El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.50%

El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 Yazar:
Grup: KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ
Sayfalar: 0

El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

Yazar: Allâme Muhammed Hüseyin TABATABAİ
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 778
İndir: 244

Açıklamalar:

El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5
  • Nisв Sыresi

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • ЭYЭLЭK VE KЦTЬLЬKLERIN ALLAH'TAN OLMASI NE ANLAM IFADE EDER?

  • AYETLERIN HADISLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN HADISLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • SELВMIN ANLAMI ЬZERINE

  • AYETLERIN HADISLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • MUSTAZAFLIK ЬZERINE

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • MASUMIYETЭN ANLAMI ЬZERЭNE

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN HADISLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETЭN AЗIKLAMASI

  • AYETЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN HADISLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN HADISLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN HADISLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • AYETIN AЗIKLAMASI

  • AYETЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AKDIN ANLAMI ЬZERINE

  • El-Mоzвn Fо Tefsоr-il Kur'вn – c.5, Mвide Sыresi

  • ЬЗ BЦLЬMDE BЭLЭMSEL ARAЮTIRMA

  • AYETLERIN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • GADIR-I HUM AYETININ HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • KUR'ВN'IN GЦSTERDIРI DЬЮЬNCE YЦNTEMI

  • Kur'вn ve sьnnetin, kendilerine kesin ve aзэk olarak muhalif

  • TARЭHО INCELEME

  • AYETLERIN HADISLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • ALGILAMA VE DЬЮЬNME ЬZERЭNE

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • BЭLЭMSEL BЭR YAKLAЮIM VE KARЮILAЮTIRMA

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • KUR'ВN LЭTERATЬRЬNDE ЮERЭATIN ANLAMI VE ЮERЭAT ЭLE DЭN VE MЭLLET ARASINDAKI FARK

  • AYETLERIN HADISLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERIN AЗIKLAMASI

  • KALPLERЭN HASTA OLMASININ ANLAMI ЬZERЭNE

  • AYETLERIN HADISLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • KUR'ВN VE HADIS IЮIРINDA KONUYA YЦNELIK GENEL BIR DEРERLENDIRME

  • Mвide Sыresi 51-54...... 671

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 778 / İndir: 244
Boyut Boyut Boyut
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

Yazar:
Türkçe
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5



Nisâ Sûresi

Nisâ Sûresi 77-80 ...............................................................5

77- Kendilerine, elinizi savaştan çekin, namaz kılın ve zekât verin, denenleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir kısmı hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da; "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın olan ölümümüze dek geciktiremez miydin?" dediler. De ki: "Dünya geçimliği azdır, ahiretse sakınanlar için daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar bile zulmedilmez."

78- Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; hatta isterseniz sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde olun. Onlara bir iyilik gelirse, "Bu, Allah'tandır" derler; başlarına bir kötülük gelince de, "Bu, sendendir (sen Peygamberin yüzündendir)" derler. De ki: "Hepsi Allah'tandır." Bu adamlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?!

6..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

79- Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.

80- Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!

AYETLERIN AÇIKLAMASI

Bu ayetler, daha önceki ayetlerle bağlantısız değildir ve o ayetler grubuyla bir bütün oluşturuyor. Her iki grubun akışı da aynıdır.

Dolayısıyla bu ayetlerde, zayıf imanlı müminlerden oluşan bir başka grubun durumu gözler önüne seriliyor. Bu bağlamda, ayetlerin öğüt ağırlıklı, dünyanın geçiciliğini ve ahiret nimetlerinin kalıcılığını vurgulayıcı olduğunu gözlemliyoruz. Ayrıca bu çerçevede iyilikler ve kötülüklerle ilgili Kur'ânî bir gerçek de açıklığa kavuşturuluyor.

"Kendilerine elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin mi? ...hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar." Ayette geçen "el çekme" deyimi, savaşmaktan kaçınmaktan kinayedir.

Bunun nedeni, savaş sırasında yapılan eylemlerin eller aracılığıyla gerçekleştiriliyor olmasıdır. Bu ayet gösteriyor ki, başlangıçta kâfirlerin saldırıları, haksızlıkları müminlerin gücüne gidiyordu.

Bu tür baskılara karşı sabretmekte ve kılıçları kınlarından çekip karşı koymamakta güçlük çekiyorlardı.

Dolayısıyla yüce Allah bu ayette bundan kaçınmalarını, namaz ve zekât gibi dinin şiarlarını (nişanelerini, sembol ibadetlerini) yerine getirmelerini emretti. Çünkü dinin güçlenmesi, sağlam bir zemine oturması buna bağlıydı. I?te o zaman yüce Allah, din düşmanlarına karşı cihat etmelerine izin verecekti. [Ama şimdi, temelleri sağlamlaştırmanın zamanıydı.] Aksi takdirde dinin iskeleti çözülecek, temelleri yıkılacak, parçaları darmadağın olacaktı.

Görüldüğü gibi bu ayetlerde, bunlara şöyle kınayıcı bir eleştiri yöneltiliyor: Bunlar var ya! Bunlar, düşmana karşı çıkmak için yeterli sayısal ve donanımsal hazırlıkları bulunmadığı bir sırada kâfir-

Nisâ Sûresi 77-80 .......................................................... 7

lerle savaşmak için acele eden, kılıcını çekmekten kendisini alamayan, eziyetlere tahammül edemeyen kimselerdir. Fakat kâfirlerle savaşmaları farz kılınınca, içlerindeki bir grup, kendileri gibi insan olan düşmanlardan Allah'tan korkar gibi, hatta ondan daha da şiddetli bir şekilde korkarlar.

"Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın!... dediler." Ifadenin zahiri bu cümlenin, "içlerinden bir kısmı" ifadesine atfedilmiş olduğunu gösteriyor. Özellikle, ayetin akışının muzari fiilinden (insanlardan korkuyorlar), mazi fiiline (dediler) geçiş yapmak suretiyle değişmesi bu ihtimali güçlendiriyor. Şu hâlde, bu sözü söyleyenler, savaşmak için can atan, sabretmekte güçlük çeken, bu yüzden savaştan kaçınma emrine muhatap olan kimselerdir.

"Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın olan ölümümüze dek geciktiremez miydin?" ifadesinin, onların davranış lisanlarının (lisanı hâllerinin) sözlü bir anlatımı olması muhtemeldir.

Ama aynı şekilde, bu sözü bizzat söylemiş olmaları da mümkündür. Biz biliyoruz ki, Kur'ân bu tür anlatım tarzlarının tümünü kullanır. Insanın doğal ömrünü tamamlayarak ölmesi demek olan "ecel" kelimesinin "yakın" vasfıyla nitelendirilmesi ile, onların öldürülmekten kurtulup kısa bir süre yaşamayı istedikleri kastedilmiyor. Tersine, onların bununla söylemek istedikleri şudur:

"Eğer biz öldürülmeksizin doğal ömrümüzü tamamlayarak ölmüş olsak bu, kısa bir yaşamaktan ve yakın bir süreden başka bir şey değildir. Şu hâlde Allah, neden bu kısa hayatı yaşamamıza razı olmuyor, bizi öldürülme sınavıyla karşı karşıya bırakıyor, ölümümüzü çabuklaştırıyor?"

Bu sözü söylemiş olmalarının nedeni, gönüllerinin dünya hayatına bağlı olmasıdır. Dünya hayatı ise Kur'ân literatüründe az bir yararlanma olarak tanımlanır; az bir süre yararlanılır, sonra çarçabuk tükenir, varlığından eser kalmaz. Onun ötesinde ise ahiret hayatı vardır; gerçek ve kalıcı hayat, dolayısıyla daha iyi bir hayat. Onlara, "De ki..." sözüyle başlayan bir ifadeyle cevap verilmiş olması

8 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

da bunu vurgulamaya dönüktür.

"De ki: Dünya geçimliği azdır..." Burada Peygamberimiz efendimize (s.a.a), adı geçen zayıf karakterlilere, basit ve kısa dünya hayatını, Allah yolunda savaşma, cihat etme onuruna tercih etmenin yanlışlığını ortaya çıkaracak şekilde cevap vermesi emrediliyor.

Kısaca verilmek istenen mesaj; imanları hususunda dikkatli davranmaları ve imanlarına zarar verecek her şeyden kaçınmaları gerektiğidir.

Dünya hayatı bir yararlanma, bir metadır. Ahiretle karşılaştırıldığında, kısa süre yararlanılan bir geçimlik olduğu net bir şekilde görülür.

Ahiret ise, Allah'tan korkup günahlardan sakınanlar açısından daha hayırlıdır. Şu hâlde onların da, kısa süreli bir yararlanmadan ibaret olan dünya geçiminden daha hayırlı olan ahireti tercih etmeleri gerekir. Çünkü onlar her şeye rağmen mümindirler ve takva yolu üzerinde bulunmaktadırlar. Bunu yapmamaları bir tek şeyle izah edilebilir. O da yüce Allah'ın kendilerinden öç almasından ve haklarında zulmetmesinden korkmaları, bu yüzden ellerindeki somut metaı, vaat edilen daha hayırlı nimetlere tercih etmeleridir.

Ama korkmaları yersizdir. Çünkü yüce Allah, hiç kimseye kıl kadar zulmetmez.

Bu açıklamalardan sonra "sakınanlar için" ifadesinin, sıfatın mevsuf (nitelenen) yerine konuluşuna bir örnek olduğu belirginleşiyor.

Bununla güdülen amaç, verilen hükmün sebebine delâlet etmek ve nesnel karşılığıyla tam örtüştüğü iddiasında bulunmaktır.

Buna göre ifadenin takdirî açılımı -Allah doğrusunu daha iyi bilir- şöyledir: Ahiret sizin için daha hayırlıdır. Çünkü iman etmiş olmanızdan dolayı, takva ehli olmanız gerekmektedir. Takva ise, ahiretin içerdiği hayırları elde etmenin nedenidir. Dolayısıyla "sakınanlar için" ifadesi, muhataplarına yönelik göndermede bulunma nitelikli bir kinaye konumundadır.

"Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; hatta isterseniz sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde olun." Ayetin orijinalinde geçen "burûc" kelimesi, "burc" kelimesinin çoğuludur; kalelerin üzerinde inşa edi-

Nisâ Sûresi 77-80 .............................................................. 9

len yapılar anlamına gelir. Bu tür binalar, düşman saldırılarını püskürtmek için mümkün olduğunca sağlam inşa edilir. Aslında kelimenin etimolojik kökeninde "açıklık" anlamı vardır. Nitekim süs eşyalarını vb. açığa vurmaya "teberruc" denilmesi de bundan dolayıdır.

Yine ayette geçen "muşeyyede" kelimesi, yükseklik anlamını ifade eder. Bunun da etimolojik kökeni "eş-şeyd", yani kireçtir. Çünkü kireçle hem bir yapı sağlamlaştırılır, hem yükseltilir, hem de süslenir. Buna göre, ayette geçen "el-buruc-ul müşeyyede", gelmekte olan her türlü düşman saldırısı karşısında insanın sığınmak durumunda olduğu kaleler üzerinde yükseltilen sağlam binalar demektir.

İfadenin temel dayanağı, istenmeyen bazı şeylerden korunma amacıyla sığınılan bir olgunun örnek verilmesi ve bunun her türlü istenmeyen olgulara karşı sağlam bir sığınak işlevini gören şeylere örnek olarak algılanmasıdır. Buna göre, elde ettiğimiz anlamı şöyle özetleyebiliriz: Ölüm öyle bir şeydir ki, sizi bulmaması diye bir şey olmaz. Hangi sağlam, muhkem sığınağa sığınsanız da ondan kurtulamazsınız. Dolayısıyla savaşa katılmamanız ve size savaşın bir yükümlülük olarak farz kılınmaması durumunda ölümden yana güvencede olacağınıza, size ilişmeden onu savuşturacağınıza ilişkin ham bir kuruntuya kapılmamanız gerekir. Çünkü Allah'ın [sizin yaşama süreniz olarak] belirlediği vakit yani ecel elbette gelecektir.

"Onlara bir iyilik gelirse, 'Bu, Allah'tandır' derler..." Ayetin sonundaki bu iki cümle, onların havadan söyledikleri diğer iki yanılgıya ve yanlış düşünceye işaret etmektedir. Yüce Allah, bunu onlar adına anlatmakta ve Peygamberine, insana ilişen iyilik ve kötülük olgularının gerçek mahiyetini açıklamak suretiyle onların bu kuruntularına cevap vermesini emretmektedir.

Ayetlerin akışındaki bütünlük, bunu, yukarıda sözü edilen zayıf karakterli bazı müminlerin söylemiş olmalarını gerektirmektedir; ister bu sözü davranış lisanıyla (lisanı hâlle) söylemiş olsunlar, is-

10 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ter sözlü olarak. Bunda yadırganacak bir şey yok. Nitekim Hz. Musa'ya (a.s) da benzeri bir söylemle cephe alınmıştı. Yüce Allah, bu olayı şöyle anlatmaktadır: "Onlara bir iyilik geldigi zaman, bu bizimdir (kendi bilgi ve davranışlarımızla bunu elde ettik) derler; kendilerine bir kötülük gelince de, Musa ve onunla beraber olanları ugursuz sayarlardı. Iyi bilin ki, onların ugursuzlugu Allah katındadır;

fakat çokları bilmezler." (A'râf, 131)

Başka ümmetlerin de peygamberlerine karşı bu tür bir davranış içine girdikleri rivayet edilmiştir. Islâm ümmeti de peygamberine karşı sergilediği tutum bakımından geçmiş ümmetleri aratmamıştır. Ulu Allah, "Kalpleri birbirine benzedi." (Bakara, 118) buyurmuştur.

Bu bağlamda Islâm ümmeti, daha çok Israiloğullarına paralel düşmüştür. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Onlar kertenkele deliğine girseler, siz de oraya girersiniz." Bununla ilgili olarak Şiî ve Sünnî kaynaklardan derlediğimiz birçok rivayeti daha önce zikrettik.

Tefsir bilginlerinin büyük bir çoğunluğu, bu ayetlerin Yahudiler yahut münafıklar veya her iki grup hakkında indiğini kanıtlamak için yoğun bir çaba içine girmişlerdir. Fakat, ayetlerin akış bütünlüğünün bu ihtimali reddettiğini görmüş bulunuyorsun.

Her hâlükârda, tefsirini sunduğumuz ayet, akışı itibariyle, iyilik ve kötülükten maksadın, yüce Allah'a isnat edilebilecek olgular olduğuna tanıklık etmektedir. Bu tür Müslümanlar ise bir kısmını yani iyiliği Allah'a, diğer bir kısmını yani kötülüğü de Hz. Peygambere (s.a.a) isnat ediyorlar. Buradan hareketle anlıyoruz ki, onların kastettikleri iyilik ve kötülükler, Peygamberimizin kendilerine gelmesinden, dinin kurumlarının temellerini atıp yükseltmesinden, davayı yaymasından ve cihadı tavsiye etmesinden sonra karşılarına çıkan olaylardır. Galip geldikleri kimi savaş ve çatışmalarda elde ettikleri fetih, zafer ve ganimetler; yenilgiye uğradıkları diğer bazı savaşlarda da yaşanan öldürülmeler, yaralanmalar ve kayıplar yani. Kötülükleri Peygambere isnat etmelerinin anlamı, onu uğursuz saymak ya da zayıf görüşlü ve tedbirsiz bulmaktır.

Nisâ Sûresi 77-80 .................................................................... 11

Yüce Allah, Peygamberine (s.a.a) onlara şu cevabı vermesini emrediyor: "De ki, hepsi Allah'tandır." Bunlar, evrensel düzeni yönlendiren iradenin düzenlediği olaylar ve felâketlerdir. Evrensel düzenin yönlendiricisi de tek ve ortaksız Allah'tır. Varlıklar varoluşları, kalıcılıkları ve karşılaştıkları olaylar itibariyle başkasına değil, yüce Allah'ın iradesine tâbidirler. Kur'ân'ın öğretisinden bunu anlıyoruz.

Ardından bu adamların kıt anlayışlılıkları, bu gerçeği algılamadaki yetersizlikleri, anlayışsızlıkları karşısında şaşkınlığı ifade eden bir soru yöneltiliyor: "Bu adamlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?"

"Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir." Onların hemen hiçbir söz anlamadıkları belirtilip, işin aslını ortaya koyma amaçlandığından, onların idraksiz olmaları hesaba katılarak hitabın hedefi olmaktan çıkarılıyorlar ve hitap doğrudan Peygamberimize (s.a.a) yöneltiliyor; bu bağlamda ona isabet eden iyilik ve kötülüklerin gerçek mahiyetleri açıklanıyor. Buna göre bütün varlıklar, en azından mümin, kâfir, salih (iyi), kötü, peygamber veya başkası olarak bütün insan bireyleri üzerinde egemen olan varoluşsal hükümler açısından, Peygamberin (s.a.a) bir ayrıcalığı, farklı bir konumda olması söz konusu değildir.

Buna göre, insanın öz doğası gereği hoş karşıladığı, güzel gördüğü sağlık, nimet, güvenlik ve konfor gibi olgular anlamında iyiliklerin tümü yüce Allah'tandır. Hastalık, alçaklık, düşkünlük ve fitne gibi insana hoş gelmeyen olgular anlamında kötülükler de sonuçta insana gelip dayanırlar, yüce Allah'a değil. Bu açıdan ayetin, içerik bakımından şu ayete yakın olduğunu görüyoruz: "Bu, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) degiştirmedikçe, Allah'ın da onlara verdigi nimeti degiştirmeyeceginden ve Allah'ın işiten, bilen olmasından dolayıdır." (Enfâl, 53) Fakat bu değerlendirme, bütün iyilik ve kötülüklerin başka bir genel perspektifle Allah'a döndürülmesi gerçeği ile çelişki oluşturmaz.

Bu konuyu ilerde etraflıca açıklayacağız.

"Seni insanlara elçi gönderdik." Senin bizim katımızdan yana, el-

12 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

çi olmaktan başka bir özelliğin yok. Görevin de ilâhî mesajı açık bir şekilde duyurmaktır. Senin misyonun elçiliktir. Bunun dışında başka bir misyonun yoktur. Ayrıca emir konusunda, yasama ve evrensel hükümranlık noktasında herhangi bir yetkiye sahip değilsin.

Dolayısıyla, uğur ve uğursuzluk bağlamında bir etkinliğin olmaz. Sen insanlara kötülük iliştiremez, onlara yönelmiş iyilikleri alıkoyamazsın. Bu bakımdan ifade, "Bu, sendendir." diyerek kötülükleri Peygamberimizden (s.a.a) kaynaklanan bir uğursuzluk olarak algılayan söz konusu kişilere yönelik bir cevap niteliğindedir ve bu cevap, "şahit olarak da Allah yeter." sözüyle pekiştiriliyor.

"Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." Bu cümle, bir yeniden başlama niteliğindedir. Fakat önceki ayette geçen "Seni insanlara elçi gönderdik." ifadesinin pekiştirilmesi de amaçlanıyor.

Önceki ayetin hükmünün gerekçesi açıklanıyor bir bakıma.

Demek isteniyor ki, sen bizim tarafımızdan gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değilsin. Dolayısıyla bir elçi olduğun için sana itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Kimileri burun kıvırıp yüz çevirirlerse, biz seni onların başına bekçi olman için göndermedik.

Bundan da anlaşılıyor ki, "Kim Peygambere itaat ederse..." ifadesi, sıfatın mevsuf (nitelenen) yerine konuluşuna bir örnek oluşturmaktadır. Böylece hükmün gerekçesine işaret etme hedeflenmiştir.

Tıpkı "ahiretse sakınanlar için daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar bile zulmedilmez." cümlesinde olduğu gibi. Dolayısıyla "Seni... gönderdik." ifadesindeki muhataba yönelik hitaptan, "Kim Peygambere itaat ederse..." ifadesindeki üçüncü tekil şahsa (gayip siygasına), ondan da "seni... bekçi göndermedik." ifadesindeki ikinci tekil şahsa (muhatap siygasına) doğru bir geçiş yapılmış olmaksızın ayetlerin akışı normal seyrini devam ettirmektedir.

İYİLİK VE KÖTÜLÜKLERIN ALLAH'TAN OLMASI NE ANLAM IFADE EDER?

Bana öyle geliyor ki, insanın güzellik kavramının farkına var-

Nisâ Sûresi 77-80 ................................................................ 13 ması, ilk defa kendi türüne yönelik gözlemleri esnasında gerçekleşmiştir.

Insan denen türün yaratılışındaki denge olgusunu, tüm organların belli bir uygunluk içinde vücuttaki yerlerini almış olmasını, özellikle yüzdeki organlar arası ahengi kastediyoruz. Bunun dışında insan, doğadaki diğer somut olguların şahsında da bu anlamı gözlemlemiş, algılamıştır. Sonuç itibariyle güzellik, bir şeyin doğası itibariyle amacına uygun olması demektir.

İnsan yüzünün güzel olması demek, göz, kaş, kulak, burun ve ağız gibi organların olmaları gereken bir nitelik veya durum üzere ve birbirleriyle uyum içinde olmaları demektir. O zaman insanın canı ona doğru çekilir, tabiatı ona eğilim gösterir. Bir şeyin bunun aksi bir durumda olması da kötü, kötülük ve çirkin gibi yerine göre kullanılan ifadelerle nitelendirilir. Şu hâlde kötülük, adem nitelikli [varlıktan yoksun] bir anlamdır. Buna karşılık güzellik varoluşsal bir anlamdır.

Daha sonra bu niteleme tüm itibarî eylem ve anlamları, toplumsal koşullarda öngörülen tanımlamaları kuşatacak şekilde genelleştirilmiştir.

Burada da değerlendirme ve nitelemenin esasını, bir şeyin insan hayatının mutluluğu veya bu hayattan yararlanma olarak tanımlayabileceğimiz toplumsal hedeflere uygunluğu veya uygun olmayışı oluşturur. Meselâ adalet güzeldir. Hakkedene iyilikte bulunmak güzeldir. Eğitim, öğretim, öğüt vb. olgular güzeldirler. Zulüm, haksızlık gibi olgular da kötü ve çirkin şeylerdir. Bunun nedeni birinci gruptaki olguların insan mutluluğu veya insanın toplumsal koşullarda yararlanması amacına uygun olmaları, ikinci gruptaki olguların da bu amaca uygun olmayışlarıdır.

Güzel olarak nitelenen kısım ve onun karşısında yer alan çirkin olaylar, toplumsal amaca uygunluğu dolayısıyla bu vasfı kazanan fiile bağlıdırlar. Dolayısıyla toplumsal amaç ve hedeflere uygunluğu sürekli ve kalıcı olan fiillerin güzellikleri de sürekli ve kalıcıdır.

Buna adaleti örnek gösterebiliriz. Diğer bazı fiillerin de çirkinliği öyledir; örneğin zulüm.

Bazı fiillerin durumu, zamana, duruma, yere veya topluma gö-

14 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

re değişkenlik arz eder. Örneğin gülmek, şakalaşmak dostlar arasında güzeldir, büyük şahsiyetlerin yanında değil. Sevinç ortamlarında güzeldir, matem ortamlarında değil. Mescitlerde ve mabetlerde de bu tür davranışlar çirkin kaçar. Zina ve içki batılılara göre güzeldir; ama Müslümanlar arasında bu tür fiiller çirkindir.

Bu bakımdan, "Güzellik ve çirkinlik kavramları sürekli değişirler, değişkenlik arz ederler. Bu kavramlar açısından kalıcılık, süreklilik ve bütünsellik söz konusu değildir." iddiasını ortaya atan ve adaletle zulüm gibi kavramlar hakkında bu iddiayı kanıtlamak için, "Toplumsal bazı kabullerin uygulanışı bağlamında kimi toplumlara göre adalet olarak değerlendirilen bir husus, başka bir toplumun, toplumsal kabulleri gereğince pratize edilen birtakım uygulamalar çerçevesinde adalet olarak değerlendirilen hususla farklı olur. Dolayısıyla adalet anlamının dayandığı belli bir zemin yoktur. Söz gelimi zina suçunu kırbaçla cezalandırmak, Islâm açısından adalettir. Ama bu uygulama Batılılara göre adalet değildir." diyenlerin bu sözlerine kulak asmamalısın.

Çünkü bunlar meseleyi karıştırıyorlar. Kavram ile onun objektif karşılığını ayırt edemiyorlar. [Şöyle ki, adalet kavramı Müslümanlara göre de iyidir, Batılılara göre de. Yine zulüm her iki grubun da yanında kötüdür. Ne var ki bu iki topluluk neyin adaletle, neyin de zulümle nitelenmesi hususunda farklı düşünebilirler. Meselâ, Müslümanlar zinayı zulüm olarak nitelendirirken, Batılılar onu öyle değerlendirmeyebilirler. Bu ise, onların zulmü iyi bilmeleri anlamına gelmez.]

Anlayışı bu düzeyde olanlara da söyleyecek sözümüz yoktur. Insan, toplum üzerinde etkili olan faktörlerin değişmesi hasebiyle toplumsal kuralların bir kerede veya aşamalı olarak değişmesini onaylar; fakat adalet niteliğinin kendisinden soyutlanmasını ve zalim diye adlandırılmasını onaylamaz. Bir zalim tarafından kabul edilir bir gerçeğe dayanmadan sergilenen herhangi bir zulümden hoşlanmaz ve onu onaylamaz. Aslında konu daha da uzatılabilir.

Ancak sözü daha fazla uzatmamız, bizi daha önemli olan

Nisâ Sûresi 77-80 ............................................................ 15

bir husustan uzaklaştırır. Daha sonra, güzellik ve çirkinlik kavramları, insanın, hayatı boyunca değişik faktörlerin etkisiyle oluşup karşısına çıkan diğer zihin dışı objektif olayları da kuşatacak şekilde genelleştirilmiştir. Bunlar bireysel ya da toplumsal olaylardır. Bunların bir kısmı, insanın arzularıyla örtüşür. Sağlık, sıhhat veya rahatlık gibi bireysel ya da toplumsal hayatının mutluluğu açısından uygunluk arz ederler.

Bu yüzden iyilikler, güzellikler olarak isimlendirilirler. Bunların bir kısmı da, yukarıdakinin tam aksi bir niteliğe sahip olur. Fakirlik, hastalık, zillet veya tutsaklık gibi sıkıntı ve musibetler buna örnektir. Bunlara kötülükler adı verilir.

Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan şu husus belirginlik kazanıyor: Olgular veya fiiller, insan türünün kemaliyle yahut bireyin mutluluğu veya başka bir şeyle ilintileri açısından iyi ve kötü niteliğini alırlar. Şu hâlde güzellik ve çirkinlik izafî (göreceli) niteliklerdir.

Fakat bu izafîlik bazı alanlarda daimîdir, değişmez; diğer bazı alanlarda ise değişkendir. Hakkeden birine mal bağışlamanın güzel, hakketmeyen birine vermenin de çirkin, kötü olması örneğin.

Yine şu husus belirginlik kazanmış oldu ki, güzellik her zaman için varoluşsal bir olgudur. Kötülük ve çirkinlik ise ademîdir, varlıktan yoksundur; yani bir şeyin, insanın mizacına uygunluk ve uyumluluk niteliğini yitirmesidir. Yoksa bir şeyin veya fiilin yapısı (kendisi, özü), söz konusu uygunluk ve uyumluluğu bir kenara bırakırsak, birdir ve temelde bir değişikliği yoktur. [Dolayısıyla bu şey veya fiil, ne güzellikle nitelenir, ne de çirkinlikle.]

Meselâ deprem ve sel gibi felâketler bir kavmin başına geldiği zaman, bunlar o kavmin düşmanları açısından güzel nimetler olarak algılanırlarken, kendilerine yönelince çirkin ve kötü olarak algılanırlar.

Yine din perspektifinde tüm genel musibetler yeryüzünde bozgunculuk yapan kâfirlerin veya azgın günahkârların başına gelince mutluluk, bolluk; salih müminlerin başına gelince de mutsuzluk ve sıkıntı olarak belirginleşirler.

16 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Yine bir diğer örnek olarak, bir yemeği yemek, kişinin kendi malı ise, güzeldir, mubahtır. Fakat başkasının malından ve onun rızası alınmadan yeniliyorsa çirkindir, haramdır. Çünkü başkasının malını, onun rızası alınmadan yemekle ilgili yasağa veya sırf Allah- 'ın helâl kıldığı şeyleri yemekle ilgili emre uyma ile ilgisi kesilmiş olur. Söz gelişi, bir kadınla bir erkek arasındaki cinsel birleşme evlilik yoluyla gerçekleşiyorsa güzeldir, mubahtır. Fakat nikâhsız ve zina şeklinde gerçekleşiyorsa, çirkindir, haramdır. Çünkü nikâhsız birleşme şeklindeki eylem ilâhî yükümlülükle uygunluk niteliğini yitirmiş olur. Şu hâlde güzellikler, olgulara ve fiillere ilişkin varlıksal tanım ve nitelemelerdir. Kötülükler ise ademî (varlıktan yoksun) tanım ve nitelemelerdir. Yoksa güzel veya çirkin, iyi veya kötü niteliğine maruz kalan şeyin özü, aslı birdir.

Kur'ân'ın bakışı, yüce Allah dışındaki her şeyin O'nun tarafından yaratıldığı şeklindedir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer, 62) "Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (Furkan, 2) Bu iki ayet, her şeyin yaratılmış olduğunu ortaya koyuyor. Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "O (Allah) ki, yarattıgı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde, 7) Burada da yaratılan her şeyin güzel olduğu vurgulanıyor. Bu güzellikten maksat ise, hilkat için gereken, onun ayrılmaz bir parçası olan ve onun ekseni etrafında dönen bir güzelliktir.

Şu hâlde her şey, yaratılıştan ve varoluştan pay aldığı oranda güzellikten pay alır. Yukarıda üzerinde durduğumuz güzellik kavramına ilişkin anlamı düşündüğümüzde, bunun daha bir açıklığa kavuştuğunu görürüz. Şöyle ki: Güzellik, bir şeyin amacına ve maksadına uygun olması, kendisiyle hedeflenen gayeyle tamtamına örtüşmesi demektir. Varlık bütününün parçaları, evrensel düzenin boyutları arasında tam bir uyum ve örtüşme vardır. Yüce Allah, amacını bozacak şekilde parçaları arasında hiçbir uyumluluk olmayan, birbirini geçersiz kılan bir şey yaratmaktan münezzehtir.

Yarattığı bir şeyin, O'nu aciz bırakması, akıllara durgunluk veren şu olağanüstü düzenle güttüğü amacı iptal etmesi

Nisâ Sûresi 77-80 ................................................................ 17

düşünülemez. Nitekim şöyle buyuruyor: "O tek ve her şeye üstün olan Allah'- tır." (Zümer, 4) "O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir." (En'âm, 18) "Ne göklerde, ne de yerde, Allah'ı aciz bırakacak bir güç vardır. O bilendir, güçlüdür." (Fâtır, 44) Buna göre hiçbir şey Allah'ı, yarattıklarıyla ilgili iradesi, kullarına ilişkin dilemesi hususunda aciz bırakamaz, O'nu engelleyemez; O'na baskı kuramaz, O'nun üstünde bir güce sahip olamaz.

Şu hâlde, varlık âlemindeki her nimet varlığı itibariyle güzeldir ve yüce Allah'a nispet edilir. Aynı şekilde başa gelen her felâket de kötüdür. Fakat bu felâket, özü itibariyle yani, yaratılmış varlıklara egemen olan temel özellik (nispet) bakımından yüce Allah'a nispet edilir. Gerçi başka bir nispetle kötü olarak nitelenir. Şu ayetlerin vurgulamak istediği anlam budur: "Onlara bir iyilik gelirse, 'Bu, Allah'tandır.'

derler; başlarına bir kötülük gelince de, 'Bu, sendendir (sen Peygamberin yüzündendir).' derler. De ki: 'Hepsi Allah'tandır.' Bu adamlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?!" (Nisâ, 78) "Onlara bir iyilik gelince, 'Bu, bizim hakkımızdır.' derler; eger kendilerine bir kötülük ulaşırsa, Musa ve onunla beraber olanları ugursuz sayarlardı. Iyi bilin ki, onlara gelen ugursuzluk Allah katındandır; fakat onların çogu bunu bilmezler."

(A'râf, 131) Bu konuya temas eden başka ayetler de vardır. Kötülük bağlamına gelince; Kur'ân-ı Kerim, onu insanla ilintilen-dirirken insan nefsine isnat eder. Meselâ tefsirini sunduğumuz şu ayet, "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir." (Nisâ, 79) ve diğer ayetler bunun birer örnekleridir:

"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçogunu da affeder." (Şûra, 30), "Bir millet kendi durumlarını degiştirmedikçe Allah onların durumlarını degiştirmez." (Ra'd, 11) "Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) degiştirmedikçe, Allah'ın onlara verdigi nimeti degiştirmeyeceginden... dolayıdır." (Enfâl, 53) Bu hususu vurgulayan daha birçok ayet örnek göste-

18 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

rilebilir.

Bunu şöyle açıklamak mümkündür: Görüldüğü gibi önceki ayetler, kötü nitelikli felâketleri de tıpkı iyilikler gibi yaratılışları itibariyle güzel olgular kategorisine sokuyor. Dolayısıyla onların kötü olmalarının tek nedeni, bazı şeylerin doğalarıyla uyuşmamaları, bundan dolayı da onlar için zararlı olmaları kalıyor.

Sonuçta mesele şu noktaya dayanıyor: Yüce Allah, musibete duçar kalan ve zarara uğrayan bu olgular için gerektirdikleri ve doğaları gereği ilgi duydukları şeyler meydana getirmemiş, onlara yapmakta olduğu bağışı durdurmuştur. I?te bu bağışın durdurulması, zarara uğrayan olgular açısından musibet ve kötülük konumundadır.

Şu ayet, bu hususu son derece açık bir şekilde ortaya koymaktadır: "Allah'ın insanlara açtıgı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz (ona mâni olan bulunamaz). O'nun tuttugunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir." (Fâtır, 2)

Ardından yüce Allah, bağışın birinden alıkonmasının veya rahmetinin akışının artış ve eksilişinin karşı tarafın kapasitesine, üstesinden gelebilme yetkisine bağlı olduğunu açıklıyor. Nitekim örnekle anlattığı bir ayette şöyle buyuruyor: "Gökten su indirdi de vâdiler kendi ölçüsünce çaglayıp aktı." (Ra'd, 17) Bir başka ayette de buyuruyor ki: "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın ve biz onu ancak bilinen bir miktarda indiririz."

(Hicr, 21) Demek ki yüce Allah, karşı tarafın hakkettiği miktarda ve bildiği durumuna uygun olarak verir. "Hiç yaratan (yarattıgını) bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdardır." (Mülk, 14)

Bilindiği gibi nimet, azap, belâ ve rahatlık her şeyin özel durumuna göre belirginleşir. Yüce Allah bir ayette bu hususa şöyle işaret ediyor: "Herkesin yöneldigi bir yönü vardır." (Bakara, 148) Her şey kendine özgü yöne yönelir, kendi durumuna uygun hedefi, gayeyi ve amacı ister.

Bu noktada şöyle bir sezgiyi dile getirmek mümkündür: Bolluk, sıkıntı, nimet ve musibet, Kur'ân öğretisine göre, serbest irade ko-

Nisâ Sûresi 77-80 ............................................................. 19

şullarında yaşayan insan bağlamında, yine insanın iradesiyle ilintili olgulardır. Çünkü insan bir yol üzerindedir. Bu yolu iyi veya kötü katetmesine paralel olarak sonunda mutluluk veya mutsuzlukla karşılaşır. Bütün bunlar insanın serbest iradesinin müdahalesinin söz konusu olduğu olgulardır [ve yolu iyi veya kötü katetmenin insanın iradesine bağlı olduğu, inkâr edilmeyecek bir gerçektir].

Kur'ân-ı Kerim de bu sezgiyi onaylıyor ve şöyle buyuruyor: "Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) degiştirmedikçe, Allah'ın da onlara verdigi nimeti degiştirmeyeceginden...

dolayıdır." (Enfâl, 53) Içlerinde besledikleri temiz niyetler ve yap-tıkları salih ameller, kendilerine özgü kılınan nimetlerin verilmesinde etkilidir. Fakat niyet ve tavırlarını değiştirince, yüce Allah da rahme-tinin akışını durdurmak suretiyle onlara yönelik fiilini değiştirir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçoğunu da affeder." (Şûra, 30)

Buna göre, insanların işledikleri ameller, felâketlerin başlarına gelmesinde ve musibetlerin karşılarına çıkmasında etkili olurlar. Bunun yanında Allah, birçok kusurlarını da affeder [bunlardan dolayı karşılarına herhangi bir olumsuzluk çıkarmaz].

Yine yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "Sana gelen iyilik Allah'- tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir..." (Nisâ, 79) Sakın ola ki aklına, yüce Allah'ın bu ayeti Peygamberine (s.a.a) vahyederken şu ifadelerde açıkladığı belirgin bir gerçeği unuttuğu şeklinde bir fikir gelmesin: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer, 62), "O (Allah) ki, yarattıgı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde, 7) Şöyle ki bu ayetlerde yüce Allah, her şeyi kendisinin yarattığını ve yarattığı her şeyin, özü itibariyle güzel olduğunu vurguluyor. [Ama tefsirini yapmakta olduğumuz ayette insanın başına gelenlerin iyi ve kötü diye ikiye ayrıldığını; iyiliğin Allah'tan, kötülüğün de insanın kendi nefsinden olduğunu ifade ediyor ve bu iki ayette vurguladığı gerçeği, burada unutuyor sanki. Ancak sen böyle bir vehme asla kapılmamalısın.] Çünkü yüce Allah başka ayetlerde şöyle bu- 20 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

yuruyor: "Rabbin asla unutkan degildir." (Meryem, 64) "Rabbim ne yanılır, ne de unutur." (Tâhâ, 52)

Buna göre, "Sana gelen iyilik..." ifadesinin anlamı şöyledir: Senin karşına çıkan her iyilik -ki karşına çıkan her şey iyidir, güzeldir- Allah'tandır. Sana gelen her kötülük ise, amacına ve arzuna uygun olmamasından dolayı senin açından kötü olduğu için kötüdür.

Aslında onlar da özü itibariyle iyidirler, güzeldirler. Senin nefsin onları kötü seçimiyle üzerine çekti, onları çağırmış oldu. Dolayısıyla onlar da Allah'tandırlar. Allah, [senden kaynaklanan bir seçim ve irade olmaksızın] doğrudan sana kötülük veya zarar yöneltmekten münezzehtir.

Daha önce de vurguladığımız gibi, ayette özel olarak Peygamberimize (s.a.a) hitap ediliyorsa da, anlamı herkesi kuşatacak genelliğe sahiptir. Diğer bir ifadeyle, bu ayet de "Bu böyledir... Allah degiştirecek degildir." ve "Size gelen her musibet..." ayetleri gibi, bireysel hitabın yanı sıra, toplumsal hitabı da içerir niteliktedir. Çünkü toplum da bireyden ayrı olarak insanî bir organizmaya, iradeye ve seçme yeteneğine sahiptir.

Toplumun bir organik yapısı vardır. Toplumu oluşturan bireylerden öncekiler ve sonrakiler, bu yapı çerçevesinde yok olur, erirler;

geçmişte kalanlar ölüp gidince, sonradan gelenler öncekilerin, ölüler dirilerin kötülüklerinden sorumlu olurlar; onlardan dolayı sorguya çekilir, azaba çarptırılırlar. Hatta günah işlemeyen birey, günah işleyenlerin günahı karşılığı cezalandırılır vs. Oysa bu, tek tek bireylere uygulanan hükümler açısından hiçbir zaman doğru olmaz. Tefsirimizin ikinci cildinde "Ceza Açısından Amellerin Hükmü" nü incelerken, bu konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunduk.1

Nitekim Resulullah efendimiz (s.a.a) Uhud Savaşı sırasında yüzünden yara almış, mübarek dişleri kırılmıştı. Müslümanlar da birçok yaralar almışlardı. Hâlbuki o, günahtan ve yanılgıdan berî olan 1- [bkz. c.2, Bakara Suresi, ayet: 216-218.]

Nisâ Sûresi 77-80 ............................................................... 21

masum bir peygamberdir [ve böyle bir cezalara maruz kalması asla düşünülemez]. O hâlde, ona isabet eden şey, içinde bulunduğu topluma isnat edilirse -ki onlar Allah'ın ve Resulünün emrine muhalefet etmişlerdi- bu, içinde bulunduğu toplumun kendi elleriyle kazandığı şeylerden dolayı başına gelen bir kötülüktür. Şayet [tefsirini sunduğumuz ayetteki gibi] onun mübarek şahsına isnat edilirse, bu, Allah yolunda karşısına çıkan ilâhî bir sınama amaçlı musibet olur; insanları bilinçli olarak Allah'a davet etme onuru uğruna çekilen mihnet olur. Bu ise insanın derecesini yükselten bir nimetten başka bir şey değildir.

Aynı şekilde, Kur'ân'ın bakışına göre, -ki Kur'ân'ın bakışı haktan başka bir şey değildir- bir kavme isabet eden kötülüklerin kaynağı onların amelleridir. Yine onlara isabet eden iyiliklere gelince, onlar sadece yüce Allah'tandır.

Evet, burada iyilikleri bir açıdan insanlara nispet eden ayetler de vardır kuşkusuz. Meselâ: "O ülkelerin halkı inansalar ve (günahlardan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık." (A'râf, 96) "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyrugumuzla dogru yola ileten önderler tayin etmiştik." (Secde, 24) "Onları rahmetimizin içine aldık; dogrusu onlar iyi kimselerdendi." (Enbiyâ, 86) Bu anlamı içeren ayetlerin sayısı oldukça fazladır.

Ne var ki, yüce Allah Kur'ân'da yarattığı herhangi bir varlığın, kendisi için öngörülen bir amacı gerçekleştirmesinin, bir hayra ulaşmasının ancak Allah'ın muktedir kılması ve yol göstermesi ile mümkün olabileceğini vurgulamaktadır: "...Her şeye kendi (özel) yaratılışını veren, sonra da onu (o dogrultuda) hidayet eden Allah'tır." (Tâhâ, 50) "Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temiz bir hâle gelemezdi." (Nûr, 21) Bu iki ayetle ve bundan önce zikrettiğimiz ayetlerle, iyiliklerin yüce Allah'tan olması hususunda karşımıza yeni bir anlam çıkıyor. O da şu ki: Insan, ancak yüce Allah'ın sahip kılması ile, ona ulaştırması ile bir iyiliğe sahip olabilir. Demek ki bütün iyilikler Allah'ın, kötü-

22 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

lükler de insanındır. Böylece, "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir..." ayetinin anlamı daha bir belirginlik kazanıyor.

Iyilikler Allah'tandır, çünkü her iyi O'nun tarafından yaratılmıştır.

Hilkat ve güzellik de ayrılmaz ikilidir. Yine iyilikler O'ndandır, çünkü hayırdırlar. Hayır ise, O'nun elindedir. Bir kimse ancak O'nun sahip kılmasıyla bir hayra sahip olabilir. Kötülükler ise ona nispet edilmezler. Çünkü kötü bir şey, kötülük bağlamında yaratılmış değildir.

Yüce Allah ise yaratır. Yaratma O'nun işidir. Kötülük, meselâ insanın Allah katından gelen bir rahmeti yitirmesidir; insanlar tarafından işlenen bir amelden dolayı, yüce Allah o rahmetin akışını durdurmuştur. Itaat ve günah anlamında iyilik ve kötülüğe gelince;

daha önce bu kitabın birinci cildinde, "Allah bir sivrisinegi... örnek göstermekten çekinmez." (Bakara, 26) ayetini tefsir ederken, bunların yüce Allah'a nispet edilişleri hakkında açıklamalarda bulunduk. Bu bağlamda tefsir kitaplarını inceleyecek olursanız, farklı sözler, değişik görüşler ve eğilimler göreceksiniz, sizi hayrete düşürecek problemlerle karşılaşacaksınız. Yaptığımız açıklamaların, Allah'ın kitabı üzerinde düşünenler için yeterli bir açıklıkta ve açıklayıcılıkta olmasını diliyoruz. Bir araştırmacı, bu konuyu incelerken, konunun fark-lı yönlerini birbirinden ayrı tutmak, Kur'ân'ın iyilik, kötülük, nimet, ceza gibi kavramlara getirdiği anlamları kavramak, toplumun ve bire-yin kişiliklerini ayrı ayrı değerlendirmek zorundadır.

Çünkü böyle yap-ması hâlinde, ifadelerin ana mesajını net bir şekilde algılayabilir.

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, "Kendilerine elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin mi?" ayetiyle ilgili olarak Nesai, Ibn-i Cerir, Ibn-i Ebi Hatem, Hakim -sahih olduğunu belirterek- ve Beyhaki kendi Süneninde Ikrime kanalıyla Ibn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Abdurrahman b. Avf ve arkadaşları Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek, 'Ey Allah'ın peygamberi, bizler

Nisâ Sûresi 77-80 ............................................................. 23

müşrikken onurlu, üstün idik; fakat iman edince alçaldık.' dediler.

Peygamberimiz (s.a.a) 'Ben affetmekle [savaştan el çekip eziyetleri hoş görmekle] emredildim. Sakın halkla savaşmayın.' Yüce Allah, onun Medine'ye gelmesini sağlayınca, savaşmasını emretti.

Bunun üzerine daha önce savaş isteyenler, bu sefer savaştan kaçındılar. Yüce Allah, onların çelişkili tavırlarına işaret eden şu ayeti indirdi: "Kendilerine, elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin mi?"

Yine aynı eserde, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir Kata- de'den bu ayetle ilgili olarak şunları rivayet ederler: "Peygamberin (s.a.a) ashabı içinde bir grup vardı. Bunlar, hicretten önce Mekke'de oldukları sırada savaşmak için can atıyorlardı. Resulullah'a (s.a.a) gidip şöyle dediler: Bize izin ver ki, külünklerimizi alıp onlarla savaşalım. [Yani onlara kılıçsız bile galip gelebiliriz.]"

Katade daha sonra şöyle diyor: "Bize gelen bilgilere göre Abdur-rahman b. Avf da bunlar arasındaydı. Fakat Resulullah (s.a.a) onları bundan menederek, bana savaş emri verilmedi, buyurdu.

Ancak hicret gerçekleşip savaş emri verilince, bu adamlar bundan hoşnut olmadılar ve sizin duyduğunuz şeyleri yaptılar. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "De ki, dünya geçimligi azdır, ahiretse sakınanlar için daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar bile zulmedilmez."

Tefsir-ul Ayyâşî'de Safvan b. Yahya kanalıyla Imam Musa Kâzım'-dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Allah dedi ki: Ey Âdemoğlu, benim me-şiyetimle (irade ve dilememle) dileyebiliyor ve söyleyebiliyor oldun. Benim gücümle sana yüklediğim farzları yerine getirdin. Benim bahşettiğim nimetler sayesinde, kendinde bana karşı günah işleyecek gücü bulabildin. Sana gelen her iyilik Allah'tandır;

başına gelen her kötülük de kendindendir. Çünkü sana iyilik verme hususunda ben senden daha öncelikliyim ve sana kötülük verme noktasında, sen benden daha layıksın. Çünkü ben yaptığımdan dolayı sorgulanmam; ama insanlar sorgulanırlar." [c.1, s.258, h:200]

24 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Ben derim ki: Tefsirimizin birinci cildinde, "Allah bir sivrisinegi...

örnek olarak göstermekten çekinmez." (Bakara, 26) ayetini açıklarken, bu rivayetin değişik bir ifade tarzına sahip bir diğer versiyonunu aktardık. Orada bununla ilgili düşüncelerimize de yer verdik. el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdurrahman b. Haccac'dan şöyle rivayet eder: "Imam Cafer Sadık'ın (a.s) yanında belâdan ve yüce Allah'ın müminlere özgü kıldığı belâ türlerinden söz edildi. Buyurdu ki: Resulullah'a (s.a.a), dünyada en şiddetli belâlara duçar olanlar kimlerdir? diye soruldu.

Buyurdu ki: Peygamberler. Sonra insanların içerisinden peygamberlere benzeyenler (evliyâullah), derecelerine göre sıralanırlar. Daha sonra müminler imanları ve amellerinin iyiliği oranında belâlara maruz kalırlar. Dolayısıyla kimin imanı sahih, ameli güzelse, karşılaştığı belâ da o oranda şiddetli olur. Imanı gevşek ve ameli zayıf olanın başına gelen belâ da o oranda cılız olur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.252, h:2]

Ben derim ki: Ünlü rivayetlerden biri de Peygamber efendimizin (s.a.a) şu sözüdür: "Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir." Aynı eserde, birkaç kanaldan Imam Sadık ve Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Mümin [onun iman ve belâ hususundaki durumu] terazinin [iki] kefesi gibidir. Imanı arttıkça başına gelen belâlarda da artış olur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.254, h:10]

Aynı eserde Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Yüce Allah mümine belâları armağan olarak gönderir, tıpkı gurbetteki bir insanın ailesine armağan göndermesi gibi. Bir doktorun hastaya zararlı şeyleri yasaklaması gibi, mümine dünyayı yasaklar." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.255, h:17]

Yine aynı eserde Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah'ın, malında ve bedeninde Allah için payı bulunmayan kuluna ihtiyacı yoktur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.256, h:21]

Ilel-uş Şerayi adlı eserde, Imam Ali b. Hüseyin'den (a.s), o da

Nisâ Sûresi 77-80 ........................................................... 25

babası Imam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Mümin bir dağın başında bulunsa bile yüce Allah, sevaba nail olsun diye, eziyet edecek birini ona musallat eder." [c.1 s.44, h:2, Necef baskısı]

et-Temhis adlı eserde Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Hiç günahı kalmayıncaya kadar, dertler ve gamlar mümine eşlik ederler."

Yine Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Müminin üzerinden kırk gün geçmez ki, kendisini üzen ve Rabbini hatırlatan bir olayla karşılaşmasın."

Nehc-ul Belâğa'da Imam Ali (a.s) şöyle der: "Beni bir dağ sevse, paramparça olur." Ve der ki: "Biz Ehlibeyt'i seven kimse, belâlara karşı kendine bir giysi hazırlasın." [Nehc-ül Belâğa, Kısa sözler: 111 ve 112.]

Ben derim ki: Ibn-i Ebi'l Hadîd Imamın bu sözünü şerh ederken şöyle der: Peygamber efendimizden (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) hitaben şöyle buyurduğu nakledilir: "Seni ancak mümin sever. Ancak münafık sana buğzeder." Öte yandan Peygamberimizin (s.a.a), bir diğer hadiste de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Belâlar, tepelerden aşağı akan sulardan daha çabuk mümine ulaşırlar." Bu iki önerme, doğru bir sonucu kaçınılmaz kılıyorlar: Evet, Hz. Ali'yi (a.s) bir dağ sevse, paramparça olur.1

Biliniz ki, bu anlama yönelik rivayetlerin sayısı oldukça kabarıktır, tümü de yaptığımız açıklamayı destekler niteliktedir.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Münzir ve Hatib, Ibn-i Ömer'- den şöyle rivayet ederler: "Bir grup ashapla birlikte Resulullah'ın (s.a.a) yanında bulunuyorduk. Buyurdu ki: 'Sizler! Bilmez misiniz ki, ben Allah tarafından size gönderilen bir elçiyim?' Ashap dedi ki:

'Evet.' Buyurdu ki: 'Bilmez misiniz ki, Allah kendi kitabında, bana itaat edenin Allah'a itaat etmiş olacağını içeren ayetler indirmiş-

---------------------

1- [Şerh-i Nehc-ul Belâğa, Ibn-i Ebi'l Hadîd, c.2, s.185, Beyrut baskısı.]

26 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

tir?' Dediler ki: 'Evet! Biz tanıklık ederiz ki, sana itaat etmek Allah- 'a itaat etmektir. Allah'a itaat etmenin bir gereği de sana itaat etmektir.' Buyurdu ki: Allah'a itaat etmenin bir gereği bana itaat etmeniz, bana itaat etmenizin bir gereği de imamlarınıza itaat etmenizdir.

Hatta eğer onlar oturarak namaz kılarlarsa, siz de top yekûn oturarak namaz kılın."

Ben derim ki: Peygamberimizin (s.a.a) "Hatta eğer onlar oturarak namaz kılarlarsa..." sözü, eksiksiz tâbi oluşu vurgulamaya yönelik kinayeli bir ifadedir.

1
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

Nisâ Sûresi 81-84 ........................................................... 27

81- "Baş üstüne" derler; ama yanından ayrılınca onlardan bir kısmı, geceleyin senin dediğinden (veya kendi söylediklerinden) başkasını düşünüp kurar. Allah da onların kurduklarını yazar. Sen onlara aldırma ve Allah'a dayan; vekil olarak Allah yeter.

82- Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz birçok şeyler bulurlardı.

83- Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar; hâlbuki onu Resule veya içlerinden olan ululemre (yetki sahibi kimselere) götürselerdi, onların arasından o işin (haberin) içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi (ve onlara gerçeği bildirirlerdi). Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.

84- Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden (kendi yaptığından) sorumlusun. [Sadece] inananları [savaşa] teşvik et. Umulur ki Allah, kâfirlerin zarar ve baskınını (onlardan) defedip gi-

28 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

derir. Allah'ın azabı (kahrı) daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.

AYETLERIN AÇIKLAMASI

Tüm ayetlerin, önceki ayetler grubuyla bağlantılı olmasını önleyecek herhangi bir engel söz konusu değildir. Bu bakımdan, tefsirini sunmak üzere olduğumuz bu ayetler grubunun, imanı zayıf bazı Müslümanlara yönelik kınayıcı ifadeleri bütünlediğini söyleyebiliriz.

Bununla güdülen amaç; şayet düşünüp basîret ve görüş sahibi olarak gerçekleri görmek isterlerse, gereği gibi düşünecekleri ve mülâhaza ile idrak edip bilecekleri şekilde öğüt almalarını sağlamaktır.

"Baş üstüne, derler..." Ayetin orijinalinde geçen "tâat-un=baş üstüne" kelimesi, gramatik açıdan -söylendiğine göre- haber fonksiyonunu icra eder ve merfudur. Bu durumda anlamsal açılımı şöyle olur: "Bizim işimiz itaattir. Yani, sana itaat ederiz." Yine ayette geçen "berezû" kelimesi, "el-burûz" kelimesinin çoğuludur, açıklık ve çıkış demektir. "Beyyete" kelimesinin mastarı olan "ettebyit" ise, "beytûte" kökünden gelir ve bir işi geceleyin düşünüp sağlamlaştırmak anlamını ifade eder. "Tekûlu=dediğin" fiilindeki zamir, ayette geçen "tâifet-un=bir kısım" kelimesine veya Peygamber efendimize (s.a.a) dönüktür.

O hâlde ayetin anlamı -Allah herkesten daha iyi bilir- şudur: "Cihat için çağırdığın ve bu çağrına olumlu karşılık veren bu adamlar der-ler ki: 'Bizim işimiz itaat etmektir.' Ama senin bulunduğun yerden çık-tıklarında sana verdikleri cevaptan, sana söyledikleri veya senin onlara söylediğin sözden farklı bir tavırla ilgili olarak geceleyin düşünüp karar alırlar." Burada onların Peygambere (s.a.a) muhalefet etmeyi kararlaştırdıkları, kinayeli bir ifadeyle dile getiriliyor.

Ardından yüce Allah, elçisine onlara aldırmamasını, işlerinde ve kararlarında Allah'a güvenip dayanmasını emrediyor: "Sen onlara aldırma ve Allah'a dayan; vekil olarak Allah yeter." Ayette,

Nisâ Sûresi 81-84 ............................................................ 29

bu tavırları anlatılanların, bazılarının iddia ettikleri gibi, münafıklar olduklarına ilişkin bir kanıt yoktur. Aksine ayetlerin akışının bütünlüğü göz önünde bulundurulduğu zaman, bundan farklı bir sonuç çıkar ortaya.

"Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde durup düşünmüyorlar mı?..." Soru tarzında bir teşvik ifadesi... Ayetin orijinalinde geçen "yetedebberûne" kelimesi, "tedebbur" kökünden, bir şeyi diğer bir şeyden sonra almak demektir. Ayetin atmosferi içinde ise, bir ayeti diğer bir ayetten sonra düşünmeyi veya ayet üzerinde peş peşe düşünmeyi ifade eder. Fakat maksat, Kur'ân'da çelişki olmadığını anlatmak olduğundan ve bu da birden fazla ayetler arasında gözlemlendiğinden, asıl ilk anlamın kastedildiğini, onun temel olduğu ortaya çıkıyor. Gerçi bu, ikinci anlamı da büsbütün olumsuzlamamaktadır.

Şu hâlde maksat, onları Kur'ân ayetleri üzerinde düşünmeye, inen her hükümle, açıklanan her hikmetle, her kıssayla, her öğütle ve herhangi diğer bir meseleyle ilgili olarak, Mekkî [Mekke dönemi inişli], Medenî [Medine dönemi inişli], muhkem, müteşabih tüm ayetlere başvurmaya ve Kur'ân'da çelişki olmadığını açık bir şekilde gözlemleyecek duruma gelinceye kadar bir kısmını bir kısmının yanına koyup etüt etmeye teşvik etmektir. Çünkü Kur'ân ayetlerinin önceden inenleri sonradan inenlerini tasdikler, bazısı bazısına tanıklık eder.

Dolayısıyla ayetler arasında akla gelebilecek hiçbir çelişki yoktur.

Bazısının bazısını olumsuzlaması veya reddetmesi şeklinde çelişme ihtilafı olmadığı gibi, zıtlaşma ihtilafı da yoktur. Yani iki ayetin, açıklamadaki uyumluluk, anlam ve maksattaki sağlamlık açısından birbirinin zıddını ifade etmesi söz konusu değildir. Bazılarının yapı olarak diğerlerinden daha sağlam ve temellerinin daha muhkem olması anlamında çarpıklık örnekleri yoktur Kur'ân'da. Bu, ayetleri birbirine benzeyen, birbiriyle uyum içerisinde olan, bir kısmı diğer bir kısmını gerçekleştiren, her şeyi tekrar tekrar [veya emir-nehiy, cennet-cehennem, sevap-azap gibi ikişerli olarak] bil-

30 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

diren bir kitaptır. Öyle ki onu dinlerken etkisinden tüyler ürperir, diken diken olur. [Zümer suresinin 23. ayetine işarettir.] Kur'ân'da bu tarz çelişki ve ihtilafların olmadığını anlamaları, onları Kur'ân'ın Allah katından inen bir kitap olduğu, O'ndan başkasından gelmediği sonucuna götürür. Eğer Kur'ân Allah'tan başkasının ortaya koyduğu bir kitap olsaydı, içinde birçok ihtilaf barındırmadan, birbiriyle çelişen ifadeler içermekten kurtulamazdı.

Çünkü Allah'ın dışındaki tüm evrensel varlıklar, özellikle insanlar - ki onlardan bazı septikler (şüpheciler) Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğundan şüphe ediyorlar- varoluşları ve evrenin doğası gereği hareket, değişim ve tekâmül etme olgusuna göre programlanmışlardır.

Dolayısıyla evrende yer alan hiçbir varlık yoktur ki, var olduğu sürece farklı yönlere ve değişik durumlara sahip olmasın.

Bugün dünden daha akıllı olduğunu görmeyen insan yoktur.

Her insan, son olarak işlediği bir amelin veya buna benzer bir eylemin ya da düşünüp ortaya koyduğu bir görüş veya bir bakış açısının, daha önce sergilediği buna benzer şeylerden daha sağlam, daha tutarlı olduğunu görür. Hatta bu durum, tedricî ve aşamalı olarak varolan bir tek eylem için de geçerlidir. Yazarın yazdığı kitap, şairin söylediği şiir, hatibin yaptığı konuşma gibi. Bunlar üzerinde düşünüldüğü zaman sonlarının başlarından daha iyi, bazı kısımlarının bazı kısımlarından daha üstün olduğu görülür.

Dolaysısıyla bir insan, hem kendi iç dünyasında, hem de sergilediği herhangi bir amelde ihtilaftan, farklılaşmadan ve çelişkiden kurtulamaz. Bu ihtilaflar, farklılıklar ve çelişkiler öyle bir-iki tane değil, çok çok fazladır. Bu, genel dönüşüm ve tekâmül olgusunun etkisi, egemenliği altında olan insanı ve diğer varlıkları bağlayan bütünsel bir yasadır. Varlık âleminde, peş peşe iki zaman diliminde aynı hâl üzere kalan bir tek varlık gösterilemez. Her şeyin özü ve durumları sürekli bir değişime tâbidir.

Bununla, "birbirini tutmaz birçok şeyler" ifadesindeki "çok" nitelemesinin hikmetini algılıyoruz. Şu hâlde bu niteleme açıklamaya dönüktür; ihtirazî [kastedilmeyen şeyleri dışlayan] bir kayıt de-

Nisâ Sûresi 81-84 ............................................................. 31

ğil. Bu durumda ifadenin anlamı şu şekilde açıklığa kavuşuyor: "Eğer Kur'ân Allah'tan başkasının ortaya koyduğu bir kitap olsaydı, onda ihtilaflar bulurlardı. Ve bu ihtilaflar, Allah'tan başkasının ortaya koyduğu her şeyde bulunan ihtilaflar sayısınca çok olurdu." Yoksa ifadenin anlamı, "Ayette sadece Kur'ân'da çok ihtilafın bulunmadığı ifade ediliyor; az bir ihtilafın değil [dolayısıyla Kur'ân'da çok tutarsızlık yok; ama az tutarsızlık var]." şeklinde değildir.

Kısacası Kur'ân'ı inceleyen, onun üzerinde düşünen kimseler, onun insanla ilintili her meseleye, dünya ve ahirete ilişkin bilgilere, yaratma ve meydana getirme konularına, sonra genel insanî faziletlere değindiğini gözlemler. Bunun yanında Kur'ân'ın insan türüne, istisnasız herkesi kuşatacak şekilde egemen olan toplumsal ve bireysel yasalardan söz ettiğini; kıssalar, ibret tabloları ve öğütler anlattığını görür. Bütün bunları Kur'ân, insanları benzerini getirmeye çağırdığı ayetler aracılığıyla açıklar; yirmi üç yıllık bir sürede tedricî olarak parça-parça, ara-ara inen ayetler aracılığıyla sunar.

Bu esnada, durumlarda sürekli bir değişim yaşanmıştır; kimi ayetler gece, kimisi gündüz; kimi hazerde [Peygamberin ikamet ettiği yerde], kimisi yolculukta; kimi barış zamanında, kimisi savaş ortamında; kimi dar zamanda, kimi rahat ortamda; kimi zorlukta, kimi kolaylıkta inmiştir. Ama bütün bunlara rağmen, ayetlerin akıllara durgunluk veren olağanüstü belâgatinde, sunduğu yüksek bilgilerle yüce hikmetlerin durumunda en ufak bir değişiklik olmamış;

işaret ettiği toplumsal ve bireysel yasalar bazında bir tutarsızlığa, çelişkiye tanık olunmamıştır. Aksine, ifadelerinin sonu, başının üzerinde durduğu anlama yönelik olmuştur. Ayrıntılı ve detaylı anlatımları, köklü ve temel açıklamalarında ortaya konan ilkelere dönük olmuştur. Yasalarının ve hükümlerinin ayrıntılarının tahlil (analiz) sonucu, saf tevhidin özüne döndükleri görülür. Yine bileşimlerin dönük olduğu bu saf tevhidin, ayrıntıların ortaya koyduğu nesnel olgulara dönüştüğü rahatlıkla gözlemlenir. Ite Kur'ân budur; durumu bundan ibarettir.

32 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Kur'ân üzerinde bu şekilde düşünen insan, diri bilincinin ve fıtrî yargısının sonucu, bu sözleri söyleyenin, varlıklar üzerinde etkili olan dönüşüm ve tekâmül yasasının zaman içinde üzerinde etkili olduğu bir kimse olamayacağına, ancak bir ve Kahhar [her şeye üstünlük sağlamış] olan ulu Allah'ın böyle bir kelâm ortaya koyabileceğine hükmeder.

Bu açıklamayla, tefsirini sunduğumuz ayetten sırasıyla şu hususlar belirginlik kazanmış oldu:

1- Kur'ân'ı, sıradan bir anlayış düzeyine sahip bir kimse algılayabilir.

2- Kur'ân ayetlerinin bazısı, bazısını açıklayıcı mahiyettedir. 3- Kur'ân nesh, iptal, ekleme ve ayıklama kabul etmeyen bir kitaptır. Hiçbir hakim hiçbir zaman onun aleyhinde hükmedemez. Çünkü yukarıda saydığımız hususlardan birine açık olan bir kitabın, bir nevi değişim ve dönüşüme de açık olması kaçınılmazdır.

Kur'ân ihtilafı içermediğine göre, dönüşüm ve değişime de tâbi değildir. Dolayısıyla nesh, iptal vb. konular da onun için söz konusu olmaz. Bunun kaçınılmaz sonucu şudur: Islâm şeriatı, kıyamet gününe kadar geçerlidir.

"Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar..." Ayetin orijinalinde geçen "ezâû" kelimesi, "izâa" kökünden, "yaymak, neşretmek" anlamına gelir. Ayette, bu tarz bir yayma ve neşretmeden dolayı, onların kınandıklarını görüyoruz. Ayetin sonunda yer alan, "Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı..." ifadesi gösteriyor ki, bazı müminler bu tarz bir yayma ve neşretmeden dolayı sapma tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Tehlike de Resulullah'a (s.a.a) muhalefet etmekten başka bir şey değildi.

Çünkü tefsirini sunduğumuz ayetler grubunun işlediği konu budur. Bundan sonra gelen ayette, Peygamberimize, tek başına yardımcısız kalsa dahi savaşmasının emredilmiş olması da bizim bu çıkarsamamızı destekleyici niteliktedir.

Buradan hareketle anlıyoruz ki, güven ve korkuya ilişkin olarak getirdikleri şey, kargaşa çıkarma amaçlı bazı yalan haberlerdi.

Nisâ Sûresi 81-84 .......................................................... 33

Bunları, kâfirlerin kendisi ile müminler arasında ikilik ve ayrılık çıkarmak için gönderdikleri casusları tertipliyordu. Bazı imanı zayıf müminler de bu tür haberleri hiç düşünmeden, akıbetini araştırmadan yayıyorlardı. Bu da müminlerin kararlılığını zaafa uğratıyor, güçlerini sarsıcı rol oynuyordu. Ancak yüce Allah, müminleri zaafa uğratmak ve onları rezil, rüsva etmek için bu tür haberler getiren şeytanlara uymaktan korudu da bu küfür girişimi de sonuçsuz kaldı.

Ayetin içeriği Küçük Bedir Kıssası ile örtüşüyor. Âl-i Imrân suresinin tefsiri çerçevesinde bu kıssa ile ilgili açıklamalarda bulunduk. Adı geçen surede yer alan konuyla ilgili ayetler, içerik bakımından bu ayetlere benziyorlar. Her iki ayetler grubu üzerinde düşünenler bu benzerliği gözlemleyebilirler. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamberin (Uhud Savaşında müşriklerin ordusunu takip etme) çagrısına icabet edenler, onların içinden iyilik yapanlar ve (günahlardan) sakınanlar için büyük bir mükâfat vardır. Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine, '(Düşmanlarınız olan) bütün insanlar size karşı (tekrar) ordu topladılar, onlardan korkun!' dediklerinde bu, onların imanlarını artırdı ve 'Allah bize yeter, O ne de güzel vekildir' dediler... Işte o şeytan (bu sözü diyen insanlar), ancak kendi dostlarını korkutur. O hâlde eger inanmış kimseler iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!" (Âl-i Imrân, 172-175)

Görüldüğü gibi ayetler, Resulullah'ın (s.a.a) müminleri (Uhud Savaşında) yara aldıktan sonra kâfirleri takip etmeye davet ettiğini, bu sırada bazı grupların insanları bundan vazgeçirmeye, Peygamberden uzaklaştırmaya ve müminleri müşriklerin topluluğundan korkutmaya çalıştıklarını anlatıyor.

Bunun yanında ayetler, bütün bunların şeytan menşeli asılsız korkutmalar olduğunu, bunları dostları aracılığı ile dile getirdiğini vurguluyor. Bu arada eğer inanmışlarsa, onlardan değil sadece Allah'tan korkmaları gerektiği ifade ediliyor.

34 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Yukarıdaki ayetler ve "Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar..." ayeti üzerinde etraflıca düşünüldüğü zaman, yüce Allah'ın bu ayette Küçük Bedir Kıssasını hatırlattığından, bunu da zayıf karakterli kimi müminlere yönelik eleştiriler ve kınamalar kategorisine aldığından kuşku duymaz. Bu eleştiriler ve kınamalar şu şekilde ifade edilmiştir: "Sonra onlara savaş farz kılınınca...", "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın? dediler...", "Onlara bir iyilik gelirse...", "Baş üstüne, derler..." Sonra aynı minval üzere şu ayete yer veriliyor: "Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar."

"Hâlbuki onu Resule veya içlerinden olan ululemre (yetki sahibi kimselere) götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi." Nisâ suresi 59. ayette, "Eger bir hususta anlaşmazlıga düşerseniz... onu Allah'a ve Resule götürün..." olduğu gibi, burada Allah'a götürmekten söz edilmiyor. Çünkü Nisâ suresi 59. ayette, üzerinde anlaşmazlığa düşülen şer'î hükmün götürülmesinden söz ediliyor. Şer'î hükümde ise, Allah ve Resulü dışında hiç kimsenin bir etkinliği söz konusu değildir.

Bu ayette götürülmesi istenen şey ise, insanlar arasında güven ve korkuya ilişkin olarak yayılan haberdir. Böyle bir şeyi Allah'a ve kitabına döndürmenin anlamı yoktur. Bu işteki etkinlik, Allah Resulü'ne ve müminlerden olan ululemre, yani buyruk sahibi kimselere aittir. Bu gibi haberleri duyanlar, bunları onlara götürürlerse, onların uygun yorumu yapmaları, işin iç yüzünü anlayıp çıkarmaları;

kendilerine baş vuranlara işin gerçeğini, yanlışını, doğrusunu ve yalanını söylemeleri mümkündür.

Şu hâlde, bilmekten maksat; ayırt etmek, yani hak ve batılı birbirinden ayırmak, doğru ile yalanı ayırt etmektir. Şu ayetleri bu anlamda bir ölçü olarak değerlendirebiliriz: "Allah, gizlide kimin kendisinden korktugunu bilsin." (Mâide, 94) "Allah, elbette inananları da bilir ve elbette iki yüzlüleri de bilir." (Ankebût, 11)

Ayetin orijinalinde geçen "yestenbitûne=işin iç yüzünü anlayanlar" kelimesinin mastarı "istinbat" kelimesi, sözün kapalılık duru-

Nisâ Sûresi 81-84 ..................................................... 35

mundan çıkarılıp bilgi ve ayırt etme aşamasına ulaştırılması demektir.

Bu kelimenin kökü "nebet"tir; kuyudan çıkarılan ilk su anlamına gelir. Bu açıdan "istinbat" kelimesinin, Resul ile ululemrin vasfı olması mümkündür. Yani onlar meseleyi araştırıyorlar, böylece konuyla ilgili olarak hakka ve doğruya ulaşıyorlar. Nitekim bu kelime, meseleyi Resule ve ululemre götürenlerin -tâbi ki eğer onlara götürürlerse- vasfı da olabilir. Çünkü onlar bu durumda, Resulün ve emir sahiplerinin onları haberdar etmesiyle, işin gerçeğini ve doğrusunu bilmiş oluyorlar.

Bu durumda ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Eğer "onların arasından o işin iç yüzünü anlayanlar"dan maksat, elçi ve emir sahipleri ise, -nitekim ayetten de anlaşılan budur- ayetin anlamı şöyle olur: ...Elçiden ve emir sahiplerinden çıkarsama isteyenler bilirlerdi. Sorulanların işin doğru olduğunu onayladıkları ve onun gerçeğe uyduğunu benimsedikleri takdirde yani. Şayet maksat, meseleyi Resule ve ululemre götürenler ise, ayetin anlamı şöyle olur: ...Araştıranlar, açıklığa kavuşması için çabalayanlar, bunlar içinde işin, haberin aslına ulaşma hedefini gerçekleştirenler bilirdi.

"içlerinden olan ululemr..." ifadesiyle kastedilenler, "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin." (Nisâ, 59) ayetinde kastedilenlerdir. Gerçi daha önce, tefsir bilginlerinin bu ayetin açıklaması hususunda ihtilaf ettiklerini belirtmiştik.

Yine bu konudaki görüşlerin beş esasa dayandığını vurgulamıştık.

Fakat bizim elde ettiğimiz anlam, bu ayette (Nisâ, 83) daha net bir şekilde gözükmektedir.

Ayette geçen "ululemr"den maksat, "müfreze komutanlarıdır" şeklindeki değerlendirmeye şu cevabı veririz: Bu komutanlar sadece özel bir olayla ilgili olarak görevlendirilen müfrezenin eylemleri oranında bir emir yetkisine sahiptiler. Bu yetki, onların uzmanlıklarını ve eylem çerçevelerinin kapsamını geçmiyordu. Oysa ayette, müşriklerin gizli casuslar görevlendirip müminlerin arasına göndermesiyle onların birliğini dağıtacak, savaşa katılmalarını en-

36 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

gelleyecek yalan haberler yayma girişiminde bulunmalarına ilişkin olarak güvenliği bozmak, korku ve genel panik havası meydana getirmek gibi, verilen bu tür örneklerin müfreze komutanlarını ilgilendiren bir yönü yoktur. Ki bunlarla ilgili olarak, kendilerine sorular yönelten insanlara işin iç yüzünü, hakikatini açıklama imkânına sahip olsunlar.

Bir diğer görüş de ayette geçen "ululemr" ile âlimlerin kastedildiği şeklindedir. Fakat ayetin bununla bir ilgisinin olmadığı daha da açıktır. Çünkü âlimler -o dönemde âlim derken, hadisçiler, fıkıhçılar, hafızlar ve usûl-u dinde uzmanlığı olan kimseler (kelâmcılar) kastedilirdi- sadece fıkıh ve hadis gibi alanlarda ihtisas sahibiydiler.

"Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince..." ifadesinin işaret ettiği husus ise, çok boyutlu değişik alanlarla irtibatlı derin siyasî kökleri bulunan haberlerdir. Bu gibi haberleri kabul etmek, reddetmek veya önemsememek yaşamsal yıkımlara, hiçbir onarımla tedavisi mümkün olmayan sosyal zararlara yol açabilir; toplumun kendi mutlu-luğu yolunda harcadığı onca emeğini boşa çıkarabilir; ya da toplumun egemenliğini yitirip zillete, alçaklığa, katliamlara ve esirliklere mah-kûm olmasına neden olabilir.

Hadis veya fıkıh ya da kıraat âlimlerinin bu gibi konularda ne tür bir uzmanlıkları olabilir ki, yüce Allah bu gibi meselelerde onlara baş vurulmasını, bu konuların gerçek anlamını öğrenmek için onların görüşlerinin esas alınmasını emretsin? Acaba bu gibi problemlerin onların elleriyle çözüme kavuşturulmasında hiç ümit yolu var mıdır? [Böyle bir şeyin beklentisi realiteye uygun mudur?]

Ululemrden maksat, raşit halifelerin yani Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin olması görüşüne gelince; buna ilişkin, kitap (Kur'ân) ve kesin sünnette bir kanıt olmamasının yanı sıra şöyle bir cevap vermek mümkündür: Ayetin içerdiği hüküm, ya Peygamberimizin (s.a.a) zamanına özgüdür ya da ondan sonrasını da kapsayan genel bir hükümdür. Birinci şıkkın doğru kabul edilmesi durumunda adı geçen halifelerin dördünün de insanlar arasında, özel-

Nisâ Sûresi 81-84 ........................................................ 37

likle sahabeler tarafından bu özellikleriyle bilinmeleri gerekirdi. Hadis ve tarih kitapları, onların bu şekilde bilindiklerine ilişkin bize bir kanıt sunmamaktadır.

Ikinci şıkkı doğru kabul etmemiz durumunda, ayetin hükmünün, onların egemenlik zamanlarının sona ermesiyle birlikte kesintiye uğraması gibi bir olgu çıkıyor karşımıza. Bu durumda da ayette buna ilişkin somut bir açıklamanın yer alması zorunlu olurdu.

Kur'ân'da sözü edilen ve belli bir zaman dilimine özgü kılınan tüm özel hükümlerde olduğu gibi... Söz gelimi, Peygamberimize özgü hükümler buna örnek verilebilir. Fakat incelediğimiz ayette, buna ilişkin hiçbir somut belirti yoktur.

Konuyla ilgili olarak ortaya atılan bir diğer görüş de, ayette kastedilen "emir sahipleri"nin hâl ve akd ehli [sorunları çözme ve akitleri bağlama yetkisine sahip uzmanlar şurası] olduğu yönündedir.

Yalnız, bakanlar kurulu, parlamento gibi uygar toplumlarda rastladığımız türden bir kuruma benzer "hâl ve akd ehli" olarak belirginleşen bir topluluk, Peygamberimiz (s.a.a) döneminde oluşmadığı ve o dönemde Al-lah'ın ve Resulünün hükmünden başka hüküm yürürlükte olmadığı için, bu görüşü savunanlar, bunu sahabeler arasında bulunan Şûrâ ehli ve bunlar içinde Hz. Peygamberin (s.a.a) çok yakınında bulunan arkadaşları, şeklinde yorumlamak zorunda kalmışlardır.

Her neyse; bu değerlendirmeye şu karşılık verilir: Peygamber efen-dimiz (s.a.a) istişare amaçlı toplantılarında müminlerle Abdullah b. Übey ve arkadaşları gibi münafıkları bir araya getirirdi.

Peygamberimizin (s.a.a) Uhud günü Abdullah b. Übey ile istişare ettiğine ilişkin hadis ünlüdür. Peki yüce Allah'ın bu gibi hususları Abdullah b. Übey gibilerine götürmeyi emretmesi düşünülebilir mi?

Ayrıca gerek Peygamberimiz (s.a.a), gerekse ondan sonraki halifeler zamanında Abdurrahman b. Avf'ın, kendisine istişare amacıyla başvurulan kişilerden biri olduğu herkesçe kabul edilir.

Oysa zayıf karakterli müminler hakkında inen ve onları yaptıkları

38 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

bazı işlerden dolayı eleştirip kınayan bu ayetlerin giriş kısmı, yani "Kendilerine elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin mi?..." (Nisâ, 77) ifadesi, Abdur-rahman b. Avf ve arkadaşlarının tutumuna dikkat çekiyor.

Nitekim sahih kaynaklarda, bu ayetin Abdurrahman b. Avf ve arkadaşları hakkında indiği belirtilmiştir. Bu rivayeti Nesai sahihinde, Hakim el-Müstedrek adlı eserinde sahih olduğunu belirterek rivayet etmiştir. Yine Taberî gibi tefsir bilginleri tefsirlerinde bu rivayete yer vermişlerdir. Ki bir önceki rivayetler bölümünde bu hadisi aktardık. Durum böyle olduğuna göre, ayette böylesine önemli bir hususun bu gibi insanlara götürülmesinin emredilmesi nasıl mümkün olabilir?

Şu hâlde, "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululem-re de itaat edin..." (Nisâ, 59) ayetini tefsir ederken, sadece bizim tercih ettiğimiz değerlendirme, bu ayetin tefsiri olarak algılanmalıdır.

"Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz." Daha önce bu ayetlerin, Küçük Bedir Kıssasına işaret ediyor olmalarının daha belirgin bir durum olduğuna değinmiştik. Bu bağlamda Ebu Süfyan, Naim b. Mesud el- Eşcai'yi Medine'ye göndererek halk arasında korku ve panik meydana getirmekle ve Bedir Savaşı için çıkma noktasında isteksiz davranmalarını sağlamakla görevlendirmişti. Buna göre, "şeytana uymak"tan maksat, söz konusu provokatörün getirdiği haberi tasdik etmek, Bedir'e çıkmama yönündeki telkinlerine uymaktır. Bununla hiçbir zorlamaya ve dolambaçlı anlatıma gerek kalmadan, ayetteki istisnanın [pek azınız müstesna] anlamının doğruluğu kendiliğinden açığa çıkıyor. Şöyle ki; Naim halka, Ebu Süfyan kalabalık bir ordu topladı, askerlerini savaş için donattı.

Onlardan korkun, kendinizi erken ölümün kucağına atmayın, diyordu. Nitekim bu propagandalar bazılarının üzerinde etkili olmuş ve bunlar Bedir'de bulunmaya dair verdikleri sözü yerine getirmemek için bahaneler bulmanın peşine düşmüşlerdi. Peygam-

Nisâ Sûresi 81-84 ................................................................... 39

berimiz (s.a.a) ve çok yakın bazı arkadaşları dışında bu olumsuz propagandanın etkisinden kurtulan olmamıştı. "pek azınız müstesna..." ifadesiyle kastedilen de budur. Bu bir avuç azınlık hariç, insanların çoğu korkunun etkisiyle sarsılmış, sonra kendilerini toparlayarak azınlığın peşine düşüp sefere çıkmışlardı.

Ayetteki istisna ile ilgili ön plâna çıkardığımız bu yorum, zorlama ve dolambaçlı olmamakla birlikte önceden sözü edilen karinelerle de pekiştirilmektedir.

Ancak tefsir bilginleri, ayetteki bu istisnanın yorumu bağlamında çarpıklık veya zorlamadan kurtulamayan farklı yöntemleri esas almışlardır. Bazılarına göre, ayette geçen "lütuf" ve "rahmet" ten maksat; yüce Allah'ın müminlere, kendisine itaati, elçisine ve içlerinden olan ululemre itaati farz kılmasıyla yol göstermiş olmasıdır. Azınlık diye istisna edilenler de fıtratları bozulmamış temiz kalpli müminlerdir. Buna göre, ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:

Eğer Allah'ın sizi itaatin zorunluluğuna ve meseleyi elçiye ve buyruk sahibine döndürmenin gerekliliğine iletmesi olmasaydı, topluca sapmak suretiyle şeytana uymuş olurdunuz. Temiz ve bozulmamış fıtrat sahibi bir azınlık grup hariç... Onlar haktan ve iyilikten kesinlikle sapmazlar.

Bu yorumla ilgili olarak söyleyeceğimiz söz şudur: Bu yoruma göre, lütuf ve rahmet, buna ilişkin somut bir kanıt olmaksızın özel bir hükme özgü kılınmaktadır. [Yani, genel bir anlama sahip olan lütuf ve rahmet, Allah'a itaat etmenin, Resule ve ululemre başvurmanın gerekliliği şeklinde yorumlanarak, ortada hiçbir kanıt olmaksızın özel bir anlamda kullanılmıştır.] Bu ise, Kur'ân'ın ifade tarzından uzak bir uygulamadır. Kaldı ki ayetin zahiri, bunun sona ermiş ve geçmişe yönelik bir minnet hatırlatması olduğunu ortaya koymaktadır.

Bir diğer görüşe göre, ayeti zahirî doğrultusunda yorumlamak gerekir. Dolayısıyla ihlâslı olmayan müminler, ek lütuf ve rahmete muhtaçtırlar. Ihlâslı olanları bile, ilâhî inayetten müstağni değildirler.

40 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Bu yoruma yönelik itirazımız şudur: Böyle bir durumda, ifadenin zahirinin vehmettirdiği bir hususun [yani, ancak ihlâslı olmayanların ilâhî lütuf ve rahmete muhtaç olması vehminin] Kur'ân belâgatince bertaraf edilmesi gerekirdi. Ancak ayette böyle bir noktayı gözlemleyemiyoruz. Nitekim yüce Allah bütün herkesin lütuf ve rahmete muhtaç olduğunu belirterek, bir ayette şöyle buyuruyor:

"Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temiz bir hâle gelemezdi." (Nûr, 21) Başka bir yerde de insanların en üstünü olan Peygamberimize (s.a.a) şöyle hitap ediyor: "Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa, onlara meyledecektin. O takdirde sana hayatın da, ölümün de kat kat azabını tattırırdık." (Isrâ, 74-75)

Bazıları, lütuf ve rahmetten maksat, Kur'ân ve Peygamber efendimizdir (s.a.a) demişlerdir. Bazılarına göre de maksat, fetih ve zaferdir. Böylece cümledeki istisna yerinde oluyor. Çünkü çoğunluk, ancak fetih ve zafer gibi hoşuna giden ilâhî somut inayetlerden dolayı hak üzere kalır. Hakkın acı veren sonuçlarına ise, ancak durumlarının bilincinde olan azınlık müminler grubu katlanır.

Bazılarına göre istisna, "onu yayarlar" sözünden yapılmıştır. [O hâlde ayetin anlamı şöyle olur: Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar; pek azı müstesna.] Başkaları da istisnanın, "iç yüzünü arayanlar" sözünden yapıldığını demişlerdir.

[Yani, eğer duydukları haberi Resule veya ululemre götürselerdi, onların arasından o işin iç yüzünü anlayanlar, pek azı müstesna, onun ne olduğunu bilirlerdi.]

Bir diğer grup da şöyle demiştir: Istisna yalnızca lâfızda söz konusudur. Ki topluluk ve kuşatıcılık ifade eder. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: "Eğer Allah'ın size yönelik lütfü ve rahmeti olmasaydı, hepiniz şeytana uyardınız." Bu, tıpkı şu ayete benzemektedir:

"Sana (Kur'-ân'ı) okutacagız; artık Allah'ın diledigi hariç, sen hiç unutmayacaksın." (A'lâ, 6-7) Bu ayetlerdeki dileme istisnası, unutmanın olumsuzlaşmasıyla hükmün genelliğini ifade eder. Görüldüğü gibi, bu değerlendirmelerin hiçbiri zorlamadan kur-

Nisâ Sûresi 81-84 .............................................................. 41

tulabilmiş değildir.

"Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden (kendi yaptığından) sorumlusun! [Sadece] inananları [savaşa] teşvik et." Ayetin orijinalinde geçen "tükellefu" sözcüğünün mastarı "et-teklif" kelimesi, meşakkat ifade eden "el-külfet" kökünden türemiştir. Teklife de teklif (meşakkat, zorluk) denilmesi, mükellefe (yükümlüye) zorluğun yüklenmesi nedeni iledir. Yine ayette geçen "tenkil=ceza" sözcüğü, "nekâl" kökünden gelir ve Mecma-ul Beyan tefsirinde vurgulandığı gibi, şu anlamı ifade eder: Benzeri bir azaba uğratılma korkusu ile insanların bozgunculuk yapmasını engelleyici ceza. Görevini yerine getirmeyenin bir daha benzeri bir suça yeltenmeyeceği diğer mükelleflerin ibret alacağı şekilde cezalandırılması yani.

"Fe-katil fî sebîlillah=Artık Allah yolunda savaş" ifadesinin başında yer alan "fa" harfi, ayrıntılandırma amaçlı bir edattır. Buna göre, savaş emri, önceki ayetlerin içeriklerinden çıkan sonucun yani, halkın düşmana karşı çıkmada ağır davranması konusunun bir ayrıntısı niteliğindedir. Hemen sonrasında yer alan cümleler bunu kanıtlamaktadır: "Sen ancak kendinden sorumlusun..." Anlatılmak istenen şudur:

Onlar cihada çıkmakta ağır davranıyorlarsa, savaştan hoşlanmıyorlarsa, ey Allah'ın Resulü, sen kendin savaş. Ağır davranmaları, Allah'ın emrine karşı çıkmaları senin gücüne gitmesin.

Çünkü başkasının yükümlülüğü seni bağlamaz. Sen onların değil, kendine yönelik buyruklardan sorumlusun. Sen kendinden başkasını ancak teşvik edebilirsin. O hâlde savaş ve müminleri de savaşa teşvik et. Böylece umulur ki Allah, kâfirlerin zorlu gücünü kırsın, zarar ve baskınını onlardan defedip gidersin.

"Sen ancak kendinden sorumlusun." ifadesi şu anlamı içeriyor: "Sen ancak kendi yaptığından sorumlu tutulursun." Bu istisna da, muzaf takdir etmek suretiyle bu şekilde yorumlanabilir. Şöyle ki, "la tükellefu illa nefseke" ifadesinin takdirî açılımı şu şekildedir:

"La tükellefu ente şey'en illa amele nefsike." [Görüldüğü gibi istisna ("illa nefseke" ifadesi), muzaf (yani amel kelimesinin) tak-

42 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

dir edilmesi şeklinde açıklanmıştır. Yani, sen ancak kendi yaptığından sorumlusun.]

"Umulur ki Allah, kâfirlerin zarar ve baskınını (onlardan) defedip giderir..." Daha önce "asa" sözcüğünün "ümit" anlamına delâlet ettiğini belirtmiştik. Ve bu ümidin, konuşanın veya muhatabın kendisiyle ya da diyalog ortamıyla kaim olmaktan daha genel bir anlam ifade ettiğini vurgulamıştık. Dolayısıyla tefsir bilginlerinin, "asa" sözcüğü, yüce Allah'a izafeten kullanıldığı zaman kesinlik ifade eder, şeklindeki değerlendirmelerine gerek yoktur.

Bu ayet, savaşa gitmemek için ağır davrananlara yönelik ilâhî azar ve kınamanın yoğunluğuna, çokluğuna delâlet eden bir ifade tarzına sahiptir. Öyle ki, onların ağırdan almacı tavırları, yüce Allah'ın Peygamberine (s.a.a) tek başına savaşmasını, onlara aldırmamasını, çağrısına olumlu karşılık vermeleri için ısrar etmemesini, onları kendi hâllerine bırakmasını ve bu tür tutumlardan dolayı içinde bir sıkıntı hissetmemesini emretmesini gerektirmiştir.

Çünkü o sadece kendi nefsinden ve müminleri savaşa teşvik etmekle yükümlüdür. Uyan uyar, uymayan uymaz.

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Aclan'- dan şöyle rivayet eder: Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Yüce Allah, 'Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar.' ayetinde, bazılarını ifşa etmekle, duydukları haberleri yaymakla kınamıştır. O hâlde, gizli bir şeyi açığa vurmaktan, (duyduğunuz haberi) yaymaktan kaçının." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.369, h:1]

Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdulhamid b. Ebi Deylem'den, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah buyurdu ki: 'Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin.' Yine buyurdu ki: 'Hâlbuki onu Resule ve içlerinden olan ululemre götürselerdi, onların arasından işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne oldugunu bilirlerdi.' Böylece insanla-

Nisâ Sûresi 81-84 ....................................................... 43

rın yönetimini, içlerinden olan ululemre (emir sahiplerine) bırakmıştır ki, onlara itaat etmeyi ve sorunların çözümü için onlara baş vurmayı emretmiştir." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.295, h:3]

Ben derim ki: Bu rivayet, bizim ikinci ayette geçen "ululemr"den maksat, ilk ayette geçen "ululemr"dir, şeklindeki değerlendirmemizi desteklemektedir.

Tefsir-ul Ayyâşî'de, Abdullah b. Aclan Imam Muhammed Bâkır- 'ın (a.s), "Hâlbuki onu Resule ve içlerinden olan ululemre götürselerdi..." ayeti ile ilgili olarak, "Kastedilenler Ehlibeyt Imamlarıdır." dediğini rivayet eder. [c.1, s.260, h:205]

Ben derim ki: Aynı anlamı içeren bir rivayeti Abdullah b. Cündeb Imam Rıza'dan (a.s) aktarır. Imam Rıza Vakıfiye Mezhebi'ne ilişkin değerlendirmelerini içeren bir yazıda ona (Abdullah b. Cündeb'e) ululemrden maksadın Ehlibeyt Imamları olduğunu buyurur. 1 Yine Şeyh Müfid el-Ihtisas adlı eserde, bu konuya ilişkin olarak Ishak b. Ammar kanalıyla Imam Sadık'tan (a.s) uzun bir hadis rivayet eder.

Tefsir-ul Ayyâşî'de, Muhammed b. Fudayl'dan, "Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı..." ayetiyle ilgili olarak Imam Ebu'l Hasan Musa Kâzım'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Lütuftan maksat Resulullah (s.a.a), rahmetten maksat da Emir-ül Müminin'dir [Hz. Ali'dir]." [c.1, s.261, h:208]

Yine aynı eserde Zürare Imam Bâkır'dan (a.s) ve Hamran Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı..." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet ederler: "Allah'ın lütfu elçisi, rahmeti de Ehlibeyt Imamlarının velayetidir." [c.1, s.261, h:207]

Yine aynı eserde Muhammed b. Fudayl, salih kuldan [yani, Imam Musa Kâzım'dan] (a.s) şöyle rivayet eder: "Rahmetten maksat Resu-lullah (s.a.a), lütuftan maksat da Ali b. Ebu Talip'tir (a.s)." [c.1, s.261, h:209]

1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.260, h:206]

44 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Ben derim ki: Rivayetleri, genel ve soyut olguların nesnel ve özel olgulara uyarlanışı şeklinde algılamak gerekir. Kastedilen de peygamberlik ve velayettir. Bunlar ayrılmaz iki sebeptir, yüce Allah onlar aracılığıyla bizi sapıklık uçurumundan ve şeytanın tuzağından kurtarmıştır. Bunlardan biri tebliğ edilen sebep, diğeri de yürütmeci sebeptir. Son rivayete daha fazla itibar edilir. Çünkü yüce Allah kitabında elçisini "rahmet" olarak nitelemiştir: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 107)

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ali b. Hadîd'den, o da Murazim'den Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yüce Allah, kullarından hiç kimseye yüklemediği yükümlülüğü elçisine yüklemiştir. Kendisiyle birlikte savaşacak bir grup bulamaması durumunda tek başına tüm insanlara (düşmanlara) karşı çıkmakla yükümlü tutmuştur. Ondan önce ve ondan sonra hiç kimseyi bununla yükümlü tutmamıştır." Ardından Imam şu ayeti okudu: "Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun." Sonra şöyle buyurdu: "Buna karşılık yüce Allah, kendisi için belirlediğini onun için de belirlemiş ve şöyle buyurmuştur: "Kim bir iyilikle gelirse, ona getirdigi o iyiligin on katı vardır." (En'âm, 160) Bunun yanında Resule (s.a.a) salavat getirmenin on iyiliğe bedel olduğunu belirtmiştir." [Ravzat-ul Kâfi, c.8, s.274, h:414] Tefsir-ul Ayyâşî'de, Süleyman b. Halid'den şöyle rivayet edilir:

Imam Cafer Sadık'a (a.s) insanların Hz. Ali (a.s) ile ilgili olarak, "Şayet haklı idiyse, onu hakkını almak için kıyam etmekten alıkoyan neydi?" şeklinde söyledikleri sözlere ilişkin olarak ne düşündüğünü sordum. Buyurdu ki: "Yüce Allah, Resulullah'tan (s.a.a) başkasını tek başına baş kaldırmakla yükümlü tutmamıştır. O, Resulü'ne hitaben şöyle buyurmuştur: 'Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. [Sadece] inananları [savaşa] teşvik et.' Bu ancak Allah'ın Resulü için geçerli olan bir yükümlülüktür. Onun dışındaki insanlar içinse şu hüküm geçerlidir: 'Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya diger bölüge ulaşıp mevzi

Nisâ Sûresi 81-84 ......................................................... 45

tutma durumu hariç... [Yani, böyle birilerinin savaşa katılmamasının sakıncası yoktur.]' [Enfâl, 16] O gün, Ali'ye hakkını almak için yardım edecek bir grup yoktu." [c.1, s.261, h:211]

Aynı eserde Zeyd Şehham Imam Cafer b. Muhammed'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) kendisinden istenen hiçbir şeye, yoktur, dememiştir. Şayet istenen şey varsa verir, yoksa, inşallah olursa veririm, derdi. Hiçbir zaman kötülüğe kötülükle karşılık vermemiştir. 'Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun.' ayeti indiğinden itibaren de karşılaştığı tüm müfrezelerde bizzat kendisi komutanlık yapmıştır." [c.1, s.261, h:212]

Bu doğrultuda başka rivayetler de vardır.

Nisâ Sûresi 85-91 ......................................................... 47

85- Kim iyi bir şefaatte bulunursa, onun o şefaat(in doğurduğu iyilik)ten bir nasibi olur; kim de kötü bir şefaatte bulunursa, şefaat( in doğurduğu kötü akıbet)ten bir payı olur. Allah her şeye gücü yetendir, her şeyin koruyucusudur.

86- Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin yahut aynısı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyi (hakkıyla) hesaplayandır.

87- Allah'tır ki Ondan başka ilâh (tapacak) yoktur. Geleceğinde şüphe olmayan kıyamet günü, sizi mutlaka bir araya toplayacaktır.

Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?

88- Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?! Hâlbuki Allah onları, yaptıklarından dolayı (gerisingeri) küfre döndürdü.

Allah'ın, kötü amelleri sonucu saptırdığını doğru yola iletmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, artık onun için (doğruya) hiçbir yol bulamazsınız.

89- Onlar, sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız. Onun için Allah yolunda göç etmedikçe onlardan hiçbirini dost edinmeyin. Eğer (göç etmekten) yüz çevirirlerse, onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün; onlardan dost ve yardımcı edinmeyin.

90- Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır.

Allah dileseydi onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı.

Artık onlar sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, (bu durumda) Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı (savaş izni) vermemiştir.

91- Hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Ne var ki fitneye (küfre veya savaşa) her çağırdıklarında ona dalarlar (dönerler). Eğer sizden uzak durmaz, barış teklif etmez ve sizden el çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. I?te onlara karşı size apaçık burhan ve delil verdik.

48 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

AYETLERIN AÇIKLAMASI

Bu ayetler grubu, önceki grubu bütünleyen bir içeriğe sahiptir.

Çünkü tefsirine başladığımız bu ayetlerin tümünde (85-91) bir grup müşrikle -yani müşriklerden olan iki yüzlü münafıklarla- girişilen savaş konu ediliyor. Ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, bunların müminlere inandıklarını izhar eden, sonra karargâhlarına dönüp müşriklerin şirk inancına katılan bir grup müşrik hakkında indikleri anlaşılır. I?te bunlarla savaşma hususunda Müslümanlarda bir kuşku uyanır; Müslümanlar arasında, bunların konumları hakkında değişik görüşler ileri sürülür. Bazıları onlarla savaşmaktan yana tavır belirlerken, bazıları buna engel olur ve görünürde iman ettikleri için onların lehinde aracılık yaparlar.

Buna karşılık yüce Allah, onlar hakkında Müslümanların yurduna hicret etmek ya da Müslümanların kendileriyle savaşacaklarını bilmek şeklinde iki alternatif sunar ve müminleri bu gibi insanlar lehine aracılık yapmamak hususunda uyarır.

Bunlara başkaları [Müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar ve savaşmaktan yürekleri sıkılanlar], sonra başkaları [hem Müslümanlardan, hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyenler] katılır ve onlara ya barış ya da savaştan birine razı olmaları önerilir. Söze başlanırken içeriklerine özet-giriş yapılarak bir ayette "şefaat" konusuna, bir diğer ayette de barış önerisiyle ilgisi bulunduğundan "selâmlaşma" konusuna açıklık getirilir.

"Kim iyi bir şefaatte bulunursa, onun o şefaat(in doğurduğu iyilik) ten bir nasibi olur." Ayette geçen "nasîb" ve "kifl" sözcükleri aynı anlama (pay) gelirler. "Şefaat", eksikliği onarma ya da bir meziyeti giydirme vb. amaca yönelik bir tür aracılık olması hasebiyle, bir durumu düzeltmeye yönelik bir tür nedensellik niteliğine sahiptir.

Dolayısıyla hakkında şefaat gerçekleşen duruma bağlı olarak belirginleşen kötü akıbet ve mükâfat, şefaatin kendisi için de söz konusu olur. Çünkü aracılık edenin ve hakkında aracılık yapılanın

2
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

Nisâ Sûresi 85-91 ...................................................... 49

ortak amacı budur. Şu hâlde aracılık yapan kişi, yaptığı aracılığın doğurduğu hayır veya şerde belli bir pay sahibidir. "Kim iyi bir şefaatte bulunursa..." ayetinde vurgulanan anlam işte budur.

Bu gerçeğin gündeme getirilmesinde, müminlere yönelik bir mesaj vardır. Şöyle ki bir şeye aracılık yaparken dikkatli olmaları uyarısında bulunuluyor; hakkında aracılık yapılan şeyde bir tür kötülük varsa, bundan uzak durmaları isteniyor. Müşrik kökenli münafıkların öldürülmemeleri, onlarla savaşılmaması hususunda aracılık yapmak gibi. Çünkü küçük bir bozgunculuğu kendi hâlinde bırakmak ve onunla ilgili önlemleri almayı ihmal etmek, onun gelişmesine, önlenemez bir hâl almasına imkân sağlar. Bu küçük bozgunculuk gelişir, büyür ve sonuçta yönetimi ele alarak çevreyi ve nesli mahveder. Şu hâlde ayet, bir tür kötü aracılık yasağı niteliğindedir.

Zalimler, tağutlar, münafıklar ve müşrikler gibi yeryüzünde bozgunculuk yapan gruplar lehinde aracılık yapmayı yasaklamaktadır.

"Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin." Bu ayette, verilen bir selâmı, ondan daha güzeliyle veya benzeriyle karşılama emrediliyor. Bu, her türlü selâmı kapsayan genel bir hükümdür.

Ancak ayetlerin genel akışından da anlaşılacağı üzere, buradaki selâmdan maksat, barış amaçlı verilen bir selâmdır. Yani bu ayetlerde, Müslümanlara getirilen barış ve uzlaşma önerisinin ifadesi olarak selâmın verilmesi durumu ile ilintili bir hususa temas ediliyor.

"Allah'tır ki, Ondan başka ilâh yoktur... kıyamet günü sizi, mutlaka bir araya toplayacaktır..." Ayetin anlamı açıktır. Bir bakıma, önceki iki ayetin içeriğini gerekçelendiriyor ve sanki şöyle denmek isteniyor: İyi ve kötü aracılık hususunda Allah'ın size yüklediği sorumluluğun gereğini yapın. Size selâm verenin selâmını yüz çevir-mek ve reddetmek suretiyle geçersiz kılmayın. Çünkü önünüzde bir gün var ki, Allah sizi o günde bir araya getirecek ve yöneltilen çağrıya olumlu ya da olumsuz tepki göstermenize dayalı olarak yaptıklarınızın karşılığını verecektir.

50 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5 "Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?! Hâlbuki Allah onları yaptıklarından dolayı (gerisingeri) küfre döndürdü..." Ayetin orijinalinde geçen "fieteyn" kelimesi, "fieh" kelimesinin tesniyesidir. "Fieh" kelimesi ise taife ve grup demektir. "Erkese" kelimesinin mastarı olan "irkas" ise, geri çevirme, döndürme anlamına gelir.

Bu ayet, içeriği bakımından ilk baştaki "Kim iyi bir şefaatte bulunursa..." giriş ve hazırlık nitelikli ayetin içeriğine ilişkin bir ayrıntılan-dırma konumundadır. Buna göre şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: Kötü aracılık, bunu yapan kimseye de sorumluluktan bir pay yüklediğine göre, ey müminler, size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız, iki hizip ve topluluk hâline geldiniz?!

Bir grubunuz, onlarla savaşmaktan yana tavır belirliyor, diğer bir grubunuz da onlar için aracılık yapmayı, onlara karşı savaşmama eğilimini teşvik ediyor; onların gelişmesiyle gelişen, onların olgunlaşmasıyla meyve veren bozgunculuk ağacını görmezlikten gelmeyi öneriyor. Hâlbuki Allah, daha önce çıktıkları sapıklık çukuruna gerisingeri göndermiştir onları. Bu, onların istedikleri kötü amellerin bir sonucudur. Yoksa siz, onlar lehinde aracılık yapmak suretiyle Allah'ın saptırdığı bu kimseleri doğru yola iletmeyi mi istiyorsunuz? Oysa Allah'ın saptırdığı kimseyi hidayete erdirmenin yolu yoktur.

"Allah kimi saptırırsa, artık onun için (dogruya) hiçbir yol bulamazsın." Burada müminlere yönelik hitaptan, Resulullah'a (s.a.a) yönelik hitaba geçiş yapılıyor. [Iltifat sanatına baş vuruluyor.]

Bu yöntemle şuna işaret ediliyor: "Onlar hakkında aracılıkta bulunan müminler bu sözü gereği gibi anlayamazlar. Eğer anlayabilselerdi, münafıklar lehinde aracılık yapmazlardı." Dolayısıyla onlara hitap etmekten vazgeçilerek meseleyi en açık, en belirgin şekliyle kavrayan kişiye, yani Peygambere (s.a.a) hitap ediliyor.

"Onlar, sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız..." Bu ifade bir bakıma, "Hâlbuki Allah onları, yaptıklarından dolayı (gerisingeri) küfre döndürdü. Allah'ın saptırdıgını dog-

Nisâ Sûresi 85-91 ........................................................ 51

ru yola iletmek mi istiyorsunuz?" ifadesinin açıklaması niteliğindedir.

Dolayısıyla şu anlamı elde etmiş oluyoruz: Onlar inkâr ettiler.

Bununla da kalmayıp sizin de onlar gibi inkâr etmenizi, böylece eşit düzeye gelmenizi istediler.

Sonra yüce Allah, Allah yolunda hicret edinceye kadar onlarla dostluk kurulmasını yasaklıyor. Eğer yüz çevirirler (ve hicret etmeye yanaşmazlarsa) sizin yapacağınız, bulduğunuz yerde onları yakalayıp öldürmektir; onlarla dost olmaktan, onlara yardım etmekten kaçınmak-tır. "Eger (göç etmekten) yüz çevirirlerse..." ifadesi, müminlerin onlara hicret etmeyi önermekle yükümlü olduklarını göstermektedir. Eğer bu öneriyi kabul ederlerse, müminlerin onlarla dostluk ilişkilerine girmeleri gerekir; değilse onları öldürmeleri bir zorunluluk hâlini alır.

"Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır." Burada yüce Allah iki grubu, "Eger (göç etmekten) yüz çevirirlerse onları yakalayın, buldugunuz yerde öldürün." genel hükmünün dışında tutuyor.

Birincisi: "...sıgınanlar..." Yani, onlarla bazı anlaşmalılar arasında bir ittifak vb. bir durum varsa... Ikincisi: Öldürülmeleri veya başka etkenler dolayısıyla ne Müslümanlarla, ne de kendi kavimleriyle savaşmak istemeyenler, dolayısıyla mü-minlerden uzaklaşarak onlara barış önerisinde bulunanlar; müminlerin lehinde veya aleyhinde bir tutum sergilemeyenler. Işte bu iki grup biraz önce sözü edilen genel hükmün dışında tutulmuşlardır.

Ayetin orijinalinde geçen "hasiret sudûruhum" ifadesi, yüreklerin daralması, sıkılması anlamına gelir.

"Hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız..." Önceden haber veriliyor ki, siz ileride başka insanlarla da karşılaşacaksınız. Bunlar, yukarıdaki genel hükmün dışında tutulan gruplardan ikincisine benzerler. Çünkü bunlar, hem sizin, hem de soydaşlarının yanında kendilerini güvenceye almak isterler. Fakat yüce Allah bunların münafıklar ol-

52 ................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

duklarını, verdikleri sözlere ve tarafsızlık iddialarına güvenilemeyeceğini bildirmektedir.

Bu yüzden, onların dışındaki gruplarla ilgili olarak olumlu bir ifade tarzıyla, "onlar sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse..." şeklinde konulan iki şarta karşılık olarak onlar hakkında; "Eger sizden uzak durmaz, barış teklif etmez ve sizden el çekmezlerse..." şeklinde olumsuz bir şart ileri sürülmüştür. Bu, mü-minlerin onlara karşı uyanık olmalarını, tedbirli davranmalarını öngören bir uyarı niteliğindedir. Ayetin anlamı bu bakımdan son derece açıktır.

SELÂMIN ANLAMI ÜZERINE

Uygar, ilkel, ilerlemiş ya da geri kalmış gibi kategorilere ayrılan eski-yeni tüm toplumlar ve kavimler, toplumsal yaşayışları çerçevesinde bir selâmlaşma geleneğine sahiptirler. Karşılaşma anlarında bu selâmlaşma biçimiyle tanışırlar, bilişirler. Çeşitli kısımlara ve türlere göre farklılaşan gruplar, birbirleriyle karşılaşınca başlarıyla veya elleriyle işaret ederek yahut şapkalarını vs. çıkararak selâmlaşırlar.

Bu durum, toplumsal yaşam üzerinde etkili olan faktörlerin niteliğine göre değişiklik arz eder.

Ama eğer sen değişik toplumlar düzeyinde yaygın olan değişik se-lâmlaşma çeşitleri üzerinde düşünürsen, bunların bir tür boyun eğişe, alçalışa, küçülüşe işaret ettiğini, bu gibi anlamları yansıttığını görürsün. Bununla aşağıda olan yukarıda olana, düşük olan onurlu olana, itaat eden itaat edilene, köle olan efendi olana karşı küçüklüğünü, basitliğini, önemsizliğini ve zelilliğini ifade eder. Kısacası bu tür selâmlaşmalar, ilkel dönemlerde ve sonrasında toplumlar arasında rayiç (yaygın) olan köleleştirme tablosunu, kuşkusuz farklı görüntüleriyle, yansıtır. Bu yüzden söz konusu selâmlaşmaların itaat edenden başlayıp itaat edilende son bulduğunu, alçak-düşük olanla açılıp yüksek-onurlu olanda kapandığını görüyoruz. Şu hâlde bu tür selâmlaşmalar, kölelik düzeninden beslenen putperestliğin bir ürünüdür.

Nisâ Sûresi 85-91 ........................................................... 53

Bilindiği gibi, Islâm'ın en büyük amacı, putperestliği ve sonunda putperestliğe gelip dayanan ondan doğan tüm örf, âdet ve gelenekleri ortadan kaldırmaktır. Bu yüzden, selâmlaşma olgusu bağlamında da normal bir yol izlemiş; putperestlik yasalarına ve köleci düzenin kurallarına karşılık bir yasa, bir gelenek geliştirmiştir.

O da insanların birbirlerine "selâm" vermeleri (barış önermeleri) dir.

Bu, bir anlamda selâm verilen kişiye, haksızlığa saldırıya uğramayacağı güvencesini vermektir; insanın doğuştan sahip olduğu fıtrî özgürlüğe dokunulmayacağını ilân etmektir. Bireyleri arasında dayanışma bulunan bir toplumun ihtiyaç duyduğu ilk şey, insanların canları, namusları ve malları noktasında ve bu üçüyle ilintili her hususta karşılıklı olarak birbirlerine güven vermeleridir.

I?te, yüce Allah'ın her karşılaşmada verilmesini bir kural hâline getirdiği selâm bu amaca yöneliktir. Ulu Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Evlere girdiginiz zaman, Allah tarafından bereketli (hayır kaynagı) ve pek güzel bir yaşama dilegi olarak kendinize (ev halkına) selâm verin." (Nûr, 61) "Ey inananlar! Kendi evlerinizden başka evlere, haber verip (geldiginizi fark ettirip) izin almadan ve ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir; herhâlde (bunu) düşünüp anlarsınız." (Nûr, 27)

Yüce Allah, elçisini de müminlerin efendisi olduğu hâlde, müminlere selâm verme yönünde eğitmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ayetlerimize inananlar sana geldiginde, onlara de ki: Size selâm olsun. Rabbiniz rahmet etmeyi kendi üzerine yazmıştır (gerekli kılmıştır)." (En'âm, 54) Yine elçisine, müminlerden başkasına da selâm vermeyi emretmiştir: "Artık sen onlardan yüz çevir ve 'Size selâm olsun' de. Yakında bileceklerdir." (Zuhruf, 89)

Karşılaşmalarda selâm verme geleneği, cahiliye Arapları arasında oldukça yaygındı. Cahiliye döneminden kalma şiir ve nesir gibi belgeler bunun somut kanıtlarıdır. Lisan-ül Arap adlı sözlük kitabında konuyla ilgili olarak şöyle deniyor: "Cahiliye döneminde Arapların selâmlaşmaları şöyleydi: Biri arkadaşıyla karşılaşınca

54 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ona, 'En'im saba-hen=iyi sabahlar' ve 'abeyt-el la'n=cenabınızda lâneti gerektiren bir durum olmasın' derdi. Bir de 'selâmün aleyküm' derlerdi. Bu son cümle, barışma işaretiydi; aramızda savaş yok anlamını ifade ederdi. Sonra yüce Allah Islâm dinini gönderdi ve karşılaşmalarda 'selâm'la yetinilmesi öngörüldü. Bu selâmlaşma şeklini yaygınlaştırmaları emredildi." [Lisân-ul Arap'tan aldığımız alıntı burada son buldu.]

Şu kadarı var ki, yüce Allah Kur'ân'da çok kere Hz. Ibrahim'in (a.a) kıssası kapsamında da bu ifadeyi aktarır. Bu da tıpkı hac vb. gibi, "selâm"ın da cahiliye Arapları arasında yaşayan, Ibrahim'in tevhit esaslı dininin bir kalıntısı olduğuna ilişkin bir kanıttır. Yüce Allah Hz. Ibrahim'in, babasıyla bir diyalogunda şöyle dediğini aktarır. "Sana selâm olsun, dedi, senin için Rabbimden magfiret dileyecegim." (Meryem, 47) "Andolsun ki elçilerimiz (melekler), Ibrahim'e müjde getirdiler ve 'Selâm (sana)!' dediler, o '(Size de)

selâm' dedi." (Hûd, 69) Bu kıssa, Kur'ân'da birkaç kez anlatılmıştır. Bunu yüce Allah, kendisi için de bir selâmlaşma ifadesi olarak birkaç yerde kullanmış ve şöyle buyurmuştur: "Âlemler içinde Nuh'a selâm olsun." (Sâffât, 79) "Ibrahim'e selâm olsun." (Sâffât, 109) "Musa ve Harun'a selâm olsun." (Sâffât, 120) "Ilyas'a selâm olsun." (Sâffât, 130) "(Gönderilen bütün) peygamberlere selâm olsun." (Sâffât, 181)

Yüce Allah bunun, aynı zamanda gözde meleklerinin de selâmlaşma aracı olduğunu belirtmiştir: "Melekler, tertemiz olarak canlarını aldıgı kimselere; 'Size selâm olsun' derler." (Nahl, 32) "Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar; 'Sabretmenize karşılık size selâm olsun.' derler." (Ra'd, 23-24) Yine bunun, cennet halkının da selâmlaşma aracı olduğunu bildirir: "Oradaki dirlik temennileri 'selâm'dır." (Yûnus, 10) "Orada ne boş bir söz ve ne de günaha sokan bir laf işitirler. Duydukları söz, yalnız 'selâm, selâm'dır." (Vâkıa, 25-26)

Nisâ Sûresi 85-91 ....................................................... 55

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Size bir selâm verildigi zaman..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: Ali b. Ibrahim kendi tefsirinde [yani Tefsir-ul Kummî'de] Imam Bâkır (a.s) ve Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ayette geçen 'tahiyyat' kelimesiyle, selâm ve diğer iyilikler kastedilmiştir." [c.2, s.85, Tahran baskısı]

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Sekuni'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Selâm vermek isteğe bağlıdır; ama selâmı almak farzdır, zorunludur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.644, h:1]

Yine aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Cerrah el- Meda-inî'den, o da Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Küçük büyüğe, yürüyen oturana, az olanlar çok olanlara selâm verirler." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:1]

Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Üyeyne1 b. Mus'ab'ın Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet ettiğini aktarır: "Az sayıda olan çok sayıda olanlara öncelikle selâm verirler. Atlılar yayalara, katıra binenler eşeğe binenlere , ata binenler katıra binenlere selâm verirler." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:2]

Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ibn-i Bükeyir'den, o da bazı arkadaşlarından, o da Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Imamı şöyle derken duydum: "Atlı olan yürüyene, yürüyen oturana selâm verir. Iki topluluk karşılaştığında sayıları az olanlar, sayıları çok olanlara selâm verirler. Bir kişi bir toplulukla karşılaştığında o bir kişi topluluğa selâm verir." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.647, h:3] Ben derim ki: Buna yakın bir hadis, ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Beyhaki'den, o da Zeyd b. Eslem'den, o da Hz. Peygamberden (s.a.a) rivayet edilmiştir.

Yine el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Imam Sa-dık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Bir topluluk bir başka topluluğa 1- Bir başka nushaya göre de Anbese b. Mus'ab geçer.

56 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

uğradığında, bir kişinin onlar adına karşı tarafa selâm vermesi yeterlidir.

