55- Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve
rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir.
56- Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü edilen müminleri veli
edinirse, (bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Görüldüğü gibi bu iki ayet Ehlikitab'ı ve kâfirleri veli edinmeyi
yasaklayan ayetler arasında yer alıyor. Bundan dolayı Sünnî tefsircilerin
bir bölümü, bu iki ayetin önceki ve sonraki ayetlerle aynı
anlamı paylaştıklarını düşünerek hepsini aynı anlamda saymışlardır.
Bu ortak anlam, müminlerin yardımcı anlamında şahısları
veli edinme konusun-daki görevlerini açıklıyor ve Yahudileri, Hıristiyanları
ve kâfirleri veli edinmeyi yasaklıyor, veliliği sadece Allah'a, Peygamberine (s.a.a) ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlere mahsus kılıyor. Çünkü bunlar gerçek müminlerdir.
Böylece münafıklar ile kalplerinde hastalık olanlar dışarıda
bırakılarak gerçek müminlerin veliliğinin gerekliliği vurgulanıyor.
Buna göre bu ayet, "Allah müminlerin velisidir." (Âl-i İmrân, 68)
"Peygamber, müminler üzerinde kendilerinden daha çok yetki
sahibidir." (Ahzâb, 6) "Onlar birbirlerinin velileridirler." (Enfâl, 72)
"Mümin erkekler ve kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyiliği emreder,
kötülükten sakındırırlar." (Tevbe, 71) ayetleri ile aynı anlamı
taşır. Dolayısıyla bu ayet, yardımcı olma anlamında Allah'ın, Peygamberinin
ve müminlerin müminler üzerinde velâyeti bulunduğunu
ifade etmektedir.
Bu durumda ayette açıklanması gereken tek bir nokta kalıyor.
O da, "zekât veren" ifadesiyle bağıntılı olan "rükû hâlinde iken "
şeklindeki hâl cümlesidir. Bu problem "rükû" kelimesinin mecazî
anlamda kullanıldığını kabul etmekle ortadan kalkar. Bu mecazî
anlam, mutlak anlamda yüce Allah'a boyun eğmek veya yoksulluk
gibi sebeplerle düşük durumda olmaktır. O zaman ayetin anlamı
şöyle olur: Sizin velileriniz (yardımcılarınız) Yahudiler, Hıristiyanlar
ve münafıklar değildirler. Sizin velileriniz (yardımcılarınız) Allah,
O'nun Resulü ve namaz kılan, zekât veren ve bütün bu durumlarda
Rablerine boyun eğerek O'nun emirlerine kayıtsız şartsız uyan
veya geçim darlığı çeken fakirler oldukları hâlde zekât veren müminlerdir.
Fakat bu iki ayet ile öncesi ve sonrasındaki ayetlere, ayrıca
surenin bütününe yönelik irdeleyici ve dikkat yoğunlaştırıcı bir
inceleme, bizi sözünü ettiğimiz tefsircilerin söylediklerinin tersine
sonuçlara gö-türür. Onların sözlerindeki ilk yanlış, bu ayetler
arasında anlam birliği olduğu, ayetlerin yardımcı olma
anlamındaki veliliğe değinerek bunun hangisinin doğru ve
hangisinin yanlış olduğunu ayırt ettiği yolundaki açıklamalarıdır.
Çünkü bu surenin Peygamberimizin son günlerinde, Veda
Haccı sırasında indiği gerçek olmakla birlikte, diğer bir gerçek de
onun bütün ayetlerinin hep birlikte inmemiş olmasıdır. Onun içindeki
bazı ayetlerin bundan daha önce indiği şüphesizdir. Bunun< kanıtı, o ayetlerin içerikleridir.
Ayrıca bu ayetlerin iniş sebeplerine ilişkin aktarılan rivayetler
de bunu desteklemektedir. Dolayısıyla ne bir ayetin bir ayetin öncesinde
veya sonrasında yer alması, o ayetler arasında anlam bütünlüğüne
delil sayılabilir, ne de iki ayet arasında belirli bir münasebetin
olması, o ayetlerin birlikte indiklerine veya anlamları arasında
bütünlük olduğuna delil teşkil eder.
Üstelik bir de şu var: Bu ayetlerin öncesindeki ayetler, yani "Ey
inananlar, Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin
velileridirler." diye başlayan ayetler, müminlere Yahudileri
ve Hıristiyanları veli edinmeyi yasaklamakta, münafıkları ve kalplerinde
hastalık olanları onlara doğru koşmakla, onların tarafını
tutmakla suç-lamakta, fakat Yahudilere ve Hıristiyanlara herhangi
bir hitap yöneltmemekte, onlara herhangi bir mesaj vermemektedir.
Buna karşılık bu iki ayetin sonrasında yer alan ayetlerde, yani
"Ey iman edenler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilenlerden
ve kâfirlerden dinlerinizi alaya alanları, eğlence konusu yapanları veli edinmeyin..." diye başlayan ayetlerde durum böyle
değildir.
Bu ayetler, Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyi yasakladığı
gibi, onların durumunu ele alarak kendilerine hitap edilmesini
emrediyor, sonra da onları münafıklık ve fasıklıkla
suçluyor. Görülüyor ki, bu iki ayetin öncesinde ve sonrasında yer
alan ayetlerin amaçları farklıdır. Böyleyken nasıl olur da aralarında
anlam bütünlüğü olabilir?!
Bir de şu var: "Ey inananlar, Yahudileri ve Hıristiyanları veli
edinmeyin..." diye başlayan ayetleri incelerken gördük ki, yardımcı
olma anlamındaki velilik bu ayetlerle bağdaşmaz; bu ayetlerdeki
özellikler ve kullanılan öğeler, özellikle "Onlar birbirlerinin velileridirler."
ve "Sizden kim onları veli edinirse, onlardandır." ifadeleri
yardımcılık anlamındaki velilikle uyuşmaz. Çünkü iki kavim arasında
yardımlaşma anlaşması yapılması, o kavimlerden birinin diğerinden
olmasını, o kavimden sayılmasını gerektirmediği gibi,
böyle bir anlaş-mayı yasaklamanın gerekçesi olarak, o falanca
kavmin fertleri birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır, demek de yerinde
olmaz.
Fakat sevgi anlamındaki velilik anlaşması yapmak böyle değildir.
Çünkü bu tür bir anlaşma, taraflar arasında psikolojik ve
ruhsal kaynaşmayı gerektirir, taraflardan birinin diğerinin hayatî
meselelerinde ruhsal ve fiziksel tasarrufta bulunmasını mubah hâle
getirir, iki toplumu ahlâkta ve davranışlarda birbirine yaklaştırarak
bu toplumların kendine özgü özelliklerini giderir.
Şu da var ki, Peygamberimizi (s.a.a) yardımcı anlamında müminlerin
velisi saymak caiz değildir. Bunun tersi doğrudur. Çünkü
yüce Allah'ın önemle üzerinde durduğu ve Kur'ân'ın birçok ayetinde
sözünü ettiği bu yardım, din konusundaki yardımdır. Bu durumda,
dinin yasamacısı ve kanınlarının koyucusu olduğu için,
'Din Allah'ındır' denebilir.Bunun sonucu olarak Peygamberimiz veya müminler ya da her ikisi Allah'ın dinine yardım etmeye çağrılırlar veya Allah'ın
koyduğu din hususunda Allah'ın yardımcıları olarak adlandırılırlar.
Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Havarîler, 'Biz Allah'ın
yardımcılarıyız' dediler." (Saff, 14) "Eğer siz Allah'a yardım ederseniz,
Allah da size yardım eder." (Muhammed, 7) "Allah peygamberlerden
söz aldı ki, ... ona inanacaksınız ve ona yardım edeceksiniz."
(Âl-i İmrân, 81) Bu anlamda daha birçok ayet vardır.
Aynı şekilde örneğin dine çağırdığı, onu tebliğ ettiği için 'Din
Peygamberindir' veya biri yasamacı, diğeri yol gösterici olması
hasebiyle, 'Din Allah'ın ve Peygamberinindir' de denebilir. Bunun
sonucu olarak insanlar dine yardım etmeye çağrılır veya dine
yardım ettikleri gerekçesi ile müminler övülür. Şu ayetlerde
olduğu gibi: "Onlar ki, onu korudurlar ve ona yardım ettiler." (A'râf,
157) "Onlar ki, Allah'a ve Peygamberine yardım ederler..." (Haşr, 8)
"Onlar ki, barındırdılar ve yardım ettiler..." (Enfâl, 72) Bu anlamda
daha birçok ayet vardır.
Yine dinin hükümleri ile yükümlü oldukları ve o hükümlerle
amel ettikleri için, 'Din Peygamberin ve müminlerindir.' de denebilir.
Bu durumda da yüce Allah'ın onların velisi ve yardım edicisi olduğu
ifade edilir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Hiç şüphesiz, Allah
kendisine yardım edenlere yardım eder." (Hac, 40) "Biz peygamberlerimize
ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin (şahitlik
için) ayağa kalktıkları gün mutlaka yardım ederiz." (Mü'min, 51)
"Müminlere yardım etmek bizim üzerimize borçtur." (Rûm, 47) Bu
anlamda başka ayetler de vardır.
Fakat herhangi bir bakımdan dini müminlere tahsis etmek, o
konuda müminleri temel kabul edip Peygamberimizi dışarıda
tutmak, sonra da onu o konuda müminlerin yardımcısı saymak
doğru değildir. Çünkü Peygamberimizin müminlere en güzel şekilde
ortak olmadığı, en iyi şekilde pay sahibi olmadığı hiçbir dinî
üstünlük yoktur. Bundan dolayı Kur'ân'da Peygamberimizin (s.a.a)
müminlerin yardımcısı olduğunu ifade eden bir tek ayet bile yoktur.
İlâhî kelâm, o benzersiz edebini gözetmeyi ihmal etmekten
münezzehtir.
Bu gerçek, Kur'ân'da Peygamberimize izafe edilen veliliğin tasarruf
yetkisi veya sevgi ve muhabbet anlamına geldiğinin en güçlü
delillerindendir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Peygamber,
müminler üzerinde kendilerinden daha çok yetki sahibidir."
(Ahzâb, 6) "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."
(Mâide, 55) Görüldüğü gibi hitap, müminlere yöneltilmiştir. Az
önce de belirtildiği üzere, Peygamberi müminlerin yardımcısı anlamında
onların velisi saymanın bir anlamı yoktur.
Bu dediklerimizden şu sonuç ortaya çıktı: "Sizin veliniz ancak
Allah, O'nun Resulü..." diye başlayan iki ayetin, öncesindeki ayetlerin
yardımcı olma anlamındaki veliliğe değindikleri farz edilirse,
bu iki ayetin içeriği o ayetlerin içeriği ile aynı değildir. İkinci ayetin
sonundaki, "...galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir." cümlesi
sakın seni yanıltmasın. Çünkü galibiyet, yardım anlamındaki
velâyetle uyuştuğu gibi, tasarruf velâyeti ve aynı şekilde sevgi ve
muhabbet velâyetiyle de bağdaşır. Çünkü din mensuplarının nihaî
hedefi olan dinî galibiyet, müminlerin herhangi bir vesile ile Allah'a ve Peygambere bağlanmaları ile gerçekleşir.
Yüce Allah açık vaadi ile bu gerçeği müminlere duyurmuştur.
Şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah, 'Ben ve peygamberlerim mutlaka
galip geleceğiz' diye yazdı.
" (Mücâdele, 8) "Gönderilen peygamber
kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine
yardım edilecek ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur."
(Sâffât, 173)
Üstelik, Şiî ve Sünnî kanallardan gelen çok sayıdaki rivayete
göre, bu iki ayet namaz sırasında yüzüğünü sadaka olarak veren
Hz. Ali hakkında inmiştir. Buna göre, bu iki ayet genel değil, özel
anlamlıdır. Bu konudaki rivayetlerin büyük bir kısmını inşaallah
ayetleri hadisler ışığında incelerken nakledeceğiz.
Eğer çokluklarına ve yoğunluklarına rağmen bu tür rivayetler
ayetlerin tefsirinde iniş sebebi olarak kabul edilmeyecek ise, hiçbir
ayette hiçbir iniş sebebine dayanmak doğru olmaz. Bu açıktır.
Dolayısıyla bu iki ayeti genel anlamlı sayarak müminlerin birbirlerinin
velileri olduklarını ifade ettiğini söylemenin hiçbir dayanağı
yoktur.
Evet, bazı tefsirciler bu rivayetlere itiraz etmişler. Oysa bu kadar
çok sayıdaki rivayete itiraz etmeleri yersizdir. İleri sürdükleri itirazlar
şunlardır:
1) Bu rivayetler, bu ayetlerin yardımcı olma anlamındaki velilikle
ilgili zahirî içeriği ile çelişir. Bu noktaya yukarıda işaret edilmişti.
2) Bu rivayetler, çoğul kipi kullanıldığı hâlde tekilin kastedilmiş
olmasını gerektirir. Çünkü bu rivayetlere dayanıldığı takdirde,
"... namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminler"den Hz. Ali'nin kastedildiği kabul edilecektir ki, dil kuralları böyle bir
tefsire müsait değildir.
3) Bu rivayetler, zekâttan maksadın yüzüğü sadaka olarak
vermek olmasını gerektirir ki, buna zekât adı verilemez.
Sözü edilen tefsirciler şöyle demişler: Buna göre, ayeti genel
anlamlı saymalı ve burada "kasr'ul-kalp" veya "kasr'ul-ifrad" sanatının
söz konusu olduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü münafıklar
Ehlikitab'ın yardımına koşuyorlar ve bunu vurguluyorlardı. Bu sebeple
yüce Allah, onları böyle davranmaktan sakındırdı ve onların
velilerinin (yardımcılarının) Ehlikitap ve münafıklar değil, Allah,
O'nun Resulü ve gerçek müminler olduğunu ifade etti.
Bu durumda tek bir problem kalıyor. O da bu anlamın "ve rükû hâlinde iken"
ifadesi ile bağdaşmamasıdır. Bu problem de "rükû" kelimesinin
Allah'a boyun eğme veya fakirlik ve düşük durumluluk şeklinde
mecazî anlamda yorumlanması ile ortadan kalkar. İşte söz
konusu tefsircilerin ileri sürdükleri itirazlar ve bu itirazlar ile ilgili
açıklamaları bunlardır.
Fakat bu ve benzeri ayetleri incelemek, ileri sürülen açıklamaları
tümü ile geçersiz kılmaktadır
Önce bu ayetin yardım anlamındaki veliliği ifade eden bir anlatım
içinde yer aldığı, dolayısıyla bu anlamda yorumlanması gerektiği
tezini ele alalım. Daha önce belirtildiği üzere bu ayetlerin
maksadı asla bu değildir. Eğer daha önceki ayetlerin yardım anlamındaki
veliliği ele aldıkları farz edilse bile, bu ayet o ayetlerin
bu maksadını paylaşmamaktadır.
"...namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir"
ifadesinde çoğul kullanıldığı hâlde tekilin kastedilmesi konusuna
gelince; bu kitabın üçüncü cildinde Mübahele ayeti incelenirken
bu konuda verilen ayrıntılı cevabı biliyorsun. O cevabın özü
şu idi: Çoğul kipi kullanıp bununla tekil kastetmek ve çoğul kipini
tekil anlamında kullanmak ile, uyarlanabileceği örneklere uyarlansın
diye çoğul lafzı ile genel bir hüküm ortaya koymak ya da
çoğul lafzı ile bazı vasıfları haiz bir topluluktan haber vermek, ancak
bu genel hükmün uyarlanabileceği örneğin ya da bu vasıfları
taşıyan ferdin sadece bir tane olması, birbirinden farklı şeylerdir.
Birinci şıkkı dilbilgisi kuralları kabul etmez. Fakat ikincisi kurallara uygundur ve kullanımı yaygındır.
Bu itirazı yapanlar, acaba "Ey iman edenler, düşmanlarımı ve
düşmanlarınızı veli edinmeyin. Siz onlara sevgi yolluyorsunuz...
Siz onlara gizlice sevginizi iletiyorsunuz." (Mümtehine, 1) ayeti hakkında
ne diyecekler? Çünkü ayette Kureyşliler ile mektuplaşan
Hatıb b. Ebu Baltaa'nın kastedildiğini biliyoruz. "Eğer Medine'ye
dönersek, üstün olanlarımız aşağı konumda olanları oradan çıkaracak."
(Münafıkun, 8) ayeti de öyledir. Çünkü bu sözü Abdullah b.
Übey b. Selul'un söylediği biliniyor. "Sana, ne infak edeceklerini
sorarlar." (Bakara, 215) ayeti de böyledir. Çünkü bu soruyu soran
tek kişidir. "Mallarını gece-gündüz, gizli-açık (Allah yolunda) harcayanlar..."
(Bakara, 274) ayeti de bu kategoriye girer. Çünkü rivayetlere
göre, ayette sözü edilen harcama Hz. Ali veya Ebu Bekir tarafından
yapılmıştır. Bu çeşit ayetler çoktur.
Bu örneklerin en şaşırtıcısı "Kalplerinde hastalık bulunanların,
'Bize bir felâketin gelmesinden korkuyoruz' diyerek..." (Mâide, 52)
ayetidir. Çünkü bu itirazı yapan tefsircilerin de kabul ettikleri iniş
sebebine ilişkin rivayetlere göre, bu sözü söyleyen Abdullah b.
Übey'dir ve bu ayet sözünü ettiğimiz ayetler arasında yer almaktadır.
Şöyle denebilir: Bu örneklerde, genellikle adı geçen kişiler gibi
düşünen veya onların davranışlarını onaylayan başka kimseler de
vardır. Bu yüzden yüce Allah onları ve onlar gibi olanları çoğul kipi
ile ifade etmiştir.
Buna şöyle cevap verilebilir: Demek ki, bu kullanımı caiz kılan
bir incelik söz konusu olduğu zaman dil kuralları bakımından bunun
bir sakıncası yoktur. O hâlde, "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun
Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir."
ayeti de pekâlâ bu kategoriye girebilir ve bunun inceliği de
şu gerçeğe işaret olabilir: Ayette ifade edilen veliliğin de aralarında
bulunduğu dinî üstünlükler, bazı müminlere rastgele verilip diğerlerine
verilmeyen ayrıcalıklar değildir. Bunlar, ihlâsta ve amelde
öne çıkmanın sonucudur, başka türlü elde edilemezler.
Bir de şu var: Sözünü ettiğimiz rivayetleri nakledenlerin büyük
ço-ğunluğu sahabîler ile onların hemen arkasından gelen tabiîndir.
Bunlar, dillerinin saflığı bozulmamış öz Araplardır. Eğer böyle bir kullanım, dilbilgisi kurallarına aykırı olup o dili kullananların yadırgadığı
bir tarz olsaydı, onların tabiatı bunu kabul etmez ve buna
itiraz etmek asıl onlardan beklenirdi. Oysa onların hiçbirinden böyle
bir itiraz rivayet edilmemiştir.
Sözü edilen tefsircilerin "sadaka olarak yüzük vermeye zekât
adı verilmez" şeklindeki itirazlarına gelince; buna şu şekilde cevap
veririz: "Zekât" kelimesi, şeriat ehlinin dilinde bilinen ıstılâhî anlamını,
onun dinde farz edildiğini bildiren ayetin inmesinden sonra
kazanmıştır. Kelimenin sözlük anlamı ise, şeriat ehlinin dilindeki
ıstılâhî anlamından daha geniş kapsamlıdır. Bu kelime, mutlak
olarak veya namazla yan yana kullanıldığında "Allah rızası için
mal harcama" anlamına gelir. Bu gerçek, eski peygamberlerden
söz eden ayetlerde açıkça görülür. Meselâ Hz. İbrahim'den, Hz.
İshak'tan ve Hz. Yakup'tan söz edilirken, "Onlara hayırlı işler
yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik.
" (Enbiyâ, 73) buyruluyor.
Başka bir ayette Hz. İsmail'den söz edilirken, "O, ehline namaz
kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabbi katında beğenilmiş
bir kişi idi." (Meryem, 55) buyuruluyor. Hz. İsa'nın beşikte söylediği
sözleri nakleden şu ayette de aynı şey söz konusudur: "Sağ< olduğum sürece bana namaz kılmayı ve zekât vermeyi emretti." (Meryem, 31) Oysa bu peygamberlerin şeraitlerinde İslâmiyet'te bilinen şekli ile malî zekâtın olmadığı bilinen bir gerçektir Şu ayetler de bu kategoriye girer: "Gerçekten kurtulmuştur, zekât verip arınan ve Rabbinin adını anıp namaz kılan. " (A'lâ, 15) "O
kimse ki, malını verip arınır." (Leyl, 8) "Onlar ki, zekât vermezler ve
onlar ahireti inkâr ederler." (Fussilet, 7) "Onlar ki, zekâtı verirler."
(Mü'mi-nûn, 4)
Mekke inişli surelerde, özellikle Fussilet ve benzeri gibi
Peygamberimizin (s.a.a) peygamberliğinin başlangıç döneminde
inen surelerde bu türden başka ayetler vardır. O sıralarda henüz
bilinen anlamı ile zekât yasalaşmış değildi. Acaba o dönemde
Müslümanlar bu ayetlerdeki "zekât" kelimesinden ne
anlıyorlardı?! Hatta zekât ayeti olarak bilinen "Onların mallarından bir miktar
sadaka al ki, onunla onları temizleyesin, arındırasın; ve onlara
dua et, çünkü senin duan onların ıstıraplarını yatıştırır.
"(Tevbe,103) ayeti, zekâtın sadakanın bir türü olduğunu ve zekât adını almasının
sebebinin, mutlak olarak sadakanın temizleyici ve arındırıcı
olması olduğunu gösterir. Ne var ki, bununla birlikte "zekât"
kelimesi çoğunlukla şer'î dildeki sadaka anlamında kullanılmıştır.
Bütün bu anlattıklarımızdan açıkça anlaşılıyor ki, mutlak sadakaya
ve Allah yolunda yapılan malî harcamaya zekât adı verilmesinin
hiçbir engeli yoktur. Yine ortaya çıktı ki, "rükû" kelimesine
mecazî anlam vererek onu zahirî anlamından başka bir anlamda
kullanmanın gerekçesi yoktur.
Ayrıca "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."
ifadesinin orijinalinde "inne" edatının ismi
(veliyyukum=veliniz) tekil olduğu hâlde atfedilerek onun haberi olan
cümlede (ellezîne âme-nû=müminler) çoğul getirilmesini göz
önünde bulundurarak farklı yorumlar yapmanın da gerekçesi yoktur.
Bundan iyice faydalanmalısın.
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir." Ragıp
İsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde şöyle diyor: "Velâ ve tevalî kelimeleri,
iki ve daha çok sayıda nesnenin aralarında yabancı bir
nesne olmayacak şekilde bir arada bulunmaları demektir. Bu kelime
istiâre yolu ile yer, nispet, arkadaşlık, yardım ve inanç bakımından
yakınlık anlamında kullanılır. Vilâyet yardım, velâyet ise
bir işi üstlenmek demektir. Velâyet ve vilâyet kelimelerinin, tıpkı
delâlet ve dilâlet gibi, her ikisinin de aynı anlamı taşıdığı ve o anlamın,
bir işi üstlenmek olduğu da söylenmiştir. Veli ve mevlâ kelimeleri
de bu anlamda kullanılır. Bu kelimelerin her biri hem fail,
yani muvalî, hem de mef'ul, yani muvalâ anlamına gelebilir. Mümin
için 'O yüce Allah'ın velisidir' denir, fakat 'mevlâsıdır' dendiğine
hiç rastlanmamıştır. Fakat 'Allah, müminlerin velisi ve
mevlâsıdır' denir."
Ragıp, sonra şöyle devam ediyor: "Tevellâ fiili, kendiliğinden
geçişli (müteaddî binefsih) olarak kullanıldığı zaman tıpkı 'velâyet'
gibi bir şeyin diğer şeye daha yakın noktada yer aldığını ifade eder.
Örneğin, 'velleytu sem'î keza=kulağımı şu yöne çevirdim',
'velleytu aynî keza=gözümü şu tarafa çevirdim' ve 'velleytu vechî
keza=yüzümü şu yöne döndürdüm' dendiği zaman o uzuvların o
yöne doğru döndürüldüğü ve o yöne daha yakın bir vaziyet aldığı
anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Seni razı olaca ğın bir kıbleye çevireceğiz.
Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru
çevir. Nerede olsanız, yüzünüzü ona doğru çevirin.' [Bakara, 144]
Ancak lafızda veya takdirde 'an' harf-i cerriyle geçişli (müteaddî)
kılınırsa, o zaman bir şeyden yüz çevirme, ondan uzaklaşma anlamını
ifade eder." (Ragıp'tan aktardığımız burada son buldu.)
Anlaşılan o ki, velâyet kelimesi ile ifade edilen yakınlık kavramı,
insan tarafından ilk önce cisimlerin yerleri ve zamanları arasındaki
yakınlık hakkında kullanılmıştır. Sonra da Ragıb'ın anlattığının
tersine istiâre yolu ile manevî yakınlığı ifade etmek üzere
kullanılmıştır. İnsanın gelişme süreci ile ilgili araştırmalar bu sonucu
ortaya koyar. İnsanın, hayatında somut nesneleri algılayıp
onlarla ilgilenmesi, kavramlar ve anlamlar hakkında düşünüp onlarda
tasarrufta bulunmasından daha öncedir.
Özel bir yakınlık türü olan velilik, manevî meselelerde ele alındığında
bunun gerekli sonucu şu olur: Veli, velisi olduğu kimsenin
ancak kendi sahip olduğu ve kendi aracılığı olmaksızın başka
hiç kimsenin sahip olmadığı bir hakka sahiptir. Dolayısıyla bir
kimsenin kendisiyle ilgili başkasını yerine koyabileceği tüm tasarruflarda,
onun yerini velisi tutar, başkası tutamaz. Ölünün velisi
gibi. Ölünün sağlığında mülkiyet gerekçesi ile üzerinde tasarrufta
bulunduğu malda velisi olan mirasçısı, mirasçılık veliliği gerekçesi
ile tasarrufta bulunur. Küçük yaştaki çocuğun velisi, velilik gerekçesi
ile küçük çocuğun malî işlerinde tasarrufta bulunarak işlerini
düzenler. Yardımcı anlamındaki veli, yardım ettiği kimsenin işlerinde
savunmasını kuvvetlendirme yönünde tasarrufta bulunur.
Yüce Allah da kullarının velisidir. Onların dünya ve ahiret işlerini
plânlayıp düzenler. O'ndan başka veli yoktur. Allah müminlerin
dinleri konusundaki işlerini düzenleme konusunda onların velisidir.
Bu veliliği hidayet, hakka çağrı, tevfik, yardım etme ve başka
yollarla gerçekleştirir.
Peygamber de, yasa koymak ve hüküm vermek suretiyle
müminlerin lehine ve aleyhine hükmetmekle yetkili bir velidir.
Devlet başkanı da, hükümdarlık yetkisinin çerçevesi içinde halka
hükmeden bir velidir. Diğer velilik türlerinde de bu ölçüler geçerlidir.
Köle azat etme, anlaşma yapma, komşuluk, boşama ve amca
oğlu velilikleri, sevgi veliliği ve veliahtlık veliliği gibi...
"Yuvellûn'el-edbâr" yani, sırtlarını savaş meydanına doğru çeviriyorlar.
"Tevelleytum" yani, siz kendinizi veya yüzünüzü falan şeyin
tersi yönüne çevirerek onu kabul etmediniz. Veliliğin değişik
kullanım alanlarındaki ortak anlamının özü, veliye tasarruf ve düzenleme
yetkisi veren bir yakınlık türüdür.
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."
ayeti, bu ayette sözü edilen veliliğin aynı türden tek bir velilik olduğuna
delâlet eder. Çünkü Allah, O'nun Resulü ve o müminler
sayıldıktan sonra hepsi birlikte "sizin velinizdir" ifadesine bağlanıyor.
Bundan bütün bu sayılanlardaki veliliğin aynı anlamda olduğu
anlaşılır. Bir sonraki ayetteki "galip gelecek olanlar, Allah'ın hizbidir."
cümlesi de bunu teyit eder. Çünkü bu ifade, Allah'ı, O'nun
Resulünü ve söz konusu müminleri veli edinenlerin tümünün Allah'ın
velâyeti altında olmaları hasebiyle O'nun hizbi olduğunu ima
veya ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberin ve sözü edilen müminlerin
velâyeti, Allah'ın velâyeti türünden bir velâyettir.
Yüce Allah, velâyet türlerinden tekvinî velâyeti kendine izafe
eder. Bu velâyet O'nun her şeyi tasarrufu altında bulundurması,
yaratıkların işlerini dilediği gibi düzenlemesi anlamına gelir. Şu
ayetlerde olduğu gibi: "Yoksa onlar Allah'tan başka veliler mi edindiler?
Veli yalnız Allah'tır." (Şûrâ, 9) "Sizin Allah'tan başka bir
veliniz, bir şefaatçiniz yoktur. Düşünüp öğüt almıyor musunuz."
(Secde, 4) "Dünyada ve ahirette benim velim sensin." (Yûsuf, 101)
"Allah kimi saptırırsa, artık onun O'ndan başka bir velisi olmaz."
(Şûrâ, 44) Şu ayetler de okuduğumuz ayetlerle aynı anlamdadır:
"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kaf, 16) "Biliniz ki, Allah
kişi ile kalbi arasına girer." (Enfâl, 24)
Yüce Allah'ın bazı ayetlerde kendine izafe ettiği yardım etme
anlamındaki velâyeti de tekvinî velâyetin kapsamında sayabiliriz.
Şu ayetlerde olduğu gibi: "Bu böyledir. Çünkü Allah müminlerin
velisidir (yardımcısıdır). Kâfirlerin ise velisi (yardımcısı) yoktur."
(Muhammed, 11) "O'nun (Peygamberin) velisi (yardımcısı) Allah'tır."
(Tahrîm, 4) Şu ayet de aynı anlamdadır: "Müminlere yardım etmek
üzerimize borçtur." (Rûm, 47)
Yine yüce Allah, müminlerin dinî işleri ile ilgili olan yasa koyma,
hidayet, irşat ve tevfik gibi konularda onların veliliğini de kendine
izafe eder. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Allah müminlerin veli
sidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara, 257) "Allah
müminlerin velisidir." (Âl-i İmrân, 68) "Allah takva sahiplerinin velisidir."
(Câsiye, 19) Şu ayet de aynı anlama gelir: "Allah ve Resulü
bir işte hüküm verdikleri zaman artık mümin bir erkek ve kadının,
işlerini kendi isteğine göre belirleme hakkı yoktur. Kim Allah'a
ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."
(Ahzâb, 36)
Yüce Allah'ın Kur'ân'da kendine izafe ettiği velâyet türleri bunlardır.
Bunlar özleri itibariyle "tekvinî velâyet" ile "teşriî velâyet"e
dönerler. Bunlara "hakikî velâyet" ve "itibarî velâyet" de denebilir.
Yüce Allah, Peygambere (s.a.a) mahsus velâyet türü olarak
teşriî velâyeti zikreder. Teşriî velâyet yasa koymayı, hakka çağırmayı,
ümmeti eğitmeyi, onlara hükmetmeyi ve aralarında hüküm
vermeyi içerir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Peygamber, müminler
üzerinde kendilerinden daha çok yetki sahibidir." (Ahzâb, 6)
Şu ayetler de aynı anlamdadır: "Biz sana hak olarak kitabı indirdik
ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm
veresin." (Nisâ, 105) "Sen insanları kesinlikle doğru yola iletirsin."
(Şûrâ, 52) "Allah, onlara kendilerinden olan ve onlara Allah'ın ayetlerini
okuyan, onları arındıran, kendilerine kitabı ve hikmeti öğreten
bir peygamber gönderdi." (Cum'a, 2) "Sana da bu Kur'ân'ı indirdik
ki, insanlara indirileni kendilerine açıklayasın." (Nahl, 44)
"Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Nisâ, 59) "Allah ve
Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman artık mümin bir erkek ve
kadının, işlerini kendi isteğine göre belirleme hakkı yoktur."
(Ahzâb, 36) "Onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Onların
keyiflerine uyma. Dikkat et de Allah'ın indirdiğinin bir kısmından
seni şaşırtmasınlar." (Mâide, 49) Fakat daha önce de söylediğimiz
gibi yüce Allah, ümmete yardımcı olma anlamındaki veliliği Peygamber
efendimize (s.a.a) izafe etmemiştir.
Bütün bunlardan çıkan ortak sonuca göre Peygamberimizin,
ümmeti Allah'a sevk etme, onları yönetme ve aralarında hüküm
verme konusunda onlar üzerinde velilik yetkisi vardır. Onlar da
ona mutlak anlamda itaat etmekle yükümlüdürler. Buna göre
Peygamberimizin (s.a.a) veliliği Allah'ın teşriî veliliğinin kapsamına
girer. Bununla şunu kastediyoruz:
Peygamberimize (s.a.a) ümmetin önderi olarak itaat etmek
farzdır. Çünkü ona itaat, Allah'a itaat ve onun velâyeti Allah'ın velâyetidir.
Az önce okuduğumuz ayetlerin bir kısmı bunun delilidir.
Şu ayetler gibi: "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Nisâ,
59) "Allah ve Peygamber bir işte hüküm verdikleri zaman..."
(Ahzâb, 36) Bu anlamdaki diğer ayetler de öyledir.
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."
ayetinde Allah'a ve O'nun Resulüne atfedilerek müminler için söz
konusu edilen velilik de, Allah ve Peygamberimiz için sabit olan
bu anlamdaki veliliğin aynısıdır. Çünkü ayetin akışı, bu veliliğin bir
velilik olduğunu ve bu veliliğin asaleten yüce Allah'ın, bağımlı olarak
ve Allah'ın izni ile de Peygamberin ve ayette sözü geçen müminlerin
hakkı olduğunu gösteriyor.
Eğer ayette Allah'a izafe edilen velilik, müminlere izafe edilen
velilikten başka türde olsaydı, yanlış anlama ihtimalini ortadan
kaldırmak için müminler için başka bir velilik zikredilmesi uygun
oldurdu. Buna benzer durumlarda olduğu gibi. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor: "O sizin için hayırlı bir kulaktır. Allah'a inanır,
müminlere inanır." (Tevbe, 61) Bu ayette "inanmak" kelimesi tekrarlanmış;
çünkü her iki yerdeki anlamı birbirinden farklıdır. Bunun
benzerini "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin." (Nisâ,
59) ayetinde de görüyoruz. Kitabımızın önceki cildinde bu ayeti
tefsir ederken bu hususa dikkat çekmiştik.
Üstelik "Sizin veliniz" ifadesindeki "veli" kelimesi tekil, izafe
edildiği "müminler" kelimesi ise çoğuldur. Tefsirciler, bu durumu
buradaki veliliğin tek anlamı olduğu ve bunun asaleten yüce Allah-
'a, bağımlı olarak da O'ndan başkalarına ait olduğu şeklinde açıklamışlar.
Bütün bu dediklerimizden, "Sizin veliniz ancak..." ifadesindeki
sınırlamanın "kasr'ul-ifrad" anlamında olduğu hususu da açıklık
kazanmış oldu. Yani muhatapların, bu veliliğin hem ayette sayılanlar,
hem de başkaları için söz konusu olduğunu zannetmemeleri
için bu veliliğin sadece ayette sayılanlara mahsus olduğu vurgulanmıştır.
Bu sınırlama, "kasr'ul-kalb" anlamını ifade etmeye yönelik
bir sınırlama olarak da yorumlanabilir. (Bu durumda, "Allah,
O'nun Resulü ve ayette sözü edilen müminler sadece sizin velinizdir,
başkaları değil" gibi bir anlam ortaya çıkar.)
"...namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren..." Bu ifade, (inananların velisi olarak bildirilen) "müminler" hakkında bir açıklamadır.
"ve rükû hâlinde iken" ifadesi "zekât veren" ifadesiyle ilintili
hâldir.
"Rükû" insan vücudunun belirli bir durumunu ifade eder. Beli
bükülmüş yaşlı adama da "şeyh-i râki" derler. Şeriat dilinde ise ibadette
belirli bir durum anlamına gelir. Yüce Allah, "rükûa varanlar
ve secde edenler" (Tevbe, 112) buyuruyor. Rükû, Allah'a boyun
eğmeyi, O'nun karşısında alçalmayı temsil eder. Fakat secdenin
aksine bu ibadet biçimi İslâm'da namaz dışında meşru değildir.
Rükû, boyun eğmeyi ve alçalmayı içerdiği için bazen istiâre yolu
ile her boyun eğme ve alçalma veya fakirlik ve geçim sıkıntısı
gibi normal olarak başkasına boyun eğme sonucunu doğuran hâller
anlamında da kullanılır.
"Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü edilen müminleri veli edinirse,
(bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir." Ayette geçen
"yetevelle" fiilinin mastarı olan "tevellî" veli edinmek demektir.
"Müminler"den maksat, bir önceki ayette sözü edilen müminlerdir.
"Galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir." ifadesi, şartın
cezası yerindedir, ama ceza değildir. Bu ifade, hükmün sebebine
delâlet etsin diye büyük önermeyi sonuç yerine koymak kabilindendir.
Buna göre ayetin anlamı, "Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve sözü
edilen müminleri veli edinirse galiptir. Çünkü o Allah'ın hizbindendir
ve Allah'ın hizbi kesinlikle galiptir" şeklindedir. Buna göre bu
ifade, o kimselerin Allah'ın hizbi olduklarını kinaye yolu ile dile getiren
bir ifadedir.
Ragıp İsfahanî'nin açıklamasına göre "hizb" katı ve sert bir
topluluk demektir. Yüce Allah, Kur'ân'ın başka bir yerinde de buradakine
yakın bir içeriği bulunan bir ayette "Allah'ın hizbi" tabirini
kullanmış ve onların kurtuluşa eren kimseler olduklarını belirtmiştir.
Sözünü ettiğimiz ayet şudur: "Allah'a ve ahiret gününe inanan
bir topluluğun babaları, oğulları, kardeşleri ve akrabaları da olsa
Allah'a ve Peygambere düşman olanlarla dost olduklarını göremezsin.
Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden
bir ruh ile desteklemiştir. Onlar Allah'ın hizbidirler. İyi bil ki,
felâha erenler, yalnız Allah'ın hizbidir." (Mücadele, 22)
Ayette geçen "felah" kelimesi, istenileni elde etme, hedefe
kavuşma anlamında zafer ve galibiyet demektir. Yüce Allah bu galibiyet
ve felâhı, müminlere en güzel ifadelerle vaat etmiş, onlara
buna kavuşacakları müjdesini vermiştir. "Müminler kesinlikle felâha
ermiştir." (Mü'minûn, 1) ayetinde olduğu gibi. Bu anlamdaki
ayetlerin sayısı çoktur. Bu ayetlerin hepsinde "felâh" kelimesi
mutlak biçimi ile yer almıştır. Buna göre maksat mutlak galibiyet,
mutlak felâhtır. Yani dünyada ve ahirette mutluluğa ermek, hakka
erişmek, kötülüğe galip gelmek ve batılı yok etmektir. Bu sonuç,
dünyada Allah'ın dostlarından oluşmuş ve şeytanın dostlarından
arınmış takva sahibi sağlıklı bir toplumda varolabilen temiz hayatla,
ahirette ise âlemlerin Rabbinin huzurunda gerçekleşebilir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi adlı eserde Ali b. İbrahim'den, o da babasından, babası
da İbn-i Ebu Ümeyr'den, o da Ömer b. Üzeyne'den, o da Zürare,
Fudayl b. Yesar, Bukeyr b. A'yun, Muhammed b. Müslim, Bureyd b.
Muavi-ye ve Ebu'l-Carud'dan İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu
nakledilir: "Yüce Allah, Peygambere (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s) veliliğini
emretti, ona, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz
kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir.' ayetini indirdi
ve ulülemrin veliliğini farz kıldı. Ashap bunun ne olduğunu
bilmediler. Bunun üzerine Allah, Hz. Muhammed'e (s.a.a) namazı,
zekâtı, orucu ve haccı açıkladığı gibi velâyeti de açıklamasını emretti."
"Allah'tan bu emir gelince, Peygamber (s.a.a) sıkıntıya kapıldı.
İnsanların dinlerinden dönmelerinden, kendisini yalanlamalarından
korktu. Bu sıkıntı üzerine yüce Allah ona, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından
sana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun
elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan
korur.' (Mâide, 67) ayetini indirdi. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.a) Allah'ın emrini haykırdı. Gadir-i Hum günü 'Toplanın' diye
seslendi ve ayağa kalkarak Hz. Ali'nin (a.s) veliliğini ilân etti. Ardından
insanlara, orada olanların olmayanlara bu mesajı duyurmalarını
emretti."
Ömer b. Üzeyne'nin Ebu'l-Carud dışındaki ravilerin tümüne
dayanarak naklettiğine göre İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Bu,
son farz idi. Velâyet meselesi, son farz olduğu için yüce Allah arkasından,
'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım ve size nimetimi
tamamladım.' (Mâide, 3) ayetini indirdi. Yüce Allah bu ayette, 'Bundan
sonra size başka bir farz indirmeyeceğim. Size ait farzları tamamladım.'
diyor." [Usûl-i Kâfi, c.1, s.289. h:4]
el-Burhan ve Gayet'ül-Meram adlı eserlerde Şeyh Saduk'un
kendi rivayet zinciriyle Ebu'l-Carud'a dayanarak verdiği bilgiye göre
İmam Bâkır (a.s) "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve...
müminlerdir." ayeti hakkında şöyle buyurdu: "Aralarında Abdullah
b. Selâm'ın, Esed'in, Sâlebe'nin, İbn-i Yâmin'in ve İbn-i Suriya'nın
bulunduğu bir grup Yahudi, Müslüman olmuştu. Bunlar Peygamberimize
gelerek şu soruyu sordular: 'Ey Allah'ın elçisi! Hz. Musa,
yerine Yuşa b. Nun'u vasiyet etti. Senin vasin kimdir? Senden sonra
velimiz kim olacak?' Bunun üzerine, 'Sizin veliniz ancak Allah,
O'nun Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren
müminlerdir.' ayeti indi."
"O sırada Peygamberimiz onlara, 'Kalkın.' dedi, onlar da kalktılar
ve mescide vardılar. İçeri girerken dışarı çıkan bir dilenci ile
karşılaştılar. Peygamberimiz ona, 'Ey dilenci, sana bir şey veren
oldu mu?' diye sordu. Dilenci, 'Evet, bu yüzüğü verdiler.' dedi. Peygamberimiz,
'Onu sana kim verdi?' diye sordu. Dilenci, 'Şu namaz
kılan adam.' dedi. Peygamberimiz, 'Sana yüzüğü verirken ne durumda
idi?' diye sordu. Dilenci, 'Rükû hâlinde idi.' dedi. Bunun üzerine
Peygamber tekbir getirdi ve arkasından mescittekiler de
tekbir getirdiler."
"Arkasından Peygamberimiz, 'Benden sonraki veliniz Ali'dir'
dedi. Sahabîler de, 'Biz Allah'ın Rabbimiz, Muhammed'in peygamberimiz
ve Ali'nin velimiz olmasına razı olduk.' dediler. Bunun
üzerine, 'Kim Allah'ı, O'nun Resulü ve sözü edilen müminleri veli
edinirse, (bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir.'
ayeti indi." [el-Burhan, c.1, s.480; Gayet'ül-Meram, s.107]
Tefsir'ul-Kummî adlı eserde müellif, babasından, o da
Safvan'dan, o da Eban b. Osman'dan, o da Ebu Hamza Sumalî'den
İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakleder: "Peygamberimiz,
aralarında Abdul-lah b. Selâm'ın da bulunduğu bir grup Yahudi ile
oturduğu bir sırada bu ayeti indi. Peygamber mescide gitmek üzere
çıktı. Karşısına bir dilenci çıktı. Peygamber ona, 'Sana bir şey
veren oldu mu?' diye sordu. Dilenci, 'Evet, şu namaz kılan adam.'
karşılığını verdi. Peygamberimiz yakına gelince onun Hz. Ali olduğunu
gördü."
Ben derim ki: Bu rivayet, Tefsir'ul-Ayyâşî'de de İmam Bâkır'-
dan (a.s) nakledilmiştir. [c.1, s.328, h:139]
el-Emalî adlı eserde Şeyh Tusî, Muhammed b. Muhammed'-
den -yani Şeyh Müfid'den-, o Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed-i Katip'ten,
o Hasan b. Ali Zâferanî'den, o Ebu İshak İbrahim b. Muhammed
Saka-fî'den, o Muhammed b. Ali'den, o Abbas b. Abdullah
Anberî'den, o Abdurrahman b. Esved Kindî Yeşkurî'den, o Avn
b. Ubeydullah'tan, o babasından, babası dedesi Ebu Râfi'den şöyle
dediğini nakleder: "Bir gün Peygamberimizin yanına girdim. Peygamber
uyuyordu. Odanın bir yanında bir yılan gördüm. Onu öldürüp
Peygamberimizi uyandırmak istemedim. O sırada ona vahiy
indiğini düşündüm. Bu yüzden Peygamber ile yılan arasında yere
uzandım ve, 'Eğer yılandan bir kötülük gelirse ona değil, bana gelsin.'
dedim."
"Durumdan memnundum. O sırada Peygamber (s.a.a) uyandı.
Uyanırken 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir.'
ayetini okuyordu. Ayeti sonuna kadar okuyup bitirince, 'Ali'ye
yönelik nimetini tamamlayan Allah'a hamdolsun. Allah'ın
kendisine yönelik bu bağışı yüzünden ne mutlu ona!' dedi. Sonra
bana dönerek, 'Burada ne işin var?' diye sordu. Kendisine odadaki
yılan meselesini anlattım. Bana, 'Öldür onu.' dedi. Ben de dediğini
yaptım. Sonra bana, 'Ey Ebu Râfi, bir gün gelecek bir grup Ali ile
savaşacak. Ali hak üzere ve o grup batıl üzere olacak. O gün sen
ne yapacaksın? Onlara karşı cihat etmek hak olarak Allah için yapılan
bir cihattır. Buna gücü yetmeyen onlara kalbi ile karşı çıkmalıdır.
Bunun ötesinde başka bir şey yoktur.' dedi. Peygamberimize,
'Ya Resulallah, benim için Allah dua et ki, eğer o zamanı görürsem,
bana onlarla savaşma gücü versin.' dedim. Peygamberimiz
benim için dua etti ve 'Her peygamberin bir güvendiği kişi vardır.
Benim güvenilir adamım da Ebu Râfi'dir.' dedi."
Ebu Râfi sözlerine şöyle devam ediyor: "Osman'dan sonra halk
Hz. Ali'ye biat edip Talha ile Zübeyr ona karşı çıkınca Peygamberimizin
sözlerini hatırladım. Bunun üzerine Medine'deki evimi ve
Hay-ber'deki arazimi sattım. Yanıma çocuklarımı alarak Hz. Ali ile
birlikte sefere çıktım. Arzum onun önünde şehit olmaktı. Fakat
ben bu arzuma yetişemeden o Basra'dan geri döndü. Sonra onunla
birlikte Sıffin ve Nehrevan savaşlarında savaştım. Kendisi şehit
edilinceye kadar onun-la birlikte oldum. Sonra Medine'ye döndüm.
Orada ne evim ve ne arazim vardı. Hz. Hasan bana Yenbu'da bir
parça arazi verdi ve Hz. Ali'nin evinin bir bölümünü bana ayırdı.
Ben de ailemle birlikte orada oturmaya başladım."
Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Hasan b. Zeyd'den, o babası Zeyd b.
Hasan'dan, o dedesinden Ammar b. Yasir'in şöyle dediğini rivayet
eder: "Bir gün Hz. Ali nafile namazında rükû hâlindeyken başına
bir dilenci dikildi. Hz. Ali parmağındaki yüzüğü çıkarıp dilenciye
verdi. Dilenci varıp bunu Peygambere haber verdi. Bunun üzerine
Peygambere, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz
kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir." ayeti indi.
Peygamberimiz bu ayeti bize okudu ve arkasından şöyle dedi:
'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, ona
dost olanlara dost, düşman olanlara düşman ol!" [c.1, s.327, h:139]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Mufaddal b. Salih'ten, o da arkadaşlarının
birinden iki imamdan (a.s) birinin (İmam Bâkır veya
İmam Sadık) şöyle buyurduğunu nakleder: "Sizin veliniz ancak Allah,
O'nun Resulü ve... müminlerdir." ayeti inince, Peygamberimiz
sıkıntıya düş-tü, Kureyşlilerin kendisini yalanlayacaklarından korktu.
Bunun üzerine yüce Allah, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen
mesajı tebliğ et...' ayetini indirdi. Peygamberimiz de Gadir-i
Hum günü bu görevi yerine getirdi." [c.1, s.328, h:140]
Aynı eserde müellif Ebu Cemile'den, o da arkadaşlarının birinden
iki imamdan (a.s) birinin (İmam Bâkır veya İmam Sadık) şöyle
buyurduğunu nakleder: "Peygamberimiz şöyle buyurdu: Allah bana
şu dört kimseyi sevmemi vayhetti: Ali, Ebuzer, Selman ve
Mikdad." Ravi diyor ki: "Ben, 'Onca kimse arasında bunu (kimin
veli olduğunu) bilen biri yok muydu?' diye sordum. Bunun üzerine
İmam, 'Üç kişi vardı.' karşılığını verdi. 'Sizin veliniz ancak Allah,
O'nun Resulü ve... müminlerdir.' ayeti ile 'Allah'a itaat edin, Peygambere
ve sizden olan ulülemre itaat edin.' ayetlerinin kimin
hakkında indiğini soran biri olmadı mı? diye sordum. İmam, 'Bu
ayetlerin kim hakkında indiği bir yana, onların nereden kendilerine
geldiğini bile sormazlardı.' cevabını verdi." [c.1, s.328, h:141]
Gayet'ül-Meram adlı eserde müellif, Şeyh Saduk'tan, o kendi
rivayet zinciriyle Ebu Said Verrak'tan, o babasından, babası Cafer
b. Mu-hammed'den, o babasından ve babası da dedesinden naklettiğine
göre Hz. Ali, Ebu Bekir'in halifeliği üstlendiği sırada ona
bazı çağrılarda bulundu, kendi üstünlüklerini anlattı ve bu konuda
Peygamberden (s.a.a) kaynaklanan delilleri hatırlattı. Söylediklerinden
biri şuydu: "Allah adına söylemeni istiyorum: Yüzük zekâtı
ile ilgili ayette Peygamberin veliliği ile birlikte anılan velilik, Allah
tarafından bana mı verildi, yoksa sana mı?" Ebu Bekir, Hz. Ali'ye,
'Sana verildi.' dedi." [s.108, h:16]
Şeyh, el-Mecalis adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle
Ebuzer'den şöyle naklediyor: "Hz. Ali, Şûra Günü Osman, Zübeyr,
Abdurrahman b. Avf ve Sa'd b. Vakkas'a Allah adına çağrıda bulundu.
Aralarında Peygamberin sözleri de bulunan çeşitli delillerle
karşılarına çıktı. Hep-si de söylediklerinin doğru olduğunu kabul
ediyordu. Söylediklerinden biri şu idi: İçinizde rükû hâlindeyken
sadaka verdiği için hakkında, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü
ve... müminlerdir.' ayeti inen benden başka biri var mı?' Hepsi,
'Hayır, yok.' dediler."
el-İhticac adlı eserde verilen bilgiye göre İmam Ali b. Muhammed
Hadi (a.s), Ahvaz halkının cebir ve tefviz konularına ilişkin sorularına
cevap olarak yazdığı mektupta şöyle diyor:
"Bütün İslâm ümmeti, Kur'ân'ın hak olduğu ve onda hiçbir
şüphe olmadığı hususunda ittifak etmiştir, aralarında hiçbir ihtilâf
yoktur. Bütün İslâm fırkalarında bu böyledir. Onlar bu ortak görüşlerinde
isabetlidirler ve Allah'ın indirdiklerini tasdik etmekle Peygamberimizin
(s.a.a) 'Benim ümmetim sapıklıkta birleşmez.' hadisinin
işaret ettiği doğru yoldadırlar. Peygamberimiz bu hadisinde
ümmetin hep birlikte kabul ettiği, birbirlerine muhalefet etmedikleri
görüşün hak olduğunu bildirmiştir. Hadisin anlamı budur. Yoksa
onun anlamı, cahillerin yorumları ve inatçıların söyledikleri değildir.
Onların yorumları, Kur'ân'-ın hükmünü ortadan kaldırıp uydurma
hadislerin ve yanıltıcı rivayetlerin hükümlerine uymayı telkin
ediyor. Yaptıkları iş, Kur'ân'ın nasları-na ve ışık saçan açık
ayetlerin gerçeklerine ters düşen helâk edici, aşağılık nefsanî arzuların
peşine takılmaktır. Allah'tan bizi namaz kılmaya muvaffak
etmesini ve doğru yola iletmesini dileriz."
İmam (a.s) sözlerine şöyle devam ediyor: "Kur'ân bir haberin
doğru ve gerçek olduğuna şahadet edince, eğer ümmetin bir bölümü
bu haberi inkâr ederse, ona bu uydurma hadislerden biri ile
karşı çıkarlar. Onlar bu haberi inkâr etmekle ve Kur'ân'ı göz ardı
etmekle sapıklığa düşmüş olurlar."
"Kur'ân tarafından doğrulandığı bilinen ve Peygamberimizin
sözü olduğu ittifakla kabul edilen en sahih hadislerden biri şudur:
Ben sizin aranızda iki halife bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve
özsoyum. Bunlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapıklığa
düşmezsiniz. Bunlar birbirinden ayrılmaksızın (Kevser) havuzun(
un) başında bana geleceklerdir."
"Peygamberimizin aynı anlamdaki diğer bir hadisi de şöyledir:
Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum: Allah'ın kitabı
ve özsoyum olan Ehlibeytim. Bu ikisi havuzun başında benim yanıma
ge-linceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Onlara
sarıldığınız sürece asla dalâlete düşmezsiniz."
"Kur'ân'da bu hadisin doğruluğuna delâlet eden ayetler vardır.
Meselâ şu ayet bunlardan biridir: 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun
Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren
müminlerdir.' İlim adamlarından gelen rivayetler de şu hususta
görüş birliği hâlindedirler ki, Hz. Ali, rükû hâlindeyken yüzüğünü
sadaka olarak verdi ve yüce Allah onun bu işini takdirle
karşılayarak bu ayeti onun hakkında indirdi."
"Ayrıca Peygamberimizin Hz. Ali'yi diğer sahabîlerden farklı biçimde
ön plâna çıkardığını belirten sözleri vardır. Bunların
başlıcaları şunlardır:
"Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım onu
seveni sev, ona düşman olana düşman ol!"
"Ali benim borçlarımı öder, verdiğim sözleri yerine getirir, o
benden sonra başınızdaki halifemdir."
"Peygamberimiz (sefere çıkarken) Hz. Ali'yi Medine'de kendi
yerine vekil bıraktığında Hz. Ali, 'Beni kadınlar ve çocuklar üzerine
mi halife bırakıyorsun?' dedi. Peygamberimiz ona şu cevabı verdi:
Musa için Harun ne idi ise, sen de benim için öyle olmaya razı değil
misin? Yalnız benden sonra peygamber gelmeyecektir."
"Böylece Kur'ân'ın bu rivayetleri doğruladığını ve bu delillerin
gerçek olduğunu gösterdiğini öğrendik. Bu rivayetler Kur'ân'a uygun
olunca ümmetin onlara inanması gerekir. Bu rivayetlerin
Kur'ân'a uygun olduğunu ve Kur'ân'ın da bu rivayetlere uygun olduğunu
ve onlara işaret ettiğini gördüğümüzde onlara uymak farz
olur. İnatçıların ve fesatçıların dışında hiç kimse bu gerçeği göz
ardı edemez." [c.2, s.251-253]
el-İhticac adlı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle buyurduğu nakledilir:
"Münafıklar Peygambere şöyle demişlerdi: 'Rabbinin bize yüklediği
farzlar dışında yükleyeceği başka bir farz var mı? Eğer varsa
onu bize bildir ki, başka bir farz kalmadı diye rahatlayalım.' Bunun
üzerine şu ayetler indi: 'De ki: Size bir tek öğüt veriyorum...' (Sebe,
46) Yani size velâyeti öğütlüyorum. 'Sizin veliniz ancak Allah, O'-
nun Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren
müminlerdir.' Bütün ümmetin görüş birliği ile sabittir ki, o gün rükû
hâlinde tek bir kişiden başka kimse zekât vermemiştir..."
Şeyh Müfid el-İhtisas adlı eserinde, Ahmed b. Muhammed b.
İsa'dan, o da Kasım b. Muhammed Cevherî'den naklettiğine göre
Hasan b. Ebu'l-Alâ şöyle dedi: "İmam Sadık'a (a.s), 'Peygamberin
vasiyet ettiği kimselere itaat etmek farz mıdır?' diye sordum. Bana
şu cevabı verdi: Evet; onlar Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu
kimselerdir: 'Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan
ulülemre itaat edin.' (Nisâ, 59) Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü
ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir."
[s.277]
Ben derim ki: el-Kâfi adlı eserde bu rivayet, Hüseyin b. Ebu'l-
Alâ' aracılığı ile İmam Sadık'tan,1 bu anlamda bir başka rivayet de
Ahmed b. İsa aracılığı ile yine İmam Sadık'tan nakledilmiştir.2 Bu
rivayetlerde Hz. Ali hakkında inen ayetin bütün Ehlibeyt İmamlarına
izafe edildiği görülüyor. Bunun sebebi onların tek bir aile olmaları
ve konumlarının aynı olmasıdır.
Sa'lebî Tefsiri'nde şu bilgiye yer verildiği aktarılıyor: Bize Ebu'l-
Hasan Muhammed b. Kasım Fakih, ona Abdullah b. Ahmed
Şa'ranî, ona Ebu Ali Ahmed b. Ali b. Rezin, ona Muzaffer b. Hasan
Ensarî, ona Serî b. Ali Varrak, ona Yahya b. Abdulhamid Cemanî,
ona Kays b. Rebî, ona A'meş, ona Abaye b. Rib'î bildirdiğine göre
bir gün Abdullah b. Abbas Zemzem kuyusunun yanı başında bize
hadis naklediyordu. O sırada başı ve yüzü sarıkla örtülmüş bir adam
çıkageldi. Abdullah, "Peygamber dedi ki" dedikçe, o da ona,
"Peygamber dedi ki" diye karşılık veriyordu."
İbn-i Abbas adama, "Allah adına sana soruyorum, sen kimsin?"
dedi. Adam yüzünü örten sarığı açarak şunları söyledi: "Ey
insanlar, beni tanıyan tanır. Tanımayanlara söylüyorum ki, ben
Cündeb b. Cü-nade Bedrî Ebuzer Gıfarî'yim. Peygamberimizden şu
iki kulağımla işittim. Yalan söylüyorsam kulaklarım sağır olsun.
Onu bu iki gözümle gördüm. Yalan söylüyorsam gözlerim kör olsun.
Peygamber şöyle dedi: Ali, iyilerin önderi ve kâfirlerin öldürenidir.
Ona yardım edene Allah yardım eder. Onu yalnız bırakanı Allah
yalnız bırakır."
"Ben günlerden bir gün Peygamber (s.a.a) ile birlikte öğle namazı
kılıyordum. Dilencinin biri mescit içinde yardım istedi. Hiç
kimse ona bir şey vermedi. Bunun üzerine ellerini havaya kaldırarak:
'Allah'ım şahit ol ki, ben Peygamberin mescidinde yardım istedim;
fakat hiç kimse bana bir şey vermedi.' dedi. O sırada rükû
hâlinde olan Hz. Ali dilenciye sağ elinin yüzük parmağını işaret etti.
Hz. Ali'nin o parmağında yüzük vardı. Dilenci ona yaklaştı ve
parmağındaki yüzüğü çıkarıp aldı."
"Bu olay Peygamberin gözü önünde gerçekleşmişti. Peygamber
namazı bitirince başını havaya kaldırdı ve şöyle dedi: 'Allah'ım,
Musa sana şöyle dua etmişti: 'Rabbim, göğsümü benim için aç, işimi
bana kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki, söylediklerimi anlasınlar
ve ailemden bana bir yardımcı kıl, kardeşim Harun'u.
Onunla arkamı güçlendir ve onu işime ortak et.' [Tâhâ, 25-32]
Kur'ân'da buyurduğuna göre sen de ona şu cevabı verdin: 'Pazunu
kardeşinle güçlendireceğiz ve ikinize bir kudret vereceğiz. Artık
ayetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler.' [Kasas, 35]"
"Allah'ım, ben senin peygamberin ve seçilmiş kulun Muham
med'im. Allah'ım, benim de göğsümü bana aç, işimi bana kolaylaştır
ve ailemden bana bir yardımcı kıl, Ali'yi. Onunla arkamı güçlendir."
Ebuzer şöyle devam ediyor: "Peygamber (s.a.a) sözlerini
tamamlar tamamlamaz Cebrail, Allah katından inerek ona, 'Ey
Muhammed! Oku!' dedi. Peygamberin, 'Ne okuyayım?' demesi
üzerine ona, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz
kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir, diye oku.'
dedi." [Gayet'ül-Meram'dan naklen, s.103, h:1]
Zerrrin, el-Cem'u Beyne's-Sıhah'is-Sitte adlı eserinin üçüncü
cildinde, "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü..." ayetinin tefsirinde
Neseî'den naklen şu bilgiye yer veriyor: Abdullah b. Selâm
dedi ki: "Peygambere (s.a.a) geldik ve ona, 'Allah'a ve Peygambere
inandık diye kavmimiz bize düşman kesildi, bizimle konuşmayacaklarına
yemin ettiler.' dedik. Bunun üzerine, 'Sizin veliniz ancak
Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât
veren müminlerdir.' ayeti indi."
"Arkasından Bilâl öğle ezanını okudu. İnsanlar namaza kalktılar.
Kimi secdede, kimi de rükûda idi. O sırada bir dilenci dilenmekte
ve yardım istemekteydi. Ali rükû hâlinde iken ona yüzüğünü
verdi. Dilenci bunu Peygambere haber verdi. Peygamber de bize
şu ayetleri okudu: Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve
namaz kılan ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir. Kim
Allah'ı, O'nun Resulü ve sözü edilen müminleri veli edinirse, (bilsin
ki) galip gelecekler olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir."
İbn-i Mağazilî'nin Menakıb adlı eserinde "Sizin veliniz ancak
Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir." ayetinin tefsiri sırasında
şu bilgiye yer verildiği naklediliyor: Muhammed b. Ahmed b. Osman'ın,
Ebu Bekir Ahmed b. İbrahim b. Şazan Bezzaz'dan, onun
Hasan b. Ali Advî'den, onun Seleme b. Şebib'den, onun
Abdurrezzak'tan, onun Mücahid'den rivayet ettiğine göre İbn-i
Abbas, "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve
rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir." ayetinin Hz. Ali (a.s)
hakkında indiğini bildirmiştir.
Yine aynı eserde şu bilgiye yer verildiği naklediliyor: Ahmed b.
Muhammed b. Tavan'ın, Ebu Ahmed Ömer b. Abdullah b. Şevzeb'-
den, onun Muhammed b. Ahmed Askerî Dekkak'dan, onun
Muham-med b. Osman b. Ebu Şeybe'den, onun Ubade'den, onun
Ömer b. Sa-bit'ten, onun Muhammed b. Saib'den, onun Ebu Salih'-
ten rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas şöyle dedi:
"Hz. Ali (a.s) rükû hâlindeyken yanına bir yoksul dilenci geldi.
O da yüzüğünü ona verdi. Peygamber dilenciye, 'Bunu sana kim
verdi?' dedi. Dilenci, 'Onu bana şu rükû hâlindeki kişi verdi.' dedi.
Bunun üzerine, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir.'
ayeti indi."
Yine aynı eserde şu bilgiye yer verildiği naklediliyor: Ahmed b.
Muhammed b. Tavan, Ebu Ahmed b. Abdullah b. Şevzeb'den, o
Mu-hammed b. Cafer b. Muhammed Askerî'den, o Muhammed b.
Osman-dan, o İbrahim b. Muhammed b. Meymun'dan rivayet ettiğine
göre Ali b. Abis şöyle dedi: "Ben ve Ebu Meryem, Abdullah b.
Ata'nın yanına gittik. Ebu Meryem ona, 'Daha önce bana Ebu Cafer'den
naklettiğin hadisi, Ali'ye de naklet.' dedi."
"Bunun üzerine Abdullah b. Ata şunları söyledi: 'Ben bir gün
Ebu Cafer'in yanında oturuyordum. O sırada Abdullah b. Selâm'ın
oğlu oradan geçti. Ben, 'Allah beni sana feda etsin, bu adam
Kur'ân ilmine sahip olan adamın oğlu değil mi?' dedim. Ebu Cafer
bana; Hayır, o dediğin vasıftaki adam imamınız Ebu Talib oğlu Ali'dir.
Onun hakkında inen ayetler vardır. Bunların başlıcaları şunlardır:"
"Sizinle benim aramda Allah'ın ve kitap bilgisine sahip kimsenin
şahitliği yeter." [Ra'd, 43]
"Rabbinden apaçık bir delili bulunan ve kendisini yine
kendisinden bir şahit izleyen kimse..." [Hûd, 17]
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir."
Hatib-i Harezmî'den aktarılan bilgiye göre Amr b. As ile
Muaviye arasındaki mektuplaşmada, Amr b. As Muaviye'ye şu cevabı
vermiştir: "Ey Muaviye, bildiğin gibi Kur'ân'da Hz. Ali'nin rakipsiz
faziletleri hakkında ayetler vardır. Bunların başlıcaları şunlardır:"
"Verdikleri sözleri yerine getirirler." [İnsân, 7]
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve
rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir." [Mâide, 55]
"Rabbinden apaçık bir delili bulunan ve kendisini yine
kendisinden bir şahit izleyen ve ondan önce..." [Hûd, 17]
sinden bir şahit izleyen ve ondan önce..." [Hûd, 17]
"Allah'a verdikleri sözde duran erkekler..." [Ahzâb, 23]
"De ki: Ben bunun karşılığında yakınlarımı sevmenizden başka
sizden bir ücret istemiyorum." [Şûrâ, 23]
Yine Hatib-i Harezmî'nin, kendi rivayet zinciriyle Ebu Salih'e
dayanarak verdiği bilgiye göre İbn-i Abbas şöyle demiştir: "Abdullah
b. Selâm, yanında kavminden İslâm'ı kabul etmiş bir grup ile
birlikte Peygamberimize gelerek şöyle dediler: 'Ey Allah'ın Resulü!
Evlerimiz uzaktadır. Bu toplantıdan başka katılabileceğimiz bir
toplantı ve konuşma da yoktur. Soydaşlarımız bizim Allah'a ve
Peygambere inandığımızı görünce bizi terk ettiler. Bizimle oturup
kalkmamaya, evlilik ilişkisi kurmamaya ve konuşmamaya karar
verdiler. Bu bizim ağrımıza gitti.' Bunun üzerine Peygamber onlara,
'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan ve rükû
hâlinde iken zekât veren müminlerdir.' ayetini okuyarak cevap
verdi."
"Bunun arkasından Peygamber odadan çıkarak mescide gitti.
İnsanların kimi kıyamda, kimi rükûda idi. Bu arada gördüğü bir dilenciye,
'Sana bir şey veren oldu mu?' dedi. Dilenci, 'Evet, bir yüzük.'
dedi. Peygamber, 'Onu sana kim verdi?' dedi. Dilenci Hz. Ali'-
yi göstererek, 'Şu ayaktaki adam.' dedi. Peygamber, 'Onu sana ne
durumdayken verdi?' dedi. Dilenci, 'Onu bana rükû hâlindeyken
verdi.' dedi. Bunun üzerine Peygamber tekbir getirdi ve arkasından,
'Kim Allah'ı, O'nun Resulünü... veli edinirse, (bilsin ki) galip
gelecek olanlar, yalnız Allah'ın hizbidir.' ayetini okudu. Şair Hassan
b. Sabit de bu olay üzerine şu şiiri söyledi:
"Ey Ebu Hasan, canım ve ruhum sana feda olsun!
Hidayet yolunda ağır ağır ve hızlı şekilde yol alan herkesin canı
da!
Gerek benim bu övgüm, gerekse sevenlerinin övgüsü boşa mı
gider?
Allah rızası için yapılan övgüler boşa gitmez.
Rükûdayken sadaka veren sensin!
Bu kavmin canları sana feda olsun, ey rükûa varanların en hayırlısı!
Mübarek yüzüğünü sadaka olarak verdin, ey efendilerin en hayırlısı!
Ey alıcıların ve satıcıların en hayırlısı!
Yüce Allah veliliğin en hayırlısını senin hakkında indirdi
Ve senin veliliğini dinin en sağlam ilkelerinden kıldı."
Hameveynî'nin, kendi rivayet zinciriyle Ebu Hüdbe İbrahim b.
Hüdbe'den naklettiğine göre Enes b. Malik şöyle dedi: "Dilencinin
biri, 'Borçlusuna mühlet tanıyıp, borcunu tam olarak ödeyen birine
borç verecek biri var mı?' diyerek mescide geldi. Ali rükû hâlindeyken
eli ile, 'Parmağımdaki yüzüğü çıkar da al.' diye işaret etti.
Bunun üzerine Peygamberimiz, Ömer'e, 'Gerekli oldu.' dedi. Ömer,
'Ey Allah'ın Resulü, anam ve babam sana feda olsun, ne gerekli
oldu?' dedi. Peygamber (s.a.a) ona şu cevabı verdi: 'Ona (Ali'ye)
cennet gerekli oldu. Vallahi o yüzüğü parmağından çıkarır
çıkarmaz bütün günahlardan arınmış oldu."
Yine Hameveynî'nin, kendi rivayet zinciriyle Zeyd b. Ali b. Hüseyin'den,
onun babasından, babasının dedesinden rivayet ettiğine
göre Ammar b. Yasir şöyle dedi: "Hz. Ali nafile namazında rükû
hâlindeyken yanına bir dilenci geldi. O da yüzüğünü çıkarıp dilenciye
verdi. Dilenci Peygambere gelerek bunu haber verdi. Bunun
üzerine, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılan
ve rükû hâlinde iken zekât veren müminlerdir.' ayeti indi. Sonra
Peygamber, 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.' dedi."
Hafız Ebu Nuaym'ın Ebu Zübeyr'den rivayet ettiğine göre Cabir
şöyle dedi: "Abdullah b. Selâm ile soydaşlarından birkaç kişi Peygamberimize
geldi. Müslüman olduklarından beri soydaşlarının
kendilerinden uzaklaştıklarından şikâyetçi idiler. Peygamberimiz,
'Burada dilenen biri olacak, onu bana bulun.' dedi. Mescide girdik.
Dilencinin biri Peygamberimize yaklaştı. Peygamber ona, 'Sana
bir şey veren oldu mu?' dedi. Dilenci, 'Evet, rükû hâlinde olan birinin
yanına gittim, bana yüzüğünü verdi.' dedi. Peygamber, 'Git bana
onu göster.' dedi. Gittik, gördük ki, Ali ayakta duruyor. Dilenci,
'İşte bu adam!' dedi. Bunun üzerine, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'-
nun Resulü ve... müminlerdir.' ayeti indi."
Yine Ebu Nuaym'ın Musa b. Kays Hadremî'den rivayet ettiğine
göre Seleme b. Kuheyl şöyle dedi: "Ali rükû hâlindeyken yüzüğünü
sadaka olarak verdi. Bunun üzerine 'Sizin veliniz ancak Allah, O'-
nun Resulü ve...' ayeti indi."
Yine Ebu Nuaym'ın Avf b. Ubeyd b. Ebu Rafi'den, onun da babasından
rivayet ettiğine göre dedesi şöyle dedi: "Bir defasında
Peygamberin yanına girdim. Peygamber uykuda kendisine vahiy
geliyordu. Odanın bir tarafında bir yılan gördüm. Onu öldürüp Peygamberimizi
uyandırmak istemediğim için kendisi ile yılanın arasında
yere uzandım. Bir şey olursa bana olsun istedim. Az sonra
Peygamber, 'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve... müminlerdir.'
ayetini okuyarak uyandı ve, 'Elhamdülillah!' dedi. Yanıma
geldi ve, 'Niye burada yatıyorsun?' dedi. 'Şu yılanın varlığı yüzünden.'
dedim. Bana, 'Kalk öldür onu!' dedi, ben de onu öldürdüm."
"Sonra elimi tutarak şöyle dedi: 'Ey Ebu Rafi, benden sonra Ali
ile savaşan bir topluluk çıkacak. Onlar ile cihat etmek Allah'a karşı
bir görevdir. Onlara karşı eli ile cihat etmeye gücü yetmeyenlerin
dilleri ile, dilleri ile cihat edemeyenlerin kalpleri ile cihat etmeleri
gerekir. Bunun ötesi yoktur."
Ben derim ki: Bu iki ayetin yüzüğün sadaka olarak verilmesi
konusunda indiğine dair rivayetler çoktur. Bunların bazılarını
Bahranî-nin Gayet'ül-Meram adlı eserinden aldık. Bu rivayetler, bu
eserin kaynak gösterdiği kitaplarda da vardır. Biz bu rivayetler içinden
olayı değişik ibarelerle anlatan rivayetleri nakletmekle
yetindik.
Bu rivayetlerin nakledilmesinde Ebuzer, İbn-i Abbas, Enes b.
Malik, Ammar, Cabir, Seleme b. Kuheyl, Ebu Rafi ve Amr b. As gibi
çok sayıda sahabî ve Hz. Ali, İmam Huseyin, İmam Seccad, İmam
Bâkır, İmam Sadık ve İmam Hadi gibi Ehlibeyt İmamları (hepsine
selâm olsun) iştirak etmiştir.
Bu rivayetleri Ahmed, Neseî, Taberî, Taberanî, Abd b. Humeyd
ve diğerleri gibi tanınmış tefsir imamları ile hadis hafız ve imamları
reddetmeden ittifakla nakletmişlerdir. Kelâmcılar tarafından
da bu rivayetlerin doğruluğu kabul edilmiştir. Fıkıh bilginleri de bu
rivayetleri namazda "amel-i kesir" ve "nafile sadakalara zekât adı
verilip verilemeyeceği" konularında yer vermişlerdir. Zemahşerî ve
Ebu Heyyan gibi edebiyetta tanınmış tefsirciler de eserlerinde bu
rivayetlere yer verdikleri hâlde ayetler ile rivayetler arasındaki uyumluluğu
tartışma konusu yapmamışlardır. Hepsi birer dil uzmanı
olan raviler de böyle bir tartışmayı gündeme getirmemişler.
Bütün bunlardan sonra bir tefsircinin, bu ayetin iniş sebebinin
yüzük meselesi olduğu yolundaki rivayeti uydurma saymasına asla
itibar edilmez. Bu arada Şeyh'ul-İslâm İbn-i Teymiye gibi biri de
daha da ileri giderek bu rivayetin uydurma olduğuna dair âlimler
arasında ittifak olduğunu iddia etmiştir ki, bu şaşırtıcı bir iddiadır.
Gerçeğin ne olduğunu ise yukarıdaki açıklamamızda ortaya koymuş
bulunuyoruz.
57- Ey iman edenler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş
olanlardan, dininizi alay ve eğlence konusu yapanları ve kâfirleri
dost edinmeyin. Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan çekinin.
58- Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu
yaparlar. Bu, onların akıl erdirmeyen bir topluluk olduklarındandır.
59- De ki: "Ey Ehlikitap, bizden yadırgadığınız, sırf bizim Allah-
'a, bize indirilene ve daha önce indirilenlere inanmış olmamız ve
çoğunuzun fasık (yoldan çıkmış) kimseler oluşunuz değil midir?"
60- De ki: "Karşılık bakımından Allah katında bundan daha
kötü konumda olanları size bildireyim mi? Allah'ın lânet ettiği, gazabına
uğrattığı, aralarından bir bölümünü (çarpıtarak) maymuna
ve domuza dönüştürdüğü kimseler ile tağuta tapanlar; işte bunlar
yerleri daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmış olanlardır."
61- Bunlar, size geldiklerinde, "İman ettik." derler. Oysa yanınıza
kâfir olarak girmiş ve kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların
gizli tuttuklarını (herkesten) daha iyi bilir.
62- Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yemekte
birbirleri ile yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!
63- Kendilerini Allah'a vermiş bilginler ile din adamları, onları
günah söz söylemekten ve haram mal yemekten sakındırsalar ya!
Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!
64- Yahudiler, "Allah'ın eli kolu bağlıdır." dediler. Elleri kolları
bağlansın ve söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun. Tersine,
O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun, Rabbin tarafından
sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır.
Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir
düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa,
Allah onu söndürdü. Onlar yeryüzünde hep bozgunculuk peşinde
koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez. 65- Eğer Ehlikitap, iman edip sakınsalardı, kötülüklerini örter
ve onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık.
66- Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine
indirileni yaşatsalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan
nimetler yerlerdi. İçlerinde ölçülü bir kesim var. Fakat
çoğunun yaptıkları ne kötüdür!
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Okuduğumuz ayetlerde, Allah'ı ve onun ayetlerini alaya alan
Eh-likitab'ı ve kâfirleri dost edinmek yasaklanıyor. Onların kötü sıfatlarından
bazıları sayılıyor. Allah'a verdikleri sözleri ve taahhütleri
bozmaları ve bunların uzantısı olan kötülükleri hatırlatılıyor. Bu
hatırlatmalar, bu surenin amacı olan verilmiş sözleri tutmayı, antlaşmalara
bağlı kalmayı teşvik etmeye, antlaşmaları çiğnemeyi
kınamaya uygun düşüyor.
Bu ayetlerin tek ve kesintisiz bir akışı var gibidir. Gerçi bazılarının
ayrı ve bağımsız bir iniş sebebinin olması da mümkündür.
"Ey iman edenler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan
dininizi alay ve eğlence konusu yapanları ve kâfirleri dost edinmeyin."
Ragıp İsfahanî diyor ki: "Hüzüv" kelimesi, birinin arkasından
onu alaya almak demektir. Bu kelime alaya benzeyen davranışlar
için de kullanılır... "La'b" sağlıklı bir gayesi olmayan davranış
anlamına gelir. (Ragıb'ın sözü burada bitti.)
Bilindiği gibi eğer bir şey kendisine ciddî şekilde önem verilmeyi
engelleyen bir niteliğe sahip sayılırsa, o şey alaya alınır. Bu
alayın maksadı o şeyin önemsenmeye lâyık olmadığını açıklamaktır.
Öte yandan eğer bir şeyin arkasında gerçek olmayan amaçlara
alet edilmekten başka sağlıklı ve mantıklı bir maksadın
olmadığı kabul edilirse, o şey eğlence konusu yapılır.
Dinle alay etmek, onu eğlence konusu yapmak, onun birtakım
asılsız, gayri ciddî ve sağlıksız amaçlara karşılık verdiğini açığa
vurmak içindir. Eğer dinle alay edenler, onu gerçek bir din saysalardı,
bu dini ortaya koyanı, onu çağıranı ve inananlarını ciddî ve
samimî kabul etselerdi, bu dine ve bağlılarına saygı duysalardı,
onu bu konuma düşürmezlerdi. Yani onların dini alay ve eğlence
konusu yapmaları, dinin hiçbir gerçek ve değer taşımadığı, onun
sadece alaya alınmaya ve eğlence konusu yapılmaya lâyık olduğu
yolunda bir hüküm verdiklerinin delilidir.
Bu ayetten şu sonuçlar ortaya çıkıyor:
1) Dost edinilmesi yasaklanan kimselerin bir niteliği olarak
dini alaya almaları ve eğlence konusu yapmalarının altının çizilmesi
bu yasaklamanın gerekçesine yönelik bir işaret içermektedir.
Çünkü ruhsal kaynaşmayı ve psikolojik, sosyolojik alanlarda
tasarrufu gerektiren dostluk ile dostlardan birinin kutsal saydığı,
hürmet ettiği ve kendi canı dahil olmak üzere her şeyden önemli
gördüğü değerlerle karşı tarafın alay etmesi bağdaşmaz. Böyle bir
kimsenin dost edinilmemesi, ruh ve cisimde tasarruf dizginlerinin
eline verilmemesi gerekir.
2) "Ey iman edenler" ifadesinin "dininizi alay ve eğlence konusu
yapanları" ifadesinin karşısına konmasının ve "dininizi" ifadesinde
dinin müminlere izafe edilmesinin ifade ettiği uyum dikkat
çekicidir.
3) "Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan çekinin" ifadesi,
"dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin" ifadesini
daha genel ve geniş kapsamlı sözlerle pekiştirir gibidir. Çünkü
iman kulpuna sarılmış olan bir müminin, inandığı değerlerle alay
edilmesine, onların eğlence konusu yapılmasına razı olması anlamsızdır.
Buna göre bu kimseler eğer iman sahibi iseler -yani bu
din onların dini ise- söz konusu kimseleri dost edinmeme konusunda
Allah'tan çekinmeleri kaçınılmazdır.
"Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan çekinin." ifadesinin
birkaç ayet önce geçen "Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır."
ifadesine işaret olması da muhtemeldir. O zaman bu ifadenin
anlamı, "Eğer onlardan değilseniz, onları dost edinme konusunda
Allah'tan çe-kinin." şeklinde olur. Fakat galiba ilk anlam
daha uygundur.
"Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar..."
Bu ayet, onların müminlerin dinini alay ve eğlence konusu
yaptıklarının somut örneği niteliğindedir. Namaza çağırmaktan
maksat da, günlük farz namazlardan önce okunan ezandır. Söylendiğine
göre Kur'ân'da ezan sadece bu ayette zikredilmiştir.
"Onu alay ve eğlence konusu yaparlar..." ifadesindeki zamir
ya namaza veya "çağırdığınız" ifadesinden anlaşılan mastara, yani
"çağrı"ya dönüktür. Mastara dönük olan zamir müzekker de,
müennes de olabilir. "Bu, onların akıl erdirmeyen bir topluluk olduklarındandır."
ifadesi, oların davranışlarına cevap niteliği taşıyan
bir ektir. Bununla söz konusu davranışlarının, yani namazı veya
ezanı alay ve eğlence konusu yapmalarının akıl erdirmeyen bir
topluluk olduklarından kaynaklandığı, bu yüzden dinin emrettiği
bu ibadetler ve amellerdeki kul-luk gerçeğini, bunların Allah'a yaklaştırıcı
faydalarını, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu birlikte
sağlayan özelliklerini kavrayamadıkları vurgulanıyor.
"De ki: Ey Ehlikitap, bizden yadırgadığınız, sırf bizim Allah'a... inanmış
olmamız... değil midir?" Ragıp İsfahanî, Müf-redat'ul-Kur'ân adlı
eserinde diyor ki: "Bir şeyi sözle veya cezalandırmak suretiyle yadırgadığın
zaman 'nekımtu'ş-şey'e' veya 'nekamtuhu' dersin. Yüce
Allah buyuruyor ki: 'Sırf Allah ve Resulünün lütfü ile onları zengin
etmesini yadırgadılar.' (Tevbe, 74) 'Onlardan, sırf aziz ve hamid olan
Allah'a inanıyor olmalarını yadırgadılar.' (Burûc, 8) '...bizden
yadırgadığınız...' (Mâide, 59) 'Nıkmet' de cezalandırmak anlamındadır.
Yüce Allah buyuruyor ki: 'Sonunda onları cezalandırdık,
kendilerini denizde boğduk.' (A'râf, 136)"
Buna göre bu ayetin anlamı şudur: "Bizden yadırgadığınız veya
hoşlanmadığınız, sırf bu gördüğünüz durum, yani bizim Allah'a ve
indirmiş olduğu kitaplara inanmış olmamız ve sizin fasık oluşunuz
değil mi?" Bu ifade halk arasındaki şu sözlere benzer: "Sırf senin
ahlâksız olmana karşın benim iffetli oluşumdan hoşlanmıyor değil
misin?" Veya "Sırf senin fakir olmana karşın benim zengin oluşumdan
hoşlanmıyor değil misin?" İki karşıtın karşılaştırıldığı diğer
ifadeler de böyledir. Buna göre bu ayetin anlamı şöyledir:
"Bizden yadırgadığınız, sırf sizin çoğunuzun fasık olmasına karşın
bizim mümin oluşumuz değil mi?"
Bazı tefsirciler, "çoğunuzun fasık kimseler oluşunuz" ifadesinin
sebep bildirdiğini söylüyorlar. Buna göre ayetin anlamı, "Sırf
çoğunuzun fasık kimseler olduğunuz için bizden hoşlanmıyor değil
misiniz? şeklindedir.
"Bize indirilene ve daha önce indirilenlere" ifadesi, "bize ve
size indirilen kitaplara" anlamındadır. İndirilen kitapların onlara
izafe edilmemesinde onlara yönelik tariz vardır. Onlar Allah'a verdikleri
söz-leri tutmadıkları ve kitaplarındaki emirleri yerine getirmedikleri
için bu kitaplar onlara inmemiş sayılmış ve onlar bu kitapların
ehli kabul edilmişlerdir.
Bu ifadenin anlamı şudur: Biz ne Allah'ın indirdiği kitaplar arasında
ve ne O'nun peygamberleri arasında ayırım yapmayız. Bu ifadede,
onların Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yaparak,
"Onların bazılarına inanıyor ve bazılarına inanmıyoruz." dedikleri
yönünde bir tariz vardır. Nitekim onlar, "Müminlere inen kitaba
günün başlangıcında inanın, fakat günün sonunda onu inkâr edin."
diyorlardı.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ı ve O'nun peygamberlerini
inkâr edenler, Allah ile peygamberleri arasında ayırım yapanlar,
'Bir kısmına inanıyor, bir kısmını inkâr ediyoruz' diyenler ve bunun
arasında bir yol tutturmak isteyenler, gerçek anlamı ile kâfirdirler.
Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık." (Nisâ, 151)
"De ki: "Karşılık bakımından Allah katında bundan daha kötü konumda
olanları size bildireyim mi? Allah'ın lânet ettiği..." Bu ayette yüce
Allah, Peygamberine (s.a.a) söz konusu dini alay ve eğlence
konusu yapanlara seslenmesini emrediyor. Orta yollu bir ifade kullanılarak
onların dedikleri kabul ediliyor. Maksat, onları kendi sözleri
ile bağlamaktır. Yani eğer onlar Allah'a ve peygamberlerine
indirdiği kitaplara inanıyorlar diye müminleri kınıyorlarsa, asıl
kendilerini kınamalıdırlar. Çünkü onlar Allah'ın lânetine uğradıkları,
çarpıtılarak maymunlara ve domuzlara dönüştürüldükleri ve
tağuta taptıkları için daha kötü konumda ve doğru yoldan daha
çok sapıtmış durumdalar. Bunca kınama sebebi ortadayken, eğer
onlar kendilerini kınamıyorlarsa, bundan daha az kötü konumda
olanları kınamak onlara düşmez. Bu kötü konum, eğer Allah'a ve
onun kitaplarına inanmak kötü kabul ediliyorsa, müminlerin iman
etmişlik durumlarıdır ki, bu durum asla kötü olamaz.
Ayetteki "mesûbet=karşılık" kelimesi ile mutlak karşılık kastediliyor.
Belki de bu kelime istiâre yolu ile akıbet ve ayrılmaz sıfat
anlamındadır. Çünkü "Karşılık bakımından bundan daha kötü" ifadesinin
"Allah katında" ifadesi ile kayıtlanmasından bu sonuç
çıkıyor. Sebebine gelince Allah katında olan şey sabit ve
değişmezdir. Yüce Allah o şeye hükmetmiş, onu emretmiştir. Şu
ayetlerde buyrulduğu gibi: "Allah katında olan kalıcıdır." (Nahl, 96)
"O'nun hükmünün peşine düşecek kimse yoktur." (Ra'd, 41) Buna
göre bu karşılık, yüce Allah katında olduğu için ayrılmaz bir karşılıktır.
Bu ifadede, bir tür dolaylı biçimde ifade etme sanatı vardır.
Çünkü sözün doğrudan akışının gereğine göre "Lânetleme, çarpılma
ve tağuta tapma, Allah'a ve O'nun kitaplarına inanmaktan
daha kötü ve daha sapık bir durumdur." denmeliydi, "Allah'ın lânet
ettiği, gazabına uğrattığı, aralarından bir bölümünü çarpıtarak
maymuna ve domuza dönüştürdüğü ve tağuta tapan kimseler,
daha kötü ve daha sapık konumdadırlar." denmeliydi. Ancak burada
sıfatı taşıyanların sıfatın yerine konmuş olduğu kabul edilirse,
problem kalmaz. Çünkü bu üslûp Kur'-ân'da yaygındır. "Fakat
iyilik, Allah'a inanan... kimsedir." (Bakara, 177) ayeti bunun bir örneğidir.
Kısaca söylenmek istenen şudur: Eğer bizim Allah'a ve
peygamberlerine indirdiği kitaplara inanmamız, sizce kötü bir şey
ise, o zaman durun, bundan daha kötü olanı size bildireyim de
onu yadırgayın. O da, siz de bulunan sıfattır.
Bazı tefsirciler, ayetteki "bundan daha kötü" ifadesindeki "bu"
ism-i işaretiyle "bizden yadırgadığınız" ifadesinin delâlet ettiği
müminlerin tümüne işaret edildiğini söylemişlerdir. Buna göre sözün
akışı düzgündür, hiçbir dolaylı tarafı yoktur. Bu durumda ayetin
anlamı, "Size müminlerden daha kötü konumda olup kınamanız
gerekenlerin kim olduğunu bildirelim mi? Siz kendinizsiniz.
Çünkü siz lânete uğramış, çarpıtılmış ve tağuta tapmaya duçar
olmuşsunuz." şeklindedir.
Yine denebilir ki: "bundan daha kötü" ifadesindeki işaret edatıyla
"bizden yadırgadığınız" ifadesinin delâlet ettiği mastara işaret
ediliyor. Buna göre ayetin anlamı şöyle olur: "Ceza bakımından
bu yadırgamanızdan daha kötü olanını size bildireyim mi? Bu maruz
kaldığınız çarpıtılma ve lânete uğrama gibi durumlardır."
"Bunlar, size geldiklerinde, 'İman ettik.' derler. Oysa yanınıza kâfir
olarak girmiş ve kâfir olarak çıkmışlardır..." Yüce Allah, onların kalplerinde
münafıklık olduğuna, müminlerle karşılaştıklarında Allah'ın
hoşlanmadığı duygularını sakladıklarına işaret ederek, "size geldiklerinde,
'İman ettik.' derler." buyuruyor. Yani size geldikleri
zaman iman ettiklerini belirtirler, oysa yanınıza kâfir olarak geldikleri
gibi, kâfir olarak da yanınızdan ayrılırlar. Yani onlar yanınıza
gelirken de, yanınızdan ayrılırken de bir tek hâldedirler ki, o da küfürdür.
Bu hâllerinde hiçbir değişiklik olmaz; sadece müminmiş
gibi görünürler, oysa Allah onların öteden beri içlerinde sakladığı
hile ve düzeni bilir.
"Oysa yanınıza kâfir olarak girmiş ve kâfir olarak çıkmışlardır."
ifadesi, bizim "Onların kâfirlik durumu değişmemiştir." sözümüzle
aynı anlamdadır. Orijinalde "çıkmışlardır" ifadesinin başında
yer alan "hum= onlar" zamiri, pekiştirme işlevi yanında onların bu
konuda ön plâna çıktıklarını ve kâfirliklerinin sabitleştiğini de ifade
ediyor.
Bazı tefsircilere göre ise, bu ayette onların kâfirlikte hâlden
hâle geçtikleri ifade ediliyor.
"Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yemekte birbirleri
ile yarıştıklarını görürsün..." Anlaşılan, ayetteki "ism=günah" sözcüğünden
maksat, müminlere inen ayetlere dil uzatmak, din öğretileri
konusunda kâfirliği ve fasıklığı gerektirecek pervasızlıkta ileri
geri sözler söylemektir. Bir sonraki ayetteki "...gü- nah söz söylemekten
ve haram mal yemekten" ifadesi de bu anlamı desteklemektedir.
Buna göre bu üç şey, yani günah, düşmanlık ve haram yemek
onların sözlü ve fiilî fasıklıklarının örneklerini oluşturuyor. Yani onlar
hem sözle günah işlerler, ki bu sözlü günahtır, hem de fiilî günah
işlerler. Bu fiilî günah ya kendileri ile müminler arasında olur,
ki bu müminlere yönelik düşmanlıklarıdır veya kendi aralarında
olur, ki bu da faiz, rüşvet ve benzeri şekillerde haram mal yemeleridir.
Onların böyle bir tutum içinde oldukları vurgulandıktan sonra
arkasından "Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!" ifadesi ile bu davranışları
yeriliyor. Ardından da ilim adamları ile din adamlarına
yönelik bir kınama geliyor. Çünkü onlar bu yapılanların suç ve günah
olduğunu bildikleri hâlde seslerini çıkarmıyorlar, halkı bu
mahvedici suçları ve günahları işlemekten sakındırmıyorlar. Yüce
Allah'ın bu kınaması şöyledir: "Kendilerini Allah'a vermiş âlimler
ile din adamları, onları günah söz söylemekten ve haram mal
yemekten sakındırsalar ya! Yaptıkları şey ne kadar kötüdür!"
"Günah söz söylemekten ve haram mal yemekten" ifadesi,
bir önceki ayetteki "Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve
haram yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün." ifadesi ile
karşılaştırıldığında ikinci ayette "udvan=düşmanlık" kelimesine
yer verilmediği görülür. Bundan şu sonuç çıkarılabilir: Günah ve
düşmanlık ile, aynı şey kastedilmektedir. Bu da, Allah'ın koyduğu
sınırları sözle aşmaktır. Bu-nun karşısında fiilî günah yer alır ki,
bunun örneği de haram mal yemeleridir.
Buna göre, "Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram
yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün." ifadesinden maksat,
onların günah ve düşmanlık diye tabir edilen sözlü kötülüklerinden
ve haram mal yemelerinde belirginleşen fiilî kötülüklerinden
örnekler sergilemektir.
Ayette geçen "yusariûne=yarışırlar" kelimesinin mastarı olan
"mu-saraat" kelimesi, ağır ve yavaş olmanın karşısında oldukça
hızlı ve sür'atli olma anlamındadır. Kullanıldıkları yerlere göre
sür'at ile acele arasındaki farka gelince; sür'at daha çok organların
işi, acele ise kalbin işiyle ilgilidir. Huzu ile huşu, havf (korku) ile
haşyet arasındaki fark gibi. Ragıp İsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde
şöyle diyor: "Sür'at, yavaşlığın zıddıdır; cisimler ve fiiller için
kullanılır..."
Bazılarına göre, sür'at ile acele aynı anlama gelir. Yalnız sür'at
daha çok hayırlı işlerde kullanılır. Buna rağmen, -ayette yerme söz
konusu olduğu ve "acele" kelimesinin yermeyi daha iyi ifade edebileceği
hâlde- "sür'at" kökünden bir kelimenin kullanılması, onların
bu yaptıklarında haklılarmış gibi davrandıklarına işaret etmek
içindir.
"Yahudiler, 'Allah'ın eli kolu bağlıdır.' dediler. Elleri kolları bağlansın
ve söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun. Tersine, O'nun iki eli de
açıktır, dilediği gibi verir." Kur'ân'ın çeşitli ayetlerinden anlaşılacağı
üzere Yahudiler dinî hüküm-lerin neshedilmesini caiz
görmüyorlardı. Bu yüzden Tevrat'ın nesh-edilmiş olmasını kabul
etmiyorlar ve Müslümanları hükümleri neshet-mekle
suçluyorlardı. Aynı şekilde tekvinî olaylarda da "beda"yı caiz
görmüyorlardı. Nitekim, "Biz bir ayeti nesheder veya unutturursak,
ondan daha iyisini veya onun bir benzerini getiririz." (Bakara,
106) a-yetini tefsir ederken ve başka yerlerde bu konuda bazı sözler
söylemiştik.
Bu ayet, yani "Yahudiler, 'Allah'ın eli kolu bağlıdır.' dediler."
ifadesi de, onların bu genel görüşü ile örtüşüyor gibi görünse de,
yüce Allah'ın onlara cevap niteliğindeki "Tersine, O'nun iki eli de
açıktır, dilediği gibi verir." açıklaması, bu ihtimal ile bağdaşmaz
ve onların bu günah nitelikli sözü rızk konusunda söylediklerine
delâlet eder.
Buna göre burada birkaç ihtimal söz konusudur: Birinci ihtimal;
onlar bu sözü, müminlerin genelinin içinde bulunduğu yaygın
fakirlik ve çektiği geçim sıkıntısından dolayı müminler için söylemişlerdir.
Bu durumda, istihza yollu yüce Allah'ın mümin kullarını
zenginleştirmeye, onları fakirlikten ve perişanlıktan kurtarmaya
gücünün yetmediğini ima etmek istemiş olurlar. Fakat bu ihtimal,
bu ayetin Mâide suresinde yer almasına uygun düşmüyor. Tabi ki
eğer bu ayet surenin diğer ayetleriyle birlikte inmiş ise. Çünkü
Müslümanlar bu surenin indiği günlerde bolluk, geçim rahatlığı ve
refah içinde yaşıyorlardı.
İkinci ihtimal; onlar bu sözü kendi sıkıntılarından dolayı söylemişlerdir.
Yani, başlarına bir kıtlık, bir pahalılık gelmiş de bu
yüzden sıkıntıya düşmüş, hayat düzenleri bozulmuş ve maddî durumları
sarsılmış olduğu için böyle konuşmuşlardır. Nitekim ayetin
iniş sebebi hakkındaki bazı rivayetlerden de bu anlaşılmaktadır.
Fakat ayetlerin akışı bu ihtimalle bağdaşmıyor. Çünkü bu ayetlerde
onların Müslümanlara yönelik düşmanlıkları ve hileleriyle ilgili
bazı sıfatlarına değinilmekte, kendileriyle ilgili olarak söyledikleri
günah bir sözden bahsedilmemektedir.
Üçüncü ihtimal; onlar bu sözü, "Kim Allah'a güzel bir borç verir."
(Bakara, 245) ve "Allah'a güzel bir borç verin." (Müzzemmil, 20)
gibi ayetleri işitince söylemişlerdir. Bununla, alay ve istihza yollu
Allah'ın elinin kolunun bağlı olduğunu, dinini yaymak, çağrısını
hayata geçirmek için gereken harcamaları karşılamaya gücü
yetmediğini söylemek istemişler. Nitekim ayetin iniş sebebi hakkındaki
başka bazı rivayetlerden de bu anlaşılmaktadır. Bu ihtimal
daha akla yakındır.
Bu ihtimallerin hangisi geçerli olursa olsun, Yahudilerin el kol
bağlılığını ve bazı olaylar karşısında mağlubiyeti Allah'a izafe etmeleri,
dinî inançlarının ve Tevrat'ta yer alan görüşlerin reddetmediği
bir yaklaşımdır. Tevrat, güçlü insanlar gibi bazı etkenlerin
yüce Allah'ı âciz bırakmasını, O'nun bazı maksatlarını gerçekleştirmesine
engel olmasını caiz görür. Nitekim Tevrat'ta Hz. Âdem
ve diğer peygamberlerle ilgili olarak hakkında anlatılan bazı hikâyeler,
bunu doğrular niteliktedir.
Buna göre, onların inanç tarzlarında, yüce Allah'ın şanına ve
yüceliğine lâyık olmayan yakıştırmaları O'na izafe etmenin cevazının
dayanakları vardır. Dolayısıyla onlar bu sözü her ne kadar alay
etmek maksadı ile söylemişlerse de, bunun arkasında bir inanç
dayanağı vardır. Çünkü insanların her davranışının ardında,
gerçekte onu o davranışa sürükleyici ve cesaretlendirici bir inanç
temeli vardır.
Ayetteki "Elleri kolları bağlansın ve söyledikleri sözden ötürü
onlara lânet olsun." ifadesi, Yahudilere yönelik bir bedduadır. Bu
beddua ile onların yüce Allah'a izafe ettikleri yakışıksız eksikliğe
benzer bir azaba çarpılmaları gündeme getiriliyor. Allah'a izafe ettikleri
yakışıksız eksiklik, elinin kolunun bağlı ve istediğini gerçekleştirecek
güçten yoksun olduğu iddiasıdır.
Buna göre "ve söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun."
ifadesi, "elleri kolları bağlansın" ifadesine yönelik tefsir amaçlı bir
atıftır. Yani, onların ellerinin kollarının bağlanması, Allah'ın kendilerine
yönelik lânetinin delili ve göstergesidir. Zira Allah'ın sözü,
O'nun fiili ve uygulaması demektir. Allah'ın bir kişiye lânet etmesi
onu ya dünyaya veya ahirete ait bir azaba çarptırmasıdır. Buna göre
lânet, ya onların ellerinin kollarının bağlanmasına denk düşen
veya daha geniş kapsamlı olan bir azaptır.
"Elleri kolları bağlansın" ifadesinin azap hükmünün gerçekleşmesini
haber veren bir cümle olması da muhtemeldir. [Buna
göre ayetin anlamı şöyle olur: Onların elleri kolları bağlandı...] Bu
azap, onların "Allah'ın eli kolu bağlıdır." sözlerinde sembolleşen
küstahlıklarının cezasıdır. Birinci ihtimal daha akla yakındır.
"Tersine, O'nun iki eli de açıktır ve dilediği gibi verir." ifadesi,
Yahudilerin "Allah'ın eli kolu bağlıdır." şeklindeki sözlerine kökten
reddedici bir kalıpla verilmiş bir cevaptır.
"O'nun iki eli de açıktır." cümlesi kudretin varlığını ifade eden
ki-nayeli bir ifadedir. Bu ifade tarzının kullanımı yaygındır.
Yahudilerin "Allah'ın eli kolu bağlıdır." sözlerinde "el" kelimesi
tekil olduğu hâlde, onlara cevap olarak verilen cümlede "el" kelimesinin
ikili sıyga ile kullanılarak "O'nun iki eli" denilmesi, güç ve
kudretin kemâlini, tam olduğunu ifade etmek içindir. Şu ayetteki
"el" kelimesi de aynı maksatla ikili sıyga ile kullanılmıştır: "Allah,
'Ey İblis, iki elimle yarattığım varlığa secde etmekten seni alıkoyan
sebep nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden miydin?' dedi."
(Sâd, 75) Bu ifade tarzında, son derece güç kullanıldığına yönelik
bir işaret veya de-lâlet vardır. Bu anlamda Araplar, "Senin bu işte
iki elin yoktur." derler. Bu söz, her türlü gücü ve nimeti reddeden
mübalağalı bir ifade biçimidir.
Dil bilginleri "el" kelimesi için bildiğimiz vücut organı dışında
çeşitli anlamlar sayarlar. Kudret, güç, nimet, mülkiyet, egemenlik
gibi... Fakat kelime aslında bildiğimiz vücut organı anlamındadır.
Bunun dışındaki anlamlarda kullanılması istiâre yolu iledir. Çünkü
o anlamlar ile bildiğimiz vücut organı anlamı arasında bir tür ilişki
vardır. Meselâ, hayır severlik ve cömertlik ile bildiğimiz el arasında
elin açık olması bakımından, mülkiyet ile el arasında tasarruf etme,
tutma, koyma ve kaldırma bakımından bir tür ilişki ve bağlantı
vardır.
Kur'ân'da ve hadislerde Allah'a izafe edilen "el" kelimeleri
kullanıldıkları yerlere göre farklı anlamlar ifade ederler. Meselâ
"Tersine, O'nun iki eli de açıktır." (Mâide, 64) ayeti ile "İki elimle
yarattığım varlığa" (Sâd, 75) ayetinde "el" kelimesinden kudret ve
bu kudretin kemâl derecesinde oluşu kastedilmiştir. Bunun
yanında, "Bütün hayır-lar sadece senin elindedir." (Âl-i İmrân, 26)
"Her şeyin egemenliği elinde bulunan Allah ne yücedir." (Yâsîn, 83)
"Egemenliği elinde bulunduran Allah ne kutludur." (Mülk, 1) gibi
ifadelerde "el" kelimesi egemenlik ve sulta anlamında
kullanılmıştır. "Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulünün iki elinin
arasında (huzurunda) öne geçmeyin." (Hucurât, 1) ayetindeki "el"
ise huzur anlamında kullanılmıştır.
"Dilediği gibi verir." ifadesi, "O'nun iki eli de açıktır." cümlesinin
açıklamasıdır.
"Andolsun Rabbin tarafından sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını
ve kâfirliğini arttıracaktır." Bu ve bunu izleyen ayetin sonuna
kadarki ifadeler, cümlelerin akışından anlaşılacağı üzere, "Yahudiler,
'Allah'ın eli,kolu bağlıdır.' dediler. Elleri kolları bağlansın ve
söyledikleri sözden ötürü onlara lânet olsun." ifadelerine açıklık
getirme amacı taşıyor.
"Andolsun Rabbin tarafından sana indirilen, onların çoğunun
azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır." ifadesine gelince; bu cümleler,
Yahudilerin yüce Allah'a karşı küstahça davranmalarının, O'na
"Allah'ın eli kolu bağlıdır." gibi çirkin sözlerle dil uzatmalarının onlardan
beklenmeyecek davranışlar olmadığına işaret ediyor. Çünkü
onlar çok eskiden beri düşmanlıkla ve küfürle damgalanmış bir
kavimdirler ve bu durum, azgınlık ve kıskançlığı onlara miras bırakmıştır.
Böyle bir karaktere sahip olan kimselerin, başkalarının
yüce Allah tarafından kendilerinin elde edemeyecekleri bir nimete
sahip kılındıklarını gördükleri zaman azgınlıklarını ve kâfirliklerini
arttırmalarından emin olunamaz.
Yahudiler kendilerini dünyanın efendisi ve önderi olarak görüyorlardı.
Kendilerini Ehlikitap olarak adlandırıyorlar, ilim ve din
adamları ile övünüyorlar, ilim ve hikmetle iftihar ediyorlar ve diğer
milletleri ümmî (okuma-yazmasız) olarak adlandırıyorlardı. Sonra
on-ların ilmi ve kutsal kitabı karşısında eziklik duyan bir kavme
"Kur'ân" adında bir kutsal kitabın indiğini gördüler. Oysa cahiliye
döneminde kendileri ile Araplar arasında kendilerinin lehine işleyen
bir saygı düzeni egemendi. Sonra bu kutsal kitabı inceleyince
gördüler ki, bu kitap kendinden önceki semavî kitaplardan üstün
bir ilâhî kitaptır. Apaçık gerçeği, yüce öğretiyi ve eksiksiz hidayeti
içermektedir. Bunu görünce, övündükleri ve gururlandıkları ilim ve
kitap alanının kendisinde, ezikliğe ve aşağılık duygusuna kapılarak
hayal uykularından uyandılar, düşmanlıklarını arttırdılar, azgınlıklarını
ve küfürlerini katmerleştirdiler.
Dolayısıyla azgınlık ve küfürlerinin artışının Kur'ân'a izafe edilmesi,
onların azgın ve kıskanç nefislerinin, Kur'ân'ın inmesini ve
içerdiği gerçek bilgileri ve açık çağrıyı görünce küfürlerinde taşkınlık
etmesi münasebetiyledir.
Şu da var ki, yüce Allah Kur'ân'da birçok yerde hidayeti ve saptırmayı
kendine izafe eder. Şu ayette olduğu gibi: "Hepsine,
bunlara da, onlara da (müminlere de, kâfirlere de) Rabbinin bağışından
pay veririz. Rabbinin bağışından kesilmiş değildir." (İsrâ,
20) Kur'ân hakkında da şöyle buyruluyor: "Kur'ân'dan müminler için
şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz. Fakat bu ayetler, zalimlere
ziyandan başka bir şey arttırmaz." (İsrâ, 82)
Saptırma ve benzeri durumlar, tek taraflı olarak ve durup dururken
meydana getirilirse, kötü bir şey sayılıp yadırganabilir. Ancak
Allah'ın gazabının inmesini gerektiren ve içinde bulunulan sapıklığın
daha ileri boyutlara varmasına yol açan bir fasıklık ve günahın
ardından ceza olarak gelen saptırmanın hiçbir sakıncası
yoktur ve kınanacak bir durum da değildir. Şu ayetlerde belirtildiği
gibi: "Onunla sadece fasık-ları saptırır." (Bakara, 26) "Onlar eğrilince
Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5)
Sonuç olarak Kur'ân'ın onların azgınlıklarını ve kâfirliklerini
arttırması demek, ilâhî tevfikten ve destekten mahrum bırakılmaları
demektir. Böyle olunca içinde bulundukları azgınlıktan ve Allah'ın
ayet-lerini inkâr etme tutumundan vazgeçip hak çağrısına
uymak suretiyle teslimiyete ve imana yönelmeleri gerçekleşmiyor.
Bu kitabın birinci cildinde, "Onunla sadece fasıkları saptırır." ayetinin
tefsiri sırasında bu konu incelenmiştir.
Sözün başına dönelim. "Andolsun Rabbin tarafından sana
indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır." ifadesi,
kendilerini Ehlikitap diye adlandıran, Allah'ın çocukları ve
sevdikleri olduklarını iddia eden bu adamların "Allah'ın eli kolu
bağlıdır." gibi edep dışı ve seviyesiz sözlerle Allah'a karşı küstahlık
etmelerinden kaynaklanan yadırgama ve şaşkınlığı ortadan kaldırmayı
amaçlıyor gibidir.
Azgınlık ve kâfirliklerindeki bu artış onlar için gerekli ve kaçınılmaz
bir cezadır. Sarf ettikleri o seviyesiz söz de, bu artışın bir
sonucudur ve bunu başka çirkin sonuçlar izleyecektir.
"Leyezîdenne=arttıra-caktır" ifadesindeki lâm-ı kasem ve nun-i tekit
buna delâlet etmektedir.
Ayette azgınlığın kâfirlikten önce yer alması, bunun tersi bir sıralamanın
yapılmaması doğal bir sıralamadır. Çünkü kâfirlik, azMâide
gınlığın sonuçlarından ve uzantılarından biridir. "Onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve
kin saldık." "Onlar"dan maksat Yahudilerdir. Çünkü bu ayetlerin
başında genel olarak Ehlikitap söz konusu edilmişse de, söz akışının
burasında konu sadece Yahudilerdir. Buna göre bu ifadede
yer alan düşmanlık ve kinden maksat, Yahudiler arasındaki mezhep
ve görüş ayrılıklarına dönük düşmanlık ve kindir.
Kur'ân'ın birçok ayetinde bu noktaya işaret ediliyor. Şu ayette
olduğu gibi: "Andolsun, biz İsrailoğullarına kitap, hüküm ve
peygamberlik verdik... Onlar ancak kendilerine bilgi geldikten
sonra aralarındaki çekemezlik yüzünden ayrılığa düştüler.
Şüphesiz, Rabbin kıyamet günü, anlaşmazlığa düştükleri
konularda onların arasında hüküm verecektir." (Câsiye, 16-17) Bu
anlamda daha başka ayetler de vardır.
Ayetteki "adavet=düşmanlık"tan maksat, beraberinde fiilî saldırıyı
getiren kindir. Buna karşılık "bağda=kin" kelimesi, kalpte gizli
duran kini ifade eder, bu kinin fiilî saldırıyı arkadan getirmesi
şart değildir. Bu ikisinin bir arada olması, başkalarına zulmetmeyi
gerektiren kin ile bunu gerektirmeyen kin anlamlarını birlikte ifade
eder.
Ayetteki "kıyamet gününe kadar" ifadesi, Yahudi milletinin,
dünyanın sonuna kadar varlığını sürdüreceğine açıkça delâlet etmektedir.
"Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa, Allah onu söndürdü." "Ateşi
yakmak" onu alevlendirmek, "söndürmek" ise onun alevlerini
sakinleştirmek, onu etkisiz hâle getirmek demektir. Bu ifadenin
anlamı açıktır. "Ne zaman savaş için bir ateş yaktılarsa" ifadesinin
"onların arasına... düşmanlık ve kin saldık" ifadesinin açıklaması
olması da muhtemeldir. O zaman ifadenin anlamı, "Onlar ne
zaman Peygambere (s.a.a) ve müminlere karşı savaş ateşini körüklediler
ise, Allah aralarında anlaşmazlık çıkarmak suretiyle bu
ateşi söndürdü." şeklinde olur.
