olur.
2- Bir diğer iddia da şudur: Ikinci şık, yani; "veya yolculukta iseniz"
ifadesi fazlalıktan zikredilmiştir. Önceki problemle ilgili kanıt,
bunun için de geçerlidir. Bir farkla, şöyle ki: Hastalık bir mazeretle
olması hasebiyle alternatif çözümü gerektirir. Mazeret, var
olan suyu kullanamamaktır, suyun bulunmaması değil. Dolayısıyla
ayetin akışı içinde bu durumun değerlendirilmesi gerekirdi. Son iki
şıkkın su bulamama durumuyla birlikte zikredilmiş olması, buna ilişkin
açıklamaya olan ihtiyacı ortadan kaldırmıyor. Sonuç olarak
sadece yolculuktan söz edilmiş olması, bir fazlalıktır; bir tekrardır.
Bizim cevabımız şudur: Daha önce de belirttiğimiz gibi, ayette
geçen su bulamama, suyu kullanamamaktan kinayedir ve bu durum,
suyu bulmaktan veya bulamamaktan daha geneldir.
3- Bir iddiaya göre, "su bulamadıgınız takdirde" ifadesi, sayılan
şıkların tümüne gerek bırakmayacak açıklığa sahiptir. Eğer
"Hasta veya... iseniz..." ifadesi yerine, sadece "su bulamadığınız"
ifadesi kullanılsaydı, daha kİsa ve daha vurgulayıcı olurdu.
Bunu şu şekilde cevaplandırırız: Bu durumda, daha önce işaret
ettiğimiz tüm noktalar göz ardı edilmiş olurdu.
4- Bazılarına göre, "Eğer suya güç yetiremiyorsanız." denilseydi
veya aynı anlama gelebilecek başka bir ifade kullanılsaydı daha iyi
olurdu. Çünkü böyle bir ifade, başka insanların mazeretini kapsadığı
gibi hastaların da mazeretini kapsayıcı olurdu.
Buna karşılık biz diyoruz ki: Bu söylediğiniz husus kinaye yoluyla
ifade edilmiştir. Kinayeli ifadelerse daha etkili ve daha vurgulayıcı
olur.
"Doğası üzere olan yeryüzüne yönelin, ondan yüzlerinizin ve ellerinizin
bir kısmına meshedin." Ayetin orijinalinde geçen "teyemmemû"
fiilinin mastarı olan "teyemmüm" kelimesi, yönelmek demektir.
Ayetin asıl metninde geçen "saîd" ise, yerin yüzeyi anlamına gelir.
Bu yerin "tayyib" olarak nitelendirilmesi -bir şeyin tayyib olması da,
doğasının gerektirdiği hâl üzere olması demektir- normal toprak
ve taş gibi aslî durumu üzere olmasının şart olduğuna işaret etme
amacına yöneliktir. Pişirme, olgunlaştırma veya başka bir dönüştürme
yöntemiyle topraktan elde edilen kireç, pudra, kiremit ve
madenlere dönüşen topraklar bu kapsamın dışındadır. Yüce Allah,
bir ayette şöyle buyurmuştur: "Güzel (tayyib) olan ülkenin bitkisi,
Rabbi-nin izniyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka
bir şey çıkmaz." (A'râf, 58) Teyemmümde kullanılan toprağın özellikleri
olarak sünnetin öngördüğü hususların kaynağı işte budur.
Bazı müfessirler, "Ayette geçen 'tayyib' kelimesinden maksat
temizliktir. Dolayısıyla burada toprağın temiz olması şart koşulmuştur."
demişlerdir.
"Ondan yüzlerinizin ve ellerinizin bir kısmına meshedin." Burada
görüyoruz ki, teyemmüm açısından meshedilmesi öngörülen
organlarla, abdest açısından yıkanması istenen organlar aynıdır.
Tam bir örtüşme var. Çünkü teyemmüm; gerçekte baş ve ayak
meshi düşürülmüş, yüz ve dirseklere kadar ellerin yıkanması da
meshetmeye dönüştürülmüş, hafifletici bir uygulama olarak su da
toprakla değiştirilmiş abdestten başka bir şey değildir.
Bundan şunu anlıyoruz: Teyemmümde meshedilen iki organ
abdestte yıkanan organlardır. Yüce Allah "ba" harf-i cerriyle geçişli
kılınan meshetme fiilini [femsehu bi vucûhikum...] kullandığı için
bu, teyemmüm ederken abdestte yıkanan iki organın bir kısmının
meshedilmesi gerektiğini gösterir. Yüzün bir kısmı ve dirseklere
kadar olan elin bir kısmı yani... Bu da Ehlibeyt Imamlarından aktarılan
rivayetlerde, yüzden mesh edilmesi gereken kısmın iki şakak
arası, ellerin de bilekten aşağı kısmı olduğuna ilişkin açıklamalarla
örtüşmektedir.
Böylece bazı müfessirlerin, kastedilen elin, koltuk altlarından
başlayan kısım olduğuna ilişkin izahlarının yanlış olduğunu
anlıyoruz. Yine diğer bazılarına göre de, teyemmümde mesh edilmesi
gereken kısım, tıpkı abdestte olduğu gibi dirseklerden aşağısıdır,
görüşünün yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Bu ise, "ba" harf-i
cerriyle geçişli kılınan "meshetme" fiilinin ifade ettiği anlamla
örtüşmüyor. Çünkü "ba" ile geçişli kılınan fiil, meshedenin meshedilenin
bir kısmını meshetmesini ifade eder.
Ayetin orijinalinde geçen "minhu=ondan" kelimesinin başındaki
"min" edatı, başlangıç ifade eder gibidir. Bununla, yüzün ve ellerin
meshedilmesine topraktan başlanması kastedilmiştir. Hadisler
bunu, iki elin toprağa vurulup yüz ve ellerin bir kısmına sürülmesi
şeklinde açıklamıştır.
Bazı müfessirler demişlerdir ki: "Buradaki 'min' edatı,
kastedilen şeyin bir kısmını içermeği ifade eder. Buna göre, toprağa
vurulmasından sonra ellerde toz ve benzeri bir şey kalmalıdır,
ki onunla yüz ve eller meshedilsin. Buradan şu sonuç çıkıyor: Teyemmüm
için el vurulan toprak tozlu olmalıdır ve bu tozla yüz ve
eller meshedilmelidir. Dolayısıyla yassı ve üzeri toz tutmayan taşlarla
teyemmüm etmek doğru değildir."1
Allah doğrusunu daha iyi bilir; ancak ayetten daha önce vurguladığımız
anlam anlaşılmaktadır. Şunu da söyleyelim ki, kendi görüşünün
sonucu olarak vardığı hüküm, adı geçen müfessirin ihtimal
verdiği görüşle sınırlı değildir.
"Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi tertemiz
kılmak... istiyor." Ayetteki "ma yurîdu=istemi-yor" fiilinin
mef'ulunun başına "min" edatının gelmiş olması, olumsuzluğu pekiştirmek
içindir. Dolayısıyla dinî hükümler kapsamında olup da
onunla güçlük çıkarılmak istenen herhangi bir hüküm yoktur. Bu
yüzden cümle içinde olumsuzlama olgusu, güçlüğün kendisiyle
değil de güçlük çıkarma isteğiyle ilintilendirilmiştir.
Iki türlü güçlük vardır. Bunlardan biri, hükmün gerekçesi ve,
onunla hedeflenen maslahatla ilgilidir. Böyle bir durumda ortaya
çıkan hüküm, gerekçesine tâbi olması hasebiyle bizzat güçlük çıkarıcı
olur. Zühd karakterinin yerleşmesi amacıyla birine besin
maddelerinden zevk almasının yasaklanmasını buna örnek gösterebiliriz.
Böyle bir hüküm, ta baştan güçlük demektir. Bir diğer güçlük
de rastlantİsal dış nedenler aracılığıyla herhangi hükümle ilintili
olur. Böyle bir durumda hükmün bazı fertleri güçlük oluşturur. O
zaman güçlük çıkan unsurlar açısından hüküm geçersiz olur, güçlük
çıkmayan unsurlar açısından ise, geçerliliği devam eder. Kendisine
zarar veren bir hastalığından dolayı, namazı ayakta kılmakta
güçlük çeken bir insanı buna örnek gösterebiliriz. Bu durumda
bu kimse için namazda kıyam hükmü düşer; buna güç yetirebilen
başkaları için değil elbette.
Yüce Allah'ın, "Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak
istemiyor." ifadesinden sonra, "fakat sizi tertemiz kılmak...
istiyor." ifadesine yer vermesi gösteriyor ki ayetin maksadı, gerçek
ile ilintili güçlüğü olumsuzlamaktır. Yani Allah'ın sizin için koyduğu
hükümler, güçlük çıkarmak amacıyla yasalaştırılan güçlük nitelikli
hükümler değildir. Şöyle ki ayetten anlaşılan anlam şudur: Bu hükümleri
koymada güttüğümüz amaç, sizi temizlemek ve nimeti
tamamlamaktır. Bunlarsa gerçek ile ilintili olgulardır. Yoksa maksadımız
sizi zorluğa koşmak, sizi sıkıntıya sokmak değildir. Bu nedenledir
ki, suyun bulunamaması durumunda abdest ve guslün size
ağır geleceğini gördüğümüz anda ab-dest ve gusül almanın zorunluluğu
yerine, sizin yapabilirliğinizin kapsamında olan teyemmüm
alma zorunluluğunu getirdik. Böylece belki şükredersiniz diye
sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak için temizliğe
ilişkin hüküm tümden kaldırılmadı.
"Fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak
istiyor. Umulur ki şükredesiniz." Daha önce açıklanan güçlük çıkarma
isteğinin olumsuzlanmasının anlamının gereği, "sizi tertemiz
kılmak... istiyor." ifadesinden maksat şu olmalıdır ki abdestin,
guslün ve teyemmümün hükme bağlanması, sizin temizlenmeniz
içindir. Çünkü bunlar temizleyici etkenlerdir. Hangisi olursa olsun,
bu temizlik kirden pislikten arınma demek değildir. Bilâkis, bu üç
eylemden biriyle gerçekleşebilen manevî temizlik kastedilmiştir.
Gerçekte namaz için şart olan da bu manevî arınmadır.
Buradan hareketle şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Namaz
kılan kişi, temizliğine halel getirecek bir davranışta bulunmamışsa,
her namaz için ayrı olarak temizlenme ameliyesini gerçekleştirmekle
[her namaz için ayrı bir abdest almakla] yükümlü
değildir. Bu, ayetin giriş kısmındaki ifadenin mutlaklığıyla
çelişmez. Çünkü yasa koyma, vacip olan bir uygulamadan çok daha
geneldir [farzın yasalaştırılması gerektiği gibi müstehap bir
amelin de yasalaştırılması gerekir].
"ve size olan nimetini tamamlamak istiyor." ifadesine gelince;
daha önce "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi
tamamladım." (Mâide, 3) ayetini incelerken nimetin ve tamamlanmasının
ne anlama geldiğini açıkladık. Yine tefsirimizin dördüncü
cildinde, "Şükredenleri ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i Imrân, 144)
ayetini incelerken, "şükür" kavramının anlamını izah etmiştik.
Şu hâlde tefsirini sunduğumuz bu ayette geçen nimet kavramı,
din anlamında kullanılmıştır, ama bilgi ve hüküm nitelikli cüzleri
olarak değil. Bilâkis bütün işlerde insanın kendini Allah'a teslim
edişi anlamında kullanılmıştır. Bu da Allah'ın koyduğu hükümler
aracılığıyla kulları üzerinde hükümran ve velayeti olması demektir.
Bunun tamam-lanması, bütün dinî hükümlerin yasalaştırılması ile
mümkündür. Üç temizlik eylemi (abdest, gusül ve teyemmüm) de
bunlar arasına girer.
Dolayısıyla anlıyoruz ki: Amaç bildiren "Sizi tertemiz kılmak...
istiyor." ve "size olan nimetini tamamlamak istiyor." ifadelerinin
arasında fark vardır. Şöyle ki temizlik, üç temizlik eyleminin yasalaştırılmasının
amacıdır. Ama nimetin tamamlanışı değil. O, bütün
hükümlerin yasalaştırılmasının amacıdır. Üç temizlik eylemi sadece
bu genel hedef içinde belli bir paya sahiptirler. Bu bakımdan
amaçlardan biri özel, biri de geneldir.
Buna göre, ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: "Fakat biz,
üç temizlik eylemini yasalaştırmakla, onlar aracılığıyla özel olarak
sizi temiz kılmak istiyoruz. Çünkü bunlar dinin bir parçasıdır. Dinin
bu tür parçalarının toplamının yasalaştırılmasıyla Allah'ın sizin üzerinizdeki
nimeti tamamlanır. Belki nimetinden dolayı Allah'a
şükredersiniz. O da sizi gözde kulları arasına katar." Okuyucunun
bu hususa dikkatini çekmek isterim.