Yine bir kişi bir topluluğa selâm verdiğinde, onların içinden bir kişinin onlar adına selâmı alması yeterlidir." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.647, h:1]

et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet eder: "Imam Bâkır'ın (a.s) yanına gittiğim bir sırada onu namaz kılarken buldum. Es-selâmu aleyke (selâm üzerine olsun), dedim. O da, es-selâmu aleyke, dedi. Sonra, nasıl sabahladın? diye sordum. Bana cevap vermedi. Namazı tamamlayınca, 'Bir insan namazdayken selâm alabilir mi?' diye sordum. Evet, verilen selâma benzeriyle karşılık verir, dedi." [c.2, s.329, h:1349]

Aynı eserde, müellif kendi isnadıyla Mansur b. Hâzım'dan, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Sen namazdayken biri sana selâm verirse, gizlice onun selâmını alırsın." [c.2, s.332, h:1366]

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Mes'ade b. Sadaka'dan, o da Imam Cafer b. Muhammed'den (a.s), o da babasından [yani Imam Muhammed Bâkır'- dan] (a.s) şöyle rivayet eder: "Yahudilere, Hıristiyanlara, Mecusîlere, putperestlere, içki meclisinde oturanlara, satranç ve tavla oynayanlara, kadın gibi davranan erkeklere, iffetli kadınlara iftira atan şairlere selâm vermeyin. Namaz kılan kimseye de selâm vermeyin. Namaz kılan kimse, selâma karşılık veremez. Çünkü selâm vermek isteğe bağlı; fakat selâm almak, karşılığını vermek farzdır. Faiz yiyene, tuvaletteki kimseye, hamamda yıkanana ve günahkârlığını ifşa eden fasık insana da selâm vermeyin." [c.1, s.368]

Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz anlamı içeren birçok rivayet vardır. Daha önce yapılan açıklamalar da göz önünde bulundurulursa, bu rivayetlerin anlamları daha kolay kavranabilir. Çünkü selâm, barışı yaygınlaştırmayı, karşılaşan taraflar arasında eşitlik ve denklik esasına dayalı olarak büyüklenme ve horlamaya karşı

Nisâ Sûresi 85-91 ............................................................. 57

güvenliği yaymayı ifade eden bir sözdür.

Rivayetlerde işaret edildiği üzere büyüğün küçüğe, az olanların çok olanlara, bir kişinin topluluğa selâm vermesi, eşitliği ihlâl edici bir durum değildir. Bunun temelinde hakların gözetilmesi yatar.

Çünkü Islâm, mensuplarına hakları çiğnemeyi, faziletleri görmezlikten gelmeyi, meziyetleri göz ardı etmeyi emretmez. Tersine, fazilet sahibi olmayan kimseye fazilet ve hak sahibi olan kimsenin faziletini ve hakkını gözetmesini emreder. Öte yandan fazilet sahibinin kendini beğenmesini, başkalarına karşı büyüklük kompleksine kapılmasını, insanlar üzerinde haksız tasallut kurmasını, böylece toplumsal dengeleri bozmasını da yasaklar.

Bazı gruplara yönelik selâm verme yasağı ise, onları dost edinme, onlara eğilim gösterme yasağının bir ayrıntısı niteliğindedir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin." (Mâide, 51) "Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin." (Mümtehine, 1) "Zulmedenlere meyletmeyin." (Hûd, 113) Bununla ilgili çok sayıda ayet örnek gösterilebilir.

Evet kimi durumlarda, meselâ dini tebliğ ve hak mesajını duyurma amacıyla zalimlere yaklaşma maslahatı, tam bir ünsiyet meydana gelsin ve arada kaynaşma olsun diye onlara selâm vermeyi gerektirebilir. Nitekim yüce Allah, Peygambere (s.a.a) şöyle hitap etmiştir: "Artık sen onlardan yüz çevir ve 'Size selâm olsun!' de." (Zuhruf, 89) Bir ayette de müminler şu şekilde nitelendiriliyorlar:

"Bilgisizler (kendini bilmez kimseler) laf attıgında, 'selâm' derler." (Furkan, 63)

Tefsir-us-Safi'de şöyle rivayet edilir: "Adamın biri Peygamber efendimize (s.a.a) 'es-selâmu aleyke' [selâm üzerine olsun] diye selâm verdi. O da 've aleyk-es selâm ve rahmetullah' [ve senin üzerine olsun selâm ve Allah'ın rahmeti] diye karşılık verdi. Bir başkası ona, 'es-selâmu aleyke ve rahmetullah' diye selâm verdi. O da 've aleykesselâm ve rahmetullahi ve berekâtuh' [ve senin üzerine olsun selâm ve Allah'ın rahmeti] diye karşılık verdi. Sonra bir baş-

58 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ka adam, 'es-selâmu aley-ke ve rahmetullahi ve berakatuh' diye selâm verdi. O da 've aleyke' [ve senin üzerine de olsun] karşılığını verdi. Bunun üzerine adam, 'Bana eksik karşılık verdin. Nerede kaldı Allah'ın, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin...' sözünün gereği?!' Peygamberimiz (s.a.a) ise ona, 'Sen bana söyleyecek bir fazilet bırakmadın, ben de aynısını sana iade ettim.' diye karşılığını verdi."

Ben derim ki: Buna benzer bir hadis, ed-Dürr-ül Mensûr'da Müs-ned-i Ahmed'den "zühd" bölümünde, Ibn-i Cerir'den, Ibn-i Münzir'den, Ibn-i Ebi Hatem'den, Taberani'den, Ibn-i Mürdeveyh'den hasen bir rivayet zinciriyle Selman-ı Farisi'den rivayet edilmiştir. [c.2, s.188]

el-Kâfi'de Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Emirül Müminin Hz. Ali (a.s) bir topluluğa uğradı, onlara selâm verdi.

Onlar da, 'aleykes-selâm ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve mağfiretuhu ve rıdvanuh' [selâm, Allah'ın rahmeti, bereketi, mağfireti ve hoşnutluğu üzerine olsun] dediler. Bunları duyan Emir-ül Müminin (a.s) onlara şöyle buyurdu: Bizim hakkımızda, meleklerin babamız Ibrahim'e dediğinden fazlasını söylemeyin. Onlar, Ibrahim'e sadece bunları demişlerdi: Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun ey Ehlibeyt!" [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:13]

Ben derim ki: Bu rivayette eksiksiz selâm verme sünnetinin, yani "es-selâmu aleyke ve rahmetullahi ve berekâtuhu" sözünün, Hz. Ibrahim'in (a.s) hanîf [tevhit esaslı] dininden kalma bir gelenek olduğuna işaret ediliyor. Yine bununla daha önce, "selâm" sözünü söyleyerek selâmlaşma, hanîf dinin bir geleneğidir, şeklindeki değerlendirmemiz de pekiştiriliyor.

Aynı eserde, Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Selamın kâmil olması, mükim olan insanla musafaha yapmak [tokalaşmak], yolcu ile de kucaklaşmayla olur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:14]

el-Hisal adlı eserde, Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Aranızda birisi aksırdığı zaman ona, 'Yerhamukellah' [Allah sana

Nisâ Sûresi 85-91 .................................................................... 59

rahmet etsin] deyin. O da size, 'Yağfirullahu lekum ve yerhamukum' [Allah sizi bağışlasın ve size rahmet etsin] desin. Çünkü yüce Allah, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin.' buyurmuştur." [s.127]

el-Menakıb adlı eserde şöyle bir olay anlatılır: "Imam Hasan'ın (a.s) cariyelerinden biri ona bir deste reyhan çiçeği getirdi. Imam ona, seni Allah rızası için azat ediyorum, buyurdu. Orada bulunanlar bunun nedenini sorunca şöyle dedi: Allah bizi (kitabında) eğitip edeplendirerek, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin.' buyurmuştur. Onun getirdiğinden daha güzeli, onun azat edilmesidir." [c.4, s.18]

Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu rivayetler, ayette işaret edilen selâmlaşma olgusuna genellik kazandırıyorlar.

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?!..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayetin kimler hakkında indiği hususunda ihtilaf vardır. Bazıları demişlerdir ki: Bu ayet, Mekke'den Medine'ye gelen bir topluluk hakkında inmiştir. Bunlar Müslümanlara karşı Islâm'a girdiklerini göstermişlerdi. Sonra Medine'den hoşlanmadıkları, havasını sihhatlerine uygun bulmadıkları için yeniden Mekke'ye dönmüş ve şirk inancına bağlı olduk-larını göstermişlerdi. Sonra bunlar müşriklere ait ticaret mallarıyla Ye-mame'ye yolculuk ettiklerinde, Müslümanlar onlara bir baskın düzenlemek istediler. Fakat onlarla ilgili olarak aralarında ihtilaf çıktı. Bazıları, 'Bunu yapmayalım, onlar mümindirler.' derken bazıları, 'Onlar müşriktirler.' dedi. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi. Bu rivayet, Imam Bâkır'dan (a.s) da aktarılmıştır."

Tefsir-ul Kummî'de, "Onlar, sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet, Eşca ve Damreoğulları hakkında inmiştir. Bunlar iki ayrı kabileydiler.

Onlarla ilgili olarak şöyle bir haber anlatılır: Resulullah (s.a.a) Hudeybiye seferine çıkarken onların yurtlarının yakınından geçti. Resulullah (s.a.a) bundan önce Damreoğulları ile saldırmazlık an-

60 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

laşması imzalamıştı, onlarla anlaşmıştı. Ashap dediler ki: 'Ya Resulullah, bunlar Damre-oğullarıdır. Şu anda onlara yakın bir yerde bulunuyoruz. Korkarız ki, bizim Medine'den çıktığımızı duyduklarında oraya saldırsınlar veya Kureyş müşriklerine arka çıksınlar. Şimdi onlara görünsek olmaz mı?' Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Hayır! Onlar Araplar içinde anne-ba-baya karşı en iyi davranan, en çok akrabalık bağlarını gözeten ve en çok anlaşmalara bağlı kalan kimselerdir." "Eşca kabilesinin yurdu, Damreoğullarının yurduna yakındı. Bunlar Kinane kabilesinin bir oymağını oluşturuyorlardı. Eşca ile Damre-oğulları arasında ittifak, birbirini gözetme ve eman verme esaslı bir antlaşma vardı. I?te Resulullah'ın (s.a.a) sefere çıktığı o dönemde, Eşca oymağının yurdunda kıtlık ve kuraklık hüküm sürerken, Damreoğul-larının yurdunda bolluk ve ucuzluk vardı, yerleri verimliydi. Bu yüzden Eşca kabilesi, Damreoğullarının yurduna doğru harekete geçti."

"Resulullah (s.a.a) onların Damreoğullarının yurduna yürüdüklerini haber alınca, Eşca üzerine hareket etmek için hazırlık yaptı.

Kendisiyle Damreoğulları arasındaki saldırmazlık antlaşmasına dayanarak Eşca ile savaşacaktı. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Onlar sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız. Onun için Allah yolunda göç etmedikçe, onlardan hiçbirini dost edinmeyin. Eger yüz çevirirlerse, onları yakalayın, buldugunuz yerde öldürün; onlardan dost ve yardımcı edinmeyin." "Sonra Eşca oymağını bu genellemenin dışında tutarak şöyle buyurdu: Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sıgınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır. Allah dileseydi, onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı.

Artık onlar, sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, (bu durumda) Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı (savaş izni) vermemiştir."

Nisâ Sûresi 85-91 .................................................................. 61

"Eşca oymağının yaşadığı yerler Beyda, Hill ve Mustebah'tı. Bu yerler Resulullah'ın (s.a.a) karargâhına yakındı. Bu yüzden Resulullah'ın (s.a.a), üzerlerine asker sevk etmesinden korktular.

Resulullah (s.a.a) da onlardan yana endişe içindeydi, onlar tarafından bir saldırının gelmesinden korkuyordu. O, bu düşünceler içindeyken Eşca oymağı reisleri Mes'ud b. Rüceyle başkanlığında çıkıp geldi. Bunlar yedi yüz kişiydiler ve Sal' deresine yerleştiler. Bu olay, Hicret'in altıncı yılının rebiu'l evvel ayında gerçekleşti. Resulullah efendimiz (s.a.a) Üseyid b. Husayn'ı çağırarak ona şöyle dedi: Dostlarından birkaç kişiyle git, Eşca'ın neden bizim tarafımıza geldiğini öğren."

"Üseyid üç dostuyla birlikte onların bulunduğu yere gitti ve 'Niçin geldiniz?' diye sordu. Eşca kabilesinin reisi Mes'ud b. Rüceyle ayağa kalktı ve Üseyid ile arkadaşlarına selâm verdi. Sonra şöyle dedi: 'Biz, Muhammed'le düşmanlığı terk edip, anlaşıp sulh yapmak (saldırmazlık anlaşması imzalamak) için geldik.' Üseyid Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi ve durumu ona haber verdi.

Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Bunlar benim kendilerine saldıracağımdan korktular. Bu yüzden benimle kendileri arasında bir barış antlaşmasının olmasını istediler."

"Sonra Resulullah onlara kendisi gitmeden on deve yükü hurma gönderdi ve şöyle buyurdu: 'Ihtiyaç duyulduğu anda hediye göndermek, ne güzel bir davranıştır.' Ardından kendisi onların bulunduğu yere giderek şöyle buyurdu: 'Ey Eşca topluluğu, niçin buraya geldiniz?' Dediler ki: Bizim yurdumuz sana yakın bir yerdedir. Kavmimiz içinde bizden sayıca daha az olan bir başka oymak yoktur.

Bize yakın bir yerde bulunmandan dolayı seninle savaşma endişesi canımızı sıktı. Bunun yanında sayıca az olduğumuz için kavmimizle de savaşmak istemedik. Böyle bir ihtimalin varlığı bize sıkıntı verdi. Bunun üzerine sizinle saldırmazlık anlaşması imzalamak üzere geldik."

Resulullah (s.a.a) onların bu önerisini kabul etti, onlarla saldırmazlık anlaşması imzaladı. O gün orada kaldılar, sonra yurt-

62 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

larına döndüler. I?te onlar hakkında şu ayet indi: Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sıgınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır... Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı (savaş izni) vermemiştir." [c.1, s.145]

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Fadl Ebi'l Abbas'tan, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: Bu ayet Medlecoğulları hakkında indi. Onlar Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelmiş ve şöyle demişlerdi: "Senin Allah tarafından gelen bir elçi olduğuna tanıklık etmek içimize sinmiyor. Dolayısıyla sizinle beraber değiliz. Ama size karşı kavmimizin de yanında yer almayız."

Ravi der ki: Imama sordum, "Peki Resulullah (s.a.a) onlara ne yaptı?" Buyurdu ki: "Resulullah Arapların işini bitirinceye kadar onları kendi hâllerine bıraktı, onlarla sulh yaptı. Sonra onları Islâm'a davet edecekti. Onlar eğer bu çağrıyı kabul ederlerse, güvende olacaklar; yok eğer kabul etmezlerse, onlarla savaşacaktı." [Ravzat-ul Kâfi, c.8, s.327]

Tefsir-ul Ayyâşî 'de Seyf b. Umeyre'den şöyle rivayet edilir: Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır. Allah dileseydi, onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı." ayetini sordum. Bana şu cevabı verdi: "Babam bu ayetin Medlecoğul-ları hakkında indiğini söylüyordu. Bunlar tarafsız kalmışlardı. Peygamberimizle (s.a.a) savaşmadıkları gibi, kendi kavimlerinin de yanında yer almamışlardı." Dedim ki: "Peki onlara ne yapıldı?" Buyurdu ki: "Hz. Peygamber (s.a.a) düşmanlarının işini bitirinceye kadar onlarla savaşmadı. Sonra onlara da diğer topluluklara karşı sergilediği tavrı uyguladı." Ardından şöyle buyurdu: "Ayette geçen 'hasiret sudûruhum' ifadesi, göğüslerinin daralması,

Nisâ Sûresi 85-91 .................................................................. 63

yüreklerin sıkılması demektir." [c.1, s.262, h:216] Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Imam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilen şudur ki, o hazret şöyle buyurdu: 'sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir toplum' ifadesinde Hilâl b. Uveymir Sülemî'nin kabilesi kastedilmiştir. Hilâl, kabilesi adına Peygamberimiz (s.a.a) ile saldırmazlık anlaşması imzalamıştı. Antlaşmada şu ifade kullanılmıştı: 'Ey Muhammed, bize gelen bir kimseyi korkutmayacağız. Sen de sana gelen birini korkutmayacaksın.' Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberimizi kendisiyle anlaşma yapan bir kimseye karşı harekete geçmesini yasakladı."

Ben derim ki: Bu ve buna yakın anlamlar içeren rivayetler, ed- Dürr-ül Mensûr tefsirinde çeşitli kanallardan Ibn-i Abbas'tan ve başkalarından aktarılmıştır.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ebu Davud'un Nasih adlı eserinden, Ibn-i Münzir'den, Ibn-i Ebi Hatem'den, Nuhhas'tan ve Beyhaki'nin Süneninden, Ibn-i Abbas'ın; "Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sıgınanlar (bu hükümden) müstesnadır..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir:

"Bu ayeti, Tevbe suresindeki şu ayet neshetmiştir: "Haram aylar çıkınca, müşrikleri buldugunuz yerde öldürün." (Tevbe, 5)

64..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Nisâ Sûresi 92-94 ................................................................65

92- Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz değildir. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Ancak ölünün ailesi o diyeti bağışlarlarsa, vermez. Eğer (yanlışlıkla öldürülen,) mümin olmakla beraber size düşman olan bir topluluktan ise, mümin bir köle azat etmek gerekir.

Ve eğer kendileriyle aranızda ant-laşma bulunan bir topluluktan ise, ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve bir mümin köleyi azat etmek gerekir. Buna (köle azat etmeye) gücü yetmeyen kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.

93- Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.

94- Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi araştırın, (müminle kâfiri birbirinden) ayırt edin ve size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, "Sen mümin değilsin" demeyin. Çünkü Allah katında birçok ganimetler vardır. Önceden siz de öyleydiniz (dünya hayatının geçici menfaatine göz dikmiştiniz); ama Allah (sizi imana erdirdiği için) size lütufta bulundu. O hâlde araştırıp (mümini kâfirden) ayırt etmede pek dikkatli olun. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

"Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz değildir." Ayetin orijinalinde geçen "hateun" kelimesi, bu hâliyle ve "feal'un" kalıbına uyarlanmış "hatâ'un" şekliyle doğrunun karşıtı demektir. Burada ise, "taammüd"ün (kasten işlemenin) karşıtı olarak kullanılmıştır. Çünkü hemen sonraki ayette, bu ifadeyle karşılık verilmiştir: "Kim bir mümini kasten öldürürse..."

"Bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ifadesindeki olumsuzlama [mâ kâne=caiz değildir ifadesi], öldürmeyi gerektirici bir unsuru olumsuzlama amacına yöneliktir. Yani bir müminde, imanın dokunulmaz sahasına ve sınırı içerisine girdikten sonra, kendisi gibi bir mümini öldürmesini gerektirecek herhangi bir durum mevcut olmaz, öldürme duygularının hiçbir türlüsü onda bulunmaz. Ancak yanlışlıkla öldürme olabilir.

Cümlede yer alan istisna, muttasıl (bitişik) istisnadır. Dolayısıyla anlamın vurgusu şu yönedir: "Bir mümin, mümin olduğunu bildiği hâlde, bir mümini mümin olduğu için öldürmeyi istemez." Bu ifade, gerektirici bir unsurun bulunduğunu olumsuzlama bakımından aşağıdaki ayetleri çağrıştırmaktadır: "Allah hiçbir insanla

66 ............ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

karşılıklı konuşacak degildir." (Şûrâ, 51) "Bir agacını bile bitiremeye gücünüzün yetmedigi..." (Neml, 60) "Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeye bir türlü inanacak degillerdi." (Yûnus, 74) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

Ayet-i kerime bunun yanı sıra teşriî=yasama nitelikli bir nehyi [yani, kasten bir mümini öldürme yasağını] dile getirmeye dönük bir kinayeli anlatım tarzına sahiptir. Buna göre ayetin anlamı şöyle belirginleşiyor: Allah, bir müminin bir mümini öldürmesini hiçbir zaman mubah kılmadı, ebediyen de mubah kılmayacaktır. O, bunu haram kıl-mıştır. Ancak yanlışlıkla öldürürse, o başka. Çünkü mümin bu durumda, aslında mümin kimseyi öldürmeyi amaçlamamıştır.

Bu ise müminin ya öldürmeyi hiçbir şekilde amaçlamamasından ya da öldürülenin, meselâ öldürülmesi caiz bir kâfir olduğunu sandığı için amaçlayarak (kasten) onu öldürmesinden dolayıdır. Dolayısıyla bu olay, haramlığın kapsamına girmez.

Bu ayetle ilgili bir grup müfessirin değerlendirmesi ise başka yöndedir. Bunlar, "Yanlışlıkla olması dışında..." ifadesindeki istisnanın münkatı (kopuk) istisna olduğunu iddia etmiş, ardından şöyle demişlerdir: "Yanlışlıkla olması dışında..." ifadesinin, gerçek bir istisna olarak algılanmamasının nedenine gelince, bu (gerçek istisna şeklinde yorumlamak), yanlışlıkla adam öldürmenin emredildiği veya mubah kılındığı sonucunu doğurur. [Söz konusu değerlendirme bundan ibaretti.]

Ancak siz, bunun yalnızca "yanlışlıkla öldürme" olayındaki haram- lık durumunu ortadan kaldırdığını ya da haramlık hususunun baştan itibaren söz konusu olmadığını gösterdiğini öğrenmiş bulunuyorsunuz.

Ayeti böyle anlamanın da hiçbir sakıncası yoktur. Şu hâlde doğrusu, istisnanın muttasıl yani bütünüyle bitişik olduğudur.

"Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Ancak ölünün ailesi o diyeti bağışlarlarsa, vermez." Ayette geçen "tahrîr" kelimesi, köleyi özgür kılmak anlamına gelir. "Rakabe" ise, boyun

Nisâ Sûresi 92-94 .......................... 67

demektir. Ancak mecazî olarak köle kimse anlamında kullanılması yaygınlık kazanmıştır. "Diyet" ise cana, bir organa veya başka bir şeye karşılık olarak mal vermek demektir. Dolayısıyla ifadenin anlamı şöyledir: Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir kimseyi azat etmesi ve öldürülen kişinin ailesine bir diyet ödemesi, diyeti onlara teslim etmesi gerekir. Ancak öldürülen kişinin velilerinin öldüren kişiye bunu sadaka olarak bağışlamaları ve affetmeleri durumunda diyet ödemek gerekmez.

"Eğer (yanlışlıkla öldürülen,)... size düşman olan bir topluluktan ise..." Ayetin orijinalinde geçen "kâne" kelimesinin zamiri, öldürülen mümine dönüktür. Düşman topluluktan maksat da, Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan kâfirlerdir. Dolayısıyla ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Eğer yanlışlıkla öldürülen kişi mümin, kavmi de müminlerle savaş hâlinde bulunan, dolayısıyla mümine mirasçı olamayan kâfirler ise, sadece köle azat etmek gerekir; diyet ödemek gerekmez. Çünkü Müslümanlarla savaşan bir kâfir hiçbir hususta müminin mirasçısı olamaz.

"Ve eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluluktan ise..." Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bu ifadenin orijinalinde yer alan "kâne" fiilinin de zamiri, öldürülen mümin kişiye dönüktür.

Yine ayette geçen "mîsak" kelimesi, mutlak olarak antlaşma demektir. Zimmetten ve her türlü sözleşmeden daha geneldir. Bu açıdan şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Öldürülen mümin, sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir kavme mensup ise, hem diyet ödemek, hem de bir köle azat etmek gerekir." Diyetin önce zikredilmesi, antlaşma olgusunun gözetilmesine vurgu yapmaya yöneliktir.

"Buna gücü yetmeyen kimsenin... oruç tutması lâzımdır." Köle azat etmeye gücü yetmeyen yani. Çünkü lafız olarak bu ["tahrîr=köle azat etmek"] "lem yecid=gücü yetmeyen" fiiline daha yakındır. Böyle birinin iki ay peş peşe oruç tutması gerekir. "Allah tarafından tövbesinin kabulü için..." Yani oruç tutmanın gerekliliğine ilişkin hüküm, Allah'tan köle azat etme imkânına sahip

68 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

olmayan kimseye yönelik tövbenin kabulünün, ilâhî şefkat ve merhametin ona yönelmesinin göstergesidir. Bu aynı zamanda cezayı hafifletmenin mantığına da uygundur. Şu hâlde bu hüküm, güç yetiremeyen kimseye yönelik bir hafifletmedir.

Bunun yanında, "tevbe" sözcüğünün keffaret olarak ayette sözü edilen hususların tümüne dönük bir kayıt olması da mümkündür.

Bununla, "Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi..." diye başlayan ifadeyi kastediyorum. Bu açıdan ifadeyi şu şekilde anlamlandırabiliriz: Yanlışlıkla adam öldüren kimse için keffaret vermesinin yasallaştırılması, yaptığı işin kesin sonuçlarıyla ilgili Allah'ın rahmetiyle ona dönüşünün ve ona inayet etmesinin göstergesidir. Böylece artık kendini kontrol etmeli ve bir daha adam öldürmeye yeltenmemelidir. Bu bakımdan ifadeyi şu ayete benzetebiliriz: "Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara, 179)

Aynı zamanda bu hüküm, yüce Allah'tan topluma yönelik bir tövbe kabulü ve inayettir de. Çünkü bir ferdini kaybettikten sonra, özgürlüğüne kavuşmuş bir başkasını kazanıyor. Bunun yanı sıra öldürülen kişinin ailesinin uğradığı maddî kayıp da ödenen diyetle telafi ediliyor.

Buradan da anlaşılıyor ki Islâm, özgürlüğü hayat, köleliği de bir tür öldürülme olarak değerlendiriyor. Bireyinin varlığının ortalama menfaatini de, eksiksiz bir diyet [bin dinar veya on bin dirhem yahut bin deve] şeklinde kabul ediyor. Ilerdeki bölümlerde bu husus üzerinde etraflıca duracağız.

Yanlışlıkla adam öldürme veya taammüden adam öldürme, köle azat etme ve diyet ödeme, öldürülen kişinin ailesi ve antlaşma gibi ayette sözü edilen hususların somut bir şekilde belirlenmesi, sünnet ve hadislerin alanına girer. Bunlara ilişkin detaylı bilgi isteyenler fıkıh kaynaklarına başvurabilirler.

"Kim bir mümini kasten öldürürse cezası... cehennemdir." Ayetin orijinalindeki "müteammid" kelimesinin mastarı olan "ta-ammüd" kelimesi, bir fiili taşıdığı unvanıyla bilinçli bir şekilde ve kas-

3
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

Nisâ Sûresi 92-94 .............................................................. 69

tederek işlemek anlamına gelir. Isteğe bağlı olarak işlenen bir fiil [ihtiyarî bir iş], taşıdığı unvanı kastetmeksizin olmaz. Dolayısıyla bir fiilin birden fazla unvanı olması caizdir. Bu bakımdan bir fiilin bir açıdan kasten, bir diğer açıdan da yanlışlıkla işlenmiş olması mümkündür.

Örneğin, av hayvanı olduğunu sanarak bir karartıya ateş açan kimse, gerçekte bir insan olan bu karartıyı öldürürse, av açısından taammüden, insan açısından da bu fiili yanlışlıkla işlemiş olur. Aynı şekilde, bir kimse birine terbiye etmek amacıyla bastonla vurur ve o kimse ölürse, onu yanlışlıkla öldürmüş olur. Dolayısıyla bir mümini kasten öldüren kimse, işlediği fiille bir mümini öldürmeyi amaçlayan, onu öldüreceğini ve onun mümin olduğunu bilen kimsedir.

Yüce Allah, kasten bir mümini öldüren kimsenin cezasını oldukça ağır tutmuş, onun ebediyen ateşte kalacağını belirtmiştir.

Ancak "Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz." (Nisâ, 48) ayetine ilişkin değerlendirmemizde belirttiğimiz gibi, bu ayet; aynı şekilde "Allah bütün günahları bagışlar." (Zümer, 53) ayeti, bu ayete yönelik bir sınırlandırma olarak algılanabilirler. Şu hâlde bu ayet, ebedî ateş cezasıyla tehdit ediyor; ancak kesinlik ifade etmek bakımından o kadar net değildir. Dolayısıyla kişinin tövbe etmesi veya şefaate uğraması suretiyle bağışlanması mümkündür.

"Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi araştırın, ayırt edin." Ayette geçen "darabtum" kelimesinin mastarı olan "darb" kelimesi, yeryüzünde dolaşmak, yolculuk yapmak demektir.

Bunun, "Allah yolunda" olmakla kayıtlandırılması, cihat amacıyla sefere çıkmanın kastedildiğine delâlet eder. Yine ayette geçen "tebeyyenû" kelimesi, ayırt etmek demektir. Bundan maksat da mümin olanla kâfir olanı birbirinden ayırmadır. [Kimin kim olduğunu araştırıp anlamadır.] "ve size selâm verene... 'Sen mümin degilsin' demeyin." ifadesi, buna ilişkin bir ipucudur. "Selâm verme" ile, müminlerin aralarındaki selâmlaşma kastedilmiştir.

Bazı kıraatlere göre, ayetin orijinalinde geçen "limen elka

70 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ileyku-m'us-selâme=size selâm verene" ifadesi, "limen elka ileykum'us-sele-me" şeklinde okunmuştur. Bu durumda maksat, teslim olup barış önerme olur.

"Dünya hayatının geçici menfaati" ile mal ve ganimet peşinde koşma kastedilmiştir. "Allah katında birçok ganimetler vardır."

ifadesinde geçen "meğanim" kelimesi, "meğnem"in çoğuludur ve ganimet anlamına gelir. Yani, Allah katındaki ganimetler, peşinden koştukları dünya ganimetlerinden daha iyidir. Çünkü Allah katındaki ganimetler, hem daha çok, hem de kalıcıdırlar. Dolayısıyla onları tercih etmeniz gerekir.

"Önceden siz de öyleydiniz; ama Allah size lütufta bulundu. O hâlde araştırıp ayırt etmede pek dikkatli olun..." Yani siz de bu niteliğe sahiptiniz.

Dünya hayatının geçici menfaatini gözetiyordunuz. Iman etmeden önceki durumunuz böyleydi. Allah size lütfetti, iman aracılığıyla ilginizi dünyanın geçici menfaatlerinden, Allah katındaki çok sayıdaki ganimetlere çevirdi. Böyle olduğuna göre, sizin de iyice araştırıp mümini kâfirden ayırt etmede pek dikkatli olmanız gerekmektedir.

Araştırma yönündeki emrin ["tebeyyenû" kelimesinin] iki defa tekrarlanması, konuyla ilgili hükmü pekiştirmek amaçlıdır.

Ayet, öğüt ve bir ölçüde kınama anlamını içeriyorsa da, zahiren bir müminin kasten öldürülmesi olarak beliren bu olayı, taammüden öldürmek olarak değerlendirdiği yönü açık değildir.

Bundan da anlıyoruz ki, bazı müminler, yanlışlıkla kendilerine selâm veren müşriklerden bazı kimseleri öldürmüşler. Çünkü öldüren kişi onların gerçek mümin olmadıklarını ve can korkusuyla iman ettiklerini söylediklerini sanmıştır. Işte ayet böyle yapanları ayıplıyor ve Islâm'ın zahiri esas aldığını, kalplerin durumunu ise latîf ve habîr olan Allah'a bıraktığını vurguluyor.

Buna göre, "dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek" ifadesi, cümlede durumun gereğini bildirme konumundadır. Yani, size iman ettiğini açıklayan kişiyi, durumuna bakmadan, gerekli araştırmayı yapmadan öldürmeniz, mal ve ganimet peşinde ko-

Nisâ Sûresi 92-94 .......................... 71

şan, dolayısıyla en küçük bir menfaat karşılığında iman ettiğini söyleyen kimseleri öldürenlerin durumuna benzer. Böyle insanlar arada geçerli bir gerekçe olmadığı hâlde, mazeret olarak gösterebileceği küçük bir gerekçe ile iman ettiğini söyleyenleri öldürebilirler.

Işte müminler, iman etmeden önce bu durumdaydılar; dünya ve dünyanın geçici metasından başka bir şey amaçlamıyorlardı. Fakat Allah kendilerine iman nimetini bahşettikten, Islâm dinini lütfettikten sonra, bu gibi durumlarda iyice araştırıp anlamaları, cahiliye ahlâkına ve hâlâ zihinlerindeki cahiliye kalıntılarına uyarak bu tür bir yanlışlığa düşmemeleri gerekir.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

ed-Dürr-ül Mensûr'da, "Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ayeti ile ilgili olarak Ibn-i Cerir'in Ikrime'den şöyle naklettiği rivayet edilir: "Amir b. Luveyoğul-larından Haris b. Yezid b. Nubeyşe, Ebu Cehil'le birlikte Ayyâş b. Ebu Rebia'ya işkence ederdi. Sonra Haris Hz.

Resulullah'ın (s.a.a) yanına gitmek üzere Mekke'den ayrıldı, hicret etti. Harra denilen yerde Ay-yâş'la karşılaştı. Ayyâş, onun kâfir olduğunu sanarak kılıcını çekip öldürdü. Sonra gelip olayı Resulullah'a (s.a.a) haber verdi. Bunun üzerine, "Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ayeti indi. Peygamberimiz (s.a.a) ayeti ona okuduktan sonra, kalk ve bir köle azat et, dedi."

Ben derim ki: Bu rivayet başka kanallardan da aktarılmıştır.

Bazısında, Ayyâş'ın onu Mekke'nin fethinin gerçekleştiği gün öldürdüğü belirtiliyor. Buna göre Ayyâş o güne kadar müşrikler tarafından zincire vurulmuştu ve ona işkence ediyorlardı. Işte müşriklerin elinden kurtulduğu o gün, Müslüman olan Haris ile karşılaştı.

Ama onun Müslüman olduğunu bilmediğinden onu orada öldürdü. Ancak bizim yukarıda yer verdiğimiz Ikrime kanalıyla gelen rivayet daha tutarlı ve Nisâ suresinin iniş tarihine daha uygun düşmekte-

72 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

dir. Taberî kendi tefsirinde Ibn-i Zeyd'den ayetin Ebu Derda hakkında indiğini rivayet eder. Buna göre, Ebu Derda bir müfrezede görevliydi. Bir dereye yönelerek ihtiyacını gidermek istedi. Orada koyunlarını güdmekte olan bir adamı gördü. Kılıcını çekerek adama saldırdı. Adam, "Lâ ilâhe illallah" dediyse de, Ebu Derda kılıcıyla onun işini bitirdi. Sonra koyunları alarak arkadaşlarının yanına döndü. Ama yüreğinde yaptığına karşılık bir rahatsızlık hissediyordu. Sonunda Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek olayı ona bildirdi.

Bunun üzerine söz konusu ayet indi. [c.5, s.129, Mısır baskısı] Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Ruyani, Ibn-i Mende ve Ebu Nuaym, Bekir b. Harise-i Cuheni'den ayetin onun (Bekir b. Harise) hakkında indiğini rivayet ederler. Çünkü o da Ebu Derda'nınkine benzer bir kıssa ile karşılaşmıştı.

Ancak bu rivayetler, her hâlükârda olayların ayete uyarlanmasına örnek oluşturmaktadırlar.

et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Hüseyin b. Said'den, o da rivayetlerinde esas kabul ettiği adamları aracılığıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Köle azat etmeyi gerektiren her yerde henüz dünyaya gelmiş bulunan bir köle çocuğu azat etmek caizdir. Fakat adam öldürmenin keffareti başka. O konuda yüce Allah, 'mümin bir köle azat etmesi... gereklidir.' buyurmuştur. Bununla erişkin bir kişi kastedilmiştir..." [c.8, s.320, h:03/1187]

Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Musa b. Cafer'den (a.s) şöyle rivayet edilir: Ona; "Bir kölenin mümin olduğu nasıl anlaşılır?" diye sorulur. Cevapta buyurur ki: "Fıtrat esas alınarak anlaşılır." [c.1, s.263, h:220]

Men lâ Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, İmam Sadık'tan (a.s) şirk diyarında oturan ve Müslümanlar tarafından öldürülen bir Müslümanın durumu karşısında bunu öğrenen İmamın ne yapması lazım gelir? diye soruldu, o şu cevabı verdi: "Onun yerine mümin bir köleyi azat eder. 'Eger (yanlışlıkla öldürülen,) mümin olmakla

Nisâ Sûresi 92-94 ............................... 73

beraber size düşman olan bir topluluktan ise...' ayetinde bu anlatılıyor." Ben derim ki: Bu hadisin bir benzerini Ayyâşî de rivayet etmiştir.1 "Onun yerine mümin bir köleyi azat eder." ifadesi, azat etmenin daha önce de değindiğimiz gibi, gerçekte özgür (köle olmayan) Müslümanların sayısının artması amacına yönelik olduğuna ilişkin bir işarettir. Çünkü, öldürülme yoluyla sayılarında bir eksilme olmuştur.

Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Keffaret olayında, mutlak olarak köle azat etmenin öngörülmesi, günah yoluyla özgür insanların sayısında bir eksilme meydana geldiğinden, günahkâr olmayan birinin özgür olarak onlara eklenmesiyle dengenin korunması, açığın kapatılması öngörülmüştür. Bu inceliği okuyucuların kavraması gerekir.

el-Kâfi adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Bir adam iki ay peş peşe oruç tutmakla yükümlüyse, birinci ayda orucunu bozsa veya hastalansa, oruçlarını yenilemesi gerekir.

Ama eğer birinci ayı tamamlayıp ikinci aydan da birkaç gün tutmuşsa, sonra bir özürden dolayı orucunu bozmuşsa, sadece kaza etmesi gerekir." [Füru-u Kâfi, c.4, s.139, h:7]

Ben derim ki: Başka âlimlerin de dediği gibi, "kaza etmesi gerekir." ifadesinden maksat, geri kalan oruçlarını tamamlamasıdır. Bu an-lam ise, orucun iki ay peş peşe oluşundan çıkarılmıştır.

el-Kâfi adlı eserde ve Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: İmama, bir mümini kasten öldüren müminin tövbesi kabul olur mu? diye soruldu. Buyurdu ki: "Eğer onu mümin olduğu için öldürmüşse, tövbesi kabul olmaz. Şayet öfke veya herhangi dünyevî bir sebepten dolayı öldürmüşse, onun tövbesi, ona kısas uygulanmasıdır. Şayet onun katil olduğu bilinmezse, kendisi maktulun velilerine gider ve suçunu itiraf eder. Eğer maktulun veli- 1- [c.1, s.265, h:230]

74 .............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

leri onu affeder, öldürmezlerse, onlara diyet vermesi gerekir. Bunun yanında, Allah'a yönelik tövbenin bir ifadesi olarak bir köleyi azat etmesi, peş peşe iki ay oruç tutması ve altmış yoksulu doyurması da zorunludur." [Füru-u Kâfi, c.7, s.286, h:2 ve Tesir-ul Ayyâşî, c.1, s.267, h: 239]

et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Sefatic'den, o da İmam Sadık'tan (a.s), "Her kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacagı cehennemdir." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Yani, onun cezası cehennemdir; tâbi eğer Allah onu cezalandırırsa." [c.10, s.165, h:658] Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen bir rivayeti, ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Taberanî ve başkaları tarafından Ebu Hüreyre'den, o da Peygamberimizden (s.a.a) aktarmıştır. Bu rivayetler, yukarıda da değindiğimiz gibi, ayetlerin kapsadığı incelikleri içeriyorlar. Adam öldürme ve kısas uygulaması ile ilgili çok sayıda hadis vardır. Dileyen hadis kaynaklarına başvurabilir.

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Her kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacagı cehennemdir..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet Makîs b. Dabbabet-el Kenanî hakkında indi. O, kardeşi Hişam'ı öldürülmüş olarak Neccaroğulları kabilesinin bölgesinde bulmuştu. Gidip bu olayı Resulullah'a (s.a.a) anlattı. Resu-lullah Kays b. Hilâl Fihrî'yi de yanına vererek Benî Neccar kabilesine gönderdi ve şöyle dedi:

'Neccaroğullarına de ki: Eğer Hişam'ı öldürenin kim olduğunu biliyorsanız, onu kardeşine teslim edin ki, kardeşinin öcünü alsın. Eğer bilmiyorsanız, ona diyetini ödeyin.' Fihrî Peygamberimizin mesajını iletti. Onlar da diyeti ödediler."

"Makîs Fihrî ile birlikte olduğu hâlde geri dönünce şeytan içine bir vesvese verdi: 'Kardeşinin öcünü almadan diyet almış olmakla bir şey yapmış olmuyorsun. Bununla yetinirsen, insanların dilinden kurtulamazsın. Seninle beraber olan bu adamı öldür. Böylece ona karşılık can almış olursun. Aldığın diyet de fazladan sana kalır.' Şeytanın vesvesesine kanan Makîs arkadaşını bir kaya parçasıyla

Nisâ Sûresi 92-94 .................................. 75

vurarak öldürdü. Sonra bir deveye bindi ve kâfir olarak Mekke'ye döndü. Ardından durumunu şu şiirle tasvir etti: "Kardeşime karşılık Fihrî'yi öldürdüm ve kan bedelini de, Fari bölgesinin sahibi Neccaroğullarından aldım.

Hem intikamımı aldım, hem de rahat uyuyabildim. Ve ben putlara dönen ilk kişi oldum."

"Bunu haber alan Resulullah buyurdu ki: 'Ne Harem dışında, ne de Harem bölgesinde ona eman vermeyeceğim.' Bu olayı, Dahhak ve bir grup müfessir rivayet etmiştir." [Mecma-ul Beyan'- dan aldığımız alıntı burada sona erdi.]

Buna yakın bir hadis Ibn-i Abbas, Said b. Cübeyr ve başkalarından da rivayet edilmiştir.

Tefsir-ul Kummî'de, "Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktıgınız zaman..." ayeti ile ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet, Resulul-lah'ın (s.a.a) Hayber Savaşından dönüşünden sonra Üsame b. Zeyd'i bir suvari birliği ile Fedek bölgesindeki bazı Yahudi köylerine göndererek onları Islâm'a davet etmesi üzerine indi. Bu köylerin birinde Mirdas b. Nehik el-Fedeki adında bir adam vardı.

Resulullah'ın (s.a.a) gönderdiği süvari birliğinin geldiğini fark edince, ailesini ve mallarını alarak dağ tarafında bir yerde durup, 'Eşhedu enlâ ilâhe illallah ve enne Muham-meden Resulullah' diyerek Üsame'yi karşılamağa koyuldu. Ancak Üsa-me b. Zeyd, (Mirdas'ın şehadet getirmesini duyduğu hâlde geldi ve) bir mızrak darbesiyle onu öldürdü."

"Resulullah'ın (s.a.a) yanına döndüğünde bunu haber verdi. Resu-lullah (s.a.a) ona şöyle buyurdu: 'Allah'tan başka bir ilâh olmadığına ve benim Allah'ın resulü olduğuma şahadet eden bir adamı mı öldürdün?' Dedi ki: 'Ya Resulallah, o bunu öldürülmekten kurtulmak için söyledi.' Resulullah (s.a.a) ona şöyle dedi: Sen, ne onun kalbinin üzerindeki perdeyi araladın, ne diliyle söylediğini kabul ettin, ne de içinde olanları bildin. [Peki bütün bunlara rağmen onu ne diye öldürdün?]"

76 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

"Bunun üzerine Üsame b. Zeyd bir daha 'Eşhedu enlâ ilâhe illallah ve enne Muhammeden Resulullah' diyen birini öldürmemeye yemin etti. Bu yüzdendir ki, Emir-ül Müminin Hz Ali'nin (a.s) kimi gruplara karşı başlattığı savaşlara katılmadı. Işte 'Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, 'Sen mümin degilsin' demeyin...' ayeti onun bu olayı üzerine indi."

Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir hadisi Taberî kendi tefsirinde Süddi'den rivayet eder. Ayetin iniş sebebine ilişkin birçok rivayet de ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde yer alır. Bunların birinde, mezkur olayın Mikdat b. Esved'in, diğer birinde Ebu Derda'nın, bir başkasında da Mahlem b. Cessame'nin başından geçtiği belirtilir. Bir diğerinde ise, katil ve maktulün adları verilmeyerek kıssa üstü kapalı olarak sunulur.

Ne var ki, Üsame b. Zeyd'in bu yemini ve Hz. Ali'nin (a.s) savaşlarına katılmadığı ve böylece ona mazeretini bildirdiği, bilinen ve tarih kitaplarında zikredilen bir konudur. Yine de Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.

Nisâ Sûresi 95-100 ............................................................. 77

95- Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- (savaşa katılmayıp) oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; ama Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük bir ecir vermiştir.

78 .............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

96- Kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir (onlara). Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

97- Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken; "Ne yapmakta idiniz!" derler. Bunlar, "Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılmış (mustazaf)lar idik." diye cevap verirler. Me-lekler de, "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!" derler. Işte onların varacağı yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!

98- Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.

99- Işte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.

100- Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik (bolluk ve imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

AYETLERIN AÇIKLAMASI

"Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- (savaşa katılmayıp) oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler bir olmaz." Ayetin orijinalinde geçen "darar" kelimesi, cihat ve savaş yükümlülüğünü engelleyecek şekilde vücutta körlük, topallık ve hastalık gibi bir noksanlığın bulunması demektir. Mal ile cihat etmekten maksat, din düşmanlarına karşı zafer kazanmak için malın Allah yolunda harcanmasıdır. Can ile cihat ise, savaş demektir.

"Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesi gösteriyor ki, "oturanlar"dan maksat, başkalarının cihada çıkmasının yeterli geldiğinden, kendilerine ihtiyaç duyulmayan koşullarda cihada çıkmayıp savaşı terk eden ve evlerinde kalanlardır. Şu hâlde, tefsirini sunduğumuz bu ayet, insanları cihada teşvik etme

Nisâ Sûresi 95-100 ............................................ 79

ve bu sorumluluğu yerine getirme hususunda yarışmaya sevk etme amacına yöneliktir.

Buna ilişkin bir kanıt, yüce Allah'ın önce özür sahiplerini istisna etmesi, sonra oturanlarla cihada çıkanların bir olmadıklarına hükmetmesidir. Oysa özür sahipleri de tıpkı oturanlar gibi, Allah yolunda savaşan mücahitlerle aynı düzeyde değildirler. Yüce Allah- 'ın, özür sahibi olduklarından dolayı, savaşa katılmayanların uğradıkları zarar ve kaybettikleri sevabı, iyi niyetlerine [yani, "Keşke sağlam olsaydık da biz de onlarla beraber savaşsaydık" arzularına]

karşılık verdiği sevapla karşıladığını, telafi ettiğini söylesek bile, kuşku yok ki cihat, şahadet veya Allah düşmanlarını yenilgiye uğratmak, Allah yolunda savaşan mücahitlerin başkalarından üstün ve ayrıcalıklı kılınması için bir meziyettir, bir fazilettir.

Kısacası bu ayet, müminleri savaşa teşvik etmeye, onları harekete geçirmeye yöneliktir; hayırlar, faziletler ve değerler uğruna yarışmaları için içlerindeki iman ruhunu uyandırmayı amaçlamaktadır. "Allah, malları ve canları ile cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır." Bu cümle, "bir olmaz" hükmünün bir gerekçesi konumundadır. Bu yüzden atıf edatı veya başka bir bağlaçla iki cümle birbirine bağlanmamıştır. Ayette geçen "derece"den maksat, mertebe ve konumdur. "Dereceler" ise, mertebe üstüne mertebe anlamını ifade eder.

"Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." Yani yüce Allah, hem oturanlara, hem de mücahitlere veya mazeretsiz oturanlarla, bir mazeretten dolayı oturanlara ve mücahitlere en güzeli vaat etmiştir. Ayetin orijinalinde geçen "el-hüsna=en güzel" kelimesi, mahzuf mevsufun vasfıdır. Güzel akıbet, güzel sevap vb. gibi bir anlam taşır.

Bu cümleler, herhangi bir yanlış algılamayı dışlamayı amaçlamak- tadır. Çünkü müminlerden olup cihada katılmayan bir kimse "Mümin-lerden... oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yo-

80 .................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

lunda cihat edenler bir olmaz. Allah... cihat edenleri, derece bakımından oturanlar-dan üstün kılmıştır." ifadesini duyduğu zaman ne imanından, ne de sa-lih amellerinden dolayı eline hiçbir şeyin geçmeyeceğini, hiçbir sevap elde edemeyeceğini vehmedebilir. Işte böyle bir kuruntu, "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesiyle bertaraf ediliyor.

"Ama Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük bir ecir vermiştir. Kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir (onlara)." Burada işaret edilen lütuf ve bağışlar (üstün kılma), başta genel olarak sözü edilen lütuf ve bağışların (üstün kılmanın) açıklaması, detaylandırması konumundadır. Bunun yanında bir diğer noktaya da temas ediliyor. Şöyle ki: Müminlerin sadece, "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesinin içerdiği vaade güvenerek yan gelip yatmamaları ve neticede Allah yolunda cihat görevlerini savsaklamaları yakışmaz; aksine hak mesajının yücelmesi ve batılın yerle bir edilmesi hususunda ellerinden gelen çabayı göstermeleri gerekir. Çünkü mücahitlerin oturanlara göre fazladan elde ettikleri bağışlanma ve ilâhî rahmete nail olmak gibi dereceler küçümsenemez.

Ayetin akışı birkaç açıdan ilgi çekicidir: Birincisi: Başlangıçta mücahitler, "malları ve canlarıyla Allah yolunda" ifadesiyle kayıtlandırılmış, ardından "malları ve canları ile", son olarak da hiçbir kayıt olmaksızın zikredilmiştir. Ikincisi: Başlangıçta üstünlükten söz edilirken, onun bir "derece" olduğuna değiniliyor; ama sonra bunların "dereceler" olduğuna işaret ediliyor.

Birincisine gelince: Her şeyden önce ayetin akışı, cihat etmenin oturmaktan üstün bir davranış olduğunu açıklamaya yöneliktir. Üstünlük de cihadındır; ama nefsî ihtirasları tatmine yönelik değil, Allah yolunda olduğu zaman; [yine üstünlük cihadındır] ama insanın en değer verdiği mala bedel olduğu yani, insanın yanında en değerli olan malın infak edildiği zaman ve maldan da değerli can pahasına olduğu zaman. Işte bu nedenle başta, "malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler" deniliyor. Bununla, meselenin

Nisâ Sûresi 95-100 .......................... 81

tüm açıklığıyla ortaya konulması, akla gelebilecek her türlü yanlışın ortadan kaldırılması amacı güdülüyor.

Sonra "Allah malları ve canlarıyla cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır." denilince, yukarıda açıkladığımız açıdan artık söz konusu kayıtlara [malları ve canlarıyla ifadelerine] yer verilmesine gerek duyulmadı. Çünkü önceki açıklama sayesinde akla gelebilecek her türlü yanlış algılama kalkmıştı.

Fakat bu cümle, "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesine yakın bir yerde kullanıldığı için, ifadenin akışının gereği olarak, bu üstün kılmanın sebebini de açıklamaya ihtiyaç duyuldu. Bu da insanlarca tutkuyla sevilmelerine rağmen Allah yolunda malın infak, canın da feda edilmesidir. Bu yüzden "mücahitler"le ilgili bir kayıt olarak bu ikisinin zikredilmesiyle yetinildi ve "malları ve canlarıyla cihat edenler" denildi.

Üçüncü kez "Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük bir ecir vermiştir." denilmesine gelince, burada artık kayıtların zikredilmesine gerek kalmamıştır, ne tümüne, ne de bazısına. Bu yüz-den bütün kayıtlar bir kenara bırakılarak ifade mutlak kullanılmıştır.

İkincisine gelince: "Allah, malları ve canlarıyla cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır." ifadesinde geçen "dereceten" kelimesi, cümle içinde gramatik açıdan "temyiz" olmasından dolayı mansuptur. Dolayısıyla burada, üstünlüğü gerektiren bu derecenin bir veya daha fazla olduğuna değinilmeksizin, söz konusu üstünlüğün, yalnızca derece ve konum itibariyle olduğunun açıklanması amaçlanmıştır.

"Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük bir ecir vermiştir. Kendi katından dereceler... vermiştir (onlara)." Bu ifadenin orijinalinde geçen "faddale" sözcüğü, "verme, bahşetme" ve benzeri bir anlamı kapsıyor gibidir. "Kendi katından dereceler" ifadesi, "büyük bir ecir" ifadesi bağlamında bedel ya da atf-ı beyan konumundadır. Dolayısıyla şu anlamı elde ediyoruz: "Allah, mücahitlere büyük bir ecir vererek onları verdiği veya sevap

82 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

olarak bahşettiği bu büyük ecirle oturanlardan üstün kılmıştır. Bu büyük ecir ise, Allah katından olan derecelerdir."

Bu bakımdan ayet, başlangıç itibariyle mücahitlerin oturanlar karşısındaki üstünlüklerinin, Allah katından bir derece dolayısıyla olduğunu açıklıyor. Bu arada derecenin bir tane mi, yoksa daha fazla mı olduğundan söz etmiyor. Sonunda ise bu derecenin bir olmayıp birçok konum ve derece olduğunu açıklıyor ve bu derecelerin, mücahitlere ödül olarak verilen büyük bir ecir olduğuna işaret ediyor.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar ile, ayetin başında "derece", sonunda ise "dereceler" şeklinde bir ifade kullanılması dolayısıyla bazı zihinlerde bir çelişki varmış gibi bir kuruntunun uyanabileceği problemini bertaraf ettiğimizi umuyoruz. Nitekim bazı tefsir bilginleri de böyle bir problemi hissetmiş olacaklar ki, ondan kurtulmak için çoğu ya da tümü zorlama ürünü olan birçok değerlendirmeler sunma gereğini duymuşlardır.

Bunlardan birine göre; ayetin başında, mücahitlerin özür sahibi olup da cihada katılmayanlardan bir derece, sonunda ise özür sahibi olmadan cihada katılmayıp oturanlardan birçok derece üstün oldukları kastedilmiştir.

Bir diğer yoruma göre; ayetin başında geçen "derece"den maksat, ganimet almak ve iyi nam salmak gibi dünyevi mertebedir. Sonundaki "dereceler"den maksat ise, uhrevi mertebelerdir ve bu mertebeler dünyaya oranla çokturlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür." (Isrâ, 21)

Söz konusu mevhum çelişki problemini aşma amaçlı bir diğer yorumsa şöyledir: Ayetin başında işaret edilen "derece"den maksat, Allah katındaki mertebedir ve bu manevî bir olgudur. Ayetin sonundaki "dereceler"den maksat ise, cennetin konakları ve yüksek dereceleridir. Bunlarsa somut olgulardır. Ancak okuyucular, bu yorumların ayetin lafzı itibariyle bir kanıta dayanmadığından haberdardırlar.

Nisâ Sûresi 95-100 ......................................................... 83

"Katından" ifadesinin orijinali olan "minhu" kelimesindeki zamir, yüce Allah'a dönük olsa gerektir. "Bağışlama ve rahmet" kelimelerinin, "dereceler"in açıklaması şeklinde algılanması durumu da bizim bu açıklamamızı desteklemektedir. Çünkü bağış ve rahmet Allah'tandır. Ancak zamirin daha önce zikredilen "ecir" kelimesine dönük olması da mümkündür.

"Bagışlama ve rahmet..." ifadesinin zahiri, "dereceler" kelimesinin açıklaması olduğunu gösteriyor. Çünkü dereceler yani, Allah katındaki her türlü mertebe, bağış ve rahmetin nesnel karşılığıdır.

Önceki araştırmalarımızın birinde şunu öğrenmiş bulunuyorsunuz ki: Rahmetin -yani, Allah'ın lütufta bulunup katından nimet bağışı yapmasının- gerçekleşmesi, ancak ona ulaşmanın önündeki her türlü engelin bertaraf edilmesi ile mümkün olabilir. Bu rahmet ise mağfiret, yani bağışlamadan ibarettir.

Bunun bir gereği olarak, her nimet mertebesi ve her yüksek menzil ve derece kendisinden sonraki mertebeye ve kendisinden üstün dereceye oranla mağfiret ve bağışlama konumundadır. Dolayısıyla uhrevî her türlü dereceler, yüce Allah'ın bağışı ve rahmetidirler. Nitekim Kur'ân'-da rahmet veya ona yakın bir kavramın kullanıldığı çoğu yerde bağışlamadan da söz ediliyor. "Bagışlama ve büyük mükâfat onlarındır." (Mâide, 9) "Onlar için... bagışlanma ve tükenmez bir rızk vardır." (Enfâl, 4) " Onlar için bagışlama ve büyük mükâfat vardır." (Hûd, 11) "Orada Allah magfireti ve rızası vardır." (Hadîd, 20) "Bizi bagışla, bize merhamet et!" (Bakara, 286) gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.

Ardından ayet, "Allah çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." ifadesiyle son buluyor. Bu iki ismin ayetin içeriğiyle münasebeti belirgindir. Özellikle, "bagışlama ve rahmet" ifadesinden sonra yer almış olması, bu ilişkiyi daha da belirgin hâle getirmektedir.

"Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken;" Ayetin orijinalinde geçen "teveffâhum=canlarını alırken" fiili, mazi veya müzari kipindedir. Aslı "tetevveffâhum"dur. Kullanımda hafiflik olsun diye "tâ"ların biri düşürülmüştür. Şu ayette olduğu gibi: "Nefislerine zulüm ederlerken meleklerin canlarını aldıgı

84 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

lerine zulüm ederlerken meleklerin canlarını aldıgı kimseler, 'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!' diye teslim olurlar." (Nahl, 28) [Bu ayette canlarını alma anlamında kullanılan fiil "tetevvefâhum" şeklinde geçer.]

Benzeri ayetten de anlaşıldığı gibi "zulüm"den maksat, onların şirk yurdunda kalmak, kâfirler arasında yaşamak, dolayısıyla dini bilgileri edinme ve dinin kulluk görevlerini yerine getirmedeki çağrısını uygulamaya geçirme imkânından yoksun kalmak suretiyle Allah'ın dininden ve dinin şiarlarını ikame etmekten yüz çevirmeleridir.

[Kulluk görevlerini rahat bir şekilde yerine getiremedikleri şirk diyarını terk etmemeleridir.] "Ne yapmakta idiniz? derler. 'Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılmış (mustazaf)lar idik' diye cevap verirler..." şeklinde başlayan üç ayetin akışı bu yorumu destekleyici niteliktedir.

Yüce Allah, "Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun." (A'râf, 44 ve Hûd, 19) ayetlerinde, "zalimler" kavramını [nefse veya başkalarına zulmetmeyi belirtmeksizin] mutlak olarak kullandıktan sonra, "Onlar (insanları) Allah'ın yolundan alıkoyan ve onun egri olmasını isteyenlerdir." buyurarak bu kelimeye açıklık getirmiştir. Dolayısıyla bu iki ayetin, zulmü açıklamadaki ortak mesajı şudur: Zulüm, Allah'ın dinine sırt çevirmek ve onun eğri, çarpık ve saptırılmış olmasını istemektir. Bu anlam, tefsirini sunduğumuz ayetin tasvir ettiği objektif durum [ve bizim az önce yaptığımız açıklama] ile de örtüşmektedir.

"Ne yapmakta idiniz?" derler." Yani, dini yaşama bağlamında durumunuz neydi? Ayetin orijinalinde geçen "fîme" bileşiğinin sonundaki "me" edatı, soru edatı olan "ma" kelimesinin kısaltılmış şeklidir, ki kullanım hafifliği sağlamak amacıyla sonundaki "elif" harfi hazfedilmiştir.

Ayette genel olarak, rivayetlerde "Kabir Sorgusu" olarak nitelenen olaya yönelik bir işaret vardır. Bilindiği gibi kabir sorgusu, ölümün gerçekleşmesinden sonra meleklerin ölünün dinini sormalarına denir. Şu ayet de buna delâlet etmektedir: "Nefislerine zul-

Nisâ Sûresi 95-100 .................................................... 85

mederken meleklerin, canlarını aldıgı kimseler, 'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!' diye teslim olurlar. 'Hayır, Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir. O hâlde, içinde sürekli kalacagınız cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür! (Kötülüklerden) sakınanlara, 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiginde, 'Hayır( indirdi)! derler." (Nahl, 28-30)

"Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılan (mustazaf)lar idik, diye cevap verirler. Melekler de, 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!' derler." Meleklerin "Ne yapmakta idiniz?" sorusu, dinsel açıdan yaşadıkları duruma ilişkindir. Bu soruya muhatap olan kimseler de dinsel açıdan iyi bir duruma sahip olmayan kimselerdir. Bu yüzden sebebi [yani, dini yaşamamalarına sebep olanı] müsebbebin [yani, kendi durumlarını anlatmalarının]

yerine koymak suretiyle cevap veriyorlar. Şöyle ki; onlar, güç sahibi müşriklerin egemen olduğu bir yerde dini yaşama imkânını bulamıyorlardı. Çünkü bu müşrikler, onları çaresiz ve zayıf düşürüyor, güçlenmelerine engel oluyorlardı. Böylece dinin öngördüğü şeriata ve yasalara sarılıp, uygulamaya geçirerek pratik hayatta yaşamalarına imkân vermiyorlardı.

Şayet doğru söylüyorlarsa, zayıf düşürülmüş olmaları, kendilerinin şirk yurdunda yerleşik bir hayat yaşıyor olmalarından kaynaklanıyordu.

Çaresiz ve zayıf bırakılmaları, yaşadıkları yurdun müşriklerin egemenlikleri altında olmasından ileri geliyordu. Ancak [ortada bir başka gerçek de var. O da şu ki,] o egemen müşrikler dünyanın her tarafına ve onların yaşadıkları yerin dışında başka yerlere de egemen değillerdi ya! Dolayısıyla bu adamlar her hâlükârda mustazaf (zayıf düşürülmüş) değillerdi. Yani, zayıflıkları sadece içinde bulundukları ortam için geçerliydi. Onu da, o yurdu terk etmek ve çıkıp gitmek suretiyle değiştirmek ellerindeydi.

Bu yüzden melekler, onların mustazaflık iddialarını yalanlayarak yeryüzünün Allah'ın arzı olduğu ve Allah'ın arzının da, içinde yaşadıkları ve ayrılmadıkları yerden çok daha geniş olduğunu vurgulayarak bahanelerini boşa çıkarıyorlar. Çünkü, göç etmek sure-

86 ............ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

tiyle zayıf düşürüldükleri yerden ve ortamdan kurtulmaları mümkündü. Dolayısıyla mustazaflık bağından kurtulacak güçleri olduğu için onlar gerçek mustazaflar değillerdi. Demek ki bu durumu, kendi kötü tercihleri sonucu seçmişlerdi.

"Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!" cümlesindeki soru, "Ne yapmakta idiniz?" ifadesinde olduğu gibi, ayıplama ve kınama amaçlıdır. Daha önce yer verdiğimiz Nahl suresinin ilgili ayetlerinin akışından da anlaşıldığı gibi bu soruların ilkinin ["Ne yapmakta idiniz?"], durumun tespitine [ve dinsel açıdan nasıl bir duruma sahip olduklarına] yönelik olması mümkündür.

Çünkü, Nahl suresinden anlaşıldığı kadarıyla bu tür soru, hem zalimlere, hem de muttakilere yönelik bir sorudur ve kınama amaçlı değildir. Ikincisi ise ["Allah'ın yeri geniş degil miydi?..."], her hâlükârda kınama amacına yöneliktir.

Melekler, yeri Allah'a izafe ederek zikrediyorlar. Burada yüce Allah'ın önce arzı geniş kıldığına, sonra insanları imana ve amele davet ettiğine işaret ediliyor. Iki ayetten sonraki "Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur." ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.

Yerin "geniş" olarak nitelendirilmesi, hicret etmeyi; "Onda hicret etseydiniz ya! "ifadesi şeklinde kullanmayı gerektirmiştir. Yani, yerin bir bölgesinden bir diğer bölgesine göç etseydiniz ya! Şayet genişlik tasavvur edilmeden bir ifade kullanılsaydı, "Ondan hicret etseydiniz" denilmesi uygun düşerdi.

Ardından yüce Allah, meleklerle onların bu söyleşini gözler önüne serdikten sonra şu hükmü veriyor: "İşte onların varacagı yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!"

"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar...müstesnadır." Bu cümledeki istisna münkatı yani kopuk istisnadır. Bunlarla ilgili olarak ayette söz konusu edilen anlamda "zayıf bırakılmışlar" (mustazaflar) tabirinin kullanılması, yukarıda [önceki ayette] sözü edilen "zalimlerin", aslında musta-zaf olmadıklarına işaret etmeye yöneliktir. Çünkü onlar zayıflık kaydını ü-

Nisâ Sûresi 95-100 ................................................. 87

zerlerinden kaldırabilecek güçtedirler. Asıl zayıflar, bu ayette sözü edilenlerdir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar şeklinde ayrıntılı bir açıklamaya gerek duyulması, ilâhî hükmü açıklama ve yanlış algılamalara meydan vermeme amacına yöneliktir.

"hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar" ifadesine gelince, burada kullanılan "hîle" kelimesi, "haylûle" (engel, mani, önlem) kökünden şekil ve biçim ifade eden mastar kipi gibidir. Sonra alet anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme anlamını ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir. Bu ifade, genelde gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili olarak kullanılır. Her hâlükârda kelimenin kök anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında belirttiği gibi, değişim anlamı vardır.

Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Onlar, müşriklerin kendilerine yönelttikleri zayıf bıraktırıcı baskıyı engellemeye güç yetiremiyorlar; onların bu tür baskılarını defetmek için hiçbir engel bulamıyorlar. Bundan kurtulmalarını sağlayacak bir yol elde etme imkânına da sahip değiller."

Ayetin akışından anlaşıldığı üzere, "yol" kavramı geneldir; gözle görülen ve görülmeyen her türlü yolu [yani, tüm çare yollarını] kapsamına almaktadır. Şöyle ki; bu kavram burada, anlam olarak Mekkeli Müslümanların Medine'ye hicret etmek için kullandıkları normal yol gibi maddî yolu içerdiği şekilde, manevî yolu da kapsar. Dolayısıyla buradaki yoldan maksat, onları müşriklerin elinden, işkence ve fitnelerine duçar ederek zayıf düşürme girişimlerinden kurtaracak her türlü çözüm yoludur.

MUSTAZAFLIK ÜZERINE

Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda cahillik, insanın kendisinden kaynaklanmayan bir kusurdan veya yetersizlikten ileri geliyorsa, bu insan Allah katında mazurdur.

88 ............... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5 Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini bilmemeyi ve dinsel şiarları egemen kılmaktan alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî affın kapsamına girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra mustazafları (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutuyor, zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini belirtiyor. Ardından onları, başkalarını da kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları engeli kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor.

Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu nedenle dini bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir âlim bulunmadığı için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da bu bilgilere sahip olduğu hâlde dayanılmaz ağır işkencelerden dolayı onları pratize etmenin bir yolunu bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık, bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir olumsuzluk yüzünden bulunduğu yerden çıkamayan, Islâm yurduna hicret edip Müslümanlara katılamayan bir kimse için geçerli olduğu gibi, zihni dinsel bilgiler bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun kıvırıcı bir tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ hâkkın net bir şekilde önüne konulması durumunda ona kesinlikle tâbi olacağı hâlde değişik etkenler yüzünden hakkı algılayamayan bir kimse için de geçerlidir.

Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve çaresizdir;

[içinde bulunduğu olumsuz koşullardan çıkacak ve] herhangi bir yol bulacak durumda değildir. Bunun böylesi bir konuma düşmesindeki etken, hak ve din düşmanları tarafından kılıç ve kırbaç zoruyla kuşatılıp çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis onu başka faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de gafleti ona musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir gafletin etkisine giren insan artık hiçbir çareye güç yetirmez ve böyle bir cehaletin pençesindeki insan da hiçbir yol bulmaz mustazaftır.

Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan bu ayetin mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca varıyoruz. Bu

Nisâ Sûresi 95-100 ...................... 89

anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de algılayabiliriz: "Allah her şahsı, ancak gücünün yettigi ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandıgı iyilik lehine, ettigi kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286) Bu ayet gereği, hak-kında gafil olunan şey insanın gücü dâhilinde değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın yapamadığı bir şey de onun gücü dâhilinde sayılmaz.

Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün üstündeki teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur görülme durumlarını] belirlemek ve gerçek mazereti bahaneden ayırt etmek için genel bir ilkeyi koyuyor. Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına ve seçimine dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden alıkonuluşunda kendi etkisi ve katkısı olmamalı.

Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak nitelikli dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil insanın bu cehaleti [ve dinî vazifeyi terk edişi], kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve kendisi günahkâr sayılır.

Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi kendi kusuruna veya buna yol açacak kimi ön davranışlarına dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya gafleti ya da amel etmemeyi ona dayatan dış faktörlerden kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk etmişlik kişinin tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan günahkâr, taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun kıvıran müstekbir ve körü körüne inkârcı kabul edilmez. Dolayısıyla böyle bir insan eğer iyilik [olarak bildiği bir şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak bildiği bir şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin iyi ya da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya kötülük unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya aleyhine de bir şey yok demektir.

Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş kazanmak durumunda olmadığı için eli boş insandır, lehinde ve aleyhinde olacak bir şeye sahip değildir; onunla ilgili hüküm Allah'a kalmıştır. Nitekim bu, mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan,

90 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

"İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bagışlayıcıdır." ayeti ile başka suredeki ayetten anlaşılmaktadır: "Başka ları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, onlara ya azap eder ya da onları affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir."

(Tevbe, 106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir.

"İşte bunları, umulur ki Allah affeder." Bunlar, bilmeyişleri bir mazerete dayandığı için kötülüğü kazanmamışlardır. Ancak daha önce de vurguladığımız gibi insan, mutluluk ve mutsuzluk arasında hareket etmektedir. Mutluluğu kendi üzerine çekmemiş olması onun için yeterli bir mutsuzluktur. Dolayısıyla bu durumdaki bir insan, iyi olsun, bozguncu olsun ya da hiçbiri olmasın, özü itibariyle mutsuzluğun izlerini silip etkilerini gideren ilâhî aftan müstağni değildir. Yüce Allah'ın ["Işte onları, umulur ki Allah affeder." sözüyle] onların affedilmeleri umudundan söz etmesi, bu gerçeğe yönelik bir işarettir.

Onların affedilebilecekleri umudundan söz edilip ardından, affın onları kapsayacağına yönelik bir işaret içeren "Allah çok affedici ve bagışlayıcıdır." ifadesine yer verilmiş olması, onların, "varacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" ifadesiyle, yerlerinin kötü bir varış yeri olarak cehennem olacağı vaat edilen zalimler grubundan istisna edilir şekilde zikredilmiş olmalarından dolayıdır.

"Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur." Ayetin orijinalinde geçen "murâğemen" kelimesinin kökü olan "er-reğâm" ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî der ki: "er- Reğâm", yumuşak toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu gayruhu= başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü" şeklinde de kullanılır.

Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti buna örnektir:

"O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem. Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım."

4
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

Nisâ Sûresi 95-100 ..................................................... 91

Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut etme" ifadesinin kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu enfehu ve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona kızdı", "Râğamehu=iki kişi birbirini kızdırıp öfkelendirmeye çalıştılar, her biri karşı tarafın burnunu sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir.

Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip münakaşa, kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gidecek birçok yer... bulur." "Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren kötü bir şey gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu tıpkı; "Falandan kızdığım için falana gittim, ona yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.]

Şu hâlde ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Kim Allah yolunda, yani bilgi ve amel düzeyinde dini yaşamak suretiyle O'nun rızasını elde etmek amacıyla hicret ederse, yeryüzünde bu amacını gerçekleştirmesine elverişli birçok yer bulur. Her ne zaman Allah'ın dinini pratikte uygulamasına yönelik bir engelle karşılaşırsa, dinini yaşamasına engel olan gücün burnunu sürtmek, onu öfkelendirmek ya da onunla çekişip mücadele vermek amacıyla oradan hicret ederek başka bir yerde dinini özgürce yaşama imkânını, ayrıca yeryüzünde genişlik, bolluk ve birçok imkân bulur.

Yüce Allah bu ayetlerin öncesinde, "Allah'ın yeri geniş degil miy-di?" buyurmuştur. Bu ifadenin ayrıntısı konumunda olan bu ayetin, [hiçbir kayda yani, Allah yolunda ifadesine yer vermeksizin], "Hicret eden kimse yeryüzünde genişlik bulur." cümlesi şeklinde olması gerekirdi. Ancak Allah yolunda gitmek ve ilâhî yolu sulûk etmek isteyenler için, yeryüzü genişliğinin bir gerekçesi olarak "birçok gidecek yer" ifadesine de ek olarak yer verilmesi nedeniyle, "hicret etme" de "Allah yolunda olmak" şeklinde kayda bağlanmıştır ki, ifadenin ana mesajıyla örtüşsün. Bu ana mesaj ise, şirk düzeninin egemen olduğu bir ortamda yaşamaya devam eden müminlere yönelik bir öğütten ibarettir. Yani, ayet onları tah-

92 ........... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

rik edip coşkulandırmaya, hicrete teşvik etmeye ve [moral destek sağlayarak] yüreklerini hoş tutmaya yönelik bir mesaj konumundadır.

"Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar..." Allah ve Resulü için göç etmek, Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini öğrenip amel etme imkânı bulunan Islâm yurduna hicret etmekten kinayedir.

Ölümün yetişmesi, istiare yoluyla ölümün normal biçimde vuku bulması ve beklenmedik şekilde gerçekleşmesinden kinayedir. [Yoksa "idrak" kelimesinin asıl lügat anlamı burada kastedilmemiştir.]

Çünkü ayetin orijinalindeki "yudrik" kelimesinin mastarı olan "idrak" kelimesi, gerideki kişinin öncekinin ardından koşup ona yetişmesi demektir. [Oysa insanın ölümü, insandan geri kalmamıştır ki, ardından gelip ona varmış olsun.]

Yine mükâfatın Allah'a düşmesi de, ecir ve sevabın O'nun için gerekli olması ve bunu uhdesine alması demektir. Demek ki orada güzel bir ecir, sınırsız bir sevap vardır ve Allah onu eksiksiz şekilde kesinlikle hicret eden kuluna bahşedecektir. Allah bu vaadini, kendisine hiçbir şeyin ağır ve zor gelmediği, hiçbir şeyin aciz bırakamadığı ve ettiği iradeyi hiçbir şeyin engelleyemediği ulûhiyet makamıyla gerçekleştirir. Ve O sözünden dönmez. Ayetin, "Allah da çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." cümlesiyle son bulması, ödül ve sevabın eksiksiz verilmesinin bu güzel vaadin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgulamak ve pekiştirmek içindir.

Yüce Allah bu ayetlerde müminleri, diğer bir ifadeyle iman iddiasında bulunanları, iman yurdunda ve şirk yurdunda yaşıyor olmak bakımından çeşitli kısımlara ayırıyor ve bu grupların her birinin konumuna uygun olarak alacağı karşılığı (mükâfatı) açıklıyor.

Bunu da bir öğüt, bir uyarı ve iman yurduna hicret etmeye yönelik bir teşvik unsuru olması, iman yurdunda toplanılması, Islâm toplumunun güçlendirilmesi, iyilik ve takva üzere birlik ve dayanışma içinde olunması, hak mesajın yüceltilmesi, tevhit bayrağının ve din sancağının dalgalandırılması amacıyla yapıyor.

Nisâ Sûresi 95-100 ............................ 93

Bunlar içinde bir grup Islâm yurdunda yaşıyor. Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, mazeretsiz oturanlar ve bir mazereti bulunduğu için oturanlar bu grupta yer alırlar. Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; fakat Allah cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.

Diğer bir grup ise, şirk yurdunda yaşıyor. Bunlar zalimdirler. Allah yolunda hicret etmezler. Bu yüzden varacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!

Fakat bunların arasında da zalim olmayan zayıf düşürülmüş bir grup vardır. Bir çözüm bulma imkânından yoksundurlar, bir çıkış yolu da bulamıyorlar. Bunlar aciz olup hiçbir çareye güç yetiremeyen ve hiçbir yol bulamayan mustazaflardır. Işte bunları, yüce Allah'ın affetmesi umulur. Yine bunlar arasında yer alan bir diğer grup da, Allah ve Resulü uğrunda hicret etmek üzere evlerinden çıkan, ama sonra kendisine ölüm gelip yetişen kimselerdir. Ki bunların ecri, mükâfatı Allah'a düşer.

İniş sebebi, Resulullah efendimiz (s.a.a) zamanında Medine'ye hicretiyle Mekke'nin fethi arasındaki döneme tekabül eden Arap yarımadasındaki Müslümanların durumu ile ilintili olsa da, ayetlerin içeriği bütün zamanlardaki tüm Müslümanlar için geçerlidir. O dönemde yeryüzü iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı Islâm yurduydu, Medine ve çevresinin temsil ettiği bu bölgede Müslümanlar dinlerini özgürce yaşıyorlardı. Bazı müşrik gruplar ve diğer dinlere mensup topluluklar da burada yaşıyorlardı. Ancak antlaşma ve benzeri akitlerden dolayı Müslümanları rahatsız etmezlerdi ve bu nedenle aralarında bir çatışma, bir sürtüşme olmazdı.

Diğer bir kısmı ise şirk yurduydu. Mekke ve çevresinin temsil ettiği bu yurtta, egemenlik müşriklerin elindeydi ve buraları putperest inanç sistemleri doğrultusunda idare ediyorlardı. Müşrikler bu topraklarda yaşayan Müslümanlara dinlerini yaşamalarından dolayı yoğun baskı uyguluyorlardı, onları ağır işkencelerden geçiriyor, dinlerinden dönmelerini sağlayacak yoğun bir dayatma tatbik ediyorlardı.

94 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Ama ayetlerin ana fikri daima tüm Müslümanlar için geçerlidir.

Buna göre bir Müslüman dinini öğrenebileceği, dininin şiarlarını egemen kılabileceği, dinin hükümlerini pratikte uygulayabileceği bir yerde yaşamakla yükümlüdür. Bir yerde dinini öğrenemiyorsa, dininin hükümlerini pratikte uygulamasına izin verilmiyorsa -orası ismen Islâm yurdu olsun veya şirk yurdu fark etmez- oradan hicret etmekle yükümlüdür. Çünkü günümüzde isimler değişime uğramış, isimlerin müsemması, nesnel karşılığı ortadan kaybolmuştur. Insanların dini sadece kimliklerinde yazılır olmuştur. Günümüzde Islâm kuru bir isimdir artık. Islâm isimlendirmesinde Islâmî öğretilere inanmak ve Islâmî hükümleri uygulamak ilkesi esas alınmıyor.

Kur'ân ise, hükmünü Islâm'ın hakikatini baz alarak veriyor; Islâm ismini değil. Insanları, Islâm ruhunu taşıyan amellere teşvik ediyor, şeklî ve ruhsuz tavırlara değil. Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın değişik ayetlerinde şöyle buyurmuştur:

"(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur. Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." (Nisâ, 123-124) "Şüphesiz inananlar, Yahudiler, Hıristi-yanlar ve Sabiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanlara, Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. " (Bakara, 62)

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebi Hatem, Ibn-i Mürdeveyh ve Beyhaki kendi Süneninde Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Mekkelilerden bir topluluk Müslüman oldu. Bunlar Müslümanlıklarını gizliyorlardı. Müşrikler Bedir Günü onları da yanlarında savaşa götürdüler. Bazısı yaralandı, bazısı da öldürüldü. Bunun üzerine Müslümanlar dediler

Nisâ Sûresi 95-100 ....................................................... 95

ki: 'Bu Müslümanlar bizim arkadaşlarımızdı. Bunlar zorla savaşa getirildiler.' Böylece hata ettiklerini düşünerek Allah'tan onlar için bağışlanma dilediler. Bunun üzerine, 'Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken...' ayeti indi."

Ibn-i Abbas daha sonra şöyle dedi: "Bu ayetin indiği, [Medine'- deki Müslümanlar tarafından] Mekke'de kalmaya devam eden Müslümanlara bildirilerek, orada kalmalarının hiçbir mazeretle caiz olmayacağı belirtildi. Bunun üzerine Mekke'den ayrıldılar. Fakat müşrikler onları yakaladılar ve çeşitli baskılar uyguladılar. Bunun üzerine şu ayet indi: 'İnsanlardan kimi vardır ki, Allah'a inandık, der; fakat Allah ugrunda kendisine eziyet edilince insanların işkencesini, Allah'ın azabı gibi sayar.' (Ankebût, 10) Müslümanlar bu ayeti de onlara duyurdular. Bunun üzerine üzüldüler, büyük bir karamsarlığa kapıldılar. Onlarla ilgili olarak şu ayet indi:

"Sonra Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edip, ardından da savaşan ve sabredenlerin yanındadır. Bütün bunlardan sonra Rabbin elbette çok bagışlayan ve esirgeyendir." (Nahl, 110)

Bu sefer onlara bu ayetin indiği haber verildi, Allah'ın kendileri için bir çıkış kapısı gösterdiği duyuruldu ve Mekke'den çıkmaları istendi. Onlar da Mekke'yi terk ettiler. Fakat müşrikler yetişip onlarla savaştılar. Kurtulan kurtuldu, ölen öldü."

Aynı eserde belirtildiğine göre, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Ebi Hatem, Dahhak'tan bu ayetle ilgili olarak şöyle rivayet etmişlerdir: "Burada kastedilenler, bir grup münafıktır. Bunlar Resulullah (s.a.a) ile birlikte Medine'ye hicret etmeyip Mekke'de kaldılar. Sonra Kureyş müşriklerinin saflarında Bedir Savaşına katıldılar. Böylece Bedir yaralıları ve ölüleri arasında onlardan da bazı kimseler vardı. Yüce Allah bu ayeti onlar hakkında indirdi."

Aynı eserde, Ibn-i Cerir'in ayetle ilgili olarak Ibn-i Zeyd'den şöyle rivayet ettiği belirtilir: "Peygamberimiz (s.a.a) gönderilince, onun gönderilişiyle birlikte insanların gerçek siması, içlerindeki iman ve nifak nişaneleri de belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Bazı insanlar ona gelir, 'Ey Allah'ın Resulü, biz Müslüman olmamız durumunda

96 ............... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

şu kavmin bize işkence etmesinden, bize şunu şunu yapmasından korkuyoruz. Fakat, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah- 'ın Resulü olduğuna şahitlik ediyoruz.' derlerdi. Bunu her fırsatta ifade ederlerdi. Bedir günü müşrikler harekete geçtiler ve 'Bize katılmayan biri olursa evini yıkarız, malını kendimize mubah sayar el koyarız.' dediler. Bu tehdit karşısında, Resulullah'a (s.a.a) o sözü söyleyenler de müşriklerin safında savaşa katıldılar. Bunların bir kısmı öldürüldü, bir kısmı da Müslümanlara esir düştü."

"Bunlardan öldürülenler hakkında yüce Allah buyurdu ki: Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken... 'Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda göç etseydiniz ya!' -sizi zayıf düşürenleri terk etseydiniz ya!- derler. Işte onların varacagı yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!"

"Sonra Allah, gerçekten zayıf olan samimi insanların mazeretini kabul etti ve şöyle buyurdu: 'Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.' Bunlar göç için yola çıkacak olurlarsa helâk olurlar, müşrikler tarafından öldürülürler. 'Işte bunları umulur ki Allah affeder.' Yani, müşrikler arasında yaşamalarını bağışlaması ümit edilir."

"Tutsak edilenlerse şöyle dediler: 'Ya Resulullah! Biliyorsun ki biz, senin yanına geliyor ve Allah'tan başka ilâh olmadığına, senin de Allah'ın elçisi olduğuna şahitlikte bulunduğumuzu söylüyorduk. Biz, can korkusuyla bu kavmin saflarında savaşa katıldık.' Yüce Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi:

"Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere de ki: Eger Allah kalplerinizde bir hayır oldugunu bilirse, sizden alınandan (fidyeden) daha hayırlısını size verir ve sizi bagışlar. -Peygambere (s.a.a) karşı müşriklerle birlikte savaşa katılmanızı affeder.- ...Eger sana hainlik etmek isterlerse, (bilsinler ki esasen) daha önce Allah'a hainlik etmişlerdi, -müşriklerin safında savaşa çıkmışlardı,- Allah da bundan ötürü onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti." [Enfâl, 70-71]

Nisâ Sûresi 95-100 ...................... 97

Aynı eserde Abd b. Hamid, Ibn-i Ebi Hatem ve Ibn-i Cerir kanalıyla Ikrime'nin, "Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken, 'Ne yapmakta idiniz?' derler... orası ne kötü bir varış yeridir!" ayetiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Bu ayet Kays b. Fakih b. Müğire, Haris b. Zemaa b. Esved, Kays b. Velid b. Müğire, Ebu'l As b. Münebbih b. Haccac ve Ali b. Ümeyye b. Halef hakkında inmiştir."

"Kureyş müşrikleri ve onlara tâbi olanlar, Ebu Süfyan'ı ve Kureyş'in kervanını Resulullah (s.a.a) ve ashabına karşı savunmak ve Nahle Günü ellerinden alınan malların telafisini çıkarmak, onları geri almak için harekete geçince, Müslüman olan bazı gençleri de zorla beraberinde götürdüler. Ancak beklenmedik bir şekilde iki ordu Bedir'de karşı karşıya geldi. Böylece yukarıda isimlerini saydığımız kimseler, Islâm'dan döndüler ve Bedir'de kâfir olarak öldürüldüler."

Ben derim ki: Ehlisünnet kaynaklarında aktarılan bu anlama yakın rivayetlerin sayısı oldukça çoktur. Bunlar zahiren ayete uyarlama gibi görünüyorlarsa da güzel bir uyarlamadır.

Bundan ve sonraki ayetlerden algıladığımız en önemli hususlardan biri, Peygamberimizin (s.a.a) hicretinden önce de, sonra da Mekke'de münafıkların bulunmasıdır. Inşallah Tevbe suresinin tefsiri çerçevesinde münafıkların durumunu incelerken, bu realitenin gözlemlerimiz üzerinde büyük etkisi olacaktır.

Aynı eserde, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Ibn-i Ebi Hatem kanalıyla Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "Mekke'de Bekiroğullarından Damre adında bir adam vardı. Bu adam hastaydı. Bir gün ailesine dedi ki: 'Beni Mekke'den çıkarın. Çünkü sıcak hava beni rahatsız ediyor.' Dediler ki: 'Nereye götürelim seni?' Eliyle Medine'ye giden yolu işaret etti. Onu Mekke'den çıkardılar. Iki mil kadar uzaklaşmışken yolda öldü. Bunun üzerine şu ayet indi: "Kim Allah ve Resulü ugrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse..."

98 ............... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen birçok rivayet vardır. Ancak bu rivayetler arasında, hicret yolunda ölen kişinin kimliği hususunda büyük farklılıklar vardır. Bazısına göre, Damre b. Cündeb, bazısına göre Eksem b. Sayfi, diğer bazısına göre Ebu Damre b. Is ez-Zarkî, bir diğer bazısına göre Leysoğullarından Damre b. Is, diğer bazısına göre de Cunda' b. Damre b. Cundaî olduğu söylenir.

Bazı rivayetlerde ayetin, Habeşistan'a hicret ederken yılan tarafından sokulup ölen Halid b. Hazzam hakkında indiği belirtilir.

Ibn-i Abbas'a dayandırılan bazı rivayetlerde, Ibn-i Abbas onun Eksem b. Sayfi olduğunu söyler. Ravi der ki: Ibn-i Abbas'a sordum: "Peki Leysi olayı ne zaman gerçekleşti?" Dedi ki: "Bu, Leys'ten bir süre önce meydana geldi. Ayet, hem özel, hem de genel niteliklidir."

Ben derim ki: Yani özel olarak Eksem hakkında indi, sonra başkalarını da kapsayacak şekilde genelleştirildi. Rivayetlerden çıkan sonuca göre, Eksem b. Sayfi, Leys kabilesinden biri ve Halid b. Hazzam adlı üç Müslüman hicret amacıyla yola çıkmışken yolda ölürler. Ayetin bunlardan biri hakkında inmiş gibi gösterilmesi, ravi tarafından yapılan bir uyarlama gibidir.

el-Kâfi adlı eserde Zürare'nin şöyle dediği rivayet edilir: İmam Bâkır'dan (a.s) "mustazaf"ın kim olduğunu sordum, dedi ki:

"Musta-zaf, kâfir olmak için hiçbir çareye gücü yetmeyen (nasıl küfre sapılacağını bilmeyen), iman etmeye doğru hiçbir yol bulamayan kimsedir. Yani, ne iman edebilen, ne de küfre sapabilen kimseye denir. Meselâ çocuklar bu konumdadırlar. Aynı şekilde çocukların akılları düzeyine inen erkek ve kadınlar da öyledir; onlardan sorumluluk kalkmıştır." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:1] Ben derim ki: Zürare'den aktarılan bu hadis müstafiz yani çok kanallıdır; Kuleyni,1 Şeyh Saduk2 ve Ayyâşî1 değişik kanallardan ondan rivayet etmişlerdir.

1- [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:1-2-3.]

2- [Maâni'l Ahbar, s.200.]

Nisâ Sûresi 95-100 .......................... 99

Aynı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Ismail el-Cu'fi'den şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) sordum ki: "Kulların bilmezlik edemeyecekleri [hakkında bilgisiz olamayacakları] din nedir?"

Buyurdu ki: "Din geniştir. Fakat Haricîler [Hz. Ali (a.s) döneminde meydana çıkan, Nehrevan Savaşını başlatan, Islâm'da olmayan bazı sapık inançlarından dolayı Islâm'dan çıkan ve 'Haricîler' diye adlandırılan bir grup] cahillikleri yüzünden onu kendilerine daralttılar."

Dedim ki: "Sana feda olayım. Üzerinde bulunduğum ve inandığım dinden söz edeyim mi?" İmam "Evet" dedi. Dedim ki: "Allah'- tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ediyorum. Hz. Muhammed'in (s.a.a) Allah katından getirdiklerine ikrar (tasdik ve kabul) ediyorum. Sizi (Ehlibeyt'i)

dost, veli, yönetici ediniyorum. Size düşman olanlardan, sizin başınıza musallat olanlardan, size büyüklük taslayanlardan, hakkınızı gasp edenlerden, size zulüm edenlerden uzaklaşıyorum."

Bunun üzerine buyurdu ki: "Allah'a andolsun ki, dinde bilmediğin bir şey yok. Allah'a andolsun ki bu, bizim de üzerinde bulunduğumuz dindir." Sonra şöyle dedim: "Peki, bunu bilmeyen bir kimse Müslüman olabilir mi?" Buyurdu ki: "Mustazaflar olabilir." Ben, "Kim bunlar?" diye sordum. "Kadınlarınız ve çocuklarınız" diye cevap verdi. Ardından şunu ekledi: "Ümmü Eymen'i duydun mu? Ben onun cennet ehli olduğuna şahitlik ediyorum. Buna rağmen o, sizin üzerinizde bulunduğunuz dini anlayıştan haberdar değildi." [Usûl- ü Kâfi, c.2, s.405, h:6]

Tefsir-ul Ayyâşî'de Süleyman b. Halid'den, o da İmam Bâkır'- dan (a.s) şöyle rivayet eder: Süleyman der ki: "İmama mustazafları sordum." Şöyle buyurdu: "Bir perde gerisinde dışarıyla ilişkileri kesik olan zayıf akıllı kadınlar, 'namaz kıl' dediğinde kılan ve senin dediğinden başkasını anlamayan hizmetçiler, dediğinden başkasını bilmeyen ve biri tarafından güdülmedikçe hareket edemeyen 1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.268, h:243.]

100 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

köleler, çok yaşlı insanlar, çocuklar, küçükler... Işte bunlar mustazaftırlar. Fakat güçlü olan, mücadele eden, didişen, alış veriş yapabilen bir adam hakkında, senin ona mustazaf diyerek hiçbir şekilde aldatamadığın kimse kesinlikle mustazaf değildir; o böyle bir saygınlığı hakketmez." [c.1, s.270, h:251]

Maani'l Ahbar adlı eserde Süleyman'dan, o da tefsirini sunduğumuz ayetle ilgili olarak İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ey Süleyman, mustazaflar içinde senden daha güçlü kimseler vardır. Mustazaflar oruç tutan, namaz kılan, karınlarını ve ırzlarını haramdan koruyan, bizden başkası için velayet hakkını öngörmeyen ve [peygamberlik] ağacının dallarından tutunan [Ehlibeyt'e sarılan] kimselerdir. Işte bunları, ağacın dallarına tutundukları sürece umulur ki Allah affeder. Ancak bunlar şunu da bilmelidirler ki, eğer Allah onları affederse bu, O'nun rahmetindendir. Şayet onlara azap ederse, bu da onların sapmalarının sonucudur." [s.200]

Ben derim ki: "Bizden başkası için velayet hakkı öngörmeyen" ifadesiyle, Ehlibeyt'e düşmanlığı esas alan "Nasibîlik" akımına veya onlarla aynı paralele düşmeyi gerektirecek şekilde Ehlibeyt hakkında kusur işleme durumuna işaret edilmiştir. Nitekim aşağıdaki rivayetlerde buna değinilmektedir.

Aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Mustazaflar birkaç gruba ayrılırlar. Bunların hepsi de birbirinden farklıdır. Kıble ehli olup da Nâsibî, yani Ehlibeyt'e düşman olmayanlar mustazaftır." [s.200]

Yine aynı eserde, ayrıca Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) tefsirini sunduğumuz ayetle ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet edilir: "hiçbir çareye gücü yetmeyenler" yani, Ehlibeyt'e düşmanlığı esas alan Nasibîlik akımına katılmaktan aciz olanlar. "hiçbir yol bulamayanlar" ise, hakka ulaşıp bağlanmaya bir yol bulamayan kimselerdir. Böyle kimseler güzel amelleri ve Allah'ın yasakladığı haramlardan sakınmaları dolayısıyla cennete girerler; ancak iyilerin derecelerine ulaşamazlar." [Maani'l Ahbar, s.200, Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.268, h:245]

Nisâ Sûresi 95-100 ...................................................... 101

Tefsir-ul Kummî'de Durays el-Kunasî İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: İmama dedim ki: "Sana feda olayım, Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamberliğini kabullenen, ama günahkâr olup imamı olmadan ve siz Ehlibeyt'in velayetini de bilmeden ölen muvahhitlerin durumu ne olacak?"

Buyurdu ki: "Bunlara gelince, onlar çukurlarında (kabirlerinde) kalacak ve oradan çıkmayacaklardır. İçlerinde salih ameller işleyenler ve bize karşı bir düşmanlık beslemeyenler için yüce Allah'ın mağripte yarattığı cennete doğru bir delik açılır. Cennete açılan bu delikten o adamın kabrine esenlik ve rahatlık dolar. Bu durum kıyamete kadar böyle devam eder. Nihayet yüce Allah ile karşılaşır. Allah onu iyiliklerinden ve kötülüklerinden dolayı sorgular. Bunun sonucunda ya cennete ya da cehenneme gider. Bu gibi adamlar Allah'ın emrine, iradesine kalmışlar."

Daha sonra İmam şöyle buyurdu: "Mustazaflara, zayıf akıllılara, çocuklara ve henüz bulûğ çağına erişmemiş Müslüman çocuklarına da böyle yapılır. Kıble ehlinden olup da Ehlibeyt'e düşmanlığı ve sövgüyü esas alan Nasibîlik akımına mensup olanlara gelince, onlar için de yüce Allah'ın maşrikte (doğuda) yarattığı cehenneme doğru bir delik açılır. Bu delikten onların üzerine alevler, kıvılcımlar, dumanlar ve kızgın alevlerin yakıcı homurtuları dolar. Bu durum kıyamete kadar devam eder. Sonra vardıkları yer cehennem olur."

el-Hisal adlı eserde, İmam Sadık'tan (a.s), o babasından, o da dedesinden ve o da Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Cennetin sekiz kapısı vardır. Birinden peygamberler ve doğrular girer. Birinden şehitler ve salihler girer. Beş kapıdan da taraftarlarımız (Şiîlerimiz) ve sevenlerimiz girer... Bir diğer kapıdansa, Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik eden ve kalbinde zerre ağırlığı kadar biz Ehlibeyt'e karşı kin barındırmayan diğer Müslümanlar girer." [s.407, h:6]

Maani'l Ahbar adlı eserde, ayrıca Tefsir-ul Ayyâşî'de Hamran'dan şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "(ger-

102 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

çekte) aciz olup zayıf bırakılanlar... müstesnadır." sözünün anlamını sordum. Buyurdu ki: "Onlar velayet ehlidirler." Dedim ki:

"Hangi velayet?" Buyurdu ki: "Tâbi ki, dindeki velayet değil. Nikâhtan, mirastan ve bir arada, iç içe yaşamaktan kaynaklanan velayeti kastediyorum. Böyle kimseler ne mümin, ne de kâfirdirler. Onların durumu ulu Allah'ın emrine kalmıştır." [Maani'l Ahbar, s.202, h:8, Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.269, h:249]

Ben derim ki: Burada "Başkaları da vardır ki, Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, ya onlara azap eder ya da onları affeder." (Tevbe, 106) ayetine işaret edilmiştir. Inşallah buna ilişkin açıklamalara yer vereceğiz.

Nehc-ül Belâğa'da Hz. Ali (a.s) şöyle der: "Mustazaf ismi, hakka ilişkin kanıt kendisine ulaşan, onu kulağıyla duyup kalbiyle kavrayan kimseler için geçerli değildir." [Hutbe:189]

el-Kâfi adlı eserde, İmam Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: Ona "zayıflar" hakkında bir soru soruldu. O da şöyle bir cevap yazdı:

"Zayıf, kendisine hakka ilişkin kanıt ulaşmayan, bu konudaki ihtilafları (ve farklı inançları) bilmeyen kimsedir. Ihtilafları bildikten sonra, artık ona zayıf denmez." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.406, h:11]

Aynı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: Ona soruldu ki: "Mustazaflar hakkında ne diyorsun?" Hazret bağırırcasına buyurdu ki: "Yoksa siz, (şimdiki zamanda yeryüzünde) mustazaf olan birinin olduğunu mu sanıyorsunuz? Nerede mustazaflar? Allah'a andolsun ki, sizin bu dininiz her tarafı kaplamıştır. Elden ele perde arkasındaki kadınlara kadar ulaştı. Medine yolundaki sucu kadınlar bile ondan söz eder oldular." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:4]

Maani'l Ahbar adlı eserde Ömer b. Ishak'tan şöyle rivayet edilir:

İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Yüce Allah'ın sözünü ettiği mustazafın sınırı nedir?" diye soruldu. Buyurdu ki: "Kur'ân'dan bir sureyi iyice bilmeyendir. Oysa yüce Allah Kur'ân'ı o kadar basit kılmıştır ki, bir kimsenin onu iyice bilmemesi, okuyamaması olacak iş değildir." [s.202, h:7]

Nisâ Sûresi 95-100 ............................. 103 Ben derim ki: Yukarıda yer verdiğimiz rivayetlerin dışında, konuyla ilgili başka rivayetler de vardır. Ne var ki, şimdiye kadar sunduğumuz rivayetler, amaçlanan mesajı kapsayıcı niteliktedir.

Gerçi rivayetler, ilk bakışta çelişkili görünüyorlar; ancak mustazaflığın derecelerini açıklamak amacıyla konuya yönelik özel açıklamalar olma durumlarını bir an için göz ardı ettiğimizde, bunların sadece bir anlamı ifade etme noktasında birleştikleri görülür. Şöyle ki mustazaflık, kişinin kendisinden kaynaklanan hiçbir kusuru olmaksızın hakka ulaştırıcı yolu bulamamasıdır. Bu da daha önce vurguladığımız gibi ayetin ifadesinin mutlaklığıyla bağdaşan bir durumdur.

104 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Nisâ Sûresi 101-104 .....................................................105

101- Yeryüzünde yolculuk ettiğiniz zaman, kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Zira kâfirler, size apaçık düşmandırlar.

102- (Ey Muhammed!) Sen içlerinde bulunup da onlara namaz kıldırmak istediğin zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler. Ardından henüz namazını kılmamış olan diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Çünkü kâfirler size ansızın baskın yapmak için sizin, silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olmanızı arzu ederler. Yağmurdan zarar görür yahut hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur.

Ama yine de korunma tedbirlerinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.

103- Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken ve yanınız üzerinde Allah'ı anın. (Yolculuktan dönüp ikamet yurdunuza) yerleştiğiniz zaman, artık namazı gereğince (seferî olarak değil, tam olarak) kılın. Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır.

104- (Düşmanınız olan) topluluğu takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan, onların ümit etmediklerini umuyorsunuz. Allah bilendir ve hikmet sahibidir.

AYETLERIN AÇIKLAMASI

Bu ayetlerde korku namazı ve yolculukta namazları kısaltma (seferî namaz) uygulaması hükme bağlanıyor. Akışın sonunda da müminler müşrikleri takibe almaya, onları aramaya teşvik ediliyorlar. Bu bakımdan üzerinde durduğumuz bu ayetler, cihadı ve onunla ilgili çeşitli meseleleri ele alan önceki ayetler grubuyla bağlantılıdır.

"Yeryüzünde yolculuk ettiğiniz zaman... namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur." Ayetin orijinalinde geçen "cü-nah" kelimesi, günah anlamına geldiği gibi sıkıntı, sakınca, dönme ve meyletme anlamlarını da ifade eder. Yine "taksurû" kelimesinin kökü olan "kasr" kelimesi de, namazı kısaltma demektir. Mecma-ul Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Namazı kısaltma anlamında üç değişik ifade kullanılır: Birincisi, 'kasart-us salate'. Kur'ân'da kullanılan ifade budur. Ikincisi; [tef'il kalıbına uyarlanmış şekilde, ayni] 'kassartuha taksiren'. Üçüncüsü, 'aksartuha iksaren' [If'al kalıbına

106 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

uyarlanmış şekli yani]." [Mecma-ul Beyan'dan aldığımız alıntı burada son buldu.]

Dolayısıyla ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: "Yolculuğa çıktığınız zaman, namazı kısaltmanızı engelleyecek bir sakınca ve günah söz konusu değildir." Bir karine olmaksızın caizlik anlamını ifade eden günah ve sakıncanın olumsuzlanması, ayetin kapsamında zorunluluk (vaciplik) bildiren bir anlam ifade etmesine engel oluşturmamak-tadır. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Şüphesiz Safa ile Merve, Allah'ın nişanlarındandır. Kim Allah'ın evini hacceder ya da umre yaparsa, onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur." (Bakara, 158) Oysa bilindiği gibi, Safa ile Merve tepelerini tavaf etmek vaciptir.

Bunun nedeni, ayetin akışının yasama (teşri) nitelikli olmasıdır.

Böyle olunca da hükmün konuluşunu ortaya koyan, gözler önüne seren bir ifade yeterli oluyor. Hükmün bütün yönlerinin ve özelliklerinin tüm boyutlarıyla açıklanışına, birer birer sıralanışına gerek duyulmuyor. Aşağıdaki ayet de bir açıdan tefsirini sunduğumuz ayete örnek oluşturabilir. "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır..." (Bakara, 184)

"Kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız," Ayetin orijinalinde geçen "fitne" kelimesinin birbirinden farklı birçok anlamı vardır. Ancak Kur'ân'ın genel yaklaşımı, kâfirlerle müşriklere izafe edilerek mutlak şekilde kullanılması, öldürme, dövme ve yaralama gibi işkence türlerini ifade etmesi yönündedir. Ayetlerin akışından edindiğimiz sözel ip uçları da bu anlamı desteklemektedir.

Dolayısıyla kastedilen anlam, "Eğer onların size saldırmak ve öldürmek suretiyle işkence etmelerinden ve size herhangi bir kötülük yapmalarından korkarsanız..." şeklindedir.

Bu cümle, "size bir günah yoktur." ifadesine yönelik bir kayıt konumundadır. Bu ise şu demektir: Namazı kısaltma hükmü başlangıçta, işkence korkusundan dolayı yürürlüğe konulmuştur.

Ama bu, hükmün, korku söz konusu olmasa bile her türlü meşru yolculuk türleri için geçerli olacak şekilde genelleştirilmesi-

Nisâ Sûresi 101-104 .............................. 107

ne engel değildir. Kitap bu hükmün sadece bir kısmını açıklıyor;

sünnet ise, onun diğer tüm şekilleri kapsadığını ortaya koyuyor ki, rivayetler kısmında bunları göreceğiz.

"Sen içlerinde bulunup da onlara namaz kıldırmak istediğin zaman...

korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." Ayet, korku namazının nasıl kılınacağını açıklıyor ve korku namazında imamın Peygamber (s.a.a) olacağı varsayımından hareketle hitabı Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltiyor. Burada daha öz, daha güzel ve daha kuşatıcı olmasının yanı sıra, daha açık olsun diye açıklamaya örneklendirme yolu ile başlanmıştır.

Şu hâlde, "onlara namaz kıldırdıgın zaman" ifadesiyle, cemaatle namaz kastedilmiştir. "onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursun." ifadesiyle de, onların Peygamberi (s.a.a) imam edinerek namaza durmaları kastedilmiştir. Bunlar aynı zamanda silahlarını da yanlarına almakla yükümlüdürler. "secdeyi yaptıktan sonra." ifadesinden maksat, secde edip namazı tamamlamalarıdır.

Bunlar secdelerini tamamladıktan sonra namaz kılacak diğer grubun gerisinde durmakla yükümlüdürler. "onlar da korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." ifadesiyle kastedilenler, Peygamberle (s.a.a) birlikte namaz kılan ikinci bölüktür. Bunların da korunma tedbirlerini ve silahlarını almaları istenmektedir.

Ayetin anlamı -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şöyledir: Ey Resulullah! Sen aralarındayken ve ortam da korkuluysa, onlara imam olup cemaatle namaz kıldırdığın zaman, topluca namaza girmesinler, içlerinden bir grup sana uyarak seninle beraber namaza başlasın ve silahlarını da yanlarına alsınlar. -Tâbi ki diğer grubun da, namaz kılanları ve eşyalarını korumak durumunda olduğunun gerekliliğini söylemeye gerek yoktur.- Namazdaki grup seninle birlikte secde edip namazı tamamladıktan sonra, arkanıza geçsin, sizi ve eşyanızı korusunlar. Bu arada henüz namazını kılmamış olan diğer grup gelip seninle birlikte namazlarını kılsınlar. Bunlar da önceki grup gibi korunma tedbirlerini ve silahlarını yanlarına alsınlar.

108 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Ayetin orijinalindeki "tâife=grup" kelimesini, "uhra=diğer" kelimesiyle vasfedilmesi, sonra eril-çoğul (cem-i müzekker) zamirinin döndürülmesi ile -söylendiğine göre- bir yönden lafız, diğer bir yönden de anlam göz önünde bulundurulmuştur. Yine bazılarının söylediğine göre, "korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." ifadesi, latif bir istiare türüne örnektir. Çünkü burada, "hizr=korunma tedbiri" de silah gibi bir alet, bir araç şeklinde algılanmış ve silaha nispetle kullanılan "yanına alma" fiili, ona nispetle de kullanılmıştır. "Çünkü kâfirler... gafil olmanızı arzu ederler." Bu ifade, hükme bağlanan yasanın [korku namazının, yani seferde ve korkulu zamanlarda namazın kısaltılarak kılınmasının] gerekçesi konumundadır ve anlamı da açıktır.

"Yağmurdan zarar görür yahut hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur... kâfirlere aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır." Bu, bir diğer hafifletici ifadedir. Buna göre, şayet yağmurdan rahatsız olurlarsa veya bazıları hastalanırsa, silahlarını bırakmalarında bir sakınca yoktur. Fakat bununla beraber korunma tedbirlerini almaları, kâfirlerden yana gaflete düşmemeleri gerekir.

Çünkü kâfirler, onların bir anlık gafletlerini kollamaktadırlar.

"Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken ve yanınız üzerinde Allah'ı anın." Ayette geçen "kıyam" ve "kuûd" kelimeleri, çoğul ya da mastardırlar. Cümledeki fonksiyonları hâldir. Aynı şekilde, "yanınız üzerinde" ifadesi de, diğer iki kelime gibi hâldir. Kısacası, tabirlerin üçü de her hâli kuşatan sürekli zikirden, Allah'ı anmaktan kinayedir.

"(Yolculuktan dönüp ikamet yurdunuza) yerleştiğiniz zaman namazı gereğince kılın." Ayette geçen "itme'nentum" fiilinin mastarı olan "itminan" kelimesi, istikrar ve yerleşme anlamını ifade eder. Bu ayet, "Yeryüzünde yolculuk ettiginiz zaman..." diye başlayan ifadenin oluşturduğu tablonun karşıtı bir tabloya işaret etmek-te olduğundan dolayı bununla, ifadenin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla seferden ikamet yurduna dönüş kastediliyor. Nitekim ayetlerin a-

Nisâ Sûresi 101-104 ............................................... 109

kışı da bu çıkarsamamızı destekler niteliktedir. Buna göre, namazı ikame etmekten (dosdoğru kılmaktan) maksat, onu tam olarak kılmaktır. Çünkü korku namazı hakkında "namazı kısaltma" tabirinin kullanılması, [ardından da namaz kılmaktan söz edilmesi,] bu anlamı verir.

"Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır." Ifadenin orijinalinde geçen "kitab=yazı" kelimesi, farz ve vacip kılmadan kinayedir; o anlamda kullanılmıştır. Nitekim aşağıdaki ayette de aynı anlamda kullanılmıştır: "Sizden öncekilere yazıldıgı (farz kılındıgı) gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı)." (Bakara, 183) Tefsirini sunduğumuz ayetin orijinalinde geçen "mevkut" kelimesi, "vakit" kökünden türemiştir. Meselâ, "vakkattu keza" yani, onun için vakit be-lirledim. Dolayısıyla ifadenin zahirinden şunu anlıyoruz: Namaz, vakitleri belirlenmiş, bölüm bölüm olarak tayin edilmiş ve belli vakitlerinde kılınan bir farzdır.

Ancak ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, namazla ilgili "vakit" kelimesinin kullanılması, sabitliği ve değişmezliği ifade etmekten kinayedir. [Yani, ayette namazın, vakti belirlenmiş bir farz olduğu ifade edilmesi amaçlanmamıştır. Maksat, namazın sabit ve kesinlikle değişmez bir farz olduğunu açıklamaktır. Dolayısıyla] gerektirilenin, gerektirici anlamında kullanılması gibi bir durumdur bu.

O hâlde namazın "kitaben mevkuten" oluşundan maksat, sabit ve değişmez bir farz oluşudur. Buna göre, hiçbir şekilde namazın farzlığı düşmez. Dolayısıyla "mevkut" sözcüğünü ilk anlamıyla [vakti belirlenmiş olarak] algılamak, öncesindeki ifadenin içeriğiyle örtüşmüyor. Çünkü namazın belli vakitleri olan bir ibadet olduğundan söz etmenin bir gereği yoktur. Ayrıca, "Çünkü namaz..."

diye başlayan ifadenin, "...yerleştiginiz zaman artık namazı geregince kılın." ifadesini gerekçelendirmeye yönelik olduğunu da unutmamak gerekir. Şu hâlde namazın "mevkut" oluşundan maksat, hiçbir şekilde farzlığı değişmeyen sabit oluşudur. Dolayısıyla namaz, orucun yerine fidye verilmesi gibi bir başka şeyle

110 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

değişmez.

"(Düşmanınız olan) topluluğu takip etmede gevşeklik göstermeyin..." Ayette geçen "tehinû" kelimesi, "vehn" kökünden zayıflık demektir. "Ibtiğâ" ise, aramak ve takip etmek anlamına gelir.

"Te'lemûne" kelimesi de, "elem=acı" kökünden lezzetin karşıtıdır. "Oysa siz Allah'tan, onların ümit etmediklerini umuyorsunuz." ifadesi, "la tehinû" kelimesindeki üçüncü çoğul zamirine ilişkin hâl işlevini görmektedir. Buna göre cümlenin anlamı şudur: Iki grubun durumu acı çekmek bakımından birdir. Fakat siz düşmanlarınız gibi değilsiniz, durumunuz da onlardan kötü değil. Siz onlardan daha rahat ve daha mutlusunuz. Çünkü sizin için, veliniz olan Allah'tan fetih, zafer ve bağışlanma ümidi var. Düşmanlarınıza gelince, onların velisi yoktur. Dolayısıyla yüreklerine su serpecek, amellerine dinamizm katacak ve arzularına sevk edecek [arzularını gerçekleştirecek] bir velileri ve de umutları yoktur. Allah kullarının maslahatını herkesten daha iyi bilir. Hikmet sahibidir; emir ve yasakları sağlam bir gerekçeye ve hikmete dayanır.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Kummî'de şöyle deniyor: "Korku namazı ile ilgili ayet şu olay üzerine inmiştir: Resulullah efendimiz (s.a.a) Mekke'ye gitmek üzere Hüdeybiye'ye doğru harekete geçince, Kureyşliler bunu haber aldılar. Bunun üzerine, Halid b. Velid'i iki yüz atlıyla birlikte Resulullah'ı (s.a.a) karşılamak üzere gönderdiler. Halid dağ başlarında hareket ederek kendini hep Resulullah'a (s.a.a) göstermeye çalışıyordu. Öğle namazının vakti gelince Bilal ezanı okudu. Resulullah (s.a.a) Müslümanlara namaz kıldırdı."

"Bunu gören Halid b. Velid şöyle dedi: 'Onlar namazdayken saldırırsak onlara ağır bir darbe indirmiş oluruz. Çünkü onlar namazlarını yarı bırakmazlar. Fakat bir namazları daha var ki, onlar için gözlerinin ışığından daha sevimlidir. Onlar bu namaza başlayınca, biz de ansızın saldırıya geçeriz.' Bunun üzerine Cebrail

5
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

Nisâ Sûresi 101-104 .................................................. 111

Resulullah'a (s.a.a), 'Sen içlerinde bulunup...' diye başlayan ayetin içerdiği korku namazı hükmünü indirdi."

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Yagmurdan zarar görür yahut hasta olursanız... size bir günah yoktur." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet inerken Resulullah (s.a.a) Usfan denilen yerde bulunuyordu, müşrikler de Dacnan denilen yerde konaklamışlardı.

[Öğle saatleri, bulundukları yerde namaz kılmak amacıyla Müslümanlar cemaate durdular.] Peygamberimiz (s.a.a) ve ashabı öğle namazını bütün rüku ve secdeleriyle kıldılar. Bunu gören müşrikler onlara saldırmak istediler. Içlerinde bazıları dediler ki, onların bir diğer namazları daha var ki, onların nazarında bundan daha sevimlidir;

-ikindi namazını kastediyorlardı- onu bekleyin. Bunun üzerine yüce Allah Peygamberimize bu ayeti indirdi. Peygamberimiz de ikindi namazını korku namazı şeklinde kıldırdı. Bu olay Halid b. Velid'in Müslüman olmasının sebebidir Yine aynı eserde, Ebu Hamza Sumali'nin kendi tefsirinde şöyle dediği belirtiliyor: "Peygamberimiz Enmaroğullarına savaş açtı. Allah onları hezimete uğrattı, Müslümanlar da çocuklarını ve mallarını zaptettiler. Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar savaş meydanına inince, düşmandan geriye kimsenin kalmadığını gördüler. Bunun üzerine Müslümanlar silahlarını bıraktılar. Resulullah (s.a.a) da ihtiyacını gidermek üzere yanlarından ayrıldı. O da silahını bırakmıştı.

Ashabıyla arasına vadi girecek şekilde uzaklaştı. Ihtiyacını gidermişti ki, vadi engebeliydi ve gökten de ufak ufak yağmur çiseliyordu. Ashabın Resulul-lah'ı (s.a.a) görmesine engel oluyordu." "Resulullah (s.a.a) bir ağacın dibine oturdu. Düşman askerlerinden Gavres b. Haris el-Muharibi onu gördü. Arkadaşları dediler ki: 'Ey Gavres, bu Muhammet'tir. Arkadaşlarından ayrı düşmüş, uzaklaşmıştır.' Gavres dedi ki: 'Onu öldürmezsem, Allah beni öldürsün.'

Yanına kılıcını alarak dağdan aşağıya indi. Yanına dikilinceye kadar Resulullah (s.a.a) onu fark etmedi. Kılıcını kınından çekmiş öylece Peygamberin başı ucunda duruyordu. Dedi ki: 'Ey

112 ....... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Muhammed! Şimdi seni kim benden kurtaracak?!' Resulullah (s.a.a) 'Allah' dedi."

"Işte tam bu sırada Allah düşmanı ansızın yüzükoyun yere düştü. Resulullah (s.a.a) kalktı ve kılıcını aldı. Sonra şöyle dedi: 'Ey Gavres, şimdi seni kim benden kurtaracak?!' Gavres, 'Hiç kimse' diye karşılık verdi. Resulullah, 'Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın kulu ve elçisi olduğuma şahitlik ediyor musun?' diye sordu. 'Hayır' dedi. 'Ancak hiçbir zaman seninle savaşmayacağıma, sana karşı çıkan hiçbir düşmanına yardım etmeyeceğime söz veriyorum.' Resulullah (s.a.a) kılıcını geri verdi. Gavres, 'Allah'a andolsun ki, sen benden daha iyisin' dedi. Resulullah ise, 'Böyle bir davranış bana daha çok yakışır' karşılığını verdi."