Ayetten; Yahudilerin, yüce Allah'ın dinine, Allah'a ve O'nun ayetlerine
inandıkları gerekçesi ile Müslümanlara karşı açacakları
savaşta kesinlikle hayal kırıklığına uğrayacakları anlaşılmaktadır.
Fakat hak dine karşı değil de siyasî ve millî üstünlük kurmak
maksadı ile açmak isteyecekleri savaşlar bu ayetin çerçevesi dışındadır.
"Onlar yeryüzünde hep bozgunculuk peşinde koşarlar. Oysa Allah
bozguncuları sevmez." "Sa'y" hızlı adımlarla yürümek demektir,
"fesaden" ise mef'ulün lehtir. Yani yeryüzünde fesat çıkarmak için
uğraşırlar. Allah ise fesat çıkaranları sevmediği için fesat çıkarma
emellerini gerçekleştirmelerine fırsat vermez ve böylece çabaları
boşa gider. Yine de doğrusunu Allah bilir.
Bütün bunlar, onların ellerinin kollarının bağlı olduğunun ve
söyledikleri sözden ötürü lânete uğradıklarının açıklamasıdır.
Çünkü onlar Peygambere (s.a.a) ve Müslümanlara karşı savaş ateşi
tutuşturma maksatlarına ulaşamamakta ve yeryüzünde fesat
çıkarma çabalarında başarısızlığa uğramaktalar.
"Eğer Ehlikitap, iman edip sakınsalardı, kötülüklerini örter..." Bu
ayetle tekrar genel olarak Ehlikitab'a dönülüyor. Tıpkı genel olarak
söze onlarla başlandığı gibi. Bu ayet, onların kaçırdıkları dünya ve
ahiret mutluluğu nimetine kısaca değinerek sözü noktalıyor. Bu
kaçırılan nimet, nimetlerle dolu cennet ile mutlu hayat nimetidir.
İmandan sonra sözü edilen sakınma (takva), kesinlikle Allah-
'ın gazabını ve cehennem ateşini gerektiren haramlardan ve günahlardan
sakınmak demektir. Bunlar da Allah'a ortak koşmak ve
hakkında cehennem vaadi bulunan helâk edici diğer büyük günahlardır.
Buna göre yüce Allah'ın örteceğini vaat ettiği kötülüklerden
maksat küçük günahlardır. Dolayısıyla bu ayet, "Eğer size
yasak edilen günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin kötülüklerinizi
(küçük günahlarınızı) bağışlarız ve sizi şerefli ve güzel
bir yere sokarız." (Nisâ, 31) ayeti ile aynı anlamı ifade ediyor.
"Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni
yaşatsalardı, başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler
yerlerdi." Bu ayette sözü edilen Tevrat'tan ve İncil'den maksat,
Kur'ân'da Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya indirildikleri bildirilen iki semavî
kitaptır. Yoksa Ehlikitab'ın elinde olan ve yine Kur'ân'da tahrif
edildikleri bildirilen kitaplar kastedilmiş değildir.
Anlaşılan, "Rableri tarafından kendilerine indirilen"den maksat,
vaktiyle Ehlikitab'ın arasında görev yapmış peygamberlere ait
diğer kutsal kitaplardır. Kur'ân'ın Zebur adı ile andığı Davud Pey
gambere ait Mezamir ve diğer kutsal kitaplar gibi.
"Rableri tarafından kendilerine indirilen" ifadesi ile Kur'ân'ın
kastedilmiş olması ihtimali uzaktır. Çünkü Kur'ân içerdiği hükümlerle
Tevrat'ın ve İncil'in şeriatlarını neshetmiştir. Böyle olunca
Kur'ân'ın Tevrat ile İncil'i kendisi ile birlikte sayması ve o kitapları
nesheden Kur'ân ile birlikte onlarla amel etmelerini temenni etmesi
doğru değildir.
Kur'ân ile amel etmenin aynı zamanda bu kitaplarla amel etmek
olacağını söylemek de makul değildir. Bu durum İslâm'daki
neshedici hükümlerle amel etmeye benzemez. Çünkü Allah'ın dini
bir olduğu için İslâm'daki neshedici hükümlerle amel etmek,
neshedeni ve edileni birlikte içeren İslâm şeriatının bütünü ile amel
etmek demektir. Bu hükümler birbiriyle çelişmez; sadece bazı hükümler
süreli ve geçicidir, ama çelişki söz konusu değildir. Böyle bir
şey söylemek de doğru değildir; çünkü yüce Allah bu kitapların hükümlerinin
"ikame" edilmesinden, yani ayakta tutulmasından, yaşatılmasından
bahsediyor. Bu ifade neshedilen hükümlerle,
neshedilmiş olmaları hasebi ile bağdaşmaz.
Dolayısıyla Tevrat'ın ve İncil'in hükümlerinin ayakta tutulması,
ancak bu iki şeriatın başka bir şeriatla neshedilmemiş olduğu dönem
için söz konusu olur. İncil'e gelince; o, çok az konu dışında
Tevrat'ın şeriatını neshetmemişti.
Üstelik "Rableri tarafından kendilerine indirilen" ifadesinde
"indirilen"in Ehlikitab'a indirildiği ifade ediliyor. Oysa Kur'ân-ı Kerim'de
Kur'ân'ın Ehlikitab'a indirildiğine dair bir ifade görülmemiştir.
Anlaşılan, "Rableri tarafından kendilerine indirilen" ifadesinden
maksat, Tevrat'tan ve İncil'den sonra İsrailoğulları peygamberlerine
indirilen diğer kutsal kitaplarla vahiy mesajlarıdır. Davud
Peygamberin Zebur'u ile diğer ilâhî mesajlar gibi. Bu kitapları ayakta
tutmaktan, yaşatmaktan maksat, bu kitaplardaki ilâhî şeriatları
genel anlamda korumak, yüce Allah'ın bu kitaplarda açıkladığı
tevhit ve meada ilişkin bilgilere inanmak ve bu mesajları tahrif
etmekten, saklamaktan ve açıkça bir yana bırakmaktan sakınmaktır.
İşte eğer kendilerine kitap verilenler bu kitapları bu anlamda
ayakta tutsalardı, başları üzerinden ve ayakları altından
kaynaklanan nimetler yerlerdi. "Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler
yerlerdi" ifadesine gelince, buradaki "yemek"ten maksat, mutlak
anlamda nimetlerden yararlanmaktır. İster gıda maddeleri için olduğu
gibi bildiğimiz yemek anlamında, isterse diğer şeyler için olduğu
gibi başka yollarla yararlanmak olsun. "Yemek" fiilini mutlak
tasarruf ve yararlanma anlamında kullanmak Arap dilinde yaygındır
ve problemsizdir.
"Başları üzer"inden maksat gök ve "ayakları altı"ndan maksat
yeryüzüdür. Bu cümle, onların gök ve yeryüzü nimetlerinden yararlanmalarını
ve bu nimetlerin bereketleri ile kuşatılmalarını anlatan
kinayeli bir ifadedir. Tıpkı şu ayette buyrulduğu gibi: "Eğer o
şehirlerin halkları iman edip sakınsalardı, üzerlerine gökten ve
yerden bereketler (bolluklar) açardık. Fakat yalanladılar. Biz de
onları işledikleriyle cezalandırdık." (A'râf, 96)
Bu ayet gösteriyor ki insanoğlunun imanı ile iyi amellerinin,
evrensel düzenin insanoğlu ile ilişkisinde onun yararına işlemesinde
etkisi vardır. Eğer insanoğlu iyi olursa, dünya düzeni de iyi ve
yararlı olur, insanoğlunun mutlu yaşaması için gerekli imkânları
sağlar, sıkıntısız ve bol nimetli olur.
Kur'ân'ın çok sayıdaki ayetinde bu gerçek mutlak ifadelerle dile
getirilmiştir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "İnsanların elleriyle
kazandıkları (günahlar) yüzünden karada ve denizde fesat çıktı.
Allah, belki dönerler diye, yaptıklarının bir bölümünü böylece
kendilerine tattırır. De ki: 'Yeryüzünde dolaşın da öncekilerin
sonunun nasıl olduğunu görün. Onların çoğu (Allah'a) ortak
koşanlardan idi." (Rûm, 41-42) "Başınıza gelen her musibet, kendi
ellerinizle kazandığınız (günahlar) yüzündendir" (Şûrâ, 30) Bu
kitabın ikinci cildinde amellerin hükümlerinden söz ederken bu
konuya değinmiştik.
"İçlerinde ölçülü bir kesim var. Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!"
Ayetteki "muktesidetun" kelimesinin mastarı olan "iktisad"
ölçülü davranmak demektir ki, bu da her konuda orta yolu benimsemektir.
Ölçülü kesim, din ve Allah'ın emrine teslim olma konusunda
ölçülü olan kimseler anlamındadır.
Bu ifade daha önceki cümlelerin devamı olmayan bağımsız bir
nitelik taşıyor ve şunu açıklamayı amaçlıyor: Allah'ın sınırlarını
çiğnedikleri, O'nun ayetlerini inkâr ettikleri, bu yüzden onların toplumlarının
ilâhî gazaba ve lânete uğradıkları yönünde kendilerine
kitap verilenlere izafe edilen durumların tümü, onların çoğunluğu
hakkında geçerlidir. Çoğunluğu böyle olduğu için de bu çirkin işler
onlara izafe edilmiştir. Fakat bununla birlikte içlerinde ölçülü davranan
ve anlatılan niteliklerde olmayan bir kesim de vardır.
Bu da, Allah'ın sözünde ne derecede insafa riayet edildiğini,
hiçbir hakkın çiğnenmediğini, az da olsa hakkın göz ardı edilmediğini
sergiliyor. Bu noktaya daha önceki ayetlerde de değinilmişti.
Fakat o değinmeler bu ayetteki kadar açık değildi. Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi: "ve çoğunuzun fasık (yoldan çıkmış) kimseler oluşunuz...",
"Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram
yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürüsün.", "Andolsun,
Rabbin tarafından sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve
kâfirliğini arttıracaktır."
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Kummî'de "Bunlar size geldiklerinde, 'İman ettik.'
derler..." ayetinin tefsiri sırasında şöyle geçer: "Bu ayet Abdullah
b. Übeyy ve arkadaşları hakkında inmiştir. Çünkü onlar İslâm'ı kabul
ettiklerini söylemelerine rağmen Peygamberimizin (s.a.a) yanına
kâfir olarak girdiler."
Ben derim ki: Ayetlerin akışından, münafıklar hakkında değil,
Ehlikitap hakkında indiği anlaşılmaktadır. Yalnız bu ayetin tek başına
münafıklar hakkında indiği söylenirse, o başka.
Yine aynı eserde, "kâfir olarak çıkmışlardır." ifadesi hakkında,
"ve küfürleri sebebi ile imandan çıkmışlardır." açıklaması yer almıştır.
el-Kâfi'de müellif, Ebu Basir'den, o da Ömer b. Riyah'tan şöyle
dediğini naklediyor: "İmam Sadık'a (a.s), 'Aldığım bilgiye göre sen
sünnete uygun biçimde eşini boşamayan kişinin boşama kararını
geçersiz sayıyormuşsun!' dedim. İmam bana şu cevabı verdi: 'Bunu
ben söylemiyorum, Allah öyle buyuruyor. Vallahi eğer biz size
zulme dayalı yanlış bir fetva verirsek, durumumuz sizinkinden daha
kötü olur. Çünkü yüce Allah, 'Kendilerini Allah'a vermiş bilgin
ler ile din adamları, onları günah söz söylemekten ve haram mal
yemekten sakındırsalar ya!' buyuruyor." [Fürû-i Kâfi, c.6, s.57, h:1]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'den şöyle dediği naklediliyor: "İmam
Sadık'a (a.s) dedim ki: 'Ömer b. Riyah'ın anlattığına göre siz
şahitsiz yapılan boşamanın geçersiz olduğunu söylüyorsunuz?'
İmam bana şu cevabı verdi: 'Bunu ben söylemiyorum, Allah öyle
buyuruyor. Vallahi eğer biz size zulme dayalı yanlış bir fetva verirsek,
sizden daha kötü duruma düşeriz. Yüce Allah, 'Kendilerini Allah'a
vermiş bilginler ile din adamları, onları günah söz söylemekten
ve haram mal yemekten sakındırsalar ya!' buyuruyor."
[c.1, s.330, h:144]
Şeyh Tusî'nin el-Mecalis adlı eserinde İbn-i Ebu Ümeyr'den,
onun da Hişam b. Salim'den naklettiğine göre İmam Sadık (a.s)
"Yahudiler, 'Allah'ın eli kolu bağlıdır.' dediler." ayeti hakkında,
"Onlar bu sözleri ile Allah'ın kâinatın işinden el çektiğini
söylüyorlar." buyurmuştur.
Ben derim ki: Tefsir'ul-Ayyâşî'de de Yakup b. Şuayb ve
Hamma-d'a dayanılarak İmam Sadık'tan (a.s) bu anlamda bir hadis
rivayet edilmiştir. [c.1, s.330, h:146-147]
Tefsir'ul-Kummî'de şöyle deniyor: "Yahudiler, 'Allah kâinatın işinden
elini çekti. Artık ilk aşamada takdir ettiğinden başka hiçbir
şey meydana gelmez.' dediler. Allah onların bu iddiasını reddederek,
'Tersine, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.' buyurdu.
Yani Allah olayları öne alabilir, geriye bırakabilir, arttırabilir ve eksiltebilir.
Beda ve meşiyet O'nun yetkisindedir."
Ben derim ki: Bu anlamda bir hadisi Şeyh Saduk, el-Maânî adlı
eserinde İshak b. Ammar'a, o da kendisinden duyduğu bir kişiye
dayanarak İmam Sadık'tan (a.s) nakletmiştir. [s.18, h:15]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de verilen bilgiye göre Hişam Meşrikî şöyle diyor:
"İmam Rıza (a.s) buyurdu ki: 'Allah, kendini nitelediği gibi
tektir, hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde her şey O'na muhtaçtır
ve nurdur. Onun iki eli de açıktır.' Bunun üzerine elimle onun ellerini
göstererek kendisine, 'Allah'ın böyle iki eli mi var?' dedim. İmam,
'Eğer öyle olsaydı mahluk (yaratılmış) olurdu.' karşılığını
verdi." [c.1, s.330, h:145]
Ben derim ki: Bu hadisi Şeyh Saduk da, Uyun-u Ahbar-ir Rıza
adlı eserinde Maşrıkî'ye dayanarak İmam Rıza'dan (a.s) nakletmiştir.
[c.1, s.146]
el-Maânî adlı eserde verilen bilgiye göre Muhammed b. Müslim
şöyle diyor: "İmam Sadık'a (a.s), 'Ey İblis, iki elimle yarattığım
varlığa secde etmekten seni alıkoyan sebep nedir?' ayetinin anlamını
sordum. Bana, 'yed=el' kelimesi Arapça'da güç ve nimet anlamlarına
gelir, dedikten sonra şu ayetleri örnek gösterdi: 'Bizim
eller sahibi (güçlü) kulumuz Davud'u an.' [Sâd, 17] 'Göğü kendi ellerimizle
(gücümüzle) çattık ve biz onu genişletmekteyiz.' [Zâriyât,
47] 'Onları kendinden bir ruh ile teyit etti (güçlendirdi.)' [Mücadele,
22] Araplar, 'üzerimde nimeti vardır.' anlamında, 'Falâncanın benim
üzerimde beyaz eli vardır.' derler."
Tefsir'ul-Kummî'de "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i... yaşatsalardı..."
ayetinin tefsiri yapılırken şöyle deniyor: "Yani Yahudiler ve Hıristiyanlar.
'Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan
nimetler yerlerdi.' ayetindeki başları üzerinden gelen nimetten
maksat yağmur, ayakları altından kaynaklanan nimetten maksat
da bitkilerdir."
Tefsir'ul-Ayyâşî'de "İçlerinde ölçülü bir kesim var." ayetinin
tefsirinde verilen bilgiye göre Ebu Sahbâ Kubra şöyle diyor: "Hz. Ali
(a.s) Re'sülcalut'un ile Hıristiyanların piskoposunu çağırarak onlara,
'Ben size sizden daha iyi bildiğim bir konuyu sormak istiyorum.
Benden doğruyu saklamayın.' dedikten sonra Hıristiyan piskoposuna
dönerek sözlerine şöyle devam etti: 'İncil'i Hz. İsa'ya indiren
ve onun ayağını bereketli kılan Allah aşkına söyle ki, Hz. İsa anadan
doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyor, göz sancılarını gideriyor,
ölüyü diriltiyor, size çamurdan kuş yapıyor, yediğiniz ve sonraya bıraktığınız
yiyeceklerinizi size haber verebiliyordu.' Piskopos, 'Bu
kadar yemine gerek yok, doğru cevap vereceğim.' dedi."
"Hz. Ali (a.s) ona, 'İsrailoğulları Hz. İsa'dan sonra kaç fırkaya
ayrıldı?' dedi. Piskopos, 'Hayır, Allah'a andolsun, onlar bir tek fırkadır.'
dedi. Hz. Ali piskoposa, 'Yalan söylüyorsun! Kendisinden
başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, onlar yetmiş iki fırkaya
ayrıldılar. Biri dışında bu fırkaların hepsi cehennemliktir. Yüce
Allah, 'İçlerinde ölçülü bir kesim var. Fakat çoğunun yaptıkları
ne kötüdür.' buyuruyor. Cehennemden kurtulacak olan, işte o ölçülü
kesimdir.' dedi."
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Zeyd b. Eslem'den Enes b. Malik'in
şöy-le dediği naklediliyor: "Peygamberimiz (s.a.a) şöyle diyordu:
'Musa'nın ümmeti yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Bunların yetmişi cehennemlik
ve bir tanesi cennetliktir. İsa'nın ümmeti yetmiş iki fırkaya
ayrıldı. Bunların yetmiş biri cehennemlik ve bir tanesi cennetliktir.
Benim ümmetim Yahudi ve Hıristiyanlardan bir tane daha
fazla fırkaya bölünecektir. Bunların yetmiş iki tanesi cehennemlik
ve bir tanesi cennetliktir.' Sahabîlerin, 'O cennetlikler kimlerdir?'
diye sormaları üzerine, 'Cemaatler, Cemaatler.' karşılığını
verdi." [c.1, s.330-331, h:150]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Yakub b. Yezid'den şöyle dediği nakledilir:
"Hz. Ali (a.s), bu hadisi Peygamberimizden (s.a.a) naklettikten
sonra şu ayetleri okurdu: 'Eğer Ehlikitap iman edip sakınsalardı,
kötülüklerini örter ve onları nimetlerle dolu cennetlere koyardık...
Fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!', 'Yarattıklarımızın
içinde hak ile doğru yola ileten ve hakka uygun, adil hükümler
veren bir ümmet vardır.' (A'râf, 181) Bunlar Muhammed'in ümmetidir."
[c.1, s.331, h:151]
67- Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.
Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş
olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri (bu mesajı
inkâr edenleri) amaçlarına ulaştırmaz.
AYETİN AÇIKLAMASI
Ayetin anlamı kendiliğinde (tek başına ele alındığında) gayet
açıktır. Tehdit üslûbu ile Peygamberimize (s.a.a) aldığı mesajı tebliğ
etmesini emrediyor ve yüce Allah'ın kendisini insanlardan koruyacağını
vaat ediyor. Fakat bulunduğu yer bakımından incelendiğinde
hayret verici bir durum ortaya çıkıyor. Çünkü Ehlikitab'ın
durumuna değinen, Allah'ın haramlarını çeşitli şekillerde çiğnemeleri
ve ayetlerini inkâr etmeleri gerekçesi ile onları kınayan ve
azarlayan ayetler arasında yer alıyor. Zira öncesinde, "Eğer onlar
Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni yaşatsalardı,
başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler
yerlerdi..." ayeti ve sonrasında, "Ey Ehlikitap, sizler Tevrat-
'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri ayakta tutmadıkça
(yaşatmadıkça), bir şey (temel) üzerinde değilsiniz." ayeti
bulunuyor.
Ayrıca ayetin kendisi ve içindeki cümleler arasındaki bağlantı
üzerinde derin bir incelemeye girişilince insanın hayreti ve şaşkınlığı
kat kat artıyor.
Eğer ayet, Ehlikitap konusu ile ilgili olarak aynı söz bütünlüğü
bağ-lamında önündeki ve arkasındaki ayetlere bağlı olsaydı anlamı
şu olurdu: Yüce Allah, Peygamberimize Ehlikitap konusunda indirdiği
mesajı vurgulu bir dille tebliğ etmeyi emrediyor ve sözün akışı
hasebi ile Rab-binden kendisine gelen mesajdan maksat da, "Ey
Ehlikitap, sizler Tev-rat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri
ayakta tutmadıkça (yaşatmadıkça)..." ayetinde tebliğ edilmesi
emredilen mesajdır. Oysa ayetin akışı bu ihtimali reddeder. Çünkü "Allah seni
insanlardan korur" cümlesi gösteriyor ki, Peygambere indirilen ve
duyurulması emredilen konu önemli bir konudur ve Peygamberin
şahsı veya tebliğinin başarısı açısından Allah'ın dini ile ilgili tehlike
içermektedir. Öte yandan Yahudilerin ve Hıristiyanların Peygamberimize
yönelik tehlikelerini, onun tebliği durdurmasına veya bir
süre için ertelemesine yol açacak kadar büyük görmek ve bu gerekçe
ile Allah'ın onu koruyacağını vaat etmesine ihtiyaç duyduğunu
düşünmek de anlamsızdır. Çünkü Medine'ye göç ettiği ilk
günlerde bile Peygamberimiz için böyle büyük bir tehlike söz konusu
olmamıştır ki, o günlerde Yahudiler Hayber gibi çatışmalara
yol açacak derecede şiddet ve saldırganlık gösteriyorlardı.
Üstelik bu ayet, Yahudilere yönelik şiddetli bir emir ve keskin
bir ifade de içermiyor. Oysa daha önce Yahudilere bundan daha
şiddetli, daha ağır ve daha sert emirleri tebliğ etmesi istenmiştir.
Genel tebliğinde Peygamberimiz bundan daha ağır mesajları tebliğ
etmekle görevlendirilmiştir. Kureyş kâfirlerine ve müşrik Araplara
tevhit ilkesini ve putperestlikten vazgeçmelerini tebliğ etmiştir.
Üstelik Kureyşli kâfirler ile müşrik Araplar Yahudilerden ve diğer
Ehlikitap'tan daha kaba, daha saldırgan, daha kan dökücü ve
daha cür'etli idiler. Buna rağmen yüce Allah onlara yönelik tebliğinde
Peygamberimizi ne tehdit etmiş, ne de kendisini onlardan
koruyacağını vaat etmişti.
Şu da var: Ehlikitab'ın durumunu ele alan ayetler, Mâide suresinin
büyük bölümünü oluşturur. Bu surenin Ehlikitap hakkında
indiği kesindir. Bu surenin indiği sırada Yahudilerin gücü kırılmış,
ateşleri sön-müştü. Başlarına ilâhî gazap ve lânet çökmüştü. "Ne
zaman savaş için bir ateş yaktılarsa, Allah onu söndürdü."
Bu yüzden Peygamberimizin (s.a.a) Allah'ın dini hakkında
onlardan korkmasının anlamı yoktur. Çünkü o sırada İslâm'ın egemenlik
alanı içinde barış ortamına girmişler ve Hıristiyanlarla birlikte
cizye vermeyi kabul etmişlerdi. Bu yüzden Allah'ın, Peygamberimize
onlardan korktuğunu ve aldığı emri onlara tebliğ etme
konusunda sıkıntıya düştüğünü söylemesi de anlamsızdır.
Üstelik Peygamber (s.a.a), onlara bundan daha önemli emirler
tebliğ etmiş, bundan önce daha tehlikeli ve korkutucu durumların
ortasında kalmıştır.
Dolayısıyla bu ayetin anlam bütünlüğü bakımından önceki ve
sonraki ayetlerle ortak bir nitelik taşımadığı, onlarla bağlantılı olmadığı,
tek başına inmiş, ayrı bir ayet olduğu hususunda şüphe
etmemek gerekir.
Bu ayet yüce Allah'ın Peygambere indirdiği bir emrin söz konusu
olduğunu ortaya koyuyor. Bu emir ya dinin bütünü veya bazı
bölümleri ile ilgilidir. Peygamberimiz bu emri insanlara duyurmaktan
korktuğu için onu uygun bir zamana erteliyordu. Eğer Peygamberimizin
korku sebebi ile o emri duyurmaktan kaçınması söz
konusu olmasaydı, "Eğer yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini
yerine getirmemiş olursun." ifadesiyle tehdit edilmesine ihtiyaç
duyulmazdı.
Nitekim peygamberliğinin ilk döneminde bu tür vurgulayıcı
emirler almıştı, ama bu emirler tehdit içermiyordu. Şu ayetlerde
olduğu gibi: "Oku yaratan Rabbinin adıyla...." diye başlayan Alak
suresinin bütünü, "Ey elbiselerine bürünen kişi, kalk ve uyar."
(Müddessir, 1-2) "O'na doğru yönelin, O'ndan af dileyin. O'na ortak
koşanların vay hâline!" (Fussilet, 6) Kur'ân'da bunlar gibi başka ayetler
de vardır.
O hâlde Peygamberimiz insanlardan korkuyordu. Fakat bu
korku yüce Allah karşısında kendi canı ile ilgili değildi. O Allah yolunda
canını feda etmekten çekinmez, Allah'ın dini uğruna kanının
akıtılmasında cimrilik yapmazdı. O, böyle olmaktan çok daha
yüce idi. Onun hayat hikâyesi ve çizdiği görüntü böyle bir ihtimali
tekzip eder.
Üstelik yüce Allah, bütün peygamberleri hakkında bunun tersine
şahitlik eder. Nitekim O şöyle buyuruyor: "Allah'ın kendisi ayırdığı
şeyde Peygambere herhangi bir sıkıntı yoktur. Bu, Allah'ın
önceden geçip giden peygamberler hakkında da geçerli olan bir
yasasıdır. Allah'ın işi ölçülüp biçilmiş bir iştir. O peygamberler Allah'ın
emirlerini tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan
başka hiç kimseden korkmazlar. Allah yeterli hesap görücüdür."
(Ahzâb, 38-39)
Allah bu tür farzlarla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Eğer ger
çekten mümin iseniz, onlardan değil, benden korkun." (Âl-i İmrân,
175) Yüce Allah bir bölüm kulunu, insanlar kendilerini korkuttukları
hâlde onlardan korkmadıkları için şöyle övmektedir: "O kimseler
ki, insanlar kendilerine, 'İnsanlar size saldırmak için yığınak
yaptılar, onlardan korkun.' dediler de bu söz daha da onların imanını
artırdı ve 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.' dediler."
(Âl-i İmrân, 173)
Şöyle demek de doğru değildir: Peygamber öldürülmekten ve
bunun sonucunda yaptığı çağrının boşa gitmesinden ve arkasının
kesilmesinden korktuğu için kendisine gelen emrin açıklanmasını
böyle bir sakıncanın söz konusu olmayacağı bir zamana
erteliyordu. Bu da doğru değildir. Çünkü yüce Allah ona, "Bu konuda
senin yapabileceğin bir şey yok." (Âl-i İmrân, 128) diyor. Yüce
Allah, Peygamber öldürülse bile, istediği herhangi bir vesile ile, dilediği
herhangi bir sebeple davetini yürütmekten âciz değildir.
Evet, "Allah seni insanlardan korur." ifadesinin anlamına dayanılarak
şöyle farz edilebilir: Peygamber bu emri tebliğ ettiği
takdirde İslâm çağrısını ebedî bir zarara uğratacak bir suçlama ile
karşılaşabileceğinden korkmuş olabilir. Bu tür görüş ve içtihatlar
Peygambere caiz ve sakıncasızdı ve bu gibi durumlardaki korku
Peygamberin kendisi ile ilgili değildi.
Bundan anlaşılıyor ki, bu ayet bazı tefsircilerin söylediği gibi,
peygamberliğin başlangıcında inmemiştir. Çünkü o zaman "Allah
seni insanlardan korur." ifadesinin tek anlamı şu olurdu: Peygamberimiz
kendisi ile ilgili olarak öldürülür de hayattan mahrum
olur veya öldürülür de İslâmiyet'i yayma çabaları boşa gider diye
korktuğu için tebliğ konusunda ihmalkârlık ediyor, ağır davranıyordu.
Dolayısıyla bütün bu faraziyelerin hiçbiri muhtemel değildir.
Şu da var ki, eğer bu ayetteki Rabbinden kendisine indirilenden
maksat, dinin özü veya bütünü olsa, o zaman "Eğer bunu
yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun."
ifadesinin an-lamı şöyle olur: Ey Peygamber dini tebliğ et.
Eğer dini tebliğ etmezsen, dini tebliğ etmemiş olursun!
Bazı tefsirciler bu ifadeyi şair Ebu Necm'in şu mısrası gibi
saymak istemişler: "Ben Ebu Necm'im ve şiirim şiirimdir." O takdirde
ayetin anlamı şöyle olur: Eğer peygamberlik görevini yap
mazsan, Allah'ın sana ısrarla emrettiği konuya koşmakta ihmalkâr
ve onu tebliğ etmekte kusurlu davranmış olma suçunu işlemiş
olursun. Nitekim Ebu Necm'in yukarıdaki mısrasının anlamı da
"Ben Ebu Necm'im ve Benim şiirim, belâgatı ve güzelliği ile meşhur
olan şiirimdir" şeklindedir.
Bu ihtimal de geçersizdir. Çünkü Ebu Necm'in kullandığı bu
söz sanatı genel-özel, mutlak-kayıtlı ve benzeri yerlerde söz konusu
olabilir. O zaman bu tür ifade tarzıyla o iki şeyin aynı olduğu ifade
edilmiş olur. Buna göre Ebu Necm'in "Şiirim, şiirimdir" sözünün
anlamı şöyledir: Hiç kimse benim şiir yeteneğimin kaybolduğunu
veya olaylar beni yıprattığı için eskiden söylediğim kalitede
şiir söyleyemediğimi sanmasın. Bu gün söylediğim şiir, dün söylediğim
şiirin aynısıdır.
"Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine
getirmemiş olursun." ifadesinde ise böyle bir söz sanatı geçerli
değildir. Çünkü eğer bu ayetin, peygamberliğin başlangıcında
indiği farz edilirse, buradaki elçilik görevi dinin bütününü veya
özünü tebliğ etmek olur ki, o zaman ortalıkta tek şey olur, farklı ve
değişik iki şey olmaz ki, "Eğer bu görevi tebliğ etmezsen, o görevi
veya o görevin özünü tebliğ etmemiş olursun" demek doğru olsun.
Çünkü bu farza göre tebliğ edilmesi istenilen görev, dinî bilgilerin
tümü demek olan elçilik görevinin özüdür.
Böylece ortaya çıktı ki, bu ayet bu içeriği ile peygamberliğin
başlangıcında inmiş kabul edilmeye elverişli değildir ki, burada
Peygambere (s.a.a) indirilen mesajdan maksat, dinin bütünü veya
özü olabilsin. Bundan şu da ortaya çıkıyor: Bu ayet peygamberliğin
başlangıcı dışındaki başka bir zaman diliminde dinin bütününü
veya özünü tebliğ etme konusunda inmiş kabul edilmeye de elverişli
değildir. Çünkü yine "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma
görevini yerine getirmemiş olursun." ifadesinin anlamsız kalması
problemiyle karşı karşıya kalırız.
Üstelik, eğer ayetteki peygamberlik görevi ile dinin bütününün
ve-ya özünün kastedildiği farz edilirse, "Ey Elçi, Rabbin tarafından
sana indirilen mesajı tebliğ et." ifadesi, ayetin peygamberliğin
başlangıcı dışındaki herhangi bir zaman diliminde inmiş olması ile
uyuşmaz. Bu açıktır.
Üstelik, "Allah seni insanlardan korur." ifadesinin, Peygamberimizin
tebliğinde insanlardan korktuğuna delâlet etmesi sakıncası
da aynen devam eder.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Peygamberimize
indirilen ve ayetin tebliğ edilmesini ısrarla istediği emir, varsayılabilecek
bütün ihtimalleri dahil dinin bütünü veya özü değildir. O
hâlde bu emrin dinin bir bölümü olduğunu söylemeliyiz. O zaman
ayetin anlamı "Rabbin tarafından sana indirilen hükmü tebliğ et,
eğer bunu yapmazsan peygamberlik görevini ifa etmemiş olursun."
şeklinde olur. Bu varsayım, "peygamberlik görevi" deyiminden
maksadın, Peygamberin yüklenmiş olduğu dinî görevin tümü
olmasını gerektirir. Aksi hâlde ifadenin anlamsız duruma düşmesi
sakıncası aynen geçerli olur. Çünkü "peygamberlik görevi" deyimi
ile söz konusu hükümle ilgili görevin kastedildiği takdirde ayetin
anlamı, "Bu hükmü tebliğ et; eğer onu tebliğ etmezsen, onu tebliğ
etmemiş olursun." şeklinde olur ki, bu ifade açık bir şekilde anlamsız
olur.
Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: "Bu hükmü tebliğ et; eğer
onu tebliğ etmezsen, peygamberlik görevinin özünü veya bütününü
tebliğ etmemiş olursun." Bu da doğru ve mantığa uygun bir anlamdır.
Böyle olunca bu ifade, Ebu Necm'in "Ben Ebu Necm'im ve
şiirim şiirimdir." ifadesinin kullanıldığı duruma benzer bir durumda
kalmış olur.
Şöyle bir varsayım da ileri sürülebilir: Bu hüküm tebliğ edilmez
ise, peygamberlik görevi ifa edilmemiş gibi olur. Bunun sebebi,
dinî bilgilerin ve hükümlerin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmalarıdır.
Öyle ki, bu karşılıklı bağlılığın gayet sıkı olmasından dolayı özellikle
tebliğ konusunda eğer bir emir ihlâl edilirse, bütün emirler ihlâl
edilmiş olur.
Bu varsayım her ne kadar sakıncasız ise de, ayetin devamı olan
"Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri doğru yola
iletmez." ifadesi ile uyuşmaz. Çünkü ayetin bu son bölümünden,
iman etmemiş olan kâfir bir topluluğun Peygambere inen bu
hükme karşı çıkmayı kararlaştırdığı veya durumlarının bu hükme
şiddetle karşı çıkacaklarını, bu çağrıyı geçersiz kılmak, boşa çıkarmak,
etkisiz ve faydasız hâle getirmek için ellerinden gelen her
tedbiri alacaklarını gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden de yüce
Allah Peygamberini onlardan koruyacağını, onların hilelerini boşa
çıkaracağını, onları komplolarında başarıya erdirmeyeceğini vaat
ediyor.
Bu anlam ise, Allah'ın indirdiği herhangi bir hükümle
bağdaşmaz. Çünkü İslâm'ın öğretilerinin ve hükümlerinin tümü
aynı derecede değildir. Bunların içinde dinin direği olan vardır;
bunların içinde yeni ayı (hilâli) görünce dua etmek de vardır. Bunların
içinde evli birinin zina etmesi vardır; bunların içinde yabancı
kadına bakmak da vardır. Bu hükümlerin hepsi hakkında Peygamberimizin
korkuya düştüğünü ve Allah'ın ona koruma vaat ettiğini
farz etmek doğru değildir. Bu korku ve koruma bazı hükümlerle
ilgilidir.
Dolayısıyla bu hükmün tebliğ edilmemesinin diğer hükümlerin
tebliğ edilmemiş olmasını gerektirmesi, o hükmün ihmalinin aslında
diğer hükümlerin ihmal edilmesi anlamına gelecek derecede
önemli bir konumda olmasından, o hükmün hayat, hareket ve
duygunun kaynağı olan ruh, diğer hükümlerin ise beden mesabesinde
olmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre ayet, yüce Allah-
'ın Peygamberimize (s.a.a) dini tamamlayıp istikrara kavuşturacak
nitelikte bir hüküm emrettiğini ortaya koymaktadır. Bu hüküm öyle
bir hükümdür ki, insanların ona karşı çıkması, Peygamberimizin
gayretlerini boşa çıkarabilir, kurduğu din binasının temellerini yıkabilir,
parçalarının dağılıp gitmesine yol açabilir.
Peygamberimiz (s.a.a) bu ihtimali sezdiği ve insanların
tepkisinden korktuğu için bu hükmün tebliğini art arda
erteliyordu. Maksadı, uygun bir fırsat ve güvenli bir ortam bularak
çağrısının başarıya ulaşabileceği şartları yakalamak ve çabasının
boşa gitmemesini sağlamaktı. Fakat yüce Allah, kendisine hemen
o hükmü tebliğ etmesini emretti, hükmün önemini açıkladı;
kendisini O'nun insanlardan koruyacağını, onların komplolarını
başarıya erdirmeyeceğini ve kutsal çağrıyı alt-üst etmelerine izin
vermeyeceğini vaat etti.
Peygamberimizin (s.a.a) çağrısının alt-üst edilmesinin, İslâm'ın
yayılmasından sonra emeklerinin boşa çıkarılmasının müşrikler,
Arap putperestler veya başkaları tarafından olmayacağını düşünmek
gerekir. Aksi hâlde bu ayet hicretten önce Mekke'de inmiş de
Peygamberimizin insanlardan korkusu, müşriklerin iftiralarından
ve kendisine yönelik suçlamalarından yanaymış gibi olur.
Kur'ân'ın naklettiği bu iftiraların bazı örnekleri şunlardır:
"O, eğitilmiş bir delidir." (Duhân, 14) "O bir şairdir, zamanın
şartları içinde öleceğini bekliyoruz." (Tûr, 30) "O, ya bir büyücü ya
da bir delidir." (Zâriyât, 52) "Siz ancak büyülenmiş bir adamın peşinden
gidiyorsunuz." (İsrâ, 47) "Bu ancak eskilerden öğrenilmiş
bir büyüdür." (Müddessir, 24) "Bu (Kur'ân) eski milletlerin masallarıdır.
(Muhammed) onları adamlarına yazdırmış; bunlar sabahları
ve akşamları ona okunmaktadır." (Furkan, 5) "Onu (Kur'ân'ı), bir
insan ona öğretiyor." (Nahl, 103) "Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta
direnin. Sizden istenen budur." (Sâd, 6) Müşriklerin Peygamber
(s.a.a) hakkında bu türden daha birçok saçma sözleri vardır.
Bütün bu iftiralar ve hakaretler dinin temelini zayıflatmayı gerektirecek
şeyler değildir. Bunların kanıtladığı tek şey, müşriklerin
ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemedikleri ve belirli bir tutum
sahibi olamadıklarıdır. Üstelik bu iftiralar ve hakaretler sadece
Peygamberimize yapılmış değil ki, onları sezince sıkıntıya düşsün
ve gerçekleşmelerinden korksun. Çünkü diğer peygamberler de
onun gibi bu belâlara ve sıkıntılara maruz kalmışlar, ümmetlerinin
bu tür nahoş tepkileri ile karşılaşmışlardır. Nitekim yüce Allah, Hz.
Nuh'un ve ondan sonra gelip Kur'ân'da adı geçen diğer peygamberlerin
karşılaştıkları bu türden sıkıntıları nakletmektedir.
Eğer bir şey varsa -ki var- bu emrin hicretten ve İslâm toplumunda
dinin yerleşmesinden sonra geldiği düşünülmelidir. O günün
Müslümanları karmaşık bir yapı arz ediyorlardı. Bir kesimi
salih müminlerdi. Bir bölümü münafıklardı. Bunlar küçümsenmeyecek
bir güce sahiptiler. Diğer bir kesimi hasta kalplilerdi. Bunlar
Kur'ân'ın deyimi ile dışardan gelen sözlere kulakları son derece
duyarlı idi. Bunlar Peygamberimize gerçekten veya görünüşte inanmış
olmakla birlikte onu bir padişah gibi görüyor ve Allah'ın
dininin hükümlerine de beşerî ve millî kanunlar gözü ile bakıyorlardı.
Bu durum bu kitabın daha önceki ciltlerinde tefsir edilen bazı
Kur'ân ayetleri tarafından ortaya konmuştu.1
1- Âl-i İmrân suresindeki Uhud Savaşına ilişkin ayetler ile Nisâ suresinin
105-126. ayetleri buna örnektir.
Bu yüzden bazı dinî hükümlerin tebliğ edilmesi, zihinlerde
Peygamberimizin koyduğu kanunlarla kişisel yarar sağladığı vehmini
uyandırabilir, bu kanunların uygulanması ile de peygamber
görüntüsünde bir padişah ve yasaları da din görüntüsünde padişahlık
kanunları olarak algılanabilirdi. Nitekim bazılarının sözlerinde
bu çarpık algılamanın delillerine rastlanmaktadır.1
Bu öyle bir şüphedir ki, eğer kendisi veya benzeri insanların
kalplerinde meydana gelmiş olsa, dinde hiçbir gücün gideremeyeceği,
hiçbir tedbirin düzeltmeyeceği çapta büyük bir yıkım ve zarar
meydana getirir. Demek oluyor ki, Peygambere inen ve kendisine
tebliğ edilmesi emredilen bu hüküm, Peygamberimizin faydasına
olacağı sanılan ve ona diğer Müslümanların ortak olamayacakları,
hayatî bir imtiyaz sağladığı düşünülen bir hükümdü. Zeyd olayında,
çok eşlilik konusunda, ganimetlerin beşte birini alma ayrıcalığında
ve bunlara benzer hükümlerde olduğu gibi.
Yalnız şu var ki, eğer ayrıcalıklar Müslümanların genelini
ilgilendirmeyen konularda olmazsa, doğal olarak kalplerde şüphe
de uyandırmaz. Meselâ evlâtlığın eşi ile evlenmek sadece
Peygamberimize mahsus bir imtiyaz değildi. Eğer Peygamber
(s.a.a) dörtten çok kadınla evlenmeyi Allah'ın izni olmaksızın
kendi arzusu ile gerçekleştirmiş olsaydı, aynı serbestliği diğer
Müslümanlara da tanımaktan geri durmazdı. Allah adına ve
kendine ayırdığı ganimet mallarında ve diğer hususlarda
Müslümanları kendine tercih eden tutumu da, bu konularda en
ufak bir şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktı.
Bütün bu anlattıklarımızdan şu ortaya çıkıyor: Bu ayet,
Peygamberimizin faydasına olacağı izlenimini veren ve ona
başkalarının da sahip olmak istediği bir imtiyaz sağladığı
düşünülen bir hüküm ortaya koyuyor. Bu hükmün tebliğ edilip
hayata geçirilmesi, halkın o imtiyazdan mahrum olmasını
gerektiriyordu. Peygamber de bu yüzden onu açıklamaktan
çekiniyordu. Fakat yüce Allah ona bu hükmü tebliğ etmeyi ısrarla
emrediyor ve kendisini insanlardan koruyacağını, bu konuda
komplo kurmak isteyenlerin komplolarında başarıya
ulaşmayacaklarını vaat ediyor.
1- Osman'ın halifeliğe getirildiği toplantıda Ebu Süfyan'ın söylediği sözler
bunun örneğidir.
Bu açıklama, her iki mezhep kanalı ile gelen rivayetlerce de
doğrulanmaktadır. Bu rivayetlere göre, bu ayet Hz. Ali'nin (a.s) velâyeti
hakkında inmiş ve yüce Allah Peygambere (s.a.a) bu mesajı
tebliğ etmesini emretmişti. Peygamber, amcasının oğlunu tuttuğu
şeklindeki suçlamalardan korktuğu için bu emrin tebliğini art arda
erteliyordu. Fakat sonunda bu ayet inince bu mesajı Gadir-i Hum
konuşmasında tebliğ etti ve o konuşmada, "Ben kimin mevlâsı isem,
Ali de onun mevlâsıdır." dedi.
Ümmetin başında bir velinin olmasının İslâm dini için kaçınılmaz
bir zorunluluk olduğu açıktır. Bir din düşünün ki, bütün insanlığa,
bütün asırlar ve bütün bölgelere sesleniyor. Temel meselelere,
ahlâk prensiplerine, insanın tüm davranışları ile ilgili bütün ayrıntılı
hükümlere ilişkin ilkeleri bir bütün olarak belirliyor. Diğer
bütün genel kanunların tersine insanların hem bireysel, hem de
sosyal hayatını düzenliyor. Böyle bir dinin gerçek anlamda bir koruyucuya
ihtiyaç duymayacağı düşünülebilir mi? Bütün toplumlar
başlarında bir yöneticinin bulunmasını gerekli görürken İslâm
ümmeti, İslâm toplumu bu sosyal kanunun dışında kalarak başsız,
yöneticisiz ve yürütücüsüz ayakta kalabilir mi? Böyle bir başı boşluğa,
Peygamberimizin sosyal ve idarî uygulamalarına dayanan bir
mazeret bulunabilir mi?
Bilindiği gibi Peygamberimiz herhangi bir sefere çıktığı zaman
yerine toplum çarkını döndürecek bir vekil bırakırdı. Nitekim
Tebuk seferine çıkmadan önce de yerine Hz. Ali'yi vekil bırakmıştı
da Hz. Ali (a.s), "Beni kadınların ve çocukların başına mı vekil bırakıyorsun?"
demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) ona şu
cevabı vermişti: "Harun Musa için ne idi ise, sen de benim için o
olmak istemez misin? Yalnız benden sonra başka bir peygamber
gelmeyecek."
Peygamberimiz (s.a.a) Mekke, Taif, Yemen gibi Müslümanların
elinde olan beldelere hükümdar yetkileri ile donatılmış genel
valiler tayin ediyor, sefere çıkardığı müfrezelerin ve orduların başına
komutanlar getiriyordu. Bu konuda onun hayatta olduğu dönem
ile ölümünden sonrası arasında ne fark var? Tek fark şu olabilir:
Onun ölümünden sonra bu uygulamaya olan ihtiyaç kat kat
artmış ve zaruriliği daha kaçınılmaz hâle gelmiştir.
Mâide Sûresi 67 ................................................................ 65 "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." Peygambere
(s.a.a) resul (elçi) sıfatı ile hitap ediliyor. Çünkü ayetin
tebliğ edilmesini emrettiği ilâhî hükme en uygun düşen sıfat budur.
Bu sıfat, ayetin açıkladığı ve Peygamberimize kesin bir dille
işittirdiği tebliğin gerekliliğini ortaya koyan açık bir delildir. Çünkü
resulün (elçinin) yegane fonksiyonu taşıdığı mesajı tebliğ etmektir.
Elçilik görevini taşımak, Peygamberi tebliğ fonksiyonunu gerçekleştirmekle
yükümlü kılar.
Ayette Peygamberimize (s.a.a) indirilen mesajın içeriğinin ne
olduğu açıkça bildirilmiyor. Onun sadece niteliğine değinilerek "ona
indirilmiş bir şey" olduğu söyleniyor. Bu ifade tarzı, indirilen
mesajın önemi ve yüceliğini bildirir. Aynı zamanda bu konuda
Peygamberin yapacak bir şeyi olmadığına, bir yetkisi bulunmadığına,
dolayısıyla o mesajı gizlemeye, duyurulmasını ertelemeye
hakkı olmadığına da delâlet eder. Ayrıca Peygamberin (s.a.a) o
mesajı insanlara açıklaması için de bir mazeret oluşturur. Bunların
yanı sıra bu ifade tarzı, onun insanlar hakkındaki o mesajla ilgili
sezgi ve korkusunun haklı olduğunu teyit etmekle birlikte, o
mesajı açık açık dile getirmek zorunda olduğunu da vurgular.
"Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş
olursun." Ayetteki "risaletehu=elçilik görevi" kelimesinin
"risalâtihi" şeklinde, yani çoğul sıygası ile okunduğu da nakledilmiştir.
Bu kelimeden maksat, yukarıda söylediğimiz gibi, yüce Allah'ın
Peygamberimize yüklediği mesaj iletme görevlerinin bütünüdür.
Yine az önce söylediğimiz gibi bu ifade, üstü kapalı biçimde
değinilen hükmün önemli olduğunu, tebliğ edilmediği takdirde
Peygamberin iletmekle yükümlü kılındığı hiçbir mesajın tebliğ edilmediği
anlamına gelecek derecede yüksek bir konumu olduğunu
vurguluyor.
Ayetin üslûbu tehdit biçimindedir. Özü ise hükmün önemini
vurgulamak ve bu mesajın halka ulaşmadığı, hakkı gözetilmediği
takdirde bunun dinin hiçbir hükmünün hakkının gözetilmediği anlamına
geleceği bildirilmektedir. "Eğer bunu yapmazsan, O'nun
elçi olma görevini yerine getirmemiş olursun." cümlesi bir şart
cümlesidir. Fonksiyonu, oldukça önemli olan cezanın (karşılığın)
kendisine bağlı olduğu şartın önemini belirtmektir.
Ayetteki şart koşma bizim aramızda geçen şart koşmalarla
aynı nitelikte değildir. Çünkü biz insanlar yaptığımız şart koşmalarda
şartın gerçekleşeceğini bilmediğimiz için cezanın (karşılığın)
gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmeyiz. Fakat buradaki durum
farklıdır. Çünkü Peygamberimizin (s.a.a) Allah'tan gelen bir emri
tebliğ etmeyeceği ihtimalini Kur'ân'ın onun için farz edeceği
düşünülemez. Çünkü yüce Allah "Allah, kime peygamberlik görevi
vereceğini herkesten iyi bilir." (En'âm, 124) buyuruyor.
Kısacası "Eğer bunu yapmazsan..." cümlesi zahiri ile tehdit içeriklidir;
ama gerçekte Peygamberimize (s.a.a) ve diğer insanlara
bu hükmün önemli olduğunu ve Peygamberin bu hükmü tebliğ
etmekte mazur olduğunu bildirmektedir.
"Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri amaçlarına
ulaştırmaz." Ragıp İsfahanî şöyle diyor: "Ayette geçen 'ya'simuke=
seni korur' kelimesinin kökü olan 'asm' tutmak, engellemek
demek-tir. Bu kelimenin başka bir türevi olan 'itisam' ise tutunmak
demektir... İsam'da bir şeyi bağlamaya yarayan bağ anlamındadır.
Peygamberlerin ismeti, onların Allah tarafından korunması
demektir. Yüce Allah bu korumayı çeşitli şekillerde gerçekleştirmiştir.
En başta onlara maya ve karakter saflığı bağışlamış.
Sonra onları cismanî ve ruhanî üstünlüklerle donatmış. Sonra onlara
desteğini sunarak ayaklarını yere sağlam basmalarını sağlamış.
Sonra onlara huzur ve sükûnet indirmiş, kalplerini korumuş
ve onlara başarı nasip etmiştir. Nitekim yüce Allah Peygamberimize
(s.a.a), 'Allah seni insanlardan korur.' buyurmuştur."
"Bilezik gibi kola takılan takıya da 'ismet' denir. Bileziğin kol
üzerindeki yerine ise 'mi'sem=bilek' denir. Bunun gibi bukağılıktaki
beyazlığa da bileziğe benzetilerek 'ismet' denir. Tıpkı ayaktaki
beyazlığa 'bağ' dendiği gibi. Bunun gibi kızılca kargaya da
'Gurabun A'sem' denir." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Ragıb'ın peygamberlerin korunmuşluğu (ismeti) hakkında söyledikleri
güzeldir, fena değildir. Yalnız bu söylenenler, "Allah seni
insanlardan korur." ayeti ile örtüşmez. Olsa olsa şu ayetle örtüşür:
"On-lar sana hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, sana kitabı ve
hikmeti indirdi ve sana bilmediğin gerçekleri öğretti. Allah'ın sana
lütfu gerçekten büyüktür." (Nisâ, 113)
"Allah seni insanlardan korur." ifadesinden anlaşılan; bu ko
ruma, Peygamberimizi insanların, onun şahsına veya dinî amaçlarına
ya da tebliğinin başarısına ve gayretlerinin hedefe varmasına
yönelik kötülüklerinden koruyup kollamak anlamındadır.
Her neyse; kelimenin kullanıldığı yerlerden çıkan sonuca göre
an-lamı tutmak ve kavramaktır. Korumak anlamına gelmesi istiâre
yolu iledir. Aralarında lâzım-melzum ilişkisi vardır. Çünkü korumak,
tutmayı gerektirir.
Ayette korumanın insanlardan olacağı belirtiliyor. Fakat korumanın
onların nesinden olacağı açıklanmıyor. Bu koruma insanların
öldürme, zehirleme ve suikast gibi bedene yönelik saldırılarına
karşı olabilir. Sövme ve iftira atma gibi sözel saldırılarına karşı
olabilir. Tuzak kurma, hile yapma ve aldatma yolu ile işleri bozma
girişimlerine karşı olabilir. Korumanın neye karşı olacağının söylenmemesi,
genellik ifade etmek içindir. Fakat kesin olan, Peygamberimizin
(s.a.a) işlerinin bozulmasına ve yücelttiği İslâm sancağının
yere düşmesine yol açacak kötülüklere karşı oluşudur.
Ayette geçen "nas=insanlar" mutlaktır, insan özelliğini benliğinde
taşıyan kişi demektir. Bu tanımlama da ne erkeklik-kadınlık
gibi doğal ve yapısal özellikler, ne de bilgi, erdem, zenginlik gibi
doğal olmayan özellikler göz önüne alınır. Bundan dolayı çoğunlukla
fertler için değil, topluluklar için kullanılır. Yine bundan dolayı
bazen fazilet sahibi insanlar anlamına gelir. Yalnız bu, o fazilette
insanlık özelliğinin gözetildiği zaman olur. "Kendilerine, 'İnsanların
iman ettiği gibi siz de iman edin.' dendiği zaman..." (Bakara,
13) ayetinde olduğu gibi. Yani kendilerinde insanlık özelliği bulunan
kişilerin iman ettiği gibi. Bu özellik, hakkı idrak etme, onu batıldan
ayırt etme yeteneğidir.
Bu kelime, bazen de seviye düşüklüğü anlamında kullanılır.
Bu da, üzerinde konuşulan konunun, genel insanlık anlamının ötesinde
bir takım insanî erdemlerin varlığına ihtiyaç gösterdiği zaman
olur. "Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30) ayetinde
olduğu gibi. Veya "İnsanların sözüne, güvenme; onlara bel bağlama."
sözünde olduğu gi-bi. Bu sözle anlatılmak istenen şudur: Sırf
insan ismini taşıyan kimselere güvenmek, bel bağlamak doğru
değildir. Ancak ahde vefakârlık ve kararlarında sebatkârlık gibi
üstünlüklere sahip olan insanlara güvenilir ve bel bağlanabilir.
Bu kelime, genel insanlık anlamı dışında bir amaçla ilgili olmadığı
bazı durumlarda ise, ne övgü ve ne yergi anlamı taşımaz.
"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve tanışasınız
diye sizi milletler ve kabileler yaptık. Şüphesiz, Allah katında
en değerliniz, (kötülüklerden) en çok sakınanızdır." (Hucurât, 13)
"Allah seni insanlardan korur." ifadesindeki "insan" kelimesi,
mü-minleri, münafıkları ve kalbi hasta olanları içerecek şekilde
genel anlamında kullanılmış olmalıdır. Çünkü bu zümreler birbirinden
ayırt edilmeyecek şekilde birbirine karışmışlardı. Dolayısıyla
korkulduğunda onların genelinden korkulur.
Belki de "Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz." ifadesi bu anlama
işaret ediyor. Çünkü bu ifade "Allah seni insanlardan korur."
cümlesinin sebebi, gerekçesi konumundadır. Daha önce söylediğimiz
gibi bu ayet hicretten ve İslâm'ın egemenliğinin perçinlenmesinden
sonra inmiştir. O dönemde insanların çoğu Müslüman
görünüyordu. Her ne kadar aralarında münafıklar ve diğerleri vardıysa
da dış görünüş buydu.
Ayetteki "kâfirler"den maksat, nitelikleri belirtilen, fakat kimler
oldukları söylenmeyen insanlardır. Yüce Allah bunların komplolarını
boşa çıkaracağını, Peygamberini onların şerrinden koruyacağını
vaat ediyor.
Yine ayetin zahirinden anlaşılan o ki, bu ifadedeki küfürden
maksat, Allah'ın ayetlerinden birini inkâr etmektir ki bununla,
"Rabbin tarafından sana indirilen mesaj" ifadesindeki hüküm
kastediliyor. Hac ile ilgili şu ayette olduğu gibi: "Kim inkâr ederse,
(bilsin ki) Allah'ın âlemlere ihtiyacı yoktur." (Âl-i İmrân, 97) Kelime-i
şahadetten yüz çevirme anlamındaki küfür ise, bu ayetin içeriği ile
bağdaşmamaktadır. Böyle bir anlamın söz konusu olabilmesi için
"Rabbin tarafından sana indirilen mesaj" ifadesi ile dinin bütün
mesajlarının kastedildiğini ileri süren görüşü kabul etmek gerekir
ki, bunun doğru bir yorum olmadığı yukarıda anlatılmıştı.
Söz konusu kâfir topluluğu Allah'ın hidayet etmeyeceğinden
maksat şudur: Yüce Allah onları tuzaklarında ve hilelerinde başarıya
erdirmez. Cari sebeplerin onlara boyun eğmesini engeller,
böylece amaç edindikleri kötülüğe ve fesada ulaşmalarına meydan
vermez. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Allah fasıkları amaç
larına erdirmez." (Mü-nafikûn, 6) "Allah zalimleri amaçlarına
erdirmez." (Bakara, 258) Bu kitabın ikinci cildinde bu konuyu incelemiştik.
Buradaki hidayet etmemenin imana hidayet etmeme anlamında
olması ise kesinlikle doğru değildir. Çünkü bu anlam tebliğin
ve davetin özü ile çelişir. Yani, "Onları Allah'a veya Allah'ın
hükmünü benimsemeye çağır. Fakat ben onları buna hidayet etmem.
Senin tebliğin sadece kıyamet günü sığınacakları bir bahaneleri
kalmasın diyedir." demek, yerinde ve doğru olmaz.
Üstelik yüce Allah birçok kâfiri hidayet etmiş ve etmeye devam
ediyor. Bunu somut örneklerde görüyoruz. Nitekim şöyle buyuruyor:
"Allah dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 213)
Açıkça anlaşıldı ki, bu ayetteki kâfirleri hidayet etmemekten
maksat, onların hak sözü geçersiz kılma ve Allah tarafından indirilen
hük-mün nurunu söndürme yolundaki amaçlarına ermelerine
fırsat vermemektir.
Çünkü kâfirler, aynı şekilde zalimler ve fasıklar, nefislerinin
kötülüğü ve görüşlerinin sapıklığı ciheti ile, Allah'ın evrende yürürlükte
olan yasalarını değiştirmek, sonuçlara doğru giden sebepleri
arzularına göre yönlendirmek, âlemlerin Rabbine isyan etmeleri
asla söz konusu olmayan hak sebeplerin mecralarını bozuk amaçlarına,
batıl maksatlarına doğru çevirmek isterler. Fakat onların
görünüşteki güçleri âlemlerin Rabbi ile başa çıkamaz. Kaldı ki, o
güçleri onlara veren, bünyelerine yerleştiren Allah'tan başkası değildir.
Onlar zaman zaman çabalarında ilerleyebilirler. Birkaç anlığına
amaçlarına erebilirler. Belirli bir süre için yükseliş kaydedebilirler,
iş-leri yolunda gidebilir. Fakat çok geçmeden plânları bozulur
ve kazdıkları kuyuya kendileri düşerler. Kötü tuzak, ancak sahibini
kuşatır. İşte böylece Allah hak ile batılı örneklerle açıklar; batıl su
köpüğü misali uçar gider, insanlara fayda sağlayan cevher ise yeryüzünde
kalır.
Buna göre, "Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz" cümlesi
"Allah seni insanlardan korur." cümlesinin tefsiridir. Yalnız koruma
kav-ramını sınırlı anlamda almak gerekir.
O zaman korumadan maksat, Peygamberimizi (s.a.a) insanla
rın kötülüklerinden koruyarak onun bu hükmü tebliğ edip ümmet
arasına yerleştirme amacını gerçekleştirmesini önlemelerine
meydan vermemektir. Meselâ amacına ulaşmadan önce Peygamberimizi
(s.a.a) öldürmelerine, ona karşı isyan edip işlerini alt
üst etmelerine, ona müminlerin dinlerinden dönmelerine yol açacak
suçlamalar yöneltmelerine, bu hükmü öldürüp toprağa gömecek
komplolar düzenlemelerine fırsat vermemek gibi...
Bunlar yerine yüce Allah hak sözü üstün getirir ve dilediği gibi,
dilediği yerde, dilediği zaman, dilediği kimselerde dinini hâkim kılar.
Şu ayette buyurduğu gibi: "Ey insanlar, eğer Allah dilerse sizi
götürür de başkalarını getirir. Allah'ın gücü bunu yapmaya yeter."
(Nisâ, 133)
"Allah seni insanlardan korur." cümlesini taşıdığı geniş kapsamlı
mutlak anlamda ele almak Kur'ân'a, sahih hadislere ve kesin
tarihî gerçeklere ters düşer. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a) kâfiri,
mümini ve münafığı ile bir bütün olarak ümmetinden o kadar
çok musibet, sıkıntı, engelleme ve eziyet çekti ki, ondan başka hiç
kimse bunlara katlanamazdı. Nitekim meşhur bir hadisinde şöyle
buyurmuştur: "Benim çek-tiğim eziyetleri başka hiçbir peygamber
çekmedi."
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif Ebu Salih'ten, o da İbn-i Abbas ve
Ca-bir b. Abdullah'tan şöyle dediklerini rivayet eder: "Yüce Allah,
Peygamberine Hz. Ali'yi insanlar arasında alem olarak dikerek
onun veliliğini ilân etmesini emretti. Peygamber; insanların, amcasının
oğlunu kayırdığını söyleyerek kendisini suçlayacaklarından
korktu. Fakat Allah ona, "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen
mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini
yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur."
ayetini indirdi. Bunun üzerine Peygamber, Gadir-i Hum günü onun
veliliğini ilân etti." [c.1, s.331, h:152]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Hannan b. Sedir'den, o da babasından
İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet
eder: "Veda Haccı sırasında Cebrail, Peygamberimize Hz. Ali'nin
halifeliğini emreden "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indiri
len mesajı tebliğ et..." ayetini indirince, Peygamber Cuhfe'ye gelinceye
kadar insanların korkusundan üç gün durdu (sustu) ve Ali'nin
elini tutmadı (veliliği ve halifeliğini ilân etmedi)."
"Gadir-i Hum günü Cuhfe'ye varınca, Mehyaa denen yerde konakladı
ve 'Haydin namaza!' diye seslendi. İnsanlar toplanınca,
'Size kendinizden evlâ kimdir?' diye sordu. İnsanlar yüksek sesle,
'Allah ve O'nun Peygamberi.' diye bağırdılar. Peygamber aynı
soruyu ikinci ve üçüncü kez sordu. Yine, 'Allah ve O'nun Peygamberi.'
dediler."
"Arkasından Hz. Ali'nin elini tutarak şöyle dedi: 'Ben kimin
mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu dost edineni
dost edin, ona düşman kesilene düşman kesil. Ona yardım edene
yardım et; onu yalnız bırakanı yalnız bırak. O benden ve ben de
ondanım. Harun, Musa için ne idi ise, o da benim için odur. Yalnız
benden sonra başka peygamber gelmeyecektir." [c.1, s.332, h:153]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu'l-Carud'dan naklen İmam Muhammed
Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu kaydedilir: "Ey Elçi, Allah tarafından
sana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'-
nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan
korur. Allah kâfirleri amaçlarına ulaştırmaz." ayeti indiğinde
Peygamber, Hz. Ali'nin elini tutarak şöyle buyurdu: 'Ey insanlar,
benden önceki peygamberlerin hepsi bir süre yaşadıktan
sonra Allah tarafından çağrılıp bu çağrıya icabet ettiler. Ben de
çağrı alıp bu çağrıya icabet etmek üzereyim. Ben sorumluyum; siz
de sorumlusunuz. Ne diyeceksiniz?' Hep bir ağızdan, 'Senin Allah-
'ın mesajını tebliğ ettiğine, insanlara nasihat ettiğine ve görevini
yerine getirdiğine şahitlik ederiz. Allah seni diğer peygamberlere
verdiği mükâfatların en üstünü ile mükâfatlandırsın.' dediler. Bunun
üzerine Peygamber, 'Allah'ım, şahit ol.' dedi."
"Sonra sözlerine şöyle devam etti: 'Ey Müslümanlar, sözlerimi
burada olanlar olmayanlara iletsin. Bana inananlara, bani tasdik
edenlere Ali'nin veliliğini vasiyet ediyorum. Haberiniz olsun ki, Ali'-
nin veliliği benim veliliğimdir. Bu, Allah'ın bana yönelik bir ahdidir,
bunu size tebliğ etmemi emretti. Söylediklerimi işittiniz mi?' -
Bunu üç kez tekrarladı.- Bu arada birisi şöyle dedi: İşittik ey Allah-
'ın elçisi!" [c.1, s.334, h:155]
el-Besâir adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Fudayl b.
Yesar'dan şöyle rivayet eder: "İmam Muhammed Bâkır (a.s), 'Ey
Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.
Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş
olursun.' ayetindeki mesajın Ali'nin velâyeti olduğunu buyurdu."
[s.515, h:40]
Ben derim ki: Bu ayetin velâyet ve Gadir-i Hum konusu hakkında
olduğunu el-Besair'in yanı sıra Kuleynî de el-Kâfi'de kendi rivayet
zinciriyle Ebu'l-Carud'dan naklettiği uzun bir hadiste İmam
Muhammed Bâkır'dan (a.s) nakleder.1 Aynı anlamı, Şeyh Saduk
el-Maânî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Feyz
b. Muhtar'dan, o da babasından rivayet ettiği uzun bir hadiste İmam
Muhammed Bâ-kır'dan nakleder. Aynı anlamı, Tefsir'ul-Ayyâşî'de müellif, Ebu'l-Ca-rud'dan aktardığı uzun bir hadiste ve
Amr b. Yezid'den, onun da babasından rivayet ettiği kısa bir hadiste
İmam Sadık'tan nakleder. [c.1, s.233, h:154]
Sa'lebî Tefsiri'nden nakledilen bilgiye göre İmam Cafer Sadık
(a.s) şöyle buyurur: "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı
tebliğ et..." ayeti, Hz. Ali'nin üstünlüğü hakkında indi. Bu ayet
inince Peygamber, Hz. Ali'nin elini tutarak, 'Ben kimin mevlâsı isem,
Ali de onun mevlâsıdır.' dedi."
Yine Sa'lebî Tefsiri'nin Kelbî'ye, onun da Ebu Salih'e dayanarak
İbn-i Abbas'ın bu ayet hakkında şöyle dediği nakledilir: "Bu
ayet, Ali b. Ebutalip hakkında indi. Allah, Peygambere bu ayette
Hz. Ali'nin veliliğini tebliğ etmesini emretti. Bunun üzerine Peygamber
Ali'nin elini tuttu ve şunları söyledi: 'Ben kimin mevlâsı isem,
Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu seveni sev ve ona
düşman olana düşman ol."
el-Burhan tefsirinin İbrahim Sakafi'ye dayanarak verdiği bilgiye
göre Hudrî, Bureydet'ül-Eslemî ve Muhammed b. Ali bu ayetin
Gadir-i Hum günü Hz. Ali (a.s) hakkında indiğini bildirirler.
Sa'lebî Tefsiri'nden aktarılan bilgiye göre İmam Muhammed
Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Bu ayetin anlamı, 'Rabbin tarafından
Ali hakkında sana indirilen emri tebliğ et' şeklindedir."
el-Menar tefsirinde ise Sa'lebî Tefsiri'nden nakledilerek şöyle
deniyor: "Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s) veliliği hakkındaki
bu sözleri kısa sürede İslâm beldelerinde yayıldı ve dalgalandı.
Haris b. Nü'man Fihrî, bu haberi alınca, devesinin sırtında Peygambere
geldi. Peygamber o sırada Ebtah denen yerde idi. Haris
devesinden indi ve onu bağladı. Arkasından sahabîlerden oluşan
bir grup arasında bulunan Peygamberimize, 'Ey Muhammed, sen
bize Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin O'nun Resulü olduğuna
şahitlik etmemizi emrettin, biz de kabul ettik.' dedi. Sonra İslâm'ın
diğer temel ilkelerini saydıktan sonra sözlerine şöyle devam
etti: 'Sonra bunlarla yetinmedin ve amcanın oğlunun ellerini
kaldırarak onu bize üstün kıldın ve 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de
onun mevlâsıdır.' dedin. Bu, senin görüşün müdür, yoksa Allah'ın
emri midir?' Peygamberimiz, 'Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a
yemin ederim ki bu, Allah'ın emridir.' dedi. Bunun üzerine
Haris, arkasını dönüp devesine doğru yürüdü. Giderken, 'Allah'ım,
eğer bu, senin katından gelmiş gerçek ise, üzerimize gökten bir
taş yağdır veya bize acı bir azap getir.' diyordu."
"Bunun üzerine henüz devesinin yanına varamadan Allah tarafından
üzerine bir taş atıldı ve bu taş tepesinden girerek makatından
çıktı. Arkasından, 'İsteyen biri, kâfirlerin başına gelecek bir
azap istedi. Öyle bir azap ki onu defedecek biri yok.' (Meâric, 1-2)
ayetleri indi." [el-Menar, c.6, s.464]
Ben derim ki: el-Menar tefsiri, bu hadisi naklettikten sonra şu
açıklamayı yapıyor: "Bu rivayet uydurmadır. Çünkü sözü edilen
Mearic suresi Mekke döneminde inmiştir. Allah'ın, bazı Kureyş kâfirlerinin
sözü olarak bize hikâye ettiği "Allahım, eğer bu senin katından
gelmiş gerçek ise..." (Enfâl, 32) ayeti ise, onların hicretten
önce söyledikleri bir sözü hatırlatma amacını taşıyor. Bu hatırlatma
Enfâl suresinde yer alıyor ve bu sure Bedir Savaşından sonra,
Mâide suresinden birkaç yıl önce inmiştir. Bu rivayetten anlaşıldığına
göre olayda adı geçen Haris b. Nü'man Müslüman idi, fakat
dinden döndü. Oysa adı sahabe arasında geçmiyor. "Ebtah" denen
yer de Mekke'dedir ve Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum'dan Mekke'ye
dönmedi, Veda Haccından sonra Gadir-i Hum'a uğradıktan
sonra Medine'ye döndü."
el-Menar yazarının ne kadar delilsiz sözler sarf ettiği açıkça
görülüyor. "Bu rivayet uydurmadır. Çünkü sözü edilen Mearic suresi
Mekke döneminde inmiştir." şeklindeki sözünü ele alalım. O
böyle derken İbn-i Abbas ile İbn-i Zübeyr'den gelen ve Mearic suresinin
Mekke döneminde indiğini bildiren bir rivayete dayanıyor.
Fakat merak ediyorum, acaba bu rivayet ile o rivayet arasında ne
fark var ki, bunu ona tercih ediyor?! Çünkü bu rivayetlerin her ikisi
de haber-i vahid türündendir.
Kabul edelim ki, Meâric suresi Mekke'de inmiş. Nitekim ayetlerinin
çoğu içerikleri bu ihtimali destekliyor. Fakat bu, o surenin
bütün ayetlerinin Mekke'de indiğinin delili olamaz. Sure Mekke inişli
olmakla beraber bu iki ayeti Mekke'de inmemiş olabilir. Nitekim
incelemekte olduğumuz Mâide suresi, Peygamberimizin
(s.a.a) son döneminde inmiş bir Medine suresidir. Fakat sözünü
ettiğimiz "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ
et." ayeti bu surede yer alıyor. Oysa el-Menar yazarı, başka bazı
tefsirciler gibi ısrarla bu ayetin peygamberliğin başlangıcında
Mekke'de indiğini iddia ediyorlar. Mekke'de indiği söylenen "Ey
Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." ayetinin
Medine'de inen bir surede yer alması caiz olduğuna göre, Medine'de
inen "İsteyen biri... istedi." ayetinin Mekke'de inen Meâric
suresinde yer alması da caiz görülmelidir.
el-Menar yazarının "Allah'ın bazı Kureyş kâfirlerinin sözü olarak
bize hikâye ettiği..." diye başlayan sözü ise, önceki sözü gibi
delilden yoksundur. Farz edelim ki, Enfâl suresi Mâide suresinden
birkaç yıl önce inmiş olsun. Bu durum, surenin düzenlenmesi sırasında
daha sonra inmiş olan bazı ayetlerin bu sureye yerleştirilmesine
engel midir? Nitekim faiz ayeti ile bu tefsircilere göre Peygambere
(s.a.a) en son inen ayet olan "Allah'a döndürüleceğiniz,
çıkarılacağınız günden sakının." (Bakara, 281) ayeti, hicretin başlarında
inen Bakara suresinde yer almış. Oysa Enfâl suresi Mâide
suresinden sadece birkaç yıl önce inmiş.
Bunların yanı sıra el-Menar yazarının, "Hani onlar, 'Allah'ım,
eğer bu, senin katından gelmiş gerçek ise..." ayetinin Mekke
müşrikleri tarafından hicretten önce söylenmiş bir sözü hatırlatma
amacını taşıdığına ilişkin sözü de, bir başka delilden yoksun iddiadır.
Aslında ayetin içeriği bu iddianın tersine delil olarak da kabul
edilebilir. Çünkü bu ayette, yani "Allah'ım, eğer bu, senin katından
gelmiş gerçek ise, üzerime gökten bir taş yağdır veya bize acı bir
azap getir." ayetinde işaret ismi olan "haza=bu", ayrıcı zamir olan
"huve=o", başında tarif edatı bulunan "hakk=gerçek" kelimesi ve
"min indike=senin katından" ifadesi yer alıyor.
Söz üslûpları hakkında bilgi sahibi olan hiç kimse, ifadenin bu
nitelikleri karşısında hiç tereddüt etmeden şu sonuca varır: Bu ifade,
hakkı maskaraya alan, onunla alay eden müşrik bir putperestin
sözü değildir. Tersine bu söz, rububiyet makamına ikrar eden,
gerçeklerin O'nun tarafından belirlendiğine ve örneğin şeraitlerin
O'nun katından indiğine inanan bir insanın sözüdür. Fakat bu
insan, yüce Allah'a izafe edilen ve kesinlikle gerçek olduğu iddia
edilen bir konuda tereddüde düşüyor. Adam bunu hazmedemiyor.
Mesele ağrına gidiyor ve tükenmiş küsmüş, hayattan bıkmış bir
üslûpla kendine beddua ediyor.
el-Menar yazarının "Bu rivayetten anlaşıldığına göre olayda adı
geçen Haris b. Nü'man Müslüman idi, fakat dinden döndü. Oysa
adı sahabe arasında geçmiyor." şeklindeki sözü de, başka bir delilsiz
ifade örneğidir. Acaba Peygamberimizi (s.a.a) görüp ona inananların
veya ona inandıktan sonra dinden dönenlerin tam bir listesinin
kaydedildiğini iddia edebilecek bir kimse var mı? Eğer böyle
bir şey varsa, bu rivayet de o kategoriye giren bir belge sayılsın.
el-Menar yazarının "Ebtah denen yer de Mekke'dedir ve
Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum'dan Mekke'ye dönmedi." sözüne
gelince; anlaşılan, yazar 'Ebtah' kelimesini kumlu yer, çöl demek
olan genel anlamında değil, Mekke'deki belli bir yer anlamında
kabul etmiştir. Onun kabul ettiği anlamı destekleyecek hiçbir delil
yoktur. Tersine, genel anlamı destekleyen deliller vardır. Bu rivayet
de o deliller arasındadır. Başka delillerin yanı sıra aşağıdaki
beyit de bu anlamı destekleyen bir delildir:
"Ben kurtuldum; oysa İbn-i Mülcem, kılıcını Ebatıh'ın şeyhi (büyüğü)
olan Ebu Talib'in oğlunun kanı ile suladı."
Bu beyitten, Mekke ve civarının 'Ebatıh' (ebtah'ın çoğulu) olarak
adlandırıldığı anlaşılmaktadır.
Merasıd'ul-İttila adlı eserde şöyle geçer: "İçinde küçük çakıl
bulunan sel yatağına 'ebtah' denir. İbn-i Düreyd, 'Ebtah ve betha,
toprak yüzeyine yayılmış ince kum tabakası demektir.' diyor. Ebu
Zeyd ise şu bilgiye veriyor: 'Ebtah, geniş ya da dar sel yatağı demektir.
Ebtah, Mekke ve Mina'ya uzaklıkta olan bir yerin de ismidir.
Belki Mina'ya daha yakındır." Burası çakıllık bir bölge olduğu
için 'Muhassab' ismiyle de bilinir. Buraya 'Benî Kinane Yamacı' da
denir. (Merâsıd'ul-İttilâ'dan alınan alıntı burada son buldu.)
Kaldı ki, bu rivayetin aynısını Sa'lebî'den başkası da nakletmiş,
ama bu nakilde Ebtah'tan söz edilmemektedir. Az sonra ele
alacağımız bu rivayet, Mecma'ul-Beyan adlı eserde yer alıyor ve
hem Sünnî, hem de diğer kanallardan naklediliyor.
Bütün bunlar bir yana, bu rivayet haber-i vahid türündendir.
Mütevatir olmadığı gibi doğruluğunu kanıtlayacak kesin bir ipucu
da yoktur. Daha önceki araştırmalarımızı okuyanlar bilirler; biz ayrıntı
niteliğindeki (fer'î) hükümler dışında diğer konularda ahad
haberlere dayanmayı uygun görmeyiz. Böyle yaparken insanın hayatında
dayandığı genel akıl ölçüsüne bağlı kalıyoruz. Deminden
beri yaptığımız incelemenin maksadı ise, yazarın bu rivayetin uydurma
olduğu sonucunu çıkarmak için dayanak olarak kullandığı
delillerin sakatlığını göstermektir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Bize Seyyid Ebu'l-
Hamd, ona Hâkim Ebu'l-Kasım Haskanî, ona Ebu Abdullah Şirazî,
ona Ebu Bekir Cürcanî, ona Ebu Ahmed Basrî, ona Muhammed b.
Sehl, ona Ensar'ın azatlısı Zeyd b. İsmail, ona Muhammed b.
Eyyub Vasıtî, ona Süfyan b. Uyeyne bildirdi ki, İmam Cafer Sadık
(a.s) atalarından şunu rivayet etti: Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum
günü Ali'yi veli olarak tayin edince, 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali
de onun mevlâsıdır.' dedi. Bu haber bütün beldelere yayıldı. Bunun
üzerine Nü'man b. Haris Fihrî Peygambere gelerek şöyle dedi:
'Allah'tan aldığın direktif ile bize, Allah'tan başka ilâh olmadığına
ve senin Allah'ın resulü olduğuna şahadet etmemizi, cihat etmemizi,
hacca gitmemizi, oruç tutmamızı, namaz kılmamızı, zekât
vermemizi emrettin. Biz de kabul ettik. Sonra bunlarla yetinmeyip
bu delikanlıyı başımıza tayin ettin ve 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali
de onun mevlâsıdır.' dedin. Bu tayin, senin görüşün müdür, yoksa
Allah tarafından bir emir midir?" Peygamberimiz, 'Kendinden
başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, bu tayin Allah tarafındandır.'
dedi."
"Bunun üzerine Nü'man b. Haris geri döndü. Giderken, 'Allah'ım,
eğer bu senin katından gelmiş bir gerçek ise, üzerimize gökten
bir taş yağdır.' diyordu. Tam o sırada Allah tarafından başına
bir taş atıldı ve bu taş onu öldürdü. Arkasından, 'İsteyen biri, kâfirlerin
başına gelecek bir azap istedi...' ayetleri indi."
Bu anlamdaki bir rivayet, el-Kâfi'de de yer almıştır. [c.8, s.57,
h:18]
Hâfız Ebu Nuaym'ın Nüzul'ül-Kur'ân adlı eserinden nakledildiğine
göre, Hâfız Ebu Nuaym, merfu olarak Ali b. Amir'den, o, Ebu
Haccaf'tan, o, A'meş'ten, o da Atiyye'den şöyle rivayet eder: "Ey
Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et."
ayeti, Hz. Ali (a.s) hakkında Resulullah'a (s.a.a) indi. O sırada yüce
Allah ayrıca şöyle buyurdu: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim,
size yönelik nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı
oldum." (Mâide, 3)
Malikî'nin el-Fusul'ül-Mühimme adlı eserinde şöyle dediği
nakledilir: "Ebu'l-Hasan Vahidî, Esbab'un-Nüzûl adlı eserinde kendi
rivayet zinciriyle merfu olarak Ebu Said Hudrî'den şöyle dediğini rivayet
eder: "Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı
tebliğ et. ayeti, Gadir-i Hum günü Hz. Ali hakkında indi."
Ben derim ki: Feth'ul-Kadîr adlı eserde de aynı rivayet İbn-i
Ebu Hatem, İbn-i Mürdeveyh ve İbn-i Asakir aracılığı ile Ebu Said
Hud-rî'ye dayandırılarak nakledilir.1 Aynı rivayet, ed-Dürr'ül-
Mensûr'da da yer almıştır.
Şeyh Muhyiddin Nevevî'nin verdiği bilgiye göre, "Hum" Cuhfe'-
nin üç mil uzaklığında bir bahçenin adıdır. "Gadir" ise bu bahçenin
yanı başındaki meşhur bir gölektir.
Feth'ul-Kadîr adlı eserde verilen bilgiye göre İbn-i Mürdeveyh,
İbn-i Mesud'un şöyle dediğini bildirir: "Biz Resulullah'ın zamanında
'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen (Ali'nin müminlerin velisi
olduğu yolundaki) mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun
elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan
korur.' diye okurduk." [c.2, s.57]
Ben derim ki: Bunlar, "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indiri-
len mesajı tebliğ et..." ayetinin Gadir-i Hum'da Hz. Ali (a.s) hakkında
indiğine delâlet eden rivayetlerin bir bölümüdür. "Ben kimin
mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." şeklindeki Gadir-i Hum hadisine
gelince; yüzü aşkın Şiî ve Sünnî kanaldan rivayet edilen,
mütevatir bir hadistir.
Bu hadis, çok sayıda sahabîden rivayet edilmiştir. Bunların
başlı-caları şunlardır: Bera b. Azib, Zeyd b. Erkam, Ebu Eyyub
Ensarî, Ömer b. Hattab, Ali b. Ebu Talib, Selman-ı Farisî, Ebuzer-i
Gıfarî, Am-mar b. Yasir, Bureyde, Sa'd b. Ebu Vakkas, Abdullah b.
Abbas, Ebu Hüreyre, Cabir b. Abdullah, Ebu Said Hudrî, Enes b.
Malik, İmrân b. Husayn, İbn-i Ebu Evfa, Sa'dane ve Zeyd b.
Erkam'ın eşi.
Öte yandan Ehlibeyt İmamlarının tümü (selâm olsun onlara)
bu hadisin doğru olduğu görüşündedirler. Hz. Ali (a.s), Rahbe denen
yerde insanları bu hadis hakkında yemin etmeye çağırmış ve
o toplantıda bulunan bir grup sahabî ayağa kalkarak Gadir-i Hum
günü Resulul-lah'tan (s.a.a) bu hadisi işittiklerine dair şahitlik etmişlerdir.
Bu konudaki rivayetlerin birçoğunda verilen bilgiye göre Peygamberimiz
(s.a.a), "Ey insanlar, benim müminlere kendilerinden
evlâ olduğumu bilmiyor musunuz?" diye sordu. Ashap, "Evet, biliyoruz."
diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber, "Ben kimin
mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." dedi.
Ahmed b. Hanbel'in, Müsned adlı eserinde veya başkalarının
naklettiği çok sayıda rivayet, bu şekildedir. Sünnî ve Şiî hadisçiler,
sırf bu rivayetlerin nakil zincirlerini saymak ve metinlerini incelemek
için ayrı eserler hazırlamışlar ve haklarında enine boyuna
geniş incelemeler yapmışlardır.
Hameveynî'nin es-Simtayn adlı eserinde Ebu Hüreyre'ye dayanarak
verdiği bilgiye göre, Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Yedinci kat göğe çıkarıldığım gece Arşın altından, 'Ali, hidayet
ayeti ve bana inananların sevdiğidir. Ali'nin veliliğini tebliğ et.' diyen
bir ses işittim." Peygamberimiz yeryüzüne indiğinde bu görev
kendisine unutturuldu. Bunun üzerine, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından
sana indirilen mesajı tebliğ et.' diye başlayan ayet indi." [c.2, s.57] Feth'ul-Kadîr adlı eserde İbn-i Ebu Hatem'e dayanılarak verilen
bilgiye göre Cabir b. Abdullah şöyle dedi: "Peygamber (s.a.a), Benî
Enmar savaşı dönüşünde Zat'ur-Rakî denen yerde bir hurmalığın
başında mola verdi. Bir kuyunun başında oturdu ve ayaklarını kuyuya
sarkıttı. O sırada Neccar kabilesinden Vâris adında bir adam
'Muhammed'i öldüreceğim.' dedi. Arkadaşlarının, 'Onu nasıl öldüreceksin?'
diye sormaları üzerine Vâris, 'Ondan kılıcını isteyeceğim.
Kılıcını bana verince onunla kendisini öldüreceğim.' dedi. Arkasından
Peygamberin yanına gelerek, 'Ey Muhammed, kılıcını
ver de onu koklayayım.' dedi. Peygamber ona kılıcını verdi. Fakat
bu sırada eli titremeye başladı ve kılıç elinden düştü. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.a), 'Senin ile yapmak istediğin iş arasına Allah
girdi.' dedi. Arkasından, 'Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen
mesajı tebliğ et.' diye başlayan ayet indi." [c.2, s.57]
Ben derim ki: Feth'ul-Kadîr adlı eserde daha sonra şu bilgi veriliyor:
"İbn-i Hibban bu rivayeti Sahih adlı eserinde nakletmiştir.
İbn-i Mürdeveyh de bu hikâyenin bir benzerini olayın kahramanının
adını belirtmeden nakletmiştir. İbn-i Cerir de, Muhammed b.
Kâb Kurezî-nin hadisinde bunun bir benzerini nakletmiştir. Gavras
b. Hâris'in hikâyesi de sahih nakil ile sabittir. Bu hikâye bilinen,
meşhur bir hikâyedir." (Feth'ul-Kadîr'den yapılan alıntı burada sona
erdi.) Fakat mesele, bu olayın ayetin anlamı ile örtüşüp örtüşmediğidir,
ki kesinlikle örtüşmemektedir.
ed-Dürr'ül-Mensûr, Feth'ul-Kadîr ve başka eserlerde İbn-i
Mürdeveyh'e ve Ziya'nın el-Muhtare adlı eserinde İbn-i Abbas'a
dayanılarak verilen bilgiye göre, Peygambere, "Gökten indirilen
ayetler içinde senin için en sıkıntılı olanı hangisidir?" diye soruldu.
Peygamber bu soruya şu cevabı verdi: "Hac dönemi günlerinde
Mina'da idim. Müşrik Araplar ile halktan kendini bilmez bazı kimseler
hac dolayısıyla toplanmışlardı. Cebrail inerek bana, 'Ey Elçi,
Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.' ayetini getirdi."
"Bunun üzerine (Cemre-i) Akabe'nin yanında ayağa kalkarak
insanlara şöyle seslendim: Ey insanlar, Rabbimden gelen mesajı
tebliğ etmeme kim yardımcı olacak ki, ona cennet verilsin? Ey insanlar,
'La ilâhe illellah' deyin ve benim Allah'ın resulü olduğumu
ikrar edin ki, felâha, kurtuluşa eresiniz ve cennete giresiniz."
"Bu sözlerim üzerine oradaki erkek, kadın, çocuk, bütün kalabalık
hep birlikte bana toprak ve taş atmaya, yüzüme tükürmeye
ve 'Yalancı! Dinsiz!' diye hakaret etmeye başladılar. O sırada biri
yanıma gelerek bana, 'Ey Muhammed, tam zamanı geldi, eğer
gerçekten peygamber isen, tıpkı Nuh Peygamberin yaptığı gibi
kavminin helâk edilmesi için beddua et.' dedi."
"Fakat Peygamber, beddua yerine, 'Allah'ım kavmimi doğru
yola ilet. Çünkü onlar bilmiyorlar.' dedi."
"Bir süre sonra Peygamberin amcası Abbas gelerek onu onlardan
kurtardı ve kalabalığı ondan uzaklaştırdı."
Ben derim ki: Daha önce açıklandığı üzere ayetin tamamı, bu
hikâye ile örtüşmez. Ancak eğer bu rivayetin, ayetin sadece "Ey
Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et." bölümünün
o gün indiğini ifade ettiği kabul edilirse, o başka. Ne var ki rivayetin
zahiri, böyle bir ihtimale yer bırakmıyor. Aşağıdaki rivayet
de bunun gibidir.
ed-Dürr'ül-Mensûr ve Feth'ul-Kadîr'de Abd b. Humeyd'e, İbn-i
Cerir'e, İbn-i Ebu Hatem'e ve Ebu'ş-Şeyh'e dayanılarak verilen bilgiye
göre, Mucahid şöyle dedi: "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana
indirilen mesajı tebliğ et." ayeti inince Peygamber, "Ya Rabbi, ben
tek bir kişiyim, bunu nasıl yapabilirim? İnsanlar üzerime yürür."
dedi. Bunun üzerine, "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma
görevini yerine ge-tirmemiş olursun." ifadesi indi.
Aynı eserde Hasan'a dayanılarak verilen bilgiye göre, Peygamber
şöyle dedi: "Allah beni mesajını insanlara iletmekle görevlendirerek
gönderdi. Ben bu görevde sıkıntıya düştüm. İnsanların
beni yalanlayacaklarını anladım. Fakat Allah, mesajını tebliğ etmezsem,
beni azaba çarptırmakla tehdit etti ve 'Ey Elçi, Rabbin
tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et.' ayetini indirdi."
Ben derim ki: Bu iki rivayette, rivayet zincirlerindeki kopukluğa
ilâveten önceki rivayette olan sorun (ayet ile örtüşmezlik) vardır.
Peygamberimizin (s.a.a) korumaları olduğunu, fakat bu ayet inince
bu korumalara yol vererek, "Allah beni koruyacağını vaat etti."
dediğini ileri süren bazı rivayetler de karışıklık bakımından bu iki
rivayete benzemektedir.
el-Menar adlı tefsirde şöyle deniyor: "Hadislere dayalı tefsir
yazarların Tirmizî'nin, Ebu'ş-Şeyh'in, Hâkim'in, Ebu Nuaym'in,
Beyhakî-nin ve Taberî'nin sahabeden bazı kişilerden naklettikleri
ne göre, Pey-gamberimiz (s.a.a) Mekke'de bu ayetin inişinden önce
muhafızlar tarafından korunuyordu. Fakat ayet inince korunmaya
son verdi. Ebu Talip, onu korumaya önem verenlerin başında
geliyordu. Abbas da onu koruma görevini üstlenmişti."
Aynı eserde şöyle deniyor: "Bu konu ile ilgili olarak Cabir'den
ve İbn-i Abbas'tan gelen bir rivayete göre Peygamber, muhafızlar
tarafından korunuyordu. Amcası Ebu Talip, her gün Haşim oğullarından
birkaç erkeği onu korumakla görevlendiriyordu. Fakat bu
ayet inince Peygamber, 'Amca, Allah beni koruma altına aldı, artık
gönderdiğin adamlara ihtiyaç kalmadı.' dedi." [c.6, s.473]
Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu iki rivayet şuna delâlet ediyor:
Bu ayet, Peygamberin Mekke'de ikâmet ettiği dönemin ortalarında
indi. Peygamber bu dönemde mesaj iletme görevini bir süre
gerçekleştirdi. Fakat insanların kendisine yönelttikleri eziyetler ve
yalanlamalar ağırlaştı. Öyle ki, onlardan kendine zarar geleceğine
korkmaya başladı. Bunun üzerine tebliğ ve çağrı çalışmalarına son
verdi. Fakat ikinci bir tebliğ emri aldı. Bu emir, yüce Allah tarafından
tehdit içerikli idi. Aynı zamanda kendisine koruma vaat ediliyordu.
Bunun üzerine daha önce yaptığı görevi tekrar yapmaya
koyuldu. Bu iki rivayetten bu sonuç çıkıyor. Ama bu varsayım,
Peygamber (s.a.a) için söz konusu olamaz.
ed-Dürr'ül-Mensûr ile Feth'ul-Kadîr'de şöyle geçer: Abd b. Humeyd,
Tirmizî, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem, Ebu'şŞeyh,
Hâkim, İbn-i Mürdeveyh, Ebu Nuaym ve Beyhakî -her ikisi de
ed-Delail adlı eserde- Ayşe'den şöyle dediğini naklederler:
"Peygamber, 'Allah seni insanlardan korur.' ayeti ininceye kadar
muhafızlar tarafından korunuyordu. Bu ayet inince odasının
bacasından başını çıkararak muhafızlarına, 'Ey insanlar, dağılın
artık; Allah beni koruma altına aldı.' dedi."
Ben derim ki: Bu rivayet, bu ayetin Medine döneminde indiğine
açıkça delâlet ediyor.
Taberî Tefsiri'nde "Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma
görevini yerine getirmemiş olursun." ayeti hakkında İbn-i
Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Yani, eğer sana inen ayeti saklarsan,
Allah'ın elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun." [c.6,
s.198]
Ben derim ki: Eğer İbn-i Abbas, bu sözleri ile Peygambere
(s.a.a) indirilenlerin içinden belirli bir ayeti veya belirli bir hükmü
kastetmiş ise, bu açıklama doğru olabilir. Fakat eğer bu sözler ile
herhangi bir ayet veya herhangi bir hükümle ilgili bir tehdit kastetmiş
ise, daha önce söylediğimiz gibi ayet, bu rivayetin içeriği ile
bağdaşmaz.
68- De ki: "Ey Ehlikitap, sizler Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından
size indirilenleri ayakta tutmadıkça (yaşatmadıkça) hiçbir
şey (temel) üzerinde değilsiniz." Rabbin tarafından sana indirilen
ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttırmaktadır. O
hâlde kâfir topluluk için üzülme.
69- İman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah-
'a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanlara ne bir korku vardır,
ne de onlar üzüleceklerdir.
70- Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara peygamberler
gönderdik. Fakat ne zaman bir peygamber onlara canlarının istemediği
bir şey getirdiyse, (onlardan) bir kısmını yalanladılar, bir
kısmını da öldürüyorlardı.
71- (Bu cinayetlerinin sonucunda) hiçbir fitne olmayacağını
sandılar. Gözleri kör, kulakları sağır oldu. Sonra Allah onlara dönerek
tövbelerini kabul etti. Sonra yine kör ve sağır oldular, elbette
onların çoğu. Hiç şüphesiz, Allah onların yapmakta olduklarını görür.
72- "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler, kesinlikle kâfir
olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki: "Ey İsrailoğulları, benim
Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Doğrusu kim Allah'a
ortak koşarsa, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir;
onun varacağı yer cehennemdir ve zalimlerin hiçbir yardım edeni
yoktur."
73- "Allah, üçün üçüncüsüdür." diyenler, kesinlikle kâfir olmuşlardır.
Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur. Eğer onlar bu dediklerinden
vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanlara kesinlikle acı
bir azap dokunacaktır.
74- Onlar Allah'a dönüp tövbe etmez, O'ndan af dilemezler
mi?! Allah affedici ve merhametlidir.
75- Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce
birçok peygamber gelip geçmiştir. Onun annesi de özü-sözü doğru
bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak,
biz onlara ayetleri nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak, onlar
(bu ayetlerden) nasıl çevriliyorlar!
76- De ki: "Allah'ı bırakıp size ne zarar ve ne yarar dokundurma
gücüne sahip olmayan şeylere mi tapıyorsunuz?" Oysa Allah
77- De ki: "Ey Ehlikitap, dininizde haksız yere aşırılığa kapılmayın
ve önceden sapıtmış, birçoklarını saptırmış ve düz yoldan
şaşmış olan bir kavmin keyfî isteklerine uymayın."
78- İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu
İsa'nın diliyle lânetlendi. Çünkü onlar karşı geldiler ve sınırları
çiğniyorlardı.
79- Onlar, işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı.
Yaptıkları ne kötü bir şeydi!
80- Onların çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün.
Kendilerinin kendileri için hazırladıkları şey ne kötüdür! Allah onlara
gazap etmiş ve sürekli azapta kalıcıdırlar.
81- Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve ona indirilene inansalardı,
onları (kâfirleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasık
(yoldan çıkmış) kimselerdir.
82- İnsanlar arasında müminlere düşmanlıkta en şiddetli olanların,
Yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu görürsün.
Müminlere sevgice en yakın olanların da, "Biz Hıristiyanız." diyenler
olduğunu görürsün. Bu, onların arasında keşişler ve rahiplerin
varolmasından ve onların büyüklük taslamadıklarından dolayıdır.
83- Peygambere indirileni (Kur'an'ı) işittikleri zaman, gerçeği
tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların
şöyle dediklerini görürsün: "Ey Rabbimiz, inandık, bizi de (gerçeğe)
şahit olanlar arasında yaz."
84- "Rabbimizin bizi iyi kullar arasına katacağını umarken Allah'a
ve bize gelen gerçeğe niçin inanmayalım?"
85- Böylece, Allah onları bu sözlerinden dolayı altlarından ırmaklar
akan içlerinde temelli olarak kalacakları cennetler ile ödüllendirdi.
Bu iyi kulların mükâfatıdır.
86- Kâfir olup ayetlerimizi yalan sayanlar ise, onlar cehennemliktirler.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Ayetler arasında bağlantı ve içerik uyumu vardır. Fakat "Ey Elçi,
Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et..." ayetine
göz yumularak, bu ayetler ile "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i... yaşatsalardı..."
arasında böyle bir bağlantıdan söz edilemez. "Ey Elçi...
tebliğ et..." ayetinin bağlantısı hakkında ise daha önce konuşmuştuk.
Görülen o ki, bu ayetler surenin başından buraya kadar olan
ayetler ile aynı söz akışını paylaşıyorlar. Yani "Allah,
İsrailoğullarından kesin söz almıştı ve içlerinden on iki gözetici
başkan göndermiştik..." (Mâide, 12) ayetinden inceleme konumuz
olan bu ayetlerin sonuna ka-darki bütün ayetler arasında içerik
bağlantısı vardır. Bunun daha önce incelediğimiz velâyet ayeti,
tebliğ ayeti vs. gibi birkaç istisnası vardır. Surenin sonlarına doğru
olan ayetler ile bu ayetler arasındaki bağlantı için de aynı şey söylenebilir.
Çünkü bu ayetlerin ortak niteliği Ehli-kitap hakkında olmalarıdır.
"De ki: Ey Ehlikitap, sizler Tevrat'ı, İncil'i... ayakta tutmadıkça, hiçbir
şey üzerinde değilsiniz..." İnsan güç ve şiddet kullanmayı gerektiren
bir işe giriştiği zaman düz bir zemin üzerinde durması, ona dayanması
gerektiğini görür. Ağır bir şeyi çekmek, itmek, kaldırmak
veya taşımak isteyen biri gibi. Böyle bir kimse önce ayaklarını yere
sağlam basar, sonra istediğini yapar. Çünkü böyle yap-mazsa, istediği
işi yapamayacağını bilir. Bu gerçek bu konuyu inceleyen ilim
dallarında anlatılmaktadır.
Bu gerçeğin ışığı altında, insanın ruhsal işleri veya ruhsal işleri
ile ilişkili organik hareketleri gibi manevî işleri ele aldığımızda şu
sonuca varırız: Önemli ve büyük işlerin gerçekleşmesi, manevî bir
üssün ve güçlü bir ruhsal temelin varlığına bağlıdır. Büyük işlerin
sabra, direnmeye, gayret yüceliğine, azim güçlülüğüne bağlı olması,
kulluk alanındaki başarının gerçek takvaya, Allah'ın haramlarından
kaçınmaya bağlı olması gibi.
Buradan ortaya çıkıyor ki, yüce Allah'ın "hiçbir şey (temel) üzerinde
değilsiniz." buyruğu, Ehlikitab'ın Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri
tarafından kendilerine indirilen hükümleri ayakta tutup yaşatabilmeleri
için ayaklarını basacakları sağlam bir dayanaklarının
olmadığını kinaye yolu ile dile getiren bir ifadedir. Bu kinayeli ifade
ile şu gerçeğe işaret ediliyor: Allah'ın dini ve hükmü, sabit bir
temele dayanmayan kişinin taşıyamayacağı kadar ağırdır; insanın
sırf istemesiyle, arzu etmesiyle ayakta tutulup yaşatılması mümkün
değildir.
Nitekim yüce Allah, Kur'ân bağlamında bu gerçeği şu şekilde
ifade ediyor: "Biz sana ağır bir söz indireceğiz." (Müzzemmil, 5) "Eğer
biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirmiş olsaydık, o dağı Allah korkusundan
parçalanmış ve çökmüş olarak görecektin. Biz, belki insanlar
düşünürler diye bu örnekleri veriyoruz." (Haşr, 21) "Biz bu
emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar onu yüklenmekten
kaçındılar, sorumluluğundan korktular." (Ahzâb, 72)
Yüce Allah, Tevrat hakkında Musa Peygambere (a.s) şöyle hitap
ediyor: "Bu kitaba sımsıkı sarıl ve kavmine de ondaki öğütlerin
en güzelini tutmalarını emret." (A'râf, 145) İsrailoğullarına ise
şöyle hitap ediyor: "Size verdiğimiz kitaba sımsıkı sarılın." (Bakara,
63) Yahya Peygambere de (a.s) şöyle hitap ediyor: "Ey Yahya, bu
kitaba sımsıkı sarıl." (Meryem, 12)
Buna göre bu ayetin anlamı şöyledir: Ey Ehlikitap, siz Allah
tarafından size indirilen kitaplardaki Allah'ın dinini hayata
geçirmek için dayanmanız gereken temelden yoksunsunuz. Bu
temel takva, sürekli biçimde Allah'a yönelme, O'nunla bağlantılı
olma, O'nun dergâhına sığınmadır. Ama siz, tersine büyüklük
taslayarak O'na itaat etmekten yüz çeviriyor, O'nun koyduğu
sınırları çiğniyorsunuz.
Yüce Allah'ın Peygambere (s.a.a) ve müminlere yönelik şu ayetinde
bu gerçek açıkça vurgulanıyor: "Allah, dinden Musa'ya
emrettiklerini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya
emrettiklerimizi sizin için din olarak yasalaştırdı." Böylece Allah,
dinin bütününü, saymış olduğu şeriatlarda birleştirdikten sonra
şöyle devam ediyor: "Dini ayakta tutasınız ve onda tefrikaya
düşmeyesiniz diye." Böylece bu şeraitlerin hepsinin, dini bir bütün
olarak, hiçbir unsurunu ayırt etmeden ayakta tutmaya dayandıklarını
açıkladıktan sonra, "Sizin, müşrikleri çağırdığınız şey (tevhit
dini) onlara ağır geldi." buyuruyor. Çünkü dine uymada ittifak ve
istikamet onlara ağır geldi.
Arkasından, "Allah, dilediğini ona (tevhit dinine) doğru seçer
ve (kendisine) yönelenleri ona iletir." diye buyurarak dini ayakta
tutmanın ancak Allah'ın hidayeti ile mümkün olacağını, bu hidaMâide
yete lâyık olabilmek için mutlaka Allah'a bağlı olmak gerektiğini,
O'ndan hiç kopmamak icap ettiğini, bunun için sürekli biçimde
O'nun dergâhına yönelmenin şart olduğunu bildiriyor.
Daha sonra, "Onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra
kıskançlık ve azgınlıktan dolayı ayrılığa düştüler." diye buyurarak
Ehli-kitab'ın ayrılığa düşmelerine ve dini ayakta tutmalarına yol
açan tek sebebin, azgınlıkları ve kendileri için belirlenen orta yoldan
sapmaları olduğunu vurguluyor. (Şûrâ, 13)
Yüce Allah yukarıdaki ayetin benzeri ayetlerde de şöyle buyuruyor:
"Yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir; Allah'ın
yaratma kanununa (uygun olan dine) ki, O insanları ona göre yarattı.
Allah'ın yaratması değiştirilmez. İşte doğru din budur. Fakat
insanların çoğu bilmez. Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun,
namazı kılın ve Allah'a ortak koşanlardan, dinlerini parçalayıp
bölük bölük olanlardan olmayın; ki onların her fırkası kendi görüşü
ile sevinip övünmektedir." (Rûm, 32) Yüce Allah, bu ayetlerde
de fıtrat dinini ayakta tutmanın tek yolu olarak Allah'a yönelmeyi,
O'nunla bağlantıyı korumayı, O'nun sebeplerinden hiç kopmamayı
vurguluyor.
Bu gerçeğe, üzerinde konuşulan bu ayetten önceki ayetlerde
de işaret edilmiştir. Bu ayetlerde Allah'ın, koyduğu sınırları çiğnedikleri
gerekçesi ile Yahudilere lânet ve gazap ettiği, aralarına
düşmanlık ve kin saldığı bildirilmiştir. Bu gerçeğe surenin başka
bir yerinde Hıristiyanlar bağlamında şöyle değinilmiştir: "Bu yüzden
kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık."
(Mâide, 14)
Yüce Allah, Yahudilerin ve Hıristiyanların başlarına gelecek bu
musibetin benzeri konusunda Müslümanları uyarmış, onlara Yahudilerin
ve Hıristiyanların Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından
kendilerine indirilen diğer mesajları asla ayakta tutmayacaklarını
haber vermiştir. Nitekim tarihin akışı Kur'ân'ın verdiği bu haberi
doğrulamıştır. Tarih boyunca Yahudiler ile Hıristiyanların kendi aralarında
çok sayıda mez-hep ayrılıklarına düştükleri, aralarında kin
ve düşmanlığın kol gezdiği görülmüştür. Yüce Allah Rûm suresinin
birkaç ayetinde, "Allah'ı birleyici olarak yüzünü doğruca dine çevir."
(Rûm, 30) diye buyurarak İslâm ümmetini Rablerinden kopma
ve O'na yönelmeme konusunda Ehlikitab'ın izinden gitmemeleri
yolunda uyarmıştır.
Bu kitabın daha önceki ciltlerinde bu gerçeğe işaret eden bazı
ayetler etrafında konuşulmuştu. İnşallah ileride bu ayetlerin diğer
bazı benzerleri de inceleme konusu yapılacaktır.
"Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun
azgınlığını ve kâfirliğini arttırmaktadır." ifadesinin ne anlama
geldiğini daha önce incelemiştik. "O hâlde kâfir topluluk için üzülme."
ifadesi, yüce Allah tarafından Peygamberine (s.a.a) yöneltilmiş,
üzülmeyi yasaklama biçiminde bir tesellidir.
"İman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan..." Ayetten anlaşılan
o ki, "es-Saibûn=Sabiîler"ifadesi, "ellezîne amenu=i-man
edenler" ifadesinin mahalline matuftur. Nahv (dilbilgisi) bilginlerinden
bir grup, "inne" edatının haberi geçmeden ismine merfu
olarak atıf yapılamayacağı görüşündeler. Ancak bu ayet onlara
karşı bir delildir.
Bu ayet bize şu gerçeği açıklıyor: Mutluluğa kavuşmak için
isimler ve unvanlar önemli değildir. Bazı grupların Müslüman,
diğer bazılarının Yahudi, başkalarının Sabiî ve öbürlerinin
Hıristiyan adı ile anılmaları gibi. Önemli olan, Allah'a ve ahiret
gününe inanmak ve iyi işler yapmaktır. Bu kitabın birinci cildinde
yer alan Bakara suresinin 62. ayetinin tefsiri sırasında bu
meseleyi incelemiştik.
"Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik..."
Bu ayet, bundan sonraki birkaç ayetle birlikte Ehlikitab'ın
durumuna değiniyor ve bir anlamda "De ki: 'Ey Ehlikitap, sizler
Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirilenleri ayakta
tutmadıkça (yaşatmadıkça) hiçbir şey (temel) üzerinde değilsiniz."
ayetinin içeriğinin delilini ortaya koyuyor. Çünkü bu ayette
sayılan suçlar ve cürümler, insanla Allah arasında hiçbir bağ bırakmıyor
ki, bu bağa dayanılarak Allah'ın kitaplarını ayakta
tutmak mümkün olsun.
Bu ayetlerin "İman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve
Hıristiyanlardan..." ayeti ile bağlantılı olması da muhtemeldir. O
zaman bu ayetler isimlerin ve unvanların mutluluk aşamasında
hiçbir işe yaramayacağı gerçeğinin doğrulaması olur. Çünkü eğer
bunlar işe yarasaydı, Ehli-kitab'ı, peygamberleri öldürmekten ve
yalanlamaktan, helâk edici fitneler ve günahlar ile mahvolmaktan
tan, helâk edici fitneler ve günahlar ile mahvolmaktan alıkoyması
gerekirdi.
Bu ayetlerin "İman edenler, Yahudiler, Sabiîler ve
Hıristiyanlardan..." ayetinin, bu ayetin de "De ki: Ey Ehlikitap,
sizler... hiçbir şey (temel) üzerinde değilsiniz..." ayetinin
açıklayıcısı mesabesinde olması da mümkündür. Bu durumda
ayetin anlamı açıktır. "...bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlardı." Bu
ifadede iki kere kullanılan "farîkan=bir kısmını" kelimesi, daha
sonra gelen fiillerin mef'ulüdür. Mef'ullerin fiillerden önce getirilmesinin
sebebi, onların önemine dikkat çekmektir. İfade bir bütün
olarak, "Fakat ne zaman peygamber onlara... bir şey getirdiyse"
ibaresinin cevabıdır ve anlamı şöyledir: Ne zaman bir peygamber
Yahudilere hoşlarına gitmeyen bir mesaj, bir hüküm getirdiyse,
onlara kötülükle karşılık ve cevap vererek, onları iki gruba ayırdılar:
Bir grubunu yalanladılar, bir grubunu da öldürdüler.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Eğer, 'bir kısmını
yalanladılar, bir kısmını da öldürüyorlar[dı].' ifadesinde şimdiki
zaman sıygalı fiilin niçin geçmiş zaman sıygalı fiile atfedildiği sorulacak
olursa, buna şöyle cevap veririz: Maksat, onların içinde bulundukları
durumu anlatmaktır. Bu ifadeyle şu anlam ifade edilmektedir:
Onlar yalanladılar ve öldürdüler ve de yalanlıyorlar ve
öldürüyorlar. Ayrıca 'yektulûne=öldürüyorlar' ifadesi ayetin sonu
olması itibariyle öbür ayetlerin sonlarıyla uyumlu olması istenmiştir."
"(Bu cinayetlerinin sonucunda) hiçbir fitne olmayacağını sandılar.
Gözleri kör, kulakları sağır oldu..." Bu ifade, önceki ayetteki sözün
tamamlayıcısıdır. Ayetin orijinalinde geçen "ha-sibû" fiilinin kökü
olan "husban" sanmak anlamındadır. "Fitne" insanı aldatan, yanıltan
zorluk veya her türlü kötülüğü ve belâyı kapsayan musibet
demektir. "Amâ=körlük" ise gerçeği görmemek, iyilik ile kötülüğü
birbirinden ayırt etmemek anlamına gelir.
"Samem=sağırlık" kelimesi ise öğütleri işitmemek, nasihatlere
kulak asmamak demektir. Bu körlük ve sağırlık, Yahudilerin fitne
olmayacağını sanmalarından kaynaklanıyor. Anlaşılan, bu zanlarının
sebebi de kendilerini üstün saymalarıdır. Çünkü onlar
İsrailoğulları olmaları hasebi ile Allah'ın evlâtları ve sevdikleri ol
duklarını ileri sürüyorlar ve bu sözde ayrıcalıkları sayesinde ne yaparlarsa
yapsınlar, ne cinayet ilerlerse işlesinler bir kötülükle karşılaşmayacaklarına
inanıyorlar.