"Allah'ın size olan nimetini ve sizi kendisiyle bağladığı sözünü hatırlayın.
Hani bir zaman, "Işittik ve itaat ettik" demiştiniz." Burada, İslâm
üzere onlardan alınan söze işaret ediliyor. Yüce Allah'ın, "Hani bir
zaman 'Işittik ve itaat ettik' demiştiniz." hatırlatması da bunu
gösteriyor. Çünkü siz mutlak olarak işitme ve mutlak olarak itaat
etmeyi söz vermiştiniz. Bu da Allah'a teslim olmak de-mektir. Buna
göre, "Allah'ın size olan nimetini... hatırlayın." ifadesinde geçen
"nimet"ten maksat, yüce Allah'ın Islâm'ın sayesinde onlara
bahşettiği bütün güzel nimetlerdir. Bu da onların cahiliyedeki durumlarıyla
Islâm'dan sonraki durumları arasındaki fark ve üstünlüktür.
Islâm'dan sonra kavuştukları güvenliğe, esenliğe, zenginliğe,
kalp temiz-liğine ve amellerin nezafetine dikkat çekiliyor. Nitekim
yüce Allah, başka bir ayette de buna işaret etmiştir: "Allah'ın
sizin üzerinizdeki olan nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz,
O kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle
kardeşler oldunuz. Yine siz tam ateş çukurunun kıyısındayken
oradan sizi kurtardı." (Âl-i Imrân, 103)
Ya da nimetten maksat, tüm gerçeğiyle Islâm'dır. Çünkü Islâm,
bütün nimetlerin beslendiği ana nimettir. Biz daha önce, meselenin
bu boyutuna dikkat çekmiştik. Şurası açıktır ki, nimetten
maksadın Islâm realitesi veya velayet olgusu olması, bunun nesnel
karşılığının belirlenmesine dönük bir ifadedir, lafızdan anlaşılan
şeyin somutlaştırılması değil. Çünkü lafızdan anlaşılan şeyi
somut olarak belirlemek sözlük alanına girer. Bizim bu hususta
söyleyecek sözümüz yoktur.
Ardından yüce Allah, muhataplara kendini hatırlatıyor; kalple-
rin gözeneklerinde gizli bulunan duyguları bildiğini anımsatıyor.
Ardından kendisinden korkup sakınmalarını emrediyor: "Allah'tan
korkun. Çünkü Allah kalplerin içindekini bilir."
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Imam Cafer
Sadık'a (a.s) dayandırdığı bir hadiste, "Namaza durmak istediginiz
zaman" ifadesiyle ilgili olarak Imamın şöyle buyurduğunu
nakleder: "Yani, uykudan uyandığınız zaman." Ravi -bn-i Bukeyr-
der ki: "Uyku, abdesti bozar mı?" diye sordum. "Evet", dedi. "Uyku
insanın işitme duyusunu, bir şey duymayacak şekilde etkileyince
abdest bozulur." [c.1, s.7, h:9]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de aktarılmıştır.
Suyuti ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Zeyd b. Eslem'den ve
Nuhhas'tan rivayet etmiştir. Fakat bu rivayetle, bizim daha önce,
kalkmaktan maksat istemektir, şeklindeki açıklamamız arasında
bir çelişki yoktur. Çünkü bizim söylediğimiz, "kıyam" fiilinin "ila" ile
geçişli kılınması durumunda kazandığı anlamdır. Rivayetin vurguladığı
ise, "min" edatı ile geçişli kılınması durumunda ifade ettiği
anlamdır.
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den
şöyle rivayet eder: Imam Bâkır'a (a.s) sordum: "Meshin başın bir
kısmına ve ayakların bir kısmına olmasını nereden bildin (çıkardın)
ve söyledin?" İmam (a.s) güldü ve buyurdu: "Ey Zürare, bunu
Resulullah (s.a.a) söyledi ve Allah katından gelen kitap da bu açıklamayı
içermektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Feğsilû
vucûhekum =yüzlerinizi yıkayın.' Bu ifadeden anlıyoruz ki, yüzün
tamamı yıkanmalıdır. Ardından 've dirseklere kadar ellerinizi' buyurmuştur.
Dirseklere kadar elleri yüzlere atfedilmiş ve bitişik kılınmıştır.
Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmasının gerektiğini
öğrenmiş oluyoruz." "Sonra ayetin akışını bölerek 'Meshedin, başlarınızı.'
buyurmuştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum' buyurduğu için 'ba'
muştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum' buyurduğu için 'ba' harf-i
cerrinin fonksiyonundan hareketle, başın bir kısmının meshedilmesi
gerektiğini öğreniyoruz. Sonra elleri yüzle ilintilendirdiği gibi
ayakları da başla ilintilendirerek, 've üzerindeki çıkıntıya kadar
ayaklarınızı' buyurmuştur. Ayakların başla ilintilendirildiğini görünce,
ayakların bir kısmının yıkanması gerektiğini öğreniyoruz.
Sonra Resulullah (s.a.a) bunu halka açıkladı; ama onlar bu açıklamaları
yitirdiler."
"Ardından yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'su bulamadıgınız
takdirde, dogası üzere olan yeryüzüne yönelin. Ondan yüzleriniz
ve ellerinizin bir kısmına meshedin.' Suyun bulunamaması durumunda
ab-destin askıya alınması öngörülünce, yıkanması gereken
organların bir kısmı için meshetme öngörüldü. Çünkü yüce Allah,
'bi-vucûhikum' buyurmuştur. Sonra buna, 'eydîkum=elleriniz' ifadesini
eklemiştir. Ardından 'ondan', yani bu teyemmümden buyurmuştur.
Çünkü Allah, elin bütün yüze çekilmeyeceğini biliyor;
çünkü teyemmüm esnasında elin ayasının bir kısmına toz
bulaşmakta, bir kısmına da bulaşmamaktadır. Ardından şöyle buyurmuştur:
'Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor.'
Güçlükten maksat sıkıntıya sokmaktır." [Füru-u Kâfi, c.3, s.30, h:4]
Ben derim ki: "Fe in lem tecidû mâen=eğer su bulamazsanız."
ifadesinde Imam (a.s) ayetin lafzını değil, anlamını nakletmiştir.
[Çünkü ayetin lafzı, "felem tecidû mâen"dir.]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare ve
Bukeyr'den nakleder ki: Bu iki zat, Imam Bâkır'dan (a.s)
Resulullah'ın (s.a.a) nasıl abdest aldığını sorarlar. Bunun üzerine
Imam içi su dolu bir leğen -veya küçük bir kap- ister. Sağ elini suya
daldırır ve ondan bir avuç alarak yüzüne döker, onunla yüzünü yıkar.
Sonra sol elini suya sokar, avucunu doldurur, sağ kolunun üzerine
döker, onunla kolunu dirsekten avuca doğru yıkar, avuçtan
dirseğe doğru yıkamaz. Sonra sağ avucunu doldurur, dirsekten
başlayarak sol kolunun üzerine boşaltır. Sağ koluna uyguladığını
sol koluna da uygular. Sonra başını ve iki ayağını avucunun ıslaklı-
ğıyla mesheder. Bu esnada ellerini yeniden su ile ıslatmaz.
Ravi sonra şöyle diyor: İmam parmaklarını papucunun tasmasının
altına sokmazdı. Sonra şöyle derdi: "Allah buyurur ki: 'Namaza
durmak istediginiz zaman, yüzlerinizi ve... ellerinizi yıkayın' Şu
hâlde yüzde yıkanmamış bir yer bırakmamak gerekir. Ellerin de
dirseklere kadar yıkanmasını emretmiştir. Dolayısıyla dirseklere
kadar ellerin yıkanmamış bir yerinin bırakılmaması lazım gelir.
Çünkü yüce Allah, 'yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi
yıkayın' buyurmuştur. Sonra, 'başınızın bir kısmını ve üzerindeki
çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin' buyurmuştur.
Dolayısıyla bir insan başının bir kısmını ve ayağının kâabı ile parmakları
arasında kalan kısmından bir yerini meshederse yükümlülüğünü
yerine getirmiş olur."
Ravilerden biri der ki: Bunun üzerine ikimiz (Zürare ve Bukeyr)
sorduk: "İki kâb nerededir?" Buyurdu ki: "Burası, bacak kemiğinin
bitiş noktasındaki eklem bölgesinin aşağısında yer alırlar." Dedik
ki: "Bu gösterdiğin [eklemin üstündeki kemiği kastederek] nedir?"
Buyurdu ki: "Bu bacak kemiğidir. Kâab onun aşağısında olur." Dedik
ki: "Allah işlerini düzeltsin, yüzün ve kolların yıkanması için birer
avuç su yeter mi?" Buyurdu ki: Evet, ama suyun dikkatle tüm
organa dökülmesi şarttır. İki avuç [biri yüz için, biri de bilek için] su
bu hususta yeterli olabilir." [Füru-u Kâfi, c.3, s.25-26, h:4]
Ben derim ki: Bu rivayet meşhurdur. Ayyâşî, Bukeyr ve Zürare
kanalıyla Imam Bâkır'dan (a.s), aynı şekilde Abdullah b. Süleyman
kanalıyla da Imam Bâkır'dan (a.s) aynısını rivayet etmiştir.1 Bu ve
bundan önceki rivayetin anlamını yansıtan başka rivayetler de
vardır.
Tefsir-ul Burhan'da, Ayyâşî Zürare b. A'yen'den ve Ebu Hanife
Ebu Bekir b. Hazm'dan şöyle rivayet eder: Adamın biri abdest aldı
ve Mest üzerine meshetti. Sonra mescide girerek namaz kıldı. Bu
sırada Hz. Ali (a.s) mescide girdi ve adamın boynuna ayağını bastı-
-------
1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.298-299, h:51 ve s.300, h:56]
rarak, "Yazıklar olsun sana, abdestsiz mi namaz kılıyorsun?" buyurdu.
Adam, "Böyle yapmamı Ömer b. Hattab emretti" dedi. Bunun
üzerine Hz. Ali adamın elinden tutarak Ömer'in yanına götürdü
ve "Bak, bu adam senin adına neler söylüyor?" dedi ve sesini
de yükseltti. Ömer: "Evet, ben emrettim, çünkü Resulullah (s.a.a)
mest üzerine meshetti" dedi. Ali, "Mâide suresinden önce mi, sonra
mı?" diye sordu. Ömer, "Bilmiyorum" dedi. Ali, "Peki, bilmediğin
bir şey hakkında nasıl fetva veriyorsun? Mest üzerine meshetmeyi,
Mâide suresi geçersiz kılmıştır."
Ben derim ki: rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ömer zamanında
mest üzerine meshetme hususunda görüş ayrılıkları yaygınlaşmıştı
ve yine rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ali (a.s) bu uygulamanın
Mâide suresinin ilgili ayetiyle neshedildiği görüşündeydi.
Bu nedenle bazıları Berâ Bilal ve Cerir b. Abdullah gibi bazı zatlardan,
onların Resulullah'ın (s.a.a) Mâide suresinin inişinden sonra
da mest üzerine meshettiği yönünde görüş belirttiklerini rivayet
etmiştir.1 Fakat bu tür rivayetler problemlidir. Çünkü bu görüşte
olan, iddia edilen neshin ayete dayanmadığını sanmıştır. Oysa onların
sandığı gibi değil; çünkü ayet, kâaba kadar ayakların meshedilmesini
öngörüyor. Mest ise ayağın bir parçası değildir. Aşağıdaki
rivayetin anlamı da budur.
Ayyâşî kendi tefsirinde Muhammed b. Ahmed el-Horasanî'den
aradaki ravilere yer vermeksizin şöyle rivayet eder: "Emir-ül Müminin
(a.s) yanına bir adam geldi ve ona mest üzerine meshetmenin
hükmünü sordu. Hz. Ali (a.s) bir süre başını eğerek yere baktı, sonra
başını kaldırarak dedi ki: Yüce Allah kullarına temizliği emretti.
Bunu organlar arasında bölüştürdü; bundan yüze bir, başa bir, ayaklara
bir ve ellere bir pay ayırdı. Eğer senin mestlerin, bu saydığın
organlardan birinin bir parçası ise onlara meshedebilirsin." [c.1,
s.301, h:59]
Aynı eserde şöyle rivayet edilir: Hasan b. Zeyd Imam Muham-
-------
1- el-Menar tefsiri, c.6, s.237.
400 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5 med Bâkır'dan (a.s) şöyle aktardı: Hz. Ali (a.s) Ömer zamanında,
mest üzerine meshetme hususunda başkalarıyla ihtilafa düştü.