"Gavres arkadaşlarının yanına dönünce ona dediler ki: 'Ey Gavres, seni elinde kılıç ve onun başında dikilmiş hâlde gördük. Seni onu öldürmekten ne alıkoydu?' Dedi ki: 'Allah. Tam kılıcımı kaldırmış ona indirecektim ki, birden nasıl olduğunu anlamadığım bir darbe yedim omuzlarımın arasında. Hızla yüzükoyun yere kapandım. Kılıcım elimden düştü. Muhammed -saa- benden önce davrandı ve kılıcı aldı.' Çok geçmeden vadideki yağmur suları duruldu. Resulullah (s.a.a) arkadaşlarının yanına gitti ve onlara olup bitenleri haber verdi. Onlara, 'Yagmurdan zarar görür...' ayetini okudu."

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdurrahman b. Ebu Abdullah'tan, o da İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) Zat-ur Rika seferinde ashabına namaz kıldırdı. Önce onları iki gruba ayırdı. Bir grup düşmana karşı durdu. Bir grup da Peygamberimizin arkasında saf tuttu. Peygamberimiz (s.a.a) tekbir getirdi, onlar da tekbir getirdiler.

Peygamberimiz (s.a.a) Kur'ân'dan bir bölüm okudu, onlar sessizce dinlediler. Peygamberimiz (s.a.a) rükua gitti, onlar da rükua gittiler. Secde etti, onlar da secde ettiler. Sonra Resulullah (s.a.a) ikinci rekât için kalktı ve hiçbir şey okumadan öylece kıyam hâlinde bekledi. Bu sırada namaz kılmakta olan cemaat, namazlarının ikinci rekâtını kendi başlarına tamamlayarak birbirlerine selâm

Nisâ Sûresi 101-104 ........................ 113

verdiler. Sonra arkadaşlarının yanına giderek düşmanın karargâhına karşı nöbet tuttular."

"Bu sefer diğer grup gelip Resulullah'ın (s.a.a) arkasında saf tuttu. Peygamberimiz (s.a.a) tekbir getirdi, onlar da tekbir getirdiler. Peygamberimiz Kur'ân'dan bir bölüm okudu, onlar sessizce dinlediler. Rükûa gitti, onlar da rükua gittiler. Secde etti, onlar da secde ettiler. Sonra Resulullah (s.a.a) oturdu ve teşehhüdü okudu.

Sonra onlara selâm verdi, onlar da kalkıp diğer rekâtı kendi başlarına kıldılar, ardından birbirlerine selâm verdiler. Yüce Allah da Peygamberine şöyle buyurmuştur: 'Sen içlerinde bulunup da onlara namaz kıldırdıgın zaman... Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır.' Işte bu, yüce Allah'ın Peygamberine (s.a.a) emrettiği korku namazıdır."

İmam devamla şöyle dedi: "Korku anında bir topluluğa akşam namazını kıldıran kimse, birinci grupla bir rekâtı, ikinci grupla da iki rekâtı kılar..."

et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) korku ve seferî namazların her ikisi de kısaltılmalı mıdır? diye sordum. Buyurdu ki: "Evet, ama korku namazı, korkusuz bir ortamda gerçekleştirilen yolculuktaki namazdan daha fazla kısaltılmayı hak eder." [c.3, s.302, h:12/921]

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare ve Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet eder: Biz İmam Bâkır'a (a.s) sorduk: "Seferî namaz hakkında ne buyurursunuz?

Nasıl kılınır? Kaç rekâttır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle buyuruyor:

'Yeryüzünde yolculuk ettiginiz zaman... namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.' Bu bakımdan, seferde namazı kısaltarak kılmak, tıpkı mukimken tam kılmak gibi vaciptir." Dedik ki: "Ama yüce Allah, 'size bir günah yoktur.' buyuruyor, 'yapın...'

demiyor ki. Mukimken namazı tam kılmak gibi, seferde kısaltarak kılmak nasıl vacip olur?"

Buyurdu ki: "Yüce Allah, 'Şüphesiz Safa ile Merve, Allah'ın ni-

114 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

şanlarındandır. Kim Allah'ın evini hacceder veya umre yaparsa, onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur.' buyurmuyor mu? Ve Safa ile Merve'yi tavaf etmek farz değil midir? Çünkü yüce Allah, bunu kitabında ve Peygamberi -saa-de pratikte uygulamıştır. Aynı şekilde yolculukta namazı kısaltmak da Peygamberin (s.a.a) fiilen uyguladığı ve yüce Allah'ın kitabında zikrettiği bir hükümdür."

Dedik ki: "Peki yolculukta bir namazı dört rekât kılan kimse, namazını yenilemeli mi, değil mi?"

Buyurdu ki: "Eğer ona namazları kısaltma ayeti okunmuş ve açıklanmış buna rağmen yine de dört rekât olarak kılmışsa, namazı yeniden kılması gerekir. Şayet ayet kendisine okunmamışsa ve bu hükmü de bilmiyorsa, dört rekât olarak kıldığı namazı yenilemesi gerekmez. Bütün namazların yolculukta iki rekât kılınması farzdır. Akşam namazı hariç. Bu namaz üç rekâttır ve kısaltması olmaz. Çünkü Resulullah (s.a.a) seferî iken de, mukim iken de onu üç rekât hâlinde bırakmıştır [üç rekât olarak kılmıştır]."

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Ebi Şeybe, Abd b. Hamid, Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, Ibn-i Mace, Ibn-i Carud, Ibn-i Huzeyme, Tahavî, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebi Hatem, en- Nuhhas -Nasih adlı eserinde- ve Ibn-i Hibban, Ya'la b. Ümeyye'den şöyle rivayet ederler: Ömer b. Hattab'a sordum: "Kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur." buyruluyor. [Dolayısıyla bu hüküm korkuyla ilintilidir.]

Şimdi ise, insanlar güvene kavuşmuşlardır." Ömer bana dedi ki: "Senin hayret ettiğin şeye ben de hayret etmiş ve bunu Resulullah'a (s.a.a) sormuştum. Buyurmuştu ki: Bu Allah'ın size verdiği bir sadakadır [tanıdığı bir kolaylıktır]. Onun sadakasını kabul edin."

Yine aynı eserde, Abd b. Hamid, Nesai, Ibn-i Mace, Ibn-i Hibban ve Beyhaki -Süneninde- Ümeyye b. Halid b. Ese'den şöyle rivayet ederler: Ümeyye, Ibn-i Ömer'e sorar: "Sence yolculukta namazı kısaltmak caiz midir? Çünkü Allah'ın kitabında da buna ilişkin bir hüküm göremiyoruz. Varolan hüküm korku namazı ile ilgilidir."

Nisâ Sûresi 101-104 ............... 115

Ibn-i Ömer şu cevabı verir: "Ey kardeşimin oğlu, yüce Allah Hz. Muhammed'i (s.a.a) gönderirken biz bir şey bilmezdik. Biz ne yapıyorsak, Resulullah'tan gördüğümüz gibi yapıyoruz. Yolculukta namazı kısaltmak da Resulullah'ın (s.a.a) uyguladığı bir sünnettir."

Aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Tirmizi -sahih olduğunu belirterek- ve Nesai Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Resulullah ile beraber Mekke ile Medine arasında hiçbir şeyden korkmadığımız, güvenlikte olduğumuz hâlde dört rekâtlı namazı iki rekât olarak kıldık."

Aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai, Herise b. Veheb el-Huzai'den şöyle rivayet ederler: "Resulullah ile birlikte çok sayıda insan varken ve kendimizi tamamen güvenlikte hissederken, öğlen ve ikindi namazlarını ikişer rekât kıldık."

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Davud b. Ferkad'dan şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık'a (a.s) dedim ki: "Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır." ayeti hakkında ne buyurursunuz?" Dedi ki: "Namaz sabit ve hiçbir şekilde değişmez bir farzdır, demek isteniyor. Biraz erken kılman veya biraz geç kılman sana zarar verecek değildir. Yeter ki bu yaptığın, namazın büsbütün zayi olmasına neden olmasın. Aksi takdirde yüce Allah'ın şu sözünün kapsamına girersin: "Namazı zayi ettiler, şehvetlerine uydular. Işte bunlar, azgınlıklarının cezalarını göreceklerdir." (Meryem, 59) [Füru-u Kâfi, c.3, s.270, h:13]

Ben derim ki: Burada namazların vakitlerinin genişliğine işaret ediliyor. Nitekim başka rivayetlerde de bu anlama işaret edilmiştir.

Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim'den, o da İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin, seferde akşam namazıyla ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Eğer bir süre geciktirmiş olsan dahi onu terk etme. Sonra yatsı namazını kılarken onu da kılabilirsin. Dilersen akşamüzeri güneş battıktan sonra şafakta beliren kızartı kayboluncaya kadar yürüyebilir sonra kılabilirsin.

Çünkü Resulullah öğle ve ikindi namazlarını birlikte ve akşam

116 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ve yatsı namazlarını da birlikte (cem ederek) kılmıştır. Bazen tehir ediyor (erteliyor), bazen de takdim ediyordu (öne alıyordu). Çünkü yüce Allah, 'namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır.' buyurmuştur.

Burada namazın müminler üzerinde farz olduğu kastedilmiştir;

başka değil. Çünkü eğer ayette Sünnîlerin iddia ettikleri gibi, beş namazın ancak kendilerine ait özel vakitlerde kılınmasının zorunluluğu kastedilseydi, Resulullah namazları birleştirerek kılmazdı ve onların dedikleri gibi yapardı. Oysa Resulullah (s.a.a) dini daha iyi bilirdi, dinin hükümlerinden herkesten çok haberdardı.

Eğer böylesi daha hayırlı olsaydı, Hz. Muhammed (s.a.a) bunu emrederdi."

"Nitekim Sıffin savaşında Emir-ül Müminin Ali (a.s) ile beraber olanlar öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmaya fırsat bulamadıkları için Hz. Ali (a.s) onlara yaya ve binekte iken tekbir, tahlil ve tesbih getirmelerini emretti. Çünkü yüce Allah, 'Eger korkarsanız, yaya veya binekte iken kılın.' [Bakara, 239] buyurmuştur. Hz. Ali (a.s) emretti, onlar da böyle yaptılar."

Ben derim ki: Görüldüğü gibi, bu rivayetler daha önce yaptığımız açıklamalarla örtüşüyor. Işaret ettiğimiz bu anlamı destekleyen hadisler, özellikle Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selâmı onlara olsun) kanalıyla çokça rivayet edilmiştir. Biz, bunlardan bazı örnekler sunduk.

Biliniz ki, Ehlisünnet kaynaklarında, yukarıdaki açıklamalarla çelişen bazı rivayetler de vardır. Fakat bunlar da kendi aralarında çelişki arz etmektedirler. Bunların ve özelde korku namazının, genelde de seferî namazının kısaltılışını konu alan rivayetlerin değerlendirmesi, fıkıh biliminin alanına girer.

Tefsir-ul Kummî'de, "(Düşmanınız olan) toplulugu takip etmekte gevşeklik göstermeyin..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ifade Âl-i Imrân suresinde yer alan, 'Eger siz (Uhud'da) bir yara aldınızsa, onlar da benzeri bir yara almışlardır.' [Âl-i Imrân, 140] ayetine atfedilmiştir; onunla ilintilidir, ona yönelik bir açıklamadır."

Nisâ Sûresi 101-104 ........................... 117

Biz söz konusu ayeti tefsir ederken iniş sebebini zikretmiştik.

Nisâ Sûresi 105-126 ........................................................... 119

120 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

105- Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik; hainlerin savunucusu olma!

106- Ve Allah'tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

107- Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma (onları savunma); çünkü Allah hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez.

108- Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar) da Allah'tan gizlenmiyorlar (utanmıyorlar). Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadığı sözü düşünüp kurarlarken O, onlarla beraberdir. Allah, onların yaptıkları her şeyi kuşatıcıdır.

109- Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz, ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak?!

110- Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.

111- Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah bilendir, hikmet sahibidir. 112- Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

113- Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni şaşırtıp saptırmağa yeltenmişti. Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin şeyleri öğretti. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür.

114- Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç. Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa, biz ona yakında büyük mükâfat vereceğiz.

Nisâ Sûresi 105-126 ................... 121

115- Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu gittiği yönde yürütür ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü bir varış yeridir!

116- Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz;

bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüştür.

117- Onlar Allah'ın dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan başkasına tapmazlar ve hiçbir hayırla ilişkisi olmayan Şeytandan başkasına tapmazlar.

118- Allah onu lânetlemiş, o da demişti ki: "Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım.

119- Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, şüphesiz onlara emredeceğim de Allah- 'ın yarattıklarını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakır da Şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana uğramıştır.

120- (Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki Şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir.

121- Işte onların varacağı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.

122- İnanıp iyi işler yapanları da, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Orada sürekli kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir ve Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?

123- (İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur.

124- Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak birtakım iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez.

125- Iyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden ve Ibrahim'in hanîf (Allah'ı bir tanıyan) dinine tâbi olan kimseden din bakımın-

122 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

dan daha iyi kim vardır? Allah Ibrahim'i dost edinmiştir.

126- Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır.

AYETLERIN AÇIKLAMASI

Ayetlerin üzerinde düşündüğümüz zaman, bir akış bütünlüğüne sahip olduğunu; yargıda adalet ilkesini gözetmeyi tavsiye etme amacına yönelik olduğunu; yargıç ve hakimin, kim olurlarsa olsunlar yargısında ve hükmünde haksızlara eğilim göstermesini ve hak sahiplerine haksızlık etmelerini yasaklamayı hedeflediğini görürüz.

Bu söylediğimiz konulara da, ayetlerin indiği ortamda yaşanan kimi olaylara işaret edilerek ve bununla ilintili olarak konuyu yakından ilgilendiren dinsel hakikatlerden, bunların vazgeçilmezliğinden, uyulmalarının zorunluluğundan söz edilerek ve müminlerin dikkati, "Din ancak hakikattir, isim değil. Hak ismini taşımak değil, hakka riayet etmek yarar verir." evrensel gerçeğine çekilerek değinilmiştir.

Anlaşıldığı kadarıyla bu kıssa, şu ayette işaret edilen bir olayla ilgilidir: "Kim bir hata ya da günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve açık bir günah yüklenmiş olur." Bu ayet gösteriyor ki, o dönemde suçsuz insanların üzerine yıkılabilecek türden hırsızlık, adam öldürmek, başkasının malını telef etmek veya zarar vermek gibi suçlar işleniyordu ve bu tür suçları işleyenlerin Hz. Peygamberi (s.a.a) hüküm vermede yanıltmaya yeltenmeleri de ihtimal dâhilindeydi. Fakat Allah onu, bu gibi art niyetli insanların saptırma girişimlerine karşı korumuştur.

Bundan da anlaşılıyor ki, ayetler grubunun başlarındaki şu ifadelerde de bu kıssaya işaret ediliyor: "Hainlerin savunucusu olma...", "Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar)...", "Haydi siz onları savununuz..." Gerçi hainlik, genelde emanetlerle ilgili olarak gün-

Nisâ Sûresi 105-126 ................... 123

deme gelen bir durumdur; ancak burada, "Allah hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez. Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar)..." ifadesini tefsir ederken vurgulayacağımız gibi, hırsızlık gibi bir durumla ilgili olarak kullanılmıştır. Burada gözetilen husus ise şudur: Müminler bir nefis gibidirler. Içlerinde birine ait olan maldan, başkaları da gözetme ve dokunulmaz oluşu noktasında sorumludur.

Diğer müminler de o malı korumak ve kollamakla yükümlüdür. Dolayısıyla müminlerden bazılarının diğer bazısının malına yönelik bir tecavüzde bulunması, kendilerinden yine kendilerine yönelik bir ihanet konumundadır.

Ayetler üzerinde biraz daha düşündüğümüz zaman, kıssa biraz daha canlanır zihnimizde ve şöyle bir tablo beliriyor gözümüzün önünde: Bazıları birilerinin malını çalmışlar. Meselâ Resulullah'a (s.a.a) götürülüyor. Bu sırada hırsız, suçsuz birini itham ediyor, suçu onun üzerine atıyor. Hırsızın akrabaları da kendi lehlerine bir hüküm çıkarması için Peygambere (s.a.a) ısrarla yalvarıp rica ediyorlar.

O kadar ileri gidiyorlar ki, hükmün suçsuz kişinin aleyhine çıkması yolunda Resulullah'ı (s.a.a) yanıltmak için aşırı çaba gösteriyorlar. Bunun üzerine ayetler iniyor ve yüce Allah, haksız yere suçlanan kişiyi aklıyor.

Bu bakımdan ayetler, iniş sebepleri bağlamında rivayet edilen Ebu Tu'ma b. Ubeyrik'in hırsızlığı kıssasıyla ilginç bir örtüşme arz etmektedir. Daha önce defalarca söylediğimiz gibi, rivayet edilen iniş sebepleri ile ilgili hikayeler, genelde kaynaklarda aktarılan kıssaların uygun bir Kur'ân ayetine uyarlanması şeklinde değerlendirilmiştir.

Bu ayetlerden ayrıca Peygamberimizin (s.a.a) verdiği hükümlerin hüccet oluşu ve onun bu açıdan masum olduğu anlaşılıyor. Bunun yanında diğer bazı gerçeklere de işaret ediliyor ki, inşallah bunları da açıklayacağız.

"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik." İnsanlar arasında hükmetmek deyince, insanın aklına gelen ilk şey, insanların yargı işleriyle ilgili çe-

124 ........ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

kişmeleri ve ihtilaflarını verilecek hüküm aracılığı ile gidermektir.

Yüce Allah, kitabın (Kur'ân'ın) indirilişinin amacı olarak insanlar arasında hükmetmeyi göstermiştir. Bu bakımdan tefsirini sunduğumuz ayetin içeriğiyle, daha önce ayrıntılı bir şekilde ele aldığımız, "Insanlar bir tek ümmetti, sonra Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. Insanlar arasında anlaşmazlıga düştükleri konularda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak içerikli kitapları da indirdi..." (Bakara, 213) ayetinin içeriği arasında benzeşme vardır.

Dolayısıyla, özel bir meseleyle ilgili olan "Allah'ın sana gösterdigi... sana kitabı hak ile indirdik." ayeti, genel nitelikli olan "İnsanlar bir tek ümmetti..." ayetine benzemektedir. Ancak tefsirini sunduğumuz ayette ek bir husus daha var. O da Resulullah'a (s.a.a) hüküm yetkisi tanıması, görüşünü ve bakışını hüccet olarak görmesidir. Çünkü hükmetme yani, yargılayıp karara bağlama ve dava konusunu sonuçlandırma gibi bir hususta hakimin ve yargıcın (Peygamberin) dava konusuyla ilgili olarak genel hükümlere ve bütünsel yasalara ilişkin bilgiye sahip olmasının yanında kendi görüşünü yürütmesi, bildiğini uygulamaya geçirmesi gereklidir. Çünkü hükümlerin genelini ve insanların haklarını bilmekle, dava konusu olan meseleyi, ilgili yasaya tatbik ederek hükme bağlamak farklı şeylerdir.

Şu hâlde, "Allah'ın sana gösterdigi şekilde insanlar arasında hükmedesin diye..." ifadesinde geçen "gösterdiği" tabiriyle kastedilen husus, görüş oluşturma ve hükmü tanımlamadır, bazılarının ihtimal verdiği gibi hükümleri ve yasaları öğretme değildir. Dolayısıyla, ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla ayette anlatılan husus şudur: Allah sana kitabı indirdi; hükümlerini, şeriatını ve hüküm vermesini öğretti ki, sana bahşettiği, icat ettiği görüşü ve tanıttığı hükmü buna ekleyerek insanlar arasında hükmedesin, böylece aralarındaki ihtilafları çözüme kavuşturasın.

"Hainlerin savunucusu olma." Bu ifade, bundan önceki haber cümlesine ("hükmedesin") atfedilmiştir. Çünkü bu cümle de ger-

Nisâ Sûresi 105-126 ................................................. 125

çekte inşa (emir) anlamını içerir. Yani, sanki şöyle denilmiştir: "Insanlar arasında hükmet ve hainlerin savunucusu olma." Ayette geçen "hasîm" kelimesi, bir davayı ve onunla ilgili hükmü savunan kimse demektir. Burada Peygamberimizin (s.a.a), kendisinden haklarını isteyenlerin aleyhine olmak üzere hainleri savunması ve davaya taraf olanlardan haklı olanların haklarını geçersiz kılması yasaklanıyor.

"Hainlerin savunucusu olma." ifadesinin, Peygamberimize (s.a.a) yönelik olarak hükmetmeye ilişkin genel bir emir niteliğinde olan önceki ifadeye atfedilmesiyle şöyle bir sonuç da elde etmek mümkündür: Ayette geçen hainlikten maksat, başkalarının hakkına tecavüz etmemesi gereken bir kimsenin başkalarının haklarına yönelik her türlü saldırıda bulunmasıdır; salt emanet edilen bir şeye ihanet etmek değil. Gerçi, bir hususun gözetilmesinden dolayı, özel nitelikli bir ifade daha genel bir ifadeye atfedilebilir, ancak üzerinde durduğumuz konu böyle bir husustan uzak gibidir.

Bu konuya ilerde değineceğiz.

"Ve Allah'tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir."

Ayetlerin akışından belirginleştiği kadarıyla, bu ayette geçen "mağfiret"ten maksat, yüce Allah'tan insanın doğasında mevcut bulunan başkasının haklarını çiğneme, nefsin tutkulu arzularına eğilim gösterme imkânını örtmesini ve bundan dolayı bağışlamasını istemektir. Daha önce defalarca vurguladığımız gibi "af" ve "mağfiret" kelimeleri Kur'ân-ı Kerim'de farklı olgularla ilgili olarak kullanılır ve bu farklı olguların ortak noktası ise "günah" nitelikli oluşlarıdır. Bir şekilde haktan sapmak yani.

Şu hâlde ayeti -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şu şekilde anlamlandırabiliriz: Sakın hainleri savunma, onlara eğilim gös-terme. Bu kararlılığında başarılı olmayı Allah'tan dile. Nefsini onların ihanetlerini savunmaktan alıkoymasını ve nefsinin tutkulu arzularının etkisi altına girmesini önlemesini iste.

Bunun kastedildiğinin kanıtı, ayetlerin akışı içinde yer alan şu ifadedir: "Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir

126 ....... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

grup seni şaşırtıp saptırmaya yeltenmişti. Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler."

Çünkü ayet kesin bir dille, onların Hz. Peygamberin (s.a.a) duygularını batılı tercih etme, onu hakkın üzerine geçirme yönüne doğru harekete geçirmek amacıyla var güçlerini harcamalarına karşın ona hiçbir zarar veremeyeceklerini ifade etmektedir.

Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a) her türlü zarara karşı ilâhî güvence altındadır. Allah daima onu korumaktadır. O hâlde, Hz. Peygamber (s.a.a) hükmederken asla zulmetmez, zorbalığa eğilim göstermez, nefsin tutkulu arzularına göre hareket etmez. Hz. Peygamber (s.a.a) insanlar arasında hükmederken güçlü ile zayıfı, dost ile düşmanı, mümin ile zımmî kâfiri, yakın ile uzağı birbirinden ayırt ederek hareket etseydi bu, Kur'ân'ın yerdiği zorbalığın, zulmün ve nefsin hevası-na eğilim göstermenin bir göstergesi olurdu. Şu hâlde yüce Allah'ın ona mağfiret dilemeyi emretmesi, vebal ve sorumluluk nedeni olan bir günahın ondan sâdır olduğunu ya da onun açısından övünç vesilesi olmayacak bir tutum sergilemek üzere olduğunu göstermez. Tersine burada maksat, yüce Allah'tan kendisini nefsin tutkularına karşı üstün getirmesini istemesidir. Bu açıdan onun masum olması, Allah'ın koruması altına alınmasıyla birlikte Rabbine muhtaç olduğu ve Allah'tan müstağni olmadığı da kuşkusuzdur. Çünkü Allah ne dilerse onu yapar.

Burada sözü edilen masumiyetin (koruma altında olmanın) etkinlik alanı itaat ve isyan, övülen ya da yerilen amellerdir, objeler dünyasında olup bitenler değil. Diğer bir ifadeyle, ayetlerin akışı, Hz. Peygamberin (s.a.a) nefsin tutkulu arzularına tâbi olma ve batıla eğilim gösterme hususunda güvence altında olduğunu göstermektedir.

Ama öte yandan, Peygamberimiz (s.a.a); "Şahit getirmek iddia sahibine, yemin etmek de inkâr edene aittir." gibi kendi koyduğu zahirî yargı kural ve yasalarını esas alarak hükmetmesinin, daima realitede hakka tesadüf etmesi ve sürekli olarak haklı tarafın galip gelmesi ve haksızınsa iddiasında mağlup olması ile

Nisâ Sûresi 105-126 ........................ 127

sonuçlanması, bu ayetlerden çıkarılamaz. Ayetlerin, bu yasalar sayesinde devamlı hakkın haklıya verildiği sonucuyla ilgili olmadığı apaçık ortadadır.

Kaldı ki, zahirî yasaların kapasitesi, insanı kesin olarak böyle bir sonuca ulaştırmaya yetmez. Çünkü bir nevi alamet ve nişanelerden ibaret olan zahirî yasalar, yalnız genel olarak hak ile batılı birbirinden ayırır, daima değil. Genelde olan bir şeyi daimi gibi algılamanın bir anlamının olmadığı ise açıktır.

Yukarıdaki açıklamadan hareketle, bazı müfessirlerin "Allah'- tan magfiret iste." ifadesiyle ilgili olarak yaptıkları şu değerlendirmenin yanlışlığını anlıyoruz. Diyorlar ki: "Yüce Allah, ona mağfiret dilemeyi emretti; çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) ayette işaret edilen haini savunmaya ve onu görmezlikten gelmeye eğilim göstermişti.

Çünkü söz konusu hainin akrabaları, onu savunmasını ve Yahudi'ye karşı ona destek olmasını istemişlerdi."

Fakat bu değerlendirme doğru değildir. Çünkü bu anlama göre, onlar Peygamberimizi (s.a.a) bu miktar eğilim göstermesiyle bile yanıltmışlar ve üzerinde olumsuz yönde etki bırakmışlardır. Oysa yüce Allah, [ayetlerin devamında, "Sana hiçbir zarar veremezler." buyurarak] her türlü zararı ondan uzaklaştırmıştır.

"Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma." Bir görüşe göre, bu ayette hainlik niteliğinin nefse (kendilerine) nispet edilişi, sorumluluğun ve vebalin sonuçta ona dönük olmasından ya da her günahın nefse yönelik bir zulüm sayılması gibi ona yönelik bir hıyanet sayılması dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Allah, sizin kendinize hıyanet etmekte oldugunuzu bildi." (Bakara, 187)

Ancak, Kur'ân'ın genel söyleminin de yardımıyla ayetten şöyle bir sonuç da elde edebiliriz: Müminler bir tek nefis gibidirler. Içlerinden birinin malı tümünün malı gibidir. Tümü o malı kaybolmaktan, telef olmaktan korumakla yükümlüdür. Dolayısıyla bazılarının hırsızlık benzeri bir yöntemle diğer bazısının malına tecavüz etme-

128 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

si, kendilerine hıyanet ve kötülük etmek olarak değerlendirilmiştir.

"Çünkü Allah, hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez." ifadesi, söz konusu hainlerin ihanetlerinde süreklilik olduğunu gösteriyor. "Esîm=günahkâr" ifadesi de bunu destekliyor. Çünkü "esîm", anlam itibariyle "âsim"den daha vurgulayıcıdır. Bunun nedeni "esîm"in, değişmezliğe delâlet eden sıfat-ı müşebbehe kalıbından olmasıdır.

Kaldı ki, "Kendilerine hainlik edenler..." ifadesi de süreklilik anlamı içerir. Aynı şekilde "hâinîn=hainler" kelimesi de sürekliliği ifade ediyor. Çünkü, "Daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti." (Enfâl, 7) ayetinde de görüldüğü gibi [hainlik ifadesinin fiil kalıbında kullanıldığı gibi], bu ayette "lillezîne hânu=onlar ki hıyanet ettiler" ifadesi gibi bir fiil ifade yerine, vasıf (hâninin=hainler) kullanımı esas alınmıştır.

Bu ve benzeri karinelerden -nüzul sebebini de göz önünde bulundurarak- hareketle ayetin anlamının şu şekilde belirginleştiğini görürüz: "Onları savunma, onlardan yana çıkıp uğraşma! Çünkü onlar hainlikte ısrar ediyorlar, aşırı gidiyorlar, günahkârlıkta kalıcıdırlar.

Allah ise hainlikte ileri giden, durmadan günah işleyen kimseleri sevmez." Bu değerlendirme, ayetlerin Ebu Tu'me b. Ubeyrik hakkında indiğine ilişkin rivayeti destekler mahiyettedir. Ileride buna da değineceğiz.

Nüzul sebebini göz ardı ettiğimizde ise, şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: Yargılamalarında hainlikte ısrar edenleri, bu tutumlarını sürekli bir tavır hâline getirenleri [hainliği meslek edinenleri] savunma.

Çünkü Allah hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez.

Allah hainliğin çoğunu sevmediği gibi azını da sevmez. Azını sevmesi mümkün olsaydı, hainliğin çoğunu sevmesi de mümkün olurdu.

Böyle olduğuna göre, yüce Allah, hainliğin çoğunu savunmayı yasakladığı gibi, azını savunmayı da yasaklamıştır. Fakat bir kimse bir hususta hainlik edip de bir başka hususta haklı olarak münazaaya taraf olursa, böyle birini savunmanın sakıncası olma-

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 129

dığı gibi, yasak da değildir. "Hainlerin savunucusu olma..." ayetinden buna ilişkin bir yasak çıkmaz.

"İnsanlardan gizleniyorlar da Allah'tan gizlenmiyorlar." Bu ifade de daha önce, ayetler grubunun tamamının (105-126) aynı akışa tâbi olduklarına ve tek bir kıssa ile ilgili olarak nazil olduklarına ilişkin olarak yaptığımız değerlendirmenin doğruluğunun bir diğer kanıtıdır.

Nitekim şu ifadede de buna işaret ediliyor: "Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa..." Çünkü "giz-lenmek" ancak başkalarının üzerine atılabilecek hırsızlık vb. gibi fiiller açısından söz konusu olabilir. Böylece kesin olarak anlaşılıyor ki, tefsirini sunduğumuz bu ve bundan önceki ayetlerin işaret ettikleri husus, "Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa..." ayetinde işaret edilen hususun aynısıdır.

Allah'tan gizlenmek insanın gücü dâhilinde değildir. Çünkü yerde ve gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Bunun karşı tarafı da, yani gizlenememek de güç dâhilinde olmayan zorunlu bir olgudur. Güç dâhilinde olmadığına göre, kınama ve ayıplama konusu yapılamaz. Oysa ayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi onlar bu gizlenmelerinden dolayı kınanıyorlar.

Fakat öyle anlaşılıyor ki, ayette "gizlenme" kelimesi, "utanma" dan kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü, "Allah'tan gizlenmiyorlar." ifadesi, önce "Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadıgı sözü düşünüp kurarlarken O, onlarla beraberdir." ifadesiyle kayıtlandırılmış; böylece onların geceleyin, yerilen bu hıyanetten kendilerini temize çıkarmak için çare yolu bulmaya çalıştıklarına ve bu bağlamda Allah'ın razı olmadığı sözü düzüp kurduklarına işaret edilmiş, ardından da ikinci kez, "Allah, onların yaptıkları her şeyi kuşatıcıdır." ifadesiyle kayıtlandırılmıştır.

Bu ikinci kayıt da gösteriyor ki, yüce Allah işledikleri suçla ilgili durum da buna dâhil olma üzere, onlarla ilgili her durumu kuşatmıştır.

"Oysa O, onlarla beraberdir." ve "Allah... kuşatıcıdır." ifadeleriyle getirilen kayıt, özelden sonra genelle kayıtlamaya örnek o-

130 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

luşturmaktadır. Gerçekte ise, burada yüce Allah'tan hiçbir şekilde gizlenemeyeceklerinin önce özel, ardından genel bir delille (gerekçeyle) gerekçelendirilmesinden başka bir durum söz konusu değildir.

"Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz..." Onları savunmanın faydasız olduğu ve onların bundan yararlanamayacakları, soru cümlesi kalıpları içinde ifade ediliyor. Bu ifadeyle güdülen amaç şudur: Onlara yönelik bu savunma bir yarar sağlayacaksa bile, ancak dünya hayatında sağlayabilir. Fakat dünya hayatının Allah katında bir değeri yoktur. Allah katında büyük bir değeri olan ahi-ret hayatında veya bu hayat çerçevesinde gerçekleşen asıl savunma günü olan kıyamet gününde ise, onları savunacak kimse bulunmaz. O gün hainlere taraf çıkıp savunan, onlar adına uğraşan olmaz. Daha doğrusu o gün işlerini düzenleyip ıslah etmeyi üstlenecek bir vekilleri dahi olmaz.

"Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de..." Burada adı geçen hainler, bağışlanma dilemek suretiyle Rablerine dönmeye, tövbe etmeye teşvik ediliyorlar. Ayetin akışı içinde maksadın, "Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder" şeklinde iki şıklı açıklanması ve "kötülük"ten, "nefse zulmetme"ye geçiş yapılması; önce kötülük, sonra da zulme işaret edilmesi gösteriyor ki kötülükten maksat, başkasına haksızlık etmek; zulümden maksat da kendine haksızlık etmektir [ki birincisinden daha kötüdür]. Ya da kötülük zulümden daha basittir. Büyük günaha oranla küçük günahın daha basit ve önemsiz olması gibi. Yine de doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

Bu ve bundan sonraki iki ayetin akışı, tek bir amaca yani, insanın kendi ameliyle kazandığı günahın mahiyetini açıklamaya yöneliktir. Üç ayetin her biri bu olgunun bir yönüne işaret ediyor.

Ayetlerin ilkinde deniyor ki: Insanın işlediği ve sonucundan nefsinin etkilendiği ve amel defterine yazılan günahtan dolayı, insanın Allah'a tövbe etmesi, O'ndan bağışlanma dilemesi gerekir. Eğer bunu yaparsa, Allah'ın bağışlayan ve merhamet eden olduğunu

Nisâ Sûresi 105-126 ........................................... 131

görür.

Ikinci ayette de insana şu husus hatırlatılıyor: Kazandığı günahı, ancak kendi nefsinin aleyhine kazanmıştır. Bu günahının ondan sıyrılması, iftira ve suçlama gibi bir yöntemle bir başkasının yakasına yapışması mümkün değildir.

Üçüncü ayette, insanın işlediği hata veya günahı suçsuz birinin üzerine atmasının, hata veya günahın asıl vebalinin ötesinde ek bir vebal ve günah olduğu açıklanıyor.

"Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah bilendir, hikmet sahibidir." Daha önce, bu ayetin içerik olarak, hata ve günahı bir başkasının üzerine atma durumunu ele alan sonraki ayetle irtibatlı oluğunu belirtmiştik. Dolayısıyla bu ayet, bir bakıma kendisinden sonraki ayetin mukaddimesiymiş gibi bir konumdadır.

Buna göre, "onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur."

ifadesi, günahın vebalını sırf işleyenle sınırlandırmaya yöneliktir. Bu bakımdan ayette, bir günahı işleyip de onu suçsuz birinin üzerine atan kimseye öğüt vermek isteniyor.

Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza -gerçi doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir-: Günah işleyen insan şunu hatırlamalıdır ki, bu günahı ancak kendi aleyhine işlemiştir; başkasının değil. Onu başkasının üzerine atsa da yahut başkası günahını üstleneceğini vaat etse de, bu günahı işleyen başkası değil kendisidir.

Ve Allah bilendir; bu günahı onun işlediğini, işleyenin o olduğunu;

üzerine yıktığı kimse olmadığını bilir. Hikmet sahibidir Allah; bir günahtan ancak o günahı işleyeni sorumlu tutar ve günah yükünü ancak yüklenenden sorar.

Nitekim şöyle buyuruyor: "Herkesin kazandıgı (iyilik) kendi yararına, işledigi (kötülük) de kendi zararınadır." (Bakara, 286) "Kendi günah yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının günah yükünü taşımaz." (En'âm, 164) "Inananlara, 'Siz bizim yolumuza uyun. Sizin hatalarınızı biz taşırız' dediler. Oysa kendileri, onların hatalarından hiçbir şey taşıyacak degillerdir, onlar tamamen yalancıdır-

132 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

lar." (Ankebût, 12)

"Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." Râgıp el-Isfahani, el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Bir şeyi kastettiği hâlde başka bir şeyi elde eden kimse için 'hata etti' denir.

Eğer elde ettiği şey kastettiği şeyse, bu sefer 'isabet etti' denir. Hoş olmayan bir fiili işleyen veya yakışık olmayan bir şeyi isteyen kimse için de 'hata etti' denir. Bu yüzden, 'hataya isabet etti' ve 'doğruyu bulmada yanıldı', 'doğruya isabet etti' ve 'yanlışlıkta hata etti, yanıldı' denir. Görüldüğü gibi bu, ortak bir kelimedir; değişik anlamlar arasında gidip gelmektedir. Gerçekleri araştıran bir kimsenin, üzerinde durup bunları incelemesi gerekir."

Ragıp devamla şunları söyler: "Hata ve kötülük anlamlarına gelen 'hatîe' ve 'seyyie' kelimeleri birbirlerine yakındırlar. Ancak 'hata' genellikle yapılması bizzat kastedilmeyen şeyle ilgili olarak kullanılır ve gerçekte insanın bu kastı, böyle bir fiilin ondan sâdır olmasına sebep olur. Av hayvanını vurayım derken bir insanı vuran ya da sarhoş edici bir içki içip sarhoşken bir cinayet işleyen kimsenin durumu gibi. Burada iki sebepten söz edebiliriz: Birini işlemek sakıncalıdır. Sarhoş edici şarabı içmek yani. Dolayısıyla insan, bundan kaynaklanan hatadan sorumludur ve bu hatanın doğurduğu sonuç ondan asla ayrılmaz. Diğeri ise, sakıncalı değildir.

Av hayvanını vurmak yani."

"Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: 'Yanılarak yaptıgınızda size bir günah yoktur; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiginde günah vardır.' (Ahzâb, 5) Nitekim bir başka ayette de şöyle buyuruyor:

'Kim bir hata veya günah işler de...' (Nisâ, 112) Şu hâlde burada geçen 'hata' ile, istemeden işlenen fiil kastediliyor." (el- Müfredat'tan aldığımız alıntı burada son buldu.)

Bana öyle geliyor ki, "hatîe" kelimesi, kullanım çokluğu dolayısıyla mevsufa gerek duymayan sıfatlar türündendir. "Musibet", "reziyye=musibet, belâ" ve "selika=tabiat, yaratılış" gibi. "Feîl" kalıbı (sıfat-ı müşebbehe), olayın birikmesine ve kalıcılık kazanmasına

Nisâ Sûresi 105-126 ......................................... 133

delâlet eder. Şu hâlde "hatîe", hatanın birikip kalıcılık kazandığı fiil demektir. Hata, insanın kastetmeden işlediği fiil demektir. Yanlışlıkla adam öldürmek gibi. Bu kavramla ilgili asıl anlam budur. Ancak gitgide anlam daha geniş tutuldu ve salim bir fıtrata sahip bir insanın kastetmemesi gereken fiiller anlamında da kullanılır oldu.

Dolayısıyla anlamın bu genişletilmiş hâliyle, her günah ve günahın her türlü etkisi, "hata" kavramının nesnel karşılığının kapsamına girer. "Hatîe=hata", insanın kastetmediği amel veya amelin etkisidir (bu durumda günah olarak değer kazanmaz) ya da kastedilmemesi gereken bir şeydir (bu durumda da günah veya günahın vebalı olarak değerlendirilir).

Fakat yüce Allah, "Kim bir hata... işler" ifadesinde, hatayı insanın kazanmasına nispet etmiştir. Dolayısıyla burada kastedilen, günah nitelikli hatadır. Bu bakımdan ayette geçen "hatîe" kelimesi ile, kastedilmemesi gereken bir fiili bilerek işlemek durumuna işaret edilmiştir.

Daha önce, "De ki: Onlarda büyük günah vardır." (Bakara, 219)

ayetini tefsir ederken, "Günah, insanın birçok hayırdan yoksun kalmasına neden olan amele denir. İçki içmek, kumar oynamak ve hırsızlık yapmak gibi. Bu gibi ameller, insanın hayati hayırları özünde barındırmasına engel olurlar; toplumsal çöküşe yol açarlar ve insanın toplumsal statüsünü kaybetmesine, itimadını ve genel güvenini yitirmesine neden olurlar, demiştik.

Dolayısıyla "hata" ve "günah"ın, "Kim bir hata veya günah işler..."

ayetinde iki şık şeklinde zikredilmesi ve her ikisinin birlikte insanın kazancına nispet edilmesi gösteriyor ki, her birini kendine özgü anlamıyla ele almak, öylece algılamak gerekir. Bu bakımdan, -gerçi Allah herkesten daha iyi bilir- şöyle bir anlam elde ediyoruz: Oruç gibi bazı görevleri terk etmek veya kan içmek gibi haram bir fiili işlemek suretiyle sadece bu çerçeveyle sınırlı kalan bir günahı işleyen yahut haksız yere adam öldürmek ve hırsızlık yapmak gibi vebali sürüp giden bir günahı işleyen, sonra bunu masum bir kimsenin üzerine atan insan, apaçık bir iftira ve günah yüklenmiş olur.

6
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

134 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Kötü ameli başkasına nispet etmenin, "ok atma" anlamında kullanılan "remy" kelimesiyle ifade edilmesinde, aynı şekilde iftira atmanın vebalini kabullenmeyle ilgili olarak "ihtimal=yüklenmek kelimesinin kullanılmasında, latif bir istiare sanatı örneği vardır.

Sanki iftiracı kişi, suçsuz insana bir ok fırlatarak onu öldürüyor ve bu öldürmesi ona hayatı boyunca her türlü hayırdan alıkoyucu, kendisinden ayrılmayan bir yük bindiriyor.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan, ayetlerde "günah" olgusunun bazen "ism", bazen "hatîe, sû', zulüm, hiyanet ve dalâl"

olarak nitelendirilmesinin hikmetini kavrıyoruz. Çünkü bu lafızların her biri, anlamı itibariyle kullanıldığı yere uygun düşmektedir.

"Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni şaşırtıp saptırmağa yeltenmişti..." Ayetin akışından anladığımız kadarıyla onların Hz. Peygamberi (s.a.a) saptırmaya yeltenmelerinden maksat, onu yüce Allah'ın ayetlerin başında "hainler" olarak nitelediği kimseleri savunmaya, onlara taraf çıkmaya razı etmektir.

Buna göre söz konusu grup da, yüce Allah'ın ayetlerin akışı içinde doğrudan hitap ederek, "Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz..." şeklinde buyurduğu kimselerdir. Ileride değineceğimiz gibi bu niteleme Ebu Tu'ma'nın akrabalarına uyuyor.

"Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar." ifadesine gelince, "sana hiçbir zarar veremezler." ifadesinin içerdiği ip ucundan hareketle maksadın şu olduğunu anlıyoruz: Bu grubun saptırma girişimi kendilerinden öteye geçmez, sana ulaşmaz. Onlar yeltendikleri şey dolayısıyla sapmışlardır. Çünkü yeltendikleri şey günahtır. Her günah da sapıklıktır.

Bu ifadenin değişik bir anlamı daha var. Buna tefsirimizin üçüncü cildinde, "Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar da farkına varmazlar." (Âl-i Imrân, 69) ayetini tefsir ederken değinmiştik. Fakat o açıklama, bu ayetin içeriğiyle bağdaşmadığı için burada ona değinmedik.

"Sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana... indirdi." Burada

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 135

onların Hz. Peygambere (s.a.a) zarar vermeleri mutlak bir şekilde olumsuzlaşıyor. Fakat ayetin akışı bunun, "Allah sana kitabı indirdi."

ifadesiyle kayıtlı olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz, "la yudirruke=sana zarar veremezler" ifadesindeki zamirle ilintili "hâl" olması koşuluyla. Gerçi nahiv bilginlerinin belirttiğine göre, mazi fiille başlayan fiil cümleleri genellikle "kad" edatıyla başladığı takdirde ancak "hâl" olabilir [ve bu ayette öyle değil; ama biz bunu göz ardı etmeliyiz. Çünkü be genelde böyledir, her zaman değil].

Dolayısıyla burada kastedilen husus, insanların ilim ve amel açısından Peygamberimize (s.a.a) zarar vermelerinin mutlak olarak olumsuzlaşmasıdır.

"Allah sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin şeyleri öğretti." Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ayetin akışı bunun, "Sana hiçbir zarar veremezler." ifadesinin ya da "Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler."

cümlelerinin gerekçesi konumunda olduğunu gösteriyor. Her hâlükârda kitabın inişi ve öğretim, onların Hz. Peygamberi (s.a.a) etkileyip saptırmalarını engellemektedir. Şu hâlde Peygamber efendimizin (s.a.a) masum oluşunun kriteri de budur.

MASUMIYETİN ANLAMI ÜZERİNE

Ayetten anladığımız kadarıyla, masumiyetin gerçekleşmesini sağlayan olgu bir tür ilimdir ki, bu ilim kişiyi günaha ve hataya bulaşmaktan alıkoyuyor. Diğer bir ifadeyle, masumiyet sapmayı önleyen bir bilgiden ibarettir. Nitekim cesaret, iffet ve cömertlik gibi huylar da sonuçlarının gerçekleşmesine yol açan ve korkaklık, panik, pısırıklık, oburluk, cimrilik ve müsriflik gibi karşıt olguların gerçekleşmesine engel olan insan fıtratında kökleşmiş ilmî şekillerdir.

Gerçi yararlı ilim ve yetkin hikmet, kişinin kötü sıfatların ölümcül, helâk edici çukurlarına düşmesine, günah pisliklerine bulaşmasına engel olur ve biz bunu ilim ve hikmet sahiplerinin, takva ve

136 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

din ehlinin şahsında gözlemleyebiliyoruz; ancak bu sebep, şu maddî-doğal âlemde mevcut olan diğer sebepler gibi genelde etkinlik göstermektedir. Dolayısıyla kemâl sıfatına sahip kimseler arasında, onun bu kemâlinin her zaman kendisinin noksanlıklara duçar olmasına engel olacak, sürekli ve değişmez bir şekilde onu hatalardan koruyacak biri bulunmaz. Bu, aynı zamanda görüp gözlemlediğimiz tüm sebepler açısından da yürürlükte olan bir yasadır.

Bunun izahı şöyledir: Insanın öz yaratılışında mevcut bulunan değişik idrakî ve kavramsal güçlerin bazısı, insanın bu güçlerden diğer bazısının etkisinden habersiz olmasına ya da onlara yönelik ilgisinin azalmasına neden olur. Söz gelimi, takva duygusuna sahip kimse, takva duygusunun üstünlüğünün bilincinde olduğu sürece, hoşnut olunmayan şekilde şehevi duygulara tâbi olmaz, takvanın gereği neyse ona göre hareket eder. Fakat şehvet ateşi parladığında, nefis büyük bir iştiyakla kendini bu duygunun kucağına attığında, insan takva duygusunun üstünlüğünü hatırlamayabilir veya takva duygusu zaafa uğrar. Çok geçmeden insan, takvanın onaylamadığı davranışlar sergilemeye başlar ve oburluğun, iffetsizliğin girdabına düşer.

İnsanın öz yaratılışında mevcut bulunan diğer düşünsel ve kavramsal güçler için de aynı durum geçerlidir. Dolayısıyla bu sebepler mevcut oldukları sürece, insanın bu sebeplerden birinin etkisinden kurtulması mümkün değildir. Hiçbir güç, onu bunun etkisinden kurtaramaz. Şu hâlde tanık olduğumuz farklılıkların kaynağı, takva ile sebepler arasındaki birbirini alt etme mücadelesi, bazısının bazısını devre dışı bırakmasıdır.

Bundan da anlaşılıyor ki masumiyet dediğimiz güç, kesinlikle alt edilemeyen ilmî-kavramsal bir güçtür. Eğer bizim bildiğimiz türden bir duygu ve kavrayış olsaydı, farklılık olgusu ona da yol bulurdu, etkisinde zaman zaman sürçmeler olurdu. Şu hâlde masumiyete yol açan ilim, kazanma ve eğitim yoluyla elde edilen diğer bilgi ve kavrayışlar türünden değildir.

Nisâ Sûresi 105-126 ........................................ 137

Nitekim yüce Allah, özel olarak Peygamberine (s.a.a) hitap ettiği şu ifadede, bu duruma işaret etmiştir: "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." Burada özel bir hitap söz konusudur ve bizim bunu gereği gibi kavramamız mümkün değildir. Çünkü bu tarz bir bilgi ve bilinç alanında yetkinlik gerektirici düşünce yapısına ve ilmî zevke sahip değiliz. Şu kadarı var ki, diğer bazı ayetlerde buna ilişkin bazı ip uçları da algılamıyor değiliz. Meselâ: "De ki... Cebrail'e kim düşman olursa, (bilsin ki) Kur'ân'ı senin kalbine... o indirmiştir." (Bakara, 97) "Onu Ruh-ul Emin (Cebrail) uyarıcılardan olasın diye apaçık Arapça diliyle senin kalbine indirmiştir." (Şuarâ, 193-195) Bu ayetlere göre Peygambere indirilen şey, bir tür ilimdir.

Öte yandan, bunun bir vahiy ve konuşma türünden olduğu da anlaşılıyor: "O... dinden Nuh'a tavsiye ettigini, sana vahyettigimizi, Ibrahim'e, Musa'ya ve Isa'ya tavsiye ettigimizi sizin için de (din olarak) yasallaştırdı..." (Şûrâ, 13) "Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." (Nisâ, 163) "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." (En'âm, 50) "Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum." (A'râf, 203)

Bu birbirinden farklı ayetlerden çıkan sonuca göre, "indirme" den maksat vahyetmedir. Kitap ve hikmetin vahyedilmesi yani. Ve bu, yüce Allah'ın Peygamberini (s.a.a) eğitmesinin bir şeklidir.

Fakat "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla bu, yüce Allah'ın kitap ve hikmeti vahyetmek suretiyle ona öğretmesinden ayrı bir şeydir. Çünkü ayetin konusu, Peygamberimizin (s.a.a) kendisine iletilen olaylar ve dava konusu edilen meseleler hakkında özel görüşüyle hükmetmesidir. Bu ise, kitap ve hikmetten ayrı bir şeydir. Kitap ve hikmete uygun ve dayalı olmakla beraber, onun özel görüşü ve düşüncesidir.

Bundan da anlaşılıyor ki, "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ayetinde geçen "indirme" ve "öğretme"den maksat, iki tür bilgidir. Biri, vahiyle ve Ruh-ul Emin- 'in Pey-gambere (s.a.a) inmesiyle gerçekleşen öğretim; diğeri ise,

138 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

melek indirmeksizin kalbe telkin etmek, gizlice ilâhî ilhamı ulaştırmaktır.

Peygamber efendimizin (s.a.a) ilmiyle ilgili olarak rivayet edilen hadislerin de vurguladığı budur.

Buna göre, "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinden maksat şudur: Allah sana bir tür ilim vermiştir ki, eğer bu ilmi katından sana bahşetmeseydi, böyle bir ilmi elde etmek için, insanların ilim kazanmak amacıyla baş vurdukları normal sebepler yeterli olmazdı.

Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan çıkan sonuca göre, bizim masumiyet gücü dediğimiz bu ilâhî bağış bir tür bilgi, duygu ve kavrayıştır. Onu diğer bilgi ve duygulardan ayıran, hiçbir kavramsal güç tarafından kesinlikle alt edilememesidir. Bilâkis o diğer duygulara baskın çıkar, onları kendi amacı doğrultusunda kullanır.

Böylece sahibini mutlak sapıklık, yanılgı ve hatadan korur.

Rivayete göre, Peygamberin ve İmamın "Ruh-ul Kudüs" adı verilen bir ruhu vardır ki, bu ruh onları doğrultur, günahlardan ve hatalardan korur. Şu ayet-i kerime buna işaret etmektedir: "Işte böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan diledigimizi kendisiyle dogru yola ilettigimiz bir nur kıldık." (Şûrâ, 52) Ayeti, zahirini esas alarak incelediğimizde öğretici, yol gösterici ruh kelimesinin Peygambere (s.a.a) ilka edildiğinin, ulaştırıldığının kastedildiğini anlıyoruz.

Şu ayet de bu anlamı destekler mahiyettedir: "Onları, emrimizle dogru yolu gösteren önderler (imamlar) yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik.

Onlar, daima bize kulluk eden kimselerdi." (Enbiyâ, 73) Ileride inşallah bu ayeti inceler-ken açıklayacağımız gibi, bununla kastedilen anlam şudur: Ruh-ul Kudüs hayırlı işler yaptırmak ve Allah'a ibadet etmesini sağlamak suretiyle İmamı doğrultur, yönünü tayin eder ve yanlış yapmasını engeller.

Bu açıklamalardan çıkan bir diğer sonuç da şudur: "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinde geçen "kitap"tan maksat, insanlar arasında baş

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................... 139

gösteren ihtilafları çözüme kavuşturmak üzere inen vahiydir.

Nitekim şu ayette bu noktaya işaret edilmiştir: "Insanlar bir tek ümmetti, sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi.

Insanlar arsında anlaşmazlıga düştükleri konularda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak içerikli kitapları da indirdi..." (Bakara, 213) Tefsirimizin ikinci cildinde bu ayet geniş bir şekilde ele alınmıştır.

"Hikmet" kavramı da vahiy yoluyla inen, dünya ve ahiret için yararlı olan sair bilgiler anlamında kullanılmıştır. "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesi ile, kitap ve hikmetten oluşan bütünsel bilgilerden başkası kastedilmiştir.

Bu açıklamalardan sonra, bazı müfessirlerin söz konusu ayeti tefsir ederken getirdikleri yorumların zayıflığını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz.

Bazı müfessirler "kitab"ı Kur'ân, "hikmet"i de hüküm içeren ayetler, "bilemeyeceğin şeyleri" ise hüküm ve gaybî bilgiler şeklinde açıklamışlardır.

Bazıları, kitap ve hikmeti Kur'ân ve sünnet, bilemeyeceğin şeyleri de şer'î hükümler ve önceki elçilere ilişkin haberler ve diğer çeşitli bilgiler olarak açıklamışlardır. Müfessirlerin bunların dışında işaret ettikleri daha nice yorumları vardır; ancak yukarıdaki açıklamalar, bu tür yorumların zayıflığını ortaya koyuyor. Bir kez daha yineleme gereğini duymuyoruz.

"Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür." Burada Peygamber efendimize (s.a.a) yapılan minnete işaret ediliyor, ilâhî lütfe dikkat çekiliyor.

"Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç." Ragıp el Isfahani der ki: "Naceytuhu; ona bir sır verdim, sırrımı verdim, fısıldadım, demektir. Bunun aslı, biriyle bir yerde yalnız kalmaktır." (Ragıp'tan aldığımız alıntı burada son buldu.)

Buna göre ayette ge-

140 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

çen "necva" fısıldaşarak konuşmak demektir. Bazen fısıldaşan kimseler anlamında da kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah, bir ayette şöyle buyurmuştur: "Kendi aralarında fısıldaşırlarken..." (Isrâ,47) "Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur." ifadesinde, daha önce yer alan, "Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadıgı sözü düşünüp kurarlarken..." ifadesine dönüş yapılıyor. Bunun gerekçesi de ayetlerin akış bütünlüğüne sahip olmalarıdır. Açıklama, bütün sözlü fısıldaşmaları kapsayacak şekilde genel tutulmuştur. Bunun geceleyin gizlice bir araya gelip plân kurmak veya başka bir şekilde olması fark etmez. Çünkü, kendisinde hayır olmadığına ilişkin olarak sözü edilen hüküm, gizlice fısıldaşmanın mutlakı, geneli içindir. Bunun geceleyin gizlice buluşup plân kurmak şeklinde olması şart değildir. Şu ifade de tıpkı bunun gibidir: "Kim de...

Peygambere karşı gelir..." Dikkat edilirse, kim karşı gelmek için fısıldaşırsa, denmemiştir. Çünkü sözü edilen hüküm, karşı gelmenin geneli için geçerlidir. Bunun fısıldaşma suretinde olmasından veya olmamasından çok daha kapsamlıdır.

Ayetten anlaşıldığı kadarıyla istisna, münkatı=kopuk istisnadır.

Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: "Fakat şu şeyleri emreden kimsede ve emrettiği şeyde bir ölçüde hayır vardır." Hayır amaçlı gizli buluşma çağrısı emir olarak nitelendirilmiştir. Bu bir tür istiaredir. Yüce Allah, fısıldaşma yoluyla emredilen hayırları üç gruba ayırmıştır: Sadaka, iyilik, insanların arasını düzeltme. Maruf= iyilik kavramının genel kapsamı içinde olmasına rağmen sadakanın ayrı bir bölüm olarak zikredilmesi, özel olarak fısıldaşmayı gerektirecek düzeyde ihtiyaç duyulan eksiksiz ve kâmil bir fert olmasından dolayı olsa gerektir. Genelde öyledir de.

"Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa..." Diğer bir açıklamayla gizlice fısıldaşma durumuna, olumlu veya olumsuz akıbeti açısından açıklık getiriliyor. Amaç, hayır nitelikli fısıldaşmaların hayırlı yönlerinin ve hayır içermeyenlerin de hayırdan yoksun oluşunun nedenini açıklamaktır.

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 141

Buna göre, fısıldaşmanın failleri iki kategoride incelenebilir:

Birisi, bunu Allah'ın rızasını elde etmek için yapıyor. Dolayısıyla Allah'a yaklaşmak için insanların arasını düzeltmek veya marufa çağırmak amacıyla yapılmış olması kaçınılmazdır. Allah, buna ileride büyük bir ödül verecektir. Ikincisi, bunu elçiye karşı gelmek, müminlerin yolundan ayrı bir yol edinmek için yapıyor. Bunun cezası da onlara mühlet verme ve aşamalı olarak [istidraç şeklinde]

azaba doğru sürüklemektir; sonra da cehenneme atılmaktır. Orası ne kötü varış yeridir!

"Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa..." Ayetin orijinalinde geçen "yuşâkik" kelimesi, "şakk" kö-künden gelir ve bir şeyden ayrılan parça demektir. Buna göre, "yuşa-kik" kelimesinin mastarları olan "muşâkka" ve "şikâk" kelimeleri, kişi-nin arkadaşınınkinden ayrı bir parçada, bir şıkta olması demektir. Bu ise karşı çıkmaktan, muhalefet etmekten kinayedir. Dolayısıyla, doğru yol belli olduktan sonra Resule karşı çıkmak, ona muhalefet etmek ve ona itaat etmemek demektir.

Buna göre, "müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa" ifadesi, Resule karşı çıkmanın diğer bir açıklaması konumundadır. Müminlerin yolundan maksat, Peygambere itaattir. Çünkü ona itaat, Allah'a itaat demektir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur: "Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ, 80)

Şu hâlde müminlerin yolu, iman üzere birleştikleri hasebiyle Allah'a ve Resulü'ne ya da (sadece) Allah Resulüne itaat üzere birleşmelerinden ibarettir. Çünkü, yollarının birliğini sadece bu durum koruyabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun elçisi içinizdeyken, nasıl oluyor da inkâr ediyorsunuz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette o, dosdogru yola iletilmiştir. Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öyle korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarı-

142 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

lın. Dagılıp ayrılmayın." (Âl-i Imrân, 101-103) Tefsirimizin üçüncü cildinde bu ayetlere ilişkin ayrıntılı açıklamalara yer verdik.

Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Işte bu, benim dosdogru yolumdur. Ona uyun, başka yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın. Korunmanız için Allah size işte böyle tavsiye etti." (En'âm, 153) Allah'ın yolu takva yolu olduğuna göre, müminler de takvaya çağrıldıklarına göre, onların bir bütün olarak izledikleri yol, takva üzere yardımlaşma yoludur. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın." (Mâide, 2)

Görüldüğü gibi bu son ayet, Allah'a isyan etmeyi ve Islâmî toplumun birliğini parçalamayı yasaklıyor. Işte yukarıda sözünü ettiğimiz müminlerin yolunun ifade ettiği anlam da budur.

Şu hâlde, "Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa" ifadesi, anlamı itibariyle, "Ey iman edenler! Aranızda gizli konuştugunuz zaman günahı, düşmanlıgı ve Peygambere karşı gelmeyi fısıldamayın. Iyilik ve takvayı konuşun." (Mücâdele, 9) ayetini çağrıştırmaktadır.

"Onu gittigi yönde yürütürüz." Yani, onu gittiği yönde yürüterek, müminlerin yolundan başkasını izleme hususundaki tavrını gerçekleştirmesine imkân veririz. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Hepsine, onlara da, bunlara da (dünyayı isteyenlere de, ahireti isteyenlere de) Rabbinin rahmetinden ulaştırırız. Rabbinin nimeti (kimseye) yasak kılınmış degildir." (Isrâ, 20)

"ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü bir varış yeridir!" Bu ifadenin "vav" harfiyle önceki cümleye atfedilmiş olması gösteriyor ki bunların tümü, yani "gittiği yönde yürütülmesi, döndüğü yola yöneltilmesi" ve "cehennemde yakılması", tek bir ilâhî emirdir.

Bunun bir kısmı dünyevîdir. Gittiği yönde yürütülmesi yani. Bir kısmı da uhrevîdir. Kötü bir varış yeri olan cehennemde yakılması yani.

"Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz." Ayetin a-

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 143

kışından anladığımız kadarıyla bu ifade, "Onu gittigi yönde yürütürüz ve cehennemde yakarız." ifadesinin gerekçesi konumundadır.

Özellikle ayetlerin oluşturduğu akış bütünlüğünü göz önünde bulundurduğumuzda bu nokta son derece belirgin olarak ön plâna çıkar. Buradan hareketle anlıyoruz ki ayet, elçiye karşı çıkmayı ulu Allah'a ortak koşma olarak değerlendiriyor. Yüce Allah ise, kendisine ortak koşulmasını kesinlikle bağışlamaz.

Bu anlamı şu ayetten de algılayabiliriz: "Inkâr edenler, Allah yolundan yüz çevirenler ve kendilerine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır. Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Resule itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın. Inkâr edip Allah yolundan yüz çevirenleri ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah asla bagışlamaz." (Muhammed, 32-34) Yukarıda sunduğumuz bu üç ayetin zahiri, bunların ikinci ayette yer alan, "Allah'a ve Resule itaat" etmeye ilişkin emrin gerekçelendirilmesi amacına yönelik olduklarını ortaya koymaktadır. Buna göre, Allah'a ve Resulü'ne itaat etmemek bağışlanmaz bir küfürdür. Bununla da şirk kastedildiği açıktır.

Konunun akışından anlıyoruz ki, "Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz" ifadesinden hemen sonra ve ona bağlı olarak, "bundan başkasını diledigi kimse için bagışlar." ifadesinin yer alması, açıklamayı tamamlama ve bu uğursuz günahın, yani elçiye karşı çıkma suçunun büyüklüğünü vurgulama amacına yöneliktir. Tefsirimizin dördüncü cildinin sonlarında bu ayetle ilgili bazı açıklamalarda bulunduk.1

"Onlar Allah'ın dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan başkasına tapmazlar." Ayetin orijinalinde geçen "inas" kelimesi, "unsa" nın çoğuludur. Araplar, "Enus-el hadîdu enesen=demir büküldü, yumuşak oldu" ve "Enus-el mekanu=yer çabuk ve çok bitki verdi."

derler. Dolayısıyla kelimede etkilenme ve edilgenlik anlamı esas-

1- [c.4, s.535, Nisâ Suresi, 48. ayetin tefsirinde.]

144 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

tır. Bu yüzden dişi canlılara "unsa" adı verilmiştir. Allah'tan başka kulluk sunulan tüm mabutlar ve putlar da "inas" diye nitelendirilmişlerdir. Bunun nedeni, onların edilgen, etkilenen şeyler olmaları, onlara tapanların beklediği türden bir etkinlik yapma gücünden yoksun olmalarıdır.

Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "...Sizlerin Allah- 'ı bırakıp yalvardıklarınız (taptıklarınız) bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. Isteyen de aciz, kendinden istenen de! Allah'ı geregi gibi degerlendiremediler. Dogrusu Allah kuvvetlidir, üstündür." (Hac, 73-74) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "O'nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, bilâkis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ve ne de fayda verebilen; öldürmeye, hayat vermeye, ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler." (Furkan, 3)

Dolayısıyla anlaşılıyor ki, buradaki "unuset"ten maksat, yaratıcıya oranla yaratılmışın özelliği olan salt edilgenliktir. Bu yorum şu tür yorumdan daha yerindedir: "Burada kastedilenler Lat, Uzza ve üçüncü put olan Menat gibilerdir. Nitekim her kabilenin bir putu vardı ve 'Falancaların dişisi' derlerdi. Böyle demelerinin sebebi, ya putlara verilen isimlerin müennes (dişi cinsten kelimeler) olması ya da cansız varlıklar olmasıydı. Nitekim cansızlar lafız itibariyle dişil olarak işlev görür.

Bizim yorumumuzun daha isabetli olmasının gerekçesine gelince;

karşı görüş, ayetteki kesin sınırlandırmayla tamamen örtüşmüyor. Ayette "Onlar, O'nu bırakıp birtakım dişileri (tanrıları) çagırıyorlar." buyruluyor. Oysa, müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları arasında Isa, Brahman ve Buda gibi dişi olmayan kimseler de vardır.

"ve hiçbir hayırla ilişkisi olmayan Şeytandan başkasına tapmazlar." Ayette geçen "el-merîd" kelimesi, her türlü hayırdan ari ya da mutlak olarak çıplak demektir. Beydavî kendi tefsirinde der ki: "el- Merîd" ve "el-mârid" hiçbir hayırla ilgisi olmayan demektir. Terki-

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 145

bin aslı, düz ve yumuşak olma anlamına gelir. Yani, yumuşaklık ifade eder. "Sarh-un mumerred" (yumuşak, düzgün taht) "Gulamun emred" (bıyığı henüz terlemiş, tüysüz delikanlı), "Şeceret-un merdâ" (Yaprakları az ve seyrek ağaç)..." (Beydavî'den aldığımız alıntı burada son buldu.)

Anlaşıldığı kadarıyla, bu cümle önceki cümlenin açıklaması konumundadır. Çünkü "çağırma" ibadetten, tapmaktan kinaye olarak kullanılmıştır. Ibadetin insanlar arasında yaygın bir davranış olarak ortaya çıkması, ihtiyacı gidermeye yönelik çağrıdan kaynaklanmıştır.

Öte yandan yüce Allah, itaat etmeyi de ibadet olarak isimlendirerek şöyle buyurmuştur: "Ey Âdemogulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın... diye bildirmedim mi?" (Yâsin, 60-61)

Dolayısıyla, tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya dayanıyor: Müşriklerin Allah dışında kulluk sundukları tüm putlara yönelik ibadetleri, aslında hayırsız şeytana yönelik bir ibadet ve çağrı konumundadır. Çünkü bu tarz bir ibadet, şeytana itaattir.

"Allah onu lânetlemiş," Ayetin orijinalinde geçen "lânet" kelimesi, rahmetten uzaklaştırma demektir. Bu ifade, Şeytana ilişkin ikinci bir vasıftır, ayrıca birinci vasfın [her türlü hayırdan yoksun] da gerekçesi niteliğindedir.

"o da demişti ki: Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım." Burada yüce Allah'ın daha önce Şeytanın ağzından aktardığı şu ifadelere işaret ediliyor gibi: "Iblis dedi ki: Senin mutlak kudretine andolsun ki, onların tümünü azdıracagım. Yalnız onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların hariç." (Sâd, 82-83) Şeytan, "Senin kullarından" ifadesiyle, saptırmasına rağmen onların Allah'ın kulları olduklarını itiraf ediyor, bu niteliklerinin dışına çıkamadıklarını ve Allah'ın onların Rabbi olduğunu, onlar hakkında dilediği gibi hükmedeceğini dile getiriyor.

"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım..." Ayetin orijinalinde geçen "yubettikunne" kelimesinin

146 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

mastarı olan "tebtîk" kelimesi, yarmak anlamına gelir. Burada anlatılmak istenen husus, Arap cahiliyesindeki şu uygulamayla örtüşmektedir:

Araplar cahiliye döneminde, etlerini haram kılmak amacıyla Bahira ve Saibe adını verdikleri hayvanların kulaklarını, bunun bir nişanesi olarak yararlardı.1

Ayette sayılan hususların tümü, sapmanın bazı örnekleridir.

Dolayısıyla bunlarla birlikte saptırmadan da söz edilmesi, önce genel bir anlatım, ardından özel önem verildiğinin bir göstergesi olarak bunların bazılarından birer birer bahsedilmesi içindir. Iblis diyor ki: "Mutlaka onları, Allah'tan başkasına kulluk sunmak ve günah işlemekle uğraştırarak saptıracağım. Konumlarının gereği, kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyacak şekilde onları asılsız kuruntu ve emellerle oyalayacağım. Hayvanların kulaklarını yarıp Allah'ın helâl kıldığını haram kılmalarını emredeceğim. Onlara Allah'ın yaratmasını değiştirmelerini emredeceğim." Şu hâlde şeytanın bu sözleri, iğdiş yapmak, cinsiyet değiştirmek, çeşitli organları kesmek, livata (homoseksüellik) ve sevicilik (lezbiyenlik) gibi sapıklıklarla örtüşmektedir.

Allah'ın yaratmasını değiştirmek ifadesiyle, fıtratın dışına çıkma ve dosdoğru hanîf dinini terk etme durumunun kastedilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sen yüzünü, hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında degiştirme yoktur. Işte dosdogru din budur." (Rûm, 30)

Ardından yüce Allah, şeytanı çağırmayı yani emrettiklerine uymayı, onu dost-veli edinmek olarak nitelendiriyor: "Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana ugramıştır."

Dikkat edilirse, burada "şeytan kime dost-veli olursa" şeklinde bir ifade kullanılmamıştır. Bununla verilmek istenen mesaj,

------

1- [Evcil olan bu hayvanlar, Arapların batıl inanç ve âdetlerine göre kesilmez ve etleri de yenmezdi. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklama, Mâide suresinin 103. ayetinin tefsirinde gelecektir.]

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................... 147

önceki ayetlerde de belirtildiği gibi, velinin yüce Allah olduğunu vurgulamaktır. Ondan başkaları, birileri tarafından dost-veli edinseler de hiçbir şey üzerinde velayetleri söz konusu değildir.

"(Şeytan) onlara söz verir ve ümitlendirir; hâlbuki Şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." Ayetten algıladığımız kadarıyla önceki ayette yer alan, "elbet-te apaçık bir ziyana ugramıştır." ifadesi gerekçelendiriliyor. Gerçek mutluluğu ve mükemmel yaratılışı boş vaatlerle ve mevhum umutlarla değiştiren insanın hüsranından daha büyük ziyan olabilir mi? Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Inkâr edenlere gelince; onların işleri, ıssız çöldeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat yanına gelince hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve Allah da onun hesabını tastamam görür. O hesabı çabuk görendir." (Nûr, 39)

"Vaatler" ise, şeytanın bir aracı kullanmaksızın telkin ettiği vesveseler anlamında kullanılmıştır. "Umutlar"a gelince, onlar insanın vehim yoluyla kuruntulardan zevk aldığı şeytanî vesveselerin birer ayrıntısı konumundadırlar. Bu yüzden, "hâlbuki şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey degildir."

buyrularak, va'din aldatma olduğu belirtilmiş, buna karşın "umut" için böyle bir nitelemede bulunulmamıştır. Bunun nedeni ise açıktır.

Sonra yüce Allah, onların bu durumlarının akıbetini açıklıyor: "İşte onların varacagı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır." Ayette geçen "mahîs" kelimesinin mazi fiili "hâse"dir ve bir yerden dönmek, kaçınmak anlamına gelir.

Dolayısıyla "mahîs" kaçış ve dönüş yeri anlamını ifade eder.

Ardından, açıklamayı tamamlamak amacıyla karşı tabloda müminlerin durumu tasvir ediliyor: "Inanıp iyi işler yapanları da, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecegiz. Orada sürekli kalacaklardır..." Ayetlerin akışı içinde ["onu gittigi yönde yürütürüz." ve "cehennemde yakarız." ifadelerindeki] üçüncü çoğul şahıstan, ["Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz." ifade-

148 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

siyle] gayıp sıygasına geçiş yapılıyor.

Bu uygulama, geneli itibariyle, konunun önemine ve büyüklüğüne vurgu yapma amacına yöneliktir. Şöyle ki, böyle bir vurgunun gerekli olduğundan dolayı, önce Allah lafzı birinci çoğul şahıs zamiri yerine kullanılıyor, ardından amaç gerçekleştirilince, asıl olan önceki ifade tarzına [yani, birinci çoğul şahıs zamiri kullanmaya] geri dönülüyor. Bu da, "cennetlere yerleştirecegiz." ifadesinde gerçekleştiriliyor.

Burada bir diğer incelik de vardır. O da şu ki: Yüce Allah burada çok yakın olduğunu, mümin kullarıyla aralarında bir perde olmadığını, onların velisinin kendisi olduğunu ima ediyor.

"Bu, Allah'ın gerçek vaadidir ve Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" Burada şeytanın vaadine karşılık veriliyor. Onun vaadi bir aldatmacadır, buna karşılık Allah'ın vaadi haktır, sözü doğrudur.

"(İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz." Yeniden ayetlerin akışının başlangıcına dönülüyor; ama açıklamanın ayrıntısından çıkan öz bir sonuç olarak. Şöyle ki: Bazı müminlerin anlatılan davranışlarından, sözlerinden ve Peygamberden (s.a.a) ısrarla kendilerini gözetmesini, başkalarına karşı kendilerine destek verip yardım etmesini, başkalarıyla aralarında çıkan anlaşmazlıklarda taraflarını tutmasını istemelerinden anlaşılıyor ki onlar, iman etmiş olmakla Allah katında bir üstünlük ve Peygamberin (s.a.a) üzerinde bir hak elde ettiklerini düşünüyorlardı.

Bu yüzden [bunların nazarında] Allah'ın ve Resulünün onları gözetmeleri, onları başkalarına galip getirmeleri, haklı veya haksız olmalarına bakmaksızın üstün tutmaları bir zorunluluktu. Hükmün adilce veya zalimce olması önemli değildi. Önemli olan onların lehine olmasıydı. Tıpkı sapıklık önderlerinin yönetimlerinde olduğu gibi. Bunlar zorba liderlerin maiyetlerinin, sırdaşlarının ve suç ortaklarının talep edebilecekleri şeylerdi. Zorba önderlerin yardakçıları, boyun eğdiği ve tâbi olduğu liderlerine itaat etmenin, teslimiyet göstermenin yanında minnet de ederler, bağlılıklarını başına

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 149

kakarlar; katında bir saygınlık ve ayrıcalık hak ettiklerini düşünerek önderlerinin zorbalıkla da olsa kendilerini desteklemelerinin, gözetmelerinin ve başkalarına tercih etmelerinin gerekli olduğunu sanırlar.

Yine, yüce Allah'ın belirttiği gibi, Ehlikitap da kendisi için böyle bir ayrıcalık öngörüyordu. "Yahudiler ve Hıristiyanlar; 'Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileriyiz' dediler." (Mâide, 18) "Yahudi veya Hıristiyan olun ki, dogru yolu bulasınız, dediler." (Bakara, 135) "Bu, onların; 'Ümmîler konusunda bize bir vebal yoktur.' demelerindendir." (Âl-i Imrân, 75)

Böylece yüce Allah, müminlerin içindeki bu grubun bu tarz mesnetsiz iddialarını geri çeviriyor. Onları Ehlikitap'la aynı çizgide değerlendiriyor ve bu tür iddiaları istiareli bir ifade tarzıyla kuruntu diye niteliyor. Çünkü bu iddialar, tıpkı kuruntular gibi zevk veren hayali tasavvurlardan başka bir anlam ifade etmezler; realiteler dünyasında bir etkinlikleri, gerçeklikleri olmaz. Diyor ki ulu Allah: "Ey Müslümanlar topluluğu veya ey Müslümanların içindeki belli grup, bu iş sizin kuruntunuzla olmaz. Ehlikitab'ın kuruntularıyla da olacak değildir. Aksine, işin ekseninde amel yatar; hayırsa amel karşılığı da hayırdır, eğer şerse karşılığı da şerdir."

Ayette iyilikten önce kötülükten söz edilmesinin sebebi, yanılgılarının çoğunluğunun kötülük nitelikli olmasıdır.

"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur." Sözün akışına ayrıntı getiriliyor, detay kazandırılıyor; ama arada bir bağlaç kullanılmıyor ve yeni bir cümleymiş gibi ifade ediliyor [cümleyi bir öncesine bağlayan vav-ı atıfa kullanılmıyor]. Çünkü bu ifade, zihinlerde uyanabilecek takdirî bir sorunun cevabı niteliğindedir. Takdiri şöyledir: Madem ki İslâm'ın alanına ve imanın konusuna girmek, insan için her türlü hayrı celp etmeye, hayat için gerekli olan her türlü menfaati korumaya yetmiyor ve madem ki Yahudilik ve Hıristiyanlık için de aynı durum geçerlidir, peki bunun [hayrı elde etmenin] yolu nedir? Insanın hâli nice olacak? Işte bu takdirî soruya şu cevap veriliyor: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla

150 ................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

şu cevap veriliyor: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur...

her kim de iyi işler yaparsa..."

"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır." ifadesi mutlak bir ifadedir. Hem adam öldürene kısas uygulanması, hırsızlık edenin elinin kesilmesi, zina edenin [evli olmaması hâlinde] kırbaçlanması veya [evli olması hâlinde] recmedilmesi gibi şeriatın koyduğu siyasal hükümler türünden dünyevî cezayı, hem de yüce Allah'ın kitabında ve Peygamberinin diliyle vaat ettiği uhrevî cezayı kapsamaktadır.

Bu genellik, ayetlerin konusuna uygundur, atmosferiyle örtüşmek- tedir. Ayetlerin iniş sebebi çerçevesinde aktarılan bir rivayette, bunların hırsızlık yapan, sonra bu suçu bir Yahudi'nin ve bir Müslüman'ın üzerine atan, ardından suçlanan kimseyi cezalandırması için Hz. Peygambere (s.a.a) baskı yapan kimseler hakkında indiği belirtilmektedir.

"ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur." ifadesinde dost ve yardımcı ifadeleri geneldir; hem dünyadaki dost ve yardımcıları kapsamaktadır. Dolayısıyla kişinin dünyada karşılaşacağı kötü cezayı savacak olan Peygamberi (s.a.a) veya emir sahibini (masum imamı) yahut bu ikisine yakın olma durumunu ya da Islâm ve dinin saygınlığı gibi yardımcıları kapsamına almaktadır. Şu hâlde yüce Allah'ın öngördüğü olumsuz cezayı hiç kimse, hiçbir etken kötülük yapan kişiden savamaz. Hem de, bir sonraki ayette işaret edilen hususlar hariç, ahiretteki cezayı savma noktasındaki dost ve yardımcıyı kapsamaktadır.

"Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." Bu ayet, iyi işler yapan kimsenin alacağı karşılığı (cenneti) içeren ikinci şıktır. [Önceki ayette birinci şıkka yani, kötü iş yapanların durumuna değinildi, burada ise ikinci şıkkın yani, iyi iş yapanların durumuna değiniliyor.] Ancak yüce Allah burada bir şart koşuyor ki, mükâfatın realize edilişini, gerçekleştirilme-

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 151

sinin çevresini daraltıyor; bir diğer açıdan da genişliği gerektirecek şekilde ifadeyi genelleştiriyor.

Buna göre, ödül olarak cenneti kazanmanın şartı, salih amel işleyen kimsenin mümin olmasıdır. Çünkü güzel karşılık ancak salih amelden dolayı söz konusu olabilir. Kâfirinse ameli yoktur. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Eger onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yaptıkları ameller elbet boşa giderdi." (En'âm, 88)

"Işte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir, ki biz onlar için kıyamet gününde hiçbir ölçü tutmayacagız." (Kehf, 105)

"...her kim de birtakım iyi işler yaparsa," ifadesinin orijinalinde, bütünden bir parçayı ifade etmek için kullanılan "min" (baziyet bildiren) edatına yer verilmiştir. Bununla da cennet vaadine ilişkin bir genişletme söz konusu ediliyor. Eğer "min" edatı olmaksızın "kim iyi işler yaparsa" denilseydi -ceza vermede dikkati gerektiren böylesine hassas bir noktada- şu anlamı ifade edecekti: "Cennet, inanan ve bütün salih amelleri işleyen kimseler içindir." Ancak ilâhî lütuf, güzel ödülü inanıp bazı salih amelleri işleyen herkesi kapsayacak şekilde genelleştiriyor.

Dolayısıyla işleyemediği diğer sahil amelleri veya işlediği günahları tövbe ya da şefaatle telafi ediyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz; bundan başkasını diledigi kimse için bagışlar." (Nisâ, 116) Bu konuyla ilgili açıklamaya,"Allah'ın kabulünü üzerine aldıgı tövbe, ancak bilgisizlikle kötülük yapanlar... içindir..." (Nisâ, 17)

ayetini incelerken ve yine orada "tövbe" kavramı hakkında yaptığımız değerlendirmede yer verdik.1 Nitekim tefsirimizin birinci cildinde de, "Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez." (Bakara, 48) ayetini tefsir ederken "şefaat" le ilgili detaylı bilgiler sunduk.

1- [bkz. c.4, s.342 ve 350.]

152 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

"Erkek olsun, kadın olsun" ifadesinde de hükmün erkek-kadın herkesi kapsadığı, temelde hiçbir fark gözetilmediği vurgulanıyor.

Bu tavır, kadınlar için herhangi bir amelin, dolayısıyla işledikleri güzelliklere ödül verilmesinin söz konusu olmadığını ileri süren Hint ve Mısır gibi eski putperest toplumların inançlarından tamamen farklıdır. Üstünlük ve onurun erkeklere ait olduğu, kadınların Allah katında zelil, yaratılışta noksan, ecir ve ödülde hüsrana uğrayan olduğu anlaşılan Yahudilik ve Hıristiyanlık anlayışıyla da bağdaşmıyordu. Cahiliye Araplarının kadınlara ilişkin inançları da bunlarınkinden pek farklı değildi. Böylece yüce Allah, "Erkek olsun, kadın olsun" buyurarak iki cinsin eşitliğini vurgulamıştır.

"İşte onlar cennete girerler" ifadesinden hemen sonra, "onlara çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." ifadesine yer verilmiş olması da bu yüzden olsa gerektir. Buna göre, birinci cümle, kadınların da tıpkı erkekler gibi sevapta pay sahibi olduklarına; ikinci cümle de fazlalık veya eksiklik bakımından aralarında herhangi bir farkın olmadığına delâlet etmektedir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Rableri onlara cevap verdi ki: Ben, erkek olsun, kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptıgını boşa çıkarmam. Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." (Âl-i İmrân, 195)

"İyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden... kimseden din bakımından daha iyi kim vardır?..." Bu ifade, akla gelebilecek şu tür bir değerlendirmeyi bertaraf etmeye yönelik gibidir: Müslüman'ın Islâm'ının veya Ehlikitab'ın imanının hayrı celp etmede ve genel olarak çıkarlarını korumada bir etkinliği bulunmuyorsa, Allah'a ve ayetlerine inanmak bir şey değiştirmiyorsa, bu bağlamda böyle bir imanın varlığı ile yokluğu arasında herhangi bir fark yoksa, o zaman İslâm'ın saygınlığı nerededir? Imanın ayrıcalığı nedir?

Işte bu ayette böyle bir değerlendirmeye şu cevap veriliyor: Dinin saygınlığı kuşku götürmeyen bir olgudur. Akıl sahibi hiç kimse bunun güzelliğinden kuşku duymaz. "din bakımından... daha iyi kim vardır?" ifadesi, işte bunu vurgulamaya yöneliktir. Böylece

7
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5



Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 153

kuşku götürmez bir gerçek olduğu kabul edilerek sunulan bir soruyla, insanın kesinlikle dinsiz olamayacağı, en güzel dininse göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'a teslim olmak olduğu, O'na kulluk sunularak boyun eğmenin, fıtrat dini olan Ibrahim'in hanîf dini doğrultusunda amel etmenin bir zorunluluk olduğu vurgulanıyor. Bu çerçevede [bu nedenle] yüce Allah'ın, iyilik yaparak kendini ilk kişi olarak Allah'a teslim eden, hanîf dinine tâbi olan İbrahim'i dost edindiği belirtiliyor.

Fakat ilâhî dostluğu, insanlar arasında geçerli olan dostluk gibi algılamamak gerekir. Insanlar arasındaki dostluk hak ve batılın her türlüsünün üstünde tutulur. Bu da onlar için ölçüsüzlüğün ve zorbalığın, tahakkümün kapısını açar. Yoksa yüce Allah her şeyin sahibidir ve hiçbir şeyin O'nun üzerinde sahipliği söz konusu değildir. Her şeyi kuşatmıştır, kuşatılması söz konusu olmaz.

Bu bakımdan insanlar arasındaki efendilere, başkanlara ve krallara benzemez. Çünkü efendiler, başkanlar ve krallar kölelerine ve yurttaşlarına bir şey vermedikçe onlardan bir şey alamazlar. Bazılarını diğer bazılarının aracılığıyla ezerler. Bir gruba başka bir grubun desteğiyle egemen olurlar. Bu nedenledir ki, iradeleri herkesin iradesiyle çeliştiği zaman yerlerinde kalamazlar. Aksine makamlarından alaşağı olurlar ve zayıflıkları ortaya çıkar.

Buradan hareketle, "din bakımından daha iyi kim vardır?" ifadesinin ardından, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır." ifadesine yer verilmesinin nedeni açıklık kazanmış olur.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Kummî'de şöyle deniyor: "Allah'ın sana gösterdigi şekilde...

sana kitabı hak ile indirdik..." ayetinin iniş sebebi hakkında şöyle deniyor: "Ubeyrikoğullarından Hıristiyan bir topluluğa mensup üç kardeş vardı ve bunlar münafıktılar. Isimleri Beşir, Bişr ve Mübeş-şir idi. Bunlar, Bedir Savaşına katılmış biri olan Numan

154 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

oğlu Katade'nin amcasının evinin duvarını delerek içeri girmiş, onun ailesi için depoladığı bazı yiyecekleri, bir kılıcı ve bir zırhı çalmışlardı."

"Katade bu durumu Resulullah'a (s.a.a) şikayet etti ve dedi ki:

'Ya Resulullah, bir grup insan, amcamın evinin duvarını delerek içeri girdiler ve onun ailesi için depoladığı yiyecekleri, bir kılıç ve bir zırh çaldılar. Bunu yapanlar kötü bir aileye mensupturlar.' Bunların [genelde] görüş bakımından birlikte oldukları mümin birisi vardı, adı Lebid b. Sehl idi. Ubeyrikoğulları Katade'ye dediler ki: 'Bu, Lebid b. Sehl'in işidir.' Lebid bunu duyunca kılıcını aldı ve onlara karşı meydan okudu. Dedi ki: 'Ey Ubeyrikoğulları, beni hırsızlıkla mı suçluyorsunuz? Hâlbuki, siz benden daha çok hırsızlığa yakışırsınız?

Kaldı ki, sizler Resulullah'ı (s.a.a) hicveden ve bu hicivlerinizi Kureyşlilerin üzerine atan, onlara mal eden münafıklarsınız. Ya bunu açıklayacaksınız ya da kılıcımı vücutlarınıza daldıracağım.' Bunun üzerine ona karşı yumuşadılar ve 'Evine dön. Allah sana merhamet etsin. Sen bu suçtan berîsin.' dediler."

"Daha sonra Ubeyrikoğulları kabilelerine mensup Useyd b. Urve adlı birinin yanına gittiler. Adam mantıklı ve etkileyici konuşmalar yapan bir kimseydi. Kalkıp Resulullah'ın (s.a.a) yanına gitti ve dedi ki: 'Ya Resulullah (s.a.a), Katade b. Numan, bizim kabileye mensup onurlu, soylu, soplu bir aileye musallat olmuş, onları hırsızlıkla suçluyor, işlemedikleri bir suçu üzerlerine yıkıyor.' Resulullah (s.a.a) bundan dolayı üzüldü. Sonra Katade yanına geldi.

Resulullah (s.a.a) ona döndü ve şunları söyledi: 'Onurlu, soylusoplu bir ailenin yakasına yapışmış, onları hırsızlıkla suçlamışsın, öyle mi?' Sert bir dille onu azarlardı. Katade bundan dolayı çok üzüldü, amcasının yanına vararak ona şöyle dedi: 'Keşke ölseydim de Resulullah'la konuşmasaydım. Bana hiç de hoşlanmadığım şeyler söyledi.' Amcası, 'Yardım Allah'tandır.' dedi." "Bunun üzerine yüce Allah, bu olay üzerine şu ayetleri indirdi:

"Allah'ın sana gösterdigi şekilde... sana kitabı hak ile indirdik...

O'nun razı olmadıgı sözü düşünüp kurarlarken... (Kummî der ki:)

Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 155

Ayette geçen 'söz', fiil anlamındadır. [Yani, Allah'ın razı olmadığı fiil, iş.] Böylece söz, fiil yerine geçmiştir. Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz... Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa... Yani, Lebid b. Sehl'in üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur."

Yine Tefsir-ul Kummî'de Ebu Carud'dan İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilir: "Bişr'in yakın akrabalarından bazıları şöyle dedi: 'En iyisi biz kalkıp Resulullah'ın (s.a.a) yanına gidelim, dostumuz hakkında aracılık yapalım, onun suçsuz, bu işten berî olduğunu söyleyelim.' Ancak yüce Allah, 'Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar) da Allah'tan gizlenmiyorlar (utanmıyorlar)... yahut onlara kim vekil olacak?' ayetini indirdiğinde, bunlar Bişr'e dönerek;

'Ey Bişr! Allah'tan af dile ve günahlarından tövbe et.' dediler.

Ama Bişr cevaplarında dedi ki: 'Her zaman kendisine yemin ettiğime andolsun ki, onları Lebid'den başkası çalmamıştır.' Bunun üzerine, 'Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.' ayeti indi."

"Daha sonra Bişr küfre saptı ve Mekke'ye yerleşti. Bunun üzerine yüce Allah, Bişr'i savunan ve Resulullah'a (s.a.a) gelerek onu temize çıkarmaya çalışan grup hakkında, 'Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup, seni şaşırtıp saptırmaga yeltenmişti... Allah'ın lütfü sana gerçekten büyüktür.' ayetini indirdi."

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Tirmizi, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebu Hatem, Ebu Şeyh, Hakim -sahih olduğunu belirterek- Katade b. Numan'dan şöyle rivayet ederler: "Içimizde Ubeyrikoğulları adı verilen bir aile vardı. Bunlar Bişr, Beşir ve Mubeşşir adlı üç kardeşti. Bişr bir münafıktı. Şiirler söyler, Resulullah'ın (s.a.a) ashabını hicvederdi. Bu, bunları bazı Araplara mal ederek, 'Falan falan adamlar söyledi.' derdi. Resulullah'ın ashabı bu şiirleri duyduklarında, 'Vallahi bunu o pis adamdan başka-

156 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

sı söylememiştir.' derlerdi. Bu yüzden o da şöyle demişti: Her kim bir kaside söylese, onu / bana mal ederek, 'Ubeyrik'in oğlu söyledi' mi diyecekler?"

"Bunlar hem cahiliyede, hem de Islâm döneminde muhtaç ve yoksul bir aileydi. Halkın Medine'deki yiyeceği hurma ve arpadan ibaretti. Bir adamın imkânı olsa ve Şam'dan beyaz un yüklü bir deve gelseydi, ondan satın alırdı; ama sadece kendisi yerdi, ailenin diğer fertleri hurma ve arpa yemeye devam ederlerdi."

"Bir gün Şam tarafından bir kervan geldi. Amcam Rifaa b. Zeyd bir çuval beyaz un aldı ve onu evinin içme salonuna koydu. Içme salonunda silahları da vardı. Iki zırh, iki kılıç ve diğer donanımlar.

Gecenin bir vaktinde duvar delinir, yiyecek ve silah götürülür. Sabah olunca amcam Rifaa yanıma geldi ve şöyle dedi: Yeğenim biliyor musun, bu gece evimize saldırıldı. Içme salonumuzun duvarı delindi, yiyeceğimiz ve silahımız götürüldü!"

"Ev hakkında biraz araştırma yaptık ve etrafı soruşturduk. Bize denildi ki: 'Ubeyrikoğullarını bu gece ocak yaktıklarını ve ocakta ise size ait bazı yiyeceklerin pişmekte olduğunu gördük.' Biz etrafı soruştururken Ubeyrikoğulları, 'Allah'a andolsun ki, biz arkadaşınız Lebid b. Sehl'den başkasını o civarlarda görmedik.' dediler. Lebid ise bizim topluluktan, yapıcı ve Islâm'ı güzel yaşayan bir insandı.

Lebid bunları duyunca kılıcını çekti ve Ubeyrikoğullarının bulunduğu yere geldi. Şöyle seslendi: 'Ben hırsızmışım öyle mi? Allah'a andolsun ki, ya şu hırsızlık olayını açıklarsınız ya da şu kılıçla aranıza dalacağım.' Dediler ki: 'Bizden uzak dur adam. Allah'a andolsun ki, bu işi yapan sen değilsin.' Böylece biz evde araştırma yaptık, sonunda hırsızlığı yapanların onlar olduklarından kuşkumuz kalmadı. Bunun üzerine amcam bana, 'Ey kardeşimin oğlu, Resulullah'ın (s.a.a) yanına gitsen ve bu olayı ona anlatsan daha iyi olmaz mı?' dedi."

Katade diyor ki: "Resulullah'ın (s.a.a) yanına gittim ve şöyle dedim: 'Ya Resulullah, bizim kabileden insanlara eziyet eden bir aile var. Amcam Rifaa b. Zeyd'in evinin içme salonunun duvarını

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 157

delerek içeri girmiş, silahını ve yiyeceklerini almışlardır. Silahlarımızı geri versinler. Yiyeceklere gelince, onlara ihtiyacımız yoktur.'

Resulullah (s.a.a), 'Bu meseleye bakacağım.' dedi. Bunu duyan Ubeyrikoğulları Useyr b. Urve adlı bir adama gidip konuştular. O aileden başka kişiler de adamın başında toplandılar ve hep birlikte gidip Resulullah'a (s.a.a) şöyle dediler: Ya Resulullah, Katade b. Nu'man ve amcası, içimizde Islâm ve ıslah ehli bir aileyi töhmet altında bıraktılar, bir kanıt ve belge olmaksızın onları hırsızlıkla suçladılar."

Katade der ki: "Resulullah'ın (s.a.a) yanına gidip onunla konuştum. Bana dedi ki: Islâm'ı güzel yaşayışları ve ıslah ehli oluşlarıyla anılan bir aileyi töhmet altında mı bıraktın? Bir kanıt ve belge olmadan onları hırsızlıkla mı suçladın?"

"Geri döndüm ve 'keşke bir kısım malım elimden çıksaydı da bu konuda Resulullah (s.a.a) ile konuşmamış olsaydım.' diye düşündüm. Sonra amcam Rifaa yanıma geldi ve 'Ey kardeşimin oğlu ne yaptın?' dedi. Resulullah'ın (s.a.a) bana söylediklerini haber verince, 'Allah'tan yardım dileriz.' dedi."

"Çok geçmeden şu ayetler indi: 'Allah'ın sana gösterdigi şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik;

hainlerin -Ubeyrikoğullarının- savunucusu olma! –Ve Katede'ye söylediklerinden dolayı- Allah'tan magfiret iste. Şüphesiz Allah, çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir. Kendilerine hainlik edenlerden yana ugraşmaya kalkma (onları savunma)... sonra Allah'tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici bulur. –Yani, onlar Allah'tan bağışlanma dileselerdi, Allah onları bağışlardı.- Kim bir hata veya günah işler... -Lebid'e attıkları iftiradan dolayı- büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup -Useyr b. Urve ve arkadaşları- seni şaşırtıp saptırmaga yeltenmişti. ...biz ona yakında büyük bir mükâfat verecegiz.' Bu ayetler inince, Resulullah (s.a.a) silahı hırsızdan alarak getirdi ve Rifaa'ya geri verdi."

158 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Katade der ki: "Silahı amcama getirdim. Yaşlı bir adamdı ve cahiliye eğilimi vardı. Ben onun Müslümanlığının karışık olduğunu düşünürdüm. Silahı verdiğimde, 'Ey kardeşimin oğlu, ben bu silahımı Allah'ın yolunda (sadaka olarak) verdim.' dedi. O zaman amcamın Müslümanlığının sahih olduğunu anladım."

"Bu ayetlerin inişi üzerine Bişr kaçıp müşriklere katıldı. Sa'd'ın kızı Selafe'nin evine konuk oldu. Bundan sonra şu ayet indi: 'Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu gittigi yönde yürütürüz... gerçekten koyu bir sapıklıga düşmüştür." Bişr, Selafe'nin evine konuk olunca Hassan b. Sabit Salafe'nin aleyhine birkaç beyit söyledi. Bunun üzerine Selafe Bişr'in devesinin palanını ve diğer eşyalarını alarak dereye attı ve 'Hediye olarak bana Hassan'ın şiirini mi getirdin?' dedi."

Bu anlamı içeren rivayetler başka kanallardan da aktarılmıştır.

Aynı eserde, üzerinde durduğumuz ayetle ilgili olarak Ibn-i Cerir, Ibn-i Zeyd'den şöyle rivayet eder: "Adamın biri, Resulullah (s.a.a) zamanında bir demir zırh çaldı. Sonra suçu bir Yahudi'nin üzerine yıktı. Yahudi dedi ki: 'Allah'a andolsun ki ey Ebu'l Kasım (Muhammed), ben onu çalmadım. Fakat bana iftira atılıyor.' Zırhı çalan ise komşuları tarafından temize çıkarılıyor ve suçu Yahudi'- nin üzerine yıkılıyordu. Diyorlardı ki: 'Ya Resulullah, bu Yahudi pis bir adamdır. Allah'ı ve senin getirdiğin dini inkâr eder.' Öyle ki Resulullah (s.a.a) da bu sözlerin bir parça etkisinde kaldı."

"Bunun üzerine yüce Allah, bu etkilenmeden dolayı onu şu sözlerle azarladı: 'Allah'ın sana gösterdigi şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik; hainlerin savunucusu olma! -Yahudi'ye söylediğin sözlerden dolayı- Allah'tan magfiret iste. Şüphesiz Allah, çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir.' Sonra adamın komşularına hitaben, 'Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz... onlara kim vekil olacak?' buyurdu. Sonra tövbe etmelerini önerdi: 'Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok ba-

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 159

gışlayıcı ve esirgeyici bulur. Kim de bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur.' Ey insanlar, siz ne diye bu adamın günahına müdahale ediyor, onun hakkında konuşuyorsunuz?

'Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, -bu suçsuz kişi müşrik bile olsa- muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur... Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar...'

Ibn-i Zeyd devamla şöyle der: "Ama adam yüce Allah'ın kendisine sunduğu tövbe yolunu seçmeyi kabul etmedi ve kaçıp Mekke müşriklerine katıldı. Orada soyma için bir evin duvarını delmeye çalışırken Allah duvarı üzerine yıktı, böyle ölüp gitti."

Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de, az bir ihtilafla birlikte başka kanallarca da aktarılmıştır.

Tefsir-ul Ayyâşî'de Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Bir günah işledikten sonra kalkıp abdest alan, bu günahından dolayı Allah'a tövbe eden hiçbir kul yoktur ki, Allah'ın onu bağışlaması gerekli olmasın. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'- tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici bulur."

Yine Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Allah, kulunu sevdiği hâlde sınavdan geçirir. Çünkü onun dua ile yakarışını duymak ister." Bir keresinde de şöyle buyurmuştur: "Allah dua kapısını açarken, kabul kapısını kapatacak değildir. Çünkü O, 'Bana dua edin, size icabet edeyim.' [Mü'min, 60] buyurmuştur. Tövbe kapsını açarken, mağfiret kapsını kapatacak değildir. Çünkü O, 'Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici bulur.' buyurmuştur."

Aynı eserde Abdullah b. Hammad Ensari, Abdullah b. Sinan'ın şöyle dediğini rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) buyurdu ki:

"Gıybet, kardeşin hakkında onda mevcut olup da Allah'ın gizlediği

160 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

şeyleri söylemendir. Onda olmayan şeyleri söylediğin zaman bu, yüce Allah'ın şu ayette işaret ettiği durumdur: Muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur."

Tefsir-ul Kummî'de, "Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur." ayetiyle ilgili olarak şu rivayete yer veriliyor: Bana babam anlattı, ona Ibn-i Ebu Umeyr anlatmış, o da Hammad'dan duymuş, ona da Halebî İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarmış ki:

"Allah Kur'ân'da, tamahhülü (müminlerin problemlerini çözmede aracı olmayı) farz kılmıştır." Dedim ki: "Kurban olduğum 'tamahhül' nedir?" Dedi ki: "Kardeşinden daha tanınan, daha saygın biri olur ve onun adına gizlice fısıldaşma ve konuşma yoluyla problemini çözmeye çalışırsın. Yüce Allah şu ayette buna işaret etmiştir: 'Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur.' [Fısıldaşmalarının birçoğunda hayır olmadığına göre, demek ki bazılarında hayır vardır.]"

el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b. Sinan'dan, o da Ebu Carûd'dan şöyle rivayet eder: İmam Bâkır (a.s) buyurdu ki: "Size bir şey söylediğim zaman, bana Kur'ân'ın onunla ilgili açıklamasını sorun." Sonra şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a) dedikoduyu, malı ifsat etmeyi ve çok soru sormayı yasakladı." Denildi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu, buna ilişkin Allah'ın kitabının neresinde açıklama vardır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah, 'Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç.' buyurmuştur. Bir başka ayette, 'Allah'ın sizin için geçim kaynagı ve yaşayış vesilesi kıldıgı mallarınızı (yetimlerin mallarını) beyinsiz (yetim)lere vermeyin.' (Nisâ, 5) buyurmuştur. Başka bir yerde de, 'Ey iman edenler, açıklandıgı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın.'

[Mâide, 101] buyurmuştur." [Usûl-ü Kâfi, c.1, s.60, h:5.] Tefsir-ul Ayyâşî'de, Ibrahim b. Abdulhamid'den o da güvenilir bazı kişilerden, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) "Onların fısıldaşmaları- nın birçogunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç." ayetinde geçen

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 161

"maruf=iyi-lik" kelimesinden maksat borçtur, şeklinde bir açıklama rivayet eder. [c.1, s.275, h:271]

Ben derim ki: Bu hadisi, Kummî de aynı rivayet zinciriyle kendi tefsirinde aktarmıştır. Aynı anlamı içeren hadisler Ehlisünnet kaynaklarınca da aktarılmıştır. Her hâlükârda, burada bir uyarlama ve soyut bir tanımın objektif karşılığının bir kısmının gündeme getirilişi söz konusudur.

ed-Dürr-ül Mensûr'da, Müslim, Tirmizi, Nesai, Ibn-i Mace ve Bey-haki, Süfyan b. Abdullah es-Sakafi'den şöyle rivayet ederler:

"Dedim ki: 'Ya Resulallah, bana öyle bir şey emret ki, Islâm'da onu sarılmakla korunmuş olayım.' Buyurdu ki: 'Allah'a iman ettim, de, sonra dosdoğru ol.' Dedim ki: 'Ya Resulallah, benim hakkımda en çok neden endişeleniyorsun?' Dilinin bir tarafını tutarak, 'Bundan' dedi."

Ben derim ki: Çok konuşmayı yeren; konuşmamayı, susmayı ve sessizliği öven, buna ilişkin öğütler içeren haberler oldukça kabarıktır.

Bunlar Şiî ve Sünnî kaynaklarda bolca yer almaktadırlar.

Aynı eserde, Ebu Nasr Seczi'nin el-Ibane adlı eserde, Enes'ten şöy-le rivayet ettiği belirtilir: "Bir bedevi Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi. Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: 'Ey bedevi, Allah bana Kur'ân'dan şu ayeti indirdi: 'Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur... biz ona yakında büyük bir mükâfat verecegiz.' Ey bedevi, büyük ödül cennettir.' Bedevi de, 'Bizi Islâm dinine ileten Allah'a hamdolsun.' dedi."

Aynı eserde, "Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar..." ayetiyle ilgili olarak Tirmizî ve Beyhaki -el-Esmâ ves-Sıfat adlı eserde- Ibn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler:

Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah, şu ümmeti, ebediyen sapıklık üzerinde birleştirmez. Allah'ın eli cemaatin üzerindedir.

Cemaatten ayrılıp kıyıda kalan kimse, ateşte de yalnız olur." Yine aynı eserde, Tirmizi ve Beyhaki Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah,

162 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ümmetimi -veya şu ümmeti- ebediyen sapıklık üzerinde birleştirmez. Allah'ın eli cemaatın üzerindedir."

Ben derim ki: Meşhur bir rivayettir bu. Bunu İmam Hadi (a.s) de Bihar-ul Envar kitabının üçüncü cildinde yer alan ve Ahvaz halkına gönderdiği mektubunda Resulullah'tan (s.a.a) rivayet etmiştir. Önceki açıklamalarımızda, hadisin ifade ettiği anlam hakkında bazı açıklamalarda bulunmuştuk.

Tefsir-ul Ayyâşî'de Heriz'den, o da Şia ulemasından bazılarından, İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Emir-ül Müminin Ali'nin (a.s) Kufe'de bulunduğu günlerdi. Bir grup insan yanına gelip şöyle dediler: 'Bize, ramazan ayında imamlık edecek birini tayin et.' Hz. Ali, olmaz, dedi ve bu konuda bir araya gelmelerini yasakladı. Akşam olunca aralarında şöyle söylendiler: 'Ramazan için ağlayın. Yazık oldu mübarek ramazana!'

Bunu gören Haris el-A'var bir grupla birlikte İmamın yanına geldi ve şöyle dedi: 'Ey Emir-ül Müminin, insanlar matem ediyorlar. Sözlerinden hoşnut olmamışlardır.' Bunun üzerine buyurdu ki: 'Bırakın onları, diledikleri kişinin arkasında namaz kılsınlar.'

Sonra şu ayeti okudu: "Kim de... müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu gittigi yönde yürütürüz ve cehennemde yakarız.

Orası ne kötü bir varış yeridir!" (c.1, s.275, h:272)

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde nakledildiğine göre, "Allah'tan daha dogru sözlü kim olabilir?" ifadesiyle ilgili olarak Beyhaki ed- Delail adlı eserde Akabe b. Amir'in Resulullah'ın (s.a.a) Tebük seferini anlatırken şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah, sabahın erken saatlerinde Tebük'e vardığımızda, [konuşma yapmak için ayağa kalktı ve] Allah'a hamd etti, O'nu zatına yaraşır biçimde övdü. Sonra şöyle buyurdu:

"Allah'a hamdüsenadan sonra şöyle derim: Sözlerin en doğrusu Allah'ın kitabıdır. En sağlam kulp, takva sözüdür. En hayırlı millet, Ibrahim'in milletidir. En hayırlı yol Muhammed'in sünnetidir. En onurlu söz Allah'ın zikridir. Kıssaların en güzeli şu Kur'ân'dır. Işlerin en hayırlısı Kur'ân ve sünnetle sabit olan gerçeklerdir. Işlerin en

Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 163

kötüsü bidatler ve beşer uydurması olanlardır. En güzel hidayet peygamberlerin yol göstericiliğidir. En şerefli ölüm şehitlerin ölümüdür.

Körlüğün en körü hidayetten sonra sapmadır. İlmin hayırlısı faydalı olanıdır. Yol göstericiliğin hayırlısı izlenenidir. En kötü körlük kalbin körlüğüdür. Yukarıdaki (veren) el aşağıdaki (alan) elden daha hayırlıdır. Az ama yeterli olan mal, çok ama oyalayıcı olan maldan daha hayırlıdır. En kötü mazeret, ölüm anındaki mazerettir.

En kötü pişmanlık, kıyamet günü yaşanan pişmanlıktır."

"Kimi insanlar namazı ancak ucu ucuna, yani vaktinin son demlerinde kılarlar. Kimi insanların Allah'ı zikredişleri, dil laklakasından öteye geçmez. Hataların en büyüğü, yalan söylemeyi alışkanlık hâline getirmiş dildir. En hayırlı zenginlik, nefsin zenginliğidir.

En hayırlı azık takvadır. Hikmetin başı Allah korkusudur. Kalpte yer eden en hayırlı duygu yakindir. Şek ve şüphe küfürdendir. Ölülerin arkasında sesli ağlayıp dövünmek cahiliye geleneğidir.

Savaşta ganimet alınan malı çalarak zimmete geçirmek, cehennem ateşinden bir parçadır. Mal biriktirmek ateşten bir dağlayıcıdır.

Şiir, Iblisin çalgılarından biridir. Içki bütün günahların kaynağıdır.

Kadınlar şeytanın kemendidir. Gençlik bir çeşit deliliktir."

"Kazancın en kötüsü faiz kazancıdır. Yiyeceğin en kötüsü yetim malıdır. Mutlu insan, başkasından öğüt alandır. Bedbaht insan, anasının karnında bedbahttır. Her birinizin varacağı yer, dört ziralık bir yer (kabir)dir. Her iş, sonu ile ölçülür. Işlerin özü sonlarında belli olur. Rivayetlerin en kötüsü yalan rivayetlerdir. Her gelecek olan yakındır. Mümine sövmek fasıklık, müminle savaşmak kâfirliktir. Onun etini yemek (gıybetini yapmak) Allah'a isyandır. Müminin malı da tıpkı canı gibi saygındır."

"Kim Allah'a karşı yemin ederse, Allah onu yalancı çıkarır. Bağışlayan bağışlanır. Affedeni, Allah affeder. Öfkesini yutana Allah ecir verir. Musibete karşı sabredene Allah karşılığını verir. Sırf başkalarının duyması için bir iş yapanı Allah, bu sıfatıyla teşhir eder.

Sabredene Allah kat kat verir. Allah'a isyan edene Allah azap eder.

Allah'ım! Beni ve ümmetimi bağışla. -Bu sözü üç kere tekrarladı.-

164 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Allah'tan kendim ve sizin için bağışlanma diliyorum."

Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Yûnus'tan, o da bazı arkadaşlarından İmam Sadık'tan (a.s) ve Cabir kanalıyla İmam Bâkır'- dan (a.s), "Şüphesiz onlara emredecegim de Allah'ın yarattıklarını degiştirecekler." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Allah'ın emrettiği her şeyi değiştirmelerini telkin eder." [c.1, s.276, h:275]

Aynı eserde, Cabir kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s), "Şüphesiz onlara emredecegim de Allah'ın yarattıklarını degiştirecekler." ayetiyle ilgili olarak "Yani Allah'ın dinini" dediği rivayet edilir. [c.1, s.276, h:276]

Ben derim ki: Her iki rivayetin vurguladığı husus aynıdır. O da daha önceki açıklamalarda da işaret ettiğimiz gibi fıtrat dinidir.

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "hayvanların kulaklarını yaracaklar" ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Kulaklarını dipten kesecekler. Bu açıklama, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir." Tefsir-ul Ayyâşî'de, "(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikita-b'ın kuruntularıyla olmaz..." ayetiyle ilgili olarak, Muhammed b. Müslim'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır." ayeti inince, Resulullah'ın (s.a.a) ashabından bazısı, "Bu ayet, ne kadar şiddetli bir tehdit içermektedir!" dedi. Resulullah (s.a.a) onlara dedi ki: "Mallarınız, canlarınız ve çocuklarınız hususunda hiç sınavdan geçirilmiyor musunuz?" Onlar "Evet" dediler. Resulullah (s.a.a) devamla şöyle buyurdu: "Işte bunlarla yüce Allah size iyilik yazar ve kötülüklerinizi siler. [Ancak Ehlikitap hakkında böyle bir şey yapmaz.]" [c.1, s.277, h:278]

Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler, Ehlisünnet kaynaklarında birçok kanaldan sahabelerden rivayet edilmiştir.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizi Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ederler: Resu-lullah (s.a.a) buyurdu ki: "Mümine isabet eden bir hastalık, bir dert, bir keder, bir hüzün, bir eziyet, bir gam hatta eline batan

Nisâ Sûresi 105-126 ................................................... 165

bir diken yoktur ki, yüce Allah onunla günahını örtmesin, silmesin."

Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler gerek Resulullah'tan (s.a.a) ve gerekse Ehlibeyt İmamlarından (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) bolca rivayet edilmiştir. Bunlar müstafiz [çok kanallı] rivayetlerdir.

Uyûn-u Ahbar-ır Rıza adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Hüseyin b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (a.s) şöyle rivayet eder: Babamın, babasından şu sözleri aktardığını duydum: "Allah'ın Ibrahim'i dost edinmesi şundan dolayıdır: O hiç kimseyi geri çevirmedi, reddetmedi. Allah'tan başka hiç kimseden bir şey istemedi." (c.2, s.76, h:4)

Ben derim ki: Bu, Hz. Ibrahim'in (a.s) "halil" diye isimlendirilmesine ilişkin rivayetlerin en sahihidir. Çünkü lafzın anlamıyla da örtüşmektedir. O da ihtiyaçtır. Dolayısıyla insanın halili, ihtiyaçlarını ona getiren ve bildiren kimsedir. Konuya başka açıdan yaklaşan rivayetler de vardır.

El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5........................................



Nisâ Sûresi 127-134 .......................................................... 167

127- Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin olarak; kendilerine yazılanı vermediğiniz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiğiniz yetim kadınlar ve çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında ve yetimlere karşı adil davranmanız yönünde Allah size fetva veriyor. Yapacağınız her hayrı, şüphesiz Allah bilir.

128- Eğer bir kadın, kocasının serkeşliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir anlaşma yapmalarında onlara günah yoktur. Anlaşmak (her hâlükârda) daha hayırlıdır. Zaten nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir. Eğer iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

129- Kadınlar arasında adaleti sağlamağa ne kadar uğraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birisine tamamen meyledip de diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

130- Eğer (eşler) birbirinden ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir. Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir.

131- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Sizden önce kitap verilenlere ve size, "Allah'tan korkun" diye tavsiye ettik. Eğer inkâr ederseniz, (biliniz ki) göklerde ve yerde olanların hepsi Allah- 'ındır. Allah zengindir, övgüye layıktır.

132- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.

133- Ey insanlar! Allah dilerse sizi (geriye) götürür ve başkalarını getirir. Allah buna kadirdir.

134- Kim dünya mükâfatını (mutluluğunu) isterse, (bilsin ki) dünyanın da, ahiretin de mükâfatı Allah katındadır. Allah işiten ve görendir.

168 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Ayetlerin akışı, surenin başında evlilik, evliliği haram olan kadınlar ve bunların miras alması gibi onlarla ilintili ayetlerin içeriğiyle bağlantılıdır. Surenin akışından anladığımız kadarıyla bu ayetler, surenin girişindeki ayetlerden sonra inmişlerdir. Surenin giriş kısmındaki ayetlerin indiği zaman insanlar, Resulullah'la (s.a.a) kadınlar hakkında konuşuyorlardı. Çünkü yüce Allah, surenin giriş kısmındaki ayetleri indirmiş, mal ve beşerî ilişkiler bazında kadınların yok edilen haklarını yeniden diriltmiştir. [Bu açıdan, cahiliye devrini geride bırakmış insanların bu konuda sorular sormaları ve açıklama istemeleri doğaldı.]

İşte bu çerçevede yüce Allah [tefsirine başladığımız bu ayetleri indirmekle] Peygamberine (s.a.a) kadınlar hakkında kendisine soru soranlara şu cevabı vermesini emrediyor: Allah'ın kadınlar için erkekler üzerinde birtakım haklar öngörmesi, ilâhî bir fetvadır ve bu hususta, Peygamberin kişisel bir etkinliği söz konusu değildir. Sadece bu değil, Kur'ân'da yetim kadınlarla ilgili olarak okunan ayetler de ilâhî hükümlerden ibarettir ve Peygamberin (s.a.a) bunda da kişisel bir müdahalesi yoktur. Hatta bu da yetmez. Yüce Allah, yetimler hakkında adil olmayı ölçülü davranmayı da onlara emretmektedir.

Sonra karı-kocanın arasında çıkan ihtilaflara ilişkin bazı hükümlere değiniliyor ki, bu ihtilaflar genelde bütün karı-kocalarda gözükmektedir.

"Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin olarak... Allah size fetva veriyor." Ragıp el-Isfahanî şöyle der: "el- Futya" ve "el-fetva", anlaşılması, içinden çıkılması zor, problemli hükümlere verilen cevaptır. Denilir ki, ondan fetva istedim. [Içinden çıkılması zor bir hükümle ilgili çıkış yolu göstermesini istedim.] O da şu fetvayı verdi. [Şu çıkış yolunu gösterdi, hükmün bu

Nisâ Sûresi 127-134 ........................................................... 169

olduğunu söyledi.]" Ragıp'tan alınan alıntı burada sona erdi.