Doğrusunu Allah bilir, ama ayetin anlamı şudur: Onlar kendileri
için inandıkları Yahudi olma üstünlüğü sayesinde, işledikleri suçlar
nedeniyle başlarına bir kötülük gelmeyeceğini veya fitneye
düşmeyeceklerini sandılar. Bu zan gözlerini kör ettiği için gerçeği
göremediler ve yine bu zan kulaklarını sağırlaştırdığı için peygamberlerinin
kendilerine faydalı olacak çağrılarını işitemediler.
Bu anlam, bu ayetlerin "İman edenler, Yahudiler..." ayetinin
açıklayıcısı mesabesinde olduğu yolundaki muhtemel gördüğümüz
görüşe ağırlık kazandırıyor. Bu durumda ayetin anlamı şöyle
olur: İsimler ve unvanlar hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Nitekim
Yahudilerin isimleri sebebi ile kendileri için varsaydıkları ayrıcalıklar
onlara hiçbir şey kazandırmadı. Tersine, onların gözlerini kör
etti ve peygamberlerini öldürmeleri ve yalanlamaları sebebi ile de
helâke ve fitneye sürüklenmelerine yol açtı.
"Sonra Allah onlara dönerek tövbelerini kabul etti. Sonra yine kör ve
sağır oldular, elbette onların çoğu. Hiç şüphesiz, Allah onların yapmakta
olduklarını görür." Allah'ın kullarına yönelik tövbesi, O'nun rahmeti
ile onlara yönelmesi demektir. Bu da gösteriyor ki, yüce Allah onları
rahmetinden ve yardımından uzaklaştırmıştı. Bunun sonucunda
sözünü ettiğimiz asılsız zanna kapıldılar, körlüğe ve sağırlığa
yakalandılar.
Fakat yüce Allah onlara ikinci kez tövbe ile yönelerek söz konusu
asılsız zannı kalplerinden attı, gözlerindeki ve kulaklarındaki
körlüğü ve sağırlığı giderdi. Bunun üzerine Allah katında takvadan
başka hiçbir ayrıcalıkları olmayan sıradan kullar olduklarını idrak
ettiler, hakkı gördüler ve yüce Allah'ın peygamberlerinin dili ile
kendilerine yaptığı öğütleri işittiler. Böylece isim takınmanın hiçbir
işe yaramadığını anladılar.
"Sonra yine kör ve sağır oldular, elbette onların çoğu." Körlük
ve sağırlığın önce çoğul kipinde onların topluluğuna izafe edilip
daha sonra "elbette onların çoğu." diye bir açıklama getirilmesi,
söz söylerken insafa riayet edilmesinin bir göstergesidir. Böyle bir
ifadenin kullanılmasıyla öncelikle şu husus anlatılmak istenmiştir:
Körlüğün ve sağırlığın onların topluluğuna izafe edilmesi, parçanın
hükmünün tüme izafe edilmesi kabilindendir. Yoksa gerçekte bu
iki sıfatı taşıyanlar onların tümü değil, çoğudur.
İkinci olarak; ilk defa sözü edilen körlüğün ve sağırlığın onların
hepsini kapsadığı ima edilmek istenmiştir. Bunu ikinci aşama için
sözü edilen karşıt ifadeden anlıyoruz.
Üçüncü olarak da; Allah'ın onlara dönüp tövbelerini kabul etmesinin
etkisiz kalmadığı ve tamamıyla boşa gitmediği, tersine
bu tövbe sonucu onların bir bölümünün kurtulduğu ve bir daha
önceki körlüğe ve sağırlığa dönmediği vurgulanmak istenmiştir.
Yüce Allah bu ayeti, "Hiç şüphesiz, Allah onların yapmakta olduklarını
görür." cümlesi ile noktalıyor. Bununla yüce Allah'ın hiçbir
şeyden gafil olmayacağı gerçeği vurgulanıyor. Allah'tan başkası
bir kavme bir ayrıcalık sununca, bu bağış onların kötülüklerini
ve kusurlarını görmesine engel olan bir perde olarak gözlerine iner.
Ama yüce Allah için böyle bir şey söz konusu değildir. Tersine,
O görendir, hiçbir şey O'nunla göreceği şeyler arasına girip o şeyleri
görmesine engel olamaz.
"Allah, Meryem oğlu Mesih'tir, diyenler, kesinlikle kâfir olmuşlardır."
Bu ifade, Hıristiyanların, Hıristiyan olmalarının ve Hz. İsa'ya (a.s)
bağlılıklarının kâfirlik damgası yemelerini engellemediğine yönelik
bir açıklamadır. Çünkü onlar "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir."
dedikleri için O'na ortak koşmuşlar, O'na gerçek anlamda inanmamışlardır.
Meryem oğlu İsa'nın uluhiyet cevherini kapsaması meselesinde
Hıristiyanlar arasında görüş ayrılığı vardır. Bir bölümü, Mesih
unsuru olan ilmin, hayat demek olan Rab unsurundan türemiş olduğunu
ileri sürer. Bir bölümü, Rab unsurunun dönüşüm yolu ile
İsa hâline geldiğini iddia eder. Bir bölümü de Rab unsurunun İsa'-
nın bedenine hulul ettiğini (sızdığını) ileri sürer. Bu kitabın üçüncü
cildinde Âl-i İmrân suresinin tefsiri sırasında Meryem oğlu İsa konusunu
incelerken bu meseleyi ayrıntılı biçimde ele almıştık.
Fakat bu görüşlerin her üçü de "Allah, Meryem oğlu Mesih'-
tir." sözü ile örtüşür. Anlaşılan bu sözü söyleyenlerden maksat sadece
Allah'ın İsa'ya dönüştüğünü iddia edenler değil, İsa (a.s) ile
ilgili aşırı görüşlere saplanmış bütün Hıristiyanlardır.
Hz. İsa'nın, Meryem oğlu sıfatı ile nitelenmesinde Hıristiyanların
kâfir olmalarının sebebine yönelik bir delâlet veya işaret vardır.
Bu sebep, onların her ikisi de topraktan yaratılmış olan bir insan
oğlu insana ilâhlık izafe etmeleridir. Oysa toprak nerede, yüce Allah
nerede!
"Oysa Mesih demişti ki: Ey İsrailoğulları, benim Rabbim ve sizin
Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin..." Bu ifade, Hz. İsa'nın kendi sözü
ile Hıristiyanların kâfirliklerine ve görüşlerinin asılsızlığına yönelik
bir protestodur. Çünkü Hz. İsa'nın, "Benim Rabbim ve sizin
Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." sözü, kendisinin onlar gibi
Rabbi olan bir kul olduğunu gösterir.
Yine Hz. İsa'nın, "Doğrusu kim Allah'a ortak koşarsa, Allah
ona cenneti kesinlikle haram etmiştir." sözü de, ilâhlıkta Allah'a
ortak koşanların müşrik ve kâfir olup cennetten mahrum kalacak
kimseler olduklarını gösterir.
Yüce Allah'ın Hz. İsa'nın (a.s) dilinden hikâye ettiği "Allah ona
cenneti kesinlikle haram etmiştir; onun varacağı yer cehennemdir
ve zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur." ifadesi, Hıristiyanlar
tarafından Hz. İsa'ya izafe edilen "kendisini feda ettiği" şeklindeki
iddianın asılsız olduğunu gösterir. Onlara göre Hz. İsa çarmıha gerilmeyi
tercih etmekle kendisini onlar için feda etti. Bu yüzden onların
günahları affedilmiştir, ilâhî yükümlülükler omuzlarından
kaldırılmıştır. Gidecekleri yer cennettir, cehennem ateşi kendilerine
değmeyecektir. Âl-i İmrân suresinin tefsiri sırasında Meryem
oğlu İsa konusunu incelerken bu meseleyi ele almıştık. Feda etme
ve çarmıha gerilme hikâyesi sırf bu maksatla ortaya atılmıştır.
Ayetin Hz. İsa'nın sözü olarak hikâye ettiği tevhide davet,1
müşrikin ibadetinin geçersizliği2 ve zalimlerin ebedî olarak cehennemde
kalacakları3 gibi hususlara çeşitli İncillerin değişik bölümlerinde
rastlamaktayız.
"Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır."
Yani Allah, üçün biridir. Sözü edilen üç şey Baba, Oğul ve Ruh'ul-
Kudüs'tur. Yani Allah, bu üç unsurun her biri ile örtüşür. Bu ifade
onların, "Baba ilâhtır, Oğul ilâhtır, Ruh ilâhtır. Onlar üçtür ve aynı
zamanda birdir." şeklindeki görüşlerinin gerektirdiği bir sonuçtur.
Onlar böyle demekle "Amr oğlu Zeyd insandır." sözüne benzer bir
söz söylemiş olduklarını ileri sürüyorlar. Bu sözde üç unsur vardır:
Zeyd, Amr'ın oğlu ve insan. Ama ortada bir unsur var, o da bu sıfatla
nitelenen kimseden ibarettir.
Hıristiyanlar böyle derken şu gerçeği göz ardı ediyorlar: Bu
çokluk eğer itibarî değil de gerçek bir çokluk ise, nitelenenin gerçek
anlamda çok olmasını gerektirir. Eğer nitelenen unsur gerçek
anlamda bir ise, bu durumda çokluğun gerçek değil, itibarî olması
gerekir. Buna göre, sayıca çokluğu ve sayıca tekliği, nitelenen unsur
olan Zeyd'de gerçek anlamda bir araya getirmek akla ve mantığa
sığmaz.
Bu yüzden bazı Hıristiyan misyonerler zaman zaman şöyle derler:
"Teslis meselesi ilmî ölçülerle çözümü kabul etmeyen, eski
kuşakların görüşlerinden miras kalmış bir formüldür." Böyle diyenler,
kulaklarına gelen her iddia için delil aramakla yükümlü olduklarının
farkında değildirler. Bu iddia ister eskilerden kalma olsun,
ister yeni dönemlerde ortaya atılmış olsun, fark etmez.
"Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur..." Bu ifade, Hıristiyanların
"Allah, üçün üçüncüsüdür." şeklindeki sözlerine yönelik bir reddiyedir.
Şöyle ki, yüce Allah zatında hiçbir anlamda çokluğu kabul
etmez. Yüce Allah zatında tektir. Yüce Allah sıfatları ile
nitelendiğinde ve adları ile anıldığında, bu durum O'nun zatına bir
şey eklemez. Bunun gibi, Allah'ın bir sıfatı başka bir sıfatına izafe
edildiğinde bu durum sayısal çokluğa yol açmaz. Çünkü yüce Allah
zatında tektir; ne gerçekte, ne hayalde, ne de akılda parçalara
bölünmez.
Yüce Allah zatında asla birkaç şeye ayrılmaz ve yine yüce
Allah'ın zatına bir şey izafe edildiğinde zatı iki veya daha çok
olmaz. Nasıl olabilir ki?! Oysa yüce Allah hayalde, varsayımda
veya gerçekte kendisine izafe edilmek istenen şeyle birliktedir,
ondan ayrı değildir.
Dolayısıyla yüce Allah zatında tektir. Fakat bu teklik, çoklukları
meydana getiren diğer nesnelerdeki sayısal teklik değildir. O ne
zatında, ne isminde ve ne sıfatında çoklukla nitelenmez. Nasıl nitelensin
ki?! Oysa gerek bu sayısal teklik ve gerekse bu birimden
oluşan çokluk, bunların her ikisi O'nun yarattığı, var ettiği şeylerdir.
O yarattığı şeylerle nasıl nitelenebilir?!
"Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur." ifadesinde başka hiçbir
ifadede bulunmayan pekiştirme (tekit) unsurları vardır. Bir defa ifade,
"Hiçbir ilâh yoktur; bir tek ilâhtan başka." şeklinde ilk bölümü
olumsuz, ikinci bölümü istisnalı bir cümle yapısına sahiptir.
Sonra olumsuz bölümün başına yaygınlığı pekiştiren "min" edatı
getirilmiştir. Arkasından, istisna edilen bölümdeki "ilâhun
vâhid=bir tek ilâh" ifadesi, türü ifade etmek üzere nekire (tarif edatsız)
olarak kullanılmıştır. Eğer bu iki kelime marife (tarif edatlı)
olarak kullanılıp "ille'l-ilâhu'l-vâhid" denseydi, tevhit gerçeği amaçlandığı
güçte ifade edilemezdi.
Bu durumda ifadenin anlamı şudur: Varlıkta bir tek ilâhın dışında
ilâh cinsinden bir şey yoktur. Bu bir tek ilâhın tekliği öyle bir
tekliktir ki, asla sayıya vurulmayı, çoğalmayı kabul etmez. Ne zatta
ve ne sıfatlarda, ne gerçekte ve ne varsayımda çokluğa açık
değildir. Eğer "Bir tek olan Allah'tan başka bir ilâh yoktur." denmiş
olsaydı, bu ifade ile Hıristiyanların "Allah, üçün üçüncüsüdür." şeklindeki
sözleri reddedilmiş olmazdı. Çünkü Hıristiyanlar yüce Allah-
'ın birliğini inkâr etmiyorlar. Sadece "O üç sıfatı ile beliren tek bir
zattır. O gerçek anlamda çok olmakla birlikte aynı zamanda birdir."
diyorlar.
Hıristiyanların bu yorum tarzı, ancak kendisinden asla çokluk
oluşmayan bir tekliği ispat ederek reddedilmiş olur. İşte Kur'ân'ın
"Bir tek ilâhtan başka bir ilâh yoktur." ifadesi, bu amacı gerçekleştiren
bir nitelik taşır.
Bu mana, tevhit anlamının hakikati hakkında Kur'ân'ın işaret
ettiği inceliklerden biridir. Bu konuyu ileride özel Kur'ânî bir araştırmada,
sonra aklî bir araştırmada, daha sonra naklî bir araştırmada
enine boyuna inceleyerek hakkını vereceğiz.
"Eğer onlar bu dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanlara
kesinlikle acı bir azap dokunacaktır." Bu ifade, onları acı bir ahiret
azabı ile tehdit ediyor. Ayetten anlaşılan, budur.
"Allah, üçün üçüncüsüdür." sözünün içerdiği teslis inancı, sı
radan insanların akıllarının alabileceği bir söz olmadığı için çoğu
Hıristiyanlar bu sözü basma kalıp bir ifade olarak dinî bir inanç biçiminde
kabul ediyorlar. Bu sözün manasını ne anlıyorlar, ne anlayabileceklerini
umuyorlar. Nitekim sağlıklı aklın da onu doğru bir
şekilde anlayabilmesi mümkün değildir. Sağlıklı bir akıl, onu sadece
imkânsız varsayımlardan biri olarak algılar. İnsan olmayan
insan gibi. Ne bir, ne çok, ne çift, ne tek olan sayı gibi.
Bundan dolayı sıradan Hıristiyanlar, bu inancı, anlamını incelemeden
basma kalıp bir dogma olarak kabul ediyorlar. Bunlar,
oğulluk-babalık ilişkisinde bir tür onurlandırma olduğuna inanıyorlar.
Bunlar, aslında teslis ehli değildirler. Onlar bunu ağızlarında
sakız çiğner gibi geveliyorlar. Ona görünüşte bağlılık gösteriyorlar.
Fakat sıradan halkın dışındaki Hıristiyanlık temsilcileri öyle değildirler.
Bunlar, yüce Allah'ın inanç ayrılıklarını kendilerine izafe ettiği
ve bu ayrılıkların onların azgınlığından kaynaklandığını vurguladığı
kimselerdir. Nitekim şöyle deniyor: "Dini ayakta tutun ve
onda ayrılığa düşmeyin... Onlar ancak kendilerine bilgi geldikten
sonra aralarındaki çekemezlik yüzünden ayrılığa düştüler." (Şûrâ,
14)
Dolayısıyla istizafa dayalı olmayan, yani tevhidi inkâr etmeyi
ve Allah'ın ayetlerini yalanlamayı içeren gerçek kâfirlik, onların
hepsi için değil, bir bölümü için söz konusudur. Yüce Allah, sadece
tevhidi inkâr edip Allah'ın ayetlerini yalanlayanları cehennem azabı
ile tehdit ederek şöyle buyuruyor: "İnkâr edip Allah'ın ayetlerini
inkâr edenlere gelince; onlar, içinde temelli kalmak üzere cehennemliktirler."
(Bakara, 39) Bu anlamda daha başka ayetler de
vardır. Nisâ suresinin doksan sekizinci ayetinin tefsiri sırasında bu
meseleyi incelemiştik.
Ayetteki "onlardan kâfir olanlara acı bir azap dokunacaktır."
şeklindeki açıkça ayırım gözeten ifadenin sırrı belki budur. Ya da
bu ayırımcı ifade ile, teslis sözünü etmeyen ve Hz. İsa'nın sadece
Allah'ın kulu ve resulü olduğuna inanan Hıristiyanların varolduğuna
işaret edilmek isteniyor. Nitekim tarihin kaydettiğine göre Habeşistan
ve başka yörelerin Hıristiyanları böyle idi.
Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Eğer Hıristiyanlar söylediklerinden
(bazılarının sözü hepsine izafe ediliyor) vazgeçmezlerse,
aralarındaki kâfirlere (bunlar teslis dogmasına inanan Hıristiyan
lardır) acı bir azap dokunacaktır.
Bazı tefsircilerin yorumuna göre de, "onlardan kâfir olanlara
acı bir azap dokunacaktır." ifadesinde zamir yerine ismi zahir kullanılmıştır.
Yoksa ifadenin aslı, "onlara acı bir azap dokunacaktır."
şeklindedir. Zamir yerine de ism-i mevsul ile sılasının konmasının
sebebi ise, söyledikleri sözün Allah'ı inkâr etmek anlamına geldiğini
ve Allah'ı inkâr etmenin tehdit edildikleri azaba gerekçe olduğunu
bildirmektir.
Eğer ayet "Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kâfir
olmuşlardır." şeklinde başlamamış olsaydı, bu yorum sakıncasız
olurdu. Uzak bir ihtimal olma bakımından bu görüşün bir benzeri
de, ayetteki "minhum=onlardan" ibaresindeki "min" edatının açıklama
amaçlı (beyaniye) olduğunu ileri süren görüştür. Çünkü bu
görüş, hiçbir delili olmadan ileri sürülen bir görüştür.
"Onlar Allah'a dönüp tövbe etmez, O'ndan af dilemezler mi?! Oysa
Allah affedici ve merhametlidir." Bu ayet, tövbeye ve af dilemeye yönelik
bir özendirme, Allah'ın affediciliği ve rahmeti ile ilgili bir hatırlatma
veya yapılan kötülüklere yönelik bir yadırgama veya azarlamadır.
"Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce de birçok
peygamber gelip geçmiştir. Onun annesi de özü-sözü doğru bir kadındı.
Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi." Bu ifade, Hıristiyanların,
"Allah, üçün üçüncüsüdür." sözlerine veya bu sözleri ile
birlikte daha önceki ayette nakledilen ve İsa Peygamberin ilâhlık
cevherine sahip olduğu anlamına gelen "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir."
şeklindeki sözlerine yönelik bir reddiyedir. Ayette vurgulanan
gerçek şudur:
İsa Peygamber (a.s) kendisinden önce ölen diğer Allah resullerinden
farklı biri değildir. Onlar, Allah'ın mesajını tebliğ etmekle
görevlendirilmiş birer insandı. Yüce Allah dışında Rab olmaları söz
konusu değildi. İsa Peygamberin annesi de yüce Allah'ın ayetlerini
tasdik eden, özü-sözü doğru bir insandı.
İsa Peygamberle annesinin her ikisi de, öbür insanlar gibi yemek
yerlerdi. Yemek yemek ve bunu izleyen eylemler, mümkünlük
ve yaratılmışlığın ilk belirtisi olan muhtaç olmaya dayanır. Buna
göre İsa Peygamber mümkünden doğmuş bir mümkündü. An
nesi aracılığı ile yaratılmış, peygamber olan bir kuldu. Her ikisi de
Allah'a kulluk ederler, ihtiyaçlarını karşılama peşinde koşarlardı.
Dolayısıyla rab olması söz konusu değildi.
Hıristiyanların ellerindeki İncil'lerde bu gerçek itiraf ediliyor.
Bu kitaplar Meryem'in Allah'a inanan, O'na kulluk eden bir bakire
olduğunu, İsa Peygamberin insandan türemiş bir insan olarak ondan
doğduğunu, İsa Peygamberin öbür peygamberler gibi Allah
tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamber olduğunu, kendisinin
ve annesinin sıradan insanlar gibi yiyip içtiklerini açıkça dile
getiriyorlar.
Bu saydıklarımız çeşitli İncil'lerde açıklanan hususlardır. Bunlar
İsa Peygamberin (a.s) bir kul ve peygamber olduğunu kanıtlayan
delillerdir.
Bu ayetin İsa Peygamber ile birlikte annesinin de ilâhlığını reddetmeyi
amaç edinmiş olması da mümkündür. Nitekim ileride
okuyacağımız "Sen mi insanlara, 'Allah'tan başka beni ve annemi
de iki tanrı edinin' dedin?" (Mâide, 116) ayetinden Meryem'i, İsa gibi
ilâh sayanlar olduğu anlaşılıyor.
Ayetin maksadı, Hıristiyanların ilim ve din adamlarını ilâh edindikleri
tarzda Meryem'i de ilâh edindiklerini ifade etmek de olabilir.
Bu ilâh edinme, Meryem'e ve din adamlarına diğer insanlardan
daha çok saygı ve bağlılık göstermek anlamındadır.
Her neyse bu duruma göre ayet, İsa Peygamber ile annesinin
ilâhlığını birlikte reddediyor. Bunun için İsa Peygamberin diğer
peygamberler gibi bir peygamber olduğunu, annesinin Allah'ın ayetlerine
inanan, özü-sözü doğru bir kadın olduğunu ve her ikisinin
de sıradan insanlar gibi yiyip içtiklerini açıklıyor ki, bunların tümü
ilâhlıkla çelişen niteliklerdir.
"Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir." ifadesinde
peygamberlerin Hz. İsa'dan önce göçtükleri, yani öldükleri belirtiliyor.
Bu da onun tıpkı öbür peygamberler gibi ölebilecek ve yaşayabilecek
bir insan olduğuna yönelik delilleri pekiştirmektedir.
"Bak, biz onlara ayetleri nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak, onlar
(bu ayetlerden) nasıl çevriliyorlar!" Hitap, Peygambere (s.a.a) yöneliktir
ve hayret ettirme maksadı taşımaktadır. Yani, bizim onlara
ayetleri, delilleri açıklama tarzımıza hayret et. En açık ayeti, en
belirgin tarzda açıklıyoruz ve bu ayet onların İsa Peygamberin ilâhlığı
ile ilgili iddialarının boşluğunu, dayanaktan yoksun oluşunu
kanıtlıyor.
Ayrıca, onların bu ayetler üzerinde düşünmekten nasıl yüz
çevirdiklerine, bunlardan yüz çevirip de nereye yönelmek
istediklerine ve bu ayetlerin iddialarının asılsızlığından ibaret olan
sonuçlarını niçin düşünmediklerine de hayret et. "De ki: 'Allah'ı bırakıp size ne zarar ve ne yarar dokundurma gücüne
sahip olmayan şeylere mi tapıyorsunuz?' Oysa Allah her şeyi işitir, her
şeyi bilir." Tarihin en eski çağlarından beri insanlar arasında bir ilâha
tapma eğilimi egemendi. Bu eğilim özellikle sıradan halk kitleleri
arasında barizdi. Bu kitlelerin çoğunluğu putlara tapardı. Tarihî
araştırmalardan elde edilen sonuçlara göre, halk kitleleri bu ilâhlara
kendilerinden kötülüğü gidermeleri ve kendilerine fayda sağlamaları
için tapıyorlardı. Allah'a sırf Allah olduğu için kulluk edenler,
sadece peygamberler ve onların ümmetleri içindeki Allah'a
bağlı seçkinlerdi.
İşte bundan dolayı yüce Allah, Peygambere, onlara sıradan insanların
eğilimleri doğrultusunda hitap etmesini emrediyor. Onların
Allah'a kulluk etmekteki sade fıtrî beklentilerine karşılık vermesini
öneriyor. Tıpkı putperestlere hitap ederken kullandığı dili
kullanıyor. On-lara hatırlatıyor ki, insanı Rabbe ibadet etmeye zorlayan
faktör, iyiliğin ve kötülüğün, faydanın ve zararın dizginlerinin
Rabbin elinde olduğunu inancıdır. İnsan, zararın ve faydanın maliki
olduğu için Rabbe kulluk eder. İnsan ona kulluk etmekle zarardan
korunmayı ve faydayı elde etmeyi bekler.
Allah'ın dışındaki bütün sözde ilâhlar zararı önleme ve fayda
sağlama adına hiçbir güce sahip değildirler. Çünkü o sözde ilâhlar
kesinlikle Allah'ın mülkünün bir parçasıdırlar ve öz güçten yoksundurlar.
O hâlde nasıl olur da, onlara kulluk sunulabilir ve hem
onların, hem diğer bütün varlıkların maliki olan Allah'a yöneltilen
kulluğa onlar da ortak edilir?!
Buna göre, kulluğun sırf Allah'a yöneltilmesi, O'na bu konuda
başka ortak koşulmaması gerekir. Çünkü işitmek ve karşılık vermek
sırf O'na mahsustur. Bu sıfatla O, sıkıntıya düşenlerin kendi
dergâhına yönelttikleri çağrıları işitir ve onlara karşılık verir. Sırf
O'dur ki, kullarının ihtiyaçlarını bilir, onlardan gafil kalmaz ve onlarla
ilgili yanlışlık yapmaz. O'nun dışındaki sözde ilâhların bu niteliklere
sahip olması söz konusu değildir. O sözde ilâhlar sadece Allah'ın
verdiği şeylere sahiptirler ve Allah'ın kendilerine bağışladığı
güç oranında güçlüdürler.
Bu açıklamadan şunlar ortaya çıkıyor:
1- Her ikisi de İsa Peygamberin ve annesinin mümkün (varlığı
zorunlu olmayan) ve muhtaç kullar oldukları mukaddimesine bağlı
olmakla birlikte bu ayetin içerdiği delil bir önceki ayetin içerdiği
delilden farklıdır. Bir önceki ayetin delili şuydu: İsa Peygamber ve
annesi iki muhtaç insan ve Allah'a itaatkâr iki kuldurlar. Bu durumda
olan birinin tapılan ilâh olması söz konusu olamaz. Bu ayetin
delili ise şudur: İsa Peygamber sonradan yaratılmış, muhtaç bir
varlıktır; kendisi Allah'ın mülküdür, zarar ve yarar dokundurma
gücüne sahip değildir. Bu durumda olan kimsenin Allah dışında ilâh
olması ve tapınılması söz konusu olamaz.
2- Bu delil, bir ilâha tapan sıradan insanın amacı bakımından
basit anlayışın ve sade aklın kavrayabileceği niteliktedir. Böylesine
sıradan bir insan, zararı gidermek ve fayda elde etmek için ilâh
edinip ona tapar. Bu güç ise, Allah'ın tekelindedir. Başka hiçbir
varlık bu güce sahip değildir. O zaman Allah'tan başkasına tapmanın
hiçbir amacı kalmıyor. O hâlde insanın Allah'tan başkasına
tapmayı reddetmesi gerekir.
3- "Size ne zarar ve ne yarar dokundurma gücüne sahip olmayan
şeylere..." ifadesinde, İsa Peygamber akıl sahibi bir varlık
olduğu hâlde, akıl sahipleri için kullanılan "men=kimseler" edatı
değil, aklı olmayan varlıklar için kullanılan "ma=şeyler" edatına
yer verilmesinin sebebi şudur:
Bu delil, akıl sahibi olmayan şeylere tapan putperestler için de
gündeme getiriliyor. İsa Peygamberin akıl sahibi bir varlık olması,
delilin eksiksiz olmasını etkileyecek bir faktör değildir. Bu delil, Allah
dışında tapılan bütün muhtemel ilâhlar hakkında eksiksizdir.
Üstelik, Allah dışındaki varlıklar akıl sahibi de olsalar, vücutlarının
diğer yetenekleri ve organları gibi, akılları ve bilinçleri kendilerinden
değildir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın dışındaki
taptıklarınız tıpkı sizin gibi birer kuldurlar. Eğer onlarla
ilgili düşünceniz doğru ise çağırın onları da size karşılık versinler
bakalım. Onların yürüyecek ayakları mı var? Tutacak elleri mi
var? Görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var? De
ki: Allah'a ortak koştuğunuz şeyleri yardıma çağırın, sonra hiç
göz açtırmadan bana tuzak kurun." (A'râf, 195)
Ayrıca, "ne zarar ve ne fayda" ifadesinde zarara faydadan önce
yer verilmesinin sebebi, yukarıda değindiğimiz sade fıtratın
mantığına ve tercihine uygun bir sıralama yapmaktır. Çünkü insan
doğası gereği, sahip olduğu nimetleri, elinde olduğu sürece kendi
malı olarak görür. Ne yok olabileceklerini düşünür ve ne elinden
gittikleri takdirde duyacağı elemi tasavvur edebilir. Fakat fiilen
karşılaştığı zarar ile elinden kaçırdığı için acısını yaşadığı kayıp
nimetler ile ilgili durum böyle değildir. O zaman fıtrat, insanı bu
zararı ve kaybı telafi edecek ve kendisine fayda getirecek bir ilâha
sığınması için uyarır. Şu ayetlerde buy-rulduğu gibi:
"İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve
ayaktayken bize yalvarır. Fakat sıkıntısını giderdiğimizde başına
gelen sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi olur." (Yûnus, 12)
"Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra insana bir rahmet
tattırırsak, 'Bu benim hakkımdır.' der." (Fussilet, 50) "İnsana bir
nimet verdik mi yüz çevirir, yan çizer. Fakat ona bir kötülük dokununca
yalvarır durur." (Fussilet, 51)
Bundan şu sonuç çıkıyor: Sıkıntıyla karşılaşmak, fayda elde
etmeye göre insanı inandığı ilâha saygı göstermeye, ona kulluk
etmeye daha kuvvetle sevk eden bir faktördür. İşte bundan dolayı
yüce Allah, "size ne zarar ve ne fayda dokundurma gücüne sahip
olmayan şeylere" ifadesinde zarara menfaatten önce yer vermiştir.
Buna benzer ayetlerde de aynı sıranın gözetildiğini görüyoruz.
Şu ayette olduğu gibi: "Müşrikler Allah'ı bir yana bırakarak hiçbir
şey yaratamayan, kendileri birer yaratık olan, kendilerine ne zarar
ve ne fayda dokundurma gücü bulunmayan, ölüm, yaşama ve
yeniden dirilme kendi ellerinde olmayan ilâhlar edindiler."
(Furkan, 3)
4- "De ki: Allah'ı bırakıp..." ayeti bütünü ile, kulluğu sırf Allah'a
yöneltmenin, bu konuda O'na başkasını ortak koşmamanın gere
ğine delildir. Bu delil, aşağıdaki şekilde özetleyeceğimiz iki delile
çözümlenir:
[1-] İlâh edinmek ve Rabbe kulluk etmek, zararı gidermek ve
faydayı elde etmek maksadı ile yapılır. Buna göre, kendisine kulluk
sunulan ilâhın buna gücünün yetmesi gerekir. Bu konuda hiçbir
şeye gücü yetmeyen sözde ilâhlara kulluk sunmak akıl kârı
değildir.
[2-] Yüce Allah ise işitendir, dergâhına yöneltilen çağrıya kulak
verir; ihtiyacın mahiyetini bilendir, bilmemek O'nun için söz konusu
değildir. Fakat O'nun dışındaki varlıklar böyle değildir. O hâlde
O'na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk sunulması gerekir.
"De ki: Ey Ehlikitap, dininizde haksız yere aşırılığa kapılmayın."
Peygambere (s.a.a) yönelik bir başka hitaptır. Bu hitapta Allah
ona, kendilerine kitap verilenleri dinleri konusunda aşırılıklara kapılmamaya
çağırmasını emrediyor. Kendilerine kitap verilenlerin,
özellikle de Hıristiyanların bu hastalığa kapıldıkları görülür. Sınırı
aşarak ifrata kaçan kimseye "galî" ["gulüv" kökünden ism-i fail]
denir. Bunun tefrit tarafındaki karşıtına da [ihmalkâr, ağır davranan
anlamında] "kalî" denir.
Yüce Allah'ın indirdiği kitapların açıkladıkları din, tevhidi emreder,
Allah'a ortak koşmayı reddeder, Allah'a ortak koşmayı yasaklar.
Kendilerine kitap verilenler, Yahudi ve Hıristiyan kesimleri
ile genel olarak bu hastalığa yakalanmışlardır. Gerçi bu konuda
Hıristiyanların durumu daha vahim, daha fecidir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yahudiler, 'Üzeyr, Allah'ın
oğludur.' dediler. Hıristiyanlar da, 'Mesih, Allah'ın oğludur.' dediler.
Bunlar, onların ağızlarında geveledikleri (dayanıksız) sözlerdir. (Böyle
demekle) daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar. Allah
kahretsin onları! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! Onlar Allah'ı bir
yana bırakarak âlimlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i ilâh
edindiler. Oysa onlara sadece kendisinden başka ilâh olmayan
bir tek ilâha tapmaları emredilmişti. O, onların koştukları sözde
ortaklardan uzaktır." (Tevbe, 30-31)
Gerçi bugünün Yahudilerinin Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu
söyledikleri görülmüyor. Fakat ayet, indiği asırda onların bu sözü
söy-lediklerine tanıklık ediyor.
Anlaşılan, bu onursal bir unvandı. Üzeyr, Yahudilere hizmet etmiş-
ti. Babil esaretinden sonra tekrar Urşelim'e (Beyt'ül-Makdis'e)
dön-melerine yardımcı olmuştu. Buhtunnussar istilası sırasında
kaybolan Tevrat'ı tekrar toplamıştı. Bu hizmetlerinin karşılığı olarak
ona onursal bir unvan olarak Allah'ın oğlu unvanını vermişlerdi.
Tıpkı günümüz Hıristiyanlarının babalığı onursal bir unvan olarak
kullandıkları ve papalara, patriklere ve keşişlere baba dedikleri
gibi. (Pap ve papa, baba demektir.) Nitekim yüce Allah, "Yahudiler
ve Hıristiyanlar, 'Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz.' dediler."
(Mâide, 18) buyuruyor.
Hatta ikinci ayet, yani "Onlar Allah'ı bir yana bırakarak âlimlerini,
rahiplerini ve Meryem oğlu İsa Mesihi ilâh edindiler." (Tevbe,
31) ifadesi, buna delâlet ediyor bile. Çünkü burada İsa Peygamberin
adı geçiyor, fakat Üzeyr'in adı geçmiyor. Dolayısıyla ayet, onun
"alimlerini, rahiplerini" ifadesinin kapsamına girdiğine, onların âlimlerine
olduğu gibi Üzeyr'e de Allah'ın oğlu unvanını verdiklerine
delâlet ediyor. Yukarıda söylediğimiz gibi bu arada özellikle
Üzeyr'in adını anmalarının sebebi, ona kendilerine yaptığı hizmetlerinden
dolayı özellikle teşekkür etmek istemiş olmalarıdır.
Sözün kısası; Yahudilerin ve Hıristiyanların peygamberlerini,
âlimlerini ve rahiplerini ilâh yerine koyarak onlara karşı Allah'tan
başkasına karşı sergilenmesi caiz olmayan bir huzu sergilemeleri,
dinleri konusunda saplandıkları bir aşırılıktır ki Allah, Peygamberinin
dili ile onlardan buna son vermelerini istiyor.
Dinde aşırılığın "haksızlık"la kayıtlandırılması -ki aşırılık mutlaka
haksız olur- pekiştirme amacını taşır. Ayrıca aşırılığın kaçınılmaz
sonucunu aşırılıkla birlikte zikretme (lâzımı melzumla birlikte
zikretme) isteğine dayanır. Böylece uyarıya muhatap olanların
bu gerçeği göz ardı etmemeleri amaçlanmıştır. Çünkü aşırılığa
düşenler aşırılığa düşerlerken bu gerçeği göz ardı etmiş veya göz
ardı etmiş gibi davranmışlardı.
Baba unvanını bütün maddî ve cismanî noksanlıklarından soyutlayarak
sırf yoktan var edici ve yetiştirici anlamında her türlü
eksiklikten münezzeh olan Allah'a ıtlak etmenin, aynı şekilde oğul
kelimesini analitik soyut anlamında (Allah'ın yaratıklarından biri
hakkında) kullanmanın aklen hiçbir engeli olmasa da şeriat buna
izin vermez. Çünkü yüce Allah'ın isimleri sayılı ve belirlidir. Eğer
O'na değişik isimler takmak serbest olursa, bundan birçok sakıncalar
doğar.
Yahudiler ve Hıristiyanların özellikle de Hıristiyanların kilise
önderlerinin baba ve oğul unvanlarını Allah ile
irtibatlandırmalarından yüz yıllar boyunca doğan ve günümüzde
de etkisini sürdüren sakıncalar bu konuda yeterli bir örnektir.
"Ve önceden sapıtmış, birçoklarını saptırmış ve düz yoldan şaşmış
olan bir kavmin keyfî isteklerine uymayın." Ayetin akışından anlaşıldığına
göre burada nefsani isteklerine uyulması yasaklanan kavimden
maksat, kendilerine uyulan, görüşlerine ve emirlerine itaat
edilen kimselerdir. Buna göre, bunların sapıtmış olmaları, kendi
görüşlerine bağlılıkları yüzünden olurken birçoklarını saptırmış
olmaları da başkalarının onlara uymaları yolu ile gerçekleşmektedir.
Düz yoldan şaşmış olmaları ise, kendi sapmalarının ve başkalarını
saptırmalarının sonucudur. Bu, sapıklık üstüne sapıklıktır.
Yine ayetin akışından anlaşıldığına göre, bu kavimden maksat
put-perestlerdir. Çünkü ayetin akışından anlaşılan, sadece Peygamberimizin
(s.a.a) zamanındaki Ehlikitab'a değil, bütün zamanların
Ehlikitabı-na yöneliktir. Eğer hitap sadece Peygamberimizin
zamanındaki Ehli-kitab'a yönelik olsaydı, ayetin sonraki
Ehlikitab'a eski atalarına uymayı yasakladığı düşünülebilirdi. [Fakat
hitap bütün zamanların ki-tap ehline yönelik olduğu için uyulmaması
istenenlerin putperestler ol-duğu sonucu çıkıyor.]
"Yahudiler, 'Üzeyr, Allah'ın oğludur' dediler. Hıristiyanlar da
'Mesih, Allah'ın oğludur' dediler. Bunlar onların ağızlarında
geveledikleri (dayanaksız) sözlerdir. (Böyle demekle) daha
önceki kâfirlere özeniyorlar." (Tevbe, 30) ayeti de bu ihtimali
güçlendirmekte, hatta ona delil oluşturmaktadır.
Böylece burada, Kur'ân'ın işaret ettiği bir tarihî analiz gerçeği
ile karşı karşıyayız. Bu tarihî gerçek şudur: Babalık ve oğulluk gibi
sapık dogmalar Yahudilerin ve Hıristiyanların inanç sistemlerine
kendilerinden önce yaşamış putperestler tarafından sızmıştır. Bu
kitabın üçüncü cildinde Âl-i İmrân suresinde yer alan Hz. İsa ile ilgili
hikâyelerin incelenmesi sırasında bu görüşün, Hind ve Çin'deki
Brahman ve Budist putperestlerin sözleri ve görüşleri arasında yer
aldığını belirtmiştik. Eski Mısırlılar ile diğer putperestler arasında
da bu tür sapık görüşlere rastlanmıştır. Ne var ki bu görüş, kitaplı
dinlere kendi davetçilerinin eliyle dinî bir kılıfa sokularak sızdırılmıştır.
Böylece tevhit dini ismini taşıyan bir putperestlik ortaya
çıkmıştır.
"İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle
lânetlendi... Yaptıkları ne kötü bir şeydi!" Bu ayetlerde,
İsrailoğullarından kâfir olanların kendi peygamberlerinin dili ile
lânetlendiği bildiriliyor. Burada, bu ayetlerde Allah'ın kâfir olduklarını
bildirdiği Yahudilere yönelik bir tariz vardır. Onların kendi peygamberlerinin
bedduası ile lânetlendikleri belirtiliyor. Buna gerekçe
olarak da, onların kendi peygamberlerine karşı gelmeleri ve sürekli
Allah'ın sınırlarını çiğnemeleri gösteriliyor. "Onlar, işledikleri
kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı." ifadesi, "ve sınırları
çiğniyorlardı." ifadesinin açıklaması mahiyetindedir.
"Onların çoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün..." Bu ifade,
onların Allah'ın koyduğu sınırları çiğnediklerini gösteren somut bir
örnek veriyor. Çünkü onlar eğer gerçek anlamda dinlerine değer
verselerdi, ona bağlı olurlar ve onun çizdiği sınırları çiğnemezlerdi.
Bunun gereği tevhit inancına bağlı olanları dost edinip Allah'ı inkâr
edenlerden uzak durmalarıdır. Çünkü bir toplumun kutsal değerlerinin
düşmanları aynı zamanda o toplumun da düşmanlarıdır. Eğer
o toplum, kutsal değerlerinin düşmanlarını sever, dost edinirse
bu tutum, o toplumun kutsal değerlerinden yüz çevirdiğini, onlardan
koptuğunu gösterir. Çünkü düşmanın dostu düşmandır. Bunun
arkasından onlar, "Kendilerinin kendileri için hazırladıkları
şey, ne kötüdür." ifadesi ile yeriliyorlar.
Kendileri için hazırladıkları şeyden maksat, nefislerinin arzusuna
uyarak kâfirleri dost edinmektir. Bu davranışın karşılığı ve
cezası şu oldu: "Allah onlara gazap etmiş ve sürekli azapta kalıcıdırlar."
Bu ayette davranışın sonucu ve cezası davranışın kendisi
yerine konmuştur. Bununla da adamların bu davranışı yapmakla
sanki bu davranışın cezasını kendileri gerçekleştirmiş, hazırlamış
oldukları vurgulanıyor.
"Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve ona indirilene inansalardı, onları
(kâfirleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasık (yoldan çıkmış)
kimselerdir." Yani, şu kendilerine kutsal kitap verilenler Allah'a,
Muhammed Peygambere (s.a.a) ve ona indirilen kutsal kitaba veya
örneğin kendi peygamberleri Musa'ya ve örneğin ona indirilen
Tevrat'a inansalardı, o kâfirleri dost edinmezlerdi. Çünkü iman, diğer
sebepleri etkisiz hâle getirir. Fakat onların çoğu fasık, yani
iman etmemekte inatla direnen kimselerdir.
Tefsirciler bu ayet için başka bir yorum tarzını muhtemel görmüşlerdir.
Buna göre, "kanû" ve "yuminûne" fiillerindeki zamirler
ile "ittehazûhum" ifadesindeki "hum" zamiri, (bir önceki ayetteki)
"ellezî-ne keferû=kâfirleri" ibaresine dönüktür. O zaman ayetin anlamı
şöyle olur: "Eğer Ehlikitab'ın dost edindiği o kâfirler Allah'a,
Peygambere ve Kur'ân'a inansalardı, Ehlikitap onları dost
edinmezdi. Onları dost edinmelerinin sebebi, onların kâfir olmasıdır."
Bu yorum tarzı haddi zatında sakıncasız olsa da "Fakat onların
çoğu fasık (yoldan çıkmış) kimselerdir." ifadesindeki söz akışı
değişmesi ile uyuşmaz.
"İnsanlar arasında müminlere düşmanlıkta en şiddetli olanların,
Yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu görürsün. Müminlere sevgice
en yakın olanların da, 'Biz Hıristiyanız' diyenler olduğunu görürsün."
Daha önceki ayetlerde genel olarak Ehlikitab'ın ortak kötülükleri
ile bunların bazı kesimlerinin özel kötülükleri açıklanmıştır. Meselâ
Yahudilerin "Allah'ın eli kolu bağlıdır." şeklindeki ve Hıristiyanların,
"Allah Meryem oğlu Mesih'tir." biçimindeki sözleri hatırlatılmıştır.
Bu ayetlerde ise, bu iki gruptan her birinin müminlere ve müminlerin
dinlerine karşı takındıkları özel tavırlarına dikkat çekilmiş,
bunların tutumlarına müşriklerin tutumu da eklenmiştir. Böylece
Müslüman olmayan ümmetlerin İslâm ile aralarındaki yakınlık
ve uzaklık konusu hakkında son söz söylenmiştir.
Bu son söz şudur: Hıristiyanlar, bu ümmetlerin sevgice Müslümanlara
en yakın olanı ve İslâm'ın hak çağrısına kulak vermeye
en yatkın olanıdırlar.
Hıristiyanların, Müslümanlara en çok sempati besleyen kesim
olarak sayılmalarının gerekçesi, bir sonraki "Peygambere indirileni
işittikleri zaman, gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden
yaşlar akarken..." ayetinde anlaşılacağı üzere bunların arasında
Peygambere (s.a.a) iman edenlerin bulunmasıdır. Fakat
eğer bir grup Hıristiyan'ın iman etmiş olması onların bütünü hak
kındaki bu iyimser yaklaşımı haklı çıkarabilseydi, Yahudilerin ve
müşriklerin de Hıristiyanlar gibi sayılmaları ve onlar için de aynı iyimser
yaklaşımın benimsenmesi gerekirdi. Çünkü Yahudilerden
bir grup da Müslüman olmuştu. Abdullah b. Selâm ve arkadaşları
gibi. Arap müşriklerinin bir bölümü de Müslüman olmuştu. Üstelik
bunlar o günkü Müslüman nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlardı.
O hâlde Hıristiyanlara, "Peygambere indirileni işittikleri zaman..."
ayeti gibi bir ifade ile özellik tanınıp Yahudiler ile müşriklere
böyle bir özellik tanınmaması, Hıristiyanların İslâm çağrısını güzel
bir şekilde karşıladıklarını ve Peygamberin davetine icabet ettiklerini
gösterir. Oysaki onlar dinlerine bağlı kalıp cizye vermek ile
İslâm'ı kabul etmek veya savaşmak şıkları arasında serbest
bırakılmışlardı.
Ama müşriklerin durumu böyle değildi. Onlardan kabul edilebilecek
tek davranış, İslâm çağrısını kabul etmekti. Bu yüzden onlardan
çok kişinin iman etmesi, bu çağrıyı güzel bir şekilde karşıladıklarını
göstermez. Üstelik onların Peygamberimize (s.a.a) çektirdikleri
eziyetler, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve kabalıklar
bilinmektedir.
Yahudiler de öyle. Onlar da tıpkı Hıristiyanlar gibi dinlerine
bağlı kalıp Müslümanlara cizye verme arasında serbest bırakıldıkları
hâlde Müslümanlara tepeden bakmayı sürdürdüler, taassuplarını
pekiştirdiler, hilelere ve entrikalara başvurdular, verdikleri sözleri
çiğnediler, Müslümanlara karşı hep fırsat kolladılar, onlara
hep ıstırap ve acı tattırdılar.
Hıristiyanlar ile Peygamberimiz (s.a.a) ve İslâm çağrısı arasındaki
bu yakınlık ve buna karşılık Yahudiler ile müşriklerin sergiledikleri
serkeşlik ve taassup Peygamberden sonra da aynen devam
etti. Daha sonraki yüzyıllarda birçok Hıristiyan grup İslâm'ın çağrısını
kabul ederken Yahudiler ile putperestlerden Müslüman olanlar
az sayıda kaldılar. Bu kesimlerin ayette sözü edilen özelliklerini
tarih boyunca sürdürmeleri Kur'ân'ın onlar hakkındaki hükmünün
doğruluğunu kanıtlamaktadır.
Bilindiği gibi, "İnsanlar arasında müminlere düşmanlıkta en
şiddetli olanların..." ayeti, genel bir kuralı özel bir hitap çerçevesinde
ifade ediyor. Bunun benzeri, daha önceki "Onların çoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün." ve "Onların çoğunun günaha...
koştuklarını görürsün." ayetleridir.
"Bu, onların arasında keşişler ve rahiplerin varolmasından ve onların
büyüklük taslamadıklarından dolayıdır." Ayette geçen "kıssîs" kelimesi
"keşiş" kelimesinin Arapçalaştırılmış biçimidir. Yine ayette
yer alan "ruhban" kelimesi "rahib" kelimesinin çoğuludur, bazen
tekil olarak da kullanılır. Ragıp İsfahanî şöyle diyor:
"Rehbet ve Ruhb, sakınmayla birlikte olan korku demektir...
Terehhub, tapınma demektir. Rehbaniyet (ruhbaniyet), aşırı korkudan
kaynaklanan tapınmada çok ileri gitmek anlamına gelir.
Yüce Allah 'Onların uydurduğu rehbaniyet...' diye buyurmuştur.
'Ruhban' kelimesi hem çoğul, hem de tekil olarak kullanılır. Onu
tekil olarak kullananlar çoğulunu 'rehabîn' şeklinde getirirler."
(Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Yüce Allah, Hıristiyanların müminlere en çok yakınlık gösteren,
en fazla sempati besleyen kesim olmalarını, Yahudilerde ve
putperestlerde bulunmayan şu üç sebep ile izah ediyor: 1) Hıristiyanlarda
âlimler vardır. 2) Hıristiyanlarda rahipler ve zahitler vardır.
3) Hıristiyanlar büyüklük taslayan ve başkalarını hor gören bir
kesim değildirler. Bunlar onların mutluluğu elde etmeye hazırlıklı
olmalarının anahtarlarını oluştururular.
Söylemek istediğimiz şudur: Dinî hayatın mutluluğu, ilme dayalı
salih amel ile gerçekleşir. Başka bir deyişle bu mutluluk, hakkın
kabul edilmesi ve buna uygun amellerin yapılması demektir.
Bunun için dinin hakikatinin yani hak dinin idrak edilmesini sağlayacak
bilgiye ihtiyaç vardır.
Hakka uygun amel etmeye hazır hâle gelmek için hakkı idrak
etmek tek başına yeterli değildir. İnsanın nefsindeki iyi amel
yapmayı engelleyen niteliğin de ortadan kalkması gerekir. Bu engel,
taassup ve benzeri sebeplerle büyüklük taslayarak haktan yüz
çevirmektir. İnsan eğer faydalı bilgi ile donanır ve hakka karşı büyüklük
taslamayı bırakıp hakka karşı insaflı davranmayı ilke edinirse,
hak uyarınca amel etmeye hazır hâle gelir.
Yalnız bunun için ortamın buna ters olmaması şarttır. Çünkü
ameller ve davranışlarda ortamın davranışa uygunluğunun etkisi
büyüktür. Toplumun genelinin bütünü birtakım davranışları be
nimsemesi, fertlerini onlara uygun şekilde yetiştirmesi ve fertlerin
bu kalıplaşmış davranışları gelenek hâline getirerek nesilden
nesile aktarması durumunda, bu davranışlar mutluluğu bozan zararlı
davranışlar olsa bile, fertler bunların üzerinde düşünmeye, onları
irdelemeye ve onlardan kurtulmaya fırsat bulamaz.
Yararlı davranış kalıpları için de aynı şey söz konusudur. Eğer
yararlı ve iyi işler bir toplumda yerleşirse, fertlerin onları bırakması
zor olur. Nitekim "Alışkanlık, ikinci bir tabiattır." denmiştir. Bundan
dolayı bir ferdin eskiye aykırı ilk davranışı yapması son derece
zordur. Aynı zamanda bu ilk aykırı davranış, ferde böyle yapmanın
mümkün olduğunu gösterir. Sonra bu aykırı davranışın her tekrar
edilişi, işi kolaylaştıran ve zorluğun oranını düşüren yeni bir adım
olur.
Bu nedenle insan, herhangi bir davranışın yararlı ve hak olduğunu
kavrayıp hakka karşı gelip büyüklük taslama duygusunu yenerek
içindeki inatı söküp attığında, onun için en etkili destek, bir
başkasının o davranışı yaptığını görmek ve böylece kendisinin aynı
davranışı yapabileceğini anlamaktır.
Bundan şu anlaşılıyor: Bir toplumun hakkı kabul etmeye hazır
hâle gelebilmesi için öncelikle hakkı bilen ve öğreten âlimlere sahip
olması gerekir. Arkasından hakka uygun davranan öncü kişilerin
bulunması gerekir. O sayede sıradan halk, o davranışın yapılabileceğini
kavrar ve güzel olduğunu görür. Bunların yanı sıra sıradan
halkın, hak ortaya çıktığında ona boyun eğmeye, ondan yüz
çevirmemeye alışması gerekir.
İşte bundan dolayı yüce Allah, Hıristiyanların dinin hak çağrısını
kabul etmeye yakın olmalarının gerekçesi olarak onların arasında
keşişler ile rahiplerin bulunmasını ve onların büyüklük taslamadıklarını
gösteriyor. Buna göre onların arasında kendilerine
hakkın ve dinî bilgilerin önemini sürekli olarak sözle hatırlatan ilim
adamları bulunduğu gibi onlara Rablerinin yüceliğini, dünyevî
ve uhrevî mutluluklarının önemini amelleri ile hatırlatan rahipler
de vardır. Ayrıca onlar hakkı kabul etmeyi engelleyen serkeşlikten
de uzaktırlar.
Yahudilere gelince, gerçi onların arasında da bilgi sahibi din
adamları vardır. Ama onlar serkeş ve gururludurlar. İnatları ve
kendilerini üstün görmeleri, hakkı kabul etmeye hazır hâle gelmelerine
imkân vermiyor.
Müşriklere gelince, onlar hem ilim adamlarından ve zahit kişilerden
yoksundurlar, hem de kendini beğenmişlik illetinin pençesindedirler.
"Peygambere indirileni (Kur'ân'ı) işittikleri zaman, gerçeği tanımalarının
sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediklerini
görürsün..." "Fâzet'il-aynu bi'd-dem'i" demek, "Gözden yaşlar boşandı."
demektir. "Min'ed-dem'i" ibaresindeki "min" edatı başlangıç,
"mim-ma" ibaresindeki kaynak, "min'-el-hakkı" ibaresindeki
ise, açıklama anlamı taşır.
"Rabbimizin bizi iyi kullar arasına katacağını umarken Allah'a ve bize
gelen gerçeğe niçin inanmayalım?" Bu ayette yer alan "yudhilena"
fiili "ca'l" anlamını içeriyor gibidir. Bu yüzden "maa" edatı aracılığı
ile müteaddi (geçişli) fiil yapılmıştır. Ayetin anlamı "Rabbimizin bizi
salihlerle beraber kılarak bizi onların arasına katacağını umarken..."
şeklindedir.
Hıristiyanların bize Allah tarafından nakledilen bu davranışları
ve sözleri onların müminlere daha çok sempati duydukları yolundaki
ilâhî açıklamayı doğruluyor. Ayrıca bu davranışları ve sözleri,
aralarında faydalı bilgi ile iyi amellerin bulunduğuna ve hakka boyun
eğmiş insanlar olduklarına kesinlik kazandırıyor. Çünkü onların
arasında keşişler ve rahipler vardı ve onlar büyüklük
taslamıyorlardı.
"Böylece Allah onları bu sözlerinden dolayı... ödüllendirdi. Bu, iyi kulların
mükâfatıdır. Kâfir olup... onlar cehennemliktirler." "İsâbe" karşılık
vermek, ödüllendirmek demektir. İlk ayette onların mükâfatı, ikinci
ayette ise, onlara ters düşenlerin cezası anlatılıyor. Bu anlatımda
bütün şıklar karşıtlık ilkesi gözetilerek ele alınmıştır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Maani'l-Ahbar adlı eserde İmam Rıza'dan (a.s), onun da atalarından naklettiğine göre Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Her ikisi de yemek yerlerdi, ifadesinin anlamı, her ikisi de ayak yoluna giderdi, şeklindedir."
Ben derim ki: Bu rivayet, Tefsir'ul-Ayyâşî'de de merfu olarak
ak-tarılmıştır. [c.1, s.335, h:159] el-Kâfi adlı eserde Ebu Ubeyde el-Hazzâ'ya dayanılarak verilen bilgiye göre, İmam Sadık (a.s) "İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlendi." ifadesi hakkında şöyle buyurdu: "Domuz kılığına sokulanlar Davud'un diliyle, maymun kılığına sokulanlar Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlendiler." [c.8, s.200, h:240]
Ben derim ki: Bu rivayet, Tefsir'ul-Kummî ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de de İmam Sadık'tan (a.s) nakledilmiştir.1 Ehlisünnet kanalıyla Mucahid'den, Katade'den ve başkalarından nakledilen bir rivayete göre "Maymun kılığına sokulanlar Davud'un diliyle, domuz kılığına sokulanlar ise Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlendiler." şeklindedir. İleride görüleceği üzere bazı Şiî kaynaklı rivayetler de bu rivayetle aynı içeriği taşıyor.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde verilen bilgiye göre, İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "İyle halkı Cumartesi avlanma yasağını çiğnediğinde Davud Peygamber onlara lânet etti. Onların yasağı çiğnemeleri onun zamanına rastlamıştı. Davud Peygamber, 'Allah'ım, onlara lâneti cübbe gibi ve iki belin iki yakasını saran kuşak gibi giydir' dedi. Allah da onları maymuna dönüştürdü. Hz. İsa ise kendilerine gökten yemek sofrası indiği hâlde arkasından kâfir olanlara lânet etti. Onlar zorba hükümdarları dost ediniyorlar ve dünya menfaati elde edebilmek için onların ihtiraslarını güzel gösteriyorlardı."
Ben derim ki: Kur'ân, Cumartesi yasağını çiğneyen Yahudilerin maymuna dönüştürüldüklerini doğruluyor. Şu ayetler bunun delildir: "İçinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri elbette bilmişsinizdir. Onlara, "Aşağılık maymunlara dönün.' dedik." (Bakara, 65) "Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkından sor. Hani onlar Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü Cumartesi günü onlara akın akın balık geliyordu. Fakat diğer günlerde onlara balık gelmiyordu... Hani o kasabalılardan bir grup 'Allah'ın yok edeceği veya ağır bir azaba çarptıracağı bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz?'
dedi de öğüt verenler, 'Rabbinize karşı bir mazeretimiz
olsun ve belki onlar sakınırlar.' dediler... Sakındırıldıkları kötülüğü ısrarla ve küstahça işlemeye devam edince kendilerine, 'Aşağılık maymunlar olun.' dedik." (A'râf, 163-166)
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Abd b. Humeyd, Ebu'ş-Şeyh, Taberanî ve İbn-i Mürdeveyh aracılığı ile İbn-i Mesud'a dayanılarak verilen bilgiye göre, Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu:
"İsrailoğulları günah işleyince âlimleri onları tazir yolu ile sakındırdılar. Sonra daha dün günah işlememişler gibi onlarla oturdular, yiyip içtiler. Yüce Allah bu durumu görünce onların kalplerini birbirine benzetti ve peygamberlerden birinin diliyle hepsine lânet etti." Sonra Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Vallahi, ya iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve onların hakka boyun eğmelerini sağ-larsınız veya Allah kalplerinizi birbirine benzetir ve size İsrailoğulları gibi lânet eder."
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Abd b. Humeyd aracılığı ile Muaz b. Cebel'e dayanılarak verilen bilgiye göre, Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: "Hediyeleri hediye oldukları sürece alın. Eğer verilen şey dininizden bir rüşvet ise onu almayın. Fakirlik ve korku sizi bunu kabul etmeye itmesin. Yecucoğulları gelmiştir artık. İslâm çarkı ise, dönmeye devam edecek. Kur'ân çarkı ne yönde dönerse, siz de o yönde dönün. Kur'ân ile sultanın savaşacağı ve birbirlerinden ayrı düşecekleri günler yakındır. Başınıza öyle hükümdarlar geçecek ki, sizin için başka ve kendileri için başka hükümler verecekler. Onlara itaat etseniz, sizi yoldan çıkaracaklar, karşı çıksanız, sizi öldürecekler."
Ashap, "Ya Resulullah! O günleri görürsek, ne yapmalıyız?' diye sordular. Peygamber şöyle buyurdu: "İsa Peygamberin arkadaşları gibi olursunuz. Onları testere ile biçerek bedenlerini ikiye ayırdılar ve dar ağacında astılar. İtaat uğruna ölmek, isyan içindeki hayattan daha iyidir. İsrailoğullarının ilk eksikliği şu oldu: Onlar, tazir geleneği uyarınca iyiliği emredip kötülükten sakındırırlardı.
Fakat onlardan biri suçladığı bir arkadaşı ile karşılaşınca onunla yer ve içerdi. Sanki onu hiç suçlamamış gibi davranırdı. Bu yüzden Allah, İsrailoğullarını Davud Peygamberin dili ile lânetledi. Bu lânet onların Allah'ın emirlerine karşı gelmelerinin ve Allah'ın koyduğu sınırları aşmalarının sonucu idi."
"Canımı elinde tutan Allah'ın adına yemin ederim ki, ya iyiliği emredip kötülükten sakındırırsınız veya Allah aranızdaki kötüleri başınıza musallat eder. O zaman aranızdaki iyiler dua ederler, ama dualarınız kabul olmaz."
"Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emredip kötülükten sakındırırsınız, zalimin elini tutup onu hakka boyun eğmeye zorlarsınız veya Allah kalplerinizi birbirine benzetir." Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde şöyle geçer: İbn-i Raheveyh, Buharî -el-Vahdaniyyat adlı eserinde-, İbn'üs-Seken, İbn-i Mündih, Ba-verdî -Marifet'üs-Sahabe adlı eserinde-, Taberanî, Ebu Nüaym ve İbn-i Mürdeveyh, İbn-i Abza'dan, o da babasından şöyle tahriç eder: "Peygamberimiz bir hutbe verdi. Önce Allah'a hamd-u sena etti. Arkasından Müslümanlardan bazı grupları anarak onları hayırlı sözler ile övdü. Sonra şöyle dedi: "Bazı kavimler niçin komşularını bilgilendirmiyorlar, onlara dini eğitim vermiyorlar, iyiliği emredip kötülükten sakındırmıyorlar? Bazı kavimler niçin komşularından öğrenmiyorlar, dini eğitim almıyorlar ve bu yolla bilgilerini geliştirmiyorlar. Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, onlar ya komşularını bilgilendirirler, onlar da onlardan dini eğitim alırlar ve bu yolla bilgilerini geliştirirler veya onları daha dünyadayken cezaya çarptırırım."
Peygamberimiz bu konuşmanın arkasından minberden inerek evine gitti. Ashap, "Peygamber, bu sözleri ile kimi kastetti acaba?" diye sordular ve aralarında şöyle dediler: "Peygamber, bu sözleri ile Eş'arî kabilesini kastetmiş olmalıdır. Onlar fakih ve âlim kimseler olmalarına rağmen kaba ve cahil komşuları vardır. Bu konuşmayı haber alan Eş'arî kabilesinden bir heyet bir araya gelerek Peygambere (s.a.a) geldiler ve "Müslümanlardan bazı grupları hayırla, bizi ise kötü bir dille anmışsınız, hâlimiz ne olacak?"
dediler. Peygamberimiz onlara, "Ya komşularınızı bilgilendirir, onları dini konularda eğitir, iyiliği emredip kötülükten sakındırırsınız veya daha dünyadayken sizi cezalandırırım." dedi. Onlar da, "Ey Allah'ın Resulü, bize bir yıl süre tanı. Bir yıl içinde biz onları bilgilendiririz, onlar da gerekli bilgileri öğrenirler." dediler. Bunun üzerine Peygamber onlara bir yıl süre tanıdı. Arkasından "İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın
diliyle lânetlendi. Çünkü onlar karşı geldiler ve sınırları çiğniyorlardı. Onlar, işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Yaptıkları ne kötü bir şeydi!" ayetlerini okudu. Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Heysem Temimî'ye dayanılarak verilen bilgiye göre, İmam Sadık (a.s) "Onlar, işledikleri kötülük- lerden birbirlerini sakındırmazlardı. Yaptıkları ne kötü bir şeydi!" ayeti hakkında şöyle dedi: "Onlar, o kötü işleri yapanların girdikleri yere girmiyor, onlarla düşüp kalkmıyorlardı. Fakat onlarla karşılaştıklarında yüzlerine gülüyor, onlara yakınlık gösteriyorlardı." [c.1, s.335, h:161]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'nin Mervan'a, onun da bir arkadaşına dayanarak verdiği bilgiye göre, İmam Sadık (a.s) Hıristiyanların Müslümanlara yönelik düşmanlıklarını anlattıktan sonra dedi ki: "Yüce Allah'ın 'Bu onların arasında keşişler ve rahiplerin varolmasından ve onların büyüklük taslamadıklarından dolayıdır.' ayetinde sözünü ettiği Hıristiyanlar, İsa Peygamber ile Muhammed Peygamber arasında yaşayan ve Muhammed Peygamberin gelişini bekleyen kimselerdir." [c.1, s.335, h:162] Ben derim ki: Ayetten onun anlamının sınırlı olduğu değil, genel olduğu anlaşılıyor. Her hâlde İmamın maksadı, bu övgünün o Hıristiyanlar tutumlarını değiştirmedikleri sürece kendileri için geçerli olduğu yolundadır. Nitekim Müslümanlara yönelik herhangi bir övgü için de aynı kural geçerlidir.
ed-Dürr'ül-Mensûr'da Abd b. Humayd, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i Mürdeveyh'e dayanılarak verilen bilgiye göre Said b. Cübeyr, "Bu, onların arasında keşişler ve rahiplerin varolmasından... dolayıdır." ayeti hakkında şöyle dedi: "Bunlar, Habeşistan hükümdarı Necaşî'nin elçileridir. Necaşî onları Müslüman olduğunu, kavminin İslâm'a girdiğini haber vermek için gönderdi. Bunlar yetmiş seçme kişi idi, kavimlerin en bilgililerinden ve en yaşlılarından oluşuyorlardı."
Bu rivayetin başka bir ifadesinde Said b. Cübeyr'in sözleri şöyledir: "Habeşistan hükümdarı, en seçme arkadaşlarından oluşmuş otuz kişilik bir heyeti Peygambere gönderdi. Bunlar Peygambere gelip de yanına girince Peygamber onlara Yâsîn suresini okudu. Onlar da Kur'-ân'ı işitip de onun hak olduğunu anlayınca ağlamaya başladılar."
başladılar." "Bunun üzerine onlar hakkında "Bu, onların arasında keşişler ve rahiplerin varolmasından... dolayıdır." ayeti indi. Şu ayet de onlar hakkında indi: 'Bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz de ona (Kur'ân'a) inanırlar... Onlara sabretmiş olmalarından dolayı mükâfatları iki kat verilir.' (Kasas, 52-54)"
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr'da İbn-i Cerir, İbn-i Ebu Hatem ve İbn-i Mürdeveyh'e dayanılarak verilen bilgiye göre, İbn-i Abbas şöyle dedi: "Peygamberimiz Mekke'de olduğu sırada müşriklerin ashabına bir kötülük yapacağından korktuğu için aralarında Cafer b. Ebu Talib'in, İbn-i Mesud'un ve Osman b. Maz'un'un da bulunduğu bir grup Müslümanı Habeşistan hükümdarı Necaşî'ye gönderdi." "Müşrikler bu haberi alınca hemen Amr b. As'ın başkanlığında bir heyeti Habeşistan'a gönderdiler. Söylendiğine göre müşriklerin heyeti Peygamberimizin ashabından daha önce Necaşî'nin yanına vardı. Müşrikler Necaşî'ye 'Bizim aramızda bir adam ortaya çıktı. Kureyş kabilesinin akıllarını ve hayallerini bozdu. Peygamber olduğunu iddia ediyor. Bu günlerde sana bir heyet gönderdi. Maksatları kargaşa çıkarmak ve kavmini senin aleyhine çevirmektir. Sana gelip onların durumunu bildirmek istedik.' dediler."
"Hükümdar, 'Eğer bana gelirlerse, ne dediklerine bakarım.' dedi. Resulullah'ın (s.a.a) ashabı geldiklerinde Necaşî'nin sarayının kapısında, 'Allah'ın dostlarına izin ver.' dediler. Hükümdar, 'Buyursunlar, Al-lah'ın dostları hoş geldiler.' dedi. İçeri girince hükümdara selâm verdi-ler. Bunun üzerine müşrikler, 'Ey hükümdar, gördün mü, biz sana doğruyu söylemiştik. Bu adamlar senin selâmladığın biçimde seni selâmlamadılar.' dediler. Hükümdar Müslümanlara 'Niye benim selâmladığım biçimde beni selâmlamadınız?' diye sordu. Müslümanlar, 'Biz seni cennettekilerin ve meleklerin selâmı ile selâmladık.' dediler."
"Necaşî Müslümanlara, 'Arkadaşınız, Hz. İsa ve annesi hakkında ne diyor?' diye sordu. Müslümanlar, O diyor ki: 'Hz. İsa Allah- 'ın kulu ve elçisidir. O Allah'ın bir kelimesi, Meryem'e aktardığı bir ruhudur. Meryem ise el değmemmiş bir bakire kızdır.' dediler. Bunun üzerine Necaşî eline yerden bir dal parçası alarak 'Hz. İsa ve annesi, arkadaşının bu dediklerinden şu dal parçası kadar fazla
bir şey söylemedi.' dedi. Müşrikler Necaşî'nin bu sözlerinden hoşlanmadılar. Yüzlerinin ren-gi değişti."
"Necaşî Müslümanlara, 'Size indirilen kitaptan bir parça okur musunuz?' diye sordu. Müslümanların 'Okuruz' demeleri üzerine, 'Haydi okuyun.' dedi. O sırada keşişler, rahipler ve diğer Hıristiyanlar Neca-şî'nin çevresinde idi. Müslümanlar Kur'ân'dan ayetler okumaya başladılar. Ayetler okundukça Necaşî'nin çevresindeki Hıristiyan keşişler ve rahiplerden bir grup hak mesajı tanımanın sonucu olarak gözyaşı döktüler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Bu onların arasında keşişler ve rahiplerin varolmasından ve onların büyüklük taslamadıklarından dolayıdır. Peygambere indirileni, işittikleri zaman gerçeği tanımanın sonucu olarak gözlerinden yaşlar aktığını görürsün."
Ben derim ki: Tefsir'ul-Kummî'de bu olay uzun bir rivayetin zım-nında anlatılıyor ve sonunda şöyle deniyor: "Habeşistan elçileri Neca-şî'nin yanına dönüp kendisine Peygamber hakkında bilgi verdiler ve Peygamberin kendilerine okumuş olduğu ayetleri ona okudular. Ayetler okunurken Necaşî ve keşişler ağladılar. Necaşî Müslüman oldu. Fakat kendisine kötülük ederler diye korktuğu için Müslüman olduğunu Habeşistan halkına açıklamadı. Peygamberimizin yanına varmak için Habeşistan'dan ayrıldı. Fakat kızıl denizi geçince öldü..."
KUR'ÂN'DA TEVHİDİN ANLAMI
Genel kavramlar hakkında derinleşen hiçbir araştırmacı şüphe etmez ki, tevhit meselesi bu tür meselelerin en derin boyutlusu, tasavvur ve idrak edilmesi en zor olanı ve en karmaşığıdır. Çünkü tevhit meselesi, zihinlerin algıladığı sıradan genel meselelerden, vicdanların aşina olduğu, kalplerin yabancısı olmadığı gündem tartışma konularından daha üst düzeydedir.
Akıllar bu nitelikte bir meseleyi idrak edip onaylama konusunda farklılık gösterirler. Çünkü düşünce çeşitliliği insanın fıtratından kaynaklanır. Sebebine gelince vücut yapısı bakımından farklı oldukları için bu durum idrak organlarının işleyişlerinin farklılığına yol açar. Bu da kavrama ve düşünme yeteneklerini etkiler.
Yani kimi insan keskin zekâlı, kimi aptal olur. Kimi iyi kavrayışlı,
kimi kötü kavrayışlı olur. Kiminin düşüncesi isabetli ve tutarlı, kiminin düşüncesi eğri ve sapık olur.
Bunların hepsi şüphe edilmez gerçeklerdir. Kur'ân'ın çeşitli ayetlerinde bu farklılık vurgulanmaktadır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak aklı başında kimseler öğüt alır." (Zümer, 9) "Zikrimizden (bizi anmaktan veya bizim hatırlatmamızdan -Kur'an'dan-) yüz çevirip dünya hayatından başka bir şey is-temeyenlerden yüz çevir. Bu, onların bilgilerinin ereceği son noktadır." (Necm, 30) "Ne olmuş bu adamlara, nerdeyse hiçbir sözü anlamıyorlar." (Nisâ, 78) İncelemekte olduğumuz ayetler arasında bulunan Mâide suresinin yetmiş beşinci ayetinin şu son bölümü de bunun delillerinden biridir: "Bak biz onlara ayetleri nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak, onlar (bu ayetlerden) nasıl çevriliyorlar?" (Mâide, 75)
Bu farklılığın en somut örneklerinden biri, yüce Allah'ın birliğini kavrama tarzlarında görülen anlayış farklılığıdır. Çünkü yüce Allah'ın varlığını değerlendirme konusunda insanlar arasında büyük bir farklılık ve geniş çaplı iniş-çıkışlar vardır. Oysa insan fıtratı, gizli ilhamı ve ince işareti ile Allah'ın varlığına dair bütün insanlara ortak anlayış telkin etmektedir.
Bu konuda bazı insan fertlerinin düşüncesi o kadar alçalmış ki, edindikleri putları, ağaçtan, taştan, hatta davar sidiği ile yoğrulmuş çamurdan yapılmış heykelleri Allah'a ortak ve denk koşmuşlar. Bunlara Allah'a kulluk eder gibi tapıyorlar. Allah'tan bir şey diler gibi onlardan dilekte bulunuyorlar. Allah'a boyun eğer gibi onlara boyun eğiyorlar. Hatta bu insan burada bile durmamış, putları yüce Allah'tan üstün saymış, Allah'ı bırakarak onlara yönelmiş, Allah'tan değil de putlardan medet ummuş.
Bu tür insan Allah'ın varlığını tıpkı kendi eli ile yaptığı veya kendisi gibi bir insanın yaptığı putların varlığı gibi görmektedir. Bu nedenle, bunlar taptıkları putların her biri için varit gördükleri birlik kavramının aynısını yüce Allah hakkında da geçerli sayıyorlardı. Bu birlik, sayıları oluşturan sayısal birliktir. Şu ayette buyrulduğu gibi: "On-lar, aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşırdılar. İnkârcılar, 'Bu, yalancı bir büyücüdür.' Tanrıları tek tanrı mı yaptı? Bu cidden şaşılacak bir şeydir.' dediler." (Sâd, 6)
Bu anlayıştaki kimseler, Kur'ân'ın tevhit çağrısını sayısal çokluğun karşıtı olan sayısal birlik çağrısı olarak telakki ediyorlardı. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "İlâhınız tek bir ilâhtır, O'ndan başka ilâh yoktur." (Bakara, 163) "O diridir, O'ndan başka ilâh yoktur.
O hâlde dini yalnız O'na has kılarak O'na yalvarın." (Mü'min, 65) Kur'ân'da bunlar gibi, çok sayıda ilâhları reddeden ve tek Allah'a yönelmeye çağıran daha birçok ayet vardır. "Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir." (Ankebût, 46) ayeti gibi birçok ayet de, Tanrı'- ya tapmakta ayrılığa düşmeyi reddetmeye çağırıyor. Çünkü her ümmet, her toplum, hatta her kabile sadece kendine ait bir tanrı, bir ilâh ediniyor ve başkalarının ilâhına boyun eğmiyordu. Kur'ân yüce mesajında yüce Tanrı'nın sayısal birliğini reddeder.
Çünkü bu tür bir birlik ancak, bu biri öbür birden ayrılmaya zorlayan sınırlılık ve ölçülülükle gerçekleşir. Bunun örneği bir havuzdaki sudur. Bu suyu çok sayıdaki kaba bölüştürdüğümüz zaman her kaptaki su diğer kaptaki sudan ayrı "bir su"dur. Her kaptaki suyun öbür kaptaki sudan ayrı "bir su" olması, öbür kaptaki suyun beriki kaptaki sudan ayrı olması, onunla bir arada olmaması yüzündendir. Tıpkı bunun gibi, şu insanın "bir insan" olması, öbür insanın sahip olduğu varlığa, varlıksal özelliklere sahip olmamasından ileri gelir. Eğer böyle olmasaydı, hem bu insana, hem de şu insana ıtlak edilen insanlık unvanının sayısal anlamda bir veya çok olması mümkün olmazdı.
Buna göre sayısal biri, bir olmaya zorlayan faktör, varoluşun mahdudiyeti, sınırlılığıdır. Sonra bazı yönlerden bu birliğin ortadan kalkması ile, meselâ bir tür toplanmaya ve bir araya gelme niteliğinin belirmesi ile sayısal çokluk oluşur.
Yüce Allah, Kur'ân öğretisinde vurgulandığı üzere makhur olmayan bir kahır ve hiçbir şeyin yenemeyeceği bir galip olduğu için, O'nun hakkında sayısal anlamda birlik veya yine sayısal anlamda çokluk tasavvur edilemez. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "O, birdir, her şeye boyun eğdirendir." (Ra'd, 16) "Çok sayıda ilâh mı, yoksa her şeye boyun eğdiren bir Allah mı daha iyidir? Allah'ı bırakarak taptığınız şeyler, sizin veya atalarınızın taktığı birtakım (boş, içeriksiz) adlardan başka bir şey değildir." (Yûsuf, 40) "Her şeye boyun eğdiren tek bir Allah'tan başka ilâh yoktur." (Sâd, 65) "Eğer Allah evlât edinmek isteseydi, yarattıklarından istediğini seçerdi. O
(böyle bir şeyden) münezzehtir. O her şeye boyun eğdiren bir Allah'tır." (Zümer, 4)
Görüldüğü gibi bu ayetlerin akışı, çoklukla bağlantılı ve birliğin karşıtı olan her birliği reddeder. Bu birlik, ister sayısal birlik olsun. Herhangi bir türün bir tek ferdi gibi ki, eğer yanı başında bir başka ferdin de varlığı farz edilse iki olurlar. Bu fert, "bu, o değildir." diyebildiğimiz ve bunun yanı başında farz ettiğimiz öteki ferdin çizdiği sınırla sınırlandırılmış, bu sınıra boyun eğmiş "bir fert"tir. İsterse türsel, cinsel veya aynı cinsten bir çoklukla bağlantılı başka bir genel birlik olsun. İnsan türü gibi ki, kendinden ve at, sığır ve davar gibi türlerden oluşan bir çok tür içinde "bir tür"dür. Bu tür, benzerlerinden oluşan diğer türlerin çizdiği sınıra boyun eğmiş bir türdür.
Yüce Allah ise zatında, sıfatında ve fiilinde asla ve asla hiçbir şeyin baskısı, galebesi altında değildir. Tersine, her şeyin üstünde kahır olan, her şeye boyun eğdiren O'dur. Dolayısıyla O, kendisi ile ilgili hiç bir şeyde mahdut ve sınırlandırılmış değildir. O, üzerine yokluk gölgesi düşmeyen bir varlıktır; O batıla maruz kalmayan bir haktır; ölüme bulaşmayan bir diridir; cahilliğin sızmasına uğramayan bir bilendir; âcizliğe yenik düşmeyen bir güçlüdür; hiçbir yönü başkasının mülkiyeti altında olmayan bir malik ve bir egemendir; zilletle hiç ilgisi olmayan bir azizdir. O her yönüyle işte böyledir.
Böylece O, her türlü kemâlin katıksızına sahiptir. Eğer bu Kur'ân gerçeğini daha iyi anlamak istiyorsan biri sınırlı ve öbürü sonsuz olan iki şey düşün. Sonsuz olanın sınırlı olanı çepeçevre kuşatmış olduğunu, sınırlı olanın sonsuz olanı var sayılan hiçbir kemâlinden alıkoymadığını, tersine sonsuz olanın tamamen sınırlıya egemen olduğunu, sınırlının her yönüyle sonsuzun hegomanyası altında bulunduğunu ve kemâl rükünlerinin hiçbirinde onu kaybetmediğini, sonsuz olanın kendi kendine ayakta durduğunu, sınırlı olanı gözetim ve denetim altında tuttuğunu ve her yönüyle onu kuşatmış olduğunu görürsün.
Bu iki hususu düşündükten sonra da bu bilginin ışığında şu ayetin anlamını kavramaya çalış: "Rabbinin her şey üzerinde şahit olduğu (her şeyi gözlem altında bulundurduğu) gerçeği onlar için yeterli değil mi? Haberiniz olsun ki, onlar Rableri ile buluşa
caklarından kuşkudadırlar. Haberiniz olsun ki, O her şeyi kuşatmıştır." (Fussilet, 54) Hasır (kesin aidiyet) içerikli veya bu anlama işaret eden ve yüce Allah'ın sıfatlarını bildiren ayetlerin bütünü bu anlama delâlet eder. Şu ayetlerde olduğu gibi: "O kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. En güzel isimler O'nundur." (Tâhâ, 8) "(O gün...) Allah- 'ın apaçık gerçek olduğunu bileceklerdir." (Nûr, 25) "O diridir, O'ndan başka ilâh yoktur." (Mü'min, 65) "O her şeyi bilen ve her şeye gücü yetendir." (Rûm, 54) "Güç bütünü ile Allah'a mahsustur." (Bakara, 165) "Mülk ve hamd ona mahsustur." (Teğâbun, 1) "İzzet bütünü ile Allah'a mahsustur." (Yûnus, 65) "Hak (gerçek), Rabbinden gelendir." (Bakara, 147) "Siz Allah'a muhtaçsınız, Allah'ın ise hiçbir şeye ihtiyacı yoktur." (Fâtır, 15) Kur'ân'da bu anlamı ifade eden başka ayetler de vardır.
Görüldüğü gibi bu ayetler, düşünülebilecek her kemâl sıfatının asaleten yüce Allah'a mahsus olduğunu yüksek sesle haykırıyorlar. O'-nun dışındakilerinin ise O'nun verdiğinden başka bir şeyleri yoktur. Fakat biz yaratıkların başkalarına verdiklerimizden ayrı düştüğümüz gibi O, verdiğinden ayrı düşmez, verdiğini kaybetmez. Kemâlden nasip almış ve Allah'ın karşısında O'nun ikincisi ve ortağı olarak farz ettiğimiz her varlığın kemâl namına sahip olduğu her şey aslında sırf Allah'ındır. O, her şeyin maliki olan haktır.
O'nun dışındakiler ise kendinden hiçbir şeye malik olmayan batıllardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "O sözde ilâhlar kendileri için ne bir zarara ve ne de bir yarara maliktirler. Ne ölüme maliktirler, ne hayata ve ne de yeniden diriltmeye." (Furkan, 3) İşte sayısal birliği yüce Allah'tan nefyeden, uzaklaştıran anlam budur. Çünkü eğer Allah sayısal anlamda bir olsaydı, yani zatı ile diğer varlıkları kuşatmayan, sınırlı bir varlık olsaydı, aklın onun gibi ikinci bir varlığı farz etmesi mümkün olurdu. İster farz edilen bu ikinci varlığın dış dünyada gerçekleşmesi mümkün olsun, ister olmasın, değişen bir şey olmaz. Yine bu sınırlı varlığın, dış dünyada imkânsız olduğu farz edilse bile, kendiliğinde çokluk ile nitelenmesi mümkün olurdu. Oysa böyle şeyler mümkün değildir.
Yüce Allah birdir, şu anlamda: O öyle bir varlıktır ki, hiçbir sınır- la sınırlı değildir ki bu sınırın ötesinde O'nun bir ikincisi farz edi
lebilsin. Şu surenin anlamı işte budur: "De ki: O Allah birdir (ehad). Allah sameddir. Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir kimse O'nun dengi değildir." (İhlâs Sûresi)
"Ehad=bir" kelimesi, mukabilinde sayı farz etme imkânını ortadan kaldıran bir anlam taşır. Meselâ, "Mâ câenî ehadun=bana hiç kimse gelmedi" dendiğinde bu sözle bir, iki ve çok kişinin gelmesi reddedilmiş olur. Yüce Allah, "Eğer müşriklerden biri sana sığınırsa..." (Tev-be, 6) buyuruyor. Bu ifade bir kişiyi, iki kişiyi ve daha çok kişiyi kapsamına alır, hiçbir sayıyı kapsam dışı bırakmaz. Yine yüce Allah, "Ve-ya içinizden biri heladan gelmiş ise..." (Nisâ, 43) buyuruyor. Bu ifade de bir ve birden çok kişiyi kapsamına alır, hiçbir sayıyı dışarıda bırakmaz.
"O Allah birdir." ayetinde "ehad=bir" kelimesinin olumsuzluk içermeksizin, izafetle veya sıfatla kayıtlandırılmaksızın kullanılması şu anlamı ifade eder: Yüce Allah'ın varlığı öyle bir varlıktır ki O'nun herhangi bir şekilde, bir veya birden çok benzerini farz etmek mümkün değildir. Böyle bir şeyin dış âlemdeki imkânsızlığının yanı sıra sağlıklı bir farzı dahi mümkün değildir.
Bundan dolayı yüce Allah (İhlâs suresinde) bu "bir"i ilkin "samed" olmakla niteliyor. Yani O'nun olmadığı bir boşluk, O'nun bulunmadığı bir yer yoktur. İkinci olarak "doğurmamışlık"la, üçüncü olarak "doğurulmamışlık"la ve dördüncü olarak da "hiçbir dengi bulun-mamak"la niteliyor. Çünkü bütün bu sıfatlar, bir tür sınırlılığı ve yoksunluğu gerektirir.
İşte başkalarının nitelemelerinin yüce Allah ile tam örtüşmemesi- nin sırrı budur. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Allah onların taktıkları sıfatlardan münezzehtir. Allah'ın halis kılınmış kulları bunun dışındadır." (Sâffât, 160) "İnsanların bilgisi O'nu kuşatamaz." (Tâhâ, 110) Çünkü bizim Allah'a taktığımız sıfatlar, sınırlı kavramlardır. Oysa yüce Allah sınırdan ve kayıttan münezzehtir. Peygamberimizin şu meşhur sözünde kastettiği incelik de budur: "Ben senin için hiçbir övgü sayıp dökemem. Sen kendini övdüğün gibisin."
Bu anlamdaki birlik, Hıristiyanların teslis dogmasını reddeder. Onlar, üç unsurlu ilâh anlayışlarına rağmen Allah'ın birliğine inanırlar. Fakat onların birlikten anladıkları şey sayısal birliktir. Bu an
layış ise, bir başka yönden çokluğu reddetmez. Onlar şöyle diyorlar: "Uknumlar, yani 'baba, oğul ve Ruh'ul-Kudüs', başka bir deyişle 'Zat, İlim ve Hayat' üç olduğu gibi aynı zamanda birdir. Tıpkı 'diri, bilgili insan' gibi. Burada 'diri, bilgili insan' diye bir şeyden söz edildiği hâlde, aynı zamanda 'insan, dirilik ve bilgi' diye üç şeyden de söz ediliyor.
Fakat Kur'ân'ın öğretisi bunu reddeder. Çünkü Kur'anın öğretisi, Allah'ın zatı ve sıfatları ile ilgili olarak hiçbir şekilde çokluk ve bölünme varsayımı ile bağdaşmayan bir bilgiyi öngörür. Bu alanda varsayılan her şey diğerinin aynısıdır. Çünkü sınırlama yoktur. Buna göre yüce Allah'ın zatı sıfatlarının aynısıdır. Yüce Allah, ortak koşanların koştukları ortaklardan ve insanların taktıkları, yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.
Bundan dolayı yüce Allah'ı kahharlıkla (her şeye boyun eğdiren üstün irade ve güç sahibi olmakla) niteleyen ayetlerin, önce birlik sıfatını vurguladıktan sonra O'nu kahharlıkla niteledikleri görülür. Maksat, O'nun birliğinin hiçbir anlamda bir ikincisinin veya benzerinin farz edilmesine imkân tanımadığını vurgulamaktır. Nerede kaldı ki, bu ikinci ve benzer dış âlemde varolabilsin ve gerçekliğe, subuta kavuşabilsin. Şu ayette görüldüğü gibi: "Çok sayıda ilâh mı, yoksa her şeye boyun eğdiren (kahhar) bir Allah mı daha iyidir? Allah'ı bırakarak taptığınız şeyler, sizin veya atalarınızın taktığı birtakım (boş, içeriksiz) adlardan başka bir şey değildir." (Yûsuf, 40)
Allah'ın varsayılan her ortağı kahredici, ortalıktan kaldırıcı bir birlikle nitelenmesi, kendi dışındaki bütün sözde ilâhlara boş birer isimden başka bir şey bırakmıyor. Yine şu ayetlerde olduğu gibi: "Yoksa onların Allah'a koştukları ortaklar tıpkı Allah gibi (birtakım yaratıklar) yarattılar da onlar bu iki yaratma eylemini birbirinden ayırt edemediler mi? De ki: Her şeyin yaratıcısı Allah'tır. O birdir, her şeye boyun eğdiren (kahhar)dir." (Ra'd, 16) "Bugün mülk kimindir? Sadece her şeye boyun eğdiren (kahhar) bir Allah'ındır." (Mü'min, 16)
Çünkü yüce Allah'ın mutlak mülkü, kendi dışında farz edilecek herhangi bir yaratığın malik olmasına imkân tanımaz. Tersine o varlığın kendisi ve mülkü, birlikte Allah'ın mülkiyetindedir. Veya şu ayetlerde görüldüğü gibi: "Her şeye boyun eğdiren bir Allah'tan
başka hiçbir ilâh yoktur." (Sâd, 65) "Eğer Allah evlât edinmek isteseydi, yarattıklarından istediğini seçerdi. O (böyle bir şeyden) münezzehtir. O her şeye boyun eğdiren bir Allah'tır." (Zümer, 4) Görüldüğü gibi bu ayetlerin hepsinde kahharlık sıfatı, birlik sıfatının ardıca gelmiştir.
TEVHİDİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
et-Tevhid ve el-Hisal adlı eserlerinde müellif kendi rivayet zinciriyle Mıkdam b. Şureyh b. Hanî'den, o da babasından şöyle nakleder: "Cemel olayı günü bir bedevî ayağa kalkarak Hz. Ali'ye, 'Ey Emir'ül-Mü'minin! Allah birdir mi, diyorsun?' diye sordu. Bu soru üzerine halk bedevîye yüklenerek, 'Ey bedevî, Emir'ül-Mü'minin'in şu günlerde ne sıkıntılar içinde olduğunu görmüyor musun?' dediler. Bunun üzerine Hz. Ali, 'Bırakın adamı! Bu bedevînin istediği, bizim karşımızdakilerden istediğimizin aynısıdır.' dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
"Ey bedevî, 'Allah birdir' sözü dört anlamda söylenebilir. Bu anlamların ikisi Allah hakkında caiz değildir, diğer ikisi O'nun hakkında sabittir. Allah hakkında caiz olmayan anlamlarının biri, sayısal anlamda 'Allah birdir' demektir. Bu caiz değildir. Çünkü ikincisi olmayan bir varlık sayı kapsamına girmez. "Allah üçün üçüncüsüdür." diyenlerin kâfir olduklarını görmüyor musunuz? Cinse bağlı bir türü kastederek, 'O, bir insandır' dendiği gibi demek de caiz değildir. Çünkü bu bir benzetme olur ve yüce Allah bundan münezzehtir."
"O'nun hakkında caiz olan diğer iki anlama gelince; birincisi 'O birdir, şeyler içinde onun benzeri yoktur' demektir. Rabbimiz böyledir. İkincisi ise, 'Allah tek bir gerçektir' deyip bu sözden O'nun ne dış âlemde, ne akılda ve ne hayalde bölünmeyi kabul etmediğini kastetmektedir ki, yüce Rabbimiz böyledir." [et-Tevhid, s.83, h:3. el- Hisal, c1, s.2, h:1]
Ben derim ki: Bu rivayeti, el-Meanî adlı eserde de müellif, başka bir rivayet zinciri ile Ebu Mıkdam b. Şurayh b. Hanî'den, o da babasından, o da Hz. Ali'den nakletmiştir. [s.5, h:2]
Nehc'ül-Belâğa'da1 şöyle geçer: "Dinin başlangıcı O'nu (Allah'ı) tanımaktır. O'nu tanımanın kemâli, O'nu doğrulamaktır. O'nu doğrula-manın kemâli, O'nu birlemektir. O'nu birlemenin kemâli, sırf O'na yönelmektir (ihlâs). Sırf O'na yönelmenin (ihlâsın) kemâli, sıfatları O'n-dan nefyetmektir. Çünkü her sıfat, mevsuftan başka olduğunun tanığı, her mevsuf da sıfattan ayrı olduğunun şahididir. Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış olur. O'nu yanaşık kılan, O'nu ikilemiş olur. O'nu ikileyen, O'nu parçalara bölmüş olur. O'nu parçalara bölen, O'nu tanımamış olur. O'nu tanımayan, O'na işaret etmiş olur. O'na işaret eden, O'nu sınırlamış olur. O'nu sınırlayan, O'nu sayıya sokmuş olur..."2
Ben derim ki: Bu beyan, tevhit hakkında eşi-benzeri görülmemiş en güzel açıklamadır. Açıklamanın birinci bölümünün özü şudur: Allah'ı tanımanın kemâl yönündeki son aşaması, sıfatları O'ndan nefyetmektir. Birinci bölüme bina edilen ikinci bölümün, yani "Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış olur." ifadesinden sona kadar olan bölümün özü ise şudur: Yüce Allah'a birtakım sıfatlar ispat etmek, O'nun hakkında mümkün olmayan sınırlamaya bağlı sayısal birliği ispat etmeyi gerektirir.
Bu iki mukaddimeden çıkan sonuç ise şudur: Allah'ı tanımanın kemâli, sayısal birliği O'ndan nefyedip, başka bir anlamdaki birliği O'nun hakkında ispat etmektir. Hz. Ali'nin (a.s) bu açıklamadan maksadı da işte bu anlamdaki birliği (tevhidi) ispat etmektir. Sıfatları O'ndan nefyetmek konusuna gelince; Hz. Ali (a.s), "Dinin başlangıcı O'nu tanımaktır." şeklindeki sözüyle bunu açıklamıştır.
Çünkü açıktır ki, Allah'ı hiçbir şekilde tanımayan, daha din alanına girmemiştir. Tanıma, bazen tanımayla bağlantılı bir amelle ve tanımanın gereklerini yerine getirmekle birlikte olur, bazen de herhangi bir amelle birlikte olmaz. Bilindiği gibi amellerle arasında bir tür bağlantı bulunan bilgi, ancak onun amelî gerekleri yerine getirilirse, insanın özbenliğinde sabit ve kalıcı olur. Aksi takdirde, karşıt amelleri yapmakla bilgi zayıflamaya yüz tutarak silinip gider ya da hiçbir etkisi olmayan faydasız bir şeye dönüşür.
1- [Buradan s.137'deki "Tarihî Bir İnceleme" başlığına kadar olan bölümün tercümesi Seyyid Seccad Karakuş tarafından yapılmıştır.]
Hz. Ali (a.s) Nehc'ül-Belâğa'da da aktarılan bir sözünde bu konuda şöyle buyurur: "Bilgi amelle yan yanadır. Bilen amel eder. Bilgi, amele çağırır. Bilgi sahibi, bu çağrıya kulak verirse, (bilgi onda kalır) aksi takdirde ondan ayrılıp gider."1
Bir şeye yönelik bilgi ve tanıma, ancak bilen ve tanıyan şahsın bilinen ve tanınan şeye samimiyetle bağlanması ve bunu içine ve dışına, gönlüne ve davranışlarına yansıtmasıyla, yani ruhen ve cismen onun karşısında eğilmesiyle kâmil olur. İnsanın içine ve dışına yayılan bu eğilmeye iman denir. Hz. Ali (a.s), "O'nu tanımanın kemâli, O'nu doğrulamaktır." sözüyle bu anlamı kastediyor.
Her ne kadar "O'nu doğrulamak" olarak adlandırılan bu eğilme (huzu), putperestlerin hem Allah, hem de diğer ilâhlarının karşısında eğildikleri gibi, karşısında eğilen Rabbe ortak koşmakla da mümkünse de, ancak açıktır ki, başkalarından yüz çevirmedikçe bu eğilme tam ve eksiksiz bir eğilme sayılamaz. Dolayısıyla ilâhlardan biri karşısında eğilme, diğerlerinden yüz çevirme ve onlara bir tür baş kaldırma anlamını taşır. Böylece Allah'ı doğrulamak ve makamı karşısında eğilmek, ancak çok sayıda ilâhlar inancından vazgeçip onlara tapmaktan kaçınmakla kâmil olur.
"O'nu doğrulamanın kemâli, O'nu birlemektir" sözü, bunu anlatmak istiyor.
Birlemenin (tevhidin) de biri diğerinin üstünde çeşitli aşamaları vardır. En üst ve kâmil aşaması, tek ilâha, ilâhlık hakkını eksiksiz teslim etmekle gerçekleşir. Bunun için insanın O'nu "tek ilâh" olarak adlandırması yetmez. Varlık ve kemâl adına sahip olduğu - yaratma, rızk verme, diriltme, öldürme, verme, engelleme gibi- her şeyi bütünüyle O'na izafe etmesi gerekir. Bunun yanında eğilme ve tapmayı da O'na hasretmesi, O'na özgülemesi, başkası karşısında hiçbir veçhile eğilme-mesi gerekir. Hatta ancak O'nun rahmetini ummalı, ancak O'nun gazabından korkmalı, ancak O'nun katındakinde göz dikmeli ve ancak O-nun kapısına yönelmelidir.
Başka bir ifadeyle, ilim ve amelde, bilgi ve davranışta sırf O'na yönelmelidir (ihlâs). "Birlemenin kemâli, sırf ona yönelmektir." ifadesinin anlamı budur.1- [Nehc'ül-Belâğa, Kısa Sözler: 366]
İnsan sırf Allah'a yönelerek ihlâs makamına erişip Allah'ın
yardımıyla Allah'ın dostları arasına girdiği zaman, O'nu hakkıyla
tanımaktan, büyüklüğü ve yüceliğine yaraşan bir sıfatla nitelemekten
âciz olduğunu anlar. Hatta bazen yüce Allah'a yakıştırdığı
sıfatların, karşılaştığı yapılmış ve yaratılmış şeylerden algıladığı
anlamlar ve gözlemlediği mümkün varlıkların analizinden ulaştığı
kavramlar olduğunu görür. Oysa bu yolla algılanan anlamlar, birtakım
sınırlı ve kayıtlı kavramlardır ki, birbirini iter, birbiriyle karışma
ve birleşmeyi kabul etmezler. Örnek olarak varlık, ilim, kudret,
hayat, rızk, izzet, gına vs. kavramlarına bakabilirsiniz.
Sınırlı kavramların birbirlerini itmesinin nedeni, her kavramın
öteki kavramdan boşaltılmış olması, öteki kavramı içermemesidir.
İlim kavramı ile kudret kavramını ele alırsak, göreceğiz ki, ilmin
anlamını tasavvur ettiğimiz zaman kudret anlamını içermeyen
bir anlamı tasavvur ediyoruz. İlmin ifade ettiği anlamda kudretin
anlamını bulamıyoruz. Aynı şekilde bir sıfat olarak ilmin anlamını
tasavvur ettiğimizde göreceğiz ki, onu, ilim sıfatına sahip
olan zatın anlamından ayrı olarak düşünüyoruz.
Bu kavramlar, bilgiler ve algılar, yüce Allah'a hakkıyla intibak
etmekte, yüce Allah'ı olduğu gibi anlatmakta yetersiz kalırlar. Bu
nedenle ihlâs makamına ermiş olan kimse, Rabbini vasfetmede
telafisi mümkün olmayan aczini ve yetersizliğini ikrar etmekten
başka bir çaresi olmadığını anlayarak dönüp ispat ettiğini
nefyeder ve kurtuluşu olmayan bir hayrete düşer. Hz. Ali'nin sırf
O'na yönelmenin (ihlâsın) kemâli, sıfatları O'ndan nefyetmektir.
Çünkü her sıfat mevsuftan başka olduğunun tanığı, her mevsuf da
sıfattan ayrı olduğunun şahididir." şeklindeki sözünün anlamı budur.
Hz. Ali'nin (a.s) bu sözlerinin hemen öncesinde hutbenin başındaki
sözleri de bizim bu açıklamamızı desteklemektedir. Konu
üzerinde derin düşünen zeki bir insan bunu teslim eder. Orada
şöyle buyuruyor Hz. Ali (a.s): "O, öyle bir mabuttur ki, himmetler
yücelere çıkmakla O'nu idrak edemez. Üstün zekalar derinlere
dalmakla O'na ulaşamaz. O, öyle bir mabuttur ki, sıfatının belirli
bir sınırı, mevcut bir niteliği, sayılı bir vakti ve süreli bir müddeti
yoktur."
"Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış
olur." ifadesinden sona kadar olan sözleriyle de Hz. Ali (a.s), sıfat
ispat etmeyi çözümleme yoluyla, yüce Allah'ın sınırı olmadığı ve
sayıya sığdırılmayacağı sonucuna varıyor. Tıpkı birinci bölümdeki
sözleriyle tanıma ve bilmeyi çözümleme yoluyla sıfatı nefyetme
sonucuna vardığı gibi.
Böylece Allah'a sıfat yakıştırmaya kalkışan, O'nu o sıfata yanaştırmış,
o sıfatla yan yana koymuş olur. Çünkü bilindiği gibi sıfat
ile mevsuf ayrı ayrı şeylerdir. İki ayrı şeyi bir araya toplamak, onları
birbirine yanaştırmakla olur. O'nu sıfatına yanaştıran, O'nu ikilemiş
olur. Çünkü bu durumda O'nu bir mevsuf, bir de sıfat olarak
ele almış olur. Mevsuf ile sıfat da iki şeydir. O'nu ikileyen, O'nu iki
parçaya bölmüş olur. O'nu parçalara bölen, kafasının bir köşesinde
aklî bir işaretle O'na işaret ederek O'nu bilmemiş, tanımamış
olur. O'na işaret eden, O'na sınır belirlemiş, O'nu sınırlamış olur.
Çünkü işaret, işaret edenle işaret edilenin arasında bir nevi mesafenin
varsayımıyla birinciden başlayıp ikincide biten bir eylem olduğuna
göre aralarında işaretin gerçekleşmesi için işaret edilenin
işaret edenden ayrı olmasını gerektirir. O'nu sınırlayan, O'nu sayıya
sokmuş, O'nu sayısal anlamda birlemiş, "bir" bilmiş olur. Çünkü
sayı, varlıksal bölünme ve ayrılmanın gereğidir. Allah bundan münezzehtir,
yücedir.
Yine Nehc'ül-Belâğa'da şöyle geçer: Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinden:
"Hamd Allah'a ki, hiçbir hâli (sıfatı) ötekinden önce değildir.
Evvel (ilk) oluşu, âhir (son) oluşundan önce değildir. Zahir (açık)
oluşu, batın (gizli) oluşundan önce değildir. O'nun dışında 'bir'
diye adlandırılan her şey azdır. O'nun dışında her aziz, zelildir. O'-
nun dışında her güçlü, güçsüzdür. O'nun dışında her malik, memluktur.
O'nun dışında her bilen, öğrencidir. O'nun dışında her gücü
yetenin, gücü yettiği de olur, âciz kaldığı da olur. O'nun dışında her
duyan, ince (hafif) sesleri duymaz, büyük (yüksek) sesler kendisini
sağır eder, uzaktaki seslerden haberi olmaz. O'nun dışında her
zahir (açık), batındır (gizlidir). O'nun dışında her batın (gizli), zahirdir
(açıktır)."1
Ben derim ki: Bu açıklama, yüce Allah'ın sınırsız, O'ndan başkasının
ise sınırlı olduğuna dayalı bir açıklamadır. Bu ve benzeri
kavramlar ve nitelikler sınırlı olarak ele alındıklarında başka kavramlar
ve niteliklerle bir tür örtüşüm hâlinde olurlar. Böyle olunca
sınırlılık, bu kavramlar ve niteliklerin kendilerinden kopmalarına
ve karşıt kavramlar ve niteliklere dönüşmelerine sebep olur.
Meselâ; zahir (açık) olmanın sınırlı oluşu, bir yönden veya bir
şeye göre zahir, başka bir yönden veya başka bir şeye göre ise batın
ve gizli oluşu anlamındadır. Aynı şekilde sınırlı bir izzetin anlamı,
sınırın ötesinde olmayışı ve sınırın ötesine göre zillet oluşudur.
Güç, sınırının ötesine göre zaaftır, güçsüzlüktür. Açıklık, sınırları
dışında gizliliktir. Gizlilik, sınırları dışında açıklıktır. Mülkiyetin sınırlı
oluşu malikin, mükliyetini sınırlandıran kimsenin hegemonyası
altında olduğu, kendisi ve mülkünün onun mülkü olduğu anlamındadır.
Bilginin sınırlı oluşu, sahibinden olmadığı, bilakis başkasından
alındığı, başkasının öğretmesiyle kazanıldığı anlamını
taşır. Çünkü bir şey kendisini sınırlandıramaz. Diğer kavramlar ve
nitelikler de böyledir.
Hz. Ali'nin (a.s) bu açıklamadaki "Onun dışında her duyan, ince
(hafif) sesleri duymaz..." şeklindeki ifadesi, bu açıklamanın "sınır"
kavramı üzerine kurulu bir açıklama olduğunun delilidir. Çünkü bu
ifade ve sonrası, açıkça yaratılanların sınırlı olduğuna işaret etmektedir,
ifade tarzı değişikliği de söz konusu değildir.
Hz. Ali'nin (a.s) bu sözlerini nakletmekten asıl amacımız olan
"O'-nun dışında 'bir' diye adlandırılan her şey azdır" ifadesinin "sınır"
kavramına dayalı olduğu ise oldukça açıktır. Çünkü "bir" diye
adlandırılan şeyin sınırlı olmasından sonuçlanan sayısal birlik, bölünürlüğü
ve çoğalmayı kabul eden bir kavramdır. Bölünme ve çoğalma
arttıkça "bir" denen şey de, oluşan çokluğun karşısında daha
bir azlığa ve zaafa gömülecek, daha az ve daha zayıf olacaktır.
Sayısal anlamda "bir" denen her şey, karşısındaki varsayılan
"çok"a göre azdır. Fakat "sınırı ve sonu olmayan" anlamındaki
"bir"in karşısında "çok"u farz etmek mümkün değildir. Çünkü bu
anlamdaki "bir"in ne bir sınırı, ne de bir ayırıcı niteliği vardır. İfade
ettiği anlamın kapsamı dışında kalan bir şey de yoktur ki, onun
eklenmesiyle çoğalıp güçlensin, ayrılmasıyla da azalıp zayıflasın.
Bu anlamdaki 'bir' karşısında farz edilen her ikinci, ondan başka
değil, onun kendisidir. Yine Nehc'ül-Belâğa'da şöyle geçer: Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinden:
"Hamd Allah'a ki, yaratıklarını varlığının, yaratıklarının hâdis
oluşunu (sonradan meydana gelmiş olmasını) ezelîyetinin, onların
birbirlerine benzemelerini benzersizliğinin delili kılmıştır. Algılama
organları O'na dokunamaz (O'nu algılayamaz), perdeler O'nu
örtemez. Çünkü yapan (yaratan) ile yapılan (yaratılan), sınırlayan
ile sınırlanan, (eğitip yetiştiren, gözetip kollayan) Rab ile (eğitilip
yetiştirilen, gözetilip kollanan) merbub birbirinden farklıdır."
"O birdir, sayıya dönen anlamda değil. Yaratandır, çalışıp yorulma
anlamında değil. Duyandır, bir araçla değil. Görendir, bir aleti
kullanarak değil. Şahittir (her yerde hazırdır), dokunma söz
konusu olmadan. Ayrıdır, arada mesafe bulunmadan. Zahirdir,
gözle görülür anlamında değil. Batındır, latif bir cisim olduğundan
değil. Bütün şeylere hüküm sürmekle, onlara güç yetirmekle onlardan
ayrılmıştır. Bütün her şey de O'na boyun eğmekle, O'na
dönmekle O'ndan ayrılmıştır. Kim O'nu vasfederse (nitelerse), O'-
nu saymış olur. O'nu sayan, O'nun ezelî oluşunu zedelemiş olur."1
Ben derim ki: Hz. Ali'nin (a.s) bu sözlerinin ilk bölümü şu temele
dayanmaktadır: Mümkün olan varlıklarda gözlemlenen bütün
kavramlar ve sıfatlar, birtakım sınırlı şeylerdir ki kaçınılmaz olarak
bir sınırlayanı, bir yapıp yaratanı, bir gözetip yetiştireni vardır. O da
yüce Allah'tır. Sınırlama, yüce Allah'ın yapımı olduğu için, sınırlılık
O'ndan aşağı bir mertebedir, O'nda söz konusu değildir. O'nun yüce
katı bu sınırlardan münezzehtir. Bu demektir ki, lafzımız ifade
edemese de, kavramımız yetersiz kalsa da, O'nun sıfatları da herhangi
bir sınırla sınırlanmış değildir. Böylece O birdir, ancak sınırlılığı
gerektiren sayısal anlamda değil. Yaratması, işitmesi, görmesi,
şahit (hazır) olması ve diğer sıfatları da böyledir.
Bunun ayrıntılarından biri de, yaratıklarından ayrılığının onlardan
uzakta olduğu, onlarla arasında mesafe bulunduğu anlamında
olmadığıdır. O, yaratıklarına bitişik veya onlardan aralı olmaktan,
yaratıklarının içinde veya dışında olmaktan yüce mi yücedir.
Yaratıklarından ayrılığı her hâlükârda onlara egemen olduğu, onlara
güç yetirdiği, yaratıkların da her hâlükârda O'na boyun eğmiş
oldukları, O'na dönüşte oldukları anlamındadır.
"Kim O'nu vasfederse (nitelerse), O'nu sınırlamış olur. O'nu sınır-
layan O'nu saymış olur. O'nu sayan, ezelî oluşunu zedelemiş
olur." Hz. Ali (a.s) bu sözleriyle, sayısal birliği söz konusu etmenin,
ezeliyeti ortadan kaldıracağını ifade etmiştir. Çünkü ezeliyetin hakikati,
yüce Allah'ın zatı ve sıfatının sonsuz ve sınırsız oluşudur.
O'ndan önce olmuş olan bir şeyin sonrasında olmadığı açısından
bakıldığında, bu O'nun ezeliyeti olur. [Ezeliyet: Bir öncenin sonrasında
olmayış.] O'ndan sonra olacak olan bir şeyin öncesinde olmadığı
açısından bakıldığında, bu O'nun ebediyeti olur. [Ebediyet:
Bir sonranın öncesinde olmayış.] Her iki açıdan bakıldığında da,
bu O'nun devamlılığı, sürekliliği olur. [Devamlılık: Bir öncenin sonrasında
ve bir sonranın öncesinde olmayış.]
Yüce Allah'ın ezeliyetini, "Zamanın sonsuzluğunda bir zamanlar
vardı ki, yaratıklardan ne bir haber vardı, ne bir iz; fakat yüce
Allah vardı. Böylece yüce Allah sonsuz zamanlarda, sonradan
meydana gel-miş olan yaratıklarından öncedir" şeklindeki açıklama
büyük bir hata ve rezalettir ki, birçokları buna duçar olmuştur.
Oysa hareket hâlinde olanların hareketinin miktarından ibaret olan
"zaman" nerede, yüce Allah'ın ezeliyetinde O'na ortak olma
nerede?!
Yine Nehc'ül-Belâğa'da şöyle geçer: Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinden:
"Hamd, kulları yaratan, yeryüzünü yayıp döşeyen, alçak
yerlerinden sular akıtan, yüksek yerlerinde bitkiler yeşerten Allah-
'a mahsustur. Evvelliğinin (ilkliğinin) başlangıcı, ezeliyetinin bitişi
yoktur. O ilktir, hep ilk olmuştur. Bakidir, sonu yoktur. Alınlar, karşısında
secdeye kapanmış; dudaklar, birliğini ikrar etmiştir. Şeyleri
(varlıkları) yarattığında onları sınırladı ki, onlara benzerliği söz
konusu olmasın."
"Vehimler (hayaller) belirlediği sınırlarla, düşünsel
performanslarıyla, tasavvur ettiği uzuvlar ve aletlerle O'nu
tanıyamazlar. Hakkında 'Ne zaman?' denmez. O'na 'şu zamana
kadar' diye bir süre belirlenemez. Zahirdir (apaçık ortadadır),
neden, nereden ortaya çıktı denmez. Batındır (gizlidir), nerede
gizlidir denmez. Karaltı değil ki bitsin, sona ersin. Örtülü değil ki,
bir şeyce ihtiva edilsin. Şeylere (varlıklara) yakınlığı yapışmak
lere (varlıklara) yakınlığı yapışmak suretiyle değil, onlardan uzaklığı
da ayrılmak suretiyle değildir."