Karşıt görüşü savunanlar: "Biz Resulullah'ın (s.a.a) mest üzerine
meshettiğini gördük." diyorlardı. Ali (a.s) ise onlara soruyordu:
"Mâide suresinin inişinden önce mi, sonra mı?" Onlar, "Bilmiyoruz"
karşılığını verince, Ali (a.s) "Ama ben biliyorum ki, Mâide suresi inince
Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetmeyi terk etti. Eşeğin
sırtına meshetmek bana göre meste meshetmekten daha sevimlidir."
dedi. Daha sonra Imam şu ayeti okudu: "Ey inananlar... dirseklere
kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki
çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin." [c.1,
s.301-302, h:62]
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde deniyor ki: bn-i Cerir ve Nuhhas
"en-Nasih" adlı eserinde şöyle rivayet ederler: Hz. Ali (a.s) her namazda
abdest alırdı ve buna gerekçe olarak da şu ayeti gösterirdi:
"Ey inananlar namaza durmak istediginiz zaman..."
Buna ilişkin açıklamaya daha önce yer verdik.
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Halebi'den, o da Imam
Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Imama, "yahut da
kadınlara dokunursanız" ifadesinin anlamını sordum. Buyurdu ki:
"Bununla cinsel birleşme kastediliyor, fakat Allah [ayıpların üzerini]
örten olduğu için örtülü anlatımı sever; dolayısıyla bu fiili, sizin
yaptığınız gibi açık ismiyle zikretmemiştir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.555, h:5]
Tefsir-ul Ayyâşî'de Zürare'den şöyle rivayet edilir: Imam Bâkır'a
(a.s) teyemmümle ilgili bir soru sordum. Buyurdu ki: "Bir gün
Ammar b. Yasir Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelip söyledi ki: 'Boy
abdesti almam gerekti, fakat su bulamadım.' Resulullah, "Peki ne
yaptın ey Ammar?" dedi. Ammar, 'Elbiselerimi çıkardım ve toprağın
üzerinde yuvarlandım' cevabını verince, Resulullah ona şu
karşılığı verdi: 'Eşekler böyle yapar. Allah böyle bir durumda nasıl
davranılacağını, 'Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin.'
ayetiyle açıklamıştır.' Ardından Resulullah (s.a.a) iki elini
toprağın üzerine koydu, sonra ellerini birbirine sürdü ve daha son-
ra onunla kaşlarının altına kadar gözlerinin arasını meshetti. Ardından
ellerinin her biriyle diğerinin arkasını meshetti. Önce sağdan
başladı." [c.1, s.302, h:63]
Aynı eserde deniyor ki: Zürare Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet
etti: "Allah yüzün ve iki kolun yıkanmasını, başın ve iki ayağın
meshedilmesini farz kıldı. Yolculuk, hastalık ve zaruret gibi durumlar
içinse, Allah yıkama şartını kaldırıp yerine meshetme yükümlülüğünü
getirdi ve şöyle buyurdu: Hasta veya yolculukta iseniz yahut
sizden birisi çukur yerden gelirse yahut da kadınlara dokunursanız...
bir kısmına meshedin." [c.1, s.302, h:63 ve 64]
Aynı eserde, bu sefer Âl-i Sam'ın kölesi olan Abd-ül A'lâ'dan
şöyle rivayet edilir: Imam Sadık'a (a.s) sordum: "Yere düştüm ve
tırnağım düştü. Parmağımı yara bandıyla sardım. Şimdi abdesti
nasıl almam gerekiyor?" Ravi der ki, Imam şöyle buyurdu: "Bu ve
benzeri durumları Allah'ın kitabından öğrenmek mümkündür. Allah
buyurmuştur ki: Allah dinde size bir güçlük kılmamıştır." [c.1,
s.302-303, h:66]
Ben derim ki: Burada, dinde güçlüğü olumsuzlayan Hacc
suresinin ilgili ayetine işaret ediliyor. Imamın (a.s) abdest ayetinin
sonundaki benzeri bir ifade yerine, Hac suresinin ilgili ayetine
geçen bu ifadeyi kullanması, bizim de işaret ettiğimiz güçlüğü
olumsuzlama anlamına vurgu yapma amacına yöneliktir.
Buraya kadar aktardığımız rivayetlerde önemli noktalara dikkat
çekiliyor ve bizim ayetlere ilişkin yorumlarımız bunları
açıklıyor. Dolayısıyla bunların rivayetlere ilişkin açıklamalar olarak
algılanmaları yerinde olur.
8- Ey inananlar! Allah için kıyam eden ve adaletle şahitlik eden
kimseler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya
sürüklemesin. Adil davranın ki bu, takvaya daha yakındır.
Allah'tan korkun; Allah, kuşkusuz yaptıklarınızı bilmektedir.
9- Allah, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Bağışlanma ve
büyük mükâfat onlarındır.
10- Inkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar
cehennem ehlidirler.
11- Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani bir
topluluk size ellerini uzatmaya yeltenmişti de Allah onların ellerini
sizden çekmişti. Allah'tan korkun ve müminler yalnızca Allah'a dayansınlar.
12- Allah, Israiloğullarından kesin söz almıştı ve içlerinden on
iki gözetici başkan göndermiştik. Allah demişti ki: "Ben, şüphesiz
sizinle beraberim; eğer namazı dosdoğru olarak kılar, zekâtı verir,
elçilerime inanır, onlara saygı göstererek yardım ederseniz ve Allah'a
güzel borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim (affederim)
ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan
sonra kim inkâr ederse, düz yoldan sapmış olur."
13- Sözlerini bozdukları için, onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık.
Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırdılar. Ken-disiyle uyarıldıkları
şeyin bir bölümünü unuttular. Içlerinden pek azı hariç, daima
onlardan hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış
etme; çünkü Allah, iyilik edenleri sever.
14- "Biz Hıristiyanız" diyenlerden de kesin söz almıştık; ama
onlar da kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular. Bu
yüzden kıyamet gününe kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık.
Allah yakında onlara yapmakta olduklarını haber verecektir.
Ayetlerin birbiriyle bağlantısı açıktır, bu noktada en ufak bir
kapalılık söz konusu değildir. Çünkü müminlere yönelik bir hitaplar
silsilesidir. Bu hitaplarda genel bir şekilde kendilerini ilgilendiren
önemli dünyevî ve uhrevî, bireysel ve toplumsal sorunlar ele alınıyor.
"Ey inananlar! Allah için kıyam eden ve adaletle şahitlik eden kimseler
olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya
sürüklemesin." Bu ayet, Nisâ suresinde yer alan şu ayete benziyor:
"Ey inananlar! Kendinizin, ana-babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde
olsa bile, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik
edenler olun, (haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir
olsalar da Allah onlara daha yakındır. Öyleyse dogruluktan sapmayasınız
diye heveslerinize uymayın. Eger şahitlik ederken egriltirseniz
yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız, bilin ki Allah yaptıklarınızdan
haberdardır." (Nisâ, 135)
Sadece iki ayet arasındaki fark şudur: Nisâ suresinin ilgili ayeti;
şahitlik edenin, hakkında şahitlikte bulunduğu kimsenin yakını
olmasından dolayı ona eğilim göstererek, hakka, gerçeğe aykırı bir
şekilde onun yararına olabilecek bir şahitlik etmek suretiyle şahitlik
konusunda adaletten sapmasını yasaklama amacına yöneliktir.
Tefsirini sunduğumuz Mâide suresinin ilgili ayeti ise, şahitlik edenin,
hakkında şahitlikte bulunduğu kişiye karşı beslediği kin ve
düşmanlıktan dolayı bir tür öç alma ve hıncını yatıştırma amacıyla
kin ve düşmanlık beslediği kimse aleyhinde şahitlik etmek suretiyle
şahitlik konusunda adaletten sapmasını önlemek ve yasaklamak
amacına yöneliktir.
Iki ayetin açıklamalarının yönelik olduğu hususların farklılığı,
ifadelerinin akışı içindeki kayıt cümlelerinin farklılığını gerektirmiştir.
Örneğin Nisâ suresinin ilgili ayetinde, "Adaleti tam yerine
getirerek Allah için şahitlik edenler olun." denilirken, Mâide suresinin
ilgili ayetinde, "Allah için kıyam eden ve adaletle şahitlik
Şöyle ki: Mâide suresinde yer alan ayetin hedefi, şahitlik edenin,
hakkında şahitlikte bulunduğu kimseye karşı önceden beslediği
kinin, şahitlik hususunda bir zulme neden oluşturmasını önlemek
olduğu için şahitlik "adalet"le kayıtlandırılmıştır. Şahitlikte
adalete uyulması, düş-man hakkında bile olsa, şahitliğin zulüm
unsurunu içermemesi emredilmiştir. Bu, bir kimsenin önceden
sevgi ve eğilim duyguları beslediği bir kimse için bu duyguları doğrultusunda
şahitlik etmesinin tam aksidir.
Aslında sevgi ve eğilimin etkisiyle biri hakkında şahitlikte
bulunmak, zulüm ve haksızlıktan büsbütün beri değilse de şahitlik
açısından [sevgi beslediği kimseye karşı] zulüm ve adaletten
sapma sayılmaz. Bu yüzden Mâide suresindeki ayette adaletle şahitlik
etme emredilmiştir. Ve bu Allah için kıyam etmeye ilişkin bir
emrin ayrıntısı olarak gündeme getiriliyor. Nisâ suresinde ise, Allah
için şahitlik emrediliyor. Yani, şahitlik edilirken kişisel arzular
doğrultusunda hareket edilmemesi isteniyor. Bu ise, adalete kıyam
etmeye ilişkin emrin ayrıntısı olarak söz konusu ediliyor.
Aynı gerekçeyle, Mâide suresinin adaletle şehadet yapılmasını
emreden ifadesine, bir ayrıntı açıklamaya yer veriliyor: "Adil davranın
ki bu, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun." Burada
muhataplar, adil olmaya çağırılıyorlar. Adil olmanın da takvanın
gerçekleşmesini sağlayan bir etken olduğu belirtiliyor. Nisâ suresinde
ise, sıralama ve fonksiyonlar değişmiştir. Allah için şahitlik
etme emrini şu ifadeyle ayrıntılandırıyor: "Öyleyse dogruluktan
sapmayasınız diye heveslerinize uymayın." Dolayısıyla burada kişisel
tutkulara uyup takvanın terk edilmesi yasaklanıyor. Bunun,
adaleti terk etmeye yol açan kötü bir araç olduğu belirtiliyor.
Sonra her iki ayette de, takvayı terk etme hususunda muhataplar
uyarılıyor: Nisâ suresinde, "Eger şahitlik ederken egriltirseniz
yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız, bilin ki Allah yaptıklarınızdan
haberdardır." buyruluyor. Mâide suresinde ise, "Allah'tan
korkun, Allah kuşkusuz yaptıklarınızı bilmektedir." buyruluyor.
Şahitliği adaletle ya-parak Allah için kıyam etmenin anlamını, önceki
ayetlerin yorumu çerçevesinde açıkladık.
"Adil davranın ki bu, takvaya daha yakındır." Ayetinin orijinalinde
geçen "huve" zamiri "i'dilû=adil davranın" ifadesiyle anlaşı-lan "adalet"
e dönüktür. Ayetin anlamı ise açıktır.
"Allah, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Bağışlanma ve büyük
mükâfat onlarındır." Ikinci cümle yani, "Bagışlanma ... onlarındır."
ifadesi, "Allah vaat etmiştir." ifadesiyle haber verilen vaadin açılımı
niteliğindedir. Bu başka müfessirlerin de söylediği gibi, açıklama
açısından; "Allah anlardan inanıp iyi işler yapanlara magfiret
ve büyük mükâfat vaat etmiştir." (Fetih, 29) ayetinden daha
vurgulayıcıdır, bazılarının iddia ettiği gibi haberden sonra haber olduğu
için değil elbette. Bu iddia yanlıştır. Aksine, Fetih suresindeki
ilgili ayette olduğu gibi, zımnen işaret etmek gibi bir durum olmaksızın
vaadin açıklanması içindir.
"İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennem
ehlidirler." Ragıp el-Isfahanî şöyle der: "el-Cahme-tu" ateşin
şiddetle alevlenmesi demektir. "Cahîm" kelimesi de bu kökten gelir.
Bu bakımdan ayet, tehdidin kendisini de içeriyor ve önceki ayette
sözü edilen, "Bagışlanma ve büyük mükâfat onlarındır." ödül
vaadine karşılık işlevini görüyor.
Küfrün, ayetleri yalanlama fiiliyle kayıtlandırılması, anlamı ve
maksadı açık olan ayetlerin inkârı eylemine eşlik etmeyen hak olduğunu
bilerek hakkı inkâr etmekten kaynaklanmayan
mustazaflarınkine benzer pasif küfrü dışlama amacına yöneliktir.