Kavramın kullanıldığı alanları incelediğimizde şu sonucu elde ediyoruz: Fetva, insanın karşılaştığı problemli bir mesele hakkında kendi bilgi ve düşüncesini işe salarak içtihat etmesi sonucu ortaya koyduğu cevap ya da basit yalın bir gözlemle anlaşılması zor sandığı bir konuda ilk sahip olduğu görüşün kendisi demektir; konuyla ilgili cevap değil.

Ayet, tefsir bilginlerinin "kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında...

Allah size fetva veriyor." cümlesinin terkibinin değişik açılardan ele alınması ile elde ettikleri farklı bakışları esas aldığımızda, birbirinden ayrı anlamlar ifade etmektedir; ancak bu ayetin, surenin giriş kısmında kadınlara ilişkin sorunları ele alan ayetlere eklenmiş olması gösteriyor ki, bu ayet söz konusu o ayetlerden sonra inmiştir.

Bunun [bu ayetlerin o ayetlerden sonra inişinin] doğal bir sonucu, kadınlar hakkında istedikleri fetvanın, Islâm'ın ortaya çıkardığı, yasalaştırdığı ve cahiliye döneminde kadınlara ilişkin bilinmeyen tüm haklarla ilgili olmasıdır. Bunlarsa, yalnızca kadınların miras ve evlilikle ilgili haklarıyla ilintilidir. Yetim kadınların hakları gibi hususlarla ilgisi yoktur. Çünkü yetimlik durumu bütün kadınları değil, sadece belli bir grubu ilgilendirir. Öte yandan yetim kadınların durumu şu ayette ele alınmıştır: "kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında...

Allah size fetva veriyor." Şu hâlde, istenen fetva, kadın olmaları hasebiyle tüm kadınları ilgilendiren miras hükümleriyle ilgilidir.

Buna göre, "Onlara ilişkin olarak... Allah size fetva veriyor."

ifadesinde geçen "Allah'ın fetva verdiği hüküm"den maksat, surenin giriş kısmında dikkat çekilen hususlardır. Bu hâliyle ayet, fetva verme meselesini yüce Allah'la ilintilendirerek Hz. Peygamberle

170 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

(s.a.a) ilgisinin olmadığını vurgulamış oluyor. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Kadınlarla ilgili olarak senden fetva istiyorlar. De ki:

Onlar hakkında fetva vermek Allah'ın yetkisindedir. O da surenin girişinde indirdiği ayetler kapsamında onlara ilişkin hükmünü bildirmiştir.

"Kendilerine yazılanı vermediğiniz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiğiniz yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında... Allah size fetva veriyor." Daha önce, ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, öksüz kadınlar ve zavallı, çaresiz çocuklarla ilgili hüküm, kadınlara ilişkin hükümle ilintili olduğu için burada söz konusu edilmiştir, demiştik. Nitekim surenin giriş kısmındaki ayetlerde de öksüz kadınlara ilişkin hükme de değinilmişti. Yoksa bu husus, istedikleri fetvanın kapsamına girmez. Çünkü onlar yalnızca kadınlar hakkında fetva istemişlerdi.

Bundan dolayı, "ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesinin "fî-hinne=onlara ilişkin" ifadesindeki mecrur zamire atfedilmiş olması gerekir. Nahivcilerin çoğunluğu bu tür atfın doğru olmadığını söyleseler de [nahiv ulemasından] Ferrâ, bunun Arapça kurallarına uygun olduğunu ileri sürmüştür. Bu bakımdan, "yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında..." ifadesiyle, surenin giriş kısmında yer alan ve öksüz kadınlarla zavallı çocuklar hakkında inen ayetlerin içerdiği hükümler ve anlamlar kastedilmiştir. Ayetin orijinalinde geçen "yutlâ" kelimesinin mastarı olan "tilavet" kelimesi, lafzın okunması anlamını ifade ettiği gibi, lafzın ifade ettiği anlamın telkin edilmesi anlamını da içerir.

Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: De ki: Allah, kitapta öksüz kadınlarla ilgili olarak size okunan hükümler hakkında size fetva veriyor. Bazı müfessirlerin açıklamasından anlaşıldığı kadarıyla onlar, "ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesini, "fîhinne=onlara ilişkin" ifadesinin cümledeki konumuna ve gizli harekesine atfetmişlerdir.

[Zahiri itibariyle car ve mecrur olsa da gerçekte "yüftîkum" fiilinin mef'-ulüdür.] Bunu yaparken "fetva verme" ola-

Nisâ Sûresi 127-134 ...................................................... 171

rak anlamlandırdığımız "yuf-tîkum" kelimesini "açıklama" anlamında ele almışlardır. Dolayısıyla, "De ki: Allah, kitapta size okunan ayetleri açıklıyor." şeklinde bir anlam elde etmişlerdir.

Diğer bazıları, zorlama eseri olduğu hemen fark edilen ve yüce Al-lah'ın kelâmına yakışmayan başka terkipler de geliştirmişlerdir.

Bu çer-çevede bazıları şöyle demişlerdir: "Ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesi, "kulillah=de ki, Allah" sözünün mahalli konumuna veyahut "yüftîkum=size fetva veriyor" ifadesindeki gizli zamire ["hüve=o"] atfedilmiştir.

Diğer bazısı, ifadenin "fin-nisâ=kadınlar hakkında" ifadesindeki "nisâ=kadınlar" kelimesine atfedildiğini derken, başkaları da şöyle demişlerdir: "Ve ma yutlâ aleykum fi'l kitab=kitapta size okunanlar" ifadesinin başındaki "vav" harfi, yeni bir cümlenin başlangıcını belirtir. Dolayısıyla cümle yeni bir başlangıçtır. "Ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" bölümü mübteda, haberi de "fi'l kitab=kitapta" ifadesidir. Dolayısıyla bu cümle tazim amacına yöneliktir, demişlerdir.

Diğer bazısı ise, "ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesinin başındaki "vav" harfi, yemin edatıdır. Dolayısıyla, "fî yetamen-ni-sâ=yetim kadınlar hakkında" ifadesi, "fîhinne=onlara ilişkin" ifadesinden bedeldir. Bu durumda cümlenin anlamı şudur: "Kitapta size okunan ayetlere yemin ederim ki Allah, öksüz kadınlar hakkında size fetva veriyor." Bu değerlendirmelerin tümünün zorlama eseri oldukları açıkça görülmektedir.

"Kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz..." cümlesi, öksüz kadınların nitelemesi konumundadır.

Burada öksüz kadınların nasıl haklarından yoksun bırakıldıklarına işaret edilmektedir. Nitekim bu yoksun bırakılış biçimleri, yüce Allah'ın onlar hakkında bazı hükümler indirmesine neden olmuştur. Böylece onların aleyhine haksız olarak yürürlükte olan cahiliye devri geleneği geçersiz kılınmış, onların omuzlarına binen bu zorluk kaldırılmıştır. Şöyle ki: Cahiliye döneminde Araplar, öksüz kadınlara ve mallarına el koyuyorlardı. Eğer kadınlar gü-

172 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

zel olsalardı, onlarla evlenerek hem onlardan, hem de mallarından yararlanırlardı. Eğer çirkin olsalardı, başkalarıyla evlenmelerine engel olarak, kendileri de onlarla evlenmiyor ve yine de mallarından yararlanmak için yanlarında tutuyorlardı. Bundan sırasıyla şu hususlar ortaya çıkıyor:

Birincisi: "Kendilerine yazılanı" ifadesiyle, tekvinî=varoluşsal yazım, yani ilâhî takdir ve plânlama kastedilmiştir. Çünkü insan için yaşama yolunu açan, var ediliş ve meydana getiriliş olgusudur.

Bu varoluşsal olguların etkisiyle insan, günü gelince evlenme gereğini duyar. Yine bu yaratılış yasası, insanın malı ve serveti üzerinde özgür tasarrufta bulunma hakkını öngörmüştür. Dolayısıyla bir insanın evlenmesine ve kendisine ait malı üzerinde tasarrufta bulunmasına engel olmak, aslında yüce Allah'ın yaratılış sistemi içinde ona bahşettiği niteliklere, yazdığı haklara engel olmak demektir.

Ikincisi: "En tenkihûhunne=evlenmekten" ifadesinin başındaki mahzuf cer edatı "an"dır. Dolayısıyla, kastedilen onlarla evlenmek istememektir, onlardan yüz çevirmektir, onlarla evlenmek istemek değil. [Şöyle ki, "terğabûne" kelimesi, "rağbet" kökünden iki cer edatıyla geçişli kılınır. Biri "fî" edatıyla, diğeri de "an" edatıyla. Birinci durumda kelimenin anlamı "istemek, işi yapmaya yönelmek" olur, ikinci durumda ise "istememek, yüz çevirmek" anlamında kullanılır. Bu ayette de mahzuf cer edatı "an" olduğuna göre, bu kelime "kendileriyle evlenmek istemediğiniz, evlenmemekle onlardan yüz çevirdiğiniz" anlamına gelir.] Çünkü, haklarından mahrum bırakıldıklarını ifade eden "Kendilerine yazılanı vermediginiz" önceki ifadeyle, "zavallı çocuklar" diye başlayan sonraki ifadenin arasında, öksüz kadınlarla [evlenmek isteme değil,] evlenmek istememe durumunun zikredilmesi daha uygun düşmektedir.

"zavallı çocuklar" ifadesi ise, "yetim kadınlar" ifadesine atfedilmiştir. Cahiliye Arapları öksüz çocukları zayıf bırakıyor, onları ezip zillete düşürerek zavallılaştırıyorlardı. Ata binemediklerini ve ailelerini savunamadıklarını bahane ederek mirastan yoksun bırakıyorlardı.

8
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

Nisâ Sûresi 127-134 .......................................................... 173

yorlardı.

"ve yetimlere karşı adil davranmanız yönünde" Bu ifade "fîhinne=onlara ilişkin" ifadesinin mahalline atfedilmiştir. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: "De ki: Allah, öksüzler hakkında adaleti yerine getirmeniz yönünde fetva veriyor." Bu açıdan ifade, özel bir hükümden daha genel bir hükme geçişe örnek oluşturur; yani, bazı kadın öksüzlere ve çocuklara ilişkin hükümden, mutlak olarak tüm yetimlerin malları ve diğer haklarıyla ilgili hükümlere geçiş yapılıyor.

"Yapacağınız her hayrı, şüphesiz Allah bilir." Burada muhataplara, yüce Allah'ın kadınlar ve yetimlerle ilgili olarak koyduğu hükümlerin kendi hayırlarına olduğu ve yüce Allah'ın muhakkak ki bunu bildiği hatırlatılıyor. Bu, bu yönde amel yapmalarına dönük bir teşviktir. Ki hayırları, iyilikleri bundadır. Öbür yandan karşı çıkmamaları, muhalefet etmemeleri için de bir uyarıdır. Ki Allah yapıp ettiklerini bilmektedir.

"Eğer bir kadın, kocasının serkeşliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse..." Bu husus, hakkında fetva istedikleri meselenin dışında bir hüküm olmasına rağmen bir münasebetle de konuyla irtibatlıdır. Bu tıpkı hemen sonraki ayette zikredilen hükme benziyor: "Adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz."

Bu ayette serkeşlik, huysuzluk etme ve yüz çevirme endişesinden söz edilip de bizzat bunların gerçekleşmelerinden söz edilmemesinin nedeni; anlaşma zamanının, endişe sonrası işaret ve belirtilerin ilk ortaya çıkışı ile birlikte gündeme gelmesidir. Ayetin akışından anladığımız kadarıyla, anlaşmadan maksat, kadının evlilikten doğan haklarının bir kısmından veya tümünden, arada bir yakınlık, sıcaklık ve uyum meydana getirmek ve ayrılık tehlikesini önlemek için, sarfınazar etmesidir. Kuşkusuz anlaşma, bu tür olumsuz sonuçlardan daha hayırlıdır.

"Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir." Ayette

174 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

geçen "eş-şuhhu" kelimesi, cimrilik anlamına gelir. Bu demektir ki cimrilik, insan nefsinin bir karakteri, bir içgüdüsüdür. Yüce Allah, çıkarlarını korusun ve zayi olmasını önlesin diye insana bu duyguyu vermiştir. Dolayısıyla her nefsin cimriliği, hemen yanı başında hazır hâldedir. Örneğin kadın, evlilik çerçevesinde giyim, nafaka, yatak ilişkileri ve cinsel birleşme gibi hakları konusunda cimrilik eder [yani, onların korunmasını ve zayi olmamasını ister]. Erkek de, ayrılmak istediğinde, muaşeretten hoşlanmadığında uzlaşma ve eşine eğilim gösterme hususunda cimrilik eder. Böyle bir durumda, anlaşma sağlanabilmesi için taraflardan birinin veya her ikisinin kimi haklarından ödün vermesinin herhangi bir sakıncası yoktur.

Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eger iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."

Burada, iyilik yolundan çıkmasınlar ve takva ilkesini göz ardı etmesinler ve Allah'ın yapıp ettiklerini haber aldığını hatırlasınlar diye erkeklere öğüt verilmektedir. Ki karı-koca muaşereti bağlamında kadınlara zulüm etmesinler, kadınların gönüllü olarak bazı haklarından feragat etmeleri mümkün olsa bile, erkekler onları bazı temel haklarından vazgeçmeye zorlamasınlar.

"Kadınlar arasında adaleti sağlamağa ne kadar uğraşsanız da güç yetiremezsiniz..." Bu ifade, yüce Allah'ın surenin giriş kısmında yer alan, "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız, yalnız biriyle evlenin." (Nisâ, 3) ayetiyle; aynı şekilde, "Eger iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız..." ifadesiyle işaret ettiği kadınlar arasında adalet ilkesine göre hareket etmeye ilişkin hükmün açıklaması niteliğindedir. Aslında bu son cümle, belli bir oranda tehdit de içermektedir. Bu ise kadınlar arasında adaletli davranmanın gerçek anlamını teşhis etme açısından insanı şaşkınlığa iten bir ifade tarzıdır. Adalet, ifrat ve tefritin ortası, denge çizgisi demektir. Bu açıdan adaleti teşhis etmek zordan öte zor bir gerçektir. Özellikle kalplerin kadınlara sevgiyle eğilim gösterdiği durumlarda bu zorluk daha da belirginleşir. Çünkü kalpte oluşan

Nisâ Sûresi 127-134 ......................................................... 175

sevgi duygusu, her zaman insan iradesinin etkili olduğu bir olgu değildir.

Böylece yüce Allah, kadınlar arasında gerçek adaleti sağlamanın, yani bir erkeğin eşleri arasında gerçek anlamda orta çizgiyi izlemesinin, ne kadar uğraşsa da güç yetirilemeyecek bir şey olduğunu açıklıyor. Şu hâlde erkeklere düşen, ifrat ve tefrit sayılan taraflardan birine, özellikle tefrit tarafına büsbütün eğilim göstermemeleri, tamamen kapılmamalarıdır. Buna göre, kadınlardan birinin arada bırakılması, yani evli denilmeyecek ve kocasından yararlanamayacak şekilde askıda tutulması, buna karşın evlenemeyecek veya başının çaresine bakamayacak şekilde dul olmaması ve nikâh altında tutulması, tefrit tarafın en somut örneğidir.

Kadınlar arasında adalete uymak bağlamında erkeğin görevi, pratikte onlara eşit davranmasıdır; hiçbir aşırılığa kaçmadan evlilikten doğan haklarını vermesidir. Onlara karşı iyilikle davranması, onlarla muaşeretten tiksindiğini belli etmemesi, onlara karşı kötü bir huy sergilememesi ise mendup, olumlu bir davranıştır. Bu, aynı zamanda Peygamberimizin (s.a.a) eşlerine karşı sergilediği bir tavırdı da.

"Bari birisine tamamen meyledip de digerini askıya alınmış gibi bırakmayın." cümlesi gösteriyor ki, "Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz." cümlesinde mutlak olarak adalet olgusu olumsuzlanmıyor. Dolayısıyla bunu, "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız, yalnız biriyle evlenin..." ifadesine ekleyerek, iddia edildiği gibi, Islâm'da birden fazla kadınla evliliğin ortadan kaldırıldığı şeklinde bir sonuca varmak yanlıştır, dayanaksız bir girişimdir. Çünkü, söz konusu cümle [yani, "bâri birisine meyledip de..."

ifadesi] gerçek, realist, aşırılığa, taraf tutmaya hiçbir şekilde kaçmayan, gerçek anlamda denge çizgisinde hareket etmek demek olan adaletin yerine getirilemeyeceğine işaret etmektedir. Hükme bağlanan ise, hiçbir sıkıntıya düşmeksizin amelî olarak uygulanabilen takribî=yaklaşık adalettir.

176 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Öte yandan Peygamberimizin (s.a.a) fiilî sünneti, herkesin görüp duyacağı şekilde bu uygulamayı gerçekleştirmiş olması ve Müslümanlar arasında kesintisiz olarak süregelen birden fazla kadınla evlenme geleneği, yukarıda işaret ettiğimiz vehim menşeli çıkarsamayı geçersiz kılmaktadır.

Kaldı ki, birden fazla kadınla evliliği öngören "O hâlde gönlünüzün rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz." (Nisâ, 3) ayetini objeler dünyasında karşılığı olmayan salt bir zihinsel olgu gibi algılamak, insanları körlüğe sürüklemekten başka bir şey değil ve yüce Allah'ın kelâmına yakışmayan bir ciddiyetsizliktir.

"Eger arayı düzeltir, sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." ifadesi, nefret ve anlaşmazlık belirtilerinin baş göstermesi durumunda, erkekleri yapıcılığa teşvik etme amacına yöneliktir. Bunun takvanın gereği olduğunu hatırlatarak, bu olumlu tavrın gereğini vurgulamaktadır. Çünkü takva, peşice bağışlanma ve esirgenmeyi getiriyor. "Anlaşmak (her hâlükârda) daha hayırlıdır." ve "Eger iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız." ifadelerinden sonra buna yer verilmiş olması da, tekit üstüne tekit, vurgu üstüne vurgu konumundadır ve böylece mesele daha da pekiştirilmektedir.

"Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir." Eğer kadın ve erkek boşanmak suretiyle birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah, geniş nimetiyle her birini zengin eder. Konunun mahiyetini esas alarak baktığımızda "zenginleştirme" ifadesiyle, evlilikle ilgili olarak gündeme gelen birbirine ısınma, kaynaşma, cinsel birleşme, kadının giyim ve nafakası gibi bütün olguların kastedildiğini anlıyoruz. Çünkü yüce Allah söz konusu eşlerin birini yalnızca diğeri için yaratmamıştır ki, ayrılmaları durumunda, biri ömrü boyunca başka bir eş bulamasın. Aksine evlilik geleneği, fıtrat menşeli bir sünnettir. Insan türünün bireyleri arasında geçerlidir. Her birey öz doğası gereği buna eğilim gösterir.

"Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir. Göklerde ve

Nisâ Sûresi 127-134 .................................................. 177

yerde olanların hepsi Allah'ındır." ifadesi, "Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir." ifadesinin içerdiği hükmün gerekçesi konumundadır.

"Sizden önce kitap verilenlere ve size Allah'tan korkun diye tavsiye ettik." Evlilik ilişkilerinin her aşamasında ve her durumda takva niteliğini esas almaları gerektiğine ilişkin çağrıya bir kez daha vurgu yapılıyor ve takvayı terk etmenin Allah'ın nimetini inkâr etmek, nankörlükte bulunmak anlamına geldiği vurgulanıyor. Gerekçesi de şudur: Allah'a itaat etmek suretiyle sahip olunan takva duygusu, nimetlere karşılık teşekkür etmekten başka bir şey değildir. Ya da Allah korkusunu terk etmenin menşei ancak küfür olabilir. Bu da ya kâfirlerde ve müşriklerde olduğu gibi açık küfür ya da müminlerin fasık olanlarında olduğu gibi gizli ve örtülü küfür olur.

Bu açıklama ile, "Eger inkâr ederseniz, (biliniz ki) göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır." ifadesi ile neyin kastedildiği açığa çıkıyor. Yani, eğer size ve sizden öncekilere yaptığımız tavsiyenin gereğini yerine getirmezseniz, bu tavsiyeyi kulak ardı ederseniz, dolayısıyla küfür [Allah'ı inkâr etmek] demek olan veya küfürden kaynaklanan takvasızlık yapar ve Allah'tan korkmazsanız bu, Allah'a hiçbir zarar vermez. O'nun size ve takvanıza ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O, zengindir, övgüye layıktır.

Desen ki: "Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır." sözünün [131 ve 132. ayetlerde] üç kere tekrarlanmış olmasının hikmeti nedir?

Derim ki: Bunlardan ilki, "Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir." ifadesinin gerekçeli açıklamasıdır; ikincisi de, "Eger inkâr ederseniz..." ifadesindeki şart cümlesinin cevabı konumundadır. Dolayısıyla açılımı şöyledir: "Eğer inkâr ederseniz, biliniz ki Allah'ın size ihtiyacı yoktur." Bu, aynı zamanda "Allah zengindir, övgüye layıktır." sözünde belirginleşen cevabın da gerekçesidir.

178 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Üçüncüsü ise, yeni bir başlangıçtır; bir açıdan da "dilerse" sözünün gerekçesi konumundadır.

"Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter." Yüce Allah'ın malik olmasının ne anlama geldiğini şimdiye kadar defalarca anlattık. Allah vekildir; kullarının işlerini yönetir, gidişatlarını düzenler. Yönetici-vekil olarak Allah yeter. Kullarının yönetsel işlerini görürken desteğe ve yardıma ihtiyacı yoktur. Bir toplumun davranışlarından hoşnut olmazsa veya yapıp ettikleri O'nu öfkelendirecek türden davranışlarsa, onları yok edip yerine başkalarını getirmesi ya da onları gerileterek başka bir toplumu ileri çıkarması mümkündür. Ayetlerin akışının desteklediği, daha doğrusu bizzat tanıklık ettiği bu anlam itibariyle, bu ayetin içeriği, bir sonraki ayette yer alan, "Ey insanlar! Allah dilerse sizi götürür." ifadesiyle irtibatlanmış oluyor.

"Ey insanlar! Allah dilerse sizi (geriye) götürür ve başkalarını getirir." Allah'ın bu ümmete ve önceki Ehlikitap toplumlara yönelik tavsiyesi olan takvayı ilke edinmeye ilişkin bir çağrı niteliğindeki akış gösteriyor ki, "dilerse" ifadesinde işaret edilen Allah'ın zenginlik ve ihtiyaçsızlığı, takva olgusuyla ilintilidir.

Bu açıdan şöyle bir anlam elde ediyoruz: Allah tümünüze takva ile donanmanızı tavsiye etti. Şu hâlde ondan korkup sakının. Eğer inkâr ederseniz, onun size ihtiyacı yoktur. O her şeyin sahibidir.

Mülkü üzerinde dilediği gibi, dilediği doğrultuda tasarruf eder. Eğer kendisine kulluk sunulmasını ve kendisinden korkulmasını diler de, siz bu görevi gereği gibi yerine getirmezseniz, O, sizi geriletip sevdiği ve hoşnut olduğu davranışları sergileyen başkalarını öne geçirecek güçtedir. Allah buna kadirdir.

Buna göre, ayet-i kerime muttaki olmayan insanların Allah'tan korkan insanlarla değiştirilebileceklerine işaret etmektedir. Bir rivayete göre,1 bu ayet indiği zaman, Resulullah efendimiz (s.a.a) elini Selman-ı Farisî'nin (r.a) sırtına vurdu ve "Onlar bu adamın soy-

1- Bu rivayet, Tefsir-ul Beydavî'de aktarılmıştır.

Nisâ Sûresi 127-134 .................................................... 179

daşlarıdır." buyurdu. Rivayet, ayetin anlamını destekler niteliktedir. Bunun üzerinde düşünmeye değer.

Diğer bazı müfessirlerin ihtimal dâhilinde gördükleri bir anlam da şudur: Eğer dilerse sizi yok eder, yerinize başka bir kavim var eder veya insanların yerine başka bir canlı türünü var eder. Ne var ki, ayetin akışı böyle bir anlamı ihtimal dışı bırakmaktadır.

Evet böyle bir anlam, "Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattıgını görmedin mi? Dilerse sizi ortadan kaldırır ve yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah'a güç degildir." (Ibrâhim, 19-20) ayeti çerçevesinde ihtimal dâhilinde olabilir ve bu ayete böyle bir anlam vermenin sakıncası yoktur.

"Kim dünya mükâfatını isterse, (bilsin ki) dünyanın da, ahiretin de mükâfatı Allah katındadır. Allah işiten ve görendir." Bu, Allah'tan korkma duygusuyla donanmayı terk eden ve onun tavsiyesini tutmayan kimselerin yanılgılarına dikkat çeken bir diğer açıklamadır.

Bazıları bu ayeti açıklarken şöyle bir yoruma baş vurmuşlar: Bunu yapan kişi [takvayı ilke edinmeyi terk eden ve Allah'ın tavsiyesine uymayan kimse], eğer dünya ödülü ve ganimeti için yapmışsa büyük bir yanlışlık yapmıştır. Çünkü dünyanın ve ahiretin ödülü birlikte Allah katında, O'nun eli altındadır. Öyleyse, bu insana ne oluyor ki, ödüllerin en değersizine talip oluyor, en onur vericisini veya ikisini birden istemiyor?

Ancak ayetten maksadın -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şu olması ihtimali daha belirgindir: Dünya ve ahiret ödülü, dünya ve ahiret mutluluğu birlikte Allah katındadırlar. Dolayısıyla dünya ödülü ve mutluluğunu isteyenin bile O'na kulluk sunarak yaklaşması gerekir. Çünkü insan, mutluluğu ancak Allah'ın yasalaştırdığı dinine uymakla elde edilen takva duygusuyla donanması durumunda yakalayabilir. Din, gerçek mutluluk yolundan başka bir şey değildir. Allah'ın kendi katından vermediği ödül ve sevabı, bir insanın elde etmesi mümkün müdür? Değil mi ki, Allah işitendir, görendir.

180 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Cahiliye döneminde, sadece malı idare edebilecek ve çalışabilecek adamlar mirasçı olabiliyorlardı.

Küçük çocuklara ve kadınlara mirastan bir pay verilmezdi. Nisâ suresinde miras paylaşımı ile ilgili hükümleri içeren ayetler nazil olunca, bu durum insanların gücüne gitti. Dediler ki: 'Malı yönetmesini beceremeyen küçük çocuklarla, onlarla aynı durumda olan kadınlar mirasçı mı olacaklar? Erkekler gibi onlar da mı mirastan pay alacaklar?' Bu konuda gökten bir açıklamanın gelmesini beklediler. Baktılar ki, bu konuda gökten bir haber gelmiyor, dediler ki: 'Eğer bu hüküm bu şekilde kesinlik kazanırsa, ona uymak kaçınılmaz olur.' Sonra 'Gidip Peygambere sorun.' dediler."

"Bunun üzerine şu ayet indi: Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin olarak; kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta -yani, surenin giriş kısmında- size okunanlar hakkında ve yetimlere karşı adil davranmanız yönünde Allah size fetva veriyor."

Aynı eserde, Abd b. Hamid ve Ibn-i Cerir, tefsirini sunduğumuz ayet hakkında Ibrahim'den şöyle rivayet ederler: "Cahiliye dönemindeki Araplar, bir cariye öksüz ve çirkin olsaydı, mirasını vermezlerdi. Onu evlenmekten alıkoyarak bir yere hapsederlerdi. Böylece onun mirasına kendileri konmuş olurlardı. Işte yüce Allah bu ayeti, böyleleri hakkında indirdi."

Ben derim ki: Bu anlamı destekler mahiyette birçok rivayet, çeşitli kanallardan gerek Şiîler ve gerekse Sünnîler tarafından aktarılmıştır.

Bunların bir kısmına surenin başlarında yer verdik. Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, "kendilerine yazılanı vermediginiz" ifadesiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Onlara yazılan şeyden maksat, mirasta kendileri için öngörülen paydır. Ve bu değerlen-

Nisâ Sûresi 127-134 .................................................... 181

dirme İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir."

Tefsir-ul Kummî'de, "Eger bir kadın, kocasının serkeşliginden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse..." ayetiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Bu ayet, Muhammed b. Mesleme'nin kızı hakkında inmiştir. Râfi b. Hadîc'in karısıydı. Kadın biraz yaşlıcaydı.

Rafi onun üzerine kuma alarak genç bir kadın getirdi. Dolayısıyla bu genç kadın, Muhammed b. Mesleme'nin kızından daha çok hoşuna gidiyordu, bunu ondan daha güzel buluyordu. Muhammed b. Mesleme'nin kızı ona dedi ki: 'Gördüğüm kadarıyla sen benden yüz çeviriyor, diğer eşini bana tercih ediyorsun.' Râfi, 'O gençtir, hoşuma gidiyor ve bana göre o daha güzel görünüşlüdür. Eğer istersen, onun yanında iki veya üç gün kalayım, senin yanında da bir gün kalayım.' dedi."

"Fakat Muhammed b. Mesleme'nin kızı bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Râfi onu boşadı. [Ardından onunla anlaştı ve tekrar evine getirdi; ama geçimsizlik nedeniyle] ikinci defa yine boşadı.

[Üçüncü kez o kadını evine getirmeye gitti. Ancak önceki olaylar gündeme geldi ve] kadın dedi ki: 'Allah'a andolsun ki, benimle onu eşit tutmanın dışında hiçbir öneriye razı olmam. Allah, 'Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir." buyuruyor.' Dolayısıyla Muhammed b. Mesleme'-nin kızı payına razı olmadı ve kocasını paylaşmakta cimrilik gösterdi. Râfi, razı olmaması durumunda onu üçüncü kez boşayacağını bildirdi. Bu sefer kadın kocasını bırakmama yönünde cimrilik gösterdi ve paylaşıma razı oldu."

"Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: 'Aralarında anlaşma yapmalarında onlara günah yoktur. Anlaşmak (her hâlükârda) daha hayırlıdır.' Kadın razı olup ortalık durulunca, adam ikisi arasında adaleti tutmakta güçlük çekti, adaleti sağlamağa güç yetiremedi. Bunun üzerine şu ayet indi: 'Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birine tamamen meyledip digerini askıya alınmış gibi bırakmayın.'

Yani, sürekli birinin yanına gidip ötekisini boşlukta bırakmayın. Ne dul, ne de evli biri olarak ortada kalmış gibi yapmayın. Dolayısıyla

182 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

bu gibi durumlarda ayetin geçerli kıldığı yöntem şundan ibarettir:

Eğer kadın kocasının yanında kalmaya ve kocasıyla anlaştığı hususlara uymaya razı olursa, kocası için de, kadın için de, bir sakınca yoktur. Ama eğer kadın anlaşma yanlısı olmaz ve kocasının koştuğu şartları kabul etmezse, bu durumda kocasının onu boşamaktan veya ikisini eşit tutmaktan başka seçeneği kalmaz."

Ben derim ki: Bu hadis ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Malik, Abdurrezzak, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Hakim -sahih olduğunu belirterek- tarafından özet olarak rivayet edilmiştir. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Tayalisî, Ibn-i Ebi Şeybe, Ibn-i Rahe-veyh, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Beyhaki, Hz. Ali b. Ebu Talip'ten (a.s) şöyle rivayet ederler: Ona bu ayetle ilgili bir soru soruldu. Cevap olarak buyurdu ki: "Burada kastedilen, iki eşli bir adamdır. Eşlerden biri artık iyice çökmüş (yaşlı) veya çirkindir.

Adam bunu boşamak ister. Fakat boşanmamak karşılığı olarak bir gece onun yanında, birkaç gece de öbür eşinin yanında kalmak üzere anlaşırlar. Kadının kendi isteği ile verdiği bu ödünün herhangi bir sakıncası yoktur. Fakat kadın kararından dönerse, erkeğin eşlerini eşit tutması bir zorunluluktur."

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Halebi kanalıyla Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ona, 'Eger bir kadın, kocasının serkeşliginden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse...' ayetinin anlamını sordum. Bana şu karşılığı verdi: 'Bir kadın bir adamla evli olur. Fakat adam ondan hoşlanmaz. Ona, seni boşamak istiyorum, der. O da der ki: 'Yapma. Senin benden dolayı dile düşmeni, şamata konusu olmanı istemem. Fakat ben geceleyin beraber olma hususunda her şeyi sana bırakıyorum. Bunun dışındaki diğer haklarımdan da vazgeçiyorum;

beni kendi hâlime bırak.' Işte, 'Aralarında anlaşma yapmalarında onlara günah yoktur.' ayetindeki anlaşmadan maksat budur."

[Furu-u Kâfi, c.6, s.145]

Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen başka rivayetler, el-

Nisâ Sûresi 127-134 ....................................................... 183

Kâfi'de ve Tefsir-ul Ayyâşî'de1 yer almaktadır.

Tefsir-ul Kummî'de, "Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir."

ifadesiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Cimrilik çeşitli kısımlara ayrılır. Bir kısmı insanın tercih ettiği, bir kısmı da insanın tercih etmediği şeylerle ilgilidir."

Tefsir-ul Ayyâşî'de Hişam b. Salim'in Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet ettiği belirtilir: "Yani, sevgi hususunda [onlar arasında tam adaleti sağlayamazsınız]." [c.1, s.279, h:285]

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Nuh b. Şuayb ve Muhammed b. Hasan'dan şöyle rivayet eder: "Ibn-i Ebi'l Avca, Hişam b. Hakem'e sordu ki: 'Allah hikmet sahibi değil midir?' O, 'Evet, Allah hüküm verenlerin en hikmetlisidir.' diye cevap verdi. 'Öyleyse bana, 'O hâlde gönlünüzün rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz. Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız, yalnız biriyle evlenin.' ayetinden haber ver. Bu ayetin hükmü farz değil midir?' diye sordu. O, 'Evet' dedi. Sonra dedi ki: 'O hâlde, 'Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birisine tamamen meyledip de digerini askıya alınmış gibi bırakmayın.' ayetinden haber ver. Hangi hikmetli kişi böyle bir söz söyler?' Hişam b. Hakem buna verecek cevap bulamadı."

"Sonra kalkıp Medine'ye Imam Cafer Sadık'ın (a.s) yanına gitti.

Imam ona, 'Ne hac, ne de umre vakti olmayan bu zamanda niye geldin?' diye sordu. Dedi ki: 'Evet böyle bir zamanda geldim. Sana feda olayım. Çünkü önemli işim var. Ibn-i Ebi'l Avca bana bir soru sordu ki, buna verecek cevap bulamadım.' Imam, 'Nedir bu soru?' diye sordu. Hişam olayı anlattı."

"Imam Cafer Sadık (a.s) ona şöyle dedi: 'O hâlde gönlünüzün 1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.278, h:284.]

184 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz.

Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız, yalnız biriyle evlenin.' ayetinde nafaka kastedilmiştir. 'Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz;

bari birisine tamamen meyledip, digerini askıya alınmış gibi bırakmayın.' ayetinde ise, sevgi kastedilmiştir."

Râvi der ki: "Hişam, Ibn-i Ebi'l Avca'ya bu cevabı ulaştırınca, 'Allah'a andolsun ki bu cevap, senin fikrin değildir.' dedi." [Füru-u Kâfi, c.5, s.362]

Ben derim ki: Benzeri bir hadis Tefsir-ul Kummî'de de rivayet edilmiştir. Buna göre, zındıklardan biri Ebu Cafer el-Ahvel'e aynı meseleyle ilgili olarak bir soru yöneltir. Bunun üzerine Ebu Cafer Medine'ye gider. Imam Sadık'a (a.s) bunun cevabını sorar. O da yukarıdakinin aynısı olan cevabı verir. Ebu Cafer adamın yanına döner ve cevabı ona iletir. Adam ise, "Sen bu cevabı Hicaz'dan getirdin" der.

Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, "askıya alınmış gibi bırakmayın." ifadesi, şu şekilde açıklanıyor: "Kendisine meyledip yöneldiğiniz kadını, ne evli, ne de boşanmış gibi bir hâlde tutmayın. Bu değerlendirme Imam Bâkır ve Imam Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir."

Aynı eserde, Peygamber efendimizle (s.a.a) ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "O, eşleriyle yatma hususunda eşitliği gözetir, sonra da şöyle derdi: Allah'ım! Bu, benim elimden gelen kendi paylaşımımdır.

Senin elinde olan, fakat benim elimde olmayan diğer hususlardan dolayı beni kınama!"

Ben derim ki: Ulemanın çoğunluğu, bu hadisi çeşitli kanallardan aktarmıştır. "Senin elinde olan, fakat benim elimde olmayan" dan maksat, kalben duyulan sevgidir. Ancak bu rivayette belli bir zaaf vardır. Çünkü yüce Allah, kulunu elinde olmayan bir şeyden dolayı kınamayacak kadar yücedir. Çünkü O, "Allah, hiç kimseyi verdigi imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz." (Talâk, 7) buyurmuştur.

Peygamberimiz (s.a.a) de, olanı var etsin diye istekte

Nisâ Sûresi 127-134 ..................................................... 185

bulunmayacak kadar Rabbinin yüceliğini takdir edecek konumdadır.

el-Kâfi'de Ibn-i Ebu Leyla'ya isnaden deniliyor ki: "Bana Asım b. Hamid şöyle anlattı: Bir ara Imam Cafer Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum.

Adamın biri yanına geldi ve muhtaç durumunda oluşundan şikayet etti. Imam (a.s) evlenmesini emretti. Fakat yoksulluğu gittikçe şiddetlendi. Bir kez daha Imamın yanına geldi ve durumunun ne olacağını sordu ve 'Ihtiyaçlarım gittikçe şiddetlenip arttı.' dedi. Imam buyurdu ki: 'Eşinden ayrıl.' Sonra bir kez daha Imamın yanına geldiğinde ona durumunu sordu ve 'Servet edindim ve durumum iyileşti.' dedi."

"Bunun üzerine Imam Sadık (a.s) buyurdu ki: Sana Allah'ın emrettiği iki hususu emrettim. Biri şudur: 'Içinizdeki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eger bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir ve her şeyi bilendir.' (Nûr, 32) Diğeri de, 'Eger (eşler) ayrılırsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir.' (Nisâ, 130) ayetidir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.331, h:6]

186 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Nisâ Sûresi 135 ........................................................... 187

135- Ey inananlar! Kendinizin, ana-babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde olsa bile, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir olsalar da Allah onlara daha yakındır. Öyleyse doğruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken) eğriltirseniz yahut (şahitlik etmekten) kaçınırsanız, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır.

AYETİN AÇIKLAMASI

"Ey inananlar!... adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik eden kimseler olun." Ayetin orijinalinde geçen "kıst" kelimesi adalet demektir. Adaleti ayakta tutmak, gereğini yapmak ve adaleti korumak anlamına gelir. Şu hâlde adaleti ayakta tutanlardan maksat, onu en tam ve en mükemmel şekilde uygulayanlar; kişisel arzu, tutku ve heves, duygusallık, korku, herhangi bir çıkar beklentisi gibi bir şey yüzünden adalet ilkesinden sapmayanlardır.

Bu nitelik, hakka tâbi olmanın, onu zayi olmaktan korumanın en yakın etkeni ve kusursuz nedenidir. Bunun bir gereği de şahitliği eda e-derken ve şahitlikte bulunurken doğruyu söylemektir.

Bundan da anlaşılıyor ki, şahitliğe ilişkin hükmün açıklanması amacına yönelik olan bu ayete, yukarıda değindiğimiz bu nitelikle başlanması, ardından şahitlik niteliğinden söz edilmesi, genel bir nitelikten bu genel niteliğin kapsamındaki ayrıntı konumundaki bir başka niteliğe aşamalı olarak geçişe ilişkin bir örnektir. Sanki demek isteniyor ki: Allah için şahitlik edenlerden olun. Ama bu, sizin için, adaleti eksiksiz ve tam yerine getirenler olmadığınız sürece kolay olmayacaktır. Şu hâlde, Allah için şahitlik edenler olabilmeniz için adaleti tam yerine getirenler olun.

"Şuhedâe lıllah=Allah için şahitlik eden kimseler" ifadesindeki "lâm" harfi, amaç bildirmeye yöneliktir. Yani, şahitlik edenler olun ki, şahitliğiniz Allah için olsun. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Şahitligi Allah için yapın." (Talâk, 2) Şahitliğin Allah için olmasının anlamı, onun hakka tâbi olması, hakkın açığa çıkması ve hakkın ihya edilmesi amacına yönelik olmasıdır. Nitekim bunu şu ifade de açıklamaktadır: "Öyleyse dogruluktan sapmayasınız diye heves-lerinize uymayın."

"Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde olsa bile" Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın çıkarının aksine olsa bile, adaletin gereğini yapın. Kendi çıkarlarınıza, anne-ba-banıza ve akrabalarınıza yönelik sevginiz sizi adaletten sapmaya veya adaleti terk etmeye sürüklemesin. Buna göre şahitliğin insanın kendisinin, anne-babasının veya akrabalarının aleyhinde olması, üstlendiği şahitliğin sonuçta kendisinin veya anne-babasının ya da akrabalarının durumuna zararlı olması demektir.

Zarara uğrayan kişi aracısız ve doğrudan aleyhinde şahitlikte bulunulan biri olabilir. Bir insanın babası ile bir başkası anlaşmazlığa düşmeleri ve insanın babasının aleyhine şahitlikte bulunması gibi. Zarar dolaylı ve aracılı da olabilir. Iki insanın anlaşmazlığa düşmeleri, şahitlikte bulunan kişinin yaptığı şahitlikten dolayı onlar tarafından zarara uğratılması yani, anlaşmazlığa taraf olanlardan birinin şahide zarar vermesi gibi.

"(Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir olsalar da Allah onlara daha yakındır." Arada iki şıklığı bildiren "ev" edatı olmasına rağmen tesniye zamirinin ["bihima"] zengin ve fakire dönük olması, zengin ve fakir nitelemesi ile meçhul bir varsayımın kastedilmiş

188 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

olmasından dolayıdır. Dolayısıyla bu nitelemeler, olayların meydana gelişleri ve yinelenişleri oranında yinelenirler. Mesela bir olayda zenginken insan, bir başkasında fakir olabilir. Şu hâlde konuya iki şıklılık hâlinde açıklama getirmek, açıklama amacına yönelik açıklamadaki varsayım hasebiyledir. Oysa bu iki şık, realitede ancak iki olayda tahakkuk bulabilir, bir olayda değil. Bazı bilginler de bu yönde görüş belirtmişlerdir.

Bu bakımdan ifadenin anlamı şudur: "Allah zengine, zenginliği hâlinde daha yakındır. Fakire de fakirliği hâlinde daha yakındır."

Buna göre, verilmek istenen mesaj -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şu olsa gerektir: Zenginin zenginliği sizin haktan sapıp ona eğilim göstermenize, fakirin fakirliği de sizin haktan ayrılarak onun hâlini gözetmenize neden olmasın. Aksine, şahitliği yüce Allah için yapın. Sonra O'nu zenginle ve fakirle baş başa bırakın.

O her ikisine de daha yakındır ve onların durumuna karşı herkesten daha çok merhametlidir. O'nun rahmetinin bir gereği de hakkı, tâbi olunması zorunlu olan ve adaleti de gözetilmesi, yerine getirilmesi istenen, teşvik edilen bir olgu kılmasıdır. Adalete uymak ve hakkı üstün tutmak, insan türünün mutluluğunun temel koşullarından biridir. Bu sayede hem zenginin konumu güçlenir.

Hem de yoksulun durumu düzelmiş olur.

Zengin veya fakirden biri, bir olayın veya birkaç olayın şahsında sapkın veya terkedilmiş bir şahitlikten dolayı bir menfaat elde etmiş olsa bile, bu ancak hakkın zaafa uğraması ve adaletin öldürülmesi ile mümkün olabilir. Bunun adı, batılın güçlenmesi, buna karşın zorbalığın ve zulmün hayat bulmasıdır. Bu, ölümcül bir hastalıktır; insanlığın tükenişidir.

"Öyleyse doğruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın." Yani, nefsin heveslerine, kişisel arzularına uymak ve Allah için şahitlikte bulunmayı terk etmek suretiyle haktan ve adaletten sapmaktan korkun. Bu durumda, ifadenin orijinalinde geçen "en ta'dilu" kelimesi, "meful-ü leh"tir. Bir "lâm" takdir edilerek "uyma" ile ilin-tilendirilmesi de mümkündür. Yani, heveslerinize uymayın ki

Nisâ Sûresi 135 ............................................................ 189

doğruluktan saparsınız.

"Eğer eğriltirseniz yahut kaçınırsanız, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır." Ayetin orijinalinde geçen "telvû" kelimesi, "leyy" kökünden, eğmek anlamındadır. Nitekim "leyy-el lisân" yani, dili eğip büktü. Dolayısıyla şahitlikte dili eğip bükmek, eğriltmek ve şahitliğin konusunu çarpıtmaktan kinayedir. Yine ayetteki "tu'rizû=kaçınırsanız" kelimesi, ta baştan şahitliği terk etmek ve şahitlik etmekten kaçınıp yüz çevirmektir.

Bazıları "telvû" kelimesini "vela, yeli, velayeten=üstlenmek" kökünden geldiğini varsayarak "ve in telû" şeklinde okumuşlardır.

Buna göre ifadenin anlamı şudur: Eğer şahadet işini üstlenir ve şahitlikte bu-lunursanız yahut şahitlikten kaçınırsanız, biliniz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır, sizi yapıp ettiklerinizden dolayı cezalandırır.

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Kummî'de Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Bir müminin bir başka mümin üzerinde yedi hakkı vardır. Bunların içinde uyulması en gerekli olanı, kişinin kendisinin ve anne-babasının aleyhine bile olsa hakkı söylemesidir, onları gözeterek adına haktan sapmamasıdır." Imam bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu: "Öyleyse dogruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın. Eger (şahitlik ederken) egriltirseniz yahut kaçınırsanız..." ve "yani, haktan yüz çevirirseniz." buyurdu.

Ben derim ki: Burada "Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik eden kimseler olun." ifadesinin genel olduğundan hareketle şahitlik anlamının mutlak olarak hakkı kapsayacak şekilde genelleştirilmesi söz konusudur.

Mecma-ul Beyan adlı tefsirde belirtildiğine göre, bazı müfessirler tarafından ifadeye şöyle bir açıklama da getirilmiştir: "Ayetin orijinalinde geçen 'in telvû' kelimesi, şahadeti değiştirir ve saptırırsanız;

'ev tu'rizû' kelimesi, şahitliği gizlerseniz anlamındadır." Mü-

190 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ellif, bu değerlendirmenin Imam Bâkır'dan (a.s) rivayet edildiğini belirtmiştir.

Nisâ Sûresi 136-147 ........................................................... 191

192 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

136- Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklığa düşmüştür.

137- Iman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir.

138- Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! 139- Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler. Onların yanında mı izzet (güç ve şeref) arıyorlar? Doğrusu izzet bütün olarak Allah'ındır.

140- O, kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut alaya alındığını işittiğinizde, bundan başka bir söze geçinceye kadar kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacaktır.

141- Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer size Allah'tan bir zafer (nasip) olursa, "Sizinle beraber değil miydik?" derler. Şayet kâfirlere bir pay çıkarsa, "Size üstünlük sağlayarak sizi müminlerden korumadık mı?" derler. Artık Allah, kıyamet günü aranızda hükme-

Nisâ Sûresi 136-147 ....................................................... 193

decek ve müminlere karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir.

142- Münafıklar Allah'ı aldatmağa çalışırlar. Oysa O, onları aldatmaktadır.

Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar.

143- Arada (imanla küfrün arasında) yalpalayıp dururlar. Ne bunlara (müminlere bağlanırlar), ne de onlara (kâfirlere). Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.

144- Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin.

Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz? 145- Şüphe yok ki münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar.

Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.

146- Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka. Işte onlar (gerçek) müminlerle beraberdirler. Allah da yakında müminlere büyük bir mükâfat verecektir.

147- Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niçin azap etsin? Allah şükrün karşılığını veren ve (her şeyi) bilendir.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

"Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba...

inanın." Burada müminlere [iman ettikleri hâlde] ikinci kez iman etmeleri emrediliyor. Bunun [ikinci kez iman etmelerine emredilmesinin]

karinesi de, ikinci imanın konusu olan "Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdigi kitaba..." ifadesindeki ayrıntıdır.

Yine teker teker sayılan bu hususların her birine iman etmeyi terk etme üzerine dile getirilen tehdit ve azap vaatleri de aslında müminlerin icmalî imanlarını söz konusu gerçekleri kapsayacak şekilde yaygınlaştırmalarına yönelik bir emir olduğuna ilişkin karinelerdir.

Çünkü bunlar birbirleriyle bağlantılı, birbirini gerektirici bilgilerdir.

194 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Söz gelimi; Allah'tan başka ilâh yoktur. En güzel isimler ve en yüce sıfatlar O'nundur. Bunlar da O'nun varlıkları yaratmasını, onları doğruluğa ve mutluluğa yöneltmesini, sonra onları hesaplaşma günü için diriltmesini gerektirmektedir. Bu ise ancak müjdeleyici ve uyarıcı peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi ile mümkündür. Peygamberlerin insanlar arasında bu kitaplar doğrultusunda hükmetmeleri ve onlara dünya ve ahirete ilişkin bilgiler, şeriat ve hüküm kurallarını öğretmeleriyle gerçekleşebilir.

Şu hâlde, bu bilgiler ve gerçeklerden sadece birine inanmak yetmez, tümüne istisnasız inanmak gerekir. Bunların bir kısmını benimseyip bir kısmını inkâr etmek açıktan yapılıyorsa küfür, gizlice yapılıyorsa münafıklıktır. Bir müminin yukarıdaki gerçeklerin bir kısmını reddetmekle sonuçlanacak bir yolu tutması da bir tür nifaktır. Müminlerin toplumundan ayrılıp kâfirlerin toplumuna katılarak onların yönetimi altına girmek ve onları dost edinmek, onların imanın ve iman ehlinin aleyhine gerçekleştirdikleri bazı girişimleri, hakkı ve hak ehlini alaya almalarını onaylamak gibi. Bu nedenle yüce Allah, bu ayetin he-men ardından münafıkların durumunu açıklayan, onlara yönelik elem verici azap tehdidini içeren bir ifadeye yer vermiştir.

Bizim bu değerlendirmemizi, ayetin zahiri desteklemektedir ve bu değerlendirme bazı tefsir bilginlerinin şu yorumlarından daha isabetlidir. "Ey zahiren Allah'a ve Elçisine inananlar ve bunu dilleriyle söyleyenler! Batınen de inanın ki, zahirinizle batınınız uyuşsun." Yine bazı tefsir bilginleri demişlerdir ki: "inanın" ifadesi, "inanmakta sebat gösterin, imanınız üzere sabit olun." demektir.

Bazılarına göre de hitap, Ehlikitap müminlerine yöneliktir. Yani, ey Ehlikitap olup da iman edenler! Allah'a, Peygamberine ve Peygamberine indirdiği kitaba, yani Kur'ân'a inanın.

Gerçi bu yorumlar, özü itibariyle doğrudurlar; ancak ifadenin akışından algıladığımız karineler farklı bir noktayı göstermektedir.

Ayrıca yukarıdaki yorumların en isabetsizi de sonuncusudur.

"Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gü-

Nisâ Sûresi 136-147 .................................................. 195

nünü inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklığa düşmüştür." Ayetin, "Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdigi kitaba ve daha önce indirdigi kitaba inanın." şeklindeki birinci kısmı, bunların tümünün bir tutulmasına yönelik bir çağrı niteliğindedir.

Çünkü bu bütünün parçaları bir bütündürler ve birbirlerinden ayrılmazlar.

Dolayısıyla ayrıntı nitelikli ikinci ifadeye yer verilmesi, tümüne inanmadan öte her birine teker teker inanmanın ve herhangi birinin inkâr edilmesiyle, koyu sapıklığa düşmenin kaçınılmazlığını açıklama amacına yönelik olması nedeni iledir. Buna göre ifadenin anlamı şöyledir: Kim Allah'ı veya meleklerini ya da kitaplarını yahut elçilerini yahut da ahiret gününü inkâr ederse... Yani, kim imanın bu cüzlerinden birini inkâr ederse, şüphesiz koyu ve uzak bir sapıklığa düşmüş olur.

Şu hâlde, ayette işaret edilen olguların cem edatı olan "vav" harfiyle birbirlerine atfedilmiş olması, onların aynı hüküm altında toplandıkları yani, tümünün aynı konu ve tek hüküm etrafında birleşmeleri anlamına gelmez. Bunu derken, ancak tümünü inkâr etmenin uzak bir sapıklığa düşmek olduğu, teker teker inkârın böyle olmadığı şeklinde bir sonucun çıkarsanmaması gerektiğini kastediyoruz. Kaldı ki, Kur'ân ayetleri, bu ayette ayrıntı şeklinde sayılan hususların her birini inkâr etmenin küfür olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir.

"İman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir." Eğer bu ayeti, öncesinden ve sonrasından kopararak ele alırsak, yüce Allah'ın onu iman edip ardından inkâr etmek, sonra tekrar inanıp ardından tekrar inkâr etmek, sonra küfrünü gittikçe arttırmak suretiyle tekrar tekrar irtidat eden mürtetlere öngördüğü cezayı ifade etmiş olur. Yüce Allah da durumları bundan ibaret olan bu adamları bağışlamamakla, bir yola hidayet etmemekle tehdit ediyor. Böyleleri için Allah'ın rahmetinden yana bir beklenti söz konusu olmaz. Çünkü iman üzere süreklilik ve sebat göstermemişlerdir, istikrarsızlık örneği sergilemişlerdir. Allah-

9
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5





196 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

'ın emrini bir oyuncak hâline getirmişlerdir. Durumu bundan ibaret olan bir kimse, doğal olarak kabul görecek ciddi bir iman üzere kalıcılık göstermez. Eğer onlar ciddi bir inanca sahip olsalardı, kuşkusuz ilâhî bağışlamanın ve hidayetin kapsamına girerlerdi. Çünkü Allah'a iman etmek suretiyle tövbe etmek bir gerçektir ve yüce Allah kullarına verdiği söz gereğince, bunu geri çevirmez. Bu hususta, "Allah'ın kabulünü üzerine aldıgı tövbe..." (Nisâ, 17) ayetini tefsirimizin dördüncü cildinin kapsamı içinde yorumlarken gerekli açıklamalarda bulunduk.

Dolayısıyla ayet, durumu bundan ibaret olan insanların doğa yasasının ve geleneğin öngördüğü [ilâhî rahmet ve bağışlanma gibi] haklardan yoksun olmalarına hükmetmektedir. Ama bu, istisnaya kapalı olmayan bir genel hükümdür. Ender rastlanan bir durum bile olsa, bun-lardan birinin iman etmesi ve iman üzere kalıcı olması, sebat göstermesi mümkündür.

Nitekim böyle bir sonucu, Kur'ân-ı Kerim'in şu ayetinden de algılayabiliriz: "Imanlarından, Resulün hak olduguna şahit olduktan ve kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zulmeden bir kavmi hidayete erdirmez... Ancak bundan sonra tövbe edenler ve salih olarak davrananlar başka. Çünkü Allah, gerçekten bagışlayandır, merhametlidir. Dogrusu, imanlarından sonra inkâr edip, sonra inkârlarını arttıranların tövbeleri kesinlikle kabul edilmez. Işte onlar, sapıkların ta kendileridir." (Âl-i Imrân, 86-90)

Görüldüğü gibi ayetler, inandıktan sonra inkâr edenlerin bir kısmına ilişkin bir istisnaya yer veriyor, bağışlama ve yol göstermenin olumsuzlaşmasına karşılık olumlanabileceğine dair bir kapı açık bırakıyor. Buna karşılık imandan sonra küfrünü arttıran kimselerin tövbelerinin kabul edilmeyeceğini vurguluyor. Ayetlerin girişi, iman ettikten, Peygamberin hak olduğuna tanıklık edip apaçık ayetleri gözleriyle gördükten sonra inkâr edenlerle ilgilidir. Böyle bir inkâr da bilinç ve inat üzere düşmanlıktan kaynaklanan irtidattır. Bu durumu arttırmak, ancak inat ve serkeşliğin kalple-

Nisâ Sûresi 136-147 .................................................... 197

rinde yerleşiklik kazanması, tuğyan [azgınlık, haddi aşmak] ve büyüklenme duygusunun nefislerinde kökleşmesi ile söz konusu olabilir.

Ki durumu bundan ibaret olan bir kişinin dönüp tövbe etmesi olacak iş değildir.

Ayeti, daha önce de söylediğimiz gibi tek başına ele alırsak, akışından çıkaracağımız sonuç budur. Ancak ayetler grubu, aynı akış bütünlüğüne sahip olup birbirleriyle bağlantılı olduklarına ilişkin bir işaret veya kanıttan da yoksun değildirler. Bu değerlendirmeye göre, "İman edip sonra inkâr eden..." ayeti, "Kim Allah'ı...

inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklıga düşmüştür." ayetinin gerekçeli açıklaması konumundadır. Bu bakımdan iki ayetin objektif karşılığı aynı olur. Ya-ni; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkâr eden kimse, inanan, sonra inkâr eden, sonra inanan, ardından tekrar inkâr eden, sonra küfrünü arttıran kimsedir. O aynı zamanda, bir sonraki ayetten başlayıp ayetler grubunun sonuna kadar durumları gözler önüne serilen münafıklardandır da: "Münafıklara, kendileri için acı bir azap oldugunu müjdele!..."

Bu durumda, "Iman edip sonra inkâr eden..." diye başlayan ifadenin anlamı, "Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine... inanın." ayetine ilişkin olarak sunduğumuz yorumlar açısından farklılık arz eder.

"Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine... inanın." ayeti, "Allah'a ve Elçisine zahiren inandığınız gibi batınen de inanın." şeklinde yorumlanırsa, bu durumda iman etme, ardından inkâr etme, sonra iman etme ve ardından tekrar inkâr etmeden maksat, münafıkların bazen müminlerle ve bazen de kâfirlerle karşılaştıklarında sürekli sergilemek durumunda kaldıkları farklı tutumlardır.

Eğer ayeti "Benimsediğiniz iman niteliği üzere kalıcılık gösterin." şeklinde açıklasak, bu durumda iman, ardından küfür... vs. durumundan maksat, bildiğimiz irtidattan sonra bir kez daha irtidat etmek olur.

198 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Eğer maksadın Ehlikitab'ın Allah'a ve Resulü'ne inanmaya çağrılması olduğunu kabul edersek, bu durumda da, iman sonrası küfür vs. ile önce Musa'ya iman etme, sonra buzağıya tapınarak onu inkâr etme, sonra Uzeyir'e veya Isa'ya inanma, ardından inkâr etme ve Hz. Mu-hammed'i (s.a.a) ve Rabbinin katından getirdiği dini inkâr etmekle küfrü artırma durumu kastedilmiş olur ki, bazıları bu yönde bir açıklama getirmişlerdir.

Şayet, bizim de tercihimiz olan, icmalî imanınızı ayrıntılarda işaret edilen gerçekleri de kapsayacak şekilde genelleştirin, yorumunu esas alırsak, bu durumda, "İman edip sonra inkâr eden..."

ayeti, daha sonra işaret edilen münafıkların durumuyla örtüşen bir gerekçeli açıklama niteliğinde olur. Ki münafıkların nitelikleri şu şekilde açıklanmıştır: "Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler." Çünkü müminlerin topluluğundan ayrılarak kâfirlerle ilişki kuran ve onlarla bütünleşen kimse onların toplantılarına katılmaktan, onlarla kaynaşmaktan, konuşmalarına katılıp fikir beyan etmekten, yüce Allah'ın razı olmadığı bazı sözlerini onaylamaktan, dini ve dindarları rencide edici, alay edici, küçümseyici değerlendirmelerinin bir kısmını tasdik etmekten kendini alamaz.

Dolayısıyla böyle bir insan, müminlerle karşılaşıp dinin herhangi bir şiarının yerine getirilmesi hususunda onlara iştirak ettiğinde, buna inanır. Kâfirlerle karşılaştığında ve onların herzelerinin bir kısmını onayladığında inkâr etmiş olur. Böylece bazen inanır, bazen de inkâr eder. Nihayet bu durum onda kalıcı bir karaktere dönüşür. Ki bu da küfürde artış demektir. Yine de Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.

Durumunda sürekli değişiklik olan, bir türlü istikrara kavuşmayan insan için tövbenin söz konusu olmamasının nedeni, yaptığına pişman olsa bile, bu pişmanlık hâli üzere sabit kalamayacak olmasıdır. Ancak tövbe eder ve tövbesinde sabit kalacak olursa, durumların değişmesiyle bu hâli sarsılmazsa, hâva ve heves kasırgaları şehevî duygularını harekete geçirmezse, elbette ki tövbesi kabul olur. Bu nedenledir ki yüce Allah, bu tür münafıkların kabul

Nisâ Sûresi 136-147 ................................................... 199

gören tövbelerini çeşitli koşullara bağlamıştır ki, değişim ve dönüşüme uğramasın. Örneğin, aşağıdaki istisna cümlesinde şöyle buyurmuştur: "Ancak tövbe edenler, (hâllerini) ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka."

"Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler..." Bu ifade, münafıklara yönelik bir tehdittir. Burada onlar, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler olarak nitelendiriliyorlar. Bu niteleme, kalpleri inanmayan;

ancak mümin gibi görünen münafıkları kapsadığı, onlarla en fazla örtüştüğü gibi, aynı zamanda, ta Resulullah (s.a.a) döneminden beri mümin olup da kâfirleri dost tutan, müminler topluluğundan kopan, gizlice kâfirlerle iletişim kuran ve onlardan sırdaşlar edinen bir grubu da kapsamaktadır.

Bu değerlendirme, söz konusu münafıklarla, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinen bir grup müminin kastedilmiş olması ihtimalini az da olsa güçlendirmektedir. Hemen devamındaki ayetin zahiri de bunu destekler niteliktedir: "O, kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildigini... işittiginizde... kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Çünkü bu açıklama, münafıklara yönelik bir tehdittir, ancak hitap müminleredir.

Bunu, yüce Allah'ın onların nifak içindeki durumlarını tasvir ederken kullandığı şu ifade de desteklemektedir: "Allah'ı da pek az anarlar." Böylece az da olsa Allah'ı andıkları vurgulanıyor. Bu ise, kalpleri kesinlikle inanmamış münafıkların durumuyla örtüşmekten uzak bir nitelemedir.

"Onların yanında mı izzet arıyorlar? Doğrusu izzet bütün olarak Allah'ındır." Mevcut veriyi inkâra dönük bir sorudur bu. Ardından inkârın içerdiği cevap ifade ediliyor. Çünkü şeref ve üstünlük egemenliğin, mülk sahibi oluşun bir ayrıntısıdır. Mülk ve egemenlikse, sadece Allah'ındır: "De ki: Allah'ım, (ey) mülkün (egemenligin) sahibi, diledigine mülkü (egemenligi) verirsin, dilediginden mülkü (egemenligi) çekip-alırsın; diledigini aziz kılar, diledigini alçaltırsın." (Âl-i Imrân, 26)

200 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

"Kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut alaya alındığını işittiğinizde... kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz..." Bununla En'âm suresindeki şu ifadeler kastediliyor: "Ayetlerimiz hakkında alaylı konuşmaya dalanları gördügünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eger şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler toplulugu ile oturma." (En'âm, 68) Bilindiği gibi En'âm suresi Mekke döneminde, Nisâ suresi de Medine döneminde inmiştir. Tefsirini sunduğumuz ayetin, En'âm suresindeki ayete işaret ediyor olmasından şu sonucu algılıyoruz: Kur'ân'da bazen hitap özel olarak Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltilir; ama onunla ümmetin geneli kastedilir.

"yoksa siz de onlar gibi olursunuz." ifadesi, öncesindeki yasağın, yani onlarla oturmayı yasaklayan ifadenin gerekçesi konumundadır.

Şöyle ki biz size bunu yasakladığımız için onlarla oturmamalısınız.

Çünkü siz -buna rağmen- onlarla oturursanız, onlar gibi olursunuz.

"Dogrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacaktır." ifadesi ise, işin sonucu yani, cehennemde toplanma açısından bir benzerliğin olduğunu vurgulamaya yöneliktir.

"Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer size Allah'tan bir zafer (nasip) olursa..." Ayette geçen "yeterebbesûne" kelimesinin mastarı olan, "tarabbus" kelimesi "beklemek, gözetlemek" demektir.

"Nestehviz" kelimesinin mastarı olan "istihvaz" ise, üstünlük sağlayıp musallat olma anlamını ifade eder.

Bu da münafıklara ait bir diğer niteliktir. Çünkü onlar hem müminlerle, hem de kâfirlerle bağlarını korumaya, ilişkilerini sürdürmeye özen gösteriyorlardı. Iki grubu kolluyorlardı, hangisinin durumu iyiyse ondan yararlanıyorlardı. Eğer müminlere fetih nasip olmuşsa, "Biz sizinle beraberdik. Elde ettiğiniz ganimet gibi şeylerde bizim de payımız vardır." derlerdi. Şayet kâfirlere bir pay çı-

Nisâ Sûresi 136-147 ................................................... 201

karsa, "Size üstünlük sağlamadık mı, sizi müminlere karşı savunmadık mı?" derlerdi. Yani sizi, onların inandıkları şeylere inanmaktan alıkoyduk; onlarla birleşmenize engel olduk. Şu hâlde, sizin elde ettiğiniz kazançta bizim de payımız vardır. Ya da bizim sizin üzerinizde minnet hakkımız var. Çünkü bu şeylerin elde edilmesini biz sağladık.

Müfessirlerden bazıları şöyle demişlerdir: Yüce Allah bu ayette müminlere vaat edilenin zafer olduğunu vurgulamak amacıyla, onların başarılarını "zafer" kavramıyla tanımlamıştır; kâfirlerin elde ettikleri sonuçların önemsizliğini bildirmek için de, onların mevziî başarılarını "pay" olarak nitelemiştir. Çünkü yüce Allah, müminlere fetih bahşedeceğini ve onların velisi olduğunu vaat ettikten sonra, kâfirlerin elde ettikleri mallar bir değer taşımamaktadır. "Pay"ın değil de "zafer"in Allah'a nispet edilişi de bu yüzden olsa gerektir.

"Artık Allah, kıyamet günü aranızda hükmedecek ve müminlere karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir." Bütün münafıkları ve kâfirleri de kapsamakla beraber, hitap bütün müminlere yöneliktir. "Müminlere karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir."

ifadesi ise, ahirette hükmün kâfirlerin aleyhine ve müminlerin lehine olacağını belirtmektedir. Bunun aksi hiçbir zaman olmayacaktır. Aslında bu açıklama münafıklar açısından ümit kırıcı bir karamsarlıktır. Öyleyse münafıklar karamsar olsunlar, üzülsünler. Çünkü sonunda müminler kâfirlerden üstün olacaklardır, onlara galip geleceklerdir.

Yol vermeme şeklindeki olumsuzlamanın, hem dünyayı, hem de ahireti kapsıyor olması da mümkündür. Buna göre müminler, imanlarının gereklerini yerine getirdikleri sürece, Allah'ın izniyle daima galip gelirler. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sakın gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın. Eger mümin iseniz, üstün olan sizsiniz." (Âl-i Imrân, 139)

"Münafıklar Allah'ı aldatmağa çalışırlar. Oysa O, onları aldatmaktadır." Ayetin orijinalinde geçen "yuhadiûne" fiilinin mastarı "muhadaa" kelimesi, "Hûd'a" kökünden aldatma eyleminde çok-

202 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

luğu veya şiddeti ifade eder. [Yani "yuhadiûne" fiili ile "yehdeûne" fiilinin sadece çokluk ve şiddet hususunda birbiriyle farkı vardır.] Çünkü kelime yapısında harf artışı, anlam artışına delâlet eder [aynı anlamı ifade eden ancak birinin harfi diğerinden fazla olan kelimelerde bu kural geçerlidir].

"Oysa O, onları aldatmaktadır..." ifadesi, cümle içinde gramer açısından "hâl" fonksiyonunu görür. Yani, Allah onları aldattığı hâlde, onlar Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Dolayısıyla ifadenin anlamını şu şekilde yorumlamak gerekir: Bunlar görünürde iman olarak beliren nifak menşeli amelleriyle, müminlerin toplantılarına katılmaları, onlarla birlikte görünmeleri gibi davranışlarıyla Allah'ı, diğer bir ifadeyle Peygamberi (s.a.a) ve müminleri aldatmak istiyorlar. Iman görünümlü ve gerçeklikten yoksun amelleriyle onlardan çıkar sağlamaya çalışıyorlar. Oysa, onları bu tür amellerle baş başa bırakanın, onları bu gibi davranışlardan alıkoymayanın yüce Allah olduğunu kavrayamıyorlar. Bu, Allah'ın onları aldatması, kötü niyetlerinden ve çirkin amellerinden dolayı onları cezalandırmasıdır. Dolayısıyla onların Allah'ı aldatmaya çalışmaları, bizzat Allah'ın onları aldatmasıdır.

"Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar." Münafıklara ilişkin niteliklerden bir başkası da, namaza kalktıkları zaman üşenerek ve insanlara gösteriş yapmak için kalkmalarıdır. Namaz, içinde Allah- 'ın anıldığı en üstün ibadetlerden biridir. Eğer onların kalpleri Rablerine bağlı olsaydı, O'na inansaydı, Allah'a ve O'nu zikretmeye yönelirken tembellikleri, üşengeçlikleri, ağırdan almaları tutmazdı.

Amellerini insanlara gösteriş yapmak için yerine getirmezlerdi.

Sonuçta da kalp bağlılığının ve gönül meşguliyetinin, ilgililiğinin bir göstergesi olarak Allah'ı çokça anarlardı.

"Arada (imanla küfrün arasında) yalpalatılıp dururlar. Ne bunlara (müminlere bağlanırlar), ne de onlara (kâfirlere)..." Mecma-ul Beyan adlı tefsirde deniliyor ki: "Araplar derler ki: 'Zebzebtuhu fezebzebe' Yani, sallayıp hareket ettirdim, o da salınıp hareket etti.

Nisâ Sûresi 136-147 ........................................................ 203

Şu hâlde, fiil, havada asılı duran bir şeyi sallamak anlamını ifade eder." Mecma-ul Beyan'dan aldığımız alıntı burada son buldu.

Buna göre, "muzebzeb", bir şeyin iki taraftan birine bağlanmaksızın aralarında gidip gelmesi, yalpalayıp sallanması demektir.

Işte bu, münafıkların özelliğidir. Bunların arasında, yani iman ve küfür arasında yalpalayıp dururlar. Ne gerçek bir mümin gibi sadece müminlere bağlanırlar, ne de gerçek bir kâfir gibi sadece kâfirlere."

"Allah'ın şaşırttıgı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın."

Bu ifade, bundan önce, arada yalpalayıp duran münafıklara ilişkin değerlendirmenin açıklaması ve gerekçesi niteliğindedir. Buna göre, onların taraflardan birine tam olarak bağlanmaksızın arada bocalayıp durmalarının sebebi, yüce Allah'ın onları şaşırtması, yoldan uzaklaştırmasıdır. Onların dönüp izleyecekleri bir yol yoktur.

Aynı gerekçeyledir ki, onlar hakkında "mütezebzibîn=yalpalayaıp duranlar" ifadesi yerine "müzebzebîn=yalpalayıp durmaya maruz bırakılanlar" ifadesi kullanılmıştır.

Demek isteniyor ki: Onlar bu tür bir sallanmaya, ilâhî kahır sonucu maruz kalmışlardır. Bu hareketleri tatmin edici değişmez bir hedefe yönelik değildir.

"Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin... Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın." Ayette geçen "sultan" kelimesi, kanıt ve belge demektir. "ed-Derek" -bazen de "ed-derk" olarak okunur- kelimesi ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî şunları söyler:

"Derek" kelimesi, "derec" kelimesiyle aynı anlamı ifade eder. Fakat, "derec"de yukarı doğru yükseliş esas alınırken, "derek"de aşağıya doğru alçalış esas alınır. "Cennet dereceleri" ve "Cehennem derekeleri" ifadelerinde, kelimelerin bu özellikleri esas alınmıştır.

Aynı şekilde cehenneme yuvarlanışın tasviri açısından "haviye" niteliği kullanılmıştır. [Haviye de "hüviyy" kökünden düşüşü ifade eder.] Ra-gıp'tan aldığımız alıntı burada son erdi.

Görüldüğü gibi ayet, müminlerin kâfirleri dost tutup müminle-

204 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

rin dostluğunu terk etmelerini yasaklıyor. Ikinci ayet ise, münafıklara yönelik sert bir tehdit içermek suretiyle bu yasağı gerekçelendiriyor.

Bunun nedeni, yüce Allah'ın bu davranışı nifak olarak değerlendirmesidir.

Müminleri bu yüzden böyle bit tutumdan sakındırıyor.

Ayetlerin akışı bize gösteriyor ki, "Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin." ifadesi, önceki açıklamalardan çıkan bir sonuç ya da onlara ilişkin bir ayrıntı konumundadır. Ayetin bu kanıtsallığı, bir bakıma açık bir dille şunun söylenmiş olması hükmüne geçer: Önceki ayetlerde, müminler içinde hasta kalpli ve zayıf imanlı kimselerin durumu gözler önüne serildi. Ve onlarla ilgili olarak münafıklar nitelemesi kullanıldı. En azından münafıklar nitelemesinin kapsamına onların da girdiği vurgulandı. Ardından, bu yasak alana yaklaşmamaları ve Allah'ın öfkesine maruz kalmamaları hususunda müminlere öğüt verildi. Ta ki onlar, kendi aleyhlerine olmak üzere Allah'a açık bir kanıt vermiş olmasınlar.

Aksi takdirde O, onları dünya hayatında şaşırtır, aldatır ve iki taraf arasında sallandırır. Sonra durumu bundan ibaret olanların tümü ile kâfirleri cehennemde bir araya getirir. Ardından onları ateşin en alt tabakasına yerleştirir. Onlarla, yardım edecek ve şefaat edecek herkesin arasını ayırır.

Yukarıda üzerinde durduğumuz bu iki ayetten sırasıyla şu hususlar anlaşılıyor:

Birincisi: Saptırma, aldatma ve bunlar gibi ilâhî gazapların tümü, her şeyden önce kulların amellerinden kaynaklanan apaçık bir kanıttan dolayı belirginleşir. Bu, mukabelede bulunma ve amelin karşılığını verme ilkesine dayalı olarak gerçekleşen bir yüz üstü, yardımsız bırakma durumundan başka bir şey değildir. Haşa, yüce Allah, onlar tarafından gerektirici bir amel olmaksızın insanlara kötülükle muamele etmekten, onları bedbaht kılmaktan münezzehtir, yücedir. Bu bakımdan, "Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?" ifadesi, "Onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26) ifadesiyle aynı anlamı vurgulamaya yöneliktir.



Nisâ Sûresi 136-147 ........................................................ 205

İkincisi: Cehennemde cehennemlikler için mertebeler vardır.

Bun-lar alçaklık düzeyleri itibariyle farklılık arz ederler. Doğal olarak mertebe alçaldıkça azabın şiddeti de artar. Yüce Allah bunlara "dereke" adını verir.

"Ancak tövbe edenler, (hâllerini) ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka." Bu ifade, "Şüphe yok ki münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar..." cümlesinde, münafıklara yönelik olarak yer verilen azap tehdidinden bir istisnadır.

Bunun kaçınılmaz sonucu da onların münafıklar topluluğundan ayrılıp müminler safına katılmalarıdır. Bu yüzden istisnanın devamında onların müminlerle beraber olduğundan söz edilmiş, bütün müminlerin sevaba nail olacakları belirtilmiştir: "İşte onlar (gerçek) müminlerle beraberdirler. Allah da yakında müminlere büyük bir mükâfat verecektir."

Bu arada yüce Allah, münafıklardan istisna ettiği bu kimseler hakkında birkaç ağır nitelik zikretmektedir. Nifakın kökleri ancak bu niteliklerle kazınabilir çünkü. Başta tövbeden söz ediliyor, Allah- 'a dönmekten yani. Ama uslanmadıkça, nefiste ve amelde bozulan unsurlar ıslah olmadıkça, kişilik ve davranışları düzelmedikçe, tek başına dönmek ve tövbe etmek yetmez. Allah'a sımsıkı sarılıp yapışmadıkça, yani Kitabına ve Peygamberinin (s.a.a) sünnetine tâbi olmadıkça, ıslah olmak da kâr etmez. Çünkü Allah'a gitmek için O'nun belirlediğinden başka yol yoktur. O'nun belirlediğinin dışındaki yollar şeytana aittir.

Ancak, dini sırf Allah'a özgü kılmadıkça, Allah'a sarılmak da -ki Allah'a sarılmak dinin kapsamı içindedir- fayda vermez. Çünkü şirk, zulümdür; affedilmez, bağışlanmaz. Bunlar tövbe edip Allah'a dönerlerse, bütün bozukluklarını ıslah ederlerse, Allah'a sarılırlarsa ve dinlerini sırf Allah'a özgü kılarlarsa, bu durumda mümin olurlar;

imanları şirk lekesinden arınır, nifaktan yana güvencede olup doğru yolu bulurlar. Yüce Allah, bir ayette şöyle buyurmuştur: "Işte güven onlarındır ve dogru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82)

Ayetin akışından anladığımız kadarıyla, müminlerden maksat,

206 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

imanlarında samimi salt müminlerdir. Yüce Allah onları tövbe edenler, hâllerini ıslah edip düzeltenler, sımsıkı Allah'a sarılanlar ve dinlerini Allah'a özgü kılanlar olarak tanımlamıştır. Bu nitelikler, yüce Allah'ın kitabında, onlarla ilgili olarak sıraladığı tüm ayrıntıları da kapsayacak mahiyettedir. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Gerçekten müminler kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler..." (Mü'minûn, 1-3) "Rahmanın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde mütevazi olarak yürürler ve cahiller kendilerine laf attıgında 'Selâm' derler. Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyama durarak geçirirler..." (Furkan, 63-64) "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdigin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisâ, 65)

Kur'ân'da mümin niteliği, aksini gösteren bir karineyle kayıtlı olmaksızın mutlak olarak kullanıldığında yukarıdaki tabloda tasvir edilen anlamı ifade eder.

Yüce Allah, "İşte onlar, (gerçek) müminlerle beraberdirler."

buyurmuş; buna karşın, "Onlar müminlerdendir." buyurmamıştır. Bunun nedeni şudur: Onlar ilk başta bu nitelikleri gerçekleştirmek suretiyle müminlere katılmayı hakkediyorlar, ama bu nitelikler onlar üzerinde kalıcı birer vasfa dönüşmedikçe onlardan olamazlar. Ne demek istediğini artık varın siz anlayın!

"Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niçin azap etsin?" Ayetin zahiri gösteriyor ki, hitap müminlere yöneliktir. Çünkü ayetlerin akışı, onlara yönelik hitap üzere sürüyor. Onlara bu şekilde hitap ediliyor ve büsbütün imandan soyutlanmışlar gibi iman nitelikleri görmezlikten geliniyor. Çünkü, bu tarz hitapların özelliği budur.

Bu, yüce Allah'ın onlara azap etmeye ihtiyacının olmadığından kinayedir. Demek isteniyor ki: Onlar, şükretmeyi ve inanmayı terk etmek suretiyle azabı hakketmezlerse, yüce Allah onlara azabı ge-

Nisâ Sûresi 136-147 ................................................... 207

rekli kılacak değildir. Çünkü onlar azabı gerektirici davranışları tercih etseler bile, Allah'ın bu azaptan bir yararı söz konusu olmaz. Onların varlığı Allah'a zarar vermez ki, azap yoluyla onları bertaraf etme, kendisinden defetme yönüne gitsin. Buna göre şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Siz, gereken hakkını vermek suretiyle Allah'ın bahşettiği nimetlere karşı şükrettiğiniz ve ona iman ettiğiniz sürece, size azabı gerektiren bir durum olmaz. Allah, şükrün karşılığını verendir; kendisine şükredenler ve inananlara karşılığını verir ve (her şeyi) bilendir; onları başkalarıyla karıştırıp yanlışlık yapmaz."

Bu ayet gösteriyor ki, azaba duçar olanların çarpıldıkları azap onların kendilerinden kaynaklanıyor, Allah'tan değil. Yine azabı gerektirici sapıklık, şirk ve günah gibi olgular için de aynı durum geçerlidir.

Eğer bunlar, Allah'tan olsalardı, bunların gereği olarak gündeme gelen azap da O'ndan olurdu. Çünkü müsebbep, sebebin dayandığı kaynağa dayanır.

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Ayyâşî'de, Zürare, Hamran ve Muhammed b. Müslim Imam Bâkır (a.s) ve Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Iman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârları artmış olan kimseleri..." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduklarını rivayet ederler: "Bu ayet, Osman'ın Mısır'a gönderdiği Abdullah b. Ebi Sarh hakkında inmiştir. Sonra bu adamın orada küfrü artmış, sonunda iman namına bir şeyi kalmamıştı." [c.1, s.280, h:287]

Yine aynı eserde, Ebu Basir'den şöyle rivayet edilir: Imam Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini işittim: "Iman edip sonra inkâr eden...

ayeti, şarap içmenin haram olduğunu söyleyip sonra şarap içen, zinanın haram olduğunu söyleyip ardından zina eden, zekât vermenin farz olduğunu söyleyip de vermeyen kimseler hakkında inmiştir." [c.1, s.280, h:289]

208 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Ben derim ki: Bu rivayette, ayetin küfrün tüm mertebelerine genelleştirilmesi esas alınmıştır. Küfrün bir mertebesi de farzları terk etmek ve haramları işlemektir. Bu, aynı zamanda önceki açıklamaları da destekler mahiyettedir.

Aynı eserde, Muhammed b. Fudayl aracılığıyla Imam Rıza'dan (a.s), "O, kitapta size şöyle indirmişti ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildigini... işittiginizde... kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Bir adamın hakkı inkâr ettiğini, hakkı yalanladığını, hak ehline dil uzattığını duyduğun zaman, hemen yanından kalk, onunla birlikte oturma." [c.1, s.280, h:290]

Bu anlamı destekleyen birçok rivayet vardır. Uyûn-i Ahbar-ir Rıza (a.s) adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Salt Harevi aracılığıyla Imam Rıza'dan (a.s), "Allah...

müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Yani, yüce Allah müminlere karşı kâfirlere bir kanıt, bir hüccet vermeyecektir. [Dolayısıyla ayetteki "yol"dan maksat, kanıt ve delildir.] Yüce Allah, kâfirlerin kendilerine gönderilen elçileri haksız yere öldürdüklerini haber vermiştir.

Onların peygamberlerini haksız yere öldürmelerine rağmen, yüce Allah, onlara peygamberlere karşı kullanabilecekleri bir hüccet vermemiştir." [c.2, s.204]

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Cerir Hz. Ali'den (a.s), "ve müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Yani, [müminlere karşı kâfirlere] ahirette [yol vermeyecektir]."

Ben derim ki: Daha önce, ifadenin zahirinin ahirete işaret ettiğini belirtmiştik. Fakat cümleyi öncesinden ve sonrasından bağımsız olarak ele alırsak, dünya hayatındaki kanıtı da kapsayacak şekilde genellik kazanır.

Uyûn-u Ahbar-ir Rıza adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Hasan b. Faddal'dan şöyle rivayet eder: Imam Ali b. Musa Rıza'dan (a.s) "Münafıklar Allah'ı aldatmaga çalışırlar. Oysa O, onları aldat-

Nisâ Sûresi 136-147 .................................................. 209

maktadır." ayetini sordum. Imam şöyle buyurdu: "Yüce Allah aldatma eylemine baş vuracak değil. Ancak kendisini aldatmak isteyen bu münafıkları, aldatma yönündeki girişimlerine karşılık cezalandıracaktır."

Tefsir-ul Ayyâşî'de Mes'ade b. Ziyad'dan, o da Cafer b. Muhammed'den, o da babasından şöyle rivayet eder: Resulullah'a (s.a.a), "Yarınki (ahiretteki) azaptan kurtulmak için ne yapmak gerekir?" diye soruldu. Buyurdu ki: "Kurtuluş, Allah'ı aldatmamanızdır. Aksi takdirde O, sizi aldatır. Çünkü bir kimse Allah'ı aldatırsa, Allah onu aldatır; iman niteliğini üzerinden çekip çıkarır. Böyle biri gerçekte, eğer farkına varırsa, kendisini aldatmış olduğunu görür."

Birisi dedi ki: "Allah nasıl aldatılır?" Buyurdu ki: "Adam Allah'ın emrettiklerini yapar, fakat onunla başka birini amaçlar. Allah'tan korkun, riyadan da kaçının. Çünkü riya, Allah'a ortak koşmaktır. Riyakâr insan, kıyamet günü dört isimle çağrılır: Ey kâfir! Ey günahkâr! Ey hain! Ey hüsrana uğramış! Boşa gitti amellerin, yok oldu ecrin. Bugün sana bir pay yok. Git ecrini, kimin için amel ettiysen ondan iste." [c.1, s.283, h.295]

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu'l Muaza Hassaf'tan merfu olarak şöyle rivayet eder: Emir-ül Müminin Ali (a.s) buyurdu ki: "Kim Allah'ı gizlice anarsa, O'nu çok anmış olur. Münafıklarsa, Allah'ı açıktan anarlar ve gizlice anmazlardı. Bu yüzden yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: Insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.501, h.2]

Bu rivayette Allah'ı az zikretmeye, anmaya ilişkin son derece latif, incelikli bir diğer anlam sunuluyor.

ed-Dürr-ül Mensûr'da, Ibn-i Münzir Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Takva ile beraber işlenen bir amel az olmaz. Kabul gören bir amel az olur mu hiç?"

Ben derim ki: Bu da incelikli ve latif bir anlamdır. Özü itibariyle, önceki rivayetin içeriğine dönüktür.

210 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Aynı eserde Müslim, Ebu Davut ve Beyhaki -kendi Süneninde- Enes'ten ["Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar..." ayeti hakkında] şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "İşte bu, münafıkların namazıdır. Münafık yerinde oturur ve güneşi gözetler. Güneş şeytanın boynuzları arasına gelince, yerinden kalkar ve dört kere yeri gagalar gibi başını yere değdirir. O sırada da Allah'ı çok az zikreder."

Ben derim ki: Bu hadiste, Allah'ı az zikretmenin ifade ettiği bir diğer anlama işaret ediliyor. Çünkü namaz kılan bu gibi kişilerin zikri sadece namaza kalkarak Allah'a yönelmekten ibarettir. Oysa huzur-i kalp, gönül rahatlığı, tam bir sükûnet ve güvenceyle namaz kılarak Allah'ı anmaya dalmaları mümkündür.

Hadiste geçen, güneşin şeytanın boynuzları arasına gelmesi ifadesi ile, batı ufkuna doğru batmaya yüz tutuşu kastedilmiştir. Bu ifadede gece ve gündüz, Âdem oğlunu dürtükleyen ya da gece gündüzde kendini ona gösteren şeytanın iki boynuzuymuş gibi tasvir ediliyor.

Aynı eserde, Abd b. Hamid, Buharî kendi Tarihinde, Müslim, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir, Ibn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Münafık iki sürü arasında şaşırıp kalan (tek gözü kör) bir koyuna benzer. Bazen ona, bazen buna uyar; hangisini izleyeceğini bilmez."

Aynı eserde, Abdurrezzak, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebu Hatem ve Ibni Mürdeveyh, Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Kur'ân'ın her neresinde 'sultan' kelimesi geçiyorsa, hüccet, kanıt anlamını ifade eder."

Yine aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Mervezi -Zevaid-uz Zuhd adlı eserde- ve Ebu Şeyh b. Hibban, Mekhul'dan şöyle rivayet ederler: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu haber aldım: "Allah'ın kulu kırk gün dini Allah'a özgü kılmış ihlâslı biri olarak uyanırsa, kalbinden diline doğru hikmet pınarları fışkırır."

Ben derim ki: Bu hadis meşhurdur. Aynı lafızlarla veya aynı anlamı ifade eden başka lâfızlarla birçok rivayet kanalından aktarıl-

Nisâ Sûresi 136-147 ............................................................ 211

mıştır.

Aynı eserde belirtildiğine göre Hakim, Tirmizi -Nevadir-ul Usul adlı eserde- Zeyd. b. Erkam kanalıyla Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kim içtenlikle, ihlâslı olarak 'la ilâhe illallah' (Allah'tan başka ilâh yoktur) derse, cennete girer." Orada bulunanlar dediler ki: "Ya Resulullah, bunda ihlâsın belirtisi nedir?" Buyurdu ki: "Bu sözün, söyleyen kişiyi haramlardan kaçındırmasıdır."

Ben derim ki: Aynı anlamı içeren (müstefiz haddinde) birçok rivayet vardır. Gerek Ehlisünnet, gerekse Şiî kaynaklarda Resulullah'tan (s.a.a) ve Ehlibeyt Imamlarından (a.s) rivayet edilmiştir. Inşallah yeri gelince, naklolan bu rivayetlerin geneli üzerinde duracağız.

Bu ayetlerin iniş sebepleri bağlamında, birbirinden farklı değişik rivayetler aktarılmıştır. Daha çok uyarlama ve somut bir olguyla örtüştürme türünden rivayetler oldukları için, -gerçi doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir- burada yer vermeyi uygun görmedik.

212 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Nisâ Sûresi 148-149 ....................................................... 213

148- Allah kötü sözün söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah işitendir, bilendir.

149- Bir iyiliği açığa vurur veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü (açığa vurmayarak) affederseniz, (bilin ki) Allah da affedicidir, (her şeye) güç yetirendir.

AYETLERIN AÇIKLAMASI

"Allah kötü sözün söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka." Ragıp el-Isfahanî el-Müfredat adlı eserinde "el-cehr" maddesi ile ilgili olarak şunları söyler: "Bir şeyin görme veya işitme organı açısından aşırı bir şekilde zahir oluşu, açığa çıkışı 'cehere' fiiliyle ifade edilir. Görme duyusunu baz alırsak; Araplar, 'reeytuhu ciharen=onu açık bir şekilde gördüm.' derler. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız.' [Bakara, 55] 'Bize Allah'ı apaçık göster.' [Nisâ, 153]" Ragıp devamla şöyle der: "Işitme duyusu açısından kelimenin kullanımına da şu ayeti örnek gösterebiliriz: 'Aranızdan sözü gizleyen de, onu açık söyleyen de... birdir.' [Ra'd, 10]" Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.

Kötü söz, beddua, birine onda olan ve olmayan ayıplar ve kötülüklerle sövmek gibi insanı inciten, rahatsız eden sözler demektir.

Işte bunların hiçbirinin açıktan söylenmesini, açığa vurulmasını yüce Allah sevmez. Bilindiği gibi yüce Allah, biz insanların veya bizimle aynı duyguları paylaşan diğer canlıların sahip oldukları tür- Nisâ Sûresi 148-149 ....................................................... 213

den bir sevgiden ve buğzdan (nefretten) münezzehtir. Ancak emir ve yasak olguları, bizim açımızdan, doğamız gereği sevgi ve buğzdan kaynaklandıkları için, isteme ve istememe yani emretme ve yasaklamadan kinaye olarak sevgi ve buğz ifadeleri kullanılmıştır.

Dolayısıyla, "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez." ifadesi, haramlığı ve keraheti kapsayacak şekilde teşriî sevmemeden kinayedir.

"Ancak haksızlıga ugrayan başka." ifadesi, munkatı (kopuk) istis-nadır. Yani, haksızlığa uğrayan kimsenin, kendisine haksızlık eden kimse hakkında, haksızlığıyla ilgili olarak kötü sözü açıkça söylemesinin bir sakıncası yoktur. Bu, haksızlığa uğrayan kişinin ancak haksızlık edenin zulmünü açıklayıcı, haksızlıkla ilgili kötülüğünü ortaya çıkarıcı nitelikte kötü söz söyleyebileceğine ilişkin bir karine konumundadır. Fakat, bunun ötesine geçerek haksızlık eden kimsede olmayan kötülükleri saymak ya da yaptığı haksızlıkla ilgisi olmayan başka şeylerden söz etmekle ilgili olarak ayette bunun caiz olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur.

Tefsir bilginleri, "kötü söz" ifadesi ile, neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazısına göre, bundan maksat, bedduadır. Bazısı, haksızlık yapanın zulmünü ve tecavüzünü zikretmektir, demişlerdir vs. Fakat bunların tümü de ayetin mutlak ifadesinin kapsamı içindedir. Dolayısıyla genel ifadeyi, bunlardan birine özgü kılmayı gerektirici bir durum söz konusu değildir.

"Allah işitendir, bilendir." ifadesi, "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez." cümlesinden algılanan yasağı pekiştirir mahiyettedir. Yani, zulme uğramış bir kimsenin dışındakilerin açıkça kötü söz söylemeleri uygun düşmez. Çünkü Allah işitendir, sözleri işitir; bilendir, söylenen sözleri bilir.

"Bir iyiliği açığa vurur veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü (açığa vurmayarak) affederseniz, (bilin ki) Allah da affedicidir, (her şeye) güç yetirendir." Bu ayet, önceki ayetle bir şekilde bağlantılıdır. Çünkü,

214............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

nimetleri bahşeden birinin insana yaptığı nimet bağışına karşılık teşekkürün bir ifadesi olarak hayır sözünü açıktan söylenmesini, kötü sözün ve zulmün affederek zalime karşı kötü sözü açıktan söylenmemesini kapsamaktadır.

İyiyi açığa vurmak, onu görünür şekilde yapmaktır. Hakkeden birine açıktan infak etmek gibi. Her maruf davranışı da bu kapsama alabiliriz. Çünkü, bu tür davranışlarda din sözünün yüceltilmesi ve insanların maruf davranışlara teşviki söz konusudur. Ya da sözlü olarak açığa vurmaktır. Bir nimeti verene açıktan teşekkür etmek ve sözlü olarak ondan iyilikle söz etmek gibi. Bu da kadirbilirliğin ve nimet ehlini teşvik etmenin ifadesidir.

İyiliği gizlemek ise, maruf fiilleri gizlice yapmak demektir. Ki riyadan iyice uzak ve ihlâsa iyice yakın olsun. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eger gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır ve sizin günahlarınızdan bir kısmını kapatır." (Bakara, 271)

Kötülüğü affetmek, sözlü olarak onun üzerini örtmektir. Bir insanın kendisine haksızlık edenin haksızlığından söz etmemesi, onu insanlar arasında rencide etmemesi, açıktan açığa ona kötü bir söz söylememesi gibi; fiilî olarak da ona, kötü bir karşılıkta bulunmaması, caiz olmasına karşın ondan öç almamasıdır. Yüce Allah zalimlerden öç almanın caiz olduğu hususunda şöyle buyurmuştur:

"Size zulmedene siz de zulmettigi kadarıyla karşılık verin. Allah'tan korkun." (Bakara, 194) "Allah affedicidir, (her şeye) güç yetirendir." ifadesi, müsebbep yerine konulmuş sebep konumundadır. Bu açıdan ifadenin takdirî açılımı şöyle olur: Eğer kötülüğü affederseniz, Allah'ın kemal sıfatlarından biriyle sıfatlanmış olursunuz. -Kötülüğe karşılık verme gücüne sahip olmakla beraber onu affetmek yani.- Çünkü yüce Allah, her şeye gücü yeten olduğu hâlde affedicidir. Şu hâlde bir ceza, ancak bazı koşulları itibariyle ceza olma niteliğini kazanır. Iyiliği açıktan yapmak veya gizliden yapmak, yani her hâlükârda iyilik etmek de ulu Allah'ın bir vasfıdır. Ayetin bu hususa i-

Nisâ Sûresi 148-149 .................................................... 215

lişkin bir işaret barındırıyor olması ihtimal dışı değildir.

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle bir değerlendirmeye yer veriliyor: "Yüce Allah, intikam amacıyla açıkça sövmeyi, kötü söz söylemeyi sevmez. Ancak haksızlığa uğrayan hariç. Böyle bir kimsenin dinde öç almanın caiz olduğu bir hususta, kendisine haksızlık edenden öç almasında bir sakınca yoktur. Bu görüş, Imam Bâkır'- dan (a.s) rivayet edilmiştir."

Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu'l Carud kanalıyla Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Kötü sözü açıkça söylemek, bir insanda olan kötülükleri anlatmaktır." [c.1, s.283, h:297]

Tefsir-ul Kummî'de deniyor ki: "Bu ayetin tefsirine ilişkin bir diğer hadis şöyledir: Bir adam yanına gelse, sende olmayan birtakım iyiliklerden söz etse, seni övse, yapmadığın salih amelleri sıralasa, sakın bunu kabul etme ve onu yalanla. Çünkü o sana zulüm etmiştir."

Tefsir-ul Ayyâşî'de müellif kendi rivayet zinciriyle Fadl b. Ebu Kurra'dan, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlıga ugrayan başka."

ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bir kimse bir topluluğu konuk etse, ancak onları konuk ederken kötü davransa, o kimse haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla konukların onun aleyhinde konuşmalarının bir sakıncası yoktur." [c.1, s.283, h:296]

Ben derim ki: Aynı hadis, Mecma-ul Beyan adlı tefsirde Imam Sadık'tan (a.s) mürsel olarak [râviler zincirine yer vermeksizin] rivayet edilmiştir. Ehlisünnet kaynaklarında da Mücahid'den rivayet edilir. Bu rivayetler, ayetten de algıladığımız gibi, hükmün genelliğine delâlet ederler.

216 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Nisâ Sûresi 150-152 ........................................................

150- Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberleri arasında ayırım yapmak isteyip "Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz"' diyenler ve bu ikisinin (iman ile küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler,

151- İşte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.

152- Allah'a ve peygamberlerine inananlar ve onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayanlar, işte Allah yakında onlara mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

AYETLERIN AÇIKLAMASI

Surenin akışının bu yerinde, bir parantez açılıyor ve Ehlikitab'ın durumuna göz atılıyor, küfürlerinin gerçek kaynaklarına açıklayıcı işaretler yöneltiliyor, kimi haksızlıklarına, günahlarına ve bozguncu sözlerine ilişkin açıklamalara yer veriliyor.

"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler" Bu ifadeyle, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan Ehlikitap topluluklar kastediliyor. Çünkü Yahudiler Hz. Musa'ya (a.s) inanırlar, ama Hz. Isa'nın (a.s) ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamberliğini inkâr ederler. Hıristiyanlar

Nisâ Sûresi 150-152 ........................................................ 217

da Hz. Musa'ya (a.s) ve Hz. Isa'ya (a.s) inanırken, Hz. Muhammed'i (s.a.a) inkâr ederler. Gerçi onlar, Allah'ı ve elçilerin bazısını inkâr etmediklerini, sadece bazısını inkâr ettiklerini iddia ediyorlar; ancak yüce Allah, onların Allah'ı ve bütün elçilerini inkâr ettiklerini belirtiyor. Bu nedenle, "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler" şeklindeki mutlak ifadenin maksadının açıklanışına gerek duyulmuştur.

Işte bu nedenle, "ve Allah ile peygamberleri arasında ayırım yap-mak isteyip, 'Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz'

diyenler" ifadesi, "...inkâr edenler" cümlesine açıklama nitelikli atıfla atfedilmiştir. Aynı şekilde atfedilen ifadenin bir kısmı da diğer bir kısmını açıklamaktadır. Onlar Allah'ı ve elçilerini inkâr ediyorlar;

çünkü, "Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz."

diyorlar. Böylece Allah ve elçileri arasında bir ayırım yapmak istiyorlar, Allah'a ve elçilerinin bir kısmına inanıyor ve bir kısmını da inkâr ediyorlar. Oysa inkâr ettik-leri de Allah'ın elçisidir. Onu reddetmek, Allah'ı reddetmek demektir.

Ardından yüce Allah, başka bir açıdan da bu hususa açıklık getiriyor ve "bu ikisinin arasında bir yol tutmak isteyenler" ifadesine yer vererek açıklama amaçlı bir atıfla meseleye boyut kazandırıyor.

Şöyle ki, onlar Allah'a ve bütün elçilerine inanmakla, Allah'ı ve bütün elçilerini inkâr etmek arasında, bazısına inanıp bazısını inkâr ederek bir orta yol tutmak istiyorlar. Oysa Allah'ın yolu, ancak O'na ve bütün peygamberlerine inanmaktan geçer. Çünkü elçinin elçiliği hususunda bir etkinliği, bir yetkisi söz konusu değil. Dolayısıyla ona inanmak Allah'a inanmaktır, onu inkâr etmekse sırf Allah'ı inkâr etmek demektir.

Şu hâlde elçilerin bir kısmını inkâr edip bir kısmına ve Allah'a inanmak, Allah ile elçileri arasında ayırım yapmaktan başka bir şey değildir. Bunun bir diğer anlamı da elçiye Allah'tan bağımsız bir etkinlik ve yetki tanımaktır. Dolayısıyla bu şekilde bağımsızlık tanınan elçiye inanmanın, Allah'a inanmayla bir bağlantısı, onu inkâr etmenin de Allah'ı inkâr etmeyle bir ilintisi yoktur. Böylece bu

10
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5



218 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

tutumları ara yol değil, bunun dışında bir yoldur. Ona inanmakla onu inkâr etmenin, Allah'a inanmakla O'nu inkâr etme ile bir bağlantısı olmadığı varsayılan bir kimse için peygamberlik vasfı nasıl tasavvur edilebilir?

Dolayısıyla şurası kuşku götürmez bir gerçektir ki: Bu özellikte olduğu varsayılan birine inanmak ve ona itaat etmek, ulu Allah'a ortak koşmak demektir. Bu nedenle, yüce Allah'ın onları "elçilerin bir kısmına inanmak, bir kısmını da inkâr etmek, böylece Allah ile elçileri arasında bir ayırıma giderek ikisinin arasında bir yol tutmak istiyorlar." şeklinde tanımladıktan sonra, onların gerçek kâfirler olduklarını belirttiğini görüyoruz: "Işte onlar gerçekten kâfir olanlardır."

Ardından onlara sert ifadelerle bir tehdit yöneltiyor: "Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır."

"Allah'a ve peygamberlerine inananlar ve onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayanlar" Önceki ayette Allah ile elçileri arasında ayırım yapanlar tekfir edildikleri, Allah'ı ve elçilerini inkâr ettikleri belirtildiği için, bu ayette bir karşıt manzara olarak Allah'a ve aralarında ayırıma gitmeden tüm elçilerine iman etme durumu gündeme getiriliyor ve tablo tamamlanıyor.

"Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır." ifadesinde önceki ayette geçen üçüncü şahıs şeklindeki ifade tarzından birinci çoğul şahsa geçiş yapılıyor. Sonra ifade tarzı ikinci şahsa geçilerek şu şekilde değiştiriliyor: "Işte (ey Peygamber,) Allah yakında onlara mükâfatlarını verecektir." [Arapça'da "ulâike" kelimesi iki şeyi ifade eder: Hem muhatabı bildirir, hem de işaret edilmek istenen kimseleri.] Bu tarz bir ifade değişikliğinin hikmeti şu olsa gerektir: Ifadenin vurgulu olması ve gerçekleşmenin kesin olduğunu ifade etmesi açısından cezayı birinci çoğul şahısa nispet etmek, üçüncü tekil şahsa nispet etmekten daha etkileyicidir.

Ikinci ayetteki [yani, peygambere hitaben "Işte Allah yakında onların..." ifadesindeki] hitap tarzı değişikliğinden de benzeri bir çıkarsama yapılabilir. Çünkü Allah'ın vaadinin gerçekleşeceğini en iyi bilen biri olarak vaat içeren hitabın Peygamber efendimize

Nisâ Sûresi 150-152 .................................................... 219

(s.a.a) yöneltilmesi, gerçekleşme zamanının yakın olduğuna ilişkin bir gösterge konumundadır.

220 .................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Nisâ Sûresi 153-169 ....................................................... 221

153- Ehlikitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Onlar Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve "Bize Allah'ı apaçık göster" demişlerdi. Zulümlerinden dolayı derhâl onları yıldırım çarptı. Kendilerine açık deliller geldikten sonra da buzağıyı tanrı edindiler. Fakat biz bunu da affettik ve Musa'ya apaçık bir burhan ve delil verdik.

154- Söz vermeleri için Tûr dağını üzerlerine kaldırdık ve onlara "Secde ederek kapıdan girin" dedik, "Cumartesi günü haddi aşmayın (o günün yasağını çiğnemeyin)" dedik ve onlardan sağlam bir söz aldık.

222 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

155- Sözlerini bozmalarından, Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden, haksız yere peygamberleri öldürmelerinden, "Kalplerimiz perdelidir" demelerinden ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.) Hayır, (onların kalpleri perdeli değildir;) Allah inkârlarından ötürü o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Artık pek az bir kısmı hariç, inan-mazlar.

156- Bir de inkâr edip Meryem'e büyük bir iftira atmalarından,

157- Ve "Allah elçisi Meryem oğlu Isa Mesih'i öldürdük" demelerinden ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.) Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş kendilerine, benzer gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında, hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.

158- Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti. Allah güçlü ve üstündür, hikmet sahibidir.

159- Ehlikitap'tan, İsa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır.

160- Yahudilerin yaptıkları zulümden, Allah yolundan yüz çevirmelerinden dolayı kendilerine (önceden) helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.

161- Bir de menedildikleri hâlde faiz almalarından ve haksızlıkla insanların mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık). Içlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.

162- Fakat içlerinden ilimde derinleşenler ve müminler, namazı kılanlar ve zekâtı verenler sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Allah'a ve ahiret gününe inananlar, işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz.

163- (Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Ve (nitekim) Ibrahim'e, Ismail'e, Ishak'a, Yakub'a, torunlara, Isa'ya, Eyyub'a, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.

164- Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık ve Allah Musa'yla konuştu.

Nisâ Sûresi 153-169 ...................................................... 223

165- (Onları) elçiler, müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın! Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir.

166- Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir. Melekler de (buna) şahitlik ederler. Şahit olarak Allah eter.

167- İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak (koyu) bir sapıklığa düşmüşlerdir.

168- İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir. Onları bir yola iletecek de değildir.

169- Ancak (onları) cehennem yoluna iletir; onlar orada ebedi kalırlar. Bu da Allah'a kolaydır.

AYETLERIN AÇIKLAMASI

Ayetler, Ehlikitab'ın Peygamberimizden (s.a.a), gökten kendilerine bir kitap indirilmesini istedikleri bir hususu zikrederek başlıyor. Çünkü Kur'ân'ın Ruh-ul Emin aracılığıyla bölüm bölüm indiğine kesin olarak ikna olmuş değillerdi. Şimdi onların bu isteklerine cevap veriliyor.

"Ehlikitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar." Ehlikitap, Kur'ân'da geçen benzeri konularda işaret edildiği gibi Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Buna göre, bu istekte bulunanlar her iki topluluk birdendir, sadece Yahudiler değil.

Ama bu, ayetlerin akışı içinde Allah'ı açıkça görmek, buzağıyı ilâh edinip tapınmak; Tûr dağı üzerlerine kaldırılıp başlarına dikildiğinde, secde etmeye emredildiklerinde ve cumartesi günü konulan yasağı çiğnemekten nehyedildiklerinde verdikleri sözü tutmamak gibi sıralanan zulümlerin ve suçların sırf Yahudiler tarafından sergilenmiş olmasıyla çelişmez.

Çünkü, her iki grup da aynı kökene dayanır. Yani, her ikisi de

224 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Israil halkıdırlar, o ırka mensupturlar. Hz. Musa (a.s) ve Hz. Isa (a.s) bu halka gönderilmişlerdir. Gerçi Hz. Isa'nın göğe yükseltilmesinden sonra, çağrısı Romalılar, Araplar, Habeşliler ve Mısırlılar gibi Israilli olmayan halklar arasında da yayılmıştır. Ancak Isa'nın kavminin ona yaptığı zulüm, Musa'nın kavminin ona yaptığı zulümden geri kalmaz.

Işte her iki grup da aynı kökenden sayıldıkları için, Yahudileri ilgilendiren ceza kapsamında sadece Yahudiler zikrediliyor: "Yahudilerin yaptıkları zulümden... dolayı kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık." Yine bu nedenle, Hz. Isa (a.s) da daha sonra zikredilen resuller arasında sayılıyor, tıpkı Hz. Musa'nın (a.s) da aralarında sayılması gibi. Şayet hitabın hedefi sırf Yahudiler olsaydı, bu, sahih olmazdı. Hatta ayetlerden sonra, "Ey Ehlikitap!

Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında ancak gerçegi söyleyin. Meryem oglu Isa Mesih..." (Nisâ, 171) ifadesine yer verilmesi de yine bu yüzdendir.

Özetleyecek olursak: İstekte bulunanlar, bütün Ehlikitap'tır. Hitabın hedefi onlardır. Bunun nedeni, aralarındaki soy birliğinden kaynaklanan karakter aynılığıdır. Haksız yargıda bulunmak, yalan söylemek, ölçüsüzlük, ahitlere ve sözlere riayet etmemek onların ortak karakterleridir. Dolayısıyla sergiledikleri ortak tavırlarda hitap tümüne yöneliktir. Içlerinde bir grup farklı bir tutum sergilemişse, hitap da özel olarak o gruba yönelik olmuştur.

Resulullah'tan (s.a.a) istedikleriyse, gökten üzerlerine bir kitap indirmesidir. Bu isteği, Kur'ân'ın inişinden ve kendilerine okunuşundan önce dile getirmiyorlar. Çünkü bu olay Medine'de geçmektedir.

O güne kadar Kur'ân'ın Mekke'de inen kısmı ve Medine'de inen kısmının bir bölümü kendilerine ulaşmıştı. Buna rağmen böyle bir istekte bulunmalarının nedeni, onun peygamberliğin bir kanıtı olduğuna ikna olmamalarıdır. Çünkü Kur'ân'ı semavî bir kitap saymıyorlardı. Oysa Kur'ân, o güne kadar indiği kısmı itibariyle meydan okuyordu ve bir mucize olduğunu haykırıyordu. Nisâ suresinden önce inen Isrâ, Yûnus, Hûd ve Bakara suresinin bu hususla

Nisâ Sûresi 153-169 ...................................................... 225

ilgili olarak içerdikleri ifadeleri buna örnek gösterebiliriz.

Şu hâlde, Kur'ân'la ilgili gelişmeler gözleri önünde cereyan etmesine karşın gökten bir kitabın indirilmesini istemeleri, kelimenin tam anlamıyla saçmalıktı. Böylesine boş ve anlamsız bir istek ancak hakka uymayan, hakikate boyun eğmeyen, ciddiyetten yoksun, arzusunun istekleri doğrultusunda aklına eseni yapan, hiçbir bağ, hiçbir kayıt tanımayan, temelsiz, berduş insanlardan sâdır olabilir. Nitekim Kureyşliler de üzerlerine inen Kur'ân ve aralarında yayılan hak çağrısı ile ilgili olarak böyle bir sorumsuz tavır içine girmişlerdi. Kur'ân onların bu aymazlıklarını şöyle dile getirir: "Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! diyorlar." (Yûnus, 20) "Ya da göge çıkmalısın. Ama oradan bize, okuyacagımız bir kitap indirmedikçe senin sadece göge çıkmana da inanamayız." (Isrâ, 93)

Yukarıda işaret ettiğimiz bu hususlardan dolayı, yüce Allah onların bu isteklerine iki madde hâlinde karşılık veriyor.

Birincisi: Onlar, mütemadiyen cehalet ve sapıklık içinde debelenen bir topluluktur; en korkunç zulümleri işlemekten, apaçık belgelerle destekli hakkı inkâr etmekten, hak içerikli mesaja karşı çıkmaktan, en sağlam ve en kesin karara bağlanmış sözleşmeleri çiğnemekten kaçınmazlar; her türlü yalandan, iftiradan ve zulümden geri durmazlar.

Böyle olanlara cevap vermek, önerilerine karşılık vermek doğru olmaz.

İkincisi: Allah'ın indirdiği kitap, yani Kur'ân Allah'ın ve meleklerin şahitlikleriyle desteklidir. Kur'ân da, içerdiği ayetleri aracılığıyla muhaliflerine sık sık meydan okur.

Yüce Allah, bu çerçevede önce şu cevabı veriyor: "Onlar Musa'- dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi." Yani, senden kendilerine gökten bir kitap indir, şeklindeki isteklerinden daha büyüğünü Musa'dan istemişlerdi "ve 'Bize Allah'ı apaçık göster' demişlerdi." Yani, O'nu ayan beyan, çıplak gözlerimizle görelim. Bu, insanın cahillikte, gevezelikte ve azgınlıkta ulaşabileceği son noktadır. "Zulümlerinden dolayı derhâl onları yıldırım çarptı." Bu kıssa, Bakara suresinin 55-56. ayetlerinde ve A'râf suresinin 155. ayetinde ayrıntılı o-

226 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

larak anlatılmaktadır.

Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kendilerine açık deliller geldikten sonra da buzağıyı tanrı edindiler." Puta tapıcılığın batıl olduğu ortaya çıktıktan veya yüce Allah'ın her türlü cisimden ve sonradan olmalıktan münezzeh olduğu apaçık olarak ortaya konduktan sonra bir put edinerek ona kulluk sunmuşlardı. Beşerî cehaletin en çirkin, en yüz kızartıcı, en utanç verici örneğidir puta tapıcılık.

"Fakat biz bunu da affettik ve Musa'ya apaçık bir burhan ve delil verdik." Bu hususta Hz. Musa (a.s) onlara yaratıcılarına tövbe etmelerini ve birbirlerini öldürmelerini emretmişti. Onun bu emrini tutmuşlardı, bu yüzden yüce Allah onları affetmişti; böylece bu öldürme işinin devam etmesinden vazgeçmişti ve tümünün öldürülmesine razı olmayarak öldürme eyleminin yarıda bırakılmasını emretmişti. Işte affetmekten maksat buydu. Ardından Israiloğullarına, Samiri'ye ve buzağısına musallat kılınmasıyla Hz. Musa'ya apaçık bir burhan ve delil verildi. Bu kıssa da Bakara suresinin 54. ayetinde ayrıntılı olarak anlatılır.

Devamla şöyle buyuruyor ulu Allah: "Söz vermeleri için Tûr dağını üzerlerine kaldırdık." Burada yüce Allah'ın onlardan aldığı bir söz kastediliyor. Ki bu sırada Tûr dağını üzerlerine kaldırmış, başlarına dikmişti. Bu kıssa da Bakara suresinin 63. ve 93. ayetlerinde iki kez zikredilir.

Sonra şöyle buyuruyor: "ve onlara, 'Secde ederek kapıdan girin' dedik, 'Cumartesi günü haddi aşmayın' dedik ve onlardan sağlam bir söz aldık." Bu iki kıssa da hem Bakara suresinin 58-65. ayetlerinde, hem de A'râf suresinin 161-163. ayetlerinde anlatılır. Ayette sözü edilen "misak=sağlam bir söz alma"nın, bu iki kıssaya ve diğer kıssalarda işaret edilen hususlara dönük olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Kur'ân, Israiloğullarından misak alınışını defalarca zikreder: "Biz Israilogullarından şöyle söz almıştık: Allah'- tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz..." (Bakara, 83) "Birbirinizin kanını dökmeyeceginize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacagınıza dair sizden kesin söz almıştık. Sonra bunu böylece kabul

Nisâ Sûresi 153-169 ..................................................... 227

etmiştiniz, buna siz şahitsiniz." (Bakara, 84)

"Sözlerini bozmalarından" İfadenin orijinalinin başındaki "fa" harfi ayrıntılandırma amaçlıdır. "Fe-bima" kelimesindeki "ba" harfi cerri ise, -suçları sıralanan- birkaç ayet sonraki, "onlara yasakladık." diye başlayan ifadeyle ilintilidir. Ayetler, yüce Allah'ın onlara verdiği korkunç dünyevî ve uhrevî cezayı açıklama amacına yöneliktir. Bu çerçevede, daha önce sözü edilmeyen bazı kötü uygulamaları da zikrediliyor.

"Sözlerini bozmalarından" ifadesi, yukarıda işaret edilen misakları çiğnemeleri ve verdikleri başka misakları da -ki burada onlardan söz edilmiyor- çiğnemeleri hususuna ilişkin bir özet niteliğindedir.

"Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden" Bu ifade, Hz. Musa (a.s) zamanında ve ondan sonra işledikleri küfür çeşitlerinin bir özeti hükmündedir. Ki Kur'ân bu tür küfre sapışlarının çoğunu bize aktarmaktadır.

Bunlar arasında, ayetler grubunun başında değinilen iki konu vardır. Bununla şu ifadeleri kastediyorum: "Musa'dan, bundan daha büyügünü istemişlerdi ve 'Bize Allah'ı apaçık göster' demişlerdi.", "Kendilerine açık deliller geldikten sonra da buzagıyı tanrı edindiler."