"Kulların ne bir anlık bir göz altından bakışları, ne tekrarladıkları
bir kelime, ne bir tepeye yaklaşmaları, ne de karanlık bir gecede
ya da aydınlatıcı ayın değişik hâletleriyle hafiften aydınlattığı
sakin bir gecede attıkları yavaşça bir adım O'na gizli değildir. Ki o
gecenin ardından, giderken (batarken) de, dönerken (doğarken)
de ışıklı olan, gelen bir gecenin gelmesi ve sırt çeviren bir gündüzün
gitmesinden oluşan zamanlar ve asırların değişmesine rağmen
hâlâ ışık saçan güneş gelir."
"Her son ve süreden, her sayım ve sayıdan öncedir. O, sınırlayanların
izafe ettikleri ölçülerle ilgili sıfatlardan, boyutlara dönük
yakıştırmalardan, meskenlere yerleşmiş olmaktan, mekânı bulunmaktan
mü-nezzehtir. Sınır, ancak O'nun yarattıklarının üstüne biçilmiş
bir kaftandır, onlara yakıştırılacak bir niteliktir. Şeyleri (yaratıkları)
ezelî köklerden, ebedî başlangıçlardan yaratmamıştır.
Yarattığını yaratırken sınırlı yaratmıştır. Şekillendirdiklerini şekillendirirken
en güzel biçimde şekillendirmiştir."1
Yine Nehc'ül-Belâğa'da şöyle geçer: Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinden:
"O'na nitelik izafe eden, O'nu birlememiş olur. O'nu örnekle
açıklayan, hakikatine ulaşmamış olur. O'nu (bir şeye) benzeten,
O'nu kastetmemiş olur. O'na işaret eden, O'nu hayal eden, O'na
yönelmemiş olur. Zatıyla tanınan-bilinen her şey, yapılmışyaratılmıştır.
Başkalarıyla ayakta duran her şey, sonuçtur (bir var
edici nedeni vardır). O yapıp edendir, herhangi bir uzvu olmadan,
herhangi bir alet edevat kullanmadan. Ölçüp biçendir, düşünmeksizin.
Zengindir, kazanmaksızın. Zamanlar O'na eşlik etmez. Edevat
O'na yardımcı olmaz."
"Varoluşu zamanlardan, varlığı yokluktan, ezelîliği başlangıçtan
öncedir. Hisleri, sezgileri yaratmasıyla hissi, sezgisi olmadığı
bilinmiştir. Karşıt şeyleri yaratmasıyla karşıtı olmadığı bilinmiştir.
Birbirine denk şeyleri var etmesiyle dengi olmadığı bilinmiştir. Işığı
karanlıkla, açıklığı kapalılıkla, kuruluğu yaşlıkla, sıcaklığı soğuklukla
karşıtlamıştır. Barışık olmayan şeyleri birbiriyle kaynaştırır,
1- [Nehc'ül-Belâğa, Hutbe: 163]
zıtları bir araya toplar, uzakları birbirine yakınlaştırır, yakınları birbirinden
ayırır."
"Sınırlamayla kapsanmaz, saymakla hesaplanmaz. Edevat,
ancak kendilerini sınırlandırırlar. Aletler, ancak kendi benzerlerine
delâlet ederler. 'Falan zamanlardan beri var' denmesi, varlıkların
kadim olmasına manidir. 'Şu zamanda gerçekleşmiştir' denmesi,
onların ezelî olmasına engeldir. 'Eğer şöyle olmasaydı, şöyle
olurdu' denmesi, onları kâmil olmaktan uzaklaştırmıştır. Onları
yapan (yaratan) onlarla akıllara tecelli etmiş, onlarla gözlere
görünmez olmuştur."
"O'nun hakkında hareket ve durgunluk geçerli değildir. O'nun
geçerli kıldığı şey nasıl kendi hakkında geçerli olabilir ki?! O'nun
başlattığı şey nasıl kendine dönebilir ki?! O'nun meydana getirdiği
şey nasıl kendinde meydana gelebilir ki?! Eğer böyle bir şey söz
konusu olsaydı, zatı değişmiş, künhü parçalara bölünmüş olurdu,
hakkında ezelîliğin anlamı kalmazdı. Bu durumda önü olduğu için
arkası da olmuş olurdu; eksikliği olduğu için tamamlanmak, olgunlaşmak
isterdi. Yine eğer böyle bir şey söz konusu olsaydı, yapılmışlık
(yaratılmışlık) belirtisi O'nda belirmiş olur ve ayetlerin delâlet
ettiği yaratıcı olmaktan çıkıp kendi bir yaratıcıya delâlet eden
ayete dönüşürdü."1
Ben derim ki: Hz. Ali'nin (a.s) sözünün evveli, yüce Allah'ın kutsal
zatının sınır kabul etmezliğini ve O'ndan başka her şeyin sınırlı
olduğunu açıklamaya yöneliktir. Bu konuyu daha önce kısaca açıkladık.
"Sınırlamayla kapsanmaz, saymakla hesaplanmaz." ifadesi,
öncesindeki açıklamanın sonucu niteliğindedir. "Edevat, ancak
kendilerini sınırlandırırlar. Aletler, ancak kendi benzerlerine delâlet
ederler" ifadesi, "Sınırlamayla kapsanmaz, saymakla
hesaplanmaz." sözünün bir başka açıklamasıdır. Çünkü önceki açıklama,
konuya şu açıdan yaklaşmıştır: Yaratılmışların ayrılmaz
niteliği olan bu sınırlar, yüce Allah'ın kutsal zatının koyduğu, var
ettiği şeyler olduğu için, fiilin (işin) failden (işi yapandan) sonraki
mertebede olması türünden bir sonralıkla Allah'ın yüce zatından
1- [Nehc'ül-Belâğa, Hutbe: 186]
sonraki mertebededirler. Dolayısıyla Allah'ın yüce zatının bu sınırlarla
sınırlanmış olması mümkün değildir. Çünkü zatın bulunduğu
mertebede fiil yoktur.
"Edevat, ancak kendilerini sınırlandırırlar..." ifadesi ise, meseleyi
bir başka açıdan ele almıştır. Şöyle ki: Bu edevat ve sınırların
kaçınılmaz özelliği olan sınırlandırma ve ölçülendirme, ancak türsel
benzerlik olduğunda söz konusu olur. Meselâ; bir ağırlığı ölçme
birimi olan "miskal" ile ancak ağırlıklar ölçülür ve örneğin renkler
ve sesler ölçülmez. Veya hareketin miktarından ibaret olan "zaman"
ile ancak hareketlerin sınırı belirlenir. Veya örneğin "insan",
sahip olduğu ortalama toplumsal ağırlığıyla ancak bu yönde kendisi
gibi olan insanlar için bir ölçü oluşturur. Kısaca bu sınır ve ölçülerden
her biri, sınırlandırdığı ve ölçülendirdiği şeye kendi anlamına
benzer bir anlam kazandırır. Varlığı zorunlu olmayıp olası olan
her varlığın tüm özellikleri ve niteliği de belli bir sınır ve ölçüye
dayalıdır, belli bir süresi ve sonu vardır. Öyleyse bu varlıkların sınırlı
anlamlarını nasıl ezelî, ebedî ve sonsuz bir zata yükleyebiliriz?!
İmam'ın (a.s) maksadı da budur. Bu nedenle de bu sözünün
ardından "Falan zamandan beri var, denmesi..." buyurmuştur. Yani,
varlıklar için "Falan zamandan beri var." ve "Şu zamanda gerçekleşmiştir."
söylenmesi, onların zaman açısından hâdis olduklarını
gösterir ve kadimlik ve ezelîlik vasıflarıyla nitelendirilmelerine
engel olur. Aynı şekilde "Eğer şöyle olmasaydı, şöyle olurdu" denmesi,
onların eksik olduğunu ve kâmilleşmeleri önünde bir engelin
varolduğunu, dolayısıyla her yönden kâmil olmadığını gösterir.
"Onları yapan (yaratan), onlarla akıllara tecelli etmiş onlarla
gözlere görünmez olmuştur."
Her iki cümledeki zamirler, varlıklara dönüktür. Yani varlıklar,
yüce Allah'ın ayetleri (nişaneleri) oldukları için sadece ayet sahibini
gösterirler. Bunlar tıpkı ayna gibidirler ve yüce Allah'tan başkasını
göstermezler. Böylece yüce Allah onlar vasıtasıyla akıllara tecelli
etmiştir. Aynı şekilde onlar vasıtasıyla gözlere görünmesi imkânsız
olmuştur. Çünkü yüce Allah'a bakmanın tek yolu bu ayetlere
bakmaktır. Bu ayetler de sınırlı oldukları için ancak kendileri
gibi bir şeye ulaştırırlar, her şeyi ihata etmiş, kuşatmış olan Rablerine
ulaştırmazlar. Gözlerin O'nu görmesinin imkânsız oluşunun
nedeni budur işte. Çünkü gözler, sınırlar üzerine kurulu bileşik aletler
oldukları için ancak sınırlı şeylerde etkin olabilirler. İzzet sahibi
yüce Allah'ın kutsal zatı ise her türlü sınırdan münezzehtir.
İmam'ın (a.s) "O'nun hakkında hareket ve durgunluk geçerli
değildir..." sözü, başka bir ifadeyle sözün başına dönüş mesabesindedir.
Bu sözle şunu açıklamak istiyor: Hareket ve durgunlukla
noktalanan bu işler ve olaylar, O'nun hakkında geçerli olmaz, O'na
dönmez, O'nun zatında meydana gelmez. Çünkü bu işler, O'nun
başkasına yönelik etkilemesinden ileri gelen etkilerdir. Etkilemenin
anlamı, etkileyenin zatından kaynaklanan etkisini başkasına
yöneltmesidir.
Buna göre bir şeyin kendini etkilemesi anlamsızdır. Bir şeyin
kendini etkileyebilmesi için parçalardan oluşmuş, çok yönlü bileşik
bir zata sahip olması gerekir (ki, bir parçası veya yönü öteki
parçası veya yönünü etkilesin). Meselâ insan, ruhuyla bedenini idare
eder; eliyle başına vurur, tabip tababetiyle hastalığını tedavi
eder. Bütün bunlar, parçalar ve yönlerin değişik olması nedeniyle
mümkün ve sahih oluyor. Yoksa, bir şeyin kendini etkilemesi
mümkün olmazdı. Meselâ, görme duyusu hiçbir zaman kendini
görmez. Ateş, hiçbir zaman kendini yakmaz. Aynı şekilde hiçbir
etken kendini etkileyemez. Bunun için, daha önce de söylediğimiz
gibi, unsurlardan bileşmiş, parçalardan oluşmuş olması gerekir.
İmam'ın "Eğer böyle bir şey söz konusu olsaydı, zatı değişmiş,
künhü parçalara bölünmüş olurdu, hakkında ezelîliğin anlamı
kalmazdı..." sözünün anlamı budur işte.
"Yine eğer böyle bir şey söz konusu olsaydı, yapılmışlık (yaratılmışlık)
belirtisi O'nda belirmiş olur ve ayetlerin delâlet ettiği yaratıcı
olmaktan çıkıp kendi bir yaratıcıya delâlet eden bir ayete
dönüşürdü." Yani, bu sınırlar ve ölçülerin O'nun hakkında geçerli
olması durumunda, eksiklik O'na lâzım gelirdi. Eksiklik ise yapılmışlık
(yaratılmışlık) alâmetlerinden ve mümkünlük nişanelerindendir.
Bu durumda, O da -yüce ve kutsaldır- yapılmışlığına delâlet
eden delilin gereğince diğer yapılmışlar gibi başka bir ezelî,
varlığı kâmil ve zatı sınırsız varlığa delâlet ederdi ki, sınırlar ve ölçülerin
kısıtlayamayacağı, varsayılan her eksiklikten münezzeh
olan ilâh, o olurdu.
Burada şu hususun da bilinmesinde yarar vardır. İmam'ın bu
sözünde, delâletin (delilliğin) mümkünlük ve yapılmışlığın nişanesi
olduğu yönündeki tesbiti, onun diğer sözlerinde veya diğer Ehlibeyt
İmamlarının (a.s) sözlerinde, yüce Allah'ın zatıyla, başkalarının
ise O'nunla biliniyor olması, O'nun kendi, kendi zatına delâlet
ettiği, aynı zamanda yaratıklarına da O'nun delâlet ettiği yolundaki
sözleriyle çelişmemektedir. Çünkü bu bilinmeyle o bilinme, bu
delâlet ile o delâlet ayrı ayrı şeylerdir. Umarım yüce Allah bizi konuyla
ilgili gelecek incelemelerimizden birinde bu konuyu açıklamaya
ve hakkında genişçe konuşmaya muvaffak eder. İnşaallah.
et-Tevhid adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle İmam Cafer
Sadık'tan şöyle rivayet eder: "Müminlerin Emîri Hz. Ali (a.s),
Kûfe Camiinde minber üzerinde hutbe okuduğu sırada, 'Zi'lib' isminde
keskin dilli, hitabesi güçlü, yüreği cesaretli bir adam ayağa
kalkarak, 'Ey Müminlerin Emiri! Hiç Rabbini gördün mü?' diye sordu."
"Emir'ül-Müminin, 'Yazıklar olsun sana ey Zi'lib!' dedi, Ben görmediğim
bir Rabbe ibadet edecek, kulluk sunacak biri değilim."
"Zi'lib, 'Ey Müminlerin Emîri!' dedi, O'nu nasıl gördün?"
"Emir'ül-Müminin şöyle buyurdu: 'Ey Zi'lib! Gözler gözlemleriyle
O'nu görmezler, fakat kalpler iman hakikatleriyle O'nu görürler.
Vay sana ey Zi'lib! Rabbim latif mi latiftir, ama incelikle
nitelenmez. Yüce mi yücedir, ama kocamanlıkla nitelenmez. Büyük
mü büyüktür, ama irilikle nitelenmez. Ulu mu uludur, ama kabalıkla
nitelenmez. Her şeyden öncedir, 'O'ndan önce bir şey vardı'
denmez. Her şeyden sonradır, 'O'nun bir sonrası var.' denmez. Şeyleri
(varlıkları) var etmeyi diledi, herhangi bir çaba göstermeksizin.
İdrak edendir, herhangi bir araca ihtiyaç duymaksızın."
"Varlıkların içindedir, onlara karışmış değildir, onlardan ayrı da
de-ğildir. Apaçık ortadadır, dokunulmaz. Aşikârdır, gözle görülmez.
Ayrıdır, mesafe söz konusu değildir. Yakındır, yaklaşıklık söz konusu
değildir. Latiftir, cisimleşme söz konusu değildir. Vardır, yokluktan
sonra değildir. Yapandır, çabalama olmadan. Ölçüp biçendir,
hareket etmeden. İrade edendir, himmet etmeden. Duyandır,
aletle değil. Görendir, araçla değil. Mekânlar O'nu içermez. Za
manlar O'na eşlik etmez. Sıfatlar O'nu sınırlandırmaz. O'nu uyuklama
tutmaz. Varoluşu za-manlardan, varlığı yokluktan, ezelîliği
başlangıçtan öncedir. Hisleri, sezgileri yaratmasıyla hissi, sezgisi
olmadığı bilinmiştir."
"Cevheri cevher etmesiyle cevheri olmadığı anlaşılmıştır. Karşıt
şeyleri yaratmasıyla karşıtı olmadığı bilinmiştir. Birbirine denk
şeyleri var etmesiyle dengi olmadığı bilinmiştir. Işığı karanlıkla,
kuruluğu yaşlıkla, soğukluğu sıcaklıkla karşıtlamıştır. Barışık olmayan
şeyleri birbiriyle kaynaştırır, yakınları birbirinden ayırır. Onları
birbirinden ayırmasıyla onları ayırana, onları birbiriyle kaynaştırmasıyla
onları kaynaştırana delâlet etmiştir. Aziz ve yüce Allah-
'ın "Her şeyden bir çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız." [Zâriyât,
49] sözünün anlamı da budur."
"Böylece Allah önce ile sonrayı birbirinden ayırdı ki, kendisinin
öncesi ve sonrası olmadığı bilinmiş olsun. Varlıklarda içgüdüler
koyması, bunları koyanın içgüdüsü olmadığına tanıktır. Onlar için
bir süre belirlemesi, bu süreleri belirleyenin süresi olmadığını haber
verir. Var-lıkların bir kısmını bir kısmından perdelemiştir ki,
O'nunla yaratıkları arasında yaratıklarından başka bir perde olmadığı
bilinmiş olsun. Hiçbir merbub (yönetilen, eğitilen) yokken,
O Rab (yöneten, eğiten) idi. Hiçbir tapan yokken, O tapılan mabuttu.
Hiçbir bilinen yokken, O bilendi. Hiçbir işitilen yokken, O işitendi."
"Hz. Ali (a.s) sonra şu şiiri okumaya başladı:
Mevlâm sürekli övgüyle tanınagelmiştir.
Efendim hep cömertlikle nitelenmiştir.
Aydınlatan hiçbir ışık yokken O vardı.
Ufukları saran bir karanlık yokken de O vardı.
Böylece Rabbimiz bütün yaratılmışların tersinedir.
Hayallerde tasavvur edilen her şeyin aksinedir."1
Ben derim ki: İmam'ın (a.s) bu sözleri Allah'ın zatının ve zatıyla
ilgili sıfatlarının birliğinin anlamını açıklamak için serdedilmiştir.
Bu açıklamada Allah'ın zatının sonsuz ve sınırsız olduğu, dolayısıy-
la zatının karşısında hiçbir zatın bulunmadığı vurgulanmaktadır.
Çünkü eğer böyle bir şey olsaydı, bu zat O'nu sınırlılıkla tehdit eder,
ölçülülüğe mahkûm kılardı. Böyle bir şey olmadığına göre O
her şeyi kuşatıcıdır, her iş üstünde egemen güçtür. Böyle (sonsuz)
bir varlığın zatından ayrışan bir sıfat da olmaz. Çünkü bu durumda
ezelîliği bozulmuş olur, sınırsızlığına halel gelir.
Yüce Allah'ın kemâl sıfatları da başkasını dışlayacak veya
başkası tarafından dışlanacak bir sınırla sınırlı değildir. Bizdeki ilim
kudretten başka bir şeydir. Bu ikisi arasında kavram ve mısdak
olarak itişme vardır. Ancak yüce Allah hakkında bu iki sıfat
arasında herhangi bir itişme söz konusu değildir. Yüce Allah hakkında
her sıfat kendisinin aynısı olduğu gibi Allah'ın diğer yüce sıfatlarının
her birinin de aynısıdır. Yüce Allah'ın her ismi de öteki
güzel isimlerinin aynısıdır.
Bu konuda bundan daha ince ve daha derin bir yaklaşım vardır.
Şöyle ki: Bu anlamlar ve kavramlar, akıl için birer ölçü ve tartı
mesabesindedirler. Akıl bu anlamlar ve kavramlarla zihnin dışındaki
varlığı ve gerçek âlemdeki varoluşu ölçer, tartar. Buna göre
bu kavramlar, bu özellikten ayrılmayan sınırlı sınırlardır. Bu kavramları
birbirine eklememiz, birinden ötekisi için yardım almamız
da onları sınırlılıktan çıkarmaz. Dolayısıyla bu kavramlar, ancak
kendileri gibi sınırlı şeyleri koşamlayabilirler. Bu nedenle sınırsız
bir şeyi varsayıp bu sınırlı ölçülerle ona yönelirsek, ondan ancak
sınırlı bir şeye ulaşırız ki bu, o değildir. Bu sınırsız şeye ulaşmak için
ne kadar derinleşirsek, o kadar bizden uzaklaşır, o kadar yücelir.
İlim kavramını ele alırsak; bu kavramın zihnin dışındaki âlemdeki
sahibi için kemâl sayılan sınırlı bir sıfattan algılanmış bir anlam
olduğunu görürüz. İlim kavramındaki sınırlılık, örneğin kudret
ve hayatı kapsamasına engeldir. Bu ilim kavramını yüce Allah
hakkında kullanıp sonra, "diğer ilimler gibi olmayan bir ilim" diyerek
sınırlılığı giderici bir kayıtla kayıtlandırdığımızda, bir ölçüde
onu sınırlılıktan kurtarıp kapsamını genişletmiş olsak da, bu onu,
ötesini kapsamama özelliği taşıyan bir kavram olmaktan
çıkarmaz. Çünkü her kavramın kapsamı altına alamayacağı bir
ötesi vardır. Kavrama kavram katmak da bu özelliği yitirmesine
sebep olmaz. Bu oldukça açıktır.
Beyinli insanı, yüce Allah hakkında aklı ve beyninin ispat ettiği
sıfatlar konusunda hayrete düşürüp şaşkınlığa sürükleyen nokta
işte budur. Hz. Ali'nin bu sözündeki "Sıfatlar O'nu sınırlandırmaz."
ifadesinden, aynı şekilde daha önceki hutbesindeki "Sırf O'na yönelmenin
(ihlâsın) kemâli, sıfatları O'ndan nefyetmektir." ifadesi
ile aynı hutbedeki "Sıfatının sınırlandırıcı bir sınırı, varolan bir niteliği
yoktur." ifadesinden de bu husus anlaşılmaktadır.
Görüldüğü gibi Hz. Ali (a.s), bir yandan Allah'a sıfat ispat ederken,
öte yandan o sıfatı veya o sıfatın sınırını O'ndan nefyetmektedir.
Açıktır ki, sıfatı ispat etmek, sınır getirmekten ayrılmaz. Buna
göre sıfattan sınırı nefyetmek, o sıfatı ispat ettikten sonra nefyetmek
anlamına gelir. Bundan da şöyle bir anlam çıkar: Yüce Allah
hakkında kemâl sıfatlarından birinin ispatı, öteki sıfatlarını
nefyetmez. Bu da demektir ki, yüce Allah'ın sıfatları hem birbiriyle,
hem de zatıyla birdir ve herhangi bir sınır söz konusu değildir.
Ayrıca yüce Allah hakkında herhangi bir kemâl sıfatının ispatı, o
sıfatın ötesinde bilmediğimiz, anlamadığımız ve de anlatamadığımız
sıfatları da nefyetmez. Bunu anlamaya çalış.
Eğer kavramlar, söylenen anlamda yüce Allah'ın azameti ve
büyüklüğü sahasına gölge düşürdüğünde içeriğini yitirmeseydi,
aklın, al-gılamış olduğu genel ve müphem kavramlarla O'nu kuşatması
ve "O'nun diğer zatlar gibi olmayan bir zatı var. O'nun öteki
ilimler gibi olmayan bir ilmi var. Başkasının kudreti gibi olmayan
bir kudreti var. Diğer hayat kısımları gibi olmayan bir hayatı
var" diyerek O'nu nitelemesi mümkün olurdu.
Çünkü böyle bir nitelemeyle de nitelenen şeyin tüm sıfatları
sayılmış ve o şey mücmel bir şekilde kuşatılmış olur. Bu durumda
da aklın mücmel olarak yüce Allah'ı kuşatmasının mümkün olduğu,
müm-kün olmayanın ise ayrıntılı kuşatma olduğu sonucu ortaya
çıkardı. Oysa yüce Allah, "O'nu bilgice kuşatmazlar" (Tâhâ, 110)
ve "Bilin ki, O her şeyi kuşatıcıdır." (Fussilet, 54) buyurmuştur. Dolayısıyla
hiçbir şey, hiçbir yönden, hiçbir şekilde O'nu kuşatamaz.
O'nun kutsal zatı mücmel kuşatma ve ayrıntılı kuşatma diye bir
bölünmeye konu olamaz. Mücmelinin bir hükmü ayrıntılısının
başka bir hükmü var, denemez. Bunu anlamaya çalış!
el-İhticac adlı eserde Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinde şöyle buyurduğu
kaydedilir: "Delili ayetleridir. Varlığı ispatıdır. Tanınması
birlenmesidir. Birlenmesi yaratıklarından ayırt edilmesidir. Yaratıklardan
ayırt edilmesi, onlardan uzakta, onlardan kopuk olması
değil, onlar gibi olmaması anlamındadır. O, yaratan, yönetendir;
yaratılan yönetilen değildir. Tasavvur edilen her şey O'nun tersinedir...
Zatı ve özü bilinen, ilâh olamaz. O, delil ile kendine delâlet
eden, bilgi ile kendine ulaştıran ilâhtır."
Ben derim ki: Önceki sözlerimiz üzerinde düşünüldüğünde bu
hutbenin yüce Allah'ın birliğinin sayısal olmayan bir birlik olduğunu
beyan etmek için serdedilmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü
açık bir şekilde yüce Allah'ı tanımanın O'nu birlemekle eşit olduğu
vurgulanmıştır. Yani, O'nun varlığını ispat etmek, birliğini ispat
etmekle eşittir. Eğer bu birlik sayısal olsaydı, zattan başka bir
şey olurdu. Bu durumda sırf zatın ispatı, birliğin ispatı için yeterli
olmazdı, birliğin ispatı için zatın sübutu dışında başka bir gerekçe
gerekirdi. Bu sözler, Allah'ın birliği (tevhit) konusunda hayret verici
bir mantığı ve oldukça net bir anlatımı içermektedir. Bu sözlerin
şerhi, bu kitabın inceleme tarzına sığmayacak geniş bir fırsatı gerektirmektedir.
Bu hutbedeki en latif konulardan biri, şu güzel
cümlede ifade edilmiştir: "Varlığı ispatıdır." Bu sözle şunu kastediyor:
O'nu ispat edecek kanıt, bizzat O'nun dıştaki varlığıdır. Yani O,
zihne girmez, akla sığmaz.
"Tasavvur edilen her şey O'nun tersinedir." ifadesiyle kastedilen,
O'nun zihinsel biçimden başka olduğu değildir. Çünkü bütün
dış (objektif) varlıklar böyledir. Tam tersine maksat şudur: Yüce Allah,
ne olursa olsun zihinsel tasavvurun hikâye ettiği, anlattığı şeyin
tersinedir, o değildir. Dolayısıyla hiçbir zihinsel biçim O'nu
kuşatamaz. Hatta O'nun kutsal katının bu tasavvurdan, yani "O
her tasavvurun tersinedir" tasavvurundan da münezzeh olduğundan
gaflet etmemelisin.
"Zatı ve özü bilinen, ilâh olamaz" ifadesi, yüce Allah'ın herhangi
bir bilgiye konu olmaktan, herhangi bir anlama ve algılamaya
yenik düşmekten çok daha yüce olduğunu beyan etmek için
serdedilmiştir. Çünkü zatı ve özüyle bizim bilgi ve tanımamıza konu
olan her şey, bizden ve bilgimizden başka bir şeydir ki, bilgimize
konu olabiliyor. Fakat yüce Allah bizi de, bilgimizi de kuşatıcıdır;
bizi de, bilgimizi de var edici, ayakta tutucudur. Böylece hiçbir
şekilde kendimizi ve bilgimizi O'nun zatının kuşatmasından ve
egemenliğinin kapsamında ol-maktan kurtaramayız. Kurtaramayınca
da O'nun hakkında, ayrı bir şeyin ayrı bir şeye olan bilgisi gibi
bir bilgimizin olması mümkün değildir.
Hz. Ali (a.s) bu gerçeği, "O, delil ile kendine delâlet eden, bilgi
ile kendine ulaştıran ilâhtır." sözüyle beyan etmiştir. Yani, kendisine
delâlet edecek delili, kendisine doğru kılavuzlayacak kılavuzu
var edip kendisine delâlet etmesini, kılavuzlamasını sağlayan delil
ve kılavuz, yine yüce Allah'ın kendisidir. Aynı şekilde bilginin kendisine
ulaşmasını, kendisiyle bir tür ilintili olmasını sağlayan, yine
yüce Allah'ın kendisidir. Bunun sırrı şudur: Her şey, ama bütün her
şey, O'nun kuşatması ve hegemonyası altındadır. O hâlde bir şeyin
O'na yol bularak O'nu kuşatması nasıl mümkün olabilir?! Oysa O,
onun kendisini de, yol bulmasını da kuşatmış bulunmaktadır.
el-Meanî adlı eserde müellif, kendi rivayet zinciriyle Ömer b.
Ali'den şöyle rivayet eder: Hz. Ali (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) şöyle
buyurduğunu söyledi: "Tevhidin (Allah'ın birliğinin) zahiri batınındadır,
batını da zahirindedir. Zahiri nitelenir, görülmez; batını vardır,
gizli değildir. Her yerde aranır, hiçbir yer bir anlığına olsun O'ndan
boş değildir. Hazırdır, sınırlı değil; gaiptir, yitirilmiş değil." [s.10,
h:1]
Ben derim ki: Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu sözü yüce Allah'ın
herhangi bir sınırla sınırlı olmamasına dayalı sayısal olmayan birliğini
beyan etmek için serdedilmiştir. Yüce Allah'ın tevhidi ve tavsifinin
(O'nu birleme ve nitelemenin) zahirinin batınından, batının
da zahirinden ayrı olmamasını sağlayan, bu sınırsızlığıdır. Zahir ile
batın, ancak sınırla başkalaşır, birbirinden ayrılır. Sınır kalktığında
zahir ile batın birbirine karışır, "bir" olur.
Aynı şekilde nitelenen zahirin kuşatılmış olması, ancak sınırlanmaları
ve kendileri için belirlenen sınırı aşmamalarıyla mümkün
olur. Bir şeyin yanında hazır olanın, bütün varlığıyla onun yanında
hazır ol-ması, bir şeyden de gaip olanın, ona göre yitik olması,
onların sınırlı olmalarından kaynaklanır. Yoksa sınırlılık olmasa,
hazırın, tüm varlığıyla bir şey için hazır olması, gaibin de
gaybet perdesi arkasında gizli kalması mümkün olmaz. Çünkü
böyle bir şeyi, kendinden, kendi sınırsızlığından başka bir şey gizlememektedir.
Bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur.
142 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6 TARİHÎ BİR İNCELEME Kâinatın bir yaratıcısının olduğu görüşü, aynı şekilde onun bir
olduğu görüşü, insan türünün düşünürleri arasında gündemde olan
en eski meselelerden biridir. İnsanoğlunu bu sonuçlara fıtrî
sezgisi iletmektedir. Hatta Allah'a ortak koşma esasına dayanan
putperestliğin bi-le mahiyeti derinliğine irdelendiğinde, yaratıcının
birliği esasına dayandığı, bunun yanında yaratıcıya ulaştıracak aracılar
ispat etme peşinde olduğu görülür. "Biz onlara, ancak bizi
Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz." (Zümer, 3) ayetinde
buyrulduğu gibi. Gerçi putperestlik zamanla çığırından çıkmış ve
Allah dışındaki ilâhlara istiklal ve asalet tanıma sapıklığına saplanmıştır.
Tek ilâh inancına çağıran fıtrat, yukarıdaki ayetlerin ışığında
anlatıldığı üzere, her ne kadar insanı zatı ve sıfatları ile yüceliği ve
ululuğu sınırsız olan tek bir ilâha çağırıyor ise de, fakat bir yandan
insanın hayatı boyunca hep sayısal birlerle iç içe yaşıyor olması,
öte yandan dindarların putperestlere, düalistlere ve diğer sapık
inançlılara karşı çok ilâhlı inancı reddetmek amacı ile mücadele
vermeleri, Allah'ın birliğine sayısallık damgası vurmuş ve sözünü
ettiğimiz fıtratın me-sajını etkisiz bırakmıştır.
Bundan dolayı eski Mısır, Yunan ve İskenderiye filozofları ile
on-lardan sonra gelen diğerlerinin bize kadar ulaşan sözlerinin sayısal
birliği destekledikleri görülür. Hatta Ebu Ali İbn-i Sina gibi biri
de, eş-Şifa adlı eserinde bunu açıkça ifade etmiştir. Yaklaşık Hicrî
bin yılına kadar gelen diğer filozofların da görüşleri bu yönde olmuştur.
Kelâm âlimlerinin tevhit ilkesi etrafındaki tartışmaları da sayısal
birliğin ötesinde bir sonuç vermemiştir. Oysa bu âlimler delillerinin
büyük bir çoğunluğunu Kur'ân'dan almışlardır. Bu mesele
hakkında inc-eleme yapanların sözlerinden çıkan sonuç budur.
Kur'ân'ın, tevhidin anlamı ile ilgili açıklamaları, bu gerçeğin
öğretilmesi yönündeki ilk adımı oluşturur. Fakat sahabenin, tabiînin
ve daha sonra gelenlerin içindeki tefsirciler ve Kur'ân ilimleri
ile uğraşanlar, bu yüce meseleyi incelemeyi ihmal etmişler. O âlimlerden
bize kalan hadis eserleri ve tefsir kitapları incelendiğinde,
bu gerçek hakkında ne doyurucu bir açıklamaya ve ne delile
dayalı bir çalışmaya rastlanmaz. Bu gerçeğin üzerindeki perdeyi kaldıran tek kaynağın, İmam
Ali b. Ebutalib'in (selâmın en üstünü özellikle ona olsun) sözleri
olduğunu görüyoruz. Onun sözleri bu gerçeğin kapısını açmış, üzerindeki
örtüyü ve perdeyi kaldırmıştır. Bunu en açık ve berrak delillerle
ortaya koymuştur. Ondan sonra da Hicrî bin yılı sonrası İslâm
filozoflarının bu yoldaki sözlerini görüyoruz. Bu filozoflar da görüşlerini
Hz. Ali'nin sözlerinden istifade ettiklerini açıkça belirtmişlerdir.
Yukarıdaki "Tevhidin Hadisler Işığında Açıklaması" bölümünde
Hz. Ali'nin (a.s) ışıklı sözlerinden yaptığımız seçmelerle yetinmemizin
sırrı işte budur. Çünkü bu meseleye apaçık delillerin ışığında
yaklaşma üslûbunu ondan başkasının sözlerinde bulmak mümkün
değildir.
Sırf bundan dolayı bu mesele ile ilgili ayrıca felsefî bir incelemeye
girişmedik. Çünkü bu amaçla ortaya konan delillerin bütünü
Hz. Ali'nin o sözlerinde açıklanan mukaddimelerden (öncüllerden)
oluşmuştur, onun sözlerine yeni bir şey eklenmemiştir. Bu delillerin
hepsi varlığın saltlığı ve yüce Allah'ın zatının birliği öncülüne
dayalıdır.1
1- Meseleleri derinlemesine irdeleyen araştırmacıların, bazı âlimlerin tutumları
karşısında şaşmaları gerekir. Bu âlimler Nehc'ül-Belâğa'da yer alan
hutbelerin uydurma olduklarını ileri sürmüşlerdir. Onların bazılarına göre bu
hutbeleri Şerif Razî uydurmuştur. Bu saçmalık hakkında daha önce gereken
sözleri söylemiştik. Burada söylemek istediğimiz şudur: Bu hutbelerin ilmî seviyesi
o kadar yüksektir ki, İslâm âlimleri bunları ancak bin yıl sonra kavrayabilmişlerdir.
O tarihe kadar yüzyıllarca süren fikrî gelişmelere, İslâm'ın bu gerçeklere
kapı açmış ve üzerlerindeki örtüyü kaldırmış olmasına rağmen bunlar anlaşılamamıştır.
Hz. Ali dışındaki sahabîler ile tabiîn bile bu düşünce yükünün altından
kalkamamışlardır. Peki ilmî seviyesi bu kadar yüksek olan bu hutbeleri
kim, nasıl uydurmuş olabilir?! Bu ihtimal hiç mantığa sığar mı?! Aslında bu
saçma iddiayı ortaya atanlar en yüksek sesleri ile şunu söylemek istiyorlar:
Kur'ân'ın gerçekleri ve onun ifade ettiği yüce prensipler sıradan halkın zihnî seviyesini
aşmayan basit kavramlardır. Yalnız daha fasih ve edebî bir dille ifade
edilmek gibi bir üstünlükleri vardır!
87- Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı hoşa giden şeyleri
haram etmeyin ve sınırları aşmayın. Hiç şüphesiz, Allah sınırları
aşanları sevmez.
88- Allah'ın size bağışladığı hoşa giden helâl şeylerden yiyin ve
iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun.
89- Allah sizi (ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminlerinizden
dolayı sorumlu tutmaz; fakat pekiştirdiğiniz (bilerek yaptığınız)
yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. (Böyle bir yemini bozarsanız,)
cezası (keffareti), ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması
üzerinden on yoksulu doyurmak ya onları giydirmek veya bir
köle azat etmektir. Bunların hiçbirini bulamayan (yapamayan)
kimse üç gün oruç tutar. İşte yemin ettiğiniz (ve bozduğunuz) zaman
yeminlerinizin cezası (keffa-reti) budur. Yeminlerinizi tutun.
İşte Allah, şükredesiniz diye size ayetlerini böyle açıklıyor.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Okuduğumuz bu üç ayet ile ardından surenin yüz küsuruncu
ayetine kadar gelen ayetler, bazı fer'î hükümleri açıklıyorlar. Bu
ayetlerin hepsi Hz. İsa'yı ve Hıristiyanları konu edinen ayetler arasına
girmiş ara ayetler gibidirler. Bu ayetler değişik hükümler
hakkında inmiş ve her biri anlam bakımından bağımsız bir nitelik
taşıyan ayrı ayrı kümeler oluşturdukları için bunların bir arada ve
bir defada mı, yoksa surenin geriye kalan ayetleri eşliğinde mi indikleri
hakkında hüküm ver-mek zordur. Çünkü içeriklerinde bu
konuda bir belirti yoktur. Nüzul sebepleri hakkındaki rivayetlere
gelince; bunların önemlilerden bazılarına, "Ayetlerin Hadisler Işığında
Açıklaması" bölümünde yer verilecektir.
Ele aldığımız üç ayet hakkında da söyleyeceklerimiz aynıdır.
Üçüncü ayet, anlam bakımından bağımsızdır. Birinci ayet de üçüncü
ayetten bağımsızdır. Gerçi aralarında bir tür bağlantıdan
söz edilebilir. Bu bağlantı, ağız alışkanlığı ile yapılan boş yeminlerin
konularından birinin yüce Allah'ın helâl kıldığı temiz nimetleri
haram kılma girişimi ile ilgili olabileceği bakımındandır. Nüzul sebebi
olarak üç ayetin her üçünün ağız alışkanlığı ile yapılan boş
yemin hakkında indiğini söyleyen kimsenin dayandığı gerekçe de
bu olmalıdır.
Birinci ayetle üçüncü ayetin durumu budur. İkinci ayete gelince;
bu ayet birinci ayetin tamamlayıcısı gibidir. "İman etmiş olduğunuz
Allah'tan korkun." şeklindeki son cümlesi belirli oranda
bunu gösteriyor. Hatta ayetin baş tarafı da bunu gösteriyor. Çünkü
atıf harfi ile başlıyor. Ayrıca birinci ayetin haram kılınmasını yasakladığı
helâl ve temiz nimetleri yemeye ilişkin bir emri içeriyor. Bu
yüzden aynı içeriğe sahip bu iki ayet, anlamca uyuşmakta ve hükümce
birleşmektedir.
"Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı hoşa giden şeyleri haram
etmeyin." Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle diyor: "Haram,
men edilen şey demektir. Bu men ya ilâhî bir müdahele ya
zorlama yolu ile ya da akıl veya şeriat veya emrine uyulan bir
merci tarafından olur."
Yine şöyle demiştir: "Hall'in asıl anlamı düğümü çözmektir.
'Dilimdeki düğümü çöz.' [Tâhâ, 27] ayeti bunun bir örneğidir.
'Haleltü', 'kondum' demektir. Bunu aslı, konarken yüklerin (iplerinin)
çözülmesi anlamına dayanır. Sonra soyutlanarak konma anlamında
kullanılır olmuş ve 'halle hululen=kondu, yerleşti' ve
'ehallehu gayrehu=başkasını kondurdu, yeleştirdi' denmiştir. 'Veya
(bu belâlar) yurtlarının yakınına konar.' [Ra'd, 31] ve "Milletlerini
helâk yurduna kondurdular." [İbrahîm, 28] ayetleri buna örnektir.
Borcun ödeme zamanı geldiğinde 'hall'ed-deynü' denir. Bir yere
konan, yerleşen kavme de 'hille' ve 'hay-yün hilâl' denir. 'Mahalle'
ise konulan yer anlamına gelir. 'Düğüm çözüldü' anlamından istiâre
edilerek de 'falanca şey helâl oldu' denir. Nitekim yüce Allah
'Allah'ın size bağışladığı hoşa giden helâl şeylerden yiyin.' [Mâide,
88] ve 'Bu helâl, şu da haramdır.' [Nahl, 116] buyurmuştur." (el-
Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Anlaşılan, "hill=helâllik" ile "hürmet=haramlık" arasındaki karşıtlık,
aynı şekilde "hill= Harem bölgesinin dışı ve ihram hâlinde
olmama" ile "Harem" ve "ihram" arasındaki karşıtlık, "hürmet" kelimesi
ile diğer iki kelimenin "men" anlamını içerdiğinden ve
"men"de de düğüm ve bağlama olduğunun hayal edilmesinden
kaynaklanıyor. Daha sonra "hürmet" kelimesi istiâre yolu ile "cevaz
ve mubahlık" anlamına gelen "hill" kelimesinin karşıtı olarak
kullanılmıştır. "Hill" ve "hürmet" kelimeleri, İslâm öncesi Arap geleneğinde
yeri olan kelimelerdir, bunlar şeriatın ve şeriat ehlinin
ilk olarak ortaya çıkardığı terimler değildir.
"Ey iman edenler... haram etmeyin." ayeti müminlere, Allah'ın
kendilerine helâl kıldığı şeyleri haram etmeyi yasaklıyor. Allah'ın
helâl kıldığı şeyi haram etmek, Allah onu nasıl helâl kıldıysa, aynı
şekilde haram etmek demektir. Bu işlem, ya kanuna karşı kanun
koymakla ya men etmekle veya sakınmakla, yani helâl bir işi
yapmaktan kaçınarak veya kendini veya başkasını o işten alıkoyarak
o işi terk etmekle olur. Bunların hepsi haram kılma, men etme,
Allah'ın egemenliğine karşı çıkmaya kalkışmak, O'na karşı
sınırları aşmak demektir ki, bu tutumlar Allah'a ve O'nun ayetlerine
iman etmekle çelişir. Bundan dolayı yüce Allah bu yasaklamaya
"Ey iman edenler" hitabı ile girmiştir. Bunun anlamı şudur: Allah'ın
size helâl kıldığı şeyleri haram etmeyin. Çünkü O'na iman
etmiş, emrine teslim olmuşsunuz.
Bir sonraki ayetin sonundaki "ve iman etmiş olduğunuz Allah'-
tan korkun." ifadesi de bu anlamı teyit eder.
Ayette "Allah'ın size helâl kıldığı" ifadesine "hoşa giden şeyler"
izafe edilmiştir. Oysa ifade, bu kelime olmaksızın tamdır. Bununla
söz konusu yasağın sebebinin tamamlanmasına işaret edilmek
istenmiştir. Çünkü müminlerin, Allah'ın kendilerine helâl
kıldığı şeyleri haram etmeleri, Allah'ın egemenliğine yönelik bir
tecavüz, Allah'a olan imanları ve O'nun emirlerine teslim olmaları
ile çelişen bir davranış olduğu gibi aynı zamanda fıtratın hükmüne
karşı çıkmaktır. Çünkü insan fıtratı, bu helâllerden hoşlanır, onlardan
iğrenmez.
Nitekim şu ayette yüce Allah, Peygamberini ve onun getirdiği
şeriatı överken bu gerçeği şöyle vurguluyor: "Adını ellerindeki Tevrat'ta
ve İncil'de yazılmış buldukları, iyiliği emreden, kötülükten
sakındıran, güzel ve hoş şeyleri kendilerine helâl eden, pis şeyleri
onlara haram kılan, ağır yüklerini ve üzerlerindeki zincirleri kaldıran
şu ümmî (okuma-yazmasız) peygambere inananlar, evet ona
inananlar, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve onunla
birlikte indirilen nura (Kur'ân'a) uyanlar, işte kurtuluşa erenler
bunlardır." (A'râf, 157)
Bu açıklamamızdan şu sonuçlar ortaya çıkıyor: 1- Allah'ın helâl kıldığı şeyleri haram etmekten maksat, başkalarını
veya kendisini helâlleri terk etmeye zorlamaktır.
2- Buradaki "helâl", "haram"ın karşıtı olarak kullanılıyor. Buna
gö-re bu terim, karşıtlığın hakkını veren bir yorumla mubahları,
müste-hapları, hatta farzları da kapsamına alır.
3- "Hoşa giden şeyler" kelimesinin "Allah'ın helâl kıldığı" ifadesine
izafe edilmesi açıklama anlamlıdır.
4- "Ve sınırlarını aşmayın." cümlesinde söz konusu edilen sınırları
aşma eylemi, yüce Allah'ın kanun koyma yetkisine tecavüz
etmek veya O'na itaat ve teslimiyetten çıkıp helâl kıldığı şeyleri
haram etmektir. Talâk ayetinin sonunda buyrulduğu gibi: "Bunlar
Allah'ın koy-duğu sınırlardır, onları aşmayın. Kim Allah'ın koyduğu
sınırları aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridirler." (Bakara,
229)
Miras ayetlerinin sonundaki ifadeler de bu gerçeği vurguluyor:
"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine
itaat ederse, Allah onları içinde temelli kalacakları, altlarından
ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. İşte büyük kurtuluş, büyük
başarı budur. Buna karşılık kim Allah'a ve Peygamberine
karşı gelir, O'nun çizdiği sınırları çiğnerse, Allah onu, içinde temelli
kalmak üzere cehenneme atar ve onun için onur kırıcı bir
azap vardır." (Nisâ, 14) Görüldüğü gibi bu ayetler, Allah'ın koyduğu
yasaları benimseyip onlara bağlı kalmayı Allah'a ve Peygamberine
itaat sayarak övgüye değer bulurken teslimiyetten, bağlılıktan ve
boyun eğmekten çıkmayı tecavüz ve Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemek
olarak niteliyor ve bunları yerilmiş ve cezalandırılacak tutumlar
olarak kabul ediyor.
İncelemekte olduğumuz ayet, sonuçta Allah'ın helâl kıldığı
şeylerden sakınarak, onlara yaklaşmaktan kaçınarak onları haram
etmeyi yasaklıyor. Çünkü böyle bir eylem Allah'a ve O'nun ayetlerine
iman etmeye ters düşmekle birlikte, bu helâllerin kendilerinden
uzak durul-ması gereken kötü ve pis şeyler değil, güzel ve
hoş şeyler olmaları ile de bağdaşmaz. Bu ise bir tecavüzdür, Allah-
'ın koyduğu sınırları aşmaktır. Oysa Allah, koyduğu sınırları aşanları
sevmez.
"Ve sınırları aşmayın. Hiç şüphesiz Allah sınırları aşanları sevmez."
Daha önce vurguladığımız üzere ayetin akışından anlaşılan, buradaki
"sınırı aşmak"tan maksat, bir önceki cümlede sözü edilen
haram etmektir. Buna göre, buradaki "sınırı aşmayın" ifadesi "haram
etmeyin" ifadesini pekiştirmektedir.
Bazı tefsircilere göre buradaki "sınırı aşmak"tan maksat, züht
ve ruhbaniyet amacı ile helâllerden kaçınmanın, onlardan yararlanmamanın
karşıtı olarak onlara aşırı derecede yüklenerek, onlardan
haz almayı ileri boyutlara vardırarak itidâl sınırını aşmaktır.
Bu yoruma göre ayetin anlamı şöyle olur: Allah'a kulluk etmek ve
O'na yaklaşmak düşüncesi ile Allah'ın size helâl kıldığı hoşunuza
giden temiz şeylerden yararlanmayı ısrarla terk ederek onları
kendinize haram etmeyin. Buna karşılık bu helâl şeylere ifrat derecesine
varan bir aşırılığa dalarak vücutlarınıza ve ruhlarınıza zarar
verecek biçimde itidâl sınırını aşmayın.
Başka bir yoruma göre buradaki "sınırı aşmak"tan maksat,
güzel ve temiz helâlleri aşarak pis haramlara dalmaktır. O zaman
ifadenin anlamı şöyle olur: Helâlleri bir yana bırakarak haramları
irtikap etmeyin. Başka bir deyişle: "Allah'ın size helâl kıldığı şeyleri
haram edip Onun size haram kıldığı şeyleri helâl etmeyin."
Bu iki anlamın her ikisi de aslında doğrudur ve kesinlikle
Kur'ân'a uygundur. Fakat bu anlamların hiçbiri bu ve bundan sonraki
ayetin içeriği ile örtüşmemektedir. Her doğru olan anlam, içeriğine
ve bulunduğu yere bakılmaksızın her kelimeye yüklenemez.
"Allah'ın size bağışladığı hoşa giden helâl şeylerden yiyin..." Bu ayetteki
"yiyin" ifadesinin bir önceki ayetteki "haram etmeyin" ifadesine
atfedilmesinin amacı, anlaşıldığı kadarıyla bir önceki ayetin
içeriğini tekrar etmek ve pekiştirmektir. Bu ayetin baş tarafındaki
"hoşa giden helâl" ifadesi ile bir önceki ayetteki "Allah'ın size
helâl kıldığı hoşa giden şeyleri" ifadesi arasındaki paralellik bunu
destekliyor. Ayetin sonundaki "ve iman etmiş olduğunuz Allah'tan
korkun." ifadesi ile bir önceki ayetteki "Ey iman edenler" ifadesi
arasındaki paralellik de bunun bir başka teyididir. Buna daha önce
de değinmiştik.
Buna göre "yiyin" ifadesi yasaklamayı izleyen bir emir niteliğindedir
[ve cevazı bildirir.] "...hoşa giden şeyleri haram etmeyin"
ifadesindeki genellemeden sonra "yiyin" ifadesi ile yapılan sınırlama
da, sadece (manayı etkilemeyen) lafzî bir sınırlamadır. Dolayısıyla
yemekten maksat, Allah'ın rızk olarak bağışladığı hoşa giden
nimetler ile ilgili her türlü kullanımdır. Bu kullanım, gıda alma
anlamında yeme biçiminde olabileceği gibi, başka bir kullanım biçiminde
de olabilir. Daha önce de defalarca değindiğimiz gibi "yeme"
fiilinin her türlü "kul-lanım" anlamında kullanılması yaygın bir
kullanım biçimidir.
Buradaki "yemek"ten gerçek anlamının kastedilmiş olması da
muhtemeldir. Bu ihtimale göre bu iki ayetin iniş sebebiyle ilgili
olarak şöyle denebilir: Bu ayetlerin, indiği sıralarda bazı müminler
hoşa giden yiyecekleri kendilerine haram kılmışlar ve bu ayetler o
müminleri bu haram kılma tutumlarından vazgeçirmek için inmiştir.
İlk ayetteki yasaklama, yeme eylemi ile birlikte diğer kullanım
biçimlerini kapsayacak şekilde genelleştirilmiş olmasının sebebi
ise, genel kuralı ortaya koymaktır. Çünkü bu yasağın gerekçesi,
helâl yiyecekler ile diğer helâlleri ayırımsız şekilde kapsamaktadır.
Bu iki ayetten çıkardığımız anlamın gereği, "Allah'ın size bağışladığı
şeylerden" ifadesinin "yiyin" ifadesinin mef'ulü ve "hoşa
giden helâl" ifadesinin ise önceki ifadedeki [şeyler anlamındaki]
mevsulün iki hâli olmasıdır. Böylece iki ayet arasında uyum gerçekleşmiş
olur. Bazı tefsirciler ise, "hoşa giden helâl" ifadesinin
"yiyin" ifadesinin mef'ulü ve "Allah'ın size bağışladığı şeylerden"
ifadesinin "yiyin" ifadesi ile bağlantılı olduğunu veya "helâl" keli
mesinin hâli olup nekire (belirsiz) olduğu için "helâl" kelimesinin
önüne geçtiğini ya da "helâl" kelimesinin hazfedilmiş bir mastarın
sıfatı olduğunu ve ifadenin anlamının "hoşa giden helâl rızk" şeklinde
olduğunu söylemişlerdir. Bu ifadeler ile ilgili daha başka görüşler
de vardır.
Ayetteki "helâl" kelimesinin varlığını delil göstererek rızkın helâli
ve haramı olduğunu, aksi hâlde bu kaydın boşuna olacağını ileri
süren de olmuştur.
Buna vereceğimiz cevap şudur: Bu kayıt helâl ve hoş olmayan
rız-kı dışarıda bırakmak için konan ihtirazî bir kayıt değil, kayıtlandırılan
kavramla eşit anlam taşıyan bir açıklama kaydıdır. İfadede
yer almasındaki incelik, daha önce değindiğimiz gibi, bu rızkın
helâl ve hoş olmasının onu kullanmaktan kaçınmaya hiçbir
mazeret bırakmadığını vurgulamaktır. Bu kitabın üçüncü cildindeki
Âl-i İmrân suresinin yirmi yedinci ayetinin tefsiri sırasında rızk
kelimesinin ne anlama geldiğini anlatmıştık.
"Allah sizi (ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminlerinizden dolayı
sorumlu tutmaz; fakat pekiştirdiğiniz (bilerek yaptığınız) yeminlerden
dolayı sizi sorumlu tutar." Ayette geçen "lağv=boş" kelimesi amelî
bir sonucu gerektirmeyen davranış demektir. Yine ayetteki
"eyman" kelimesi "yemin"in çoğuludur. Yemin de ant ve ahit demektir.
Ragıp İsfahanî bu kelime hakkında şu açıklamayı yapıyor:
"Yemin kelimesi, [ant ve ahit anlamı için] 'el' kelimesinden istiâre
edilmiştir. Bu istiârede ahdedenin, ant içenin yaptığı eylem göz
önüne alınmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Yoksa sizin lehinize
kıyamet gününe kadar sürecek yeminler mi üzerimizde?' (Kalem,
39) 'Yeminlerinin bütün gücüyle Allah adına ant içenler...' (Mâide,
53) 'Allah'ın sizi (ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminlerinizden
dolayı sorumlu tutmaz." (Mâide, 89) (Ragıp'tan alınan alıntı burada
son buldu.)
"(Ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminler" ifadesinin, "pekiştirdiğiniz
yeminler" ifadesinin karşıtı olarak kullanılmasından,
boş yemin demekle yemin edenin yemin etme maksadı ile yapmadığı,
kişisel veya toplumsal bir alışkanlık sonucu ağızdan kaçan
yeminin kast-edildiği anlaşılıyor. Bu da özellikle alış veriş sırasında
söylenen "hayır, vallahi; evet, vallahi" gibi yeminlerdir. Pekiştirilen
yemin ise, yemin edenin bir işi yapacağı veya yapmayacağı yolun
da kararlı bir şekilde kendini bağlayarak yaptığı yemin türüdür.
"Vallahi şunu yapacağım, vallahi şunu yapmayacağım" demek gibi.
Ayetten anlaşılan, budur. Bu anlam, şeriatın "Vallahi, şu haram
işi yapacağım; vallahi şu farzı terk edeceğim" gibi yeminleri,
rüçhan unsuru içermemesi gerekçesiyle geçersiz yeminlerden
saymasıyla çelişmez. Çünkü bu tür yeminler sünnetçe boş yeminlere
ilhak edilmiştir ve sünnette belirlenen her hüküm hakkında
Kur'ân'da delil bulunması şart değildir.
"Fakat pekiştirdiğiniz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar."
ifadesi, sadece şeriat açısından geçerli olan yeminleri kapsar.
Çünkü bu ifadenin devamında "yeminlerinizi tutun." buyruluyor. Bu
ifade, her ne kadar lafzı mutlak olduğu için her türlü yemini kapsasa
da, ancak yüce Allah geçersiz saydığı yeminleri tutmayı emretmeyeceğine
göre ayetteki boş yeminlerden maksat, pekişmeyen,
bağlayıcı olmayan yeminlerdir. Pekiştirilen yeminden maksat
da geçerli sayılan yeminlerdir.
"(Böyle bir yemini bozarsanız,) cezası (keffareti), ya ... on yoksulu
doyurmak ya onları giydirmek veya bir köle azat etmektir." Ayette geçen
"keffaret" kelimesi, örtme anlamındaki "küfr" kökünden gelir.
Şer'î bir terim olarak günahın kötülüğünün bir şekilde örtülmesini
sağlayan davranış anlamını taşır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"...küçük günahlarınızı örteriz (affederiz)." (Nisâ, 31) Ragıp
İsfahanî, "Keffaret, günahı örten davranıştır. Yemin keffareti de bu
kategoriye girer." diyor.
Ayetteki "keffaretuhu=keffareti" ibaresi, gizli bir ifade varsayımı
ile yeminin sonucudur. O varsayılan ifade ile birlikte şöyle bir
anlam çı-kar: "Eğer yemininizi bozarsanız, bunun keffareti şudur."
Çünkü "kef-faret" kelimesinde, keffaret gerektiren bir günaha delâlet
vardır. Söz konusu günah yeminin kendisi değildir. Eğer böyle
olsaydı, ayetin devamında "yeminlerinizi tutun" ifadesi yer
almazdı. Çünkü günah olan bir şeyi tutmak anlamsız olur. Buna
göre keffaret yeminin kendisi ile değil, yemini bozmakla ilişkilidir.
Bundan anlaşılıyor ki, "Fakat pekiştirdiğiniz yeminlerden dolayı
sizi sorumlu tutar." ifadesinde sözü edilen sorumlu tutma,
yemin etmenin kendisi karşılığında değil, yemini bozma karşılı
ğındadır. Sorumlu tutmanın yemine izafe edilmesi, sorumlu tutmaya
konu olan ye-mini bozmanın yemin ile ilgili olmasından dolayıdır.
Buna göre "kef-faretuhu" ibaresi aslında ayetin metninde
bulunmayan, fakat varsayılan "yemini bozma"nın sonucudur.
Çünkü "sorumlu tutar." ifadesi bu-na delâlet eder. Ayetin devamında
yer alan "İşte yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin
keffareti budur." ifadesinde de aynı şey geçerlidir. Buna göre bu
ifadenin de açılımı şöyledir: "Yemin edip de yemininizi bozduğunuz
zaman yeminlerinizin keffareti budur."
"...ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on
yoksulu doyurmak ya onları giydirmek veya bir köle azat etmektir."
Bu ifade tarzı, yemin bozulduğunda bu üç maddeden birinin
belirlenmesine delâlet eder. Arkadan gelen "Bunların hiçbirini bulamayan
(yapamayan) kimse üç gün oruç tutar." ifadesi, söz konusu
üç maddenin ayetteki sıralamayı gözetmeksizin seçmeye açık
olduğunu kanıtlar. Öyle olmasaydı, "bunların hiçbirini bulamayan"
ifadesindeki sonuç anlamı geçersiz olur ve ayetin akışı uyarınca
"veya üç gün oruç tutar" denmiş olması gerekirdi. Bu ayetten
çıkan birçok fer'î meseleler var ki, onlar için fıkıh ilmine başvurmak
gerekir.
"İşte yemin ettiğiniz (ve bozduğunuz) zaman yeminlerinizin cezası
(keffareti) budur." Daha önce söylediğimiz gibi bu ifadenin açılımı,
"Yemin edip de yemininizi bozduğunuz zaman'" şeklindedir. "İşte...
yeminlerinizin cezası (keffareti) budur" ve "İşte Allah, ...size
ayetlerini böyle açıklıyor." cümlelerinde bir tür muhatap değiştirme,
müminlere yönelik hitabı Peygamberimize (s.a.a) yönelik hitaba
dönüştürme vardır. Bu değişiklikteki muhtemel nükte şu olabilir:
Bu iki cümle Allah'ın insanlara yönelik açıklamasıdır ve Allah'ın
açıklaması Peygamber (s.a.a) aracılığı ile yapılmaktadır.
Böylece Peygamberimizin (s.a.a) kendisine vahyedilen mesajı insanlara
açıklamadaki fonksiyonun önemi vurgulanıyor gibidir. Şu
ayette buyrulduğu gibi: "Sana da Zikr'i (Kur'an'ı) indirdik ki, insanlara
indirilen şeyi onlara açıklayasın..." (Nahl, 44)
"İşte Allah, şükredesiniz diye, size ayetlerini böyle açıklıyor." Yani
Allah, Peygamberi aracılığı ile size hükümlerini açıklıyor ki, o hükümleri
öğrenip uygulamak suretiyle O'na şükredesiniz.
Tefsir'ul-Kummî'de "Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı
hoşa giden şeyleri haram etmeyin..." ayeti hakkında şöyle deniyor:
Babam bana, ona da İbn-i Ebu Ümeyr, ona da ashabından biri
anlattı ki: İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Bu ayet Hz. Ali, Bilâl ve
Osman b. Maz'un hakkında indi. Hz. Ali geceleri hiç uyumamaya,
Bilâl hiçbir günü oruçsuz geçirmemeye ve Osman b. Maz'un da hiç
eşi ile cinsel ilişkide bulunmamaya yemin etmişlerdi."
"Güzel bir kadın olan Osman b. Maz'un'un eşi bir gün Ayşe'nin
yanına geldi. Ayşe ona, 'Senin kılığını-kıyafetini özensiz görüyorum.
Sebebi nedir?' diye sordu. Kadın da Ayşe'ye şu cevabı verdi:
Kime süsleneyim ki? Vallahi eşim bana şu kadar zamandan beri
hiç yaklaşmadı. Ruhbanlığa yönelmiş, keçi kılından bir elbiseye
bürünmüş ve dünyadan elini eteğini çekmiştir."
"Peygamber (s.a.a) eve gelince Ayşe ona bu durumu anlattı.
Bunun üzerine Peygamber dışarı çıkarak insanları namaza çağırdı.
İnsanlar toplanınca minbere çıktı. Allah'a hamd ve senadan sonra
şunları söyledi: Bazılarına ne oluyor da hoşa giden şeyleri kendilerine
haram ediyorlar?! Haberiniz olsun ki, ben geceleri uyurum, eşimle
yatıp kalkarım ve gündüzleri yer-içerim. Kim benim sünnetimden
yüz çevirirse benden değildir."
"Adı geçen şahıslar ayağa kalkarak, 'Ey Allah'ın Resulü, biz bu
konularda yemin ettik.' dediler. Bunun üzerine, 'Allah sizi (ağız alışkanlığı
ile yaptığınız) boş yeminlerinizden dolayı sorumlu
tutmaz; fakat pekiştirdiğiniz (bilerek yaptığınız) yeminlerden dolayı
sizi sorumlu tutar. (Böyle bir yemini bozarsanız,) cezası
(keffareti), ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden
on yoksulu doyurmak ya onları giydirmek veya bir köle azat etmektir.
Bunların hiçbirini bulamayan (yapamayan) kimse üç gün
oruç tutar. İşte yemin ettiğiniz (ve bozduğunuz) zaman yeminlerinizin
cezası (keffareti) budur.' ayeti indi."
Ben derim ki: "Allah sizi (ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş
yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz; fakat pekiştirdiğiniz (bilerek
yaptığınız) yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar..." ayetinin
adı geçen şahısların yeminleri ile örtüşmesi açık ve net değildir.
Daha önce bu konuya kısaca değinmiştik. Tabersî, Mecma'ul
Beyan adlı tefsirinde bu olayı İmam Sadık'tan (a.s) nakletmiş, fakat
son bölümüne yer vermemiştir. Dolayısıyla bunun üzerinde
düşünmek gerekir.
el-İhticac adlı eserde İmam Hasan b. Ali'den (a.s) nakledilen
bir hadiste İmamın Muaviye ve yandaşlarına şöyle dediği kaydedilir:
"Allah aşkına söyleyin, Peygamberin (s.a.a) ashabı içinde Hz.
Ali'nin, nefsinin arzularını kendisine haram eden ilk kişi olduğunu
ve bunun üzerine, 'Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı hoşa
giden şeyleri haram etmeyin.' ayetinin indiğini biliyor musunuz?"
[c.1, s.407]
Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde bu ayet hakkında şöyle deniyor:
"Tefsircilerin verdikleri bilgiye göre, Peygamberimiz (s.a.a) bir gün
yere oturdu ve insanlara öğüt verip kıyameti anlattı. Bunun üzerine
dinleyenler duygulanıp ağlamaya başladılar. Arkasından ashaptan
on kişi Osman b. Maz'un el-Cumahî'nin evinde toplandı.
Bunlar Ali, Ebu Bekir, Abdullah b. Mes'ud, Ebuzer Gıfarî, Ebu
Huzeyfe'nin kölesi Salim, Abdullah b. Ömer, Mikdad b. Esved el-
Kindî, Selman-i Farisî ve Malik b. Mukrin idi. Bunlar gündüzleri oruç
tutmaya, geceleri ibadet etmeye, döşek üzerinde uyumamaya,
et ve yağ yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, güzel koku sürünmemeye,
keçi kılından örülmüş kaba elbiseler giymeye, dünya
ile ilgilenmemeye, yeryüzünde geziler düzenlemeye ve bazıları erkeklik
organlarını kesmeye karar verdiler."
"Bu haber Peygamberimize (s.a.a) ulaşınca, Osman b.
Maz'un'un evine gitti. Fakat onunla karşılaşamadı. Aktar olan eşi
Ebu Ümeyye kızı Havla Ümmü Hekim'e, 'Kocan ve arkadaşları
hakkında işittiklerim doğru mu?' diye sordu. Kadın hem Peygamberi
yalanlamak istemediği ve hem de eşinin durumunu açıklamaktan
çekindiği için, 'Ey Allah'ın Resulü, eğer bu durumu sana
Osman haber verdiyse, doğru söylemiştir.' dedi. Peygamber oradan
ayrıldı. Osman eve gelince eşi olup biteni ona haber verdi."
"Bunun üzerine Osman ve arkadaşları Peygambere (s.a.a) gittiler.
Peygamber onlara, 'Şu şu kararları aldığınızı size haber vermedim
mi?' dedi. Onlar, 'Evet, fakat maksadımız sadece iyilikti.'
dediler. Peygamber, 'Bana böyle şeyler emredilmedi.' dedikten
sonra sözlerine şöyle devam etti: Nefislerinizin sizin üzerinizde
hakkı var. Hem oruç tutun, hem yiyin-için. Geceleri hem ibadet e
din, hem uyuyun. Ben geceleri hem ibadet eder, hem uyurum.
Gündüzleri hem oruç tutarım, hem yer içerim. Et de yerim, yağ da
yerim. Kadınlara da yaklaşırım. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse
benden değildir."
"Sonra insanları topladı ve onlara şu konuşmayı yaptı: 'Bazılarına
ne oluyor da, kendilerine kadınlara yaklaşmayı, yemek yemeyi,
güzel koku sürünmeyi, uyumayı, dünyevî istekleri haram ettiler.
Ben size keşişler ve rahipler gibi olun demiyorum. Benim dinimde
et yememek, kadınlara yaklaşmamak ve manastıra kapanmak
yoktur. Benim ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlığı ise cihattır. Allah'a
kulluk edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Hacca ve umreye
gidin, namazı kılın, zekâtı verin, ramazanda oruç tutun ve
dosdoğru olun ki, karşılığında doğruluk göresiniz. Sizden önceki
milletler aşırılık yüzünden helâk oldular. Onlar görevlerini ağırlaştırdıkça
Allah da yükümlülüklerini ağırlaştırdı. İşte şimdi kilise köşelerinde
ve manastırlarda onların kalın-tılarını görüyorsunuz.' Bu
olay üzerine Allah bu ayeti ['Ey iman edenler, Allah'ın size helâl
kıldığı... şeyleri haram etmeyin.'] indirdi."
Ben derim ki: Ehlisünnet rivayetlerine müracaat edildiğinde,
[Mecma'ul-Beyan'ın naklettiği] bu rivayetin aslında bu konuda
nakledilen rivayetlerin bir özeti olduğu anlaşılmaktadır. Bu konudaki
rivayetlerin sayısı oldukça çoktur. [Merhum] Tabersî bu rivayetlerin
farklı içeriklerini toplayıp tekrarlarını atarak onları bir rivayet
hâlinde zikretmiştir. Bu rivayetlerin kendine bakıldığında,
sayılarının çokluğuna rağmen hiçbirinde sahabîlerin adları bir arada
zikredilmemiştir. Bilâkis bu rivayetlerin lafız açısından en
kapsamlı olanında, sahabeden "Osman b. Maz'un ve arkadaşları"
diye söz edilmiştir. Bazılarında ise "Peygamberin ashabından bazı
insanlar" diye, bazılarında da "Peygamberin ashabından bazı kişiler"
diye söz edilmiştir.
Bu böyle olduğu gibi, bu rivayette geniş ve ayrıntılı olarak yer
alan Peygamberimizin sözleri ve halka yönelik konuşmasının
metni, bu rivayetlerde dağınık bir şekilde mevcuttur. Sözü edilen
kişilerin terk etmek istedikleri veya terkine yemin ettikleri davranışlarda
da durum aynıdır. Bu rivayetler söz konusu sahabîlerin
hepsinin bu davranışların tümünü terk etmeyi kararlaştırdıklarını
açıkça belirtmemişlerdir. Tersine bazı rivayetlerde terk etmek is
tedikleri veya terkine yemin ettikleri davranışların farklı olduğu
belirtilmiştir. Meselâ Buharî ile Müslim'in Ayşe'den naklettikleri rivayete göre,
Peygamberin ashabından bazı insanlar, Peygamberin eşlerine
onun gizlide nasıl davrandığını, neler yaptığını sordular. Aldıkları
cevaplar üzerine kimisi, "Artık ben et yemiyeceğim." kimisi, "Artık
ben kadınlara yaklaşmıyacağım." kimisi de, "Artık ben hiç döşek
üzerinde uyumayacağım." dedi. Bu haber, Peygamberimize ulaşınca,
"Bazılarına ne oluyor da her biri şöyle şöyle diyor? Ben hem
oruç tutarım, hem yer-içerim. Hem uyurum, hem gece ibadetine
kalkarım. Et yerim ve kadınlara yaklaşırım. Kim benim sünnetimden
yüz çevirirse, benden değildir." dedi.
Söz konusu rivayetteki "Bunlar gündüzleri oruç tutmaya... karar
verdiler." şeklindeki ifadeden, onların her birinin bu davranışların
hep-sini kararlaştırdığı değil de, hepsinin toplam olarak bu
davranışları kararlaştırmış oldukları da kastedilmiş olabilir. Aralarında
zayıfı, mürseli ve muteberi bulunan bu rivayetlerin içerikleri
farklı olmakla birlikte birden değerlendirildiğinde şu sonuca güvenle
varmak gerekir: Ashaptan bazı kişiler bu tür bir züht ve ibadete
karar verdiler. Bunların arasında Hz. Ali ve Osman b. Maz'un
vardı. Bunun üzerine Peygamber onlara, "Kim benim sünnetimden
yüz çevirirse, benden değildir." dedi. Yine de doğrusunu Allah bilir.
Bu konuda bilgi edinmek için Tefsir-i Taberî, ed-Dürr'ül-Mensûr ve
Feth'ul-Kadîr gibi rivayetlere dayanan tefsirlere başvurmak gerekir.
ed-Dürr'ül-Mensûr'da şöyle deniyor: Tirmizî -hasen bir hadis olduğunu
belirterek-, İbn-i Cerir, İbn-i Ebu Hâtem, İbn-i Adî el-Kâmil
adlı eserinde, Taberanî ve İbn-i Mürdeveyh İbn-i Abbas'tan şöyle
dediğini bildirmişler: "Adamın biri Peygambere (s.a.a) gelerek, 'Ey
Allah'ın Resulü, ben et yediğimde kadınlara karşı ilgim artıyor ve
şehvetim kabarıyor. Bu yüzden kendime et yemeyi haram ettim.'
dedi. Bunun üzerine, 'Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı
hoşa giden şeyleri haram etmeyin.' ayeti indi."
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr'da İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatem'in
Zeyd b. Eslem'den şöyle tahriç ettikleri kaydedilir: "Abdullah b. Revaha'ya
akrabalarından biri misafir gelmişti. Kendisi o sırada
Peygam-berin (s.a.a) yanında idi. Bir süre sonra evine dönünce ailesinin
misafire yemek yedirmediğini, yemek yemek için onun eve
gelmesini bek-lediklerini gördü. Eşine, 'Benim yüzümden misafirimi
aç bıraktın. Bu yemek bana haram olsun.' dedi. Karısı, 'Bana
da haram olsun.' dedi. Misafir de, 'Bana da haram olsun.' dedi.
Abdullah bu durumu görünce elini yemeğe uzatarak, 'Allah'ın adıyla
yiyin.' dedi. Sonra Peygambere (s.a.a) gidip durumu anlattı.
Peygamber (s.a.a), 'Doğrusunu yaptın.' dedi. Bunun üzerine, 'Ey
iman edenler, Allah'ın helâl kıldığı hoşa giden şeyleri haram etmeyin.'
ayeti indi."
Ben derim ki: Son iki rivayette iniş sebebi olarak anlatılanların
ravilerin ayeti olaya uyarlaması olması da muhtemeldir. Ayetlerin
iniş sebepleri ilgili rivayetlerde bu duruma sık sık rastlanır. Ayrıca
bir ayetin inişi ile ilgili birden çok sebebin olması da mümkündür.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Abdullah b. Sinan'dan şöyle nakledilir: "İmama,
'Eğer ben haram veya helâl bir içecek içersem, eşim boş
olsun veya kölem azat olsun.' diyen bir adamın durumunu sordum.
İmam şu cevabı verdi: 'Haram olan içeceğe yemin etse de,
etmese de yaklaşma-ması gerekir. Helâl içeceği de terk etmemesi
gerekir. Çünkü Allah'ın helâl kıldığı şeyi haram etmeye yetkili değildir.
Zira yüce Allah, 'Ey iman edenler, Allah'ın helâl kıldığı hoşa
giden şeyleri haram etmeyin.' buyuruyor. O hâlde helâl içecek ile
ilgili yemininden dolayı ona hiçbir sorumluluk gelmez." [c.1, s.336,
h:162]
el-Kâfi'de müellif, kendi rivayet zinciriyle Mes'ade b. Sadaka'-
dan şöyle dediğini nakleder: "İmam Sadık'ın (a.s) 'Allah sizi (ağız
alışkan-lığı ile yaptığınız) boş yeminlerinizden dolayı sorumlu
tutmaz.' ayeti hakkında şöyle buyurduğunu duydum: 'Bu ayette
geçen 'lağv=boş' kelimesinden maksat, kişinin hiçbir şeye ciddî
olmaksızın, 'Evet vallahi, hayır vallahi' söylemesidir." [c.7, s.443, h:1]
Ben derim ki: Tefsir'ul-Ayyâşî'de de bu rivayetin benzeri Abdullah
b. Sinan'dan nakledilmiştir.1 Bir benzeri de Muhammed b.
Müslim'den nakledilmiştir. Muhammed b. Müslim'den aktarılan
rivayette "Kişinin söylediği söze ciddî kastı olmaksızın" ifadesi yer
alıyor.1 ed-Dürr'ül-Mensûr'da İbn-i Cerir'in İbn-i Abbas'tan şöyle tahriç
ettiği kaydedilir: "Kendilerine kadınlara yaklaşmayı ve et yemeyi
haram kılan kimseler hakkında 'Ey iman edenler, Allah'ın helâl
kıldığı hoşa giden şeyleri haram etmeyin.' ayeti indiğinde bu kimseler,
'Ey Allah'ın Resulü, yaptığımız yeminler ne olacak?' dediler.
Bunun üzerine 'Allah sizi (ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminlerden
dolayı sorumlu tutmaz.' ayeti indi."
Ben derim ki: Bu rivayet, bu incelemenin başında naklettiğimiz
rivayetin son bölümü ile benzerlik gösteriyor. Yalnız bu rivayet,
ayetten anlaşılan anlam ile bağdaşmıyor. Çünkü bir farzın veya bir
mubahın terk edileceğine dair yapılan yeminde kararlılık ve kasıt
unsurunun olmadığı söylenemez.
Ayette "(ağız alışkanlığı ile yaptığınız) boş yeminler" ifadesinin
karşılığı olarak "pekiştirdiğiniz yeminler" ifadesine yer verilmiştir.
Bu durum, boş yeminin pekiştirilmeyip bağlılık getirmeyen
yemin olduğuna delâlet eder. Ayetten anlaşılan bu anlam sadece
boş yemini ciddî bir kasıt içermeyen 'Hayır vallahi, evet vallahi' gibi
sözlerle açıklayan rivayetlerle bağdaşır. Şeriatın geçersiz saydığı
yeminlerde ise yemin konusu şeylerle ilgili kasıt vardır. Ortaya
çıkan sonuç, bu tür yeminin geçersizliğinin Kur'ân'a değil, sünnete
dayandırılmasıdır.
Üstelik ayetin içeriği, onun yemin keffaretini bildirmek ve yeminleri
tutmayı emretmek olduğuna dair en kesin delildir. Ayet
yemini tutmayı, bu (rivayetteki) tefsirin gerektirdiği gibi başka bir
konuya bağlı olarak değil, bağımsız olarak ele alıyor.
90- Ey inananlar! İçki, kumar, putlar (veya dikili taşlar) ve
(hayvan etini bölüşmekte yararlanılan) şans okları, şeytan işi pisliklerdir.
Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.
91- Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık ve kin
sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister.
Artık bunlardan vazgeçecek misiniz?
92- Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sakının. Eğer
yüz çevirirseniz bilin ki, Elçimize düşen, sadece açıkça duyurmaktır.
93- İnanıp iyi ameller işleyenlere, takvayı gözetip inandıkları
ve iyi ameller yaptıkları, sonra takvayı gözetip inandıkları ve sonra
takvayı gözetip amelleri güzel şekilde yaptıkları takdirde (sayılan
bu haramlardan) yedikleri ve içtikleri şeyler yüzünden bir günah
yoktur. Allah işleri iyi şekilde yapanları sever.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Okuduğumuz ayetler arasında sanki bir defada veya birbirine
yakın zamanlarda inmişler gibi akış açısından uyum vardır. Bu ayetlerin
sonuncusu, aşağıda ayrıntılı biçimde anlatacağımız üzere
zihinlerde uyanan bir şüpheyi giderecek bir konuma sahiptir. Dolayısıyla
bu ayetlerin hepsi içkiyi konu ediniyor, bazıları ise içkiye
kumarı, anıt taşlarını ve şans oklarını da ekliyor.
Daha önce kitabımızın ikinci cildinde, "Sana içkiyi ve kumarı
sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar
var; ama günahları faydalarından daha büyüktür." (Bakara,
219) ayetinde ve yine kitabımızın dördüncü cildinde, "Ey inananlar!
Ne söylediğinizi bilmeniz için, sarhoşken namaza yaklaşmayın."
(Nisâ, 43) ayetinde değindiğimiz gibi bu iki ayet, "De ki: Rabbim
ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı... haram kılmıştır." (A'râf,
33) ayeti ve açıklamasını yapmakta olduğumuz "Ey inananlar! İçki,
kumar, putlar (veya dikili taşları) ve şans okları şeytan işi pisliklerdir.
Öyleyse bunlardan kaçının... Artık bunlardan vazgeçecek
misiniz?" (Mâide, 90-91) ayetler birbirlerine eklendiklerinde,
farklı içerikleri ile şeriat koyucunun içki yasağında aşamalı süreci
izlediğine delâlet ederler.
Fakat bu tedricîlik, tenzih etmekten hoşlanmamaya ve oradan
kesin yasaklamaya varan ve böylece nesh sonucunu doğuran bir
gelişme süreci değildir. Aynı şekilde bu tedricîlik şeriat hükümlerinin
yürürlüğe konmasında dinî siyasetin menfaati gözetilerek
kapalı işaretten açık beyana, gizli kinayeden sarih ifadeye geçilme
anlamında bir tedrîcilik değildir.
Çünkü "günah" olarak anlamlandırdığımız "ism" ifadesi, A'râf
suresinde yer almış Mekke döneminde inen bir ayette geçiyor. Eğer
bu ifade hicretten sonra inmiş ilk uzun sure olan Bakara suresindeki
"De ki: Onlarda büyük günah... vardır." ifadesi ile bir arada
değerlendirilirse, bundan mazeret ve tevil peşinde olan kimseye
hiçbir imkân bırakmayan açık bir içki yasağı sonucu çıkar.
Bu yasaklamadaki tedricîliğin anlamı şudur: İlk aşamada içki
yasağı genel bir yasaklama çerçevesinde gündeme geldi. Bu genel
çerçeve "günah" kavramı ile çizildi. Arkasından nasihat üslûbu
ile özel bir yasaklama geldi. "De ki: Onlarda hem büyük günah,
hem insanlar için faydalar var; ama günahları faydalarından daha
büyüktür." ayeti bu amacı taşıyor. "Ne söylediğinizi bilmeniz için
sarhoşken namaza yaklaşmayın." ayetindeki sarhoşluktan
maksat eğer uyku sarhoşluğu değil de içkinin verdiği sarhoşluk i
se, bu ayet de öğüt üslûbu ile özel içki yasağını dile getirmiş oluyor.
Arkasından ısrarlı ve ağır ifadeli bir başka özel yasaklama geliyor.
Bu kesin yasaklamayı, "İçki, kumar, putlar (veya dikili taşları)
ve şans okları, şeytan işi pisliklerdir... Artık bunlardan vazgeçecek
misiniz?" ayetleri kanıtlıyor.
Bu iki ayet içki yasağı hakkında inmiş son ayetlerdir. Buna, bu
ayetlerde yer alan çeşitli pekiştirme yöntemleri delâlet ediyor. Birincisi
"innema=ancak" ibaresidir. Sonra içkinin ve onunla aynı kategoride
sayılan günahların "iğrençlik, pislik" olarak adlandırılmaları
gelir. Arkasından bu günahların şeytana izafe edilmiş olmaları
gelir. Sonra bunlardan kaçınılması yolundaki açık emir karşımıza
çıkıyor. Arkasından kurtuluşun bu günahlardan kaçınmakta aranması
telkin ediliyor. Sonra içki içmekten doğacak kötü sonuçlara
parmak basılıyor. Sonra bunlara son verilip verilmeyeceği soruluyor.
Arkasından Allah'a ve Peygambere (s.a.a) itaat edilmesi,
onlara karşı çıkmaktan sakınılması ve eğer karşı çıkma olursa, Allah'ın
ve Peygamberinin (s.a.a) bunlardan müstağni olduğu ve bu
itaatsizliği yapanların zarar göreceği vurgulanıyor.
Okuduğumuz ayetlerin sonuncusu olan "İnanıp iyi ameller işleyenlere,
takvayı gözetip inandıkları... takdirde bir günah yoktur."
ayetinde de ileride açıklanacağı üzere bu ayetlerin içki yasağı
hakkında inmiş son ayetler olduğuna dair belirli oranda delâlet
vardır.
"Ey inananlar! İçki, kumar... Umulur ki kurtuluşa erirsiniz." Bu surenin
başında, bu ayette sayılan "hamr, meysir, ensâb ve ezlâm" kelimelerinin
ne anlama geldikleri hakkında bilgi verilmişti. "Hamr",
aklı bulandıran ve fermantasyon işlemi ile üretilen her türlü sarhoş
edici sıvıdır. "Meysir" kelimesi, mutlak anlamda kumar demektir.
"Ensâb" kelimesi, putlar veya üzerinde kurban kesmek için
konmuş olan taşlardır. Bu taşlar saygın ve kutsal kabul ediliyordu.
"Ezlâm" kelimesi, hayvan etinin bölünüp payların belirlenmesinde
araç olarak kullanılan şans okları demektir. Bu kelime,
bir işe girişirken veya karar verirken örneğin bir yolculuğa çıkarken
veya benzeri bir işi yapmak isterken işin hayır mı, şer mi olduğunu
belirlemek amacıyla çekilen fal okları için de kullanılmıştır;
fakat bu kelime surenin başlarında birinci anlamda kullanılmıştır.
Çünkü yasak yiyecekler anlatılırken gündeme gelmişti. Bu
na dayanarak burada da aynı anlamda kullanılmış olması ihtimali
pekiştirilmiş olur.
Eğer desen ki: "Meysir" kelimesi genel anlamı ile hayvanın etini
paylaştırmada kullanılan şans okları anlamında alınacak
"ezlâm" kelimesinin anlamını da kapsar. Açık bir nükte ve incelik
olmaksızın genel bir ifadeden sonra özel bir ifadeye yer vermenin
anlamı yoktur. O hâlde "ezlâm" kelimesinin cahiliye dönemi Arapları
arasında işin hayır mı, şer mi olduğunu belirlemek amacıyla
çok yaygın olarak kullanılan fal okları anlamında olduğunu kabul
etmek gerekir. Nitekim bir şair şöyle diyor:
"Eğer Cezîme kabilesinin ileri gelenlerinin birçoğu öldürüldü
ise de, / Kadınları fal okları ile fal bakarlar."
Rivayetlere göre bu fal işlemi şöyle yapılırdı: Ok biçiminde üç
tane ince tahta parçası hazırlanırdı. Birinin üzerine "Bu işi yap.",
öbürünün üzerine "Bu işi yapma." yazılır, üçüncüsünün üzerine ise
hiçbir şey yazılmazdı. Fal bakacak olan kimse bu okları yanında
taşıdığı deri torbaya atardı. Bu oklar birbirinin benzeri olurdu. Adam
yolculuk gibi önem verdiği bir işe girişeceği zaman elini deri
torbaya daldırıp bu oklardan birini çıkarırdı. Eğer çıkardığı ok üzerinde
"Bu işi yap." yazısı olan ok olursa, niyetlendiği işe girişirdi.
Yok eğer üzerinde "Bu işi yapma." yazısı bulunan ok eline geldi ise,
o işten vazgeçerdi. Eğer eline gelen ok, üzerinde yazı bulunmayan
ok olursa, onu tekrar torbaya atar ve ok çekme işlemini yazılı
bir ok çıkarıncaya kadar tekrarlardı. Bu işleme "paylaştırma, pay
arama" adının verilmesinin sebebi, bu işlem ile kendisine ait rızkın
veya bir başka iyiliğin istenmesidir.
Bu ayet bu işlemin yasak olduğuna delâlet ediyor. Çünkü bu
işlem, gaybı bilme iddiasını çağrıştırıyor. Buna benzeyen diğer bütün
işlemler de böyledir. Tespih taneleri ile istihare yapmak ve
buna benzer şeyler gibi.
Buna karşılık olarak şöyle derim: Bilindiği gibi bu surenin başındaki
"fal okları ile bölmeniz" (Mâide, 3) ifadesi açıkça hayvanın
etini oklarla bölmekle ilgili bir tür kumardan söz ediyor. Çünkü
yenmesi haram şeyler arasında sayılmıştır. Bundan dolayı "ezlâm"
kelimesinin bu ayette de aynı anlama geldiği ihtimali güç kazanıyor.
Eğer surenin baş tarafındaki konumu ile kelimenin bu anlama
gelişinin kuvvetli ihtimal hâline geldiği kabul edilmez ise, o zaman
maksadı hususunda açıklayıcı niteliği olacak hiçbir karine taşımayan
iki anlamlı bir kelime ile karşı karşıya geliriz ki, o takdirde
kelimenin an-lamını belirlemek, sünnet kaynaklı açıklamaya kalır.
Nitekim kararsızlık durumlarında tespih taneleri ile veya başka bir
yolla hayır talep etmenin caiz olduğu yolunda Ehlibeyt İmamlarından
gelen birçok rivayet vardır.
Bu meselenin mahiyeti şudur: İnsan bir işe girişmek istediğinde,
neyin kendisi için faydalı olduğunu öğrenmek isteyebilir. Bunun
sakıncası yoktur. Bu bilgiyi ya Allah'ın kendisine bağışladığı
düşünme yeteneği ile elde etmeye çalışır veya doğru ile eğriyi ayırt
edecek düzeyde olan kişilere danışır. Eğer bu yollardan doğru şıkkın
hangisi olduğunu öğrenemez de şaşkınlık içinde, tereddütte
kalırsa, hangi şıkkı seçeceğini belirlemek için herhangi bir yolla
Rabbine yönelmesinde hiçbir sakınca yoktur.
İnsanın bu tür bir istihare ile bir tercihte bulunmasında, ne
gaybı bilme iddiası, ne yüce Allah'ın ilâhlık yetkisine tecavüz girişimi,
ne işleri plânlamasında başkalarını Allah'a ortak etme gibi
bir şirk eylemi ve ne başka bir dinî sakınca vardır. O işi farz kılmak,
haram etmek veya başka bir yükümlülük hükmüne bağlamak
söz konusu değildir. Ayrıca bu işte gayb perdesini açıp iyiliği
ve kötülüğü kesinlikle belirleme talebi de yoktur. Sadece kişinin
hayrının girişilecek işi yapmakta mı, yoksa yapmamakta mı olduğuna
dair bir arayış ve böylece şaşkınlıktan ve kararsızlıktan kurtuluş
vardır.
İstihareden sonra bir işi yapmayı veya yapmamayı izleyecek
olan gelişmeler iyi de olabilir, kötü de olabilir. Bu ihtimal, düşünerek
veya danışarak varılacak olan kararın sonuçları ile aynı düzeydedir.
Buna göre istihare, tıpkı düşünmek ve danışmak gibi teşebbüs
aşamasında şaşkınlığı ve kararsızlığı gideren bir yoldur. İstihareye
uyularak yapılan işin gerekli kıldığı sonuç, düşünerek veya
danışarak yapılan işin gerekli kıldığı sonuç gibidir.
Evet, Kur'ân'la veya başka bir yolla istihare edildiğinde, gaybı
bilme iddiasına bulaşıldığı sanılabilir. Belki de insanın içinden bu
uygulama konusunda bir uğurluluk veya uğursuzluk duygusu geçebilir.
İnsan bu uygulamadan hayır veya şer, fayda veya zarar
bekleyebilir. Fakat her iki mezhep kanalı ile rivayet edilen hadislere
göre, Peygamberimiz (s.a.a) hayra yorar ve ona emrederdi. Buna
karşılık uğursuzluk duygusuna saplanmayı men eder ve böyle
bir kötümserlik ortaya çıkınca onu umursamamayı ve Allah'a tevekkül
etmeyi tavsiye ederdi.
Buna göre Kur'ân'la veya benzer bir yolla istihare etmenin önünde
hiçbir engel yoktur. Eğer bu yolla iyiye yönelik bir işaret alınırsa,
mesele yoktur. Aksi hâlde Allah'a tevekkül edilerek düşünülen
işe girişilir. Böyle bir istiharenin sağlayacağı fayda, mutluluk ve
fayda sağlayacağı sezilen işlerde insanın moralini düzeltmekten
başka bir şey değildir. Yeri geldiğinde bu meselenin hakkında geniş
bir inceleme yapılacaktır.
Bu söylediklerimizden ortaya çıktı ki, bazı tefsirlerde yapıldığı
gibi bu ayetteki "ezlâm" kelimesini, fal ve şans oku anlamına almak
ve buna dayanarak istiharenin haram olduğu sonucunu çıkarmak,
doğru bir yorum tarzı değildir.
"Şeytan işi pisliklerdir." ifadesinin orijinalinde geçen "rics" kelimesi,
Ragıp İsfahanî'nin el-Müfredat adlı eserindeki açıklamaya
göre "pis ve iğrenç şey" demektir. Dolayısıyla "recâset", "necâset
ve kazâ-ret" kelimeleri gibi, insan tabiatının iğrendiği için kendisinden
uzak durulan ve tiksinilen şeyin taşıdığı nitelik anlamına
gelir.
Ayette sayılan içki, kumar, putlar ve fal oklarının pislik olarak
nitelenmeleri, insan tabiatının bunlara yaklaşmayı istememesine
yol açan bir nitelik taşımaları yüzündendir. Bu da bunların insana
mutluluk verecek bütün unsurlardan yoksun olmaları durumudur.
Herhangi bir zamanda katıksız ve saf olması mümkün olan bir
mutluluktan bahsediyoruz. Yüce Allah da şu ayette bu gerçeğe işaret
ediyor:
"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük
günah, hem insanlar için faydalar var; ama günahları faydalarından
daha büyüktür." (Bakara, 219) Şöyle ki, yüce Allah bunların günahlarının
faydalarına baskın olduğunu ifade ediyor ve bu durum
için istisna ifadesi kullanmıyor. [Her zaman için günahı faydasından
daha büyüktür deniliyor.]
Her hâlde bu sebeple bu pislikler şeytana isnat edilmiş ve bu
konuda ona hiç kimse ortak edilmemiştir. [Şöyle ki eğer bunlarda
bir hayır yön olsaydı, bu mutlaka şeytandan kaynaklanmıyor olacaktı.
Bu da bir başkasının şeytana ortak olması demek olurdu.]
Bir sonraki ayette de şöyle buyruluyor: "Şeytan içki ve kumarla
sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan
ve namaz kılmaktan alıkoymak ister."
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, şeytanı Kur'ân'da insanın
düşmanı, onun için asla iyilik istemeyen biri olarak tanıtmıştır.
Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır."
(Yûsuf, 5) "Bu şeytana ilişkin, kesinleşmiş hükme göre kim
onun peşinden giderse kendisini doğru yoldan çıkarır." (Hac, 4)
"Onlar hiçbir hayırla ilişkisi olmayan şeytandan başkasına tapmazlar.
Allah onu lânetlemiş..." (Nisâ, 117-118) Dolayısıyla Allah
onu lânetine uğrattı ve onu her türlü hayırdan mahrum etmiştir.
Yüce Allah, şeytanın insana sokulmasının, insana yönelik çalışmasının
kışkırtma, vesvese verme, ayartma yöntemleri ile kalbe
sızma olduğunu açıkladı. Nitekim şeytanın sözlerini bize aktararak
şöyle buyuruyor: "İblis dedi ki: 'Ey Rabbim, beni kışkırtıp sapıklığa
düşürdüğün için dünyada kötülüğü onlara cazip göstererek hepsini
yoldan çıkaracağım. Sadece onların arasındaki seçkin kılınan
kulların hariç.' Allah dedi ki: İşte bana ulaştıran doğru yolum
budur. Sana uyan sapıklar dışında kullarım üzerinde senin hiçbir
nüfuzun yoktur." (Hicr, 42)
Görülüyor ki, İblis insanları tehdit ediyor. Fakat elindeki yegâne
silâh kışkırtmadır. Yüce Allah ise onun yoldan çıkmış bağlıları
dışındaki insanlar üzerindeki hiçbir etkinliği olmayacağını
vurguluyor. Yüce Allah, şeytanın kıyamet günü insanlara ne söyleyeceğini
naklederek şöyle buyuruyor: "Benim sizi zorlayacak bir
gücüm yoktu. Sadece sizi yoluma çağırdım, siz de çağrıma uyuverdiniz."
(İbrahîm, 22)
Allah, şeytanın çağrısının niteliğini şöyle belirtiyor: "Ey Âdemoğulları,
sakın şeytan sizi şaşırtıp bir belâya düşürmesin... Sizin
şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler."
[A'râf, 27] Ayette açıklanıyor ki, şeytanın çağrısı bir insanın
başka bir insanı karşılıklı ikna yolu ile bir şeye çağırması gibi değildir.
Onun çağrısında çağrılan, çağıranın tek yanlı gözetimi altındadır.
Bunun tersine döndüğü hiç görülmez.
Bu konuya nokta koyan söz, "İnsanların göğüslerine (kötü düşünceler)
fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden... insanların
Rabbine... sığınırım." (Nâs, 4) ayetleridir. Bu ayetlerde açıklanıyor
ki, şey-tanın insana yönelik çalışması insanın kalbine kötü duygular
fısıldayarak onu bu yolla sapıklığa çağırmasıdır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, içkinin ve onunla birlikte ayette
sayılan kötülüklerin şeytan işi olmaları demek, bu kötülüklerin
şeytana özgü işlere dayanıyor olmalarıdır. Bu kötülüklere davetiye
çıkaran tek şey, insanı sapıklığa çağıran şeytanî fısıltılar ve sinsi
telkinlerdir. Bundan dolayı Allah bu kötülüklere pislik ve iğrençlik
adını verdi. Yüce Allah zaten sapıklığa pislik adını vermiştir. Şu
ayette olduğu gibi: "Allah kimi saptırmak isterse, göğsünü sanki
göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların
üstüne işte böyle pislik çökertir. Bu senin Rabbinin dosdoğru yoludur."
(En'âm, 125-126)
Arkasından bir sonraki ayette bu kötülüklerin şeytan işinden
kaynaklanan birer iğrençlik olmalarının anlamı şöyle anlatılıyor:
"Şeytan içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak,
sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister."
Yani şeytan sizi bu kötülüklere çağırırken istediği tek şey şerdir.
Bu yüzden bu kötülükler ona özgü eylemlerin bir parçası olan iğrençlikler
olmuşlardır.
Şöyle denebilir: Bu söylenenlerin özeti şudur: İçkinin ve onunla
bir arada sayılan kötülüklerin iğrençlik olmalarının anlamı, bunları
yapmanın ve meselâ içki içmenin şeytanın sadece kalplere fısıltı
aşılamasına ve insanı saptırmasına yol açmasıdır. Oysa birçok rivayetten
anlaşıldığına göre şeytan, insan kılığında ortaya çıkarak
ilk kez içki üretmiş ve onu hazırlamayı insana öğretmiştir.
Buna vereceğimiz cevap şudur: Evet, bu rivayetler her ne kadar
mütevatir ve dolayısıyla delil kabul edilecek nitelikte değiller
ise de, elimizde bu nitelikte değişik alanlarla ilgili birçok rivayet
vardır. Bu rivayetler şeytanın, peygamberler, veliler ve diğer insanlara
göründüğüne delâlet ediyor.
Başka bazı rivayetlerden de meleklerin somut kılıklarda göründüklerini,
diğer bazı rivayetlerden ise dünyanın, insan davranışlarının
veya başka şeylerin somut kılıklara büründüklerini öğreni
yoruz. Allah'ın kitabı da bu somutlaşmaları bir dereceye kadar teyit
ediyor. Şu ayette olduğu gibi: "Bu sırada ona ruhumuzu (Cebrail'i)
gönderdik. O, ona normal bir erkek kılığında göründü." (Meryem,
17) İnşallah bu konuyu İsrâ suresinin ilk ayetinin tefsiri sırasında
veya başka uygun bir yerde enine-boyuna inceleyeceğiz.
Bu konuda bilinmesi gereken şudur: Eğer bir veya birkaç rivayette
bir hikâye yer alırsa, bu hikâye veya hikâyeler başka ayetlerle
açıkça desteklenen bir ayetin anlamının değişmesini
gerektirmez. Şeytanın insan üzerindeki tek silâhı düşünceye yönelik
tasarruftur. Ayetler gereğince bu imkânın bazı durumlarda ona
tanındığını biliyoruz. Eğer şeytan bir insana somut bir kılıkta görünse
ve bir iş yapsa veya insana bir şey yapmayı öğretse bu durum,
onun insanın fikrine yönelik tasarrufuna, etkisine yeni birşey
eklemez. Bu konuda yapacağımız incelemenin beklenmesini tavsiye
ediyoruz.
"Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz."
ifadesi, bu kötülüklerin yol açtıkları zararların açıklanmasından
sonra gelen açık bir yasaklamadır. Maksat vicdanlar üzerinde güçlü
bir etki yapmaktır. Sonra bu kötülüklerden kaçınıldığı takdirde
kurtuluşun umulabileceğine değiniliyor. Bu ifade tarzı yasaklamayı
güçlü bir dille pekiştirmektedir. Çünkü bu iğrençliklerden uzak
durmayanlar için hiç-bir kurtuluş ümidi olmadığı vurgulanıyor.
"Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak,
sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister." Ragıp
İsfahanî, el-Müfredat adlı eserinde şöyle diyor: "Bu ayette geçen
'adavet' kelimesinin kökü olan 'adv' tecavüz ve uyuşmazlık demektir.
Bu kelime kimi zaman kalple ilgili olarak kullanılır. O zaman
'adâvet ve muâdât'[=düşmanlık] şeklinde olur. Kimi zaman
yürümekle ilgili uyumsuzlukta kullanılır. O zaman 'adv' [=koşmak]
şeklinde kullanılır. Bazen insanlar arası ilişkilerde adaleti ihlâl
etme anlamına gelir. O zaman 'udvan ve adv' şeklinde kullanılır.
'Taşkınlığa kapılarak körü körüne Allah'a söverler.' [En'âm, 108]
ayeti buna örnektir. Bazen de oturulan yerin bölümlerinin uyumsuzluğu
anlamına gelir. O zaman 'adva’' şeklinde kullanılır ve bölümleri
birbiri ile uyumsuz ikâmetgâh demek olur. 'Muâdât' ve
düşmanlık anlamında olan 'aduvv=düşman' kelimesi, hem düşman
kişi [tekil], hem de düşman kavim [çoğul] için kullanılır. Yüce
Allah şöyle buyuruyor: 'Bazınız bazınıza düşmandır.' Hem 'idâ',
hem de 'a'dâ' olarak çoğul bağlanır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
'Allah'ın düşmanları ateşe sürüklendikleri gün...'
(Fussilet, 19)" (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.)
Yine ayette geçen "bağzâ" ve onun kökü olan "buğz" sevmenin
zıddı demektir. Ayetteki "yesuddûne" fiilinin kökü olan "sadd"
alı koyma ve "muntehûn" kelimesinin mastarı olan "intihâ" kelimesi,
yasağı benimseme ve başlamanın zıddı anlamına gelir.
Bu ayet -daha önce dediğimiz gibi- "şeytan işi" veya "şeytan işi
pislik" ifadesine açıklama getiriyor. Yani ayette sıralanan kötülüklerin
şeytan işi veya şeytan işi iğrenç şeyler olmalarının mahiyeti
şudur: Şeytan işi birer pislik olmaktan başka bir nitelikleri olmayan
içki ve kumarda şeytanın tek amacı, sınırlarınızı çiğneterek
birbirinizden nefret etmenizi sağlayarak sizin aranıza düşmanlık
ve kin tohumları ekmek ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktır.
Bu kötülüklerin hepsindeki, yani içkideki, kumardaki,
putlara saygı göstermenizi sağlamaktaki ve size şans oklarını kullandırmaktaki
maksadı budur.
Ayette kin ve düşmanlık tohumları ekme eylemi, sadece içkiye
ve kumara izafe edildi. Çünkü bu iki zarar, onların açık sonuçlarıdır.
Meselâ, içkiyi ele alalım. İçki içmek sinir sistemini kontrolsüz
bir hareketliliğe sevk eder. Bunun sonucunda akıl bulanır ve asabi
heyecanlar ön plâna çıkar. Eğer bu heyecan kabarması öfke biçiminde
ortaya çıkarsa, sarhoşun işlemeyeceği hiçbir cinayet yoktur.
Bu cinayetler alabildiğine büyük ve yırtıcı canavarların göze
alamayacakları derecede feci olabilirler.
Eğer bu heyecan kabarması şehvet ve hayvanlık biçimine bürünürse,
her türlü alçaklık ve iğrençlik sarhoşa cazip gözükür. Bu
alçaklıklar ve iğrençlikler kendi benliğine, malına, ırzına, saygı
gösterdiği ve kutsal bildiği dinî değer ve sosyal kurallara zarar verebilir.
Hırsızlık, hıyanet, değerleri çiğneme, sırrı ifşa etme ve insanlığın
mahvına yol açacak işlere girişme gibi davranışlar bu kategoriye
girer. İçki içmenin yaygın olduğu toplumlarda işlenen cinayetlerde
ve çeşit çeşit iğrençliklerde içkinin en büyük faktör olduğunu,
istatistik veriler ortaya koymaktadır.
Kumara gelince; o, insanın uzun zaman harcayarak kazandığı
malı ve itibarı çok kısa zamanda kaybettirir. Kimi zaman mal kaybını
can, namus ve mevki kaybı izler. İnsan eğer kumarda rakiplerini
yener de para kazanırsa, bu durum ona normal ve dengeli hayat
tarzını terk ettirerek onu geniş ölçüde eğlencenin ve ahlâksızlıkların
kucağına atar; tembelliğe, aylaklığa, çalışmamaya ve
meşru yollardan hayatını kazanmaktan vazgeçmeye sürükler. Eğer
kumarbaz oyunda yenilirse, para kaybetmesi ve gayretlerinin
boşa gitmesi, kazanan rakibine karşı içinde kin ve düşmanlığa,
pişmanlığa ve öfkeye yol açar.
Gerçi bu zararlar az sayıda, bir veya iki kez gerçekleştiklerinde
sıradan saf insanların gözlerine batmaz. Fakat seyrek rastlanan
facialar yaygın gelişmelere davetiye çıkarır. Az, çoğa doğru götürür.
Bir, iki derken olayların sayısı kabarır ve eğer kökten
önlenemezse, çok geçmeden kalabalıkları sarar, toplumun bünyesine
işler ve vahşi bir belâ hâline gelir ki, azgın ihtiraslardan ve
mahvedici arzulardan başka hiçbir şey hâkim olamaz.
Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, "Şeytan, içki ve kumarla
sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan
ve namaz kılmaktan alıkoymak ister." ayetindeki hasredici
nitelik, bu sayılan kötülüklerin hepsine bir bütün hâlinde yöneliktir.
Fakat Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoyma zararı hepsinin
ortak niteliği iken düşmanlığı ve nefreti körüklemek, niteliklerinin
gereği olarak içkiye ve kumara mahsustur.
"Sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan" ifadesinde, namazın
Allah'ı anmanın bir örneği olmasına rağmen ayrı zikredilmesi,
Allah'ı anmanın eksiksiz bir örneği olması hasebiyle buna
verilen yoğun ihtimama delâlet ediyor. Nitekim sahih rivayetlere
göre Peygamberimiz (s.a.a) "Namaz dinin direğidir." buyurmuştur.
Kur'ân'ın birçok ayetinde namazın önemi son derece kuvvetli bir
ısrarla vurgulanmıştır. Bu şüphe götürmez bir gerçektir. Bu ısrarlı
vurgulamanın bazı örnekleri şunlardır:
"Müminler kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki, huşu içinde namaz
kılarlar..." (Mü'minûn, 2) "Onlar ki, kitaba sımsıkı sarılırlar ve namazı
kılarlar. Hiç şüphesiz biz iyi işler yapanların mükâfatını
kayba uğratmaksızın tam olarak veririz." (A'râf, 170) "Doğrusu insan
hırslı ve bencil yaratıldı. Kendine kötülük dokununca sızlanır,
fakat kendine hayır dokununca eli sıkı olur. Ancak namaz kılan
lar böyle değildir." (Meâric, 22) "Sana vahyedilen kitabı oku ve namaz
kıl. Hiç şüphesiz namaz, insanı iğrenç işlerden ve kötülüklerden
alıkoyar. Allah'ı anmak, daha büyüktür." (Ankebût, 45) "Allah'ı
anmaya koşun." (Cum'a, 9) Bu ayette Allah'ı anmaktan kastedilen,
namazdır. "Beni anmak için namazı kıl." (Tâhâ, 14) Aynı anlamı
taşıyan daha birçok ayet vardır.
Yüce Allah bu ayette önce kendi adını anmaya yer verdi, onu
namazın önüne aldı. Çünkü ilâhî çağrının tek hedefi budur. O, kulluk
vücuduna can veren ruhtur, dünya ve ahiret mutluluğunun
mayasıdır. Dini ilk olarak yasalaştırdığı gün yüce Allah'ın Hz. Âdem'e
söylediği sözler, bu gerçeğin delilidir: "Allah dedi ki, her ikiniz
de yere inin. Sizler birbirinizin düşmanısınız. Benden size bir
hidayet geldiğinde kim benim doğru yola çağıran mesajıma uyarsa,
o ne sapıtır ve ne sıkıntıya düşer. Ama kim benim uyarıcı
mesajıma (zikrime) sırt çevirirse, o geçim sıkıntısına düşer ve kıyamet
günü onu kör olarak toplantı yerine süreriz." (Tâhâ, 124)
"Rabbin müşrikler ile onların Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları
düzmece ilâhları bir araya getirdiği gün, düzmece ilâhlara Şu kullarımı
siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?' der.
Düzmece ilâhlar derler ki: Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin.
Senin dışında korucular ve dayanaklar edinmek bize
yaraşmaz. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimetler
verdin ki, sonunda seni anmayı unutarak yok edilmeyi hak eden
bir topluluk oldular." (Furkan, 18) "Bizi anmaktan yüz çeviren ve
dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir.
Onların erişebilecekleri bilgi sınırı budur." (Necm, 30)
Ayetlerde sözü edilen Allah'ı anmanın (zikrin) karşıtı, Allah'ı
unutmaktır ki, bu unutmayı kulluğu ve dine bağlılığı unutmak gelir
ki, bu olmadan insan ruhunu mutlu etmek mümkün değildir. Nitekim
yüce Allah, "Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah'ın onlara
kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın." (Haşr, 19) buyuruyor.
"Artık bunlardan vazgeçecek misiniz?" ifadesi, azarlama içerikli
bir soru cümlesidir. Bu cümle Müslümanların bu yasağa kadar
bu kötülükleri işlemeye son vermediklerine belirli bir oranda delil
teşkil ediyor. "Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık
ve kin sok-mak... ister." ayeti, "De ki: Onlarda hem büyük günah,
hem de insanlar için faydalar varsa; ama günahları faydalarından
daha büyüktür." ayetinin tefsiri gibi bir konuma sahiptir. Yani,
içki ve kumarda varolduğu farz edilen ve günahla birlikte bulunan
yararın, günahtan veya kendisinden daha baskın olan günahtan
zaman zaman ayrılması mümkün değildir. Hem günah, hem de
fayda içeren yalan gibi meselâ. Yalanın bazen faydası günahtan
ayrılabiliyor. İnsanları barıştırmak gibi bir yararı elde etmek için
söylenen yalan gibi.
Çünkü "Bunlar şeytan işi pisliklerdir." ifadesinden sonra gelen
"Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak...
ister." ifadesindeki hasredici üslûptur. Yani ayetin anlamı
şöyledir: İç-ki ve kumar şeytan işi olmaktan başka bir nitelikle ortaya
çıkmazlar. Şeytanın içki ve kumar aracılığı ile istediği yegane
şey, aranızda kin ve nefret meydana getirmek, sizi Allah'ı anmaktan
ve namazdan alıkoymaktır. Buna göre bunlarda sadece faydanın
görüleceği bir durum-la hiçbir zaman karşılaşılamaz ki, o
durumda mubah görülsünler. Bu noktayı iyi anlamak gerekir.
"Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin, onlara karşı gelmekten
sakının." Bu ayet, daha önceki ayette söz konusu edilen iğrençliklerden
kaçınma ile ilgili emri pekiştiriyor. Bu pekiştirme ilk önce
kanun koyma yetkisi olan Allah'a itaat etmeyi emretmekle, ikinci
aşamada yürütmenin yetkisi olan Peygambere itaat etmeyi emretmekle
ve üçüncü adımda açık bir uyarı ile dile getiriyor.
Bunun yanı sıra "Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Elçmize düşen,
açıkça duyurmaktır." ifadesinde tehdit içerikli bir pekiştirme vardır.
Özellikle ayetteki "bilin ki" ifadesi bu pekiştirmeyi daha da
güçlendirmektedir. Çünkü bu ifade şunu ima ediyor: Eğer siz bu
emre sırt çevirip söz konusu günahları işlerseniz galiba sanıyorsunuz
ki, Peygamberin koyduğu yasağa karşı gelerek ona kafa tuttunuz
ve onu yendiniz. Fakat onun bizim tarafımızdan görevlendirilmiş
bir peygamber olduğunu bilememiş veya unutmuş oldunuz.
Onun görevi sadece kendisine vahyedilen ve tebliğ etmekle emredildiği
direktifleri açık bir dille duyurmaktır. Siz aslında Rabbinizle,
onun Rabliği konusunda çatışıyorsunuz.
Yukarıda söylediğimiz bu ayetler, söz konusu kötülükleri
yasaklama konusunda değişik pekiştirme yöntemlerini içeriyorlar.