Pasif küfrün kapsamına giren insanların akıbeti, Allah'ın iradesine
bağlıdır. Dilerse bağışlar, di-lerse onlara azap eder. Dolayısıyla bu
iki ayet, inanıp iyi işler yapan müminlere yönelik güzel vaat ve inkâr
edip Allah'ın ayetlerini yalanlayanlara yönelik şiddetli bir tehdit
içermektedir. Bu iki aşama arasında orta merhaleler, ara menziller
vardır; yüce Allah bunların niteliklerini ve akıbetlerini kapalı
geçmiştir.
"Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani bir topluluk
size ellerini uzatmaya yeltenmişti..." Bu ayetin içeriği, kâfirlerle Müslümanlar
arasında yaşanan değişik olaylara ve gelişmelere uyarlanabilir.
Bedir, Uhud, Hendek ve benzeri gibi. Ayetten anlaşıldığı
kadarıyla, müşriklerin müminleri öldürme, Islâm'ın tevhit dininin
izlerini yeryüzünden silme gibi yeltendikleri her türlü ey-lem kastediliyor.
Bazı müfessirlerin, maksat (ileride değinileceği gibi) müşriklerin
Peygamberi (s.a.a) öldürmeyi tasarlamaları veya Yahudilerin
ona karşı bir suikast düzenlemeyi plânlamalarıdır, şeklindeki
değerlendirmeleri ayetin lafzıyla ilgisi bulunmamaktadır. Ayete
baktığımızda bunu açıkça görebiliriz.
"Allah'tan korkun ve müminler yalnızca Allah'a dayansınlar." Burada
müminlerin Allah'tan korkup sakınmaları ve O'na güvenip dayanmaları
emrediliyor. Gerçekte ise bu, takvayı ve Allah'a güvenip
dayanmayı terk etmeye ilişkin sert bir uyarı ve yasaklamadır. Bunun
kanıtı da yüce Allah'ın Israiloğullarından ve "Biz Hıristiyanız"
diyenlerden alınan sözle ilgili olarak anlattıkları, sonra her iki grubun
da ahdi bozmaları, yüce Allah'ın onları lânete ve kalplerin katılaşmasına,
dinlerini unutmalarına, kıyamet gününe kadar kin ve
düşmanlığın aralarında yaygınlaşmasına müptela etmesidir.
Bu kıssanın anlatılmasının tek nedeni, müminlere bu hususta
örnek sunmak ve geçmişte yaşanan bu örneği sürekli olarak göz
önünde bulundurup gerekli ibret derslerini çıkarmalarıdır. Şuna
dikkat etmeleri istenmektedir ki: Yahudi ve Hıristiyanların başına
ne gelmişse, Allah'a verdikleri sözü unutmalarından dolayı gelmiştir.
Allah'a teslim olacak-larına dair bir söz vermişlerdi. Dinleyip itaat
edeceklerine ahd-ü pey-man etmişlerdi. Bu sözün, bu ahdin
bir gereği Rablerine muhalefet etmekten sakınmaları, dinsel meselelerde
O'na güvenip dayanmaları, yani O'nu din konusunda vekil
edinmeleridir. Kendileri için tercih ettiğini tercih etmeleri, istemediğini
de istememeleridir. Bunun yolu da, Allah'ın elçilerine inanıp
itaat etmek, O'nun elçilerinin dışında Allah'ın kullarını kendi
buyruklarına uymaya, itaat etmeye çağıran zorbalara, tağutlara ve
hatta hahamlara ve papazlara itaat etmekten vazgeçmektir. Çün-
kü Allah'tan ve Allah'ın itaat edilmesini emrettiğinden başkasına
itaat edilmez.
Ama Israiloğulları ve Hıristiyanlar verdikleri sözü kulaklarının
ardına attılar, böylece Allah'ın rahmetinden uzak düştüler. Kelimeleri
konuldukları anlamların dışına çektiler, maksatlarının dışında
ilgisiz anlamlarla açıklamaya kalkıştılar. Bunun kaçınılmaz bir gereği
olarak dinlerinin bir bölümünü unuttular. Ama bu öyle bir bölümdü
ki, unutulmasıyla birlikte, bütün hayırlar ve mutluluklar onları
terk etti. Bu, dinlerinin geri kalanını da ifsad etti. Çünkü din,
birbiriyle bağlantılı bilgiler ve hükümler bütününden ibaret bir disiplindir.
Bir kısmının ifsad olmasıyla bu disiplinin geri kalan kısmı
da ifsad olur. Özellikle temel ilkeler ve rükünler bazında.
Düşünün bir insanı ki, namaz kılıyor, ama Allah için değil; malını
harcıyor, fakat Allah'ın rızasını elde etmek için değil; savaşıyor,
ne var ki, hak mesajının yücelmesi, egemen olması için değil. Dolayısıyla
dinlerinin bir kısmını unutan Yahudi ve Hıristiyanların elinde
kalan öbür kısmı da kendilerine herhangi bir yarar sağlayamadı.
Çünkü bu kısım da tahrif edilmiş, ifsada uğramıştı. Dinden
unuttukları şeylerden müstağni olmaları da mümkün değildi. Dinden
özellikle temel ilkelerinden müstağni olunmaz.
Buradan hareketle anlıyoruz ki: Bu kıssanın anlatılması ve kıssadaki
gelişmelerden ibret almaya ilişkin çağrı yapılmasıyla müminlerin
takvaya aykırı hareket etmekten, Allah'a güvenip dayanmanın
tersine bir tutum içinde olmaktan şiddetle sakındırmayı gerektiren
bir durum söz konusudur.
Yine şu husus da belirginleşiyor: Tevekkülden, Allah'a güvenip
dayanmaktan maksat, teşriî ve tekvinî (yasal ve varoluşsal) nitelikli
ilkelerin tümü veya salt teşriî=yasal konuları ifade eden hususlardır.
Yani, yüce Allah müminlere dinî hükümler hakkında Allah'a
ve Resulüne itaat etmelerini, Resulün getirip kendilerine açıkladığı
ilkeleri benimsemelerini, dinle ilgili işleri, dinsel yasaları belirlemeyi
Rablerine bırakmalarını, bu hususta başına buyruk davranmaktan
vazgeçmelerini ve yanlarında emanet olarak koyduğu ya-
salar üzerinde tasarrufta bulunmamalarını emrediyor. Nitekim geçerli
kıldığı evrensel nedensellik uyarınca hareket etmelerini, ama
buna dayanıp güvenmeden, buna tanrİsal bir yetki ve yetenek
atfetmemeleri, Allah'ın onlar için dilediklerini gözetmelerini, ezeli
plânlamasıyla ve iradesiyle öngördüğü sonuçları beklemelerini
emretmiştir.
"Allah, Israiloğullarından kesin söz almıştı ve içlerinden on iki
başkan göndermiştik..." Ragıp el-Isfahanî der ki: "en-Nakb", duvar
veya deri hakkında kullanıldığında, tahta hakkında kullanılan
"sakb" kelimesi gibi "delik" demektir. en-Nakîb, "bir kavimden ve
onların çeşitli durumları hakkında araştırma yapan kimse" demektir.
Çoğulu "nukabâ"dır.
Yüce Allah bu ümmetin müminlerine, Israiloğullarının görüp geçirdiği, dinin sağlamlaştırılmasına dönük gelişmeleri, onlardan
söz alınarak işlerinin tespit edilmesini, içlerinden temsilciler seçilip
gönderilmesini, ilâhî mesajın eksiksiz olarak kendilerine sunulmasını,
böylece tüm kanıtların ortaya konup bahanelerin ardının
kesilmesini, buna karşın onların sözlerini tutmamalarını ve Allah'ın
da lânetle ve kalplerini katılaştırmakla vs. şeylerle karşılık
vermesini kıssanın akışı içinde anlatıyor. Bu bağlamda buyuruyor
ki:
"Allah, Israilogullarından kesin söz almıştı." Bu olay, Bakara
suresinde ve başka surelerde sıkça gündeme getirilir. "Ve içlerinden
on iki başkan göndermiştik." Öyle anlaşılıyor ki, burada on iki
aşiretin başkanları kastediliyor. Bunlar birer yönetici gibi aşiretin
işlerini düzenliyorlardı. Dolayısıyla onların aşiretlerine nispet edilişleri
bir açıdan bu ümmet bağlamında ululemrin ümmetin bireylerine
nispeti gibidir. Bunlar din ve dünya işlerinde başvuru merciidirler;
ama vahiy almazlar, şeriat ve hüküm koymazlar. Çünkü şeriat
ve hüküm koyma yetkisi Allah'a ve Resulüne aittir.
"Allah demişti ki: Ben şüphesiz sizinle beraberim." Bu ifade,
koruma ve denetimin ilânı konumundadır. Bunu biraz açacak olursak:
Şayet O'na itaat ederlerse, Allah kendilerine yardım ede-
cektir. O'na isyan ederlerse, Allah onları yüz üstü bırakacaktır.
Bu nedenledir ki, iki olguya birden dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur:
"eger namazı dosdogru olarak kılar, zekâtı verir, elçilerime
inanır, onlara saygı göstererek yardım ederseniz." Ayetin
orijinalinde geçen "azzertumuhum" kelimesi, saygı göstermekle
beraber yardım etmek anlamına gelir. Burada sözü edilen resullerden
maksat, bisetini ve devletini görecekleri Hz. İsa (a.s), Hz.
Muhammed (s.a.a) ve yüce Allah'ın Hz. Musa ile Hz. Muhammed
arasında geçen dönemde onlara gönderdiği diğer peygamberlerdir
(Allah'ın selâmı hepsine olsun).
"Ve Allah'a güzel borç verirseniz," Bununla zorunlu olan zekâtın
dışındaki gönüllü infak kastediliyor. "elbette sizin günahlarınızı
örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım." Bu
ifade yukarıda işaret edilen güzel vaade yöneliktir. Ardından şöyle
buyrulu-yor: "Bundan sonra sizden kim inkâr ederse, düz yoldan
sapmış olur."
"Sözlerini bozdukları için, onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık."
Yüce Allah, sözünü tutmanın, mİsakı inkâr etmenin cezasını
düz yoldan sapmak şeklinde açıklıyor. Aslında bu, icmalî ve genel
bir anlatımdır. Ayrıntıları ise, bu ayette sıralanan azap şekilleriyle
açıklanmaktadır. Bunların bir kısmını yüce Allah kendisine nispet
ediyor. Lânete uğramaları ve kalplerinin katılaşması gibi. Ki bunların
yüce Allah'a nispeti yerindedir. Bunların bir kısmını da bizzat
kendilerine nispet ediyor, çünkü onların özgür tercihleri sonucu belirlenmişlerdir.
Şu ifade bunlara yönelik bir işarettir: "Daima onlardan
hainlik görürsün."
Bütün bunlar, başta kendilerinden alınan söz olmak üzere Allah'ın
ayetlerini inkâr etmemelerinin cezasıdır. Ya da özellikle
mİsakı inkâr etmelerinin karşılığıdır. Çünkü uzaklaştıkları düz yol,
mutluluk yoluydu, hem dünyalarının, hem de ahiretlerinin imarı
onunla mümkündü.
"Sözlerini bozdukları için" ifadesinden anlaşılıyor ki, bununla
önceki ayette yüce Allah'ın azap tehdidini gerektiren küfür
kastediliyor. Ayetin orijinalinde geçen "febima" kelimesindeki
"ma" edatı pekiştirme içindir. Önemseme ya da küçümseme yahut
değişik bir gerekçeye yönelik olarak kapalılık ifade eder. Dolayısıyla
kastedilen anlam şudur: Verdikleri sözlerini herhangi bir şekilde
bozmalarından dolayı onları lânetledik. Lânet, rahmetten uzaklaştırmayı
ifade eder.
"Kalplerini katılaştırdık." Kalplerin katılaşması deyimi, taşların
katılığından alınmıştır; taşın katılığı onun sert olması demektir.
Kalplerin katılığı ise, hak karşısında eğilmemelerini, rahmetten
etkilenmemelerini ifade eder. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
"Müminler için hâlâ vakit gelmedi mi kalpleri Allah'ın zikrine
ve inen hakka yu-muşasın ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş,
sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalpleri katılaşmış,
çogu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar." (Hadîd,
16)
Kİsacası kalpleri katılaşınca, "Onlar kelimeleri yerlerinden
kaydırırlar." Allah'ın razı olmayacağı şekilde yorumladılar, bazı bölümlerini
attılar, bazı anlamlar eklediler ya da bazı şeyleri
değiştirdiler. Ki bütün bunlar kutsal kitabı tahrif etmek anlamına
geliyordu. Onların bu tür davranışları, dinin kesin gerçeklerinin ellerinden
çıkmasına sebep oldu. "Kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir
bölümünü unuttular." Unuttukları, mutluluğun kaynağı olan temel
ilkeleri oluşturan kısımdı. Bunun yerini ancak kaçınılmaz bir bedbahtlığı
gerektiren şeyler aldı. Örneğin, Allah'ı insanlara benzeten
bir anlayış benimsediler. Musa'nın son peygamber, Tevrat'ın da sürekli
şeriat olduğunu, neshin ve bedânın geçersiz olduğunu ve
benzeri asılsız şeyleri iddia ettiler.