Ayetlerin girişinde [yüz elli üçünçü ayette], bu iki olayın [Allah'ı apaçık olarak görmeyi istemeleri ve buzağıyı tanrı edinmeleri] öne alınmış olmasına karşın, bu ayette [yüz elli beşinci ayette] "Allah- 'ın ayetlerini inkâr etmeleri" şeklindeki bir cümle ile "sözlerini bozmaları"ndan sonra zikredilmesinin nedeni, iki ayetin konumlarının farklılığıdır. Dolayısıyla gerekleri de farlılık arz etmiştir. Çünkü ayetler grubunun giriş kısmında, gökten üzerlerine bir kitap indirilmesi şeklindeki istekleri, bundan daha da büyüğünü istemiş olmaları ve buzağıyı tanrı edinip tapınışları zikrediliyor ki, bu konunun akışına daha uygun ve daha doğrudan ilintili bir seçimdir. Bu ve sonraki ayetlerse, hak davetine icabet etmelerinden ve bunun nedenlerinin anlatımından sonra işledikleri amellere karşılık olarak aldıkları cezayı gündeme getiriyor. Böyle bir çerçevede, sözle-

228 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

rin bozulmasından söz etmek daha uygun ve anlatımın ruhuna da daha yakındır.

"haksız yere peygamberleri öldürmelerinden" Burada Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve diğerleri kastediliyor. Ki Kur'ân bunların adlarını vermeden genel olarak öldürüldüklerinden söz eder. "ve 'Kalplerimiz perdelidir' demelerinden ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.)" Ifadenin orijinalinde geçen "ğulf" kelimesi, "eğlef"in çoğuludur. Yani kalplerinin üzerinde bir örtü, bir kılıf ve bir perde vardır. Bu, nebevî çağrıyı duymalarına, çağrıldıkları hakkı onaylamalarına engel oluşturuyor. Bunu söylerken, daveti reddettiklerini anlatmak istiyorlar. Bu arada kabul etmeyişlerinin suçunu da yüce Allah'a yıkmak istiyorlar. Kalpleri kılıflı olarak yaratıldıklarını söylemek istiyor gibidirler. Ya da kendi ellerinden olmayarak, bir tercihleri söz konusu olmaksızın Musa'nın çağrısının dışındaki çağrılar karşısında bu şekilde olmalarının öngörüldüğünü söylemek istiyorlar.

Yüce Allah onların bu mesnetsiz savlarını şu ifadelerle reddediyor:

"Hayır, Allah inkârlarından ötürü o kalplerin üzerine mühür vurmuştur. Artık pek az bir kısmı hariç, inanmazlar." Burada yüce Allah, kalplerinin hak içerikli mesajı dinlemeyişinin algılamayışının, Allah'ın fiiline isnat ettiğini açıklıyor; ama iddia ettikleri gibi, onların bunda hiçbir etkinlikleri yok değildir. Tam tersine, başlarına bu durumun gelmesi, hakkı inkâr etmelerinin, kâfir olup hakka karşı çıkmalarının karşılığıdır. [Dolayısıyla yüce Allah, onların inkârlarına karşılık kalplerin mühürlemiştir.] Işte bunun bir sonucu olarak bu kavim, içindeki az sayıdaki bir grup hariç, iman etmez.

Bu istisna üzerinde daha önce konuştuk ve ilâhî intikamın ulus olarak, toplum olarak üzerlerine indiğini belirttik. Onlar top yekûn bir ulus olarak ilâhî intikamın muhataplarıdırlar. Kalplerinin üzerine mühür basılmıştır. Topluca iman etmeleri imkânsızdır. Ama bu, içlerindeki az sayıdaki insanın iman etmesine engel değildir.1



----

1- [Daha geniş bilgi için bkz. c.4, s.529, Nisâ, 46]

Nisâ Sûresi 153-169 .................................................... 229

"Bir de inkâr edip Meryem'e büyük bir iftira atmalarından" Yahudiler, Hz. Meryem'i, Hz. Isa'yı doğurduğu zaman zina ile suçlamışlardı.

Bu, hem küfür [inkâr etme], hem de iftiraydı. Oysa Isa, doğumunun ilk günlerinde, "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitabı verdi, beni peygamber yaptı." (Meryem, 30) demişti.

"Ve 'Allah elçisi Meryem oğlu Isa Mesih'i öldürdük' demelerinden ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.) Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş kendilerine, benzer gösterildi."

Âl-i Imrân suresi kapsamında, Hz. Isa'nın (a.s) kıssası anlatılırken, Israiloğullarının Isa'nın asılarak mı, yoksa başka şekilde mi öldürüldüğü hususunda ihtilafa düştüklerini belirtmiştik. Yüce Allah'ın önce onların İsa'yı öldürdüklerine ilişkin iddialarını anlatmasının, ardından öldürme ve asmayı birlikte olumsuzlaştırarak zikretmesinin nedeni, tam bir red ve olumsuzlaşma amacına yönelik olsa gerektir. Ki zihinlerde herhangi bir kuşku kalmasın. Çünkü suçlulara uygulanan bir işkence türü olarak çarmıha germek, her zaman ölümle sonuçlanmayabilir. Ayrıca "öldürme" eylemi belirsiz ve mutlak olarak kullanıldığında, zihinde çarmıha germe olgusu uyanmaz.

Öte yandan İsa'nın (a.s) öldürülme şekli hususunda da ihtilaf vardı. Dolayısıyla yalnızca onun öldürülmesinin olumsuzlanması da, onu normal bir öldürmeyle öldürmedikleri şeklinde yorumlanabilir. Birinin öldürülmesinin olumsuzlanması, onun çarmıha gerilerek öldürüldüğü ihtimalini ortadan kaldırmaz. Bu yüzden yüce Allah, "Oysa onu öldürmediler de," sözünden sonra, "ve asmadılar da" ifadesine yer veriyor ki, anlatılmak istenen husus, verilmek istenen mesaj açık ve eksiksiz olarak anlaşılsın; onun onlar tarafından ne öldürme, ne de asma, çarmıha germe şeklinde öldürülmediği kesin olarak ifade edilsin.

Tam tersine onun işini karıştırdılar, bir başkasını ona benzettiler ve Hz. Mesih'ten (a.s) başkasını onun yerine yakalayarak öldürdüler veya astılar. Böyle bir karışıklığın olması mümkündür.

Çünkü bu tür galeyana gelmiş, kontrolden çıkmış, taşkın, etrafını

230 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



yakıp yıkan kalabalık ayaklanmalarda yanlışlıkla öldürmeler, gerçek suçlu yerine bir başkasını cezalandırma örnekleri çoktur. Onu Romalı askerlerin öldürdüğü söyleniyor. Romalı askerlerinse onu çok iyi tanımaları beklenemez. Dolayısıyla onun yerine bir başkasını yakalayıp öldürmüş olmaları pekâlâ mümkündür. Kaldı ki, rivayetlerde yüce Allah'ın başka birini ona benzer kıldığından ve askerlerin bu benzer olanı yakalayıp öldürdüklerinden söz ediliyor.

Araştırmacı bazı tarihçilerin dediğine göre, Hz. Isa (a.s) ile ilgili olarak aktarılan tarihsel kıssalar, onun daveti çerçevesinde yaşanan olaylar, onunla aynı çağda yaşayan kral ve davetçiler hakkında anlatıla-gelen hikayeler, Mesih adıyla bilinen iki kişiye uygun düşüyor. -Ki aralarında beş yüz yıldan fazla bir zaman vardır- Bunlardan daha önce yaşayanı hak üzeredir ve öldürülmemiştir. Sonra geleni ise, batıl bir davanın savunucusudur ve çarmıha gerilerek öldürülmüştür.1 Buna göre, Kur'ân'ın sözünü ettiği benzetmeden maksat, sonraki kuşakların Allah'ın resulü Meryem oğlu Isa Mesih- 'i, çarmıha gerilen Mesih'e benzetmeleridir. Gerçi doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

"Onun hakkında ihtilafa düşenler," Yani, İsa hakkında veya onun öldürülüşü konusunda görüş ayrılığına düşenler, "ondan yana tam bir kuşku içindedirler" Onun durumu hakkında bilgi sahibi değildirler; "bu hususta zanna uymak dışında hiçbir bilgileri yoktur." Birbirlerinin ağzından kaptıkları sözlere dayanarak tahmin yürütüyorlar, tercih ortaya koyuyorlar.

"ve kesin olarak onu öldürmediler." Onu yakinen ve kesin olarak öldürmediler. Veya sana kesin olarak haber veriyorum ki, onu öldürmediler. Bir görüşe göre, "onu öldürmediler" ifadesindeki zamir,

"bilgi" kelimesine dönüktür. Bu durumda şöyle bir anlam ifade etmiş olur: "Bilgiyi kesin olarak öldürmediler." Lugatta, bilginin öldürülmesi deyimi, kuşkulardan arındırılması anlamına gelir. Bazılarına göre de, zamir "zann"a dönüktür. Yani zanlarını ayıklama-

-------

1- Bu araştırmacıya göre, şimdiki Miladî tarihin doğruluğu kuşkuludur.

Nisâ Sûresi 153-169 ...................................................... 231

dılar, kesinliğe kavuş-turmadılar. Ne var ki, böyle bir anlamın ileri sürüldüğü sabit olsa bile, Kur'ân lafzının kapsamadığı garip bir anlamdır.

"Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti. Allah güçlü ve üstündür, hikmet sahibidir." Yüce Allah, bu kıssayı Âl-i Imrân suresinde şu ifadelerle anlatır: "Hani Allah demişti ki: 'Ey Isa, dogrusu ben seni tam olarak alacagım, kendime yükseltecegim." (Âl-i Imrân, 55) Bu ayette yüce Allah, başta tam olarak almaktan, sonra da yükseltmekten söz ediyor.

Bu ayet, akışı itibariyle Yahudilerin iddia ettikleri öldürme ve çarmıha germe olayını olumsuzluyor. Buna göre, Hz. İsa, onların öldürme ve çarmıha germe girişimlerinden kurtulmuştur. Yine ayetin zahirinden algıladığımız kadarıyla, hakkında öldürülme ve çarmıha gerilme iddiası ileri sürülen Hz. Isa (a.s) bedenen Allah katına yükseltilmiş, onların suikastından yana koruma altına alınmıştır.

Buna göre Hz. İsa, hem bedenen, hem de ruhen yükseltilmiştir. Yoksa önce canı alınmış, ardından ruhu Allah katına yükselmiş değildir. Ayetin zahiri, surenin akışının da desteği ile böyle bir ihtimale açık değildir. Çünkü, "Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti." ifadesindeki bir şeyi reddederek diğer bir şeyi ispatlamaya yönelik yapılan vurgu sırf ölümden sonra ruhun yükselişi ile amacına ulaşmış olmaz. Böyle bir ölümün, hem öldürülme, hem de normal bir ölüm şeklinde gerçekleşmesi pek ala mümkündür.

Şu hâlde, ayette sözü edilen yükseltilme, bir tür kurtarmadır. Allah, onu bu şekilde kurtarıyor, Yahudilerin elinden alıyor. Bu sırada, normal bir şekilde canının alınması ile, canının ne normal, ne öldürülme ve ne de çarmıha gerilmesi ile alınmaması, bizim bilmediğimiz başka bir yöntemle de gerçekleşmiş olması ya da bilmediğimiz bir şekilde yüce Allah'ın onu diri tutması arasında bir fark yoktur ve hepsi ihtimal dâhilindedir. Bütün bunlar birer ihtimaldir, herhangi birinin olması mümkündür.

232 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Yüce Allah'ın Mesih'in canını alıp onu katına yükselterek koruması ya da yüce Allah'ın onun hayatını bizim hayatımızın üzerinde etkin olan doğal yasadan farklı bir yöntemle koruması imkânsız bir durum değildir. Bu durum, Kur'ân'ı Kerim'in Hz. Isa'nın doğumu ve soydaşları arasında yaşaması ile ilgili olarak anlattığı mucizelerden ve Hz. Ibrahim'in, Musa'nın, Salih'in ve diğer peygamberlerin mucizelerinden daha şaşırtıcı bir durum değildir. Bütün bunlar aynı kapıya çıkarlar. Kur'ân açık bir dille bunların gerçekleştiklerine delâlet eder ve hiç kimse onları reddedemez. Ne yazık ki, bazı müfessirler genel nedensellik yasasını iptal etmekten, olağanüstü olguları kaçınılmaz gibi görmekten kaçınmak adına birtakım zorlama eseri yorumlara yeltenmişlerdir. Tefsirimizin birinci cildinde mucize ve olağan dışı olgular hakkında yeterli açıklamalar sunduk.

Bütün bunlardan sonra, hemen ardından gelen ayetten, Hz. Isa'nın (a.s) yaşadığına ve henüz ölmediğine ilişkin bir işaret algılamak mümkündür.

"Ehlikitap'tan, İsa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." Ayetin orijinal metninin ["ve in min ehl-il kitab"] başındaki "in" edatı olumsuzluk bildirir. Müpteda ise hazfedilmiştir ve olumsuzluk akışı içindeki ifade bu müptedaya delâlet etmektedir. [Dolayısıyla ayetin takdirî açılımı şöyle olur: "ve in ehedun min..."] Bu takdirde, "Ehlikitap'tan... inanmayacak hiç kimse yoktur." şeklinde bir anlam elde etmiş oluyoruz. "Bihi=ona" ve "yekûnu=olacaktır" ifadelerindeki zamir, Hz. Isa'ya dönüktür. Fakat "kable mevtihi=ölümünden önce" ifadesindeki zamir hakkında ihtilaf vardır. Bazıları demişlerdir ki: Zamir, takdir edilen müptedaya, yani "ehed=kimse"ye dönüktür. Bu takdirde ifadenin anlamı şöyle olur:

Ehlikitap'tan herkes, ölümünden önce, Isa'ya iman eder. Yani ölümün arifesinde, can vermek üzereyken Isa'nın Allah'ın gerçek bir elçisi ve kulu olduğunu anlar. Fakat bu inancı ona bir yarar sağlamaz. Hz. Isa da kıyamet günü tümünün aleyhinde şahitlikte

Nisâ Sûresi 153-169 .................................................... 233

bulunur. Ona iman eden kimselerin bu inançlarının yararlı veya ölmek üzereyken inanan birininki gibi yararsız olması fark etmez. Bu yukarıdaki görüşü destekleyen bir husus, "kable mevtihi=ölü-münden önce" ifadesindeki zamirin Hz. Isa'ya dönükmüş gibi algılanmasının, bazı rivayetlerde, Hz. Isa'nın yaşadığı ve henüz ölmediği şeklinde yer alan haberlerden kaynaklanıyor olmasıdır.

Bu rivayetlerde belirtildiğine göre, Hz Isa (a.s) ahir zamanda dünyaya inecek, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan Ehlikitap ona inanacaktır.

Fakat bu, "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur." şeklindeki genel ifadenin özelleştirici bir etken olmaksızın özelleştirilmesi anlamına gelir. Çünkü bu takdirde Ehlikitab'ın, tümünden çok, söz konusu inişi sırasında yaşayanların, onun inişine tanık olanların inanması kastedilmiş olur. Böylece, Isa'nın yükseltilişi ile inişi arasındaki zaman diliminde yaşayan ve inişini görmeden ölen kimseler bunun dışında tutulmuş olur. Bu ise, gerektirici bir etken olmadan genel içerikli ayeti özelleştirmektir.

Bir diğer grup da, "Zamir, Isa'ya (a.s) dönüktür. Maksat, onun ahir zamanda gökten inişi esnasında ona inanmalarıdır." demişlerdir. Bu değerlendirmeyi yapanlar da az önce işaret ettiğimiz gibi rivayeti dayanak almışlardır.

Söylenenler bunlar. Ancak üzerinde durulması, iyice incelenmesi gereken husus şudur: "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." ifadesinin akışı içinde, "Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." cümlesi, Hz. Isa'nın kıyamet günü tümünün aleyhinde şahitlik edeceğini ifade etmektedir. Yine buna göre, tümü de ölümden önce ona inanacaklardır. Yüce Allah, Hz. Isa'nın bu şahitliğe ilişkin sözünü bize aktarmıştır: "Ben onların içinde oldugum sürece onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeyi görensin." (Mâide, 117)

Bu ayet, İsa'nın şahitliğini, vefat ettirilmesinden önceki hayat-

234 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ta olduğu günlere hasrediyor. "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur..." diye başlayan ayet ise, onun kendisine inanan herkese yönelik şahitlikte bulunduğunu ifade ediyor. Eğer ona inananlar bir bütün olarak görülmüşse, bu durumda onun, bunların tümünden sonra ölmüş olması gerekir. Bu ise ikinci bir anlamı belirginleştiriyor.

Onun hâlâ hayatta olduğu ve ona inansınlar diye ikinci kez döneceği anlamını yani. Bu ayetin anlamıyla ilgili, sonuç olarak şunu söylemek gerekir: Onun kendilerine geri dönüşünü göremeyenler, ölümünden önce ona inanırlar. Bu geri dönüşü görenlerse, ister istemez ona inanmak durumunda kalırlar; ya isteyerek inanırlar ya da zorunlu olarak.

Fakat "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesinin, "Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş kendilerine, benzer gösterildi... Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti.

Allah güçlü ve üstündür, hikmet sahibidir." ifadesinden sonra yer almış olması gösteriyor ki, ayet onun ölmediğini ve hâlâ yaşadığını anlatma amacına yöneliktir. Çünkü onların zorunlu imanlarının ve onun da aleyhlerine tanıklık edecek olmasının açıklandığı böyle bir anlatımın, bunun dışında belirgin bir amacı olamaz. Bu açıklamamız, onların Hz. İsa'nın ölümünden önce ona inanmalarından maksat, tümünün Hz. Isa'nın (a.s) ölümünden önce ona inanmalarıdır, şeklindeki değerlendirmeyi pekiştirir. Fakat, başka ayetlerden bu çıkarsamanın aksini gösteren işaretler de algılamıyor değiliz. Örneğin yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Hani Allah demişti ki: 'Ey Isa, dogrusu ben seni tam olarak alacağım, seni kendime yükseltecegim, seni inkâr edenlerden temizleyece-gim ve sana uyanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstüne geçirecegim." (Âl-i Imrân, 55) Bu ayet, Isa'yı inkâr eden kimselerin kıyamet gününe kadar olacaklarını gösteriyor.

Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Kalplerimiz perdelidir, demelerinden ötürü (kendilerine -önceden- helâl kılınan temiz

Nisâ Sûresi 153-169 ........................................................ 235

şeyleri anlara yasakladık.) Hayır, (onların kalpleri perdeli degildir,) Allah inkârlarından ötürü o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Artık pek az bir kısmı hariç, inanmazlar." (Nisâ, 155) Bu ayet gösteriyor ki, mühürleme eylemi onlar için kesinleşmiş bir cezadır.

Bu yüzden kıyamet gününe kadar Yahudiler veya Ehlikitap topluca iman etmeyeceklerdir.

Hatta Mâide suresinin ilgili ayetinin son cümlesi de buna ilişkin bir işaret barındırmaktadır: "Ben onların içinde oldugum sürece onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince, onları gözetleyen yalnız sen oldun." (Mâide, 117) Bu ifade gösteriyor ki, onlar Hz. İsa'nın vefatından sonra da yaşayacaklardır.

Ancak insaflı ve tarafsız davrandığımız zaman yukarıdaki ayetlerin, önceki açıklamamızı olumsuzlamadığını görürüz. Çünkü, "ve sana uyanları kıyamete kadar inkâr edenlerin üstüne geçirecegim." (Âl-i Imrân, 55) ifadesi, onların "Ehlikitap" niteliğine sahip olarak kıyamet gününe kadar yaşayacaklarını göstermez. "Hayır, Allah inkârlarından ötürü o kalplerin üzerine mühür vurmuştur..." ifadesi gösteriyor ki iman olgusu, onların tümünü kapsamayacaktır, topluca iman etmeyeceklerdir. Şayet bir dönem inananlar olsa da, bu sadece çoğunluk içindeki bir azınlığın iman etmesi şeklinde olacaktır. Öte yandan, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesi, eğer onların Isa'ya ölümünden önce iman edeceklerine delâlet ediyor olsa da, sadece imanın aslına delâlet ediyor. Fakat bunun makbul, zorlamasız bir iman olduğuna ilişkin kanıt yoktur.

Aynı şekilde, "fakat sen beni vefat ettirince, onları gözetleyen yalnız sen oldun." (Mâide, 117) ayetindeki zamir (hum=onlar), insanlara dönüktür, Ehlikitab'a veya Hıristiyanlara değil. Bunun kanıtı da ilgili bölümün girişindeki şu ifadedir: "Hani Allah demişti ki: Ey Meryem oglu Isa! Sen mi insanlara; 'Beni ve annemi, Allah'tan başka iki tanrı edinin' dedin?..." (Mâide, 116) Bunun bir diğer kanıtı da, Hz. Isa'nın (a.s) bütün insanlara gönderilen ululazm (çığır açan) peygamberlerden olmasıdır. Onun insanların amellerinin üzerinde

236 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

tanıklıkta bulunması ve onlara şahit olması durumu, Israiloğullarından öte, kendisine inanan-inanmayan tüm insanları kapsayıcı niteliktedir.

Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetlerin ve bunlarla bağlantılı diğer ayetlerin üzerinde düşündüğümüz zaman şu sonucu elde ediyoruz:

Hz. İsa (a.s) öldürülme, haça gerilme veya örneklerini gördüğümüz tabiî eceliyle ölme şeklinde vefat ettirilmemiştir. -Buna daha önce işaret ettik.- Tefsirimizin üçüncü cildinde, "Ey İsa, dogrusu ben seni tam olarak alacagım, seni kendime yükseltecegim." (Âl-i Imrân, 55) ayetini incelerken, imkânlarımız ölçüsünde açıklamalarda bulunduk.

Bu konuda ileri sürülmüş ilginç görüşlerden biri de hiç kuşkusuz Zemahşeri'nin el-Keşşaf adlı tefsirinde yaptığı şu değerlendirmedir:

"Bununla şu anlamın kastedilmiş olması mümkündür:

Ehlikitap'tan ona inanmayan hiç kimse kalmaz. Yüce Allah o zaman onları kabirlerinden diriltir ve Isa'nın inişini ve niçin indiğini onlara bildirir. Onlar da ona inanırlar. Fakat bu imanları onlara fayda vermez." Zemahşeri'nin bu sözleri rec'at inancının ta kendisidir.

[Yani, bir grup iyi ve kötü insanların kıyametten önce diriltilerek yeryüzüne getirilmeleri inancı.]

Ayetin ifade ettiği anlamla ilgili olarak, başka tutarsız görüşler de ileri sürülmüştür. Bunlardan biri Zeccac'ın açıklamalarından çıkan şu görüştür: "Kable mevtihi=ölümünden önce" ifadesindeki zamir, Ehlikitab'a dönüktür. "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesi de şu anlama gelmektedir: Ehlikitab'ın tümü şöyle diyorlar: "Biz ahir zamanda ortaya çıkacak olan Isa'ya inanıyoruz."

Ancak bu yorum, makul değildir. Çünkü ayetlerin hedefi Ehlikitab'ın İsa'yı (a.s) öldürdükleri, çarmıha gerdikleri şeklindeki iddialarını gündeme getirerek çürütmektir, onu inkâr etmelerinden söz etmek değil. Bunun, onların ahir zamanda ortaya çıkıp Israiloğullarının eski görkemlerini yeniden canlandırmasını itiraf etmeleriyle bir ilgisi yoktur ki, ayetlerin akışı bununla ilişkili olarak Nisâ Sûresi 153-169 ................................................... 237 devam etsin ve ayetlerin sonuna bu ifade de eklenmiş olsun.

Kaldı ki, ayette kastedilen anlam bu olsa bile, bu durumda "ölümünden önce" ifadesine artık ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, onsuz da amaçlanan anlam vurgulanabiliyordu. Ayrıca, "Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." ifadesi için de aynı durum geçerlidir. Çünkü bu takdirde, ayetin akışı içinde gereksiz bir fazlalık konumuna düşer.

Bu akıl dışı yorumlardan biri de bazılarının yaptıkları şu değerlendirmedir: Ayette kastedilen anlam şudur: "Ehlikitap'tan hiç kimse yoktur ki, kendisinin ölümünden önce Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanmasın."

Bu da önceki yorum gibi akıl dışıdır. Çünkü ifadenin öncesinde Hz. Muhammet'ten (s.a.a) söz edilmiyor ki, zamir de ona dönük olsun. Ayrıca ifadenin oluşturduğu atmosfer de bu yönde bir işaret içermemektedir. Dolayısıyla bu yorum mesnetsizdir, kanıttan yoksundur.

Kuşkusuz, bu anlamı destekleyen rivayetler vardır ve bunlara rivayetler bölümünde değineceğiz; ancak bunların tümü işaret edeceğimiz gibi birer uyarlama örneğidir. Nitekim rivayetler üzerinde araştırma yapıp onları inceleyenler bunu bilirler. Çünkü bunun örnekleri rivayetlerde çoktur.

"Yahudilerin yaptıkları zulümden... dolayı kendilerine (önceden) helâl kılınan temiz şeyleri onlara yasakladık." Ifadenin orijinalinin başındaki "fa" harfi, cümlenin önceki ifadeye bağlı bir ayrıntı olduğunu gösterir. Cümle içinde "zulüm" lafzı nekre (belirsiz) olarak yer alıyor. Bununla güdülen amaç, işledikleri zulmün büyüklüğünü göstermek ya da müphem bırakarak dikkatleri çekmektir. Çünkü zulmün somut olarak ifade edilmesi, önemli bir amaç icra edecek değildir.

Aslında bu lafız, daha önce sözü edilen utanç verici suçlarından bedeldir; ama bazılarının söylediği gibi, bütünün bütüne bedel olması değil, parçanın bütüne bedel olmasıdır. Çünkü yüce Allah bu zulmü, temiz şeylerin onlara haram kılınmasının sebebi olarak

238 ........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ön plâna çıkarıyor. Bunlar da Tevrat'ın içeriği olarak Hz. Musa'ya indirilen şeriatın kapsamında haram kılınmışlardı. Tevrat ile de Hz. Musa'nın şeriatı son bulmuştur. Öte yandan, Tevrat'ın inişinden sonra işledikleri utanç verici suçlardan ve zulümlerden de söz edilmiştir. Hz. Meryem'e iftira etmek gibi bazı iğrenç tutumlarını buna örnek gösterebiliriz.

Şu hâlde ayette geçen "zulüm"den maksat, zikredilen utanç verici suçların sadece bir kısmıdır. Kendilerine daha önce helâl kılınan bazı temiz şeylerin haram kılınmasının sebebi, işte bu bazı kabahatlerdir.

Sonra buna şu ifade ekleniyor: "ve Allah yolundan çok yüz çevirmelerinden dolayı..." Burada onların, değişmez ve yinelenen bir tutum olarak Allah yolundan yüz çevirmeleri kastediliyor: "Bir de menedildikleri hâlde faiz almalarından ve haksızlıkla insanların mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık)."

"İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık." Bu ifade, "temiz şeyleri onlara yasakladık." ifadesine affedilmiştir. Buna göre, Yahudiler işledikleri zulümlerden dolayı, yüce Allah'tan iki cezayı birden hakketmişlerdir: Biri daha genel olan dünyevî ceza, yani temiz şeylerin haram kılınması; diğeri de daha özel ve sadece kâfirlere yönelik olan elem verici uhrevî azaptır.

"Fakat içlerinden ilimde derinleşenler ve müminler... sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar." Ehlikitab'ın genelinden bir istisnadır bu. Önceki olumsuz nitelikli grubun yerine, olumlu grubun varlığına dikkat çekme amaçlı bir ifadedir. "er-Rasihûn= derinleşenler" ve ona atfedilen ifade [elmu'minûn= müminler] müpteda, "yu'minûn=inanırlar" da haberdir.

"Minhum=içlerinden" ifadesi "ilimde derinleşenler"le ilintilidir. Ifadenin orijinalindeki "min" edatı ise tab'iz yani kısım, parça ve bazılık ifade eder.

Şurası açıktır ki, "müminler" kelimesi "içlerinden" kelimesiyle ilintili olmak bakımından "ilimde derinleşenler" kelimesiyle ortak bir anlam ifade etmektedir.

Buna göre şöyle bir anlam elde ediyo-

Nisâ Sûresi 153-169 ....................................................... 239

ruz: "Fakat Ehlikitap'tan ilimde derinleşmiş olanlar ve [yine Ehlikitap'tan] gerçek müminler, sana ve senden önce indirilen kitaplara inanırlar." Aşağıdaki gerekçelendirme cümlesi de bu anlamı destekler mahiyettedir:

"Çünkü biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." Çünkü biraz sonra açıklayacağımız gibi, ayetin zahiri şunu ifade ediyor: Onlar sana inanıyorlar. Çünkü senin peygamberliğini ve sana lütfettiğimiz vahyin, önceki zamanlarda gelip geçen Allah'ın peygamberlerine yani, Hz. Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere, İbrahim soyundan gelen peygamberlere, Yakup soyundan gelen peygamberlere ve sana, arada bir fark gözetmeksizin isimlerini zikretmediğimiz diğer peygamberlere gelen vahye benzediğini görüyorlar.

Görüldüğü gibi bu anlam, "Babaları uyarılmadıgından gafil kalmış bir toplumu uyarman için..." (Yâsin, 6) şeklinde nitelediği Arap kökenli müminlerden çok Ehlikitap kökenli müminlere daha uygun bir nitelemedir.

"namazı kılanlar" ifadesi, "ilimde derinleşenler" kelimesine atfedilmiştir ve orijinali, övgü nitelikli olması bakımından mansuptur. "ve zekâtı verenler" ifadesi de aynı yere atfedilmiştir. "Allah'a ve ahiret gününe inananlar..." ifadesi müpteda, "İşte onlara büyük bir mükâfat verecegiz." ifadesi de haberidir. Eğer "namazı kılanlar" ifadesinin orijinali, Ibn-i Mesud'un mushafından nakledildiği gibi "merfu" olsaydı, bu ifade ve buna atfedilen ifade ["zekâtı verenler"] müpteda, "ulâi-ke=işte onlar" ifadesi de haberi olurdu.

Mecma-ul Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Mukîmîn'es-salâh =namazı kılanlar" kelimesinin nasb okunması ile ilgili olarak farklı görüşler ileri sürülmüştür. Sibeveyh ve Basra nahivcileri, kelimenin övme amaçlı mansup olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre de ifadenin takdiri; 'Namaz kılanları kastediyorum.' şeklindedir. Demişlerdir ki: 'Merertu bi-Zeyd'ini-l kerîm=cömert olan Zeyd'e uğradım.'

dediğin zaman, maksadın cömert bir Zeyd'i, cömert olmayan bir

240 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Zeyd'den ayırmaksa, kelimeyi mecrur [yani, 'merertu bi-Zeyd'ini-l kerîm-i' şeklinde] okuman gerekir. Ama övmeyi kastediyorsan, o zaman dilersen kelimeyi mansup okuyabilirsin ve 'merertu bi- Zeyd'ini-l kerîm-e=cömert olan Zeyd'e uğradım' dersin. Bunu derken de sanki "Cömert olanı anıyorum" demiş gibi olursun. Dilersen merfu okursun ve 'merertu bi Zey-d'ini-l kerim-u=cömerttir.' dersin.

Bu durumda 'hüve=o' zamiri takdirde tutularak şöyle bir anlam elde edilir: O cömerttir."

"Kesâî ise, 'mukîmîne' kelimesinin mecrur olduğunu söylemiştir. Ona göre ifade, 'bi-ma unzile ileyke=sana indirilene' ifadesinin başındaki 'ma' edatına atfedilmiştir. Yani, ve namazı kılanlara..." "Bazıları da demişlerdir ki: Ifade, 'minhum=içlerinden' kelimesinin orijinalinin sonundaki 'ha' ve 'mim' harflerine atfedilmiştir.

Bu takdirde şöyle bir anlam elde ediyoruz: 'Fakat içlerinden ve namaz kılanlardan ilimde derinleşmiş olanlar.' Bazıları da kelimenin 'kablike=senden önce' ifadesinin sonundaki 'kaf' harfine atfedildiğini ileri sürmüştür. Buna göre, 'senden ve namaz kılanlardan önce indirilene' şeklinde bir anlam elde edilir."

"Bazılarına göre de, 'sana' ifadesinin orijinali olan 'ileyke' kelimesinin sonundaki 'kaf' harfine veya 'senden önce' kelimesinin orijinali olan 'kablike' kelimesinin sonundaki 'kaf' harfine atfedilmiştir.

Sunduğumuz bu son görüşler, sadece Basra nahiv bilginleri tarafından doğru kabul edilen görüşlerdir. Çünkü onlara göre, cer harfi tekrar edilmedikçe zahir isim mecrur zamire atfedilemez."

"Ürve'nin Ayşe'den aktardığı rivayete gelince, Ürve şöyle diyor: Ayşe'ye, 've'l mukîmîn-es salâh' [Nisâ,162], 'ves-sabiûn' [Mâide, 69] ve "in hâzâni" [Tâhâ, 63] kelimelerini sordum. [Çünkü Arap edebiyatına göre, durumları açısından bu kelimelerin 'mukimûn-es salah, vessabiîne ve in hâzeyni' şeklinde okunmaları gerekirdi.] Bana dedi ki: 'Ey kız kardeşimin oğlu! Bu, kitabı yazarken yanlışlık yapan katiplerin işidir.' Bazılarından da şöyle rivayet edilmiştir: 'Allah'ın kitabında bazı yazım hataları vardır. Araplar dilleriyle bunları düzelteceklerdir.'

Bazıları da demişlerdir ki: 'Ibn-i Mesud'un Mushafında

11
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5


Nisâ Sûresi 153-169 .................................................... 241

'vel-mukîmûn-es salâh' şeklinde yazılmıştır.' Ancak bunlar dikkate değer rivayetler değildir. Eğer öyle olsaydı, sahabelerin bu kelimeyi yanlış bir şekilde insanlara öğretmeleri düşünülemezdi. Çünkü onlar, Kur'ân'ı doğrudan Resulullah'tan (s.a.a) öğrenen öncülerdi.

(Mecma-ul Beyan tefsirinden aldığımız alıntı burada son buldu.) Özetleyecek olursak; "Fakat içlerinde ilimde derinleşenler..."

Ehlikitap bölümünden bir istisnadır ve bu, Peygamberimizden (s.a.a) gökten bir kitap indirmesini istemiş olmalarının gerektirdiği bir açıklamadır. Daha önce de vurguladığımız gibi, böyle bir istekte bulunmuş olmaları, Peygamberimize (s.a.a) inen ve daha önce Allah tarafından nebîlere ve resûllere gönderilmiş olan kitapları tasdik eden Kitap (Kur'ân) ve hikmetin gelişini, hak çağrısını kabul etmeleri için yeterli görmediklerinin ifadesidir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a) kendisinden önceki peygamberlerin onlara getirdiğinin benzeri bir kitap getirmiştir. Önceki peygamberlerden farklı bir tarzda aralarında yaşayıp ilişki kurmuş değildir.

Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "De ki: Ben peygamberlerin ilki degilim." (Ahkaf, 9) "Biz, senden önce de, kendilerine vahyettigimiz adamlardan başkasını elçi olarak göndermedik.

Eger bilmiyorsanız zikir ehline sorun. Biz onları yemek yemez birer (cansız) yapmadık. Onlar, ölümsüz de degillerdir...

Andolsun size, içinde şanınız (şerefiniz) bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ akletmiyor musunuz?" (Enbiyâ, 7- 10)

Yüce Allah, ayetlerin bir bölümünde kısaca şu mesajı veriyor:

Şu Ehlikitap'tan olup da böyle bir istekte bulunanların [Peygamberin, kendilerine gökten bir kitap indirmesini isteyenlerin] hakka tâbi olmak, hak üzere sebat göstermek, kararlı olmak ve hak esaslı bir görüşe sahip olmak gibi bir karakterleri yoktur. Onlar nice apaçık ayete karşı haksızca davrandılar, zulme saptılar. Nice hak davadan yüz çevirdiler, önünde set oluşturdular. Ancak içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar, bilgilerine bağlı kaldıkları ve benimsedikleri haktan uzaklaşmadıkları için, aynı şekilde içlerindeki gerçek müminler de, nereden ve kimden gelirse gelsin hakka tâbi

242 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

olma karakterine sahip oldukları için, sana ve senden önce indirilenlere inanırlar. Çünkü sana inen vahyin, senden önce Nuh ve ondan sonraki diğer peygamberlere inen vahyin aynısı olduğunu görüyorlar.

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar ortaya çıkıyor:

1- Ehlikitap'tan Peygamberimize (s.a.a) tâbi olanların, ilimde derinleşenler olarak vasfedilişlerinin mahiyeti... Çünkü önceki ayetlerde, onların bildikleri şeylerde derinleşmediklerinden, en kesin antlaşmalarla ahitleri alınmış olsa bile, hak üzere istikrarlı bir tutum sergilemediklerinden, Allah'ın ayetlerine inanmadıklarından, kendilerine apaçık ayetler gelmiş olmasına rağmen Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmelerinden ve bunlara karşı engel oluşturduklarından söz ediliyor. Dolayısıyla, yüce Allah'ın bu ayette istisna ettikleri, ilimde derinleşmiş olanlar veya gerçek müminlerdir.

2- "Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar." ayetinde daha önce indirilen kitapların Kur'ân'la birlikte zikrediliş sebebi. Çünkü ayetlerin akışı, vahiy alan peygamberlerle kitaplar arasında fark olmadığını vurgulama amacına yöneliktir.

3- Bu ayetten sonra gelen, "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi sana da vahyettik." ayetinin, Ehlikitab'ın tümünden istisna tutulanların imanlarını gerekçelendirir mahiyette olması. "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik." Bu ifade, az önce de vurguladığımız gibi, "sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar." ifadesinin gerekçeli açıklaması niteliğindedir. -Gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir; ama- anlamın özü şudur: Onlar sana indirilene inanıyorlar; çünkü biz, sana önceki peygamberlerin hiçbirinde eşine rastlanmayan, türedi, kendine özgü, değişik bir şey vermedik. Bilâkis, vahiy olayı aynı yöntemle aynı tarzda sürüyor ve arada hiçbir ihtilaf, hiçbir farklılık yoktur.

Biz sana, Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz

Nisâ Sûresi 153-169 ............................................. 243

gibi vahyettik. Nuh, bir kitap ve bir şeriat getiren ilk peygamberdir.

Biz, Ibrahim'e ve ondan sonra soyundan gelen başka peygamberlere de vahyettik. Onlar [Ehlikitap'tan ilimde derinleşenler] bu peygamberleri, gönderilişlerinin niteliğini ve davetlerinin mahiyetini biliyorlar. Bu peygamberlerden kimisine kitap verilmiştir. Davut gibi... Ona nebevî bir vahiy olan Zebur verilmiştir. Yine Musa'ya nebevî bir vahiy olarak ilâhî konuşmaya muhatap oluş bahşedilmiştir.

Bunların arasında, Ismail, Ishak ve Yakup gibileri de bir kitapla birlikte gönderilmemişler ise de ilâhî vahye muhatap olmuşlardır ve nebevî bir vahiy üzere [yani, kitap sahibi olan peygamberlerin haber vermesiyle] gönderilmişlerdir.

Tümünün ortak özelliği, Allah'ın sevabını müjdeleyen ve O'nun azabıyla korkutan elçiler olmalarıdır. Yüce Allah, onları insanlara hüccet (kanıt ve delil) tamamlansın diye göndermiştir. Ki onlara dünya ve ahiret açısından yararlarına olan şeylerle zararlarına olan şeyleri açıklasınlar. Ta ki peygamberlerden sonra, insanların Allah- 'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın ve kendilerini savunacak bir delilleri kalmasın.

"torunlara" Daha önce, "Yakup ve torunlara" (Âl-i Imrân, 84) ayetini incelerken, ayetin orijinalindeki "esbat" kelimesinin Yakup (a.s) soyundan gelen peygamberler veya Israiloğulları boyları olduklarını belirtmiştik.

"Davud'a da Zebur'u verdik." Bir görüşe göre "Zebur", mektup= yazılmış demektir. Çünkü Araplar "yazdı" anlamında "zebere" fiilini kullanırlar. Dolayısıyla "Zebur" kelimesi, "mezbur=yazılmış" demektir.

"(Onları) elçiler, müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdik." Bu üç kelime, cümle içinde hâl pozisyonundadırlar. Ya da birinci (rusulen) hâl, diğer ikisi de onun sıfatlarıdır. [Yani, onları müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak gönderdik.] Daha önce elçilerin gönderilişlerinin ve Allah'ın insanlara karşı hüccetin ve kanıtın tamamlanmasının ifade ettiği anlamı irdelemiştik. Tefsirimizin ikinci cildinde, "Insanlar bir tek ümmetti." (Bakara, 213) ayetini tefsir eder-

244 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ken de aklın, peygamberler aracılığıyla gönderilen ilâhî şeriatlar olmadan tek başına yeterli olamayacağını vurgulamıştık.

"Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir." Mutlak üstünlük ve mutlak hikmet sahibi olma niteliği O'na ait olduğuna göre, herhangi bir kimsenin bir kanıt ileri sürerek O'nu alt etmesi imkânsızdır.

Bilâkis sonuca ulaştırıcı ve karşı konulamaz üstün delil ve kanıt O'nundur. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "De ki, üstün delil Allah'ındır." (En'âm, 149)

"Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir.

Melekler de (buna) şahitlik ederler." Peygamber efendimizden (s.a.a) gökten üzerlerine bir kitap indirmesini istemeleriyle ilgili ret cevabından yapılan munkatı yani bütünden kopuk istisnanın anlamı çerçevesindeki yanlış bir algılamayı reddetmeye yönelik bir diğer açıklamadır bu. Çünkü yüce Allah, onların isteklerine ret cevabı verirken, "Musa'dan bundan daha büyügünü istemişlerdi."

buyuruyor. Bunun kaçınılmaz bir gereği de isteklerinin geri çevrildiğidir.

Çünkü Hz. Peygamberin (s.a.a) Rabbinden getirdiği vahiy, tür olarak diğer peygamberlerin getirdikleri vahiyden farklı değildir. Dolayısıyla önceki peygamberlerin getirdiklerine inandığını söyleyen bir kimsenin, onun tarafından sunulan vahye de inanması gerekir.

Sonra bunun yanında, bir kez daha konuya açıklık getiriliyor ve yüce Allah'ın Peygamberine indirdiğine şahitlik ettiği, meleklerin de şahitlik ettikleri belirtiliyor. Ve şahit olarak Allah yeter. Yüce Allah'ın şahitliğinin içeriği, "kendi bilgisiyle indirmiş" ifadesinden ibarettir. Çünkü söz konusu iddiada sırf indirilmiş olması (nüzul) yeterli olmaz. Çünkü şeytanların vahiyleriyle inenler de bir tür nüzuldür. Şeytanın ilâhî hidayeti ifsat etmesi, Allah'ın hak yolunun yerine batıl bir yol koyması ya da hak vahye batıl bir şeyler sokuşturması, böylece zihinleri bulandırması da bir tür indiriliştir.

Nitekim yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "O gaybı bilendir. Kendi gaybına (görülmez bilgisine) kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerinden razı oldugu bunun dışındadır.



Nisâ Sûresi 153-169 .................................................. 245

Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar. Ki böylece onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla teblig ettiklerini bilsin. Allah, onlarda bulunan her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır ve her şeyi bir bir saymıştır." (Cin, 26-28) "Dogrusu şeytanlar...

dostlarına vahyederler (fısıldarlar)." (En'âm, 121)

Kısacası, nüzule (indirilişe) veya inzale (indirmeye) yönelik bir şahitlik, iddiayı kapalılıktan, müphemlikten kurtaramaz. Ancak ifadenin "kendi bilgisiyle" kelimesiyle kayıtlı kılınması, maksadı bütünüyle ortaya koymaktadır. Bundan şunu anlıyoruz: Yüce Allah, elçisine vahyi indirirken, ona ne indirdiğini biliyor, onu kuşatıyor ve onu şeytanların tuzaklarına karşı koruyor.

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, şahitlik vahyin indirilmesiyle ilgilidir.

Vahiyse, ancak melekler aracılığıyla indirilmektedir. Nitekim Allah buna şu ifadelerle işaret etmiştir: "De ki: Cebrail'e kim düşman olursa, (bilsin ki) Kur'ân'ı senin kalbine... o indirmiştir." (Bakara, 97) Ayrıca yüce Allah, bu ilâhî ikrama mazhar olmuş meleği tanımlarken şöyle buyuruyor: "O Kur'ân) degerli bir elçinin (Cebrail'in) getirdigi sözdür. O (elçi) güçlüdür. Arşın sahibi (Allah) katında yücedir. Orada kendisine itaat edilen, güvenilendir." (Tekvîr, 19- 21) Bu da gösteriyor ki, Cebrail'in emri altında başka melekler de vardır. Bunlara da şu ayette işaret ediliyor: "Hayır, o bir ögüttür.

Dileyen onu düşünüp ögüt alır. O (ögüt) degerli, yüceltilmiş, tertemiz sayfalar içindedir. Degerli, iyi yazıcıların ellerindedir." (Abese, 11-16)

Kısacası, melekler de vahyin indirilişinde aracı oldukları için, yüce Allah şahitlikte bulunduğu gibi, onlar da şahitlikte bulunuyorlar.

Aslında şahit olarak Allah yeterlidir.

Yüce Allah'ın şahitliğinin kanıtı, çeşitli surelerde indirmiş olduğu şu meydan okuma ayetleridir: "De ki: Andolsun eger insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine arka olup yardım etseler, yine onun benzerini getiremezler."

(Isrâ, 88) "Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde durup düşünmüyorlar mı? Eger o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş

246 ...........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

olsaydı, onda birbirini tutmaz birçok şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82) "Haydi onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan başka çagırabildiklerinizi de çagırın." (Yûnus, 38)

"İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak (koyu) bir sapıklığa düşmüşlerdir." Yüce Allah, peygamberlerin peygamberliğinin ve katından inen kitabın şahsında somutlaşan kesin kanıttan söz edip onun önceki peygamberlere inen vahiyle aynı türden olduğunu, buna Allah'ın ve meleklerin şahitliğinin eşlik ettiğini belirterek Allah'ın şahitliğinin yeterli olduğunu vurguladıktan sonra, Ehlikitap'tan bunu inkâr eden ve yüz çeviren kimsenin kim olursa olsun, sapıklığı kazanmış olduğunu doğruluyor.

Bu ayette, Allah tarafından indirilişinden söz edilen kitabın yerine "Allah yolunda" ifadesi getiriliyor ve "Allah yolundan yüz çevirenler" ifadesi kullanılıyor. Burada dakik bir icâz (kısaltma) sanatına baş vuru-luyor. Sanki denilmek istenen şudur: Inkâr edenler ve bu kitapla onu kapsayan vahiyden yüz çevirenler, şüphesiz kâfir ve Allah'ın yolundan yüz çevirmiş olurlar. Inkâr edenler ve Allah'ın yolundan yüz çevirenler de...

"İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir..." Bu ayet, önceki ayetin içeriğini pekiştirmeye ve vurgulamaya dönük bir diğer ifade. Buna göre, ayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi, ifadede geçen "zulüm"den maksat, Allah'ın yolundan alıkoymaktır.

Bu ayetin, önceki ayette varılan yargının gerekçesi olması da mümkündür. Onların koyu bir sapıklık içinde oluşlarının mahiyeti, niteliği açıklanıyor yani. Ayetin de anlamı açıktır.

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Burhan'da, "Meryem'e büyük bir iftira atmalarından..." ayetiyle ilgili olarak deniliyor ki: Ibn-i Babaveyh kendi rivayet zinciriyle Alkame'den, o da Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmrân kızı Meryem'e, Yûsuf isimli bir marangozdan hamile kaldı diye iftira atmadılar mı?"

Nisâ Sûresi 153-169 ..................................................... 247

Tefsir-ul Kummî'de, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur..." ayetiyle ilgili olarak müellif der ki: Bana babam anlattı. O, Kasım b. Muhammet'ten duymuş.

Ona da Süleyman b. Davud Minkârî rivayet etmiş. Ona da Ebu Hamza, Şehr b. Havşeb'in şöyle dediğini aktarmış: "Haccac bana dedi ki: 'Ey Şehr, Allah'ın kitabında bir ayet vardır ki, onu anlamakta güçlük çekiyorum.' Dedim ki: 'Hangi ayettir bu ey emir?' Dedi ki:

'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur...' ayeti. Allah'a andolsun ki, bir Yahudi ve Hıristiyan- 'ın getirilmesini ve boyunlarının vurulmasını emredip bu esnada dikkatle izlediğim hâlde, tamamen can verinceye kadar dudaklarının kıpırdamadığını bizzat gözlemledim.'

Dedim ki: 'Allah işlerini yoluna koysun! Bu ayet, senin tevil ettiğin anlamı ifade etmez.' Dedi ki: 'Ya nasıl tevil edilir?' Dedim ki:

'Ayetin tevili şöyledir: Isa kıyamet gününden önce dünyaya iner. O sırada Yahudilerden ve başka milletlerden, onun ölümünden önce ona inanmayan kimse kalmaz. Ve Isa, Mehdi'nin arkasında namaz kılar.' Bunun üzerine, 'Vay be! Bunu nereden öğrendin? Nereden getirdin?' dedi. Ben, 'Bana Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talip (a.s) anlattı.' dediğimde, 'Andolsun, bu bilgiyi berrak bir pınardan almışsın.' dedi."

ed-Dürr-ül Mensûr adlı terfsirde belirtildiğine göre, Ibn-i Münzir Şehr b. Havşeb'den şöyle rivayet etmiştir: "Bir gün Haccac bana dedi ki: 'Ey Şehr, Allah'ın kitabında bir ayet vardır ki, onu her okuduğumda, mutlaka onunla ilgili bir kuşku doğuyor içimde. Yüce Allah buyuruyor ki: 'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur...' Bana Ehlikitap'tan tutsaklar getirilir, ben de boyunlarını vururum. Fakat bu konuda bir şey söylediklerini hiç duymadım.'

Ona dedim ki: 'Bu ayet sana asıl anlamından başka türlü yorumlanmış. Bir Hıristiyan'ın ruhu bedeninden çıkarken melekler önünden ve arkasından vurarak şöyle derler: 'Ey pis adam, senin Allah veya Allah'ın oğlu ya da üçün üçüncüsü sandığın Mesih, Al-

248 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

lah'ın kulu, ruhu ve kelimesidir.' O zaman inanır; ama imanı fayda vermez. Bir Yahudi'nin ruhu bedeninden çıkarken de, melekler önünden ve arkasından vurarak şöyle derler: 'Ey pis adam, senin öldürdüğünü iddia ettiğin Mesih, Allah'ın kulu ve ruhudur.' Bunun üzerine o da inanır; fakat imanı fayda vermez. Isa indiği zaman da Ehlikitab'ın ölüleri gibi yaşayanları da ona inanırlar.' Bunun üzerine Haccac şöyle dedi: 'Sen bunu kimden öğrendin?' Ben, 'Muhammed b. Ali'den' dedim. Dedi ki: 'Andolsun, bu bilgiyi madeninden öğrenmişsin.' Şehr der ki: "Allah'a yemin ederim ki, bunu bana Ümmü Seleme'den başkası anlatmadı. Fakat ben Haccac'ı kızdırmak istedim."

Ben derim ki: Müellif bu hadisi daha öz bir ifadeyle Abd b. Hamid ve Ibn-i Münzir'den, onlar da Şehr b. Havşeb'den, o da Muhammed b. Ali b. Ebu Talib'den rivayet eder. Muhammed b. Ali, Ibn-i Hanefiye [Hz Ali'nin Muhammed Hanefiye adındaki oğlu] olarak bilinir. Rivayetten anlaşıldığı kadar rivayetin kaynağı Muhammed b. Ali'dir. Daha sonra, raviler Ibn-i Hanefiye veya Imam Bâkır'dan (a.s) hangisinin kastedildiği hususunda ihtilafa düştüler.

Ancak görüldüğü gibi rivayet, ayete ilişkin yorumumuzu destekler mahiyettedir.

Aynı eserde, Ahmed, Buharî, Müslim ve Beyhaki kitaplarının el- Esma ves-Sıfat adlı bölümünde şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Sizden olan bir imamınız olduğu hâlde Meryem oğlu İsa'nın aranıza indiği gün hâliniz nasıl olur acaba?"

Aynı eserde, Ibn-i Mürdeveyh Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet eder: Resulullah buyurdu ki: "Meryem oğlu Isa'nın, adil bir hakim olarak Deccal'ı öldürmek, domuzu öldürmek [etini haram kılmak], haçı parçalamak, [zimmî kâfirlere] cizyeyi koymak ve malî hakları almak üzere inmesi yakındır. O gün sırf âlemlerin Rabbi olan Allah'a secde edilir." Ebu Hüreyre daha sonra dedi ki: "Dilerseniz şu ayeti okuyun: 'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur.' Burada kastedilen ölüm, Meryem oğlu Isa'nın ölümüdür." Ebu Hüreyre bu son ifadeyi üç kere tekrarlar-

Nisâ Sûresi 153-169 ............................................... 249

dı. Ben derim ki: Hz. Mehdi'nin (a.s) ortaya çıktığı sırada Hz. Isa'- nın (a.s) ineceğine ilişkin hadisler, Ehlisünnet kaynaklarında müstefizdir [çok kanallı rivayet edilir]. Şiî kanallardan da gerek Hz. Peygamberden, gerekse onun Ehlibeyti'nden olan imamlardan (Allah'ın selâm ve salâtı hepsinin üzerine olsun) rivayet edilmiştir.

Tefsir-ul Ayyâşî'de Haris b. Muğire, Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Burada kastedilen Resulullah (s.a.a) efendimizdir." [Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle olur: Ehlikitap'tan, ölmeden önce Resulullah'a (s.a.a) inanmayacak kimse yoktur.] [c.1, s.283, h:299]

Ben derim ki: Bu rivayetin zahiri, her ne kadar Hz. Isa'nın (a.s) durumunu açıklamaya ilişkin olan ayetlerin akışının zahirine uymuyorsa da, bununla Kur'ân'ın bir olaya uyarlanabilir açıklaması kastedilmiş olabilir. Şöyle ki: Resulullah (s.a.a) gönderildikten, bir kitap ve Isa'nın şeriatını nesh eden bir şeriat getirdikten sonra, Ehlikitab'a mensup herkesin, hem Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanması ve hem de bu imanın bir gereği olarak Hz. Isa'ya ve ondan önceki peygamberlere inanması gerekmektedir. Meselâ Ehlikitab'a mensup bir kimse, Resul-ü Ekrem'in (s.a.a) gönderilişinden sonra, ölüm anında Isa'nın hak elçi olduğunu anlasa, bunu ancak Hz. Muhammed'in (s.a.a) hak peygamber olduğunu anlamasının zımnında anlamış olur.

Şu hâlde, Ehlikitab'a mensup kimselerin Isa'ya yönelik imanları aslında Hz. Muhammed'e (s.a.a), buna bağlı olarak da Isa'ya (a.s) yönelik iman sayılır. Bütün Ehlikitap mensupların gerçekte inandıkları ve kıyamet günü aleyhlerinde şahitlikte bulunacak kimse, peygamberliğe seçildikten sonra Hz. Muhammet'tir (s.a.a).

Isa'nın da böyle bir misyonu varsa, bu bir çelişki oluşturmaz. Biraz sonra sunacağımız haber, bu anlamı bir ölçüde destekler mahiyettedir.

250 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Yine aynı eserde, Ibn-i Sinan Imam Cafer Sadık'tan (a.s) yüce Allah'ın Isa ile ilgili, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." sözleri hakkında şöyle rivayet eder: "Ehlikitab'ın iman etmesi sözüyle, Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanmaları kastedilmiştir." [c.1, s.284, h:301]

Aynı eserde Cabir, Imam Bâkır'ın (a.s), "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Diğer dinin mensuplarından önceki ve sonraki kuşaklardan hiç kimse yoktur ki, öldüğünde Resulullah'ın (s.a.a) ve Emir-ül Müminin'in (a.s) hak olduğunu görmesin." [c.1, s.284, h:303]

Ben derim ki: Rivayetin bir uyarlama olduğu açıktır. Kaldı ki, rivayet, Imamın söylediklerinin ayetin tefsirine veya uyarlanışına dönük olması noktasında net bir kanıtsallığa da sahip değildir. Imamın, bu sözleri, ayete ilişkin açıklamasının devamında söylemiş olması muhtemeldir. Rivayetler içinde bunun örnekleri çoktur.

Aynı eserde, Mufaddal b. Ömer'den şöyle rivayet edilir: Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ayetinin anlamını sordum, buyurdu ki: "Bu ayet, özel olarak biz Ehlibeyt Imamları hakkında inmiştir.

Fatıma'nın (a.s) çocuklarından ölen ve dünyadan ayrılan hiç kimse yoktur ki, imamın imamlığını onaylamış olmasın. Tıpkı Yakub'un (a.s) oğullarının Yûsuf'un ayrıcalığını ikrar etmiş olmaları gibi: 'Allah'a andol-sun ki, Allah seni bizden üstün kıldı.' (Yûsuf, 91)" [c.1, s.283, h:300]

Ben derim ki: Bu rivayet tek kanallı (ahad)dır ve mürseldir. Bu anlamı içeren başka hadisler, "Sonra kitabı kullarımız arasında seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi orta gidendir, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçendir. Işte büyük lütuf budur." (Fâtır, 32) ayetiyle ilgili olarak rivayet edilmiştir. Inşallah bu konuda ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

Aynı eserde, "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen pey-

Nisâ Sûresi 153-169..................................................... 251

gamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." ayetiyle ilgili olarak Zürare ve Hamran, Imam Bâkır'dan (a.s) ve Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet ederler: "Yüce Allah, Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğim gibi sana da vahyettim, buyurarak, (beşer için gönderilen) bütün vahiyleri Peygamberin zatında toplamıştır." [c.1, s.285, h:305]

Ben derim ki: Anlaşıldığı kadarıyla burada kastedilen, Peygamberimizin (s.a.a) yol farklılığını ve davet ayrılığını gerektirecek şekilde genel vahiy olgusuna ters düşen bir şey sunmadığıdır. Yoksa, önceki peygamberlere indirilenlerin aynısının Peygamberimize de indirildiği kastedilmiyor. Bunun bir anlamı da olmaz zaten. Aynı şekilde, Peygambere vahyedilen, önceki tüm şeriatları kapsıyor, anlamı da kastedilmemiştir. Ayetin akışı, bundan farklı bir anlamı vurgulamaya dönüktür. Aşağıda sunacağımız rivayet, bizim sözünü ettiğimiz bu anlamı destekler mahiyettedir.

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Salim'den, o da Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah Hz. Muhammed'e (s.a.a) dedi ki: '(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik.' Her peygambere, yolunu ve sünnetini izlemesini emretti." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.29, h:1]

Tefsir-ul Ayyâşî'de Sümali, Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Hz. Âdem ile Hz. Nuh arasında gönderilen peygamberlerin bir kısmı gizli, bir kısmı da açıktı. Bu yüzden Kur'ân'da onlardan söz edilmiyor, açık olan peygamberler gibi isimleri zikredilmiyor. Işte yüce Allah'ın şu sözünde buna işaret ediliyor: 'bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa'ya konuştu.' Yani, açık peygamberler gibi gizli olanların ismine yer vermedim." [c.1, s.285, h:306]

Ben derim ki: Bu hadisi, el-Kâfi'de Ali b. Ibrahim'den, o da babasından, o Hasan b. Mahbub'dan, o Muhammed b. Fudayl'dan, o da Ebu Hamza'dan ve o da Imam Bâkır'dan (a.s) rivayet eder. Bu eserdeki rivayet şöyledir: "Bazı peygamberler gizlidir. Bu yüzden Kur'ân'da onlardan söz edilmez; açık olan peygamberler gibi adları

252 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

verilmez. Işte şu ayette buna işaret ediliyor: 'Bir kısım peygamberleri daha önce sana anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık.'

Yani, peygamberliği açık olanlar gibi, gizli olanların adını vermedim..." Her hâlükârda bu rivayette kastedilen husus şudur: Yüce Allah, gizli peygamberlerin kıssalarını anlatmadığı gibi isimlerini de vermemiştir. Yalnızca bazı açık peygamberlerin kıssalarını anlatarak onların isimlerini zikretmiştir. "Yani... adını vermedim." ifadesinin raviye ait olması da mümkündür.

Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Hamza Sümali'nin ["Fakat Allah, sana indirdigine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir..." ayetiyle ilgili olarak] şöyle dediği rivayet edilir: Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Fakat Allah, Ali hakkında sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir. Melekler de buna şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeter." [c.1, s.285, h:307]

Ben derim ki: Bu anlamda bir rivayet, Tefsir-ul Kummî'de, Ebu Basir'den, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet zinciriyle birlikte aktarılır. Bu bir tür uyarlama ve tatbiktir. Çünkü Kur'ân'da Hz. Ali'- nin (a.s) velayetine işaret eden ayetler vardır. Fakat yukarıdaki ifade, Kur'ân'ın tahrif edildiği ve Imamın (a.s) bir kıraat olarak böyle okuduğu anlamına gelmez.

Bunun bir benzerinin el-Kâfi'de1 ve Tefsir-ul Ayyâşî'de2 Imam Bâkır'dan (a.s) ve Tefsir-ul Kummî'de3 Imam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edildiğini görüyoruz: "Inkâr edip -Âl-i Muhammed'e- zulmedenleri Allah asla bagışlayacak degildir."


-----

1- [Usûl-ü Kâfi, c.1, s.425.]

2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.285, h:307.]

3- [Tefsir-ul Kummî, c.1, s.159.]

Nisâ Sûresi 153-169 .................................................. 253

Bunun bir benzeri de yine Mecma-ul Beyan tefsirinde Imam Bâkır'dan (a.s) nakledilmiştir. Bu tefsirde Imam Bâkır'ın (a.s), "Resul size, Rabbinizden hak üzere geldi." [Nisâ, 170] ifadesini; "Yani, Allah'ın velayetini emrettiği kimsenin (Ali'nin) velayetini getirdi." şeklinde yorumladığı belirtilir.

Nisâ Sûresi 170-175 ........................................................ 255 c:5

170- Ey insanlar! Resul size, Rabbinizden hak üzere geldi.

Öyleyse inanın, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ındır. Allah (her şeyi) bilendir, hikmet sahibidir.

171- Ey Ehlikitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisidir, O'nun Meryem'e attığı kelimesidir ve O'ndan bir ruhtur.

Şu hâlde Allah'a ve peygamberlerine inanın, (Allah) üçtür demeyin; (bundan) vazgeçin, bu sizin için daha hayırlıdır. Allah, ancak bir tek Tanrı'dır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

172- Ne Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de Allah'a yakınlaştırılmış melekler. Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa, (bilsin ki) O, onların hepsini kendi huzuruna toplayacaktır.

173- İnanıp iyi işler yapanlara ecirlerini eksiksiz ödeyecek ve onlara lütfunu daha da artıracaktır. Kulluk etmekten çekinenleri ve büyüklük taslayanları ise, acı bir azapla azaplan-dıracaktır. Onlar kendileri için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulacaklardır.

174- Ey insanlar! Rabbinizden size kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur (Kur'ân) indirdik.

175- İşte Allah'a inanıp O'na sımsıkı tutunanları, kendi katından bir rahmetin ve lütfun içine alacak ve onları kendisine (varan) doğru bir yola iletecektir.

AYETLERIN AÇIKLAMASI

Ehlikitab'ın, Peygamberden (s.a.a) kendilerine gökten bir kitap indirmesini istemelerine, Allah'ın elçisinin ancak Rabbinin katından hak esaslı bir mesaj getirdiği, onun Rabbinin katından getirdiği kitabın kuşku içermeyen kesin bir kanıt olduğu belirtilerek cevap verilmesinden dolayı, yüce Allah'ın bu noktada bütün insanları, peygamberlerine ve kitabına inanmaya davet etmesi, yerinde ve ayetlerin akışının ruhuna uygun bir ifade tarzıdır.

Bu açıklamalar çerçevesinde, bütün peygamberlerin -bu meyanda İsa'nın da adı zikrediliyor- aynı yasaya tâbi oldukları, bu

256 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

yasanın parça ve çerçevesinin birbirinin benzeri olduğu vurgulanıyor.

Buna kİsaca, Allah'tan vahiy alma yasası demek mümkündür.

Işte bu açıklamanın doğal bir sonucu olarak, özelde kitap ve vahiy ehli olan Hıristiyanların şöyle bir inanca davet edilmeleri uygun görülmüştür: Dininizde aşırılığa kaçmayın ve diğer muvahhid -Allah'ın birliğine inanan- müminlere katılın. Kendinizin de onlar gibi diğer peygamberler hakkında Allah'ın kulları ve elçileri olduğu yönündeki inancınızın aynısıyla, İsa'nın da hakkında inanın.

Ardından yüce Allah, bunun bir adım ötesinde, bütün insanları Resulü'ne (s.a.a) inanmaya davet ediyor. Çünkü, "Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik..." ayetinde ilkönce o hazretin elçiliğinin doğruluğunu açıklığa kavuşturmuştu. [Peygamberin elçiliği doğrulandıktan sonra da bütün insanları ona inanmaya davet etmeye başladı.]

Ardından İsa (a.s) hakkında aşırıya gitmemeleri çağrısında bulunuyor. Çünkü önceki bölümde işaret edilen ayetler kapsamında açıklanan ikinci husus da budur.

Bunun da ardından kitabına, yani Kur'ân'a uymaya davet ediyor.

Ki şu ayetin kapsamında açıklanan son husus da budur: "Fakat Allah, sana indirdigine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir..."

"Ey insanlar! Resul size, Rabbinizden hak üzere geldi. Öyleyse inanın, bu sizin için daha hayırlıdır." Bu hitap, Ehli-kitap'la birlikte tüm insanlara yönelik genel bir hitaptır ve Ehlikitab'a yönelik önceki açıklamanın bir devamı niteliğindedir. Hitabın bu şekilde genel tutulması, mesajın evrensel niteliğinden kaynaklanmaktadır. Mesaj ise, Resule inanmaktır. Ayrıca Resulün üstlendiği rİsalet misyonu da bir kavimle sınırlı olmayıp geneldir.

"bu sizin için daha hayırlıdır." ifadesi, cümle içinde "âminû=ina-nın" kelimesiyle ilintili lazım hâldir [sahibinden asla ayrılmayan bir niteliktir]. Yani, öyle bir iman ki, onun ayrılmaz bir özelliği de sizin için yararlı olmasıdır.

"Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz göklerde ve yerde olanların tümü

Nisâ Sûresi 170-175 ................................................. 257

Allah'ındır." Yani, eğer inkâr ederseniz, küfrünüzün size olumlu bir katkısı, artıracağı bir şey olmayacaktır ve Allah'tan da herhangi bir şey eksiltmeyecektir. Çünkü göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ındır.

Dolayısıyla bir kimsenin O'nun mülkünden bir şey eksiltmesi mümkün değildir. Göklerde ve yerde olan her şey öz doğası gereği ortağı olmayan Allah'a ait olduğunu göstermektedir. [Her varlık varlığını O'ndan aldığını, O'nun mülkü olduğunu, sadece O'- na ait olduğunu kendince bilir.] Dolayısıyla her şeyin varolmasıyla Allah'ın mülkü olması arasında hiçbir fark yoktur; her varlık aynı zamanda Allah'ın mülküdür de. Şu hâlde, kendisi de o mülkün bir parçası olan bir şey, Allah'ın mülkünden bir şey alıp eksiltebilir mi?

Bu ayet, meseleyle ilgili oldukça kapsamlı ve kuşatıcı bir ifadeye sahiptir. Üzerinde düşünüldükçe, derinliğine etüt edildikçe anlamının incelikleri daha bir belirginleşir, açıklamasının genişliği akıllara durgunluk veren bir boyuta ulaşır. Buna göre, Allah'ın eşya üzerindeki kuşatıcı egemenliği ve bu egemenliğin sonuçları, etkileri bağlamında küfür, iman, itaat ve isyan kavramları olanca incelikleriyle netliğe kavuşurlar. Daha fazla anlamsal boyutları kavramak için, bu ayet üzerinde daha fazla düşünmek gerekiyor.

"Ey Ehlikitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin." Ayetin Hz. İsa (a.s) ile ilgili bir hususa değinmesini bir ipucu olarak ele alırsak, hitabın Hıristiyanlara yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Ortak bir nitelik olarak "Ehlikitap" şeklinde bir ifadenin yalnızca Hristiyanlar hakkında kullanılmış olması ise, şu mesajı vermeye yöneliktir: Ehlikitap adını almış olmaları, Allah'ın çizdiği ve kitabında açıkladığı sınırları aşmamalarını gerektirmektedir.

Açıkladığı konulardan biri de, gerçekle ilgisi olmayan şeyleri Allah hakkında söylememelerinin, ancak gerçeği O'nun hakkında söylemelerinin gerektiğidir.

Hitabın hem Yahudilere, hem de Hıristiyanlara yönelik olduğu da söylenebilir. Çünkü Yahudiler de tıpkı Hıristiyanlar gibi dinlerinde taşkınlık yapıyorlardı, aşırı gidiyorlardı ve Allah hakkında gerçekle ilgisi olmayan şeyler söylüyorlardı. Nitekim yüce Allah bu

258 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

hususta şöyle buyurmaktadır:

"Yahudiler, Üzeyr Allah'ın ogludur, dediler." (Tevbe, 30) "(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar da) rahiplerini... Rabler edindiler." (Tevbe, 31) "De ki: Ey Ehlikitap, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin... Allah'ı bırakıp da bazılarımız bazılarını Rabler edinmesin." (Âl-i Imrân, 64) Buna göre, "Meryem oglu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisidir..."

sözü, ayetin akışı içinde genel anlatımın ardından özele indirgenmiş bir anlatımdır. Burada, muhataplar içindeki belli bir gruba özgü özel bir yükümlülüğe dikkat çekilmiştir.

Fakat ayetin akışının zahiri bu yorumu ihtimal dışı bırakıyor. Çünkü ayetin zahiri, "Meryem oglu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisidir." sözünün, "Dininizde aşırı gitmeyin." ifadesinin gerekçesi olmasını gerektirmektedir. Bu da özel olarak hitabın Hıristiyanlara yönelik olduğunu gösterir. Sonra "Mesih" yani kutsal nitelemesinin ardından, "Meryem oğlu İsa" sözüne yer verilerek niteleme isim ve ana ismiyle açıklığa kavuşturuluyor. Ki niteleme farklı bir anlama yorumlanmasın ve bu, onun bir anadan doğan herhangi bir insan gibi yaratıldığının kanıtı olsun.

"O'nun Meryem'e attıgı kelimesidir." ifadesi, "kelime"nin anlamı- nın açıklaması konumundadır. Çünkü o kelime, bakire Meryem'e ilka edilen [ve yaratma kelimesi olan] "Ol" kelimesidir. Onun varoluşunda, evlilik ve baba gibi normal sebepler rol oynamamışlardır.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Bir işin olmasına karar verdi mi yalnızca ona "ol" der, o da hemen oluverir."

(Âl-i Imrân, 47) Şu hâlde, her şey yüce Allah'ın kelimesinden ibarettir; ancak diğer varlıklar normal sebeplerle iç içedirler. İsa'nın "kelime" olarak isimlendirilmek suretiyle belirginleşen ayrıcalığı, doğumunda bazı normal ve doğal sebeplerin rol oynamamış olmasından kaynaklanmaktadır. "ve O'ndan bir ruhtur." Ruh, emirdendir [emir âlemindendir]. Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." (Isrâ, 85) İsa, tekvinî=varoluşsal "Ol" kelimesi olduğuna ve bu kelime de emir âleminden olduğuna göre,

Nisâ Sûresi 170-175 .................................................. 259

İsa ruhtur. Tefsirimizin üçüncü cildinde, İsa'nın yaratılışını incelerken bu ayetle ilgili açıklamalara da yer verdik.1

"Şu hâlde Allah'a ve peygamberlerine inanın, (Allah) 'üçtür' demeyin; (bundan) vazgeçin, bu sizin için daha hayırlıdır. Allah, ancak bir tek Tanrı'dır." Bu ifade, "Mesih sadece..." diye başlayan ifadeyle gerekçelendirilen ayetin giriş cümlesindeki konunun ayrıntısı niteliğindedir.

Demek isteniyor ki: Gerçek durum bundan ibaret olduğuna göre, sizin bu şekilde inanmanız gerekir; Rab olarak Allah'a ve aralarında İsa'nın da bulunduğu elçilerin sundukları rİsalete inanmanız lâzım gelir. Allah üçtür demekten vaz geçin. Çünkü böyle demekten vazgeçmeniz yahut Allah'a ve elçilerine inanmanız ve "teslis" iddiasını olumsuzlamanız sizin yararınızadır.

"Üç"ten maksat, baba, oğul ve kutsal ruhtan (Ruh-ul Kudüs) oluşan üç uknumdur. Âl-i Imrân suresinde Hz. İsa'yla ilgili olarak nazil olan ayetleri tefsir ederken bu meseleyle ilgili ayrıntılı açıklamalar sunduk.2

"O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nundur." Bu ifadenin orijinalinde geçen "subhan" kelimesi, takdirde bulunan bir fiilin mutlak mef'uludur ve ifadenin orijinalinde geçen "en yekûne" kelimesi de onunla ilintilidir. Bu da, cer verenin ortadan kaldırılması sonucu mansup olmuştur. Dolayısıyla ifadenin açılımı şöyledir: "O'nu çocuk sahibi olmaktan ulularım, O'nu tenzih ederim." Bu hâliyle cümle, Allah'ın ululuğunu vurgulama amacıyla baş vurulmuş bir ara ifade niteliğine sahiptir.

"Göklerde ve yerde olanların tümü O'nundur." cümlesi, ayet içinde gramer açıdan hâl fonksiyonunu icra ediyor ya da yeni bir anlatımın başlangıcıdır. Her hâlükârda yüce Allah'ın çocuğunun olmasını olumsuzlama amaçlı bir rettir. Çünkü çocuk, her ne şekilde tasavvur edilirse edilsin, özü itibariyle bir parçası olduğu ba-

------- 1- [c.3, s.292, Âl-i Imrân, 45]

2- [c.3, s.420, Âl-i Imrân, 79-80]

260 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

banın bir benzeridir. Göklerde ve yerde olan her şey özü ve etkinliği itibariyle Allah'ın mülküdür. Allah, her şeyin yönetimini elinde bulundurmakta ve egemenlik sadece O'na aittir. Şu hâlde bu varlıklardan hiçbir şey O'nun benzeri değildir. Dolayısıyla O'nun çocuğu da yoktur.

İfade, varlıklar âleminde, yüce Allah'tan başka her şeyi kapsayıcı genelliğe sahiptir. Bu da, "Göklerde ve yerde olanlar..." ifadesinin, Al-lah'tan başka her şeyi ifade etmeye yönelik bir kinaye olmasını gerektirmektedir. Çünkü göklerle yerin kendisi de bu kapsama girer. Oysa gökler ve yer, göklerde ve yerde olanlardan değil, onların kendileridir.

Öte yandan, ayetin içerdiği emir ve yasak, onlar açısından dünya ve ahiret iyiliğini gösteren genel bir yol göstericilik işlevini görmektedir. Bu yüzden ifadenin sonunda şu cümleye yer verilmiştir: "Vekil olarak Allah yeter." Yani Allah, işleriniz üzerindeki yönetici- velinizdir. Hayatınızı O düzenleyip, yönlendirmektedir. Sizi, sizin için daha iyi olana iletir; dosdoğru yola davet eder sizi.

"Ne Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de Allah'a yakınlaştırılmış melekler." Bu ifade Mesih'in (a.s) tanrılığını olumsuzlayan bir diğer kanıt. Ister oğul, isterse üçün üçüncüsü şeklinde tasavvur edilsin, onun tanrİsal bir özelliği yoktur. Çünkü Mesih, Allah'ın kuludur, hiçbir zaman O'na kul olmaktan ve O'na kulluk etmekten çekinmez. Hıristiyanlar da bu gerçeği inkâr etmiyorlar. Bu gün onların elinde bulunan Incillerde, Mesih'in Allah'a ibadet ettiği açıkça ifade edilmektedir. Oysa tanrıyla aynı nitelikte olan oğlun ibadetinin ne anlamı vardır? Bir kimsenin kendisine ya da üçten biri olanın varlık olarak hepsine denk düştüğü üçlüye ibadet etmesi anlamsızdır.

Hz. İsa (a.s) ile ilgili konularda bu kesin kanıt hakkında geniş bilgiler sunduk.

"ne de Allah'a yakınlaştırılmış melekler..." Bu, hükmün melekleri de kapsayacak şekilde genelleştirilmesine dönük bir ifadedir. Çünkü bu kanıt İsa gibi onlar hakkında da geçerlidir. Bazı müşrik toplulukları -Arap müşrikleri gibi- onların Allah'ın kızları olduk-

Nisâ Sûresi 170-175 .................................................. 261

larını ileri sürüyorlardı. Buna göre bu cümle, söz gelişi yani söz sözü getirir sanatına örnek oluşturmaktadır.

"Ne Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de Allah'a yakınlaştırılmış melekler." ifadesinde, Hz. İsa'nın (a.s) "Mesih=kutsal", meleklerin de "mukarrebîn=yakınlaştırılmış" olarak nitelendirilmiş olması, sıfat anlamını içeriyor olmaları hasebiyle konunun nedenine ve gerekçesine işaret etmektedir. Demek isteniyor ki: İsa, Allah'a ibadet etmekten çekinmez. Nasıl çekinsin ki, o kutsal Mesih'tir.

Yaklaştırılmış melekler de öyle! Eğer kul olmaktan çekinmeleri ihtimali olsaydı, Allah onu (İsa'yı) kutsamaz, onları (melekleri) da yakınlaştırmazdı. Yüce Allah, bir yerde Mesih'i de "yaklaştırılmış" olarak nitelendirir: "Dünyada da, ahirette de onurlu, saygın ve Allah'a yakınlaştırılanlardandır." (Âl-i Imrân, 45)

"Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa, (bilsin ki) O, onların hepsini kendi huzuruna toplayacaktır." Bu ifade, Mesih ve meleklerle ilintili hâl cümlesi konumundadır. Öbür yandan, önceki yargıyı da gerekçelendirmektedir. Demek isteniyor ki: Mesih ve yakınlaştırılmış melekler, nasıl kul olmaktan çekinirler? Oysa O'na kul olmaktan çekinenler, O'na ibadet etmekten kaçınan insanlar, cinler ve melekler, topluca O'nun huzuruna geleceklerdir. Yapıp ettiklerinin karşılığını eksiksiz alacaklardır. Gerek Mesih, gerekse melekler bunu bilirler, buna inanırlar ve bu tür olumsuz bir akıbete düşmemek için korunurlar.

"Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa..." ifadesinin, "İsa ve yakınlaştırılmış meleklerin O'na ibadet etmekten çekinenlerin O'nun huzurunda toplanacaklarını bilirler." anlamında olduğunun kanıtı, "büyüklük taslarsa..." sözüdür. Bu sözle, "Kim...

çekinirse" ifadesi kayıtlandırılmıştır. Çünkü kulluk sunmaktan çekinme, büyüklük taslamaktan kaynaklanmıyorsa -cahillerin ve mustazafların durumunda olduğu gibi- tek başına ilâhî gazabı gerektirici olmaz. Mesih ve meleklerse, şayet kulluktan çekinirlerse, bu tavırları ancak büyüklük taslamaktan ileri gelebilir. Çünkü onlar Rablerinin yüce konumunu bilirler. Bu yüzden, ifadenin onlarla ilgi-

12
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5



262 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

li kısmında, sadece "kulluktan çekinme"den söz edilmiş [ve şöyle buyrulmuştur: "Ne Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de Allah'a yakınlaştırılmış melekler."] Dolayısıyla bu ifadenin, "Kim O'- na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa..." cümlesiyle gerekçelendirilmesi, onların O'na ibadetten çekinenlerin, O'nun huzurunda toplanacaklarını bildikleri anlamını ifade ettiğini gösterir.

"hepsini" yani iyi, kötü herkesi. Bu ifade, "İnanıp iyi işler yapan- lara gelince..." diye başlayan hemen sonraki ayetin içerdiği ayrıntılandırma durumuna ortam hazırlamaktadır.

"Onlar kendileri için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulurlar." Bu ifade, Mesih'in ve meleklerin ilâhlıklarına ilişkin olarak ileri sürülen iddialara bir karşılık olarak dost ve yardımcı ihtimalini olumsuzlama amacına yöneliktir.

"Ey insanlar! Rabbinizden size kesin delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik." Ayetin orijinalinde geçen ve "kesin delil" olarak anlamlandırdığımız "burhan kelimesiyle ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî der ki: "Burhan, kanıtlama amaçlı açıklama demektir. 'Ruc-han' ve 'sunyan' gibi, 'fu'lan' kipinden gelir. Bazılarına göre bu kelime, 'berehe-yebrehu=beyaz oldu' fiilinin mastarıdır." (Rağıptan aldığımız alıntı burada son buldu.) Dolayısıyla bu kelime, hangi kökten ve hangi kalıptan olursa olsun mastardır. Kimi durumlarda, özellikle delil ve kanıt anlamında kullanıldığında fail anlamını ifade eder.

Nurdan maksat, Kur'ân'dır kuşkusuz. Bunun kanıtı da, "size... indirdik." ifadesidir. Burhan kelimesi ile de bunun kastedilmiş olması mümkündür. Bu durumda, her iki cümle birbirini desteklemekte, her biri diğerini pekiştirmektedir.

Bununla (nurla) Peygamber efendimizin (s.a.a) kastedilmiş olması da mümkündür. Tefsirini sunduğumuz ayetin, Peygamberin sunduğu rİsaletin doğruluğunu ve Kur'ân'ın Allah katından inen bir kitap olduğunu açıklamaya dönük ayetler grubunun sonrasında yer almış olması bu ihtimali güçlendirmektedir. Çünkü ayet, bu akışın bir ayrıntısı görüntüsü vermektedir. Bu ihtimali, bir sonraki ayette yer alan, "tutunanlar" ifadesi de güçlendirmektedir. Daha

Nisâ Sûresi 170-175 ..................................................... 263

önce, "Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette o, dosdogru yola iletilmiştir." (Âl-i Imrân, 101) ayetini tefsir ederken "tutunmak" tan maksadın, Allah'ın kitabını izlemek ve Resulullah'a (s.a.a) uymak olduğunu belirtmiştik.

"İşte Allah'a inanıp O'na sımsıkı tutunanları" Bu ifade, Rabbinin sunduğu kanıt nitelikli açıklamaya ve katından indirdiği nura tâbi olanların alacakları ödülü açıklama amacına yöneliktir.

Bu ayet, inanıp salih ameller işleyenlerin sevabını açıklamaya yönelik önceki ayete yani, "İnanıp iyi işler yapanlara ecirlerini eksiksiz ödeyecek ve onlara lütfunu daha da artıracaktır." ayetine işaret ediyor gibidir. Belki de bu yüzden, incelediğimiz ayette kanıta ve nura tâbi olma buyruğuna aykırı hareket edenlerin cezasına işaret edilmemiştir. Çünkü önceki ayette buna aynen değinilmiştir.

Dolayısıyla bu ayette tâbi olanlara verilecek karşılığın, öteki ayette tâbi olanlar için öngörülen ödülün aynısı olduğu belirtildikten sonra, ikinci bir tekrara gerek görülmemiştir. Çünkü ortada iki grup vardır: Tâbi olanlar ve karşı çıkanlar.

Buna göre, incelediğimiz ayetteki "kendi katından bir rahmetin ve lütfun içine alacak..." ifadesi, öteki ayetteki "ecirlerini eksiksiz ödeyecek..." -yani, onları cennete götürecek- ifadesine tekabül etmektedir. Bu ayetteki "lütuf"un karşılığı, öteki ayetteki "onlara lütfunun daha da fazlasını artıracaktır." ifadesidir. "Onları kendisine (varan) dogru bir yola iletecektir." cümlesine gelince, bu, ayette sözü edilen Allah'a sarılmanın bir sonucudur. Nitekim bir ayette şöyle buyrulmuştur: "Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, şüphesiz o, dosdogru olan yola iletilmiştir." (Âl-i Imrân, 101)

264 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



Nisâ Sûresi 176 .......................................................................

176- Senden fetva istiyorlar. De ki: Ana-babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkında Allah size şöyle fetva veriyor:

Eğer çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse (erkek kardeş) ölürse, bıraktığının yarısı o kız kardeşindir. Fakat (ölen) kız kardeşinin çocuğu yoksa, erkek kardeş ona tamamen vâris olur. Eğer ölenin iki kız kardeşi varsa, (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Ve eğer vârisler erkek-kadın birçok kardeşler olursa, erkeğin payı iki kızın payı kadardır. Şaşırırsınız diye Allah size açıklıyor. Allah her şeyi bilendir.

AYETIN AÇIKLAMASI

Bu ayette, sünnetin açıklamasından da anlaşıldığı kadarıyla anne-baba bir ya da yalnız baba bir olan "kelâle"nin yani, annebabası ve ço-çuğu olmayan kimselerin miras alma hükmü açıklanıyor.

Yine Peygamberimizin (s.a.a) açıklamasından anlaşıldığı kadarıyla, surenin girişinde işaret edilen miras paylaşımı ise, anne tarafından bir olan kelâ-le'nin miras alması ile ilgilidir. Bunun kanıtı, burada zikredilen feraizin (payların) orada zikredilenden daha fazla olmasıdır. Yine ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla mirasta erkeklerin payı kadınların payından daha fazladır.

"Senden fetva istiyorlar. De ki: Ana-babası ve çocuğu olmayan kim-

Nisâ Sûresi 176 ............................................................. 265

senin mirası hakkında Allah size şöyle fetva veriyor." Nisâ suresinin akışı içinde fetva istemenin, fetvanın1 ve kelale2 kavramının anlamı üzerinde çeşitli bilgiler sunduk.

"Çocugu olmayıp..." Yalnızca çocuk sözcüğünün mutlak olarak ifade edilmesinden anlaşıldığı kadarıyla burada genel olarak hem erkeği, hem de kadını kapsayan bir hüküm söz konusudur.

Mecma-ul Beyan tefsirinde deniliyor ki: "Bunun anlamı şöyledir:

Çocuğu ve babası yoksa... Babayı da bu kapsama aldık. Çünkü bu hususta görüş birliği vardır." [Mecma-ul Beyan'dan alınan alıntı burada son buldu.]

Eğer anne-babadan birinin varlığı varsayımı esas alınsaydı, ayette mutlaka onun payına işaret edilirdi. Böyle bir işaret olmadığına göre, her ikisinin yokluğu esas alınarak hüküm açıklama yönüne gidilmiştir.

"kız kardeşi bulunan kimse ölürse, bıraktıgının yarısı o kız kardeşindir. Fakat (erkek kardeş, ölen) kız kardeşinin çocugu yoksa, kendisi ona tamamen vâris olur." Burada kız kardeşin erkek kardeşin mirasından, erkek kardeşin de kız kardeşin mirasından alacağı paya işaret ediliyor. Buradan hareketle kız kardeşin kız kardeşten, erkek kardeşin erkek kardeşten kalan mirastan alacağı pay da belirlenmiş oluyor. Çünkü eğer bu sonuncular için başka bir paylaşım şekli söz konusu olsaydı, mutlaka ondan söz edilirdi.

Ayrıca, "Fakat... erkek kardeş ona tamamen vâris olur." ifadesiyle demek isteniyor ki: Eğer tersi olursa, yani erkek kardeş kız kardeşin yerinde olursa, mirasın tümünü alır. Üstelik, iki kız kardeşin ve erkek kardeşlerin payını açıklayan "Eger ölenin iki kız kardeşi varsa, (erkek kardeşlerinin) bıraktıgının üçte ikisi onlarındır.

Ve eger vârisler erkek-kadın birçok kardeşler olursa, erkegin payı iki kızın payı kadardır." ayetinde, ölenin erkek veya kadın olması kaydına yer verilmemiştir. Dolayısıyla ölenin erkek veya kadın ol-

------- 1- [bkz. c.5, Nisâ suresi, ayet: 127.]

2- [bkz. c.4, Nisâ suresi, ayet: 12, s.305]

266 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

masının, miras pay-ları üzerinde bir etkinliği yoktur.

Ayetin açıkladığı; bir kız kardeşin, bir erkek kardeşin, iki kız kardeşin ve erkek-kadın karışık kardeşlerin payıdır. Geri kalan yakınların payı da bundan hareketle belirlenebilir. Buna göre, iki kardeş mirasın tamamını alırlar ve aralarında eşit bir şekilde paylaşırlar.

Bunu, bir kardeşin mirasın tümünü almasından çıkarıyoruz.

Bu ihtimallerden biri, bir erkek ve bir kız kardeşin bulunması durumudur. "Kardeşler" ifadesi bu ihtimali de kapsar. Nitekim bu surenin giriş kısmında buna işaret edilmiştir. Buna göre, "Ve eger vârisler erkek-kadın birçok kardeşler olursa..." ifadesi bu ihtimali de içermektedir. Kaldı ki, sünnet [Peygamberimizden (s.a.a) nakledilen hadisler] bu ihtimallerin tümünü açıklamaktadır.

Burada sözü edilen paylar, ölenin sadece babasız ya da sadece annesiz ve babasız olması durumunda geçerlidir. Fakat bu şekilde ölen kişinin ana-baba bir kız kardeşi ve baba bir kız kardeşi varsa, baba bir kız kardeşi mirastan pay almaz. Surenin giriş kısmındaki ilgili ayeti tefsir ederken bu hususta açıklamalarda bulunduk.

"Şaşırırsınız diye Allah size açıklıyor." Yani, şaşırmanız korkulur veya şaşırmayasınız diye Allah size açıklıyor demek isteniyor. Bu tarz bir kullanımın Arapçadaki örnekleri çoktur. Amr b. Gülsüm şöyle der:

"Bizi küçük düşürüp alay etmenizden korkuyoruz (veya alay etme-yesiniz) diye, size ziyafet vermek için acele ettik."

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, Cabir b. Abdullah el-Ensari'den şöyle rivayet edilir: "Bir ara hastalandım. Dokuz -ya da yedi- tane kız kardeşim vardı. Peygamberimiz (s.a.a) beni ziyarete geldi, yüzüme üfledi. Kendime geldim, dedim ki: 'Ya Resulallah, kız kardeşlerime malımın bütününden üçte iki pay ayırayım mı?' Buyurdu ki:

'Bundan daha iyisini yap.' Dedim ki: 'Malımın bir bölümünü mü ayırayım?' Buyurdu ki: 'Bundan daha iyisini yap.' Sonra yanımdan

Nisâ Sûresi 176 ............................................................ 267

ayrılıp gitti. Giderken geri dönerek bana şöyle dedi: Ey Cabir, senin bu hastalıktan öleceğini sanıyorum. Fakat Allah, senin kız kardeşlerinin alacağı payla ilgili bir ayet indirerek onlara iki kere üçte birlik bir pay ayırdı."

Raviler demişlerdir ki: "Cabir, bu ayet benim hakkımda indi, derdi." Buna yakın bir rivayet de ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde yer alır.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Ebi Şeybe, Buharî, Müslim, Tirmizi, Nesai, Ibn-i Dureys, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Beyhaki -ed- Delail adlı eserde- Bera'dan şöyle rivayet ederler: "Bir bütün olarak inen en son sure, Tevbe suresidir. En son inen ayet de, Nisâ suresinin sonunda yer alan, 'Senden fetva istiyorlar. De ki: Anababası ve ço-cugu olmayan kimsenin mirası hakkında Allah size şöyle fetva veriyor...' ayetidir."

Ben derim ki: Aynı eserde yer alan birçok rivayette belirtildiğine göre, Resulullah (s.a.a) ve ashap bu ayeti "Sayf Ayeti=Yaz Ayeti" diye adlandırırlardı. Mecma-ul Beyan tefsirinde deniliyor ki: "Bunun nedeni şudur: Ana-babasız ve çocuksuz ölen kişinin mirası hakkında iki ayet nazil olmuştur. Biri kış mevsiminde inmiş ve Nisâ suresinin giriş kıs-mında yer alır, diğeri de yazın nazil olan şu ayettir."

Aynı eserde, Ebu Şeyh'in Feraiz adlı eserde Bera'dan şöyle rivayet ettiği belirtilir: "Resulullah'a (s.a.a) kelâle'nin kim olduğu soruldu. 'Çocuktan ve babadan başkasıdır.' buyurdu."

Tefsir-ul Kummî'de müellif şöyle diyor: Bana babam anlattı. O da Ibn-i Ebu Umeyr'den duymuş. Ona Ibn-i Üzeyne Bukeyr'den aktarmış ki, Imam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Adamın biri ölse ve geride mirasçı olarak bir kız kardeşi kalsa, ayetin hükmünce ona mirasın yarısı verilir. Tıpkı adamın kız çocuğu olması durumunda mirasın yarısını alacağı gibi. Eğer adamın ondan daha yakın bir akrabası yoksa, mirasın diğer yarısını da yine kız kardeş, akrabalık hükmünce alır. Kız kardeş yerine, erkek kardeş mirasçı olsa, mirasın tümünü alır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fakat

268 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

(ölen) kız kardeşinin çocugu yoksa, erkek kardeş ona tamamen vâris olur." Şayet mirasçılar iki kız kardeş olurlarsa, üçte ikilik bir payı ayetin hükmünce alırlar; geriye kalan üçte birlik payı da akrabalık payı hükmünce alırlar. Şayet mirasçılar kadın-erkek karışık kimseler olsalar, erkeğe iki kadının payı kadar bir pay verilir. Bütün bunlar, ölen kişinin çocuğunun, anne-babasının veya eşinin olmaması durumunda geçerlidir."

Ayyâşî kendi tefsirinde, bu rivayetin devamını çeşitli kanallardan Imam Bâkır (a.s) ve Imam Sadık'tan (a.s) rivayet eder. Tefsir-ul Ayyâşî'de Bükeyr'den şöyle rivayet edilir: Bir adam Imam Bâkır'ın (a.s) yanına geldi ve ona, geride mirasçı olarak kocasını, ana bir kız kardeşlerini ve baba bir kız kardeşini bırakan bir kadının mirasının nasıl paylaşılacağını sordu. Imam buyurdu ki:

"Kocaya mirasın yarısı verilir. Bu, altı paydan üç paya denk düşer. Ana bir kız kardeşlere üçte bir verilir. Bu da altı paydan iki paya denk düşer. Baba bir kız kardeşlere de bir pay verilir."

Adam şöyle dedi: "Zeyd'in, Ibn-i Mesud'un, Ehlisünnet'in ve kadı-ların paylaşımı bundan farklıdır, ey Ebu Cafer! Diyorlar ki: Ana bir ve baba bir kız kardeşe üç pay verilir. Bu da altıda bir paya denk düşer. Böylece payı altıdan sekize kadar yükseltirler." Imam Bâkır (a.s) buyurdu ki: "Bunu neye dayanarak söylüyorlar?" Adam şu karşılığı verdi: "Çünkü yüce Allah, 'bir kız kardeşi bulunan kimse (erkek kardeş) ölürse, bıraktıgının yarısı o kız kardeşindir.' buyuruyor."

Bunun üzerine Imam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Madem ki Allah'ın emrini kanıt gösteriyorsunuz, neden erkek kardeşin payını eksiltiyorsunuz? Çünkü yüce Allah, kız kardeş için mirasın yarısını, erkek kardeş için de tümünü öngörmüştür. Bir şeyin tümü yarısından daha fazladır. Nitekim Allah kız kardeş için, 'bıraktıgının yarısı o kız kardeşindir.' ve erkek kardeş için de, 'kız kardeşinin çocugu yoksa, ona -yani geride bıraktığı bütün mala- tamamen vâris olur.'

buyurmuştur. Siz ise, miras paylaşımınızda Allah'ın bütün malı verdiği erkek kardeşe bir şey vermezken, Allah'ın malın yarısını

Nisâ Sûresi 176 ................................................................. 269

vermeği emrettiği kimseye tümünü veriyorsunuz!" [c.1, s.287]

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde şöyle deniyor: Abdurrezzak, Ibn-i Münzir, Hakim ve Beyhaki Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: Adamın biri İbn-i Abbas'a şöyle sordu: "Bir kimse ölür ve geride mirasçı olarak bir kız çocuğu ve ana-baba bir kız kardeş bırakırsa, bunun mirası nasıl paylaşılır?" Ibn-i Abbas dedi ki: "Kız çocuğu mirasın yarısını alır. Kız kardeşe de bir şey verilmez. Mirasın geri kalanı da baba yönünden akrabalara verilir." Buna karşılık ona denildi ki: "Ama Ömer kız kardeş için de mirasın yarısını öngörmektedir." Ibn-i Abbas şu karşılığı verdi: "Siz mi daha iyi biliyorsunuz, Allah mı? Allah diyor ki: 'Eger çocugu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse (erkek kardeş) ölürse, bıraktıgının yarısı o kız kardeşindir.' Siz ise diyorsunuz ki: Adamın çocuğu olsa da, mirasının yarısı kız kardeşinindir!"

Yukarıda sunduğumuz rivayetlerin içerdiği anlamı destekler mahiyette başka rivayetler de vardır.

270 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

272 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Mâide Sûresi 1-3 ..............................................................

272 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

1- Ey inananlar! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin. Ihramlı iken avı helâl saymamak üzere, size (haram oldukları) okunacaklar dışında kalan dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı. Allah şüphesiz, dilediği hükmü verir.

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 273

2- Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine (hac ibadetlerine), ne haram aya, ne (işaretsiz) kurbana, ne gerdanlıklı kurbanlara ve ne de Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Hara-m'a yönelenlere saygısızlık etmeyin. Ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin. Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.

3- Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç-, dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve (hayvanın etini) fal oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum. O hâlde kim, (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan yiyebilir; çünkü) Allah hiç şüphesiz bağışlayan ve esirgeyendir.

AYETLERIN AÇIKLAMASI

Surenin girişi ve son bölümü, ayetlerinin geneli, bu ayetlerin kapsadığı hükümler, öğütler ve kıssalar üzerinde durup düşündüğümüz zaman, surenin kapsamlı hedefinin verilen sözlerin tutulmasına, ne şekilde olursa olsun hakkın gözetildiği antlaşmalara bağlı kalınmasına, bunları çiğnemekten, gereklerine aldırış etmemekten azami ölçüde kaçınılmasına ilişkin bir çağrı olduğunu görürüz. Bu çağrı bağlamında, ilâhî sünnetin sakınıp iman edenlerin, daha sonra Allah'tan korkup da ihsanda bulunanların rahmete kavuşmaları, işlerinin kolaylaştırılması ve yüklerinin hafifletilmesi, buna karşılık azgınlaşanların, antlaşmaları çiğneyenlerin, sözlerinin gereklerini yerine getirmeyip akitlerinin dışına çıkanların, din-

274 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

de sorumluluk gerektiren misakların sınırlarını çiğneyenlerin işlerinin zorlaştırılması ve yüklerinin ağırlaştırılması şeklinde cereyan ettiği ifade edilmektedir.

Bu yüzden surenin cezaî müeyyideler ve kısasla ilgili birçok hükmü, Mâide (Sofra) kıssası, Mesih'in dileği ve Âdem'in iki oğlunun kıssası gibi bölümler içerdiğini, İsrailoğullarınca işlenen birçok zulme, kendilerinden alınan sözlere ve pekiştirilmiş akitlere aykırı hareket edişlerine işaret edildiğini görüyoruz. Yine surenin, yüce Allah'ın birta-kım lütuflarla insanları minnet altında bıraktığını dile getiren ayetler içerdiğini görürüz. Örneğin: Dini kemale erdirmek, nimeti tamamlamak, iyi ve temiz şeyleri helâl kılmak, onlara güçlük ve zorluk çıkarmayı dilemeksizin insanları arındıracak yasalar koymak gibi.

İşte bu tür uyarılar, surenin iniş zamanının atmosferiyle uygun ve onunla örtüşmektedir. Çünkü nakil ehli, yani tarihçiler ve muhaddİsler arasında, bu surenin Resulullah'a (s.a.a), hayatının sonlarında inen en son uzun sure olduğu hususunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Gerek Sünnî ve gerekse Şiî rivayetlerde bu surenin mensuh olmayıp nasih olduğu belirtilir. Dolayısıyla Allah'ın kullarından almış olduğu sözlere bağlılığın tavsiye edilmesi ve akitlerinin sağlam tutulmasının istenmesi, surenin bu özelliğine uygun düşmektedir.

"Ey inananlar! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin." Ayetin orijinalinde geçen "ukûd" kelimesi, "akd" kelimesinin çoğuludur. Iki şeyden birini diğerine ayrılması zor olacak şekilde bağlama, düğümleme demektir. Bir ipi ya da bir halatı başka bir ipe veya halata bağlama gibi. Bu, iki şeyden birinin diğerinden ayrılmamasını, ondan kopmamasını gerektirir.

Bu ifade, Araplar arasında, önceleri somut olgularla ilgili olarak kullanılırdı. Daha sonra istiare yöntemiyle, soyut olguları da kapsayacak şekilde genelleştirildi. Söz gelimi alış veriş, kiralama vb. gibi günlük işlemlerle ilgili antlaşmalar ve yine her türlü antlaşma ve sözleşmeler de bu kavramla ifade edilir oldu. Bu kavra-

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 275

mın söz konusu soyut olgular için kullanılması, "düğümlemek ve bağlamak" anlamının gereği olan "ayrılmazlık ve kopmazlık" niteliğinin bu tür olgularda mevcut olmasından kaynaklanmıştır.

Akit (sözleşme, ahitleşme), Allah'ın kullarından aldığı tüm dinsel misakları karşılayan bir ifadedir. Tevhit ve diğer temel öğretileri, kulluk kastıyla yapılması gereken amelleri, ilk defa konulan yasaları ya da sürdürülmesi öngörülen kuralları ve bu kapsamda insanlar arasında yapılan muamele ve diğer akitleri, kısacası dinde temel (rükün) olan ve temel olmayan bütün prensip ve parçaları bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan ayette, "el-ukûd" kelimesi, yani başında "el" takısı bulunan çoğul bir kelime kullanılmıştır. Bundan dolayı, ayette geçen akitler ifadesinin akit denebilecek her şeyi kapsayacak genellikte algılanması daha uygundur.

Dolayısıyla bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin birtakım yorumları da dayanaksızdır. Bunlardan bazıları diyorlar ki: Ayette geçen "akitler"den maksat, insanların aralarında gerçekleştirdikleri alış veriş, nikâh ve ahitleşme gibi karşılıklı antlaşmalar ya da insanın kendi üzerinde taahhüt ettiği yemin gibi akitlerdir.

Diğer bazıları da şu değerlendirmede bulunmuşlardır: Bundan maksat, cahiliye halkının kendilerine kötülük yapmak isteyenlere ya da saldırıda bulunanlara karşı birbirlerine yardım etmek, destek olmak üzere karşılıklı olarak verdikleri sözler ve ahitleşmelerdir.

Bu, işte cahi-liye döneminde yaygın bir ittifak türü olan kabileler arasında yapılan "hilf" antlaşmasıdır.

Diğer bazı müfessirlerin değerlendirmeleri ise şöyledir: Burada, Ehlikitap'tan Tevrat ve Incil'in içeriğine göre amel etmeleri hususunda alınan misaklar kastedilmiştir.

Bu yorumların hiçbirini destekleyecek bir kanıtı, ifadenin lafzından algılamak mümkün değildir. Ayrıca başında "el" takısı bulunan çoğul kipinin ifade ettiği anlam [genellik] ve örf açısından "akit" kavramının her türlü akdi ve hükmü kapsaması, bu değerlendirmelerle uyuşmaz. Bu yüzden akdin anlamını yukarıdaki de-

276 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ğerlendirmelerle sınırlı tutmak yanlıştır. En doğru olanı, kavramın genel tutulmasıdır.

AKDIN ANLAMI ÜZERINE

"Akitleri yerine getirin." ifadesinin zahirinden de anlaşılacağı gibi, Kur'ân akitlere uymayı emretmektedir. Ifade, zahiri itibariyle geneldir ve geleneksel olarak akit denilebilecek ve yerine getirilmesi söz konusu olabilecek her muameleyi kapsar. Akit, bu kavramın sözlük anlamını temsil eden her türlü eylem ve söze denir.

Sözlükte, bir şeyin diğer bir şeye yapışıp ayrılmayacak şekilde bir çeşit bağlanması anlamına gelir.

Satış muamelesini buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bu akit satılan şeyi satın alana mülk olmak suretiyle bağlar. Artık satın alan satın alınan şey üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.

Satış işleminden sonra satıcının satılan şey üzerinde ne sahipliği, ne de tasarruf yetkisi söz konusudur. Kadını erkeğe bağlayan nikâh akdini de buna örnek gösterebiliriz. Bu akdin gerçekleşmesinden sonra erkek nikâh bağı uyarınca kadından yararlanır. Kadın bundan sonra, akit yaptığı kişiden başkasını kendinden yararlandıramaz. Ahd=söz verme de bunun gibidir. Söz veren kişi, üzerine aldığı sözle ilgili olarak söz verilen şahıs için kendi üzerinde bir hak doğurur ve üzerine aldığı sözü çiğneme hakkına sahip değildir.

Kur'ân bütün anlamlarıyla bütün akitlerin ve sözlerin tutulmasını, her anlamıyla, her türüyle ve her objesiyle yerine getirilmesini vurgulamıştır; büyük önem vermiştir. Antlaşmalarını çiğneyenleri sert bir dille yermiş, onları sert bir şekilde tehdit etmiştir. Buna karşılık, burada sıralama gereğini duymadığımız birçok ayette, söz verdiklerinde ahitlerini yerine getirenleri ve ahitlerini tutanları övmüştür. Konuyla ilgili ayetlerin ifade tarzları ve konunun doğal bir akıcılıkla sunulması, insanların fıtrî akıllarıyla bunu kavrayabilecekleri-

Mâide Sûresi 1-3 .......................................................... 277

ni göstermektedir. Ki öyledir de.

Bunun nedeni şudur: Söz verme ve sözünü tutma, insanın yaşamı boyunca onsuz edemeyeceği bir realitedir. Bu hususta birey ve toplum arasında herhangi bir fark yoktur. Insanın toplumsal hayatı üzerinde düşündüğümüz zaman, istifade ettiğimiz bütün meziyetlerin ve güvenip dayandığımız bütün toplumsal hakların genel toplumsal sözleşme, akitleşme esasına ve bu genel sözleşmeden kaynaklanan ayrıntı nitelikli sözleşmeler esasına dayandığını görürüz. Bizler topluma kendi üzerimizde bir hak verirsek veya kendimiz toplum üzerinde bir hakka sahip olursak, bu, ancak sözlü olmasa bile pratik bir akdin gereği olabilir. Sözlü ifade, açıklamaya gerek duyulan yerde devreye girer. Bir insanın güç veya otorite sahibi olması ya da zorbalık yapması yahut bir mazeretinin bulunması durumunda, kendi serbest iradesiyle gerçekleştirdiği bu akdi bozabilmesi ve çiğnemesi doğru olursa, onun akdini çiğnemesiyle birlikte ilk önce zarar gören şey, sosyal adalet olacaktır. Fakat sömürü ve emeğin çalınması karşısında insanın tek sığınağı da sosyal adalet ilkesidir.

Bundan dolayıdır ki, yüce Allah verilen sözlerin tutulmasını, yapılan akitlerin yerine getirilmesini ısrarla vurgulamıştır. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ahdi yerine getirin, çünkü ahitten sorulacaktır." (Isrâ, 34) Bu ayet, ahde vefayı öven ve verilen sözden dönmeyi (ahde vefasızlık etmeyi) yeren ayetlerin genelinde olduğu gibi, bir bireyin diğer bir bireye verdiği sözü kapsadığı gibi, uluslar ve ümmetler arası sözleşmeleri de kapsar. Hatta dinsel açıdan toplumsal sözleşmelere uymak, bireysel sözleşmelere göre daha önemlidir. Çünkü toplumsal sözleşmenin yerine getirilmesi ile gerçekleşen adalet daha kuşatıcı ve eksiksiz, böyle bir sözleşmenin çiğnenmesinin doğurduğu felâket daha genel ve yıkıcı olur.

Bu yüzden Kur'ân-ı Kerim, göze gelmeyen en ufak ve çiğnenmesi en kolay bir düzeyde olan ahitlerde bile son derece açık ve kesin bir ifadeyle ahitlerin çiğnenmemesini emretmiş, bu tarz tutumları yasaklamıştır:

278 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

"(Bu,) Allah ve Elçisinden, antlaşma yaptıgınız müşriklere uzaklaşma (ihtarı)dır. Dört ay daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakamazsınız ve Allah, kâfirleri rezil edecektir! En büyük hac günü, Allah ve Elçisinden insanlara bir duyurudur: Allah ve Elçisi puta tapanlardan uzaktır. Eger tövbe ederseniz bu sizin için daha iyidir. Ve eger dönerseniz bilin ki siz Allah'ı aciz bırakacak degilsiniz! Kâfirleri acı bir azap ile müjdele. Ancak antlaşma yaptıgınız müşriklerden, antlaşma şartlarından hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanlar bu hükmün dışındadırlar. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. Çünkü Allah sakınanları sever. Haram aylar çıkınca, Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyin..." (Tevbe, 1-5)

Bu ayetler, akışlarından da anlaşılacağı gibi Mekke'nin fethinden sonra inmişlerdir. Allah müşrikleri alçaltmış, güçlerini yok etmiş, otoritelerini ortadan kaldırmıştı. Bu arada Müslümanları egemen oldukları ve ele geçirdikleri toprakları şirk pİsliğinden temizlemeye teşvik ediyor. Iman etmeleri durumu dışında, hiçbir kayda ve şarta bağlı olmaksızın müşriklerin kanlarını dökebileceklerini dile getiriyor. Buna rağmen müşriklerden bir grubu bunun dışında tutuyor. Bunlar, Müslümanlarla aralarında antlaşma ve saldırmazlık sözleşmesi bulunan kimselerdir. Zayıf ve zelil düştüler diye Müslümanların bunlara kötülük et-melerine izin vermiyor. Onların caydırıcı ve savunucu bir güçleri yok-tur diye Müslümanlar onlara zarar verici davranışlar içine giremezler. Bütün bunlar, ahitlerin dokunulmazlığını koruma ve takvayı güçlendirme amaçlı önlemlerdir.

Kuşkusuz, karşı taraf yaptığı akdi bozarsa, Müslümanlar da bu akitlerini bozar ve uğradıkları saldırıya mİsliyle karşılık verirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Ortak koşanların, Allah'ın yanında ve elçisinin yanında nasıl antlaşması olabilir? Ancak Mescid-i Haram'da antlaştıklarınız

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................... 279

hariç. Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever... Bir mümine karşı ne and, ne de antlaşma gözetmezler. Işte saldırganlar onlardır. Eger tövbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdirler. Biz bilen bir kavme ayetleri böyle açıklıyoruz. Eger antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, o küfür önderleriyle savaşın. Çünkü onların antları yoktur, belki vazgeçerler." (Tevbe, 7-12)

"Kim size saldırırsa, onun size saldırdıgı kadar siz de ona saldırın ve Allah'tan korkun..." (Bakara, 194) "Sizi Mescid-i Haram'- dan alıkoyduklarından dolayı bir topluma olan kininiz sizi haddi aşmaya sürüklemesin. Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun." (Mâide, 2)

İşin özü şudur: İslâm'a göre ahdi gözetmek, gereğini yapmak her zaman için bir zorunluluktur. Karşılıklı sözler verildikten sonra bu ahdin taraflardan birine zarar veya yarar sağlıyor olması bir şey değiştirmez. Çünkü ilişkilerde sosyal adaleti gözetmek, özel ya da kişisel çıkarları gözetmekten daha geçerli ve daha zorunludur. Fakat ahitleşen taraflardan birinin tek taraflı olarak antlaşmayı bozması başka. Bu durumda diğer tarafın da antlaşmayı bozması, uğradığı saldırıya mİsliyle karşılık vermesi kaçınılmazdır. Böyle yapması zillete, tutsaklaştırılmaya ve yersiz büyüklenmeye karşı bir başkaldırıdır. Ki dinî hareketin hedefi, özgürlük hareketini destekleyip zorbalığı bertaraf etmektir.

Andolsun ki bu husus, İslâm dininin insanları öz yaratılışlarının gerektirdiği hükme uygun davranmaya yöneltme bağlamında ve yine toplumsal hayatın ancak onun uygulanışıyla düzene girdiği zulmün, sömürünün ve emek istismarının ortadan kaldırılmasının bağlı olduğu sosyal adaletin korunması bağlamında getirmiş olduğu yüce öğretilerden ve temel ilkelerden biridir. Kur'ân-ı Kerim, bu gereği açık bir dille vurgulamış ve Hz. Peygamber (s.a.a) de bunun kusursuz uygulayıcısı olmuştur. Konu Kur'ân eksenli olmasay-

280 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

dı, Peygamberimizin (ona en üstün salat ve selam olsun) hayatında yaşanan olayların bir kısmını örnek olarak sunacaktık.

Okuyucuların siyer kitaplarına ve Peygamberimizin (s.a.a) hayatına ilişkin eserlere müracaat etmesini salık veririz.

Antlaşmalara bağlılık hususunda İslâm'ın fiilî uygulaması ile uygar ya da geri kalmış ulusların uygulamalarını karşılaştırır, özellikle her gün tanık olduğumuz ve duyduğumuz güçlü uluslarla zayıf uluslar arasında gerçekleştirilen antlaşmaları, kurulan ilişkileri, güçlü ulusların kendi lehlerine, devletlerinin çıkarına uygun olanları korumada gösterdikleri duyarlılığı, buna karşın çıkarlarına uygun olmayan antlaşmaları da sudan bahanelerle tek taraflı olarak feshettiklerini göz önünde bulundurursak, bu iki uygulamanın hakkı gözetme, hakkın hizmetinde olma açısından taşıdıkları farkı iyice anlarız.

İslâm'a bu, sözde uygar uluslara da o tavır yakışır. Çünkü ortada iki mantık vardır. Mantıklardan biri diyor ki: "Her ne şekilde olursa olsun, hakkı gözetmek gerekir. Hakkın gözetilmesi toplumun yararınadır." Diğer mantık ise diyor ki: "Hangi yöntemle olursa olsun, hakkın zedelenmesi pahasına bile olsa, ulusun çıkarlarını gözetmek gerekir." Bunların ilki dinin [İslâm'ın] mantığıdır. Ikincisi ise, diktatörlük, demokrasi, sosyalizm, komünizm gibi ilkel veya uygar toplumsal ideolojilerin mantığıdır.

Şunu da biliyoruz ki, İslâm bu kararlılığı salt kavramsal olarak ahit sayılan muameleler için göstermez. Bilâkis bu hükmünü herhangi bir şeye dayanak oluşturan her olguyu kapsayacak şekilde genelleştirir ve gözetilmesini tavsiye eder. Bu konunun devamı sayılabilecek bazı açıklamaları, inşallah konunun akışı içinde sunacağız.

"İhramlı iken avı helâl saymamak üzere, size (haram oldukları) okunacaklar dışında kalan dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı..." Ayetin orijinalinde geçen "uhillet" fiilinin mas-tarı olan "el-ihlâl", bir şeyi helâl kılma, mubah ve serbest bırakma demektir. Ayetin oriji-

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 281

nalinde geçen "behîme" kelimesi de, Mecma-ul Beyan tefsirinde belirtildiği gibi, karada ve denizde yaşayan bütün dört ayaklı hayvanlar için kullanılan bir isimdir. Buna göre "behîme" kelimesinin "en'âm" kelimesine izafe edilişi, bir türün kendi cinsinden gruplara izafe edilişine benzer. [Yani izafe, "min" edatı anlamına gelir.]

"Nev'ul insan=insan türü" ve "cins-ul hayvan=hayvan cinsi" deyişimiz gibi. Bir görüşe göre, "behîme" dört ayaklı hayvanın cenini için kullanılan bir kelimedir. Bu durumda [özgü olmayı ifade eden] "lam" anlamında bir izafe söz konusudur [yani, sadece dört ayaklı hayvanların cenini helâl kılınmıştır].

Her hâlükârda, "...hayvanlar size helâl kılındı." ifadesiyle sekiz çift hayvan türünün, yani etlerinin yenmesinin helâl kılındığı kastediliyor.

"Size haram oldukları okunacaklar dışında" ifadesiyle de üçüncü ayetin, yani "Size şunlar haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına bogazlanan..." ifadesinin içeriğine işaret ediliyor.