Bu yöntemleri şöyle sıralayabiliriz: Söze "Ey inananlar!" hitabı ile
başlanmış olması; hasır ifade eden "innema" ibaresinin kullanılması;
söz konusu kötülüklerin iğrençlik olarak nitelenmeleri; bunların
şeytan işi olmalarının belirtilmesi; açıkça bunlardan kaçınılmasının
emredilmesi; kurtuluşun bu kaçınmadan beklenebileceğinin
bildirilmesi; bu kötülüklerin kin ve nefret, Allah'ı anmaktan
ve namazdan alıkoymak gibi genel zararlı sonuçlarının zikredilmesi;
bu kötülüklere son vermeyenlerin azarlanması; Allah'a ve
Elçiye itaat edilmesinin emredilmesi ve onlara karşı gelmekten
sakındırılması; açık tebliğden sonra bu yasağa sırt çevirenlerin
tehdit edilmesi.
"İnanıp iyi ameller işleyenler... Allah, işleri iyi şekilde yapanları sever."
Ayetteki "taimû" fiilinin kökleri olan" ta'm ve taam" kelimeleri
yemek yemek anlamına gelir. Bu kelime yiyecekler için kullanılır,
içecekler için kullanılmaz. Medinelilerin dilinde ise özel olarak
buğday anlamına gelir. Bu kelime bazen de tatmak anlamına gelir.
O zaman yemek anlamında kullanıldığı gibi içmek anlamında
da kullanılır. Nitekim, "Kim ondan (ırmağın suyundan) içerse, artık
o benden değildir. Kim de onu tatmazsa, bendendir; eliyle bir
avuç içenler başka." (Bakara, 249) ayetinde içmek anlamında kullanıldı.
Bazı rivayetlere göre de Peygamberimiz (s.a.a) zemzem
suyu hakkında "O hem bir içecek, hem de hastalıklar için şifadır."
buyurarak bu kelimeyi içecek anlamında kullanmıştır.
Bu ayete akışı itibariyle uygun tek yorum, onun kendinden önceki
ayetlerle bütünleşmiş sayılmasıdır. O takdirde içki yasağından
veya bu ayetlerin inişinden önce içki içmiş olan müminlerin
durumu ile ilgili şüpheyi ortadan kaldırmış olur. Çünkü bu ayetteki
"yedikleri ve içtikleri şeyler" ifadesi mutlaktır, onu kayıtlamaya
elverişli bir şeyle kayıtlanmış değildir.
Ayetin amacı bu mutlak yiyecek ve içecekten sakıncayı kaldırmaktır.
Oysa bu sakıncanın kaldırılması, "takvayı gözetip inandıkları
ve iyi ameller yaptıkları, sonra takvayı gözetip inandıkları
ve sonra takvayı gözetip amelleri güzel şekilde yaptıkları takdirde"
ifadesi ile kayıtlandırılıyor. İçinde takvanın üç kez tekrarlandığı
bu kayıtlayıcı ifadedeki takvanın anlamı, kelimenin gerçek anlamındaki
şiddetli takvadır.
Takva sahibi müminler için mutlak (helâl) yiyecek ve içecekle
rin sakıncasız olduğunu bildirmek, eğer diğer müminler ve kâfirler
hakkında mutlak yasağı sabit saymak amacını taşıyorsa, böyle bir
yorum şu ve benzeri ayetlerle çelişir: "De ki: Allah'ın kulları için
çıkardığı süsü ve temiz rızkları kim haram etti? De ki: O dünya
hayatında inananlar içindir, kıyamet günü ise sadece onlarındır."
(A'râf, 32) Üstelik bu dinin özünü kavrayanlar iyi biliyorlar ki o, insan
fıtratının hayatta mubah saymak zorunda olduğu helâl ve temiz
şeyleri hiç kimseye yasaklamaz.
Yok, eğer ayetin amacı bu mutlak yiyecek ve içecekleri takva
sahipleri dışında kalan insanlara yasaklama amacı taşımıyorsa,
ayetin anlamı şöyle olur: İman edip iyi ameller işleyenler takva
sahibi olmaları, yine takva sahibi olmaları, yine takva sahibi olmaları
şartı ile bu yiyecek ve içeceklerden yararlanmaları caizdir. Oysa
bunlardan yararlanmanın sadece iman edip iyi ameller işleyenler
için caiz olmadığı, bu cevazın onlarla birlikte diğerleri için de
geçerli olduğu bilinen bir gerçektir. Eğer bu cevazın sadece onlara
mahsus olduğunu farz etsek bile bunun için bu ağır şart koşulmaz.
Eğer "yedikleri ve içtikleri şeyler yüzünden" kaydı, helâl ve
mutlak yiyecekler ve içecekler anlamına alınırsa, tefsircilerin yaptıkları
yo-rumların hiçbirisi bu iki çıkmazın birinden kurtulamaz.
Çünkü bu yorumların hepsi şu ifadenin sınırları içinde kalır: "İman
edip iyi amel işleyenler eğer haramlardan kaçınırlarsa, helâllerden
yararlanmalarında sakınca yoktur." Açıkça anlaşılacağı gibi bu anlam
az önce anlattığımız iki çıkmazın birinden kurtulamaz.
Bir tefsirci bu ayette hazfedilmiş kelimeler yani "...fîmâ taimû
ve ğayrihi" olduğunu ve bu takdire göre ayetin anlamının şöyle olduğunu
söylüyor: "İman edip iyi ameller işleyenler haramlardan
kaçındıkları takdirde onlar için yiyip içtikleri 've diğer yararlandıkları
için' bir sakınca yoktur." Bu yorum, delilsiz bir takdiri gerektirmiş
olması yanında, üstelik az önce sözünü ettiğimiz çıkmazı da
ortadan kaldırmıyor.
Bir başka tefsirci şöyle diyor: Burada iman ve iyi amelin her ikisi
de gerçek şart değildir. Maksat haramlardan kaçınmanın gerekliliğini
vurgulamaktır. İmanın ve iyi amelin buna eklenmesi, haramlardan
kaçınmanın gerekliliğine delâlet etsin diyedir.
Bu yorum hakkında söyleyeceğimiz şudur: Ayetten anlaşıldığı
kadarıyla maksat, yiyeceklerin ve içeceklerin sakıncasızlığını ifade
etmektir. Az önce söylediğimiz gibi bu sakıncasızlık için iman, iyi
amel veya haramlardan kaçınma şartı söz konusu değildir. Bu yorum
ayetten anlaşılan anlama, son derece uzak düşmektedir.
Başka bir tefsir bilgini şöyle diyor: Mümin için sakıncasızdır
demek uygundur. Ama kâfir, azaba mustahak olduğundan dolayı
onun için bu ifadeyi kullanmak doğru olmaz.
Bu yoruma vereceğimiz cevap şudur: Özellikle mümini zikretmek
doğru değildir. Nitekim "De ki: Allah'ın, kulları için çıkardığı
süsü ve temiz rızkları kim haram etti?" (A'râf, 32) ayetinde mümin
kelimesi yer almıyor. "De ki: Bana vahyolunanda yiyen kimse için
haram kılınmış bir şey bulamıyorum; ancak leş yahut akıtılmış
kan... akar kandan olursa başka." (En'âm, 145) ayetindeki hitapta
da müminden ve kâfirden söz edilmemektedir. "Ey insanlar, biz
sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Allah katında en üstününüz,
(kötülüklerden) en çok sakınanınızdır." (Hucurât, 13) ayetinde de
mümini ile kâfiri ile bütün insanlara seslenilmiştir.
Bir başka tefsir bilgini de, "Haramı ve helâli bilme yolunu kendine
kapattığı için ayette sadece müminden söz edilmiştir" diyor.
Bu yorum da daha önceki yorumdaki problemle karşı karşıyadır.
Üstelik "takva sahibi olduklarında" ifadesinden kaynaklanan
problemi de or-tadan kaldırmıyor.
Bu ayet hakkında yapılması yerinde olan yorum şudur: Bu ayet,
kendisinden önceki ayetlerle bütünleştiği için onlarla aynı anlamı
paylaşıyor. Ayet daha önce az veya çok içki içmiş veya kumar
oynayarak bir şeyler elde etmiş ya da kutsal sayılan taşlar üzerinde
hayvan boğazlamış müminlerin durumuna değiniyor. Sanki
müminler bu yasaklama ayetinin inişinden sonra vaktiyle içki içmiş
veya içki içmenin yanı sıra ayette sayılan diğer kötülükleri de
işlemiş ve o gün hayatta olan veya hayatında Allah'ın hükmüne
teslim olup ancak şimdi ölmüş bulunan kardeşlerinin durumunu
sordular da bu ayet onların sorusuna cevap olarak inmiştir.
Sorularına verilen cevap şudur: Sözü edilen müminler eğer
iman edip iyi amel işleyenlerden iseler, Allah'a iman ve iyi amelle,
daha sonra Peygambere inen bütün hükümlere inanmak ve inen
hükümleri titizlikle uygulamakla takva yolu üzerelerse, geçmiş
günahlarından ötürü sorumlu tutulmayacaklardır.
Bununla ortaya çıkıyor ki, "fîma taimû (tattıkları şeyler)" ibaresindeki
ism-i mevsulden, içecek bir şey olması hasebi ile içki veya
tatma anlamına uygun gelecek nitelikleri hasebi ile ayette sayılan
içki, kumar, kutsal sayılan hayvan kesim taşları ve şans okları
gibi haramların tümü kastedilmektedir. O zaman ayetin anlamı
şöyle olur: İman edip iyi ameller işleyenler, yasaklayıcı hükmün
inmesinden önce içtikleri içkiden veya içki ile birlikte sayılan diğer
haramlardan ötürü sorumlu tutulmayacaklardır.
"Takvayı gözetip inandıkları ve iyi ameller yaptıkları, sonra
takvayı gözetip inandıkları ve sonra takvayı gözetip amelleri güzel
şekilde yaptıkları takdirde" ayetindeki "Takvayı gözetip inandıkları
ve iyi ameller yaptıkları" ifadesi, "inanıp iyi ameller işleyenlere...
bir günah yoktur." ifadesindeki konuyu tekrarlamaktadır.
Bu tekrarlama, ikinci ifadedeki iman edip iyi ameller işleme
niteliğinin, birinci ifadedeki sakıncasızlık hükmü üzerinde etkisi
olduğunu vurgulamak amacıyla yapılmıştır. Yüce Allah'ın şu ayetteki
müminlere yönelik hitabında aynı incelik vardır: "İşte, içinizdeki
Allah'a ve ahiret gününe inanan kimseye bununla öğüt verilir."
(Bakara, 232) Bu üslûp Arap dilinde yaygındır.
"Sonra takvayı gözetip inandıkları" ifadesinden, imandan sonra
imanın muteber olduğu anlaşılıyor. Buradaki ikinci iman, tafsilî
imandır. Bu da Peygamberin Allah katından getirdiği hükümlerin
bütününe, hiçbirini reddetmeksizin ve hiçbirine itiraz etmeksizin
inanmak de-mektir. Böyle bir iman, Peygamberin emirlerine ve
yasaklarına teslim olmayı gerektirir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:
"Ey inananlar! Allah'a ve Peygambere inanın." (Hadîd, 28) "Biz her
peygamberi, Allah'ın izni ile, kendisine itaat edilmesi için gönderdik...
Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar
hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükmü, içlerinde
hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe
inanmış olmazlar." (Nisâ, 65) Bu anlamdaki ayetlerin sayısı çoktur.
"ve sonra takvayı gözetip amelleri güzel şekilde yaptıkları
takdirde" ifadesinden ihsanın (iyi işler yapmanın) imandan sonra
imana izafe edilmesinin muteber olduğu anlaşılıyor. Bu ifadede
geçen "ihsan" kelimesi hiçbir bozuk niyet taşımaksızın bir işi güzel
şekliyle yapmak demektir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "İman
edip iyi ameller işleyenlere gelince, biz iyi işler yapanları kesinlikle
ödülsüz bırakmayız." (Kehf, 30) "Yara aldıktan sonra yine Allah'ın
ve Peygamberin (Uhud Savaşında müşriklerin ordusunu
takip etme) çağrısına icabet edenler, onların içinden iyilik yapanlar
ve (günahlardan) sakınanlar için büyük bir mükâfat vardır."
(Âl-i İmrân, 172) Yani bunların savaş çağrısına uymaları, Allah'ın rızasını
kazanmak ve emrine tes-lim olmak içindir, başka bir maksada
dayanmamaktadır. İhsanın başkalarına dönük bir türü de
vardır. Bu da güzel görünen bir şeyin başkalarına ulaştırılmasıdır.
"Ana-babaya iyilik edin." (Bakara, 83) ayeti ile "Allah sana nasıl iyilik
ediyorsa, sen de insanlara iyilik et." (Kasas, 77) ayetleri ihsanın
bu anlamının örnekleridir.
Ayetin yeri göz önüne alındığında, buradaki ihsanın iki anlamından
birincisinin uygun olduğu görülür. Bu anlamda, bir işi güzel
yönü üzere yapmak demektir. Dinî takvanın hakkı, sadece iman
etmek ve dinin gerçeğini tasdik etmekle tam verilmiş olmaz.
Bunun için dinin hükümlerine tek tek, ayrıntılı olarak inanmak gerekir.
Bu hükümlerin bir tekini reddetmek, dini kökten reddetmek
anlamına gelir.
Şeriat hükümlerine tek tek tafsilatlı biçimde inanmakla da
takvanın hakkı verilmiş olmaz. Bunun için o şeriat hükümlerini
uygulamak ve uygularken bunu güzel şekilde yapmak gerekir. Bu
hükümlerin gerektirdiği yapmaları ve yapmamaları harfiyen yerine
getirmek gerekir. Bu yerine getirme işlemi, Allah'ın emirlerine ve
yasaklarına boyun eğmekten ve uymaktan kaynaklanmalı, münafıkça
bir art niyete dayanmamalıdır. Takva azığı ile azıklanan kimsenin
Allah'a inanıp iyi amel işlemesi, Peygamberin (s.a.a) getirdiği
hükümlere bütünü ile inanması, bütün bunlarda uymayı ve ihsanı
esas alan tutumu benimsemesi gerekir.
Takvanın bu ayette üç kez tekrarlanmasına ve iman, iyi amel
ve ihsandan oluşan üç aşamanın bununla kayıtlanmasına gelince;
bu durum, bu üç aşamanın gerçek takva ile birlikte olması, bu aşamaların
hiçbirinde dinî olmayan başka bir amacın söz konusu
olmaması gerektiğine yönelik işareti pekiştirmek içindir. Daha
önceki bazı incelemelerde belirttiğimiz gibi takva, özel bir dinî
makam değildir; o bütün dinî makamları kapsamına alan bir ruh
hâlidir. Yani her dinî makamın kendine mahsus bir takva hâli vardır.
Bütün bu anlattıklarımızdan şu sonuç ortaya çıkıyor ki, "İnanıp
iyi ameller işleyenlere, takvayı gözetip inandıkları... bir günah
yoktur." ifadesinden maksat şudur: İman edip iyi ameller işleyenler,
vaktiyle içtikleri içkiden veya işledikleri ayette sayılan diğer
haramlardan sorumlu değildirler. Yalnız bunun için bütün davranışlarında
takvaya bağlı olmaları, Allah'a ve Peygambere imanla
donanmış olmaları, yap-tıkları amelleri iyi şekilde yapmaları, farzları
yerine getirmeleri ve kendilerine yasaklanan haramlardan kaçınmaları
şarttır. Bu durumda eğer yasaktan önce veya yasaklayıcı
direktifin kendilerine ulaşmasından önce ya da bu yasağın bilincine
varmalarından önce bu şeytanî pisliklere bulaşmışlarsa,
bunun onlara zararı yoktur.
Bu ayetin benzeri, kıble değişikliği ile ilgili ayetlerdir. O ayetler
de Müslümanların Kâbe'den başka tarafa dönerek kıldıkları namazların
hükmü ile ilgili sorularına cevap niteliğindedir. Yüce Allah
bu ayetlerin birinde, "Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir."
(Bakara, 143) buyurmuştur.
Buradaki söz akışı, "İnanıp iyi ameller işleyenlere..." ayetinin
kendinden önceki ayetlerle bağlantılı olduğuna, onun o ayetlerle
birlikte indiğine dair bir başka delildir. Bu ayetlerin dilinden anlaşılıyor
ki, onlar içki yasağı konusunda inmiş en son ayetlerdir; ayetlerin
dilinin işaret ettiği gibi bazı Müslümanlar -yukarıda vardığımız
sonuca göre- daha önceki yasaklayıcı ayetler ile bu ayetler arasında
geçen sürede içki içmeye son vermemişlerdi.
Arkasından bu ayetlerin inmesinden sonra o güne kadar içki
içenlerin durumu soruldu. Bunlardan bazıları yasaklayıcı ayetlerin
inmesinden önce içki içmişti. Bazıları yasağın bilincine varmadan
önce içki içmişti. Bazılarının da öne sürecek hiçbir mazereti yoktu.
Bunların hepsine özel durumları göz önüne alınarak cevap verildi.
İhsan ilkesine bağlı bir müminken, yasak hükmünün inmesinden
önce veya yasaklandığının farkında olmayarak içenler sorumlu
olmayacaktı. Fakat durumu bu tarife uymayarak içki içenlerin
hükmü, yukarıdakinden farklı olacaktı. Tefsirciler bu ayet üzerinde uzun incelemeler yapmışlardır.
Bunların bir bölümü "fîmâ taimû=yedikleri ve içtikleri şeyler" ifadesi
ile ilgilidir ki, bu konuya kısaca değinmiştik. Bir bölümü ise
ayetin devamı ile ilgilidir. Bu bölümde takva üç kez, iman iki kez
tekrarlanmış ve iyi amel vurgulandıktan sonra ihsan ilkesine parmak
basılarak ayet noktalanmıştır. İşte bu tekrarlar ve vurgulamalar
tefsirciler tarafından inceleme konusu yapılmıştır.
Bir tefsirci şu yorumu yapmıştır: "Takvayı gözetip inandıkları
ve iyi ameller yaptıkları" ifadesinden maksat, haramlardan kaçınıp
iman-da ve iyi amel işlemede sebat etmektir. "Sonra takvayı
gözetip inandıkları" demek, sonra içki gibi kendilerine haram edilenlerden
kaçındılar ve bunların haram olduğuna inandılar, demektir.
"Ve sonra takvayı gözetip amelleri iyi şekilde yaptıkları
takdirde" demek, günahlardan kaçınmayı sebatla devam ettirdiler
ve güzel işlerle meşgul oldular, demektir.
Bir başka tefsir bilgini ise bu tekrarları şöyle yorumluyor: Bu
tekrarla şu üç hâle işaret edilmiştir: 1- İnsanın takva ile imanı
kendisi ile nefsi arasında kullanması. 2- İnsanın takva ile imanı
kendisi ile insanlar arasında kullanması. 3- İnsanın takva ile imanı
kendisi ile Allah arasında kullanması... Anlaşıldığı kadarıyla buna
göre ihsan, insanlara iyilik etmek anlamınadır.
Başka bir tefsircinin görüşüne göre bu tekrarla şu üç aşama
göz önüne alınmıştır: Başlangıç, orta ve son olarak varılan nokta.
Bu üç nokta, gerçek takvadır.
Bir başka tefsir bilgini şöyle diyor: Bu tekrarlarda sakınılacak
şeyler göz önüne alınmıştır. Şöyle ki, ilâhî azaptan sakınmak için
haramların terk edilmesi, haramlara düşmemek için şüpheli şeylerden
uzak durulması, nefsi pislikten korumak ve tabiatın yapının
kirlerinden arınmak için bazı mubahlara yanaşılmaması gerekir.
Başka bir tefsirciye göre ilk takva, içki içmekten uzak durmak,
ilk iman, Allah'a inanmak; ikinci takva, birinci takvayı devam ettirmek,
ikinci iman birinci imanı devam ettirmek; üçüncü takva,
farzları yapmak ve ihsan da nafileleri yapmak demektir.
Bir diğer tefsir bilginine göre ilk takva akılla ilgili günahlardan
sakınmak, ilk iman, Allah'a ve bu günahların çirkinliğine inanmak;
ikinci takva, nakil [Kur'an ve sünnet] ile sabit olan günahlardan
sakınmak, ikinci iman bu günahlardan kaçınmak gerektiğine i
nanmak demektir. Üçüncü takva, kullara yönelik zulümlere, başkalarına
karşı yapılan haksızlığa ve fesada mahsustur. İhsandan
maksat ise, insanlara iyilik etmektir.
Diğer bir görüşe göre birinci şart geçmişe mahsustur. İkinci
şart birinci şartın devamı ve onun gereğine uymayı sürdürmekle
ilgilidir. Üçüncü şart ise kullara yönelik zulümlere mahsustur.
Bu konuda daha başka görüşler de vardır. Bu görüşleri savunanların
söyledikleri bütün sözler, ayetin yorumunu dayandırmayı
gerektirecek ne ayetin sözlerinden kaynaklanan bir delile ve ne de
başka bir delile dayanmıyor. Bu görüşlerin içeriğini değerlendirmek
ve daha önce söylediklerimize dönmek, bu gerçeği açıkça ortaya
koyar.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hişam b. Salim'in İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şöyle duyduğu rivayet edilir: "Hamza b. Abdulmuttalib ile arkadaşları
bir gün sükürke adı verilen bir içki başındaydılar. O sırada
deve etinden yapılan bir yemek olan şerif'ten [devenin hörgücünden
yapılan bir çeşit yemek] söz edildi. Hamza 'Onu nasıl yaparız?'
dedi. Arkadaşları '[Yakında bulunan deveye işaret ederek]
işte şu, kardeşinin oğlunun dişi devesi' dediler. Hamza hemen devenin
yanına gelerek onu boğazladı ve ciğeri ile sırt etlerini alarak
arkadaşlarına getirdi."
İmam Cafer Sadık (a.s) sonra şöyle devam etti: "Hz. Ali gelip
devesinin boğazlandığını görünce bu işe kızdı. Oradakiler, 'Bu işi
amcan Hamza yaptı' dediler. O da Peygambere (s.a.a) giderek
Hamza'yı şikâyet etti."
"Peygamber efendimiz (s.a.a) Hz. Ali (a.s) ile birlikte yola koyuldu.
Hamza'ya, 'Peygamber (s.a.a) kapıda' diye haber verdiler.
Hamza öfkeli bir şekilde kapıya çıktı. Resulullah (s.a.a) onun öfkeli
yüzünü görünce, geri döndü. Hamza ona 'Eğer Ebu Talib'in oğlu
seni dizginle gütmek isteseydi, bunu yapardı' dedi. Hamza bu sözlerden
sonra içeri girdi ve Peygamber (s.a.a) de geri döndü."
İmam (a.s) daha sonra şöyle devam etti: "Bu olay Uhud
Savaşından önce meydana geldi. Bu arada içki yasağı ayeti indi.
Ayet inince Peygamberimizin (s.a.a) emri üzerine içki dolu kaplar
kırıldı. O günlerde Uhud Savaşı için seferberlik ilân edildi.
180 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6 dı. O günlerde Uhud Savaşı için seferberlik ilân edildi. Peygamberimiz,
Müslümanlar ve o arada Hamza sefere çıktılar. Hamza bu
günlerde Peygamberden (s.a.a) uzak duruyordu. Ordular karşı karşıya
gelince, Hamza düşman üzerine yürüdü ve düşman askerleri
arasında kayboldu. Az sonra sağ olarak yerine döndü. Müslümanlar
ona, 'Ey Peygamberin amcası, aman Peygamber sana kırgın
iken ölüme gitme.' dediler. Hamza ikinci kez düşman saflarına yürüdü
ve gözlerden kayboldu. Fakat yine sağ olarak yerine döndü.
Arkadaşları onu yine, 'Aman ey Peygamberin amcası, Peygamber
sana kırgın iken ölüme gitme.' dediler."
"Bunun üzerine Peygambere doğru yürüdü. Peygamber onun
kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce, o da ona doğru yürüdü.
Kucaklaştılar ve Peygamberimiz onu gözleri arasından öptü.
Arkasından düşman üzerine yürüdü ve şehit düştü. Peygamber
onu nemire adlı parçadan [siyah ve beyaz çizgili yünden yapılan
hırka veya ince kadife] bir kefene sardı."
İmam (a.s) kapıdaki perdeye işaret ederek "O örtü, bunun
benzeri idi, dedi. O kumaş şu kapıdaki perdenin kumaşındandı.
Boyu uzun olduğu için yüzü örtülünce ayakları, ayakları örtülünce
de yüzü açıkta kalıyordu. Peygamber o parçayla yüzünü örttü ve
ayaklarını izhir otuyla [yaprağı geniş güzel kokulu bir tür ot] kapattı."
"Bu sırada Müslümanlar bozguna uğrayıp savaş alanından
kaçtılar. Sadece Hz. Ali kaldı. Peygamber (s.a.a), 'Ne yapacaksın?'
diye sordu. Hz. Ali (a.s), 'Yerimde kalıp direneceğim' dedi. Peygamber
(s.a.a), 'Senden beklenen zaten budur.' dedikten sonra,
'Allah'ım, bana yaptığın vaadi yerine getir, eğer sen istemezsen,
sana ibadet edilmez.' dedi." [c.1, s.339, h:183]
Zemahşeri, Rabî'ul-Ebrar adlı eserde şöyle diyor: "İçki hakkında
üç ayet indi. İlki, 'Sana içki ve kumarı sorarlar...' [Bakara, 219]
diye başlayan ayettir. Bu ayet üzerine kimi Müslümanlar içkiyi terk
ederken kimileri de içmeye devam ettiler. Bu arada adamın biri
bir gün içkiyi içip namaza kalktı; namazda sapıtınca, 'Ey inananlar!...
sarhoşken namaza yaklaşmayın.' [Nisâ, 43] diye başlayan
ayet indi. Buna rağ-men kimi Müslümanlar içki içmeye devam ettiler.
Bunlar arasında Ömer de vardı. Bir gün içkili iken devenin a
ğız kemiğini alıp Abdur-rahman b. Avf'a vurarak başını yardı. Arkasından
yere oturup Esved b. Ya'fur'un Bedir ölüleri için söylediği
şu ağıtı okudu:
"Nice cariyeler ve değerli kadeh arkadaşları Bedir kuyusunda
gömüldü.
Nice büyükler, büyüklükleri ile Bedir kuyusuna gömüldü.
Ebu Kebşe bize tekrar dirilmeyi mi vaat ediyor?
İnsan kuşlara dönüştükten sonra nasıl tekrar dirilir?1
Eğer doğru söylüyorsa benden ölümü geri çevirsin.
Kemiklerim çürüdükten sonra beni diriltmek niye?
Hey, benden Rahman'a kim haber iletecek ki?
Ben Ramazan ayında oruç tutmayacağım.
Allah'a söyle de beni içmekten alıkoysun!
Allah'a söyle de beni yemekten alıkoysun!"
"Peygamber (s.a.a) bu olayı işitince öfkeli bir şekilde Ömer'e
doğru yola çıktı. Öfkesinden cübbesi yerlerde sürünüyordu. Elinde
olan bir cismi Ömer'e vurmak için havaya kaldırdı. Bunu gören
Ömer, 'Allah'ın ve Peygamberin öfkesinden Allah'a sığınırım.' dedi.
Bunun üzerine, 'Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık
ve kin sokmak... ister. Artık bunlardan vazgeçecek misiniz?'
ayeti indi. Bunun üzerine Ömer, 'Vazgeçtik.' dedi." [Rabî'ul-Ebrar, c.4,
s.51]
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu
Hatem, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve Nasih adlı eserinde Nuhas,
Saad b. Vakkas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: "İçki yasağı benim
hakkımda indi. Bir defasında Ensardan bir arkadaşımız yemek
hazırladı ve bizi davet etti. Davete birçok kişi geldi. Yediler,
içtiler ve küp gibi sarhoş oldular. Bu olay, içki yasaklanmadan önce
oldu. Arkadaşlar karşılıklı övünme yarışına girdiler. Ensar,
'Ensar daha üstündür.' dedi. Kureyşliler de, 'Kureyşliler daha üstündür.'
dediler. O sırada adamın biri bir devenin ağız kısmının
kemiğini üzerime atarak burnumu yardı. -Nitekim Saad b. Vakkas
yarık burunlu olarak kaldı.- Ben de Peygambere (s.a.a) vararak du-
1- [Cahiliye dönemi insanları, ölümden sonra ruhun mezarlıkta yaşayan
"sady ve hâm" adlı kuşa dönüştüğüne inanırlardı.]
rumu anlattım. Bunun üzerine, 'Ey inananlar! İçki, kumar, putlar
ve şans okları şeytan işi pisliklerdir...' ayeti indi."
Ben derim ki: Ehlisünnet kanalıyla nakledilen İslâm'da içki yasağı
ile sonuçlanan hikâyeler sayıca çoktur. Ayrıca bu rivayetler
arasında büyük farklılıklar vardır.
Yasaktan sonra içki içen sahabîler hakkındaki hikâyeler,
yapmak-ta olduğumuz tefsirle ilgili inceleme açısından bizi
ilgilendirmiyor. Yalnız bu rivayetler daha önce vurguladığımız şu
gerçeği doğruluyor: İçki yasağı ile ilgili ayetlerde Bakara suresindeki
ayetin inişinden sonra bazı sahabîlerin içki içmeye devam ettiklerine
ve bu kötü alışkanlığı Mâide suresindeki ayetin inmesine
kadar terk etmediklerine dair işaret veya delâlet vardır.
Evet, bazı rivayetlerde Hz. Ali (a.s) ile Osman b. Maz'un'un yasak
ayetlerin inişinden önce içkiyi kendilerine yasakladıkları bildiriliyor.
Ayrıca el-Milel-u ve'n-Nihal adlı eserde verilen bilgiye göre,
bazı Araplar daha cahiliye döneminde içki içmeyi kendilerine yasaklamışlardı.
Bunlardan bazıları İslâm dönemine ermiş ve Müslüman
olmuşlardı. Amir b. Darab Udvanî ve İslâm dönemine ermiş
olan Kays b. Amir Temimî içkiyi daha cahiliye döneminde bırakmış
kimselerdi. Safvan b. Ümeyye b. Muhris Kinanî, Afif b.
Ma'dikereb el-Kindî ve Uslum-i Yamî de bunlar arasında idi. Bu sonuncu
kişi içki ile birlikte zinayı da kendine yasaklamıştı. Bunlar
dillerine hak söz cari olmuş tek tük kişilerdi. Cahiliye dönemi Araplarının
ezici çoğunluğu ise tıpkı o günün Yahudiler dışındaki diğer
toplumları gibi ayetlerle yasaklanıncaya kadar hiçbir sakınca
görmeden içki içiyorlardı.
Ayetlerden anladığımıza göre, içki hicretten önce Mekke döneminde
yasaklandı. Bunun delili, "De ki, Allah sadece açık-gizli
bütün kötülükleri, günahı, haksız saldırıyı haram kıldı." (A'râf, 33)
ayetidir. Bu ayet Mekke döneminde indi. Eğer bu ayet, Medine döneminde
hicretin başlarında inen, "Sana içki ve kumarı sorarlar.
De ki: Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için yararlar
var; ama günahları faydalarından daha büyüktür." ayeti ile bir arada
mütalaa edilirse, içkinin o gün Müslümanlara haram edildiği
konusunda şüphe kalmaz.
Eğer Mâide suresinde yer alan bu konudaki ayetlerin içeriğini
iyi incelersek, özellikle "Artık bunlardan vazgeçecek misiniz?" ifadesi
ile "İnanıp iyi ameller işleyenlere... yedikleri ve içtikleri
şeyler yüzünden bir günah yoktur." ifadesi üzerinde iyi düşünürsek
anlarız ki, Bakara suresi ayeti ile Mâide suresi ayetleri arasında
içki içen Müslümanların bu davranışı eski kötü alışkanlığın bir
uzantısı olarak ortaya çıkmıştı. Tıpkı ramazan gecelerinde kadınlara
yaklaşmalarındaki emirlere uymama hâli gibi ki, bunun üzerine,
"Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı.
Onlar sizin örtüleriniz, siz de onlara örtüsünüz. Allah sizin nefislerinize
ihanet etmekte olduğunuzu bildi. Bunun için rahmetiyle size
dönüp tövbenizi kabul etti ve sizi bağışladı." (Bakara, 187) ayeti
indi.
Anlaşıldı ki, bu rivayetler hakkında iki bakımdan söylenecek
söz vardır:
Birincisi: Bu rivayetlerdeki içki yasağının tarihi ile ilgili farklılık
meselesidir. Meselâ yukarıda yer verdiğimiz rivayetlerin birincisinde,
içkinin Uhud Savaşı öncesinde yasaklandığı bildirilmişti. Bazı
rivayetlere göre bu yasak Ahzâb Savaşından önce gerçekleşmiştir.
1 Fakat bu farklılığı açıklamak bir dereceye kadar kolaydır.
Çünkü bu rivayette kastedilen içki yasağının Mâide suresindeki
ayetlerin koyduğu yasak olduğu kabul edilebilir. Gerçi bazı rivayetlerin
ifadeleri bu yoruma tam anlamı ile uymaz.
İkincisi: Bu rivayetlerin Mâide ayetlerinin inişine kadar içkinin
yasak edilmediğine veya o güne kadar halkın yanında ve özellikle
sahabîlerin yanında içkinin haram oluşunun netlik kazanmadığına
delâlet etmeleridir. Oysa her türlü günahın haram olduğunu açıklayan
A'-râf suresindeki ayet ile içki içmeyi net bir dille günah
diye adlandıran Bakara suresindeki ayet, meseleyi gayet açık bir
biçimde aydınlatıyordu. Bu durum tevil kabul etmez bir husustur.
Bir de şunu düşünelim: Her türlü günahın haram olduğu, Mekke
döneminde inen ve belli başlı haramları içeren "De ki, Allah
sadece açık-gizli bütün iğrençlikleri, günahı, haksız saldırıyı, Allah
tarafından haklarında hiçbir delil indirilmemiş şeyleri, O'na
1- Bu yoldaki rivayet, Taberî tefsirinde ve Suyutî'nin ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde
Taberî'den ve İbn-i Münzir'den nakledilerek ve Katade'ye dayanılarak yer
verilmiştir.
ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemenizi
haram kıldı." (A'râf, 33) ayeti bir yanda duracak. Sonra bu ayet üzerinden
uzun bir süre geçecek de müminler bu ayetin açıklanmasını
Peygamberlerinden istemeyecek. Hatta en büyük arzuları, bulduklarını
sandıkları her fırsatı değerlendirerek Kur'ân'a itiraz etmek,
onu gözden düşürmek olan müşrikler bu ayetin açıklanmasında
ısrar etmeyecekler. Bu, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Tersine,
tarihin bize verdiği bilgiye göre Peygamberimizin (s.a.a) içkiyi
yasaklaması, putperestliği ve zinayı yasaklamasında olduğu gibi
müşrikler tarafından biliniyordu. İbn-i Hişam'ın es-Sîret'un-
Nebevîye adlı eserinde Hallâd b. Kurre ve başkalarının Bekir b.
Vâil kabilesinin ileri gelen âlimlerinden naklettiğine göre,
"Kaysoğulları kabilesinin şairi A'şa, Müslüman olmak arzusu ile
Peygamberimizle (s.a.a) görüşmek üzere yola çıkmıştı. Bu arada
Peygamberimizi (s.a.a) öven bir beyti şöyle olan bir şiir söylemişti:
"Göz ağrısı çektiğin gecelerde gözlerini hiç kapatmadın mı? /
Yılan sokmuş birisi gibi hiç uyumadan mı geceyi geçirdin?"
"Şair A'şa, Mekke'ye veya Mekke yakınlarına varınca Kureyşli
bir müşrikle karşılaştı. Kureyşli ona nereye gittiğini sordu. Şair de
Peygamberi (s.a.a) görüp Müslüman olmak arzusu ile Mekke'ye
geldiğini söyledi. Kureyşli ona, 'Ey Ebu Basir, Muhammed zinayı
yasaklıyor' dedi. A'şa 'Vallahi benim zina yapmak gibi bir amacım
yok' dedi. Kureyşli müşrik, 'Ey Ebu Basir, Muhammed içkiyi de
yasaklıyor' dedi. Bunun üzerine A'şa, 'İçkiye gelince ona karşı içimde
hâlâ arzu var. Öyleyse şimdi geri döneyim ve bu yıl içki ile
ilgili arzumu tatmin edeyim de sonra Muhammed'e gelip Müslüman
olurum' dedi ve geri döndü. Fakat o yıl içinde öldüğü için
Peygamber (s.a.a) ile görüşmeye gelemedi."
Buna göre, bu rivayetlerde söz konusu edilen görüşlerin sahabenin
ayetler hakkında içtihatlarına dayandıklarını ve bunu yaparken
A'râf suresindeki ayetin anlamını göz ardı ettiklerini düşünmemiz
gerekir. Tefsir bilginleri bu rivayetlerin anlamlarını birbirine
yaklaştırmak için şaşırtıcı yorumlara girişmişlerdir.1
Şu, bu, bir yana bırakılacak olursa görülür ki, Kur'ân içki yasağının
hicretten önce gerçekleştiğini açıkça belirtmiştir. Mâide suresinde-
ki içki yasağına ilişkin ayetler sadece insanların bu yasağa
uyma ve onu uygulamada gösterdikleri ihmalkârlık karşısında bir
pekiştirme amacı ile inmiştir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hişam'dan, o da güvendiği bir raviden, o da
ravilerin adını vermeden İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle nakledilir:
"Ona 'Sizden ayetteki içki, kumar ve dikili taşlar ile birtakım
şahıslar kastedildiği söyleniyor, doğru mu?' diye soruldu. İmam bu
soruya şu cevabı verdi: Allah, kullarına anlamadıkları şeylerle hitap
etmez." [c.1, s.341, h:188]
Yine aynı eserde Abdullah b. Sinan kanalıyla İmam Cafer Sadık-
tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Bir gün Kudame b. Mez'un, Ömer-
'in yanına getirildi. İçki içmişti ve bu konu şahitlerle kanıtlanmıştı.
Ömer ona ne ceza verilmesi gerektiğini Hz. Ali'ye (a.s) sordu. Hz.
Ali de ona seksen kırbaç vurulması gerektiğini söyledi. Kudame,
'Ey Emir'el-Müminin, bana had cezası uygulanmaması gerekir.
Çünkü ben, 'İnanıp iyi ameller işleyenlere... yedikleri ve içtikleri
yüzünden bir günah yoktur.' ayetinin kapsamına giriyorum.' dedi
ve bu ayeti sonuna kadar okudu. Ama Hz. Ali (a.s) ona şu cevabı
verdi: Hayır, yalan söylüyorsun. Sen bu ayetin kapsamına
girmiyorsun. Bu ayetin kastettiği kimselerin yedikleri ve içtikleri
kendilerine helâl idi. [Çünkü yasaklanmadan önce idi.] Onlar kendilerine
helâl olan yiyecekleri ve içecekleri yiyip içiyorlardı." [c.1,
s.341, h:189]
Ben derim ki: Ayyâşî bu anlamda bir rivayeti Ebu Rabi kanalıyla
İmam Sadık'tan (a.s) nakletmiştir.2 Yine böyle bir rivayeti Şeyh
Tûsî, Tehzib'ül-Ahkâm adlı eserinde İbn-i Sinan aracılığı ile İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) nakletmiştir.3 Yine bu anlamda rivayetler Eh-
1- Hatta bir tefsirci, sahabîlerin "De ki: Onlarda büyük günah vardır..." şeklindeki
Bakara suresinde yer alan ayeti, buradaki günahtan, katıksız günahın
kastedildiği şeklinde yorumladıklarını ileri sürmüştür. Oysa daha önce içki içmenin
günah olduğunu A'râf suresindeki ilgili ayet açık bir dille bildirmiştir.
Hz. Ali'nin (a.s) "Bu ayetin kastettiği kimselerin yedikleri ve içtikleri
kendilerine helâl idi..." sözü bizim yukarıda ayetin anlamı
hakkında yaptığımız açıklama ile uyum hâlindedir. O açıklamamıza
başvurulabilir.
Taberî tefsirinde Şa'bi'den şöyle nakledilmiştir: "İçki hakkında
dört ayet indi. İlki, 'Sana içki ve kumarı sorarlar.' [Bakara, 219] ayetidir.
Bu ayet inince Müslümanlar içkiyi bıraktılar. Sonra 'Hurma
ağaçlarının meyveleri ile üzümlerden içki ile yararlı besin elde
edersiniz.' [Nahl, 67] ayeti indi. Bu ayet üzerine Müslümanlar tekrar
içki içmeye başladılar. Daha sonra Mâide suresindeki şu iki ayet
yani, 'İçki, kumar, putlar (veya anıt taşları) ve şans okları şeytan
işi pisliklerdir... Artık bunlardan vazgeçecek misiniz?' ayetleri indi."
Ben derim ki: Bu yorumdan, Nahl suresindeki ayetin Bakara
suresindeki ayeti, arkasından da Mâide suresindeki iki ayetin Nahl
suresindeki ayeti neshettiği anlaşılıyor. Bu yorumun asılsız olduğuna
karar vermek için daha fazla açıklama yapmanın gerekmediği
kanaatindeyiz.
el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde müellifler kendi isnad zincirleriyle
İmam Bakır'dan (a.s) şöyle rivayet ederler: "Allah hiçbir peygamber
göndermiş değil ki, o peygamberin dinini kemâle erdirdiğinde
içki yasağını içereceği onun bilgisi dahilinde olmasın.
İçki hep haram olmuştur. Yalnız her peygamber döneminde bu
yasak aşama aşama gerçekleşti. Eğer böyle olmayıp bu yasak insanlara
birden yüklenseydi, insanlar dinle aralarındaki bağı keserlerdi."
Ardından İmam (a.s) şunları ekledi: "Hiç kimse Allah'tan daha
yu-muşak tutumlu değildir. Yumuşak tutumunun bir sonucu olarak
o insanları bu yasağa aşama aşama alıştırıyor. Eğer onlara bu
yasağı 94- Ey inananlar! Allah, sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği
bir avla mutlaka sınar ki, gayb hususunda kendisinden
kimin korktuğunu bilsin [kendisinden korkanları ortaya çıkarsın].
Kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için acı bir azap vardır.
95- Ey inananlar! İhramlı iken av öldürmeyin. Sizden kim onu
bilerek öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için üzerine içinizden
iki adil kişinin karar vereceği deve, sığır ve davar cinsinden,
öldürdüğü hayvana denk, Kâbe'ye varacak bir kurban olmak üzere
ceza veya yoksullara yedirme şeklinde bir keffaret ya da buna
denk oruç vardır. Allah geçmiştekini affetmiştir. Fakat kim tekrarlarsa,
Allah ondan öç alır. Allah şüphesiz güçlü ve öç alıcıdır.
96- Hem kendinize, hem de (ihramlı olmayan) yolculara bir
geçimlik olmak üzere deniz avı ve yiyeceği size helâl kılındı. İhramlı
olduğunuz sürece size kara avı haram kılındı. Huzuruna toplanacağınız
Allah'tan korkun.
97- Allah Kâbe'yi, o saygıdeğer evi insanlar için bir dayanak
kıldı; haram ayı, (işaretsiz) kurbanı ve gerdanlık(lı kurban)ları da.
Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa bildiğini ve Allah'ın her şeyi
bilen olduğunu anlamanız içindir.
98- Bilin ki, Allah şüphesiz azabı ağır olandır ve Allah hiç şüphesiz
affedici ve merhametlidir.
99- Elçiye düşen, duyurmaktan başka bir şey değildir. Allah
gizlediğinizi ve açığa vurduğunuzu bilir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu ayetlerde ihramlı iken kara ve deniz hayvanlarını avlamakla
ilgili hükümler açıklanıyor.
"Ey inananlar! Allah, sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği
bir avla mutlaka sınar" Ayette geçen "yebluvenne" fiilinin kökü olan
"belâ", imtihan ve deneme demektir. Bu fiilin başında gelen ve adına
lâm-ı kasam denilen lam harfi ve fiilin sonunda gelen şeddeli
nun harfi, her ikisi tekit amaçlıdır.
Ayetteki "bi-şey'in min'es-sayd=bir avla, avdan bir şey aracılığı
ile" ifadesi, küçümseme amacını taşır. Bununla muhataplara yapılan
telkin, bir sonraki ayette karşılaşacakları yasağa uymalarına
yardımcı olsun diyedir.
"Ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği bir avla" ifadesi,
avlanma kolaylığı ve zorluğu bakımından av hayvanlarına dönük
bir genellemedir. Meselâ, kuş yavruları, küçük vahşi hayvanlar ve
kuş yumurtaları kolayca avlanabilir. Büyük vahşi hayvanlar ise
normal olarak ancak silâhla avlanabilir.
Ayetten, onun bir sonraki ayette ifade edilen şiddetli hükme
geçiş gibi bir nitelik taşıdığı anlaşılıyor. Bundan dolayı bu girişin
arkasından, "ki, gayb hususunda kendisinden kimin korktuğunu
bilsin." ifadesine yer verildi. Çünkü bu ifadede ortada yasaklama,
men etme nitelikli bir emir olduğuna dair işaret vardır. Yine bu girişi,
"Artık kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için acı bir azap
vardır." ifadesi izledi. "gayb hususunda kendisinden kimin korktuğunu bilsin." Bu ifade
kinayeli bir ifade olup anlatılmak istenen şu olabilir: Allah sizi şunu
şunu bilmek için imtihan ediyor. Yani öyle bir ortam oluşturacak
ki, bu ortam aracılığı ile görmeden kendisinden korkanları,
ondan korkmayanlardan ayırt edecek. Çünkü Allah için bilmemek
söz konusu olamaz ki, bu bilgisizliği ilim ile gidersin. Âl-i İmrân suresindeki
"Cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Âl-i İmrân, 142) ayetinin
tefsiri sırasında imtihanın ne anlama geldiğini enine boyuna
incelemiştik. Ayrıca buradaki ilmin başka bir anlamına da daha
önce değinmiştik.
"Gayb hususunda kendisinden kimin korktuğu" ifadesine gelince;
buradaki gaybdan korkmak, insanın Rabbinden korkarak
kendisini kor-kuttuğu ahiret azabından ve acı cezasından sakınmasıdır.
Bunlar tümü ile insanın bilgisi ve algısı dışında kalan şeylerdir.
Zahirî duyu organları ile onları müşahade edemez. Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi:
"Sen ancak Kur'ân'a uyan ve gaybla ilgili Rahman'dan korkan
kimseyi uyarabilirsin." (Yâsîn, 11) "Cennet, takva sahiplerine
uzak ol-mayacak bir şekilde yaklaştırılır. İşte size vaat edilen budur.
Sürekli Allah'a yönelen ve O'nun buyruklarını koruyanlar için
hazırlandı. Gayb hususunda Rahman'dan korkan ve hakka yönelmiş
bir kalple gelen herkesin mükâfatı budur." (Kaf, 33) "Onlar
görmeden Rablerinden korkarlar ve kıyamet gününün dehşetinden
ürkerler." (Enbiyâ, 49)"Kim bundan sonra haddi aşarsa" yani kim bu sınavdan sonra
Allah'ın çizdiği sınırları aşarsa, "Onun için acı bir azap vardır."
"Ey inananlar! İhramlı iken av öldürmeyin..." Ayette geçen "hurum"
kelimesi sıfat-ı muşabbehe olan "harâm" kelimesinin çoğuludur.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle geçer: "Racul'un harâm'un
ve muhrim'un, bir anlama gelir [yani ihramlı kişi]. 'Racul'un
helâl'un ve muhill'un' bir anlama gelir [yani ihramdan çıkan şahıs].
'Ahrem'er-recul' haram aya girmek, Harem-i Şerif'e girmek ve
hac için ihrama girmek anlamlarına gelir. Haram da ihram anlamına
gelir. 'Ben Peygambere ihramlı iken güzel koku sürerdim.'
rivayetinin orijinalinde kullanılan 'harem' bu anlama örnektir. Ke
limenin asıl anlamı engellemektir. Kadınlara 'harem' denmesinin
sebebi, erkeklerin onları başkalarından korumalarıdır. Bu kökten
türeyen 'mahrum' kelimesi de rızkı engellenmiş kimse demektir."
Mecma'ul-Beyan tefsirinde devamla şöyle deniyor: "Misl ve
mesel, aynı şekilde 'şibh' ve 'şebeh' kelimeleri aynı anlamda
[benzer anlamında] kullanılırlar. 'Neam' kelimesi Zeccac'ın belirttiğine
göre sözlük anlamı itibariyle deve, sığır ve davar demektir.
Sadece deveyle ilgili olarak da kullanılır; ancak sadece sığır ve
davarla ilgili olarak kullanılmaz. Ferra'nın belirttiğine göre, 'adl' bir
şeyin kendi cinsinden olmayan karşılığına denir. 'İdl' ise, benzer
anlamına gelir. Benzer koyunu veya kölesi olma durumunda 'indî
idl'u ğulamike ev şâtike' denir. Ancak kendi cinsinden olmayan
karşılığı belirtilmek istenirse, 'adl' kullanılır. Basralı âlimlere göre,
'adl ve idl' kelimeleri 'benzer' anlamına gelir; benzerinin kendi cinsinden
olup olmaması arasında bir fark yoktur. 'Vebâl' kelimesi bir
şeyin hoşa gitmeyen ağırlığı demektir. Hazmı zor ve ağır olan yemek
ve hafif olmayan su hakkında "taâm'un vebîl ve mâ'un vebîl"
kullanılır. "Biz de onu ağır ve sert şekilde yakaladık." (Müzzemmil,
16) ayeti buna örnektir. Çamaşır çırpan kimsenin kullandığı tahta
hakkında da "vebîl" kullanılır. (Mecma'ul-Beyan tefsirinden alınan
alıntı burada sona erdi.)
"İhramlı iken av öldürmeyin." ifadesi, av hayvanı öldürmeye
yönelik bir yasaklamadır. Fakat daha sonra gelen "Deniz hayvanlarını
avlamak size helâl kılındı." cümlesi, bu ifadeyi bir dereceye
kadar açıklıyor [ve yasağın sadece kara hayvanıyla sınırlı olduğunu
belirtiyor]. Öldürmenin anlamı bakımından bu ifadeyi, "Sizden
kim onu bilerek öldürürse... ceza... vardır" ifadesi açıklıyor.
Ayetteki "mutaammiden (bilerek)" kelimesi, "men katelehu"
ibaresinin hâlidir. Buradaki "taammud (bilerek öldürme)" yanlışlıkla
öldürmenin karşıtıdır. Yani istemeyerek öldürme. Meselâ adam
bir hedefi vurmak için atış yapıyor. Fakat attığı mermi yanlışlıkla
bir av hayvanına isabet ediyor. Eğer adam av hayvanını öldürme
kastı ile atış yaptı ise keffaret gerekir. İhramlı olduğunun aklında
olması veya bunu unutmuş olması veya yanılması fark etmez.
"Üzerine içinizden iki adil kişinin karar vereceği deve, sığır ve
davar cinsinden, öldürdüğü hayvana denk, Kâbe'ye varacak bir
kurban olmak üzere ceza vardır." ifadesi açık olup anlamı şudur:
İhramlı iken av hayvanı öldürenin cezası vardır. Bu ceza öldürülen
av hayvanının benzeridir. Bu ceza öldürdüğü hayvanın dengi olan
bir hayvandır. Bu cezanın denkliğine, dinlerinde adil olan içinizden
iki kişi karar verir. Bu ceza Kâbe'ye ulaştırılacak bir kurbanlıktır.
Harem-i Şerif'te Mekke'de veya Mina'da kesilir. Bu iş nebevî sünnetin
belirlediği yerde yapılır.
Buna göre, ayette geçen "ceza'un" haberi hazfedilmiş bir
müpteda-dır ki, buna cümle yapısı delâlet ediyor. [Takdirî açılımı
şöyledir: "Fe-aleyhi cezâ'un" yani onun üzerine ceza vardır.] "Misl'u
ma katele [öldürdüğü hayvana denk], min'en-neam'i [deve, sığır
ve davar cinsinden] ve yahkumu bihi... [...karar vereceği] ifadeleri
"ceza" kelimesine yönelik niteliklerdir. "Hedy'en bâliğ'el-Kâbe" ifadesi
ise, sıfat ve mev-suftur. [Yani "baliğ'el" kelimesi, "hedy'en"
kelimesinin sıfatıdır.] "Hed-y'en" kelimesi ise, önceden de belirtildiği
üzere "ceza" kelimesinden hâldir. Bunu iyice kavramalısın.
Fakat, açıkladığımız anlam dışında ayetin kelimeleriyle ilgili olarak
farklı görüşler de belirtilmiştir.
"Veya yoksullara yedirme şeklinde bir keffaret ya da buna
denk oruç vardır." ifadesinde ihramlı iken av hayvanı öldürmenin
diğer iki keffaret türü dile getiriliyor. Buradaki "veya" kelimesi, iki
şık arasında serbest bırakmanın ötesinde bir anlam taşımaz. İki
şık arasında tercih anlamı getirecek olan kaynak sünnettir. Yalnız
"veya keffaret olarak" ifadesi bir tercih karinesi kabul edilebilir.
Çünkü yoksullara yemek verme şıkkı keffaret diye adlandırıldıktan
sonra buna denk gelecek sayıda gün kadar oruç tutma göz
önüne alınmıştır. Bu durum, bu iki şık arasında sıra gözetildiğine
dair bir işaret sayılır.
"İşinin vebalini tatması için (=liyezûka vebal'e emrihi)" ifadesindeki
lam edatı gayet anlamınadır. "Liyezûka" fiili "ceza'un" kelimesiyle
ilintilidir. Dolayısıyla bu, açıklanan hükmün bir tür ceza
olduğuna delâlet eder.
"Allah geçmiştekini affetmiştir. Fakat kim tekrarlarsa, Allah
ondan öç alır..." Affın geçmişte işlenen suçlarla ilişkilendirilmesi,
geçmişteki suçlar derken bununla ayetin inişinden önce gerçekleşen
suçların kastedildiğine dair bir karinedir. Çünkü ayetin inişi sırasında
ve inişinden sonra gerçekleşen suçlar ile af arasında ilişki
kurmak bu konuyu hükme bağlama işlemi ile çelişir. Bu husus açıktır.
Dolayısıyla bu cümle keffaret hükmünün, ayetin inişinden
önceki suçları da kapsamına aldığı yolundaki şüpheyi gidermeyi
amaçlıyor.
Bu ayet, günah olmayan fiiller hakkında da affın söz konusu
olabileceğini gösteren delillerden biridir. Bunun için o fiilin kötü
sonuçlara yol açtığı için tabiatı gereği ilâhî yasağı gerektirmesi yeterlidir.
"Fakat kim tekrarlarsa, Allah ondan öç alır. Allah şüphesiz
güçlü ve öç alıcıdır." Ayette geçen "avd=geri dönmek" anlaşıldığı
kadarıyla fiilin tekrarlanması demektir. Fakat bu tekrardan
maksat, yasaklanmadan önce işlenen fiilin aynısının tekrarlanması
değildir. O zaman anlam şöyle olur: Kim yasaktan önceki fiilin
aynısını bir daha yaparsa Allah ondan öç alır, şeklinde olur.
Çünkü o zaman söz konusu fiil, "Sizden kim onu bilerek öldürürse,
üzerine ceza vardır..." ifadesinin getirdiği hükmün kapsamına
girer ve ilâhî intikam ile bilfiil sabit olan keffaret hükmü kastedilmiş
olur. Oysa "Allah ondan öç alır." ifadesi, anlaşıldığı kadarıyla
ilerideki bir durumdan haber veriyor, mevcut ve fiili bir hükme
değinmiyor.
Bu da gösteriyor ki, buradaki geri dönmekten maksat,
keffaret gerektiren bir fiili ikinci kez yapmaktır ve ilâhî intikamla
da, belirlenen keffaretin dışında ilâhî azap kastedilmektedir.
Buna göre bu ayet başı ve sonu ile, ihramlı iken av hayvanı öldürmenin
farklı türlerine değiniyor. Yasak hükmünün inişinden
önceki avlanmaların affedildiği bildiriliyor. Hüküm konduktan sonrasına
gelince; kim av hayvanı öldürürse, ona ilk defada öldürdüğü
av hayvanına denk bir hayvanı boğazlaması cezası verilir; fakat
aynı suçu tekrarlarsa, Allah ondan öç alır, artık kendisine keffaret
düşmez. Bu ayetin tefsiri ile ilgili Ehlibeyt İmamlarından nakledilen
rivayetlerin çoğunluğu bunu kanıtlıyor.
Eğer ayetin anlamı böyle kabul edilmezse, "Allah ondan öç alır."
ifadesindeki öç almayı, keffaret hükmünü de içerecek şekilde
geniş anlamda yorumlamak ve geri dönmek ile de ayetin inişinden
önceki av hayvanı öldürme fiilinin aynısını tekrarlamanın kastedildiğini
kabul etmek zorunluluğu gibi bir durum ortaya çıkar.
Yani "Bu hükümden öncekinin aynısı olan av hayvanı öldürme suçunu
tekrar eden kimse" bir başka tabirle "Kim av hayvanı öldü
rürse, Allah onu keffaretle sorumlu tutarak kendisinden intikam
alır" şeklinde bir yorum yapmak gerekir ki, görüldüğü gibi, bu anlam
ayetin sözlerine uzak düşer.
"Hem kendinize, hem de (ihramlı olmayan) yolculara bir geçimlik
olmak üzere deniz avı ve yiyeceği size helâl kılındı..." Bu ayetler kara
ve deniz hayvanlarının avlanmasına ilişkin hükmü açıklıyorlar. Bu
da gösterir ki, "deniz avı size helâl kılındı." ifadesinde deniz hayvanlarını
yemenin değil, avlamanın helâl olduğu kastediliyor. Bu
karineden hareketle "taamuhu" kelimesinin yenilen yiyecek anlamına
geldiği ve bu kelimenin mastar anlamı olan yemek anlamı
kastedilmediği kesinlik kazanmış olur ve deniz yiyeceğinin helâl
olmasından maksat yenmelerinin helâl olmasıdır. Deniz avının ve
yiyeceklerinin helâl olmasından kastedilen nihai sonuç, deniz hayvanlarının
avlanmasının caiz olması ve denizden çıkarılan şeylerin
yenmesinin helâl olmasıdır.
Gerçi "denizden çıkarılan yiyecekler" tabiri, hem denizden avlanarak
çıkarılan eski av etlerini, hem de denizin dışarı attığı ölü
hayvanları ve başka şeyleri kapsayan genel bir nitelik taşıyor. Yalnız
Ehlibeyt İmamlarından nakledilen rivayetler bu ifadeyi tuzlanmış
eski balık ve benzeri [örneğin kurutulmuş] gibi avlar şeklinde
tefsir ediyor. "Hem kendinize, hem de (ihramlı olmayan) yolculara
bir geçimlik olmak üzere (meta'en lekum ve li's-seyyareti)" ifadesi,
"sayd'ul-bahr'i ve taâmuhu" ifadesine yönelik hâl olma gibi
bir konuma sahiptir ve bu ifadeden bu serbestliğin Allah'ın kullarına
yönelik bir lütfü olduğu an-lamı sezilmektedir.
Buradaki hitap, ihramlı durumları göz önüne alınarak müminlere
yönelik olduğundan dolayı, yolcuların müminler ifadesi karşısında
yer alması, "hem ihramlılar ve hem de ihramlı olmayanlar"
gibi net bir ifade konumu kazandırır.
Bilmek gerekir ki, bu ayetlerde fıkıh kitaplarında gündeme getirilen
birçok teferruata ait inceleme konuları vardır. İsteyen o kitaplara
başvurabilir.
"Allah, Kâbe'yi o saygıdeğer evi insanlar için bir dayanak kıldı; haram
ayı, (işaretsiz) kurbanı ve gerdanlık(lı kurban)ları da." Bu ayette
başta Kâbe'nin söz konusu olarak ön plâ-na çıkarılması, sonra bu
Kâbe'nin "dokunulmaz ev" diye açıklanması, bu arada ayın
dokunulmazlıkla nitelendirilmesi ve arkasından Kâbe'nin
dokunulmazlığı ile bağlantılı olan kurbanın ve gerdanlıkların anılması,
bütün bunlar, yüce Allah'ın bu ayetteki açıkladığı konuların
temel ölçüsünün ve ana gerekçesinin dokunulmazlık (hürmet) olduğunu
gösterir.
Ayette geçen "kıyam" kelimesi, bir şeyin ayakta durmasını
sağlayan şey anlamına gelir. Ragıp İsfahanî şöyle diyor: "Kıyam ve
kıvam kelimeleri bir şeyin ayakta durmasını, yani sabit olmasını
sağlayan şeyin adıdır. Nitekim 'imad ve sinad' kelimeleri de direk
ve dayanak anlamına gelir. Çünkü bunlar dayanma ve destek
sağlıyor. 'Allah'ın sizin için geçim kaynağı ve yaşayış vesilesi kıldığı
mallarınızı beyinsiz (yetim)lere vermeyin.' [Nisâ, 5] buna örnektir.
Yani Allah mallarınızı sizi ayakta tutmanın vesilesi kıldı."
"Buna başka bir örnek 'Allah, Kâbe'yi o saygıdeğer evi insanlar
için bir dayanak kıldı.' [Mâide, 97] ayetidir. Yani Allah Kâbe'yi
insanların dünyalık geçiminin ve ahiretlerinin ayakta durmasına
sebep kıldı. Asemm'e göre, bu ayakta durma Kâbe'nin sonsuza
kadar geçerli konu-munu sürdüreceği anlamına gelir. Bazıları ayette
geçen kelimeyi 'kıye-m'en' olarak kıraat etmişlerdir ki, o da
kıyamla aynı anlamı taşır." (Ra-gıp'tan alınan alıntı burada son
buldu.)
Buna göre, "Allah, Kâbe'yi, o saygıdeğer evi insanlar için bir
dayanak kıldı." ifadesinin anlamı şudur: Allah, Kâbe'yi
dokunulmaz bir ev yaptı, ona dokunulmazlık ayrıcalığı tanıdı. Bazı
ayları da haram, yani savaşılması yasak aylar olarak ilân etti. Bu
iki dokunulmazlığı yine haram ay olan zilhicce ayında Kâbe'yi ziyaret
etme hükmü ile birleştirdi. Ayrıca kurban ve gerdanlıklar gibi
bu dokunulmazlıkla bü-tünleşen semboller ortaya koydu. Bütün
bunlar insanların mutlu sosyal hayatlarına dayanak olsun diye ortaya
kondu.
Allah, Kâbe'yi kıble ilân etti. İnsanlar namazlarında yüzlerini
ona dönerler, hayvanlarını keserken o yönde tutarak keserler, ölülerini
o tarafa çevirirler, kötü durumlarında oraya saygı gösterirler,
böylece toplumsal birliğe kavuşurlar, ayrılıklarını birleştirirler, bu
sayede dinleri canlılık ve devamlılık kazanır. Çeşitli yörelerden ve
uzak bölgeler-den orayı ziyarete gelerek ortak menfaatlerini gözetirler,
onun aracılığı ile çeşitli kulluk biçimlerini gerçekleştirirler.
Âlem ehli oranın adı ve hatırası sayesinde, orayı görme, oraya
yak-laşma ve oraya yönelme sayesinde hidayet bulurlar. Kâbe'nin
özelliği, şu ayette de bu ayettekine yakın biçimde tanıtılıyor: "Gerçek
şu ki insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de, o, bereket ve bütün
âlemler için hidayet kaynağı olan Kâbe'dir." (Âl-i İmrân, 96) Tefsir
kitabımızın üçüncü cildinde bu ayetin tefsiri sırasında buradaki
konumuza yönelik aydınlatıcı bilgi verilmişti.
Bu söylediklerimizin bir benzeri, haram ayların insanlar için
ayakta durma vesilesi olması hakkında da geçerlidir. Allah bu aylarda
savaşmayı yasakladı. Bu aylarda insanlara can, ırz ve mal
dokunulmazlığı sağladı. İnsanlar bu aylarda bozulan ve sarsılan işlerini
düzeltme fırsatına kavuştular. Haram aylar, yılın diğer ayları
arasında yol yorgunluğunun giderileceği bir konaklama ve dinlenme
dönemi gibidir.
Kısacası Kâbe, haram aylar ve bunlarla bağlantılı olan kurbanlık
ve gerdanlık gibi semboller, insanların dünyevî ve uhrevî hayatlarını
bütünü ile destekleyen faktörlerdir. İnsanlar Kâbe ve haram
aylar sayesinde bir bölümü geçici ve bir bölümü sürekli olan çeşitli
menfaatler elde ederler. Akrabalarla ilişkileri sıklaştırmak, dostlarla
yakınlık kur-mak, fakirlere yardım etmek, alış verişte canlılık,
akraba ve yakınlar arasındaki sevgiyi pekiştirme, yabancılarla ve
uzaklardaki din kardeşler ile tanışma, kalplerin yakınlaşması, ruhların
temizlenmesi, güçlerin pekişmesi, inancın kuvvetlenmesi,
dinin hayatiyet kazanması, hak ve tevhit sancağının yücelmesi bu
menfaatlerin başlıcalarıdır. Düşünen in-san bunları inceden inceye
akıl süzgecinden geçirdiğinde, çok bereketlerle karşılaştığını görerek
hayrete düşer.
İhramlı iken avlanmayı yasaklayan ayetlerin hemen arkasından
bu gerçeğe yer verilmesi, söz konusu yasak hükümlerin faydasız
veya az faydalı olduğu yolundaki şüpheyi gidermektir. Herhangi
bir yerde veya herhangi bir zaman diliminde avlanmayı yasaklamanın
gerekçesi ve faydası nedir? Kurban göndermenin ve
benzeri sembollerin gerekçesi nedir? Bunlar ilkel toplumlar arasında
görülen hurafelerin birer benzeri midirler?
Bu şüphelere verilen cevap şudur: Kâbe'ye, haram aylara ve
bunlara bağlı hükümlere değer atfetmek, ilmî bir gerçeğe ve ciddi
bir esasa dayanır. Bu da bunların insanların hayatını ayakta tutan
bir destek olmalarıdır.
Bu açıklamamızdan, "Bu, Allah'ın..." diye başlayan ayetin daha
önceki ayetlerle olan bağlantısı meydana çıkıyor. Bu ayetteki
"zâlike =o" işaret edatı ile ya daha önceki ayetlerde açıklanan ve
"Allah, Kâbe'yi, o saygıdeğer evi insanlar için dayanak kıldı." ayetinde
yasallaşma gerekçesi anlatılan hükmün kendisine işaret edilmiş
veya "Allah, Kâbe'yi, o saygıdeğer evi..." ayetinde sahip olduğu
konum itibariyle bilinip açıklanan hükmün açıklaması yapılmıştır.
Birinci ihtimale göre anlam şudur: Allah, Kâbe'yi ve haram ayları
şunun için insanların ayakta durma sebebi yaptı ve bunlarla
uyumlu hükümler ortaya koydu ki, insanlar bunların
dokunulmazlığını gözeterek ve bu konudaki hükümleri uygulayarak
şunu anlasınlar: Allah, göklerdeki ve yeryüzündeki her şeyi ve
bunların durumlarını düzeltecek şeyleri bilir. Dolayısıyla Allah sizin
için yasalaştırdığı hükümleri bilgiye dayalı olarak yasalaştırmıştır.
Bu hükümlerin hiçbiri, cehaletten kaynaklanan bir hurafe değildir.
İkinci ihtimale göre anlam şöyle olur: Biz size bu gerçeği, yani
Kâbe'yi, haram ayları ve bunlarla bağlantılı hükümleri ortaya
koymayı insanların ayakta durma sebebi yapmamızı açıkladık. Bu
açıklamayı Allah'ın göklerdeki, yerdeki her şeyi ve bunlara bağlı
olarak durumlarını düzeltici hükümleri bildiğinin ve bu hükümlerin
boş, gerekçesiz ve hurafe olmadıklarının bilincine varmanız için
yaptık.
"Bilin ki, Allah şüphesiz azabı ağır olandır ve Allah şüphesiz affedici
ve merhametlidir." Bu ayetler yukarıda dile getirilen hükümlerin
konumunu sağlamlaştırıyor ve aynı zamanda bir gerçeğin açıklamasını
pekiştiriyor. Emirlere karşı gelenlere tehdit ve itaatkârlara
vaat niteliği taşıyor. Fakat bu ifadeden tehdit mesajı taşıdığı seziliyor.
Bu yüzden yüce Allah'ın şiddetli azap edicilik sıfatı, O'nun affedicilik
ve merhametlilik sıfatlarının önüne geçirildi. Yine aynı gerekçe
ile bu ayetin hemen arkasından, "Elçiye düşen duyurmaktan
başka bir şey değildir. Allah gizlediğinizi ve açığa vurduğunuzu
bilir." ayetine yer verilmiştir.
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Hammad b. İsa ve
İbn-i Ebu Ümeyr'den, onlar da Muaviye b. Ammar'dan, o da İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) "Allah, sizi ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği
bir avla mutlaka sınar..." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet
eder: "Hudeybiye umresi sırasında vahşi hayvanlar Peygamberin
(s.a.a) çevresini sardı. Öyle ki, Müslümanların elleri ve mızrakları
onlara erişebilir duruma geldi." [c.4, s.396, h:1]
Ben derim ki: Bu rivayeti Ayyâşî de Muaviye b. Ammar'dan mürsel
olarak nakletmiştir.1 Bu anlama gelen bir rivayeti ise Kuleynî,
el-Kâfi adlı eserde2 ve Şeyh Tusi, et-Tehzib adlı eserde3 kendi rivayet
zinciriyle Halebi kanalıyla İmam Sadık'tan (a.s) nakletmişlerdir.
Ay-yâşî de onu Semaa kanalıyla İmam Sadık'tan (a.s) mürsel
olarak nakl-etmiştir.4 Kummî de tefsirinde5 mürsel olarak nakletmiştir.
Yine bu anlam şimdi okuyacağınız üzere Mukatil b.
Hayyan'dan da nakledilmiştir.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre İbn-i Ebu
Hatem, Mukatil b. Hayyan'dan şöyle rivayet eder: "Bu ayet
Hudeybiye umresi sırasında indi. O sırada vahşi hayvanlar, kuşlar
ve av hayvanları Müs-lümanların etrafını daha önce hiç görmedikleri
biçimde sarmıştı. Fakat Allah Müslümanlara ihramlı iken o
hayvanları öldürmeyi yasakladı. Böylece kimin Allah'tan gayb hususunda
korktuğu belli olacaktı."
Ben derim ki: Bu iki rivayet, daha önce açıkladığımız üzere ayetin
anlamının geniş kapsamlılığı ile çelişmez.
el-Kâfi'de rivayet zincirleri belirtilerek Ahmed b. Muhammed'-
den, o da merfu olarak İmamdan, "ellerinizin ve mızraklarınızın
erişebileceği bir avla" ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Ellerin
erişebileceği avlar, yumurtalar ve civcivler; mızrakların erişebileceği
avlar ise, ellerin erişemeyeceği av hayvanlarıdır." [c.4, s.397, h:4]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de kendi rivayet zinciriyle Hariz'den, o da İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Eğer biri ihramlı iken bir
güvercin öldürürse, keffareti bir koyun, eğer bir civciv öldürürse,
kef-fareti bir erkek devedir. Eğer bir kuş yumurtasına basar da
onu çiğnerse, bir dirhem vermesi gerekir. Bütün bunları Mekke'de
ve Mina'da sadaka olarak verir. Bu, Allah'ın kitabında açıkladığı
hükümdür: Allah, sizi ellerinizin erişebileceği 'yani yumurta ve
civcivle' ve mızraklarınızın erişebileceği bir avla 'yani bunların
anneleriyle' sınar." [c.1, s.342, h:191]
Ben derim ki: Şeyh Tûsî, et-Tehzib adlı eserinde Hariz kanalıyla
İmam Cafer Sadık'tan (a.s) naklen bu rivayetin sadece son bölümüne
yer vermiştir. [c.6, s.314, h:74]
Et-Tehzib adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Ebu
Ümeyr'den, o da Hammad'dan, o da Halebi'den, o da İmam Cafer
Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İhramlı bir kişi av hayvanı öldürdü-
ğünde, cezasını ödemesi gerekir. Avı sebebiyle üzerine farz
olan cezayı bir yoksula sadaka olarak verir. Eğer tekrar bir av hayvanı
öldürürse ceza ödemesi gerekmez. Ondan Allah intikam alır
ve bu intikam ahirette olur." [c.5, s.372, h:209]
Yine et-Tehzib adlı eserde Kuleynî'den, o da İbn-i Ebu Ümeyrden,
o da bazı arkadaşlarından, onlar da İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet edilir: "İhramlı bir kişi yanlışlıkla bir av hayvanı
öldürdüğünde, keffaret ödemesi gerekir. Eğer ikinci defa bile bile
bir hayvanı öldürürse, o kimse Allah'ın kendisinden intikam alacağı
kimselerden olur ve artık üzerine keffaret gelmez." [c.5, s.372]
Yine aynı eserde İbn-i Ebu Ümeyr'den, o da Muaviye b. Ammardan
şöyle rivayet edilir: "İmam Cafer Sadık'a (a.s) 'Eğer ihramlı bir
kişi av hayvanı öldürürse hükmü nedir?' diye sordum. 'Keffaret
ödemesi gerekir.' dedi. 'Eğer bir kere daha yaparsa?' dedim. 'Her
defasında kef-faret ödemesi gerekir.' dedi." [c.5, s.372, h:215]
Ben derim ki: Görüldüğü gibi rivayetlerde çelişki var. Şeyh
Tûsî, bu rivayetleri şöyle bağdaştırmıştır: İhramlı bir kişi eğer bile
bile bir av hayvanı öldürürse, keffaret ödemesi gerekir. Eğer yine
bile bile aynı şeyi yaparsa, keffaret ödemesi gerekmez. O, Allah'ın
kendisinden intikam alacağı kimselerden olur. Fakat unutarak bu
işi tekrarlayan kimsenin her defasında keffaret ödemesi gerekir. Yine aynı eserde Zürare'den, o da İmam Muhammed Bâkır'-
dan (a.s) "İçinizden iki adil kişinin karar vereceği" ifadesiyle ilgili
olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Adil kişi Peygamber (s.a.a) ve
ondan sonraki imamdır. Peygamber veya imam, adil kişilerdir.
Eğer sen Allah'ın verdiği hükmü Peygamberden veya imamdan
öğrendiysen, bu sana yeter. Artık onu başkasından sorma." [c.6,
s.314, h:74]
Ben derim ki: Bu anlamda birkaç rivayet var. Bir tanesi şöyledir:
"İmam Cafer Sadık'ın (a.s) yanında 'zevâ adl'in minkum' ibaresini
okuduğumda beni 'zû adl'in minkum' diye uyardı ve 'Burada
Kur'ân'ı kopya edenler hata etmişlerdir.' dedi." İmamın bu uyarısı
açıkça görüldüğü üzere kelimelerden birinin kıraatı ile ilgilidir.
el-Kâfi'de Zührî kanalıyla İmam Ali b. Hüseyin'den [Zeynelabidin]
(a.s) şöyle rivayet edilir: "Avlanma cezası olarak tutulacak oruç
farzdır. Çünkü yüce Allah, 'Sizden kim onu bilerek öldürürse,
yaptığı işin vebalini tatması için üzerine içinizden iki adil kişinin
karar vereceği deve, sığır ve davar cinsinden, öldürdüğü hayvana
denk, Kâbe'ye varacak bir kurban olmak üzere ceza veya yoksullara
yedirme şeklinde bir keffaret ya da buna denk oruç vardır.'
buyuruyor."
"Ey Zührî! Bu keffarete denk gelecek oruç gününün nasıl hesap
edileceğini biliyor musun? diye sordu. Hayır, dedim. Bunun
üzerine şunları söyledi: Av hayvanının değeri biçilir. Sonra bu değer
buğdaya çevrilir. Sonra o buğdayın kaç sa [yaklaşık üç kilogram]
ettiği ölçülür ve suçlu avcı her yarım sa için bir gün oruç tutar."
[c.4, s.83, h:1]
Yine el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Ahmed
b. Muhammed'den, o da kendi hadis ravilerinin birinden, o da İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İhramlı iken üzerine
kurban kesmesi farz olan kişi, bu kurbanı istediği yerde kesebilir.
Fakat av hayvanı öldürenlerin keffaret olarak kesecekleri kurban
hariç. Çünkü yüce Allah o konuda, 'Kâbe'ye varacak bir kurban.'
buyuruyor." [c.4, s.384, h:2]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hariz kanalıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s)
"Hem kendinize, hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere de
niz avı ve yiyeceği size helâl kılındı." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet
edilir: "Maksat insanların yedikleri tuzlanmış hayvanlardır.
Kara ve deniz avları birbirlerinden şöyle ayrılır: Sık ağaçlıkta yuva
yapan, karada yumurtlayıp karada kuluçkaya yatan kuşlar kara av
hayvanlarıdır. Fakat zaman zaman karada yaşadığı hâlde denizde
yumurtlayıp denizde kuluçkaya yatan kuşlar deniz av hayvanlarıdır."
[c.1, s.346, h:209]
Yine aynı eserde Zeyd-i Şahham kanalıyla İmam Cafer Sadık'-
tan (a.s) "Hem kendinize, hem de yolculara bir geçimlik olmak
üzere deniz avı ve yiyeceği size helâl kılındı." ayeti hakkında şöyle
buyurduğu rivayet edilir: "Maksat, tuzlanmış balıklardır. Azık edindiğin
balıklar ise, tuzlanmış olmasalar da insan için geçim
kaynağıdır ve yenir. [Ancak ayet onu kapsamına almıyor.]" [c.1,
s.346, h:210]
Bu anlamla ilgili olarak Şia kanalıyla Ehlibeyt İmamlarından
nak-ledilen rivayetler çoktur.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i Ebu Şeybe'nin, Muaviye b.
Kurre'ye, Ahmed'in de Ensar'dan birine dayanarak verdiği bilgiye
göre, "Adamın birinin devesi bir deve kuşunun yuvasını ayakladı
ve yumurtasını kırdı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) adama,
'Her kırılan yumurta için ya bir gün oruç tutman veya bir yoksulun
karnını doyurman gerekir.' dedi."
Ben derim ki: ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinin müellifi bu rivayeti
İbn-i Ebu Şeybe'den, o da Abdullah b. Zevkan'dan, o da Peygamberden
nakletmiştir. Ayrıca müellif İbn-i Ebu Şeybe'den, o da Ebu
Zenad'dan, o da Ayşe'den, o da Peygamberden (s.a.a) nakletmiştir.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Ebu Mihzem kanalıyla Ebu'şŞeyh
ve İbn-i Mürdeveyh Peygamber'den (s.a.a) şöyle tahriç etmişlerdir:
"Deve kuşu yumurtası kırmanın keffareti, onun değeridir."
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i Ebu Hatem, Ebu Cafer
Muhammed b. Ali'den [İmam Bâkır] (a.s) şöyle rivayet eder: "Adamın
biri Hz. Ali'ye (a.s) kurbanlık hayvanların neler olduğunu
sordu. Hz. Ali, 'Sekiz çift hayvan' dedi. Adam sanki şüphe etti. Bunun
üzerine Hz. Ali (a.s) ona, 'Kur'ân okuyor musun?' diye sordu.
Adam, 'Evet.' der gibi oldu. Hz. Ali (a.s), 'Ey inananlar! Yaptığınız
akitleri yerine getirin... dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı.'
[Mâide, 1] ayetini işittin mi?' Adam, 'Evet.' dedi. Hz. Ali (a.s), 'Maksat,
Allah'ın insanlara rızk olarak sunduğu hayvanları keserken
onun adını anmaktır.' [Hac, 34] ve 'Kimi yük taşıyan ve kiminin yününden
yaygı yapılan hayvanları yaratan O'dur. Allah'ın size rızk
olarak sunduğu hayvanların etini yiyin.' (En'âm, 143) ayetlerini işittin
mi?' diye sordu. Adam, 'Evet.' dedi."
"Hz. Ali '(Erkekli dişili olmak üzere) sekiz baş olan bu hayvanların
ikisi koyun, ikisi keçidir. Geride kalanların ikisi deve, ikisi
sığırdır.' [En'âm, 144] ayetlerini işittin mi?' diye sordu. Adam 'evet'
dedi. Hz. Ali 'Ey inananlar! İhramlı iken av öldürmeyin... Kâbe'ye
varacak bir kurban olmak üzere cezası vardır.' [Mâide, 95] ayetlerini
işittin mi?' diye sordu. Adam 'evet' dedi."
"Bunun üzerine Hz. Ali, 'Eğer bir geyik öldürürsem keffaret olarak
ne vermem gerekir?' diye sordu. Adam, 'Bir koyun.' dedi. 'Kâbe'ye
ulaştırmak üzere bir kurbanlık mıdır?' diye sordu. Adam, 'Evet.'
dedi. Hz. Ali, 'İşittiğin gibi Allah kurbanlığın Kâbe'ye ulaştırılacağını
belirtmiştir.' dedi."
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i Ebu Hatem, Ata-i Horasani'den
Ömer, Osman, Hz. Ali, İbn-i Abbas, Zeyd b. Sabit ve Muaviye'nin
ihramlı iken av hayvanı öldürenin ödeyeceği keffaretle ilgili
olarak, öldürülen hayvana değer biçilmesine ve o değer kadar
yok-sullara yemek verilmesine hükmettiler, şeklinde rivayet eder.
Yine aynı eserde İbn-i Cerir'in, Ebu Hüreyre yoluyla "Hem kendinize,
hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve
yiyeceği size helâl kılındı." ayeti ile ilgili olarak Peygamber'den
(s.a.a), "Denizin ölü olarak sahile attığı hayvanlar denizin yiyecekleridir."
şeklinde rivayet ettiği belirtilir.
Ben derim ki: Bu anlamda rivayetler sahabîlerin bazısından da
nakledilmiştir. Fakat yukarıda değinildiği gibi Ehlibeyt İmamlarından
bu rivayetin tersi nakledilmiştir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Eban b. Tağlib'den şöyle rivayet edilir: "İmam
Cafer Sadık'a (a.s) 'Allah, Kâbe'yi, o saygıdeğer evi insanlar
için bir dayanak kıldı.' ayetinin anlamını sordum. Bana, 'Allah, orayı
insanların dinleri ve geçimleri için dayanak yaptı.' cevabını
verdi."
100- De ki: Pisin çokluğu seni şaşırtsa bile, pisle temiz bir değildir.
O hâlde ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun. Umulur ki, kurtuluşa
erirsiniz.
AYETİN AÇIKLAMASI
Bu ayet, tek ve bağımsız gibidir. Çünkü öncesi ve sonrası ile
bağıntısı belirgin değildir. Dolayısıyla öncesi ile arasında bağlantı
kurma zahmetine girişmek gereksizdir. Bu ayet hak dinin diğer
sözde dinler karşısındaki ayrıcalığını ve insanlığın genel gidişini
açıklayan bir küllî meseli içeriyor. Bu ayrıcalık şudur:
İtibar her zaman hakka yöneliktir. Taraftarı ne kadar az ve oluşturdukları
topluluk ne kadar küçük olursa olsun, bu böyledir.
Yöneliş hayra ve mutluluğa doğru olmalıdır. İstediği kadar çoğunluk
ondan yüz çevirsin ve güçlüler onu unutmuş olsun. Çünkü
hakkın ilkeleri aklıselime dayanır ve aklı selim, insanları toplumun
yararı dışında bir hedefe yöneltmez, onun yapısını güçlendirecek
hayat hükümlerinden ve temiz hayat yollarından başka bir istikameti
göstermez. Çoğunluğun arzularına uysun veya uymasın, fark
etmez. Genelde aklıselimin istekleri çoğunluğun arzularına ters
düşer. Bu evrensel düzenin kendisi, hak düşüncelerin eksenidir,
onların arzularının hiçbir dürtüsüne uymaz. Eğer hak onların arzularına
uysaydı, göklerin ve yeryüzünün düzeni alt üst olurdu.
"De ki: Pisin çokluğu seni şaşırtsa bile, pisle temiz bir değildir." Öyle
anlaşılıyor ki, pisin temiz ile eşit olmaması ile temizin pisten daha
iyi olduğu kastediliyor. Bu ise apaçık bir gerçektir. O hâlde bu ifadede
kinaye sanatı vardır. Anlatılmak istenen şudur: Temiz, tabiatı
itibari ile ve fıtratın gereği olarak pisten daha yüksek dereceli ve
daha üst konumdadır. Eğer, geçici bir faktörün etkisi ile durumun
tersine döndüğü ve pisin temizden daha iyi oluverdiği farzedilecek
olursa, o zaman pisin aşama aşama ilerleyerek temiz ile
aynı düzeye çıkması, ona eşit konuma gelmesi, arkasından da
temizin seviyesini geçerek onun üstüne çıkması gerekir. Buna göre
pisin temiz ile eşit olması reddedilince, onun temizden daha üstün
konuma gelme ihtimali haydi haydi reddedilmiş olur.
Bu açıklamalarımızla, neden "habîs=pis" kelimesinin
"tayyib=temiz" kelimesinin önüne geçirildiği ortaya çıkıyor. Çünkü
ayetin amacı pisin çok oluşunun onu temizden daha iyi yapamayacağını
açıklamaktır. Böyle bir şeyin olabilmesi için pisin alçaklık
ve adilik çukurundan üstünlük doruğuna çıkarak temizle eşit konuma
gelmesi ve sonra onun seviyesinin üzerine yükselmesi gerekir.
Eğer "tayyib=temiz" kelimesi öne alınarak "temiz ve pis eşit
değildir" denseydi, ifadenin amacı, temizin pisten daha alt düzeyde,
daha aşağıda olamayacağını açıklamak olurdu. O zaman da
bunun arkasından pisin çok olduğunun yerine temizin az olduğunun
belirtilmesi gerekirdi. Bu inceliğe dikkat etmek gerekir.
Temizlik ve pislik, taşıdıkları anlam itibari ile dış dünyada somut
varlığı olan gerçek nesnelerin gerçek sıfatları olarak kullanılırlar.
Temiz ve pis yiyecek ile temiz ve pis yer gibi... Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi: "Temiz yer, Allah'ın izni ile ürününü cömertçe verir.
Pis yer ise cılız ürün verir." (A'râf, 58) "Temiz rızkları" (A'râf, 32)
Eğer zaman zaman bu iki kelime itibarî ve vaz'î sıfatlarla ilgili olarak
kullanılırlar da meselâ temiz veya pis hüküm veya temiz veya
pis huy denirse, bu bir tür mecazî ifade olur.
Takva birtakım fiilleri yapmak veya yapmamak demek olduğu
hâlde ve bu fiillerin temizliği ve kirliliği mecazî bir ifade olduğu
hâlde, "pisle temiz bir değildir." ifadesini "O hâlde ey akıl sahipleri,
Allah'tan korkun. Umulur ki, kurtuluşa erirsiniz." ifadesiyle
ayrıntılan-dırılması ve pis ile temizin eşit olmadığının herkes tarafından
kabul edilen bir gerçek olarak ele alınması, temiz ile pisten,
somut ve objektif varlıkların kastedildiğinin en güçlü şahididir
ve o takdirde bu, başarılı ve tartışmasız bir delil olur. Ama eğer
temiz ve pis davranışlar ve tutumlar kastedilseydi, bu o kadar açık
bir delil olmazdı. Çünkü her grup kendi yolunu temiz ve nefsinin
arzularına ters düşen her yolu da pis görür.
Buna göre bu söz, yüce Allah'ın Kur'ân'ın birçok yerinde
vurguladığı başka bir gerçeğe dayanıyor. Bu gerçek şudur: Din,
fıtrata ve yaratılışa dayanır. Dinin benimsemeye çağırdığı hayat
tarzı, temiz olan hayat tarzı, yasakladığı hayat tarzı ise pis olan
hayat tarzıdır. Yüce Allah sadece temiz şeyleri helâl kılarken,
Yüce Allah sadece temiz şeyleri helâl kılarken, haram ettiği şeyler
de sadece pis olan şeylerdir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "(Ey
Muhammed), yüzünü Allah'ı bir kabul edici olarak doğruca dine
çevir. Fıtrata uygun olarak dine dön ki, Allah insanları ona göre
yarattı. Allah'ın yaratma kanunları değiştirilemez. İşte doğru din
budur." (Rûm, 30) "Allah onlara temiz şeyleri helâl ve pis şeyleri
haram kılıyor." (A'râf, 157) "De ki, Allah'ın kullarının yararına sunduğu
güzellikleri ve temiz rızkları kim haram etti?" (A'râf, 32)
Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuç şudur: "Pisin çokluğu
seni şaşırtsa bile, pisle temiz bir değildir." ayeti şu gerçeği açıklayan
bir özdeyiştir: Din kuralları, nesnelerde bulunan tekvinî=
varoluşsal temizlik ve pislik sıfatlarına dayanırlar. Tekvinî nitelikte
olan bu sıfatlar insanın mutluluğu ve bedbahtlığı üzerinde etkilidir.
Bu sıfatlar üzerinde azlığın ve çokluğun etkisi yoktur. Yani
temiz az olsa da temizdir ve pis de çok olsa da pistir.
Buna göre, pis ile temizi birbirinden ayırt edebilen, temizin pisten
hayırlı olduğuna hükmeden, insanın hayatını mutlu kılmaya
gayret et-mesi ve iyiyi kötüye tercih etmesi gerektiğine inanan her
akıl sahibinin Allah'tan korkarak onun yolundan gitmesi, insanların
birçoğunun pis işlere ve mahvedici davranışlara dalmalarına
aldanmaması, nefsî arzularına kapılarak kandırılma ve korkutulma
yolu ile hakka bağlılıktan vazgeçmemesi gerekir ki, mutluluğa
yönelmek suretiyle kurtuluşa ermesi umulabilsin.
"O hâlde ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun. Umulur ki, kurtuluşa erirsiniz."
Bu ifade, ayetin ilk bölümünü oluşturan özdeyişin bağlantılı
uzantısıdır. Anlamının özü şudur: Takva, ilâhî yasalar-la bağlantılı
bir husustur. İlâhî yasalar da insanın mutluluğu ve kurtuluşunu
gözetmekte, tekvinî temizlik ve pislikler esasına dayalıdır. Aklı başında
olan kimse bu konuda şüphe etmez. O hâlde ey akıl sahipleri,
Allah'tan korkup O'nun yasalarına uygun davranmalısınız ki,
kurtuluşa erebilesiniz.
101- Ey inananlar! Açıklandığında sizi üzecek olan, Kur'-ân indirildiği
zaman sorarsanız size açıklanacak olan şeyleri sormayın.
(Çünkü) Allah onlardan vazgeçmiştir ve Allah bağışlayandır, halimdir. 102- Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu; sonra onları
inkâr etmişlerdi.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu iki ayetin önceki ayetlerle belirgin bir bağlantıları
görülmüyor. İçerikleri başka bir sözle bağlantılı olmayı gerektirmeyecek
derecede zengindir. Bu ayetler başka bir söze hacet bırakmadan
maksatlarını kendileri ifade ediyorlar. Bu yüzden bazı
tefsircilerin bu ayetleri kimi zaman kendilerinden önceki ayetlerle,
kimi zaman surenin baş tarafı ile ve kimi zaman surenin amacı ile
irtibatlı göstermek için harcadıkları gayretlere ihtiyaç yoktur. Bunları
göz ardı etmek en doğru davranıştır.
"Ey inananlar! Açıklandığında sizi üzecek olan... şeyleri sormayın."
Ayette geçen "tubde" fiilinin kökü olan "ibdâ" açıklamak ve yine
ayette yer alan "tesu'kum" fiilinin geçmiş zaman sıygası olan
"sâe" fiili, "sevindirdi"nin tersi anlamına gelir.
Ayet, açıklanmaları hâlinde müminlerin üzülmelerine yol açacak
konuları sormayı onlara yasaklıyor. Ayet soruya muhatap olanın
kim olduğunu açıkça belirtmiyor. Yalnız ayetin "Kur'ân indirildiği
zaman sorarsanız size açıklanacak" biçimindeki devamından
ve bir sonraki ayetin "Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu;
sonra onları inkâr etmişlerdi." şeklindeki ifadesinden söz konusu
soruların muhatabının Peygamber efendimiz (s.a.a) olduğu
anlaşılıyor. Buna göre bu ayet mahiyeti şu şu olan soruların Peygamberimize
(s.a.a) sorulmasını yasaklama amacını taşıyor. Ama
yasağın gerekçesinden çıkan sonuç, bu yasağın söz konusu ama
cını aşan bir kapsam genişliğine sahip olduğunu ortaya koyuyor.
Yüce Allah'ın göz ardı ettiği, normal sebeplerle ve bildik yollarla
insan bilgisi dışında bıraktığı konuları sormak ve kurcalamak da
bu yasağın kapsamına girer. Çünkü bu meselelerin iç yüzünü öğrenmek
insanın mahvına, mutsuzluğuna yol açar. Bir kişinin ne
gün öleceğini, helâk olma sebebini, sevdiklerinin ve saydıklarının
ne kadar yaşayacaklarını, mülkünü ve üstünlüğünü ne zaman
kaybedeceğini sorup kurcalaması gibi. Çoğu zaman insanın bu
konularda elde edebileceği bilgiler onu yok olmaya sürükler veya
mutsuzlukla tehdit eder.
Yüce Allah'ın plânlayıp ortaya koyduğu hayat düzeni evrende
yürürlüktedir. O, birtakım konuları açıklarken kimi konuları insan
bilgisine kapatmıştır. Allah açıkladığı her şeyi bir hikmete dayayarak
açıkladığı gibi, saklı tuttuğu her şeyi de bir hikmete dayalı olarak
saklı tutmuştur. Buna göre açıklanan şeylerin gizli kalmasına
ve gizli bırakılan şeylerin açıklanmasına sebep olmaya kalkışmak,
kâinata yayılan hayat düzeninin bozulmasına yol açar.
Meselâ insan hayatı güçlerden, organlardan ve sistemlerden
oluşan organik bir düzene dayanır. Bunlardan biri eksilse veya birine
bir şey eklense bu durum, hayatın bazı önemli unsurlarının
yok olmasına sebep olur. Arkasından bu yok olma diğer güçlere ve
organlara sirayet eder ve belki de ya gerçek anlamda veya kemâl
ve olması gereken anlamında hayatın ortadan kalkmasına yol açar.
Sonra bu ayet, sorulması yasaklanan şeylerin neler olduğunu
da muphem bırakmış, bunları açıklamamıştır. Yalnız bunların açıklanmaları
hâlinde insanları üzecek şeyler olduklarını söylemekle
yetinmiştir.
Şüphe edilmeyecek bir nokta, "açıklandığında sizi üzecek olan"
ifadesinin sorulabilecek şeylerin sıfatı olduğudur. Bu bir şart
cümlesidir. Şart gerçekleştiği takdirde sonucun (cezanın) gerçekleşeceğine
de-lâlet eder. Bunun gereği, bu şeylerin açıklanmaları
hâlinde insanların üzülmelerine sebep olmalarıdır. Buna göre soru
sorarak onların açıklanmasını istemek, aslında üzülmeyi, zor duruma
düşmeyi istemektir.
Burada şu problemle karşılaşıyoruz. Hiçbir aklı başında insan
kendisini üzecek bir şeyi istemez. Oysa eğer ayette "aralarında
açıklandıkları takdirde zorunuza gidecek konuların bulunduğu
meseleleri sor-mayın." veya "açıklandıkları takdirde zorunuza gitmeyeceklerinden
emin olmadığınız meseleleri sormayın" denseydi,
hiçbir sakınca ile karşılaşmazdık.
Bu probleme verilen acayip cevaplardan biri şudur: "Arap dilinin
kurallarına göre 'in' şart edatı meydana gelmede kesinlik ifade
etmez ve sonuç da gerçekleşip gerçekleşmeme bakımından
şarta bağlıdır. Buna göre 'izâ ubdiyet lekum
tesu'kum=açıklandığında sizi üzer' ifadesi yerine, 'in tubde lekum
tesu'kum=eğer açıklanırsa sizi üzer' ifadesinin kullanılması, açıklanma
ve açıklanacak şeyin üzücü oluşu ihtimalinin onu sormaktan
vazgeçmenin gerekli olması için kâfi olduğuna delâlet eder.
Ama eğer 'izâ' şart edatı kullanılmış olsaydı, ayet bu anlama
gelmezdi." (Gerekli alıntı burada sona erdi.)
Bu cevap yanlıştır. Arapçanın hangi kuralı, şartın gerçekleşme
kesinliği ifade etmemesini ve şartın varlığına bağlı olan sonucun
da böylece gerçekleşme kesinliği ifade etmeyeceğini ortaya koyuyor.
Bizim "İn ci'tenî ekramtuke=eğer bana gelirsen sana ikramda
bulunurum" şeklindeki sözümüzün, gelmenin gerçekleşmesi hâlinde
ikramın kesinlikle gerçekleşeceğinden başka bir anlamı var
mı?
Bu cevabı veren tefsircinin, buna göre "açıklandığında sizi üzecek"
ifadesi, açıklanma ihtimalinin ve açıklanacak şeyin üzücü
oluşunun onu sormaktan vazgeçmenin gerekli olması için yeterli
olduğuna delâlet ettiği şeklindeki görüşü, ayetteki şartın açıklanmaları
hâlinde üzücü olması mümkün olan şeyleri sormayı yasaklamayı
ifade etseydi, doğru olurdu. Oysa bildiğiniz gibi şart bunu
ifade etmiyor. Yasağın ifade ettiği anlam, açıklanmaları hâlinde
üzücü olacakları kesin olan şeyleri yasaklamaktır. Buna göre problem
çözümsüz olarak olduğu gibi kalmış oluyor.
Zayıflıkta bu cevabın bir benzeri, bir tefsircinin bazı rivayetlerde
de yer aldığı gibi şu görüşüdür: "açıklandığında sizi üzecek olan...
şeyler"den maksat, bazılarının arzu ettikleri gaybe ilişkin
bilgilerdir. Eceller, işlerin akıbetleri, hayır ve şerrin cereyanı ve insanı
mutlaka üzecek bir yönü doğal olarak içeren diğer gizli şeylerin
açıklanması gibi. Meselâ insanın ne kadar ömrünün kaldığını,
ölümüne neyin sebep olacağını, akıbetinin iyi olup olmayacağını
ve gerçek babasının kim olduğunu sorması gibi. Bu tür soruları
sormak cahiliye döneminde Araplar arasında yaygındı.
Buna göre "açıklandığında sizi üzecek olan... şeyleri sormayın."
ayeti ile çoğunlukla açıklanmaları insanı üzecek ve kederlendirecek
haberleri içeren bu tür meseleleri sormayı yasaklamak
kastedilmiştir. Meselâ bu sorular sonunda adamın yakında öleceği,
vahim bir akıbete uğrayacağı veya gerçek babasının bilinen
babasından başkası olduğu ortaya çıkabilir.
Bunlar çoğunlukla insanın üzülmesine, kederlenmesine yol
açacak meselelerdir. Bunlar Peygamberden (s.a.a) soruldukları
takdirde soru sahibinin hoşuna gitmeyecek bir cevap almayacağından
ve bu kişinin cevaplar karşısında nefsinin şımarıklığına ve
sinirliliğe kapılarak Peygamberimizin (s.a.a) cevabını yalan sayarak
bir sonraki "Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu;
sonra onları inkâr etmişlerdi." ayetinde işaret edildiği üzere kâfir
olmayacağından emin olunamaz.
Bu açıklama ilk bakışta doğru görünse de, "Kur'ân indirildiği
zaman sorarsanız, size açıklanacak" ifadesi ile uyuşmaz. Bunu
şöyle açıklayabiliriz: Bu ifadenin anlamı ya Kur'ân inerken bu meseleleri
sormanın caiz olduğunu belirtmektir veya Kur'ân inerken
de bunları sormayı şiddetle yasaklamaktır. Şiddetle yasaklama
amacı taşıyabileceği sonucuna şöyle varabiliriz: Bu soruların muhatabı
olan Peygamber (s.a.a), Kur'ân'ın inişi dışındaki zamanlarda
soru soranın menfaatini düşünerek bu tür soruları cevaplandırmama
imkânına ve kolaylığına sahiptir. Fakat soru konusu şeyler
aslında açıktır ve kesinlikle üzerlerini örten bir perde yoktur. Bu
yüzden onları Kur'ân inerken kesinlikle sormayın.
İfadenin anlamı bu iki yorumdan hangisi olursa olsun, az önceki
tez ile bu ayet arasında uyumsuzluk vardır. Bu yorum ilk anlamla
uyuşmaz. Çünkü bu konular doğal olarak sakıncalı oldukları
için Kur'ân inerken bunları serbest bırakmanın anlamı yoktur.
Çünkü sakınca aynı sakıncadır.
Yorum ayetin ikinci anlamı ile de uyuşmaz. Çünkü Kur'ân'ın iniş
zamanı gerçi bilgilendirme ve açıklanması gereken meseleleri
açıklama zamanıdır, ama Kur'ân'ın bu fonksiyonu temel bilgilerle,
şeriatın hükümleri ile ve bunlarla aynı kategoriye girecek meselelerle
ilgilidir. Ahmed'in ne zaman öleceğine, Mehmed'in nasıl öleceğine
ve falancanın gerçek babasının kim olduğuna ve buna
benzer ayrıntılara gelince, bunlar Kur'ân'ın bilgi verme fonksiyonu
ile ilgili şeyler değildir. Böyle olunca şöyle şöyle şeyleri sormayı
yasaklayan ifadenin arkasından "Kur'ân indirildiği zaman sorarsanız,
size açıklanacak." ifadesine yer vermenin anlamı ve gerekçesi
olmaz. Bu açıktır.
Bu problemle ilgili en güzel cevap, diğer âlimlerin verdiği cevaptır.
O da şudur: Gerek "Sizden önceki bir toplum da onları
sormuştu" ifadesi, gerek "Kur'ân indirildiği zaman sorarsanız, size
açıklanacak." ifadesi, bu meselelerin şer'î hükümlerle ilgili olduklarına
delâlet eder. Şer'î hükümlerin kimi kez uzun uzadıya araştırılan
ve ısrarla incelenen bağlantıları ile ilgili ayrıntılar gibi. Bu
ısrarlı incelemelerin sonucu soru sormada ayrıntılara inildikçe ve
incelemede ısrar edildikçe hükümlerin ağırlaştırılması ve zorlaştırılmasının
gündeme gelmesi olur. İsrailoğullarının inek hikâyesinde
olduğu gibi. Bilindiği gibi İsra-iloğulları boğazlamakla emredildikleri
ineğin nitelikleri ile ilgili sorularında ısrar ettikçe, yüce Allah
onların görevlerini ağırlaştıracak yeni şartlar ortaya koymuştur.
Sonra ayetteki "Afallah'u anha=Allah onlardan vazgeçmiştir."
ifadesi, "açıklandığında sizi üzecek olan... şeyleri sormayın." ifadesinin
sebebi, gerekçesidir. Bazılarının dediği gibi "eşya" kelimesinin
sıfatı olup ifadede öne alma ve arkaya bırakma (takdim, tehir)
gibi bir durum söz konusu değildir. Bunu göz önüne aldığımızda
ayetin takdirî açılımı şöyle olur: "La tes'elû an eşyâe afallah'u
anha in tubde lekum tesu'kum" yani, Allah'ın söz konusu etmeden
geçtiği ve açıklanmaları hâlinde üzüleceğiniz meseleleri sormayın.
Ayetin bu ifade tarzı -yani "afa" fiilinin "an" edatı ile mutaaddi
(ge-çişli) yapılması- ayetteki soru konusu olacak olan meselelerden
şer'î hükümlerle ilgili konuların kastedildiğinin en güzel şahididir.
Çünkü eğer bu konular şeriat hükümleri dışında kalan tekvinî
konular olsaydı, "afahallahu" ibaresinin kullanılması gerekli gibi
olurdu.
Her neyse. Bu soru yasağının Allah'ın o konulara değinmemiş
olmasıyla gerekçelendirilmesi, şunu ifade eder: Soru konusu şeyler,
şer'î hükümlerle ilgili ayrıntılar ve bu hükümlerle bağlantılı ka
yıtlar ve şartlardır. Bunlara değinilmemiş olması da onların unutulduklarından
veya ihmal edildiklerinden kaynaklanmıyor. Doğrudan
doğruya Allah'ın bir hafifletmesi, kullarına yönelik bir kolaylaştırmadır.
Ayetin sonundaki "Allah bağışlayandır, halimdir."
cümlesi de bunu kanıtlıyor. İnsanların şeriat hükümlerinin ayrıntıları
ile ilgili soruları onlardan gelen bir sıkıştırma, bir zorlaştırma
girişimidir. Bu girişim onları üzen ve kederlendiren sonuçlar getirir.
Bu girişim Allah'ın affını, kolaylaştırmasını ve değinmemesini reddetme
anlamını taşıyor. Oysa bu değinmeden geçmenin tek amacı
kolaylaştırma, hafifletme, affedicilik ve yumuşak tutumluluk sıfatlarını
perçinlemektir.
Buna göre bu ayetin anlamı şöyle olur: Ey müminler, şeriatta
gündeme getirilmemiş konuları Peygambere (s.a.a) sormayın.
Çünkü Allah onlara değinmemiştir; hafifletme ve kolaylaştırma
adına açıklamamıştır. Bu meseleler eğer Kur'ân inerken sorarsanız
size anlatılacak ve açıklanmaları hâlinde zorunuza gidecek
meselelerdir.
Yaptığımız açıklamalardan şu sonuçlar ortaya çıkıyor:
1- "Kur'ân indirildiği zaman sorarsanız size açıklanacak" ifadesi,
daha önce belirtildiği gibi soru sorma yasağını pekiştiren bir
ifadedir. Yoksa bazılarının söyledikleri gibi Kur'ân'ın inişi sırasında
soru sormayı serbest bırakan bir ifade değildir.
2- "Allah onlardan vazgeçmiştir." ifadesi soru sorma yasağının
sebebini bildiren bağımsız bir cümledir. Ayet içindeki fonksiyonu
sıfat anlamı taşımaktır. Fakat söz dizimi itibarı ile sıfat değildir.
3- Ayet yasak içerikli olmasına ve bu içeriğin affedicilik ve
yumuşak tutumluluk sıfatları ile uyuşmamasına rağmen, "Allah,
bağışlayandır, halimdir." cümlesi ile bitmesinin nedeni açıklık kazanmış
oldu. Dolayısıyla yüce Allah'ın bu iki ismi ayetin konusu
olan yasakla değil, "Allah onlardan vazgeçmiştir." cümlesinde değinilen
hoş görü ile bağlantılıdır.
"Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu, sonra onları inkâr
etmişlerdi." Arapçada "seelehu ve seele anhu" [yani ken-diliğinden
geçişli kılınma şekliyle edat aracılığıyla geçişli kılınma şekli] bir
anlama gelir. Hem kendiliğinden geçişli kılınarak, "o konuyu sordu"
denir, hem de edat aracılığıyla geçişli kılınarak, "o konudan
sordu" denir. Ayette kullanılan "sümme" edatı, zaman açısından değil de
söz sırası açısından sonralığı ifade eder. Ayette geçen "biha" kelimesi,
ayetin hüküm yasalaştırılırken değinilmemiş sınırlarına ait
soruları sormayı yasaklama amacı taşıyor olmasından anlaşıldığına
göre, "kâfirîne" kelimesiyle ilintilidir. Dolayısıyla bu ayetteki kâfirlik,
şer'î hükümlere yönelik bir kâfirliktir. Çünkü bu hükümler
nefislerin zorlanmasını ve kalplerin onları kabul etmekte sıkışmasını
gerektirir. "Ba" harf-i cerrinin burada sebebiyet anlamına gelmesi
de uzak bir ihtimal değildir. [Yani bu konular yüzünden kâfir
oldular.]
Ayette sözü edilen kavim muphem bırakıldı, tanıtılmadı. Fakat
Kur'-ân'da bu ayetin uyarlanabileceği birçok hikâye anlatılmıştır.
Mâide su-resindeki Hıristiyanlara ilişkin hikâyeler ile Musa'nın
kavminin ve diğer bazı kavimlerin hikâyeleri gibi.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i Cerir, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i Mürdeveyh'in
Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet ettikleri belirtilir: "Peygamberimiz
(s.a.a) bir gün 'Ey insanlar, Allah size hacca gitmeyi
farz kıldı' dedi. Bunun üzerine Esed kabilesinden Ukaşe b. Mihsan
ayağa kalkarak, 'Ey Allah'ın resulü, her yıl mı?' diye sordu. Peygamberimiz
ona şu karşılığı verdi: 'Eğer evet desem her yıl hacca
gitmeniz farz olurdu. Farz olduğu hâlde onu yapmazsanız yoldan
çıkmış olurdunuz. Benim değinmediğim konuları kurcalamayın.
Sizden öncekiler sorularından ve bu amaçla peygamberlerinin yanına
gidip gelmelerinden dolayı he-lâk oldular. Bunun üzerine, 'Ey
inananlar! Açıklandığında sizi üzecek olan... şeyleri sormayın... '
ayeti indi."
Ben derim ki: Bu hikâyeyi birkaç ravi Ebu Hüreyre ve Ebu
Amame'den nakletmişlerdir. Bu rivayet Mecma'ul-Beyan tefsirinde
ve başka birkaç Şia kitabında nakledilmiştir. Hikâye daha önceki
açıklamalarımızla örtüşmektedir.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu
Hatem, "Ey inananlar! Açıklandığında sizi üzecek olan... şeyleri
sormayın." ayeti hakkında Süddi'den şöyle rivayet ederler: "Gün
lerden bir gün Peygamberimiz (s.a.a) öfkelendi ve minbere çıkarak
şu konuşmayı yaptı: 'Bana istediğiniz soruyu sorun. Sorduğunuz
her soruyu kesinlikle cevaplandıracağım.' Bunun üzerine Abdullah
b. Hüzafe adını taşıyan ve babası ile ilgili dedikoduların muhatabı
olan Kureyş kabilesinin Benî Sahm koluna mensup biri ayağa kalkarak,
'Ey Allah'ın Resulü, benim gerçek babam kimdir?' diye sordu.
Peygamber, adamın babasının adını vererek, 'Baban falâncadır.'
dedi. Bunun üzerine Ömer ayağa kalkarak Peygamberin ayağını
öptü ve 'Ey Allah'ın Resulü, bizler Allah'ın Rabbimiz, senin
Peygamberimiz ve Kur'ân'ın rehberimiz olduğuna inandık. Bizi affet,
Allah da seni affetsin.' dedi. Peygamber razı olana kadar Ömer
ısrarla özür diledi ve o gün, 'Çocuk, peydahlandığı yatağa nispet
edilir ve zina eden taşlanarak cezalandırılır.' dedi. Arkasından,
'Sizden önceki bir toplum da onları sormuştu' ayeti indi."
Ben derim ki: Bu rivayet bazı metin farklılıkları ile birkaç kanaldan
nakledilmiştir. Daha önce söylediğimiz gibi bu rivayet bu
ayetle örtüşmüyor.
Yine aynı eserde İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve Hâkim -rivayetin
sahih olduğunu belirterek- Sa'lebe el-Haşinî'den şöyle rivayet etmişlerdir:
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah size birtakım
farzlar emretti, bunları ihmal etmeyin. Sizin için bazı sınırlar çizdi,
bunları çiğ-nemeyin. Size bazı şeyleri haram kıldı, saygısızlık edip
onları yapmayın. Bazı şeyleri değinmeden geçti. Bunu onları unuttuğu
için değil, size merhamet olsun diye yaptı, bunları oldukları
gibi kabul edin ve kurcalamayın."
Mecma'ul-Beyan ve Safi tefsirlerinde Hz. Ali'den şöyle rivayet
edilir: "Allah size birtakım farzlar emretti, bunları ihmal etmeyin.
Size birtakım sınırlar çizdi, bunları çiğnemeyin. Size bazı şeyleri
yasakladı, bunlara saygısızlık yapmayın. Bazı şeyleri size açıklamadı,
bunları unuttuğu için terk etmiş değildir; o hâlde bunları
kurcalayarak kendinizi zora sokmayın."
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Carud'dan şöyle
rivayet eder: İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Size bir söz söylediğim
zaman bu sözümün hangi ayete dayandığını bana sorun. Arkasından
yaptığı bir konuşmada, 'Peygamberimiz (s.a.a)
dedikoduyu, mal israfını ve çok soru sormayı yasakladı' dedi. Biri
ona 'Ey Allah'ın Resu-lü'nün torunu, bu söylediklerinin Kur'ân'daki
delili hangi ayetlerdir?' diye sordu."