"Daima onlardan hainlik görürsün." Yani, onlardan hain bir
grubu görürsün. Veya onlardan hainlik görürsün. "Içlerinden pek
azı hariç... Yine de sen onları affet ve aldırış etme; çünkü Allah iyilik
edenleri sever." Daha önce defalarca söyledik ki, azınlık bir
grubun onlardan istisna edilmiş olması, halk ve ümmet demek o-
lan topluma ilişkin lânet ve azap hükmüyle çelişmez.1 "Biz Hıristiyanız, diyenlerden de kesin söz almıştık; ama onlar da
kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular. Bu yüzden... saldık."
Ayetin orijinalinde geçen ve "saldık" diye anlamlandırdığımız
"ağreynâ" kelimesi hakkında, Ragıp el-Isfahanî der ki: "Gara bikeza"
şeklinde bir ifade kullanıldı mı bu, ona düşkün olmak, ona
yapışıp kalmak anlamını ifade eder. Kelimenin aslı "garâ"dır, bu
ise (zamk, tutkal gibi) kendisiyle bir şey yapıştırılan anlamına gelir.
"Ağraytu fulanen bi keza=falanı ona yapıştırdım" demektir.
Meryem Oğlu İsa Mesih rahmet peygamberiydi. Insanları sulha,
barışa çağırıyordu; onları ahiretle ilgilenmeye, dünyanın geçici
zevklerinden, çekici süslerinden yüz çevirmeye teşvik ediyordu; bu
tür basit amaçlar peşinde didişmemeye davet ediyordu.2 Ama onlar
kendilerine yapılan uyarıları dinlemeyip onlardan ibret dersleri
çıkarmayı unuttukları için, Allah onların kalplerine sulh ve barış yerine
savaş duygusunu yerleştirdi. Teşvik edildikleri kardeşlik ve
sevgiye karşılık düşmanlık ve nefret duygularını empoze etti. Nitekim
ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ama onlar da kendisiyle uyarıldıkları
şeyin bir bölümünü unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar
aralarına kin ve düşmanlık saldık."
Yüce Allah'ın sözünü ettiği bu düşmanlık ve kin, Hıristiyan topluluklar
arasında kökleşmiş derin bir karakteristik özellik hâline
geldi. Ahiret ateşi gibi yakalarına yapışmış, ne yapsalar
kurtulamıyorlar. Ondan, onun sıkıntısından kurtulmak istedikleri
her seferinde tekrar alaşağı ediliyorlar. Çılgın alevli ateşin azabının
----------
1- Bu ifadenin yorumu bağlamında ileri sürülen en ilginç tez, bazı tefsirlerde,
"Içlerinden pek azı hariç" ifadesiyle Abdullah b. Selam ve arkadaşlarının
kastedil- diğine ilişkin olarak yer alan açıklamalardır. Hâlbuki Abdullah b. Selam bu surenin inişinden bir süre önce Müslüman olmuştu. Ayetten anladığımız kadarıyla, bu ayetin indiği ana kadar Müslüman olmayan bir grup Yahudi istisna tutuluyor.
2- Bu hususta, dört Incil'in değişik yerlerinde Hz. Mesih'ten (a.s) naklen
farklı konularda yapılan açıklamalara bakınız.
tadını yüreklerinde hissediyorlar. Hz. İsa'nın (a.s) yeryüzünden kaldırılışından itibaren Havarileri,
gezgin davetçileri ve talebeleri arasında ihtilaflar baş gösterdiği
andan ve günden beri, Hıristiyanlar arasında da görüş ayrılıkları
derinleşmiştir. Günbe gün artan ve gelişen ayrılıklar sonunda savaşlara,
vuruşmalara, saldırılara, baskınlara, katliamlara dönüştü.
Sonunda yeryüzünü harabeye döndüren, insanlığı yok oluş tehdidiyle
yüz yüze getiren büyük dünya savaşları da Hıristiyanlar arasındaki
kin ve düşmanlığın ulaştığı son noktayı teşkil eder.
Bütün bunlar nimetin azaba dönüşmesinin, çabaların sapıklıkla
sonuçlanmasının örnekleridir: "Allah yakında onlara yapmakta
olduklarını haber verecektir."
15- Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediğiniz şeylerin
çoğunu size açıklıyor, çoğundan da geçiyor. Gerçekten size Allah'tan
bir nur ve açık bir kitap gelmiştir.
16- Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir, onları
kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru yola iletir. Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 415
17- "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre girmişlerdir.
De ki: "Öyle ise Allah, Meryem oğlu Mesih'i, annesini ve
yeryüzünde olanların hepsini helâk etmek isterse, Allah'a karşı
kimin elinde bir şey var? Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan
her şeyin egemenliği, yalnızca Allah'ındır. O, dilediğini yaratır
ve Allah'ın her şeye gücü yeter."
18- Yahudiler ve Hıristiyanlar; "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz"
dediler. De ki: "O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli
size azap ediyor? Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız.
O dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin
ve ikisi arasında bulunan her şeyin egemenliği, yalnızca Allah'ındır.
Dönüş de sadece O'nadır."
19- Ey Ehlikitap! Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz
diye elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği
sırada elçimiz size geldi ki (kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu)
size açıklıyor. Işte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah'ın her
şeye gücü yeter.
AYETLERIN AÇIKLAMASI
Yüce Allah, bundan önceki ayetler grubunda, Ehlikitab'ın Allah-
'ın elçilerine yardımcı olacaklarına, onlara saygı göstereceklerine,
kendilerine gönderilen kitapları koruyacaklarına ilişkin olarak verdikleri
sözü, sonra Allah'ın, kendisiyle bunları bağladığı bu sözü
bozuşlarını hatırlatınca, bu ayetler grubunda da onları, gönderdiği
elçisine ve indirdiği kitabına inanmaya davet ediyor. Bu bağlamda
yüce Allah, elçiyi ve kitabı onlara tanıtacak bir dil kullanıyor. Bunun
yanı sıra rİsaletin doğruluğunu ve kitabın gerçekliğini kanıtlayacak
belgeler ortaya koyarak, inanmamak için ileri sürebilecekleri
her türlü bahanenin önünü tıkıp hücceti onlara tamamlıyor.
Kitap ve elçinin tanıtımına yönelik ifadeler şunlardır: "Ey
Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediginiz şeylerin çogunu
size açıklıyor...", "Ey Ehlikitap! ...elçilerin arasının kesildigi, bir
boşluk meydana geldigi sırada elçimiz size geldi..."
Buna ilişkin kanıtsal belgeyi de şu ifadede gözlemliyoruz: "Kitap-
tan gizlediginiz şeylerin çogunu size açıklıyor..." Hiç kuşkusuz
bu, risaletin doğruluğunun en güzel kanıtıdır: Okumasız-yazmasız
bir adam, ancak ilâhiyatları alanında uzmanlaşmış birkaç bilginin
bilebileceği olaylardan haber veriyor. Işte bu, doğruluğunun kanıtıdır.
"Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir..." ifadesi
de öyledir. Çünkü gerçekliklerini perdeleyecek bir tek leke bulunmayan
hakka yönelik ifadeler, rİsaletin doğruluğunun ve
kitabın gerçekliğinin en güzel kanıtlarıdır.
Bahanelerin önünün tıkanmasına gelince, bunu şu ifade içermiştir:
"Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz diye...
Işte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah'ın herşeye gücü
yeter." Bu arada yüce Allah, ayetlerin akışı içinde bir grubun, "Allah,
Meryem Oglu Mesih'tir." şeklindeki iddialarını ve Yahudilerle
Hıristiyanların, "Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileriyiz." şeklindeki
sözlerini reddediyor.
"Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu
size açıklıyor, çoğundan da geçiyor." Elçinin kitaptan gizledikleri
çok şeyi açıklamasından maksat, onun peygamberlik ayetlerini,
buna ilişkin müjdeleri açıklamasıdır. Nitekim yüce Allah buna birçok
ayette işaret etmiştir: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve Incil'de
yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar..." (A'râf,
157), "Onu ogullarını tanıdıkları gibi tanırlar..." (Bakara, 146), "Muhammed
Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere
karşı katı, birbirlerine karşı merhametlidirler... Onların Tevrat'taki
vasıfları ve Incil'deki vasıfları da böyledir..." (Fetih, 29)
Aynı şekilde Hz. Peygamberin (s.a.a), onlar tarafından gizlenen
ve gerçeği söylememe hususunda büyüklendikleri recm [zina suçunu
işleyenleri taşlayarak öldürme] cezasını açıklamasını da buna
örnek gösterebiliriz. Nitekim ileride üzerinde duracağımız şu
ayette buna işaret edilmiştir: "Küfürde yarış edenler seni üzme-
sin..." (Mâide, 41) Recm hükmü, bugün Yahudilerin elinde bulunan
Tevrat'ın Tesniye Kitabı, Bab 22'de yer almaktadır.
Birçoğundan vazgeçmesiyle de, kitaptan gizledikleri birçok şeyi
de terk etmesi kastediliyor. Bunun göstergesi de Tevrat ve Incil
arasında varolan ihtilaflardır. Örneğin Tevrat, tevhid ve peygamberlikle
ilgili öyle şeyler kapsıyor ki, bunları yüce Allah'a isnat etmek
hiçbir şekilde doğru değildir. Yüce Allah için cisim var saymak, bir
mekana hülul et-tiğini ileri sürmek ve benzeri şeyler, çeşitli küfür,
günah ve sürçmeler gibi peygamberlere nispet edilmesi aklen tasavvur
edilmeyen şeyler de Tevrat'ta yer alır. Ayrıca Tevrat, hiçbir
şekilde ahiretten söz etmez. Oysa bir din, ahiret inancı olmaksızın
ayakta duramaz. Bir de ellerindeki Inciller, özellikle Yuhanna
Incili'nin putperest inançlarını içermesini de buna örnek gösterebiliriz.
"Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir." "Size
Allah'tan... gelmiştir." ifadesi, gelen şeyin bir şekilde Allah ile kaim
olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Açıklama veya konuşmanın
açıklayan ve konuşanla kaim olması gibi. Bu, nur ile Kur'ân-'ın
kastedildiği ihtimalini güçlendiriyor. Bu durumda, "açık bir kitap"
ifadesi, açıklama nitelikli bir atıf olarak öncekine matuftur. Yani,
hem nur ifadesiyle, hem de açık kitap nitelemesiyle Kur'ân
kastedilmiştir. Yüce Allah, kitabının değişik yerlerinde Kur'ân'ı nur
olarak adlandırmıştır: "Onunla beraber indirilen nura uyanlar."
(A'râf, 157), "Artık Allah'a, elçisine ve indirdigimiz nura inanın."
(Teğabun, 8), "Size apaçık bir nur indirdik." (Nisâ, 174)
Ayetin giriş kısmındaki ifadeden hareketle nur kavramıyla Hz.
Peygamberin (s.a.a) kastedilmiş olması da muhtemeldir. Yüce Allah,
Peygamberi nur olarak tanımlamıştır: "Ve aydınlatıcı bir ışık
olarak... gönderdik." (Ahzâb, 46)
"Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir."
"Bihi=onunla" ifadesindeki "ba" alet içindir. Zamir ise kitaba veya
ister Peygamber (s.a.a) kastedilsin, ister Kur'ân kastedilsin nura
dönüktür. Dolayısıyla her ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Çünkü Pey-
gamber hidayet aşamasının zahirî sebeplerinden biridir. Kur'ân da
öyle. Gerçek hidayet O'nunla kaimdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Sen, sevdigini dogru yola iletemezsin, fakat Allah diledigini
dogru yola iletir." (Kasas, 56) "Işte sana da böyle emrimizden bir
ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz
onu, kullarımızdan diledigimizi dogru yola ilettigimiz bir nur yaptık.
Şüphesiz sen, dogru yola götürüyorsun. Göklerde ve yerde bulunan
her şeyin sahibi Allah'ın yoluna. Iyi bilin ki, bütün işler sonunda
Allah'a varır." (Şûrâ, 52-53)
Bu ayetler, görüldüğü gibi doğru yola iletme misyonunu, hem
Kur'ân'a, hem de Peygambere (s.a.a) nispet ediyor. Ama aynı zamanda,
onu menşe itibariyle Allah'a döndürüyor. Gerçek yol gösterici
O'dur. Gerisi zahirî sebeptir, hidayeti canlandırmak için işe koşulmuştur.