"Ihramlı iken avı helâl saymamak üzere..." ifadesi, "size helâl kılındı." cümlesindeki ikinci çoğul şahıs zamirinden hâl konumundadır. Bundan çıkan sonuç; helâl olduğu belirtilen bu hayvanların, ihramlıyken avlanmalarının haram olduğudur. Geyik, yabanî sığır ve yaban eşeği gibi. Bazılarına göre, bu ifade "baglı kalın..." sözünden, diğer bazılarına göre de, "size okunacak..." ifadesindeki ikinci çoğul şahıstan hâldır. Ayetin orijinalinde geçen "sayd" kelimesi mef'ul anlamında ["avlanmış" anlamında] mastardır. "Hurum" kelimesi "haram"ın çoğuludur ve ism-i fail, yani "ihramlı" anlamına gelir.

"Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine [hac ibadetlerine], ne haram aya, ne kurbana, ne gerdanlıklı kurbanlara ve ne de Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Haram'a yönelenlere saygısızlık etmeyin." Hitap yeniden müminlere yöneltiliyor ve yüce Allah'ın dokunulmazlığını belirttiği şiarlara ve hususlara azami özenin gösterilmesi, en üst düzeyde saygının sunulması isteniyor.

İfadede geçen "la tuhillû=saygısızlık etmeyin" fiilinin mastarı

282 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

olan "ihlâl" sözcüğü, "mubah sayma" anlamına gelir. Bu ise, olduğu makamı ve saygın konumu dikkate almamayı gerektirir. Bu anlam, ifadenin izafe edildiği cümle ile birlikte değerlendirilmesi hâlinde belirginlik kazanır. Şu hâlde Allah'ın şiarlarını mubah saymak;

onlara saygı göstermemek, onları terk etmek demektir. Haram ayı mubah saymaksa, dokunulmazlığına riayet etmemek ve onda savaşmak... anlamına gelir.

"Şeâir" sözcüğü "şeîre"nin çoğuludur ve işaret, alamet anlamına gelir. Bununla Hacca özgü sembol ve ibadetlerin kastedildiği söylenebilir. Haram aydan maksat ise, yüce Allah'ın, Kamerî yılından saygın kıldığı belirli aylardır. Onlar şu aylardır: Muharrem, recep, zilkade ve zilhicce. "el-Hedyu" hacda kurban edilmek üzere götürülen koyun, sığır ve deve demektir. "el-Kalâid" sözcüğü "kalade"nin çoğuludur. Bununla kurbanlık hayvanın boynuna takılan nal vb. gerdanlıklar kastedilmiştir ki, bu hayvanın hac için gönderilen bir kurban olduğu bilinsin ve ona zarar verilmesin.

Ayette geçen "âmmîne" kelimesi, "âmm" kelimesinin çoğuludur. Bu da "emme / yeummu=yöneldi, kastetti" fiilinin ism-i failidir.

Bu-nunla, Beyt-i Haram'ı ziyaret etmeye yönelenler kastediliyor.

"lütuf ve rızasını arayarak..." ifadesi, "yönelenler"den hâldir.

Lütuftan maksat ise, mal veya malî kazançtır. Nitekim şu ayette, kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Bunun üzerine, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah'ın nimet ve keremiyle geri döndüler." (Âl-i Imrân, 174) [Bu ayette mealini "kerem" olarak aldığımız "fazl"dan maksat, mal veya malî kazançtır.] Buna benzer başka ayetler de vardır. Veya ahiret sevabı kastedilmiştir. Hem dünyevî malı, hem de uhrevî ecri kapsaması da mümkündür.

Ayette geçen "şeâir" ve "kalâid" gibi kelimeler hakkında değişik yorumlar ileri sürülmüştür. Ancak bizim yaptığımız açıklama, ayetin akışına daha uygundur. Dolayısıyla değişik yorumların ayrıntılarına dalmanın bir faydası yoktur.

"İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz." Bu, yasaktan sonra gündeme gelen bir emirdir. Dolayısıyla, yasak sonrası serbestlik-

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 283

ten öte bir anlam ifade etmez. [Ayette geçen "haleltum", "hall" kökündendir.] Gerek "hall" ve gerekse [if'âl kalıbına uyarlanmış türevi olan] "ihlâl" (yani, mücerred ve mezid) aynı anlamı ifade ederler; ihramdan çıkışı yani.

"Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin." Araplar, "Ceremehu / yecrimuhu" derler ve bununla "ona yükledi." anla-mını kastederler.

Günah işleyen insanın yüklendiği vebale de "cerîme" denilmesi bu yüzdendir. Malî ve benzeri cezalar da, suçluya yüklenmesi açısından "cerîme" olarak isimlendirilir. Ragıp el-Isfahanî, kelime-nin asıl anlamının "kesmek" olduğunu söylemiştir.

Ayetin orijinalinde geçen "şeneân" ise, düşmanlık ve kin anlamına gelir. "Sizi engelledikleri için" anlamına gelen "en seddûkum" cümlesi, ayette geçen "şeneân=kin, düşmanlık" sözcüğünden bedel veya atf-ı beyandır. Ayetin anlamının özü şudur: Sizi Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten alıkoyan bir topluluğa karşı beslediğiniz kin, Allah'ın sizi onlara karşı üstün hâle getirmesinden sonra, sizi saldırganlığa sürüklemesin.

"İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın." Bu ifadenin anlamı açıktır. Bu anlam, İslâm'ın insanlar arası ilişkiler için öngördüğü yasanın esasını oluşturur.

Yüce Allah Kur'ân'da "birr=iyilik" kavramını ibadetlerde ve muamelelerde "iman ve ihsan" şeklinde açıklamıştır: "Asıl iyilik (birr) o kimsedir ki, Allah'a ve ahiret gününe... inandı." (Bakara, 177) Buna ilişkin değerlendirmelerimizi sunmuştuk. Takva ise, Allah'ın emir ve yasaklarını gözetmek demektir.

Dolayısıyla, iyilik ve takvada yardımlaşmak, Allah'tan korkma (takva) esasına dayalı olarak iman ve salih ameller üzerinde birleşmek demek olur. Sosyal İslah ve takva yani. Bunun karşıt tablosu ise, günah ve haddi aşma üzere yardımlaşmaktır. Günahtan kasıt, mutlu bir hayat açısından geriletici bir etken olan kötü ameldir. Haddi aşmaktan, gerçek insan haklarına saldırı kastediliyor.

İnsanların can, ırz ve mal güvenliklerini ortadan kaldırmak ya-

284 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ni. Daha önce, "Ey inananlar! Sabredin; (düşman karşısında) topluca sebat gösterin; sürekli (ilişki içinde ve) hazırlıklı olun." (Âl-i Imrân, 200) ayetini kitabımızın 4. cildinde tefsir ederken konuya bir parça açıklık getirdik.

Ardından yüce Allah günah ve haddi aşmakta yardımlaşmaya ilişkin yasağı şu ifadelerle pekiştiriyor: "Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." Bu, gerçekte tekit üzerine tekit ve vurgu üzerine vurgudur.

"Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan..." Bu dört madde, bu sureden önce inen En'âm ve Nahl gibi Mekke inişli surelerde ve Bakara suresi gibi Medine'- de inen ilk uzun surede zikredilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: Bana vahy olunanda, yiyen kimse için haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pistir- ya da Allah'tan başkası adına bogazlanmış bir fısk olursa başka. Ama başkasına zarar vermeden ve sınırı aşmadan kim bunlardan yemek zorunda kalırsa, bilsin ki Rabbin bagışlayandır ve esirgeyendir." (En'âm, 145)

"Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü Allah bagışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 173) [Aynı içerik az bir farkla Nahl suresinin 115. ayetinde de vurgulanmıştır.]

Görüldüğü gibi ayetler, tefsirini sunduğumuz ayetin baş tarafında haram olduğu zikredilen dört maddenin haramlığını ortaya koymaktadır ve ayetin sonunda yer alan istisna cümlesi açısından da bu ayetle benzerlik oluşturmaktadır: "O hâlde kim, (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah bagışlayan ve esirgeyendir." Dolayısıyla Mâide suresinin bu ayeti, diğer ayetlerle ortak anlamları açısından söz konusu ayetleri destekleyici bir nitelik arz etmektir.

Daha doğrusu bunlara, özellikle leş, kan ve domuz etine ilişkin yasak, Mekke inişli En'âm ve Nahl surelerinin inişinden daha önce

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 285

hükme bağlanmıştır, yasalaştırılmıştır. Çünkü En'âm suresindeki ilgili ayet, üç maddenin veya sadece domuz etinin yasaklanışını "rics" (pis-necis) oluşlarıyla gerekçelendiriyor. Bu da pis-necis (rics) şeyleri yemenin haram olduğuna delâlet eder. Oysa yüce Allah bisetin ilk dönemlerinde nazil olan "Müddessir" suresinde şöyle buyuruyor: "Pİslikten kaçın." (Müddessir, 5)

Aynı şekilde ayette: "bogulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar." şeklinde sıralanan durumların tümü leş hükmündedir.

Bunun kanıtı da, "kestikleriniz hariç" ifadesidir. Ayette bu şekilde özel olarak zikredilmeleri, leş kavramının kapsamına girmeyi gerektiren durumları açıklama amacına yöneliktir. Dolaysıyla, ayet yeni bir yasamaya gitmeden yenilmesi yasak olan şeylere daha fazla bir açılım getirmiştir.

Yine ayette, "dikili taşlar üzerine bogazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır." şeklinde sıralanan hususlar, ilk kez bu surede zikredilmelerine karşın, yüce Allah bunların veya ikincisinin -en zayıf ihtimal olmasına rağmen- haram kılınışını, fısk (yoldan çıkma) olmalarıyla gerekçelendiriyor. Fısk ise En'âm suresindeki ilgili ayette haram kılınmıştır. Ayrıca, "(istekle) günaha yönelmeden" ifadesi ayette zikredilen hususların haram kılınışlarının dayanağının onların günah olmaları olduğuna delâlet etmektedir. Bakara suresinde ise günahın haram kılındığı belirtilmiştir.

Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Günahın açıgını da gizlisini de bırakın!" (En'âm, 120) "De ki: Rabbim, ancak fuhuşları, gerek açıgını, gerek kapalısını ve [ismi yani] günahı... haram etmiştir." (A'râf, 33)

Dolayısıyla açıkça anlaşılıyor ki, tefsirini sunduğumuz ayetin haram kılınan maddeler bağlamında saydığı şeyler, yeni bir eklemede bulunmuyor, sadece Mekke ve Medine inişli ayetlerde haram oldukları belirtilen etler ve yiyecekler sıralanıyor.

"Boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları

286 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

çıkmadan kestikleriniz hariç-." Ayetin Arapça metninde geçen "munhanika" kelimesi, boğularak ölen hayvan demektir. Hayvanın, kendiliğinden veya bir dış etken tarafından bilinçli olarak boğulması arasında fark yoktur. Aynı şekilde bunun hangi aletle yapılmış olması da durumu değiştirmez. Örneğin, nefes almasını önleyecek şekilde bir iple boynunun sıkılması ya da başının iki tahta arasında sıkıştırılması gibi. Nitekim bu ve benzeri uygulamalar cahiliye Arapları arasında oldukça yaygındı.

"Mevkûze" kelimesi, 'ölünceye kadar dövülen hayvan' demektir.

"Mutereddiye" ise, 'bir dağ uçurumu veya bir kuyu gibi yukarıdan düşerek ölen hayvan' anlamına gelir.

"Natîha" da, 'bir başka hayvan tarafından boynuzlanarak öldürülen hayvan' için kullanılan bir ifadedir. "Mâ ekele's-sebuu=yırtıcı hayvanın yediği"nden maksat, yırtıcı bir hayvan tarafından eti yenen hayvandır. Çünkü "yeme" fiili tamamı yenilen şeyle ilintili olarak kullanıldığı gibi, bir kısmı yenilen şeyle ilintili olarak da kullanılır.

Yırtıcı hayvan ifadesiyle de arslan, kurt ve kaplan gibi yırtıcı hayvanlar kastedilmiştir.

"Henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç" ifadesi, yukarıda sayılanlar içinde boğazlanacak durumda olanların istisna tutulması amacına yöneliktir. Bununla da boyundaki dört damarın kesilmesi kas-tedilmiştir. Ancak bunun için, söz konusu hayvanda kuyruğun hareket etmesi veya nefes alış verişi gibi canlılık belirtilerinin olması gerekir. Söylediğimiz gibi istisna, sayılan hayvanların içinde kesilmeye elverişli olanların tümüyle ilintilidir. Istisnayı sadece sonuncusuyla ilinti-lendirmenin kanıtı yoktur.

Ayette "boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş" şeklinde sıralanan durumların tümü, "leş" kavramına giren hususlardır; onun nesnel karşılıklarıdır. Söz gelimi, yukarıdan düşmüş veya boynuzlanmış hayvanlar, düşmenin ve boynuzlanmanın sonucu ölmeleri durumunda haram olurlar. Bunun kanıtı da "kestikleriniz hariç."

ifadesidir. Şurası bir gerçektir ki, adı geçen hayvanlar canlı olduk-

Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 287

ları sürece yenmezler. Ancak can verdikten sonra yenilirler. Bu da ya boğazlanma sonucu gerçekleşmiş bir ölümdür ya da değildir.

Yüce Allah boğazlanma durumunu istisna ettiğine göre, haram olma durumu için, söz konusu hayvanların boğazlanmaksızın yukarıdan düşme veya boynuzlanma sonucu ölmeleri kalıyor.

Örneğin bir koyun bir kuyuya düşse, sonra oradan sağ salim olarak çıkarılsa, koyun kısa bir süre yaşadıktan sonra kendiliğinden veya boğazlanma sonucu ölse, ona "yukarıdan düşmüş" denmez. Bunun kanıtı da ayetin akışıdır. Çünkü ayette sayılan hayvanların tümünün söz konusu durumlarda ölmüş olmaları esas alınmıştır. Ölümleri de boğulma, vurulma, yukarıdan düşme ve boynuzlanma gibi niteliklere isnat edilmiştir.

Leş kavramının somut karşılıkları kapsamında özellikle bu hususların zikredilmesinin nedeni, bazı zihinlerde belirebilecek bir vehmi ortadan kaldırmaktır. Böyle bir vehim de bunların nadiren karşılaşılan durumlar olmalarından ötürü leş olmadıkları sanısına dayandırılır. Çünkü zihin, bir kavramın yaygın karşılığını esas almaya yatkındır. O da bir hastalıktan veya sürpriz olmayan bir başka nedenden hayvanın ölmesidir. Bu yüzden yüce Allah, karışıklığı ortadan kaldırmak ve haramlığa açıklık getirmek amacıyla leş kavramının bu az rastlanan karşılıklarını birer birer saymıştır.

"Dikili taşlar üzerine boğazlanan" Ragıp el-Isfahanî, el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: Nasb, dik duracak şekilde koymak demektir.

Mızrak, bina veya taş dikmek gibi. en-Nasib, bir şeyin üzerine konulan taş demektir. Çoğulu, "nasaib" ve "nusub"dur. Arapların, taptıkları ve üzerlerinde kurbanlarını kestikleri bu tür dikili taşları vardı. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar dikilenlere dogru koşar gibidirler." [Meâric, 43] Ve yine şöyle buyurmuştur: "Dikili taşlar üzerine bogazlanan..." [Mâide, 3] Bu kelimenin çoğulu olarak "elensab" kelimesi de kullanılır. Nitekim şu ayette bu anlam şu kelimeyle ifade edilmiştir: "...dikili taşlar, şans okları..." [Mâide, 90] "en-Nusb" ve "en-nasab" kelimeleri, yorgunluktan bitkin düşmek demektir..." [el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.]

13
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5


El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5, Mâide Sûresi

288 .......................................

Şu hâlde dikili taşlar üzerinde kesilen hayvanların etlerinin haram kılınmasından maksat, bu hususla ilgili cahiliye geleneğinin sürdürülmesinin önlenmesidir. Çünkü cahiliye döneminde Araplar, Kâbe'nin etrafında birtakım taşlar dikmiş, bunları kutsuyor ve üzerlerinde hayvanlarını kesiyorlardı. Bu, bir putperestlik geleneği idi.

"Fal oklarıyla bölmeniz" Ayette geçen "el-ezlam" kelimesi, 'fal okları' demektir. Fal oklarıyla bölmek, devenin -veya başka bir hayvanın- ok çekimi sonucu paylaşılması, kimin pay alacağının ve kimin almayacağının ve aynı zamanda değişik payların oklarla belirlenmesi demektir ki bu, kumardır. Tefsirimizin ikinci cildinde, "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar." (Bakara, 219) ayetini tefsir ederken konuya açıklık getirdik.

Ragıp el-Isfahanî der ki: el-Kasm, pay belirleme, taksim etme demektir. "Kasemtu keza kasmen ve kısmeten=falan şeyi taksim ettim" derler. Miras ve ganimet taksimi, hak sahiplerine paylarının verilmesidir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kapıya onlardan bir bölüm ayrılmıştır." [Hicr, 44] "Onlara suyun aralarında paylaştırılacagını haber ver." [Kamer, 28] "Istaksamtuhu" yani taksim etmesini istedim. Ancak bu kalıp zamanla "kaseme=taksim etme" anlamında kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fal oklarıyla bölmeniz..." [el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sonra erdi.]

"İstakseme" kalıbının "kaseme" anlamında olması, nesnel karşılığın uyuşması açısından söz konusudur. Yoksa gerçekte bu kalıbın ifade ettiği anlam, bu tür bir fiilin aletleri olarak kabul edilen oklarla paylamak istemektir. Çünkü bu aleti kullanmak, o alete terettüp eden fiilin gerçekleşmesini istemek demektir. Böylece "istif'al" kalıbının anlamsal kapsamına girmiş olur. Şu hâlde, ayetin akışı içinde yasaklanan fal oklarıyla bölmekten maksat, deve ve benzeri bir hayvan üzerine ok çekerek etinden pay almaktır.

Bazı tefsir bilginleri ise, "fal oklarıyla bölmeniz" ifadesinin, yapılmak istenen bir fiilin hayır mı, şer mi; yararlı mı, zararlı mı olduğunun fal oklarını çekmek suretiyle belirlemeye işaret ettiğini

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 289

ğunun fal oklarını çekmek suretiyle belirlemeye işaret ettiğini söylemişlerdir.

Yolculuğa çıkmak isteyen, evlenmek isteyen veya bir iş yapmak isteyen bir kimsenin bu tür bir yönteme baş vurması gibi...

Bunlar söz konusu fiillere başlamadan ok çekerek hayırlı olanı hayırlı olmayandan ayırmak isterlerdi. Derler ki: Bu gelenek, cahiliye Arapları arasında yaygındı. Bu, bir tür fal bakmaydı. Ileride ayetleri hadİslerle açıklama bölümünde konuyu daha etraflıca ele alacağız.

Ne var ki ayetin akışı, "istiksam" kalıbının bu anlama alınmasına elverişli değildir. Çünkü ayet, "size okunacak olanlar" ifadesiyle işaret edilen haram yiyeceklerin belirtildiği bu akışın içinde, yenmesi haram olan on kısımdan söz ediyor. Bunlar; leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış, dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlardır. Sonra fal oklarıyla bölmeden söz ediliyor. Ki bunun bir anlamı kumar şeklinde etlerin taksim edilmesidir. Bir diğer anlamı da kimi işlerle ilgili hayır ve şer tarafların belirlenmesidir. Ayetin bu apaçık akışından ve peş peşe sıralanan karinelerden sonra, kumar yöntemiyle etlerin taksim edilmesinin kastedildiğinden kuşku duyulabilir mi?

Konuşma sanatının inceliklerini bilen biri bundan kuşku duyar mı? Bunu bir örnekle şöyle izah edebiliriz: "Umre" kelimesi "imaret" (yapı) anlamında bir mastardır. Ama bu kelimenin diğer bir anlamı daha vardır: Beyt-i Haram'ı ziyaret etmek. Bu kelime, "ev"e izafe edildiğinde her iki anlamı da ifade etmiş olabilir. Fakat, "Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın." (Bakara, 119) ayeti söz konusu olduğunda ancak "ziyaret etme" anlamı esas alınabilir. Bu tür örnekler çoktur.

"Bunlar yoldan çıkmaktır." Bu ifadeyle yukarıda sayılmış olanların tümüne işaret edilmiş olabilir. Aynı şekilde, araya istisna girdiği için "kestikleriniz hariç" ifadesinden sonra zikredilen iki duruma da işaret edilmiş olabilir. Yine, en sonuncusuna da işaret edilmiş olması ihtimal dâhilindedir. Fakat üç ihtimal içinde ortadaki daha

290 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

güçlüdür.

"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun." Bu ayet, bulunduğu yer ve içerdiği anlama açıklık getirme açısından ilginçtir. Çünkü ayetin baş tarafını yani, "Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti...

Bunlar yoldan çıkmaktır." kısmını incelediğin ve buna son kısmını, yani "O hâlde kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah, bagışlayan ve esirgeyendir." ifadesini eklediğin zaman, bunun eksiksiz bir ifade olduğunu görürsün; anlamının tamamlığının ve maksadının anlaşılırlığının, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ifadesine bağlı olmadığını gözlemlersin ve bu ifadenin tam bir ayet olduğunu, daha önce nazil olan En'âm, Nahl ve Bakara surelerinde haram yiyecekleri açıklayan ayetlere benzediğini görürsün. Örneğin, Bakara suresindeki ilgili ayette şöyle buyruluyor:

"Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü, Allah bagışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 173) En'âm ve Nahl surelerindeki ilgili ayetler de bunun benzeridir.

Buradan şu sonuç çıkıyor: "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir..."

ifadesi, bir ara söz niteliğindedir ve ayetin ortasına yerleştirilmiştir. Ayetin kanıtsallık ve açıklık bakımından bu ara söze bağlılığı yoktur. Artık bundan sonra dilersek şunu söyleyebiliriz:

Bu ara söz, ilk baştan bu ayetin ortasında nazil olmuştur ve indiği andan itibaren bu ayetle birlikte inmiştir. Ya da şöyle diyebiliriz:

Bunlar iki ayrı ayettiler ve farklı zamanlarda nazil olmuşlardı.

Birini diğerinin ortasına yerleştirmeyi Hz. Peygamber (s.a.a) vahiy katiplerine emretti. Ya da şöyle deriz: Bu ifade, ayetin geneliyle aynı zamanda inmediği hâlde, Mushaf'ın cemi esnasında ayetin bir parçası olarak yazıldı. Bu ihtimallerin hangisi doğru olursa olsun, "ayetin başı ile son kısmını birlikte mütalâa ettiğimiz zaman,

Mâide Sûresi 1-3 ....................................................... 291

ifade bir ara söz gibi belirginleşiyor" şeklindeki değerlendirmemiz üzerinde bir etkisi söz konusu olmaz.

Bu çıkarsamamızı destekleyen bir diğer husus da, -büyük bir yekûn tutan rivayetlerin tamamı olmasa bile- nüzul sebebine ilişkin rivayetlerin büyük bir kısmının özel olarak, "Bugün inkâr edenler..."

ifadesini esas almaları ve ayetin aslını yani, "Size (şunlar) haram kılındı..." diye başlayan kısmını esas almamalarıdır. Buradan şu sonuç çıkıyor: "Bugün... umudu kesmişlerdir..." kısmı, ayetin başından ve sonundan ayrı ve bağımsız olarak nazil olmuştur.

Bu ifadenin, ayetin ortasında yer alması ya Peygamberimizin (s.a.a) direktifleriyle ya da Mushaf'ın cemi esnasında gerçekleşmiştir. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Abd b. Hamid kanalıyla Şa'bi'den aktarılan rivayet de bu yaklaşımı destekler mahiyettedir: "Peygamberimiz (s.a.a) Arefe'de bulunduğu sırada ona şu ayet indi:

'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.' Bazı ayetler Peygamberin (s.a.a) ilgisini çektiğinde onu surenin baş tarafında koyardı." Daha sonra Şa'bî şöyle ekledi: "Ona hac ibadetlerini nasıl yapacağını Cebrail öğretiyordu."

Öte yandan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." cümlesi, içerik bakımından birbirine yakındır ve anlam itibariyle birbiriyle irtibatlı oldukları da kuşku götürmez. Çünkü kâfirlerin Müslümanların dinlerinden umudu kesmiş olmaları ile Müslümanların dinlerinin olgunlaştırılmış, kemale erdirilmiş olması arasındaki bağıntı açıktır. Ayrıca her iki cümlenin içerikleri iç içe geçebilir ve parçaları birbiriyle ilintili, birbiriyle bütünleşmiş tek bir içerik hâline gelebilir. Kaldı ki, iki cümle arasında belirgin bir akış birliği de göze çarpmaktadır.

Bunu destekleyen bir diğer unsur da sahabe ve tâbiin kuşaklarının ilk ve son dönem müfessirleri ile sonradan gelen tefsir bilginlerinden günümüze kadar ortaya çıkan tefsir âlimlerinin bu iki cümleyi birbirini bütünleyen bitişik iki cümle olarak ele almaları-

292 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

dır. Bunun tek nedeni, söz konusu iki cümleden bizim anladığımız şeyi anlamış olmaları, iki cümlenin birlikte indiğini ve aynı anlama delâlet etme noktasında birleşmelerini esas almış olmalarıdır.

Bundan da şu sonuç çıkar: Ayetin akışı içinde bir ara söz olarak yer alan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir...

din olarak İslâm'a razı oldum." ifadesi, parçaları birbiriyle bütünlük arz eden tek bir sözdür ve tek bir hedefi vurgulamaya yöneliktir. Arada bir farklılık olmaksızın iki cümle bütünlük içinde bu hedefe işaret etmektedir. Bu açıdan, bu iki cümleyi de içeren ayetle irtibatlı olduğunu söyleyip söylememiz arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü bu, söz konusu ifadenin bir söz oluşunu olumsuz yönde etkilemez. Bu bir ara sözdür. Iki ayrı hedefe yönelik iki ayrı söz değil. Yine, "Bugün inkâr edenler..." ve "Bugün sizin dininizi..." ifadelerinde tekrarlanan "gün"le, kâfirlerin umut kestikleri ve dinin olgunlaştığı bir tek gün kastediliyor.

Acaba, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın." ifadesinde geçen "gün"le ne kastediliyor? Peygamberin (s.a.a) gönderilişi ve davete başlaması ile birlikte İslâm'ın ortaya çıkış zamanı mı? Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: "Allah size İslâm'ı gönderdi. Böylece dininizi olgunlaştırdı, üzerinizdeki nimeti tamamladı ve kâfirleri sizin dininizden umutsuz kıldı."

Fakat böyle bir sonuç elde etmenin imkânı yoktur. Çünkü ayetin zahirî akışı gösteriyor ki, onların bir dinleri vardı ve kâfirler bu dini yok etmeyi veya değiştirmeyi umuyorlardı. Müslümanlar da dinlerinden dolayı onlardan korkuyorlardı. Ancak şimdi yüce Allah, kâfirleri beklentileri noktasında umutsuzluğa düşürdü ve Müslümanlara bu açıdan güvence verdi. Yine anlaşılıyor ki, bu güne kadar din eksikti, Allah onu kemale erdirdi ve üzerinizdeki nimetini tamamladı. Oysa, onların İslâm'dan önce bir dinleri yoktu ki, kâfirler onu yok etmeyi kursunlar ya da yüce Allah onu kemale erdirsin, böylece üzerlerindeki nimetini tamamlasın.

Kaldı ki, yukarı da ileri sürülen bir anlam elde etmek için, ifa-

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................ 293

denin akışında bir değişikliğin yapılması ve "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ifadesinin, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." ifadesinden önce yer alması gerekir ki, söz dizimi böyle bir anlama uygun hâle gelsin.

Acaba "gün"den maksat, Mekke fethinden sonraki dönem midir? Ki yüce Allah o gün Kureyş müşriklerinin plânlarını boşa çıkarmış, tuzaklarını başlarına geçirmiştir; müşriklerin etkinliklerini yok etmiştir. O gün dinlerinin temeli yıkılmış, putları parçalanmış, artık dizlerinin üstüne dikilmekten umutlarını kesmişlerdir. İslâm'a karşı koyacak, egemenliğini ve yayılmasını önleyecek güçleri kalmamıştır. Acaba bu mudur kastedilen?

Ayetten hareketle böyle bir sonuca varmak da mümkün değildir. Çünkü ayette dinin kemale erdirilmesinden ve nimetin tamamlanmasından söz ediliyor. Oysa, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen Mekke fethiyle din kemale erdirilmiş değildir. Bundan sonra nice farzlar nazil olmuştur. Bugünden Peygamberin (s.a.a) vefatına kadar geçen süre içinde nice helâller ve haramlar hükme bağlanmıştır. Kaldı ki, "İnkâr edenler..." (kâfirler) ifadesi geneldir; bütün Arap müşriklerini kapsar, ki müşriklerin tümü Müslümanların dinini yok etmekten ümitlerini kesmiş değillerdi. Bunun bir kanıtı da müşriklerin İslâm'a karşı saldırgan tutumlarını sürdürmeleri ve kimi taraflar arası saldırmazlık anlaşmalarının yürürlükte kalmalarıdır.

Müşrikler, müşrik geleneklere uygun olarak hac ziyaretinde bulunuyor, müşrik kadınlar çıplak hâlde tavaf yapabiliyorlardı. Bu durum, Resulullah Efendimizin (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) Tevbe suresindeki ilgili ayetleri okumak üzere gönderip cahiliye geleneklerinin kalıntılarını geçersiz kılıncaya kadar sürdü.

Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Tevbe suresinin inişinden sonraki bir dönem midir? Çünkü Tevbe suresinin inişinin ardından İslâm, yaklaşık olarak bütün Arap yarımadasına yayılmıştı.

Şirkin izleri silinmiş, cahiliye gelenekleri ölmüştü. Müslümanlar dinî ayinlerde ve hac ibadetinde bir tek müşrike rastlamaz olmuş-

294 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

lardı. İş Müslümanlar için netlik kazanmıştı. Allah, korkularını güvene dönüştürmüştü. O'na kulluk ediyor ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmuyorlardı. Acaba bu dönem midir kastedilen?

Ayetten böyle bir sonuç çıkarmanın imkânı yoktur. Çünkü Arap müşrikleri, Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin inişi, şirkin yarımadadan silinişi ve cahilî geleneklerin ortadan kalkışı karşısında Müslümanların dinlerini yok etmekten umut kesmişlerdi; ancak din henüz kemale erdirilmemişti. Çünkü bundan sonra da çeşitli farzlar ve hükümler içeren ayetler inmişti. Bunlardan biri de Mâide suresinde yer alan kimi ayetlerdir. Mâide suresinin Peygamberimizin (s.a.a) son dönemlerinde indiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Bu surede helâl, haram, hadler ve kısas gibi meselelere ilişkin birçok hüküm vardır.

Bundan şu sonuç çıkıyor: Ayette geçen "gün" kelimesiyle ilk bakışta ayetin anlamıyla uyum sağlayacak örneğin, İslâm davetinin ortaya çıktığı zaman veya Mekke fethinden sonraki zaman ya da Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin indiği dönemden sonraki günler gibi günün geniş anlamının [dönem] kastedilmiş olmasına imkân yoktur. Dolayısıyla şunu söylemekten başka seçeneğimiz yoktur: Ayette geçen "gün"den maksat, ayetin indiği gündür. Bu da bizzat surenin indiği gündür de. Bunun için de, "Bugün inkâr edenler...

umudu kesmişlerdir." ifadesinin anlam itibariyle kendisini kuşatan ayetle irtibatlı bir ara cümle olarak algılanması gerekir. Ya da Peygamber efendimizin (s.a.a) son zamanlarında ve Mâide suresinden sonra inmiş olması lazım gelir. "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ifadesi bunu gerektirmektedir.

Acaba belirli günlerle, bizzat Mekke'nin fethedildiği gün mü kastedilmiştir? Yoksa Tevbe suresinin ilgili ayetlerinin indiği gün mü? Bu yaklaşımın yanlışlığını göstermek bakımından, önceki ikinci ve üçüncü ihtimale ilişkin olarak gündeme getirdiğimiz müşküller yeterlidir.

Bazı müfessirlerin savunduğu ve çeşitli rivayetlerde işaret edildiği gibi, kastedilen gün, veda haccındaki Arefe günü müdür?

Mâide Sûresi 1-3 .......................................................... 295

Şu hâlde, o gün Müslümanların dinlerini yok etmekten umudu kesenlerden kimler ve ne kastedilmiştir? Şayet umutsuzluktan maksat, Kureyş müşriklerinin, Müslümanların dinlerine üstünlük sağlamaktan ümit kesmeleriyse, bu, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen Mekke'nin fethedildiği gün ortaya çıkan bir durumdur, onuncu yılın Arafe günü değil. Eğer kastedilen tüm Arap müşriklerinin bu konuda ümitsizliğe düşmeleriyse, bu da Tevbe suresinin inişinden sonraki dönemde, yani hicretin dokuzuncu yılında ortaya çıkan bir durumdur. Eğer maksat, Yahudi'si, Hıristiyan'ı ve Mecusî'siyle bütün kâfirlerse -ki "Inkâr edenler..." şeklindeki mutlak ifade bunu gerektirir- bunlar henüz İslâm'ı yenilgiye uğratmaktan umutlarını kesmemişlerdi ve henüz İslâm, Arap yarımadasının dışında üstünlük, egemenlik, güç ve caydırıcılık kazanmamıştı.

Öte yandan -Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının dokuzuna denk düşen- bu günün, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." ifadesine uygun düşecek özelliğini, ayrıcalığını düşünüp üzerinde durmamız gerekir.

Denebilir ki: Bununla, Peygamber efendimizin (s.a.a) bizzat katılarak hac merasimini kemale erdirmesi sözlü öğreticiliğinin yanı sıra, fiilî olarak da insanlara hac ibadetinin nasıl yerine getirileceğini öğretmesi kastedilmiştir.

Ne var ki: Sırf Peygamberimizin (s.a.a) hac merasimini öğretmesinin -insanlara temettü haccını öğrettiği hâlde, kulak ardı edilişi somut bir örnek olarak ortadayken ve ondan önce de namaz, oruç, hac, zekât ve cihat gibi dinî farzlar hükme bağlanmışken- dinin kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmesi doğru olmaz. Dinin gereklerinden bir vacibin öğretilmesi, o vacibin tamamlanması ve kemale erdirilmesi olarak isimlendirilebilir mi? Bu bile olmazken, dinin bir vacibinin öğretilmesi dinin tümünün kemale erdirilmesi olarak nasıl kabul edilebilir?

Kaldı ki bu ihtimal, "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir." cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." cümlesi arasındaki bağıntının kesilmesini gerektirir. Resulullah'ın (s.a.a) in-

296 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

sanlara temettü haccını öğretmesi ile kâfirlerin dinden ümitlerini kesmeleri arasında ne gibi bir bağlantı vardır?

Bazılarının şöyle demeleri de mümkündür: Bundan maksat, söz konusu günde, Mâide suresinde yer alan diğer helâl ve haramlara ilişkin hükümlerin indirilerek dinin kemale erdirilmesidir. Çünkü bundan öte helâl ve haram yoktur. Dinin bu şekilde kemale erdirilmesiyle kâfirlerin kalplerini ümitsizlik kaplamıştır. Bu ümitsizliğin ve karamsarlılığın belirtileri yüzlerine yansımıştır.

Fakat, bu takdirde ayette "inkâr edenler" şeklinde ifade edilen bu kâfirleri belirlemede titiz davranmamız gerekir. Kim bunlar? Eğer Arap kâfirler kastediliyorsa, o gün İslâm onları kaplamıştır, hiç kimse İslâm'dan başka bir görünümle ortaya çıkamıyordu, ki bu da gerçek İslâm'ın aynısıydı. [Çünkü gerçek İslâm, zahirî teslimden başka bir şey değildir.] Şu hâlde ümitleri kırılan kâfirler kimlerdir?

Eğer bunların dışında, Arap olmayan diğer kâfir topluluklar ve kuşaklar kastedilmişse, az önce işaret ettiğimiz gibi, onlar henüz Müslümanlara üstünlük kurmaktan ümitlerini kesmemişlerdi.

Sonra, Mâide suresinin inişi ve Arefe gününün sona erişiyle birlikte hüküm koyma işleminin sona erdiği meselesini irdeliyoruz ve görüyoruz ki, elde birçok rivayet vardır ve azımsanmayacak bir yekûn tutan bu rivayetlerde, bu günden sonra da birçok hüküm ve farzın indirildiğine işaret ediliyor. "Sayf Ayeti" [=Yaz Ayeti] diye adlandırılan ayeti1 ve faiz ayetlerini buna örnek gösterebiliriz. Nitekim Ömer'in yaptığı bir konuşmada şöyle dediği rivayet edilir:

"Kur'ân'ın en son inen ayeti faiz ayetidir. Resulullah (s.a.a) bu ayeti bize açıklamadan vefat etti. Dolayısıyla bu hususta kuşku duyduğunuz şeylerden kaçının ve kuşku duymadıklarınızı uygulayın..."

Buharî, Sahih'inde İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Resulullah'a (s.a.a) inen en son ayet faiz ayetidir." Bunun gibi da-

------

1- Nisâ suresinin sonunda yer alan kelâle yani, geride mirasçı olarak anababa ve çocuk bırakmadan ölen kimsenin durumuna ilişkin ayet.

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................ 297

ha birçok rivayet örnek gösterilebilir.

O hâlde hiç bir araştırmacı, bu rivayetleri zayıf kabul ederek, ayete öncelik tanıyamaz. Çünkü ayet söz konusu günle, falan günün kastedildiği hususunda kesin ve açık bir ifadeye sahip değildir.

Bilâkis bu, verilen ihtimallerden sadece biridir. Bunun kesinlik kazanması için bununla bağdaşmayan ihtimallerin olumsuzlanması gerekir. Bu rivayetlerinse, hiçbir dayanağı olmayan diğer ihtimallerden eksik bir yanı yoktur.

Ayetle ilgili olarak şöyle de denebilir: Dinin kemale erdirilmesinden maksat, Kâbe'nin kâfirlerden temizlenmesi, müşriklerin oradan uzaklaştırılmasıdır. Böylece Müslümanlar, aralarına müşrikler karışmadan haccettiler.

Bu ihtimale karşı şunu diyebiliriz: Söz konusu iş bundan bir yıl önce Müslümanlar için netlik kazanmıştı ve sadece Müslümanlar haccediyorlardı. Dolayısıyla bunu, "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım." ifadesinde geçen "bugün" sözcüğüyle sınırlandırmanın anlamı nedir acaba?

Kaldı ki, Beytullah'ın sadece Müslümanlara has kılınışı ve müşriklerden arınması, nimetin tamamlanması olarak değerlendirilse bile, dinin kemale erdirilmesi olarak değerlendirilmesi kabul edilmez. Kâbe'nin şirk kalıntılarından ayıklanmasının, dinin kemale erdirilmesi olarak nitelendirilmesi ne anlam ifade ediyor? Değil mi ki din, inançlar ve hükümler toplamıdır. Dolayısıyla dinin kemale erdirilmesi, parçalarının ve kısımlarının sayısına başka sayıların eklenmesi anlamını ifade eder. Ortamın dinin uygulanmasına uygun hâle getirilmesi, dinî pratiğin önündeki engellerin ve barikatların kaldırılması ise, kesinlikle dinin kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmez. Kaldı ki, kâfirlerin dini yok etmekten yana umutsuzluğa düşmeleri problemi de olduğu gibi duruyor.

Ayetle ilgili olarak şöyle bir değerlendirmenin söylenmesi de mümkündür: Dinin kemale erdirilmesinden maksat, söz konusu haramların ayrıntılı bir şekilde açıklanmasıdır. Bundan maksat da Müslümanların açıklamaları dikkate alıp haramlardan kaçınmaları

298 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ve bu konuda kâfirlerden korkmamalarıdır. Çünkü kâfirler, Müslümanların dinlerini yok etmekten ümit kesmiş bulunuyorlardı. Bu, Allah'ın Müslümanları desteklemesi, dinlerini üstün kılması ve onları kâfirler karşısında galip getirmesi sayesinde gerçekleşmiştir.

Konuyu biraz daha açacak olursak: Ilâhî hikmet, İslâm'ın ilk dönemlerinde dört temel haramdan, yani leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına kesilenlerden bazı Mekke inişli surelerde genel olarak söz edilmesini yeterli görmüştür. Bu surelerde ayrıntıya baş vurulmamıştır. İslâm'ın Müslümanlar açısından uygun görmediği daha başka detaylar bu ayrıntıların kapsamında peyderpey açıklanmak üzere terk edilmiştir. Mekke'nin fethinden sonra, tefsiri sunulan ayetin kapsamında ayrıntıya baş vurulmuştur.

Bu, söz konusu pİsliklerin haramlılığına yönelik aşamalı bir yasaklama ve zorlaştırmadır.

Nitekim aynı yöntem, şarabın haram kılınışında da uygulanmıştır.

Bununla güdülen amaç, Arapların İslâm'dan kaçmamalarıdır.

İslâm'da zorluk görüp de inanan yoksulların geri döneceği ümidine kapılmamalarıdır. Ki ilk Müslümanların büyük çoğunluğunu yoksullar oluşturuyordu.

Fakat İslâm güçlendikten sonra, bu haramların ayrıntılı açıklamasına baş vuruldu. Artık Allah Müslümanlara bolluk bahşetmişti, onları güçlendirmişti. Müşrikler de Müslümanların dinlerinden kaçıp uzaklaşmalarından ümitlerini kesmişlerdi. Müslümanları yenilgiye uğratacaklarına ve caydırıcı, ezici bir güç toplayıp İslâm'ı ortadan kaldırmalarına dair bir duygu taşımaz olmuşlardı.

Dolayısıyla artık müminlere onları dikkate almaları, dinlerinden ve canlarından yana onlardan korku duymaları yakışırdı. Şu hâlde ayette geçen "gün"den maksat, Veda Haccı yılının Arefe günüdür. Geri kalan hükümleri açıklayan bu ayet o günde inmiştir. Bu hükümlerle yüce Allah cahiliyenin basit anlayışlarının, pİsliklerinin ve asılsız kuruntularının kalıntılarını da geçersiz kılıp ortadan kaldırdı. Bu ayet, Müslümanların müşriklere tam anlamıyla üstünlük sağlamalarının müjdesiydi. Artık müşrikler İslâm'ın

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................... 299

yok olacağını umacak durumda değildiler. Bundan sonra onlarla hoş geçinmeye bakmanın, onlardan korkmanın, sonuçtan endişe etmenin gereği yoktu.

Dolayısıyla yüce Allah, bu ayette Müslümanlara, kâfirlerin onların dinlerini yok etmekten umut kestiklerini haber vermektedir.

Şu hâlde -zayıflıkları güce, korkuları güvene ve yoksullukları zenginliğe dönüştüğü bu süreçte- Allah'tan başkasından korkmamaları gerekmektedir. Ayette ayrıntılı biçimde açıklanan haramlardan uzak durmaları lazım gelir. Bu, dinlerinin kemale ermesi anlamını ifade eder. İşte bazıları özet olarak sunulan bu alıntı şeklinde, ayet hakkında bir görüş ileri sürmüşlerdir.

Yukarıdaki yoruma ilişkin açıklamamız şudur: Bu değerlendirmeyi yapan kişi, sözü edilen ihtimallerden birkaçını birleştirmek, böylece her ihtimal ile bir başka ihtimalin karşılaştığı problemi savmak amacındadır. Bunu yaparken bütünüyle bir çıkmaza girmekte ve hem ayetin anlamını, hem de lafzını bozmaktadır. Şunun farkında değildir: Eğer umutsuzluğa düşmekten maksat, Mekke'nin fethiyle veya Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin inmesiyle birlikte İslâm'ın üstünlük sağlaması ve güçlenmesi, dolayısıyla kâfirlerin içine düştükleri karamsarlıksa, bunun hicretin onuncu yılının Arefe gününde gerçekleştiğini söylemek doğru olmaz.

"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." Oysa kâfirler, bu bağlamda bundan bir veya iki yıl önce ümitlerini kesmişlerdi zaten. Bu konuda adı geçen zatın da ayetle ilgili değerlendirme yaparken belirttiği gibi, zamanını belirten "ümitsizliğe düşmüşlerdi" veyahut [zamanı belirtmeyecek örneğin] "onlar şüphesiz ümitsiz olanlardırlar" şeklinde tabirler kullanılması gerekirdi.

Yine, bazı yiyeceklerin haram kılınışının aşamalı olduğunu söyleyip içkinin haram kılınışıyla mukayese ederken de yanılmaktadır. Eğer aşamalılıktan kastı, bazı maddelerin bazı maddelerden sonra haram kılınmış olması ise, bilindiği gibi ayet, kendinden önce inen Bakara, En'âm ve Nahl surelerindeki ilgili ayetlerin içerdikleri maddelerden fazlasını içermiyor ve bu ayette söz konusu edilen boğulmuş, vurulmuş... gibi maddeler, bu

300 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

len boğulmuş, vurulmuş... gibi maddeler, bu surelerde zikredilen kavramlara giren hususlardır.

Şayet aşamalılıktan kastı, insanların kabul etmekten kaçınacakları korkusuyla baş vurulan icmalî, sonra ayrıntılı açıklama ise, bu, yersiz bir değerlendirmedir. Çünkü Mâide suresinin inişinden önce, haram oldukları açıkça belirtilen leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanlar nesnel karşılıkları itibariyle daha belirgin, daha ağır gelen ve boğulmuş ya da vurulmuş hayvanlara göre daha etkileyicidir. Bunlarsa az rastlanan ve nadiren yaşanan olgulardır. Şu hâlde, nasıl oluyor da daha önemli ve daha etkileyici olan bu dört maddenin haram olduğu, en ufak bir korku duyulmadan açıklanıyor da, bunlara göre pek önemli olmayan bu maddelerin gündeme getirilişinden korku duyuluyor, haram oluşları aşamalı olarak açıklanıyor, açıkça belirtme hususunda insanlardan korku duyuluyor?

Kaldı ki, böyle bir şey olmuş olsa bile bu, dinin kemale erdirilmesi anlamına gelmez. Hükümlerin yasalaştırılması din olarak adlandırılabilir mi ki, bunların tebliğ edilişi ve açıklanışı dinin kemale erdirilmesi olarak adlandırılsın? Bu, doğru kabul edilse bile, ancak dinin bir kısmının kemale erdirilmesi ve nimetin bazısının tamamlanması anlamına gelir; tamamının ve bütünün değil. Oysa yüce Allah, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." buyurmuştur. Yani hiçbir kayıt belirtmeksizin, sözü mutlak tutmuştur.

Kaldı ki, yüce Allah, daha birçok günde birçok hüküm açıklamıştır.

Öyleyse bu günde açıklanan hükmün ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah onu veya ayrıntılı açıklamasını dinin kemale erdirilmesi ve nimetin tamamlanması olarak isimlendirmiştir?

Yoksa, dinin kemale erdirilmesinden maksat, haram yiyecekleri ayrıntılı bir şekilde açıklayan bu ayetin inişinden sonra yasama kapısının kapanması şeklindeki tamamlanışı mıdır? Bu durumda Mâide suresinin inişi ile Peygamberin (s.a.a) bu dünyadan göç edişi arasında inen hükümlerin durumu ne olacaktır? Hatta bizzat

Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 301

Mâide suresinin içinde bulunup da bu ayetten sonra inen öteki hükümler için ne diyeceğiz? Varın siz düşünün!

Bütün bunlardan sonra, eğer maksat hicrî onuncu yılın Arefe gününde inen ayetin kapsadığı haramların zikredilişinden dolayı yapılan iyiliği anmaksa, "size din olarak İslâm'a razı oldum." (ki cümlenin takdiri, "Bugün razı oldum"dur) ne anlam ifade ediyor? Bu günün ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah özellikle o günde din olarak İslâm'dan razı olsun? Ki bu razı oluşa uygun düşecek nitelikte bu güne özgü bir durum da söz konusu değildir?!

Bundan önceki yaklaşımlar için ileri sürülen problemlerin birçoğu ya da çoğunluğa yakın miktarı bunun için de söylenebilir. Fakat biz onları tekrarlayarak sözü uzatmak istemiyoruz. Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Arefe günü ile Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye vardığı gün arasındaki herhangi bir gün müdür, demek isteniyor? Nitekim kâfirlerin ümitsizliğe düşmeleri ve dinin kemale erdirilişi bazılarınca bu şekilde yorumlanmıştır!

Bundan önceki yaklaşımlara ilişkin problemler, aynı detayıyla bunun için de geçerlidir.

Şimdiye kadar ayetin anlamını belirleme yolunda sunduğumuz araştırma, ayetin anlamı ile ilgili olarak söylenenler veya söylenebilecek şeyler üzerine yapılan değerlendirmelerdir, ki bu bizim ayetle ilgili araştırmamızın bir kısmıdır sadece. Şimdi tefsirimizin kendine özgü araştırma yöntemine uygun olarak diğer kısmına bakalım.

"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın." Ayette geçen "ye's=umutsuz-luk" kelimesi, "recâ=umut" kelimesinin karşıtıdır. Din ise, Allah katından peyderpey inmiştir. Buna göre bu ifade gösteriyor ki, kâfirler, Müslümanların dini olan İslâm'dan yana olumsuz bir beklenti içindeydiler.

Uzun süreden beri onun bir şekilde ortadan kalkmasını umuyorlardı. Onların bu tavırları, zaman zaman İslâm için de bir tehdit oluşturuyordu. Din onlardan yana gün be gün tehditle karşı karşıya

302 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

kalıyordu. Bu da müminleri sakınmaya ve korku duymaya iten bir durum olmalıydı zaten.

Buna göre, "Artık onlardan korkmayın." ifadesi, yüce Allah'tan müminlere, karşı karşıya bulundukları tehlikeye ve içlerinde biriken korkuya karşı bir güvence niteliğindedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ehlikitap'tan bir grup sizi şaşırtıp saptırmayı arzuladı." (Âl-i Imrân, 69) "Ehlikitap'tan çogu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir." (Bakara, 109)

Kâfirlerin, Müslümanların başlarına çorap örmek için fırsat kollamaları, Müslümanların dinlerine duydukları hınçtan kaynaklanıyordu.

İslâm dini karşısında göğüslerinin daralması, kalplerinin sıkışmasının tek nedeni İslâm'ın onların zorba egemenliklerine son vermesi, haksızlıklarla elde ettikleri onurlu görüntünün sahteliğini ortaya çıkarmasıdır. Canlarının istediğini yapmalarına engel olmasıdır.

Nefİslerinin alışkanlıklarına son noktayı koymasıdır. Her istediklerini hiçbir koşula ve kayda bağlı kalmaksızın yapmalarına izin vermemesidir.

Onların öfkeleri dinin kendisine yönelikti, dinin inananlarına yönelik öfkeleri hak dinlerinden dolayıydı. Onların amacı bütün Müslümanları öldürmek, yeryüzünde bir tek Müslüman bırakmamak değildi. Aksine onların amacı, Allah'ın nurunu söndürmek ve sarsılan ve yılmaya yüz tutan şirkin temellerini sağlamlaştırmak, müminleri yeniden küfre döndürmekti. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz ayette de buna işaret edilmiştir: "Sizi küfre döndürmek isterler."

Bir diğer ayette şöyle buyruluyor: "Agızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır. O, Elçisini, hidayet ve hak din ile gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da onu, bütün dinlere üstün getirsin." (Saff, 8-9) "Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na yalvarın." (Mü'min, 14)

Mâide Sûresi 1-3.............................................................. 303

Bu yüzden kâfirlerin tek derdi, bu güzel ağacı kökünden kesmekti.

Müminlere dinden döndürme amaçlı baskılar uygulayarak, topluluklarına nifak tohumlarını saçarak, dini bozmaya dönük kuşku ve hurafeler yayarak bu görkemli yapıyı temelinden yıkmaktı.

Ilk etapta Hz. Peygamberin (s.a.a) moralini bozup kararlılığını kırmaya, mal ile, mevki ile o zatın dinî davetine ilişkin azmini boş ve sonuçsuz göstermeye dönük faaliyetlere giriştiler. Nitekim yüce Allah buna şu şekilde işaret etmiştir: "Onlardan bir grup fırladı; yürüyün, tanrılarınıza baglı kalın. Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir."

(Sâd, 6) Aralarına sızıp yağcılık yaparak bu işi yapmayı düşündüler.

Şu ayetlerde de buna işaret edilmiştir: "istediler ki, sen yagcılık yapasın da onlar da yagcılık yapsınlar." (Kalem, 9) "Eger biz seni saglamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın."

(Isrâ, 74) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptıgıma tapmazsınız." (Kâfirûn, 1-3) Bu ayetlerde, nüzul sebebiyle ilgili rivayetlerde açıklanan iniş sebeplerine göre bu hususlara işaret edilmektedir.

Bu dinin son bulmasıyla ilgili son beklentileri şuydu: "Bu misyonu yerine getiren şahsın erkek çocuğu yoktur. Dolayısıyla onun ölümüyle birlikte bu hak çağrısı da son bulacaktır." Onlara göre Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber kılığında bir kraldı, çağrısı da risalet kalıbı içinde sunulan bir saltanat davasıydı. Eğer o ölür veya öldürülürse, arkasından onun da, dininin de adı sanı unutulur gider.

Sultanların ve Tiranların yaşamında gözlemlenen bir durumdur bu. Iktidarları ne kadar görkemli, zorbalıkları ne denli kapsayıcı olursa olsun, insanları hangi düzeyde boyun eğdirmiş olurlarsa olsunlar, ölümleriyle birlikte adları, sanları da unutulur. Insanların hayatlarına egemen kıldıkları yasaları ve kuralları da kendileriyle birlikte mezara gömülür. Işte kâfirlerin bu beklentilerine şu şekilde işaret edilmiştir: "Asıl sonu kesik olan, sana kin duyandır." (Kevser, 3) Nüzul sebebine ilişkin rivayetlerde, ayetin kâfirlerin bu tür beklentilerine cevap olarak indiği ifade edilir.

304 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Bu ve benzeri duygular, kâfirlerin ruhlarına sinmiş beklentilerdi.

Böylece Allah'ın dininin nurunu söndürmeyi umuyorlardı. Bir kuruntu olarak, bu tertemiz davetin bir türedi hareket olduğunu ve gelişmelerin onu yalancı çıkaracağını, işini bitireceğini, günlerin ve gecelerin geçmesiyle birlikte etkisinin geçeceğini düşünüyorlardı. Ancak İslâm'ın peyderpey ulaştığı bölgelerde halkına ve halkının dinine üstünlük kurması, sesinin gitgide yayılması, mesajının güç ve etkinlik kazanması kâfirlerin bu tür beklentilerini boşa çıkardı.

Bu yüzden kâfirler Peygamberin (s.a.a) kararlılığını kırmaktan yana umutsuzluğa düştüler. Mal ve mevki vaadiyle hedeflerinden alıkoyacaklarına ilişkin ümitlerini suya düştü.

İslâm'ın ulaştığı güç ve caydırıcı egemenlik, biri hariç diğer tüm beklentilerden yana onları karamsarlığa itti. Ümit bağladıkları diğer neden ise, Peygamberin (s.a.a) erkek çocuğunun olmaması, ondan sonra misyonunu yürütecek, onun yerine geçip dinsel daveti yürütecek birinin bulunmamasıydı. Şu hâlde, onun ölümüyle birlikte dini de ölecekti. Hiç kuşkusuz, hükümler ve bilgiler bağlamında dinsel kemale eriş ne düzeyde olursa olsun, dinin kendini koruması açısından tek başına yeterli bir unsur değildir. Icat edilen yasalar ve insanlarca tâbi olunan dinler, ne kendi kendilerini ve ne de yayılmalarıyla, bağlılarının çokluğuyla varlıklarını ve orijinalliklerini koruyamazlar. Aynı şekilde, dinler ve yasa sistemleri baskıyla, zorbalıkla, diktacı uygulamalarla, tehditle, dinden döndürme amaçlı baskı ve işkenceyle silinip gitmezler. Ancak taşıyıcılarının, koruyucularının yok olmalarıyla, yöneticilerinin bulunmamasıyla tarih sahnesinden silinirler.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç ortaya çıkıyor:

Kâfirlerin dini yok etmekten ümitlerini kesmeleri şu realiteden ileri geliyordu: Yüce Allah, dini koruyacak, hareketini yönlendirecek ve dine inanan ümmete yol gösterecek birini Peygamberin (s.a.a) yerine tayin etmiştir. Bunun üzerine kâfirler, Müslümanların dinlerini ortadan kaldırmaktan yana ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlar dinin kişisel taşıyıcı aşamasından, tüzel taşıyıcı aşamasına adım attığını

Mâide Sûresi 1-3 .......................................................... 305

gözlemliyorlardı. İşte dinin kemale ermesi buydu. Oluşum aşamasından, kalıcılık aşamasına geçiş yani. Bunun anlamı, nimetin tamamlanmasıydı.

Dolayısıyla, "Ehlikitap'tan çogu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir."

(Bakara, 109) ayetinde geçen, "Allah emrini getirinceye kadar..." ifadesiyle buna işaret edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.

Bu değerlendirme, ayetin Gadir-i Hum günü, yani hicretin onuncu yılının zilhicce ayının on sekizinde Hz. Ali'nin (a.s) velayeti ile ilgili olarak indiğine ilişkin rivayetleri destekleyen bir açıklamadır.

Bunu esas almamız durumunda, ayetin iki bölümü arasında net bir irtibat kurulmuş ve yukarıda işaret ettiğimiz problemler bertaraf edilmiş olur.

Ayette geçen "umutsuzluk" ifadesinin anlamını öğrendiğine göre, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir."

ifadesinde geçen "bugün" kelimesinin "umudu kesmişlerdir" ifadesiyle ilintili zarf olduğunu ve cümlenin akışı içindeki takdimin [yani "el-yevm=bugün" ifadesinin ilintili olduğu "yeise=umudu kesmişlerdir" ifadesinden öne geçirilmesi] günün önemini ve büyüklüğünü vurgulamaya yönelik olduğunu bilirsin. Çünkü o günde din, kişisel denetçiyle ayakta durma aşamasından tüzel denetçi kontrolünde ayakta durma aşamasına, ortaya çıkış ve doğuş aşamasından kalıcılık ve süreklilik aşamasına adım atmıştır.

Bu ayeti, bundan sonra yer alan "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı" ayetiyle karşılaştırmak doğru değildir. Çünkü her iki ayet farklı akışlara sahiptirler. "Bugün... umudu kesmişlerdir." ifadesi, bir ara söz, "Bugün... helâl kılındı." ifadesi ise, konuya yeni bir başlangıç konumundadır. Ayrıca, her iki ifadenin hükmü de farklıdır.

Birinci ifadenin hükmü, tekvinî=varoluşsaldır; bir yandan müjde, bir yandan da uyarı ifade etmektedir. [Kâfirlerin umutsuzluğa kapılması, tekvinî bir olgu olup Müslümanlar için müjde ve kâfirler için tehdittir.]

306 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

İkinci ifadenin hükmü ise, teşriî=yasamasaldır; kurallara yönelik ilâhî lütfu vurgulamaya yöneliktir. Buna göre, "Bugün...

umudu kesmişlerdir." ifadesi, o günün büyük önemini göstermektedir.

O gün, büyük ve önemli bir hayrın gerçekleştiği gündür.

Kâfirlerin müminlerin dinlerini yok etmekten umudu kesmeleri yani... Daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen "kâfirler"den maksat, Putperesti, Yahudisi ve Hıristiyanıyla bütün kâfirlerdir. Bu sonucu, ifadenin mutlaklığından çıkarıyoruz.

"Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi, yol gösterici bir tavsiyedir, yaptırım gerektirici bir buyruk değildir. Bunun anlamı şudur: Daha önce sizin için tehlike oluşturan kâfirlerin umutsuzluğa düşmelerinden sonra korkmanızı gerektirecek bir şey yoktur. -Bilindiği gibi insan, bütünüyle ümitsizliğe düşmüş olduğu işe yönelmez; tüm çabasının boşa gideceğinden emin olduğu işte çaba sarf etmez. Dolayısıyla siz kâfirlerden yana güvendesiniz.

Bundan sonra dininiz için onlardan korkmanız gerekmez. Artık onlardan korkmayın; benden korkun.

Bundan da anlaşılıyor ki, ayetin akışının oluşturduğu atmosferin de desteğiyle, "benden korkun." ifadesiyle şu anlam kastediliyor:

Kâfirlerin umudu kesmemeleri durumunda onlardan yana korkuya kapılacağınız hususta, yani dininiz ve onun elinizden alınması hususunda şimdi benden korkmalısınız. Görüldüğü gibi bu, Müslümanlara yönelik bir tür tehdittir. Bu yüzden ayeti, lütfün vurgulanışı esasına göre yorumlamadık.

Söylediklerimizi destekleyen bir husus da şudur: Allah'tan korkmak her hâlükârda bir zorunluluktur. Bir durumdan diğerine, bir koşuldan diğerine göre değişmez. Dolayısıyla, eğer burada söz edilen korkudan özel bir alanda korkma anlamı kastedilmezse, "Artık onlardan korkmayın" ifadesinden "benden korkun." ifadesine vurgulu geçiş yapmanın anlamı olmazdı.

Bu ayeti, "Eger inanmış kimseler iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun." (Âl-i Imrân, 175) ayetiyle karşılaştırmak yanlıştır.

Çünkü Âl-i Imrân suresinin ilgili ayetinde işaret edilen "havf=korku"

Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 307

iman koşuluna bağlı olduğu gibi, ayetteki hitap da mevlevî buyruksaldır.

Dolaysıyla şu anlamı ifade eder: Müminlerin, kendileri için kâfirlerden korkmaları caiz değildir. Bilâkis yalnızca yüce Allah'tan korkmaları gerekir.

Bundan da anlaşılıyor ki, ayet kâfirlerden duydukları, kendi nefİsleri açısından hissettikleri gereksiz bir korkuyu yasaklıyor. Bu açıdan Allah'tan korkmalarının emredilip emredilmemesi arasında fark yoktur. Bu yüzden Allah'tan korkmaya ilişkin emir ikinci kez, illeti çağrıştıran bir kayıtla gerekçelendiriliyor. Bununla, "eger inanıyorsanız." sözünü kastediyoruz. Ama "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi açısından farklı bir durum geçerlidir. Çünkü müminlerin duydukları bu korku, dinleri açısından hissettikleri bir endişeden kaynaklanıyordu. Böyle bir korku da Allah- 'ın gazabını gerektirmez. Çünkü bu korku gerçekte Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya dönüktür. Bu yasak, korkuyu gerektiren sebebin -kâfirlerin umudu kesmemiş olmaları- ortadan kalkmış olmasından, etkisinin giderilmesinden kaynaklanıyor.

Şu hâlde yasak, irşadî yani, yol gösterme ve öğüt niteliklidir. Yüce Allah'ın kendisinden korkmalarını emretmesi de yol gösterme amaçlıdır. Bundan şu sonuç çıkıyor: "Din konusunda endişeye kapılıp korkmanız gereklidir. Fakat, korkunun sebebi bu güne kadar kâfirlerden kaynaklanıyordu. Siz, onların sizin dininizle ilgili kötü emeller beslemelerinden dolayı onlardan korkuyordunuz. Ama bu gün onların umudu kesilmiştir. Sebep artık Allah'ın katındaki gerekçelere bağlanmıştır. Şu hâlde yalnızca O'ndan korkun." Okuyucu bu hususta iyice düşünmelidir.

Dolayısıyla, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesini içermesinden dolayı, ayetin tehdit ve sakındırma, uyarma niteliği de vardır. Çünkü müminler için her takdirde ve her durumda zorunlu olan genel korku yerine, özel bir korku duymaları emrediliyor. Öyleyse, bu korkunun özelliği üzerinde durmamız, onu gerektiren ve emredilmesini sağlayan sebebi irdelememiz gerekir.

Şunda kuşku yoktur ki, "Bugün... umudu kesmişlerdir." cüm-

308 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

lesi ve "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." cümlesi, ayet içinde birbiriyle bağlantılı ve bir hedefe yöneliktir.

Daha önce bu hususu açıkladık. Dolayısıyla Allah'ın bugün kemale erdirdiği ve bugün tamamlamış olduğu nimet -ki gerçekte bu ikisi aynı şeydir- kâfirlerin daha önce beklentiye düştükleri ve müminlerin onlardan korktukları husustur. Fakat yüce Allah, kâfirleri bu hususta umutsuzluğa düşürdü. Dinini kemale erdirdi, nimetini tamamladı. Müminlerin bu konuda kâfirlerden korkmalarını yasakladı. Dolayısıyla kendisinden korkmalarını istediği şey de, kâfirlerden korkmalarına neden olan şeyin kendisidir. O da yüce Allah'ın dini ellerinden çekip çıkarması ve bu bahşedilmiş nimeti gidermesidir.

Yüce Allah, nimeti gidermenin tek sebebinin nankörlük olduğunu belirtmiş ve nankörleri son derece sert ifadelerle tehdit etmiştir.

Nitekim şöyle buyurmuştur: "Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunan nimeti degiştirmedikçe Allah onlara verdigi nimeti degiştirmez. Allah işitendir, bilendir." (Enfâl, 53) "Kim, Allah'ın kendisine gelen nimetini degiştirirse, şüphesiz, Allah'ın cezası çetindir." (Bakara, 211) Ayrıca yüce Allah, bahşettiği nimetlere ve bu nimetleri inkâr edenlerin akıbetlerine ilişkin bütünsel bir örnek vermektedir: "Allah şöyle bir kenti örnek olarak anlattı: Güven, huzur içinde idi, her yerden rızkı bol bol kendisine geliyordu. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, bunun üzerine yaptıklarından ötürü Allah ona açlık ve korku elbisesi tattırdı." (Nahl, 112)

Buna göre, "Bugün... umudu kesmişlerdir... din olarak İslâm'a razı oldum." ifadesi, Müslümanların dinlerinin kâfirlerden yana güvende olduğunu, kâfirler tarafından gelecek bir tehlike karşısında koruma altında olduğunu duyurmaktadır. Bu demektir ki, kâfirler bu dini bozmaya ve yok etmeye yönelik bir yol bulamayacaklardır.

Olsa olsa bu, bizzat Müslümanların elinden olacaktır. Yani, bu eksiksiz nimeti inkâr etmeleri, bu razı olunmuş dini reddetmeleri ile dinin yok olması söz konusu olabilir. Bunu yaptıkları gün, yüce Allah nimeti ellerinden alacak ve onu ceza ile değiştirecektir.

14
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 309

Onlara açlık ve korku elbisesini tattıracaktır. Nitekim Müslüman halklar İslâm dinini kulak ardı ettiler, Allah da onlara açlık ve korku elbisesini giydirdi.

Bu ayetin, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun."

cümlesinin içerdiği geleceğe dair gaybî haberin ne ölçüde doğru olduğunu somut örnekleriyle kavramak isteyenler, bugün İslâm âleminin içinde bulunduğu pratik durumu gözlemlesinler, sonra tarihsel olayları analiz ederek geriye doğru gitsinler ve problemlerin temellerine ve tarihsel arka plânlarına ulaşsınlar. Kur'ân'da "velayet"le ilgili olarak yer alan ayetlerin, tefsirini sunduğumuz ayetin içerdiği uyarı ve azap tehdidi ile tam bir bağlantısı vardır. Yüce Allah, kitabında sadece "velayet" konusunda kullarını kendisinden sakındırmıştır. Bu konuda defalarca, "Allah sizi kendisinden sakındırır." (Âl-i Imrân, 28, 30) buyurmuştur. Bu konuyu etraflıca ele alırsak, kitabımızın tefsir yönteminin dışına çıkmış oluruz.

"Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum." "İkmal=ol-gunlaştırma" ve "itmam= tamamlama" kelimeleri, anlam itibariyle birbirlerine yakın kavramlardır. Ragıp el-Isfahanî der ki: "Bir şeyin kema-le ermesi (olgunlaşması), o şeyle güdülen amacın gerçekleşmesi demektir."

Ve yine şöyle der: "Bir şeyin tamamlanması da, kendisi dışındaki bir şeye ihtiyaç duymayacağı bir sınıra gelmesidir. Eksik, kendisi dışındaki bir şeye ihtiyacı olan demektir."

Bu iki kavramın anlamını başka bir yöntemle de belirginleştirebiliriz. Şöyle ki: Etkinlik gösteren şeylerin etkileri iki kısımda incelenebilir.

Bunların bir kısmı, -şayet cüzleri varsa- bütün cüzlerinin var olması durumunda o şeye terettüp ederler. Şöyle ki, bu cüzlerden veya koşullardan biri ortadan kalkarsa, bu olgular ona terettüp etmeyeceklerdir. Oruç ibadetini buna örnek gösterebiliriz. Çünkü oruç, gündüzün bir vaktinde, bir şeyler yemekle bozulur. Bu şeyin bu nitelikte olmasına tamamlama denir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ta gece oluncaya dek orucu tamamlayın." (Bakara,

310 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

187) "Rabbinin sözü hem dogruluk, hem de adalet bakımından tamamlanmıştır." (En'âm, 115)

Diğer kısmı ise, bir şeyin bütün cüzlerinin oluşmasına bağlı olmaksızın ona terettüp eden etkiler, sonuçlardır. Dolayısıyla bütünün etkisi, cüzlerin etkilerinin toplamı hükmündedir. Bir cüz var oldukça, ona özgü olan sonuçlar ve etkiler de ona terettüp ederler.

Bütün cüzler var olursa, onlara da istenen bütün etkiler terettüp eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kurbanı bulamayan kimseye üç gün hacda, yedi gün de döndügünüzde oruç vardır. Işte bu, kamil= tam on gündür." (Bakara, 196) "Bu, sayıyı kamil etmeniz= tamamlamanız içindir." (Bakara, 185) Çünkü bu sayının bütününe terettüp ettiği gibi, bir kısmına da sonuç terettüp eder. Araplar derler ki: "Temme li-fulanin emruhu ve kemule akluhu=falanın işi tamamlandı, aklı olgunlaştı." Ama, "Işi olgunlaştı, aklı tamamlandı." demezler.

Kemale erdirme, olgunlaştırma anlamına gelen "ikmal" ile "tekmil" ve tamamlama anlamına gelen "itmam" ile "tetmim" kelimeleri arasındaki fark, if'al ve tef'il kalıplarının ifade ettikleri anlamlar arasındaki farktan kaynaklanır. Çünkü if'al kalıbı, köken itibariyle eylemin bir defada oluşuna, tef'il kalıbı da peyderpey oluşuna delâlet eder. Ancak konuşma sanatındaki gelişmeler ve dilin kapasitesinin genişlemesi bu iki kalıbın kökeni üzerinde etkinlikte bulunmuş, kalıpları bir ölçüde kökünün mecrasından ya da asıl anlamından uzaklaştırmıştır. Ihsan [iyilikte bulunmak] ve tahsin [diğerini övmek], isdak [mehir vermek] ve tasdik [onaylamak], imdad [yardıma koşmak] ve temdid (süreyi uzatmak], ifrat ve tefrit kelimelerini buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, kullanıldıkları konuların özelliği doğrultusunda ortaya çıkan sonra da kullanım dolayısıyla lafızda yerleşen anlamlardır.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç çıkıyor: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." ifadesi gösteriyor ki, "din" kelimesiyle bütün bilgiler ve yasalaştırılan tüm hükümler kastediliyor. Bu gün de bunların sayısına başka bir şey

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................... 311

eklenmiştir. Ve nimet ne kastedilirse kastedilsin, tek bir manevî olguydu. Eksik ve etkisi yoktu. Bu gün söz konusu nimet tamamlandı ve ondan beklenen etki terettüp etti.

"Nimet" kavramı türe işaret eden bir kalıp ve köktür. Bununla, şeyin öz doğasıyla uyum içerisinde olup doğasının onu kendisinden itmediği şey kastedilir. Varlıklar, düzen içinde olmaları açısından bitişik ve bağlantılıdırlar, birbirleriyle uyum içerisindedirler;

bunların büyük kısmı veya tüm varsayılan başka bir şeye izafe edildiğinde nimet niteliğini kazanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eger Allah'ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız."

(Ibrâhim, 34) "Size zahir ve batın nimetlerini bol bol verdi." (Lokmân, 20)

Fakat yüce Allah varlıkların bir kısmını kötülük, basitlik, oyun, eğlence vb. övgü ifade etmeyen olumsuz vasıflarla nitelendirmiştir:

"Inkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet ve fırsat vermemiz, onlar için daha hayırlıdır. Onlara sırf suçlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Âli Imrân, 178) "Bu dünya hayatı, eglence ve oyundan başka bir şey degildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur." (Ankebût, 64) "Inkâr edenlerin, (zevk içinde) diyar diyar gezip dolaşmaları sakın seni aldatmasın! Azıcık bir faydalanmadır bu. Sonra varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yurttur, yataktır!" (Âl-i Imrân, 196- 197) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

Bu ayetler gösteriyor ki, nimet olarak sayılan şeyler insan için yaratılışlarının gerisindeki ilâhî amaçla örtüştüklerinde nimet kategorisine girerler. Çünkü bunlar, insanlara yönelik ilâhî bir yardım olarak yaratılmışlardır. Ki insanlar kendi gerçek mutlulukları yolunda onlar üzerinde tasarrufta bulunsun. Insanın gerçek mutluluğu da kulluk sunmak ve Rabbani otoritesine boyun eğmek suretiyle her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah'a yaklaşmasıdır. Konuya ilişkin olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattın." (Zâriyât, 56)

Şu hâlde insanın Allah'ın huzuruna yaklaşmak ve hoşnutluğu-

312 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

nu elde etmek amacıyla üzerinde tasarrufta bulunduğu her şey nimettir. Aksi takdirde bu nimet onun hakkında azaba dönüşür.

Buna göre, varlıklar kendi başlarına nötrdürler. Ama kulluk ruhunu kapsadıkları zaman, bu tasarruf açısından Allah'ın velayeti altında oldukları zaman nimet niteliğini kazanırlar. Allah'ın velayeti ise, yüce Allah'ın kulların işlerini rubûbiyetiyle düzenlemesi demektir. Bu da gösteriyor ki gerçek nimet Allah'ın velayetidir. Bir şey, Allah- 'ın velayetinden etkilendiği takdirde nimet sayılır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlıga çıkarır." (Bakara, 257) "Bu böyledir, çünkü Allah inananların velisidir. Kâfirlerin ise velileri yoktur."

(Muhammed, 11) Yüce Allah Elçisi hakkında da şöyle buyuruyor: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdigin hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisâ, 65) Bunun gibi birçok ayet örnek gösterilebilir.

Şu hâlde İslâm, kulları O'nun kuralları doğrultusunda ibadet etsinler diye Allah katından indirilen hükümlerin toplamı olması açısından dindir. Amelde esas alınması koşuluyla, Allah'ın, Elçisinin ve ondan sonra ululemrin velayetini kapsaması açısından da nimettir.

Allah'ın velayeti, yani din aracılığıyla kullarının hayatını yönetmesi, ancak Elçisinin velayeti aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin velayeti de, ondan sonra ululemr aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin ve ondan sonra ululemrin velayeti, Allah'ın izniyle ümmetin dinsel işlerini yönetmeleri anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin." (Nisâ, 59) Bu ayetin ifade ettiği anlam üzerinde daha önce durduk. Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun elçisi ve namaz kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir." (Mâide, 55) Inşallah bu ayetin ifade ettiği anlam üzerinde etraflıca duracağız.

Mâide Sûresi 1-3 ................................................................. 313

Dolayısıyla tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya dayanıyor: Bu gün -yani kâfirlerin sizin dininizi yok etmekten umutlarını kestikleri gün- velayeti farz kılmak suretiyle, size indirmiş bulunduğum dinî bilgileri kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Bu nimet, dinsel işlerin ilâhî bir tarzda yönetilip yönlendirilmesi anlamına gelen velayettir. Bu güne kadar Allah ve Resulünün velayeti şeklindeydi ve vahiy indiği sürece bu yetiyordu.

Fakat bundan sonra, vahyin iniş zamanının sona erişiyle ve Allah- 'ın dininin hamisi ve koruyucusu konumundaki Resulün insanların arasından ayrılışıyla birlikte bu velayet yetmez. Bu yüzden bu misyonu yürütecek kimsenin tayin edilmesi bir zorunluluktur. O, Resulullah'tan (s.a.a) sonra dini ve ümmetin yönetimini üstlenecek veliyy-i emr (emir sahibi-yönetici)dir.

Buna göre, velayet bir tek meşru (yasalaştırılmış olgu) idi, Resulullah'tan sonra veliyy-i emrin tayinine kadar eksikti, tam değildi.

Dinin yasaması kemale erip velayet nimeti tamamlanınca, din olarak sizin için İslâm'dan razı oldum. Ki İslâm, tevhid dinidir; bu dine göre sırf Allah'a kulluk edilir, itaat (itaat ibadet demektir) O'- na ve itaatini emrettiği Resule veya veliyye edilir ancak. Bu açıdan ayet, müminlerin bu gün korkudan kurtuluş ve güvene kavuştuklarını, yüce Allah'ın, tevhit dini olan İslâm'a göre hayatlarını düzenlemelerinden razı olduğunu haber vermektedir.

Öyleyse onların Allah'a ibadet etmeleri, Allah'tan başkasına ve Allah'ın itaat edilmesi gerektiğini açıkladığı kimseden başkasına itaat etmek suretiyle O'na herhangi bir şeyi ortak etmemeleri gerekir.

"Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir. Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine saglamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra da inkâr ederse,

314 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

işte onlar yoldan çıkanlardır." (Nûr, 55) ayetini düşünüp cümleleri, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ayetiyle karşılaştırdığın zaman, Mâide suresindeki ayetin, Nûr suresinin ilgili ayetinin içerdiği vaadin gerçekleştiğinin somut ifadesi olduğunu göreceksin. Çünkü bize göre, "Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." ifadesi, amaç bildirir niteliktedir. Nitekim, "Kim bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar yoldan çıkanlardır." ifadesi de bunu ima ediyor.

Nûr suresi, Ifk Kıssası'nı, zina cezasını, örtü vb. hükümleri içerme- sinin de gösterdiği gibi Mâide suresinden önce nazil olmuştur.

"Kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse (bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah bağışlayan ve esirgeyendir."

Ayette geçen "mahmase" kelimesi, "açlık" demektir. "Mutecanif" kelimesinin mastarı olan "tecânuf" ise, "eğilim" anlamına gelir. Kelimenin kökü olan "cenef" kelimesi, ayakların dışa eğilimli olması demektir. Ayakların içe eğilimli olması da "henef" kelimesiyle ifade edilir.

Ayetin akışı şuna delâlet eder: Öncelikle hüküm mecbur kalma ve dara düşme durumuna ait sanevî=ikinci derecede gelen hükümdür.

Ikincisi: Caizlik ve mubahlık zorunluluğu kaldırma ve açlığı dindirme miktarına bağlıdır [yani, insanı ölümden kurtaracak miktarda sadece bunlardan yenilebilir]. Üçüncüsü: Bağışlama ve rahmet sıfatları cezayı gerektiren günahlarla ilintili olabildiği gibi, bunların kaynağıyla da ilintili olabilir. Yani muhalefet edilmesi, beraberinde cezayı taşıyan günah niteliğini gerektiren hükümle ilintili olabilir [ve böylece bu iki sıfat, haram kılınan şeyin helâl olmasını gerektirir].

ÜÇ BÖLÜMDE BİLİMSEL ARAŞTIRMA

1- Et Yemeye İlişkin İnanışlar.

Hiç kuşkusuz insan, diğer canlılar ve bitkiler gibi beslenme ve

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 315

sindirim sistemiyle donatılmıştır; bu yeteneği ve donanımıyla işleyebileceği, bedenine katılımını sağlayabileceği, böylece varlığını sürdürebileceği maddî unsurları alır. Diş geçireceği ve midesine indirebileceği hiçbir şeyi yemesini engelleyen doğal hiçbir mani söz konusu değildir. Yeter ki bunlar zararlı olmasın veya onlardan tiksinmesin.

Zararlı olması bir yiyeceğin, insanın yediği şeyin bedenine zehir veya benzeri bir şeyle zarar verdiğini fark etmesidir. Bu durumda insan böyle bir yiyeceği yemekten kaçınır. Ya da bir yiyeceğin manevî açıdan zararlı olduğunu fark eder. Değişik dinlerde ve şeriatlarda haram kılınan maddeleri buna örnek verebiliriz. Insanın bu tür şeyleri yemekten kaçınmasına düşünsel nitelikli kaçınma diyoruz.

Tiksinme ise, karşılaşılan maddenin insan doğasının yaklaşmaktan kaçınacağı oranda pis bilinmesinden doğan bir tepkimedir.

Nitekim insan pis ve iğrenç kabul ettiği için kendi pİsliğini yemez. Ancak bu, bazı çocuklar ve delilerde görülmüştür. Buna bir de değişik insan topluluklarında etkin olan dinlerin ve yasaların öngördükleri inançsal etmenlere dayanan yaklaşımları ekleyebiliriz.

Örneğin Müslümanlar do-muz etini iğrenç kabul ederken Hıristiyanlar temiz kabul ederler. Batılı toplumlar, doğulu toplumların pis kabul ettiği yengeç, kurbağa ve fare gibi hayvanların etlerini yiyebiliyorlar.

Bu tür kaçınmayı ikincil doğa ve kazanılmış doğa kategorisinde değerlendirmek gerekir.

Görüldüğü gibi etle beslenme konusunda insanlar mutlak serbestlikten mutlak yasaklığa kadar uzanan geniş bir düzlemde farklı eğilim-lere sahiptirler ve yenmesi mubah görülenler öz doğaya tâbi olunarak mubah görülmüştür. Yine yemekten kaçınılanlara yönelik davranışın arka plânında da ya düşünsel yaklaşım ya da ikincil doğa dediğimiz müktesep huy vardır.

Buda yasası, bütün hayvanların etlerinin yenmesini yasaklar. Bu negatif tefritin karşısında da olumsuz bir ifrat duruyor, Afrika'- da ve başka bölgelerde yaşayan kimi barbar kavimler de her türlü

316 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

eti, hatta insanın etini bile yiyorlar.

Araplar dört ayaklı hayvanların ve diğer hayvanların, bu arada fare ve kurbağa gibi hayvanların etlerini yedikleri gibi boğazlanarak veya başka bir şekilde öldürülen hayvanların etlerini de yerlerdi.

Bunların dışında boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yüksek bir yerden düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı havanlar tarafından parçalanmış gibi her türlü murdar eti yerlerdi. Derlerdi ki: Siz kendi öldürdüğünüz hayvanın etini yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğü hayvanın etini yemiyor musunuz?! Nitekim günümüzde de benzeri sözleri söyleyenlere rastlamak mümkündür: Ikisi de et değil mi, aralarında ne fark vardır? Önemli olan insan bedenine zarar vermemesidir.

Bunu tıbbi ve kimyasal bir ilaçla da sağlamak mümkündür.

Çünkü sindirim sistemi açısından bunlar arasında fark yoktur, diyorlar.

Araplar kan da içiyorlardı. Hayvanların bağırsaklarını kanla doldurarak kızartıyor, sonra da konuklarına ikram ediyorlardı. Kuraklık zamanında develerini sivri bir demirle yaralayarak akan kanını içerlerdi. Bugün Müslüman olmayan birçok toplumlarda kan içmek yaygın bir gelenektir.

Putperest Çinliler bu konuda mezhebi en geniş toplumdur. Söylendiğine göre her türlü hayvanın, köpeklerin, kedilerin, hatta solucanların, sedeflerin ve diğer haşerelerin etlerini bile yiyorlar.

İslâm bu konuda orta bir yol izlemiştir. Normal insanın öz doğasının benimsediği, temiz gördüğü etleri mubah saymıştır. Sonra bunu dört ayaklı hayvanlar içinde koyun, keçi, sığır ve deve gibi açıklamış, at ve eşek gibi bazı dört ayaklıların etlerinin mekruh olduğunu belirtmiştir. Kuşlarda ise yırtıcı olmayan, yani kursağı bulunan ve kanat çırparak uçan ve pençeleri olmayan kuşlar olarak açıklamıştır. Denizde yaşayan canlılarda da birçok balık türü olarak açıklamıştır. Buna ilişkin ayrıntılı bilgiler fıkıh kitaplarında yer almaktadır.

Bunun yanı sıra adı geçen hayvanların kanlarını, her türlü leşi ve üzerinde yüce Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanları haram

Mâide Sûresi 1-3 .............................................................. 317

kılmıştır. Bu yaklaşımın gerisindeki amaç, fıtrat yasasını, yani insanın et yemeye olan eğilimini diriltmek ve sahih düşünceye, istikamet üzere olan sağlam öz doğaya saygı göstermektir. Bu ikisi [sahih düşünce ve istikamet üzere olan öz doğa], tür olarak zararlı olanların, pis ve tiksindirici kabul edilenlerin mubah sayılmasının önündeki doğal engellerdir.

2- Rahmet Sıfatıyla Bağdaşmadığı Hâlde, Hayvanların Öldürülmesi Nasıl Emredilmiştir?

Biri çıkıp şöyle bir soru yöneltebilir: Hayvanlar da tıpkı insanlar gibi canlıdır; insanlar gibi işkencenin, yok oluşun ve ölümün acısını hissederler. Bizi istenmeyen şeylerden sakınmaya, işkencenin ve ölümün acısından kaçınmaya sevk eden kendini sevme iç güdüsü, bu konuda bizim duyduğumuz acıyı duyuyorlar, bize ağır gelen onlara da ağır geliyor ve bütün nefİsler aynı konumdadır diye, kendi türümüzün bireylerine acımaya yöneltir.

Bu durum, aynen diğer canlı türleri için de geçerlidir. Öyleyse, bize acı veren bir yöntemle onlara acı vermemiz, onlar açısından yaşamın tadını ölümün acısıyla değiştirmemiz, onları en üstün, en onurlu nimetlerden biri olan var olma, varlığını sürdürme nimetinden yoksun bırakmamız doğru olabilir mi? Yüce Allah, acıyanların en merhametlisidir. Her ikisi de O'nun tarafından yaratıldıkları hâlde, O'nun rahmeti, insan zevk alsın diye hayvanın öldürülüşünü emretmekle nasıl bağdaşıyor?

Buna verilecek cevap şudur: Bu sözler, duyguları gerçeklere ve realiteye hakim kılma türündendir. Oysa yasalarda gerçek maslahatlar esas alınır, vehim menşeli duygular değil.

Konuyu açacak olursak: Sahip olduğun yeteneklerle gözlemleme imkânını bulduğun varlık âlemini inceleyecek olursan, varlık bütününün oluşumu ve varlığını sürdürme açısından evrensel dönüşüm yasasına tâbi olduğunu görürsün. Her şey aracılı veya aracısız başka bir şeye, başkası da ona dönüşme imkânına sahiptir.

318 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Biri var oluyorsa, mutlaka başkası yok oluyordur. Şu yok olmadıkça bu var olmaz. Maddî âlem, dönüşümler ve değişimler âlemidir.

Dilersen, "yiyenler ve yenilenler âlemi" de diyebilirsin.

Söz gelimi yer bileşikleri, toprağı yemektedirler, onu kendilerine eklemekle, kendilerine uygun veya kendilerine özgü şekillere sokmakta ve onlara biçimler vermektedirler. Sonra toprak onları yemekte, yok etmektedir.

Bitkiler topraktan beslenirler, hava teneffüs ederler. Ardından toprak tarafından yenilir, asli unsurlarına ve ilk elementlerine dönüştürülür. Her zaman birinin diğerine dönüştüğüne tanık olabiliriz.

Hayvanlar bitkilerden beslenirler, su içerler ve hava teneffüs ederler. Kimi hayvanlar da hemcinslerini yerler. Yırtıcı hayvanlar avlanarak et yerler. Yırtıcı kuşlar güvercin ve serçe gibi kuşları yerler.

Sahip olduğu beslenme donanımı yüzünden başka türlü davranamaz. Güvercin ve serçeler gibi kuşlar da hububat taneleri, sinek, tahta kurusu ve sivri sinek yerler. Onlar da insanların ve başka canlıların kanlarından beslenirler. Sonra toprak hepsini yer.

Şu hâlde, varlıklar âlemi üzerinde mutlak egemenliğe sahip, istisnasız hükmüne tâbi olunan varoluş kanunu, yaratılış yasası, et ve benzeri şeylerle beslenme hükmünü koymuştur. Sonra varlık bütünün bireylerini buna yöneltmiş, onlara yol göstericilik yapmıştır. Insanı hem hayvanlardan, hem de bitkilerden beslenecek şekilde donatan, bu evrensel yasadır. Insanın beslenme donanımının en önünde dişleri gelmektedir. Dişler kesmeye, kırmaya, ısırmaya ve öğütmeye uygun bir şekilde dizilmişlerdir. Önde kesici dişler, arkasında köpek dişleri, onların da arkasında azı dişleri amacına uygun bir şekilde yer alırlar. Insan koyunlar ve sığırlar gibi kesme ve ısırma yeteneğinden, yırtıcı hayvanlar gibi de öğütme ve çiğneme yeteneğinden yoksun değildir.

Sonra ağız bölgesine yerleştirilen ve bununla yediği etin tadına vardığı tat alma duygusu ve sindirim sistemini oluşturan bütün organlarda yerleştirilen istek ve arzular, eti arzularlar ve iştahları çe-

Mâide Sûresi 1-3 ..................................................................... 319

ker. Bütün bunlar evrensel hidayetin, yöneltilişin göstergeleridir. Yaratılış kongresinin serbestlik kararıdır. Evrensel hidayetle, bu hidayetin etkisiyle oluşan eylemi birbirinden ayırmak, birini kabul edip diğerini inkâr etmek mümkün müdür?

İslâm fıtrat dinidir. Tek hedefi, insan bilgisizliğinin yok ettiği fıtratın eserlerini yeniden diriltmektir. Dolayısıyla yaratılışın işaret ettiği ve fıtratın öngördüğü bir şeyi mubah saymak bir zorunluluktur.

İslâm, yasama sistemiyle bu fıtrî hükmü dirilttiği gibi, varoluş çerçevesinde konulan başka hükümleri de diriltmiştir. Beslenme hususunda sınır tanımazlığı önleyici unsurlar çerçevesinde buna değindik. Buna göre, akıl bedensel ya da manevî açıdan zararlı olan etlerden uzak durulmasını öngörür. Yine insan bünyesinin derinliklerinde yer alan duyular ve duygular, bozulmamış öz doğanın pis gördüğü ve tiksindiği şeylerden uzak durmayı gerekli görür. Bu iki hükmün asılları sonuçta gelip varoluş sisteminin tasarrufuna dayanır. İslâm bunları dikkate almış, bedenin gelişimine zararlı olan etleri haram kıldığı gibi, insan toplumunun maslahatı açısından zararlı olan etleri de haram kılmıştır. Üzerinde Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanların etlerini, kumar ve fal okları vb. şeylerle kazanılan etleri buna örnek gösterebiliriz. İslâm, öz doğanın tiksindiği pİslikleri de haram saymıştır.

İşkence etmeye ve öldürmeye engel olması gereken acıma ve merhamet duygusuna gelince, merhametin latif bir varoluşsal bağış olduğu kuşku götürmeyen bir gerçektir. Varoluş yasası uyarınca insanın ve gözlemlediğimiz kadarıyla birçok hayvanın ruhsal yapısına yerleştirilmiştir. Fakat varoluş yasası, her konuda mutlak egemenliği olsun ve mutlaka sadece ona uyulsun diye bu hükmü koymamıştır. Bir kere varoluş yasasının kendisi, merhameti mutlak olarak uygulamaz. Öyle olsaydı, varlık âleminde acıların, afetlerin, musibetlerin ve türlü azapların izine rastlanmazdı.

Kaldı ki, insanın sahip olduğu merhamet duygusu, söz gelimi adalet gibi mutlak olarak üstün, faziletli bir karakter değildir. Öyle olsa, zulmünden dolayı bir zalimi, bir suçluyu cezalandırmamız,

320 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

saldırıya mİsliyle karşılık vermemiz uygun olmazdı. Neticede bunda yerin ve üzerindeki varlıkların helâki söz konusu olurdu.

Bununla beraber İslâm, evrensel varoluş yasasının bir bağışı olarak merhamet duygusunu ihmal etmemiştir. Genel olarak merhameti yaygınlaştırmayı emretmiş, hayvanları öldürürken onlara eziyet etmeyi yasaklamıştır. Kesilen hayvanın canı çıkmadıkça organlarının kesilmesini, derisinin yüzülmesini yasaklamıştır. - Boğulmuş ve vurulmuş hayvanın etinin haram kılınması da bu yüzdendir.- Diğer bir hayvanın gözünün önünde başka bir hayvanın boğazlanmasını da nehyetmiştir. Kesilen hayvanın kesimine ilişkin olarak son derece şefkatli hükümler koymuştur. Suyun sunulmasını emretmiştir. Daha bunun gibi fıkıh kitaplarında ayrıntılı biçimde açıklanan birçok hükmü örnek gösterebiliriz.

Bütün bunların yanında, İslâm akıl dinidir; duygu dini değil. Duygusal hükümleri, toplumun maslahatına uygun olan hükümlerin üzerine çıkarmaz. Bunlar arasından yalnızca aklın benimsediklerini esas alır. Akla uygun oldukça duygusal hükümlere itibar eder. Bu da aslında aklın hükümlerine uymak sayılır.

İlâhî rahmet ve yüce Allah'ın acıyanların en merhametlisi oluşu meselesine gelince, şunu bilmek gerekir ki: Yüce Allah, acıyanı acınana lütfetmeye iten kalp inceliği, yufka yüreklilik ve duygusallık anlamında bir rahmet sıfatıyla muttasıf değildir. Bu söylediğimiz maddî ve cismanî bir niteliktir. Ulu Allah bundan münezzehtir.

Bilâkis ilâhî rahmetin anlamı, yüce Allah'ın hakkedene hak ettiği kadar hayır indirmesidir. Bu nedenle, bizim azap saydığımız bir şey yüce Allah açısından rahmet, bizim rahmet saydığımız bir şey de O'nun açısından azap olabilir. Dolayısıyla sahip olduğumuz sanal merhamet duygusuna kapılarak şeriatın öngördüğü yasama çerçevesinde esas maslahatları göz ardı etmemiz veya yasaların realiteye uygun olması gerçeğinden ödün vermemiz, ilâhî hikmet açısından caiz değildir.

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan şu ortaya çıkıyor: İslâm hayvanların etlerinin yenmesini serbest bırakırken ve bu ser-

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................ 321

bestliği birtakım kayıtlarla ve koşullarla sınırlandırırken, fıtratın direktiflerini esas almakta ve onları yansıtmaktadır bize. Allah'ın insanların yaratılışına esas kıldığı fıtratı yani. Allah'ın yaratma yasasında değişme, başkalaşma olmaz. Işte dimdik ayakta duran dosdoğru din budur.

3- İslâm Neden Hayvanın Boğazlanmasını Öngörür?

Yukarıdaki sorunun bir devamı olarak sorulan bir diğer soru da budur: Et yemenin, fıtratın ve yaratılış yasasının serbest kıldığı bir husus olduğunu kabul ettik. Acaba bu konuda tesadüf ve benzeri ölümlerle yetinilemez mi? Söz gelimi et yemek için hayvanın kendiliğinden ölmesi ya da bizim dışımızda başka bir etkenle can vermesi beklenemez mi? Böylece evrensel caizlikle, hayvana eziyet etmeyi ve öldürerek işkence etmeyi hoş karşılamayan merhamet duygusunun hükmü bir noktada buluşturulur; boğazlamaya ve kesmeye gerek kalmaz.

İkinci bölümdeki açıklamalar, bu soruya da cevap teşkil edecek niteliktedir. Çünkü bu anlamda merhamet duygusunun gereğini yapmak zorunlu değildir. Aksine bu tarz bir merhametin gereğini yapmak gerçeklere ilişkin hükümlerin geçersiz kılınmasına yol açabilir. Öte yandan İslâm, mümkün olduğu kadarıyla tür arasındaki bu latif duygusallığın korunmasına yönelik tedbirleri almaktan geri kalmamış ve bunları tavsiye etmiştir.

Kaldı ki, mizaçların bozulması ve bedenlerin zarara uğramasıyla sonuçlanan leş ve benzeri şeylerin yenilmesiyle yetinmek ve sadece onları yemeği mubah kılmak, merhamet duygusuyla çelişmektedir.

Bütün bunların yanı sıra bertaraf edilmesi gereken genel bir zorluk ve sıkıntıyı beraberinde getirir. [Sadece leş ve benzerini mubah kılmak, genel bir sıkıntıya sebep olur.]

AYETLERIN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Ayyâşî'de İkrime kanalıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediği

322 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

rivayet edilir: "Ey iman edenler..." diye başlayan hiçbir ayet inmemiştir ki, Ali (a.s) onun başı ve emiri olmasın. Allah Hz. Muhammed'in (s.a.a) ashabını birçok kere azarladığı hâlde, Ali'den sadece hayırla söz etmiştir." [c.1, s.289, h:7]

Ben derim ki: el-Burhan tefsirinde Muvaffak b. Ahmed kanalıyla İkrime'den, o da İbn-i Abbas'tan aynı sözler, "...emiri olmasın..." ifadesine kadar rivayet edilir.1 Bunu Ayyâşî de İkrime'den rivayet etmiştir.2 Bu hadisi daha önce ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinden de alıntılamıştık. Bazı rivayetlerde İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği belirtilir:

"Kur'ân'da 'Ey iman edenler...' diye başlayan bir ayet yoktur ki, biz Ehlibeyt (a.s) hakkında olmasın." Bu rivayet genelin özele uyarlanmasının ya da vahyin batınî anlamının bir örneğidir.

Aynı kaynakta Abdullah b. Sinan'dan şöyle rivayet edilir. İmam Cafer Sadık'tan (a.s) "Ey inananlar! Yaptıgınız akitleri yerine getirin."

ayetini sordum, buyurdu ki: "Burada ahitler, [yani sözleşmeler] kastediliyor." [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]

Aynı hadisi Kummî de kendi tefsirinde aynı ravi kanalıyla aktarmıştır. [c.1, s.160]

et-Tehzib adlı eserde, rivayet zinciriyle birlikte Muhammed b. Müslim'in şöyle dediği belirtilir: İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan (a.s) birine, "dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı..." ayetini sordum. Buyurdu ki: "Hayvanların rahmindeki yavrular, tüylenmiş ve kıllanmışsalar, annelerinin boğazlanması, onların da boğazlanması anlamına gelir. İşte yüce Allah bunu kastetmiştir." [c.9, s.58]

Ben derim ki: Aynı hadis el-Kâfi ve el-Fakih adlı eserlerde aynı ravi aracılığıyla iki İmamdan birinden aktarılmıştır. Aynı anlamda bir hadis de Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim aracılığıyla iki İmamdan birinden ve Zürare kanalıyla da İmam Sadık'tan (a.s)

-------

1- [el-Burhan tefsiri, c.1, s.431.]

2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................... 323

aktarılır.1 Bunu Kummî de tefsirinde rivayet eder.2 Mecma-ul Beyan tefsirinde İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) rivayet ediliyor.

Tefsir-ul Kummî'de, "Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine...

saygısızlık etmeyin." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Allah'ın şiarları; ihram, tavaf, Ibrahim makamında kılınan namaz, Safa ve Merve Tepeleri arasında sa'ydır. Ayrıca hac mevsimine özgü tüm ibadetler bu kategoriye girer. Kişinin deve kurbanlığını Mekke'ye sevk ederken, kurbanlık olduğu bilinsin dolayısıyla kimse dokunmasın diye onun hörgücünü yaralayıp kan akıtması veya hörgücün derisini soymak yahut gerdanlık takması da Allah'ın şiarlarındandır. Bunlara şiar denmesi, insanların onları fark edip tanımaları içindir."

"ne haram aya" bundan maksat, haram aylardan biri olan zilhicce ayıdır. "ne kurban" hac ziyaretinde bulunan kişinin ihramı giydikten sonra kurban edilecekleri yere sürdüğü hayvan kastediliyor.

"ne gerdanlıklara..." bundan maksat, hac ziyaretinde bulunan kişinin namaz kılarken giydiği nalınları kurbanlık hayvanın boynuna asmasıdır. "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere" yani Kâbe'ye hac ziyaretinde bulunanlara." [c.1, s.160]

Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Bu ayet, Rebiaoğullarından Hutam adında biri hakkında inmiştir."

Mezkur tefsirde devamla şöyle ekleniyor: Süddi'nin anlattığına göre, Hutam b. Hind el-Bekri, yalnız başına Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi, atını Medine'nin dışında bırakmıştı. Peygamberimize (s.a.a) dedi ki: "Neye davet ediyorsun?" Bundan önce de Peygamberimiz (s.a.a) ashabına demişti ki: "Bugün Rebiaoğullarından bir adam yanınıza gelecek ve bu adam şeytanın diliyle konuşacaktır."

Resulullah (s.a.a) adama cevap verdikten sonra adam, "Bana -------------

1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]

2- [Tefsir-ul Kummî, c.1, s.160.]

324 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

mühlet ver, belki de Müslüman olurum. Istişare edeceğim kişiler var." dedi. Sonra oradan ayrıldı."

Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Kâfir bir yüzle içeri girdi, çıkarken arkasında hainlik bıraktı." Giderken Medine'ye ait sürülerden biriyle karşılaştı. Sürüyü önüne katıp götürdü. Bir yandan da şu beyitleri mırıldanıyordu:

"Hutam, bir çoban eliyle sürülerden birini ele geçirdi. Oysa ne deve, ne de koyun çobanlığı yapmıştı.

Ne de satırla eti parçalayan bir kasaptı.

Sürü sahipleri geceleyin uyudular; ama Hind'in oğlu uyumadı.

Ok gibi hızlı hareket eden bir hizmetçi gibi geçirdi geceyi.

Otlatma zahmetini üzerine aldı.

Cılız bacağı ve düztaban ayağıyla."

Sonra ertesi yıl hac için tekrar geldi. Bu arada sunacağı kurbanı da işaretlemişti. Resulullah (s.a.a) onun huzuruna getirilmesini istedi. Bunun üzerine, "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere..." ayeti indi.

Müellif devamla şöyle der: İbn-i Zeyd dedi ki: "Bu ayet, Mekke'nin fethedildiği gün, Beyt-i Haram'ı ziyaret etmek için gelen ve umre yaparak ihramdan çıkmak isteyen bazı müşrikler hakkında inmiştir. Onları gören Müslümanlar, "Bunlar da şunlar [Mekkeliler]

gibi müşriktir. Izin ver, onlara saldıralım." dediler. Bunun üzerine yüce Allah söz konusu ayeti indirdi."

Ben derim ki: Taberî bu kıssayı Süddi ve Ikrime'den, ikinci kıssayı da İbn-i Zeyd'den rivayet etmiştir.1 Ikinci kıssa ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Ebi Hatem kanalıyla Zeyd b. Eslem'den rivayet edilir. Bu rivayette, olayın Hudeybiye günü yaşandığından söz edilir.

Her iki kıssa da tefsircilerin ve nakilcilerin hemen hemen üzerinde ittifak ettikleri, Mâide suresinin Veda Haccı esnasında nazil olduğu husussuyla örtüşmemektedir. Eğer öyle olsaydı, "Allah'a

------

1- [Tefsir-ut Taberî, c.6, s.38-39.]

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 325

ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 28) "Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün." (Tevbe, 5) ayetinin, "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere" ayetinden önce inmiş olmaları gerekirdi. Bu durumda da Beyt-i Haram'a yönelen müşriklere herhangi bir taarruzda bulunmayı nehyetmeye ilişkin direktifin bir anlamı olmazdı.

Büyük bir ihtimalle bu iki kıssa ve bunların içeriklerine benzer diğer kıssalar, bir bölümü İbn-i Abbas, Mücahit, Katade ve Dahhak'tan aktarılan şu görüşün nedenini oluşturmuştur: Onlara göre: "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenler" ifadesi, "Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün..." ve "Allah'a ortak koşanlar pİsliktir... artık... Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." ayetlerinin inişiyle neshedil-miştir. Nesh hadisi Tefsir-ul Kummî'de yer alır. Ki sözden anlaşıldığı kadarıyla, bu bir rivayettir, Kummî'nin kendi sözleri değil.

Bütün bunların ötesinde, Mâide suresinin en son inen sure olması, bu rivayetleri geçersiz kılmaktadır. Ehlibeyt İmamlarından (a.s) gelen rivayetlerde, Mâide suresinin neshedilen değil neshedici olduğu belirtilir. Kaldı ki, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım..."

ayeti, Mâide suresinin bazı ayetlerinin neshedilmiş olması ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.

Buna göre, "ne de... Beyt-i Haram'a yönelenler..." ifadesiyle güdülen amaç, daha sonra yer alan, "bir topluluga olan kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin." ayeti vasıtasıyla açıklanmış gibi bir niteliğe sahip olur. Yani, daha önce size taarruzda bulundukları için Mescid-i Haram'a yönelenlere taarruzda bulunarak Kâbe'nin saygınlığını, dokunulmazlığını yok etmeyin. Bunların dışında da daha önce sizi ondan alıkoyanlara böyle davrandılar diye, onları öldürmek gibi günah işlemeye veya ölüm dışında birtakım haksızlılıklara yeltenerek tecavüz etmeye kalkışmayın; bilâkis iyilik ve takva hususunda yardımlaşın.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde de, "İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın."

ayetiyle ilgili olarak Ahmet ve Abd b. Hamid, ayrıca

326 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Vabisa kanalıyla da Buharî kendi Sahihinin "Tarih" adlı bölümünde şöyle rivayet ederler: "Bir gün Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldim. Amacım iyilik ve günah namına sormadık bir şeyi bırakmamaktı.

Bana dedi ki: Ey Vabisa, niçin geldiğini ve neyi sormak istediğini haber vereyim mi? Yoksa kendin mi söyleyeceksin? Dedim ki: Siz bana haber verin ya Resulullah! Buyurdu ki: İyilikten ve günahtan sormak için geldin. Sonra üç parmağını birleştirerek göğsümü dürtüyor, bir yandan da şöyle diyordu: Fetvayı kalbinden ve nefsinden iste. İyilik, kalbinin mutmain olduğu ve nefsinin yatıştığı şeydir.

Günah ise, onun hakkında insanlar sürekli sana fetva verseler bile kalpte sıkıntıya yol açan, göğsünde huzursuzluk meydana getiren şeydir."

Aynı eserde, Ahmet, Abd. b. Hamid, İbn-i Hibban, Taberanî, Hakim -sahih olduğunu vurgulayarak- ve Beyhaki Ebu Emame'den şöyle rivayet ederler: "Bir adam Resulullah'a (s.a.a) günahın ne olduğunu sordu. Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: 'Içinde huzursuzluk meydana getiren şeyden uzaklaş.' Bunun üzerine adam, 'Peki, iman nedir?' diye sordu: 'Bir kimseyi işlediği kötülük üzüyor ve yaptığı iyilik sevindiriyorsa, o mümindir.' cevabını verdi."

Yine aynı eserde, İbn-i Ebi Şeybe, Ahmed, Buharî kendi Sahihinin "Edeb" adlı bölümünde, Müslim, Tirmizi, Hakim ve Beyhaki "eşŞu- ab" kitabından Nuvas b. Sem'an'dan şöyle rivayet ederler:

"Resulul-lah'a iyilik ve günah olguları hakkında soru soruldu. Buyurdu ki: Iyilik, güzel ahlâktır. Günah ise, nefsinde huzursuzluk meydana getiren ve insanların haberdar olmasından hoşlanmadığın şeydir." [c.2, s.255]

Ben derim ki: Görüldüğü gibi rivayetlerin içeriği, "Nefse ve onu biçimlendirene, ona bozuklugunu ve korunmasını ilham edene..." (Şems, 7-8) ayetlerinin anlamını esas alan bir mahiyette gelişmektedir.

Bu rivayetler günahın anlamı ile ilgili olarak yaptığımız açıklamayı da desteklemektedir.

Mecma-ul Beyan tefsirinde, müellif şöyle der: "Bu ayet (maksadı 'Beyt-i Haram'a yönelenler' ifadesidir) ile ilgili olarak âlimler

Mâide Sûresi 1-3 .................................................. 327

arasında ihtilaf vardır. Bu ifadenin içerdiği hükmün, 'Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün.' ayetiyle yürürlükten kaldırıldığı söylenmiştir. Müfessirlerin büyük kısmının görüşü bu yöndedir.

Diğer bazı âlimler; 'Ne bu surenin, ne de bu ayetin içerdiği hiçbir hüküm neshe-dilmemiştir; çünkü, müşrikler başlatan taraf olmadıkları sürece, haram aylarda onlara savaş ilân etmek caiz değildir.' demişlerdir." Ardından müellif, "Bu görüş İmam Bâkır'- dan (a.s) rivayet edilmiştir." demiştir.

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Eban b. Tağlib'den, o da İmam Ebu Cafer Muhammed b. Ali el-Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Leş, kan ve domuz eti, herkesçe bilinen şeylerdir. "Allah'tan başkası adına bogazlanan" ifadesiyle, putların sunaklarında boğazlanan hayvanlar kastediliyor. "bogulmuş" ifadesine gelince, Mecusîler kesilmiş hayvanı yemezlerdi, murdar hayvanı yerlerdi. Bu nedenle sığırı ve koyunu boğarak öldürürlerdi, hayvan bu şekilde ölünce etini yerlerdi. "Vurularak öldürülmüş"ten maksat da şudur: Mecusîler hayvanın ayaklarını bağladıktan sonra ölünceye kadar döverlerdi, hayvan ölünce de etini yerlerdi.

"yukarıdan düşmüş"ten maksat da şudur: Yine Mecusîler hayvanın gözlerini bağlayarak yüksekçe bir yerden aşağıya atarlardı, bu şekilde ölen hayvanın etini yerlerdi. "boynuzlanmış"tan maksat da şudur: Iki koçu dövüştürürlerdi. Bu dövüşte ölenin etini yerlerdi.

"yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç-" ifadesiyle de şu husus kastedilmiştir: Mecusîler kurt, arslan ve ayı gibi yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanarak öldürülmüş bulunan hayvanları yerlerdi.

Yüce Allah bunu haram kıldı.

"Dikili taşlar üzerine bogazlanan" ifadesine gelince, Mecusîler ateş tapınakları için kurbanlar sunarlardı. Kureyşliler de ağaçlara,

15
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5


328 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

taşlara tapar ve onlar için hayvan keserlerdi. "(hayvan etini) fal oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır." Cahiliye döneminde Araplar, bir deveyi tutup on parçaya bölerlerdi. Sonra üzerinde toplanıp on tane ok arasında taksim ederlerdi. On oku bir adama verirlerdi. Bunlardan yedi tanesinin payı vardı, üç tanesinin yoktu."

"Payı bulunan okların adları şöyleydi: 1) Fezz, 2) Tev'em, 3) Musbil, 4) Nafis, 5) Hils, 6) Rakib, 7) Mualla. Fezz okunun bir payı, Tev'em okunun iki payı, Müsbil okunun üç payı, Nafis okunun dört payı, Hils okunun beş payı, Rakib okunun altı payı ve Mualla okunun da yedi payı vardı."

"Payı olmayan oklar da şunlardı: 1) Sefih, 2) Menih, 3) Vağd. Devenin bedelini kendisine hiç pay çıkmayan adamlar öderdi. Dolayısıyla bir kumardı bu ve Allah tarafından haram kılındı." Ben derim ki: Rivayette, boğulmuş, vurulmuş, yüksekten düşmüş hayvanla ilgili açıklama, bir sonraki rivayetten de anlaşılacağı gibi, örneklendirme şeklinde açıklama niteliğindedir. "Henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç" ifadesinin "Yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan" ifadesinin yanında ve aynı şekilde "bunlar yoldan çıkmaktır" ifadesinin "fal oklarıyla bölmeniz" ifadesinin yanında yer alması, herhangi bir sınırlandırmanın söz konusu olduğuna kanıt oluşturmaz. [Yani, buna dayanarak sadece yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıp ancak canları çıkmadan kestiğiniz helâldir ve aynı şekilde sadece fal oklarıyla bölmenin fısk olduğuna delil olmaz.]

Tefsir-ul Ayyâşî'de, Ayyuk b. Kasut'tan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Boğulmuş" ifadesiyle bağlı olduğu yerde sıkışıp boğulan, "mevkûze" [mealde vurulmuş olarak anlam verdiğimiz madde] hastalığın şiddetinden dolayı boğazlanmanın acısını hissetmeyen, tepinmeyen ve vücudundan kan akmayan, "yukarıdan düşmüş" (mütereddiye) ise, evin damından veya benzeri şeyden aşağı düşen, "boynuzlanmış" (natiha) ise, hemcinsiyle vuruşarak boynuzlanan hayvan demektir." [c.1, s.292]

Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 329

Aynı eserde, Hasan b. Ali el-Veşşa'dan, o da İmam Rıza'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: Veşşa şöyle der: İmamın şöyle dediğini duydum: "Yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış bir hayvanı henüz can vermeden yetişip boğazlarsan, etini yiyebilirsin." [c.1, s.292]

Aynı eserde, Muhammed b. Abdullah'tan, o da bazı arkadaşlarından şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'a (a.s) dedim ki: "Kurban olduğum, söyler misin Allah niçin leşi, kanı ve domuz etini haram kılmıştır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah, bunları kullarına haram kılmış, başkalarını da helâl kılmışsa bu, O'nun haram kıldığı şeylerden hoşlanmadığı, helâl kıldığı şeylerden de hoşlandığı için değildir.

Tam tersine, ulu Allah muhlukatı yaratmış, bedenlerinin nasıl ayakta kalacağını, hangi şeylerin onlara yarayacağını bilmektedir. Dolayısıyla bunları onlara helâl kılmış yararlanmalarını serbest bırakmıştır. Varlıkların çıkarı bunu gerektirdiği için katından bir lütuf olarak mubah saymıştır. Yine onlara zararlı olan şeyleri de bilmektedir. Bu yüzden zararlı olan şeyleri yasaklamış, istifade etmelerini haram kılmıştır. Ardından zor durumda kalan kimselere bunları mubah kılmıştır. Bedenlerinin ancak bunlarla ayakta kalabilecekleri durumlarda helâl etmiştir. Böyle durumlarda bedenin ayakta durmasını sağlayacak miktarın yenmesini emretmiştir, fazla değil.

"Leşin haram kılınışının hikmetine gelince; leşe yaklaşan, ondan yiyen insanın muhakkak bedeni zayıf düşer, cismi küçülür, gücü azalır, soyu kesilir. Leş yiyen insan ancak ansızın ölür." "Kan yemenin haram kılınışının hikmeti şudur: Kan yemek, insanların dünyaya çok düşkün, katı kalpli, şefkat ve merhametinin az olmasına sebep olur. Böylelerinin evlâtlarını, anne ve babalarını öldürmeyeceklerinden emin olunmaz. Yakın akraba ve birlikte olduğu arkadaşı onun tehlikesinden emanda olmaz."

"Domuz etinin haram kılınışının hikmeti şudur: Ulu Allah bir kavmi domuz, maymun, ayı ve benzeri çeşitli hayvanlara dönüştürmüştür. Sonra bu hayvanların yenmesini yasaklamıştır ki, on-

330 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

dan yararlanılmasın ve bu cezalandırma türü hafif alınmasın." "İçkiye gelince; Allah, onu yıkıcı etkisinden ve çıkardığı fesattan dolayı haram kılmıştır. Sürekli içki içen alkolik bir insan putperest gibidir. Içkinin etkisiyle takatsiz düşer, beden sürekli titrer. Içki kişinin aydınlığını yok eder, kişiliğini, onurunu ayaklar altına alır. Onu kan dökmek ve zina etmek gibi haram olan davranışları işlemeye sürükler. Sarhoş olup aklını yitirdikten sonra mahremine musallat olmayacağını kimse garanti edemez. Içki, içeni her türlü kötülükten başka bir şeye yöneltmez." [c.1, s.291]

GADIR-I HUM AYETININ HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Gayet-ul Meram adlı eserde şöyle bir rivayet yer alır: Ebu-l Muey-yed Muvaffak b. Ahmed "Fazail-u Ali" kitabında der ki: Bana Seyyid-ul Huffaz Şehrdar b. Şireveyh b. Şehrdar ed-Deylemi Hemedan'dan tarafıma yazdığı bir mektupta anlattı. Ona da Ebul Feth Abdus b. Abdullah b. Abdus el-Hemedani bir mektupta aktarmış.