"İmam (a.s) adama şu cevabı verdi: Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
'Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Yalnız,
sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden
hariç.' [Nisâ, 114] Yine şöyle buyurmuştur: 'Allah'ın sizin için geçim
kaynağı ve yaşayış vesilesi kıldığı mallarınızı beyinsiz (yetim)lere
vermeyin.' [Nisâ, 5] Ve yine şöyle buyurmuştur: Açıklandığında sizi
üzecek olan... şeyleri sormayın." [c.5, s.300, h:2]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ahmed b. Muhammed'den şöyle rivayet edilir:
"İmam Ebu'l-Hasan Rıza'ya (a.s) bir mektup yazmıştım. [Bana
verdiği cevabın] sonunda şunları yazdı: Çok soru sormak size yasaklanmış
değil mi? Buna rağmen bu alışkanlıktan vazgeçmediniz.
Bu konuda dikkatli olun ve bundan sakının. Çünkü sizden önceki
ümmetler çok soru sormaları yüzünden mahvoldular. Nitekim
yüce Allah 'Ey inananlar!... sonra onları inkâr etmişlerdi.' buyurmuştur."
[c.1, s.346, h:212]
103- Allah, ne bahîre diye bir şey ortaya koymuştur, ne sâibe,
ne vasîle ve ne de hâm. Fakat kâfirler Allah'a yalan iftira ediyorlar
ve onların çoğu (iftira ettiklerine) akıl erdirmiyorlar.
104- Onlara "Allah'ın indirdiğine (Kur'ân'a) ve Elçiye (itaate)
gelin" dendiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter"
derler. Peki, ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan
kimseler olsalar da mı?
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Allah, ne bahîre diye bir şey ortaya koymuştur, ne sâibe, ne vasîle
ve ne de hâm." Bu sayılanlar dört hayvan türüdür. Cahiliye döneminde
Araplar onlar hakkında saygıya ve bir tür serbestliğe dayalı
hükümler öngörüyorlardı. Yüce Allah bu hükümlerin kendisinden
kaynaklanmadığını açıklıyor. Allah'ın reddettiği şey o hayvanların
kendileri değil, onlar hakkında ön görülen sıfatlardır. Yoksa o hayvanlar
hiç şüphesiz Allah'ın yarattığı canlılardır. Sıfatları da sadece
sıfat olmaları açısından Allah'ın yarattığı ve O'na isnat edilebilir
şeylerdir. Allah'a isnat edilmesi ve reddedilmesi mümkün olan
şey, o hayvanlarla ilgili hükümlere kaynaklık etmeleri açısından o
hayvanlara izafe edilen sıfatlardır. İsnat etmeyi ve reddedilmeyi
kabul eden, sadece budur. Başka bir deyişle, bu ayette bahîre ve
onunla birlikte sayılan hayvanlarda reddedilen şey, bu hayvanlara
yakıştırılan ve cahiliye Arapları tarafından tanınan hükümlerin
reddedilmesidir.
Bu dört hayvan türünün isimlerinin anlamları tartışmalıdır.
Dolayısıyla aşağıda ele alınacağı üzere onlar için öngörülen
hükümlerin neler olduğu da tartışma konusudur. Fakat üzerinde
anlaşılan bir nokta, bu hayvanlara yakıştırılan hükümlerin bir tür
serbestliğe ve saygı duymaya dayandığıdır. Bu dört hayvan
bestliğe ve saygı duymaya dayandığıdır. Bu dört hayvan türünün
üçü, "bahîre, sâibe ve hâm" deve türünden, vasîle ise koyun türündendir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde Zeccac'a dayanılarak verilen bilgiye
göre, "Bahîre" dişi deveye denir. Bu deve beş batın yavrulayınca
eğer son yavrusu erkek olursa, kulaklarından birinde derin bir yarık
açılır. Artık ne binek hayvanı olarak kullanılır ve ne boğazlanır.
Hiçbir sudan, hiçbir otlaktan kovalanmaz. Yorgun yaya bile onun
sırtına binemez.
"İbn-i Abbas'tan nakledildiğine göre, dişi deve beş batın yavrulayınca
cahiliye Arapları beşinci batında doğan yavruya bakarlardı.
Eğer yavru erkek ise ana deveyi keserlerdi. Etini erkekler de, kadınlar
da yiyebilirlerdi. Eğer beşinci batında doğan yavru, dişi ise
ana devenin kulağını yararlardı. İşte Bahîre buna denirdi. Artık onun
yünü kırkılmazdı. Kesilirse üzerine Allah'ın adı anılmazdı. Sırtına
yük vurulmazdı. Kadınlar sütünden içemezlerdi ve ondan hiçbir
şekilde faydalanamazlardı. Sütü de, diğer faydaları da erkeklere
mahsustu. Ölünceye kadar bu böyle idi. Ölünce kadınlar da erkekler
gibi etinden yiyebilirlerdi. Muhammed b. İshak'a göre bahîre,
sâibe'nin dişi yavrusudur.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde Zeccac'a dayanılarak verilen bilgiye
göre "Sâibe", cahiliye Araplarının adadıkları develere denirdi.
Bir kişi bir yolculuktan döndüğü, bir hastalıktan iyileştiği veya bunlara
benzer bir isteği gerçekleştiğinde, "Benim dişi devem
sâibedir" derdi. Sâ-ibenin durumu kendisinden yararlanmama,
hiçbir suyu içmekten ve hiçbir otlaktan alıkonmama bakımından
bahîre gibi idi. Alkame'nin görüşü de budur.
İbn-i Abbas'a ve İbn-i Mesud'a göre sâibe, putlara adanmış,
putlar için azat edilmiş dişi deve demekti. Herkes dilediği deveyi
putlara adar, onu alıp puthane görevlilerine teslim ederdi. Görevliler
bu devenin sütünü yolda kalmışlara ve onlar gibi muhtaçlara
dağıtırlardı.
Muhammed b. İshak'ın verdiği bilgiye göre sâibe bir dişi devedir
ki, arka arkaya on dişi yavru doğuruyor, arada hiçbir erkek yavru
doğurmuyor. Bu dişi deveyi putlara adıyorlardı. Artık sırtına
binilmez; yünü kırkılmaz; sütünü sadece misafirler içebilirdi. Bun
dan sonra eğer bir dişi yavru daha doğurursa yavrunun kulağı yarıldıktan
sonra anası ile birlikte salıverilirdi. İşte bu dişi yavruya da
bahîre deniliyor.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde Zeccac'a dayanılarak verilen bilgiye
göre "Vasîle", davar türünden bir hayvandır. Koyun, dişi kuzu
doğurunca bu kuzu sahiplerinin olur, fakat erkek kuzu doğurunca
onu ilâhlarına adarlardı. Aynı batında bir erkek ve bir dişi kuzu doğurunca
dişi kuzu için 'o kardeşine ulaştı' derler ve erkek kuzuyu
ilâhlarına kurban etmezlerdi.
İbn-i Mesut ve Mukatil'in verdikleri bilgiye göre, eğer keçi yedi
batın yavrular ve yedincisi erkek olursa, onu ilâhlarına kurban ederlerdi.
Bunun etinden sadece erkekler yiyebilirlerdi, kadınlar
yiyemezlerdi. Eğer yedinci batında doğan dişi oğlak olursa, ilâhlara
kurban edilmez ve koyun sürüsüne katılırdı. Eğer keçi beşinci
batında biri erkek ve biri dişi olmak üzere iki oğlak doğurursa,
"Dişi oğlak saygınlıkta kardeşine ulaştı" derler ve her ikisine saygı
gösterirlerdi. Bunların menfaatleri ve sütleri erkeklere ait olurdu,
kadınlar onlardan yararlanamazlardı.
Muhammed b. İshak'ın verdiği bilgiye göre, beş batında aralıksız
olarak on dişi kuzu doğuran, yani bu on yavrusu içinde hiç
erkek kuzu bulunmayan koyun vasîle adını alırdı, cahiliye Arapları
onun için "On dişi kuzuyu arka arkaya getirdi" derlerdi. Bundan
sonra doğurduğu kuzulardan sadece erkekler yararlanabilirdi, kadınlar
onlardan yararlanmazlardı.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İbn-i Abbas'a ve İbn-i Mesud'a dayanılarak
verilen bilgiye göre, "Hâm" bir tür erkek devedir. Araplar,
sülbünden on batın yavru doğurtan erkek deve için "Sırtı
dokunulmaz oldu" derlerdi. Artık onun sırtına yük vurulmaz. Hiçbir
su kaynağından ve otlaktan kovalanmazdı. Ebu Ubeyde ve
Zeccac'ın görüşü de budur.
Ferra'nın görüşüne göre bir erkek deve, yavrusunun yavrusunu
ge-be bıraktığında cahiliye Arapları "Onun sırtı dokunulmaz oldu"
derler ve artık ona binmezlerdi.
Görüldüğü gibi bu isimler farklı biçimde açıklanıyor. Yalnız bu
farklılığın toplumların geleneklerindeki farklılıktan kaynaklanmış
olma ihtimali güçlüdür. Çünkü ilkel kavimlerin geleneklerinde bu
tür uygulamaların benzerleri çoktur. Her neyse; bu ayet, cahiliye Araplarının bu dört tür hayvana
yakıştırdıkları ve Allah'a nispet ettikleri hükümleri reddediyor. Onların
bu hükümleri Allah'a nispet ettiklerinin delili, "Allah, ne bahîre
diye bir şey ortaya koymuştur, ne sâibe, ne vasîle ve ne de
hâm." ifadesi ile "Fakat kâfirler Allah'a yalan iftira ediyorlar."
cümleleridir.
Bundan dolayı "Fakat kâfirler Allah'a yalan iftira ediyorlar."
ifadesi gizli bir sorunun cevabı niteliğindedir. "Allah, ne bahîre diye
bir şey ortaya koymuştur, ne sâibe, ne vasîle ve ne de hâm."
denince, sanki "Peki bu kâfirlerin iddiaları neyin nesidir?" diye soruldu
ve bu soruya onların Allah adına yalan uydurdukları biçiminde
cevap verildi. Arkasından bu açıklama daha genişletilerek, "Onların
çoğu akıl erdirmiyorlar." denmiştir. Yani onlar bu iftira konusunda
birbirlerinden farklıdırlar. Çoğu bu iftiraları düşünmeden,
anlamadan yapıyor. Fakat ufak bir azınlık işin doğrusunun ne olduğunu
bile bile ve Allah'a nispet ettikleri iftiranın farkında olarak
bu asılsız yakıştırmaları yapıyorlar. Bunlar çoğunluk tarafından
uyulan, itaat edilen ve halkın dizginlerini ellerinde tutan inatçı ve
bağnaz kimselerdir.
"Onlara 'Allah'ın indirdiğine (Kur'ân'a) ve Elçiye (itaate) gelin' dendiğinde,
'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler." Bu ayette
onların Allah tarafından Peygambere indirilen mesaja çağrılmaları
anlatılıyor. Mesaj Allah katından geliyor. Peygamberin
yaptığı sadece davet etmektir. Dolayısıyla davet, hakka davettir.
Bu hak, içinde yalan ve aldatmacanın kırıntısının bile bulunmadığı
doğru ve cehaletten arınmış ilimdir. Bir önceki ayet, iftira ile düşünmeden
yoksun olmayı birlikte onların tarafına koyuyor. Buna
göre davet edildikleri tarafta -yani Allah'ın tarafında- sadece doğruya
ve ilme yer kalıyor.
Fakat onlar bu çağrıyı taklitçiliğe sarılarak, "Atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şey bize yeter" diye reddediyorlar.
Taklitçilik kimi zaman ve bazı şartlar altında doğrudur. Söz
konusu doğru taklit, cahilin âlime başvurmasıdır. İnsanın hangi yolu
izleyeceği ile ilgili bilgiyi kendi birikimi ile elde edemediği bütün
hükümler konusunda sosyal hayatın seyri bu tür taklide dayanır.
Fakat cahilin başka bir cahile başvurması anlamında cahilin cahili
taklit etmesi, aklı başında insanlarca kınanan bir tutumdur. Eğer
bir âlim, kendi bilgi birikimini bir yana bırakarak başkasının bilgisini
kaynak edinirse, bu anlamdaki âlimin âlime başvurması da
kınanacak bir tutumdur.
Bundan dolayı yüce Allah bu körü körüne taklitçiliği, "Peki, ya
ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsalar
da mı?" diyerek reddediyor. Yani akıl -eğer ortada akıl denen
yetenek varsa- insanın, bilgisi olmayan ve hidayetten yoksun bulunan
kimseleri taklit etmesini onaylamaz. Hayatın kuralları, tehlikelerden
emin olunmayan ve ne şahsın kendi düşüncesi ile ve ne
bilen birinin görüşü ile mahiyeti bilinmeyen bir yola koyulmayı
tasvip etmez.
Belki de, "doğru yolu bulmayan kimseler" ifadesinin "hiçbir
şey bilmeyen" ifadesine atfedilmesi, bu konudaki gerçeğin kayıt
ve şartlarını tamamlamak içindir. Çünkü bir cahilin kendisi gibi bir
cahile başvurması genel olarak kınanacak bir tutum olmakla birlikte,
bunun gerçekten kınanacak bir tutum olabilmesi için görüşü
sorulan cahilin, cahillikte soru soranla aynı olması, ona üstün gelecek
hiçbir ayrıcalığının bulunmaması gerekir. Ama eğer görüşüne
uyulan cahil, bir âlimin rehberliği ile belirlediği bir yoldan gidiyorsa,
koyulduğu yol hidayet yolu ise, o zaman onun tutumunu örnek
edinen, onun yolunu taklit eden cahil kınanmaz. Çünkü sonuçta
iş ilmin rehberliğine varıp dayanıyor. Meselâ cahilin biri bir
âlimin gösterdiği yolu izliyor, sonra da o cahili bu konuda başka
bir cahil kendine örnek kabul ediyor.
Bundan açıkça ortaya çıkıyor ki, "Peki, ya ataları hiçbir şey
bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsalar da mı?" ifadesi,
onların sapıklıklarını perçinlemede yeterli değildir. Çünkü taklit
yolu ile uydukları ataları, doğru yoldan giden âlimleri örnek edinerek
doğru yolu bulmuş kimseler olabilirler. O zaman atalarını taklit
eden kimseler kınanamaz ve sapıklıkları kesinlikle kanıtlanmış
olamaz. İşte bu ihtimali ortadan kaldırmak için onların atalarının
hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan uzak kalmış kimseler oldukları
vurgulanmıştır. Öyle olunca durumu böyle olanlara uymanın
hiçbir haklı gerekçesi kalmamış olur.
İlk ayetten, yani "Allah, ne bahîre diye bir şey ortaya koymuştur,
ne sâibe, ne vasîle ve ne de hâm." ayetinden anlaşıldığı gibi
bu kimseler iki kısımdır. Bir kısmı, düşünce yeteneğinden yoksun
kimselerdir ki, bunlar çoğunluğu oluşturuyor. Diğer bir kısmı inatçı
ve kendilerini beğenmiş seçkinlerdir. Bu sonuca göre bu kimseler
muhatap kabul edilip delil gösterilme ehliyetinden yoksun kimselerdir.
Bu yüzden ikinci ayette kendilerine hitap edilerek delil gösterilmesi
yerine üçüncü şahıslara hitap edilmesi tercih edilmiş ve
"Peki, ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan
kimseler olsalar da mı?" ifadesi ile âdeta onlarla yüzleşilmekten
kaçınılmıştır. Tefsir kitabımızın birinci cildinde taklit hakkında ilmî
ve ahlâkî bir inceleme yapmıştık. İsteyenler ona başvurabilirler.
Bu ayetten açıkça anlaşılıyor ki, Kur'ân'a ve Peygambere başvurmak
-ki bu, sünnete başvurmaktır- asla kınanan bir taklit biçimi
değildir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Burhan tefsirinde Şeyh Saduk'un kendi rivayet zinciriyle Muhammed
b. Müslim'den, o da İmam Sadık'tan (a.s) "Allah, ne bahîre
diye bir şey ortaya koymuştur, ne sâibe, ne vasîle ve ne de
hâm." ayeti hakkında şöyle rivayet ettiği belirtilir: "Cahiliye dönemi
Arapları, bir deve aynı batında iki yavru doğurduğu zaman 'Bu
deve erdi, ulaştı, kavuştu' derler ve artık onu kesmeyi ve etini yemeyi
helâl görmezlerdi. Deve on yavru doğurduğunda ona sâibe
[salıverilmiş] unvanını verirler ve artık onun ne sırtına binerler ve
ne etini yerlerdi. Hâm ise on-ların kendilerine helâl saymadıkları
erkek deveye verdikleri unvandı. İşte yüce Allah indirdiği ayette bu
hayvanlarla ilgili hiçbir yasak koymadığını bildirmiştir." [c.1, s.506,
h:1]
el-Burhan tefsirinin yazarı sözlerine şöyle devam eder. İbn-i
Ba-beveyh [Şeyh Sadûk] daha sonra şöyle dedi: "Başka bir rivayete
göre bahîre, beş batın yavrulamış bir dişi deveye denir. Eğer beşinci
batında bir erkek yavru doğurursa, ana deveyi keserlerdi. Etinden
erkekler de, kadınlar da yiyerdi. Eğer beşinci batındaki yavru
dişi olursa, ana devenin kulağında geniş bir yarık açarlardı. Bu
devenin eti ve sütü kadınlara haram sayılırdı. Ama eğer ölürse eti
kadınlara da helâl olurdu. Sâibe, ilâhlara adak sebebiyle salıverilen
deveye denirdi. Kişi bir hastalıktan iyileşince veya yolculuktan
sağ salim evine ulaşınca, böyle bir adakta bulunurdu."
"Vasîle davar türünden bir hayvana denirdi. Cahiliye dönemlerinin
âdetlerine göre eğer bir koyun yedi batın kuzular da, yedinci
batında erkek kuzu doğurursa kesilirdi. Bu koyunun etini erkekler
de, kadınlar da yiyebilirlerdi. Eğer koyun yedinci batında dişi kuzu
doğurursa, ana koyun diğer koyunlar arasında salınırdı. Fakat eğer
yedinci batında biri erkek ve öbürü dişi olmak üzere iki kuzu doğurursa,
o koyun için 'Kardeşine ulaştı' derlerdi ve artık onu
kesmezlerdi. Eti kadınlara haram olurdu. Yalnız kendiliğinden ölmesi
hâlinde yenmesi erkeklere de, kadınlara da helâl olurdu."
"Hâm, yavrusunun yavrusuna atlayan erkek deveye denirdi. Bu
deve için 'Sırtı yasak oldu' derlerdi. Başka bir rivayete göre Hâm,
on batın yavrulamış deveye verilen unvan idi. Bu deve için, 'Sırtı
yasak oldu' derlerdi. Artık ona binilmez, hiçbir otlaktan ve sudan
alıkon-mazdı."
Ben derim ki: Bu isimlerin, yani bahîrenin, sâibenin, vasîlenin
ve hâmın anlamları hakkında Sünnî ve Şiî kanallardan nakledilen
başka rivayetler vardır. Bunların bir bölümü yukarıda Tabersi'nin
Mecma'ul-Beyan adlı tefsirinden nakledilmişti.
Bilindiği gibi bu anlamlardan çıkan kesin sonuç şudur: Birincisi;
bu hayvan türlerine cahiliye döneminde bir tür serbestlik ve
dokunulmazlık tanınmış, onlarla ilgili bu dokunulmazlıklara uygun
hükümler benimsenmişti. Sırtlarına yük ve insan bindirilmemesi,
etlerinin yenmemesi, herhangi bir sudan ve otlaktan yararlanmalarının
engellenmemesi gibi. İkincisi; bu dört hayvandan biri olan
vasîle davar türünden, diğer üçü deve türündendir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde belirtildiğine göre, İbn-i Abbas Peygamberden
(s.a.a) şöyle rivayet eder: "Bir zamanlar Mekke hükümdarı
olan Amr. b. Luhayy b. Kamaa b. Hindif, İsmail peygamberin
dinini değiştiren, putları diken ve bahîre, sâibe, vâsile ve
hâm adlı hayvanlara ilişkin hükümleri koyan ilk kişi olmuştur."
Peygamberimiz (s.a.a) onun hakkında, "Onu cehennemde
gördüm, boğazının kokusu cehennemlikleri rahatsız ediyordu."
(Başka bir rivayete göre de) "Cehennem içinde boğazından sürük
leniyordu" buyurmuştur. Ben derim ki: Bu anlamda bir rivayet İbn-i Abbas'a ve başkalarına
dayandırılarak ve birkaç kanaldan nakledilmiş olarak ed-
Dürr'ül-Mensûr tefsirinde yer almıştır.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Abdurrezzak,
İb-n-i Ebu Şeybe, Abd b. Humeyd ve İbn-i Cerir, Zeyd b. Eslem'den
şöyle rivayet ederler: "Resulullah (s.a.a) 'Ben sâibe geleneğini ortaya
koyan, putları diken ve İbrahim peygamberin dinini değiştiren
kimsenin kim olduğunu biliyorum' dedi. Sahabîlerin 'Ey Allah'ın
resulü, bu adam kimdir?' diye sormaları üzerine Peygamberimiz
'Bu şahıs, Kaab oğullarından Amr b. Luhey'dir. Onu cehennemde
boğazından sürüklenirken gördüm. Boğazının kokusu cehennemlikleri
rahatsız ediyordu." cevabını verdi.
Peygamberimiz sözlerine şöyle devam etti: "Ben bahîre geleneğini
ilk başlatanın kim olduğunu biliyorum." Sahabîlerin "Kimdir
ey Allah'ın resulü?" diye sormaları üzerine şu cevabı verdi: O,
Mudlic kabilesinden biri idi. İki dişi devesi vardı. Bunların kulaklarını
yardı ve sırtları ile sütlerini dokunulmaz ilân ederek, 'Bu develer
Allah'a aittir' dedi. Fakat sonra onlara muhtaç oldu ve hem sütlerini
içti, hem de sırtlarına bindi. Onu cehennemde gördüm. O iki
deve onu ağızları ile ısırıp parçalıyor ve ayakları ile tekmeliyorlardı."
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre Ahmed,
Abd b. Humeyd, Nevâdir'ul-Usûl adlı eserde Hâkim-i Tirmizî, İbn-i
Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem, el-Esmâ'u ve's-Sıfat adlı eserde
Bey-hakî, Ebu Ahves'den, o da babasından şöyle rivayet ederler:
"Ben bir gün iki eski elbise giymiş olarak Peygamberimizin
(s.a.a) yanına gittim. Bana, 'Malın-mülkün var mı?' diye sordu. 'Evet,
var.' dedim. 'Ne tür malın var?' diye sordu. 'Her türden malım
var. Develerim, davarım, atlarım, bu arada kölelerim var.' dedim.
Bana, 'Allah sana bir şey verince, bunun eserini üzerinde görmelidir.'
dedi."
"Arkasından, 'Senin develerin sağlam kulaklı yavrular mı doğuruyor?'
diye sordu. 'Evet.' dedim. 'Meğer develer böyle olmayan
yavrular da mı doğurur?' diye sordum; şöyle buyurdu: 'Ama belki
de sen usturayı eline alıp bazı develerinin kulaklarını kesiyor ve
bunlar bahîredir, diyorsun ve bazılarının kulaklarını yararak bunlar
sarımdır [kulağı yarık], diyorsun, değil mi?' 'Evet.' dedim. Bunun
üzerine bana, 'Böyle yapma, Allah'ın sana verdiği bütün hayvanlar
senin için helâldir.' dedi ve arkasından, 'Allah, ne bahîre diye bir
şey ortaya koymuştur, ne sâibe, ne vasîle ve ne de hâm.' ayetini
okudu."
105- Ey inananlar! Kendinizi gözetin. Siz doğru yolda olduğunuz
takdirde, sapan kimse size zarar vermez. Hepinizin dönüşü
sadece Allah'adır. Artık O, size yapmış olduklarınızı haber verecektir.
Bu ayet müminlere kendilerine bakmalarını, kendilerinden ayrılmamalarını
ve doğru yoldan çıkmış kimselerin sapıklıklardan
kaygılanmalarını emrediyor. Çünkü Allah herkes hakkında amellerine
göre hüküm verecek tek mercidir. Bununla birlikte bu ayetin
anlamı derindir.
"Ey inananlar! Kendinizi gözetin. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde,
sapan size zarar vermez." Ayetin orijinalinde geçen "aleykum"
kelimesi, mukayyet olun, gözetin, gaflet etmeyin an-lamında ism-i
fiildir; "enfusekum" ise, onun mef'ulüdür.
Bilindiği gibi birbirinin karşıtı anlamlar taşıyan sapıklık ve doğru
yolda olma kavramları, yolu katetme durumunda gerçekleşirler,
başka bir durumda gündeme gelmezler. Sürekli yolun ortasından
giden kimse yolun son noktasına kadar varır. Bu, yolcunun yürüyüşünde
amaç edindiği, istenen bir sonuçtur. Ama eğer istikametli
olmaya özen göstermez de yolun doğrultusu dışına çıkarsa
bu durum, istenen sonucun kaçırılmasına yol açan bir sapıklıktır.
Ayet, insan için izleyeceği bir yol ve varmak isteyeceği bir amaç
belirliyor. Fakat insan kimi zaman bu belirli yolu izliyor, istikametini
kaybetmiyor; kimi zaman da yoldan çıkıp sapıtıyor. Belirli
bir yere ulaşmak için ilerleyen yolcunun tek hedefi hiç şüphesiz
mutlu hayat ve iyi akıbettir. Fakat bununla birlikte ayet, doğru yoldan
gidenlerin ve sapıtanların huzuruna varacakları tek merciin
Allah olduğunu vurguluyor.
Fıtratın doğrultusunda yol alan kimsenin istediği mükâfat, sadece
Allah katındadır. Doğru yolu izleyenler bu mükâfatı elde
ederler, sapıtanlar ise ondan mahrum kalırlar. Bunun kaçınılmaz
sonucu şudur: Gerek doğru yoldan gidenlerin, gerekse sapıtanların
izledikleri yollar Allah'a varır, O'nun huzurunda noktalanır. Söz konusu
yollar insanı hedefe, yani başarıya ve kurtuluşa, hayal kırıklığına
ve hüsrana ulaştırma bakımından değişik olsalar da, ayrıca
yakınlık ve uzaklık açısından farklılık gösterseler de amaçlanan
hedef Allah'ın katındadır. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi:
"Ey insanoğlu, sen Rabbine doğru koşuyorsun ve O'nunla buluşacaksın."
(İnşikak, 6) "Haberiniz olsun ki, kurtuluşa erecek olanlar
Allah'ın hizbidir." (Mücâdele, 22) "Allah'ın nimetlerini teperek
yerine kâfirliği seçenleri ve milletlerini helâk yurduna sürükleyenleri
görmüyor musun?" (İbrâhîm, 28) "Muhakkak ki, ben pek
yakınım, bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm.
O hâlde onlar da benim çağrıma cevap versinler ve bana
iman etsinler. Umulur ki, doğru yolu bulmuş olurlar." (Bakara, 186)
"İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında ağırlık vardır.
Kur'ân onlara kapalıdır. Sanki onlara uzak bir yerden bağrılıyor."
(Fussilet, 44)
Yüce Allah bu ayetlerde şunu açıklıyor: Her insan kaçınılmaz
olarak yüce Allah'a doğru ilerliyor. Yalnız bazılarının yolu kısadır ve
kurtuluş ile başarı bu yoldadır. Diğerlerinin yolu ise uzundur ve bu
yol mutluluğa ulaştırmıyor, tersine o yolu izleyenler mahvolmaktan
başka bir sonuca varamıyorlar.
Kısacası bu ayet, müminler için ve mümin olmayanlar için Allah'ın
huzurunda noktalanan iki yol belirliyor ve müminlere kendileri
ile meşgul olmalarını, yoldan çıkmış kimseler olan diğerlerine
aldırış etmemelerini, onlara akıllarını takmamalarını ve onların
sapıklıklarından korkmamalarını emrediyor. Çünkü onların hesabını
görmek müminlere değil, Allah'a düşer. Müminler onlardan
sorumlu değildirler ki, onların durumu kendilerine dert olsun. Bu
ayet şu ayete yakın bir anlam taşıyor:
"Müminlere de ki: Allah'ın azap günlerinden korkmayanları
affetsinler ki, Allah'ın kendisi o toplumu yaptıkları karşılığında
cezalandırsın." (Câsiye, 14) Şu ayet de onun benzeridir: "Onlar gelip
geçmiş bir ümmettir. Onların yaptıkları kendilerine, sizin yaptıklarınız
da sizedir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız."
(Bakara, 134)
Buna göre mümin kendisi için önemli olan doğru yolda ilerlemek-
le meşgul olmalı, insanların sapıklıkları ve aralarında günahların
yayılması yolundaki gözlemleri moralini bozmaması, bununla
ve böyle yapanlarla meşgul olmaması gerekir. Çünkü hak terk edilse
de haktır ve batıl benimsense de batıldır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Pisin çokluğu seni şaşırtsa bile, pisle temiz
bir değildir. O hâlde ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun. Umulur ki,
kurtuluşa erirsiniz." (Mâide, 100) "İyilik ile kötülük bir değildir."
(Fussilet, 34)
Yaptığımız açıklamalar ışığında, "Siz doğru yolda olduğunuz
takdirde, sapan size zarar vermez." ifadesinin kinaye olduğu anlaşılıyor.
Maksadı müminlere, sapıkların sapıklığından etkilenerek
hidayet yolunu terk etmeyi yasaklamaktır. Müminlerin şöyle diyecekleri
farz ediliyor: Günümüz dünyasında dine yer yoktur. Çağımız,
maneviyata bağlılığı hoş görmüyor. Din ve maneviyat, modası
geçmiş ve taraftarlarının nesli tükenmiş basit bir gelenektir. Şu
ayette buyrulduğu gibi: "Dediler ki, eğer biz seninle birlikte doğru
yola girersek, yurdumuzdan atılırız." (Kasas, 57)
Veya müminler sapıkların sapıklıklarının kendi hidayetleri için
zararlı olacağından korkarak sapıklarla meşgul olurlar ve kendilerini
unuttukları için sonunda o sapıklar gibi olurlar. Mümin için gerekli
olan, Allah'a çağırmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak,
kısacası normal sebeplere yapışmak ve arkasından sonucu
Allah'a havale etmektir. Zira yetki tümü ile O'na aittir.
Başkalarını mahvolmaktan kurtarmak yolunda kendini mahvetmeye
gelince, mümine böyle bir şey emredilmiş değildir. O
başkasının yaptıklarından sorumlu tutulmayacak. O başkasının
davranışlarının he-sabını verecek değildir. Bu söylediklerimizin ışığında
bu ayetin anlamı, şu ayetlerin anlamları gibi olur:
"Eğer onlar bu yeni söze (Kur'ân'a) inanmazlarsa, arkalarından
duyacağın üzüntü sebebi ile neredeyse kendini mahvedeceksin.
Biz dünyadaki her şeyi yeryüzünün süsü yaptık. Amacımız
insanları imtihan ederek hangilerinin iyi işler yapacaklarını görmektir.
Biz mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız."
(Kehf, 6-8) "Eğer dağların yürümesini, yeryüzünün parçalanmasını
ve ölüler ile konuşabilmeyi sağlayan bir kitap olsaydı o,
bu Kur'ân olurdu. Fakat yetki bütünü ile Allah'ın elindedir. hâlâ
anlamadılar mı ki, Allah dileseydi bütün insanları doğru yola iletirdi?"
(Ra'd, 31) Bu anlamda başka ayetler de vardır.
Bu açıklama ile ortaya çıktı ki, bu ayet davet ayetleri ile iyiliği
emredip kötülükten sakınma ayetleri ile çelişmez. Çünkü ayet sadece
müminlere, kendilerini doğru yolda tutma görevini bir yana
bırakıp başkalarının sapıklığı ile meşgul olmayı ve başkalarını kurtarma
yolunda kendilerini mahvetmeyi yasaklıyor.
Üstelik, insanları Allah'a çağırmak ve iyiliği emredip kötülükten
sakındırmak, müminin kendisi ile uğraşmasının ve Rabbine
doğru iler-leyişinin bir parçasıdır. Bu ayet, Allah'a davet ayetleri ile
ve iyiliği emredip kötülükten sakındırma ayetleri ile nasıl çelişebilir
veya onları neshettiği söylenebilir ki, yüce Allah bu iki görevi bu
dinin ana nitelikleri ve dayanağını oluşturan temel esaslar arasında
saymıştır. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "De ki: İşte benim yolum
budur. Ben inandırıcı deliller göstererek insanları Allah'a çağırırım.
Bana uyanlar da öyle yaparlar." (Yûsuf, 108) "Siz insanlar
için ortaya çıkarılmış, en hayırlı ümmet oldunuz, iyiliği emreder,
kötülükten sakındırırsınız." (Âl-i İmrân, 110)
Buna göre mümin, insanları inandırıcı bir dille Allah'a çağırmalı,
iyiliği emredip kötülükten sakındırmalı, bu görevleri ilâhî farzı
yerine getirme yolu uyarınca yapmalıdır. Öfkeden mustarip olmak,
üzüntüden kendini mahvetmek veya bu çalışmaların sapıkların
vicdanlarında etkili olması için aşırı derecede yırtınmak onun görevi
değildir. Böyle bir gayretkeşlik onun omuzlarına yüklenmemiştir.
Bu ayet, müminler için hidayetlerini sağlayan bir yol belirlerken,
diğerleri için sapıklık sonucu doğuran başka bir yol belirledi.
Sonra da "Siz kendinize bakın." ifadesi ile müminlere kendi nefisleri
ile meşgul olmalarını emretti. Bu şuna delâlet eder:
Müminin nefsi, izlemekle ve meşgul olmakla emrolunduğu yolun
kendisidir. Çünkü bir yola yönelik teşvik, o yola özen göstermeyi
teşvik edip onu terk etmekten sakındırmayı teşvik etmekle
uyuşur; o yoldan gidenleri bırakmamakla ilgili bir teşvikle uyuşmaz.
Bu inceliği şu ayetin üslûbunda görüyoruz: "İşte benim dosdoğru
yolum budur, bu yola uyun. Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı
düşürecek yollara girmeyin." (En'âm, 153)
Görülüyor ki yüce Allah, müminlere hidayet yollarına bağlı kalmalarına
yönelik teşvik bağlamında nefislerine özen göstermelerini
emrediyor. Bu da onların izlemek ve ayrılmamakla görevli
oldukları yolun kendi nefisleri olduğunu ifade eder. Demek ki,
müminin nefsi onu Rabbine ulaştıran yoludur. Bu onun hidayet yolu
ve mutluluğuna ileten yoludur.
Buna göre, bu ayet başka ayetlerin ima ettikleri amacı açıkça
dile getiriyor. Meselâ şu ayetlerde olduğu gibi: "Ey inananlar! Allah'tan
korkun, herkes yarını için ne hazırladığına baksın. Allah'-
tan korkun. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Sakın
Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın kendilerini unutturduğu
kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir. Cehennemlikler
ile cennetlikler bir değildir. Cennetlikler kurtuluşa ermiş
kimselerdir." (Haşr, 18-20)
Okuduğunuz ayetler, nefse bakmayı ve onun salih amellerini
gözetlemeyi emrediyor. Çünkü nefsin yol azığı bu salih amellerdir
ve en hayırlı yol azığı da takva ve Allah korkusudur. Nefis için bugün
ve yarın vardır. O her an yol alıyor ve mesafeler kat ediyor.
Gaye ve varılmak istenen hedef, yüce Allah'tır. Mükâfatın güzeli
olan cennet O'nun katındadır.
Dolayısıyla nefis sürekli biçimde Allah'ı anmalı, O'nu hiç unutma-
malıdır. Çünkü varılmak istenen hedef, O'dur ve hedefi unutmak,
arkasından yolu unutmayı gerektirir. Rabbini unutan,
kendini de unutur. Böyle bir kimse yarınında, yolculuğunun ileri
aşamalarında yararlanacağı, yaşaması için kullanabileceği azıktan
yoksun kalır ki, bu helâk olmaktır. İşte her iki mezhebin Peygamber
efendimizden (s.a.a) rivayet ettikleri, "Kim nefsini tanırsa,
Rabbini tanımıştır." hadisinin anlamı budur.
Bu anlam, eksiksiz incelemenin ve sağlıklı değerlendirmenin
doğruladığı bir gerçektir. Çünkü insanın herhangi bir gayeye doğru
uzayan hayat süreci boyunca aslında nefsinin iyiliğinden ve mutlu
yaşamaktan başka bir amacı olmaz. Eğer görünüşte başkalarının
çıkarları için gayret sarf ederse de asıl maksat kendisidir. Nitekim
yüce Allah, "Eğer iyilik ederseniz, kendiniz için iyilik edersiniz.
Eğer kötülük ederseniz, o da kendiniz içindir." (İsrâ, 7) buyuruyor.
Ortada insan denen bir canlı var; bu canlı, hayatı boyunca aşamadan
aşamaya geçer. Hayat merdivenini basamak basamak
çıkar. Ceninken çocuk, çocukken genç, gençken orta yaşlı ve orta
yaşlı iken yaşlı olur. Sonra berzahta hayatına devam eder, sonra
kıyamet gününü yaşar, arkasından ya cennete veya cehenneme
gider. Bunlar insanın ilk oluşum durağından itibaren Rabbine ulaşıncaya
kadar kat ettiği mesafenin safhalarıdır. Şu ayette
buyrulduğu gibi: "Varılacak son yer, Allah'ın huzurudur." (Necm, 42)
Bu insanın yolculuğu boyunca attığı her adım, her yol alışı ve
ilerleyişi, kalp amelleri olan inançlar vb. şeylerle organlarının amelleri
olan iyilikler ve kötülükler eşliğinde gerçekleşir. Amelinin
bugünkü ürünü, yarının yol azığı olur. Kısacası nefis, insanın
Rabbine giden yoludur ve yolculuğunun son noktası da yüce Allah'tır.
Bu yol zorunludur. İnsan onu aşmaktan kaçınamaz. Şu ayette
buy-rulduğu gibi: "Ey insanoğlu, sen Rabbine doğru koşuyorsun.
O'nunla buluşacaksın." (İnşikak, 6) Bu aşılması zorunlu bir yoldur.
Bu zorunluluk mümin-kâfir, bilinçli-gafil herkesi kapsamına alıyor.
Ayet bu yolculuktan ayrılmamayı teşvik etmiyor, yani o yola koyulmayanı
yola girmeye çağırma diye bir endişe taşımıyor.
Ayetin maksadı, bu yolculuktan gafil olan müminleri bu gerçek
konusunda uyarmaktır. Çünkü bu gerçek her ne kadar tıpkı
diğer doğal gerçekler gibi sabit, bilip bilmemeye göre değişmeyen
bir gerçek ise de, insanın bu gerçeğin bilincinde olması, nefsin uygun
türde terbiye edilmesini sağlayan amelleri üzerinde bariz bir
şekilde etkili olur. Eğer insanın ameli mevcut durumla uyumlu, yaratılışın
gayesine uygun olursa, bu amelle kemâle eren nefis çabalarında
mutlu olur, emeklerinde hayal kırıklığına uğramaz, işlemlerinde
zararlı çıkmaz. Bu gerçek daha önce bu kitabın değişik yerlerinde
hiçbir şüpheli nokta bırakmayacak nitelikte açıklanmıştır.
Bu gerçeği konumuza uygun olacak şekilde şöyle
açıklayabiliz: İnsanoğlu, tıpkı diğer yaratıklar gibi yüce Allah'ın
terbiyesi altındadır. İnsanla ilgili hiçbir şey yüce Allah'ın denetimi
dışında değildir. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Hiçbir canlı yoktur ki,
perçemi Allah'ın avu-cu içinde olmasın. Hiç şüphesiz benim
rabbim doğru yoldadır." (Hûd, 56)
Bu terbiye, yüce Allah'ın insan dışındaki şeylerin hepsini kendisine
doğru olan ilerleyişlerindeki terbiyesi gibi tekvinî bir terbiyedir.
Nitekim O, "Haberiniz olsun ki, bütün işler sonunda sadece
Allah'a döner." (Şûrâ, 53) buyuruyor. Bu terbiye sürecinde varlıklar
arasında nitelik farklılığı ve durum değişikliği görülmez. Çünkü yol
dosdoğrudur ve durumda benzerlik ve özdeşlik vardır. Nitekim yüce
Allah, "Sen Rahman olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk
göremezsin." (Mülk, 3) buyuruyor.
Yüce Allah, insanın gayesini, varış noktasını ve mutlulukmutsuz-
luk, başarı-hayal kırıklığı açısından akıbetinin durak yerini,
nefsinin durumlarına ve ahlâkına dayalı kılmıştır. Nefsin ahlâkı ve
hâlleri de iyiye ve kötüye, takvaya ve günahkârlığa ayrılan insan
davranışlarına dayanır. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Nefse ve ona
biçim verene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene yemin
olsun ki, nefsini arındıran kurtulmuş, onu kirletip örten ziyana
uğramıştır." (Şems, 6-10)
Görüldüğü gibi bu ayetler biçimlendirilmiş nefsi bir yana koyuyor
ki, burası gelişme sürecinin başlangıç noktasıdır. Sonra başarıyı
ve ha-yal kırıklığını öbür yana koyuyor ki, burası da gaye ve gelişme
sürecinin son noktasıdır. Sonra başarı ile hayal kırıklığını
nefsi arındırmaya veya kirletmeye dayandırıyor ki, bu ahlâk aşamasıdır.
Arkasından da fazileti ve rezilliği takva ile günahkârlığa,
yani iyi ve kötü amellere dayandırıyor ve iyi ameller ile kötü amellerin
insana Allah tarafından ilham edildiğini dile getiriyor.
Bu ayetler nefis aşamasının ötesine geçmiyor. Bunu şu anlamda
söylüyoruz: Bu ayetler nefsi biçimlendirilmiş bir yaratık sayıyor.
Günahkârlık ve takva ona izafe ediliyor. Arınan ve kirlenen
de odur. İnsanın başarısına ve hayal kırıklığına yataklık eden de
odur. Bilindiği gibi bu süreç tekvinin gereğine uygun bir akıştır.
İnsanın hayatı boyunca nefsinin çizdiği doğrultuda yol aldığı,
bu doğrultudan bir adım bile sapmasının söz konusu olmadığı, bir
an bile onu terk etmesinin ve çığrından çıkmasının mümkün olmadığı
şeklindeki tekvinî gerçek karşısında insanoğlunun tutumu
aynı değildir. Kimi insan bu gerçeğin bilincindedir, onu hep hatırında
canlı tutar, hiç unutmaz. Kimi insan da bu kaçınılmaz realiteden
gafildir, onu unutkanlığa terk etmiştir. Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi:
"Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri
düşünebilir." (Zümer, 9) "Kim benim doğru yola çağıran mesa-
jıma uyarsa, o ne sapıtır ve ne sıkıntıya düşer. Ama kim
benim uyarıcı mesajıma sırt çevirirse, o, hayatta sıkıntıya uğrar
ve kıyamet günü de onu kör olarak toplantı yerine süreriz. O der
ki, ya Rabbi, beni niye toplantı yerine kör olarak sürüyorsun? Oysa
daha önce benim gözlerim görüyordu. Allah da ona der ki: İşte
böyle, vaktiyle sana ayetlerim geldi de sen onları unutmuştun.
Bugün de böyle tarafımdan unutuluyorsun." (Tâhâ, 124-126)
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bu gerçeğin bilincinde olan kimse,
Rabbi ile arasındaki durumunu ve evrenin diğer bölümleri ile arasındaki
ilişkiyi gözden geçirdiğinde, daha öncesinin tersine nefsinin
kendi dışındaki her şeyden kopuk olduğunu, önünde perdeler
ve engeller olduğunu fark eder. Bu durumda nefsini, etki kapsamına
sadece Rab-binin alabileceğini bilir. Çünkü nefsinin bütün işlerini
çekip çeviren, gücü ile ve yönlendirmesi ile onu arkasından
itip önünden çeken sadece O'dur. Bu kimse bir de bakar ki, nefsi
tek gözeticisi ve tek koruyucusu olan Allah'tan yana boştur. Koruyucusu
sadece O'dur.
İşte o zaman, "Siz kendinizi gözetin. Siz doğru yolda olduğunuz
takdirde, sapan kimse size zarar vermez." ifadesini izleyen
"Hepinizin dönüşü sadece Allah'adır. Artık O size yapmış olduklarınızı
haber verecektir." ifadesinin ve "Ölü iken dirilttiğimiz ve
kendisine insanlar arasında yürürken yararlandığı bir ışık verdiğimiz
kimse karanlıklar içinde bocalayıp oradan bir türlü çıkamayan
kimse gibi midir?" (En'âm, 122) ayetinin anlamını anlar. İşte
o zaman nefsin idraki ve şuuru değişir. Müşriklikten kulluğa ve
tevhide geçiş yapar. Eğer Allah'ın yardımı elinden tutup onu başarıya
yöneltirse, yavaş yavaş sürekli şirki tevhit ile, vehimleri gerçeklerle,
uzaklığı yakınlıkla, şeytanî gururu rahmanî tevazu ile, asılsız
istiğnayı kulluğun muhtaçlığı ile değiştirir.
Biz bu incelikleri gerçek anlamda kavrayamayız. Çünkü yere,
toprağa çakılmışız. Yüce Allah'ın Kur'ân'da oyun ve eğlence diyerek
tanımlamakla yetindiği bize yararı olmayan bu fani hayatın lüzumsuzluklarına
daldığımız için açıkladığı ve Kur'ân'ın işaret ettiği
bu gerçeklerin derinliklerine dalmaya fırsat bulamıyoruz. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Dünya hayatı sadece bir oyundan
ve eğlenceden ibarettir." (En'âm, 32) "Onların bilgilerinin son noktası
dünya hayatıdır." (Necm, 30)
Yalnız sağlıklı bir değerlendirme, yeterli bir inceleme ve gerekli
miktardaki bir kafa yorma, bizi bu gerçekleri bir bütün olarak
özet hâlinde tasdik etmeye ulaştırabilir. Gerçi onların ayrıntılarına
girmekten âciziz. Hidayet Allah'tandır.
Galiba sözü uzattık. Artık sözün başına dönelim. Şöyle de diyebiliriz:
Bu ayetteki hitap topluma yöneliktir. Yani "Ey inananlar!"
ifadesine müminlerin toplumu muhataptır. Dolayısıyla, "Siz kendinizi
gö-zetin." ifadesi ile müminlerin toplum olarak ıslahı kastedilmiştir.
Bunun için ilâhî hidayetin doğrultusundan ayrılmamaları
ve bunun için de dinî ilkelerini korumaları, salih ameller işlemeleri
ve genel İslâmi şiarları gözetmeleri istenmiştir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın ve sakın ayrılığa
düşmeyin." (Âl-i İmrân, 103) Bu ayetin tefsiri sırasında oradaki
toplu hâlde Allah'ın ipine sarılmakla Kur'ân'a ve sünnete bağlılığın
kastedildiğini belirtmiştik.
Bu yoruma göre, "Siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan
kim-se size zarar vermez." ifadesinden maksat, Müslümanların
gayrimüslim toplumların zararlarından güvencede olduklarını belirtmektir.
Bu yüzden daha önce söylediğimiz gibi, Müslümanların
Müslüman olmayanlar arasında İslâm'ı yaymak için normal çağrı
çalışmalarını aşacak şekilde aşırı gayretkeşlik göstermeleri gerekli
değildir.
Bu cümlenin anlamı şu da olabilir: Müslümanlar sapık toplumların
aşırı arzulara ve dünya nimetlerinden batıl şekilde yararlanmaya
daldıklarını görerek kendi ellerindeki hidayetten sıyrılmaya
yönelebilirler.
Bu ifade ile onlara böyle bir davranışın caiz olmadığı mesajı
verilmek istenmiştir. Çünkü bütün insanların son varış noktası Allah'ın
huzurudur ve O, yaptıklarını haber verecektir. O zaman bu
ayet, şu ayetlerle paralel bir anlama geliyor demektir: "Kâfirlerin
(zevk içinde) diyar diyar gezip dolaşmaları sakın seni aldatmasın.
Azıcık bir faydalanmadır bu. Sonra varacakları yer, cehennemdir.
Orası ne kötü bir yurttur, barınaktır." (Âl-i İmrân, 196-197) "Bazı kâfirlere
imtihan maksadı ile verdiğimiz dünya hayatının çekici ni
metlerine sakın göz dikme." (Tâhâ, 131)
"Siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar
vermez." ifadesinde zarar verme reddinin, sapıkların belirli bir niteliğine
veya davranışlarına değil de doğrudan doğruya kendilerine
isnat edilmesi ve böylece zarar vermeye mutlak bir anlam yüklenmiş
olması ciheti ile ifadenin başka bir anlama gelebileceği de
düşünülebilir.
Bu anlama göre, burada kâfirlerin İslâm toplumunu zorlayıcı
bir güç kullanarak gayri İslâmi bir topluma dönüştüremeyecekleri
belirtilmekte, böyle bir zarar verme ihtimalleri reddedilmektedir. O
zaman bu ayet, şu ayetlerle aynı anlama gelmiş olur: "Bugün inkâr
edenler, dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan
korkmayın, benden korkun." (Mâide, 3) "Onlar size eziyetten başka
bir zarar veremezler. Sizinle savaşsalar bile, size arkalarını dönüp
kaçarlar." (Âl-i İmrân, 111)
Bir grup geçmiş dönem tefsirci bu ayetin dini davet etmeyi ve
iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı terk etmeye ruhsat verdiğini,
anlamından bu sonucun çıktığını öne sürmüşlerdir. Onlara
göre ayet, dine davet etmenin ve iyiliği emrederek kötülükten sakındırmanın
şar-tının bulunmadığı zamana veya duruma mahsustur.
Söz konusu şart zarardan emin olma güvencesidir. Onlar bu
konuda bazı rivayetleri delil göstermişler ki, rivayetlerle ilgili araştırma
bölümünde onlara de-ğineceğiz.
Bu anlamın doğru olabilmesi için, "Siz doğru yolda olduğunuz
tak-dirde, sapan kimse size zarar vermez." ifadesinin kinaye yolu
ile yükümlülüğün reddedilmesini kastetmesi gerekir. Başka bir
deyişle, bu ifadenin, "Bu konuda size hiçbir yükümlülük düşmez."
anlamına gelmesi gerekir. Yoksa İslâm toplumunun küfür ve
fasıklık biçimlerindeki sapıklıktan zarar göreceği şüphesizdir.
Fakat bu yorum, ayetin içeriğinin ihtimal tanımadığı uzak bir
anlamdır. Çünkü bu ayet Allah'a çağırma ve iyiliği emredip kötülükten
sakındırma gereğini dile getiren genel hükümleri sınırlayıcı
olarak kabul edilse, dili ve üslûbu sınırlama üslûbu değildir.
Eğer neshedici bir ayet olduğu farz edilse, Allah'a çağırma ve
iyiliği emredip kötülükten sakındırma ile ilgili ayetlerin üslûbu
nesh kabul etmez bir üslûptur; onların neshedilmeleri
düşünülemez. ileride bu konuda tamamlayıcı açıklama yapılacaktır.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Amidî'nin, Gurer'ül-Hikem ve Dürer'ül-Kelim adlı eserinde Hz. Aliden
(a.s) şöyle rivayet edilir: "Kim kendini (nefsini) bilirse, Rabbini
bilir."
Ben derim ki: Bu hadis her iki mezhep kanallarınca Peygamberimizden
(s.a.a) de nakledilmiştir. Bu, meşhur bir hadistir. Bazı
âlimler, bu sözde muhale talik (işi imkânsıza endeksleme) olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Yani Allah'ı bilgi kapsamına almak imkânsız
olduğu için nefsi bilmek de imkânsızdır. Bu iddiayı önce
Peygamberimizin (s.a.a) başka bir rivayetteki, "Nefsini (kendini)
en iyi bileniniz, Rab-bini en iyi bileninizdir." sözü çürütür. İddianın
asılsızlığını kanıtlayan ikinci delil ise, bu hadisin "Allah'ı unuttukları
için kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın."
(Haşr, 20) ayetinin tersine çevrilmiş karşıtı anlamını taşıyor
olmasıdır.
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s), "Zeki insan, nefsini (kendini)
bilen ve amellerini ihlâsla yapan kimsedir." buyurduğu rivayet edilir.
Ben derim ki: Yukarıda nefsi bilmek ile ihlas arasındaki sıkı
bağ-lılık ve hatta ihlasın onun uzantısı olduğu meselesi açıklanmıştı.
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Nefsi
bilmek, iki bilginin en faydalı olanıdır."
Ben derim ki: İki bilgi türünden maksat, insanın iç âlemindeki
ilâhî ayetler ile dış dünyadaki ilâhî ayetleri bilmektir. Şu ayetlerde
buy-rulduğu gibi: "Biz dış dünyadaki ve insanın iç dünyasındaki ayetleri-
mizi onlara göstereceğiz. Böylece O'nun hak olduğunu kesinlikle
an-lasınlar. Rabbinin her şeyi gözetim altında bulundurması,
onlar için yeterli değil mi?" (Fussilet, 53) "Kesin inançlılar için yeryüzünde
ve kendi nefsinizde birçok ayetler vardır. Görmüyor musunuz?"
(Zâriyât, 20-21)
İnsanın iç dünyasına dönük yolculuğunun dış dünyaya yönelik
yol-culuktan daha faydalı olmasının sebebi, herhâlde iç âlemle il
gili bilginin nefsin sıfatlarını ve amellerini düzeltmekten ayrılmaz
olmasıdır. Oysa dış dünya ile ilgili bilgide bu ayrılmazlık yoktur.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Ayetleri bilmenin faydalı olması, bu ayetlerin
Allah'ı, O'nun isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini bilmeye ulaştırıcı
olmalarından dolayıdır. Meselâ Allah diridir, O'na hiç ölüm
ariz olmaz. Kadirdir, âcizliğin gölgesi üzerine düşmez. Âlimdir, ilmine
cehaletin kırıntısı karışmaz. Her şeyin yaratıcısıdır. Her şeyin
mülkü, egemenliği elindedir. Herkesin yaptıkları onun gözetimi ve
denetimi altındadır. Yaratıklarını yaratması onlara ihtiyacı olduğu
için değil, onlara lâyık oldukları nimetleri bağışlamak içindir. Sonra
onları geleceği şüphesiz olan gün bir araya getirecektir. Maksadı
kötü işler yapanları cezalandırmak ve iyi işler yapanları ödüllendirmektir.
Bunlar ve benzerleri gerçek bilgilerdir. İnsan bu bilgileri edinip
iyice kavrayınca hayatının özünün bilincine varır. O zaman anlar
ki, bu hayat sonsuzdur, ya sürekli mutluluk veya bitmez-tükenmez
bedbahtlık içerir. Şu gelip geçici heveslerden, oyunlardan ve eğlencelerden
ibaret değildir. Bu, ilmî bir bakış açısıdır. İnsanı dünyada
ve ahirette Rabbine ve hemcinslerine karşı yükümlülüklere
ve görevlere iletir. Biz bu bilince, bu bakış açısına din diyoruz. İnsanın
hayatında mutlaka bağlı olduğu bir yol, bir sistem vardır.
Bedevîler ve ilkeller de dahil olmak üzere bu ilke bütün insanlar için
geçerlidir. İnsan kendisi için bir yaşama biçimi belirlediği için
böyle bir yolu ortaya koyup benimser veya alıp benimser; bu yaşama
biçimi nasıl olursa olsun, fark etmez. Sonra bu hayatı mutlu
yapmak için beğendiği yola, sisteme göre işler yapar. Bu, açık bir
gerçektir.
İnsanın kendisi için belirlediği hayat tarzı, o hayat tarzına uygun
ihtiyaçları ortaya koyar. O zaman benimsenen sistem veya
din, bu ihtiyaçların normal olarak karşılanmasını sağlayacak davranışlara
iletir. Buna göre insan, davranışlarını o sisteme, o dine
uygun biçimde gerçekleştirir.
Söylediklerimizin özeti şudur: İnsanın iç âlemindeki ve dış
dünyadaki ayetleri irdelemesi ve bu ayetler aracılığı ile yüce Allah-
'ı tanıması, onu hak dine ve ilâhî şeriata sarılmaya sevk eder.
Çünkü söz konusu bilgi insanın zihninde sonsuz bir hayatı somutlaştırır
ve bu hayatı tevhitle, ahiretle ve peygamberlikle sıkı biçim
de ilişkili kılar. Bu süreç, imana ve takvaya iletme sürecidir. Bu süreçte hem
dış âlemdeki ayetleri ve hem de iç âlemdeki ayetleri irdelemenin
katkısı vardır. Her iki irdeleme biçimi de faydalıdır. Ama iç âlemdeki
ayetleri irdelemek daha faydalıdır. Çünkü bu irdeleme, nefsin
güçlerini, psikolojik ve organik araçlarını, nefse arız olan itidal, azgınlık
ve sönüklük gibi hâlleri, onun iyi ve kötü melekelerini, ona
eşlik eden iyi ve kötü hâllerini bilmeyi beraberinde getirir.
İnsanın bu konuları öğrenmeye uğraşması ve bu konuların
ayrılmaz uzantıları olan güveni, tehlikeyi, mutluluğu ve bedbahtlığı
kavraması mutlaka ona derdi ve devayı yakından öğretir. Öğrenince
de bozuklukları düzeltmeye ve doğrulara sarılmaya gayret
eder. Ama dış dünyadaki ayetleri irdelemek böyle değildir. Gerçi
bu irdeleme de nefsi ıslah etmeye, onu pisliklerden ve rezilliklerden
arındırıp ruhî faziletlerle donatmaya çağırır. Fakat onun bu
çağrısının sesi uzaktan gelir. Bu açıktır.
Peygamberden (s.a.a) ve Hz. Ali'den (a.s) nakledilen bu rivayetin
daha ince ve gerçek psikolojik araştırmalardan çıkarılan bir
başka anlamı daha vardır ki, o da şudur: Dış dünyadaki ayetleri irdelemek
ve bu irdelemeden elde edilen bilgi, fikrî bir birikim ve
husûlî [duyularla elde edilen] bir bilgidir. Ama nefsi, onun güçlerini,
aşamalarını irdele-mek ve bu irdelemeden elde edilen bilgi
böyle değildir. Bu bilgi, gözleme dayalı bir irdelemenin sonucu ve
huzûrî [sezgisel] bir bilgidir. Fikrî bir husus üzerinde yargıda bulunmak
için kıyas (tasım) önermeleri sıralamak ve burhan kullanmak
gerekir. Bu tasdik, bu önermelerin insanın bilincinde canlı
olduğu, onlardan gafil olmadığı ve başka konular ile meşgul olmadığı
sürece varır. Bu yüzden bu tür bilgi, delilinin dikkatten kaçırılması
ile kaybolur ve o konuda şüpheler çoğalır ve görüş ayrılıkları
baş gösterir.
Fakat nefisle, onun güçleri ile ve onun varlık aşamaları ile ilgili
huzûrî [sezgisel] bilgi böyle değildir. O apaçık bir bilgi türüdür. İnsan,
nefsinin barındırdığı ayetleri irdelemeye uğraşınca ve nefsinin
bütün varlık aşamalarında Rabbine muhtaç olduğunu müşahede
edince, garip bir durumla karşılaşır. Nefsinin yücelikle ve ululukla
bağlantılı olduğunu, varlığında, hayatında, ilminde, gücünde, işitmesinde,
görmesinde, iradesinde, sevgisinde, diğer sıfatlarında ve
fiillerinde sonsuz derecede değerli, yüce, güzel, heybetli ve varlık,
hayat, ilim, kudret ve diğer bütün kemâller açısından mükemmel
bir varlıkla bağlantılı olduğunu görür.
Şimdiye kadar söylediklerimizin şahidi şu ki, insanın işi sadece
kendisi, varlığı üzerindedir. Kendi dışına çıkması söz konusu
değildir. Kendi yolunda zorunlu ilerlemesinden başka bir meşgalesi,
bir işi yoktur. Birlikte olduğunu, bir arada yaşadığını sandığı
her şeyden kopuk ve ayrıdır. Yalnız batınını, zahirini ve kendi dışındaki
her şeyi kuşatan Rabbi ile bağlantılıdır. Bunu görünce, insan
kalabalığı içinde bulunsa bile aslında yalnız başına Allah ile
baş başa olduğunu fark eder.
O zaman her şeyden yüz çevirerek Rabbine yönelir. Her şeyi
unutarak Rabbini hatırlar. Hiçbir perde, hiçbir örtü Allah ile arasına
giremez. İşte bu, insan için mümkün olabilen gerçek marifettir.
Bu marifeti, Allah'ın Allah ile bilinmesi şeklinde tanımlamak
en doğru tanımdır. Dış dünyanın ayetlerini irdeleyerek elde edilen
fikrî marifete gelince; bu ister kıyasla, ister sezgi ile, isterse başka
bir yolla elde edilmiş olsun, zihnî bir suret aracılığı ile zihnî bir surete
yönelik bir marifettir. Oysa yüce Allah'ı hiçbir zihin
kuşatamaz, herhangi bir mahlukunun oluşturduğu kavram O'na
denk olamaz. O bundan münezzehtir. "Onlar O'nu ilimleri ile kuşatamazlar."
(Tâhâ, 110)
Bihar'ul-Envar adlı eserde verilen bilgiye göre el-İrşad ve el-İhticac
adlı eserde Şa'bî'ye dayanılarak Hz. Ali'nin (a.s) bir konuşmasında
şöyle dediği nakledilir: "Yüce Allah, herhangi bir şeyden
saklan-maktan veya herhangi bir şeyin kendisinden saklanmasından
yüce ve münezzehtir." [c.3, s.310, h:2]
et-Tevhid adlı eserde İmam Musa Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet
edilir: İmam bir konuşmasında şunları da ekledi: "Allah ile yaratıkları
arasında O'nun yarattıklarından başka bir perde yoktur. Eğer
Allah perdelenmiş ise, bu görünür bir perde ile değildir. Eğer Allah
örtülü ise bu, somut bir örtü ile değildir. O'ndan başka ilâh yoktur.
O büyük ve yücedir." [s.178, h:12]
Yine et-Tevhid adlı eserde rivayet zincirine yer vererek Abdula'-
la'dan, o da İmam Sadık'tan (a.s) bir konuşmasında şöyle rivayet
eder: "Kim Allah'ı bir perde veya bir kavram veya bir örnek aracılı
ğı ile bildiğini iddia ediyorsa, o müşriktir. Çünkü perde, kavram ve
örnek O-nun dışında şeylerdir, [O'nun kendisi değildirler]. O birdir
ve birliği perçinlenmiştir. O'nun birliğini O'nun dışındaki şeyler ile
ifade eden kimse, O'nun birliğini nasıl ifade etmiş sayılabilir? Allah'ı
ancak Allah ile bilen, O'nu bilmiş olur. Allah'ı Allah ile bilmeyen
kişi, O'nu bilmiş olmaz, O'nun dışında bir şey bilmiş olur..."
[s.142, h:7]
Açıkladığımız anlamda Ehlibeyt İmamlarından gelen rivayetlerin
sayısı çoktur. İnşallah bunları A'râf suresinin tefsiri sırasında
ele alıp açıklamaya Allah bizi muvaffak eder.
Ortaya çıktı ki, iç dünyanın ayetlerini irdelemek en değerli bir
çabadır. Gerçek marifet ancak bu yolla kazanılır. Hz. Ali'nin (a.s)
bu yolu, iki yolun daha faydalı olarak sayması, sadece onu kesin
bir marifet yolu olarak ilân etmemesi, halk kitlelerinin bu marifet
türüne ermekte yetersiz olmalarıdır.
Gerek Kur'ân'ın ve sünnetin hükmü, gerek Peygamberin
(s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarının (hepsine selâm olsun) tutumu, dış
dünyadaki ayetleri irdeleyerek elde edilen imanın kabul edilmesi
şeklindedir. Bu irdeleme yolu müminler arasında yaygındır. Dolayısıyla
her iki yol da faydalıdır. Fakat insanın iç dünyasının ayetlerini
irdelemesi yolu daha mükemmel ve daha verimlidir.
Gurer'ül-Hikem ve Dürer'ül-Kelim adlı eserde Hz. Ali'den (a.s)
şöyle rivayet edilir: "Arif, nefsini bilip onu azat eden ve Allah'tan
uzaklaştırıcı şeylerden arındıran kimsedir."
Ben derim ki: Hadiste geçen "onu azat eden" ifadesi, nefsi tutku-
ların esaretinden ve aşırı arzuların köleliğinden azat edendir,
anlamınadır.
Yine aynı eserde nakledildiğine göre Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuş-
tur: "En büyük cahillik, insanın nefsini bilmemesidir."
Yine aynı eserde nakledildiğine göre Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
"En büyük hikmet, insanın nefsini bilmesidir."
Yine aynı eserde nakledildiğine göre Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Nefsini en çok bilen kimseler, Rablerinden en çok korkanlar
olurlar."
Ben derim ki: Çünkü nefsini en çok bilen kimseler, Rablerini
en iyi bilen, en iyi tanıyan kimselerdir. Nitekim yüce Allah, "Allah'-
tan an-cak onun bilgili kulları korkar." (Fâtır, 28) buyuruyor.
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "En üstün
akıl, kişinin kendini bilmesidir. Kendini bilen akıllı olur, kendini bilmeyen
sapıtır."
Yine aynı eserde Hz.Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Kaybettiği
bir şeyi ona buna soran, fakat kendini kaybettiği hâlde aramayan
kimseye şaşarım."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Kendini
bilmeyen kimseye şaşarım. Böyle biri Rabbini nasıl bilebilir?"
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Marifetin
en kâmil merhalesi, kişinin kendini (nefsini) bilmesidir."
Ben derim ki: Bu bilginin niçin en ileri dereceli bilgi olduğu yukarıda
açıklanmıştı. Çünkü bu gerçek bilgidir.
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Kendini
(nef-sini) bilmeyen kişi başkasını nasıl bilebilir?"
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Kişinin
ken-dini (nefsini) bilmesi, onun için yeterli bir bilgidir. Buna karşılık
kişinin kendini bilmemesi, onun için yeterli bir cehalettir." Yine aynı esere göre Hz. Ali (a.s) şöyle dedi: "Kendini bilen
kimse başka şeylerle ilgisini keser."
Ben derim ki: Yani dünya ile ilişkilerini keser veya insanlarla
ayrılarak onlarla ilişkilerini keser ya da her şeyden ilişkisini keserek
sırf Allah'a yönelir.
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Nefsini bilen
kimse, onunla mücadele eder. Nefsini bilmeyen kimse onu
başı boş bırakır."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Nefsini bilen
kimsenin önemi artar, konumu yüce olur."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Kendini
bi-len kimse başkalarını daha iyi bilir. Kendini bilmeyen kimse,
başkalarına yönelik cehaleti daha büyük oranda olur."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle aktarılır: "Kendini (nefsini)
bilen kimse her tür marifetin ve bilginin son noktasına varmış
olur."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Kendini
(nefsini) bilmeyen kimse, kurtuluş yolundan uzaklaşır, sapıklık ve
cehaletler içinde bocalamaya mahkum olur."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Nefsi
bilmek marifetlerin en faydalısıdır."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Kendini
(nefsini) bilmeyi başaran kimse, en büyük kurtuluşa ermiştir."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Nefsinin
(kendinin) cahili olma. Çünkü nefisle ilgili marifete cahil olan kimse,
her şeyin cahilidir, hiçbir şeyi bilmez."
Tuhaf'ul-Ukul adlı eserde, İmam Sadık'tan (a.s) bir konuşmasında
şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Allah'ı kalbî tevehhümler aracılığı
ile tanıdığını zanneden kimse müşriktir. Allah'ı mana ile
değil de sadece isimle tanıdığını zanneden kimse, Allah'a yanlış
isnatta bulunduğunu itiraf etmiş olur. Çünkü isimler hâdistir; sonradan
meydana gelmiştir. [Allah'ın künhü ise, kadimdir.] İsme ve
manaya kulluk ettiğini zanneden kimse, (ismi) Allah'a ortak koşmuş
olur. Allah'a idrak ederek değil de onun sıfatlarına kulluk ettiğini
zanneden kimse, yaptığı kulluğu gaip olan bir şeye havale
etmiş olur. [Çünkü gayıp olan bir şeyi tanımak istediklerinde onu
sıfatı vasıtasıyla tanırlar, idrak vasıtasıyla değil.] Sıfat ve mevsufa
birlikte taptığını zanneden kimse, tevhidi iptal etmiş olur. Çünkü
sıfat, mevsuftan ayrıdır. Mevsuf'u sıfata izafe ettiğini sanan kimse,
büyük olanı küçültmüş olur. 'Onlar Allah'ı hakkı ile takdir edememişlerdir.'
[En'âm, 91]"
Sözlerinin burasında dinleyenlerden biri İmama, "Peki, tevhide
ulaşmanın yolu nasıldır?" diye sordu. İmam bu soruya, "Araştırma
kapısı açıktır ve çıkış yolunu aramak da mümkündür. Hazır olan
varlığı tanımak, onun sıfatlarından önce olur. Ama gaip olanın sıfatlarını
tanımak, zatından önce olur." cevabını verdi. İmama,
"Hazır olan varlık sıfatlarından önce nasıl tanınabilir?" diye soruldu.
İmam bu soruya şu karşılığı verdi: "Onu tanır ve bilgisini edinirsin.
Nefsini onun aracılığı ile tanırsın. Kendini kendinle ve kendi
vücudunla tanıyamazsın. Bilirsin ki, nefsinde ne varsa O'nun içindir
ve O'nun aracılığı iledir. Tıpkı kardeşlerinin Hz. Yusuf'a (a.s),
'Sen Yusuf olmalısın.' demeleri gibi. Hz. Yusuf (a.s) da onlara, 'Evet
ben Yusuf'um, bu da kardeşimdir.' [Yûsuf, 90] karşılığını verdi.
Görülüyor ki, kardeşleri Yusuf Peygamberi başkası aracılığı ile değil,
kendisi aracılığı ile tanıdılar. Ayrıca onu kalplerinin vehimlerine
dayanarak ispat etmeye de kalkışmadılar..."
Ben derim ki: Hz. Ali'nin (a.s) "Nefsi bilmek, iki marifetin en
faydalısıdır." sözü (bu bölümdeki ikinci rivayet) üzerine şu açıklamayı
yapmıştık: İnsan, nefsindeki ayetlerle meşgul olduğu, dikkatini
sırf bunlar üzerine yoğunlaştırdığı zaman, her şeyle ilişkisini
keserek sadece Rabbine yönelir. Bu yoğunlaşmanın ardından,
Rabbini aracısız olarak bilmek ve hiçbir sebep aracılığına dayanmayan
bir marifet gelir. Çünkü sırf Allah'a yönelme gerçekleşince,
aradaki bütün engeller ortadan kalkar. O zaman insan Allah'ın azametini
ve yüceliğini müşahede etmesi sebebi ile nefsini unutur.
Bu marifeti, Allah'ın Allah aracılığı ile bilinmesi diye tanımlamak
son derece uygun olur.
Bu aşamaya gelen kişi, nefsinin gerçek mahiyetinin farkına
varır. Onun Allah'a muhtaç olduğunun, bu mülkiyetin dışına çıkmasının
mümkün olmadığının ve kendinden hiçbir şeyi olmadığının
bilincine varır. İşte İmam Sadık (a.s) "Nefsini O'nun aracılığı ile
tanırsın. Kendini kendinle ve kendi vücudunla tanıyamazsın. Bilirsin
ki, nefsinde ne varsa O'nun içindir ve O'nun aracılığı iledir."
sözleri ile bunu demek istemiştir.
Mes'udi'nin İsbat'ül-Vasiyyet adlı eserinde Hz. Ali'nin (a.s) bir
hutbesinden nakledilen şu sözleri de bu anlama gelir: "Allah'ım,
sen her türlü noksanlıktan münezzehsin. Her şeyi doldurmuşsun
ve her şeyden ayrılmışsın. Hiçbir şey senden yana boş değildir.
Sen istediğini kesinlikle yaparsın. Yücesin, ey her idrak edilen varlık
O'nun yaratığı ve her sınırlı şey O'nun eseri olan..."
"Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin. Hangi göz, senin
nurunun aydınlığı karşısında dayanabilir ve senin gücünün ışığının
parıltısına yükselebilir?! Hangi zihin, o nurun yanında olanı kavrayabilir?!
Bunu ancak perdelerini kaldırdığın ve körlük engelini giderdiğin
gözler başarabilir. O zaman bu gözlerin ruhları, ruhların
kanatları çevresine yükselerek senin rükünlerinde seninle münacata
girişirler ve senin aydınlığının nurlarına gömülürler. Toprak
seviyesinde senin yüceliğinin seviyesine bakarlar. Bu yüzden
melekut ehli onları ziyaretçiler diye adlandırırken, ceberut ehli on
ları ummar [ilâhî şiarları imar edenler] diye çağırırlar." [İsbat'ül-
Vasiyye, s.105] Bihar'ul-Envar adlı eserde -iki senet silsilesi zikrederek- İrşad-i
Deylemi'den nakledilen bir kudsî hadiste şöyle deniyor: "...Kim
benim rızama uygun ameller yaparsa, şu üç hasleti onun ayrılmaz
özellikleri kılarım: Ona içine cehaletin karışmadığı bir şükür, unutkanlıkla
karışık olmayan bir zikir ve yaratıklarımın sevgisini benim
sevgime tercih etmeyeceği bir sevgi öğretirim."
"O beni sevince, ben de onu severim. Kalbinin gözünü celâlime
açarım. Seçkin kullarımı ondan saklamam. Gecenin zifiri karanlıklarında
ve gündüzün aydınlığında onunla fısıldaşırım. Böylece
yaratıklarla konuşmaz ve insanlarla düşüp kalkmaz olur. Benim
ve meleklerimin konuşmalarını işitmesini sağlarım. Yaratıklarımdan
gizlediğim sırları-mı ona açarım. Ona hayâ elbisesi giydiririm
de bütün yaratıklar kendisinden hayâ eder. Yeryüzünde affedilmiş
olarak gezer. Kalbini geniş ve basiretli kılarım. Cennetin ve
cehennemin hiçbir yanını ondan saklamam. Kıyamet günü insanların
karşılaşacakları şiddet ve dehşet hak-kında, cahilleri, âlimleri,
zenginleri ve fakirleri nelerden hesaba çekeceğim konusunda
ona bilgi veririm. Onu mezarında uyuttuktan sonra kendisini sorguya
çekecek olan Münker ve Nekir adlı melekleri yanına indiririm.
O ölüm acısını, kabir ve lahid karanlığı ve matla korkusunu
(yeniden dirilme) görmez ve yaşamaz. Sonra terazisini kurar, defterini
açıp inceler ve amel defterini sağ yanından veririm, o da onu
açılmış bir şekilde okur. Sonra onunla arama tercüman koymam.
İşte beni sevenlerin sıfatları bunlardır."
"Ey Ahmed, çaban bir olsun (düşünce konun tek olsun). Dilinin,
konuştuklarının konusu tek olsun. Bedenini canlı tut, hiç gaflete
düşmesin. Kim benden gafil olursa, onun hangi vadide helâk
olduğunu u-mursamam."
Bu son üç rivayet her ne kadar elimizdeki konuyla direkt olarak
ilgili değillerse de biz onlara şu yüzden yer verdik. Daha önce
değindiğimiz ilkeyi, temiz ve irdeleyici okuyucularımızın onaylamasını
istedik. O ilke şuydu: Gerçek marifet, fikrî bilgi aracılığı ile
tam olarak elde edilemez. Bu rivayetlerde yüce Allah'ın dostlarına
mahsus öyle bağışlardan söz ediliyor ki, bunlar fikrî çabalarla kesinlikle
kazanılamaz. Bunlar doğru ve güvenilir rivayetlerdir. Bun
ların doğruluğuna, ileride A'râf suresinin tefsiri sırasında geniş bir
şekilde açıklayacağımız üzere ilâhî kitap şahittir.
Tefsir'ul-Kummî'de, "Ey inananlar! Siz kendinizi gözetin..." ayeti
hakkında İmamdan (a.s) şöyle nakledilir: "Yani kendinizi ıslah
etmeye bakın. İnsanların kusurlarını irdelemeyin. Onları dilinize
dolamayın. Çünkü eğer siz iyi olursanız, onların yoldan çıkmışlıkları
size zarar veremez."
Ben derim ki: Bu rivayet yukarıdaki açıklamamızla aynı paraleldedir.
O açıklamamızda şunu vurgulamıştık: Bu ayet, insanların
durumlarını düzeltmek için bilinen Allah'a çağrı ve iyiliği emredip
kötülükten sakındırmadan daha fazla bir gayretkeşlik göstermeyi
yasaklamayı amaçlıyor. Allah'a çağırma ve iyiliği emredip kötülükten
sakındırma farzını terk etmeye izin verme gibi bir anlam
taşımıyor.
Nehc'ül-Beyan adlı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
edilir: "Bu ayet takiyye hakkında inmiştir."
Ben derim ki: Bu rivayetten çıkan sonuç şudur: Bu ayet sapıkların
hakka davet edilmeleri ve kendilerine iyiliğin emredilip kötülükten
sakındırılmaları sırasında yapacakları taşkınlıklardan korkulduğu
durumlara mahsustur. Çünkü bu görevin yapılabilmesi için
şer'î açıdan zarara maruz kalma korkusunun olmaması şarttır.
Ama yukarıdaki açıklamamızda belirttiğimiz gibi ayetten anlaşılan
anlam, bu yorumla bağdaşmaz.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde aralarında İbn-i Mesud'un, İbn-i
Ömer'in, Ubeyy b. Kaab'ın ve Mekhul'un da bulunduğu bir grup selefî
tefsir âliminin bu görüşü savunduğu belirtilmiştir. Ama bu konuda
Peygamberimizden (s.a.a) nakledilen rivayetler bu anlama
delâlet etmiyor.
Meselâ Tirmizi -sahih olduğunu belirterek-, İbn-i Mâce, İbn-i Cerir,
el-Mu'cem adlı eserinde Bağavi, İbn-i Munzir, İbn-i Ebu Hatem,
Taberanî, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh, Hâkim -sahih olduğunu belir-
terek- ve eş-Şaab adlı eserde Beyhaki, Ebu Umeyye Şa'banî'den
şöyle rivayet ederler: "Ben Ebu Sa'lebe Haşinî'ye giderek kendisine,
'Şu ayet hakkında ne diyorsun?' diye sordum. 'Hangi ayet hakkında?'
dedi. Ken-disine, 'Ey inananlar! Siz kendinizi gözetin. Siz
doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar vermez.'
ayeti hakkında, karşılığını verdim. Bana şöyle dedi: Ben bu ayetin
anlamını bilgisine güvenilir birinden sordum. O da bu soruyu Peygamberimizden
(s.a.a) sormuştu; Peygamberimiz ona şunları söylemişti:
Hayır; iyiliği emredip kötülükten sakındırın. Bu görevi cimriliğe
itaat edildiğini, nefsin arzu-larına uyulduğunu, dünyanın
ahirete tercih edildiğini ve herkesin kendi görüşünde ısrar ettiğini
göreceğin güne kadar yerine getir. Öyle bir gün gelince, sadece
kendinle ilgilen, halkın durumunu bir yana bırak. Çünkü sizin önünüzde
sabır günleri var. O günlerde sabreden kimse, ateş korunu
avucuna alan kimse gibidir. O günlerde iyi amel işleyen kimseye,
sizin gibi amel işleyen elli kişinin sevabı verilir."
Ben derim ki: İbn-i Mürdeveyh'in Muaz b. Cebel'e dayanarak
Peygamberimizden (s.a.a) naklettiği bir hadis de bu paraleldedir.
Bu rivayet, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevlerinin bu
ayetle kaldırılmadıklarına delâlet eder.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Ahmed, İbn-i Ebu Hatem,
Taberani ve İbn-i Mürdeveyh Ebu Amir Eş'arî'den şöyle rivayet ettikleri
belirtilir: "Amir ile arkadaşları bir ara tereddüde düştüler. Ve
bu yüzden Amir, Peygamberimizle (s.a.a) görüşmedi. Fakat bir süre
sonra Peygamberimize gelince, Peygamber (s.a.a) kendisine,
"Seni buraya gelmekten alıkoyan ne oldu?" diye sordu. Amir, "Ey
Allah'ın resulü, 'Ey inananlar! Siz kendinizi gözetin. Siz doğru yolda
olduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar vermez.' ayetini
okudum" dedi. Peygamberimiz (s.a.a), Amir'e şu karşılığı verdi:
"Nereye gittiniz? Onun anlamı 'Eğer siz doğru yolda olursanız yoldan
çıkmış olan kâfirler size zarar vermez' şeklindedir."
Görüldüğü gibi, bu hadiste ayetin sadece kâfirleri hakka çağırma
görevinin terk edilmesine ruhsat verildiğine işaret ediliyor.
Ayet dinî hükümlerin ayrıntılarında iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı
terk etmeye ruhsat vermiş olabileceğini reddediyor.
Üstelik hakka daveti farz kılan ve aynı paralelde cihadı emreden
ayetlerin bu konudaki konumu, iyiliği emredip kötülükten sakındıran
ayetlerden aşağı değildir. [Yani bu hususta da ruhsat söz konusu
değildir.]
Yine aynı eserde belirtildiğine göre İbn-i Mürdeveyh Ebu Said-i
Hudrî'den şöyle rivayet eder: "Ben bu ayeti, yani 'Ey inananlar! Siz
kendinizi gözetin. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan
kimse size zarar vermez.' ayetini Peygamberimizin (s.a.a) huzurunda
günde-me getirdim. Peygamber (s.a.a) bu konuda 'Onun tevili
şimdiye kadar gelmedi ve İsa Peygamberin yeryüzüne ineceği
güne kadar da gelmeyecektir, buyurdu."
Ben derim ki: Bir önceki rivayetin içeriği hakkında yaptığımız
açıklamalar, bu rivayet için de geçerlidir. Yine aynı eserde belirtildiğine göre İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve
İbn-i Ebu Hatem "Siz kendinizi gözetin. Siz doğru yolda olduğunuz
takdirde, sapan kimse size zarar vermez." ayeti hakkında
Huzeyfe-den şöyle rivayet etmişlerdir: "Eğer iyiliği emredip kötülükten
sakındırma görevinizi yerine getirirseniz."
Ben derim ki: Bu rivayet mutedil, dengeli bir anlam taşıyor ve
bizim yaptığımız açıklamalarla aynı kapıya çıkıyor. Bu rivayetin bir
benzeri de Said b. Museyyeb'den nakledilmiştir.
BİR İLMÎ ARAŞTIRMA
Bu araştırma, tarihî işaretlerden, psikolojik verilerden ve diğer
ilmî çalışmalardan yapılmış birkaç bölümlük bir derlemedir.
1- Bildiğimiz kadarı ile insanoğlu, hatta ilkel insanlar ilk günden
zamanımıza kadar zaman zaman "Ben ve nefsim" kelimelerini
kullanır. Bu kelimelerle doğal bir gerçeği dile getirir. İnsanın bu
sözcükleri kullanırken ne dediğini ve anlatmak istediğini bildiği
şüphesizdir. Yalnız bütün gayretini organik hayatını düzenlemek
uğruna harcaması ve maddî ihtiyaçlarını karşılamak için organik
faaliyetlerle meşgul olması, "Ben ve nefsim" sözcükleri ile dile getirmiş
olduğu bu nefis (ego) konusunda derinliğine düşünmekten
kendisini alıkoymaktadır. Bu durum, belki de zihninde nefsin canlı
organizmadan başka bir şey olmadığını sanmasına da yol açmıştır.
İnsan belki de şunu gördü: Görünüre göre, yaşayan insan ile
ölü insan arasındaki fark, insanın hayatta olduğu sürece alıp verdiği
nefestir. Bu nefesi kaybedince veya yolları tıkanınca, hiçbir
şey hissetmeyen bir ölüye dönüşüyor. Vücudu işlemez oluyor, kişiliği
ve benliği ortadan kalkıyor. Bu yüzden nefis denen şeyin o alıp
verdiği nefes olduğu sonucuna varmıştır. O da bir rüzgar veya bir
tür rüzgar olarak göründüğü için adına ruh dedi ve nefsin ruh ve
bedenin toplamı olduğuna hükmetti. Veya insan gördü ki, organizmasındaki duygu ve hareket, organlarını
saran veya ana ve kılcal damarlarında dolaşan kanın sonucudur.
Kaybolması ile insandaki insanlık özelliğinin kaybolduğu
hayatın var-lığı ve yokluğu bu kırmızı sıvı ile bağlantılıdır. Bu sebeple
nefis denen şeyin kan olduğuna hükmederek nefse kan,
daha doğrusu kana nefis adını verdi ve böylece nefsi, akan ve
akmayan diye iki kısma ayırdı.
Bu arada meni denen sıvının durumu insanın dikkatini çekmiş
olabilir. Bu sıvı, rahim tarafından tutuluyor ve aşamadan aşamaya
geçen doğal bir gelişim süreci gerçekleştiriyor ve bu süreç sonunda
insan oluşuyor. Belki de bu gözlem insanoğlunu, nefsin menide toplanan
temel elementler, olduğu kanaatine sevk etmiştir. Çünkü bu
temel elementler organik yapıdaki varlıklarını hayat boyu devam
ettiriyorlar. Belki de kimi insan bu elementler hiç bozulmaya uğramayacaklarını,
insan nefsinin onlar varoldukça varlığını sürdüreceğini,
hiçbir bozulmaya ve yok olmaya maruz kalmayacağını sanmıştır.
Oysa eğer insan nefsi nitelikleri belirtilen bu elementlerden ibaret
olsaydı, belirli bir şekilde birleşmelerini şart koşsak da, koşmasak
da bu görüş birçok muhalleri kaçınılmaz kılardı. Bu imkânsızlıklar,
ilgili ilimde açıklanmıştır.
Bu ve benzeri faraziyeler, insanın insan olarak "Ben ve nefsim'
şeklindeki sözlerinin gerçek olması ile çelişmez. İnsan bu sözünde
kesinlikle yanılmıyor. Çünkü biz bir doğal gerçeği genel olarak
doğru bir şekilde idrak edebiliriz. Fakat onun gerçek mahiyetini ve
ayrıntılı niteliğini incelemeye koyulduğumuzda yanılgıya düşebiliriz.
Bu uzak bir ihtimal değildir. Ortada öyle çok ilmî konular var ki,
zahirî ve ba-tınî algılar gibi, onları -safsatacılar ile şüphecilerin görüşlerinin
aksine- çıplak gözle müşahede etmemize rağmen ilim
adamları bu konuların mahiyetini nesiller boyunca tartışmaya devam
ediyorlar.
İnceleme yeteneğine sahip olmayan sıradan insanlar, nefislerinde
seçkin incelemecilerin gözledikleri nitelikleri gözlüyorlar. Aralarında
kesinlikle fark yoktur. Fakat sıradan insanlar nefsin ayrıntılı
niteliklerini bilmezler, onun varlığının özelliklerini açıklamaktan
âcizdirler.
Kısacası şüphe yok ki, insan varoluşunun bütün dönemlerinde
kendi dışında olmayan, "Ben ve nefsim" diye ifade ettiği bir niteliğini
müşahede ediyor ve bu niteliğine dönüp baktığında, gözlemlerinde
algıladığı özellikleri üzerinde derinliğine bir incelemeye
daldığında değişmeye, bölünmeye, zamanla ve mekânla bir arada
bulunmaya müsait organik niteliklerine benzemeyen bir şey buluyor.
Bu şeyin, organları ve parçalarıyla maddî hükümlere bağlı
maddî bedenin dışında bir şey olduğunu tespit ediyor.
Çünkü insan kimi zaman organlarından birini unutuyor veya
bütün bedeninden gafil olabiliyor. Ama nefsini hiç unutmuyor, ondan
gafil kaldığı hiç olmuyor. İnsanın zaman zaman "Kendimi unuttum,
kendim-den gafil oldum, kendimi kaybettim" dediğine bakma.
Bu sözler mecazî anlamdadır ve farklı nefis ilgilerini ifade ederler.
Görmüyor musun ki, sen unutkanlığı, gafleti ve farkında
olmamayı nefsine izafe ediyorsun ve duyarlı olan nefsin bir şeyin
bilincine varıp adına nefis dediğin beden ve benzeri başka bir şeyin
farkına varmadığına hükmediyorsun.
Bayılan bir kişinin kendinden ve nefsinden gafil olduğu yolundaki
kanaate bakma. Evet, böyle bir kişi baygınlığı geçtikten sonra
baygınken nefsinin bilincinde olduğunu hatırlamaz. Yoksa nefsinin
farkında olmadığını hatırlıyor değildir. Bu iki durum birbirinden
farklıdır. Kimi zaman bazı baygınlar baygınlıkları döneminden rüyaya
benzer şeyler hatırlarlar ki, biz böyle hâlleri rüyalarımızdan
hatırlıyoruz.
Nasıl olursa olsun, insanoğlu insan olması hasebi ile "Ben" kelimesi
ile dile getirdiği nefsinin mahiyetini zihninde somutlaştıran
bu nefis bilincinden asla yoksun kalmaz. Eğer bedenî meşgalelerine
ve maddî özlemlerine dalmayı bir nebze bir tarafa bırakarak
birazcık bu gözlemleri üzerinde dursa, nefsinin maddeye ve maddiyata
hiç benzemeyen bir şey olduğuna hükmeder. Çünkü nefsinin
özellikleri ve belirtileri ile maddî şeylerin özellikleri ve belirtileri
arasında başkalık olduğunu gözlemleri ile bilmiş olur.
Fakat gündelik işlerle uğraşmak, maddî hayatın özlemleri uğruna
çaba sarf etmek ve organik ihtiyaçların giderilmesi peşinde
koşmak, insanı bu konuyu ihmal etmeye ve sözünü ettiğimiz yüzeysel
ve ilkel görüşlere takılmaya ve genel gözlemlerle yetinme
ye sevk eder. 2- Sıradan insanı, beslenme, konut, giyim, cinsel ilişki gibi
meşgaleler nefsinin mahiyeti üzerinde derinleşmekten ve kişiliğinin
çeşitli yönlerini incelemekten alıkoymasına rağmen onun hayatı
boyunca karşılaştığı değişik ve sarsıcı olaylar içerisinde onu
diğer insanlardan ayrılarak kendisi ile baş başa kalmaya yönelten
faktörler de olabiliyor. İnsan nefsini yok olmaktan kurtarmak amacıyla
sıkıca sarılıp onu tutan bir güç misali her şeyi bir yana bırakarak
kendine dönmeye zorlayan şiddetli korku gibi. Nefsin hoşlandığı
şeye doğru sürüklenmesine yol açan aşırı sevinç gibi. Sevgiliden
başka hiçbir şeyi düşünmemeye yol açan şiddetli aşk gibi.
İnsanı her şeyden kopararak sadece kendi derdi ile meşgul eden
şiddetli sıkıntı gibi. Bunlar gibi insanın karşılaşabileceği başka
faktörler de örnek verilebilir.
Bu değişik faktörlerin ve sebeplerin biri veya birkaçı insanın
duyu organları ve boş düşüncesi ile asla farkına varamayacağı bazı
şeylerin canlanmasına ve zihninde somutlaştırılmasına sevk
eder. Karanlık ve ürkütücü bir yerde kalıp dehşete düşen kişi gibi.
Bu kişi korkunç şeyler görür veya ürkütücü sesler işitir ve bu görüntüler
ile sesler nefsi için tehdit oluşturur. İnsanlar bunlara dev,
gaipten gelen ses, cin gibi adlar takarlar.
Kimi zaman da insanı şiddetli sevgi, özlem ve üzüntü sarar. Bu
duygular duyu organları ile adamın arasına girer ve bilincini sevdiği
veya üzüldüğü şey üzerine yoğunlaştırır. O zaman rüyasında veya
rüya benzeri bir uyanıklık hâlinde geçmişte kalan, ileride olacak
olan veya başkalarının algılarına kapalı değişik olaylar görür.
Kimi zaman da insan iradesi yakin ile, güçlü imanla ve kesin
kavrayışla bir araya geldiği zaman, normal insanın gücünün yetmeyeceği
ve normal sebeplerin yol açamayacağı sonuçları gerçekleştirir.
Bunlar sıradan normal olaylara nispetle az rastlanan cüz'î olaylardır.
İşaret ettiğimiz değişik faktörlere bağlı olarak meydana
gelirler. Bu olayların meydana gelmelerinin aslına gelince, bunun
kanıtlanması için çok gayret göstermeye gerek yoktur. Çünkü her
birimizin kendi yaşadığı veya başkalarında müşahede ettiği bu tür
olaylar mutlaka vardır. Bunların gerçek sebeplerinin ne olduğu
meselesine gelince, burası onunla uğraşmanın yeri değildir.
Bizim için farkına varılması önemli olan husus şudur: Bu tür
olayların meydana gelmesi, insan nefsinin dış olaylara -özellikle
bedenî hazlara- meşgul olmaktan vazgeçerek kendine dönmesine
dayanır. Bun-dan dolayı sayılamayacak derecede değişik ve farklı
olan riyazet türlerinin hepsi, genel olarak nefsin arzularına karşı
koymayı esas alır. Bunun tek sebebi, nefsin arzularına uymaya
dalması onu kendisi ile meşgul olmaktan alıkoyarak dış arzularına
yöneltir, onu bu arzular arasında dağıtır ve şuurunu bunlarla
bölüştürür. Böylece insan nefsi bu arzulara dalarak kendini bir yana
bırakır.
3- Bu konuda şüphesiz olan bir gerçek var ki, o da şudur: Bu
psikolojik sonuçlara yol açan faktörler bazı kişilerde geçici veya
kısa süreli olarak gerçekleştiği gibi, başka bazı kişilerde sabit ve
sürekli biçimde meydana gelirler veya önemsenecek derecede kalıcı
olabilirler. Çoğu kere dünyadan, dünyanın maddî hazlarından
ve gelip geçici arzularından el-etek çekerek bir köşeye kapanan
insanlar görürüz. Bu tür insanların nefsi arındırmaktan ve batın yolunda
ilerlemekten başka bir düşünceleri olmaz.
Sözünü ettiğimiz nefisle meşgul olma çabasının sırf günümüzde
görülen bir gelenek olmadığından şüphe etmemeliyiz. Tarihî
belgeler ve aklî değerlendirmeler, bu geleneğin eski yüzyıllarda
yaşayan insan-lar arasında geçerli olduğunu gösteriyor. Tarihin
en eski çağlarına kadar indiğimizde, bize göre insanın yeryüzüne
inişinden beri bunun insandan ayrılmaz bir gelenek olduğunu görürüz.
4- Milletlerin yaşayışlarını, geleneklerini, inançlarını ve davranış
kalıplarını incelediğimizde şu sonuca varırız: İnsan nefsinin şaşırtıcı
sonuçlarını elde etmek için değişik yollar kullanılmasına
rağmen nefsi bilmek ile uğraşmak eski milletler arasında yaygındı,
hatta eski çağlardan beri bu iş, en güzel zamanların ve en pahalı
bedellerin uğrunda harcandığı önemli bir meşgale kabul edilmiştir.
Bunun delili, dünyanın çeşitli yörelerinde yaşayan ilkel kavimlerdir.
Afrika'da ve diğer yerlerde yaşayan kabileler gibi. Bunlar
arasında günümüzde bile büyücülük, kâhinlik efsanelerinin kalın
tılarına ve bunların gerçek ve isabetli olduğuna inananlara rastlamaktayız.
Bize gelen bilgilerin ışığında eski dinleri ve inanç sistemlerini
inceleyelim. Brahmanizm, Buddhizm, Sabiilik, Manilik, Mecusilik,
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi. Görürüz ki, nefsi bilme ve
bunun sonuçlarını elde etme çabası, bu dinlerin ve inançların derinliklerine
işlemiştir. Yalnız nefsi bilmenin tanımında, telkininde
ve değerlendirmesinde farklılıklar vardır.
Meselâ Brahmanizm'i ele alalım: Bu eski bir Hind inancıdır.
Gerçi tevhit ve nübüvvet konularında kitaplı dinlerle ters düşer;
ama özellikle Brahmanların kendileri hakkında nefsi arındırmaya,
iç âlemi temizlemeye büyük önem verir ve insanları bu görevi
yapmaya çağırır.
"Ma lil-Hind min Makulet'in" adlı eserde verilen bilgiye göre Birunî
şöyle demiştir: Bir Brahmanın yedi yaşından sonraki ömrü şu
dört bölüme ayrılır:
Birinci bölümün ilk kısmı sekizinci yıldır. Bu bölümde Brahmanizm'in
din adamları bu çocuğun yanında bir araya gelerek ona
dinî görevlerini anlatırlar ve kendisine hayatta olduğu sürece bu
görevleri benimseyip uygulamasını telkin ederler.
Ömrünün yirmi beşinci yaşından kırk sekizinci yaşına kadar
geçecek olan yılları bu birinci bölüme girer. Adamın bu dönemde
dünyadan uzak durması ve toprağa yaydığı bir yaygı üzerine yatması,
dinin esaslarını, kelâm ilmini ve şeriatını gece gündüz hizmet
edeceği bir hocadan öğrenmesi gerekir. Günde üç kere yıkanır.
Sabahleyin ve akşamleyin ateşe kurban sunar. Kurban sunduktan
sonra hocasının önünde secde eder, gün aşırı oruç tutar.
Hiç et yemez. Hocasının evinde barınır. Bu evden sadece dilencilik
için, sadaka toplamak için çıkabilir ve sadece beş evin kapısını çalabilir.
Bu işi günde bir kere öğle veya akşam vaktinde yapar. Topladığı
sadakaları hocasının önüne koyar. Hocası istediği kadarını
kendine ayırdıktan sonra kalanını öğrencisi için izin verir, o da onunla
karnını doyurur. Öğrenci ateşe odun taşır. Onlara göre ateş
kutsal ve ateşin ışınları Buda'ya yaklaştırıcıdır.
Diğer ümmetler de öyle idi. Onlar da kurbanlarının kabul edilmesinin
belirtisi olarak, ateşin bu kurbanlar üzerine inmesini
görürlerdi. Onların putlara, yıldızlara, ineklere, eşeklere ve öküzlere
tapmaları, a-teşe gösterdikleri bu saygıya engel teşkil etmezdi.
Brahmanın ömrünün ikinci bölümü, yirmi beşinci yaşı ile ellinci
veya yetmişinci yaşı arasındaki yılları kapsar. Bu dönemde hocasının
vereceği izin ile evlenir ve çoluk-çocuk sahibi olmaya yönelir.
Birunî, Brahmanın bu dönemde ailesi ile ve insanlarla nasıl geçindiğini,
geçimini nasıl sağladığını ve hayat tarzını anlatır.
Sonra sözlerine şöyle devam eder: Brahmanın ömrünün üçüncü
bölümü elli yaşından yetmiş beş veya doksan yaşı arasındaki
yılları kapsar. Brahman ömrünün bu döneminde dünyadan el etek
çekerek hayatın tüm nimetlerinden ayrılır. Eğer eşi kendisi ile birlikte
kırlara çıkmaz ise, onu çocuklarına teslim eder. Meskun yerler
dışında ömrünün ilk dönemlerindeki gibi yaşamaya devam eder.
Kesinlikle çatı altlarında barınmaz. Elbisesi sadece edep yerlerini
örten ağaç yaprakları olur. Çıplak yer üzerinde uyur, altına
yaygı yaymaz. Sadece meyve, bitki ve bitki kökleri ile beslenir.
Saçlarını uzatır ve yağ sürmez.
Brahmanın ömrünün dördüncü bölümü, ömrünün geri kalan
yıllarını kapsar. Bu dönemde kırmızı elbiseler giyer ve elinde değnek
taşır. Düşünmeye ve kalbini dostluklardan ve düşmanlıklardan
arındırmaya yönelir. Şehvetten, ihtirastan ve öfkeden uzak
durur ve asla hiçbir kimseyle arkadaşlık yapmaz.
Eğer sevap kastı ile kutsal bir yere gitmek isterse, yolu üzerindeki
köylerde bir günden fazla ve kasabalarda beş günden fazla
mola vermez. Eğer biri kendisine bir şey verirse, ondan ertesi güne
hiçbir şey bırakmaz. Onun yapacağı tek şey, kendisini kurtuluşa ve
tekrar dönüşü olmayan makama ulaştıracak olan yolunun şartlarına
katlanmaktır. Birunî sözlerinin burasında bir brahmanın ömrünün
sonuna kadar uygulayacağı genel hükümleri anlatır.
[Birunî'nin sözlerinden yapılan alıntı burada sona erdi.]
Hindlilerin enfas ve evham sahipleri cukiyeler1 ve ruhanîlik ve
hikmet sahipleri gibi diğer dinî mezheplerine gelince, bunların her
birinde nefis terbiyesine ilişkin ağır yöntemler vardır. Bu yöntemlerin
her biri mutlaka insanlardan ayrı yaşamayı ve nefse şehevi
1- Bunlar hakkında bilgi edinmek için Nefais'ul-Funûn adlı kitaba bakınız.
Budizm'e gelince; bu inanç sistemi, nefsi arındırmaya, onun
arzularına karşı durmaya ve onu hoşlandığı şeylerden mahrum bırakmaya
dayanır. Maksat gerçek marifete ulaşmaktır. Bu yol, Buda'nın
kendisinin hayattayken izlediği yoldur. Elimizdeki bilgileri
göre, o vaktiyle bir prens veya bir devlet büyüğünün oğlu idi. Fakat
hayatın süslü görüntülerini ve saltanat koltuğunu bırakarak kuytu
ve korkulu bir kamışlığa sığındı. Gençliğini bu kamışlıkta geçirdi.
İnsanlardan ayrıldı. Hayatın nimetlerinden yararlanmayı arkada
bırakarak nefsini arındırmaya ve yaratılış sırları üzerinde düşünmeye
yöneldi. Bunun sonucun-da otuz altı yaşındayken kalbi marifet
ışığıyla donandı. O zaman halk arasına çıkarak herkesi nefsini
terbiye etmeye ve marifet sahibi olmaya çağırdı. Tarihin verdiği
bilgilere göre yaklaşık kırk dört yıl boyunca bu çağrısını devam ettirdi.
Sabiilere gelince, bunlar ruhanîlik taraftarları ile onlara ait putlara
tapanlardır. Gerçi bunlar nübüvveti inkâr ediyorlar, ama nefsi
bilme konusunda Brahmanların ve Budistlerinkinden fazla farklı
olmayan kemâle erme yolları vardır. el-Milel'u ve'n-Nihal adlı eserde
verilen bilgiye göre şöyle diyorlar: "Bizim için gerekli olan
görev, nefislerimizi tabiî arzuların kirlerinden temizlemek, ahlâkımızı
şehvet ve öfke güçlerinin bağlantılarından arındırmaktır. Bunu
başarınca bizimle ruhanîler arasında ilişki meydana gelir. O
zaman ihtiyaçlarımızı onlardan isteriz, durumumuzu onlara arz
ederiz, bütün işlerimizde onlara başvururuz. Onlar kendilerinin ve
bizim yaratıcımız, kendilerinin ve bizim rızkımızın vericisi nezdinde
bize şefaat ederler. Bu nefis temizliğinin gerçekleşebilmesi için bu
uğurda gayret göstermeli, nefsimizin arzularına karşı koymalı,
şehvetlerin adiliklerinden nefislerimizi alıkoymalıyız. Bunun için
ruhanîlerden yardım istemeliyiz. Bu yardım isteme; yalvarma, dua
etme, namaz kılma, zekât verme, yemekten içmekten uzak durma,
kurban sunma, buhurdanlıklar tüttürme, afsun yapma yolu ile
olur. Bunları yapınca nefislerimiz yetenek kazanır ve aracıya gerek
olmaksızın yardıma mazhar olur." (el-Milel'u ve'n-Nihal adlı eserden
alınan alıntı burada sona erdi.)
Bu inancın bağlıları arasında yaratılışla ilgili genel inanç ilkelerinde
bazı ihtilâflar varsa da bunlar marifette kemâle ve bu dünya
mut-luluğuna erebilmek için nefsi terbiye etme konusunda ortak
görüşe sahiptirler.
Seneviyye içerisinde Mani mezhebinin mensuplarının (Maneviye-
nin) temel inancı, insan nefsinin yüce nur âleminden olduğu
ve sonradan yere inerek beden adı verilen bu karanlık maddî kalıplar
içinde hapsedildiği şeklindedir. Onlara göre nefsin mutluluğu
ve kemâli bu karanlıklar yurdundan kurtulup, aydınlıklar alanına
çıkmasına bağlıdır. Bu da ya gönüllü bir şekilde nefsi terbiye ederek
veya zorunlu bir biçimde ölümle gerçekleşir.
Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Mecusilerden oluşan
Ehlikita-b'a gelince, bunların kutsal kitapları olan Ahd-i Atik, Ahd-i
Cedid ve Avesta, nefsi ıslah etmeye, arındırmaya ve onun aşırı arzularına
karşı koymaya yönelik çağrılarla doludur.
Her iki Ahd-i Atik, Ahd-i Cedid kitapları, sürekli dünyadan el çekmeyi
ve sırrı arındırmakla meşgul olmayı insanlara hatırlatır. Bunların
bağlıları arasında günümüzde de birçok dünyadan el-etek
çeken insanlar çıkıyor. Aralarında birbirini izleyen nesiller hâlinde
dünyadan el-etek çeken birçok zahidlere rastlanıyor. Özellikle Hıristiyanlarda
bu çaba daha yaygındır. Çünkü onların geçerli geleneklerinden
biri ruhbanlıktır.
Kur'ân'da onların bu geleneği hakkında şöyle buyruluyor:
"Çünkü Hıristiyanlar arasında Allah'a bağlı bilginler ile din adamları
vardır ve onlar büyüklük taslamazlar." (Mâide, 82) "Uydurdukları
ruhbanlığı biz onlara yazmadık. Yalnız Allah'ın rızasını kazanmak
için onu kendileri uydurdular. Fakat ona gereği gibi uymadılar."
(Hadid, 27) Ayrıca kendilerini ibadete adayan Yahudilerden
şöyle söz ediliyor: "Onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinden
bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini
okuyarak secdeye kapanırlar. Onlar Allah'a ve ahiret gününe
inanırlar, iyiliği emreder, kö-tülükten sakındırırlar ve hayırlarda
yarışırlar. İşte onlar iyilerdendirler." (Âl-i İmrân, 114)
Nefisle mücadele etmeyi, ruh terbiyesini benimseyen başka
değişik mezhepler ve gruplar da vardır. Büyücüler, simyacılar, tılsımcılar,
ruhları, cinleri ve harflerin ruhaniyetini denetim altına alanlar,
yıldızları ve başka şeyleri denetim altına alanlar, ruhları çağırıp
ihzar edenler ve onları denetim altına alanlar gibi. Bunların
her birinin kendine özgü nefis terbiyesi yöntemleri vardır ve bu
metotların her biri, bir tür nefse hâkimiyet kazandırır.1
Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuç şudur: Bütün dinlerin,
mezheplerin ve iyi ahlâk taraftarlarını en son amacı, nefsin arzularına
karşı koyarak onu arındırmak, onu kötü huylardan ve maksada
uymayan hâllerden temizlemektir.
5- Belki de dönüp şöyle diyeceksin: Çeşitli mezheplerin ve yolların
taraftarlarının geleneklerinin ve uygulamalarının ortaya koydukları
şey, dünyadan el-etek çekmektir. Bu da incelemenin başında
değinilen anlamda nefsi bilmek ve onun durumu ile meşgul
olmaktan başka bir şeydir.
Daha açık bir ifade ile şöyle diyebilirsin: Şu veya bu şekilde ibadet
etmeye çağıran çeşitli dinler ve mezhepler, insanı bir nevi
dünyadan el-etek çekmeye çağırıyorlar. Bu amaçla iyi işler yapmayı,
nefsin arzularını, günahları ve ahlâksızlıkları bırakmayı telkin
ediyorlar. Böy-lelikle en güzel mükâfata lâyık hâle gelineceğini
vurguluyorlar. Bu mükâfat ya ahirette olur. Yahudilikten, Hıristiyanlıktan
ve İslâm'dan oluşan peygamberliğe bağlı dinlerin dedikleri
gibi. Ya dünyada bir mükâfat söz konusu olur. Putperest dinlerin
ve tenasuh (ruh göçü) ilkesini benimseyen görüşlerin ve başka
akımların öngördükleri gibi.
Dolayısıyla, inandığı dinin prensiplerine göre ibadet eden sıradan
bir dindar, belirli oranda dünyadan el çekme sonucunu doğuran
dinî emirleri yerine getirir. Fakat nefis denen soyut bir varlığın
olması ve onu bilme diye bir hedef, bu hedefin ucunda mutluluğa
ve kemâle erme diye bir sonuç aklının ucundan geçmez.
Bunun yanı sıra çeşitli yollarla ve geleneklerle nefislerine karşı
mücadele veren riyazet taraftarlarından biri, nefse ağır gelen çeşitli
uygulamalara katlanır. Fakat bu uygulamalardaki tek amacı,
bu çalışmalar için öngörülen makamı elde etmek ve çabalarının
sonuçlarına ulaşmaktır. Başkalarına istediklerini yaptırabilme ay-
1- Bu inanç grupları hakkında daha geniş bilgi almak isteyenler Razi'nin,
es-Sırr'ul-Mektum adlı eserine, Zahîret'ul-İskenderiye adlı esere, Hint'li Hâkim
Tam-tam'ın el-Kevakib'us-Sab' kitabına, Teshir sanatı hakkındaki Sek-kaki'nin
Risalesine, İbn-i Arabi'nin ed-Dürr'ül-Mektum adlı eserine, son dönemde yazılan
ruh çağırma konulu eserlere başvurabilirler.
rıcalığı gibi... Bu kimse riyazete başladığı andan bitirdiği ana kadar
sözünü ettiğimiz nefis meselesinin farkında olmayabilir.
Üstelik böyleleri arasında nefsin kan gibi, buhar türü ruh gibi
veya temel elementler gibi maddî ve doğal bir fenomen olduğu
görüşünde olanlar vardır. Bunların yanı sıra nefsin, maddî elementlerden
oluşmuş bedene benzer, fakat bedene sızmış ve canlılığı
taşıyan latif bir cisim olduğunu düşünenlere de rastlıyoruz. O
hâlde bunların hepsinin yaptıkları riyazetle nefsi bilmeyi hedef edindikleri
nasıl söylenebilir?
Fakat yukarıda vurguladığımız şu gerçeği hatırlamalısın: İnsan
bütün bu durumlarda birtakım uygulamalara girişiyor. Bu uygulamalar
nefsi dış âlemden ve çeşitli hazlardan alıkoyucu niteliktedir.
İnsan, bu uygulamalarla maddî sebeplerle ve normal tabiî faktörlerle
ulaşılamayacak özellikler ve sonuçlar edinmek peşindedir.
Bunları yaparken tek gayesi, dış dünya kaynaklı sebeplerden ve
etmenlerden koparak nefsi ile baş başa kalmak ve böylece normal
maddî faktörlerin erdiremeyecekleri özel sonuçlar elde etmektir.
Dinin ilkelerini tam anlamıyla uygulayan bir dindar, insanî bir
görev olarak nefsi için gerçek mutluluğu seçmesi gerektiğini düşünür.
Bu da ahirete inananlar için ahiretteki güzel hayattır. Putperestler
ve tenasuh nazariyesi taraftarları gibi ahireti inkâr edenlere
göre ise, iyilikleri bir araya getirip kötülüklerden uzak tutan
bir dünya mutluluğudur.
Ayrıca böyle bir kimse hayvanî hazlara dalmanın kendisine
aradığı mutluluğu sağlayamayacağına, kendisini amacına ulaştıramayacağına
inanır. Bunun için genelde nefsinin arzularına karşı
çıkması ve onun normal sebepler aracılığıyla istediği her şeyin peşinden
koşmayı bırakması, kaçınılmaz olur; normal maddî sebepler
ötesinde kalan bir veya birkaç sebebe başvurması gerekir. Bu
sebebe ve sebeplere yaklaşması, onlarla bütünleşmesi icap eder.