Allah, "Allah onunla iletir." ifadesini, "rızasına uyanları" ifadesiyle
kayıtlandırmıştır. Bu demektir ki, ilâhî yol göstericiliğin aktif
hâ-le gelmesi, O'nun rızasına tâbi olmaya bağlıdır. Hidayetten
maksat, arzulanan şeye ulaştırmadır [sırf yol göstericilikten ibaret
değildir]. Yüce Allah'ın insanı esenlik yollarından birine veya hepsine
yahut da peş peşe sıralanan bu yolların çoğuna yöneltip sokması
yani.
Ayetin akışı içinde yüce Allah "selam" (esenlik) kavramını mutlak
tutmuştur. Bununla dünya veya ahiret hayatının mutluluğunu
bozan her türlü bedbahtlıktan kurtuluş ve selamette oluş
kastedilir. Bu açıdan Kur'ân'ın, Allah'a teslim oluşu, imanı ve takvayı
kurtuluş, başarı, güvenlik vb. şeylerle nitelendirmesiyle örtüşen
bir ifadedir.
Tefsirimizin birinci cildinde, "Bizi dosdogru yola ilet." (Fatiha, 6)
ayetini incelerken şöyle demiştik: Yüce Allah'ın, kullarının farklı
durumlarına cevap verebilecek birçok yolu vardır ve bunlar sonunda
gelip bir ana yolda birleşirler. Yüce Allah bu ana yolu kendine
nispet eder ve adına da, kendi kitabında "dosdoğru yol" (sırat-ı
müstakîm) der. Nitekim O şöyle buyurmuştur: "Bizim ugrumuzda
cihat edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah,
iyilik edenlerle beraberdir." (Ankebût, 69), "Işte benim dogru yolum
budur, ona uyun; başka yollara uymayın ki, sizi onun yolundan
ayırmasın." (En'âm, 153)
Bu da gösteriyor ki, Allah'ın birçok (yan) yolu vardır; ama bunların
tümü bir noktada birleşirler. Tümü, izleyicisini Allah'ın kerametine
ulaştırır ve onu Allah'ın dosdoğru yolundan ayırmaz. Ve yine
her yol, kendi yolcusunu başka yolların yolcusundan da
ayırmaz. Ama Allah'ın dosdoğru yolu dışındaki diğer sapkın yolların
durumu böyle değildir.
Buna göre ayetin anlamı -Allah daha iyi bilir- şudur: Yüce Allah
kitabı ve peygamberi aracılığıyla, rızasına tâbi olanı bazı yollara iletir.
Bu yolların temel özellikleri, yolcularının dünya ve ahiret hayatının
mutsuzluğundan korunmaları, mutlu hayatı kederli bir yaşama
dönüştürecek olumsuzluklardan muhafaza olmalarıdır.
Şu hâlde esenlik ve mutluluğa ulaşma, Allah'ın rızasına tâbi
olmaya bağlıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kulları için
küfre razı olmaz." (Zümer, 7), "Allah, yoldan çıkan topluluktan
razı olmaz." (Tevbe, 96) Sonuç itibariyle esenlik ve mutluluk elde
etmek, zulüm yolundan kaçınmaya, zalimlerle içli dışlı olmaktan
uzak durmaya gelip dayanır. Allah, zalimler için hidayetinin söz
konusu olmayacağını vurgulayarak, bu ilâhî saygınlığa erişmekten
yana onların umutlarını boşa çıkarmıştır: "Allah, zalimler toplulugunu
dogru yola iletmez." (Cum'a, 5)
O hâlde, "Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir."
ayeti, bir yönüyle "Inananlar ve imanlarını bir zulümle bulamayanlar,
işte güven onlarındır ve dogru yolu bulanlar da onlardır."
(En'âm, 82) ayetini çağrıştırmakta ve onun konumuna sahiptir.
"Onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır." İfadenin akışı
içinde "karanlıklar"ın çoğul, buna karşılık "aydınlık"ın tekil tutulması,
batıl yolun aksine konum ve duruşlar itibariyle çokluk
arzetse de, hak yolda farklılığın ve dağınıklığın olmayacağına yönelik
bir işarettir.
Karanlıklardan aydınlığa çıkarma eylemi, peygamber veya kitap
gibi Allah'tan başkasına nispet edilince, "O'nun izni" bu bağlamda,
müsaadesini ve hoşnutluğunu ifade eder. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurur: "Bu, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan
aydınlıga çıkarman için sana indirdigimiz kitaptır." (İbrâhim, 1) Burada
Hz. Peygamberin (s.a.a) insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarması
"Rablerinin izni" ile kayıtlandırılmıştır. Bununla güdülen
amaç, hidayet olgusunun nedenselliğinin bağımsızlığı şeklindeki
bir vehimden kurtarmaktır. Çünkü bunun gerçek sebebi yüce Allah'tır.
Bir diğer ayette ise, şöyle buyruluyor: "Andolsun biz Musa'yı
da kavmini karanlıklardan aydınlıga çıkar, diye ayetlerimizle birlikte
gönderdik." (Ibrâhim, 5) Burada "izin" kaydı düşülmemiş, çünkü
ifadede geçen emir sıygası ("çıkar"), bu anlamı da içerir.
Bunun Allah'a nispet edildiği durumlarda, onları izniyle
çıkarmasının anlamı, ilmiyle çıkarmasıdır. Izin bilgi anlamına da
gelir. Araplar, "ezine bihi" yani onu bildi, derler. Şu ayetler de buna
örnek oluşturmaktadır: "Allah ve Elçisinden insanlara bildiridir."
(Tevbe, 3), "De ki, ben sizin hepinize eşit biçimde bildirdim." (Enbiyâ,
109), "İnsanlar içinde haccı ilân et." (Hac, 27) [Bu ayetlerin orijinalindeki
"ezân, âzen-tu ve ezzin" ifadeleri kullanılmıştır.] Bunun gibi
daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
"ve dosdoğru bir yola iletir." Burada bir kez daha "hidayet" sözcüğünün
tekrarlanması "yuhricuhum=çıkarır" ifadesinin, "yehdî bihillahu=
Allah onunla iletir" ifadesiyle bu cümlenin arasına girmesinden
dolayıdır. Ve çünkü, Fatiha suresini tefsir ederken de vurguladığımız
gibi "sırat-ı müstakîm" bütün yollara, ona yönelik hidayet
de, diğer tali yollara yönelik diğer hidayet kısımlarına egemendir.
"dosdogru bir yol" ifadesinin belirsiz (nekre) olması, maksadın
yüce Allah'ın Kur'ân'da kendisine nispet ettiği tek sırat-ı mustakîm
olmasıyla bir çelişki oluşturmaz. (Fatiha suresindeki kullanımı bu
genellemenin dışında tutuyoruz.) Çünkü ifadenin kullanıldığı yerin
özelliği böyle bir çıkarsamayı gerektirmektedir. Dolayısıyla burada
ifadenin belirsiz bırakılmış olması, konumunu mühimsemek ve iş-
levini yüceltmek içindir. "Allah, Meryem Oğlu Mesih'tir, diyenler küfre girmişlerdir." Bunlar,
Âl-i İmrân suresinin akışı içinde görüşlerine yer verdiğimiz üç gruptan
biridir. Onlara göre yüce Allah, Mesih'le bir olmuştur. Dolayısıyla
Mesih insan-tanrıdır. "Allah, Meryem Oglu Mesih'tir." sözünü, o
Allah'ın oğludur, iddiasına ve "O, üçün üçüncüsüdür." iddiasına da
uyarlayabiliriz. Ancak ifadeden anlaşılan, bir olma şeklindeki ayniliğin
kastedildiğini göstermektedir.
"De ki: Öyle ise Allah, Meryem Oğlu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde
olanların hepsini helâk etmek isterse, Allah'a karşı kimin elinde bir şey
var?..." Bu ifade, yukarıda işaret ettiğimiz iddialarının geçersizliğinin,
çürüklüğünün kanıtıdır. Çünkü iddiaları birbiriyle çelişmektedir.
Bir yandan Mesih'in insan-tanrı olduğunu ileri sürüyorlar, bir
yandan da onu Meryem Oğlu olarak nitelendiriyorlar. Böylece, yeryüzünün
sakini herhangi bir insan açısından normal karşıladıkları
bir şeyi, onun açısından da normal karşılıyorlar.
Bu demektir ki insanların tümü, göklerde, yerde ve ikisinin
arasında yer alan her şey gibi Allah'ın mülküdürler, O'nun egemenliği
ve saltanatı altındadırlar. Dolayısıyla yüce Allah, onlar üzerinde
dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Istediği gibi lehlerinde ve aleyhlerinde
hük-meder. Dolayısıyla Mesih'in annesini ve yeryüzünde
bulunan herkesi helâk etme yetkisine ve gücüne sahip olduğu gibi,
Mesih'i de helâk edebilir. Mesih'in diğerlerine göre bir ayrıcalığı
yoktur. Peki Allah'ın helâk olması düşünülebilir mi?! Şu hâlde, Hıristiyanların
"İsa insandır" demeleri, "O, Allah'tır" demelerini çürütmektedir.
Çünkü bu iki önerme arasında çelişki vardır.
Buna göre, "Allah'a karşı kimin elinde bir şey var?" ifadesi,
mutlak olarak her türlü engeli olumsuzlamaya yönelik bir kinayedir.
Bir kimsenin Allah'a karşı elinde bir şey olması, O'na dönük
olan bazı şeyde Allah'a karşı bir egemenliğe sahip olması demektir.
Bunun kaçınılmaz sonucu, Allah'ın egemenliğinin adı geçen şey
üzerinde kesintiye uğramasıdır. Söz gelimi herhangi bir sebebin,
bir şey üzerinde kendisinden kaynaklanan bağımsız bir etkinliğe
sahip olması ve bununla Allah'ın o şey üzerindeki etkinliğine engel
olması veya Allah'a üstün gelmesi yani. Oysa egemenlik sadece
Allah'ındır. O, egemenliği itibariyle de tektir. Ortağı yoktur. O'nun
başkasının kullanımına sunduğu bazı şeyler, O'nun mutlak egemenliğini
ve saltanatını geçersiz kılmaz.
"Meryem Oglu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini
helâk etmek isterse" ifadesinde Mesih (a.s), "Meryem Oglu"
nitelemesiyle birlikte zikredilmiştir. Bunun amacı onun tam bir insan
olduğuna delâlet etmektir. Diğer insanlar gibi, o da ilâhî etkinin
kontrolü altındadır. Yine aynı amaçla "annesi" ifadesi de ona
atfedilmiştir. Çünkü annesinin de onun gibi bir insan olduğunda
kuşku yoktur. Yine, "yeryüzünde olanların hepsi" ifadesi de ona
atfedilmiştir. Çünkü, tümü eşit oranda aynı hükmü taşıyorlar.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, bu kayıt ve bu atıfta "imkân
kanıtı"na yönelik bir işaret söz konusudur. Özetle demek isteniyor
ki: İsa da annesi gibi diğer insanlara benzer. Yeryüzündeki diğer
canlılar gibidir. Onlar için geçerli olan, onun için de geçerlidir. Çünkü
birbirine benzeyen şeyler, bir şeyin caiz olup olmaması hususunda
aynı hükme tâbidirler. İsa'dan başkasının helâk kapsamına
girmesi normal olduğuna göre, o da bu kapsama girer. Buna engel
olacak hiçbir güç yoktur. Eğer İsa, (hâşâ) Allah olsaydı, böyle bir
durum onun hakkında geçerli olmazdı.
"Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin
egemenligi yalnızca Allah'ındır." ifadesi, önceki cümleyi
gerekçelendirmeye yöneliktir. Kur'ân'ın genellikle varlıklar âlemini
"gökler ve yer" tabi-riyle ifade etmesine karşın, burada bir de
"ikisinin arasında bulunan her şey" ifadesine yer verilmiş olması,
açıklamanın biraz daha net, biraz daha kuruntu ve kuşkulardan
beri olması içindir. Ki bir kimse çıkıp da, konu göklerle yer
arasındaki varlıkları ilgilendirdiği hâlde, sadece göklerle yerden
söz edilmiş, ikisinin arasında yer alanlardan söz edilmemiştir;
dolayısıyla onlar bu kapsama girmezler, şeklinde bir kuruntuya
kapılmasın. Cümlenin orijinali içinde "haber"in yani "lillâhi=Allah'ındır." sö-
zünün öne alınması, sınırlandırmaya, münhasır kılmaya delâlet
etmesi içindir. Zaten ancak bu durumda açıklama tamamlanmış
olabiliyor. Dolayısıyla kastedilen anlamı şudur: Hiç mümkün müdür
ki bir engelleyici, Allah'ın İsa'yı ve başkasını helâk etmek istemesine
ve bu husustaki isteğinin gerçekleşmesine engel olsun?