O da Abdullah b. Ishak el-Bağavi'den duymuş, ona Hüseyin b. Uleyl el-Ganavî anlatmış, o Muhammed b. Abdurrahman ez- Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs bildirmiş, o da Ali b. Hüseyin'- den haber almış, ona da Ebu Said el-Hudrî'den naklen Ebu Hüreyre aktarmış:

Resulullah (s.a.a) halkı Gadir-i Hum'a çağırdığı gün, orda bulunan bir ağacın altındaki dikenleri ve çerçöpü toplayıp atmalarını emretti; bunun üzerine ağacın altı temizlendi. O gün Perşembe günüydü; Peygamberin insanları Ali'ye çağırdığı gündü. Ali'nin kolundan tutup kaldırdı. Öyle ki, insanlar koltuk altının beyazlığını görebiliyorlardı. Daha birbirlerinden ayrılmamıştılar ki, "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum." ayeti indi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a), dinin kemale erişinden, nimetin tamamlanmasından, Rabbinin risaletinden ve Ali'nin velayetinden razı oluşun-

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................... 331

dan dolayı "Allah-u Ekber." dedi. Sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım! Onu veli edinenin velisi ol. Ona düşman olanın düşmanı ol. Ona yardım edene yardımcı ol. Onu terk edeni sen de yüz üstü bırak." Hassan b. Sabit, "Ya Resulullah, birkaç beyit söylememe izin veriyor musun?" dedi. Resulullah, "Söyle, onu Allah kalbine ilham eder." buyurdu. Hassan şu beyitleri okudu: "Gadir günü Peygamberleri haykırıyordu onlara Hum mıntıkasında ve nebi ne değerli haykırıcı idi! 'Ben sizin mevlanız ve velinizim öyle mi?' derken. Onlar hiç çekinmeden şöyle dediler:

'Senin ilâhın mevlamız, sen de velimizsin İnsanlar içinde buna isyan eden kimse bulamazsın.' Dedi ki ona: Kalk ey Ali, çünkü ben, benden sonra İmam ve yol gösterici olarak sana razı oldum." Gayet-ul Meram'da Hafız Ebu Nuaym'ın "Ma Nezele Min-el Kur'- ân Fî Aliyyin Emir-il Mü'minin=Ali b. Ebu Talib hakkında inen Kur'ân ayetleri" adlı eserinden merfu olarak [rivayet zincirine yer vermeksizin] Kays b. Rebi'den, o da Ebu Harun el-Abdi'den, o da Ebu Said el-Hudri'den aynı rivayeti nakleder; ancak beyitlerin sonunda şu ifadelerin de yer aldığını belirtir: "Ben kimin mevlasıysam, bu da onun velisidir.

Veli edinerek onun sadık yardımcıları olun. Işte burada dua etti ki: Allah'ım, ona dost olanın dostu ol. Ali'ye düşman olanın da düşmanı ol." Yine Gayet-ul Meram'da, "Ma Nezele Minel Kur'ân..." adlı eserde şöyle nakledilir: Müellif merfu olarak Ali b. Amir'den, o da Ebul Haccaf'tan, o da A'maş'tan, o da Udda'dan şöyle rivayet eder: Şu ayet Ali b. Ebu Talip'le ilgili olarak Resulullah'a (s.a.a) inmiştir: "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni duyur." [Mâide, 67] Yüce Allah şöyle de buyurmuştur: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."

332 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Gayet-ul Meram'da Ibrahim b. Muhammed el-Hameveyni'den şöyle rivayet edilir: Bize Şeyh Taceddin Ebu Talib Ali b. Hüseyin b. Osman b. Abdullah el-Hazin anlattı. Ona İmam Burhaneddin Nasır b. Ebul Mekarim el-Mutarrizi anlatmış ve ona nakil izni de verilmiş. Ona da İmam Ahtab Harezm Ebul Müeyyed Muvaffak b. Ahmed el- Mekki el-Harezmi anlatmış. Ona da Seyyid-ul Huffaz Hamedan'dan yazdığı bir mektupla bildirmiş, ona da bir yazıyla er-Reis Ebul Feth haber vermiş, ona Abdullah b. Ishak el-Bağavi haber vermiş. Ona da Hasan b. Akil el-Ganavi bildirmiş, o da Muhammed b. Abdullah ez-Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs anlatmış, ona Ali b. Hasan el-Abdi, Ebu Harun el-Abdi'den, Ebu Said el-Hudri'den naklen ilk hadisin benzerini rivayet etmiştir.

Yine Hameveynî'den, o da Seyyid-il Huffaz ve Ebu Mansur Şehrdar b. Şireveyhi b. Şehrdar ed-Deylemi'den rivayet etmiştir ki: Bize Hasan b. Ahmed b. Hasan el-Haddad el-Mukri el-Hafız, Ahmed b. Abdullah b. Ahmed'den, o da Muhammed b. Ahmed b. Ali'den rivayet etti. Onlara Muhammed b. Osman b. Ebu Şeybe aktarmış. O da Yahya el-Himmanî'den duymuş, ona Kays b. Rebi, Ebu Harun el- Abdi'den, o da Ebu Said el-Hudri'den ilk hadisin benzerini aktarmıştır. Gayet-ul Meram'da daha sonra Hameveynî'nin bu hadisin peşinden şunları eklediği yer alır: "Bu hadis, değişik birçok kanaldan Ebu Said Sa'd b. Malik el-Hudri el-Ensari'ye dayanır."

Gayet-ul Meram'da Seyyid Razî'nin (r.a) "el-Menakib-ul Fahire" adlı eserinde Muhammed b. Ishak'tan, o da İmam Bâkır'dan (a.s), o babasından, o da dedesinden şöyle rivayet ettiği nakledilir: Resulullah (s.a.a) Veda Haccından dönünce Davcan adı verilen bir yerde konakladı. Bu sırada, "Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni duyur, eger bunu yapmazsan, O'nun elçiligini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur." [Mâide, 67] ayeti indi. Insanlardan korunacağına ilişkin hüküm inince insanlara, "Namaz için toplanın" diye seslendi. Bunun üzerine oradakilerin tümü etrafında toplandı. Dedi ki: "Kendi canlarınıza kendinizden daha fazla tasarruf

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 333

hakkına sahip olan kimdir?" Hep birlikte "Allah ve Resulü" diye haykırdılar.

Bunun üzerine Resulullah, Ali b. Ebu Talib'in elinden tuttu ve "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olanın dostu ol, ona düşman olanın düşmanı ol. Ona yardım edene yardımcı ol. Onu terk edeni yüz üstü bırak. Çünkü o bendendir, ben de ondanım. O benim için Harun'un Musa nezdindeki mesabesindedir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir." buyurdu.

Bu [Ali'nin velayeti], yüce Allah'ın Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmetine emrettiği son farzdı. Sonra Peygamberine şu ayeti indirdi: "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."

İmam Bâkır (a.s) der ki: "Orada bulunanlar namaz, oruç, zekât ve hacla ilgili Allah'ın emrettiği bütün farzları kabul ettiler ve Peygamberi bu hususta da tasdik ettiler."

İbn-i Ishak der ki: İmam Bâkır'a sordum: "Bu olay ne zaman meydana geldi?" Dedi ki: Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının on dokuzuncu1 gecesinde, Peygamberimizin Veda Haccından döndüğü sırada meydana geldi. Bu olay ile Peygamberimizin (s.a.a) vefatı arasında yüz gün fark vardır. Gadir Hum'da Resulullah'ı on iki kişi dinlemiştir."2

Gayet-ul Meram'da İbn-i Mağazilî'nin "el-Menakıb" adlı eserinde merfu olarak Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet ettiği aktarılır: "Zilhicce ayının on sekizinci gününde oruç tutan kimseye Allah, altmış ayın sevabını yazar. O, Gadir-i Hum günüdür. O gün Allah Resulü Ali b. Ebi Talib için insanlardan biat almış ve şöyle buyurmuştur: 'Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, onun düşmanına düşman ol. Ona yardım edene yardımcı ol.' Bu sözleri duyan Ömer b. Hattab şöyle dedi: 'Kutlu olsun,

-------

1- el-Burhan tefsirinde, "on yedinci gece..." şeklinde geçer.

2- el-Burhan tefsirinde, "Resulullah on iki kişinin adını zikretti." şeklinde geçer.

334 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

kutlu olsun sana ey Ebu Talib'in oğlu, artık benim mevlam ve bütün mümin erkeklerin ve kadınların da mevlası oldun.' Ardından yüce Allah, 'Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım.' ayetini indirdi."

Gayet-ul Meram'da İbn-i Mürdeveyh'in "el-Menakıb" adlı eserinde ve Merzübanî'nin "Serikatuş-Şiir"1 adlı eserinde Ebu Said el- Hudri'den, Hatip'ten nakledilen hadisin benzerini rivayet ettikleri yer alır.

Ben derim ki: Bu iki hadisi Suyutî ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Ebu Said'den ve Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Bu arada hadislerin rivayet zincirlerinin zayıf olduğunu belirtmiştir. Birçok kanaldan sahabeler içerisinden -dikkatle incelenirse- Ömer b. Hattab, Ali b. Ebu Talib, Muaviye ve Semure'ye dayandırılarak ayetin Veda Haccının Arefe gününde nazil olduğu ve bu günün Cuma'ya rastladığı rivayet edilmiştir. Bunlar içinde güvenileni Ömer'den nakledilen rivayettir. Müellif bunu Humaydi, Abd b. Hamid, Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Hibban ve Beyhaki "Sünen"inde Tarık b. Şihab'dan, o da Ömer'den, yine İbn-i Rahe-veyh'in "Müsned"inde, Abd b. Hamid Ebu Aliye kanalıyla Ömer'den, İbn-i Cerir, Kubaysa b. Ebu Zueyb kanalıyla Ömer'den, Bezzaz kanalıyla İbn-i Abbas'tan rivayet eder. Anlaşıldığı kadarıyla İbn-i Abbas da Ömer'den rivayet ediyor.

Ben derim ki: Suyuti'nin söz konusu iki hadisin rivayet zincirlerinin zayıf olduğunu belirtmesi, metnin de zayıf olmasını gerektirmez. Önceki açıklamalarda, ayetin içeriğinin, kendisiyle ilgili olarak dile getirilen ihtimaller ve anlamlar içinde ancak bununla örtüştüğünü kanıtlarıyla ortaya koyduk. Dolayısıyla söz konusu iki rivayet ve onlara benzer içerikli rivayetler, ilgili rivayetlerin içinde Kur'ân'la uyuşan rivayetlerdir. Öyleyse onların esas alınması lazım gelir.

Kaldı ki ayetin, "velayet meselesi" ile ilgili olarak indiğine iliş-

-----

1- [el-Gadir kitabında, "Mirkat-üş Şiir" diye geçer.]

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 335

kin açıklamalar içeren -ve Şiî ve Sünnî kaynaklardaki toplam sayısı yirmiyi aşkın bulunan- bu hadİsler, "Ey Elçi, Rabbinden sana indirileni duyur..." (Mâide, 67) ayetinin iniş sebebi olarak belirtilen gelişmelerle de ilintilidir. Bu konuyla ilgili hadisler de, Şiî ve Sünnî kaynaklarda on beşten fazladır. Bunların tümü de Gadir hadisiyle yani, "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır." hadisiyle ilintilidir. Çok sayıda sahabe tarafından rivayet edilen ve tevatür düzeyine ulaşan bir hadistir bu. Gerek Sünnî ve gerekse Şiî âlimlerin büyük bir kısmı söz konusu hadisin mütevatir olduğunu belirtmişlerdir. Üzerinde görüş birliği sağlanan diğer bir husus da, olayın Peygamberimizin (s.a.a) Mekke'den Medine'ye döndüğü sırada meydana geldiğidir. Dolayısıyla velayet de (şayet önemi kavranır şaka ve boş söz olarak yorumlanmazsa) tıpkı Kur'ân'ın birçok ayetinde net olarak üzerinde durulan tevelli (müminleri dost edinmek) ve teberri (müşriklerden uzaklaşma) gibi bir farzdır. Böyle olduğuna göre, bu farzı içeren ayetin, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ayetinden sonra inmiş olması mantıki değildir. Bu ayet, velayetin farz kılınmasından sonra inmiştir. Eğer bu çıkarsamamızla çelişen rivayetler varsa, onlara dayanıp güvenmek yersizdir.

Konuyla ilgili olarak aktarılan rivayetle ilgili yaklaşımımız biliniyor. Ancak burada bilinmesi gereken bir hususa dikkat çekmek istiyoruz: "Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni duyur, eger bunu yapmazsan, O'nun risaletini yerine getirmemiş olursun..." ayeti -ki ileride ifade ettiği anlam üzerinde duracağız- ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ayeti, bu iki ayetle ilgili olarak Sünnî ve Şiî kanallarla aktarılan hadisleri ve tevatür düzeyine ulaşan Gadir-i Hum rivayetleri üzerinde düşünülüp, Peygamberimizin (s.a.a) döneminin sonlarına doğru İslâm toplumunun iç durumu incelendiğinde, çok yönlü araştırmalara tâbi tutulduğunda, kesin olarak görülecektir ki, velayet hükmünü içeren ayet, Gadir-i Hum gününden birkaç gün önce inmiştir.

Yine bu tür bir irdelemede anlaşılacaktır ki, Resulullah (s.a.a)

336 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

bunu açıklamaktan sakınıyordu, kabul görmemesinden veya kendisine yönelik bir suikast düzenlenmesinden, dolayısıyla İslâm devletinin yara almasından korkuyordu. Bu yüzden, bu emrin tebliğini günden güne erteliyordu. Nihayet, "Ey Elçi!... duyur." ayeti indi de artık bu farzın tebliğini ertelemeye izin vermedi. Buna göre, yüce Allah'ın surenin büyük kısmını, bu arada "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ayetini, beraberinde velayet hükmünü adı geçen Arefe gününde indirmiş olması, Peygamberimizin (s.a.a) ilgili ayeti Arefe günü okuduğu, ancak velayet konusunu açıklamayı Gadir-i Hum gününe kadar ertelemiş olması mümkündür. Bu ayetin Gadir-i Hum günü nazil olduğunu ifade eden bazı rivayetlere gelince, Peygamberimizin (s.a.a) tebliğ ettiği meseleyle ilgili ayeti bu esnada yeniden okumuş olmasından dolayı, ilk kez nazil olmuş gibi açıklanmış olması, uzak bir ihtimal değildir.

Bu durumda, bu ayetin "velayet" meselesi ile ilgili olarak indiğini ifade eden rivayetlerle, Ömer, Ali, Muaviye ve Semure'den aktarılan görüşlerde olduğu gibi aynı ayetin Arefe günü indiğini ifade eden rivayetler arasında çelişki yoktur. Çelişki, ancak rivayet gruplarından birinin ayetin Gadir-i Hum gününde, diğerinin de Arefe gününde indiğine delâlet etmesi durumunda söz konusu olabilir. Rivayet gruplarından ikincisinde, ayetin dinin hac ve benzeri ibadetlerle kemale erdirilmesine işaret ettiğine ilişkin olarak yer alan değerlendirmeler, ravinin kişisel görüşüdür. Ne Kur'ân'ın ifadesi ve ne de Peygamber (s.a.a) tarafından yapılan güvenilir bir açıklama, bu kişisel görüşle örtüşüyor.

Bu açıklamayı, Ayyâşî'nin kendi tefsirinde Cafer b. Muhammed b. Muhammed el-Huzai'den, onun da babasından aktardığı şu rivayetten de algılamak mümkündür: Ravi der ki, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Resulullah (s.a.a) cuma günü Arefe'de konaklayınca Cebrail geldi ve ona şöyle dedi: Allah sana selam ediyor ve diyor ki: Ümmetine söyle: Bugün dininizi sizin için Ali b. Ebu Talib'in velayetiyle kemale erdirdim, üzerinizdeki

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 337

nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'a razı oldum. Bundan sonra size bir şey indirmeyeceğim, daha önce size namazı, zekâtı, orucu ve haccı öngören hükümleri indirmiştim. Bu da (velayet) beşincisidir. Bu adı geçen dört ibadetten sonra ancak, bu beşincisiyle size yönelirim."

Kaldı ki, ayetin Arefe gününde indiğine ilişkin olarak Ömer'den nakledilen rivayette bir diğer problem var. Bu rivayetlere göre, Ehlikitap'tan birisi -bazısında bu birisinin Ka'b olduğu belirtilir- Ömer- 'e der ki: Kur'ân'da bir ayet vardır ki, eğer onun bir benzeri biz Yahudi topluluğuna inseydi, onun indiği günü bayram ilân ederdik. O şu ayettir: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım..." Ömer ona şu cevabı verir: "Vallahi, ben o günü biliyorum. Veda Haccının Arefe günüdür."

İbn-i Raheveyh ve Abd b. Hamid'in Ebul Aliye'den aktardıkları rivayetin metni ise şöyledir: Bir grup Ömer'in yanında bulunuyordu ve ona bu ayeti söz konusu ettiler. Bu sırada Ehlikitap'tan bir adam dedi ki: "Eğer bu ayetin indiği günü bilseydik, o günü bayram ilân ederdik." Ömer ona şu karşılığı verdi: "Ayetin indiği günü ve ertesi günü bize bayram kılan Allah'a hamd olsun. Ayet Arefe günü indi. Ertesi günse Kurban Bayramı'dır. Böylece Allah bizim için işi kemale erdirdi. Anladık ki, bundan sonra iş eksilme sürecine girecektir." Rivayetin son bölümü farklı bir şekilde de aklarılmıştır. ed- Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Şeybe ve İbn-i Cerir'in Antere'den şöyle rivayet ettikleri yer alır: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ayeti Hacc-ı Ekber günü inince, Ömer ağlamaya başladı. Resulullah (s.a.a), "Niye ağlıyorsun?" dedi. Ömer dedi ki:

"Şunun için ağlıyorum: Bugüne kadar dinimiz bir artış sürecindeydi. Ama bugün kemale ermiş bulunuyor. Kemale eren hiçbir şey yoktur ki, eksilmesin." Resulullah (s.a.a), "Doğru söylüyorsun." dedi. Bu rivayete bir açıdan benzeyen diğer bir rivayet de yer alır ed- Dürr-ül Mensûr tefsirinde: Ahmed, Alkame b. Abdullah el- Muze-

338 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ni'den şöyle rivayet eder: O demiş ki: Bana bir adam şunları söyledi: Ömer b. Hattab'ın meclisinde bulunduğum bir sırada, Ömer meclistekilerden birine sordu: "Resulullah'ın İslâm'ı ne şekilde nitelendirdiğini duydun mu?" Adam dedi ki: "Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: İslâm yeni doğmuş bir deve yavrusu gibi hayata başladı, sonra iki yaşına, dört yaşına, altı yaşına girdi, derken en güçlü dönemine girdi." Ömer dedi ki: "Güçlü ve olgunluk döneminden sonra, sıra eksilmeye gelir."

Görüldüğü gibi, bu rivayetlerin ortak özellikleri, ayetin Arefe günü inişinin anlamının, insanların dikkatini dinin egemen oluşuna, hac mevsiminde Mekke'de tek başına etkin bir güç hâline gelişine çekmek olduğunu açıklamaya yöneliktir. Bu rivayetlerde dinin kemale erdirilişi ve nimetin tamamlanışı, Mekke atmosferinin arındırılması, o gün için sırf Müslümanların yaşadıkları bir ortama dönüşmüş olması, ondan başka ibadete esas alınacak bir dinin bulunmayışı, artık düşmanlardan korkup sakınmalarını gerektirecek bir durumun olmayışı şeklinde yorumlanmıştır.

Diğer bir ifadeyle; dinin kemale erdirilişinden ve nimetin tamamlanışından maksat, onlara göre, düşmanların müdahalesinin veya onlardan çekinmelerinin söz konusu olmadığı bir ortamda ellerinde bulunan şeylere tamamen amel etmeleridir. Maksat, Allah katından gelen bilgi ve hükümleri içeren şeriat değil. Yine rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, onlara göre İslâm, amel bazında iş gördükleri İslâm'ın zahiridir. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Dinden maksat, amellerine yansıyan, gözlemlenebilir dinin şeklidir, İslâm da öyle... Çünkü artıştan sonra eksiliş ancak bu anlamda söz konusu olabilir.

Oysa Allah tarafından konulan hüküm ve O'nun tarafından inzal edilen bilgiler, Ömer'in; "Kemale eren hiçbir şey yoktur ki eksilmesin." sözüyle anlatmak istediği türden bir artıştan sonra eksilişi kabul etmez. Kuşkusuz "artışın ardından eksiliş" evrensel bir yasadır, evrenin yapısı gereği tarihin ve toplumsal hayatın akışına egemendir. Din ise, bu tür yasalara tâbi değildir. Sadece, dini diğer

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 339

toplumsal düzenler gibi gelişen ve değişen bir sosyal düzen olarak görenler böyle bir yaklaşım içinde olabilirler. Bu gerçeği kavradığına göre, bu tür değerlendirmelerde öncelikle şu şekilde bir tutarsızlığın olduğunu bilirsin: Daha önce anlamını sunduğumuz "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım." ayeti dinin kemale erdirilişi olgusuna getirilen açıklamayla örtüşmüyor. Ikincisi: İslâm toplumunda müşriklerden çok daha zararlı ve yıkıcı unsurların bulunmasıyla birlikte, sadece yeryüzünün zahiren müşriklerden temizlenmesine, toplumun zahiren İslâm üzere olup müşrik düşmanlar tarafından tehdit edilmemesine dayanarak, Yüce Allah'ın dini salt şekli olarak kemale ermiş sayıp bu durumu kendine nispet ederek insanlara yönelik bir lütfü olarak nitelendirmesi mümkün müdür? Müslümanların arasında gizlice toplantılar düzenleyen, aralarına sızan, bozgunculuk çıkaran, işleri tersine çevirmeye çalışan, dini ifsat edici çalışmalar yapan, kuşkular yaratan münafık gruplar vardı. Bilindiği gibi münafıklar sorunu büyük ve önemliydi. Kur'ân'ın birçok ayetleri bu hususa değinmiştir. Örneğin, Münafikun suresinin neredeyse tüm ayetleri, Bakara, Nisâ, Mâide, Enfâl, Tevbe ve Ahzâb surelerinin bir kısmı onlara ayrılmıştır.

Anlayamıyorum, o gün münafık gruplar nereye kayboldular? Sesleri, solukları nasıl kesildi? Hileli düzenleri nasıl bir anda boşa çıktı, batıl zihniyetleri yok olup gitti? Münafıkların varlıklarına rağmen sırf müşriklerin Mekke'den uzaklaştırılmasına dayanarak yüce Allah'ın o gün Müslümanlara, dinin zahirini kemale erdirmesini, nimeti zahiren tamamlamasını, İslâm'ın zahirine razı oluşunu lütuf sayması ve bunu bir minnet olarak zikretmiş olması nasıl mantıklı olabilir? Oysa münafıklar, müşriklerden daha şiddetli ve yıkıcı düşmandırlar. Nitekim "Onlar düşmandır, onlardan sakın." (Münafikun, 4) ayeti bu sözümüzü doğruluyor.

Yüce Allah'ın iç yapısı bu şekilde karmaşık olan bir dinin zahirini kemal olarak nitelendirmesi yahut iç yapısı bedbaht unsurlar barındırmasına rağmen nimetini tamamladığını vurgulaması veya

340 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

bu anlamıyla İslâm'ın zahirinden razı olduğundan haber verip bunun bir lütuf olduğunu belirtmiş olması mümkün müdür? Oysa Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yoldan saptırıcıları yardımcı tutmuş degilim." (Kehf, 51) Yüce Allah, münafıklarla ilgili olarak -onların dinini kastederek- şöyle buyuruyor: "Siz onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkan topluluktan razı olmaz." (Tevbe, 96) Bütün bunların ötesinde ayetin ifade tarzı mutlaktır; kemale erme, tamamlama, razı olma, din, İslâm ve nimet gibi olguları herhangi bir açıdan kayıtlamıyor.

Diyebilirsiniz ki: Bu ayet -daha önce de işaret edildiği gibi- aşağıdaki ayetin kapsadığı vadin yerine getirilişinin ifadesidir: "Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine saglamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." (Nûr, 55)

Görüldüğü gibi, ayette Müslümanlara kendileri için razı olunmuş dinlerinin kemale erdirileceği vadediliyor. Tefsirini sunduğumuz ayette ise, bu vaade şu ifadeler tekabül ediyor: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım (kemale erdirdim) ve size din olarak İslâm'a razı oldum." Şu hâlde, razı olunmuş dinlerinin kemale erdirilişinden maksat, dinin onlar için egemen kılınışı, onun müşriklerin sıkıştırmalarından kurtarılışıdır. Münafıklara gelince, onların durumu farklıdır, dini baskı altında tutup sıkıştırmayla bir ilintileri yoktur. Ayetin Arefe günü nazil olduğuna ilişkin rivayetlerin işaret ettikleri anlam da budur. Nitekim bir diğer grup da, burada dinî amellerin ve bu amelleri yerine getiren Müslümanların müşriklerin sıkıştırmalarından kurtuluşları kastedilmiştir, şeklinde görüş belirtmişlerdir.

Size verecek cevabım şudur: "Bugün... olgunlaştırdım." ayetinin, "Allah inananlara vadetmiştir..." ayetinin içerdiği vaadin somut ifadesi oluşu, keza tefsirini sunduğumuz ayette geçen, "sizin

Mâide Sûresi 1-3 ..................................................... 341

dininizi olgunlaştırdım." ifadesinin öteki ayetteki, "kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine saglamlaştıracak..." ifadesine tekabül edişi, onun anlamını ifade ediyor oluşu bir gerçektir ve bunda en ufak bir kuşkuya mahal yoktur.

Ne var ki Nûr suresindeki ayet, "Allah inananlara ve iyi işler yapanlara vaat etmiştir" ifadesiyle başlıyor. Burada Müslümanlar arasında amellerinin içi-dışı bir olan özel bir grup kastediliyor. Dinin öngördüğü biçimde sergiledikleri amelleri, Allah katında hükme bağlanan dinî kurallarla örtüşüyor. Dolayısıyla Allah'ın onlar için razı olduğu dinlerinin sağlamlaştırılması hoşnut olunan dinin Allah'ın ilmi ve iradesi kapsamındaki kısmının yasa kalıplarına dökülerek, vahiy yoluyla cüzlerini onların nezdinde toplayarak kemale erdirmesi anlamını ifade eder. Ki kâfirlerin onların dinlerini yok etmekten yana umutsuzluğa düşmelerinden sonra, kendileri kemale erdirilmiş bu dinin buyrukları doğrultusunda Allah'a yönelik kulluk yükümlülüklerini yerine getirsinler.

Bizim söylediğimiz şudur: Yüce Allah'ın dini kemale erdirmesinin anlamı, farzların yasa niteliğinde hükme bağlanması açısından kemale erdirilmesidir. Dolayısıyla adı geçen ayetin inişinden sonra herhangi bir farz konulmamıştır. Yoksa kastedilen, müminlerin amellerinin, özellikle haclarının müşriklerin amellerinden ve haclarından kurtarılması, iki tarafın amellerinin birbirine karışmayacak şekilde ayrılması değildir. Diğer bir ifadeyle, dinin kemale erdirilişinin anlamı, onun artıştan sonra eksilişi kabul etmeyecek şekilde en yüksek mertebeye çıkarılışıdır.

Tefsir-ul Kummî'de müellif der ki: Bana babam anlattı, o da Saf-van b. Yahya'dan duymuş, ona A'lâ haber vermiş. O, Muhammed b. Müslim kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediğini duymuş: "Allah'ın indirdiği son farz, velayettir. Ondan sonra herhangi bir farz indirilmemiştir. Ardından, 'Kura-ul Gamîm' denilen yerde, 'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.' ayeti indi. Resulullah (s.a.a) bu hükmü 'Cuhfe' denilen yerde tebliğ etti. Ondan sonra da herhangi bir farz inmedi."

342 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Aynı anlamı içeren bir hadisi Tabersi Mecma-ul Beyan tefsirinde İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. Ayyâşî de kendi tefsirinde Zürare kanalıyla İmam Bâkır'dan aktarmıştır. [c.1, s.292, h:20]

Şeyh Tusî el-Emalî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Cafer b. Muhammed'den, o babasından, o İmam Cafer Sadık'tan (a.s), o da Emir-ül Müminin Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "İslâm beş temel üzerine bina edilmiştir: İki şehadet ve iki arkadaş..." Orada hazır bulunanlar, "İki şehadeti biliyoruz, iki arkadaş nedir?" diye sordular. Buyurdu ki: "Namaz ve zekât. Çünkü biri olmadan diğeri kabul edilmez. Ayrıca oruç ve yol bulabilenlerin Beytullah'ı haccetmeleri. Bunlar velayetle son bulmuştur." Ardından yüce Allah, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum." ayetini indirdi. [c.2, s.132]

Fettal b. el-Farisi "Ravzat-ul Vaizin" adlı eserinde İmam Bâkır'- dan (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) hac için gidişini, Medine'ye dönüş yolunda Ali'yi velayet makamına atayışını, konuyla ilgili ayetin inişini anlatır. Burada Resulullah'ın (s.a.a) Gadir-i Hum günü yaptığı uzun bir konuşmaya da yer verir. [Ravzat-ul Vaizin, s.89]

Ben derim ki: Benzeri bir hadisi, Tabersi el-İhticac adlı eserinde kendisi bitişik rivayet zinciriyle el-Hadremi'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) aktarır.1 Ayetin velayet hakkında indiğini Kuleynî el- Kâfi'de,2 Şeyh Saduk da el-Uyûn'da3 rivayet eder. Tümü rivayet zinciriyle Abdulaziz b. Müslim'e, ondan İmam Rıza'ya (a.s) isnat edilir.

Yine ayetin "velayet"le ilgili olarak indiğini Şeyh Tusi el-Emalî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle İbn-i Ebi Umeyr'den, o Mufaddal b. Ömer'den, o İmam Sadık'tan (a.s), o da atası Emir-ül


------

1- [el-Ihticac, c.1, s.68.]

2- [Usûl-ü Kâfi, c.1, s.282.]

3- [el-Uyûn, c.1, s.216, h:1]

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 343

Müminin'den (a.s) rivayet eder. [c.1, s.124]

Bunu Tabersî de Mecma-ul Beyan tefsirinde kendi rivayet zinciriyle Ebu Harun el-Abdi'den, o Ebu Said el-Hudri'den rivayet eder. Şeyh Tusî el-Emalî adlı eserinde konuyla ilgili olarak Ishak b. Ismail en-Nişaburî'den, o İmam Sadık'tan (a.s), o atalarından (a.s), onlar Hasan b. Ali'den (a.s) bir hadis rivayet ederler.1 Konuyu kısa tutmak istediğimizden epey uzun olan bu rivayetlerin metinlerini sunmadık. Dileyen kaynaklara başvurabilir. Hidayeti bahşeden Allah'tır.



------

1- [el-Emalî, c.2, s.132]

344 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Mâide Sûresi 4-5 ................................................................

4- Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin ve [hayvanı av peşine salarken] üzerine Allah'ın adını anın, Allah'tan korkun [eğlence için hayvanları avlamayın]. Çünkü Allah hesabı çabuk görendir.

5- Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği [buğday vb. hububat] size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar -iffetli olup zina etmemeniz ve gizli dostlar tutmamanız üzere mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helâldir. Kim imanı [iyi amellerin kaynağı olan hak itikatları] inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette kaybedenlerdendir.

Mâide Sûresi 4-5 ........................................................... 345

AYETLERIN AÇIKLAMASI

"Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." Bu ifadede genel ve mutlak bir soruya genel ve mutlak bir cevap verilmiştir. Cevabın içeriğinde helâlı haramdan ayıran bütünsel bir ölçüt sunulmuştur. Buna göre, üzerinde normal-kabul edilebilir bir tasarrufta bulunulmak istenen şeyin iyi ve temiz olması gerekir. Aynı şekilde "iyi ve temiz şey" kavramının da herhangi bir kayıtlama getirilmeksizin mutlak olarak ifade edilmesi, iyi ve temiz şeyin belirlenmesinde geleneksel-kabul edilebilir anlayışın iyi ve temiz görüldüğü şeyin esas alınmasını gerektirmektedir. Buna göre, geleneksel-normal insanların anlayışlarının iyi ve temiz gördüğü şey, iyi ve temizdir. Iyi ve temiz olan her şey de helâldir.

Bir şeyin helâl ve iyi oluşunun kriteri olarak geleneksel anlayışı göstermemizin nedeni, fıkıh metodolojisi çerçevesinde vurgulandığı üzere mutlak bir ifadenin ancak bu şekilde yorumlana bileceğidir. "Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." Bir görüşe göre, bu ifade "teyyibat=iyi ve temiz şeyler" konusuna matuftur. Yani eğittiğiniz hayvanların tuttukları av hayvanları da size helâl kılındı; yani ifadenin açılımı aslında şöyledir: "U-hille lekum saydu ma allemtum minel cevarih." Buna göre, ifade mah-zuf bir muzaf takdir edilmek suretiyle özetlenmiştir. Çünkü ayetin akışı buna delâlet etmektir.

Ancak anlaşıldığı kadarıyla cümle, ilk cümlenin yerine matuftur. "mâ allemtum=öğreterek yetiştirdiğiniz" ifadesindeki "mâ" edatı, şart edatıdır. Şart cümlesinin cezası da, "fekulû mimmâ emsekne aleykum =sizin için tuttuklarını yiyin." ifadesidir. Dolayısıyla takdir etmeye gerek yoktur.

Ayetin orijinalinde geçen "cevarih" kelimesi, "carihe" kelimesinin çoğuludur ve avlanarak beslenen kartal, şahin gibi kuşlar;

346 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

köpek ve pars anlamına gelir. Ayette geçen "mukellibîn" kelimesi, cümlede hâl fonksiyonunu icra ediyor. "Teklîb" kipinin aslı, köpeklerin av için eğitilmesi ya da av köpeklerinin edinilip av peşine salınması anlamını ifade eder. Cümlenin bu kelimeyle kayıtlandırılması, hükmün sırf av köpeğine özgü olduğuna, ötesini kapsamadığına delâlet etmiyor değildir.

"Sizin için tuttukları" ifadesi, gramatik açıdan cümlenin "zarf" ile kayıtlandırılmasına örnektir. Bununla, helâlliğin, köpeğin sahibi için avlandıklarıyla sınırlı olduğuna, kendisi için avladıklarının bu kapsama girmediğine işaret ediliyor.

"Üzerine Allah'ın adını anın." Bu, avlanan hayvanın etinin helâl olmasının şartlarının tamamlanışına yönelik bir ifadedir. Buna göre, avlanan şey, eğitilmiş av hayvanı, yani av köpeği aracılığıyla avlanılmış olmasının, avcı için avlanmış olmasının yanında üzerine Allah'ın adı da anılmalıdır.

Şu sonuç çıkıyor ortaya: Eğitilmiş av hayvanları -yani av köpekleri- eğitilmişlerse ve boğazlandığında yenmesi helâl olan yabani bir hayvanı sizin için tutmuşlarsa ve siz de üzerine Allah'ın adını anmışsanız, siz ulaşmadan hayvan can vermişse yiyin; çünkü bu, onun için boğazlanma hükmüne geçer. Şayet ölmemişse, bu durumda boğazlanması ve üzerine Allah'ın adının anılması bir gereklilik olur.

Ayetin sonunda, "Allah'tan korkun. Çünkü Allah hesabı çabuk görendir." ifadesinin yer almış olması, bu hususta Allah'tan korkup sakınmanın gerekliliğine yönelik bir işarettir. Bu uyarıyla güdülen amaç, avın bir hayvan katliamına, sadist bir gösteriye, bir zorbalık gösterisine, [çağdaş] av partilerinde olduğu gibi zavallı hayvanların gereksiz yere öldürüldüğü bir can pazarına dönüştürülmesinin önlenmesidir. Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görür. Zulmün, haksızlığın cezasını ahiretten önce bu dünyada verir. Çoğu zaman gözlemlediğimiz gibi zavallı hayvanları eğlence olsun diye tuzağa düşürüp habersiz öldürenlerin akıbeti korkunç olmuştur.

"Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin

Mâide Sûresi 4-5 .......................................................... 347

yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir." Önceki ayette zikredildiği hâlde burada temiz şeylerin helâl kılındığı bir kez daha tekrarlanıyor ve ifadeye, "Bugün" kelimesiyle başlanıyor. Bunun nedeni, Ehlikitab'ın yiyeceklerinin ve iffetli kadınlarının müminlere helâl kılınmış olması suretiyle Allah'ın onlara yönelik lütfüne dikkat çekmektir.

"Size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesinin, "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi..." ifadesine eklenmesi, kesin olanın kuşkulu olana eklenmesine bir örnektir. Bununla güdülen amaç; muhatabın tatmin olmasını sağlamak, kalbindeki rahatsızlığı ve huzursuzluğu gidermektir. Bu tıpkı bir efendinin kölesine şöyle demesine benzer: "Sana verdiklerimin hepsi senindir. Fazladan da şunu şunu veriyorum." Eğer köle efendisinin vade verdiği şeylerin gerçekleşmesinden kuşku duyarsa, imdada kendisine kesin olarak verdiği şeyler yetişir ve konuya ilişkin kesin bilgisi sayesinde içindeki kuşkular ortadan kalkar. Aşağıdaki ayetler de bir açıdan bu tarz bir anlatıma örnek oluşturmaktadır: "Güzel davrananlara daha güzel karşılık ve fazlası var." (Yûnus, 26) "Ora-da onlara istedikleri her şey vardır. Katımızda daha fazlası da vardır." (Kâf, 35)

Müminler daha önce Ehlikitap'la iç içe yaşamama, onlara karışmama, onlarla temas hâlinde olmama ve onları dost edinmeme hususunda kesin bir dille uyarıldıkları için, onların yiyeceklerinin helâlliği hususunda kalpleri bir türlü tatmin olmuyordu. Bu yüzden Ehlikitab'ın yiyeceğinin helâl kılınışı meselesi, temiz şeylerin helâl kılınışı meselesiyle bağlantılı olarak zikredilince, Ehlikitab'ın yiyeceklerinin de helâl kılınan diğer temiz şeylerin kapsamına girdiğini anladılar. Böylece nefİslerindeki huzursuzluk dindi, kalpleri mutmain oldu. Aşağıdaki ifade için de aynı durum geçerlidir: "Inanan kadınlardan iffetli olan kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar... size helâldir." "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size helâl, sizin yemeginiz de onlara helâldir." Şurası açıktır ki bu, tek bir hususu ifade eden bir tek sözdür. Çünkü, "sizin yemeğiniz de onlara helâldir."

348 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ifadesi, Ehli-kitap için helâl olmayı ifade eden bir teşriî hüküm konumunda değildir. Onlara bir yükümlülük yöneltilmiyor. Her ne kadar, kâfirlerin dinin temel prensipleri gibi ayrıntı nitelikli hükümleriyle de yükümlü olduklarını da düşünüyorsak da... Çünkü onlar Allah'a, Resulüne, Resulünün getirdiği dine inanmıyorlar; ne dinliyorlar, ne de kabul ediyorlar. Bir yerde hitap gereksiz olacaksa, konuşma boşa gidecekse, o tür konularla ilgili hitaplar yöneltmek, Kur'ân'ın ifade tarzıyla bağdaşmaz. Ama edebi sanatlar açısından etkili ve elverişli olması başka. Insanlara yönelik genel hitaptan Hz. Peygambere (s.a.a) yönelik özel hitaba geçiş yapılması (iltifat sanatı) vb. gibi. Aşağıdaki ayetleri buna örnek gösterebiliriz: "De ki: Ey Ehlikitap, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin." (Âl-i Imrân, 64), "De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben sadece elçi olarak gönderilen bir insan degil miyim?" (Isrâ, 93) Bunun gibi birçok ayet sunulabilir.

Kısacası, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği..." ifadesiyle, Ehlikitab'ın yemeğinin Müslümanlara helâl kılınışının ayrı, Müslümanların yemeğinin de Ehlikitab'a helâl kılınışının ayrı bir hüküm oluşu kastedilmiyor. Bilâkis, bir tek hüküm açıklanıyor. O da yemeğin üzerindeki haram oluş durumunun kaldırılıp, helâl oluş durumunun vurgulanmasıdır. Demek isteniyor ki, ortada herhangi bir yasak yoktur ki taraflardan biriyle ilintilendirilsin. Şu ayet-i kerime bu tarz anlatıma bir örnektir: "Eger onların gerçekten inanmış olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri döndürmeyin. Ne bu kadınlar onlara helâldir, ne de onlar bunlara helâl olurlar." (Mümtehine, 10) Yani arada helâllik durumu yoktur ki taraflardan biriyle ilintilendirilsin.

Kaldı ki, ayetin orijinalinde geçen "taâm=yemek" kelimesi, sözlükte onunla beslenilen ve açlık giderilen tüm yiyeceklere şamil bir kavramdır. Ancak bir görüşe göre, bununla buğday ve diğer hububat kastedilmiştir. "Lisan-ul Arab" adlı sözlükte deniliyor ki: "Hicazlılar 'et-taam' kelimesini mutlak olarak kullandıklarında, onunla özellikle buğday kastederlerdi... el-Halil der ki: Araplar konuşmala-

Mâide Sûresi 4-5 ............................................................. 349

rında 'et-taam' kelimesini daha çok buğday anlamında kullanırlar." [Lisan-ul Arab'tan alınan alıntı burada sona erdi.] İbn-i Esir de "en-Nihaye" adlı eserinde bu yönde görüş belirtmektedir. Bu nedenledir ki, Ehlibeyt İmamlarından gelen rivayetlerin çoğu-sunda, "Ayette geçen 'et-taam'dan maksat, buğday ve diğer hububattır" diye açıklama yer almıştır. Fakat bazı rivayetlerde, başka bir anlam ön plâna çıkmaktadır. Inşallah önümüzdeki rivayetler bölümünde konuyla ilgili açıklamalara yer vereceğiz.

Her hâlükârda, bu helâl kılma, Ehlikitab'ın domuz eti gibi boğazlansa bile helâl olmayan etleri veya boğazlanması durumunda helâl olabilecek, ancak boğazlamadıkları, mesela üzerinde Allah'ın adını anmadıkları ve İslâmî usullere uygun kesmedikleri hayvanların etlerini içeren yemeklerini kapsamaz. Çünkü yüce Allah, tahrim (haram kılma) ayetleri dediğimiz Bakara, Mâide, En'âm ve Nahl surelerinde yer alan konuya ilişkin dört ayette, daha önce açıkladığımız gibi bu saydıklarımızı "(rics=)pİslik", "(fısk=)yoldan çıkma" ve "(ism=)günah" olarak nitelendiriyor. Allah, "pİslik", "yoldan çıkma" veya "günah" olarak nitelendirdiği bir şeyi helâl kılıp sonra da bunu, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı." şeklindeki bir ifadeyle kullarına yönelik bir minnet olarak sunmaktan münezzehtir.

Kaldı ki, haram olan bu şeyler, tefsirini sunduğumuz ayetin hemen öncesinde de bu niteliklerine vurgu yapılarak zikredilmişlerdir. Hiç kimse böyle bir konuda nesihten söz edemez. Özellikle mensuh olmayıp nasih olduğu belirtilen Mâide suresiyle ilgili olarak böyle bir husus düşünülemez.

"İnanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." Hükmün ilgili olduğu şahıslar hakkında "Yahudi ve Hıristiyanlardan" veya "Ehlikitap'tan" gibi bir ifade kullanılmayıp, "kendilerine kitap verilenler..." şeklinde bir vasfın kullanılmış olması, ilâhî minnetin dile getirildiği, hafifletme ve kolaylaştırma niteliklerinin ön plâna çıkarıldığı bir bağlamda hükmün nedenine vurgu yapıyor değildir.

350 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: Erkeklerinizle, Ehlikitap'tan iffetli kadınların evlenmelerine ilişkin yasağı kaldırmakla size minnet ediyoruz. Çünkü gayrimüslim gruplar içinde bunlar size daha yakındırlar. Onlara kitap verilmiştir. Peygamberlik kurumunu inkâr eden müşrik ve putperestlerin aksine tevhide ve risalet misyonuna inanırlar. Bu çıkarsamamızı, "kendilerine kitap verilenler" ifadesinin, "sizden önce" sözüyle kayıtlandırılmış olmasından da algılıyoruz. Ki bu ifade, gayet açık bir şekilde adımların aynı hedefe yönelik oluşuna, kaynaşmışlığa ve ortaklığa vurgu yapmaktadır.

Dolayısıyla ayet, minnet ve hafifletme bağlamında söz konusu olduğu için, "Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin." (Bakara, 221) ve "Kâfir kadınların nikâh baglarını tutmayın." (Mümtehine, 10) ayetleriyle neshedilmiş olmayacağı açıktır. Kaldı ki, örnek olarak sunduğumuz ayetlerin ilki Bakara suresinde yer almaktadır. Bakara suresi ise, Mâide suresinden önce Medine'de inmiş ilk uzun suredir. Ikinci ayet ise, Mümtehine suresinde yer alır. Bu sure de Medine'de, Mekke fethinden önce inmiştir.

Dolayısıyla inişi Mâide suresinden öncedir. Mâide suresinin Resulullah'a (s.a.a) inen son sure olması, öncesindeki bazı hükümleri neshedip kendisinden bir şeyin neshedilmemiş olmasının yanı sıra, önce gelenin sonra geleni neshetmiş olması da mantıki değildir. Öte yandan "Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin." (Bakara, 221) ayetini, tefsirimizin ikinci cildinde incelerken Bakara ve Mümtehine surelerindeki ayetlerin, Ehlikitap kadınlarıyla evlenmenin haram olduğuna delâlet etmekten uzak olduklarını belirtmiştik.

Bir açıdan Mümtehine suresindeki ilgili ayetin haramlığa delâlet ettiği düşünülse dahi, nitekim minnet ve hafifletme bağlamında Mâide suresindeki ilgili ayet o ana kadar yürürlükte olan yasal bir engele işaret ediyor; -ki yürürlükte olan bir yasak yoksa, minnet ve hafifletmenin bir anlamı olmaz- bu durumda Mâide aye-

Mâide Sûresi 4-5 .............................................................. 351

ti, Mümtehine ayetini neshet-miş olur. Bunun tersi doğru olmaz. Çünkü neshetme, sonradan gelenin özelliğidir. Rivayetler bölümünde bu ikinci ayet üzerinde duracağız.

Ayrıca ayetin orijinalinde geçen "muhsanat" kelimesi, "iffetliler" anlamına gelir. Iffetlilik "ihsan" kavramının anlamlarından biridir. Şöyle ki, "Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi gösteriyor ki, "muh-sanat"tan maksat evli olmayan kadınlardır. Bu husus açıktır. Sonra, daha önce açıklamasını yaptığımız gibi Ehlikitab'ın namuslu kadınlarıyla müminlerin namuslu kadınlarının bir arada zikredilmesi, her iki bağlamda da "muhsanat" kavramının aynı anlamda kullanıldığını gösterir. Ancak bununla "Müslüman olmak" şeklinde bir anlam kastedil-miş olamaz. Çünkü, "sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi kullanılmıştır.

Bununla sadece özgür kadınların kastedilmiş olması da söz konusu değildir. Çünkü ayetten algıladığımız minnet havası, cariyeleri dışarıda bırakan ve sırf özgür kadınlarla sınırlı kalan bir helâl kılmayla bağdaşmıyor ve "muhsan"ın iffetli olma anlamı geride kalıyor. Dolayısıyla "muhsenat" ifadesinden kast-edilen, iffetli kadınlardır. Bütün bunların ötesinde ayet-i kerime, Ehlikitab'ın namuslu kadınlarının müminlere helâl olduğunu vurguluyor. Ücretin verilmesinin ve onlardan yararlanmanın iffeti korumaya yönelik olmasının gizli dost edinme ve metres tutma şeklinde bir ilişki kurulmamasının şart koşulması dışında, nikâhın sürekli veya geçici olması gibi herhangi bir kayda yer verilmiyor. Tefsirimizin 4. cildinde, "O hâlde ne zaman onlarla müt'a nikâhı yaptınızsa..." (Nisâ, 24) ayetini tefsir ederken müt'ânın da tıpkı daimi nikâh gibi meşru bir evlilik şekli olduğunu açıklamıştık. Daha fazla bilgi için fıkıh bilimine baş vurulabilir.

"İffetli olup zina etmemeniz ve gizli dostlar tutmamanız üzere mehirlerini verdiğiniz takdirde" Bu ayet, nikâhlanması haram olan kadınları ele alan ayetlerin ifade tarzını andırmaktadır: "Bunun dı-

352 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

şında kalanı iffetli olmak, zina etmemek üzere mallarınızla aramanız size helâl kılındı." (Nisâ, 24) Bu cümle, ayetin maksadının Ehlikitap'tan iffetli kadınlarla evlenmenin helâlliğini açıklamak olduğuna ve cariyeleri kapsamadığına ilişkin bir karinedir. "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette kaybedenlerdendir." "Küfr" kelimesi, aslında "örtmek" demektir. Dolayısıyla anlamının gerçekleşmesi, üzeri örtülebilen sabit bir şeyle mümkün olabilir. Nitekim ortada örtülen bir şey olmadıkça hicab=örtü de bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla küfrün (örtmenin) varlığı da "küfredilen" (örtülen) bir sabit şeyin varlığını gerektirir. Allah'ın nimetini, Allah'ın ayetlerini, Allah'ı ve Resulünü ve ahiret gününü inkâr etmek, üzerini örtmek gibi.

Şu hâlde imanı inkâr etmek (küfretmek), öncelikle sabit bir imanın varlığını gerektirir. Bununla kastedilen, imanın mastarı, yani inanmak manası değil elbette. Bilâkis, ism-i mastar anlamıdır. Ki bu da, müminin kalbinde oluşan etki ve kalıcı niteliktir. Yani, salih amellerin kaynağı olan hak itikatlardır. Dolayısıyla imanı inkâr etme ifadesi, hak olduğu bilinen amelleri terk etmek anlamına dönüktür. İslâm'ın hak olduğu bilinmekle beraber müşriklerin dost edinilmesi, onlarla içice bir hayat sürdürülmesi ve onların eylemlerine katılınması gibi. Ve dinin temel prensipleri oldukları kesin olarak bilinmekle beraber namaz, zekât, oruç ve hac gibi dinin temel prensiplerinin terk edilmesi gibi.

İşte imanı inkâr etmenin anlamı budur. Ancak burada bir incelik söz konusudur. Şöyle ki: Küfür bir şeyin üzerini örtmek demektir. Varlığı sabit olan olguların örtülmesi, zihinde canlandırdığı anlamı itibariyle, ancak sürekli ve kesintisiz olması durumunda bu nitelemeyi hakkedebilir. Dolayısıyla imanın inkârı, ancak bir insanın imanın gerektirdiği ve bilgisinin de ilintili olduğu bir ameli terk etmesi ve bunu sürekli yinelemesi durumunda söz konusu olabilir. Bir kimse imanın gereklerini bir veya iki kere örtse, bunu sürekli bir alışkanlık hâline getirmese, buna küfür niteliği taşır denilmez; bu, gerçekte yapmış olduğu fısktır.

16
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5



Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 353

Buradan hareketle anlıyoruz ki: "Kim imanı inkâr ederse..." ifadesinden maksat, sıfat yerine fiil kullanılmış olsa bile, süreklilik ve alışkanlık hâline getirmedir. Şu hâlde hak olduğunu bildiği, dinin temel prensiplerinden olduğuna kesin olarak kani olduğu şeyleri yerine getirmeyen insan imanın kâfiridir. "Onun ameli boşa çıkmıştır" ifadesinde de vurgulandığı gibi, eylemleri sonuçsuz kalmıştır.

Bu açıdan ayet, aşağıdaki ayetle aynı hedefe yönelik olduğunu göstermektedir: "Dogru yolu görseler onu yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular, ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların eylemleri boşa çıkmıştır. Onlar, yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?" (A'râf, 147) Bu ayette muhataplar gördükleri yani bildikleri hâlde azgınlık yolunu tutup doğru yoldan sapmakla nitelendiriliyorlar. Ardından bunun yerine ayetleri yalanlama niteliği kullanılıyor. Bir ayetin, yani işaretin ayet ve işaretliği ancak onun kanıtsallığının bilinmesi durumunda söz konusu olabilir. Bunu da ahireti yalanlama olarak açıklıyor. Çünkü ahiret inkâr edilmemiş olsaydı, ona ilişkin bilgi hakkın terk edilmesini engellerdi. Daha sonra böyle kimselerin amellerinin boşa gittiği belirtiliyor.

Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimelerdir: "De ki: Size amelleri bakımından en çok ziyana ugrayacak olanları söyleyeyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseleri? Işte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir. Kıyamet günü onlar için bir terazi kurmayız." (Kehf, 103-105) Bu ayetlerin, önceki açıklamada vurgulandığı anlam itibariyle imanı inkâr konusuyla örtüştükleri açıktır.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalar üzerinde düşünülünce, "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ifadesinin öncesiyle ilişkisinin niteliği belirginleşir. Buna göre bu cümle, önceki açıklamanın bütünleyicisi konumundadır. Bu, Allah'ın emirle-

354......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

rini ciddiye almama, kâfirlerle içli dışlı olma yoluyla müminlere yönelebilecek bir tehlikeye karşı uyarı işlevini görmektedir. Çünkü yüce Allah Ehlikitab'ın yemeğini ve iffetli kadınlarını müminlere helâl kılmışsa, bu, tamamen müminlere yönelik bir kolaylaştırma ve hafifletmedir. Takvanın yayılması için bir vesiledir. Burada amaç, İslâm'ın tertemiz ahlâkının bunlara sahip Müslümanlar aracılığıyla başka topluluklara sirayet etmesidir. Dolayısıyla yararlı bilgiye teşvik eden, salih amel işlemeye yönelten bir işlevi vardır.

Söz konusu hükmün yasalaştırılmasının hikmeti budur. Yoksa zevk ve eğlencenin girdabına düşülsün, Ehlikitap dilberleriyle gönül eğlendirilsin, heva-heves vadilerine dalınsın, sevgilerinin, aşklarının meftunu olunsun, güzelliklerin baştan çıkarıcı cazibesine kapılınsın diye değil... Ehlikitap dilberlerinin baştan çıkarıcı cazibeleri, bu ilişkide belirleyici olunca, onların ve soydaşlarının ahlâkı Müslümanların ahlâ-kına baskın çıkar, onların yıkıcılıkları, bozgunculukları, Müslümanların yapıcılığını, salahlarını alt eder. Sonra Müslümanları gerisin geri cahiliye bataklığına yuvarlayan bir musibete dönüşür. Bunun sonunda bir lütuf olarak sunulan bu ilâhî minnet ölümcül bir fitne, bir mihnet olup çıkar. Aslında bir nimet olarak bahşedilen hafifletme, yaman bir felâketin kendisi olur.

Bu yüzden yüce Allah, Ehlikitab'ın yemeğinin ve iffetli kadınlarının helâl olduğunu açıkladıktan hemen sonra, müminleri uyarıyor: Bu nimetten yararlanırken, sonuçta imanı örtecek, salih amelleri örtbas edecek, inkâr edecek şekilde zevkusefa içinde başlarını alıp gitmesinler. Dinin temel prensiplerini terk etmelerini ve haktan yüz çevirmelerini gerektirecek şekilde cazibelerinin sarhoşu olmasınlar. Böyle olursa, önceden yapmış oldukları ameller boşa gider ve ahirette çabalarının başarısız olmasına ve ziyana uğramalarına sebep olur.

Biliniz ki müfessirler, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı..." ayeti üzerinde etraflıca durmuş, derinliklerine inmişler. Bu yüzden oldukça farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ki neticede lafzın kaldırmadığı, ayetin akışının onaylamadığı garip tefsirler ortaya çıkmış-

Mâide Sûresi 4-5 ...................................................... 355

tır. Örneğin bazılarına göre, "Size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesiyle, Bahi-ra, sâibe, vasîle ve hami gibi, yiyecekler helâl kılındı, demek isteniyor. [Bu evcil hayvanlar, Arapların bâtıl inanç ve âdetlerine göre, kesilmez ve etleri yenmezdi. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklama bu surenin 103. ayetinde gelecektir.]

Diğer bazısına göre, "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size helâldir." ifadesinin anlamı şudur: Bu yemekleri ilk yasa itibariyle Al-lah size haram kılmamıştır. Etleri de, İslâmî usûllere göre değil de kendilerince boğazlamış olsalar size helâldir.

Diğer bazısı ise şöyle demiştir: "...yemekleri..." yani, onlarla birlikte yemek yemek." Başkalarına göre, "Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar." ifadesiyle, onların bu haram kılınmadan önce temelde helâl oluşları kastediliyor. Hatta, 'Bunun dışında kalanı... size helâl kılındı.' ifadesi, bunların helâl kılındığını göstermek bakımından yeterli bir kanıttır." Bir diğer grup da şu görüşü savunmuştur: "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ifadesi uyarı amaçlıdır. Ayetin giriş kısmında belirtildiği şekliyle Ehlikitab'ın yemeğinin ve iffetli kadınlarının helâl olduğu hususunun inkâr edilmemesi isteniyor."

Bu ve benzeri yorumlar, tefsir bilginlerinin ihtimal verdikleri açıklamalardır. Ancak bunların bazısı boşboğazlıktan ve ipe sapa gelmez zorlamalardan öte gitmediği ortadadır. Söz gelişi "Bugün... helâl kılındı" ifadesinin, hiçbir kanıta dayanmaksızın önceki ifadeyle kayıtlandırılması bunun tipik bir örneğidir.

Bazısı da ayetin akışının içerdiği gün, minnet, hafifletme vb. sınırlandırıcı olguların çürüttüğü yaklaşımlardır. Ki biz bu olgular üzerinde ayrıntılı bir şekilde durduk. Ayetlerden anlaşılan anlamdan hareketle serdettiğimiz önceki açıklamalar, bu tür değerlendirmelerin yanlışlığını ve yanlışlığının kaynağını, nedenini gözler önüne sermek bakımından yeterli bir kanıttır.

356.........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

"Bunun dışında kalanı, size helâl kılındı." ayetinin Ehlikitap kadınlarıyla evlenmenin helâl olduğuna delâlet ettiği iddiasına gelince, bu iddia bütünüyle yanlıştır. Çünkü ayet, soy ve sebep açısından evlenmesi haram ve helâl olan kadınları açıklama amacına yöneliktir, dinler ve mezhepler açısından değil.

AYETLERIN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, "Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar..." ayetiyle ilgili olarak İbn-i Cerir, Ikrime'den şöyle rivayet eder: "Resulullah Ebu Rafi'yi köpekleri öldürmekle görevlendirdi. O da Avali [Medine'nin büyük bağları] denilen bölgeye varıncaya kadar gördüğü köpeği öldürdü. Bunun üzerine Asım b. Adiy, Sa'd b. Hayseme ve Uveym b. Saide Peygamberin huzuruna girip, 'Bize ne helâl kılındı ya Resulullah?' diye sordular. Bunun üzerine, 'Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar...' ayeti indi."

Aynı eserde, İbn-i Cerir, Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) köpeklerin öldürülmesini emredince, halktan bazıları Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna girip, 'Ya Resulullah, bu cinsten bize ne helâl kılındı?' diye sordular. Bunun üzerine, 'Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar...' ayeti indi."

Ben derim ki: Bu iki rivayet birbirini açıklıyor. Buna göre, köpek cinsinden, av ve benzeri şeylerde kullanılmaları hususunda nelerin helâl olduğu sorulmuştur. "Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." ayeti ise, rivayetlerin içeriğiyle örtüşmüyor. Çünkü rivayetlerin içeriği özel bir durumla kayıtlı, ayetin ifadesi ise mutlaktır, geneldir.

Kaldı ki, bu iki rivayetten ve bir sonraki rivayetten anlaşıldığı kadarıyla, "vemâ allemtum min-el cevârih=öğreterek yetiştirdiğiniz av köpekleri" ifadesi, "teyyibat=temiz şeyler" ifadesine matuftur. Buna göre şöyle bir anlam çıkar karşımıza: "Uhille

Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 357

lekum mâ allemtum=öğ-reterek yetiştirdiğiniz av köpekleri size helâl kılındı." Bu yüzden birçok tefsir bilgini, önceden de açıkladığımız gibi anlamı düzeltecek bir ifadenin takdirini gerekli görmüşlerdir. Oysa daha önce, "ma allemtum =öğreterek yetiştirdiğiniz" ifadesinin "şart" olduğunu, dolayısıyla cezasının da, "fe kulû mimmâ emsekne aleykum=sizin için tuttuklarını yiyin." ifadesi olduğunu belirtmiştik.

Rivayette, hakkında soru sorulduğu belirtilen "cins"ten maksat, bir sonraki rivayetin açıladığı kadarıyla, köpek cinsidir. [Rivayetin orijinalinde "mâzâ uhille lenâ min hâzih-il ümme" ifadesi geçmiştir ki, ümmetten kasıt köpek cinsidir]

Yine aynı eserde Faryabi, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebi Hatem, Taberani, Hakim -sahih olduğunu belirterek- ve Beyhaki "Sünen"inde Ebu Rafi'den şöyle rivayet ederler: "Cebrail Hz. Peygamberin (s.a.a) yanına geldi. Evin içine girmek için izin istedi. Hz. Peygamber (s.a.a) ona izin verdi. Içeri girmekte ağır davranınca, Peygamberimiz (s.a.a) hırkasını üzerine alıp dışarı çıktı ve 'Sana girmen için izin verdik' dedi. Cebrail, 'Evet, ama biz melekler, içinde köpek ve resim bulunan evlere girmeyiz' dedi. Bunun üzerine yapılan araştırma sonucu evlerin bazısında köpek yavrularının bulunduğu anlaşıldı."

Ebu Rafi devamla der ki: "Resulullah (s.a.a) Medine'deki bütün köpekleri öldürmemi bana emretti, ben de emri yerine getirdim. Bunun üzerine insanlar geldiler ve 'Ya Resulullah, öldürülmesini emrettiğin bu cinsin bizim için nesi helâldir?' diye sordular. Resulullah bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine yüce Allah, 'Sana kendilerinden neyin helâl kılındıgını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin...' ayetini indirdi. Ardından Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: Bir kimse avcı köpeğini salarken üzerinde Allah'ın adını ansa ve bu köpek onun için bir hayvan yakalasa, kişi onun yakalayıp da yemediği hayvanın etinden yesin."

Ben derim ki: Rivayette, Cebrail'in inişinin şekliyle ilgili olarak

358 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

anlatılanlar, bu konuya ilişkin bilinen gerçeklerle bağdaşmıyor ve şaşırtıcıdır cidden. Öte yandan rivayette bazı karışıklar da yok değildir. Çünkü Cebrail'in, bazı evlerde köpek yavrusu vardır, diye Resulullah'-ın (s.a.a) yanına girmekten kaçındığından söz ediliyor. Ayrıca bu, ayetin içerdiği mutlak soru ve cevapla ve "yetiştirdiginiz av köpekleri..." ifadesinin matuf olduğunu ifade ettiği için ayetin zahiriyle bağdaşmıyor. Bu bakımdan rivayet daha çok uydurma rivayete benziyor.

Aynı eserde Abd b. Hamid ve İbn-i Cerir, Amir'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Adiy b. Hatem et-Tai Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek, ona köpeklerin avladıkları hayvanlarla ilgili bir soru sordu. Resulullah (s.a.a) bu soruya nasıl cevap vereceğini bilemedi. Nihayet yüce Allah, Mâide suresindeki 'Allah'ın size ögrettiginden ögreterek' ifadesini içeren ayeti indirdi."

Ben derim ki: Aynı anlamı içeren başka haberler de aktarılmıştır. Fakat önceki problemler bu rivayetler için de geçerlidir. Öyle anlaşılıyor ki, bu rivayetler ve aynı anlamı içeren diğer haberler, olayların ayete uyarlanışına örnek oluşturmaktadır. Ancak eksik bir uyarlama. Buna göre, Müslümanlar Hz. Peygambere (s.a.a) köpeklerinin avladıklarını sormuşlar, sonra helâl ve haramı ayırt etme bağlamında bütünsel bir ölçüt sormuşlar. Dolayısıyla ayette, onların soruları gündeme getirilerek, cevabi ifadede şu bütünsel ölçüt ortaya konmuştur: "Sana kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." Ardından onlara, üzerinde konuştukları özel meseleye cevap veriliyor. Ayetin ifade tarzından bunu algılıyoruz.

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Hammad'dan, o Halebi'-den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ali'nin (a.s) kitabında, 'ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin...' ayetiyle ilgili olarak şu açıklama yer almıştır: "Onlar, köpeklerdir." [Füru-u Kâfi, c.6, s.202, h:1.]

Aynı hadis, Tefsir-ul Ayyâşî'de Semaa b. Mihran kanalıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilir. [c.1, s.294, h:28]

Mâide Sûresi 4-5 ........................................................ 359

Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Muskan'dan, o da Halebi'den şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki: "Babam fetva verirdi ve fetva verirken takiyye ederdi. Biz de şahin ve doğan gibi avcı hayvanlar hususunda fetva vermekten korkardık. Ama şimdi korkmuyoruz ve bunların avını da ancak henüz can vermeden yetişip boğazlanması durumunda helâl biliyoruz. Çünkü Ali'nin (a.s) kitabında şöyle yer almıştır: Yüce Allah av köpekleri hakkında, "yetiştirdiginiz av köpeklerinin..." ifadesini buyurmuştur. [Füru-u Kâfi, c.6, s.207, h:1]

Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Bekir el- Hadremi'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmama şahin, doğan, pars ve köpek gibi avcı hayvanların yakaladıkları avları sordum. Buyurdu ki: 'Av köpeklerinin dışındaki avcı hayvanların yakaladıklarını kendiniz boğazlamadan yemeyin.' Dedim ki: 'Köpek yakaladığını öldürse de mi yiyelim?' Cevapta buyurdu ki: 'Ye. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Allah'ın size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin.' Sonra şöyle dedi: 'Yetiştirilmiş av köpekleri hariç bütün avcı hayvanlar kendileri için avlanırlar. Çünkü av köpeği sahibi için avlanır.' Ardından şöyle buyurdu: Av köpeğini saldığın zaman üzerine Allah'ın adını an, bu, hayvanın boğazlanması yerine geçer." [Füru-u Kâfi, c.6, s.204.]

Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Ubeyde'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s), eğitilmiş av köpeğini salarken üzerinde Allah'ın adını anan biriyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Av köpeği yakaladığı sırada hay-vanı öldürse de, kişinin o hayvanı yemesi helâldir. Eğer yanında eğitilmemiş bir köpek bulunursa ondan yemez." Dedim ki:

"Avcı kuşlardan doğan, kartal ve şahin için de mi aynı hüküm geçerlidir?" Buyurdu ki: "Eğer yakaladıkları hayvan canlıyken yetişir de boğazlarsan ye. Ama sen yetişmeden ölürse yeme." Dedim ki: "Pars, köpek konumunda değil midir?" Dedi ki: "Hayır. Ancak köpek, bu hususta eğitilmiş (mu-kellib) kabul edilir." [c.1, s.294, h:26.] Aynı eserde, Ebu Basir'in İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Allah'ın

360 ..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." ayetiyle ilgili olarak şu sözleri rivayet ettiği belirtilir: "Av köpeği, yakaladığından yemediği sürece onun yakaladığı hayvanı yemenin bir sakıncası yoktur. Şayet sen yetişmeden köpek yakaladığı hayvandan yemişse, ondan yeme." [Bu, köpeğin eğitilmiş olmadığını ve avı sahibi için değil, kendisi için yakaladığını gösterir.] [c.1, s.295, h:33]

Ben derim ki: Ayette geçen "mukellibîn" (köpek olarak eğitilmiş) ve "sizin için tuttukları" gibi ifadelere dayanarak avın öldüğü takdirde sadece köpeğin yakaladığının helâl olacağına ilişkin, aynı şekilde av köpeğinin yanında eğitilmemiş bir köpeğin bulunmamasının şart koşulması gibi rivayetlerde söz konusu edilen bütün bu özellikler, ayetten çıkarsanan ayrıntılardır. Daha önce bu konuda kısmen açıklamada bulunduk.

Aynı eserde Hariz'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "İmama bir Mecusî'nin köpeğini bir Müslüman eğitir, sonra da üzerine Allah'ın adını anarak salarsa, yakaladığı yenir mi? diye soruldu. Evet, dedi. O artık eğitilmiştir. Üzerine Allah'ın adı da anıldıktan sonra herhangi bir sakıncası olmaz." [c.1, s.293, h:24]

Ben derim ki: Bu rivayette "mükellibîn" ifadesinin mutlak tutulduğunu görüyoruz. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ebu Hatem, İbn-i Abbas'dan, Mecusî'nin eğitilmiş köpeğini ya da Mecusî'nin eğittiği şahini veya doğanı alıp av hayvanının peşine salan Müslüman'ın durumuyla ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bu hayvanı salarken üzerine Al-lah'ın adını ansan da yakaladığı hayvanın etini yenmez. Çünkü o, Me-cusî tarafından eğitilmiştir. Oysa Allah "Allah'ın size ögrettiginden ögrettiginiz..." buyurmuştur.

Ancak bu rivayetin zayıflığı açıktır. Çünkü, "Allah'ın size ögrettiginden..." ifadesindeki hitap zahiren müminlere yönelik olsa da, Allah'ın öğrettiği şeylerle köpekleri eğitmeleri, Mecusîlerin ve diğer top-lumların köpeklere öğrettikleri davranışlardan farklı değildir. Bu anlamı, ayeti dinleyen herkes kavrayabilir. Çünkü müminin av

Mâide Sûresi 4-5 ....................................................... 361

köpeğini eğitmesini farklı kılacak ona özgü bir bilgisi söz konusu değildir. Dolayısıyla eğitilmiş köpeğin bir Müslüman tarafından eğitilmiş olması ile Müslüman olmayan biri tarafından eğitilmiş olması arasında herhangi bir fark yoktur. Nitekim bir Müslüman'ın malı olması ile başkasının malı olması arasında herhangi bir fark yoktur.

Tefsir-ul Ayyâşî'de belirtildiğine göre, Hişam b. Salim, İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Onların yemegi size helâldir."1 ifadesiyle ilgili olarak, "Mercimekleri, hububatları ve benzeri şeyler kastediliyor. Onlardan maksat da Ehlikitap'tır" dediğini rivayet etmiştir. [c.1, s.296, h:37]

Ben derim ki: Şeyh Tusi bu hadisi et-Tehzib adlı eserinde aktarır. Oradaki metin şöyledir: "Mercimek, nohut ve benzeri yiyecekler." [c.9, s.88, h:73.]

el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde, Ammar b. Mervan'ın ve Sema- a'nın İmam Cafer Sadık'tan (a.s), Ehlikitab'ın yemeği ve onlardan helâl olanlarla ilgili olarak naklettikleri rivayetlerde İmam'ın, "Bununla kastedilen, hububattır" dediği belirtilir. [Füru-u Kâfi, c.6, s.263, h:1 ve 2. et-Teh-zib, c.9, s.88-89.]

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle, İbn-i Müskan'dan, o da Kuteybe el-A'şa'dan şöyle rivayet eder: Adamın biri İmam Cafer Sadı-k'a (a.s) bir soru sordu, ben de yanındaydım. Adam dedi ki: "Bir koyun sürüsü bir Yahudi veya Hıristiyan çobana teslim edilse, sürüye bir hâl olsa ve o da koyunları kesmek durumunda kalsa, kestiği yenir mi?" İmam şu cevabı verdi: "Ne kestiğinin bedelini malına kat, ne de ondan ye. Çünkü hayvan kesilirken önemli olan üzerine Allah'ın adının anılmasıdır. Bu hususta Müslüman'dan başkasına güvenilmez." Bunun üzerine adam dedi ki: "Ama Allah, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size helâldir..." buyuruyor. İmam Cafer Sadık (a.s) şu karşılığı verdi: "Babam derdi ki: Burada kastedilen, yemek, hubu-

-----

1- [Hadiste ayet lafız itibariyle değil de anlam itibariyle nakledilmiştir.]

362 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

bat ve benzeri şeylerdir." [Füru-u Kâfi, c.6, s.240, h:10]

Aynı hadisi Şeyh Tusî et-Tehzib adlı eserde1, Ayyâşî tefsirinde2 Kuteybe el-A'şa'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. Görüldüğü gibi rivayetlerde, ayette helâl olduğu belirtilen Ehlikita-b'ın yemeğinin, hububat ve benzeri şeylerden mamul olanlar şeklinde açıklanıyor. "et-Taam" kelimesi mutlak olarak kullanıldığında buna delâlet eder. İslâm'ın ilk dönemlerine ilişkin rivayet ve hikayelerden de bu anlaşılıyor. Bu yüzden bizim mezhebimize mensup ulemanın büyük bir kısmı, helâlliğin sadece hububat ve benzeri şeylerden mamul besinlerle sınırlı olduğu görüşündedir.

Bazı müfessirler, bu sınırlandırmayı öngören görüşleri savunanlara sert biçimde karşı çıkmış ve bunun Kur'ân'ın "et-taâm" kelimesine ilişkin genel kullanımıyla bağdaşmadığını söylemişlerdir.3 Adı geçen müfessir diyor ki: Kur'ân terminolojisinde ağırlıklı kullanım bu değildir. Örneğin yüce Allah Mâide suresinde, "Hem kendinize, hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve onun yemegi, size helâl kılındı." (Mâide, 96) buyuruyor. Hiç kimse de çıkıp, deniz avının yemeğinden maksat, buğday veya hububattır, demiyor. Yine: "Israil'in kendine haram kıldıgından başka, Israilogullarına bütün yiyecekler helâl idi." (Âl-i Imrân, 93) buyruluyor. Yine de biri çıkıp buradaki yiyecekten maksat buğday veya mutlak olarak hububattır, demiyor. Çünkü ne Tevrat'ın inişinden önce, ne de sonra, bunlardan bir şey Israiloğullarına haram kılınmış değildi. Şu hâlde "yemek" (et-taâm), tadılan veya yenilen her şey demektir. Yüce Allah, Talut'un dilinden nehir suyuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Kim ondan içerse, artık o benden degildir ve kim de ondan tatmazsa, bendendir." [Bakara, 249] Bir di-


----------------------

1- [c.9, s.74, h:269]

2- [c.1, s.295, h:36]

3- el-Menar tefsirinin müellifi.

Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 363

ğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Yemeği yiyince dagılın." [Ahzâb, 53] Ayetin orijinalinde geçen "taamtum" fiili, yeme anlamında kullanılmıştır."1 Keşke adı geçen müfessirin, "et-taâm" kelimesi mutlak olarak kullanıldığı zaman hububat ve benzeri şeyleri ifade eder" sözünden ne anladığını bir bilseydim. O, hiç duraklamadan buna "lem yet'amhu =tadmazsa" ve "taamtum=yediniz" fiil türevleriyle karşı çıkıyor? Oysa, yukarıdaki değerlendirme "et-taam" kelimesi için yapılmıştır, bu kelimeden türeyen fiiller için değil. Bir de, "taâm-ul bahr" (deniz yiyeceği) ifadesini örnek gösteriyor. Ki aslında tamlama konuya ilişkin en güzel karinedir. Çünkü denizde buğday ve arpa bitmez.

Aynı şekilde, "Bütün yiyecekler İsrailogullarına helâl idi." ayetini örnek gösteriyor; sonra kendisi, dinlerinin onlara buğday ve hububat türü bir yiyeceği haram kılmadığını belirtiyor. Oysa adı geçen müfessir, Kur'ân'da bu kelimenin mutlak olarak kullanıldığı aşağıdaki ayetlere bakmalı, sonra diyeceğini demeliydi. "...bir yoksula yedirecek kadar fidye vardır." (Bakara, 184) "Yahut yoksullara yedirme şeklinde keffaret." (Mâide, 95) "Yemegi yedirirler." (Insan, 8) "Insan şu yiyecegine baksın." (Abese, 24) vb. ayetler.

Sonra adı geçen müfessir diyor ki: "Hububat helâl veya harama konu olan bir madde değildir. Böyle bir değerlendirme ancak et için söz konusu olabilir. Bunun da gerisinde hayvanın eceliyle ölmesi gibi somut bir gerekçe ya da üzerinde Allah'tan başkasının adı anılarak kesilmesi gibi manevî bir gerekçe vardır. Bu yüzden yüce Allah, 'De ki: Bana vahiy olunanda, yiyen kimse için haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan... olursa başka.' (En'âm, 145) Bu ayette sayılan şıkların tümü hayvanla ilintilidir ve söylendiği gibi haram oluşun sınırlılığını ortaya koyan açık ve tevili kabul etmeyen bir ifade konumundadır. Dolayısıyla bunun dışındaki herhangi bir şeyin haram olduğunun kanıtlanması

------

1- [el-Menar tefsiri, c.6, s.177.]

364 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

için nassa ve açıklamaya ihtiyaç vardır." Adı geçen müfessirin bu açıklaması, bir önceki paragraftaki açıklamasından daha ilginçtir. "Hububat helâl veya harama konu olan bir madde değildir. Böyle bir değerlendirme ancak et için söz konusu olabilir." sözüne gelince; ona sormak lazım, hangi zamanı kastediyorsun? Asırlardan beri zihinlerin İslâm'a ve genel hükümlerine adapte olduğu şu zamanları mı kastediyorsun, vahyin inmeye devam ettiği ve dinin henüz birkaç yıllık bir ömre sahip olduğu zamanları mı? Nitekim o dönemlerde hububat ve benzerlerine ilişkin hükümlerden daha açığını ve daha belirginini içeren sorular yöneltilmiş, net cevaplar alınmıştır. Yüce Allah, aşağıdaki ayette olduğu gibi bunların bir kısmına işaret etmiştir: "Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar." (Bakara, 215)

Abd b. Hamid Katade'den şöyle rivayet eder: "Bize anlatıldı ki: Bazı adamlar şöyle demişler: 'Bizim dinimiz ayrı, onların dini ayrı olduğu hâlde onların kadınlarıyla nasıl evleneceğiz?' Bunun üzerine yüce Allah, 'Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır.' ayetini indirdi..." Daha önce geçtiği gibi ileriki sayfalarda ve rivayetlerin kapsamı içinde de bu sözlerin benzerlerine yer vereceğiz. Nitekim temettü haccı ve benzeri konularda bu tür rivayetlere yer verdik.

Ehlikitab'ın namuslu kadınlarıyla evlenmenin helâl olduğuna ilişkin hükmü içeren ayetin inişinden sonra bile bu tür sözleri söyleyenler, ayetin inişinden önce Ehlikitap'tan olan kimselerle bir sofrada oturup yemek yemenin, onlardan alınan hububat türü malzemeleri yemenin, bunlardan elde edilen ekmek ve helme gibi gıdaları almanın ve bu türden yapılan yemekleri yemenin helâl olup olmadığını sormazlar mı? "Bu yiyecekleri nasıl yeriz? Onların dini ayrı, bizim ki ayrı." demezler mi? Üstelik yüce Allah da müminlere onları sevmeyi, dost edinmeyi, onlara yaklaşmayı, onlara güvenip dayanmayı birçok ayette yasaklamışken?!

Aslında onun, "Böyle bir değerlendirme ancak et için söz konusu olabilir." şeklindeki sözleri, aleyhine kanıt olarak da kullanı-

Mâide Sûresi 4-5 .......................................................... 365

labilir. Şöyle ki: Yüce Allah Mekke döneminde inen, "De ki: Bana vahyolunanda, yiyen kimse için haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Ancak leş... olursa başka." (En'âm, 145) ayetinde ve Nahl suresindeki ilgili ayetinde, Mâide suresinden önce inen Bakara suresinin ilgili ayetinde ve tefsirini sunduğumuz ayetten önce, "Size şunlar haram kılındı: Leş..." ayetinde genel olarak yenilmesi haram olan etleri açıklamışken, nasıl böyle bir soru yöneltebiliyorlar? Dolayısıyla bu görüşü savunan kimsenin perspektifinden baktığımız zaman, bu ayet Ehlikitab'ın kestiklerinin haram olmadığına ilişkin bir nass ya da nass hükmünde olduğuna göre, Mekke inişlisiyle, Medine inişlisiyle bunca ayet, ardarda ve defalarca helâlliğini vurguladıkları hâlde, bu uygulama bu şekilde devam ettiği, korunduğu, öğretildiği ve pratize edildiği hâlde, bunların Ehlikitab'ın kestiğinin helâl olup olmadığını sormaları normal mıdır?

Adı geçen müfessirin, "En'âm suresindeki ilgili ayet haramlığın orada zikredilenlerle sınırlı olduğuna ilişkin bir nass hükmündedir. Bunun dışında, söz gelimi Ehlikitab'ın kestiğinin haramlığı için kanıt göstermek gerekir." sözüne gelince; hiç kuşkusuz, her hükmün dayanacağı bir kanıta ihtiyacı vardır. Adı geçen müfessirin bu sözü açıkça ortaya koyuyor ki bu ayette zikredilenlerin ötesinde, herhangi bir şeyin haramlığına ilişkin başka bir kanıtın olmaması durumunda bu sınırlandırma geçerliliğini korur.

Şayet bu müfessirin kanıt derken kastettiği, hadisleri de kapsayan türdense, Ehlikitab'ın kestiğinin haram olduğunu savunanlar, ayetin açıklaması bağlamında buna ilişkin rivayetler sunmaktadırlar. Biz de önceki açıklamalarımızda bunların bir kısmına yer verdik.

Eğer kanıt derken kastettiği sadece kitap (Kur'ân) ise, bu kanıtsız zorlama eseri bir yaklaşımdır. Çünkü sünnet, kitaptan ayrılmaz ve kanıtsallık açısından ona paralel bir çizgide gelişir. Ayrıca müfessire sormak gerekir: Ehlikitab'ın dışındaki putperest ve materyalist kâfirlerin kestiklerine ne dersin? Acaba, meşru kesil-

366 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

me yöntemi esas alınmadığı için, onların kestiklerini leş kabul edip haram sayacak mısın? Bir hayvanı kıbleye doğru kesilmediğinden ve üzerine Allah'ın adı anılmadığından dolayı tezkiye edilmemiş saymakla onu gayr-i İslâmî bir yöntemle kesmek ve tezkiye etmek arasında ne fark vardır? Ki yüce Allah böyle bir uygulamadan hoşnut olmamış ve onun yerine İslâmî kesimi önermiştir?

Şu hâlde dinin nazarında bunların tümü pistir. Allah da, pis şeyleri haram kılmıştır: "Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar." (A'râf, 157) Tefsirini sunduğumuz ayetin öncesindeki ayette de şöyle buyurmuştur: "Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." Gerek sorunun ve gerekse cevabın üslûbundan, helâlliğin sırf temiz şeylerle sınırlı olduğuna ilişkin gayet açık bir kanıt algılıyoruz. Tefsirini sunduğumuz ayetin girişinde yer alan, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesi de, ayetin ana teması kullara yönelik lütuf ve minnet olduğu için, sözünü ettiğimiz sınırlandırmaya delâlet ediyor. Eğer kâfirlerin kestiklerinin haram oluşunun gerekçesi, onların Allah'tan başkasının adını, örneğin bir putunkini anarak kesmiş olmaları olsaydı, yeniden şu soru gündeme gelirdi: Bir hayvanı keserken üzerine Allah'tan başkasını anmakla, Allah'ın razı olmadığı için yürürlükten kaldırdığı bir yöntemle kesip üzerine Allah'ın adını anmak arasında ne fark vardır?

Adı geçen müfessir daha sonra şöyle diyor: "Yüce Allah, Arap müşriklerinin, yukarıda örnekleri sunulan leş türlerini yemelerini ve putlar için kurbanlar kesmelerini sert bir şekilde kınamıştır. Ki ilk Müslümanlar, gelenekleri üzere bu konuda yumuşak ve duyarsız davranmasınlar. Ehlikitap, leş yemek ve putlar adına hayvan kesmek geleneğine ilk Müslümanlardan daha uzaktılar. [Bu yüzden, Allah onların kestiklerine ilişkin hükmü açıklamamıştır.]" Mezkur müfessir, Ehlikitab'ın bir kolu olan Hıristiyanların domuz etini yediklerini unutmuş bulunuyor. Oysa yüce Allah, onların bu tutumunu gündeme getirerek sert bir üslûpla eleştirmiştir. Kal-

Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 367

dı ki Hıristiyanlar, Mesih'in kendini, feda etmesi suretiyle, haramlığın ortadan kalktığını ileri sürerek müşriklerin mubah gördüğü her şeyi yerlerdi. Kaldı ki bu çıkarsama, çürük bir istihsandır; bir yarar sağlamadığı gibi, Allah'ın sözünün, ayetlerinin anlamının ve dinî hükümlerinin kavranması bağlamında böylesine çürük bir mantık esas alınmaz.

Daha sonra şöyle diyor: "Kur'ân'ın bu yaklaşımı, dinsel siyasetin bir gereğiydi. Arap müşriklerine karşı sert davranılması gerekiyordu ki, Arap yarımadasında İslâm'ı kabul etmeyen kimse kalmasın. Buna karşın, Ehlikitap'la yumuşak ilişkiler geliştirildi." Müfessir, buna ilişkin bir kanıt olarak bazı sahabelerin kilise ve benzeri mekânlar için kesilen hayvanların etlerinin helâl olduğuna dair fetvalarını gösteriyor.

Müfessirin bu değerlendirmesi, yüce Allah'ın Arapları diğer uluslar arasında seçtiğine, diğer uluslara karşı bir üstünlüğe sahip olduklarına ilişkin rivayetlere dayanan bir tezden kaynaklanmaktadır. Nitekim bu tezin resmi ideoloji olarak benimsendiği dönemlerde Arap olmayan Müslüman uluslar "mevâlî" (köleler, hizmetçiler) olarak isimlendirilirlerdi. Ancak bu tez, Kur'ân ayetleriyle hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, günahlardan en çok korunanızdır." (Hucurât, 13) Ehlibeyt İmamlarından gelen birçok hadis, bu tezin tersini içeren ifadeler kapsamaktadır.

İslâm dini, mesajını sunarken Arapları bir yana, diğer ulusları da bir yana koymamıştır. Aksine Arap olsun, olmasın Ehlikitap'tan olmayan tüm müşrikleri aynı kefeye koymuştur. Müşriklerin önüne, İslâm'a girip mümin olmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Arap olsun, olmasın tüm Ehlikitab'ı da bir kefeye koymuştur. Onlardan da, Müslüman olmamaları durumunda zimmet kapsamına girip cizye ödemelerini kabul etmiştir.

Adı geçen müfessirin bu yaklaşımını bir an için doğru kabul etsek bile, bu cümlenin kapalılığından dolayı en fazla onlar için bir

368 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

kolaylaştırma yönüne gidildiğine delâlet eder, başka değil. Fakat bu kolaylaştırmanın, kendi yöntemlerine ve geleneklerine göre kesseler bile kestikleri hayvanın etinin yenilebileceği şeklinde gerçekleşmesinin gerekliliğine ilişkin bir kanıtın bu ifadeden çıkamayacağı açıktır.

Söz konusu müfessirin, bazı sahabelerin uygulamaları ve sözleri ile ilgili olarak söylediklerine gelince, bu hususta söyleyeceğimiz şudur: Sahabenin uygulaması ve sözü kanıt değildir.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan, ne tefsirini sunduğumuz ayetin, ne de herhangi bir ayetin, Ehlikitab'ın gayr-i İslâmî bir yöntemle kestiği hayvanların etinin de yenebileceğine yönelik bir kanıt içermediği anlaşılıyor. Bizim mezhebimize mensup bazı âlimlerin de belirttiği gibi, ayetin zahirinden hareketle, Ehlikitab'ın kestiklerinin helâl olduğunu kabul etsek bile, bunun İslâmî ve meşru bir boğazlamayla gerçekleştiğinin bilinmesini şart koşuyoruz.

Daha önce işaret ettiğimiz gibi el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde yer alan İmam Sadık'ın (a.s) sözünden şu anlaşılmaktadır: "Hayvan kesilirken önemli olan, üzerine Allah'ın adının anılmasıdır. Bu hususta da Müslüman'dan başkasına güvenilmez. [Önemli olan, Allah'ın adının anılması ise, bu durumda Ehlikitab'ın hayvan keserken Allah'ın adını andığını kesin olarak biliyorsak, bizim için helâl olur.]" Daha ayrıntılı bilgi için fıkıh kaynaklarına başvurulabilir. Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi hakkında, "Burada [muhsan kadınlardan,] iffetli kadınlar kastedilmiştir." dediği rivayet edilir. [c.1, s.296, h:39]

Aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s), "İnanan kadınlardan iffetli olanlar..." ifadesinden Müslüman [Şiî-Sünnî] kadınlar kastedilmiştir." dediği de rivayet edilir.

Tefsir-ul Kummî'de Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu belirtilir: "Sadece cizye ödeyen kitabîlerin kadınlarıyla evlenmek helâldir. Bunun dışındakilerle evlenmek helâl değildir."

Mâide Sûresi 4-5 ........................................................... 369

Ben derim ki: Çünkü cizye ödemeyen Ehlikitap, bu sırada muharib kâfir olur, ki onlarla evlenmek câiz değildir.

el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde, İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Ehlikitap kadınları içinde sadece kıt akıllılarıyla evlenmek caizdir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.357, h:2; Tehzib-ul Ahkâm, c.7, s.299, h:7]

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, İmam Sadık'ın (a.s) Hıristiyan ve Yahudi bir kadınla evlenen bir adamla ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Eğer Müslüman bir kadın bulabiliyorsa, Yahudi ve Hıristiyan kadını ne yapacak?" Bunun üzerine denildi ki: "Ama adam bu kadına aşık olmuşsa ne yapsın?" buyurdu ki: "Eğer illa da bu işi yapmak zorundaysa, kadının içki içmesini, domuz eti yemesini yasaklasın. Şunu da bil ki, bu evlilik adamın dini açısından, bir kusur göstergesidir." [c.3, s.407, h:4422]

et-Tehzib adlı eserde İmam Sadık'ın şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Özgür, [köle olmayan] bir kadınla evli olan bir kimsenin, Yahudi veya Hıristiyan bir kadınla müt'â evliliği yapmasının herhangi bir sakıncası yoktur." [c.7, s.300, h:1253.]

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Bir gün ona, Müslüman bir erkek Mecusî bir kadınla evlenebilir mi?" diye soruldu: "Hayır, dedi. Fakat Mecusî bir cariyesi varsa, onunla birleşmesinin; ancak azil yapmasının (meniyi dışarı akıtması) ve ondan çocuk edinmeyi düşünmemesinin bir sakıncası yoktur." [c.3, s.407, h:4423]

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b. Sinan'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) bir hadiste şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Müslüman bir erkeğin Yahudi ve Hıristiyan bir kadınla evlenmesini istemem, çocuğunun Yahudileşmesinden veya Hıristiyanlaşmasından korkarım." [Füru-u Kâfi, c.5, s.351, h:15]

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den, Tefsir-ul Ayyâşî'de müellif Mes'ade b. Sadaka'dan şöyle rivayet ederler: "İmam Bâkır'dan (a.s): 'Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden

370 ...............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

iffetli kadınlar...' ayetini sordum." Buyurdu ki: "Bu ayet, 'Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın.' ayetiyle neshedilmiştir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.358, h:8.]

Ben derim ki: Bu rivayette bir problem var. Çünkü "...tutmayın..." ayeti, "iffetli kadınlar..." ayetinden önce inmiştir. Oysa nesheden ayetin neshedilen ayetten önce inmiş olması caiz değildir. Kaldı ki, rivayetlerde, Mâide suresinin neshedilen değil, nesheden olduğu belirtilir. Daha önce bu hususa değindik. Ayrıca ayetin neshedilmediğinin kanıtı, yukarıda yer verdiğimiz ve Ehlikitap kadınlarıyla müt'a evliliği yapılabileceğini ifade eden rivayettir. Ashap, Ehlikitap kadınlarıyla müt'a evliliği yapmışlardır. Müt'a ayetini (Nisâ, 24) tefsir ederken, müt'anın meşru bir nikâh ve evlilik şekli olduğunu belirtmiştik.

Evet! Biri diyebilir ki: "Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın..." ifadesi, önceden inmiş olması ve tahsis edici özelliğiyle, "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesini sınırlandırarak, daimi evliliği bu ifadenin mutlaklığının dışına çıkarmıştır. Çünkü bu ayet, nikâhı tutmanın yasaklığına delâlet eder. Bu ise, daimi nikâhla örtüştüğü gibi ayetin inişine konu olan, kocanın Müslüman olmasından sonra nikâhın tutulmasına da delâlet eder.

Buna şu şekilde itiraz edilebilir: "Söz konusu ayet, kocanın Müslüman olması, karısının küfür üzere kalması problemi bağlamında inmiştir." Ancak bu itiraza kulak asmamak gerekir. Çünkü hiçbir zaman ayetin iniş sebebi, onun lafzının açıkça işaret ettiği anlamı sınırlandırmaz. Tefsirimizin 1. cildinde Bakara suresinin nesh konusunu içeren ayetini incelerken, Kur'ân geleneğinde ve aslı itibariyle nesh olgusunu tahsis kılma gibi terminolojide belirtilmeyen nesh eylemini de kapsadığını belirtmiştik.

Bazı rivayetlerde bu ayetin, "Müşrik kadınlarla evlenmeyin..." ayetiyle neshedildiği belirtilmiştir. Daha önce bu tür rivayetlerin problematiğine dikkat çekmiştik. Bu konuyla ilgili doyurucu bilgi için fıkıh kitaplarına baş vurulabilir.

Mâide Sûresi 4-5 ........................................................... 371

Tefsir-ul Ayyâşî'de, "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır..." ifadesiyle ilgili olarak Eban b. Abdurrahman'dan şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Kişinin İslâm'dan çıkması için yeterli olan en basit şey, hakka aykırı bildiği bir görüşü belirtmesi ve bu görüşte ayak diretmesidir. Nitekim yüce Allah, 'Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır.' buyurmuştur." İmam devamla şöyle buyurmuştur: Imanı inkâr eden kimse, Allah'ın emrettiği şekilde amel etmeyen ve ona razı olmayan kimsedir." [c.1, s.297, h:42]

Aynı eserde Muhammed b. Müslim, İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sa-dık'tan (a.s) birisinden şöyle rivayet eder: "Imanı inkâr etmek, sonunda bütünü terk edecek şekilde peyderpey amelleri işlememektir." [c.1, s.297, h:43]

Ben derim ki: Önceki açıklamalarımıza bakılırsa, bu tür rivayetlerin içerdikleri tefsirle ilgili özelliklerin açıklığa kavuşturulduğu net bir şekilde anlaşılır.

Aynı eserde, Ubeyd b. Zürare'den şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ayetinin ne anlama geldiğini sordum." Buyurdu ki: "Kişinin kendisinin de kabul edip inandığı ameli terk etmesi kastediliyor. Sözgelimi hastalık ve engelleyici bir mazeret olmaksızın namazı terk etmesi bunun bir örneğidir." [c.1, s.296, h:41]

Ben derim ki: Yüce Allah, "Allah sizin imanınızı zayi edecek degildir." (Bakara, 143) ayetinde, namazı iman olarak nitelendirmiştir. İmamın da özellikle namazı örnek göstermesi bu yüzden olabilir. Tefsir-ul Kummî'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "İman ettikten sonra şirk ehline itaat eden kimse, imanı inkâr etmiş olur."

el-Besâir adlı eserde, Ebu Hamza'nın şöyle dediği rivayet edilir: İmam Bâkır'dan (a.s), "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette kaybedenlerdendir." ayetinin anlamını

372 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

sordum. Buyurdu ki: "Bu ayetin, Kur'ân'ın batınî anlamı açısından açıklaması, 'Kim Ali'nin velayetini inkâr ederse...' şeklindedir. Çünkü Ali, somut imandır." [Besair-ud Derecat, s.77, h:5.]

Ben derim ki: Bu açıklama anlam itibariyle Kur'ân'ın zahirinin karşısında yer alan batınî yönünün yansımasıdır. Tefsirimizin 3. cildinde muhkem ve müteşabih kavramları üzerinde dururken, bu konuda ayrıntılı bilgiler sunduk.

İmamın bu değerlendirmesi bir uyarlama, soyut ve genel bir anlamın somut ve özel bir olguya tatbiki de olabilir. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.a), Hendek Savaşında Amr b. Abduved karşısında er meydanına çıkan Hz. Ali'yi (a.s), "İmanın tamamı küfrün tamamının karşısına çıktı." sözleriyle iman olarak nitelendirmiştir.1 Bu anlamı destekleyen başka rivayetler de vardır.



------

1- [Bihar-ul Envar, c.20, s.215, h:2]

17
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5



Mâide Sûresi 6-7 ....................................................... 373

6- Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin. Eğer cünüp iseniz, temizlenin. Hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukur yerden (tuvaletten) gelirse yahut da kadınlara dokunursanız (onlarla cinsel ilişkide bulunursanız), (bu hâlde) su bulamadığınız takdirde, doğası üzere olan yeryüzüne yönelin. Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin (teyemmüm edin). Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki şükredersiniz.

7- Allah'ın size olan nimetini ve sizi kendisiyle bağladığı sözünü hatırlayın. Hani bir zaman, "işittik ve itaat ettik" demiştiniz. Allah'tan korkun. Çünkü Allah kalplerin içindekini bilir.

374 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Ayetlerin ilki, üç temizliğin hükmünü kapsıyor. Abdest, gusül ve teyemmüm yani. İkinci ayetse, ilkinin bütünleyicisi ya da içerdiği hükmün pekiştiricisi konumundadır. Aslında üç temizlik konusuyla ilgili başka bir ayet daha var: "Ey inananlar! Ne söylediginizi bilmeniz için sarhoşken namaza yaklaşmayın; yoldan geçici olmanız dışında, cünüp iken de yıkanıncaya (gusledinceye) kadar, (mescide) yaklaşmayın. Eger hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız (onlarla cinsel ilişkide bulunmuşsanız), su bulamadıgınız takdirde dogası üzere olan yeryüzüne yönelin ve onu yüzlerinize ve ellerinize sürün (teyemmüm edin). Allah şüphesiz, çok affedici ve bagışlayıcıdır." (Nisâ, 43)

Tefsirini sunduğumuz ayet ise, Nisâ suresinin konuyla ilgili ayetine oranla daha açık ve daha anlaşılırdır; hükmün yönlerini daha fazla kuşatıcıdır. Bu yüzden Nisâ suresinin ilgili ayetinin açıklamasını şu ana kadar erteledik ki, iki ayet arasında karşılaştırma yapınca anlaşılması kolay olsun.

"Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman" Ayetin orijinalinde geçen "kumtum" fiilinin mastarı olan "kıyâm" kelimesi, "ilâ" harf-i cerriyle geçişli kılındığı zaman, bazı zamanlar sözü edilen şeyin istendiğinden kinaye olur. Çünkü bu ikisi birbirinden ayrılmazlar, birbirlerini gerektirirler. Bir şeyi istemekle, ona yönelik hareket sergilemek birbirinden ayrı düşünülemez. Örneğin bir insanın oturduğu varsayılsın. Bu normal olarak hareketsizliğinin hâli ve durgunluğunun gereğidir. Öte taraftan istenilen şeyin de normal olarak kendisine doğru hareket edilmeyi ve yinelenmeyi gerektiren bir eylem olduğu varsayılırsa, bu durumda onu gerçekleştirmek genel olarak ondan taraf bir kıyamı, bir kalkışı gerektirir.

Dolayısıyla insanın hareketsizliği terk edip ameli algılamaya başlaması, fiili işlemeye kalkması demektir. Bu da istemenin ve iradenin ayrılmaz bir unsurudur. Şu ayet, bu ayetin bir örneği ko-

Mâide Sûresi 6-7 ......................................................... 375

numundadır: "Sen de içlerinde bulunup onlara namazı kıldırdıgın zaman." (Nisâ, 102) Yani, onlara namazı kıldırmak istediğin zaman. Bunun aksi örnekliğini de bir açıdan şu ayet oluşturmaktadır: "Eger bir eşinizi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklü miktarda mal (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şeyi geri almayın." (Nisâ, 20) Yani, bir eşi boşayıp, bir başkasıyla evlendiğiniz zaman. Burada bir fiili işleme isteği ve talebi, onu işlemenin yerinde kullanılmıştır.

Kİsacası, tefsirini sunduğumuz ayet, namaz kılmak için bazı organların yıkanmasının, bazılarının da meshedilmesinin, yani abdest alınmasının şart olduğunu vurguluyor. Şayet ayetin ifadesi her açıdan mutlak olsaydı, "Eger cünüp iseniz temizlenin (gusül edin)." ifadesini bir an için görmezlikten gelseydik, her namaz için bir abdest almanın şart olduğunu söyleyebilirdik. Ne var ki, yasa nitelikli hükümler içeren ayetlerin her açıdan mutlak olmaları pek az rastlanan bir durumdur.

Kaldı ki, "sizi tertemiz kılmak... istiyor" ifadesinin, ileride değineceğimiz gibi, bu şartın açıklayıcısı olması mümkündür [yani, amaç manevî temizliktir. Öyleyse alınan abdest bozulmadıkça, onunla namaz kılınabilir ve her namaz için bir abdest gerekemez]. Ayetin tefsiri bağlamında söyleyebileceklerimiz bundan ibarettir. Bundan ötesi, ki tefsir bilginleri uzun uzun söz etmişlerdir, fıkıh biliminin alanına girer; tefsirle ilgisi yoktur.

"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın." Ayette geçen "igsilû" fiilinin mastarı olan "gasl=yıkamak", bir şeyin üzerine su dökmek, üstünden su akıtmak demektir. Genellikle temizleme, kir ve pasağı giderme amacına yönelik olur. Yüz, bir şeyin sana bakan tarafına denir. Daha çok, insan gibi bir canlının başının ön kısmı, yani üzerinde göz, burun ve ağız gibi organların bulunduğu taraf için kullanılır. Bunun sınırı ise, karşılıklı konuşmalarda taraflar için belirgin bir şekilde görünen miktarda belirlenir.

Ehlibeyt İmamlarından (a.s)gelen rivayetlerde yüzün miktarı şu şekilde belirlenmiştir: Uzunluğu alnın üzerindeki saçlardan başlayıp

376 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

çenenin alt kısmına kadar devam eder. Eni ise, baş parmak, orta parmak veya şehadet parmağının çevreleyebileceği kadardır. Tefsircilerin ve fıkıhçıların çizdikleri başka çerçeveler de vardır.

Ayetin orijinalinde geçen "el-eydî" "yed"in çoğuludur ve "el" demektir. Tutma, bırakma ve yakalama gibi fiiller bu organla gerçekleştirilir. Omuzla parmak uçları arasında kalan kısma denir.

Organlar bağlamında daha çok insanın onunla ilintilendirdiği amaç esas alınır. Söz gelimi el organı denilince, tutma ve bırakma olguları akla gelir. Elin ilintili olduğu amaç, büyük ölçüde dirseklerden parmak uçlarına kadar olan kısmıyla gerçekleşir. Bu yüzden bu kısma da ayrıca el denir. Yine aynı gerekçeyle bilekten başlayıp parmak uçlarına kadar olan kısma da ayrıca el denir. Böylece el lafzı, organın bütünü ve parçaları arasında ortak veya buna benzer bir isim işlevini görmüş oluyor.

Bu ortaklık, anlamlardan sadece biri kastedildiğinde, buna ilişkin somut ve belirleyici bir karinenin zikredilmesini kaçınılmaz kılar. Bu yüzden yüce Allah, "ellerinizi" ifadesini "dirseklere kadar..." ifadesiyle kayıtlandırmıştır. Ki maksadın, dirseklerde son bulan elin yıkanması olduğu anlaşılsın. Sonra bu somut karine, bununla organın avucu da içeren kısmının kastedildiğini ortaya koyuyor. Nitekim hadisler de maksadın bu olduğunu göstermektedir. "Ila" harf-i cerrinin kullanıldığı yerlerde ifade ettiği anlam, hareketin sürekliliğini ifade eden bir fiilin sona erişidir. Fakat başına "ila" edatı gelen nesnenin öncesindeki ifadeye ilişkin hükmün kapsamına girip girmediği hususu edatın anlamının dışındadır. Dolayısıyla yıkama hükmünün dirsekleri de kapsaması "ila" edatına değil, hadislerin açıklamasına dayanır.

Bazıları, "Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nisâ, 2) ayetini örnek göstererek "ila" edatının "beraber" (mea) anlamında kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Bunu söylerken de, Peygamberimizin (s.a.a) abdest alırken dirseklerini de yıkamış olmasını dayanak olarak göstermişlerdir. Ama bu, Allah'ın sözü-

Mâide Sûresi 6-7 ......................................................... 377

nün tefsiri açısından oldukça cüretkâr bir değerlendirmedir. Çünkü bu hususta nakledilen hadisler ya Peygamberin fiilini aktarır, ki fiiller çok yönlü ve müphem olurlar, herhangi bir lafzın anlamı onlar aracılığıyla belirlenemez; nerede kaldı ki lafzın anlamlarından biri sayılsın. Ya da bu husustaki hadisler bir hükmün açıklamasına ilişkin sözdür, ayetin tefsiri değildir.

Fakat dirseklerin yıkanmasının insanın fiili tam olarak yerine getirdiğinden emin olmasından dolayı gerekmiş olabildiği gibi, Peygamberimizin (s.a.a) de bir eklemesi olabilir. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.a) böyle bir yetkisi vardı ve sahih rivayetlerde belirtildiği gibi, günlük beş vakit namazla ilgili olarak bu yetkisini kullanmıştır. [Sahih rivayetlerde yer aldığına göre, namazlar iki rekât olarak farz kılınmıştır; ancak Peygamber (s.a.a) bazı eklemelerde bulunmuştur.]

"Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nisâ, 2) ayetine gelince, ekl=yeme fiili "ila" edatıyla geçişli kılındığından, katma ve benzeri bir anlam içerir. Yoksa "ila" edatı "mea=beraber" anlamında kullanılmamıştır.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki: "dirseklere kadar" ifadesi, "ellerinizi..." ifadesine ilişkin bir kayıttır. Dolayısıyla dirseklerle ilintili yıkama mutlak olur, bir sınırla kayıtlı olmaz. Bu bakımdan yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına doğru devam etmek mümkündür. Nitekim abdest dışındaki hâllerde insanlar ellerini doğal olarak bu şekilde yıkarlar. Ya da parmaklardan başlanıp dirseklere kadar devam edilir. Fakat Ehlibeyt Imamlarından (hepsine selam olsun) nakledilen hadislerden, yıkamanın birinci şekilde olması gerektiği anlaşılıyor; ikinci şekilde olması değil.

Böylece ileri sürülebilecek, cümlenin "dirseklere kadar..." ifadesiyle kayıtlı olması gösteriyor ki, yıkamaya parmak uçlarından başlayıp, dirseklere doğru devam edip tamamlamak gerekir, şeklindeki değerlendirmeler de kendiliğinden çürümüş oluyor. Şöyle ki bu problem, "ilel merafik=dirseklere kadar..." sözünün "feğsilû=yıkayın..." sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt

378 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

"feğsilû=yıkayın..." sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt olarak algılanmasından ileri gelmektedir. Oysa, bu ifadenin "eydîkum=elleriniz..." ifadesine [yani hükmün konusuna] ilişkin bir kayıt olduğunu belirtmiştik. Bunun böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü "el", belirleyici somut bir karineyi gerektiren ortak bir isimdir. Hem "eller", hem de "yıkayın"a yönelik bir kayıt olmasının da bir anlamı yoktur.

Kaldı ki, Mecma-ul Beyan tefsirinde belirtildiği gibi, İslâm ümmeti, abdest alırken ellerini yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına doğru devam eden kimsenin abdestinin sahih olduğu noktasında görüş birliği içindedir. Bunun nedeni ise ancak ayetin lafzı bu ihtimali içeriyor olmasıdır ve yine "dirseklere kadar" sözünün "yıkamaya" değil, "ellere" ilişkin bir kayıt oluşundan kaynaklanıyor.

"Başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin." Meshetme, elin ya da dokunan herhangi bir organın bir şeye doğrudan dokundurularak üzerinden geçirilmesi demektir. Araplar bu anlamda, "Mesehtu'ş şey'e" ve "Mesehtu biş-şey'i" derler. Bu fiil, kendisiyle geçişli kılındığı zaman kapsama anlamını ifade eder [yani o şeyin hepsini meshettim]. "Ba" harf-i cerriyle geçişli kılındığında, kapsama ve kuşatma anlamını içermeden nesnenin bir kısmının meshedildiğine delâlet eder.

Bu bakımdan, "vemsehû biruûsikum=başlarınızı meshedin" ifadesi, cümle içinde başın bir kısmının meshedilmesini ifade eder. Kastedilen kısmın başın hangi tarafı olduğu hususu ise, ayetin anlamsal maksadının dışındadır. Bunun açıklaması sünnetin alanına girer. Sahih rivayete göre de başın alın tarafının, perçemin kastedildiği anlaşılıyor.

"ve... ayaklarınızı..." ifadesinin orijinali "ve erculikum" şeklinde okunmuştur. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak "ruûsikum=başlarınız" ifadesine matuftur. Bazıları, mecrur oluşun, tıpkı "ve cealna minel mâi kulle şeyin hayyin=Her canlı şeyi sudan yarattık." (Enbiyâ, 30) ayetinde olduğu gibi tâbi oluştan kaynaklanan bir durum olduğunu

Mâide Sûresi 6-7 .......................................................... 379

söylemişlerdir. [Aslına bakılırsa "hayyen" denilmesi gerekirken, "hayyin" denilmesi, "şey'in" kelimesine tebaiyetten kaynaklanmıştır.] Bu yanlıştır. Çünkü tâbi kılma söz sanatı açısından itibar edilmeyen, seviyesiz bir uygulamadır. Allah'ın sözünün böyle bir kullanımla yorumlanması ihtimal dışıdır. "Her canlı şey" ifadesinin orijinalindeki "cealna" kelimesi, "kıldık" anlamında değildir, yaratma anlamına gelir. [Buna göre "hayyin" kelimesi, "şey'in" kelimesinin sıfatıdır.] Burada tâbi kılmaya ilişkin bir belirti söz konusu değildir.

Kaldı ki, söylendiği gibi "tâbi kılma" ancak tâbi olanla tâbi olunanın bitişik oldukları durumlarda söz konusu olabilir. Örneğin, Araplar "Kertenkelenin harap yuvası" anlamında "hucru dabbin haribin" derler. Burada "haribin" kelimesi, öncekine tâbi oluşu itibariyle mecrur kılınmıştır [aslında "hucrun" kelimesinin vasfı olduğu için merfu, yani "ha-ribun" okunması gerekirdi]. Bu kural, üzerinde durduğumuz ayet hakkında geçerli değildir.

Ayetin orijinali "ve erculekum" şeklinde de okunmuştur. Şayet zihnini bütün ön yargılardan arındırıp cümleyi öyle okursan, hiç duraklamadan kesinlikle "erculekum=ayaklarınız" kelimesinin "ruûsikum =başınız" ifadesinin takdirî harekesine -ki nasbtır [çünkü gerçekte mes-hedin fiilinin mefulüdür]- matuf olup mansup olduğuna karar verirsin ve ifadenin akışından yüzün ve ellerin yıkanmasının, başın ve ayakların da meshedilmesinin gerektiğini anlarsın. "Erculekum=ayaklarınız" ifadesini, ayetin başındaki "vucûhekum=yüzünüz" ifadesine atfetmek aklına bile gelmez.

Çünkü, ayetin girişindeki, "yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" hükmü başka bir hükmün, yani "başlarınızın bir kısmını... meshedin" hükmünün başlamasıyla bitmiş ve kesilmiştir. Sağlam fıtrat, belâgatlı bir ifadeyi böyle bir kullanıma yorumlamayı kabul etmez; yüce Allah'ın kelâmı açısından hiçbir şekilde düşünülmez. Beliğ bir konuşma yapan bir insan, ["Zeyd'in yüzünü, başını ve ellerini öptüm ve omuzlarına elimi çektim" ifadesini anlatmak isterken] nasıl "kabbeltu veche zeydin ve re'sehu ve mesahtu bi kitfihi ve yedehu" der yani "yedehu" ifadesini mensup okuyarak

380 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

"veche" ifadesine atfedebilir [yani şöyle diyebilir: Zeyd'in yüzünü ve başını öptüm ve omuzlarına elimi çektim ve ellerini öptüm]. Oysa, bir hüküm sona ermiş, diğer bir hüküm araya girmiştir ve "yedehu=elini" ifadesinin onun bitişinde olan mecrur ismin mahalline atfedilip mecrur kılınması câizdir. Özellikle üstelik Arapların konuşmalarında da bunun örnekleri çoktur. Durum böyleyken beliğ bir konuşmacının böyle yapması, edebî sanatlara aykırı basit bir konuşma olur.

Ehlibeyt İmamlarından (a.s) gelen rivayetler bu yöndedir. Ehlisünnet kanallarından gelen rivayetlerse, ayetin lafzını tefsir etme özelliğine sahip olmayıp, Peygamberimizin (s.a.a) fiilini ve bazı sahabelerin fetvasını anlatma esasına dayanmaktadırlar. Bu arada kendi aralarında da ihtilaf vardır. Bu rivayetlerin bir kısmı ayakların meshedilmesini zorunlu görürken, bir kısmı da yıkanmasını zorunlu görmektedir.

Ehlisünnet âlimlerinin çoğunluğu, ayakların yıkanmasına ilişkin rivayetleri, onların meshedilmesine ilişkin rivayetlere tercih etmişlerdir. Bu konuda onlarla tartışacak değiliz. Çünkü konu fıkıh bilimini ilgilendirir, tefsir biliminin ilgi alanının dışındadır.

Bununla beraber, Ehlisünnet âlimleri ayeti fıkhî görüşlerine uyarlayan bir yaklaşım içindedirler ve bu konuda farklı yorumlar ileri sürmüşlerdir. Fakat bunların hiçbiri için ayetten kanıt edinmek mümkün değildir. Ancak ayetin ifadesinin belâgat sanatının doruklarından, sıradan zevksiz, karışık bir konuşmanın diplerine indirgeme başka.

Bazıları demişlerdir ki: Nasb kıraatine göre "erculekum=ayakları-nız..." kelimesi "vucûhekum=yüzleriniz" kelimesine matuftur. Cerr kıraatinde ise, tâbi oluşa yorumlanır. Ama biz daha önce, insan öz doğasıyla örtüşen bir beliğ konuşmanın böyle bir ihtimali içermediğini belirtmiştik.

Bazıları: Cerr kıraatini yorumlarken bunun anlamsal değil, lafzî bir atıf örneği olduğunu söylemişlerdir. "alleftuha tbnen ve mâen barî-den=deveyi samanla yemledim ve soğuk suyla" ifadesinde ol-

Mâide Sûresi 6-7 .............................................................. 381

duğu gibi. ["Mâen bariden=soğuk suyla" ifadesi, anlam açısından "tbnen=saman" ifadesine matuf değildir. Bundan bir fiil takdir edilir. Örneğin "sakey-tuha", yani suvardım soğuk suyla gibi. Ayet de bunun bir örneğidir. Yani "erculikum" şeklinde okunsa bile, bu meshin gerekliliğine kanıt oluşturmaz, lafzî açıdan "biruûsikum" yerine matuf olsa bile anlam açısından "erculekum" yerine matuftur ve yıkamanın zorunluluğunu ifade eder!!!]

Bu görüşle ilgili değerlendirmemiz şudur: Bu yaklaşımın dayanağı, atfın durumuna ilişkin iraba uygun bir amelde bulunan bir fiilin takdir edilmesidir. Buna örnek olarak sunulan şiir kanıt oluşturur. Ayetle ilgili olarak takdir edilen bu fiil ya "yıkayın" olacak ve o da harfi cerle değil, bizzat geçişli fiildir ya da başka bir fiil olacaktır. Bu ise ifadenin zahirine aykırıdır ve lafız açısından buna ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Öte yandan örnek olarak sunulan şiir ise ya aklî mecaz dediğimiz türe girer ya da "alleftu" fiilinin "verdim", "doyurdum" vb. anlamları içermesi şeklinde gerçekleşen kullanımlardır. Kaldı ki, bu tür kullanımları içeren şiirler açısından normal bir fiilin takdiri şeklinde bir uygulamaya baş vurulmazsa, anlamı bozuk ve fasit kabul edilir. Şu hâlde, bu tür kullanımlar için düzeltici, normalleştirici ifadelerin takdir edilmesine ihtiyaç vardır.

Fakat ayetin, lafzî açıdan zorunlu ve bilinen böyle bir takdire ihtiyacı yoktur. Ayakları yıkamanın zorunluluğu anlayışından hareketle, "erculi-kum=ayaklar" ifadesinin mecrur oluşuyla ilgili olarak şu iddiayı ileri sürenler de olmuştur: Evet atıf önceki kelimeyle ilintilidir, ancak meshetme yıkamanın hafif şeklidir. Yani meshetme de bir bakıma yıkamadır. Dolayısıyla ayakların meshedilmesi ifadesiyle onların yıkanmalarının kastedilmiş olmasını önleyecek hiçbir engel söz konusu değildir. Bunu destekleyen bir unsur da ifadede yer alan sınırlandırma ve vakitlendirmedir. Bu ise, yıkanan organ, yani yüz için söz konusudur. Meshedilen organ açısından böyle bir duruma rastlanmıyor. "Ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı..."

ifadesiyle meshetmeyle ilgili sınırlandırma kalkınca, bunun da yıkama hükmüne tâbi olduğu anlaşılmış oluyor. Çünkü sınırlandır-

382 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ma açısından yıkama olgusuna daha uygundur. Aslında bu, konuya ilişkin yorumların en seviyesizidir. Çünkü meshetme yıkamadan ayrıdır ve bu iki eylem arasında birbirini gerektirme gibi bir zorunluluk yoktur. Kaldı ki, başın değil de ayakların meshedilmesini yıkama şeklinde yorumlamak, dayanaksız bir tercihtir. Bu iddiayı ileri sürenlere sormak lazım: Kitap ve sünnette mutlak olarak meshetme şeklinde geçen bütün ifadeleri yıkama şeklinde, yıkama olarak geçen ifadeleri de meshetme şeklinde yorumlamanızı engelleyen nedir? Neden yıkamadan söz eden rivayetler meshetme ve meshetmeden söz eden rivayetler yıkama şeklinde algılanmıyor? Böylece bütün kanıtlar, açıklayıcıları olmaksızın mücmel kanıtlar olurlar.