Bu yaklaşma ve bütünleşme ancak o sebebe veya sebeplere boyun
eğmekle, emirlerine teslim olmakla gerçekleşebilir. Bu da ruhî
ve nefsanî bir iştir. Bazı bedenî eylemleri yapmak ve bazılarını
terk etmekle pratiğe yansır. Bu eylemler de namaz, dinî törenler
veya bu kategoriye giren dinî ibadetlerden ibarettir.
Dinin emri olan ameller, riyazetler, nefisle mücadeleler, bunların
hepsi nefisle uğraşmaya yönelik çabalardır. İnsan fıtrî olarak
yaptığı ve yapmadığı her şeyin kendi yararına olduğu düşüncesindedir.
Daha önce belirttiğimiz gibi, insan bir an bile nefsini gözlemekten
ve kendine yönelik bilinç sahibi olmaktan geri kalmaz. Bu
bilincinde asla yanılgıya düşmez. Eğer yanılgıya düşerse, nazarî
görüşüne ve fikrî incelemesine dayanarak yaptığı nefis tefsirinde
yanılır. Bu açıklamadan ortaya çıkıyor ki, bütün dinler ve mezhepler,
geleneklerinin ve yollarının farklılığına rağmen genel anlamda
nefisle uğraşmaktan başka bir amaca sahip değildirler. O dinlerin
ve mezheplerin bağlıları bunu bilsinler veya bilmesinler fark
etmez.
Çeşitli riyazet ve nefisle mücadele programları uygulayanlar
var ki, bunlar hiçbir dine bağlı değildirler ve nefsin gerçek mahiyetine
de inanmazlar. Bunların da uyguladıkları riyazet programlarındaki
tek maksatları, kendilerine vaat edilen sonuca ulaşmaktır.
Vaat edilen sonuç ile bazı davranışları yapma ve yapmama arasında
doğal sebep sonuç bağlantısı gibi doğal bir bağlantı yoktur.
Bu bağlantı maddî olmayan iradî bir bağlantıdır. Bu, riyazet programı
uygulayanın, uyguladığı programla korunan bilincine ve iradesine
bağlı bir ilişkidir. Riyazet programı uygulayanın nefsi ile
vaat edilen sonuç arasında geçerli ve etkilidir.
Yani sözünü ettiğimiz riyazetin mahiyeti, nefsi bilincinde ve arzulanan
sonucu elde etmek isteği hususunda desteklemek ve
mükemmelleştirmektir. Şöyle de denebilir: Riyazetin etkisi, arzu
edilen sonucun makdur (güç yetirilebilir) olduğu bilincini nefse kazandırmaktır.
Buna göre, eğer riyazet gerçekleşir ve tamama erirse,
nefis öyle bir konuma gelir ki, arzulanan sonucu mutlak olarak
veya küçük yaştaki bir çocuğa ait ruhu çağırarak aynaya yansıtılması
gibi özel şartlarda gerçekleşmesini irade ederse, arzulanan
şey gerçekleşir.
Peygamberimizden (s.a.a) nakledilen şu rivayetin anlamı da
bu gerçeğe dönüktür. Rivayete göre Peygamberimizin (s.a.a) huzurunda
Hz. İsa'nın (a.s) havarîlerinden birinin su üzerinde batmadan
yürüyebildiği söylenince, Peygamberimiz (s.a.a), "Eğer yakini
daha fazla olsaydı, havada da yürürdü..." dedi.1
Görüldüğü gibi Peygamberimizin bu sözü, bu işin Allah'a yönelik
kesin iman ile doğal sebeplerin tek başlarına etkili olmadıkları
gerçeği üzerinde yoğunlaşıyor. Buna göre insanın mutlak ilâhî güce
yönelişi ne kadar güçlü olursa, tabiî nesneler ona o derece boyun
eğer. Bu gerçeği iyi anlamak gerekir.
Bu konudaki en geniş anlamlı söz, İmam Sadık'ın (a.s) "Niyetin
güçlü olduğu hiçbir şey karşısında beden zayıf ve âciz
kalmaz."2 sözüdür. Peygamberimiz (s.a.a) de mütevatir bir hadisinde,
"Ameller niyetlere bağlıdır."3 buyurmuştur.
Ortaya çıkıyor ki, amellerin ve ibadetlerin dinî etkileri ve riyazetlerin
ve nefse dönük mücadelelerin etkileri ile insan nefsi arasındaki
bağlantı batınîdir, yani söz konusu ilişki bu çabaların
batınî fonksiyonları olarak kendini gösterir ve bu işlerden herhangi
biri ile meşgul olmak, nefisle meşgul olmak demektir.
Bazıları şöyle zannedebilirler: Sebep-sonuç ilişkisi, söz konusu
amellerin maddî görüntüleri ile ahirete ilişkin beklentiler arasındadır.
Rahatlık, güzel rızk ve nimet dolu cennet gibi. Veya bu ilişki
bu amellerin görünen yanları ile doğal sebeplerin etkili olamadıkları,
şaşırtıcı dünyevî amaçlar arasındadır. Nefislerin idrakleri ve
irade türleri üzerinde tasarrufta bulunabilmek, hareket ettirici bir
güç olmaksızın hareketler meydana getirebilmek, kalplerin sırlarından
ve geleceğin olaylarından haberdar olmak, ruhanîlerle ve
ruhlarla bağlantı kurmak gibi. Ya da arada gerçek bir bağlantı olmaksızın
veya belirleyici bir faktör olmadan sırf Allah'ın mutlak iradesi
ile amelleri, sonuçların izleyebileceği sanılabilir. Fakat bu
zanlar doğru değildir ve böyle sananlar kendilerini aldatmışlardır.
6- Sakın yanılgıya düşüp şimdiye kadar yaptığımız bu incelemelerden
dinin irfan ve tasavvuf, yani nefsi bilmek demek olduğu
sonucuna varmayasın. Nitekim bazı maddeci araştırmacılar böyle
sanmışlar ve insanlar arasında geçerli olan hayatla ilgili yönelişleri,
maddî yönelişler ile irfan, yani din olarak ikiye ayırmışlar.
Sebebine gelince, dinin temel ilkesi şudur: İnsan için gerçek
bir mutluluk vardır. Bu mutluluğu elde edebilmek için tabiat üstü
güce boyun eğmek ve maddî hazlarla yetinmemek gerekir. Şimdiye
kadarki incelememizden de çıkan sonuç şudur: Hak olsun, batıl
olsun, bütün dinler insanları eğitmede ve onlara vadesini verdikleri
ve çağırdıkları mutluluğa sevk etmede, arzulanan hedefe uygun
şekilde nefsi ıslah edip arındırmayı bir araç olarak kullanılırlar. Bu
gerçekler nerede, nefsi bilmenin din demek olması nerede?
Din, insanları bir ilâha kulluk etmeye çağırır. Bu ibadet ya aracısız
(hak dinde olduğu gibi) veya şefaatçiler ve ortaklar (batıl dinlerde
olduğu gibi) aracılığı ile yapılır. Çünkü insanın tek amacı olan
mutluluk ve güzel hayat bu kulluktadır. İnsanın bu kulluğa erebilmesi
için madde bağımlılığının ve kontrolsüz hayvani hazların
kirlerinden arınmış bir nefse sahip olması gerekir. Bunun için din,
çağrı görevinin bazı aşamalarında nefislerin ıslahını ve arındırılmasını
programlamaya şiddetle ihtiyaç duyar. Ancak böylece ona
inananlar ve ocağında eğitilenler hayır ve mutlulukla donanırlar ve
bir şeyi bir elle alıp öbür elle veren gibi olmazlar. Buna göre din
başka ve nefsi bilmek onun ötesinde daha başka bir şeydir. Gerçi
dinin, belirli oranda irfanı gerektirdiğini hiç unutmamak gerekir.
Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, alışılagelenin dışında kalan, garip
ve değişik maksatlara yönelik riyazet ve nefisle mücadele metotları
nefsi bilme kategorisine girmez. Gerçi birbirleri arasında bir
dereceye kadar ilişki vardır.
Evet; bir konuda kesin yargıya varmalıyız ki, o da şudur: Hangi
metotla olursa olsun nefsi bilmek, dinden kaynaklanmış bir çabadır.
Ayrıca özgür ve yeterli bir araştırma yapılırsa görülür ki, bütün
farklılıklarına ve dağınıklıklarına rağmen bütün dinler aynı kaynağa
dayanırlar. İnsan fıtratının benimsemeye çağırdığı bu tek ve
derin köklü din, tevhit dinidir.
Eski kuşaklardan miras aldığımız veya birbirimize aşıladığımız
taassupları bir yana bırakarak yalın fıtratımıza döndüğümüzde,
hiç şüphe etmeyiz ki, çokluğu içinde birliği yansıtan ve dağınıklığı
içinde parçaları arasında bağlantı olan bu kâinat, bütün sebeplerden
üstün olan tek bir sebebe varıp dayanır. Bu tek sebep, kendisine
boyun eğmenin ve plânına, eğitim sistemine göre hayattaki
davranışları düzenlemenin gerekli olduğu Cenab-ı Haktır. İşte tev
Bütün dinlere ve mezheplere yönelik enine-boyuna bir değerlendirme,
onların hepsinin az veya çok bu canlı ruhu taşıdıkları
sonucunu verir. Hatta putperestlik ve çok tanrılı inançlar da böyledir.
Ayrılık ve farklılık, dinî geleneği bu temel üzerine oturtup oturtmamaktan
ve bu uyarlamada isabetli ve ya hatalı olmaktan
kaynaklanır. Meselâ biri diyor ki: "Yüce Allah bize şah damarından
daha yakındır. Nerede olursak olalım, O bizimledir. O'nun dışında
bir dayanak merciimiz, bir aracımız yoktur. Dolayısıyla, hiçbir ortak
koşmaksızın sırf O'na kulluk etmek gerekir."
Bir başkası da diyor ki: "İnsan toprak kaynaklı ve adi cevherden
türemiş bir varlıktır. Bu niteliği onun yüce varlıkla ilişki kurmasına
engeldir. Toprak nerede, Rablerin rabbi nerede? Bundan
dolayı O'nun, kerem sahibi, madde bağımlılığından kurtulmuş,
temiz ve doğallığın kirlerinden arınmış kullarına yaklaşmamız gerekir.
Bu kullar, yıldızların ruhanîleri ve türlerin rableri ya da Allah-
'a yakın insanlardır. 'Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye
tapıyoruz.' (Zümer, 3) Bu aracıları duyu organlarımızla algılayamadığımız
için, onlar bizden yüce varlıklar oldukları için onları anıtlarla
ve putlarla somutlaştırmamız gerekir. Böylece kulluk yaklaşması
sağlamamız gerçekleşmiş olur."
Diğer bütün dinlerde ve mezheplerde de aynı durum geçerlidir.
Görülüyor ki, bütün dinlerin özlerinde şu veya bu oranda yüce Allah'ı
bir bilmeye bir yöneliş mutlaka vardır.
Şurası bilinen bir gerçektir ki, insanlar arasında geçerli olan
bütün inanç sistemleri, ne kadar çok dallara ayrılsalar ve aralarında
ne kadar büyük görüş ayrılıkları bulunsa da, bu sistemlerin
geçmiş dönemlerine döndüğümüzde onların tevhit ilkesine daha
çok meyilli olduklarını görürüz. Tam köklerine indiğimizde, karşımıza
yalın fıtratın dini olan fıtrat dini çıkar. Buna göre tevhit dini
dinlerin babasıdır ve diğer bütün dinler bu babanın ya iyi veya kötü
evlâtlarıdır.
Ayrıca fıtrat dini, nefsi bilme meselesini, davetinin amacı olan
insan mutluluğuna ulaşmanın aracı kabul eder. Bu amaç, fıtrî dinin
nihaî isteği olan Allah'ı bilmektir. Başka bir deyişle fıtrat dini,
insanı nefsi bilmeye davet eder. Ama bu davet, bir hedef çağrısı
değil, hedefe giden yola yapılan bir davettir. Çünkü din anlayışı,
kulluk yolu dışında bir mesele ile uğraşmaktan hoşlanmaz. Allah
katında geçerli olan tek din İslâm'dır ve Allah kullarının kâfir olmalarından
hoşlanmaz. Öyle olunca başlı başına hedef hâline getirilen
bir nefsi bilmekten nasıl hoşnut olabilir?
Bu söylediklerimizden ortaya çıkıyor ki irfan, fıtrat dininin kaynağına
dayanır. Çünkü o, insan fıtratının çağrı hedefi olan bağımsız
bir konu değildir ki, dalları ve budakları, bir tek kökte yani fıtrî
irfanda birleşsin.
Bu konuya bir başka şekilde de yaklaşabiliriz, şöyle ki: İnsanlık,
mutlu bir hayata ermek için fıtratının dinamizmi ile toplumsallaşmaya
ve uygarlaşmaya atıldı. Tarih ve ilmî incelemeler, toplum
hâlinde yaşayan bazı kişilerin veya kavimlerin birtakım milliyetçi
görüşlerin benimsenmesi için çağrı yaptıklarını veya bazı sosyal
sistemler ortaya koyduklarını ve bu sistemleri milletleri arasında
uyguladıklarını ispat etti. Kabile düzeni, derebeylik düzeni ve demokrasi
gibi. Fakat tarih boyunca herhangi bir kimsenin insanları
nefsi bilmeye ve ahlâkı arındırmaya çağırdığını, ne geçmişin belgeleri
ve ne ilmî incelemeler gös-termiyor. Bu görevi sadece dinle
ilgili kişilerin yaptıklarını görüyoruz.
Evet, bu din dışı yolların büyücüler ve ruh çağırıcıları gibi bazı
yolcuları bu tür bir nefis bilgisine din dışı yoldan ulaşmış olabilirler.
Fakat bu çaba fıtrî bir yöneliş sonucu değildir. Çünkü yukarıda
söylediğimiz gibi fıtratın bu konuda etkisi yoktur. Böylelerinin yönelişleri
şöyle oldu: Önce tesadüfen nefsin bazı garip tezahürlerini
müşahede ettiler. Bu gözlemleri, nefislerle ilgili bir ayrıcalıklı konum
elde etme yolunda onları kamçıladı. Bu yolla kâinatta acayip
işler ve az rastlanır tasarruflar yaparak insanları aldatmaya yöneldiler.
Bu merak onları nefsi incelemeye ve bu yolda ilerlemeye
sevk etti. Sonra da adım adım ilerleyerek işin başında bir patika
gibi belirsiz olan bu yolu maksatlarına doğru uzayan düzgün bir yol
hâline getirdiler.
7- Birçok dindar ve salih kulların dine uygun şekilde giriştikleri
nefisle mücadele süreci esnasında, olağanüstü kerametlere eriştikleri
ve benzerleri arasında sadece kendilerinin karşılaştıkları
garip olaylar anlatılır. Başkalarının göremedikleri bazı şeyleri görebilmek,
kendileri dışındaki insanların duyu organları ile algıla
262.................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6 yamadıkları bazı olayları ve şahısları algılayabilmek, dualarının
kabul edilmesi, tedavisinden ü-mit kesilen bazı hastaları şifaya
kavuşturmak, normal olmayan yollarla tehlikelerden kurtulabilmek
gibi. Bu olağanüstülükler bazen salih olmayan, fakat sadık
niyetli ve madde bağımlılığından kurtulmuş nefse sahip kimselerin
eliyle de gerçekleşebilir. Bu kimseler bu gördükleri olağanüstülüklerin
yakın sebebini göz ardı ederler. Bu olağanüstülükleri doğrudan
doğruya Allah'a isnat ederler, aradaki sebeplerin etkisini
dikkate almazlar. Her şeyin Allah'a dayandığı görüşü, kabul edilmesi
kaçınılmaz bir gerçek olmakla birlikte aradaki sebeplerin
etkisini yok saymak doğru bir yaklaşım tarzı değildir.
Kimi zaman ruh uzmanı kişi, sık sık rastlanan usûle göre küçük
bir çocuğun nefsi üzerinde tasarrufta bulunarak bir insan ruhunu
çağırarak aynaya, suya veya başka bir şeye yansıtır. Bu uzman
başkaları gibi, o çocuğun ruhu çıplak gözleri ile gördüğünü,
diğer insanların gözleri ile ruh arasında perde olduğunu, eğer bu
perde ortadan kalksa onların o çocuk gibi çıplak gözleri ile ruhu
görebileceklerini zanneder.
Kimi zaman çağrılan ruhun verdiği bilgilerde yalan söylediği
görülür ve bu işe herkes hayret eder. Çünkü ruhlar âlemi temizlik
ve arınmışlık âlemidir. Bu âlemde yalana, aldatmaya ve kandırmaya
yer yoktur.
Kimi zaman yaşayan bir insanın ruhu çağrılarak sırları ve gizli
yanları hakkında soru soruluyor. Oysa o ruhun sahibi uyanıktır, işi
ile gücü ile meşguldür, gündelik ihtiyaçları peşinde koşmaktadır
ve ruhunun çağrıldığından, birileri tarafından kendine soru sorulduğunda
ve açıklamasını istemediği sırlarını ifşa ettiğinden haberi
yoktur.
Kimi zaman bir kişi hipnotizma metodu ile uyutuluyor ve uykusunda
yapılan telkin ile belirli bir işi yapması kendisine kabul
ettiriliyor. Kişi uyanıp serbest kalınca kendisine uykuda telkin edilen
işi, istenen şartlara uygun biçimde yapıyor. Ama kendisine yapılan
telkinden ve bu telkini kabul ettiğinden haberdar değildir.
Bazı ruhçular insan şekline benzeyen veya hayvan şekillerini
andıran ruh şekilleri gördükleri için bu şekillerin madde âleminde
ve değişken tabiat ortamında olduklarını sandılar. Özellikle maddî
varlık bi-çiminden başka bir varlık biçimine inanmayanlar bu zanna
kuvvetle sarıldılar. Öyle ki, bunların bazıları ruhları avlamakta
kullanılabilecek aletler icat etmeye koyuldular. Bütün bu girişimleri
insan nefsi hakkındaki şu faraziyelerine dayanıyor: İnsan nefsi
[beden için] maddî bir kaynaktır veya bilinç ve irade yolu ile etkisini
gösteren maddî bir kaynağın özelliklerinden biridir. Böyle
diyorlar ama, bugüne kadar canlılığın ve bilincin ne olduğunu ortaya
koymuş, bu problemleri çözebilmiş değildirler.
Bu faraziyenin bir benzeri de ruhun latif bir cisim olduğunu, biçim
ve görüntü bakımından elementlerden oluşan bedenlere benzediğini
iddia edenlerin faraziyesidir. Bu faraziyeyi savunanlar, insanın
kendini uyanıkkenki biçimi ile rüyada görmesini, varsayımlarına
delil sayıyorlar. Kimi zaman da nefislerine karşı mücadele
verenlere nefisleri, bedenleri dışında şekil bakımından bedenin
tıpkısı olarak bağımsız bir varlık biçiminde gösterilir. İşte bunlara
dayanarak ruhun, elementlerden oluşmuş bedene sızan, latif bir
cisim olduğuna, insan sağ oldukça bedende barındığına ve bedenden
ayrılınca ölüm olayının meydana geldiğine hükmetmişlerdir.
Bunlar, gördükleri bu şekillerin kendi bedenlerinden edindikleri
suret ve kendileri dışında başka varlıklardan zihinlerinde oluşan
bir suret gibi, zihnî bir suret olup insan bilincine dayandığını göz
ardı etmişlerdir. Kimi zaman bu bağımsız suret, nefislerine karşı
mücadele verenlerin bazısına birçok kez bedenin tıpkısı olarak veya
bir başka biçimde zahir olur. Kimi zaman kendi nefsini bir başka
insanın nefsi olarak görür. Bu durumlarda görünen biçimin ruhun
şekli olduğunu savunmadıkları gibi, nefislerine karşı mücadele
edenlere kimi zaman bedenleri biçiminde görünen suretin de
ruhun biçimi olduğunu savunmamaları yakışır.
Meselenin aslı şudur: Bu tür iddiaları ileri sürenler nefisle ilgili
bazı bilgiler elde ettiler ama, onun gerçek mahiyetini olduğu gibi
bilemediler. Bu yüzden elde ettikleri bilgilerin yorumunda ve nefsin
mahiyetini açıklamada yanılgıya düştüler. Açık delillerin ve
tecrübenin bizi ulaştırdığı gerçek şudur:
Şu bildiğimiz düşünen şuurdan ibaret olan ve konuşmalarımızda
kendisinden "Ben" diye söz ettiğimiz fenomen, daha önce
söylediğimiz gibi cevheri, özü itibarı ile şu maddî fenomenlerden
farklı, bambaşka bir şeydir. Nefsin şuurunun kısımları ve algılama,
hayal ve düşünme gibi idrak türleri, idrak etmeleri itibarı ile nefsin
kendi âleminde ve ortamında gerçekleşen olaylardır.
Bu olaylar, organizmanın algılama ve idrak organlarında meydana
gelen doğal özelliklerden farklı ve başka olaylardır. Organlarda
meydana gelen olaylar, özleri itibarı ile canlılıktan ve bilinçten
yoksun, maddî olaylardır. Salih kullarda, nefisleri ile mücadele
edenlerde ve riyazet programı uygulayanlarda görülen söz konusu
olağanüstülükler, onların nefislerinin çerçevesi dışında olan olaylar
değildir. Bu bilgilerle ilgili esas mesele şudur:
Acaba bunlar nefiste nasıl oluşuyorlar ve oradaki yerleri neresidir?
Ayrıca bir de şu nokta var: Nefisle şu veya bu oranda bağlantılı
olan bütün bu olaylar ile nefsin kendisi arasında sebepsonuç
ilişkisi vardır. Buna göre riyazet ve mücadele adamlarının
ortaya koydukları olağanüstülükler tümü ile onların iradelerinden
ve isteklerinden besleniyor. İrade ise şuurdan kaynaklanır. O hâlde
şuurla bağlantılı ve şuurla sıkı ilişkisi olan bütün olaylarda insan
şuurunun etkin rolü vardır.
8- Genel olarak nefsi bilmekle uğraşanları ikiye ayırabiliriz: Birinci
kısımdakiler normal maddî sebep-sonuç ilişkisi dışında kalan,
nefsin şaşırtıcı eserlerinden bir pay elde etmek için nefis bilgisi
ile meşgul olurlar. Büyücüler, tılsımcılar, yıldız ruhanîlerini
kontrol altına alanlar, işlerle sorumlu varlıkları, cinleri ve insan
ruhlarını denetim altına alanlar, dua ve afsun işleri ile uğraşanlar
gibi.
İkinci kısımdakiler, nefsin dışındaki dünyayı bir yana bırakarak
nefis üzerinde odaklaşmak suretiyle nefis bilgisi peşinde koşanlardır.
Bunların gayesi nefsin derinliklerine inerek onun cevherini
ve gelişmelerini müşahede etmektir. Bunun örneği, metotları ve
inanç grupları farklı tasavvufçulardır. Tasavvuf, Müslümanlar tarafından
icat edilmiş bir metot değildir. Çünkü bu metoda Hıristiyanlar,
hatta putperestler, Brahmanistler ve Budistler gibi daha önce
dünya sahnesine çıkmış ümmetler arasında rastlanmaktadır. Bu
ümmetler içinde bu yolu günümüze kadar takip eden kimseler
vardır. Daha doğrusu tasavvuf onların da icadı değildir. Onlar da
bu yolu eskilerinden miras almışlardır.
Fakat bu miras alma işlemi, insanların medeniyetin gelişmelerini
birbirlerinden sonra gelen milletlerin kendilerinden önceki
milletlerden miras almaları gibi basit bir taklit ve aktarma işi biçiminde
olmamıştır. Nitekim bazı din ve mezhep araştırmacıları
meselenin böyle olduğunu iler sürmüşler. Aslında daha önceki bölümlerde
belirtildiği üzere meselenin gelişimi şöyledir:
Fıtrat dini insanı zahitliğe, zahitlik de nefsi bilmeye iletir. Din
bir ümmet arasında yerleşip fertlerinin kalplerinde kökleşince bu
durum, kesinlikle o milletin fertleri arasında nefsi bilme yolunun
doğmasına hazır ve uygun bir ortam meydana getirir ve bu konudaki
gerekli şartları bir araya getiren bazı fertler bu yola koyulur.
Eğer dinî hayat bir ümmetin yapısında önemsenecek uzunlukta bir
süre boyunca hüküm sürerse, o ümmet arasında bu yol ortaya çıkar.
Ama ortaya çıkan nefsi bilme yolu doğru da olabilir, bozuk da
olabilir. O ümmetin, diğer dindar toplumlardan tamamen kopuk
olmaları bu gelişmeyi engellemez. İşte gelişme süreci böyle olan
bir kurumu, eski nesillerden miras alınarak aktarılmış bir gelenek
gibi görmek doğru değildir.
9- Nefis bilgisi ile meşgul olanların ikinci kısmını -ki bunlar
gerçek irfan ehlidir- iki kesime ayırmalıyız:
Bunların bir kesimi bu yola, yolun kendisini amaç edinerek
koyulurlar. Bu yolda bazı bilgiler elde ederler, ama nefis hakkında
tam bilgiye ulaşamazlar. Çünkü sadece nefsin kendisini hedef edindikleri
için onun yaratıcısından gafil kalırlar. Bu yaratıcı yüce Allah'tır.
O; nefsi, varlığı ve varlığının sonuçları bakımından kesin
egemenliği altında tutan, gerçek sebeptir. İnsan bir şeyin varoluşunun
sebebini, özellikle bu sebep bütün sebeplerin sebebi olduğu
takdirde, bunu göz ardı ederek o şeyi nasıl tam olarak bilebilir?
Bunun benzeri şudur: Bir kişi düşünün ki, oradaki kanepe
hakkında bilgisinin olduğunu iddia ediyor, ama bu kanepenin marangozundan,
o marangozun keserinden, testeresinden, bu mobilyayı
imal etmekteki gayesinden ve kanepenin ortaya çıkışının arkasındaki
diğer faktörlerden habersizdir. İşte Allah'ı bir yana bırakarak
sırf nefsi bilmekle uğraşan bir kimsenin, nefsi tam olarak
öğrendiğini ileri sürmesi buna benzer.
Nefsi bilme çabasının bu türüne verilecek en uygun isim ke
hanettir. Çünkü bu çabanın sonunda nefse ve onun sonuçlarına ilişkin
bazı bilgiler elde edilmektedir.
Bunların öbür kesimi ise, nefsi bilme metodunu Allah'ı bilmeye
götüren bir araç olarak kabul ederler. Genellikle dinin hoşlandığı
yol, bu yoldur. Bu yolun özü, insanın Rabbinin ayetlerinden biri
ve insana en yakın ayeti olarak ele alması suretiyle nefsi bilmekle
uğraşmasıdır. Bu durumda nefsi, üzerinde yürüyen bir yol, yüce Allah
ise bu yolun kendisine ulaşacağı bir gaye olur. "Sonunda varılacak
yer sadece Rabbinin huzurudur." (Necm, 42)
Bu irfan erbabı çeşitli gruplara ayrılır. Çeşitli dinlere ve inançlara
bağlı birçok mezhepleri vardır. Bunlar arasında gayrimüslimlerin
mez-hepleri ve izledikleri yollar hakkında yeterli bilgiye sahip
değiliz. Müslüman olanlarına gelince, onların tarikatlarının sayısı
çoktur. Belki temel ilkeler açısından yirmi beş silsileye indirgenmeleri
söz konusudur. Her silsilenin de ayrıca birçok dalları vardır.
Biri hariç bu silsilelerin her biri Hz. Ali'ye (ona selâmların en üstünü
olsun) dayanır. Bu sufiler içinde bu silsilelerden hiçbirine bağlı
olmayan bir grup var ki, bu gruba Üveys'ül-Karani'ye nispetle Üveysiye
Tarikatı adı verilir. Ayrıca ne bir ismi ve ne ayırıcı sembolü
olmayan başka bir sufi grupları da vardır.
Tasavvufçular birçok kitap ve risale yazmışlardır. Bu eserlerde
onların silsileleri, tarikatları, benimsedikleri gelenekler ve edep
kuralları ve ilgili tarikatın önde gelen şahsiyetleri hakkında bilgi
verilir ve bu şahsiyetlerden nakledilen kerametler anlatılır. Ayrıca
tarikatlarına dayanak oluşturan delilleri ve maksatları açıklanır.
Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenler o eserlere başvurabilirler.
Bu tarikatları ve yolları ayrıntılı biçimde inceleyerek doğru olanın
doğruluğunu vurgulamanın ve bozuk olanını eleştiri süzgecinden
geçirmenin yeri burası değildir. Bu kitabın beşinci cildinde
yaptığımız bir inceleme bu konuda yararlı olabilir.1 Burada söylediklerimiz,
nefsi bilme anlamı hakkında yapmak ihtiyacını duyduğumuz
araştırmanın özetidir.
Bilmek gerekir ki, nefis ile ilgili bir bilgi, amelî ve uygulamaya
yönelik bir gayedir. Bu konudaki tam bilgiye nazarî olarak değil,
1- [el-Mizân, c.5, Mâide Sûresi, 15.19. Ayetlerin Açıklaması Bölümü.]
uygulama yolu ile bizzat içinde yaşanarak ulaşılabilir. Eski
teorisyenler tarafından düzenlenen psikoloji bilgisi asla bu marifetle
ilgili bir çözüm getirmez. Son zamanlardaki bilginler tarafından
müfredatı düzenlenen pratik ve uygulamaya dönük psikoloji
bilim dalı ise, eski âlimlerin tasniflerine göre ahlâk ilminin bir alt
bölümüdür. Hidayet Allah'tandır.
106- Ey inananlar! Sizden birinize ölüm gelip çatınca, vasiyet
edeceği zaman aranızdaki (gereken) şahitlik, sizden (Müslümanlardan)
adalet sahibi olan iki kişi(nin şahadeti)dir veya yeryüzünde
yolculuk ederken başınıza ölüm musibeti gelirse, (Müslüman bulamadığınız
takdirde) sizden (Müslümanlardan) olmayan (kitap
ehli) iki kişi(nin şahadeti)dir. Eğer (bu gayrimüslimlerin şahitlikleri
konusunda) kuşkuya düşerseniz, namazdan sonra onları
alıkorsunuz; onlar da 'Akraba da olsa şahitliğimizi hiçbir paraya
satmayacağız ve Allah'ın şahitliğini saklamayacağız, yoksa biz elbette
günahkârlardan oluruz." diye Allah'a yemin ederler.
107- Eğer daha sonra bu şahitlerin günah işledikleri anlaşılırsa,
(vasiyete) daha yakın olan iki kişinin (şahidin) haklarına tecavüz
etmek istediği kimselerden olmak üzere iki başka kişi onların
yerine geçer ve "Mutlaka bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden
daha gerçektir ve biz (hakka) tecavüz etmedik, yoksa biz elbette
zalimlerden oluruz. diye Allah'a yemin ederler. 108- Bu, şahitliği gerektiği gibi yapmalarına veya yeminlerinden
sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına daha yakın
ve uygundur. Allah'tan korkun ve O'nu dinleyin. Allah, yoldan çıkan
topluluğu doğru yola iletmez.
109- Allah'ın, elçileri toplayacağı gün(den korkun ki, Allah),
"Size ne cevap verildi?" diye soracak. Onlar da "Hiçbir bilgimiz
yok, şüphesiz ancak sen gaypleri bilensin" derler.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Okuduğumuz ayetlerin ilk üçü şahitlik hakkındadır. Sonuncusu
da anlam bakımından belirli bir oranda ilk üç ayetle ilişkilidir.
"Ey inananlar! Sizden birinize ölüm gelip çatınca, vasiyet edeceği
zaman aranızdaki (gereken) şahitlik, sizden (Müs-lümanlardan) adalet sahibi
olan iki kişi(nin şahadeti)dir... yoksa biz elbette zalimlerden oluruz,
diye Allah'a yemin ederler." Bu iki ayetin içeriğinden çıkan sonuç
şudur:
Eğer bir Müslüman yolculuk sırasında vasiyet yapmak isterse,
iki sözüne güvenilir Müslümanı vasiyetine şahit tutar. Eğer iki Müslüman
şahit bulamazsa, Müslüman olmayan, fakat Ehlikitap'tan
olan iki kişiyi şahit tutar. Eğer ölünün velileri vasiyetle ilgili bu şahitliğin
doğruluğu konusunda şüpheye düşerlerse, şahitler namazdan
sonra bir kenara çekilerek kendilerine şahitliklerinin doğru
olduğuna dair Allah'ın adı üzerine yemin ettirilir. Böylece aradaki
çatışma ortadan kalkmış olur. Eğer ölünün velileri şahitlerin
yalan söylediklerini veya yüklendikleri bu emanete ihanet ettiklerini
bilirlerse, ilk iki şahidin yerine başka iki şahit geçirilir ve bu sefer
yeni şahitler ilk şahitlerden farklı olan şahitliklerini ortaya koyarlar.
Ama önce onlara da o konuda yemin verdirilir.
Bu iki ayetten anlaşılan anlam budur. Ayetin başındaki "Ey inananlar!"
ifadesi müminlere yönelik bir hitaptır. Yani hüküm sadece
müminlere mahsustur. Ayetteki "şehadet'u beynikum izâ
hazare aha-dekum'ul-mevtu hîn'el-vasiyyet'i isnan'i zevâ adl'in
minkum" ifadesinde, müptedanın haberi bölümünde muzaf takdir
edilmiştir; aslı şöyledir: "Şehadet'u beynikum... şehadet'u zevî
adl'in minkum." [Sizin aranızda gerçekleşecek şahadet... sizden
olan iki kişinin şahadetidir.] Veyahut müpteda olan "şehadet" kelimesi,
şahit anlamında kullanılmıştır. Bu durumda maksat, şahitlerin
sayı itibariyle iki olması gerektiğini vurgulamaktır. Dolayısıyla
mastar olan şahadet kelimesi, burada ism-i fail anlamında kullanılmıştır;
şu ifadelerde olduğu gibi: "Racul'un adl ve reculan-i adl"
(yani bir adil kişi ve iki adil kişi).
Ayette sözü edilen "ölümün gelip çatması" ifadesi, vasiyet etmeyi
gerektiren bir durumun ortaya çıkması anlamına gelen kinayeli
bir ifadedir. Çünkü insanlar doğal yapı olarak ölüm ihtimalini
ortaya koyan bir durum meydana gelmedikçe, bu tür meselelerle
meşgul olmaz-lar. Ölüm ihtimalini gündeme getiren durum ise,
normalde insanı ölümle karşı karşıya getirecek şekilde ağır hastalıktır.
Ayetteki "hîn'el-vasiyye=vasiyet edeceği zaman" ifadesi şahadet
kelimesi ile bağlantılı bir zarftır. Yani, "vasiyet edeceği zaman
olması gereken şahitlik" demektir. Yine ayetteki "adl" kelimesi -ki
mastardır- bir konu ile ilgili doğruluk demektir. Kelimenin kullanıldığı
yerin ortaya koyduğu ip uçtan, bu doğruluğun din ile ilgili
olduğu anlaşılıyor. Bundan da kesin olarak anlaşılıyor ki, ayetteki
"sizden" ve "sizden ol-mayanlar" ifadelerinden maksat, Müslümanlar
ile gayrimüslimlerdir, yoksa akrabalar ile aynı aşiretten
olanlar değildir.
Çünkü "isnani=iki kişi" ve "aherani= iki başka kişi" ifadeleri
birbirinin karşıtı olarak yer aldıktan sonra "isnani=iki kişi" ifadesi
"zevâ adl'in=adalet sahibi" ve "minkum=sizden" ifadeleri ile sıfatlandırıldığı
hâlde, "aherani=iki başka kişi" ifadesi "min
ğayrikum=sizden olmayan" ifadesi ile vasıflandırılmış, adil olmakla
sıfatlandırılmamıştır. Dinde doğ-ru olup olmamakla sıfatlanmak,
Müslüman'da ve Müslüman olmayanda farklılık gösterir. Aksi hâlde
eğer şahitler, şahit tutanın akrabaları veya kabilesinin mensupları
ise bunlarda adil olmayı gözetmek ve eğer şahitler adamın
yabancıları ise bu şartı gözetmemek yersiz olurdu.
Buna göre "ev aheran-i min ğayrikum=veya sizden olmayan iki
başka kişi" ifadesi, sıralama gözeten bir şıklara ayırmadır. Yani
eğer orada Müslümanlar varsa, onlardan iki kişiyi şahit tutar. Eğer
orada sadece gayrimüslimler varsa, onların ikisini şahit tutar. Bu
anlam incelikleri, konunun sağladığı karineden çıkıyor.
Yine aynı karine "in entum darabtum...=yeryüzünde yolculuk
ederken başınıza ölüm musibeti gelirse" ifadesinin "ev aheran-i
min ğayrikum=sizden olmayan iki başka kişi" ifadesi ile bağlantılı
bir kayıt olmasını gerektiriyor. Çünkü Müslüman, normal şartlarda
Müslüman toplumda yaşadığı için, yurdunda otururken Müslüman
olmayanlardan iki kişiyi şahit tutmak zorunda kalmaz. Ama yolculuk
ve gezgincilik durumu böyle değildir. Böyle durumlarda bu tür
olaylarla karşılaşılabilir, şahit ve benzeri ihtiyaçlar için gayrimüslimlerden
yararlanma zorunluluğu ortaya çıkabilir.
Makam karinesi, yani Allah'ın kelâmından edindiğimiz anlayışa
bağlı olarak hüküm ile konu arasındaki ilişkiden anlaşılıyor ki,
buradaki gayrimüslimlerle Ehlikitap kastediliyor. Çünkü yüce Allah'ın
kelâmı hiçbir zaman müşriklere keramet (üstünlük) atfetmez.
Ayetteki "namazdan onları alıkorsunuz." ifadesi, onları engellersiniz,
durdurursunuz demektir. Yani ifadede yer alan "hapsetmek"
durdurmak, alıkoymak demektir. "Allah'a yemin ederler"
yani şahitler... "eğer kuşkuya düşerseniz" yani vasinin vasiyetle ilgili
açıklaması veya vasiyet konusu olan mal ya da vasiyetin niteliği
hakkında şüpheye düşerseniz... Yapılacak yeminin içeriği ise,
"akraba da olsa, şahitliğimizi hiçbir paraya satmayacağız." ifadesidir.
Yani vasiyet eden kişinin iddiası hakkındaki şahitliğimizi, o
kişi akrabamız bile olsa, birkaç paraya satmayız.
Şahitliği az bir bedel karşılığında (birkaç para için) satmak
demek şahidin mal, mevki veya akrabayı kayırma duygusu ile şahitliğinde
doğrudan sapması demektir. Böyle olunca dünyevî bir
bedel karşılığında şahitliğini harcamış olur ki, o bedelin miktarı ne
olursa olsun, Kur'ân deyimi ile "az bir bedel"dir.
Bir tefsir bilgini bu yemin metnindeki "bi-hi" zamirinin yemine
raci olduğunu ileri sürmüştür. O zaman yeminin anlamı "Bu yeminimizi
az bir bedel karşılığı satmayız" şeklinde olur. Bu yorum,
yeminin iki kere yapılmasını gerektirir ki, ayette buna dair bir delâlet
yoktur.
"Allah'ın şahitliğini saklamayacağız." Yani gerçeğe aykırı şahitlik
yapmayız. "yoksa biz elbette günahkârlardan oluruz." Yani
günah yüklenmiş oluruz. Bu cümle, "şahitliğimizi hiçbir paraya
satmayacağız." ifadesine matuftur ki, açıklama amaçlı atıf gibi bir
konuma sahiptir.
"Allah'ın şahitliği" ifadesinde şahitliğin Allah'a izafe edilmesinin
iki anlamı olabilir. Birincisi, olup bitenlere şahitler nasıl şahit
ise Allah da şahittir. Bu anlamda şahitlik şahitlerin olduğu gibi Allah'ın
da şahitliğidir. Aslında onun malik olma önceliği olduğu için
bu şahitlik gerçekten ve asaleten Allah'a ve tabaiyyet yolu ile şahitlere
aittir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şahit olarak Allah
yeterlidir." (Nisâ, 79) "İnsanlar O'nun bilgisinin sadece dilediği
kadarını kavrayabilirler." (Bakara, 255)
Şahitliğin Allah'a izafe edilmesinin öbür anlamı şu olabilir: Şahitlik,
Allah'ın kulları üzerindeki bir hakkıdır. Kulların bu görevi değiştirmeksizin
ve saklamaksızın yerine getirmeleri gereklidir. O
zaman Allah'ın şahitliği demek, Allah'ın dini demek gibi bir anlam
taşır. Bu deyimde din Allah'a izafe ediliyor. Oysa onun bağlıları kullarıdır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şahitliği Allah için
yapın." (Talâk, 3) "Sakın şahitliği saklamayın." (Bakara, 283)
"Eğer daha sonra bu şahitlerin günah işledikleri anlaşılırsa..."
Ayetin orijinalinde geçen "usire" fiilinin mastarı olan "usûr" kelimesi,
"ala" harf-i cerr edatı ile kullanıldığında, bilmek ve bulmak
anlamına gelir. Bu ayet, şahitlerin ihanet ettikleri ve şahitliklerinde
yalan söylediklerinin ortaya çıkması ile ilgili hükmü bildiren bir
açıklamadır.
"İstehakka ismen" yani ihanet ettiler, günah işlediler.
"İstehakk'ar-racul" ifadesi, "kişi günah işledi" anlamına gelir.
"İstehakka fulan'un ismen alâ fulan" ifadesi, kinaye yoluyla birinin
bir başkası hakkında cinayet işlediği ve ona hıyanet ettiği anlamında
kullanılır. İşte bu yüzden "istahakka aleyhim'ulevleyani=
ölüye ve vasiyete daha yakın olan iki şahidin yalan söyleyerek
ve hıyanet ederek haklarını çiğnedikleri" ifadesinde,
"istahakka" fiili "alâ" edatıyla geçişli kılındı. Aslında "ista-hakk'arraculu"
ifadesi, kendi hakkında günah veya cezanın ispatlanmasını
ve onu hakettiğini istemesi anlamına gelir. Dolayısıyla bu ifadenin
kinaî kullanımı, talebin söz konusu edilip matlubun irade edilmesi;
araç ve yolun, amaç ve hedef yerine konuluşuna örnek teşkil
eder.
"İstehakka ismen" ibaresinde "ism (=günah)" kelimesine yer
veril-mesi, daha önceki yemin metnindeki "yoksa biz elbette günahkârlardan
oluruz." ifadesine dayanır.
"iki başka kişi onların yerine geçer." Yani ilk iki şahidin yalan
söyledikleri ve hainlik ettikleri tespit edildiği takdirde, başka iki
şahit onların yerine geçer ve ilk iki şahidin yalan söylediklerine ve
hıyanet ettiklerine dair onların aleyhinde yemin ederek şahitlik
yaparlar.
"(vasiyete) daha yakın olan iki kişinin (şahidin) haklarına tecavüz
etmek istediği kimselerden olmak üzere..." Bu ifade, hâl
konumundadır. Yani bu yeni iki şahit, ölüye vasiyet bakımından
öncelikli ve yakın olan ilk iki şahidin şahitliklerinden zarar gördükleri
kimselerden olmak üzere. Fahr-i Razi, tefsirinde bu ifadeyi bu
şekilde açıklamıştır.
İlk iki şahidin zarar dokundurduğu kimselerden maksat, ölünün
velileri ve yakınlarıdır. Ayetin özetle anlamı şudur: Eğer iki şahidin
yalan söyleyerek ölünün yakınlarına haksızlık ettikleri belirlenirse,
günaha girdikleri ortaya çıkmadan önce ölüye daha yakın olan bu
ilk iki kişinin haksızlık ettiği ölü yakınlarından iki başka şahit, ilk
iki şahidin yerine geçer.
Bu anlam, ifadedeki "istahakka" fiili malum kalıbında okunduğu
takdirde böyledir. Bu okunuş, Hafs tarafından rivayet edilen
Asım'ın okuyuş biçimidir. Ama cumhurun kıraat biçimi, meçhul
kalıbındadır; yani "ustuhikka" şeklindedir. Bu durumda, anlaşıldığı
kadarıyla "evle-yan" kelimesi, geriye bırakılmış müptada ve
"feaheran-i yekûmani..." ifadesi, öne geçirilmiş haber olur. Haber
cümlesinin öne geçmesinin sebebi ise, ona yapılmak istenen vurgudur.
O hâlde ayetin anlamı şöyle olur: Eğer bu şahitlerin günah
işledikleri anlaşılırsa, artık ölüye yakın olan, iki başka kişi olur.
Haklarına tecavüz edilmek istenen ölünün velilerinden olan bu iki
kişi, ilk iki şahidin yerine geçer.
Ebu Bekir, Hamza, Halef ve Yakup yolu ile gelen bir başka rivayete
göre söz konusu kelime Asım tarafından "evvelîn" şeklinde,
yani "ahir" kelimesinin zıddı olan "evvel" kelimesinin çoğul
sıygası olarak okunmuştur. O zaman ölünün velileri, önde gelenle
ri anlamına gelecek olan bu kelime, "ellezîne" edatının sıfatı veya
bedeli konumunda olur.
Tefsirciler, bu ayetin bölümlerinin edebiyat açısından değerlendirme
hususunda o kadar çok alternatifler ileri sürmüşler ki,
eğer ayetle ilgili tam anlam elde etmek için bu alternatifleri birbirine
eklersek, yüzlerce değişik edebî değerlendirme ortaya çıkar.
Nakledildiğine göre Zeccac bu ayetin terkip bakımından en zor
Kur'ân ayeti olduğunu söylemiştir.
Biz burada ayetin hiçbir zorlamaya girişmeksizin ilk plânda anlaşılan
anlamına yer verdik, tefsircilerin ileri sürdükleri diğer muhtemel
anlamları araştırmaya kalkışmadık. Çünkü bu anlamları
çoğaltmak, ifadeyi daha belirsiz hâle getirip okuyucuyu daha çok
şaşkınlığa düşürmekten başka bir şey kazandırmaz.1
"Allah'a yemin ederler" cümlesi, "iki başka kişi onların yerine
geçer" cümlesinin uzantısı ve ilk cümle sebep, ikinci cümle ise
sonuç konumundadır. "Allah'a yemin ederler." Yani ölünün yakınlarından
o-lan sonraki iki şahit, "bizim şahitliğimiz" önceki şahitlerin
yalancılıklarını ve ihanetlerini içermesi bakımından, "onların
şahitliğinden daha gerçektir." Yani ilk iki şahidin vasiyet konusundaki
iddiaları bakımından daha doğrudur. "Biz hakka tecavüz
etmedik." yani o iki şahidin şahitliklerinin tersine olan şahitliğimizde
onlara haksızlık etmedik. "Yoksa biz elbette zalimlerden
oluruz."
"Bu, şahitliği gerektiği gibi yapmalarına veya yeminlerinden sonra
yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına daha yakın ve uygundur."
Bu ayet, bu hükmün ortaya konmasının hikmetini açıklıyor. Denmek
istenen şudur: Yüce Allah'ın düzenlediği tarzı ile bu hüküm,
gerçeğe ulaştıracak en güvenilir yoldur. Şahitlerin, şahitliklerinde
haksızlığa düşmemeleri, şahitlikleri kabul edildikten sonra durumda
değişiklik meydana gelerek şahitliklerinin reddedilmesinden
çekinmelerini sağlayacak en etkili metottur.
Sebebine gelince, insan ihtiras sahibidir. Bu ihtiras onu elinden
geldiği oranda şahsî menfaat sağlamaya, arzu ettiği her şeyi
1- İhtimalleri bilmek isteyen, Alûsî'nin Ruh'ul-Maâni adlı tefsirinin yedinci
cildine, Mecma'ul-Beyan tefsirine, Fahreddin-i Razi'nin tefsirine (el-Kebîr Tefsiri)
ve bu hususta ayrıntılara yer veren diğer tefsir kitaplarına başvurabilir.
ele geçirmeye çağırır. Eğer onu böyle davranmaktan caydıracak
bir engel olmazsa yapacağı budur. İnsan bu şekilde şahsî menfaati
peşinde koşarken, bu menfaatin hakkı olup olmadığına
bakmaz. Bu uğurda başkalarının hakkına tecavüz etmekten, zulümden,
saldırganlıktan çekinmez. Onu saldırganlıktan caydırmanın
iki yolu vardır. Ya siyasî, cezaî ve toplumsal kınama şeklinde
ortaya çıkan dış kaynaklı bir engel devreye girer veya kendi vicdanı
haksızlık yapmasına engel olur. En etkili vicdanî engel, Allah inancıdır.
Çünkü kulların varacakları son yer, davranışlarının hesabının
görüleceği, kesin hükme bağlanacağı ve karşılıklarının tam
olarak verileceği nihaî makam, Allah'ın huzurudur.
Vasiyet konusunda gerçeği bilmenin ve doğrunun ortaya çıkarılmasının,
ölünün vasiyet ettiği iki şahidin şahitliğinden başka bir
yolu olmadığı böyle bir durumda, bu şahitlikleri doğruya en yakın
bir niteliğe kavuşturmanın en kesin çaresi, ilk olarak o iki şahidin
Allah'a olan imanlarından yararlanmaktır ve O'na dayanmaktır ki,
bu onları Allah'a yemin ettirmekle gerçekleşir; ikinci olarak da yalan
söyledikleri ortaya çıktığı takdirde, onların yerine ölünün vârislerinin
yeminine başvurmakla olur.
Bu uygulama, yani önce ölünün tuttuğu şahitlere yemin ettirmek,
arkasından mirasçılara yemin verdirme uygulaması, her iki
şahit çiftinin doğruyu söylemelerini sağlayacak, yeminlerinin reddedilmesinin
getireceği rezillikten sakınmalarını temin edecek en
etkili ve caydırıcı faktördür.
Yüce Allah bu ayeti "Allah'tan korkun ve O'nu dinleyin. Allah,
yoldan çıkan topluluğu doğru yola iletmez." şeklindeki öğüt ve
uyarı içerikli bir ifade ile noktalıyor. Bu ifadenin anlamı açıktır.
"Allah'ın, elçileri toplayacağı gün(den korkun ki, Allah), 'Size ne cevap
verildi?' diye soracak. Onlar da 'Hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz ancak
sen gaybleri bilensin' derler." Bu ayetin anlamı önceki ayetle bağlantılı
olmayı reddetmiyor. Çünkü bir önceki ayetin, "Allah'tan korkun
ve O'nu dinleyin." şeklindeki son cümleleri, gerçi mutlak anlamlıdır,
ama bulundukları yere uyarlandıkları takdirde şahitlikte doğrudan
sapmaya ve yemini hafife almaya yönelik bir yasaklama
mesajı taşıdıkları açıkça görülür.
Bundan dolayı burada yüce Allah ile peygamberleri arasında
kıyamet günü yaşanacak olan şahitlik konulu bir diyaloğu gün
deme getirmek son derece uygundur. O peygamberler ki, ümmetleri
hakkında şahitlik edecek en öncelikli ve yetkili şahsiyetlerdir.
Yüce Allah, kıyamet günü peygamberlere, ümmetlerinden ne cevap
aldıklarını soracak. Çünkü peygamberler, ümmetlerinin davranışlarını
en iyi bilen ve Allah tarafından onlar hakkında şahit
olmakla görevlendirilmiş kimselerdir. Peygamberler, Allah'ın bu
yoldaki sorusunu, "Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz ancak sen
gaybleri bilensin." şeklinde cevaplandıracaklardır.
Durum böyle olunca ve yüce Allah her şeyi hakkı ile bildiğine
göre şahitlere yaraşan tutum, Rablerinin huzuruna çıkacakları
günden korkarak yüce Allah'ın bilmelerini nasip ettiği gerçekten
sapmamaları ve Allah'ın şahitliğini saklayarak günahkârlardan,
zalimlerden ve fasıklardan olmamalarıdır.
"Allah'ın, elçileri toplayacağı gün... (yevme yecmeullah'urrusul)"
ifadesi, bir önceki ayetin sonundaki "Allah'tan korkun...
(ittekullah)" ifadesi ile bağlantılı bir zarftır. Bu ifadede "Allah'ın
peygamberlere diyeceği gün" yerine, peygamberleri bir yere toplayacağını
bildirmesi, şahitlerin şahitlik için bir araya getirilmesine
uygun düşmesinden dolayıdır. Nitekim "Namazdan sonra onları
alıkorsunuz; onlar da... Al-lah'a yemin ederler." ifadesi bu noktaya
işaret eder.
Kıyamet günü peygamberler, "Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz
ancak sen gaybleri bilensin." şeklindeki cevapları ile kendilerinin
bilgisiz olduklarını vurguladıktan sonra gayblere ilişkin bilginin
tümünün sırf Allah'a mahsus olduğunu dile getirecekleri bildiriliyor.
Bu ifadeden, bilginin özünden yoksun olduklarını kastetmedikleri
anlaşılıyor. Çünkü "şüphesiz ancak sen gaybleri bilensin."
ifadesi, bilgi sahibi olmayı reddetmenin sebebini bildiriyor.
Bilindiği gibi bütün gayb ilimlerinin Allah'a mahsus olduğunu
vurgulamak, O'nun dışındakilerin hiçbir şey bilmediklerini söylemiş
olmayı gerektirmez. Özellikle şahitlikle ilgili bilgi söz konusu
olduğunda böyle bir şey düşünülemez. Zaten ayette peygamberlerden
istenen bilgi, yani insanların çağrılarına nasıl karşılık verdikleri
meselesi, şahitlik kapsamına giren bir bilgi türüdür, gayb
kapsamına giren bilgilerden değildir.
Dolayısıyla peygamberlerin "Bizim hiçbir bilgimiz yok"
şeklindeki sözleri mutlak anlamdaki bilgiyi değil, gayb ile şu ya da
deki sözleri mutlak anlamdaki bilgiyi değil, gayb ile şu ya da bu
oranda ilişkisi olan gerçek anlamdaki bilgiyi reddediyor. Bilindiği
gibi ilim, sebepleri ile ve bağlantıları ile ilişkili olduğu oranda sahibine
gerçeği açıklar. Objektif gerçek, dış dünyada meydana gelen
meselenin öncesinde bulunan ve eş zamanlı olarak onu kuşatan
unsurların bütünü ile bağlantılıdır. Buna göre dış dünyadaki
herhangi bir meseleyi gerçek anlamda bilebilmek, ancak önce bütün
varlık unsurlarını, sonra da tam olarak kuşatılması mümkün
olmayan yaratıcısını kuşatmakla mümkündür ki, böyle bir bilgiye
sahip olmak insan kapasitesinin dışındadır.
İnsan bu uçsuz bucaksız kâinatı, onda yer alan gezegenleri ve
galaksileri düşününce hayretten dona kalıyor. Arkasından kâinatı
oluşturan elementleri incelediğinde, aklını oynatacak gibi oluyor.
Galaksilerden elementlere uzanan bu iki varlık kutbu arasına gidip
geldiğinde, şaşkınlıktan kendini kaybedecek gibi oluyor. İşte
bu engin kâinatla ilgili olarak insana verilen bilgi son derece azdır,
hayatı boyunca muhtaç olacağı kadardır. Bu bilgi, zifiri karanlık
gecede yolculuk yapan bir kişinin sadece ayağını bastığı yeri aydınlatabilen
cılız bir mum ışığına benzer.
Buna göre insan bilgisinin konusu olan her şey, varlığı ve
meydana gelişi itibarı ile çevresindeki varlıklarla, çevresindeki varlıklar
da onların çevresindeki varlıklarla sıkı sıkıya ilişkilidir. Bu
çevre ilişkisi genişleyip gider. Bunların hepsi insan idrakine kapalı
gayb alanına girer. Buna göre bir şeyin kelimenin tam anlamı ile
bilgi alanına girebilmesi için, bu bilginin varlıktaki bütün gaybleri
kapsaması gerekir. Bu kadar geniş bir bilgiye sahip olmak, insan
olsun, başkası olsun, hiçbir kapasitesi sınırlı ve belirli yaratık için
mümkün değildir. Böylesine sınırsız bir bilgiye sadece yüce Allah
sahiptir. O Allah ki, tektir, ezici iradenin sahibidir, gayblerin anahtarları
yanındadır ve o gaybleri kendisinden başka bilen yoktur.
Nitekim yüce Allah, "Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216)
buyuruyor. Bu ayet, cahilliğin insan tabiatının ayrılmaz bir parçası
olduğuna, ona ancak sınırlı ve belirli miktarda bilgi verildiğine delildir.
Yüce Allah bu gerçeği vurgulamak üzere, "Kâinatta varolan
her şeyin hazinesi, ana kaynağı bizim katımızdadır ve biz her şeyi
size belirli bir ölçüye göre indiririz." (Hicr, 21) buyuruyor.
İmamın (a.s), yüce Allah'ın niçin kendisini yaratıklardan, in
sanlardan sakladığı yolundaki soruya verdiği "Çünkü yaratıkların,
insanların temel yapısı cehalet esası üzerine kuruludur." şeklindeki
cevabı da bu gerçeği dile getiriyor. Başka bir ayette, "İnsanlar
onun bilgisinin sadece dilediği kadarını kavrayabilirler." (Bakara,
255) buyuruyor. Bu ifade, bilginin bütünü ile Allah'a ait olduğuna
ve insanların ancak O'nun bilgisinin dilediği kadarına sahip olabileceklerine
delildir. Başka bir ayette ise, "Size bilginin çok az bir
bölümü verilmiştir." (İsrâ, 85) buyruluyor. Bu ifade, aslında bilginin
çok miktarda olduğuna, fakat insana bunun sadece az bir diliminin
verildiğine delâlet eder.
O hâlde işin gerçeği şu ki, gerçek ilim Allah'tan başkasında
bulunmaz. Öte yandan kıyamet günü, o günü anlatan ayetlerde ifade
edildiği üzere her şeyin gerçek mahiyeti ile ortaya çıkacağı
bir gün olması hasebi ile sadece doğru olan söz söylenir. Nitekim
yüce Allah o gün hakkında, "O gün Allah'ın izin verdiklerinin dışında
hiç kimse konuşamaz ve konuşmasına izin verilenler de
doğruyu söylerler." (Nebe', 38) buyuruyor.
İşte bundan dolayı peygamberler, "Size ne cevap verildi?" şeklindeki
soruyu kendilerinin bilgisi olmadığı şeklinde cevaplandıracaklardır.
Bu cevap doğrudur. Çünkü bu konudaki bilgi gayb alanına
girer. Böyle olduğu için "Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz ancak
sen gaybleri bilensin." diyerek o konudaki bilginin Allah'a ait
olduğunu ifade edeceklerdir.
Peygamberlerin bu cevabı Allah'ın yüceliği önünde bir tür boyun
eğme, mevlâları karşısında muhtaç ve yok mesabesinde olduklarına
yönelik bir itiraf olduğu kadar Allah'ın huzurunda takınılacak
edebin gereği ve durumun bütün çıplaklığı ile açıklanmasıdır.
Yoksa arkasından başka hiçbir cevap verilmeyecek olan nihaî
bir cevap değildir.
Bu cevabın son cevap olmadığının gerekçeleri şunlardır:
1- Yüce Allah, peygamberleri ümmetleri üzerinde şahit kılmıştır.
Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Her ümmetten şahit getirdiğimiz
ve seni de bunlara şahit olarak getirdiğimiz zaman (hâlleri)
nice olacak?" (Nisâ, 41) "Kitap ortaya konur, peygamberler ve şahitler
getirilir." (Zümer, 69) Peygamberleri şahitlikle görevlendirmenin
tek anlamı, o gün onların ümmetleri hakkında şahitlikte bu
lunmalarıdır. O gün, onların Allah'ın takdiri uyarınca bu şahitliği
yapacakları şüphesizdir.
Buna göre onların "bizim hiçbir bilgimiz yok" demeleri, o gün
yetkiyi ve egemenliği bütünü ile elinde bulunduracak olan gerçek
hükümdar önünde takınılacak bir kulluk edebi olduğu kadar, aynı
zamanda gerçek durumun dile getirilmesidir. Gerçek durumdan
kastettiğimiz şudur: Zatî bir sıfat olarak ilim sahibi olan tek O'dur.
O'nun dışındakiler O'nun bağışladığı kadarı ile bilgi sahibi olabilirler.
Peygamberlerin bu ilk cevaptan sonra ümmetlerinin durumu
ile ilgili olarak kendilerine bağışlanan bilgiye dayalı bir cevap vermelerinde
bir sakınca yoktur.
Bu söylediklerimiz, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, siz
insanlara şahit olasınız ve Peygamber de size şahit olsun." (Bakara,
142) ayetinin tefsiri sırasında yapmış olduğumuz incelemeyi teyit
eder. O incelemede bu bilginin ve şahitliğin bizim bildiğimiz anlamdaki
bilgi ve şahitlik türünden olmadığını, bunların sırf Allah'a
mahsus bir bilgi türü olduğunu ve Allah'ın bu bilgi türünü bazı seçkin
kullarına bağışladığını belirtmiştik.
2- Yüce Allah, kendine yakın kulların kıyamet günü kendileri
ile ilgili konularda bilgi sahibi olduklarını bildirmiştir. Şu ayetlerde
bu gerçek vurgulanıyor: "Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler
ki: 'Siz Allah'ın hükmü uyarınca belirlenen yeniden dirilme
gününe kadar kaldınız." (Rûm, 56) "Bu setin tepelerinde her iki
grubu simalarından tanıyan kimseler vardır." (A'râf, 46) "Allah dışında
taptıkları sözde ilâhlar şefaat yetkisine sahip değildirler.
Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf,
86)
İsa Peygamber (a.s) bu ayetin kapsamına girenlerdendir. Çünkü
o bir peygamberdir ve bilerek hakka şahitlik edenlerdendir.
Yüce Allah başka bir ayette, "Peygamber dedi ki, kavmim bu
Kur'ân'ı büsbütün terk etti." (Furkan, 30) Buradaki "Peygamber"den
maksat bizim Peygamberimizdir. Burada Peygamberimizin (s.a.a)
dilinden nakledilen söz, aynı zamanda incelemekte olduğumuz
ayetteki, "Size ne cevap verildi?" sorusunun cevabıdır. Bütün bunlardan
ortaya çıkıyor ki, peygamberlerin "Bizim hiçbir bilgimiz
yok." şeklindeki cevapları nihaî cevap değildir.
3- Kur'ân'da peygamberlerin ve ümmetlerin her ikisinin de
sorguya çekilecekleri bildiriliyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kendilerine peygamber gönderilenleri de, peygamberleri de sorguya
çekeceğiz." (A'râf, 6) Bunun yanı sıra kendilerine peygamber
gönderilmiş ümmetlerin çok sayıda soruya verdikleri çok sayıda
cevaptan söz ediliyor. Cevap ise bilgiyi gerektirir. Soru da bilginin
varlığına yönelik bir işarettir. Nitekim ümmetler ile ilgili olarak
şöyle buyruluyor: "Sen daha önce bu durumdan habersizdin. Biz
senin gözündeki perdeyi kaldırdık. Bugün görüşün keskindir."
(Kaf, 22) "Günahkârları, Rablerinin huzurunda utançtan başlarını
öne eğmiş olarak 'Rabbimiz gördük, işittik. Şimdi bizi dünyaya
geri gönder de iyi işler yapalım, şimdi kesin olarak inandık' derken
bir görsen." (Secde, 12) Bu anlamda daha birçok ayet vardır.
Kıyamet günü ümmetler -özellikle onların günahkârları- bilgi
sahibi olacaklarına göre, peygamberlerin bilgiden yoksun olacakları
nasıl tasavvur edilebilir? O hâlde yukarıdaki açıklamamızın
doğruluğunu kabul etmek gerekir.
ŞAHİTLİĞİN ANLAMI ÜZERİNE
İçinde yaşadığımız toplum ve hayatın çeşitli alanlarındaki etkin
güçler arasındaki etki-tepki ilişkileri, bizleri kaçınılmaz olarak
anlaşmazlıklara ve çatışmalara sürükler. İçimizden birinin elindeki
menfaat kaynağına başkası ya ortak olmak veya o menfaati tek
başına elde etmek ister. Bunun için menfaatin çekiciliğine kapılan
kişi onun ilk sahibi ile çatışmaya girer. Bu çatışmaların ortadan
kalkması için insanın yargının ve hüküm vermenin gerekliliğini
kabul etmesi zorunlu olmuştur.
Yargının başta gelen ihtiyacı, meydana gelen davaların ve olayların
oldukları gibi saklanması, değiştirme ve çarpıtma girişimlerinden
zarar görmelerini önleyecek şekilde zapta geçirilmeleridir.
Hâkimlerin doğru karar verebilmeleri için bu şarttır. Bunda hiç
kimsenin şüphesi olamaz.
Bunun için olaylarla ilgili şahitlik kurumunun işlemesi gerekir;
yani bir insanın olayı bilmesi, görmesi ve bu bilgisini taşıması ve
gerektiği zaman bu bilgisini yetkililere sunması icap eder. Olayları
yazıya geçirmek de bir zaptetme yoludur. Ayrıca insanlığın bulduğu
başka zaptetme metotları da kullanılabilir.
Mâide Sûresi 106-109 ........................................................ 281 Fakat şahitlik, diğer zaptetme ve koruma metotlarından birkaç
bakımdan ayrılır. Birincisi, şahitlik dışındaki metotlar insanlar
arasında hâlâ yaygın değildir. Bunların en yaygını ve en bilineni
olan yazıya geçirme metodu bile günümüze kadar bütün insanları
kapsamına almış değilken, diğer metotların yaygın kullanımından
nasıl söz edilebilir? Fakat şahitlik ve bilgiyi taşıma metodu böyle
değildir.
İkincisi, şahidin sakladığı ve hafızasına yerleştirdiği bilgileri
sözlü olarak ifade etmesi anlamına gelen şahitlik yazıya geçirme
ve diğer bilgi zaptetme ve saklama metotlarına göre bozulma ve
çeşitli kazalara maruz kalma ihtimallerinden daha uzaktır.
Bundan dolayı hiçbir milletin, şahitlik kurumuna önem vermekten
geri durmadığını görürüz. Toplumlar arasındaki derin gelenek,
millî haslet, geri kalmışlık ve ilerlemişlik farklılıklarına
rağmen şahitlik hepsinde geçerliliğini korumaktadır.
Bu konuda göz önünde tutulan ölçü, şahitliğine başvurulacak
kişinin milletin bir ferdi ve toplumun parçası olmasıdır. Bundan
dolayı meselâ bulûğ çağına ermemiş çocukların ve ne dediğini
bilmeyen delilerin şahitlikleri kabul edilmez. Bazı ilkel toplumlarda
da kadınların şahitliği geçerli sayılmaz. Çünkü o toplumlarda
kadınlar o toplumun bir parçası kabul edilmez. Romalılar ve Grekler
gibi eski kavimlerde çoğunlukla bu tür uygulamalar ve gelenekler
geçerli idi.
Fıtrat dini olan İslâm ise şahitliğe önem verir ve diğer bilgi
saklama metotları arasında ona delil olma ayrıcalığı tanır. Diğer
bilgi saklama metotlarına ise bilgi sağladıkları oranda itibar eder.
Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Şahitliği Allah için yerine getirin." (Talâk,
2) "Şahitliği saklamayın. Kim şahitliği saklarsa, onun kalbi günahkârdır."
(Bakara, 283) "Onlar ki, şahitlik görevlerini yerine getirirler."
(Meâric, 33)
İslâm, zina dışındaki bütün davalarda iki kişinin şahitliğini geçerli
sayar. Maksat şahitlerin birinin öbürünü teyit etmesidir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: "(Bu işleminize) erkeklerinizden
iki şahit tutun. Eğer iki erkek yoksa, razı olduğunuz şahitlerden
bir erkek, iki kadın şahitlik etsin, ta ki kadınlardan biri şaşırırsa,
diğeri ona hatırlatsın. Şahitler çağrıldıkları zaman gelmekten ka
çınmasınlar. Az olsun, çok olsun, onu süresine kadar yazmaktan
üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adaletli, şahitlik için daha
sağlam ve kuşkulanmamanız için de elverişlidir." (Bakara, 282)
Ayette ifade ediliyor ki, burada açıklanan ve göz önüne alınan
şahitlikle ilgili hükümler -ki, bu hükümler arasında iki kişi olsunlar
diye birinin yanına öbürünü katmak da vardır- adalete, şahitliğin
yerine getirilmesine ve şüpheyi gidermeye en uygun hükümlerdir.
Öte yandan İslâm, toplumun ferdini belirlerken, başka bir deyişle
insan toplumunu oluşturan tekleri belirlerken, kadını da onun
bir parçası saydığı ve onu da bu hükmün kapsamı içinde bildiği
için ona erkekle birlikte şahitlik hakkı tanımıştır. Fakat oluşturduğu
toplumun duygusallık yerine aklı yürütmeye dayanmasını
ön gördüğü için ve kadının da duygusal yanı ağır bastığı için ona
erkeğin yarısı oranında hak ve ağırlık vermiştir. Bunun sonucu olarak
iki kadının şahitliğini bir erkeğin şahitliğine denk saymıştır. Nitekim
yukarıdaki ayette geçen, "biri şaşırırsa, diğeri ona hatırlatsın"
ifadesi bu noktaya işaret ediyor.
Tefsir kitabımızın dördüncü cildinde İslâm'da kadın hakları
konusunda yaptığımız incelemede bu hususa ışık tutacak bilgiler
vermiştik. Şahitlik konusunda ayrıntılara ait birçok hüküm vardır
ki, bunlar fıkıh kitaplarında geniş biçimde ele alınmaktadır ve bizim
bu incelememizin amacı dışında kalmaktadır.
ADALET ÜZERİNE
İslâm hükümlerini inceleyenler incelemeleri sırasında adalet
kelimesi ile sık sık karşılaşırlar. Kimi zaman incelemeyi yapanların
anlayış farklarına bağlı olarak bu kelimenin farklı tanımlarına,
değişik açıklamalarına rastlanır. Fakat bu kavramın tahlilinde ve
İslâm'ın temel dayanağı olan fıtratla bağdaştırılarak kazandığı geçerlilik
niteliği biçiminde Kur'ân'a dayalı olan bu incelememizde
başka bir yol izlememizin uygun olacağını düşünerek şöyle
diyoruz:
Yüce ve alçak tutumlar ile ifrat ve tefrit kutupları arasında itidal
ve ortalama nokta anlamına gelen adaletin insan toplumlarında,
gerçek değeri ve büyük bir ağırlığı vardır. Ortalama kitle,
sosyal birleşimin temel unsurunu oluşturur. Toplumda yüce değer
lerle donanmış ve varılması amaçlanan ideal noktayı temsil eden
fertler her zaman az sayıda olur. Toplumun ender rastlanan fertleri
her ne kadar sosyal yapının temel unsurlarını oluşturursa da
toplum böylesine az bulunan fertlerden meydana gelmez, oluşumunu
sadece bunlara bağlayamaz.
Öte yandan toplumun öbür kutbunda ahlâksız ve seviyesi düşük
fertler yer alır. Bunlar sosyal hakları gözetmezler. Toplumun
ortalama ideallerini şahıslarında gerçekleştirmezler. Sosyal hayatın
şartı olan temel kuralları gözetme arzusu gözetmezler. Toplumu
çökerten ve unsurları arasındaki bağları koparan çeşitli suçları
işlemelerine engel tanımazlar. Kısacası bunların toplumun bir
parçası olmalarına güvenilmez, faydalı etkilerine ve iyi öğütlerine
güven olmaz.
Bu iki zıt kutup bir yana bırakılırsa, hüküm ortalama fertlere
göre olur. Toplumun yapısını bu fertler ayakta tutar. Toplumun
amaçları ve idealleri bu fertlerde gerçekleşir. Güzel sonuçları bunlarda
görülür ki, toplumun parçaları ve organları bu güzel sonuçları
elde etmek ve bunlardan yararlanmak için bir araya gelmiştir.
Bütün bu söylediklerimiz bu konuya eğilen toplumsal herkesin
ilk bakışta kabul edeceği, şüpheye düşmeden onaylayacağı gerçeklerdir.
Herkes zorunlu olarak kabul eder ki, sosyal hayatta davranışlarına
güven duyulacak, orta yolu benimsemiş, kanunları, geçerli
gelenekleri ve ahlâk kurallarını pervasızca çiğnemekten kaçınacak,
hükümet yargı ve şahitlik gibi çok sayıda alanda bir oranda
umursamazlığa ve laubaliliğe kapılmayacak mutedil fertlere ihtiyaç
vardır.
İşte İslâm, fıtrat nazarında bedihî olan veya bedihîye yakın bir
derecede olan bu hükmü, şahitler için geçerli saymıştır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: "İçinizden iki adil kişiyi şahit tutun.
Şahitliği Allah için yapın. Allah'a ve ahiret gününe inananlara verilen
öğüt budur." (Talâk, 2) "Ey inananlar! Sizden birinize ölüm gelip
çatınca, vasiyet edeceği zaman aranızda olması gereken şahitlik,
sizden adalet sahibi olan iki kişinin şahadetidir." (Mâide,
106) Her iki ayette de müminlere hitap ediliyor. Söz konusu iki şahidin
adil kişiler ve müminlerden olmasının şart koşulması, bu
şahitlerin dinî toplumlarına nispetle mutedil ve ortalama bir durumda
olmaları demektir.
Milliyet ve kavmiyet esasına dayalı toplumlara gelince, İslâm
bu toplumlarda geçerli olan din dışı bağları nazarı itibara almaz.
Anlaşılan o ki, dinî toplumun ölçülerine göre bu şahitlerin mutedil
ve ortalama durumda olmaları demek, onların dindarlıklarına güvenilir,
dinde mahvedici büyük günah sayılan kötülüklerden sakınan
kimseler olmaları demektir. Nitekim yüce Allah, "Eğer size
yasak edilen günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük
günahlarınızı bağışlarız ve sizi şerefli ve güzel bir yere sokarız."
(Nisâ, 31) buyuruyor. Büyük günahların anlamını bu ayetin tefsiri sırasında
dördüncü ciltte anlatmıştık.
Şu ayette bu anlam ifade edilmektedir: "İffetli kadınları zina
etmekle suçladıktan sonra bu konuda dört şahit gösteremeyenlere
seksen kırbaç vurun ve artık şahitliklerini hiç kabul etmeyin.
Onlar yoldan çıkmış kimselerdir. Yalnız bu iftira suçunun arkasından
tövbe ederek tutumlarını düzeltenler bu hükmün kapsamı
dışındadırlar. Çünkü Allah affedici ve merhametlidir." (Nur, 5)
"Şahitlerden razı olduğunuz..." (Bakara, 282) ayeti de, inceleme
konumuz olan ve adaletli olmayı şart koşan ayetle aynı anlamı ifade
ediyor. Çünkü burada söz konusu edilen razı olma, dinî toplumun
vereceği bir rızadır. Dinî toplum ise dine dayanması hasebi
ile sadece din alanındaki davranışları güvenilir olan kimselere onay
verir. Bu, bilinen bir gerçektir.
İşte fıkıhta "adalet melekesi" diye adlandırdığımız sıfat budur.
Bu sıfat, ahlâkî anlamda adalet melekesinden farklıdır. Fıkıh alanında
söz konusu olan adalet, çevrenin görüşüne göre büyük günahlardan
caydıran bir nefis yapısına sahip olmaktır. Ahlâkî adalet
ise, gerçek anlamda insanda kökleşen bir meleke demektir.
Bu incelemede anlatmaya çalıştığımız adalet, Ehlibeyt İmamlarından
(hepsine selâm olsun) gelen rivayetlerde tarif edilen adalettir.
Meselâ Men La Yahzuruh'ul-Fakih adlı eserde müellif kendi
rivayet zinciriyle İbn-i Ebu Yafur'dan şöyle rivayet eder: "İmam
Cafer Sadık'a (a.s), 'Bir kişinin Müslümanlar tarafından adil olduğu
ne ile anlaşılacak ki, onun onların lehinde veya aleyhindeki
şahitliği kabul edilebilsin?' diye sordum. Bana şu cevabı verdi:
kabul edilebilsin?' diye sordum. Bana şu cevabı verdi: Müslümanlar
onu terk etmesi [=görünür günahları olmaması], iffetlilik
[=kaçınması], karnına, edep yerine, eline ve diline hâkim olması
ile, içki içmek, zina etmek, faizcilik, ana-babaya asi olmak, savaştan
kaçmak gibi Allah'ın cehennem azabı ila tehdit ettiği büyük
günahlardan kaçınması ile tanır ve bilirsiniz."
"Bütün bunlara delil olacak tutum, kişinin kusurlarını gözlerden
saklı tutmasıdır. Öyle olunca Müslümanların gördüklerinin ötesindeki
kusurlarını ve ayıplarını kurcalamaları haram olur. Onun
pâk ve adil olduğunu belirtmeleri gerekir. Ayrıca namazlara bağlılığını
göstermesi gerekir. Bunun için namazlarını devamlı olarak
vakitlerinde ve cemaatle kılması ve mazeretsiz olarak cemaatten
geri kalmaması esastır."
"Kişi bu şekilde cemaatle namaz kılmaya devam edince, kabilesi
ile mahallesinin sakinlerinden onun hakkında sorulunca, 'Biz
onun hiçbir kötülüğünü görmedik. O her zaman namazlarını cemaatle
kılıyor' denir. İşte bu, onun şahitliğini geçerli kılar ve o,
Müslümanlar arasında adil bir kişi olarak kabul edilir. Çünkü namaz,
günahları örter ve onlara keffaret olur. Ama eğer bir kişi namazlarını
camide cemaatle kılmaya özen göstermezse, onun namazlarını
kıldığına şahitlik etmek mümkün olmaz."
"Cemaatle namaz kılma hükmü, namaz kılanı kılmayandan,
namaz vakitlerine özen gösterenleri ihmal edenlerden ayırt etmek
için konmuştur. Böyle olmasaydı, hiç kimse başkasının salih bir
kişi olduğuna şahitlik edemezdi. Çünkü namaz kılmayan kimse
Müslümanlar arasında salih kişi kabul edilmez. [Bilindiği gibi]
Peygamberimiz (s.a.a) cemaatten geri kalanları evleri ile birlikte
yakmayı düşünmüştür. Onların bazıları namazlarını evlerinde kılıyorlardı.
Fakat Peygamberimiz bunu kabul etmedi. Yüce Allah'ın
ve Peygamberimizin evleri içinde yakmayı uygun gördüğü kişilerin
şahitliği veya Müslümanlar tarafından adil oldukları nasıl kabul
edilebilir? Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyururdu: Mazeretsiz
olarak mescitte Müslümanlarla birlikte namaz kılmayanın
namazı kabul olmaz." [c.3, s.24, bab:17, h:1]
Ben derim ki: Bu hadis, et-Tehzib adlı eserde daha uzun olarak
yer almıştır, biz onu kısa olarak nakletmeyi uygun gördük. İmamdan
gelen rivayetin ilk bölümündeki "setr" ve "ifaf" kelimeleri, es
Sihah adlı eserdeki açıklamaya göre, terk etme anlamındadır. Görüldüğü
gibi, bu rivayet adaletliliği Müslümanlar arasında temel
bir ilke olarak kabul ediyor ve nefsî olan bu sıfatın varlığını gösteren
belirtinin Allah'ın haram kıldığı şeylerden kaçınmak ve yasaklanan
nefsanî arzulardan uzak durmak olduğunu açıklıyor. Bunun
delili büyük günahlardan kaçınmaktır. Sonra da bütün bunların
delili, imamın tafsilatlı biçimde açıkladığı üzere Müslümanlar arasında
iyi görünmektir.
Aynı eserde Abdullah b. Müğire kanalıyla İmam Rıza'dan (a.s)
şöyle rivayet edilir: "Kim fıtrat üzerine doğar ve nefsinin salihliği
ile tanınırsa, şahitliği caizdir." [c.6, s.283, h:183]
Yine aynı eserde Semaa'dan, o da Ebu Basir'den, o da İmam
Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Zayıf [kişilikli] kimseler,
iffetli ve günahlardan sakınan kişiler oldukları takdirde şahitlik
etmelerinde sakınca yoktur."
el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Ali b. Mehziyar'dan,
o da Ebu Ali b. Raşid'den şöyle rivayet eder: "İmam Bâkır-
'a (a.s) 'Senin dostların arasında görüş ayrılıkları var. Hepsinin arkasında
namaz kılabilir miyim?' diye sordum. Bana 'Sadece dindarlığına
güvendiğin kimselerin arkasında namaz kıl.' diye cevap
verdi." [c.3, s.374, h:5]
Ben derim ki: Naklettiğimiz rivayetlerin yukarıdaki açıklamalarımızı
teyit ettikleri açıkça görülüyor. Bu konuda irdelenecek daha
başka meseleler vardır, ama onlar bu incelememizin amacı dışındadırlar.
"Ömrüm hakkı için şu iş şöyledir" veya "Hayatım hakkı için şu
iş söylediğim gibidir." şeklinde yeminler edilir. Bu sözlerin anlamı
şudur: Kişi bu sözleri ile bir haber veriyor ve bu haberin doğruluğunu
ömrüne ve hayatına bağlıyor. Bu ömür veya hayat, o yemini
yapanın nazarında yüce ve saygın değerlerdir ve haber verilen olayın
doğruluğu ve asılsızlığı ile bu değerlerin varlığı ve yokluğu birbirine
sıkı sıkıya bağlanmaktadır. Eğer verilen haber yalan ise, hayatın
kişi nazarındaki yüceliği ve saygınlığı ortadan kalkmakta ve
hayata saygınlık atfetmeye çağıran insanlık seviyesinin altına dü
şülmektedir. Bunların yanı sıra "Allah'a ant veririm; şu işi yap veya şu işi
yapma." demenin anlamı ise şudur: Kişi sözünü ettiği işin yapılmasını
veya yapılmamasını talep etmekle yüce Allah'ın müminler
nazarındaki izzeti arasında bağ kurmaktadır. Öyle ki, istenen şeye
karşı gelinir veya yasaklanan şeye aykırı davranılırsa, yüce Allah'ın
izzeti gölgelenmiş ve ona olan imana saygısızlık edilmiş olur.
Tıpkı bunlar gibi senin "Vallahi şu işi yapacağım" şeklindeki
sözünle, sözünü ettiğin işe yönelik kararın ile Allah'ın senin nazarındaki
yüceliği ve saygınlığı arasında imanın oranında özel bir
bağlantı kuruyorsun. Öyle ki, o işle ilgili kararını bozman veya gayretini
gevşetmen, Allah'ın senin nazarındaki yüceliğini ortadan
kaldırman demek sayılır. Bu tür sözleri söylemenin amacı, kararı
bozmayı veya gayreti gevşetmeyi önlemektir. Buna göre yemin
etmek, haber veya inşâ nitelikli bir işle yüce ve şerefli bir değer
arasında özel bir bağ kurmaktır. Öyle ki, bağlanan işin yok olması
ile kendisine bağlanılan değer de yok olur. Kendisine bağlanılan
değer bu bağlantıyı yapanın nazarında ne kadar önemli ve kutsal
olursa, ne oranda onun değerini gidermeye ve yüceliğini gölgelemeye
razı olmazsa, verdiği haberi doğru verir, yapacağına ve
yapmayacağına dair verdiği sözlerde titiz olur veya ver-diği kararı
yürütmekte kesinlikle azimli davranır. Yani yeminin sonucu, söyleyen
sözle ilgili güçlü bir pekiştirmedir.
Bazı dillerde yeminin zıddı olan bir bağlantı biçimine rastlanır.
Bu tür sözlerde verilen haber ile haber verenin nazarında önemi ve
değeri olmayan şeyler arasında bağ kurulur. Böylece kişi verdiği
veya ulaştırdığı haberi hafife almış, önemden yoksun saymış olur.
Bu bir tür sövme sayılır. Bu tür ifadelere Arap dilinde pek
rastlanmaz.
Bildiğimiz kadarı ile yemin, insanların dillerinde dolaşan nesilden
nesle miras kalan adaletlerdendir. Belirli dillere mahsus bir
gelenek değildir. Bu da gösteriyor ki, sözel bir olgu değildir. İnsanı
buna ileten faktör sosyal hayatın gerekleri, ona başvurmanın gerekliliği
ve yararlılığı yönündeki toplumsal bilinçtir.
Yemin günümüzde de milletler arasında geçerliliğini
korumaktadır. Zaman zaman toplumlarında meydana gelen ve
resmiyete intikal etmeyen çeşitli durumlarda ona dayanılır ve
intikal etmeyen çeşitli durumlarda ona dayanılır ve başvurulur. Bu
yeminler aldatmayı gidermek, karşı tarafı tatmin etmek ve verilen
bir haberi teyit etmek gibi çeşitli maksatlarla yapılır. Hatta medenî
kanunlar bile, ona önem vererek bazı durumlarda ona yasal bir
statü tanıdılar. Meselâ devlet başkanları ve önemli devlet yetkilileri
önemli görevlerini devralırken yemin ederler.
İslâm sadece Allah adına yapılan yeminlere büyük önem vermiştir.
Bu ilginin tek sebebi yüce Allah'a saygıyı gözetmek, O'nun
ululuk konumunu korumak, Rab ile kul arasında bulunması gereken
hürmetle bağdaşmayacak laubaliliklere meydan vermemektir.
Bundan dolayı yeminini bozanlar için özel bir keffaret öngörülmüş
ve sık sık Allah adına yemin edilmesi hoş karşılanmamıştır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah sizi (ağız alışkanlığı
ile yaptığınız) boş yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz; fakat
pekiştirdiğiniz (bilerek yaptığınız) yeminlerden dolayı sizi sorumlu
tutar. (Böyle bir yemini bozarsanız,) cezası (keffareti), ya ailenize
yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak..."
(Mâide, 89) "Sakın Allah adına yaptığınız yeminleri iyilik
etmeye, günahlardan sakınmaya ve insanların arasını bulmaya
engel yapmayın." (Bakara, 224)
Delilden yoksun, ispatsız davalarda yemin geçerli sayılmıştır.
Şu ayette buyrulduğu gibi: "Bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden
daha gerçektir, biz hakka tecavüz etmedik... diye Allah'a
yemin ederler." (Mâide, 107) Peygamberimiz (s.a.a) de bu konuda,
"Şahit getirmek, iddia edene; yemin etmek ise, inkâr edene düşer."
buyurmuştur.
Yemini muteber saymanın anlamı, başka da delil bulunmayan
davalarda imanın kendisinin delil oluşu ile yetinmektir. Çünkü dine
dayalı toplum, fertlerinin Allah'a olan imanına dayanır. Mümin
insan bu birleşik ve kaynaşmış bütünün parçasıdır. Bu bütün ise,
uyulan geleneklerin ve uygulanan hükümlerin kaynağıdır. Kısacası
toplumda görülen bütün sonuçlar o toplumun dinî hayatının yansımasıdır.
Buna karşılık dinî esaslara dayanmayan toplumlar da
fertlerin millî amaçlara yönelik inançlarına dayanır. O toplumda
geçerli olan gelenekler, kanunlar, ahlâk kuralları ve âdetler bu inançtan
kaynaklanır.
Durum böyle olunca ve bütün sosyal alanlarda ve çoğu hayat
gereklerinde çeşitli biçimlerde fertlerin inancına dayanmak doğru
olduğuna göre, başkaca delilin bulunmadığı davalarda fertlerin
inancına dayanmak caizdir. Bunun uygulama yöntemi de ispat edilemeyen
davalarda yemine başvurmaktır. Böylece davacının iddiasını
reddeden kişi, bu reddi ile imanı arasında bağ kurmuş, onu
imanı ile kayıtlandırmış olur. Bu durumda iddiayı reddetmesi asılsız
olur ve açıklamalarının, verdiği bilgilerin yalan olduğu ortaya
çıkarsa, Allah'a olan imanı da geçerliliğini kaybeder.
Buna göre yemin edenin imanı yemini sebebi ile ipotekli bir
mal gibi olur. Alacaklının kontrolüne girer. Tekrar eski sahibine
dönebilmesi için ipotekli tarafın sözünde durması ve borcunu zamanında
ödemesi gerekir. Aksi hâlde malı gider ve eli boş kalır.
Yemin eden kişi de öyledir. İmanı yeminin konusuna ipotekli
kalır. Söylediğinin tersi ortaya çıkmayıncaya kadar imanı ipotek
altında olur. Söylediğinin tersi ortaya çıkarsa, imandan yana eli
boş kalır. Geçerlilik derecesinden düşer. Dine dayalı bir toplumda
bütün sosyal ayrıcalıkların kriteri olan imanın meyvelerinden yararlanma
hakkını kaybeder. Bütün bölümleri birbiri ile uyumlu olan
dinî toplumdan dışlanır. Ne başı üzerinde ona gölge edecek
gök yüzü ve ne ayağını basacağı toprak parçası bulur.
Bu açıklamamız, egemenliğin tamamen dine ait olduğu,
nefsanî arzuların toplum yönetiminde etkili olmadığı Peygamberimiz
(s.a.a) dönemindeki uygulama ile teyit ediliyor. O dönemle
ilgili rivayetlerden öğreniyoruz ki, cemaat namazlarından geri kalan
ve savaşlara katılmayan kimseler diğer Müslümanlar tarafından
yoğun bir kınama tepkisine maruz kalmışlardır.
İçinde yaşadığımız döneme gelince, bu dönemde dinin etkisi
zayıfladı. Kalplere nefsanî arzular egemen oldu. Toplumumuz bir
yandan gevşek bünyeli ve insanlar tarafından gerektiği gibi umursanmayan
dinî ideallerle, öte yandan günümüz dünyasından aktarılan
yeni ideallerin ortak platformu oldu. Bu yabancı ideallerin ortak
niteliği, alabildiğine maddî zevklere dalmak oldu. Halk kalabalıklarının
bu zevk-lere şuursuzca hücum ettikleri görülüyor. Bunun
sonucu olarak dinî idealler ile dışardan gelen yeni idealler arasında
amansız bir mücadele ve çatışma baş gösterdi. Sürekli biçimde
birbirlerini alt etmeye çalışırlarken, bazen biri galip gelirken
öbürü yeniliyor, bazen de bunun tersi oluyor.
Bu arada toplumun her alanına yayılması gereken toplumsal
düzenin birliği bozuldu. Ruhları herc-ü merc dalgası sardı. Bu durumda
ne yemin ve ne ondan daha güçlü bir yaptırım, insanların
haklarını korumak için yeterli ve yararlı olamıyor. Toplum sadece
mevcut dinî değerlere dayanmaktan uzak kalmakla yetinmedi,
dinî değerler ile birlikte yeni kanunlara da dayanmayarak büsbütün
başı boşluğa yuvarlandı.
Yalnız insanlar Allah'ın hükümlerine sırt çevirdiler, onları umursamaz
oldular diye Allah hükümlerini yürürlükten kaldırmaz,
yasalarını göz ardı etmez. Allah katında geçerli olan tek din İslâm'dır.
O kullarının kâfir olmalarına razı olmaz.
Eğer hak yol, insanların nefsanî arzularına uysa, gökler ile yeryüzü
alt üst olurdu. İslâm, insan hayatının bütün alanlarına karışır,
o alanların her biri ile ilgili hükümler ortaya koyar. Parçaları birbiri
ile uyumlu, dengeli ve birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Tek bir
tevhit ruhu ile yaşar. Bazı bölümleri hastalanınca bütünü hastalanır.
Bazı kısımları bozulunca bu kısmî bozulma, bütünün işleyişinde
etkili olur. Tıpkı bir tek insanda olduğu gibi.
İnsanın bazı organları bozulunca veya hastalanınca, sağlam
tarafları sağlam olarak tutmanın yanı sıra hastalıklı ve bozuk kısımları
tedavi edip düzeltmek gerekir. Hastalıklı ve bozuk organları
hasta ve bozuk bırakmak ve sağlam kısımlara da sırt çevirmek
doğru değildir.
İslâm, gerçi dosdoğru, kolay, müsamahakâr ve çeşitli dereceleri
öngören, geniş çaplı bir dindir. Yükümlülüklerini yapabilme ve
yürütebilme gücüne göre belirler. İpi uzundur. Bu ip, bütün kanun
ve hükümlerinin istisnasız olarak güven içinde uygulanabildiği toplumsal
durumdan, işaretle namaz kılmakla yetinilen zorunlu ferdî
durumlara kadar uzar. Fakat onun bir üst derecesinden alt derecesine
inebilme kolaylığı, yükümlülükleri yerine getirmeye imkân
vermeyen, kolaya kaçmayı mubah kılan zorunluluk ve olağanüstülük
şartına bağlıdır. Şu ayette buyrulduğu gibi: "İman ettikten sonra
kâfir olanlar Allah'ın gazabına uğrarlar, onlar için büyük bir
azap vardır. Yalnız bu hüküm kalpleri kesin bir imanın hazzı ile
donanmış olduğu hâlde baskı altında kalanlar için değil, fakat
gönüllerinin kapısını inkârcılığa açanlar için geçerlidir... Buna
karşılık dinlerinden dönsünler diye çeşitli işkencelere uğratıldıktan
sonra göç edenler, arkasından cihat edenler ve karşılaştıkları
zorluklara sabırla katlananlar da var. Hiç şüphesiz Rabbin bütün
bu olup bitenlerden sonra onlar hakkında affedici ve merhametlidir."
(Nahl, 106- 110)
Fakat hayatı maddî hazlar temeline dayandırdıktan sonra
şimdiki dünyanın geçerli düzeni ile bağdaşmadığı gerekçesi ile İslâm'ın
bu maddî hayatla çelişen esaslarına uymamak için bahane
aramak, maddeci mantığın dümen suyuna girmek demektir, İslâm
mantığı ile bağdaşmaz.
Yemin konusu ile ilgili değinmemiz gereken bir mesele daha
var. O da Allah'tan başkası adına yapılan yeminlerin Allah'a şirk
olduğu yolundaki iddiadır. Bu görüşü ileri sürenlere sözünü ettikleri
şirkten ne kastettiklerini sormak gerekir.
Eğer böyle demekle, yeminin yüceltme ve ululaştırma anlamı
üzerine kurulduğu için Allah'tan başkası adına yapılan yeminle adına
yemin edilen şeyin yüceltildiğini ve ululaştırıldığını, dolayısıyla
bu tutumun bir tür boyun eğme ve kulluk arz etme girişimi olduğu
için şirk olduğunu savunuyorsa, şöyle demek gerekir ki, her
yüceltme girişimi şirk değildir. Yüceltmenin şirk olması için sadece
Allah'a mahsus olan ve O'nu başkalarından müstağni kılan yüceliğin,
adına yemin edilen şeye atfedilmesi gerekir.
Nitekim yüce Allah birçok yaratığı üzerine yemin etmiştir. Göğe,
yeryüzüne, güneşe, aya, geceleri ortaya çıkıp gündüzleri güneşin
altında gizlenen yıldızlara, parlayan yıldıza, dağa, denize, incire,
zeytine, ata, geceye, gündüze, sabah vaktine, şafağa, ikindi
vaktine, kuşluğa, kıyamet gününe, nefse, kitaba, Kur'ân'a, Peygamberimizin
(s.a.a) hayatına, meleklere ve ayetlerde yer alan
birçok şeye yemin etmiştir. Hiçbir yemin, yüceltme anlamı içermeden
yapılmaz.
Buna göre, bizim de yüce Allah'ın ifade tarzına uyarak bazı
şeyleri sahip oldukları yücelik ölçüsünde yüceltmemize ve sadece
bununla yetinmemize engel olan nedir? Eğer bu şirk olsa, en önce
ondan yüce Allah kaçınır, bu konuda en büyük titizliği O gösterirdi.
Bunların yanı sıra yüce Allah daha birçok şeyi yüceltmiştir.
Kur'ân, arş ve Peygamberimizin (s.a.a) ahlâkı gibi. Nitekim şöyle
buyuruyor: "Yüce Kur'ân hakkı için" (Hicr, 87) "O, yüce arşın
Rabbidir." (Tevbe, 129) "Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin." (Nur,
4) Ayrı
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de Ali b. İbrahim'in, adlarını bildirmediği bazı ravilere
dayanılarak verdiği bilgiye göre ravilerin son halkasını oluşturan
kişi şöyle dedi: "Temim-i Darî, İbn-i Bendî ve İbn-i Ebu Mariye bir
yolculuğa çıkmışlardı. Temim-i Darî Müslüman, İbn-i Bendî ile İbn-i
Ebu Mariye Hıristiyan idi. Temim-i Darî'nin yanında bir heybe ve bu
heybenin içinde bazı eşyalar, altın işlemeli bir kap ile bir gerdanlık
vardı. Bu malları bazı Arap pazarlarında satmaya götürmüştü."
"Yolda Temim-i Darî ağır bir hastalığa tutuldu. Ölümün eşiğine
gelince, heybesindeki malları İbn-i Bendî ile İbn-i Ebu Mariye'ye
teslim ederek onları mirasçılarına ulaştırmalarını istedi. İki Hıristiyan
Medine'ye döndüler. Emanet eşyalar arasında bulunan altın
işlemeli kap ile gerdanlığı çıkarıp aldıktan sonra geride kalanları
Temim'in vârislerine ulaştırdılar."
"Vârisler altın yaldızlı kap ile gerdanlığın kaybolduğunu görünce,
Temim'in yol arkadaşlarına 'Ölen yakınımız uzun süre hastalık
çekti de tedavi için büyük masraflara mı girdi?' diye sordular. Adamlar
'Hayır, hastalığı sadece birkaç gün sürdü' dediler. Vârisler,
'Peki, bu yolculuğu sırasında bir şey çaldırdı mı?' diye sordular.
Adamlar 'Hayır' dediler. Vârisler 'Peki, zarar ettiği bir alış veriş etti
mi?' diye sordular. Adamlar 'Hayır' dediler. Vârisler 'Onun yanındaki
en değerli eşyalar olan altın yaldızlı ve mücevher kaplamalı
bir kap ile bir gerdanlığı bulamadık, bunlar ne oldu?' diye sordular.
Adamlar, bize verdiklerini size teslim ettik, dediler."
"Vârisler bu yol arkadaşlarını Peygamberimize (s.a.a) götürdüler.
Peygamberimiz (s.a.a) onlardan yemin etmelerini istedi. Adamlar
da yemin edince, Peygamberimiz (s.a.a) onları salıverdi.
Fakat bir süre sonra o altın yaldızlı kap ile gerdanlık onlarda görüldü.
Bunun üzerine Temim'in yakınları Peygamberimize (s.a.a)
gelerek, 'Ya Resulullah, İbn-i Bendî ile İbn-i Ebu Mariye'nin çaldığını
iddia ettiğimiz eşya onlarda görüldü' dediler. Bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a.a) yüce Allah'ın bu konuda bir hüküm indirmesini
beklemeye koyuldu."
"Nitekim bir süre sonra 'Ey inananlar! Sizden birinize ölüm gelip
çatınca vasiyet edeceği zaman aranızdaki gereken şahitlik,
sizden adalet sahibi iki kişinin şahadetidir veya yeryüzünde yolculuk
ederken başınıza ölüm musibeti gelirse, sizden (Müslüman)
olmayan iki kişinin şahadetidir.' ayeti indi. Böylece yüce Allah
sadece yolculukta olunduğunda ve Müslüman şahit bulunmadığı
zaman Ehlikitap'tan olan kimselerin vasiyet konusunda şahit
tutulmalarına izin vermiş oldu."
"Ardından şöyle buyurdu: 'Eğer (bu gayrimüslimlerin şahitlikleri
konusunda) kuşkuya düşerseniz, namazdan sonra onları
alıkorsunuz; onlar da 'Akraba da olsa şahitliğimizi hiçbir paraya
satmayacağız ve Allah'ın şahitliğini saklamayacağız, yoksa biz
elbette günahkârlardan oluruz' diye Allah'a yemin ederler.' Bu ilk
şahitliktir ki Peygamberimiz (s.a.a) adamlara yemin ettirdi. 'Eğer
daha sonra şahitlerin günah işledikleri anlaşılırsa' Yani yalan yere
yemin ettikleri ortaya çıkarsa, 'iki başka kişi onların yerine geçer.'
yani davacının yakınlarından olan iki kişi 'vasiyete daha yakın
olan iki kişinin' yani ilk iki şahidin 'haklarına tecavüz etmek
istediği kimselerden olmak üzere iki başka kişi onların yerine
geçer ve Allah'a yemin ederler.' Yani bu davada ilk iki şahitten
daha doğru konuştukları ve onların Allah adına yaptıkları yeminlerin
yalan olduğu yolunda Allah adına yemin ederler. 'Mutlaka bizim
şahitliğimiz onların şahitliğinden daha gerçektir, biz (hakka)
tecavüz etmedik, yoksa biz elbette zalimlerden oluruz."
"Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) Temim-i Darî'nin yakınlarından
emredildiği gibi yemin etmelerini istedi. Onlar da yemin
edince gerdanlık ile altın yaldızlı kabı İbn-i Bendî ile İbn-i Ebu
Mariye'den alarak Temim-i Darî'nin yakınlarına verdi. Bu, şahitliği
gerektiği gibi yapmalarına veya yeminlerinden sonra yeminlerin
reddedilmesinden korkmalarına daha yakın ve uygundur." [Füru-i
Kâfi, c.7, s.5, h:7]
Ben derim ki: Bu rivayetin bir benzerine Tefsir'ul-Kummî'de de
yer verilmiştir. O kitapta, "Onları namazdan sonra alıkorsunuz."
ifadesinden sonra şöyle deniyor: "Yani ikindi namazından sonra..."
Peygamberimizin (s.a.a) "evveleyn=ilk iki şahidin" sözü, anlaşıldığı
kadarıyla tesniyedir ve maksat ilk iki şahittir ve bu söz ayetteki
"evleyani" ibaresinin açıklaması amacını taşır. Anlaşıldığına göre
Peygamberimiz (s.a.a) "istehakke" fiilini malum sıygasında okumuştur.
Hz. Ali'nin (a.s) de bunu böyle okuduğu nakledilmiştir.
Daha önce açıkladığımız gibi bu anlam bu okuyuşa göre muhtemel
anlamların en açık olanıdır.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde şöyle deniyor: "Tirmizî -zayıf olduğunu
belirterek- İbn-i Cerir, İbn-i Ebu Hatem, Nasih adlı eserinde
Nuhhas, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh, el-Marifet adlı eserde
Kelbî'y-le aynı kişiler olan Ebu Nadır'a dayanarak Ebu Nuaym,
Ümmü Hani-nin azatlısı Bazan'dan, o da İbn-i Abbas'tan naklettiğine
göre Temim-i Darî'nin 'Ey inananlar! Sizden birinize ölüm gelip
çatınca vasiyet edeceği zaman aranızdaki gereken şahitlik,
sizden adalet sahibi iki kişinin şahadetidir.' diye başlayan iki ayet
hakkında şöyle dediği nakledilir:
"Bu iki ayet benden ve Adiyy b. Bedda'dan başka hiç kimse ile
ilgili değildi. Bu iki kişi Hıristiyan'dı ve Müslüman olmadan önce
sık sık Şam'a gidip gelirlerdi. Bir seferinde ticaret amacı ile Şam'a
gitmişlerdi. Yanlarında yine ticaret amacı ile Sehm kabilesinin azatlı
kölesi Bedil b. Ebu Meryem de vardı. Adamın yanında gümüş
bir sürahi vardı. Onu hükümdara vermek istiyordu. En değerli ticaret
malı bu idi. Adam hastalandı ve o iki kişiye geride bıraktığı
malları ailesine teslim etmelerini vasiyet etti."
"Temim-i Darî devamla diyor ki: Adam ölünce o sürahiyi aldık
ve bin dirhem bedelle satarak parasını ben ve Adiyy b. Bedda a
ramızda bölüştük. Adamın ailesinin yanına vardığımızda, yanımızda
getirdiğimiz eşyasını kendilerine verdik. Ailesi sürahiyi aradı ve
bizden ne olduğunu sorunca, 'Bize bunlardan başka bir şey bırakmadı,
bize başka bir şey vermedi' dedik."
"Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye gelmesinden sonra ben
Müs-lüman olunca, bu günahtan dolayı vicdan azabına kapıldım
ve ailesine giderek durumu anlattım ve kendilerine almış olduğum
beş yüz dirhemi geri verdim. Ayrıca bir o kadar daha paralarının
yol arkadaşımda olduğunu kendilerine söyledim. Bedil'in ailesi
yol arkadaşımı Peygamberimizin (s.a.a) yanına götürdü. Peygamber
onlardan iddialarına dair şahit istedi. Onlar şahit getiremediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a), yol arkadaşıma
dininin kutsal değerleri üzerine yemin verdirilmesini emretti. Adam
da yemin etti."
"Bunun üzerine, 'Ey inananlar! Sizden birinize ölüm gelip çatınca
vasiyet edeceği zaman aranızdaki gereken şahitlik, sizden
adalet sahibi iki kişinin şahadetidir... Bu, şahitliği gerektiği gibi
yapmalarına veya yeminlerinden sonra yeminlerin reddedilmesinden
korkmalarına daha yakın ve uygundur.' ayetleri indi. Bu
ayetin arkasından Amr b. As ile bir başka kişi ayağa kalkarak yemin
ettiler ve böylece Adiyy b. Bedda'dan beş yüz dirhem geri alındı."
Ben derim ki: Açıkça görülüyor ki bu rivayet, zayıflığının yanı
sıra ayetle de tam olarak bağdaşmıyor. İbn-i Abbas ile İkrime'den
yukarıda Tefsir'ul-Kummî'de yer alan rivayete yakın bir başka rivayet
nakledilmiştir.
Yine aynı eserde belirtildiğine göre, Faryabî, Abd b. Humeyd,
Ebu Übeyd, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve Ebu'ş-Şeyh, Ali b. Ebutalip'ten
(a.s) şöyle rivayet ederler: "O, ayeti şöyle okurdu: Minellezîne'stahakka
aleyhim'ul-evleyani."
Yine aynı eserde, İbn-i Mürdeveyh ve -sahih olduğunu belirterek-
Hâkim, Ali b. Ebutalip'ten (a.s) şöyle rivayet ederler:
"Resulullah (s.a.a), ayeti, 'minellezîne'stahakka aleyhim'ulevleyani'
şeklinde okurdu."
Yine aynı eserde İbn-i Cerir'e dayanılarak verilen bilgiye göre
İbn-i Abbas bu ayetin neshedildiğini söylemiştir.
Rivayette belirtilen ayetin neshedilme olayını ispatlayan bir
delil yoktur.
el-Kâfi adlı eserde Muhammed b. İsmail'den, o da Fadl b.
Şazan ve Ali b. İbrahim'den, o da babasından, babası da İbn-i Ebu
Ümeyr-den, o da Hişam b. Hakem'den, o da İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) "veya sizden olmayan iki başka kişidir." ifadesiyle ilgili olarak
şöyle rivayet edilir: "Eğer bir kişi hiçbir Müslüman'ın bulunmadığı
bir beldede olursa, yapacağı vasiyete Müslüman olmayan şahitler
tutması caizdir." [Füru-i Kâfi, c.7, s.4, h:3]
Bu rivayetin anlamı ayetten anlaşılıyor.
Yine aynı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Yahya b. Muhammed'den
şöyle rivayet eder: "İmam Cafer Sadık'a (a.s) 'Ey inananlar!
Sizden birinize ölüm gelip çatınca vasiyet edeceği zaman
aranızdaki gereken şahitlik, sizden adalet sahibi iki kişinin
şahadetidir veya yeryüzünde yolculuk ederken başınıza ölüm
musibeti gelirse, sizden (Müslüman) olmayan iki kişinin şahadetidir.'
ayetinin anlamını sordum. Bana şu cevabı verdi: 'Sizden olan
iki kişi'den maksat Müslümanlar ve 'Sizden olmayan iki başka
kişi'den maksat Ehlikitap olan kişilerdir. Eğer Ehlikitap olan kişiler
bulunmazsa, Mecusîlerden şahit tutulur. Çünkü Resulullah (s.a.a)
cizye konusunda Ehlikitab'a yaptığı uygulamanın aynısını Mecusîlere
de uygulamıştır."
"Şöyle ki, bir Müslüman kişi eğer yabancı bir yerde ölür de iki
Müslüman şahit bulamaz ise, Ehlikitap'tan olan iki kişiyi şahit tutar.
Bu şahitler ikindi namazının arkasından alıkonur ve kendilerine
'Akraba da olsa, şahitliğimizi hiçbir paraya satmayacağız. Allah'ın
şahitliğini saklamayacağız, yoksa biz elbette günahkârlardan
oluruz.' diye yüce ve aziz Allah'a yemin ettirilir. Bu yemin verdirme
uygulamasına, ölünün velisinin şahitlerin şahitliklerinden
şüphelenmesi hâlinde başvurulur."
"Bu şahitlerin yalan söyledikleri ortaya çıktığı takdirde, şahitliklerinin
geçersiz sayılabilmesi için onların yerine başka iki şahit
bulunması ve bu iki şahidin, 'Mutlaka bizim şahitliğimiz onların
şahitliğinden daha gerçektir, biz (hakka) tecavüz etmedik, yoksa
biz elbette zalimlerden oluruz.' diye Allah'a yemin etmesi gerekir.
Eğer yeni şahitler böyle yemin ederlerse, ilk iki şahidin şahitlikleri
geçersiz olur ve sonrakilerin şahitlikleri geçerlilik kazanır. Yüce Allah
bu konuyu 'Bu, şahitliği gerektiği gibi yapmalarına veya yeminlerinden
sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına
daha yakın ve uygundur.' şeklinde bağlıyor." [Füru-i Kâfi, c.7, s.4, h:6]
Ben derim ki: Görülüyor ki, bu rivayet yukarıda açıkladığımız
ayetin anlamı ile uyuşuyor. el-Kâfi'de ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam
Cafer Sadık (a.s) ile İmam Kâzım'dan (a.s) bu anlama gelen başka
birçok rivayet nakledilmiştir. Rivayetlerin bazılarında, "sizden olmayan
iki başka kişi" ifadesi kâfirler anlamında tefsir edilmiştir
ki, bu yorum Ehlikitap ile birlikte diğer bütün kâfirleri de kapsar.
Nitekim el-Kâfi-de Ebu's-Sabbah Kenanî aracılığı ile İmam Cafer
Sadık'tan (a.s) böyle bir rivayete yer verilmiştir.1 Tefsir'ul-Ayyâşî'de de Ebu Üsame'den şöyle rivayet edilir: "İmam
Cafer Sadık'a (a.s) 'sizden olmayan iki başka kişi' ifadesinin
ne demek olduğunu sordum. 'Bunlar iki kâfir şahittir.' cevabını
verdi. 'Sizden olan iki adil kişi' ifadesinin anlamını sorunca da,
'Bunlar iki Müslüman şahittir.' karşılığını verdi."2
Bu iki rivayet birbirleri ile uyumlu ve olumlu nitelikte (icabî) oldukları
için itlak ve takyit kurallarına göre Ehlikitap'la kayıtlı olan
ilk rivayetin ikinci rivayeti kayıtlandıracağı söylenemez ise de ilk
rivayetin içeriği ikinci rivayetin mutlaklığını kayıtlandırma işlemi
ile örtü-şecek şekilde tefsir etmektedir.
el-Burhan tefsirinde belirtildiğine göre, Şeyh Saduk, Ebu Zeyd
Ayyâş b. Yezid b. Hasan'a vardırdığı rivayet zinciriyle, o da babası
Yezid b. Hasan'dan şöyle rivayet ettiği belirtilir: İmam Musa Kâzım
şöyle dedi: "İmam Sadık (a.s) 'Allah'ın elçileri toplayacağı
gün(den korkun ki, Allah) 'Size ne cevap verildi?' diye soracak.'
ayeti hakkında şöyle buyurdu: 'Peygamberler; senden başkası
hakkında bir bilgimiz yok, şeklinde cevap verirler.' İmam daha
sonra şöyle buyurdu: Kur'ân'ın tümü takridir ve batını takrib (yakınlaştırma)
dir."
el-Burhan tefsirinin sahibi sözlerine şöyle devam ediyor: "İbn-i
Babeveyh: İmam, bu sözleri ile azar ve tehdit içerikli ayetlerin öte-
sinde rahmet ve af içerikli ayetlerin olduğunu kastetmiştir." şeklinde
açıklama yapmıştır.
Ben derim ki: el-Burhan tefsiri yazarının Şeyh Saduk'tan İmamın
"Kur'ân bütünü ile takridir ve batını takribdir" sözüyle ilgili olarak
naklettiği yorum hadis ile uyuşmaz. Bu yorum bir kere rivayetin
başlangıcı ile uyuşmaz. Çünkü peygamberlerin "senden başkası
hakkında hiçbir bilgimiz yok." şeklindeki cevapları ile
Kur'ân'ın vaat ve tehditten oluşan iki tür ayetlerden oluşması görüşü
arasında bir bağlantı yoktur.