Değil mi ki göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan canlı, cansız
tüm varlıkların üzerindeki mutlak egemenlik ve saltanat başkasının
değil, sadece Allah'ındır? Kimse O'nun hükmünün geçerliliğini,
emrinin yerine gelmesini engelleyemez.
"O, diledigini yaratır ve Allah'ın herşeye gücü yeter." cümlesi,
bundan önceki, "Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her
şeyin egemenligi yalnızca Allah'ındır." cümlesinin gerekçesi konumundadır.
Mülkiyet, bir tür iktidar anlamına gelir. Insanlara ve
onların sahip olduklarına egemen olma yetkisine sahip olma anlamına
gelen Arapça kullanımıyla mülk, ancak kudretin kapsamlılığı
ve iradenin geçerliliği ile mümkün olabilir. Yüce Allah, göklerde,
yerde ve ikisinin arasındaki tüm varlıklar bazında bu yetkiye,
bu egemenliğe sahiptir. Dolayısıyla o her şeye güç yetirendir ve dilediği
her şeyi yaratır. Buna göre göklerde, yerde ve ikisinin arasındaki
şeylerde sadece O'nun mut-lak hükümranlığı söz konusudur.
Dolayısıyla, O'nun dilediğini yaratması, her şeyi yapabilmesi,
sahipliğinin, egemenliğinin, egemenliği de bunların tümünü helâk
etmeyi dileyebileceğinin, dilemesi durumunda kimsenin buna engel
olamayacağının, bunun da hiç kimsenin uluhiyet-te, egemenlikte
O'na ortak olmadığının kanıtıdır.
Iradesinin geçerliliğinin ve kudretinin kapsamlılığının kanıtı ise,
O'nun Allah oluşudur. Ulu Allah, belki de bunu vurgulamak için
"Allah" lafzını ayette birkaç kez tekrarlamıştır. Sonuç itibariyle, Allah
için ilâhlık makamı kabul edilince bu, beraberinde hiç kimsenin
ilâhlıkta O'na ortak olmadığı anlamını da getirir.
"Yahudiler ve Hıristiyanlar; 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler."
Hiç kuşkusuz, onlar Hıristiyanların önemli bir kısmının İsa
(a.s) açısından iddia ettikleri gibi, gerçek anlamda Allah'ın oğulları
olduklarını iddia etmiyorlardı. Ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar
gerçek anlamda böyle bir iddiayı seslendiriyordu. Ama bir tür mecazi
ifadeyle, bunu kendilerine yönelik bir onurlandırma niteliği olarak
kullanıyorlardı. Nitekim bu tür bir niteleme kutsal kitaplarında
çokça kullanılmaktadır. Örneğin Hz. Âdem1, Hz. Yakup2, Hz.
Davud3, Hz. Akram4, Hz. İsa5 hakkında ve salih müminler hakkında6
böyle bir nitelemeye yer verilmiştir.
Her hâlükârda, onların "Allah'ın oğullarıyız" derken
kastettikleri şudur: "Biz Allah'a, oğlun babasına yakın olduğu kadar
yakınızdır." Demek istiyorlardı ki, bizler kralın çocukları gibiyiz,
geri kalan teba- dan farklıyız. Kralın yakını olmaktan dolayı bir ayrıcalığımız vardır. Bu ayrıcalığımız tebanın tâbi olduğu muameleye
tâbi olmamamızı gerektirir. Bir bakıma kendilerini, insanlara uygulanan
yasaların üstünde görüyorlardı. Çünkü kralın tahtına yakın
oluşları, başkalarının tâbi olduğu yasalarla yargılanmalarını önleyici
bir ayrıcalıktır. Diğer tebayla aynı statüde olamazlar. Başkalarının
aşağılandığı gibi onlar da aşağılanamazlar. Çünkü soylular,
saltanata yakınlıkları oranında sevgi ve saygınlık görürler.
Dolayısıyla ayette sözü edilen "oğul"luktan maksat, has adamı
ve yakını olmaktır. Bu açıdan "sevgilileriyiz" ifadesinin "Allah'ın
ogullarıyız" ifadesine atfedilmiş olması, açıklama amaçlı bir atıftır.
Yoksa bir gerçekliği söz konusu değildir. Onların bu soyluluk ve
sevgililik iddialarının gerisinde şu kaçınılmaz niyet yatıyordu: Biz
azaba uğratılmayacağız, cezalandırılmayacağız. Bizim akıbetimiz
nimet ve saygınlıktan başka bir şey değildir. Güya Allah'ın onları
azaplandırması, soyluluk ayrıcalıklarıyla bahşettiği sevgi ve saygın-
------
1- Luka Incili, Bap 3 : 38.
2- Tevrat, Çıkış Kitabı, Bap 4: 22.
3- Zebur, Mezmurlar, Bap : 7.
4- Irmiya'nın gaybten verdiği haberler, Bap 31: 9.
5- Incil ve eklerinin birçok yerinde bu nitelemeye rastlanır.
6- Diğer Incillerle beraber, Matta Incili, Bap: 5. 9.
Bunun kanıtı ise, onların sözleri reddedilirken kullanılan şu ifadelerdir:
"O diledigini bagışlar, diledigine azap eder." Çünkü eğer
onlar, "Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileriyiz." sözüyle, hak mesajına
ilişkin çağrıyı kabul etmeseler bile, azaba uğratılmayacaklarını
kastetmiş ol-masalardı, "bagışlar..." ifadesinin onlara yönelik ret
cevab olarak sunulmasının bir anlamı olmadığı gibi, "Hayır, siz de
O'nun yaratıkların-dan birer insansınız." cümlesini de gerektirecek
iyi bir neden de olmazdı. Şu hâlde onların, "Biz Allah'ın ogulları ve
sevgilileri-yiz." şek-lindeki sözleri, "Biz Allah'ın has adamlarıyız,
O'nun sevilenleriyiz, istediğimizi yapsak, O'nun istemediğini
yapmasak bile O, bize azap etmeyecektir." anlamına gelir. Azaba
uğramama ve her türlü kötülük ve yasak karşısında dokunulmaz
olma, ancak yüksek otoritenin has adamı ve sevgilisi olmakla
mümkün olabilen ayrıcalıklı bir statüdür.
"De ki: O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap
ediyor?" Burada yüce Allah Peygamberine, onlara karşı bir kanıt ileri
sürmesini ve iddialarını kanıtla çürütmesini emrediyor. Bu bağlamda
iki kanıt belirginlik kazanıyor: Birincisi, azaba uğratılmalarını
öne sürerek iddialarını çürütmek. İkincisi, onların sunduğu
kanıtın tersini sonuç verecek bir kanıtla iddialarını çürütmek.
"O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap
ediyor?" ifadesinin kapsadığı birinci kanıtın özeti şudur: Eğer sizin,
Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuz, ilâhî azaptan yana güven
içinde bulunduğunuz, dolayısıyla dünyevî veya uhrevî her türlü azaptan
yana güvende olduğunuz şeklindeki iddianız doğruysa, şu
günahlarınızdan dolayı sizi sürekli olarak çepeçevre saran bu pratik
azap nedir?
Nitekim Yahudiler, sürekli olarak günah işlemektedirler; kendi
halkları arasından çıkan peygamberleri ve salihleri öldürmekte,
yüce Allah'a verdikleri sözü çiğnemek suretiyle günah işlemekte,
kutsal kitaplarındaki ifadeleri çarpıtarak asıl maksatlarının dışına
taşımakta, Allah'ın ayetlerini gizlemekte, inkâr etmekte, her türlü
azgınlığı, taşkınlığı ve sınır tanımaz saldırganlığı işlemektedirler.
Bu yaptıklarının vebalini de tepelenerek görmektedirler. Bunların
bir kısmı hayvanlara dönüştürülmüş, insan şeklinde kalan diğer
kısmının üzerine de alçaklık ve pespayelik damgası vurulmuştur.
Üzerlerine acımasız zalimler musallat edilmiştir. Bunlar onları soy
kırımdan geçirmiş, namuslarına tecavüz etmiş, ülkelerini harap
etmiştir. Tarih boyunca düşük bir hayat yaşamışlardır, ne ümit veren
bir dirilik, ne de unutulup gitmelerini sağlayacak bir ölüm görebilmişlerdir.
Hıristiyanlara gelince, onların çeşitli toplulukları arasında yaygın
olan günahlar ve bozgunculukların Yahudilerinkinden geri kalır
tarafı yoktur. Peygamberin (s.a.a) gönderildiği dönemde, ondan
sonra ve günümüze kadar tepelerine inen azaplar ve felâketler,
Yahudilerinkini aratmayacak yoğunluk ve sürekliliktedir. Tarih
bunların tümünün ya da büyük bir kısmının tanığıdır. Kur'ân buna
ilişkin birçok kıssayı anlatır. Bakara, Âl-i Imrân, Nisâ, Mâide, A'râf
ve diğer başka sureleri buna örnek gösterebiliriz.
Bunlar diyemezler ki: Üzerimize yağan musibetler, tepemize
binen belâlar, yakamıza yapışan fitneler, "belâ sevgiden dolayıdır"
türünden şeylerdir. Bunların, ilâhî gazabın sonucu duçar olunan
tepelenme ve cezalandırılma olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur. Aynı
şeyler Ibrahim, Yakup, Yûsuf, Zekeriya ve Yahya gibi Allah'ın salih
kulları olan nebi ve resullerin başına da gelmiştir. Siz Müslümanlar
da Uhud ve Mute gibi savaşlarda benzeri musibetlerle yüz yüze
geldiniz. Bu tür olumsuzluklarla biz karşılaşınca adı ilâhî azap, siz
karşılaşınca da nimet ve onurlandırma mı oluyor?
Şöyle ki: Hiç kimse kuşku duymaz ki fizikî olumsuzluklar,
dünyevî musibet ve belâlar, kâfirlerin başına geldiği gibi
müminlerin de başına gelir, salih insanları yakaladığı gibi, yıkıcıbozguncu
insanları da yakalar. Bu, yüce Allah'ın öteden beri
kulların hayatına egemen kıldığı bir yasadır. Ancak bunların
nitelikleri ve etkileri insanın yapıcı veya bozguncu oluşuna, kulun
Rabbinin nezdindeki konumuna göre farklılık arz eder.
Hiç kuşkusuz peygamberler ve erdem bakımından onlardan
sonra sıra alan salih kullar gibi nefsinde yapıcılık kök salmış, erdem
ve fazilet özünün, cevherinin ayrılmaz parçası hâline gelmiş
insanlar, dünyevî musibetlerle, sıkıntılarla, mihnetlerle karşılaştıklarında,
bunlar onların nefislerinin derinliklerindeki gizli erdemlerin,
gün yüzüne çıkmasına, pasif faziletlerin aktif hâle gelmesine
neden olurlar. Dolayısıyla o erdemlerden ve güzel sonuçlarından
hem kendileri, hem de başkaları yararlanırlar. Bundan da anlaşılıyor
ki, insan doğasının ilk etapta tepki gösterdiği bu tür musibetler,
ilâhî eğitimin araçlarından başka bir şey değildirler. Dilersen
buna, "terfi ettirme" de diyebilirsin.
Hayatı mutluluk veya mutsuzluk üzere istikrar kazanmamış, izlen-
mesi gereken mutluluk yolunu henüz bulamamış kimselerin
başına bir felâket geldiğinde, bir musibetle burun buruna kaldığında,
hemen akabinde izleyeceği yol belirginlik kazanır, küfür veya
iman, yapıcılık veya bozgunculuk karşısındaki konumu netleşir.
Bu tür musibet veya felâketler ancak sınama amaçlı belâlar olarak
nitelendirilebilir. Allah'ın gönderdiği bu felâketler, kişinin cennetten
ya da cehennemden yana bir çizgi tutturmasına ön ayak
olur.
Bazı kimseler de hayatlarını nefsin azgın hevasına uydururlar.