İddia sahibinin görüşünü desteklemek için ortaya attığı şey, [bir lafzı diğer bir lafızla] kıyas yoluyla lafzı, bir anlama delâlet etmeye zorlamadır. Bu ise kıyasların en fasididir.

Bazıları da şöyle demişlerdir: "Yüce Allah, abdest bağlamında ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir. Teyemmümde yüzün tamamının toprakla meshedilmesini emrettiği gibi... Abdest alan kişi bu iki organı ile ilgili emredilenleri yapınca mesheden-yıkayan adını hakkeder. Çünkü bu iki organın yıkanması, üzerlerinden suyun geçirilmesi veya onların suya değdirilmesi demektir. Meshedilmeleri ise, elin veya el işlevini görebilecek başka bir organın üzerlerinden geçirilmesi demektir. Bir kimse söz konusu organlar açısından bu fiili gerçekleştirince, o kimse yıkayan- meshedendir. Dolayısıyla, 'ercule-kum' şeklinde okunduğu zaman, bu iki organın yıkanmasının zorunluluğu esas alınmış olur. 'Erculikum' şeklinde okunduğu zaman da, kişinin su ile organlarını yıkamak suretiyle meshettiği anlamı esas alınmış olur." (Bu görüş özet olarak bundan ibaretti.)1

Anlamıyorum: Ayette başın meshedilmesi ile yıkanmadan meshedilmelerinin, buna karşın ayakların meshedilmesiyle, onla-

-------

1- [el-Menar Tefsiri, c.6, s.229]

Mâide Sûresi 6-7 ............................................................. 383

rın yıkanarak meshedilmelerinin kastedildiği sonucuna nasıl varılıyor? Bu da önceki iddia gibidir, hatta bozukluğu ondan daha fazladır! Dolayısıyla buna karşı söyleyeceklerimiz öncekinin aynısıdır. Bu görüşle ilgili olarak söylenebilecek önceki tutarsızlıklara, "Yüce Allah abdest bağlamında iki ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir." diye tutarsız sözünü de eklemek gerekir. Bu söz onun aleyhine olmak üzere problemi daha da derinleştiriyor.

Çünkü burada abdesti teyemmümle kıyaslamıştır. Eğer bununla bir hükmün başka bir hükme, yani kendince sabit olan rivayetlere kıyaslamayı amaçlıyorsa, ayetin bu hususa delâlet ettiğine kanıt oluşturacak hangi rivayet vardır acaba? Rivayetler nasıl bu hususa delâlet ediyorlar? Bilindiği gibi, rivayetlerin hedefi ayetin lafzını açıklamak değildir. Eğer abdestle ilgili, "Başınızı ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin." ifadesinin, teyemmümle ilgili, "Onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin." ifadesiyle kıyaslamayı amaçlıyorsa, bu hem kıyaslanan, hem de kıyaslanılan şey açısından olumsuzdur. Yüce Allah, her iki konuyu da, "ba" harf-i cerriyle geçişli kılan meshetme fiiliyle ifade etmiştir. Daha önce "ba" harfiyle geçişli yapılan meshin, dil açısından meshedilen şeyin kapsanmasını ifade etmediğini belirtmiştik. Buna ancak kendiliğinden geçişli meshin delâlet ettiğini vurgulamıştık.

Bu ve benzeri yorumlar, rivayetlerin korunması için ayeti zahirinin aksine yorumlama temelinden hareketle, kaçınılmaz olan kitaba muhalefet durumundan sıyırmak için baş vurulan zorlamalardan başka bir anlam ifade etmezler. Eğer ayetin zahirinin aksine yorumlamak suretiyle bir rivayetin anlamını ayete dayatmamız caiz olsaydı, Kur'ân'a muhalefetten hiçbir örnekten söz edilemezdi. Abdest bağlamında ayakların yıkanmasının zorunlu olduğuna inananların Enes ve Şa'bi gibi bazı selef kuşağı âlimleri gibi görüşler ileri sürmeleri daha uygun olurdu. Onlardan nakledilen görüş şudur: "Cebrail, ayakların meshedilmesine ilişkin hüküm indirdi.

Ancak sünnet yıkanmasını öngördü." Bunun anlamı kitabın

384 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

(Kur'ân'ın) sünnet tarafından neshedilmesidir. Bu durumda mesele, tefsir biliminin sınırlarını aşıp, metodoloji biliminin kapsamına taşınmış olur: Sünnetin Kitabı neshetmesi caiz midir, değil midir? Bu konuda araştırma yapmak usulcünün görevidir, müfessirin değil. Müfessirin, "Falan rivayet kitaba muhaliftir" sözü müfessir olması açısından, ancak şunu açıklamak içindir ki bu haber, maksadın ortaya çıkarılmasında esas alınan kitabın zahirinin delâlet ettiği anlamla örtüşmüyor. Yoksa fıkıh bilgininin görevi olan şer'î bir hükme fetva vermek değildir.

"üzerindeki çıkıntıya kadar" ifadesinin orijinalinde geçen "kaab", ayağın arkasında bir çıkıntı biçiminde beliren kemiğe verilen addır. Bazılarına göre topuk, ayakla bacağı birbirinden ayıran eklem bölgesinde belirgin olarak fark edilen kemiğin adıdır ki her bir ayağın eklem bölgesinde iki çıkıntı olur.

"Eğer cünüp iseniz, temizlenin." Ayetin orijinalinde geçen "cünüb" kelimesi aslında mastardır, ancak daha çok ism-i fail anlamın- da kullanılır. Bu yüzden [mastar oluşundan dolayı] müzekker, müennes, müfret vs. açısından fark etmez. Araplar, "reculun cunub=cünüp erkek, imreetun cunub=cünüp kadın, reculani ev imreetani cunub=cü-nüp iki erkek veya kadın, ricalun ev nİsaun cunub=cünüp erkekler ve kadınlar" der ve hepsinde hep "cünüp" sözcüğünü kullanırlar. Mastar anlamını ifade etmek içinse, özel olarak "cenabet" kelimesi kullanılır.

"Ve in kuntum cunuben fettehherû=Eğer cünüp iseniz, temizlenin." cümlesi, "feğsilû vucûhekum=yüzünüzü yıkayın" ifadesine matuftur. Çünkü ayet, namaz kılmak için temizlenmenin şart olduğunu açıklama amacına yöneliktir. Bu açıdan ayetin açılımı şöyledir: "Ve te-tahharû in kuntum cunuben=temizlenin eğer cünüpseniz." Böylece, ab-dest açısından karşıt şartın takdirine dönük olur. Yani: Şayet cünüp de-ğilseniz, yüzünüzü ve ellerinizi yıkayın. Başınızı ve ayaklarınızı meshedin. Eğer cünüpseniz, tam olarak temizlenin. Buradan şu sonucu çıkarıyoruz: Abdest alma, ancak cünüp olmama durumunda yasalaştırılmıştır. Cünüpken sadece

Mâide Sûresi 6-7 ............................................................ 385

gusül abdesti alınmalıdır. Nitekim rivayetler de buna delâlet etmektedir.

Bu hüküm aynen Nisâ suresinin ilgili ayetinde de açıklanmıştır: "Yoldan geçici olmanız dışında, cünüp iken de yıkanıncaya kadar..." (Nisâ, 43) Ancak tefsirini sunduğumuz ayet, Nisâ suresinin ilgili ayetinden farklı olarak "yıkanmayı" temizlenme olarak nitelendiriyor. Bununla, yıkama ile sağlanan temizlikten farklı bir temizlik kastediliyor. Çünkü bu, yani temizlik sonuçtur. Bu ise, fiilin yani yıkamanın kendisidir; "tatahhur=temizlenme" olarak isimlendirilmiştir. Bedenin kirlerinin su ile yıkanmasının "nezafet" olarak isimlendirildiği gibi.

Buradan hareketle, bazı rivayetlerde işaret edilen bir hususu algılıyoruz: "Üzerinden su akan şey temizdir." "Hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukur yerden gelirse yahut da kadınlara dokunursanız, su bulamadığınız takdirde... yönelin." Bu ifadeyle, organlarını yıkamak veya yıkanmak için su bulamayan kimseyle ilgili hükmün açıklamasına geçiliyor. Ayetin akışı içinde sayılan ve alternatif durumlar olarak işaret edilen hususlar, gerçek anlamda birbirlerinin alternatifi değildirler. Söz gelimi hastalık ve yolculuk bizzat gusül ve abdest yoluyla temizlenmeyi gerektiren bir kirliliğe, pislenmeye yol açmazlar. Tam tersine, bu gibi durumlarda kişi açısından küçük veya büyük hades hasıl olmuşsa, abdest ya da gusül yoluyla temizlenmeyi gerektirirler.

Şu hâlde ayette sayılan şıkların son ikisi [tuvaletten gelmek ve kadınlarla cinsel ilişkide bulunmak], ilk ikisinin alternatifi değildir. Aksine ilk iki şıkkın her biri, son ikisine de bölünebilir gibidirler. Bu nedenle bazıları, "yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesinin orijinalin başındaki "ev" edatını "vav" şeklinde algılamışlardır, ki biz buna ileride değineceğiz. Kaldı ki, mazeret sırf hastalık ve yolculukla sınırlı olmaz; başka durumlarda da söz konusu olabilir. Fakat yüce Allah, genellikle su bulmama durumuyla sıkça karşılaşılabilen hastalık ve yolculuktan söz etmiştir. Sonra tuvaletten

386 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

gelmekten ve kadınlara dokunmaktan bahsetmiştir. Bu ikisi açısından suyun bulunmayışı tesadüfîdir. Ilkinin aksi olabilecek diğer bir açıdan bakacak olursak, hastalık ve yolculuğa maruz kalmak, insanın doğal bünyesi açısından, tesadüfidir. Tuvaletten gelme ve kadınlara dokunma ise öyle değildirler. Bu ikisi de doğal ihtiyaçlardır. Biri abdest almakla giderilebilen küçük hadesi, diğeri de gusül almakla giderilebilen büyük hadesi gerektirir.

Dolayısıyla ayette işaret edilen bu dört durumun bir kısmı tesadüfen, bir kısmı da doğası gereği insanın karşısına çıkarlar. Bunlarla ilgili olarak bazen genellikle su bulunmayabilir. Hastalık ve yolculukta örneğin. Bazen de tesadüfen su olmaz. Helâya gitme ya da cinsel birleşme durumlarında örneğin. Eğer böyle durumlarda su da bulunmuyorsa, teyemmüm hükmü devreye girer.

Buna göre su bulamamak, suyu kullanma imkânından yoksun olmaktan kinayedir. Bu şekilde kinayeli bir ifadeye baş vurulmuştur. Çünkü kullanma imkânından yoksun bulunma, genellikle suyun bulunmamasına dayanır. Buna göre bulamamak, hastalık da dâhil olmak üzere sözü edilen bu dört hususun tümü için bir kayıt konumundadır.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan sırayla şu hususlar belirginleşiyor:

Birincisi: "Hasta... iseniz" ifadesinde işaret edilen hastalıktan maksat, insanın su kullanmakta zorlandığı ve suyun zarar verdiği hastalıktır. Bunu, "su bulamadıgınız takdirde" kaydından anlıyoruz. Ayetin akışından da bunu algılamak mümkündür.

İkincisi: "veya yolculukta iseniz" ifadesi, başlı başına bir olgudur ve insan tesadüfen böyle bir durumla karşılaşır. Genellikle de su bulunmaz böyle durumlarda. "yahut sizden birisi... gelirse" ifadesiyle de kayıtlı değildir; "feğsilû=yıkayın..." ifadesine matuftur. Bu durumda ifadeyle ilgili olarak şöyle bir açılım elde ediyoruz: "Yolcu iseniz, namaza kalkmak istediğinizde, su bulamadıysanız teyemmüm edin." Şu hâlde bu varsayımın mutlaklığı ve iki hadesten birini gerektirmek gibi bir kayda bağlı olmayışı, atfedil-

Mâide Sûresi 6-7 ........................................................... 387

diği ifadeyi yani, "Namaza durmak istediginiz zaman... yıkayın..." ayetini çağrıştırmaktadır. Başta kayda gerek görülmediği gibi, atıf esnasında da kayda gerek görülmemiştir.

Üçüncüsü: "Yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesi de bağımsız ayrı bir durum içermektedir. Ama bazılarının iddia ettiği gibi başındaki "ev" edatı "Onu yüz bin insana ya da daha fazla olanlara elçi gönderdik." (Sâffât, 147) ayetinde olduğu gibi "vav" anlamında değildir. Çünkü buna gerek olmadığını açıklamıştık.

Kaldı ki, örnek olarak gösterilen ayette geçen "ev" edatı, ancak gerçek anlamında kullanılmıştır. Ifadedeki ihtimallilik, doğal olarak karşılaşılan bir durumdur. Konuşmacının bilmeyişinden kaynaklanan bir tereddüt söz konusu değildir. Nitekim bu yorum, Kur'ân-ı Kerim'de geçen dilek ve temenni gibi hususlarla ilgili olarak da söz konusudur. "Umulur ki, korunasınız..." (Bakara, 21) "Keşke bunu bilselerdi." (Bakara, 102) ayetlerinde olduğu gibi. Dolayısıyla bu cümlenin durumu, atıf açısından önceki cümleye benzer. Bu bakımdan cümlenin açılımı şöyledir: Namaza kalkmak istediğinizde, sizden biriniz tuvaletten gelir ve su da bulamamışsanız, teyemmüm edin.

Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak pek de uzak bir ihtimal değildir: Kişi temiz olur ve küçük abdestsizliği gerektirici bir durum söz konusu değilse, teyemmüm veya abdesti yenilemesi bir zorunluluk değildir. Mefhum-i şartın bu anlamı ifade ettiğini kabullenirsek tabi.1 Temiz olan kimsenin temizlenmesinin bir zorunluluk olmadığına ilişkin rivayetler de bu çıkarsamayı destekler niteliktedir.

"Yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesinin orijinali, göz kamaştırıcı bir edep örneğini oluşturmaktadır. Ayet üzerinde

-------

1- [Fıkıh usûlü bilgisine göre, hükmü şart edatlarından biri ile belirli bir şarta bağlanmış nassın, bu şartın bulunmadığı durumlarda o hükmün geçerli olmadığına delâlet etmesine "mefhum-uş şart" denir. Mesela, "Sana karşı saygılı davranılırsa, sen de saygılı davran." cümlesinde saygılı davranma hükmü, şart kalkınca kalkar ve geçerli sayılmaz.]

388 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

düşünen herkes bunu belirgin bir şekilde fark eder. Çünkü maksat, "ğait"ten gelme şeklinde kinayeli olarak ifade edilmiştir. Ğait ise, basık ve çukur yer demektir. Araplar, ihtiyaçlarını gidermek için çukur yerlere giderlerdi. Böylece bir edep tavrı olarak ihtiyaçlarını giderirken başka insanların bu hâlde kendilerini de görmelerini engellemiş olurlardı. Günümüzde "ğait" kelimesinin bilinen anlamında kullanılması ayağa düşmüş, yaygınlık kazanmış kinayeli ifadelerin bir örneğini oluşturmaktadır. Aynı durum "azere" kelimesi için de geçerlidir. Bu kelimenin asıl anlamı, kapı eşiğidir.

Cevherî'nin "es-Sihah" adlı eserinde belirttiğine göre, Araplar evin içinde biriken şeyleri buradan boşalttıkları için bu ismi vermişlerdir. Dikkat edilirse ayette "çukur yerden geldiyseniz" denilmiyor. Çün-kü burada asıl olan nispet edilen şeyin belirginleştirilmesidir. Yine "Sizin biriniz tuvaletten gelirse" şeklinde bir ifade de kullanılmamıştır. Çünkü böyle bir izafede az da olsa belirginleştirme söz konusudur. Aksine iyice müphemleştiren bir ifade söz konusudur.

"yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" denilerek ifadenin edep yönü gözetilmiştir.

Dördüncüsü: "yahut da kadınlara dokunursanız" ifadesi, önceki ifade gibi varsayılan şıklardan bağımsız birini içermektedir.

Atıf ve anlam açısından önceki ifadenin içeriğinin hükmüne tâbidir. Bu, cinsel birleşmeden kinayedir. Edebi gözetmek ve insan doğasının sarih bir dille ifade etmekten çekindiği olguları açık, müstehcen bir şekilde ifade etmekten kaçınma amaçlı kullanılmıştır. Eğer desen ki: Şayet söylediğiniz gibiyse, önceki ifadede olduğu gibi, "Eger cünüp iseniz..." şeklinde bir ifade kullanılsaydı, daha fazla titizlik gösterilmiş ve edep yönü gözetilmiş olurdu.

Buna vereceğimiz cevap şudur: Evet ama, ifadede gözetilen bir nokta yok olurdu o zaman. O da ifadenin, söz konusu eylemin insan doğasının bir gereği olduğuna delâlet ediyor olmasıdır. Ki biz daha önce bu nokta üzerinde durduk. "Cenabet" kelimesi, bu ince-

Mâide Sûresi 6-7 ............................................................. 389 liği ifade etmekten yoksundur.

Böylece bazılarına nispet edilen, "Burada kastedilen, doğrudan doğruya kadınlara gerçekten dokunmadır. Yani cinsel birleşmeden kinaye değil de açık bir anlatım söz konusudur." şeklindeki yorumun yanlışlığı da ortaya çıkıyor. Bu yorumun yanlışlığı öncelikle şundan anlaşılıyor ki, ayetin akışıyla bağdaşmıyor. Ancak kinayeli bir anlatım olarak ele alındığında ayetle bağdaşması mümkün olabiliyor.

Çünkü yüce Allah söze, normal hâllerde yani, suyun bulunduğu durumlarda küçük hadesin abdestle, büyük hadesin yani, cenabetin de gusülle giderilmesine ilişkin hükümle başlıyor. Sonra sözün akışı, normal olmayan duruma doğru yöneliyor. Suyun bulunmadığı durum yani. Bununla ilgili olarak da abdeste alternatif olan başka bir duruma, yani teyemmüme işaret ediliyor. Dolayısıyla gusle alternatif olan bir başka duruma da işaret edilmesi doğaldı, uygundu. Çünkü gusül abdestle bağlantılı bir eylemdir.

Nitekim bu eylemle örtüşebilecek bir duruma da işaret edilmiştir. O da "yahut da kadınlara dokunursanız" ifadesidir; ama kinayeli olarak. Şu hâlde bununla kastedilen, kaçınılmaz olarak cinsel birleşmedir. Yoksa iki ayrılmaz durumlardan biri olan abdesti özel olarak ele alıp hükmünü açıklayıp diğerini yani guslü görmezlikten gelmenin anlamı yoktur.

Beşincisi: Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan, ayetin anlamı ile ilgili olarak üzerinde durulan aşağıdaki problemlerin yersizliği, dayanıksızlığı ortaya çıkıyor:

1- Ayette "hastalıktan" ve "yolculuktan" söz edilmesi söz gelişi ve gereksizdir. Çünkü bu ikisinin teyemmümü gerektirmeleri ancak son iki şıktan yani, tuvalete gitme ve cinsel ilişkide bulunma hâllerinden birinin meydana gelmiş olmasına bağlıdır. Kaldı ki tuvalete gitme ve cinsel ilişkide bulunma, hastalık veya yolculuk durumu söz konusu olmasa da teyemmümü gerektirirler. Dolayısıyla son iki şıkkın zikredilmesi, ilk ikisinin zikredilmesine ihtiyaç bırakmıyor.

Buna verilecek cevap şudur: Daha önce de işaret ettiğimiz gibi,

390 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ayette son iki şık, ilk iki şıktan biriyle ilintilendirilmek amacıyla zikredilmiş değildirler. Aksine dört şıktan her biri kendi başına ve kendine özgü bir amaçla ilintili olarak zikredilmiştir. Ayetin akışı içinde bunların herhangi birini hazfedecek olursak, söz konusu amaç da gerçekleşmemiş olur.

2- Bir diğer iddia da şudur: Ikinci şık, yani; "veya yolculukta iseniz" ifadesi fazlalıktan zikredilmiştir. Önceki problemle ilgili kanıt, bunun için de geçerlidir. Bir farkla, şöyle ki: Hastalık bir mazeretle olması hasebiyle alternatif çözümü gerektirir. Mazeret, var olan suyu kullanamamaktır, suyun bulunmaması değil. Dolayısıyla ayetin akışı içinde bu durumun değerlendirilmesi gerekirdi. Son iki şıkkın su bulamama durumuyla birlikte zikredilmiş olması, buna ilişkin açıklamaya olan ihtiyacı ortadan kaldırmıyor. Sonuç olarak sadece yolculuktan söz edilmiş olması, bir fazlalıktır; bir tekrardır. Bizim cevabımız şudur: Daha önce de belirttiğimiz gibi, ayette geçen su bulamama, suyu kullanamamaktan kinayedir ve bu durum, suyu bulmaktan veya bulamamaktan daha geneldir.

3- Bir iddiaya göre, "su bulamadıgınız takdirde" ifadesi, sayılan şıkların tümüne gerek bırakmayacak açıklığa sahiptir. Eğer "Hasta veya... iseniz..." ifadesi yerine, sadece "su bulamadığınız" ifadesi kullanılsaydı, daha kİsa ve daha vurgulayıcı olurdu. Bunu şu şekilde cevaplandırırız: Bu durumda, daha önce işaret ettiğimiz tüm noktalar göz ardı edilmiş olurdu.

4- Bazılarına göre, "Eğer suya güç yetiremiyorsanız." denilseydi veya aynı anlama gelebilecek başka bir ifade kullanılsaydı daha iyi olurdu. Çünkü böyle bir ifade, başka insanların mazeretini kapsadığı gibi hastaların da mazeretini kapsayıcı olurdu.

Buna karşılık biz diyoruz ki: Bu söylediğiniz husus kinaye yoluyla ifade edilmiştir. Kinayeli ifadelerse daha etkili ve daha vurgulayıcı olur. "Doğası üzere olan yeryüzüne yönelin, ondan yüzlerinizin ve ellerinizin bir kısmına meshedin." Ayetin orijinalinde geçen "teyemmemû"

Mâide Sûresi 6-7 ................................................................ 391

fiilinin mastarı olan "teyemmüm" kelimesi, yönelmek demektir. Ayetin asıl metninde geçen "saîd" ise, yerin yüzeyi anlamına gelir. Bu yerin "tayyib" olarak nitelendirilmesi -bir şeyin tayyib olması da, doğasının gerektirdiği hâl üzere olması demektir- normal toprak ve taş gibi aslî durumu üzere olmasının şart olduğuna işaret etme amacına yöneliktir. Pişirme, olgunlaştırma veya başka bir dönüştürme yöntemiyle topraktan elde edilen kireç, pudra, kiremit ve madenlere dönüşen topraklar bu kapsamın dışındadır. Yüce Allah, bir ayette şöyle buyurmuştur: "Güzel (tayyib) olan ülkenin bitkisi, Rabbi-nin izniyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz." (A'râf, 58) Teyemmümde kullanılan toprağın özellikleri olarak sünnetin öngördüğü hususların kaynağı işte budur.

Bazı müfessirler, "Ayette geçen 'tayyib' kelimesinden maksat temizliktir. Dolayısıyla burada toprağın temiz olması şart koşulmuştur." demişlerdir.

"Ondan yüzlerinizin ve ellerinizin bir kısmına meshedin." Burada görüyoruz ki, teyemmüm açısından meshedilmesi öngörülen organlarla, abdest açısından yıkanması istenen organlar aynıdır. Tam bir örtüşme var. Çünkü teyemmüm; gerçekte baş ve ayak meshi düşürülmüş, yüz ve dirseklere kadar ellerin yıkanması da meshetmeye dönüştürülmüş, hafifletici bir uygulama olarak su da toprakla değiştirilmiş abdestten başka bir şey değildir.

Bundan şunu anlıyoruz: Teyemmümde meshedilen iki organ abdestte yıkanan organlardır. Yüce Allah "ba" harf-i cerriyle geçişli kılınan meshetme fiilini [femsehu bi vucûhikum...] kullandığı için bu, teyemmüm ederken abdestte yıkanan iki organın bir kısmının meshedilmesi gerektiğini gösterir. Yüzün bir kısmı ve dirseklere kadar olan elin bir kısmı yani... Bu da Ehlibeyt Imamlarından aktarılan rivayetlerde, yüzden mesh edilmesi gereken kısmın iki şakak arası, ellerin de bilekten aşağı kısmı olduğuna ilişkin açıklamalarla örtüşmektedir.

Böylece bazı müfessirlerin, kastedilen elin, koltuk altlarından başlayan kısım olduğuna ilişkin izahlarının yanlış olduğunu

392 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

anlıyoruz. Yine diğer bazılarına göre de, teyemmümde mesh edilmesi gereken kısım, tıpkı abdestte olduğu gibi dirseklerden aşağısıdır, görüşünün yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Bu ise, "ba" harf-i cerriyle geçişli kılınan "meshetme" fiilinin ifade ettiği anlamla örtüşmüyor. Çünkü "ba" ile geçişli kılınan fiil, meshedenin meshedilenin bir kısmını meshetmesini ifade eder.

Ayetin orijinalinde geçen "minhu=ondan" kelimesinin başındaki "min" edatı, başlangıç ifade eder gibidir. Bununla, yüzün ve ellerin meshedilmesine topraktan başlanması kastedilmiştir. Hadisler bunu, iki elin toprağa vurulup yüz ve ellerin bir kısmına sürülmesi şeklinde açıklamıştır.

Bazı müfessirler demişlerdir ki: "Buradaki 'min' edatı, kastedilen şeyin bir kısmını içermeği ifade eder. Buna göre, toprağa vurulmasından sonra ellerde toz ve benzeri bir şey kalmalıdır, ki onunla yüz ve eller meshedilsin. Buradan şu sonuç çıkıyor: Teyemmüm için el vurulan toprak tozlu olmalıdır ve bu tozla yüz ve eller meshedilmelidir. Dolayısıyla yassı ve üzeri toz tutmayan taşlarla teyemmüm etmek doğru değildir."1

Allah doğrusunu daha iyi bilir; ancak ayetten daha önce vurguladığımız anlam anlaşılmaktadır. Şunu da söyleyelim ki, kendi görüşünün sonucu olarak vardığı hüküm, adı geçen müfessirin ihtimal verdiği görüşle sınırlı değildir.

"Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi tertemiz kılmak... istiyor." Ayetteki "ma yurîdu=istemi-yor" fiilinin mef'ulunun başına "min" edatının gelmiş olması, olumsuzluğu pekiştirmek içindir. Dolayısıyla dinî hükümler kapsamında olup da onunla güçlük çıkarılmak istenen herhangi bir hüküm yoktur. Bu yüzden cümle içinde olumsuzlama olgusu, güçlüğün kendisiyle değil de güçlük çıkarma isteğiyle ilintilendirilmiştir.

Iki türlü güçlük vardır. Bunlardan biri, hükmün gerekçesi ve, onunla hedeflenen maslahatla ilgilidir. Böyle bir durumda ortaya

------

1- [el-Menar, c.5, s.126]

18
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5


Mâide Sûresi 6-7 ............................................................ 393

çıkan hüküm, gerekçesine tâbi olması hasebiyle bizzat güçlük çıkarıcı olur. Zühd karakterinin yerleşmesi amacıyla birine besin maddelerinden zevk almasının yasaklanmasını buna örnek gösterebiliriz.

Böyle bir hüküm, ta baştan güçlük demektir. Bir diğer güçlük de rastlantİsal dış nedenler aracılığıyla herhangi hükümle ilintili olur. Böyle bir durumda hükmün bazı fertleri güçlük oluşturur. O zaman güçlük çıkan unsurlar açısından hüküm geçersiz olur, güçlük çıkmayan unsurlar açısından ise, geçerliliği devam eder. Kendisine zarar veren bir hastalığından dolayı, namazı ayakta kılmakta güçlük çeken bir insanı buna örnek gösterebiliriz. Bu durumda bu kimse için namazda kıyam hükmü düşer; buna güç yetirebilen başkaları için değil elbette.

Yüce Allah'ın, "Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor." ifadesinden sonra, "fakat sizi tertemiz kılmak... istiyor." ifadesine yer vermesi gösteriyor ki ayetin maksadı, gerçek ile ilintili güçlüğü olumsuzlamaktır. Yani Allah'ın sizin için koyduğu hükümler, güçlük çıkarmak amacıyla yasalaştırılan güçlük nitelikli hükümler değildir. Şöyle ki ayetten anlaşılan anlam şudur: Bu hükümleri koymada güttüğümüz amaç, sizi temizlemek ve nimeti tamamlamaktır. Bunlarsa gerçek ile ilintili olgulardır. Yoksa maksadımız sizi zorluğa koşmak, sizi sıkıntıya sokmak değildir. Bu nedenledir ki, suyun bulunamaması durumunda abdest ve guslün size ağır geleceğini gördüğümüz anda ab-dest ve gusül almanın zorunluluğu yerine, sizin yapabilirliğinizin kapsamında olan teyemmüm alma zorunluluğunu getirdik. Böylece belki şükredersiniz diye sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak için temizliğe ilişkin hüküm tümden kaldırılmadı.

"Fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki şükredesiniz." Daha önce açıklanan güçlük çıkarma isteğinin olumsuzlanmasının anlamının gereği, "sizi tertemiz kılmak... istiyor." ifadesinden maksat şu olmalıdır ki abdestin, guslün ve teyemmümün hükme bağlanması, sizin temizlenmeniz içindir. Çünkü bunlar temizleyici etkenlerdir. Hangisi olursa olsun,

394 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

bu temizlik kirden pislikten arınma demek değildir. Bilâkis, bu üç eylemden biriyle gerçekleşebilen manevî temizlik kastedilmiştir. Gerçekte namaz için şart olan da bu manevî arınmadır. Buradan hareketle şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Namaz kılan kişi, temizliğine halel getirecek bir davranışta bulunmamışsa, her namaz için ayrı olarak temizlenme ameliyesini gerçekleştirmekle [her namaz için ayrı bir abdest almakla] yükümlü değildir. Bu, ayetin giriş kısmındaki ifadenin mutlaklığıyla çelişmez. Çünkü yasa koyma, vacip olan bir uygulamadan çok daha geneldir [farzın yasalaştırılması gerektiği gibi müstehap bir amelin de yasalaştırılması gerekir].

"ve size olan nimetini tamamlamak istiyor." ifadesine gelince; daha önce "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Mâide, 3) ayetini incelerken nimetin ve tamamlanmasının ne anlama geldiğini açıkladık. Yine tefsirimizin dördüncü cildinde, "Şükredenleri ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i Imrân, 144) ayetini incelerken, "şükür" kavramının anlamını izah etmiştik. Şu hâlde tefsirini sunduğumuz bu ayette geçen nimet kavramı, din anlamında kullanılmıştır, ama bilgi ve hüküm nitelikli cüzleri olarak değil. Bilâkis bütün işlerde insanın kendini Allah'a teslim edişi anlamında kullanılmıştır. Bu da Allah'ın koyduğu hükümler aracılığıyla kulları üzerinde hükümran ve velayeti olması demektir. Bunun tamam-lanması, bütün dinî hükümlerin yasalaştırılması ile mümkündür. Üç temizlik eylemi (abdest, gusül ve teyemmüm) de bunlar arasına girer.

Dolayısıyla anlıyoruz ki: Amaç bildiren "Sizi tertemiz kılmak... istiyor." ve "size olan nimetini tamamlamak istiyor." ifadelerinin arasında fark vardır. Şöyle ki temizlik, üç temizlik eyleminin yasalaştırılmasının amacıdır. Ama nimetin tamamlanışı değil. O, bütün hükümlerin yasalaştırılmasının amacıdır. Üç temizlik eylemi sadece bu genel hedef içinde belli bir paya sahiptirler. Bu bakımdan amaçlardan biri özel, biri de geneldir.

Mâide Sûresi 6-7 ................................................... 395

Buna göre, ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: "Fakat biz, üç temizlik eylemini yasalaştırmakla, onlar aracılığıyla özel olarak sizi temiz kılmak istiyoruz. Çünkü bunlar dinin bir parçasıdır. Dinin bu tür parçalarının toplamının yasalaştırılmasıyla Allah'ın sizin üzerinizdeki nimeti tamamlanır. Belki nimetinden dolayı Allah'a şükredersiniz. O da sizi gözde kulları arasına katar." Okuyucunun bu hususa dikkatini çekmek isterim.

"Allah'ın size olan nimetini ve sizi kendisiyle bağladığı sözünü hatırlayın. Hani bir zaman, "Işittik ve itaat ettik" demiştiniz." Burada, İslâm üzere onlardan alınan söze işaret ediliyor. Yüce Allah'ın, "Hani bir zaman 'Işittik ve itaat ettik' demiştiniz." hatırlatması da bunu gösteriyor. Çünkü siz mutlak olarak işitme ve mutlak olarak itaat etmeyi söz vermiştiniz. Bu da Allah'a teslim olmak de-mektir. Buna göre, "Allah'ın size olan nimetini... hatırlayın." ifadesinde geçen "nimet"ten maksat, yüce Allah'ın Islâm'ın sayesinde onlara bahşettiği bütün güzel nimetlerdir. Bu da onların cahiliyedeki durumlarıyla Islâm'dan sonraki durumları arasındaki fark ve üstünlüktür.

Islâm'dan sonra kavuştukları güvenliğe, esenliğe, zenginliğe, kalp temiz-liğine ve amellerin nezafetine dikkat çekiliyor. Nitekim yüce Allah, başka bir ayette de buna işaret etmiştir: "Allah'ın sizin üzerinizdeki olan nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz, O kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam ateş çukurunun kıyısındayken oradan sizi kurtardı." (Âl-i Imrân, 103)

Ya da nimetten maksat, tüm gerçeğiyle Islâm'dır. Çünkü Islâm, bütün nimetlerin beslendiği ana nimettir. Biz daha önce, meselenin bu boyutuna dikkat çekmiştik. Şurası açıktır ki, nimetten maksadın Islâm realitesi veya velayet olgusu olması, bunun nesnel karşılığının belirlenmesine dönük bir ifadedir, lafızdan anlaşılan şeyin somutlaştırılması değil. Çünkü lafızdan anlaşılan şeyi somut olarak belirlemek sözlük alanına girer. Bizim bu hususta söyleyecek sözümüz yoktur.

Ardından yüce Allah, muhataplara kendini hatırlatıyor; kalple-

396 ..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

rin gözeneklerinde gizli bulunan duyguları bildiğini anımsatıyor. Ardından kendisinden korkup sakınmalarını emrediyor: "Allah'tan korkun. Çünkü Allah kalplerin içindekini bilir."

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Imam Cafer Sadık'a (a.s) dayandırdığı bir hadiste, "Namaza durmak istediginiz zaman" ifadesiyle ilgili olarak Imamın şöyle buyurduğunu nakleder: "Yani, uykudan uyandığınız zaman." Ravi -bn-i Bukeyr- der ki: "Uyku, abdesti bozar mı?" diye sordum. "Evet", dedi. "Uyku insanın işitme duyusunu, bir şey duymayacak şekilde etkileyince abdest bozulur." [c.1, s.7, h:9]

Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de aktarılmıştır. Suyuti ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Zeyd b. Eslem'den ve Nuhhas'tan rivayet etmiştir. Fakat bu rivayetle, bizim daha önce, kalkmaktan maksat istemektir, şeklindeki açıklamamız arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bizim söylediğimiz, "kıyam" fiilinin "ila" ile geçişli kılınması durumunda kazandığı anlamdır. Rivayetin vurguladığı ise, "min" edatı ile geçişli kılınması durumunda ifade ettiği anlamdır.

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den şöyle rivayet eder: Imam Bâkır'a (a.s) sordum: "Meshin başın bir kısmına ve ayakların bir kısmına olmasını nereden bildin (çıkardın) ve söyledin?" İmam (a.s) güldü ve buyurdu: "Ey Zürare, bunu Resulullah (s.a.a) söyledi ve Allah katından gelen kitap da bu açıklamayı içermektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Feğsilû vucûhekum =yüzlerinizi yıkayın.' Bu ifadeden anlıyoruz ki, yüzün tamamı yıkanmalıdır. Ardından 've dirseklere kadar ellerinizi' buyurmuştur.

Dirseklere kadar elleri yüzlere atfedilmiş ve bitişik kılınmıştır. Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmasının gerektiğini öğrenmiş oluyoruz." "Sonra ayetin akışını bölerek 'Meshedin, başlarınızı.' buyurmuştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum' buyurduğu için 'ba'

Mâide Sûresi 6-7 .............................................................. 397

muştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum' buyurduğu için 'ba' harf-i cerrinin fonksiyonundan hareketle, başın bir kısmının meshedilmesi gerektiğini öğreniyoruz. Sonra elleri yüzle ilintilendirdiği gibi ayakları da başla ilintilendirerek, 've üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı' buyurmuştur. Ayakların başla ilintilendirildiğini görünce, ayakların bir kısmının yıkanması gerektiğini öğreniyoruz. Sonra Resulullah (s.a.a) bunu halka açıkladı; ama onlar bu açıklamaları yitirdiler."

"Ardından yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'su bulamadıgınız takdirde, dogası üzere olan yeryüzüne yönelin. Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin.' Suyun bulunamaması durumunda ab-destin askıya alınması öngörülünce, yıkanması gereken organların bir kısmı için meshetme öngörüldü. Çünkü yüce Allah, 'bi-vucûhikum' buyurmuştur. Sonra buna, 'eydîkum=elleriniz' ifadesini eklemiştir. Ardından 'ondan', yani bu teyemmümden buyurmuştur. Çünkü Allah, elin bütün yüze çekilmeyeceğini biliyor;

çünkü teyemmüm esnasında elin ayasının bir kısmına toz bulaşmakta, bir kısmına da bulaşmamaktadır. Ardından şöyle buyurmuştur: 'Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor.' Güçlükten maksat sıkıntıya sokmaktır." [Füru-u Kâfi, c.3, s.30, h:4]

Ben derim ki: "Fe in lem tecidû mâen=eğer su bulamazsanız." ifadesinde Imam (a.s) ayetin lafzını değil, anlamını nakletmiştir. [Çünkü ayetin lafzı, "felem tecidû mâen"dir.]

Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare ve Bukeyr'den nakleder ki: Bu iki zat, Imam Bâkır'dan (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) nasıl abdest aldığını sorarlar. Bunun üzerine Imam içi su dolu bir leğen -veya küçük bir kap- ister. Sağ elini suya daldırır ve ondan bir avuç alarak yüzüne döker, onunla yüzünü yıkar.

Sonra sol elini suya sokar, avucunu doldurur, sağ kolunun üzerine döker, onunla kolunu dirsekten avuca doğru yıkar, avuçtan dirseğe doğru yıkamaz. Sonra sağ avucunu doldurur, dirsekten başlayarak sol kolunun üzerine boşaltır. Sağ koluna uyguladığını sol koluna da uygular. Sonra başını ve iki ayağını avucunun ıslaklı-

398 ..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

ğıyla mesheder. Bu esnada ellerini yeniden su ile ıslatmaz. Ravi sonra şöyle diyor: İmam parmaklarını papucunun tasmasının altına sokmazdı. Sonra şöyle derdi: "Allah buyurur ki: 'Namaza durmak istediginiz zaman, yüzlerinizi ve... ellerinizi yıkayın' Şu hâlde yüzde yıkanmamış bir yer bırakmamak gerekir. Ellerin de dirseklere kadar yıkanmasını emretmiştir. Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmamış bir yerinin bırakılmaması lazım gelir.

Çünkü yüce Allah, 'yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın' buyurmuştur. Sonra, 'başınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin' buyurmuştur. Dolayısıyla bir insan başının bir kısmını ve ayağının kâabı ile parmakları arasında kalan kısmından bir yerini meshederse yükümlülüğünü yerine getirmiş olur."

Ravilerden biri der ki: Bunun üzerine ikimiz (Zürare ve Bukeyr) sorduk: "İki kâb nerededir?" Buyurdu ki: "Burası, bacak kemiğinin bitiş noktasındaki eklem bölgesinin aşağısında yer alırlar." Dedik ki: "Bu gösterdiğin [eklemin üstündeki kemiği kastederek] nedir?" Buyurdu ki: "Bu bacak kemiğidir. Kâab onun aşağısında olur." Dedik ki: "Allah işlerini düzeltsin, yüzün ve kolların yıkanması için birer avuç su yeter mi?" Buyurdu ki: Evet, ama suyun dikkatle tüm organa dökülmesi şarttır. İki avuç [biri yüz için, biri de bilek için] su bu hususta yeterli olabilir." [Füru-u Kâfi, c.3, s.25-26, h:4]

Ben derim ki: Bu rivayet meşhurdur. Ayyâşî, Bukeyr ve Zürare kanalıyla Imam Bâkır'dan (a.s), aynı şekilde Abdullah b. Süleyman kanalıyla da Imam Bâkır'dan (a.s) aynısını rivayet etmiştir.1 Bu ve bundan önceki rivayetin anlamını yansıtan başka rivayetler de vardır.

Tefsir-ul Burhan'da, Ayyâşî Zürare b. A'yen'den ve Ebu Hanife Ebu Bekir b. Hazm'dan şöyle rivayet eder: Adamın biri abdest aldı ve Mest üzerine meshetti. Sonra mescide girerek namaz kıldı. Bu sırada Hz. Ali (a.s) mescide girdi ve adamın boynuna ayağını bastı-

-------

1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.298-299, h:51 ve s.300, h:56]

Mâide Sûresi 6-7 ........................................................... 399

rarak, "Yazıklar olsun sana, abdestsiz mi namaz kılıyorsun?" buyurdu. Adam, "Böyle yapmamı Ömer b. Hattab emretti" dedi. Bunun üzerine Hz. Ali adamın elinden tutarak Ömer'in yanına götürdü ve "Bak, bu adam senin adına neler söylüyor?" dedi ve sesini de yükseltti. Ömer: "Evet, ben emrettim, çünkü Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetti" dedi. Ali, "Mâide suresinden önce mi, sonra mı?" diye sordu. Ömer, "Bilmiyorum" dedi. Ali, "Peki, bilmediğin bir şey hakkında nasıl fetva veriyorsun? Mest üzerine meshetmeyi, Mâide suresi geçersiz kılmıştır."

Ben derim ki: rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ömer zamanında mest üzerine meshetme hususunda görüş ayrılıkları yaygınlaşmıştı ve yine rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ali (a.s) bu uygulamanın Mâide suresinin ilgili ayetiyle neshedildiği görüşündeydi.

Bu nedenle bazıları Berâ Bilal ve Cerir b. Abdullah gibi bazı zatlardan, onların Resulullah'ın (s.a.a) Mâide suresinin inişinden sonra da mest üzerine meshettiği yönünde görüş belirttiklerini rivayet etmiştir.1 Fakat bu tür rivayetler problemlidir. Çünkü bu görüşte olan, iddia edilen neshin ayete dayanmadığını sanmıştır. Oysa onların sandığı gibi değil; çünkü ayet, kâaba kadar ayakların meshedilmesini öngörüyor. Mest ise ayağın bir parçası değildir. Aşağıdaki rivayetin anlamı da budur.

Ayyâşî kendi tefsirinde Muhammed b. Ahmed el-Horasanî'den aradaki ravilere yer vermeksizin şöyle rivayet eder: "Emir-ül Müminin (a.s) yanına bir adam geldi ve ona mest üzerine meshetmenin hükmünü sordu. Hz. Ali (a.s) bir süre başını eğerek yere baktı, sonra başını kaldırarak dedi ki: Yüce Allah kullarına temizliği emretti. Bunu organlar arasında bölüştürdü; bundan yüze bir, başa bir, ayaklara bir ve ellere bir pay ayırdı. Eğer senin mestlerin, bu saydığın organlardan birinin bir parçası ise onlara meshedebilirsin." [c.1, s.301, h:59]

Aynı eserde şöyle rivayet edilir: Hasan b. Zeyd Imam Muham-

-------

1- el-Menar tefsiri, c.6, s.237.

400 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5 med Bâkır'dan (a.s) şöyle aktardı: Hz. Ali (a.s) Ömer zamanında, mest üzerine meshetme hususunda başkalarıyla ihtilafa düştü.

Karşıt görüşü savunanlar: "Biz Resulullah'ın (s.a.a) mest üzerine meshettiğini gördük." diyorlardı. Ali (a.s) ise onlara soruyordu: "Mâide suresinin inişinden önce mi, sonra mı?" Onlar, "Bilmiyoruz" karşılığını verince, Ali (a.s) "Ama ben biliyorum ki, Mâide suresi inince Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetmeyi terk etti. Eşeğin sırtına meshetmek bana göre meste meshetmekten daha sevimlidir."

dedi. Daha sonra Imam şu ayeti okudu: "Ey inananlar... dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin." [c.1, s.301-302, h:62]

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde deniyor ki: bn-i Cerir ve Nuhhas "en-Nasih" adlı eserinde şöyle rivayet ederler: Hz. Ali (a.s) her namazda abdest alırdı ve buna gerekçe olarak da şu ayeti gösterirdi: "Ey inananlar namaza durmak istediginiz zaman..." Buna ilişkin açıklamaya daha önce yer verdik.

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Halebi'den, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Imama, "yahut da kadınlara dokunursanız" ifadesinin anlamını sordum. Buyurdu ki: "Bununla cinsel birleşme kastediliyor, fakat Allah [ayıpların üzerini] örten olduğu için örtülü anlatımı sever; dolayısıyla bu fiili, sizin yaptığınız gibi açık ismiyle zikretmemiştir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.555, h:5]

Tefsir-ul Ayyâşî'de Zürare'den şöyle rivayet edilir: Imam Bâkır'a (a.s) teyemmümle ilgili bir soru sordum. Buyurdu ki: "Bir gün Ammar b. Yasir Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelip söyledi ki: 'Boy abdesti almam gerekti, fakat su bulamadım.' Resulullah, "Peki ne yaptın ey Ammar?" dedi. Ammar, 'Elbiselerimi çıkardım ve toprağın üzerinde yuvarlandım' cevabını verince, Resulullah ona şu karşılığı verdi: 'Eşekler böyle yapar. Allah böyle bir durumda nasıl davranılacağını, 'Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin.' ayetiyle açıklamıştır.' Ardından Resulullah (s.a.a) iki elini toprağın üzerine koydu, sonra ellerini birbirine sürdü ve daha son-

Mâide Sûresi 6-7 .................................................... 401

ra onunla kaşlarının altına kadar gözlerinin arasını meshetti. Ardından ellerinin her biriyle diğerinin arkasını meshetti. Önce sağdan başladı." [c.1, s.302, h:63]

Aynı eserde deniyor ki: Zürare Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet etti: "Allah yüzün ve iki kolun yıkanmasını, başın ve iki ayağın meshedilmesini farz kıldı. Yolculuk, hastalık ve zaruret gibi durumlar içinse, Allah yıkama şartını kaldırıp yerine meshetme yükümlülüğünü getirdi ve şöyle buyurdu: Hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukur yerden gelirse yahut da kadınlara dokunursanız... bir kısmına meshedin." [c.1, s.302, h:63 ve 64]

Aynı eserde, bu sefer Âl-i Sam'ın kölesi olan Abd-ül A'lâ'dan şöyle rivayet edilir: Imam Sadık'a (a.s) sordum: "Yere düştüm ve tırnağım düştü. Parmağımı yara bandıyla sardım. Şimdi abdesti nasıl almam gerekiyor?" Ravi der ki, Imam şöyle buyurdu: "Bu ve benzeri durumları Allah'ın kitabından öğrenmek mümkündür. Allah buyurmuştur ki: Allah dinde size bir güçlük kılmamıştır." [c.1, s.302-303, h:66]

Ben derim ki: Burada, dinde güçlüğü olumsuzlayan Hacc suresinin ilgili ayetine işaret ediliyor. Imamın (a.s) abdest ayetinin sonundaki benzeri bir ifade yerine, Hac suresinin ilgili ayetine geçen bu ifadeyi kullanması, bizim de işaret ettiğimiz güçlüğü olumsuzlama anlamına vurgu yapma amacına yöneliktir.

Buraya kadar aktardığımız rivayetlerde önemli noktalara dikkat çekiliyor ve bizim ayetlere ilişkin yorumlarımız bunları açıklıyor. Dolayısıyla bunların rivayetlere ilişkin açıklamalar olarak algılanmaları yerinde olur.

402 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



Mâide Sûresi 8-14 ........................................................... 403

8- Ey inananlar! Allah için kıyam eden ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya sürüklemesin. Adil davranın ki bu, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun; Allah, kuşkusuz yaptıklarınızı bilmektedir.

9- Allah, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Bağışlanma ve büyük mükâfat onlarındır.

10- Inkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennem ehlidirler.

11- Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani bir topluluk size ellerini uzatmaya yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkun ve müminler yalnızca Allah'a dayansınlar.

12- Allah, Israiloğullarından kesin söz almıştı ve içlerinden on iki gözetici başkan göndermiştik. Allah demişti ki: "Ben, şüphesiz sizinle beraberim; eğer namazı dosdoğru olarak kılar, zekâtı verir, elçilerime inanır, onlara saygı göstererek yardım ederseniz ve Allah'a güzel borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim (affederim) ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra kim inkâr ederse, düz yoldan sapmış olur."

13- Sözlerini bozdukları için, onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırdılar. Ken-disiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular. Içlerinden pek azı hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme; çünkü Allah, iyilik edenleri sever.

14- "Biz Hıristiyanız" diyenlerden de kesin söz almıştık; ama onlar da kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık. Allah yakında onlara yapmakta olduklarını haber verecektir.

404..........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Ayetlerin birbiriyle bağlantısı açıktır, bu noktada en ufak bir kapalılık söz konusu değildir. Çünkü müminlere yönelik bir hitaplar silsilesidir. Bu hitaplarda genel bir şekilde kendilerini ilgilendiren önemli dünyevî ve uhrevî, bireysel ve toplumsal sorunlar ele alınıyor. "Ey inananlar! Allah için kıyam eden ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya sürüklemesin." Bu ayet, Nisâ suresinde yer alan şu ayete benziyor:

"Ey inananlar! Kendinizin, ana-babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde olsa bile, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun, (haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir olsalar da Allah onlara daha yakındır. Öyleyse dogruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın. Eger şahitlik ederken egriltirseniz yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız, bilin ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisâ, 135)

Sadece iki ayet arasındaki fark şudur: Nisâ suresinin ilgili ayeti; şahitlik edenin, hakkında şahitlikte bulunduğu kimsenin yakını olmasından dolayı ona eğilim göstererek, hakka, gerçeğe aykırı bir şekilde onun yararına olabilecek bir şahitlik etmek suretiyle şahitlik konusunda adaletten sapmasını yasaklama amacına yöneliktir.

Tefsirini sunduğumuz Mâide suresinin ilgili ayeti ise, şahitlik edenin, hakkında şahitlikte bulunduğu kişiye karşı beslediği kin ve düşmanlıktan dolayı bir tür öç alma ve hıncını yatıştırma amacıyla kin ve düşmanlık beslediği kimse aleyhinde şahitlik etmek suretiyle şahitlik konusunda adaletten sapmasını önlemek ve yasaklamak amacına yöneliktir.

Iki ayetin açıklamalarının yönelik olduğu hususların farklılığı, ifadelerinin akışı içindeki kayıt cümlelerinin farklılığını gerektirmiştir.

Örneğin Nisâ suresinin ilgili ayetinde, "Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun." denilirken, Mâide suresinin ilgili ayetinde, "Allah için kıyam eden ve adaletle şahitlik

Mâide Sûresi 8-14 .......................................................... 405

eden kimseler olun." deniliyor.

Şöyle ki: Mâide suresinde yer alan ayetin hedefi, şahitlik edenin, hakkında şahitlikte bulunduğu kimseye karşı önceden beslediği kinin, şahitlik hususunda bir zulme neden oluşturmasını önlemek olduğu için şahitlik "adalet"le kayıtlandırılmıştır. Şahitlikte adalete uyulması, düş-man hakkında bile olsa, şahitliğin zulüm unsurunu içermemesi emredilmiştir. Bu, bir kimsenin önceden sevgi ve eğilim duyguları beslediği bir kimse için bu duyguları doğrultusunda şahitlik etmesinin tam aksidir.

Aslında sevgi ve eğilimin etkisiyle biri hakkında şahitlikte bulunmak, zulüm ve haksızlıktan büsbütün beri değilse de şahitlik açısından [sevgi beslediği kimseye karşı] zulüm ve adaletten sapma sayılmaz. Bu yüzden Mâide suresindeki ayette adaletle şahitlik etme emredilmiştir. Ve bu Allah için kıyam etmeye ilişkin bir emrin ayrıntısı olarak gündeme getiriliyor. Nisâ suresinde ise, Allah için şahitlik emrediliyor. Yani, şahitlik edilirken kişisel arzular doğrultusunda hareket edilmemesi isteniyor. Bu ise, adalete kıyam etmeye ilişkin emrin ayrıntısı olarak söz konusu ediliyor.

Aynı gerekçeyle, Mâide suresinin adaletle şehadet yapılmasını emreden ifadesine, bir ayrıntı açıklamaya yer veriliyor: "Adil davranın ki bu, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun." Burada muhataplar, adil olmaya çağırılıyorlar. Adil olmanın da takvanın gerçekleşmesini sağlayan bir etken olduğu belirtiliyor. Nisâ suresinde ise, sıralama ve fonksiyonlar değişmiştir. Allah için şahitlik etme emrini şu ifadeyle ayrıntılandırıyor: "Öyleyse dogruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın." Dolayısıyla burada kişisel tutkulara uyup takvanın terk edilmesi yasaklanıyor. Bunun, adaleti terk etmeye yol açan kötü bir araç olduğu belirtiliyor.

Sonra her iki ayette de, takvayı terk etme hususunda muhataplar uyarılıyor: Nisâ suresinde, "Eger şahitlik ederken egriltirseniz yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız, bilin ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." buyruluyor. Mâide suresinde ise, "Allah'tan korkun, Allah kuşkusuz yaptıklarınızı bilmektedir." buyruluyor.

406 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Şahitliği adaletle ya-parak Allah için kıyam etmenin anlamını, önceki ayetlerin yorumu çerçevesinde açıkladık.

"Adil davranın ki bu, takvaya daha yakındır." Ayetinin orijinalinde geçen "huve" zamiri "i'dilû=adil davranın" ifadesiyle anlaşı-lan "adalet" e dönüktür. Ayetin anlamı ise açıktır.

"Allah, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Bağışlanma ve büyük mükâfat onlarındır." Ikinci cümle yani, "Bagışlanma ... onlarındır." ifadesi, "Allah vaat etmiştir." ifadesiyle haber verilen vaadin açılımı niteliğindedir. Bu başka müfessirlerin de söylediği gibi, açıklama açısından; "Allah anlardan inanıp iyi işler yapanlara magfiret ve büyük mükâfat vaat etmiştir." (Fetih, 29) ayetinden daha vurgulayıcıdır, bazılarının iddia ettiği gibi haberden sonra haber olduğu için değil elbette. Bu iddia yanlıştır. Aksine, Fetih suresindeki ilgili ayette olduğu gibi, zımnen işaret etmek gibi bir durum olmaksızın vaadin açıklanması içindir.

"İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennem ehlidirler." Ragıp el-Isfahanî şöyle der: "el-Cahme-tu" ateşin şiddetle alevlenmesi demektir. "Cahîm" kelimesi de bu kökten gelir. Bu bakımdan ayet, tehdidin kendisini de içeriyor ve önceki ayette sözü edilen, "Bagışlanma ve büyük mükâfat onlarındır." ödül vaadine karşılık işlevini görüyor.

Küfrün, ayetleri yalanlama fiiliyle kayıtlandırılması, anlamı ve maksadı açık olan ayetlerin inkârı eylemine eşlik etmeyen hak olduğunu bilerek hakkı inkâr etmekten kaynaklanmayan mustazaflarınkine benzer pasif küfrü dışlama amacına yöneliktir.

Pasif küfrün kapsamına giren insanların akıbeti, Allah'ın iradesine bağlıdır. Dilerse bağışlar, di-lerse onlara azap eder. Dolayısıyla bu iki ayet, inanıp iyi işler yapan müminlere yönelik güzel vaat ve inkâr edip Allah'ın ayetlerini yalanlayanlara yönelik şiddetli bir tehdit içermektedir. Bu iki aşama arasında orta merhaleler, ara menziller vardır; yüce Allah bunların niteliklerini ve akıbetlerini kapalı geçmiştir.

"Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani bir topluluk

Mâide Sûresi 8-14 ....................................................... 407

size ellerini uzatmaya yeltenmişti..." Bu ayetin içeriği, kâfirlerle Müslümanlar arasında yaşanan değişik olaylara ve gelişmelere uyarlanabilir.

Bedir, Uhud, Hendek ve benzeri gibi. Ayetten anlaşıldığı kadarıyla, müşriklerin müminleri öldürme, Islâm'ın tevhit dininin izlerini yeryüzünden silme gibi yeltendikleri her türlü ey-lem kastediliyor. Bazı müfessirlerin, maksat (ileride değinileceği gibi) müşriklerin Peygamberi (s.a.a) öldürmeyi tasarlamaları veya Yahudilerin ona karşı bir suikast düzenlemeyi plânlamalarıdır, şeklindeki değerlendirmeleri ayetin lafzıyla ilgisi bulunmamaktadır. Ayete baktığımızda bunu açıkça görebiliriz.

"Allah'tan korkun ve müminler yalnızca Allah'a dayansınlar." Burada müminlerin Allah'tan korkup sakınmaları ve O'na güvenip dayanmaları emrediliyor. Gerçekte ise bu, takvayı ve Allah'a güvenip dayanmayı terk etmeye ilişkin sert bir uyarı ve yasaklamadır. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın Israiloğullarından ve "Biz Hıristiyanız" diyenlerden alınan sözle ilgili olarak anlattıkları, sonra her iki grubun da ahdi bozmaları, yüce Allah'ın onları lânete ve kalplerin katılaşmasına, dinlerini unutmalarına, kıyamet gününe kadar kin ve düşmanlığın aralarında yaygınlaşmasına müptela etmesidir. Bu kıssanın anlatılmasının tek nedeni, müminlere bu hususta örnek sunmak ve geçmişte yaşanan bu örneği sürekli olarak göz önünde bulundurup gerekli ibret derslerini çıkarmalarıdır. Şuna dikkat etmeleri istenmektedir ki: Yahudi ve Hıristiyanların başına ne gelmişse, Allah'a verdikleri sözü unutmalarından dolayı gelmiştir.

Allah'a teslim olacak-larına dair bir söz vermişlerdi. Dinleyip itaat edeceklerine ahd-ü pey-man etmişlerdi. Bu sözün, bu ahdin bir gereği Rablerine muhalefet etmekten sakınmaları, dinsel meselelerde O'na güvenip dayanmaları, yani O'nu din konusunda vekil edinmeleridir. Kendileri için tercih ettiğini tercih etmeleri, istemediğini de istememeleridir. Bunun yolu da, Allah'ın elçilerine inanıp itaat etmek, O'nun elçilerinin dışında Allah'ın kullarını kendi buyruklarına uymaya, itaat etmeye çağıran zorbalara, tağutlara ve hatta hahamlara ve papazlara itaat etmekten vazgeçmektir. Çün-

408 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

kü Allah'tan ve Allah'ın itaat edilmesini emrettiğinden başkasına itaat edilmez.

Ama Israiloğulları ve Hıristiyanlar verdikleri sözü kulaklarının ardına attılar, böylece Allah'ın rahmetinden uzak düştüler. Kelimeleri konuldukları anlamların dışına çektiler, maksatlarının dışında ilgisiz anlamlarla açıklamaya kalkıştılar. Bunun kaçınılmaz bir gereği olarak dinlerinin bir bölümünü unuttular. Ama bu öyle bir bölümdü ki, unutulmasıyla birlikte, bütün hayırlar ve mutluluklar onları terk etti. Bu, dinlerinin geri kalanını da ifsad etti. Çünkü din, birbiriyle bağlantılı bilgiler ve hükümler bütününden ibaret bir disiplindir.

Bir kısmının ifsad olmasıyla bu disiplinin geri kalan kısmı da ifsad olur. Özellikle temel ilkeler ve rükünler bazında. Düşünün bir insanı ki, namaz kılıyor, ama Allah için değil; malını harcıyor, fakat Allah'ın rızasını elde etmek için değil; savaşıyor, ne var ki, hak mesajının yücelmesi, egemen olması için değil. Dolayısıyla dinlerinin bir kısmını unutan Yahudi ve Hıristiyanların elinde kalan öbür kısmı da kendilerine herhangi bir yarar sağlayamadı.

Çünkü bu kısım da tahrif edilmiş, ifsada uğramıştı. Dinden unuttukları şeylerden müstağni olmaları da mümkün değildi. Dinden özellikle temel ilkelerinden müstağni olunmaz.

Buradan hareketle anlıyoruz ki: Bu kıssanın anlatılması ve kıssadaki gelişmelerden ibret almaya ilişkin çağrı yapılmasıyla müminlerin takvaya aykırı hareket etmekten, Allah'a güvenip dayanmanın tersine bir tutum içinde olmaktan şiddetle sakındırmayı gerektiren bir durum söz konusudur.

Yine şu husus da belirginleşiyor: Tevekkülden, Allah'a güvenip dayanmaktan maksat, teşriî ve tekvinî (yasal ve varoluşsal) nitelikli ilkelerin tümü veya salt teşriî=yasal konuları ifade eden hususlardır. Yani, yüce Allah müminlere dinî hükümler hakkında Allah'a ve Resulüne itaat etmelerini, Resulün getirip kendilerine açıkladığı ilkeleri benimsemelerini, dinle ilgili işleri, dinsel yasaları belirlemeyi Rablerine bırakmalarını, bu hususta başına buyruk davranmaktan vazgeçmelerini ve yanlarında emanet olarak koyduğu ya-

Mâide Sûresi 8-14 ............................................................ 409

salar üzerinde tasarrufta bulunmamalarını emrediyor. Nitekim geçerli kıldığı evrensel nedensellik uyarınca hareket etmelerini, ama buna dayanıp güvenmeden, buna tanrİsal bir yetki ve yetenek atfetmemeleri, Allah'ın onlar için dilediklerini gözetmelerini, ezeli plânlamasıyla ve iradesiyle öngördüğü sonuçları beklemelerini emretmiştir.

"Allah, Israiloğullarından kesin söz almıştı ve içlerinden on iki başkan göndermiştik..." Ragıp el-Isfahanî der ki: "en-Nakb", duvar veya deri hakkında kullanıldığında, tahta hakkında kullanılan "sakb" kelimesi gibi "delik" demektir. en-Nakîb, "bir kavimden ve onların çeşitli durumları hakkında araştırma yapan kimse" demektir. Çoğulu "nukabâ"dır.

Yüce Allah bu ümmetin müminlerine, Israiloğullarının görüp geçirdiği, dinin sağlamlaştırılmasına dönük gelişmeleri, onlardan söz alınarak işlerinin tespit edilmesini, içlerinden temsilciler seçilip gönderilmesini, ilâhî mesajın eksiksiz olarak kendilerine sunulmasını, böylece tüm kanıtların ortaya konup bahanelerin ardının kesilmesini, buna karşın onların sözlerini tutmamalarını ve Allah'ın da lânetle ve kalplerini katılaştırmakla vs. şeylerle karşılık vermesini kıssanın akışı içinde anlatıyor. Bu bağlamda buyuruyor ki:

"Allah, Israilogullarından kesin söz almıştı." Bu olay, Bakara suresinde ve başka surelerde sıkça gündeme getirilir. "Ve içlerinden on iki başkan göndermiştik." Öyle anlaşılıyor ki, burada on iki aşiretin başkanları kastediliyor. Bunlar birer yönetici gibi aşiretin işlerini düzenliyorlardı. Dolayısıyla onların aşiretlerine nispet edilişleri bir açıdan bu ümmet bağlamında ululemrin ümmetin bireylerine nispeti gibidir. Bunlar din ve dünya işlerinde başvuru merciidirler;

ama vahiy almazlar, şeriat ve hüküm koymazlar. Çünkü şeriat ve hüküm koyma yetkisi Allah'a ve Resulüne aittir.

"Allah demişti ki: Ben şüphesiz sizinle beraberim." Bu ifade, koruma ve denetimin ilânı konumundadır. Bunu biraz açacak olursak: Şayet O'na itaat ederlerse, Allah kendilerine yardım ede-

410 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

cektir. O'na isyan ederlerse, Allah onları yüz üstü bırakacaktır. Bu nedenledir ki, iki olguya birden dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: "eger namazı dosdogru olarak kılar, zekâtı verir, elçilerime inanır, onlara saygı göstererek yardım ederseniz." Ayetin orijinalinde geçen "azzertumuhum" kelimesi, saygı göstermekle beraber yardım etmek anlamına gelir. Burada sözü edilen resullerden maksat, bisetini ve devletini görecekleri Hz. İsa (a.s), Hz. Muhammed (s.a.a) ve yüce Allah'ın Hz. Musa ile Hz. Muhammed arasında geçen dönemde onlara gönderdiği diğer peygamberlerdir (Allah'ın selâmı hepsine olsun).

"Ve Allah'a güzel borç verirseniz," Bununla zorunlu olan zekâtın dışındaki gönüllü infak kastediliyor. "elbette sizin günahlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım." Bu ifade yukarıda işaret edilen güzel vaade yöneliktir. Ardından şöyle buyrulu-yor: "Bundan sonra sizden kim inkâr ederse, düz yoldan sapmış olur."

"Sözlerini bozdukları için, onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık." Yüce Allah, sözünü tutmanın, mİsakı inkâr etmenin cezasını düz yoldan sapmak şeklinde açıklıyor. Aslında bu, icmalî ve genel bir anlatımdır. Ayrıntıları ise, bu ayette sıralanan azap şekilleriyle açıklanmaktadır. Bunların bir kısmını yüce Allah kendisine nispet ediyor. Lânete uğramaları ve kalplerinin katılaşması gibi. Ki bunların yüce Allah'a nispeti yerindedir. Bunların bir kısmını da bizzat kendilerine nispet ediyor, çünkü onların özgür tercihleri sonucu belirlenmişlerdir. Şu ifade bunlara yönelik bir işarettir: "Daima onlardan hainlik görürsün."

Bütün bunlar, başta kendilerinden alınan söz olmak üzere Allah'ın ayetlerini inkâr etmemelerinin cezasıdır. Ya da özellikle mİsakı inkâr etmelerinin karşılığıdır. Çünkü uzaklaştıkları düz yol, mutluluk yoluydu, hem dünyalarının, hem de ahiretlerinin imarı onunla mümkündü.

"Sözlerini bozdukları için" ifadesinden anlaşılıyor ki, bununla önceki ayette yüce Allah'ın azap tehdidini gerektiren küfür

Mâide Sûresi 8-14 .................................................... 411

kastediliyor. Ayetin orijinalinde geçen "febima" kelimesindeki "ma" edatı pekiştirme içindir. Önemseme ya da küçümseme yahut değişik bir gerekçeye yönelik olarak kapalılık ifade eder. Dolayısıyla kastedilen anlam şudur: Verdikleri sözlerini herhangi bir şekilde bozmalarından dolayı onları lânetledik. Lânet, rahmetten uzaklaştırmayı ifade eder.

"Kalplerini katılaştırdık." Kalplerin katılaşması deyimi, taşların katılığından alınmıştır; taşın katılığı onun sert olması demektir. Kalplerin katılığı ise, hak karşısında eğilmemelerini, rahmetten etkilenmemelerini ifade eder. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Müminler için hâlâ vakit gelmedi mi kalpleri Allah'ın zikrine ve inen hakka yu-muşasın ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalpleri katılaşmış, çogu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar." (Hadîd, 16)

Kİsacası kalpleri katılaşınca, "Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırırlar." Allah'ın razı olmayacağı şekilde yorumladılar, bazı bölümlerini attılar, bazı anlamlar eklediler ya da bazı şeyleri değiştirdiler. Ki bütün bunlar kutsal kitabı tahrif etmek anlamına geliyordu. Onların bu tür davranışları, dinin kesin gerçeklerinin ellerinden çıkmasına sebep oldu. "Kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular." Unuttukları, mutluluğun kaynağı olan temel ilkeleri oluşturan kısımdı. Bunun yerini ancak kaçınılmaz bir bedbahtlığı gerektiren şeyler aldı. Örneğin, Allah'ı insanlara benzeten bir anlayış benimsediler. Musa'nın son peygamber, Tevrat'ın da sürekli şeriat olduğunu, neshin ve bedânın geçersiz olduğunu ve benzeri asılsız şeyleri iddia ettiler.

"Daima onlardan hainlik görürsün." Yani, onlardan hain bir grubu görürsün. Veya onlardan hainlik görürsün. "Içlerinden pek azı hariç... Yine de sen onları affet ve aldırış etme; çünkü Allah iyilik edenleri sever." Daha önce defalarca söyledik ki, azınlık bir grubun onlardan istisna edilmiş olması, halk ve ümmet demek o-

412 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

lan topluma ilişkin lânet ve azap hükmüyle çelişmez.1 "Biz Hıristiyanız, diyenlerden de kesin söz almıştık; ama onlar da kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular. Bu yüzden... saldık." Ayetin orijinalinde geçen ve "saldık" diye anlamlandırdığımız "ağreynâ" kelimesi hakkında, Ragıp el-Isfahanî der ki: "Gara bikeza" şeklinde bir ifade kullanıldı mı bu, ona düşkün olmak, ona yapışıp kalmak anlamını ifade eder. Kelimenin aslı "garâ"dır, bu ise (zamk, tutkal gibi) kendisiyle bir şey yapıştırılan anlamına gelir. "Ağraytu fulanen bi keza=falanı ona yapıştırdım" demektir.

Meryem Oğlu İsa Mesih rahmet peygamberiydi. Insanları sulha, barışa çağırıyordu; onları ahiretle ilgilenmeye, dünyanın geçici zevklerinden, çekici süslerinden yüz çevirmeye teşvik ediyordu; bu tür basit amaçlar peşinde didişmemeye davet ediyordu.2 Ama onlar kendilerine yapılan uyarıları dinlemeyip onlardan ibret dersleri çıkarmayı unuttukları için, Allah onların kalplerine sulh ve barış yerine savaş duygusunu yerleştirdi. Teşvik edildikleri kardeşlik ve sevgiye karşılık düşmanlık ve nefret duygularını empoze etti. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ama onlar da kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık."

Yüce Allah'ın sözünü ettiği bu düşmanlık ve kin, Hıristiyan topluluklar arasında kökleşmiş derin bir karakteristik özellik hâline geldi. Ahiret ateşi gibi yakalarına yapışmış, ne yapsalar kurtulamıyorlar. Ondan, onun sıkıntısından kurtulmak istedikleri her seferinde tekrar alaşağı ediliyorlar. Çılgın alevli ateşin azabının

----------

1- Bu ifadenin yorumu bağlamında ileri sürülen en ilginç tez, bazı tefsirlerde, "Içlerinden pek azı hariç" ifadesiyle Abdullah b. Selam ve arkadaşlarının kastedil- diğine ilişkin olarak yer alan açıklamalardır. Hâlbuki Abdullah b. Selam bu surenin inişinden bir süre önce Müslüman olmuştu. Ayetten anladığımız kadarıyla, bu ayetin indiği ana kadar Müslüman olmayan bir grup Yahudi istisna tutuluyor.

2- Bu hususta, dört Incil'in değişik yerlerinde Hz. Mesih'ten (a.s) naklen farklı konularda yapılan açıklamalara bakınız.

Mâide Sûresi 8-14 .................................................... 413

tadını yüreklerinde hissediyorlar. Hz. İsa'nın (a.s) yeryüzünden kaldırılışından itibaren Havarileri, gezgin davetçileri ve talebeleri arasında ihtilaflar baş gösterdiği andan ve günden beri, Hıristiyanlar arasında da görüş ayrılıkları derinleşmiştir. Günbe gün artan ve gelişen ayrılıklar sonunda savaşlara, vuruşmalara, saldırılara, baskınlara, katliamlara dönüştü. Sonunda yeryüzünü harabeye döndüren, insanlığı yok oluş tehdidiyle yüz yüze getiren büyük dünya savaşları da Hıristiyanlar arasındaki kin ve düşmanlığın ulaştığı son noktayı teşkil eder.

Bütün bunlar nimetin azaba dönüşmesinin, çabaların sapıklıkla sonuçlanmasının örnekleridir: "Allah yakında onlara yapmakta olduklarını haber verecektir."

19
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5 El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân–c.5




414 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Mâide Sûresi 15-19 ......................................................

15- Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıklıyor, çoğundan da geçiyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir.

16- Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir, onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru yola iletir. Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 415

17- "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre girmişlerdir.

De ki: "Öyle ise Allah, Meryem oğlu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini helâk etmek isterse, Allah'a karşı kimin elinde bir şey var? Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin egemenliği, yalnızca Allah'ındır. O, dilediğini yaratır ve Allah'ın her şeye gücü yeter."

18- Yahudiler ve Hıristiyanlar; "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. De ki: "O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap ediyor? Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız.

O dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin egemenliği, yalnızca Allah'ındır. Dönüş de sadece O'nadır."

19- Ey Ehlikitap! Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz diye elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada elçimiz size geldi ki (kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu) size açıklıyor. Işte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah'ın her şeye gücü yeter.

AYETLERIN AÇIKLAMASI

Yüce Allah, bundan önceki ayetler grubunda, Ehlikitab'ın Allah- 'ın elçilerine yardımcı olacaklarına, onlara saygı göstereceklerine, kendilerine gönderilen kitapları koruyacaklarına ilişkin olarak verdikleri sözü, sonra Allah'ın, kendisiyle bunları bağladığı bu sözü bozuşlarını hatırlatınca, bu ayetler grubunda da onları, gönderdiği elçisine ve indirdiği kitabına inanmaya davet ediyor. Bu bağlamda yüce Allah, elçiyi ve kitabı onlara tanıtacak bir dil kullanıyor. Bunun yanı sıra rİsaletin doğruluğunu ve kitabın gerçekliğini kanıtlayacak belgeler ortaya koyarak, inanmamak için ileri sürebilecekleri her türlü bahanenin önünü tıkıp hücceti onlara tamamlıyor.

Kitap ve elçinin tanıtımına yönelik ifadeler şunlardır: "Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediginiz şeylerin çogunu

416 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

size açıklıyor...", "Ey Ehlikitap! ...elçilerin arasının kesildigi, bir boşluk meydana geldigi sırada elçimiz size geldi..."

Buna ilişkin kanıtsal belgeyi de şu ifadede gözlemliyoruz: "Kitap- tan gizlediginiz şeylerin çogunu size açıklıyor..." Hiç kuşkusuz bu, risaletin doğruluğunun en güzel kanıtıdır: Okumasız-yazmasız bir adam, ancak ilâhiyatları alanında uzmanlaşmış birkaç bilginin bilebileceği olaylardan haber veriyor. Işte bu, doğruluğunun kanıtıdır. "Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir..." ifadesi de öyledir. Çünkü gerçekliklerini perdeleyecek bir tek leke bulunmayan hakka yönelik ifadeler, rİsaletin doğruluğunun ve kitabın gerçekliğinin en güzel kanıtlarıdır.

Bahanelerin önünün tıkanmasına gelince, bunu şu ifade içermiştir: "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz diye... Işte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah'ın herşeye gücü yeter." Bu arada yüce Allah, ayetlerin akışı içinde bir grubun, "Allah, Meryem Oglu Mesih'tir." şeklindeki iddialarını ve Yahudilerle Hıristiyanların, "Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileriyiz." şeklindeki sözlerini reddediyor.

"Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıklıyor, çoğundan da geçiyor." Elçinin kitaptan gizledikleri çok şeyi açıklamasından maksat, onun peygamberlik ayetlerini, buna ilişkin müjdeleri açıklamasıdır. Nitekim yüce Allah buna birçok ayette işaret etmiştir: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve Incil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar..." (A'râf, 157), "Onu ogullarını tanıdıkları gibi tanırlar..." (Bakara, 146), "Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı katı, birbirlerine karşı merhametlidirler... Onların Tevrat'taki vasıfları ve Incil'deki vasıfları da böyledir..." (Fetih, 29) Aynı şekilde Hz. Peygamberin (s.a.a), onlar tarafından gizlenen ve gerçeği söylememe hususunda büyüklendikleri recm [zina suçunu işleyenleri taşlayarak öldürme] cezasını açıklamasını da buna örnek gösterebiliriz. Nitekim ileride üzerinde duracağımız şu ayette buna işaret edilmiştir: "Küfürde yarış edenler seni üzme-

Mâide Sûresi 15-19 .............................................................. 417

sin..." (Mâide, 41) Recm hükmü, bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın Tesniye Kitabı, Bab 22'de yer almaktadır.

Birçoğundan vazgeçmesiyle de, kitaptan gizledikleri birçok şeyi de terk etmesi kastediliyor. Bunun göstergesi de Tevrat ve Incil arasında varolan ihtilaflardır. Örneğin Tevrat, tevhid ve peygamberlikle ilgili öyle şeyler kapsıyor ki, bunları yüce Allah'a isnat etmek hiçbir şekilde doğru değildir. Yüce Allah için cisim var saymak, bir mekana hülul et-tiğini ileri sürmek ve benzeri şeyler, çeşitli küfür, günah ve sürçmeler gibi peygamberlere nispet edilmesi aklen tasavvur edilmeyen şeyler de Tevrat'ta yer alır. Ayrıca Tevrat, hiçbir şekilde ahiretten söz etmez. Oysa bir din, ahiret inancı olmaksızın ayakta duramaz. Bir de ellerindeki Inciller, özellikle Yuhanna Incili'nin putperest inançlarını içermesini de buna örnek gösterebiliriz.

"Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir." "Size Allah'tan... gelmiştir." ifadesi, gelen şeyin bir şekilde Allah ile kaim olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Açıklama veya konuşmanın açıklayan ve konuşanla kaim olması gibi. Bu, nur ile Kur'ân-'ın kastedildiği ihtimalini güçlendiriyor. Bu durumda, "açık bir kitap" ifadesi, açıklama nitelikli bir atıf olarak öncekine matuftur. Yani, hem nur ifadesiyle, hem de açık kitap nitelemesiyle Kur'ân kastedilmiştir. Yüce Allah, kitabının değişik yerlerinde Kur'ân'ı nur olarak adlandırmıştır: "Onunla beraber indirilen nura uyanlar." (A'râf, 157), "Artık Allah'a, elçisine ve indirdigimiz nura inanın." (Teğabun, 8), "Size apaçık bir nur indirdik." (Nisâ, 174) Ayetin giriş kısmındaki ifadeden hareketle nur kavramıyla Hz. Peygamberin (s.a.a) kastedilmiş olması da muhtemeldir. Yüce Allah, Peygamberi nur olarak tanımlamıştır: "Ve aydınlatıcı bir ışık olarak... gönderdik." (Ahzâb, 46)

"Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir." "Bihi=onunla" ifadesindeki "ba" alet içindir. Zamir ise kitaba veya ister Peygamber (s.a.a) kastedilsin, ister Kur'ân kastedilsin nura dönüktür. Dolayısıyla her ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Çünkü Pey-

418 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

gamber hidayet aşamasının zahirî sebeplerinden biridir. Kur'ân da öyle. Gerçek hidayet O'nunla kaimdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen, sevdigini dogru yola iletemezsin, fakat Allah diledigini dogru yola iletir." (Kasas, 56) "Işte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan diledigimizi dogru yola ilettigimiz bir nur yaptık. Şüphesiz sen, dogru yola götürüyorsun. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi Allah'ın yoluna. Iyi bilin ki, bütün işler sonunda Allah'a varır." (Şûrâ, 52-53)

Bu ayetler, görüldüğü gibi doğru yola iletme misyonunu, hem Kur'ân'a, hem de Peygambere (s.a.a) nispet ediyor. Ama aynı zamanda, onu menşe itibariyle Allah'a döndürüyor. Gerçek yol gösterici O'dur. Gerisi zahirî sebeptir, hidayeti canlandırmak için işe koşulmuştur.

Allah, "Allah onunla iletir." ifadesini, "rızasına uyanları" ifadesiyle kayıtlandırmıştır. Bu demektir ki, ilâhî yol göstericiliğin aktif hâ-le gelmesi, O'nun rızasına tâbi olmaya bağlıdır. Hidayetten maksat, arzulanan şeye ulaştırmadır [sırf yol göstericilikten ibaret değildir]. Yüce Allah'ın insanı esenlik yollarından birine veya hepsine yahut da peş peşe sıralanan bu yolların çoğuna yöneltip sokması yani.

Ayetin akışı içinde yüce Allah "selam" (esenlik) kavramını mutlak tutmuştur. Bununla dünya veya ahiret hayatının mutluluğunu bozan her türlü bedbahtlıktan kurtuluş ve selamette oluş kastedilir. Bu açıdan Kur'ân'ın, Allah'a teslim oluşu, imanı ve takvayı kurtuluş, başarı, güvenlik vb. şeylerle nitelendirmesiyle örtüşen bir ifadedir.

Tefsirimizin birinci cildinde, "Bizi dosdogru yola ilet." (Fatiha, 6) ayetini incelerken şöyle demiştik: Yüce Allah'ın, kullarının farklı durumlarına cevap verebilecek birçok yolu vardır ve bunlar sonunda gelip bir ana yolda birleşirler. Yüce Allah bu ana yolu kendine nispet eder ve adına da, kendi kitabında "dosdoğru yol" (sırat-ı müstakîm) der. Nitekim O şöyle buyurmuştur: "Bizim ugrumuzda

Mâide Sûresi 15-19 ..............................................................419

cihat edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir." (Ankebût, 69), "Işte benim dogru yolum budur, ona uyun; başka yollara uymayın ki, sizi onun yolundan ayırmasın." (En'âm, 153)

Bu da gösteriyor ki, Allah'ın birçok (yan) yolu vardır; ama bunların tümü bir noktada birleşirler. Tümü, izleyicisini Allah'ın kerametine ulaştırır ve onu Allah'ın dosdoğru yolundan ayırmaz. Ve yine her yol, kendi yolcusunu başka yolların yolcusundan da ayırmaz. Ama Allah'ın dosdoğru yolu dışındaki diğer sapkın yolların durumu böyle değildir.

Buna göre ayetin anlamı -Allah daha iyi bilir- şudur: Yüce Allah kitabı ve peygamberi aracılığıyla, rızasına tâbi olanı bazı yollara iletir. Bu yolların temel özellikleri, yolcularının dünya ve ahiret hayatının mutsuzluğundan korunmaları, mutlu hayatı kederli bir yaşama dönüştürecek olumsuzluklardan muhafaza olmalarıdır.

Şu hâlde esenlik ve mutluluğa ulaşma, Allah'ın rızasına tâbi olmaya bağlıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kulları için küfre razı olmaz." (Zümer, 7), "Allah, yoldan çıkan topluluktan razı olmaz." (Tevbe, 96) Sonuç itibariyle esenlik ve mutluluk elde etmek, zulüm yolundan kaçınmaya, zalimlerle içli dışlı olmaktan uzak durmaya gelip dayanır. Allah, zalimler için hidayetinin söz konusu olmayacağını vurgulayarak, bu ilâhî saygınlığa erişmekten yana onların umutlarını boşa çıkarmıştır: "Allah, zalimler toplulugunu dogru yola iletmez." (Cum'a, 5)

O hâlde, "Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir." ayeti, bir yönüyle "Inananlar ve imanlarını bir zulümle bulamayanlar, işte güven onlarındır ve dogru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82) ayetini çağrıştırmakta ve onun konumuna sahiptir.

"Onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır." İfadenin akışı içinde "karanlıklar"ın çoğul, buna karşılık "aydınlık"ın tekil tutulması, batıl yolun aksine konum ve duruşlar itibariyle çokluk arzetse de, hak yolda farklılığın ve dağınıklığın olmayacağına yönelik bir işarettir.

420 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

Karanlıklardan aydınlığa çıkarma eylemi, peygamber veya kitap gibi Allah'tan başkasına nispet edilince, "O'nun izni" bu bağlamda, müsaadesini ve hoşnutluğunu ifade eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "Bu, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlıga çıkarman için sana indirdigimiz kitaptır." (İbrâhim, 1) Burada Hz. Peygamberin (s.a.a) insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarması "Rablerinin izni" ile kayıtlandırılmıştır. Bununla güdülen amaç, hidayet olgusunun nedenselliğinin bağımsızlığı şeklindeki bir vehimden kurtarmaktır. Çünkü bunun gerçek sebebi yüce Allah'tır.

Bir diğer ayette ise, şöyle buyruluyor: "Andolsun biz Musa'yı da kavmini karanlıklardan aydınlıga çıkar, diye ayetlerimizle birlikte gönderdik." (Ibrâhim, 5) Burada "izin" kaydı düşülmemiş, çünkü ifadede geçen emir sıygası ("çıkar"), bu anlamı da içerir. Bunun Allah'a nispet edildiği durumlarda, onları izniyle çıkarmasının anlamı, ilmiyle çıkarmasıdır. Izin bilgi anlamına da gelir. Araplar, "ezine bihi" yani onu bildi, derler. Şu ayetler de buna örnek oluşturmaktadır: "Allah ve Elçisinden insanlara bildiridir." (Tevbe, 3), "De ki, ben sizin hepinize eşit biçimde bildirdim." (Enbiyâ, 109), "İnsanlar içinde haccı ilân et." (Hac, 27) [Bu ayetlerin orijinalindeki "ezân, âzen-tu ve ezzin" ifadeleri kullanılmıştır.] Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

"ve dosdoğru bir yola iletir." Burada bir kez daha "hidayet" sözcüğünün tekrarlanması "yuhricuhum=çıkarır" ifadesinin, "yehdî bihillahu= Allah onunla iletir" ifadesiyle bu cümlenin arasına girmesinden dolayıdır. Ve çünkü, Fatiha suresini tefsir ederken de vurguladığımız gibi "sırat-ı müstakîm" bütün yollara, ona yönelik hidayet de, diğer tali yollara yönelik diğer hidayet kısımlarına egemendir.

"dosdogru bir yol" ifadesinin belirsiz (nekre) olması, maksadın yüce Allah'ın Kur'ân'da kendisine nispet ettiği tek sırat-ı mustakîm olmasıyla bir çelişki oluşturmaz. (Fatiha suresindeki kullanımı bu genellemenin dışında tutuyoruz.) Çünkü ifadenin kullanıldığı yerin özelliği böyle bir çıkarsamayı gerektirmektedir. Dolayısıyla burada ifadenin belirsiz bırakılmış olması, konumunu mühimsemek ve iş-

Mâide Sûresi 15-19 ............................................................. 421

levini yüceltmek içindir. "Allah, Meryem Oğlu Mesih'tir, diyenler küfre girmişlerdir." Bunlar, Âl-i İmrân suresinin akışı içinde görüşlerine yer verdiğimiz üç gruptan biridir. Onlara göre yüce Allah, Mesih'le bir olmuştur. Dolayısıyla Mesih insan-tanrıdır. "Allah, Meryem Oglu Mesih'tir." sözünü, o Allah'ın oğludur, iddiasına ve "O, üçün üçüncüsüdür." iddiasına da uyarlayabiliriz. Ancak ifadeden anlaşılan, bir olma şeklindeki ayniliğin kastedildiğini göstermektedir.

"De ki: Öyle ise Allah, Meryem Oğlu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini helâk etmek isterse, Allah'a karşı kimin elinde bir şey var?..." Bu ifade, yukarıda işaret ettiğimiz iddialarının geçersizliğinin, çürüklüğünün kanıtıdır. Çünkü iddiaları birbiriyle çelişmektedir. Bir yandan Mesih'in insan-tanrı olduğunu ileri sürüyorlar, bir yandan da onu Meryem Oğlu olarak nitelendiriyorlar. Böylece, yeryüzünün sakini herhangi bir insan açısından normal karşıladıkları bir şeyi, onun açısından da normal karşılıyorlar.

Bu demektir ki insanların tümü, göklerde, yerde ve ikisinin arasında yer alan her şey gibi Allah'ın mülküdürler, O'nun egemenliği ve saltanatı altındadırlar. Dolayısıyla yüce Allah, onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Istediği gibi lehlerinde ve aleyhlerinde hük-meder. Dolayısıyla Mesih'in annesini ve yeryüzünde bulunan herkesi helâk etme yetkisine ve gücüne sahip olduğu gibi, Mesih'i de helâk edebilir. Mesih'in diğerlerine göre bir ayrıcalığı yoktur. Peki Allah'ın helâk olması düşünülebilir mi?! Şu hâlde, Hıristiyanların "İsa insandır" demeleri, "O, Allah'tır" demelerini çürütmektedir. Çünkü bu iki önerme arasında çelişki vardır.

Buna göre, "Allah'a karşı kimin elinde bir şey var?" ifadesi, mutlak olarak her türlü engeli olumsuzlamaya yönelik bir kinayedir. Bir kimsenin Allah'a karşı elinde bir şey olması, O'na dönük olan bazı şeyde Allah'a karşı bir egemenliğe sahip olması demektir. Bunun kaçınılmaz sonucu, Allah'ın egemenliğinin adı geçen şey üzerinde kesintiye uğramasıdır. Söz gelimi herhangi bir sebebin, bir şey üzerinde kendisinden kaynaklanan bağımsız bir etkinliğe

422............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

sahip olması ve bununla Allah'ın o şey üzerindeki etkinliğine engel olması veya Allah'a üstün gelmesi yani. Oysa egemenlik sadece Allah'ındır. O, egemenliği itibariyle de tektir. Ortağı yoktur. O'nun başkasının kullanımına sunduğu bazı şeyler, O'nun mutlak egemenliğini ve saltanatını geçersiz kılmaz.

"Meryem Oglu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini helâk etmek isterse" ifadesinde Mesih (a.s), "Meryem Oglu" nitelemesiyle birlikte zikredilmiştir. Bunun amacı onun tam bir insan olduğuna delâlet etmektir. Diğer insanlar gibi, o da ilâhî etkinin kontrolü altındadır. Yine aynı amaçla "annesi" ifadesi de ona atfedilmiştir. Çünkü annesinin de onun gibi bir insan olduğunda kuşku yoktur. Yine, "yeryüzünde olanların hepsi" ifadesi de ona atfedilmiştir. Çünkü, tümü eşit oranda aynı hükmü taşıyorlar.

Buradan hareketle anlıyoruz ki, bu kayıt ve bu atıfta "imkân kanıtı"na yönelik bir işaret söz konusudur. Özetle demek isteniyor ki: İsa da annesi gibi diğer insanlara benzer. Yeryüzündeki diğer canlılar gibidir. Onlar için geçerli olan, onun için de geçerlidir. Çünkü birbirine benzeyen şeyler, bir şeyin caiz olup olmaması hususunda aynı hükme tâbidirler. İsa'dan başkasının helâk kapsamına girmesi normal olduğuna göre, o da bu kapsama girer. Buna engel olacak hiçbir güç yoktur. Eğer İsa, (hâşâ) Allah olsaydı, böyle bir durum onun hakkında geçerli olmazdı.

"Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin egemenligi yalnızca Allah'ındır." ifadesi, önceki cümleyi gerekçelendirmeye yöneliktir. Kur'ân'ın genellikle varlıklar âlemini "gökler ve yer" tabi-riyle ifade etmesine karşın, burada bir de "ikisinin arasında bulunan her şey" ifadesine yer verilmiş olması, açıklamanın biraz daha net, biraz daha kuruntu ve kuşkulardan beri olması içindir. Ki bir kimse çıkıp da, konu göklerle yer arasındaki varlıkları ilgilendirdiği hâlde, sadece göklerle yerden söz edilmiş, ikisinin arasında yer alanlardan söz edilmemiştir;

dolayısıyla onlar bu kapsama girmezler, şeklinde bir kuruntuya kapılmasın. Cümlenin orijinali içinde "haber"in yani "lillâhi=Allah'ındır." sö-

Mâide Sûresi 15-19 ............................................................ 423

zünün öne alınması, sınırlandırmaya, münhasır kılmaya delâlet etmesi içindir. Zaten ancak bu durumda açıklama tamamlanmış olabiliyor. Dolayısıyla kastedilen anlamı şudur: Hiç mümkün müdür ki bir engelleyici, Allah'ın İsa'yı ve başkasını helâk etmek istemesine ve bu husustaki isteğinin gerçekleşmesine engel olsun? Değil mi ki göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan canlı, cansız tüm varlıkların üzerindeki mutlak egemenlik ve saltanat başkasının değil, sadece Allah'ındır? Kimse O'nun hükmünün geçerliliğini, emrinin yerine gelmesini engelleyemez.

"O, diledigini yaratır ve Allah'ın herşeye gücü yeter." cümlesi, bundan önceki, "Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin egemenligi yalnızca Allah'ındır." cümlesinin gerekçesi konumundadır. Mülkiyet, bir tür iktidar anlamına gelir. Insanlara ve onların sahip olduklarına egemen olma yetkisine sahip olma anlamına gelen Arapça kullanımıyla mülk, ancak kudretin kapsamlılığı ve iradenin geçerliliği ile mümkün olabilir. Yüce Allah, göklerde, yerde ve ikisinin arasındaki tüm varlıklar bazında bu yetkiye, bu egemenliğe sahiptir. Dolayısıyla o her şeye güç yetirendir ve dilediği her şeyi yaratır. Buna göre göklerde, yerde ve ikisinin arasındaki şeylerde sadece O'nun mut-lak hükümranlığı söz konusudur. Dolayısıyla, O'nun dilediğini yaratması, her şeyi yapabilmesi, sahipliğinin, egemenliğinin, egemenliği de bunların tümünü helâk etmeyi dileyebileceğinin, dilemesi durumunda kimsenin buna engel olamayacağının, bunun da hiç kimsenin uluhiyet-te, egemenlikte O'na ortak olmadığının kanıtıdır.

Iradesinin geçerliliğinin ve kudretinin kapsamlılığının kanıtı ise, O'nun Allah oluşudur. Ulu Allah, belki de bunu vurgulamak için "Allah" lafzını ayette birkaç kez tekrarlamıştır. Sonuç itibariyle, Allah için ilâhlık makamı kabul edilince bu, beraberinde hiç kimsenin ilâhlıkta O'na ortak olmadığı anlamını da getirir.

"Yahudiler ve Hıristiyanlar; 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler." Hiç kuşkusuz, onlar Hıristiyanların önemli bir kısmının İsa (a.s) açısından iddia ettikleri gibi, gerçek anlamda Allah'ın oğulları

424 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

olduklarını iddia etmiyorlardı. Ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar gerçek anlamda böyle bir iddiayı seslendiriyordu. Ama bir tür mecazi ifadeyle, bunu kendilerine yönelik bir onurlandırma niteliği olarak kullanıyorlardı. Nitekim bu tür bir niteleme kutsal kitaplarında çokça kullanılmaktadır. Örneğin Hz. Âdem1, Hz. Yakup2, Hz. Davud3, Hz. Akram4, Hz. İsa5 hakkında ve salih müminler hakkında6 böyle bir nitelemeye yer verilmiştir.

Her hâlükârda, onların "Allah'ın oğullarıyız" derken kastettikleri şudur: "Biz Allah'a, oğlun babasına yakın olduğu kadar yakınızdır." Demek istiyorlardı ki, bizler kralın çocukları gibiyiz, geri kalan teba- dan farklıyız. Kralın yakını olmaktan dolayı bir ayrıcalığımız vardır. Bu ayrıcalığımız tebanın tâbi olduğu muameleye tâbi olmamamızı gerektirir. Bir bakıma kendilerini, insanlara uygulanan yasaların üstünde görüyorlardı. Çünkü kralın tahtına yakın oluşları, başkalarının tâbi olduğu yasalarla yargılanmalarını önleyici bir ayrıcalıktır. Diğer tebayla aynı statüde olamazlar. Başkalarının aşağılandığı gibi onlar da aşağılanamazlar. Çünkü soylular, saltanata yakınlıkları oranında sevgi ve saygınlık görürler.

Dolayısıyla ayette sözü edilen "oğul"luktan maksat, has adamı ve yakını olmaktır. Bu açıdan "sevgilileriyiz" ifadesinin "Allah'ın ogullarıyız" ifadesine atfedilmiş olması, açıklama amaçlı bir atıftır. Yoksa bir gerçekliği söz konusu değildir. Onların bu soyluluk ve sevgililik iddialarının gerisinde şu kaçınılmaz niyet yatıyordu: Biz azaba uğratılmayacağız, cezalandırılmayacağız. Bizim akıbetimiz nimet ve saygınlıktan başka bir şey değildir. Güya Allah'ın onları azaplandırması, soyluluk ayrıcalıklarıyla bahşettiği sevgi ve saygın-

------

1- Luka Incili, Bap 3 : 38.

2- Tevrat, Çıkış Kitabı, Bap 4: 22.

3- Zebur, Mezmurlar, Bap : 7.

4- Irmiya'nın gaybten verdiği haberler, Bap 31: 9.

5- Incil ve eklerinin birçok yerinde bu nitelemeye rastlanır.

6- Diğer Incillerle beraber, Matta Incili, Bap: 5. 9.

Mâide Sûresi 15-19 ................................................. 425

lıkla bağdaşmaz.

Bunun kanıtı ise, onların sözleri reddedilirken kullanılan şu ifadelerdir: "O diledigini bagışlar, diledigine azap eder." Çünkü eğer onlar, "Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileriyiz." sözüyle, hak mesajına ilişkin çağrıyı kabul etmeseler bile, azaba uğratılmayacaklarını kastetmiş ol-masalardı, "bagışlar..." ifadesinin onlara yönelik ret cevab olarak sunulmasının bir anlamı olmadığı gibi, "Hayır, siz de O'nun yaratıkların-dan birer insansınız." cümlesini de gerektirecek iyi bir neden de olmazdı. Şu hâlde onların, "Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileri-yiz." şek-lindeki sözleri, "Biz Allah'ın has adamlarıyız, O'nun sevilenleriyiz, istediğimizi yapsak, O'nun istemediğini yapmasak bile O, bize azap etmeyecektir." anlamına gelir. Azaba uğramama ve her türlü kötülük ve yasak karşısında dokunulmaz olma, ancak yüksek otoritenin has adamı ve sevgilisi olmakla mümkün olabilen ayrıcalıklı bir statüdür.

"De ki: O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap ediyor?" Burada yüce Allah Peygamberine, onlara karşı bir kanıt ileri sürmesini ve iddialarını kanıtla çürütmesini emrediyor. Bu bağlamda iki kanıt belirginlik kazanıyor: Birincisi, azaba uğratılmalarını öne sürerek iddialarını çürütmek. İkincisi, onların sunduğu kanıtın tersini sonuç verecek bir kanıtla iddialarını çürütmek.

"O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap ediyor?" ifadesinin kapsadığı birinci kanıtın özeti şudur: Eğer sizin, Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuz, ilâhî azaptan yana güven içinde bulunduğunuz, dolayısıyla dünyevî veya uhrevî her türlü azaptan yana güvende olduğunuz şeklindeki iddianız doğruysa, şu günahlarınızdan dolayı sizi sürekli olarak çepeçevre saran bu pratik azap nedir?

Nitekim Yahudiler, sürekli olarak günah işlemektedirler; kendi halkları arasından çıkan peygamberleri ve salihleri öldürmekte, yüce Allah'a verdikleri sözü çiğnemek suretiyle günah işlemekte, kutsal kitaplarındaki ifadeleri çarpıtarak asıl maksatlarının dışına taşımakta, Allah'ın ayetlerini gizlemekte, inkâr etmekte, her türlü

426 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

azgınlığı, taşkınlığı ve sınır tanımaz saldırganlığı işlemektedirler. Bu yaptıklarının vebalini de tepelenerek görmektedirler. Bunların bir kısmı hayvanlara dönüştürülmüş, insan şeklinde kalan diğer kısmının üzerine de alçaklık ve pespayelik damgası vurulmuştur.

Üzerlerine acımasız zalimler musallat edilmiştir. Bunlar onları soy kırımdan geçirmiş, namuslarına tecavüz etmiş, ülkelerini harap etmiştir. Tarih boyunca düşük bir hayat yaşamışlardır, ne ümit veren bir dirilik, ne de unutulup gitmelerini sağlayacak bir ölüm görebilmişlerdir. Hıristiyanlara gelince, onların çeşitli toplulukları arasında yaygın olan günahlar ve bozgunculukların Yahudilerinkinden geri kalır tarafı yoktur. Peygamberin (s.a.a) gönderildiği dönemde, ondan sonra ve günümüze kadar tepelerine inen azaplar ve felâketler, Yahudilerinkini aratmayacak yoğunluk ve sürekliliktedir. Tarih bunların tümünün ya da büyük bir kısmının tanığıdır. Kur'ân buna ilişkin birçok kıssayı anlatır. Bakara, Âl-i Imrân, Nisâ, Mâide, A'râf ve diğer başka sureleri buna örnek gösterebiliriz.

Bunlar diyemezler ki: Üzerimize yağan musibetler, tepemize binen belâlar, yakamıza yapışan fitneler, "belâ sevgiden dolayıdır" türünden şeylerdir. Bunların, ilâhî gazabın sonucu duçar olunan tepelenme ve cezalandırılma olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur. Aynı şeyler Ibrahim, Yakup, Yûsuf, Zekeriya ve Yahya gibi Allah'ın salih kulları olan nebi ve resullerin başına da gelmiştir. Siz Müslümanlar da Uhud ve Mute gibi savaşlarda benzeri musibetlerle yüz yüze geldiniz. Bu tür olumsuzluklarla biz karşılaşınca adı ilâhî azap, siz karşılaşınca da nimet ve onurlandırma mı oluyor?

Şöyle ki: Hiç kimse kuşku duymaz ki fizikî olumsuzluklar, dünyevî musibet ve belâlar, kâfirlerin başına geldiği gibi müminlerin de başına gelir, salih insanları yakaladığı gibi, yıkıcıbozguncu insanları da yakalar. Bu, yüce Allah'ın öteden beri kulların hayatına egemen kıldığı bir yasadır. Ancak bunların nitelikleri ve etkileri insanın yapıcı veya bozguncu oluşuna, kulun Rabbinin nezdindeki konumuna göre farklılık arz eder.

Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 427

Hiç kuşkusuz peygamberler ve erdem bakımından onlardan sonra sıra alan salih kullar gibi nefsinde yapıcılık kök salmış, erdem ve fazilet özünün, cevherinin ayrılmaz parçası hâline gelmiş insanlar, dünyevî musibetlerle, sıkıntılarla, mihnetlerle karşılaştıklarında, bunlar onların nefislerinin derinliklerindeki gizli erdemlerin, gün yüzüne çıkmasına, pasif faziletlerin aktif hâle gelmesine neden olurlar. Dolayısıyla o erdemlerden ve güzel sonuçlarından hem kendileri, hem de başkaları yararlanırlar. Bundan da anlaşılıyor ki, insan doğasının ilk etapta tepki gösterdiği bu tür musibetler, ilâhî eğitimin araçlarından başka bir şey değildirler. Dilersen buna, "terfi ettirme" de diyebilirsin.

Hayatı mutluluk veya mutsuzluk üzere istikrar kazanmamış, izlen- mesi gereken mutluluk yolunu henüz bulamamış kimselerin başına bir felâket geldiğinde, bir musibetle burun buruna kaldığında, hemen akabinde izleyeceği yol belirginlik kazanır, küfür veya iman, yapıcılık veya bozgunculuk karşısındaki konumu netleşir. Bu tür musibet veya felâketler ancak sınama amaçlı belâlar olarak nitelendirilebilir. Allah'ın gönderdiği bu felâketler, kişinin cennetten ya da cehennemden yana bir çizgi tutturmasına ön ayak olur.

Bazı kimseler de hayatlarını nefsin azgın hevasına uydururlar. Yıkıcılıktan, bozgunculuktan, şehvet ve şiddetin girdabında debelenmekten başka bir şey bilmezler. Bunlar her zaman alçaklığı erdeme tercih ederler. Allah'a kafa tutarlar, hakka uyma önerilerine küstahça burun kıvırırlar. Kur'ân-ı Kerim bu tür zalim toplumların akıbetlerinden çarpıcı tablolar sunar. Nuh, Âd ve Semud kavimlerini, Firavun Oğullarını, Medyen halkını ve Lut kavmini buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, Allah'ın uyarılarını dikkate almamakta ayak diretip azgınlık nitelikli yaşamlarında ısrar edince, ibreti âlem akıbetlere maruz kalmışlardır. Üzerlerine yağan felâketler ölüm kusmuştu, köklerini kurutup tarih sahnesinden silip atmıştı. Işte bunlara ilâhî azap, rabbani tepeleme ve vebal denir, başka değil. Yüce Allah, bir ayette bu anlamların tümünü içeren bir ifade

428 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

kullanmıştır: "Biz günleri insanlar arasında dolaştırırız. Bu, Allah- 'ın kimlerin mümin oldugunu belirlemesi ve aranızda şahitlik edinmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez. Bir de böylece Allah, müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek ister." (Âl-i Imrân, 140- 141)

Hz. Musa'nın (a.s) gönderilişinden Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilişine kadar -iki bin yıldan fazla- geçen Yahudi tarihi, yine Hz. İsa'nın (a.s) yeryüzünden kaldırılışından, İsa'nın doğuşuna kadar -denil-diğine göre yaklaşık altı yüz yıl- geçen Hıristiyanların tarihi, işledikleri günahlarla ve yaptıkları cürümlerle doludur. Bu alanda akla gelebilecek her türlü günahı işlemekle kalmayıp, ısrar da ettiler ve pişmanlık duymaya kesinlikle yanaşmadılar. Bu nedenle onların tepelerine binen musibetler, ilâhî azap ve tepelendirmeden başka bir ismi hak etmiyor.

Kuşkusuz, Müslümanlar da bu toplumların uğradıkları musibetlerin aynısına uğradılar. Söz konusu musibetlere doğanın sistemi perspektifinden baktığımız zaman, ilâhî plânlama elinin sevk ve idare ettiği olaylardan başka bir şey değildirler. Bu, öteden beri yürürlükte olan ilâhî bir yasa, evrensel bir sünnettir. Allah'ın yasasında değişiklik olmaz.

Buna karşılık, musibetlere duçar olan Müslümanların durumları perspektifinden baktığımız zaman, hak yol üzere bulundukları sürece bu musibetler, ilâhî sınamalar olarak belirginleşir; hak yoldan uzaklaştıklarında ise, ilâhî azap ve cezalandırma amaçlı tepeleme olarak ön plâna çıkar. Kimsenin Allah katında ayrıcalığı yoktur. Kendi isteği üzere hükmedenin Allah üzerinde hiçbir hakkı olmaz. Kur'ân'da Müslümanların Allah katında ayrıcalıklı olduklarına ilişkin bir ifadeye rastlanmaz. Müslümanlar Allah'ın oğulları veya sevgilileri olarak nitelendirilmezler. Kimsenin ismine veya lakabına itibar edilmez.

Yüce Allah, bir ayette Müslümanlara hitaben şöyle buyuruyor: "Yoksa siz, Allah içinizdeki cihat edenleri ayırt etmeden ve sabırlıları belirlemeden cennete girebileceginizi mi sandınız?... Mu-

Mâide Sûresi 15-19 ................................................ 429

hammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eger o ölür ya da öldürülürse, topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topugu üzerinde geri dönerse, Allah'a hiçbir zarar vermeyecektir. Şükredenleri ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i Imrân, 142-144) Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor: "Iş ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur." (Nisâ, 123)

"De ki: O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap ediyor?" ifadesinde, başka bir ihtimal de söz konusu olabilir. Yani, kastedilen azabın uhrevî azap olması da muhtemeldir. Dolayısıyla "yuazzibukum=azap ediyor" şeklindeki şimdiki zaman kipi, önceki ihtimalin esası olan süreklilikten çok gelecek zamanı ifade etmiş olabilir. Çünkü Ehlikitap genel olarak işledikleri günahın karşılığı bir azabın olduğunu kabul ediyorlar. Kur'ân'da Yahudilerin bu itirafı şu şekilde ifade edilir: "Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır." (Bakara, 80)

Hıristiyanlara gelince; gerçi onlar, İsa'nın kendini kurban edişiyle günahlarının bağışlandığını ileri sürüyorlar; ancak bu bile bizzat günahı ve çarmıha gerilme suretiyle İsa'nın gördüğü eziyetlerin azap olduğunu kabul etme anlamına gelir. Incillerde zina gibi günahlardan söz edilir. Kilise, günahlardan bağışlanma belgeleri dağıtmakla fiilen azabın varlığını itiraf ediyor. Bu da bir ihtimaldir; ancak birinci ihtimal iyi ve uygundur.

"Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin egemenliği yalnızca Allah'ındır. Dönüş de sadece O'nadır." Bu ifade onların iddialarına karşı itiraz mahiyetinde sunulan ikinci kanıttır. Kanıtın özeti şudur: Sizin gerçekliğinize yönelik bir gözlem, Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuza ilişkin iddianızı çürütmek için yeterlidir. Çünkü siz de Yüce Allah'ın yarattığı insanlar veya diğer canlı türleri gibi yaratılmışsınız. Allah'ın ya-

430 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

rattığı diğer varlıklara karşı herhangi bir ayrıcalığınız yoktur. Göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan herhangi bir varlık, Allah tarafından yaratılmış olmaktan öte bir şey değildir. Allah, onun ve başka varlıkların sahibidir, tek egemenidir; dilediği gibi, dilediği şekilde onlar üzerinde tasarrufta bulunur. O da herkes gibi, hem kendisinin, hem de başkalarının üzerinde tek egemen olan Rabbinin yanına dönecektir.

Durum böyle olduğuna göre, yüce Allah, içlerinde dilediğini bağışlama ve dilediğine azap etme yetkisine ve gücüne sahiptir ve hiçbir ayrıcalık ve saygınlık ya da başka bir şey, O'nun bir kimse hakkında bağışlama ya da azap şeklinde bir hüküm vermesine engel olamaz. Kimse yolunu kesemez, iradesini yürütmesini, hükmünü etkin kılmasını engelleyecek şekilde önüne perde geremez.

Bu açıdan, "Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız." ifadesi, kanıtın öncüllerinden biri konumundadır. "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin egemenligi, yalnızca Allah'ındır." ifadesi de bir başka öncül olarak anlam kazanıyor. "Dönüş de sadece O'nadır." cümlesi, üçüncü öncül konumundadır. "O, diledigini bagışlar, diledigine azap eder." ifadesi de mantıksal önermenin sonuç kısmını oluşturmaktadır ki bu mantıksal açıklama, hiçbir şekilde azaba uğratılmayacaklarına ilişkin iddialarıyla çelişmektedir.

"Ey Ehlikitap! ...elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada elçimiz size geldi ki size açıklıyor." Ragıp el-Isfahanî der ki: "el-Futûr, öfke sonrası yatışma, sertlik sonrası yumuşama ve güç sonrası zayıflık anlamına gelir. Yüce Allah, 'Ey Ehlikitap! ...elçilerin arasının kesildigi, bir boşluk meydana geldigi sırada elçimiz size geldi ki size açıklıyor.' buyurmuştur. Yani, Allah'ın elçisinin gelişinden yoksun, sessizlik, boşluk dönemi."

Ayet, Ehlikitab'a yönelik ikinci bir hitaptır. Önceki hitabın içeriğini de tamamlayıcı bir fonksiyon üstlenmektedir. Çünkü ilk ayette onlara açıklamıştı ki: Allah size bir elçi gönderdi, onu apaçık bir kitapla destekledi; elçi (veya kitap) Allah'ın izniyle

Mâide Sûresi 15-19 .................................................. 431

tapla destekledi; elçi (veya kitap) Allah'ın izniyle insanları salt hayra ve mutluluğa iletir. Bu ayet ise, onlara şu mesajı veriyor: Bu ilâhî açıklama, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi." demek suretiyle bahaneler ileri sürmelerini önleme amacına ve onlara hücceti tamamlamaya yöneliktir.

Bu açıklama ile, tefsirini sunduğumuz ayette yer alan "size açıklıyor." ifadesinin ilintili olduğu konunun, önceki ayetin içeriği olması ihtimali güçleniyor. Buna göre, ayetin açılımı şöyledir: Kitaptan olduğu hâlde sizin gizlediğiniz birçok şeyi size açıklıyor. Yani, sizin şu anda davet edildiğiniz din, sizin bizzat benimsediğiniz dindir, sizin elinizdeki dini doğrulamaktadır. Iki din arasında farklılık gibi görünen unsurlar ise, ilâhî kitapların içerdiği ama sizlerin gizlediği bilgilerin açıklanmasından kaynaklanmaktadır.

Bu durumda, "Ey Ehlikitap! ...elçimiz size geldi ki size açıklıyor." ifadesinin, önceki ifadenin aynen tekrarı olduğu söylenebilir. Amaç, önceki hitapla ilintili olduğu hâlde, ondan ayrı duran bazı sözleri ulamaktır. Bununla da, "Bize... gelmedi, demeyesiniz." ifadesini kastedi-yoruz. Ilintilenenle, ilintilendirilen arasına uzun bir fasıla girdiği için, böyle bir tekrara cevaz verilmiştir ve bunun örnekleri Arapça da yaygındır. Şair der ki:

"Deve kuşlarının bakım yerlerini bana verin / Ki Vail Harbi ateşi yeniden zihnimde alevlendi. Deve kuşlarının bakım yerlerini bana verin / Çünkü soylu biri değerli bir şeyi bir ayakkabı bağına satarsa, yine de pahalıdır." Ayetteki hitabın, yeni bir başlangıç olması da mümkündür. Bu durumda "size açıklıyor" fiilinin ilintili olduğu ifade, hazf edilmiş kabul edilir. Ki ifade genel niteliğini kazanabilsin. Yani, açıklanması gereken her şeyi size açıklıyor. Ya da böyle bir kullanımın önemini vurgulamaya yöneliktir. Yani, açıklanmasına gerek duyduğunuz önemli bir şeyi size açıklıyor. "elçilerin arasının kesildigi"

ifadesi böyle bir ihtiyaca yönelik bir işaret ya da kanıt içermiyor da değil. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: Açıklanmasına şiddetle ihtiyacınız olduğu bir şeyi elçilerin ardının kesildiği ve size

432 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

bir şey açıklayamadıkları bir dönemde size açıklıyor. "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz." ifadesi, "size geldi" ifadesiyle ilintilidir. Takdirî açılımı da şudur: Söylersiniz endişesiyle veya söylemeyesiniz diye.

"Allah'ın her şeye gücü yeter." Bu ifade, konuyla ilgili yanlış bir zihniyeti bertaraf etmeye yönelik gibidir. Çünkü Yahudiler, Tevrat- 'ın içerdiği şeriattan sonra başka bir şeriatın hükme bağlanmış olmasını kabul etmiyorlardı. Bunun nedeni, onların neshi ve bedâyı kabul etme-meye ilişkin anlayışlarıydı. Yüce Allah, onların bu asılsız sanılarını, sı-nırsız kudretiyle çelişiyor diye reddetti. Daha önce, tefsirimizin 1. cildinde Bakara 106. ayeti tefsir ederken 'nesh' kavramı üzerinde durduk.

KUR'ÂN'IN GÖSTERDIĞI DÜŞÜNCE YÖNTEMI

Kur'ânî, Felsefî ve Rivayet Esaslı Araştırma Şundan kuşku duymuyoruz: İnsan hayatı, düşünsel bir hayattır; düşünce ve fikir dediğimiz bu olgu olmadıkça, insan hayatı tamamlanmış olmaz. Düşünceye dayalı bir hayatın kaçınılmaz bir gereği de şudur ki: Hayatın dayandığı düşünce doğru ve eksiksiz olduğu oranda hayat da sağlam ve eksiksiz olarak seyrine devam eder. Sağlam hayat -hangi yasalar esas alınırsa alınsın, önceden izlenilen veya izlenilmeyen hangi yol izlenirse izlensin- kesinlikle sağlam bir düşünceyle ilintili ve ona dayanıyordur. Hayat, düşünceye dayalı olduğu oranda, sağlam ve doğru olur.

Ulu Allah, kitabının değişik yerlerinde farklı ifade tarzlarıyla bu gerçeği açıklamıştır. "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122), "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9), "Allah sizden inananları bir derece ve kendilerine ilim verilenleri ise derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11), "Müjdele kullarımı: Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. Işte onlar Allah'ın

20