Yıkıcılıktan, bozgunculuktan, şehvet ve şiddetin girdabında
debelenmekten başka bir şey bilmezler. Bunlar her zaman
alçaklığı erdeme tercih ederler. Allah'a kafa tutarlar, hakka uyma
önerilerine küstahça burun kıvırırlar. Kur'ân-ı Kerim bu tür zalim
toplumların akıbetlerinden çarpıcı tablolar sunar. Nuh, Âd ve
Semud kavimlerini, Firavun Oğullarını, Medyen halkını ve Lut
kavmini buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, Allah'ın uyarılarını
dikkate almamakta ayak diretip azgınlık nitelikli yaşamlarında
ısrar edince, ibreti âlem akıbetlere maruz kalmışlardır. Üzerlerine
yağan felâketler ölüm kusmuştu, köklerini kurutup tarih sahnesinden
silip atmıştı. Işte bunlara ilâhî azap, rabbani tepeleme ve
vebal denir, başka değil. Yüce Allah, bir ayette bu anlamların tümünü içeren bir ifade
kullanmıştır: "Biz günleri insanlar arasında dolaştırırız. Bu, Allah-
'ın kimlerin mümin oldugunu belirlemesi ve aranızda şahitlik edinmesi
içindir. Allah, zalimleri sevmez. Bir de böylece Allah,
müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek ister." (Âl-i Imrân, 140-
141)
Hz. Musa'nın (a.s) gönderilişinden Hz. Muhammed'in (s.a.a)
gönderilişine kadar -iki bin yıldan fazla- geçen Yahudi tarihi, yine
Hz. İsa'nın (a.s) yeryüzünden kaldırılışından, İsa'nın doğuşuna kadar
-denil-diğine göre yaklaşık altı yüz yıl- geçen Hıristiyanların tarihi,
işledikleri günahlarla ve yaptıkları cürümlerle doludur. Bu alanda
akla gelebilecek her türlü günahı işlemekle kalmayıp, ısrar
da ettiler ve pişmanlık duymaya kesinlikle yanaşmadılar. Bu nedenle
onların tepelerine binen musibetler, ilâhî azap ve tepelendirmeden
başka bir ismi hak etmiyor.
Kuşkusuz, Müslümanlar da bu toplumların uğradıkları
musibetlerin aynısına uğradılar. Söz konusu musibetlere doğanın
sistemi perspektifinden baktığımız zaman, ilâhî plânlama elinin
sevk ve idare ettiği olaylardan başka bir şey değildirler. Bu, öteden
beri yürürlükte olan ilâhî bir yasa, evrensel bir sünnettir. Allah'ın
yasasında değişiklik olmaz.
Buna karşılık, musibetlere duçar olan Müslümanların durumları
perspektifinden baktığımız zaman, hak yol üzere bulundukları
sürece bu musibetler, ilâhî sınamalar olarak belirginleşir; hak yoldan
uzaklaştıklarında ise, ilâhî azap ve cezalandırma amaçlı tepeleme
olarak ön plâna çıkar. Kimsenin Allah katında ayrıcalığı yoktur.
Kendi isteği üzere hükmedenin Allah üzerinde hiçbir hakkı olmaz.
Kur'ân'da Müslümanların Allah katında ayrıcalıklı olduklarına
ilişkin bir ifadeye rastlanmaz. Müslümanlar Allah'ın oğulları veya
sevgilileri olarak nitelendirilmezler. Kimsenin ismine veya lakabına
itibar edilmez.
Yüce Allah, bir ayette Müslümanlara hitaben şöyle buyuruyor:
"Yoksa siz, Allah içinizdeki cihat edenleri ayırt etmeden ve sabırlıları
belirlemeden cennete girebileceginizi mi sandınız?... Mu-
hammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler
gelip geçmiştir. Şimdi eger o ölür ya da öldürülürse,
topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topugu üzerinde
geri dönerse, Allah'a hiçbir zarar vermeyecektir. Şükredenleri
ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i Imrân, 142-144) Diğer bir ayette
de şöyle buyuruyor: "Iş ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın
kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır
ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı
bulur." (Nisâ, 123)
"De ki: O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size
azap ediyor?" ifadesinde, başka bir ihtimal de söz konusu olabilir.
Yani, kastedilen azabın uhrevî azap olması da muhtemeldir. Dolayısıyla
"yuazzibukum=azap ediyor" şeklindeki şimdiki zaman kipi,
önceki ihtimalin esası olan süreklilikten çok gelecek zamanı ifade
etmiş olabilir. Çünkü Ehlikitap genel olarak işledikleri günahın
karşılığı bir azabın olduğunu kabul ediyorlar. Kur'ân'da Yahudilerin
bu itirafı şu şekilde ifade edilir: "Sayılı birkaç gün dışında bize ateş
dokunmayacaktır." (Bakara, 80)
Hıristiyanlara gelince; gerçi onlar, İsa'nın kendini kurban edişiyle
günahlarının bağışlandığını ileri sürüyorlar; ancak bu bile bizzat
günahı ve çarmıha gerilme suretiyle İsa'nın gördüğü eziyetlerin
azap olduğunu kabul etme anlamına gelir. Incillerde zina gibi günahlardan
söz edilir. Kilise, günahlardan bağışlanma belgeleri dağıtmakla
fiilen azabın varlığını itiraf ediyor. Bu da bir ihtimaldir;
ancak birinci ihtimal iyi ve uygundur.
"Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini
bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunan her şeyin egemenliği yalnızca Allah'ındır. Dönüş de sadece
O'nadır." Bu ifade onların iddialarına karşı itiraz mahiyetinde
sunulan ikinci kanıttır. Kanıtın özeti şudur: Sizin gerçekliğinize yönelik
bir gözlem, Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuza ilişkin
iddianızı çürütmek için yeterlidir. Çünkü siz de Yüce Allah'ın yarattığı
insanlar veya diğer canlı türleri gibi yaratılmışsınız. Allah'ın ya-
rattığı diğer varlıklara karşı herhangi bir ayrıcalığınız yoktur. Göklerde,
yerde ve bu ikisi arasında bulunan herhangi bir varlık, Allah
tarafından yaratılmış olmaktan öte bir şey değildir. Allah, onun ve
başka varlıkların sahibidir, tek egemenidir; dilediği gibi, dilediği
şekilde onlar üzerinde tasarrufta bulunur. O da herkes gibi, hem
kendisinin, hem de başkalarının üzerinde tek egemen olan
Rabbinin yanına dönecektir.
Durum böyle olduğuna göre, yüce Allah, içlerinde dilediğini
bağışlama ve dilediğine azap etme yetkisine ve gücüne sahiptir ve
hiçbir ayrıcalık ve saygınlık ya da başka bir şey, O'nun bir kimse
hakkında bağışlama ya da azap şeklinde bir hüküm vermesine
engel olamaz. Kimse yolunu kesemez, iradesini yürütmesini,
hükmünü etkin kılmasını engelleyecek şekilde önüne perde
geremez.
Bu açıdan, "Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız."
ifadesi, kanıtın öncüllerinden biri konumundadır. "Göklerin,
yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin egemenligi, yalnızca Allah'ındır."
ifadesi de bir başka öncül olarak anlam kazanıyor. "Dönüş
de sadece O'nadır." cümlesi, üçüncü öncül konumundadır. "O,
diledigini bagışlar, diledigine azap eder." ifadesi de mantıksal
önermenin sonuç kısmını oluşturmaktadır ki bu mantıksal açıklama,
hiçbir şekilde azaba uğratılmayacaklarına ilişkin iddialarıyla
çelişmektedir.
"Ey Ehlikitap! ...elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği
sırada elçimiz size geldi ki size açıklıyor." Ragıp el-Isfahanî der ki:
"el-Futûr, öfke sonrası yatışma, sertlik sonrası yumuşama ve güç
sonrası zayıflık anlamına gelir. Yüce Allah, 'Ey Ehlikitap!
...elçilerin arasının kesildigi, bir boşluk meydana geldigi sırada
elçimiz size geldi ki size açıklıyor.' buyurmuştur. Yani, Allah'ın elçisinin
gelişinden yoksun, sessizlik, boşluk dönemi."
Ayet, Ehlikitab'a yönelik ikinci bir hitaptır. Önceki hitabın
içeriğini de tamamlayıcı bir fonksiyon üstlenmektedir. Çünkü ilk
ayette onlara açıklamıştı ki: Allah size bir elçi gönderdi, onu
apaçık bir kitapla destekledi; elçi (veya kitap) Allah'ın izniyle
tapla destekledi; elçi (veya kitap) Allah'ın izniyle insanları salt hayra
ve mutluluğa iletir. Bu ayet ise, onlara şu mesajı veriyor: Bu ilâhî
açıklama, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi." demek suretiyle
bahaneler ileri sürmelerini önleme amacına ve onlara hücceti
tamamlamaya yöneliktir.
Bu açıklama ile, tefsirini sunduğumuz ayette yer alan "size
açıklıyor." ifadesinin ilintili olduğu konunun, önceki ayetin içeriği
olması ihtimali güçleniyor. Buna göre, ayetin açılımı şöyledir: Kitaptan
olduğu hâlde sizin gizlediğiniz birçok şeyi size açıklıyor. Yani,
sizin şu anda davet edildiğiniz din, sizin bizzat benimsediğiniz
dindir, sizin elinizdeki dini doğrulamaktadır. Iki din arasında farklılık
gibi görünen unsurlar ise, ilâhî kitapların içerdiği ama sizlerin
gizlediği bilgilerin açıklanmasından kaynaklanmaktadır.
Bu durumda, "Ey Ehlikitap! ...elçimiz size geldi ki size
açıklıyor." ifadesinin, önceki ifadenin aynen tekrarı olduğu söylenebilir.
Amaç, önceki hitapla ilintili olduğu hâlde, ondan ayrı duran
bazı sözleri ulamaktır. Bununla da, "Bize... gelmedi, demeyesiniz."
ifadesini kastedi-yoruz. Ilintilenenle, ilintilendirilen arasına uzun bir
fasıla girdiği için, böyle bir tekrara cevaz verilmiştir ve bunun örnekleri
Arapça da yaygındır. Şair der ki:
"Deve kuşlarının bakım yerlerini bana verin / Ki Vail Harbi ateşi
yeniden zihnimde alevlendi.
Deve kuşlarının bakım yerlerini bana verin / Çünkü soylu biri
değerli bir şeyi bir ayakkabı bağına satarsa, yine de pahalıdır."
Ayetteki hitabın, yeni bir başlangıç olması da mümkündür. Bu
durumda "size açıklıyor" fiilinin ilintili olduğu ifade, hazf edilmiş
kabul edilir. Ki ifade genel niteliğini kazanabilsin. Yani, açıklanması
gereken her şeyi size açıklıyor. Ya da böyle bir kullanımın
önemini vurgulamaya yöneliktir. Yani, açıklanmasına gerek duyduğunuz
önemli bir şeyi size açıklıyor. "elçilerin arasının kesildigi"
ifadesi böyle bir ihtiyaca yönelik bir işaret ya da kanıt içermiyor da
değil. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: Açıklanmasına
şiddetle ihtiyacınız olduğu bir şeyi elçilerin ardının kesildiği ve size
bir şey açıklayamadıkları bir dönemde size açıklıyor.
"Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz." ifadesi,
"size geldi" ifadesiyle ilintilidir. Takdirî açılımı da şudur: Söylersiniz
endişesiyle veya söylemeyesiniz diye.
"Allah'ın her şeye gücü yeter." Bu ifade, konuyla ilgili yanlış bir
zihniyeti bertaraf etmeye yönelik gibidir. Çünkü Yahudiler, Tevrat-
'ın içerdiği şeriattan sonra başka bir şeriatın hükme bağlanmış
olmasını kabul etmiyorlardı. Bunun nedeni, onların neshi ve bedâyı
kabul etme-meye ilişkin anlayışlarıydı. Yüce Allah, onların bu asılsız
sanılarını, sı-nırsız kudretiyle çelişiyor diye reddetti. Daha önce,
tefsirimizin 1. cildinde Bakara 106. ayeti tefsir ederken 'nesh' kavramı
üzerinde durduk.
KUR'ÂN'IN GÖSTERDIĞI DÜŞÜNCE YÖNTEMI
Kur'ânî, Felsefî ve Rivayet Esaslı Araştırma Şundan kuşku duymuyoruz: İnsan hayatı, düşünsel bir hayattır;
düşünce ve fikir dediğimiz bu olgu olmadıkça, insan hayatı tamamlanmış
olmaz. Düşünceye dayalı bir hayatın kaçınılmaz bir
gereği de şudur ki: Hayatın dayandığı düşünce doğru ve eksiksiz
olduğu oranda hayat da sağlam ve eksiksiz olarak seyrine devam
eder. Sağlam hayat -hangi yasalar esas alınırsa alınsın, önceden
izlenilen veya izlenilmeyen hangi yol izlenirse izlensin- kesinlikle
sağlam bir düşünceyle ilintili ve ona dayanıyordur. Hayat, düşünceye
dayalı olduğu oranda, sağlam ve doğru olur.
Ulu Allah, kitabının değişik yerlerinde farklı ifade tarzlarıyla bu
gerçeği açıklamıştır. "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve kendisine
insanlar arasında yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz kimse, karanlıklar
içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?"
(En'âm, 122), "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9),
"Allah sizden inananları bir derece ve kendilerine ilim verilenleri
ise derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11), "Müjdele kullarımı: Onlar
ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. Işte onlar Allah'ın