Ayrıca bu yorum İmamın "Kur'ân bütünü ile takridir ve batını
takribdir." cümlesinin içeriği ile de uyuşmaz. Çünkü bu sözün açık
an-lamı şudur: Kur'ân'ın bütünü takri ve aynı zamanda takribdir.
Farklılık, batınîlikten ve zahirîlikten kaynaklanıyor. Kur'ân batını
ile takrib ve zahiri ile takridir. İmamın söylemek istediği budur.
Yoksa Kur'ân'ın iki kısma ayrıldığını, bir kısmını takri ayetlerinin
oluşturduğunu ve öbür kısmının da takrib ayetlerinden meydana
geldiğini söylemek istemiyor.
Eğer rivayetin baş tarafını göz önünde bulundurarak İmamın
bu sözünü incelersek şu sonuca varırız: İmamın takri teriminden
kastettiği anlam, bu terimi takrib teriminin karşıtı olarak kullandığını
göz önüne aldığımız takdirde, takri kelimesinin anlamının gerektirdiği
anlam olduğunu ve bu anlamın da takribin karşıtı olan
teb'id (uzaklaştırma) olduğunu görürüz. Kur'ân bütünü ile bilgilerden
ve gerçeklerden oluşur. Zahiri ile bu gerçekleri birbirinden uzaklaştırıyor,
parçalarını birbirinden ayırıyor. Batını ile ise bu gerçekleri
birbirine yaklaştırıp pekiştiriyor ve birleştiriyor.
Buna göre İmamın sözünün maksadı şudur: Kur'ân, zahiri ile
birbirinden ayrı ve kopuk bazı gerçekler ifade ediyor. Fakat bu
gerçekler çokluklarına, aralarındaki kopukluğa ve birbirinden uzak
olmalarına rağmen batın hasebiyle birbirlerine yaklaşırlar, farklı
olan anlamları bütünleşir ve sonunda bir tek gerçek hâlinde birleşirler.
Bu tek gerçek Kur'ân'ın bütününü saran bir ruh gibidir ve
tevhit gerçeğinden başka bir şey değildir. Şu ayette buyrulduğu
gibi: "Bu Kur'ân, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah
tarafından muhkem, uyumlu cümleler ile örülen, sonra ayrıntılı
biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır." (Hûd, 1)
O zaman bu sözün, İmamın rivayetin başında söyledikleri ile
uyuştuğu ortaya çıkar. Bilindiği gibi İmam, rivayetin başlangıcında
peygamberlerin "Bizim bir bilgimiz yok." şeklindeki cevaplarının
"Bizim senden başkası hakkında bir bilgimiz yok." anlamına geldiğini
söylemişti. Çünkü insan veya herhangi bir âlim bildiğini Allah
aracılığı ile bilir. Şu anlamdaki, sadece yüce Allah bizzat bilinir,
O'nun dışındakiler ancak O'nun aracılığı ile bilinir.
Başka bir deyişle bilgi herhangi bir şeyle ilgi kurduğu zaman
önce lâyık olacağı şekilde yüce Allah ile ilgi kurar. Çünkü her şey
hakkındaki bilgi Allah katındadır ve O, bilginin dilediği kadarını dilediği
kuluna nasip eder. Nitekim "Onlar O'nun bilgisinin sadece
O'nun dilediği kadarını kavrayabilirler. O'nun kürsüsü gökleri ve
yeri içine alır." (Bakara, 255) ayetinde ifade edilen gerçek budur. Âli
Sam'ın azadlısı Abdula'la'nın İmam Sadık'tan (a.s) naklettiği ve
yukarıda aktardığımız rivayet ile başka bazı rivayetler bu anlamı
dile getirmektedir.
Buna göre peygamberlerin, "senden başkası hakkında hiçbir
bilgimiz yok. Şüphesiz ancak sen gaybleri bilensin." şeklindeki
cevaplarının İmamın tefsirine göre anlamı şöyledir: Biz senin dışında
hiçbir şey bilmiyoruz. Bildiklerimizi seni bilmemiz ciheti ile
biliyoruz. Çünkü ilmin bütünü sana aittir. Dolayısıyla sen onu bizden
daha iyi biliyorsun. Bizim herhangi bir şeye ilişkin bilgimiz senin
dilemenle ve armağan etmenle o şey hakkında kavrayabildiğimiz
orandaki senin bilgindir.
Buna göre, "Şüphesiz ancak sen gaybleri bilensin." ifadesinin
yu-karıda ifade edilenden daha yüksek başka bir anlamı ortaya
çıkıyor ki, o da şudur: Her varlık diğer varlıklardan ayrı olduğu için
diğerlerine göre gayptır. Bu yaratıkların varlıkları sınırlı ve belirli
olduğu için sadece Allah'ın dilediği oranda bilgiyi kavrayabilirler.
Oysa Allah her şeyi kavrayan ve bütün gaybları bilendir. Herhangi
bir varlık ise diğer bir varlığı ancak her türlü noksanlıktan münezzeh
olan Allah ciheti ile bilebilir.
Böyle olunca, meseleleri gayb olanlar ve bilgimize açık olanlar
diye ikiye ayırmak, aslında onları yüce Allah'ın kavramamızı istediği
meseleler ile bizden saklanan meseleler şeklinde ikiye ayırmak
demektir. "O, gaybı bilendir. Kendi görünmez bilgisini kim
seye göster-mez. Ancak razı olduğu elçilerine gösterir." (Cin, 27)
ayetinin zahiri belki de bu anlamı destekliyor. Çünkü gayb kelimesi
Allah'ın yerini tutan zamire izafe edilmiştir. Bu inceliği bu noktada
iyi düşünmek gerekir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Yezid-i Künasî'den, o da İmam Bâkır'dan
(a.s) "Allah'ın elçileri toplayacağı gün..." ayeti hakkında şöyle rivayet
edilir: "Allah peygamberlere, 'Yerinize halife bıraktığınız
kimseler hakkında ümmetleriniz size ne karşılık verdiler?' diye
soracak. Peygamberler de 'Bizden sonra onların ne yaptıklarını
bilmiyoruz.' diye cevap verecekler." [c.1, s.349, h:220]
Bu rivayet Tefsir'ul-Kummî'de Muhammed b. Müslim aracılığı
ile İmam Bâkır'dan (a.s) nakledilmiştir.
el-Kâfi'de de Yezid aracılığı ile İmam Cafer Sadık'tan (a.s) gelen
bu anlamda bir rivayet vardır. Bunlar bir uyarlama, ayetin anlamı
ile ilgili bir örnek gösterme kabilindendir veya ayetin batınî
anlamıdır.
110- Hani Allah dedi ki: "Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene
(verdiğim) nimetimi hatırla. Hani seni Ruh'ul-Kudüs ile desteklemiştim
(ki,) beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun. Hani
sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Hani benim
iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerdin, o da
kuş oluverirdi ve benim iznimle doğuştan kör olanı ve alaca hastalığına
tutulanı iyileştiriyordun. Hani benim iznimle ölüleri (dirilterek
mezarlarından) çıkarıyordun. Hani İsrailoğullarını(n zararlarını)
senden savmıştım; kendilerine apaçık deliller getirdiğin zaman, içlerinden
inkâr edenler, 'Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey
değildir' demişlerdi."
111- Hani havarîlere, "Bana ve Elçime inanın" diye vahyetmiştim.
Onlar da, "İnandık, bizim (Allah'ın emrine) teslim olmuş
kimseler olduğumuza şahit ol" demişlerdi.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Gerek bu iki ayet, gerekse bunların arkasından gelen ve Mâide
(Sofra) kıssasını anlatan ayetler ve gerekse daha sonra gelen ve
yüce Allah'ın kendisini ve annesini Allah dışında ilâh edinmeleri
konusundaki İsa Peygambere (a.s) yönelteceği soruyu ve onun bu
soruya vereceği cevabı anlatan ayetler, bütünü ile surenin başlan
gıcında ifade edilen amacı ile bağlantılıdır. Bu amaç verilen sözleri
tutmaya, nimetlere şükretmeye, antlaşmaları bozmaktan ve ilâhî
nimetlere karşı nankörlük etmekten sakındırmaya yönelik çağrıdır.
Böylece surenin sonu başına bağlanmış ve kastedilen anlam
birliği korunmuş olmaktadır.
"Hani Allah dedi ki: Ey Meryem oğlu İsa... Hani benim iznimle ölüleri
çıkarıyordun." Bu ayette İsa Peygamberin (a.s) eli ile ortaya çıkan
birkaç çarpıcı mucize sayılıyor. Yalnız bu mucizeler İsa Peygamber
ile annesine birlikte sunulmuş lütuflar olarak ifade ediliyor. Bu
mucizeler yaklaşık olarak aynı ifadelerle meleklerin Meryem'e Hz.
İsa'nın doğacağını (a.s) müjdelerken, Âl-i İmrân suresinde şöyle
anlatılıyor: "Hani melekler dediler ki: Ey Meryem, Allah seni kendisinden
bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih'-
tir... beşikte ve yetişkinlik hâlinde insanlarla konuşacak... Allah
ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek. Onu
İsrailoğullarına elçi kılacak . (O İsrailoğullarına şöyle diyecek):
Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben size
çamurdan kuş biçiminde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah'ın izni
ile kuş oluverir. Allah'ın izniyle doğuştan kör olanı, alaca hastalığına
tutulanı iyileştiririm ve ölüleri diriltirim..." (Âl-i İmrân, 45- 50)
Eğer incelemekte olduğumuz ayetler üzerinde iyi düşünülürse,
zahirde İsa Peygambere mahsus görünen imtiyazların niçin hem
kendisine, hem de annesine yönelik nimetler kabul edildiği anlaşılır.
Nitekim bu hususa Âl-i İmrân suresindeki ayetlerde de işaret
edilmiştir; çünkü müjdeleme ancak nimetle olur. Gerçek de zaten
böyledir. Çünkü babasız doğmak, Ruh'ul-Kudüs ile desteklenmek,
canlı kuş meydana getirmek, doğuştan körleri ve alacalık hastalarını
iyileştirmek ve Allah'ın izni ile ölüleri diriltmek gibi İsa Peygambere
(a.s) mahsus mucizeler ve ayrıcalıklar İsa Peygambere
(a.s) ait kerametler oldukları gibi, aynı zamanda Hz. Meryem'e
(a.s) ait kerametlerdir. Onların her ikisi de ilâhî nimetlere mazhar
olmuş kimselerdir. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Sana ve annene
(verdiğim) nimetimi hatırla."
Yüce Allah, "Onu ve oğlunu âlemler için gücümüzü kanıtlayan
bir delil yaptık." (Enbiyâ, 91) ayetinde bu gerçeği vurguluyor. Görüldüğü
gibi İsa Peygamber (a.s) ile annesi ayrı ayrı birer kudret delili
(ayet) sayılmıyor, ikisi bir arada tek bir ayet kabul ediliyor.
" Hani seni Ruh'ul-Kudüs ile desteklemiştim (ki,) beşikte ve
yetişkin iken insanlarla konuşuyordun." Ayetten anlaşıldığı kadarıyla
Ruh'ul-Kudüs ile desteklemek, İsa Peygamberi daha beşikteyken
insanlarla konuşmaya hazırlayan sebeptir. Bu yüzden "insanlarla
konuşuyordun." cümlesi, bir önceki cümleye atıf edatı
kullanılmadan bağlanmıştır. Böylelikle desteklenme ile konuşabilmenin
sebep ve sonuç-tan olmuş bir bütün olduklarına işaret
edilmiştir. Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde bu mucizelerden bu iki husustan
birine yer verilmekle yetinil-miş ve öbürüne değinilmemiştir.
Meselâ Âl-i İmrân suresinde "O beşikte ve yetişkinlik hâlinde
insanlarla konuşacak." diyerek konuşma mucizesine yer verilirken,
Bakara suresinde "Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik
ve onu Ruh'ul-Kudüs ile destekledik." (Bakara, 253) diyerek destekleme
mucizesine yer vermekle yetinilmiştir.
Üstelik eğer Ruh'ul-Kudüs ile desteklemekten maksat Cebrail
vasıtası ile vahiy göndermek olsa idi, bu İsa Peygambere (a.s)
mahsus bir ayrıcalık olmazdı. Bu konuda öbür peygamberler de
onunla ortaktırlar. Oysa, ayetin akışı bu yoruma müsait değildir.
"Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim." Bu
ifadeden, burada sayılan ilimlerin İsa Peygamber (a.s) tarafından
bir tek ilâhî emirle ve tedricî olarak değil de bir kerede elde edildiği
sonucunu çıkarmak mümkündür. Nitekim bu bilgi konularının
tekrarlanmayan bir tek "iz" edatının arkasında sıralanmasından
da anlaşılan budur.
"Hani benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır,
ona üflerdin, o da kuş oluverirdi ve benim iznimle doğuştan kör
olanı ve alaca hastalığına tutulanı iyileştiriyordun." Burada da "iz"
edatı tekrarlanmadığı için kuşlara can vermek ile doğuştan körlerin
ve alacalık hastalarını iyileştirmenin yakın zamanlarda gerçekleştiği
anlaşılıyor.
Bu arada kuşa can verme mucizesinin hemen arkasından Allah'ın
iznine yer veriliyor. Cümlenin sonundaki aynı ifadenin kayıtlandırıcı
fonksiyonu ile yetinilmiyor. Çünkü can verme yolu ile yaratma
işi çok önemlidir. Bu yüzden ona özel bir önem verilerek
cümlenin sonu beklenmeden sırf onun için hemen arkasından Allah'ın
izni zikrediliyor. Maksat okuyucuların ve dinleyicilerin kalp
lerini yanılgıdan korumaktır. Onların Allah'tan başkasının bağımsız
bir irade ile canlandırma yapabileceklerini veya birkaç anlığına
bile olsa bu kanaati taşımalarına meydan verilmek istenmediği için
bu ifade tarzı tercih edilmiştir. Doğrusunu Allah daha iyi bilir.
"Hani benim iznimle ölüleri (dirilterek mezarlarından) çıkarıyordun."
Ölüleri çıkarmak, onları diriltme anlamını veren kinayeli
bir ifadedir. Bu ifadeden anlaşılan odur ki, İsa Peygamberin (a.s)
elleri ile gerçekleşen diriltme mucizesi, mezardaki ölüleri canlandırıp
yeniden dünya hayatına döndürmek şeklinde meydana gelmiştir.
İfadenin sözleri, bu diriltme olaylarının çok sayıda olduğunu
gösteriyor. Bu ayetler hakkında yapılabilecek diğer açıklamalar Âli
İmrân suresinin bu konudaki ayetlerinin tefsiri sırasında yapılmıştı.
İsteyenler o açıklamalara başvurabilirler.
"Hani İsrailoğullarını(n zararlarını) senden savmıştım; kendilerine
apaçık deliller getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler, "Bu, apaçık bir
sihirden başka bir şey değildir" demişlerdi." Bu ifade Yahudilerin İsa
Peygambere kötü bir şey yapmak istediklerine, fakat yüce Allah'ın
onu bu kötülükten koruduğuna delâlet ediyor. Bu ifade ile Âl-i
İmrân suresinin İsa Peygamberle (a.s) ilgili hikâyeleri anlatan ayetlerindeki
"Onlar tuzak kurdular, Allah da onlara tuzak kurdu.
Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır." (Âl-i İmrân, 54) ifade arasında
tam bir uyum vardır.
"Hani havarîlere, 'Bana ve Elçime inanın.' diye vahyet-miştim." Bu
ayet ile Âl-i İmrân suresindeki "İsa, onlardan inkârı sezince, dedi
ki: 'Allah'a doğru bana yardım edecekler kimlerdir?' Havarîler,
'Biz Allah'ın yardımcılarıyız. Allah'a inandık. Bizim (Allah'ın emrine)
teslim olmuş kimseler olduğumuza şahit ol.' dediler." (Âl-i
İmrân, 52) ayeti arasında uyum ve anlam paralelliği vardır.
Bu ifadeden anlaşılıyor ki, "Hani havarîlere, 'Bana ve Elçime inanın.'
diye vahyetmiştim. Onlar da, 'İnandık, bizim (Allah'ın emrine)
teslim olmuş kimseler olduğumuza şahit ol' demişlerdi."
ayetinde sözü edilen iman, Havarîlerin İsa'ya yönelik ilk imanlarından
başkadır. Âl-i İmrân suresindeki "İsa, onlardan inkârı sezince"
ifadesinden bu olayın İsa Peygamberin (a.s) çağrısının son
günlerinde meydana geldiği anlaşılıyor. Oysa ona iman etmekte
öncü olan havarîler ona bağlılıklarını sürdürüyorlardı.
Üstelik Âl-i İmrân suresindeki "İsa... dedi ki: 'Allah'a doğru ba
na yardım edecekler kimlerdir?' Havarîler, 'Biz Allah'ın yardımcılarıyız.
Allah'a inandık. Bizim (Allah'ın emrine) teslim olmuş kimseler
olduğumuza şahit ol.' dediler." ifadesinden anlaşılıyor ki, İsa
Peygamberin bu çağrısının amacı imanın kendisi değil, Allah'ın
dinini desteklemek yolunda söz almaktır. Böyle olduğu için, "Bizim
teslim olmuş kimseler olduğumuza şahit ol." cümlesi ile noktalanıyor.
Bu cümlenin orijinalinde geçen "Müslimîn" ifadesi Allah-
'ın dinine çağırma görevini yürütmek ve bu uğurda sıkıntılara katlanmak
sureti ile onun dinini desteklemektir ki, bunların hepsi
doğal olarak Allah'a iman ettikten sonra yapılabilecek işlerdir.
Bundan ortaya çıkıyor ki, "Hani havarîlere... vahyettim." ifadesinden
maksat, havarîlerden misak ve ahit alma olayıdır. Bu ayette
incelenecek bazı konular var ki, bunlara Âl-i İmrân suresinin ilgili
ayetlerinin tefsiri sırasında değinmiştik.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Meâni adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Yakub
Bağdadi'den şöyle rivayet eder: İbn-i Sıkkît, İmam Ebu'l-Hasan Rıza'ya
(a.s) "Yüce Allah niçin Musa Peygamberi el beyazlığı, asâ ve
büyü sanatı ile, İsa Peygamberi tıp sanatı ile ve Muhammed Peygamberi
(s.a.a) söz ve konuşma üstünlüğü ile destekleyerek gönderdi?"
diye sordu.
İmam Ebu'l-Hasan Rıza (a.s) şu cevabı verdi: "Yüce Allah Musa
Peygamberi (a.s) gönderdiğinde, onun zamanında insanların en
önem verdikleri sanat büyücülüktü. Bu yüzden, Musa Peygamber
Allah katından onların yanında bulunmayan, benzerini yapamayacakları
ve onların büyülerini geçersiz kılan, onlara söyleyecekleri
bir söz bırakmayan, hücceti onlara tamamlayan üstün bir büyü
sanatı ile geldi.
Öte yandan yüce Allah'ın İsa Peygamberi (a.s) gönderdiği günlerde,
uzun süren hastalıklar baş göstermişti ve insanlar tıp ilmine
muhtaç olmuştu. Bu yüzden İsa Peygamber Allah katından insanların
sahip olmadıkları derecede üstün tıp ilmi ile donatılarak, Allah'ın
izni ile ölüleri diriltme, doğuştan körleri ve alacalık hastalarını
iyileştirme, insanlara delil ve hücceti tamamlayacak ve ona
karşı söyleyecek sözleri kalmayacak bir mucize ile desteklenerek
gönderildi. Yüce Allah Muhamed Peygamberi (s.a.a) insanlar arasında
konuşmalar, güzel söz söyleme sanatı ve şiir revaçta olan
bir dönemde gönderdi. Bu yüzden Peygamber efendimiz onlara Allah'ın
kitabından, hikmet ve öğütten insanların söz söyleme üstünlüğünü
geçersiz kılan, onlara kanıtı tamamlayıp hiçbir söz söylemeye
yer bırakmayan şeylerle desteklenerek geldi."
İbn-i Sıkkît, İmama; "Günümüzde ben senin gibisini asla görmedim.
Peki, bugün insanlara hüccet nedir?" dedi. İmam ona şöyle
cevap verdi: "Günümüzün delili akıldır. Allah'la ilgili doğru konuşan
onunla bilinir, böylece insan onu tasdik eder ve Allah'a iftira
eden onunla tanınır; böylece insan onu tekzip eder." Bunun üzerine
İbn-i Sıkkît dedi ki: "Vallahi, aradığım cevap budur."
el-Kâfi adlı eserde, Muhammed b. Yahya'dan, o da Ahmed b.
Mu-hammed'den, o da Hasan b. Mahbub'dan, o da Ebu Cemile'-
den, o da Aban b. Tağlib ile bir başkasından, onlar da İmam Cafer
Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Hz. İsa'nın dirilttiği ve bir süre
yiyip içip çocuk sahibi olan kimse var mı?" diye İmama soruldu.
İmam bu soruya şu cevabı verdi: "Evet var, onun aynı zamanda
ahiret kardeşi olan bir dostu vardı. Ona uğrar, yanında misafir kalırdı.
Bir süre onunla görüşmemişti. Arkasından selâm vermek için
ona uğradı. Kapıya dostunun annesi çıktı. İsa Peygamber dostunu
sorunca kadın ona 'Ya Resulullah, o öldü.' dedi. Hz. İsa kadına,
'Onu görmek ister misin?' diye sordu. Kadın 'Evet, isterim' dedi.
Hz. İsa kadına, 'Ben yarın sana gelirim ve yüce Allah'ın izni ile onu
diriltirim.' dedi."
"İsa Peygamber ertesi günü kadına geldi ve 'Benimle gel, mezarına
gidelim.' dedi. İkisi yürüyerek adamın mezarına gittiler. İsa
Peygamber mezarın başında durarak yüce Allah'a dua etti. Bunun
üzerine mezar yarıldı ve kadının oğlu canlanarak dışarı çıktı. Kadın
oğlunu ve adam annesini görünce ikisi birden ağlamaya başladı.
Hz. İsa onlara acıdı ve adama 'Annenle birlikte dünyada kalmak
ister misin?' diye sordu. Adam da Hz. İsa'ya, 'Ey Allah'ın resulü, yiyip
içip bir süre yaşayacak mıyım, yoksa yiyip içip bir süre yaşamadan
tekrar ölecek miyim?' diye sordu. Hz. İsa, 'Yiyip içeceksin,
yirmi yıl daha yaşayacaksın, evlenip çoluk-çocuk sahibi olacaksın.'
dedi. Bunun üzerine adam 'Evet, isterim.' dedi."
"Hz. İsa adamı annesine teslim etti. Adam yirmi yıl yaşadı ve
çoluk-çocuk sahibi oldu." [Füru-i Kâfi, c.8, s.337, h:532]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Yusuf San'ani'den, o da babasından
şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) "Hani ben havarîlere...
vahyettim." ayetinin anlamını sordum. İmam da "Onlara ilham
olundu." cevabını verdi." [c.1, s.350, h:221]
Ben derim ki: Kur'ân'ın birkaç yerinde vahiy kelimesi ilham anlamında
kullanılmıştır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Musa'nın annesine
'Onu emzir' diye vahyettik." (Kasas, 7) "Rabbin bal arısına
'Dağ oyuklarında... petek ör' diye vahyetti." (Nahl, 68) "Çünkü
Rabbin yere öyle vahyetti." (Zilzâl, 5)
112- Hani havarîler, "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten
donatılmış bir sofra indirebilir mi? (Bunu maslahat görür mü?)"
demişlerdi. İsa, "Eğer inanan kimseler iseniz, Allah'tan korkun"
demişti.
113- Onlar, "İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalplerimiz sakinleşsin,
bize (Rabbinden tebliğ ettiğin hususlarda) doğru söylediğini
kesin olarak bilelim ve buna (dünya ve kıyamette) tanıklık edenlerden
olalım." demişlerdi.
114- Meryem oğlu İsa şöyle dedi: "Allah'ım, ey Rabbimiz! Bize
gökten bir sofra indir ki, (bugün) hem öncekilerimiz, hem de sonrakilerimiz
için bir bayram ve senden bir mucize olsun. Bize rızk
ver. Sen rızk verenlerin en hayırlısısın."
115- Allah da şöyle buyurdu: "Ben şüphesiz onu size indireceğim;
ama ondan sonra kim inkâr ederse, ona âlemlerde hiç kimseye
yapmayacağım azabı yaparım."
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Okuduğumuz ayetlerde İsa Peygamber (a.s) ile arkadaşlarına
gökten sofra inişinin hikâyesi anlatılıyor. Ayetlerde gerçi sofranın
fiilen indirildiği açıkça belirtilmiyor; fakat son ayet yüce Allah'ın bu
sofrayı indireceğini ifade eden kayıtsız şartsız bir vaat içeriyor ve
yüce Allah birçok ayette kendini vaadinden caymamakla nitelen
dirmiştir. Bazı tefsir bilginleri, yüce Allah'ın sofranın inmesinden sonra
kâfir olanlara yönelik ağır tehdidini işittikten sonra havarîlerin bu
istekten vazgeçtiklerini ileri sürmüşlerdir. Fakat bu görüş Kur'ân
ve sünnet kaynaklı güvenilir bir delile dayanmıyor.
Bu görüş bazı tefsircilerden nakledilmiştir. Mücahit ile Hasan
bu tefsirciler arasında yer alır. Fakat ne onların ve ne diğerlerinin
bu yoldaki görüşlerinde delile rastlanmıyor. Eğer Mücahit ile Hasan'ın
bu yoldaki görüşleri rivayet sayılsa bile, zayıf olduğu için delil
değeri taşımayan mevkufat türü bir rivayettir. Üstelik bu rivayet
bu sofranın fiilen indiğini bildiren başka rivayetlere ters düşmektedir.
Zaten doğru olsa bile ahad silsileli bir haber olduğu için hükümler
dışındaki alanlarda dayanak kabul edilmez.
Bazıları bu sofranın fiilen inmediğini şu şekilde savunabilirler:
Hıristiyanların bu mucize konusunda hiçbir bilgileri yoktur, kutsal
kitaplarında bu olaydan hiç söz edilmiyor. Eğer bu sofra fiilen inmiş
olsaydı, kutsal kitaplarında sık sık sözü geçer, bu olayı tıpkı ilâhî
yemek gibi aralarında sürekli bir tören hâlinde korurlardı. Fakat
Hıristiyanlığın yayılma tarihini ve çeşitli İncillerin ortaya çıkış
hikâyesini iyi bilenler bu tür sözlere önem vermezler. Çünkü Hıristiyanların
kutsal kitapları tevatür yolu ile İsa Peygambere (a.s) dayandırılarak
yazıya geçirilmiş olmadığı gibi günümüzdeki Hıristiyanlık
da onun zamanına kesintisiz bir şekilde bağlanmıyor. Böyle
bir tarihî bir bağlantı olmadığı için, ne kuşaktan kuşağa geçen gelenekleri
konusunda ve ne İsa Peygamberin çağrısına izafe edilen,
onunla ilgili olan ve hakkında bilgi sahibi olmadıkları konularda
günümüz Hıristiyanlığından faydalanmak mümkün değildir.
Evet, bazı İncillerde İsa Peygamberin az miktardaki arpa ekmeği
ve balıkla mucizevî şekilde çok sayıda kişiyi doyurduğu anlatılıyor.
Ama bu hikâye Kur'ân 'da anlatılan ilâhî sofra hikâyesi ile
hiçbir özelliği bakımından uyuşmuyor. Yuhanna İncili’nin altıncı
bölümünde şöyle deniyor:
"(1) Bundan sonra İsa Celil (Taberiyye) denizi üzerindeki köprüye
doğru yol aldı. (2) Çok sayıda insan peşine düştü. Çünkü hastalar
konusundaki mucizelerini görmüşlerdi. (3) İsa dağa çıktı ve
öğrencileri ile birlikte orada oturdu. (4) Yahudilerce kutsal olan
Fesh Bayramı yakındı. (5) İsa gözlerini kaldırıp bakınca büyük bir
kalabalığın kendisine doğru geldiğini gördü. Bu durumu görünce
Filibs'e 'Nereden ekmek alıp bu insanlara yedireceğiz?' diye sordu.
(6) İsa Peygamber Filibs'i denemek için bu soruyu sordu. Çünkü o
ne yapmaya kararlı olduğunu biliyordu. (7) Filibs ona herkese küçük
parça ekmek verilse bile iki yüz dinara alınacak ekmeğin bu
kalabalığa yetmeyeceği cevabını verdi. (8) Saman Putros'un kardeşi
olan Enderus adındaki bir öğrencisi İsa Peygambere şöyle
dedi: (9) Yanında beş yufkası ve iki balığı olan bir genç var burada,
ama bu yiyecek bu büyük kalabalığa göre ne anlam taşır ki? (10)
İsa Peygamber 'İnsanlara söyleyin de birbirlerine yaslansınlar' dedi.
Orası bol otlaklı bir yerdi. Adamlar birbirine yaslandılar. Sayıları
beş bin kişi kadardı. (11) İsa Peygamber yufkaları aldı. Allah'a
şükretti. Sonra onları öğrencilerine bölüştürdü, öğrencileri de birbirine
yaslanan insanlara paylaştırdı. İki balığı da bu şekilde paylaştırdılar.
Herkes istediği kadar yedi. (12) Herkesin karnı doyunca
İsa Peygamber öğrencilerine 'Artan kırıntıları toplayın ki, hiçbir şeyi
kaybolmasın' dedi. (13) İsa'nın öğrencileri artıkları toplayıp on
iki torbaya doldurdular. Beş arpa ekmeği ile o kadar kişi karnını
doyurduktan sonra kırıntıları on iki torbayı doldurmuştu. (14) İnsanlar
İsa Peygamberin gösterdiği bu mucizeyi görünce, 'Bu adam
gerçekten dünyaya gelmesi beklenen peygamberdir' dediler. (15)
İsa Peygamber, insanların üzerine gelip onu hükümdar yapmak için
götürmeye kararlı olduklarını bildiği için oradan ayrılıp tek başına
dağa doğru yola çıktı."
Sonra eğer bu hikâyenin (Mâide Kıssasının) ayetlerde anlatılan
içeriği dikkatle incelenince, başka bir konu karşımıza çıkar ki,
o da şudur: Bu hikâyenin baş tarafında havarîler tarafından sorulan
soru yüce Allah'a karşı gösterilmesi gereken saygıdan yoksun,
edebe aykırı bir sorudur. Nitekim ayetlerin sonunda, bu mucizenin
arkasından kâfir olanlara, yüce Allah'ın peygamberlerine doğrudan
sunduğu veya ümmetlerinin isteğine cevap olarak gösterilen
hiçbir mucize vesilesi ile söz konusu edilmeyen ağır bir tehdit yöneltilmektedir.
Meselâ, Nuh, Hud, Salih, Şuayb, Musa ve Muhammed
peygamberlerin (hepsine selâm olsun) ümmetlerinin mucize
isteklerine böyle sert bir tehdit içerikli cevap verilmemiştir.
Acaba bu cevabın sertliğinin sebebi bu soruyu soran havarîle
rin edebe aykırı ifadeleri midir? Çünkü onlar bu soruyu sorarken
Allah'ın gücünden şüphe eden kişilerin kullanacakları bir üslûp
kullandılar. Fakat daha önceki ümmetlerin mucize isteklerinde de
Allah'a karşı saygısız ve peygamberlerine karşı alay etme içerikli
ifadelere rastlamaktayız. Bunların yanı sıra Peygamberimizin
(s.a.a) kavminin zorbalarına ve o dönemde yaşayan Yahudilere ait
daha çirkin ve daha edepsiz ifadeleri Kur'ân bize nakletmektedir.
Yoksa sebep, havarîlerin bu soruyu sormadan ve ilâhî sofranın
inmesinden önce iman etmiş olmaları mıdır ki, sofranın inişinden
ve bu çarpıcı mucizeyi görmelerinden sonra kâfir olmaları hâlinde
bu kadar şiddetli bir tehdidi hak etmiş mi sayılmaktadırlar? Fakat
gerçi çarpıcı mucizeler gördükten sonra kâfir olmak büyük bir azgınlık
ve serkeşliktir; ama bu sadece havarîlere mahsus değildir.
Bu bakımdan diğer ümmetler arasında benzerleri vardır. Fakat
hiçbir zaman o benzerlere böyle ağır bir tehdit yöneltilmemiştir.
Hatta bu ümmetler içinde Allah'ın yakınlığını kazandıktan ve Allah'ın
mucizelerini yakından gördükten sonra dinden dönenler bile
böyle şiddetli bir tehdide muhatap olmadılar. Şu ayette verilen örnekte
olduğu gibi: "Onlara şu adamın olayını anlat: Adama ayetlerimizi
sunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı. Arkasından
onu şeytan peşine taktı da azgınlardan oldu." (A'râf, 175)
Bu noktada söylenebilecek söz şudur: Bu hikâye başlangıcında
sorulan soru dolayısı ile, gerek ümmetlerin isteği üzerine gösterilen
ve gerekse başka zaruretlerin gerekli hâle getirdiği diğer
bütün peygamberlerin mucizeleri arasında özel bir anlam taşıması
ciheti ile ayrıcalıklı bir niteliğe sahiptir.
Şöyle ki, Kur'ân'da anlatılan mucizeler birkaç kısma ayrılır. Bir
kısmı yüce Allah'ın peygamberleri görevlendirdiği sırada onlara
sunmuş olduğu mucizelerdir. Bunların maksadı, peygamberlerin
peygamberliklerini teyit eden deliller olmalarıdır. Musa Peygambere
(a.s) sunulan ışıltılı el ve asâ, İsa Peygambere (a.s) sunulan
ölüleri diriltme, kuşlara can verme, doğuştan körleri ve alacalık
hastalarını iyileştirme ve Hz. Muhammed'e (s.a.a) sunulan Kur'ân
mucizeleri gibi. Bunlar imana çağrı ihtiyacını karşılamak ve kâfirlere
söylenecek söz bırakmamak için sunulan mucizelerdir. Böylece
helâk olanların bile bile helâk olmaları ve hayat bulanların da
bile bile hayat bulmaları istenmiştir.
Diğer bir kısım mucizeler, kâfirlerin isteği üzerine peygamberlere
sunulan mucizelerdir. Salih Peygamberin (a.s) devesi gibi.
Peygamberlerin çağrı çalışmaları sırasında gündeme gelen korkunç
olaylar ve genel afetler de bu kategoriye girer. Örneğin Musa
Peygamberin (a.s) Firavun'un kavmine gösterdiği ve aralarında
çekirge, zararlı böcek ve kurbağa istilalarının da bulunduğu yedi
tabiî afet mucizesi, Nuh tufanı, Semud oğullarının yerin dibine geçirilmeleri,
Ad oğullarının kasırgası gibi olağandışı belâlar. Bunlar
da inatçı inkârcılara yöneliktir.
Diğer bir kısım mucizeler de bir ihtiyacın gerektirmesine, bir
zorunluluğun ortaya çıkmasına binaen yüce Allah'ın müminlere
sunduğu olağanüstülüklerdir. Yarılan kayadan pınarların fışkırması,
İsrailoğul-larına çöl ortasında bıldırcın etinin ve helvanın indirilmesi,
büyük kayanın başları üzerinde asılı tutulması, Firavun'-
dan ve onun zalimliklerinden kurtulmaları için denizin ikiye ayrılması
gibi. Bu olağanüstülükler de ya kendini beğenmiş isyankârları
korkutmak veya müminlere yönelik rahmeti tamama erdirmek
için böyle bir istekleri olmamasına rağmen kendilerini onurlandırmak
maksadı ile sunulan mucizelerdir.
Yüce Allah tarafından Peygamberimizi (s.a.a) onurlandırmak
için müminlere sunulan vaatler de bu kategoriye girer. Mekke'nin
fethedileceği, Kureyş kâfirlerinin perişan olacakları, Bizanslıların
Farsları yenecekleri ile ilgili vaatler gibi.
Kur'ân'da anlatılan ve ilâhî öğretide söz konusu edilen mucize
türleri işte bunlardır. Mucize indikten sonra başka bir mucize istemeye
gelince, ilâhî öğreti bunu hezeyan nitelikli heveslerden sayar
ve ona önem vermez. Kur'ân'ın mevcudiyetine rağmen
Ehlikitab'ın Peygamberimizden (s.a.a) gökten kendilerine bir kitap
indirilmesini istemeleri gibi. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ehlikitap,
senden kendilerine gök-ten bir kitap indirmeni istiyorlar. Onlar
Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve 'Bize Allah'ı açıkça
göster' demişlerdi... Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik
eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir. Melekler de (buna) şahitlik
ederler. Şahit olarak Allah yeter." (Nisâ, 166)
Mekkeli müşriklerin Peygamberimizden (s.a.a) yeryüzüne meleklerin
indirilmesini veya Allah'ın kendilerine gösterilmesini istemeleri
de bu türden hezeyan nitelikli bir istektir. Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi: "Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler, 'Bize
melekler gönderilmeli değil miydi veya doğrudan doğruya
Rabbimizi görmeli değil miydik?' dediler. Onlar büyüklük kompleksine
kapılarak azgınlıkta son derece ileri gitmişlerdir." (Furkan,
21)
"Dediler: Bu elçiye ne oluyor ki yemek yiyor ve çarşıda geziyor?
Ona kendisiyle beraber uyarıcı olarak bir melek indirilmeli
değil mi? Yahut üstüne bir hazine atılmalı, yahut kendisinin, ürününden
yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi? Bu zalimler müminlere
'Sizler büyülenmiş, aklî dengesi bozuk bir adamın peşinden
gidiyorsunuz' dediler. Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler
düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır ve bir türlü doğru
yolu bulamıyorlar." (Furkan, 7-9) Kur'ân da bu anlamı ifade eden
daha birçok ayet vardır.
Bütün bunların arkasındaki tek gerekçe şudur: Mucizelerin
inmesinin maksadı, gerçeğin ortaya çıkması ve delilin tamama
erdirilmesidir. Mucize inip de gerçek ortaya çıkınca ve artık söylenecek
söz kalmayınca, eğer mucize indiği ve maksat hasıl olduğu
hâlde yine mucize isteği tekrarlanırsa, bunun Allah'ın mucizelerini
eğlence konusu yapmak, Allah ile oyun oynamaktan ve gerçekleri
kabul etmekte oynaklık göstermeden başka bir anlamı yoktur ve
bu tutum en büyük azgınlık ve gerçeğe karşı başkaldırmadır.
Böyle bir tutum eğer müminler tarafından ortaya konursa, bunun
günahı daha yoğun ve suçu daha ağır olur. Özellikle Allah'ın
mucizelerini görüp de bunun üzerine iman etmiş olan bir müminin,
mümin olduğuna göre gökten mucize inmesi ile ne işi olabilir?
Bu tutum daha çok arzularının esiri olmuş ve eğlence toplantılarında
kendinden geçmiş kimselerin isteklerine veya acayip spor
gösteri düşkünlerinin gönüllerini hoş etmek için istedikleri şaşırtıcı
cambazlık ve akrobasi taleplerine benzemiyor mu?
"Hani havarîler, 'Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten
donatılmış bir sofra indirebilir mi?' demişlerdi." ifadesinden
anlaşılan mana şudur: Havarîler İsa Peygamberden (a.s)
kendilerine özel bir mucize göstermesini istiyorlar. Oysa onlar
onun havarîleri, ona en yakın kimselerdir. Onun gösterdiği o
çarpıcı mucizeleri, o açık kerametleri görmüşlerdi. İsa Peygamber
(a.s) zaten kavmine gönderilirken olağanüstü mucizelerin
beraberinde gönderilmişti. Yüce Allah bu gerçeği şöyle ifade
Yüce Allah bu gerçeği şöyle ifade ediyor: "(Allah onu)
İsrailoğullarına elçi kılacak, (o, onlara şöyle diyecek) 'Ben size
Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben size çamurdan kuş biçiminde
bir şey yaratır, ona üflerim, Allah'ın izni ile kuş oluverir..."
(Âl-i İmrân, 49)
İsa Peygambere inanan bir kimsenin onun bir mucizesi ile
karşılaşmadığı nasıl tasavvur edilebilir ki, onun kendi varlığı başlı
başına bir mucizedir. Allah onu babasız yarattı ve Ruh'ul-Kudüs ile
destekledi. Daha beşikteyken gelişmiş yaşlarındaki gibi insanlarla
konuşabiliyor, birbirini izleyen birçok mucize ile sürekli biçimde
onurlandırılıyor ve sonunda Allah onu kendi katına yükselterek en
şaşırtıcı mucize ile misyonunu noktalıyor.
Havarîlerin bu kadar çok sayıda mucizeden sonra kendileri için
seçtikleri bir mucize istemeleri, mucizeden sonra mucize isteme
anlamına gelir. Böylece son derece çirkin bir davranış sergilemiş
oldular. Bundan dolayı İsa Peygamber (a.s), "Eğer inanan
kimseler iseniz, Allah'tan korkun." şeklindeki sözleri ile onları azarlamıştır.
İşte bu yüzden havarîler bu tekliflerini gerekçelendirdiler, sözlerinin
mutlaklığını sınırlandırıp yumuşatacak ikinci bir açıklama
yapmak ve ifadelerin sivriliğini gidermek için, "İstiyoruz ki, ondan
yiyelim, kalplerimiz sakinleşsin, bize doğru söylediğini kesin olarak
bilelim ve buna tanıklık edenlerden olalım." dediler. Böylelikle
yeme amacına, isteklerine gerekçe oluşturacak başka amaçlar
eklediler. Bundan maksatları, isteklerinin acayip olaylarla eğlenmek
ve Allah'ın mucize-lerini oyun konusu yapmak anlamına
gelmediğini, tersine bilgilerini mükemmelleştirmek, kötü duyguları
kalplerinden kovmak ve olaya şahitlik etmek gibi faydalı amaçları
olduğunu ifade etmektir.
Fakat bununla birlikte sofranın yemeklerinden yemek istediklerini
söylemekten geri kalmadılar. İşte asıl hataları bu oldu. Eğer
"O sofranın yemeklerinden yiyip kalplerimizin güven bulmasını
istiyoruz" deselerdi, "İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalplerimiz sakinleşsin"
dedikleri için aldıkları sert cevaplara muhatap olmayacaklardı.
Çünkü ilk ifade, bütün heves ve eğlence ihtimallerini ortadan
kaldırırken, ikincisi böyle değildir.
İsa Peygamber (a.s) havarîlerin ısrarlı isteklerine cevap olarak
Rabbinden bu mucizeyi kendilerine bağışlamasını istedi. Bu mucize
sadece kendi ümmetine mahsus türden bir olağanüstülüktü.
Çünkü görünüşte gerekli olmayan gerekçelere dayandırılan bir istek
üzerine gösterilecek tek mucize idi. Bu gerekçe inanmış kimselerin
inecek sofranın yiyeceklerinden yeme gerekçesi idi. Bundan
dolayı İsa Peygamber (a.s) bu isteğini Allah'a yöneltilmesi uygun
olacak bir gerekçe ile yaftalayarak, "Allah'ım, ey Rabbimiz!
Bize gökten bir sofra indir ki, bugün hem öncekilerimiz, hem de
sonrakilerimiz için bir bayram ve senden bir mucize olsun." dedi.
Görüldüğü gibi İsa Peygamber bu olayı bayram olarak adlandırdı.
Bayram, bir kavmin insanlar arasında kendilerine mahsus bir bağışa,
bir kıvanca mazhar oldukları gündür. Bu sofranın inişi İsa
Peygamber tarafından işte bu sıfatla nitelendirilmişti.
İsa Peygamber bu isteğini Rabbine yöneltince, Rabbi onun
duasını kabul etti. Zaten onun, Rabbinden kabul edileceğini ummadığı
bir istekte bulunması veya Rabbinin onu reddederek rezil
etmesi, elini boş çevirmesi beklenemezdi. Fakat nasıl ki, bu mucize
başka hiçbir ümmete sunulmamış türden sadece havarîlere
mahsus bir mucize idi ise, bu mucizeden sonra kâfir olacak olanlar
için hiçbir insan topluluğuna verilmemiş ağırlıkta bir ceza şartı
koşuldu. Yüce Allah bu şartı şöyle açıklıyor: "Ben şüphesiz onu size
indireceğim. Ama ondan sonra kim inkâr ederse, ona âlemlerde
hiç kimseye yapmayacağım azabı yaparım." Açıkladığımız
bu hususu ganimet olarak bilmelisin.
"Hani havarîler, 'Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten donatılmış
bir sofra indirebilir mi?' demişlerdi." Ayetteki "iz=hani" bir zarf edatıdır
ve gizli bir fiil ile bağlantılıdır. Bu gizli fiil, "uzkur" (hatırla) veya
bu anlamda bir fiildir. Buna göre ifadenin anlamı "Havarîlerin...
dedikleri zamanı hatırla" şeklindedir.
Bazı tefsircilere göre bu "iz" edatı bir önceki ayette geçen
"kâlû âmenâ=inandık dediler..." cümlesi ile bağlantılıdır. O zaman
anlam, "Havarîler İsa'ya, Rabbin bize gökten donatılmış bir sofra
indirebilir mi?" dedikleri bir vakitte, "İnandık... demişlerdi." şeklindedir.
Yani havarîler dediler ki: "Biz Allah'a inandık. Bizim Allah-
'ın emrine teslim olmuş kimseler olduğumuza şahit ol."
Bu faraziyeden maksat, havarîlerin iddialarının doğru olmadı
ğını ve İsa Peygamberi (a.s), kendisine teslim olduklarına şahit
tutmalarının ciddi olduğunu belirtmektir.
Fakat bu faraziye ayetlerin içeriği ile bağdaşmaz. Havarîlerin
imanı nasıl olur da samimi olmaz? Yüce Allah onlara, kendisine
ve peygamberlerine iman etmelerini vahyettiğini bildiriyor ve bunun
İsa Peygambere (a.s) yönelik bir lütuf olduğunu vurguluyor.
Üstelik eğer öyle olsa idi, "Havarîler dediler ki..." ifadesindeki [imansızlıklarını]
açığa çıkarmaları yersiz olurdu.
"Mâide", üzerinde yemek bulunan sofra demektir. Ragıp
İsfahanî şöyle der: "Mâide, içinde yemek bulunan tabak demektir.
Hem tabak ve hem de içindeki yemek için kullanılır. Araplar, 'Bana
yemek verdi.' anlamında 'mâdenî, yemîdunî' ifadesini kullanırlar."
Ayette aktarılan soru metnine, yani "Rabbin bize gökten donatılmış
bir sofra indirebilir mi?" ifadesine gelince, ilk bakıştaki
anlamı ile bu ifadenin havarîlerin ağzından çıkması aklın yadırgayacağı
bir husustur. O havarîler ki, İsa Peygamberin arkadaşları,
öğrencileri, yakın ve ayrılmaz dostları, onun bilgisinin ve düşüncelerinin
ışığından feyz alan, onun ahlâk kurallarına ve ayak izlerine
uyan kimselerdir. Öte yandan en zayıf iman bile yüce Allah'ın her
şeye kadir olduğu, O'nun için âcizlik diye bir şeyin söz konusu edilemeyeceği,
O'na âcizliğin galip gelemeyeceği bilincini insana aşılarken,
nasıl olur da havarîler Allah'ın gökten sofra indirmeye gücünün
yetip yetmeyeceğini peygamberlerine sorabilmektedirler?
Bundan dolayı yedi kurradan biri olan Kisaî, ayetteki ilgili ibareyi
"Hel tastatîu Rabbeke=Sen Rabbinden sorabilir misin?" şeklinde
okumuştur. Yani "Rabbeke" kelimesi, gizli bir fiilin
mef'ulüdür. Aslı şöy-ledir: "Hel tastatîu en tes'ele Rabbeke."
Mef'ulda amil olan fiil hazfedilmiş ve "tastatîu" fiili onun yerine
geçmiştir veyahut da bir kelimenin diğerinin yerine geçişi söz konusu
olmaksızın fiil hazfedilmiştir.
Tefsirciler, havarîlerin bu tereddüt içerikli sorularını değişik
şekilde yorumlamışlardır. Bu yorumlarda ilk plânda akla gelen Allah'ın
gücünden şüphe etme ihtimalinin varit olmadığı, havarîlerin
böyle basit bir cehaletten uzak oldukları esasına dayanılmıştır.
Bu esasa dayanılarak yapılabilecek en iyi yorum şudur: Ayet
teki "güç yetirme" maslahatın gerektirmesinden ve iznin verilmesinden
kinayedir. Nitekim imkân, güç ve kuvvet kavramlarıyla da
kinaye yolu ile "maslahatın olması ve izin verilmesi" ifade edilir.
Meselâ, "Hükümdar her ihtiyaç sahibini dinleyemez" denir. Bununla
"Hükümdarlığın kamusal faydası onu bundan alıkor" denmek
istenir. Yoksa mutlak anlamı ile dert dinlemek, hükümdarın gücü
dahilinde bir iştir. Yine "Zengin kişi, herkese sadaka veremez" denir.
Yani malını koruma maslahatı bunu yapmamasını gerektirir.
Başka bir örnek, "Âlimin bütün bildiğini anlatması mümkün değildir."
sözüdür. Yani dinin, halkın ve toplumsal düzenin maslahatı
âlimi bundan alıkor. Yine bir örnek olarak birimiz arkadaşına "Benimle
birlikte falancaya gidebilir misin?" diye sorarız. Bu sözdeki
yapabilirlik gidebilmenin özünü değil, bu eylemin yerinde olup olmadığına,
faydalı görülüp görülmediğine yöneliktir.
Bu konuda tefsircilerin ileri sürdükleri başka yorumlar da vardır.
Bunlardan biri şudur: Bu sorunun amacı, görerek inanmak suretiyle
kalplerin tatmin olmasıdır; yoksa Allah'ın gücünden şüphe
etme maksadı taşımaz. Tıpkı İbrahim Peygamberin (a.s), bize Allah
tarafından nakledilen "Ya Rabbi! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster. Allah, 'Yoksa buna inanmadın mı?' dedi. İbrahim: İnandım;
fakat kalbim tatmin olsun diye bunu istiyorum." (Bakara, 260)
sözleri gibidir.
Bu yorum hakkında şunları söylemek gerekir: İmanın arttırılması
ve kalbin tatmin edilmesi amacı ile mucize istemenin doğru
olması, tek başına havarîlerin sorusunu bu gerekçeye bağlamanın
doğruluğunu kanıtlamaz. Onların İbrahim Peygamber (a.s) gibi
masum oldukları sabit değildir ki, bu masumluk sözlerinde kabalık
olmadığı şeklinde bir yoruma başlı başına delil sayılsın. Tersine
sözlerinin böyle olmadığı yolunda delil vardır. Çünkü onlar İbrahim
Peygamberin, "İnandım; fakat kalbim tatmin olsun diye bunu
istiyorum." dediği gibi, "O sofranın yemeklerinden yiyip kalplerimizin
tatmin olmasını istiyoruz." demiyorlar. Bunun yerine,
"İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalplerimiz sakinleşsin." diyorlar. Yani
yemek yemeyi başlı başına bir amaç olarak öne sürüyorlar.
Zaten bu yorum olsa olsa onların kalplerinin Allah'ın gücü ile
ilgili kuşkudan arınması sonucunu verebilir. Sözlerinin zahirindeki
kabalık, varlığını devam ettirir.
Üstelik, "Hani İbrahim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster..."
(Bakara, 260) ayetinin tefsiri sırasında anlattığımız üzere bu yorumun
dayanak olarak kabul ettiği gibi, İbrahim Peygamberin (a.s)
istediği şey, ölülerin ölümden sonra hayatla donanmış hâllerini
görmek değildi. Eğer böyle olsaydı, onun bu isteği mucizeyi görüp
Allah'la konuştuktan sonra, O'ndan mucize istemek kabilinden olurdu.
Onun istediği şey, o ayeti incelerken açıkladığımız anlamda
diriltme olayının gerçekleşme biçimini görmekti.
Bu yorumlardan biri de şudur: Havarîlerin bu sorusu Allah'ın o
konudaki gücü ile değil, onu fiilen yapması ile ilgilidir. Dolayısıyla
burada fiil, onun ayrılmaz şartı olan güçle ifade edilmiştir.
Bu yorum hakkında söyleyeceğimiz söz şudur: Bunun böyle
olduğuna dair sözlerinde bir delil yoktur. Öyle olduğu kabul edilse
bi-le bu yaklaşım, onların mutlak ilâhî kudreti bilmedikleri ihtimalini
ortadan kaldırır. Fakat kulluk edebi ile bağdaşmayan bir söz
söyledikleri gerçeği yerinde kalır.
Başka bir yorum da şudur: Bu söz kısaltılmıştır. Aslı "Hel tastatîu
sual'e Rabbike=Rabbine söyleyebilir misin?" şeklindedir. Nitekim
muteber kıraat tarzlarından biri ["Hel tastatîu Rabbeke], bu
ihtimali haklı çıkarmaktadır. Buna göre anlamı, "Seni soru sormaktan
alıkoyacak bir engel olmaksızın ondan isteyebilir misin?"
şeklindedir.
Bu yorum hakkında da şunları söylemek gerekir: Sözü edilen
gizli kelimeleri ibareye katmak, bu ifadeyi bu yorumda ileri sürülen
anlamı verecek hâle getirmeyi sağlamaz. Çünkü iki kıraate göre
fiillerin konumları farklıdır; birisinde fiil, gayıp (üçüncü şahıs)
kipinde, bir diğerinde ise muhatap (ikinci şahıs) kipindedir. Cümlede
bir şeyin tak-dir edilişi, kesinlikle gayıp kipinde olan bir fiili
muhatap kipi olarak değiştiremez.
Mutlaka bir şey denecekse, şöyle söylemeliydi: Bu soru İsa
Peygamber ile ilgili bir fiili Allah'a isnat ediyor. Bunun gerekçesi
şudur: İsa Peygamberin (a.s) fiili, aslında Allah'ın fiilidir. Onun her
şeyi Allah'a aittir. Bu yorum şu bakımdan sakattır: Peygamberlerin
bazı eylemleri Allah'a isnat edilebilir. Ama bu eylemler hidayet,
ilim vb. Allah'a isnat edilmeleri eksiklik ve aksaklık gerektirmeyen
eylemler olmalıdır. Âcizlik, yoksulluk, yemek ve içmek gibi peygamberlerin
kul ve insan olmalarının gereği olan eylemlere gelince,
bunlar kesinlikle Allah'a izafe edilemez. Ayrıca bu yoruma göre
de havarîlerin sözlerindeki kabalık yerinde kalır.
Başka bir yorum da şöyledir: Buradaki "istitaat (=güç yetirme)",
itaat anlamındadır. Buna göre ayetin o bölümünün anlamı,
"Rabbin sana itaat eder, ondan bunu istediğinde duanı kabul eder
mi?" şeklindedir.
Bu yorum hakkındaki itirazımız şudur: Bu yorum, varolan problemi
daha da büyütür. Çünkü yüce Allah'ın peygamberine itaat edip
etmeyeceğini, ona boyun eğip eğmeyeceğini sormak, O'nun
güç sahibi olup olmadığını sormaktan daha çirkin ve edep dışı bir
şeydir.
Bir tefsir bilgini bu yorumu savunarak hakkında özetle şu açıklamayı
yapmıştır: İstaat ile itaat kelimeleri "kurh" (=istemezlik,
zorlama) kelimesinin karşıtı olan "tav'" (uyma, muvafakat etme)
kökünden gelirler. Bir işe itaat etmek demek, ona razı olarak ve
tercih ederek yapmak demektir. Bu maddenin istif'al kalıbına uyarlanmış
türevi, "icâbet" kelimesinin istif'al kalıbına uyarlanmış
biçimi ile aynı anlamı taşırlar. Dolayısıyla, "istecâbehu" ifadesi,
duasını ve isteğini kabul etti anlamına geldiğine göre, "istetâahu"
cümlesi de ona itaat etti, yani ona boyun eğdi, onun rızası dahilinde
oldu, onun tercih ettiği şey oldu, anlamındadır.
Her iki maddede istif'al kalıbı, bu kalıbın en meşhur anlamı
olan talep ve istek anlamını taşır. Ancak hazfedilmiş bir fiilin talebini
ifade ederler. Bu takdirî fiil, ona terettüp eden ve kelâmda
zikredilen fiil aracılığıyla bilinir. "İstetâa'ş-şey'=bir şeye güç yetirdi"
demek, bu şeyin onun tercih ettiği şey olmasını istedi, o da ona itaat
etti ve boyun eğdi, demektir. "İstecâbe" ise, onun icabet etmesini
istedi, o da icabet etti anlamına gelir.
Bu ayrıntılı açıklamadan, "yestetîu" fiilinin "yutîu" fiili ile aynı
anlama geldiğini söyleyen tefsir bilgininin görüşünün doğru olduğu
anlaşılıyor. Çünkü "yutîu" fiili, bir şeyi razı olarak ve tercih ederek,
zorlamasız bir şekilde yapmak anlamına gelir. Buna göre ayetin
bu cümlesinin anlamı, "Eğer biz Rabbinden bu sofrayı indirmesini
istersek veya sen onu bizim için istersen, Rabbin onu bize gökten
indirmeye razı olur, bunu tercih eder mi?" şeklindedir. (Alıntı burada
sona erdi).
Bu açıklama hakkında birkaç söz söylemek gerekir: Birincisi,
bu açıklama yeni bir şey getirmedi. Sadece "istetâa" fiilini
"istecâbe" fiili ile karşılaştırdı ve arkasından ilk fiile ikincisinin anlamını
yükledi. Bu ise dilbilgisi hususunda kabul edilmeyen bir kıyas
ve karşılaştırmadır.
Bu görüşe karşı ikinci itirazımız şudur: "İstitâat" ve "itâat" kelimelerinin
ortak kökünün zorlamanın zıddı olan "tav' (=muvafakat
etme)" olması, kökün bütün türevlerinde bu anlamın gözetilmesini
gerektirmez. Birçok kelime türeme süreci içinde kökünün anlamından
tamamen kopar. Şu örneklerde olduğu gibi; Darebe (vurdu),
adrebe (yüz çevirdi), kabile (kabul etti), akbele (yöneldi),
kabbele (öptü), kâbele (karşılaştırdı), istakbele (karşıladı). Bu kelimelerde
kullanım yerlerine göre, zihne gelen anlamlar, kelimenin
kök anlamıyla büsbütün farklıdır.
Dilbilgisindeki türeme incelemelerinde, gerçi kelimenin kökünün
anlamı göz önünde bulundurulur; fakat bundan maksat kök
anlamının türeme süreci içinde türevlerde ne oranda yaşadığı veya
nasıl hayatiyetini kaybederek başka bir anlama yerini bıraktığını
tespit etmektir. Yoksa dildeki gelişmenin hükmünü geçersiz
sayıp kök anlamını korumak değildir. Bu noktayı iyi anlamak gerekir.
Buna göre, herhangi bir kelimede önemli olan anlam, o kelimenin
kökünün sözlükteki anlamı değil, kullanımda geçerli olan
canlı anlamıdır. Meseleye bu açıdan bakarsak, "istitâat" kelimesi
Kur'ân'da kırktan fazla yerde ve hepsinde güç, kudret anlamında
kullanılmıştır. "İtaat" kelimesi ise, yine Kur'ân'ın yaklaşık yetmiş
yerinde ve hep boyun eğme (inkiyad) anlamında kullanılmıştır.
"Tav’" kelimesi de kullanıldığı yerlerde "kurh"un zıddı anlamında
kullanılmıştır. Durum böyle olunca, "yestetîu" kelimesine "yutîu"
kelimesinin anlamını yük-lemek, arkasından "yutîu" kelimesini
"tav’" anlamında kabul etmek ve sonra da ayetteki "yestetîu" kelimesinin
"yerdâ (razı olur)" anlamında olduğunu söylemek nasıl
mümkün olabilir?
"Ecâbe" ve "istecâbe" fiillerine gelince; bu fiiller birlikte
Kur'ân-da aynı anlamda kullanılmıştır. "İsticâbet" kelimesinin kullanıldığı
yerler "icabet" kelimesinin kullanıldığı yerlerden birkaç
kat fazladır. "İsticâbet" kelimesi otuza yakın yerde kullanıldığı
hâlde, "icâbet" kelimesinin Kur'ân'da kullanıldığı yerler onu
geçmez. Durum böyle iken "etâa" ve "istetâa" fiilleri bu kelimelerle
nasıl karşılaştırılabilir?
Bu kelimelerin aynı anlamda gelmeleri, iki farklı yaklaşımın
aynı noktada örtüşmesi şeklindedir. Buna göre "ecâbe" fiili, cevap
soruya muhatap olan kişiden soruyu sorana geçti demektir. Buna
karşılık "istecâbe" fiili, soruya muhatap olan kişi cevabı kendinden
istedi ve onu soru soran kişiye iletti anlamındadır. Bundan anlaşılıyor
ki, bu yorumu savunan tefsirci "istecâbe" fiilini uygun şekilde
açıklamamıştır. Yani "istecâbe" demek, adam bir şeyi sordu,
karşı tarafın kendisine cevap vermesini istedi ve karşı taraf da
kendisine cevap verdi, derken, tam yerinde olan bir açıklama
yapmamıştır. Çünkü istif'al kalıbı, "fe-ale" maddesinin talebi yönünde
kullanılır, "ef'ale" kalıbının talebi yönünde değil. Bu, açık
bir husustur.
Bu yoruma yönelik üçüncü itirazımız şudur: İfadenin içeriği bu
anlamla uyuşmaz. Verilen anlama göre havarîlerin "Rabbin gökten
bize donatılmış bir sofra indirebilir mi?" şeklindeki sözlerinin
anlamı, "Eğer biz istersek veya sen istersen, Rabbin bize gökten
bir sofra indirmeye razı olur mu?" şeklindedir ve bu istekten veya
sofranın inmesinden maksatları, imanlarının artması ve kalplerinin
güvene ermesidir. Eğer sözlerinin anlamı bu olsaydı, İsa Peygamberin
(a.s), "Eğer inanan kimseler iseniz, Allah'tan korkun."
diyerek kendilerini azarlamasının ve yüce Allah'ın bu mucizeden
sonra kâfir olanları hiç kimseyi çarptırmadığı ağırlıkta bir azaba
çarptıracağı şeklinde tehdit etmesinin ne sebebi vardı? Çünkü o
durumda onlar sadece doğruyu söylemiş ve sadece meşru olan bir
şey istemiş olurlardı. Nitekim Kur'ân'da, "Allah'tan O'nun lütuf ve
keremini isteyin." (Nisâ, 32) buyruluyor.
"Eğer inanan kimseler iseniz, Allah'tan korkun, demişti." İsa Peygamberden
(a.s) havarîlere yöneltilmiş bir azarlamadır. Bu azarlamanın
sebebi, Allah'ın bir sofra indirmeye muktedir olup olmadığı
hususunu O'ndan öğrenmek istemeleridir. Havarîlerin bu sözü
nasıl yorumlanırsa yorumlansın, şüphe ifade edicidir.
Yukarıda değindiğimiz gibi bu ayetlerin sonunda yer alan ilâhî
tehdide yol açan azarlamanın asıl sebebi onların hiçbir ihtiyaç olmadığı
hâlde mucize istemeleri ve mucizeler ile eğlenmek anlamına
gelecek bir teklifte bulunmalarıdır ve sonra ilk bakışta Allah-
'ın gücüne kalpten inanmadıkları gibi bir anlama gelen bir ifade
kullanmalarıdır. Buna göre, İsa Peygamberin (a.s), "Eğer inanan
kimseler iseniz, Allah'tan korkun." diyerek onları azarlamasının
sebebi gayet açıktır.
"Onlar, 'İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalplerimiz sakinleşsin, bize doğru
söylediğini kesin olarak bilelim ve buna tanıklık edenlerden olalım.'
demişlerdi." Bu ifadenin içeriğinden havarîlerin bu sözlerinin İsa
Peygamberin azarlamasından kurtulmak için yaptıkları bir özür
beyanı olduğu anlaşılıyor. Söyledikleri sözlerin, "Rabbin bize gökten
donatılmış bir sofra indirebilir mi?" şeklindeki Allah'ın mutlak
gücünden şüphe ettikleri izlenimini uyandıran sözleri ile değil de
sofra indirilmesi mucizesi istekleri ile bağlantılı olduğu açıktır. Bu
durum aynı zamanda azarlanmalarının asıl sebebinin ihtiyaç olmadığı
hâlde mucize istemeleri olduğunun şahitlerinden biridir.
"İstiyoruz ki, ondan yiyelim..." şeklindeki sözlerine gelince;
burada mucize istemekteki amaçlarını açıklarken dört madde
sıralıyorlar:
Birincisi yemektir. Bu sözü söylemekteki maksatları, bu istekle
Allah'ın mucizelerini eğlence konusu yapmayı amaçladıklarını,
o sofranın yemeklerinden yemek istediklerini belirtmektir ki, bu
mantıklı bir amaçtır. Daha önce söylediğimiz gibi, bu sözler İsa
Peygamberin azarlamasına ve sofra mucizesinden sonra kâfir olanların
ağır bir ilâhî azaba çarptırılacağı şeklindeki tehdide müstahak
kalmaya teslim olduklarını ifade eder gibi bir cümledir.
Bazı tefsircilere göre, havarîlerin yemek yemekten söz etmelerinden
maksat, yemeğe şiddetle ihtiyaçları olduğunu, açlıklarını
giderecek bir şeyleri olmadığını açıklamaktır. Başka bazı tefsirciler
ise böyle demekle "O sofranın yemeklerinden yemekle onurlanmak
istiyoruz." demek istemişlerdir. Malumdur ki, bu iki yorumlarda
anlatılan maksatlara mutlak yemek ifadesi delâlet
etmez. Eğer maksatları azarlamayı gereksiz kılan böyle bir şey idi
ise, mazeret beyan ettikleri bu yerde onu açıkça ifade etmeleri ge
rekirdi. Eğer maksatları öyle idi ise onu belirtmeleri gerektiği hâlde
belirtmediklerine göre şuna hükmetmek gerekir: Yemek derken
kastettikleri şey bu kelimenin mutlak anlamıdır. Çünkü akla
uygun bir amaç olarak sofra inmesine yönelik isteklerinin amaçlarından
biri olmuştur.
İfade ettikleri ikinci amaç, kalp huzuruna ermeleridir. Bu da
ihlâs-la ve huzur ile çelişen duyguların ortadan kalkması ile elde
edilen kalp sakinliğidir.
Havarîlerin ifade ettikleri üçüncü amaç, İsa Peygamberin (a.s)
Rabbinden alıp onlara tebliğ ettiği mesajlar konusunda doğru konuştuğunu
bilmeleridir. Bu durumda bilmekten maksat, nefsanî
vesveselerin ve kuşkuların giderilmesinden sonra kalpte meydana
gelen kesin bilgidir.
Bazı tefsircilere göre ise, buradaki bilgiden maksat İsa Peygamberin
(a.s) onlara vaat ettiği iman meyveleri konusunda doğru
konuştuğunu bilmeleridir. Duanın kabul edilmesi gibi. Fakat bu
akla pek yakın değildir. Çünkü havarîler gökten sofranın inmesini
sadece İsa Peygamberin (a.s) duasından ve dilemesinden, kısaca
onun tarafından gerçekleşecek bir mucize aracılığıyla istiyorlar.
Oysa onlar onun birçok mucizesini görmüşlerdi.
O , hayatı boyunca hep büyük ilâhî mucizelerle yan yana yaşadı.
Peygamber olarak kavmine gönderilmesi ve onlara yönelttiği
her çağrı mutlaka Rabbinin bir mucizesinin eşliğinde olmuştur.
Eğer imanın meyvesi olarak onun duasının kabul edilmesini kastetmişlerse,
onun imanının meyvesini sürekli görmüşlerdir. Yok,
eğer imanın meyvesinden kastettikleri şey, kendi dualarının kabul
edilmesi idi ise, onlar sofranın inmesini kendi duaları ile istemiş
değillerdi ve sofra İsa Peygamberin (a.s) duası ile inmişti.
Dördüncü amaçları, bu olaya gerektiği zaman şahitlik etmeleridir;
inkâr edenlere karşı ve kıyamet günü Allah'ın huzurunda şahitlik
etmek gibi. Kastedilen şahitlik mutlak şahitliktir. Sadece Allah'ın
huzurunda yapacakları şahitliği de kastetmiş olmaları
mümkündür. Nitekim yüce Allah tarafından nakledilen sözlerinde
bu anlam kastedilerek şöyle buyrulmuştur: "Ey Rabbimiz, indirmiş
olduğun şeye inandık, peygambere uyduk, bizi şahitlerle birlikte
yaz." (Mâide, 53)
Bu sözlerden çıkan sonuç şudur: Havarîler özür dileme nitelikli
sözlerine gökten inen sofranın yemeklerinden yemek olan amaçlarına,
hoşnut edici güzel amaçlar eklediler. Maksatları yeterli sayıda
mucize gördükten sonra yeni bir mucize istemelerinin kabalığını
gidermektir. İsa Peygamber de (a.s) bu ısrarlarından sonra isteklerine
karşılık verdi.
"Meryem oğlu İsa şöyle dedi: Allah'ım, ey Rabbimiz! Bize gökten bir
sofra indir ki, (bu gün) hem öncekilerimiz, hem de sonrakilerimiz için bir
bayram ve senden bir mucize olsun. Bize rızk ver. Sen rızk verenlerin en
hayırlısısın." İsa Peygamber (a.s) sofra isteme konusunda kendisini
de havarîler arasına kattı ve "Allah'ım, ey Rabbimiz!" diyerek geniş
kapsamlı bir ifade ile Rabbine seslenerek işe başladı. Oysa
havarîler ona "Rabbin bize gökten donatılmış bir sofra indirebilir
mi?" demişlerdi. Böylece baştaki seslenişin dua ile uyuşması sağlanmış
oldu.
Bu dua, peygamberlerin Kur'ân'da nakledilen duaları arasında
başlangıcının özelliği sebebi ile tektir, bir başka benzeri yoktur.
Çünkü bu dua, "Allah'ım, ey Rabbimiz!" diyerek başlıyor. Oysa diğer
dualar ya "ey Rabbim" veya "ey Rabbimiz" diye başlıyor. Bunun
yegâne sebebi, dua konusu olayın inceliği ve girişin muhteşemliğidir.
Evet, Kur'ân'da aktarılan övgü çeşitlerinde bu tür bir girişe
rastlanmaktadır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "De ki: Hamd Allah'a
mahsustur." (Neml, 59) "De ki: Allah'ım, ey mülkün maliki..."
(Âl-i İmrân, 26) "De ki: Ey Allah'ım! Ey göklerin ve yeryüzünün yoktan
var edicisi..." (Zümer, 46)
İsa Peygamber (a.s) bu seslenişin arkasından, bu inecek sofra
hakkında kendisi ve arkadaşları için amaç niteliğinde bir unvan
ortaya koydu. Bu unvan inecek sofranın kendisi ve ümmeti için
bayram olmasıdır. Havarîler istekleri sırasında inecek sofranın
kendilerine mahsus bir bayram olmasını istediklerini söylememişlerdi.
Fakat İsa Peygamber bu isteğine güzel bir unvan taktı ve onu
güzel bir kalıba döktü. Maksadı, elleri altında ve gözleri önünde
birçok ilâhî mucize varken başka bir mucize isteğinde bulunma
görüntüsünden kurtulmak ve isteğinin Allah'ın hoşuna gidecek,
O'nun yüceliği ile çelişmeyecek bir istek olmasını sağlamaktır.
Çünkü bayram halk arasında söz birliği meydana getirir, milletin
hayatını yeniler, bayram yapanlarının gönüllerini coşturur, her tekrarlanışında
dinin yüceliğini ilân eder.
Bundan dolayı İsa Peygamber "hem öncekilerimiz, hem sonrakilerimiz
için bayram olsun..." dedi. Yani ümmetimizin ilk topluluğu
ve sonradan onlara katılacaklar için. Ayetlerin içeriğinden bu
anlam çıkıyor. Çünkü "îd=bayram" kelimesi, "avd=dönme, tekrarlanma"
kökünden gelir. Bir olayın bayram olabilmesi için periyodik
olarak ve sınırsız bir şekilde nesilden nesile aktarılarak tekrarlanması
gerekir.
Daha önce söylediğimiz gibi bu inen mucize türü sadece İsa
Peygamberin (a.s) kavmine mahsus olduğu gibi, bu bayram da onlara
mahsustur.
"Senden bir mucize olsun." İsa Peygamber, serzenişe sebep
olmayacak güzel bir amaç olarak bayram meselesini öne aldıktan
sonra, bu amaca bu isteğin Allah tarafından gösterilen bir mucize
olmasını ekledi. Sanki bu ana amacın üzerine gelen fazladan bir
faydaymış gibi, tek başına güdülen bir amaç olmadığı için serzenişe
ve kızgınlığa maruz olmayacak gibi bir ifade kullanıldı. Aksi
hâlde eğer mucize olarak tek başına amaç olsa idi, onu istemek
arzu edilmeyen sonuç vermekten kurtulamazdı. Çünkü bu mucizeden
beklenecek bütün iyi sonuçlar, İsa Peygamberin (a.s) her Allah'ın
günü havarîlere ve başkalarına gösterdiği mucizelerden elde
edilebilirdi.
"Bize rızk ver. Sen rızk verenlerin en hayırlısısın." İsa Peygamber
rızk vermeyi başlı başına amaç olmayan, fakat bayram isteğine
dayalı bir başka fayda olarak saydı. Havarîler ise onu başlı
başına bir istek olarak dile getirmişlerdi. Bilindiği gibi, "İstiyoruz
ki, ondan yiyelim." diyerek bu maddeyi başlı başına bir amaç olarak
söz etmiş ve onu diğer amaçların önüne geçirmişlerdi. Fakat
İsa Peygamber (a.s) tek başına gözetilmeyen bir amaç saydı ve
onu diğer amaçlardan sonraya bıraktı. Ayrıca "yemek" kelimesini
"rızk" kelimesi ile değiştirerek bu maddeyi, "Sen rızk verenlerin
en hayırlısısın." cümlesi ile noktaladı.
İsa Peygamberin (a.s) havarîler tarafından asıl amaç olarak alınan
yemek yemeyi dolaylı fayda olarak aldığı yolundaki görüşümüzün
delili şudur: O en başta bu mucizeyi ümmeti ve kendisi için
istedi. Bu istek onların isteklerine eklediği bayram isteğidir. Böylece
bu olayın Allah'tan gelen bir mucize olması ile rızk olması,
bazılarına mahsus olup da başka bazılarına mahsus olmayan,
herkesi kapsamına almayan, dolaylı bir fayda gibi iki sıfat hâlini
aldı.
İsa Peygamberin (a.s) Rabbine karşı takındığı çarpıcı edebe
dikkat edenler ve onun sözlerini havarîlerin sözleri ile karşılaştıranlar
-ki her iki söz de sofranın inmesini ifade ediyor- hayrete düşerler.
İsa Peygamber havarîlerin sorusunu ele aldı, onda eklemeler
ve çıkarmalar yaptı, bazı bölümlerini öne alarak bazı bölümlerini
arkaya attı, bazı kelimelerini değiştirdi, bazılarını aynen muhafaza
etti ve sonunda yüce Allah'a yöneltilmesi yakışık almayan
sözler, kulluk edebinin bütün inceliklerini içeren en güzel sözlere
dönüştü. Onun sözlerinin inceliklerini irdelersen hayretler içinde
kalırsın.
"Allah da şöyle buyurdu: Ben şüphesiz onu size indireceğim; ama
ondan sonra kim inkâr ederse, ona âlemlerde hiç kimseye yapmayacağım
azabı yaparım." Mecma'ul-Beyan tefsirinde verilen bilgiye göre
ayette geçen ve "indireceğim" şeklinde anlamlandırdığımız kelimeyi,
Medine ve Şam âlimleri ile Asım "mu-nezziluha" şeklinde
okurken, geride kalanlar onu "munziluha" şeklinde okumuşlardır.
Bu ikinci okunuş daha uygundur. Çünkü "munzilu-ha" sıygası bir
defada indirme anlamına gelir ki sofranın inişi böyle bir olaydır.
"Munezziluha" kalıbı ise, daha önce birkaç kere söylediğimiz gibi
yaygın olarak tedricî indirme anlamında kullanılır.
"Ben şüphesiz onu size indireceğim." Bu ifade, yüce Allah'tan
sofranın indirileceğine dair açık bir vaattir. Özellikle "munziluha"
kelimesinin ism-i fail olarak kullanılması, fiil kalıbının kullanılmamış
olması, bu vaadi pekiştirmektedir. Bunun gerektirdiği sonuç
ise sofranın fiilen inmiş olmasıdır.
Bazı tefsircilere göre bu sofra fiilen inmedi. ed-Dürr'ül-Mensûr
ve Mecma'ul-Beyan tefsirlerinde ve başka bazı eserlerde yer alan
Hasan'dan ve Mucahit'ten nakledilmiş rivayetler bu yoldadır. Bu
rivayetlere göre, adları geçen selefî tefsir âlimleri şöyle demişler:
Bu sofra inmedi. Çünkü havarîler Allah'ın koştuğu şartı işitince,
"Onu istemiyoruz, ona ihtiyacımız yok" diyerek inmesini istemekten
vazgeçtiler ve sofra fiilen inmedi.
Gerçek şu ki, bu ayetin sofranın indiğine delâleti açıktır. Çünkü
sofranın ineceği yolunda açık bir vaat içeriyor. Yüce Allah, açık
vaatte bulunma cömertliğini gösterecek, fakat onlar bu istekten
vazgeçecekleri için inmeyeceğini bilerek bu vaatte bulunacak diye
düşünülemez. Çünkü böyle davranmak Allah'ın şanına yakışmaz.
Ayetteki vaat açıktır ve içerdiği azap ise inişten sonraki kâfirliğe
dayandırılmış bir cezadır.
Başka bir deyişle, ayet sofranın ineceğine dair mutlak bir vaat
içeriyor. Sonra kâfirliğe karşı azabı bunun bir ayrıntısı olarak ilân
ediyor. Yoksa kâfir olunduğunda azaba uğramayı kabul ettikleri
takdirde sofranın indirilebileceği vaat edilmiyor. Ancak öyle olsa
şartın kabul edilmemesi hâlinde vaadin ortadan kalkacağı ve isteklerinden
vazgeç-meleri sebebi ile sofranın inmemesi ileri sürülebilirdi.
Bu inceliği iyi anlamak gerekir.
Her neyse. Yüce Allah'ın sofrayı indireceği yolundaki vaadinin
bu mucizeden sonra kâfir olanların azaba uğrayacakları şeklindeki
bir ağır tehdit içermesi, İsa Peygamberin (a.s) duasının reddedildiğini
değil, kabul edildiğini gösterir. Yalnız duayı izleyen bu ilâhî
kabul, bu mucizenin onların öncekilerinin ve sonrakilerinin yararlanacakları
mut-lak bir rahmet olduğunu ortaya koyduğu için yüce
Allah bu rahmetin mutlaklığını koştuğu şartla kayıtlandırmıştır.
Yani yüce Allah'ın sadece onlara tahsis ettiği bu bayramdan onların
hepsi yararlanamaz. Ondan ancak içlerindeki müminliklerini
devam ettiren müminler yararlanabilir. Bu mucizeden sonra kâfir
olanlar ise ondan en ağır biçimde zarar göreceklerdir.
Bu iki ayet, gerektirdiği sonuç açısından duanın mutlaklığı ile
kabulün kayda bağlanması bakımından şu ayetlere benzer: "Hani
Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle denemiş, o da onları yerine
getirmişti. Bunun üzerine Allah 'Seni insanlara imam yapacağım'
demişti. İbrahim 'Soyumdan da' deyince, Allah 'Benim ahdim zalimlere
erişmez' buyurdu." (Bakara, 124) "Sen bizim dostumuz, efendimizsin.
O hâlde bizi affet, bize merhamet et, sen affedenlerin
en hayırlısısın. Bize hem bu dünyada, hem de ahirette hayırlı
olanı yaz. Biz sana yöneldik. Allah dedi ki, azabıma dilediğimi
çarptırırım. Fakat rahmetim her şeyi kapsamıştır. Onu günahlardan
sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım."
(A'râf, 156)
Daha önce belirttiğimiz gibi, İsa Peygamberin ümmetine
mahsus olarak öngörülen bu azabın asıl sebebi, onların başka bir
ümmete benzeri verilmemiş olan, sırf kendilerine mahsus türden
bir mucize istemiş olmalarıdır. Bu istekleri karşılanınca, arkasından
kâfir oldukları takdirde başka hiçbir ümmet için öngörülmemiş
olan bir azapla tehdit edildiler. Tıpkı böyle benzersiz bir ayrıcalıkla
şereflendirildikleri gibi.
Bundan anlaşılıyor ki, ayetin sonundaki "âlemler"den maksat
sadece çağdaşları değil, bütün ümmetlerin âlemleridir. Çünkü bu
kavram, karşılarında üstünlük sağladıkları insanları ifade ediyor
ki, bunlar sadece İsa Peygamber (a.s) zamanında yaşayan ümmetler
değil, daha önceki ve daha sonraki bütün ümmetlerdir.
Yine buradan anlaşılıyor ki, "ona âlemlerde hiç kimseye yapmayacağım
azabı yaparım." ifadesi, ağır bir azaba yönelik şiddetli
bir tehdit olmakla bu azabın bütün azaplardan, bütün cezalardan
daha şiddetli ve acı verici olacağını göstermez. Bu ifadenin maksadı,
sadece bu azabın türünde tek olacağını ve ümmetler arasında
sadece onlara mahsus olduğunu açıklamaktır.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde İmam Cafer Sadık'tan (a.s)
"Rabbin... indirebilir mi?" ifadesi hakkında şöyle nakledilir: "Bu
ayetin anlamı, 'Sen Rabbine dua edebilir misin?' şeklindedir."
Ben derim ki: Bu anlam Ehlisünnet kanalıyla Ayşe ve Said b.
Cübeyr gibi bazı sahabîlerden ve tâbiînden rivayet edilmiştir. Bu,
daha önce ayetle ilgili ortaya koyduğumuz anlama dönüktür. Çünkü,
İsa Peygamberin (a.s) gücünü soru konusu yapmak, ancak
onun hikmet ve maslahat açısından yapacağı değerlendirmeye
bağlı bir gücünü düşünerek doğru olabilir, yoksa gücün özü anlamında
ona böyle bir soru yöneltilemez.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İsa b. Alevi'den, o da babasından, o da İmam
Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir:
"İsrailoğullarına inen sofra altın zincirlerle sarkıtılmıştı. Üzerinde
dokuz balık ve dokuz ekmek vardı."
Ben derim ki: Bu rivayetin başka bir ifadesinde sofradaki yiyeceklerin
dokuz "envan" ve dokuz ekmek olduğu belirtiliyor ki, bu
rivayetteki "envan" kelimesi balık anlamına gelen "nûn"un çoğuludur. Mecma'ul-Beyan tefsirinde Ammar b. Yasir'den, o da Peygamber
efendimizden (s.a.a) şöyle rivayet edilir: "Gökten indirilen
sofrada ek-mek ve et vardı. Çünkü havarîler İsa Peygamberden
yemekle bitiremeyecekleri bir yemek istediler. Bu istekleri üzerine
onlara 'Bu mucizeye ihanet etmediğiniz, ondaki yemekleri saklamadığınız
ve bu sırrı ifşa etmediğiniz sürece bu sofra süreklidir,
hiç tükenmez. Ama eğer bu yasaklanan işleri yaparsanız, azaba
çarptırılırsınız. Fakat sofranın üzerinden daha bir gün geçmeden
onlar ihanet ettiler, üzerindeki yemekleri sakladılar ve bu sırrı ifşa
ettiler."
Ben derim ki: Bu rivayet ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Tirmizîye,
İbn-i Cerir'e, İbn-i Ebu Hatem'e, İbn-i Enbari'ye, Ebu'ş-Şeyh'e ve
İbn-i Mürdeveyh'e dayanılarak Ammar b. Yasir'in naklettiği Peygamberimizin
(s.a.a) sözü olarak yer almıştır. Bu rivayetin sonunda
"Bu yüzden İsrailoğulları azaba çarptırılarak maymunlara ve
domuzlara dönüştürüldü" ifadesine yer verilmiştir.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde şöyle deniyor: "İbn-i Cerir, İbn-i Münzir
ve İbn-i Ebu Hatem bu rivayetin benzerini başka bir kanaldan
mevkuf olarak Ammar b. Yasir'e dayandırarak nakletmişler.
Tirmizî bu rivayetin mevkuf olarak nitelendirilmesi çok doğrudur,
demiştir."
Bu haberde söz konusu edilen havarîlerin yedikçe tükenmeyecek
bir yemek istedikleri yolundaki rivayet ayetle tam olarak
uyuşmuyor. Bunun gerekçesi onların nakledilen "Buna tanıklık
edenlerden olalım." şeklindeki sözleridir. Çünkü yedikçe tükenmeyen
yemek birinin şahitliğine muhtaç değildir. Ama eğer bu
şahitlikle kıyamet günü şahitliği kastedilmiş olursa o başka.
Ayrıca bu haberde onların azaba çarptırılarak maymunlara ve
domuzlara dönüştürüldükleri belirtiliyor. Haberin içeriğinden anlaşıldığı-
na göre, bu çarpıtılma onlara haber verilmiş olan azaptır.
Bu nokta başka bir tartışmaya kapı açıyor. Çünkü "ona âlemlerde
hiç kimseye yapmayacağım azabı yaparım." ifadesi zahirde söz
konusu azabın sadece onlara mahsus olduğu anlamına gelir. Oysa
Kur'ân'da başkalarının hayvana dönüştürülme cezasına uğratıldık
ları bildirilmiştir. Şu ayette buyrulduğu gibi: "İçinizden Cumartesi
Yasağını çiğneyenleri bilmiş olmalısınız. Onlara, aşağılık maymunlara
dönüşün, dedik." (Bakara, 65) Bazı kanallardan Ehlibeyt
İmamlarına (hepsine selâm olsun) dayandırılan bu konudaki rivayetlere
göre, onlar azaba çarptırılarak maymunlara dönüştürülmüştür.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Fudayl b. Yesar kanalıyla İmam Rıza'dan
(a.s) şöyle rivayet edilir: "İsa Peygamberin kavminden olan domuzlar,
gökten sofra indirilmesini isteyip de bu mucizeye inanmadıkları
için Allah tarafından domuz hâline dönüştürülen kimselerdir."
[c.1, s.351, h:266]
Yine aynı eserde Abdussamed b. Bündar'dan şöyle rivayet edilir:
İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Domuzlar çırpıcılardan
oluşmuş bir kavimdir. Bunlar sofra mucizesini inkâr ettikleri
için domuz hâline dönüştürülmüşlerdir." [c.1, s.351, h:267]
Ben derim ki: el-Kâfi'de Muhammed b. Yahya'dan, o da
Ahmed b. Muhammed'den, o da Muhammed b. Hasan Eş'arî'den,
o da İmam Rıza'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Fil, hayvana dönüştürülme
cezasına uğramış zinakâr bir hükümdardı. Kurt, bu azaba
çarptırılmış deyyus bir bedevî idi. Tavşan, eşini aldatan ve hayız
olduğunda yıkanmayan ve bu yüzden azaba çarptırılmış bir kadındı.
Yarasa, halkın hurmalarını çaldığı için hayvana dönüştürülme
cezasına çarptırılmış bir kişi idi. Maymunlar ve domuzlar,
İsrailoğulları arasında Cumartesi Yasağını çiğnemiş olan bir topluluktu.
Cirris [bir çeşit balık veya yılan balığı] ve keler,
İsrailoğullarından bir gruptu. Bunlar İsa Peygambere indirilen sofraya
inanmadıkları için şaşkınlığa maruz bırakıldılar ve bu şaşkınlığın
sonunda bir bölümü denize ve diğer bir bölümü karaya düştü.
Fare, fasık bir kadın, akrep dedikoducu bir kadındı. Ayı, tilki ve arı,
sattıkları etleri eksik tartan kasaplardı." [Füru-i Kâfi, c.6, s.246, h:14]
Bu rivayet, daha önceki iki rivayetle çelişmez. Çünkü bazıları
domuz, diğer bazıları cirris [bir çeşit balık veya yılan balığı] ve keler
şeklinde olma azabına çarptırılmış olabilirler. Yalnız bu rivayette
tartışma konusu edilebilecek başka bir nokta var ki, bu da Cumartesi
Yasağını çiğneyen İsrailoğullarının maymuna ve domuza
dönüştürülmeleri yolundaki açıklamadır. Oysa hem inceleme konumuz
olan ayet, hem de A'râf suresindeki bunun benzeri olan
ayet, onların maymuna dönüştürüldüklerini ve başka bir hayvana
dönüştürülmüş olmalarına ihtimal vermediğini bildiriyor. Yine de
doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.
116- Hani Allah dedi ki: "Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara,
'Allah'tan başka beni ve annemi de iki tanrı edinin' dedin?" İsa
şöyle dedi: "Hâşâ, sen (her türlü noksanlıktan) yücesin. Gerçek
olmadığını bildiğim bir sözü söylemeye benim hakkım yoktur. Eğer
böyle bir şey söyleseydim sen mutlaka onu bilirdin. Sen benim
içimdekini bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem. Çünkü
gaypleri yalnız sen bilirsin."
117- "Ben onlara, 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk
edin.' diye senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim.
Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici oldum. Fakat
beni tam olarak (onların içinden) alınca, onların (amellerinin) tek
koruyucusu sen oldun. Ve sen her şeyin şahidisin."
118- "Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin kullarındır.
Eğer günahlarını affedersen şüphe yok ki, sen izzet ve hikmet sahibisin."
119- Allah dedi ki: "Bu, doğrulara doğruluklarının fayda sağlayacağı
gündür. Onlar için altından ırmaklar akan ve içinde ebedî
kalacakları cennetler vardır." Allah onlardan razıdır, onlar da O'ndan
razıdırlar. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.
120- Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların
egemenliği Allah'a aittir. O'nun gücü her şeye yeter.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu ayetlerde Hıristiyanların hakkındaki iddiaları ile ilgili olarak
İsa Peygamberin yüce Allah ile arasında geçen konuşma naklediliyor.
Bu ayetlerin amacı, İsa Peygamberin (a.s) itirafları ve dünya
hayatında kendisi ile ilgili verdiği bilgileri açıklamaktır. Şöyle ki,
kendisi için aslı olmayan iddialarda bulunmaya hakkı yoktur. Zaten
uyuması ve herhangi bir şeyi kaçırması söz konusu olmayan
yüce Allah'ın gözü önündeydi. O, yüce Allah'ın kendisi için çizdiği
sınırı aşmamış ve Allah'ın söylemesini emrettiği sözleri söylemişti.
Yüce Allah'ın kendisini yerine getirmekle yükümlü kıldığı görevi
yapmakla uğraşmıştı. Bu görev de, ümmetini gözetim altında
tutmaktı. Nitekim yüce Allah da, onun rububiyet ve kulluk görevleri
ile ilgili sözlerini doğrulamıştır.
Böylece bu ayetler, bu surenin iniş maksadı ile örtüşmüş oluyor.
Bu maksat, kulların Allah'a karşı görevlerini açıklamaktır. Bu
görevler ise, taahhüt ettikleri sözleri yerine getirmeleri ve antlaşmalarını
çiğnememeleridir. Bunun sonucu olarak da, canlarının istediği
gibi başıboş hareket etmemeleri ve diledikleri gibi yaşamaya
kalkışmamaları gerekir.
Allah tarafından kendilerine böyle bir hak verilmediği gibi,
böyle bir başıboşluğa kendi başlarına kalkışmaya da yetkili değildirler.
Çünkü göklerin, yeryüzünün ve bu ikisinde bulunan bütün
varlıkların egemenliği Allah'a aittir ve O her şeye kadirdir. Sure bu
mesajla sona eriyor.
"Hani Allah dedi ki: 'Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, 'Allah'-
tan başka beni ve annemi de iki tanrı edinin.' dedin?" Bu ayette geçen
"iz" kelimesi, ifadede yer almayan bir kelime ile bağlantılı bir zarf
edatıdır. İfadede zikredilmemiş olan kelimenin ne olduğuna ifadenin
akışı delâlet ediyor. Bundan maksat kıyamet günüdür. Çün
kü bu konuda yüce Allah, "Allah dedi ki: Bu doğrulara, doğruluklarının
fayda sağlayacağı gündür." derken İsa Peygamber de, "Aralarında
olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici oldum. Fakat
beni tam olarak (onların içinden) alınca, onların amellerinin tek
koruyucusu sen oldun." demektedir.
Ayette, "Allah'tan başka beni ve annemi de iki tanrı edinin."
denilerek Hz. Meryem'den "anne" diye söz edildi, "beni ve Meryem'i
ilâh edinin, tanrı kabul edin" denmedi. Böylece Hıristiyanların
Hz. Mer-yem'in ilâhlığı ile ilgili temel dayanaklarına vurgu yapılmış
oldu. Bu temel dayanak İsa Peygamberin babasız olarak Hz. Meryem'den
dünyaya gelmiş olmasıdır. Onların bu ikisini ilâh edinmelerinde
bu tür bir oğul-ana ilişkisi temel faktör olduğu için, maksadı
ifade etmek açısından İsa Peygamber ile anası tabirini kullanmak,
İsa ve Meryem tabirini kullanmaktan daha anlamlı ve
daha net bir ifadedir.
Ayette yer alan "dûne" kelimesi, sonuç itibariyle "başka" anlamın-
da kullanılır. Ragıp İsfahanî bu kelimeyi şöyle açıklıyor: "Bir
işi yapmaktan âciz olan kişi için 'dûne' denir. Bazıları bu kelimenin,
'dunuv' kalıbından türediğini söylüyor. 'Edven' kelimesi ise,
'deni=aşağı mertebede olan' anlamındadır. 'Lâ tettehizû bitâneten
min dûnikum=ken-dinizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin.'
(Âl-i İmrân, 118) ayeti, dindarlıkta sizin seviyenizden aşağıda olanları
sırdaş edinmeyin, anlamındadır. Bir başka görüşe göre de,
akrabalıkta sizin seviyenizden aşağıda olanları sırdaş edinmeyin,
demektir. 'Yeğfiru mâ dûne zâlike limen yeşâu=Bundan başkasını
dilediği kimse için bağışlar.' (Nisâ, 116) ayeti ise, ondan (Allah'a ortak
koşmaktan) daha küçük olan günahları affeder, demektir. Bir
görüşe göre de, onun dışında kalan günahları affeder demektir ki,
bu iki anlam arasında sıkı bir bağlılık vardır; her biri diğerinin kaçınılmaz
sonucudur. 'Sen mi insanlara, 'Allah'tan başka beni ve
annemi de iki tanrı edinin.' dedin?' ayetinde ise bu kelime, Allah'-
tan başka anlamına gelir." Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.
"Min dûnillah=Allah'tan başka" ifadesi Kur'ân'da ayrı ve bağımsız
bir ilâhın varlığını iddia etmek için değil, yüce Allah'a ortak
koşmak anlamında kullanılır. Şunu demek istiyoruz: Allah'tan
başka bir, iki veya çok sayıda ilâh edinmekle kastedilen şey, Al
lah'tan başka bir ilâh edinerek Allah'ın ilâhlığını geçersiz saymak
değil, yüce Allah'a ilâhlığında ortak kabul etmektir. Çünkü Allah'ın
ilâhlığını geçersiz saymak, hiçbir sonuca götürmeyen geçersiz bir
söz olur. Çünkü o takdirde kabul edilen ilâh, ilâh olur ve onun dışındakiler
reddedilmiş olur ve tartışma, ancak kabul edilen ilâhın
bazı sıfatları ile sınırlı kalır. Meselâ adamın biri, "Mesih ilâhtır."
dese ve Mesih'in ilâhı olan Allah'ı inkâr etse, bu sözü "Allah vardır;
ama Mesih'in beşerî sıfatlarını taşır" anlamına gelir. Eğer bir başkası,
"Putlar veya putların sahipleri ilâhtır" dese ve yüce Allah'ı inkâr
etse, bu kimse kâinatın bir ilâhı olduğunu söylemiş, böylece
Allah'ın varlığını kabul etmiş; fakat ona birkaç tane olma sıfatı
yakıştırmıştır ki, böylece Allah'a ortaklar koşmuş veya Hıristiyanlar
gibi, "Allah üçün üçüncüsüdür." yani üç olan bir ve bir olan üçtür
demiş olur.
Eğer bir başkası, "Kâinatın başlangıcı zaman (dehr)dır veya
tabiattır." der ve kâinatın bir ilâhı olduğunu inkâr ederse, kâinatın
bir yaratıcısı ve o yaratıcının da yüce Allah olduğunu kabul etmiş
demektir. Fakat adam kabul ettiği ilâhı noksanlık, yetersizlik ve
mümkün olma sıfatları ile nitelemiş olur.
Eğer başka birisi fıtratının açıkça gerektirmesine rağmen şaşırtıcı
kâinat düzenin bir başlangıcı olduğunu kökünden inkâr ederse,
sebep-sonuç ilişkisini ve etki ilkesini reddederse, o kişi daha
baştan inkâr edilmeyi ve yok sayılmayı kabul etmeyen, mevcut
ve sabit bir âlemin varlığını kabul etmiş olur. Yani bu âlemin varlığı
gereklidir. Onun varlığının koruyucusu ya kendisidir, ki bu
mümkün değil; -çünkü parçaları yok olmaya ve değişmeye maruzdurlar-
veya varlığının koruyucusu başkasıdır ki, o yüce Allah'tır
ve O'nun kemâl sıfatları vardır.
Bundan ortaya çıkıyor ki, yüce Allah'ı kökten inkâr etmek kabil
değildir. Böyle bir şey ancak içeriksiz bir sözle olabilir ki, o sözün
de mantıklı bir anlamı olmaz.
Bütün bu söylediklerimizin dayanağı şudur: İnsan, bu âlemin
varlığını ayakta tutacak ve düzenini plânlayacak bir güce yaygın
bir ihtiyaç olduğu için bu âlemin bir ilâhı olduğunu kabul eder,
sonra da o gücün varlığının özelliklerini belirler. İşte bu boşluğu
doldurmak ve bu ihtiyacı gidermek için varolduğunu kabul ettiği
güç yüce Allah'tır. Eğer bundan sonra ondan başka bir ilâhın varlığını
ileri sürerse veya birden çok ilâhın varolduğunu iddia ederse,
ya Allah'ın sıfatlarını belirlemede yanılgıya düşmüş, ya isimlerini
inkâr etmiş, ya Allah'a ortak ya da ortaklar koşmuş olur. Yoksa Allah'ı
yok sayıp başkasının ilâhlığını kanıtlamak anlamsız bir çabadır.
Bundan anlaşılıyor ki, "ilâheyn-i min dûnillah=Allah'tan başka
iki tanrı" ifadesinin anlamı, "Allah dışında O'na iki ortak" şeklindedir.
"Dûne" kelimesinin asla ortak anlamına gelmeyeceği söylenebilir.
Buna verilecek cevabımız şudur: Bu kelimenin anlamı
Allah dışında başka cinsten olan iki ilâh edinmeyi aşmaz. Bu yaklaşımın
Allah'ın varlığını inkâr etmeyi veya kabul etmeyi içerdiği
meselesine gelince, bu konuda bir şey söylenmiyor, bu meseleye
açıklık getiren bir kelime yok, bu husus ifadeden bağımsız bir şekilde
başka bilgilerden öğreniliyor. Hıristiyanlar da İsa Peygamberi
ve annesini Allah dışında ilâh edinmekle birlikte Yüce Allah'ın ilâhlığını
inkâr etmiyorlar.
Bazıları bu ayete "Hıristiyanlar, Bakire Meryem'in (a.s) ilâh olduğunu
söylemiyorlar." diyerek itiraz etmişler ve bu itirazlarını çeşitli
şekillerde haklı göstermeye çalışmışlardır.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bu ayette
Hıristiyanların Meryem'i ilâh diye adlandırdıkları değil, onu ilâh edindikleri
ifade ediliyor. Onun ilâh olduğuna inanmaksa, onu ilâh
edinmekten başka bir şeydir; gerçi ilâh olduğuna inanmak da, ilâh
edinme-nin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkar. İlâh edinmek,
tapınmakla ve kulluğa mahsus boyun eğme tezahürü ile
doğrulanır. Nitekim yüce Allah, "Nefsinin arzularını ilâh edineni
gördün mü?" (Câsi-ye, 23) buyuruyor. Bu tutum, Hıristiyanların eski
nesillerinden nakledildiği gibi, sonraki nesillerinde de görülen bir
tutumdur.
Nitekim Alûsi, Ruh'ul-Meanî adlı eserinde şöyle diyor: "İmam
Muhammed Bâkır'ın (a.s) bazı Hıristiyanlara dayanarak verdiği
bilgiye göre, "eski Hıristiyanlar arasında 'Meryemîler' diye adlandırılan
ve Hz. Meryem'in ilâh olduğuna inanan bir grup vardı."
el-Menâr tefsirinde de şöyle deniyor: "Hıristiyanların İsa Peygamberi
ilâh edindikleri gerçeği bu surenin tefsiri sırasında çeşitli
yer-lerde vurgulanmıştır. Annesine gelince, Kostantin sonrası Doğu
ve Batı kiliselerinde ona ittifak hâlinde tapılmıştır. Fakat İslâm'-
dan birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkan Protestanlık mezhebi Hz.
Meryem'e tapma geleneğine karşı çıkmıştır."1
"Hıristiyanların İsa Peygamberin annesine yönelik bu ibadetlerinin
içinde dualı, övgülü, yardım ve şefaat dilekli namaz ile bunun
yanı sıra ona izafe edilen ve adı ile anılan oruç vardır. Bütün bunlar
Hz. Meryem'e, tasvirlerine ve anıtlarına boyun eğmenin, saygı
göstermenin eşliğinde yapılıyor. Ayrıca ona gaybe ait bir egemenlik
atfediliyor ve bu egemenliğin ona dünyada ve ahirette bizzat
kendisinin veya oğlunun aracılığı ile insanlara fayda veya zarar
dokundurma yetkisi verdiğine inanıyorlar. Ona ibadet edilmesi gerektiğini
açıkça söylüyorlar. Fakat hiçbir Hıristiyan mezhebinde
ona ilâh dendiği tespit edilmiş değildir; bunun yerine onu 'ilâh
annesi' diye anarlar ve bazı Hıristiyan mezhepleri bu unvanın mecazî
değil, hakikî anlamda olduğunu açık açık ifade ederler."
"Kur'ân burada 'Hıristiyanlar İsa Peygamberi ve annesini ilâh
edindiler.' diyor. İlâh edinmek, ilâh diye isimlendirmeden farklı bir
şeydir. Çünkü ilâh edinmek, tapınmak ve ibadet sunmakla doğrulanır,
ki bu kesinlikle olan bir şeydir. Başka bir ayette de Hıristiyanların,
'Allah, Meryem oğlu İsa Mesih'tir.' dedikleri belirtiliyor.
Bu da başka bir manadır. Nitekim yüce Allah'ın Hıristiyanlar hakkındaki
'Onlar âlimlerini ve rahiplerini Allah'tan başka ilâh edindiler.'
(Tevbe, 31) buyruğunu Peygamberimiz (s.a.a), 'Onlar onları
Rab diye adlandırmadılar, fakat helâl ve haram kıldıkları meselelerde
onların görüşlerine uydular.' şeklinde açıklamıştır."
"Hıristiyanların Hz. Meryem'e gerçek anlamı ile taptıklarını
kanıtlayan ve benim gözümle gördüğüm ilk açık kaynak, Rum Ortodoks
Kilisesinin kitaplarından biri olan 'es-Sevaî' adlı eserdeki 1- Nitekim içinde bulunduğumuz 1958 yılının şu günlerinde İsa Peygamberin
(a.s) ilâhlığını reddeden ve onun sadece bir peygamber olduğunu söyleyen
görüş, Amerikalı Hıristiyanlar arasında yaygınlık kazanıyor. Bu konuda tarihçi H.
G. Wels "Kısaca Dünya Tarihi" adlı eserinde şöyle diyor: "Hemen hemen bütün
Hıristiyanların İsa Peygambere ve annesine tapınmaları İsa Peygamberin mesajı
ile bağdaşmaz. Çünkü Markus İncilinde belirtildiği üzere İsa Peygamber, tek
Allah'tan başkasına kulluk edilmesini yasaklamıştır." Adı geçen eser, s. 526-
539.
açıklamalardır. Bu kitaba 'Deyr-i Talmid' adındaki bir manastırda
rastlamıştım. O sırada öğrenim hayatımın ilk dönemindeydim. Katolik
çevreler bunu açıkça söylüyor ve bununla övünüyorlar."
"Cizvit adı ile tanınan bir Hıristiyan topluluğu 'el-Maşrık' adlı
dergilerinin yedinci yılında çıkan dokuzuncu sayısının kapağını Hz.
Meryem'in renkli ve nakışlı tasviri ile süslemişti. Bu sayı Papa
dokuzuncu Pius'un papalığa getirilişinin ellinci yılı anısına
adanmıştı. Bu dergide Bakire Meryem'in üzerine hata lekesi
kondurmadan hamile kaldığı söyleniyor, ayrıca Doğu kiliselerinin
de Batı kiliseleri gibi Hz. Meryem'e taptıkları bildiriliyordu."
"Papaz Lewis Şeyhu bu dergideki makalesinde Doğu kiliseleri
ile ilgili olarak, 'Ermeni Kilisesinin, Allah'ın annesi bakire ve temiz
Meryem'e taptığı herkes tarafından bilinen bir husustur.' dedikten
sonra makalesinin başka bir yerinde, 'Kıptî Kilisesi, Allah'ın annesi
bakire ve gıpta edilen Meryem'e tapma imtiyazına sahiptir.' demektedir."
(el-Menâr tefsirinden alınan alıntı burada son buldu.)
Yine aynı eserde [el-Menâr'da] Anastas Crimly adlı papazın,
Beyrut Katoliklerinin 'el-Maşrık' dergisinin beşinci yılında çıkan on
dördüncü sayısında yayınlanmış "Bakire Meryem'e Tapınmanın
Geçmişi" adlı makalesinden alıntı yapılmıştır. Bu makalede, Tekvin
kitabından bir bölüm naklediliyor. Bu bölümde, yılanın kadına
ve kadın soyuna düşman olduğu ve kadından kastın bakire Meryem
olduğu belirtildikten sonra şöyle deniyor: "Görmüyor musun
ki, hâlâ hayatta olan İlya nebinin gelişinden önce bu metinde bakire
Meryem'in kastedildiğine dair hiçbir işaret yoktur. İlya nebi,
bakire Meryem'e tapınmayı sembolik ve müphem durumundan
açıklık ve belirginlik alanına çıkarmıştır."
"Adı geçen papaz, arkasından İlya nebinin bu konuya kazandırdığı
açıklığı ve belirginliği, -Katolik sıralamasına göre- Üçüncü
Hükümdarlar Babında yer alan, 'İlya nebi kölesi ile birlikte
Carmel'in tepesindeyken kölesine yedi kere denize bakmasını
emretti. Köle yedinci bakışından sonra bir erkeğin avuç içi kadar
bir bulut parçasının denizde belirdiğini gördüğünü haber verdi.' ifadeye
uyarlıyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: Bu bulutun be
lirmesine dayanarak şöyle diyorum: Bu beliren bulut1 Meryem'in
sureti idi. Tefsircilerin açıklamaları bunu doğrulamaktadır. Hatta
bu bulut, Meryem'in sureti olmakla birlikte aslî kirlerden arınmış
hamileliğinin de sureti idi. İşte doğuda bakire Meryem'e tapınmanın
aslı budur. Bu tarih, İsa'dan bin yıl önceye dayanır. Bu konuda
üstünlük, büyük İlya nebiye aittir. Bundan dolayı Carmel sakinlerinin
ataları, peygamberlerden ve öğrencilerinden sonra İsa'nın ilâh
olduğuna inanan ilk kimseler oldukları gibi, bakire Meryem'in nefsi
ve bedeni ile göğe yükselişinden sonra onun adına mabet kuran
ilk kimseler olmuşlardır."2 (Alıntı burada son buldu.)
"Hâşâ, sen (her türlü noksanlıktan) yücesin. Gerçek olmadığını bildiğim
bir sözü söylemeye benim hakkım yoktur." Bu ve bunu izleyen
ayet, İsa Peygamberin (a.s) kendine sorulan soruya verdiği cevaptır.
O bu cevabı şaşırtıcı bir edep üslûbu ile veriyor. Şöyle ki:
Cevap vermeye Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederek başlıyor.
Çünkü Allah'a izafe edilmesi yakışıksız sözlerle ansızın karşı karşıya
gelmiştir. Bu yakışıksız sözler, Allah'ın yanında O'na ortak iki
ilâh edinmektir. Allah hakkında işitilmesi veya akıldan geçirilmesi
yakışıksız sözler işiten bir kulun, kulluk terbiyesinin gereği olarak
yapacağı şey Allah'ı noksanlıkların her türlüsünden tenzih etmektir.
Nitekim yüce Allah bu eğitim ve terbiye kuralını çeşitli ayetlerde
vurgulamaktadır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "(Müşrikler,) 'Rahman
(Allah) evlât edindi' dediler. Hâşâ, O (bu yakıştırmadan) yücedir."
(Enbiyâ, 26) "Al-lah'a kızlar isnat ediyorlar; hâşâ, O (böyle
bir yakıştırmadan) yücedir." (Nahl, 57)
Sonra kendisi ile ilgili olma ihtimalinden söz edilen suçlamayı
reddetmeye yöneliyor. Bu suçlamanın konusu, insanlara Allah'ın
yanında kendisini ve annesini ilâh edinmelerini söylemiş olup olmadığıdır.
Bu arada Hz. İsa (a.s) ithamın kendisini reddetmemekte,
daha güçlü bir tenzih olsun diye bu ithamın sebebini reddediyor.
Eğer "Böyle demedim, böyle bir şey yapmadım." deseydi, böy-
---------------------
1- Bununla, kölenin denizde belirdiğini gördüğü bulut parçasını kastetmektedir.
2- Bu alıntılara uzun uzun yer verdik. Çünkü bu ifadelerde Hz. Meryem'e niçin
tapındıklarını ortaya koyan ve bazı dinî hurafelerini görmeye imkân veren
açıklamalar vardır ve bu açıklamalar dikkatli araştırıcıların işine yarar.
le bir şeyi yapmasının mümkün olduğunu, fakat öyle bir şey yapmadığını
ima etmiş olurdu. Ama, "Gerçek olmadığını bildiğim bir
sözü söylemeye benim hakkım yoktur." diyerek böyle bir şeyi, sebebini
olumsuzlaya-rak reddedince, gerçekte böyle bir sözün dayanağını
reddetmiş oluyor. Bu dayanak da böyle bir söz söylemeye
hakkı olmasıdır. İşte bu hakkı, sonucunu kuvvetle reddedecek bir
kesinlikle reddediyor. Buna şu örneği verebiliriz: Eğer bir efendi
kölesine, "Sana yapmanı söylemediğim şu işi niye yaptın?" dediği
zaman eğer köle, "Ben o işi yapmadım." derse, bu reddetme, olabilecek
olan bir şeyi reddetme anlamına gelir. Ama eğer köle,
"Ben o işi yapamazdım." derse, bu söz işi yapmanın sebebi olan
gücü reddetme anlamına gelir ve köle o işin olmasını bir yana,
olmasının mümkün olabilmesini kökten inkâr etmiş olur.
"Gerçek olmadığını bildiğim bir sözü söylemeye benim hakkım
yoktur." ifadesinde geçen "yekûnu" kelimesi, nahiv kuralları
uyarınca eğer "nakıs" olursa, ismi "en eqûle=söylemek", haberi de
"lî=benim" kelimesi olur ve "lî" kelimesindeki "lâm" harf-i cerri de
mülk anlamına gelir. Bu durumda ayetin anlamı şu şekilde belirginleşir:
"Kendimin malik olmadığım bir şeye başkalarını malik
kılmaya gücüm yetmez, hak olmayan bir sözü söylemeye hakkım
yoktur benim." Yok, eğer "yekûnu" kelimesi "tam" olursa, bu durumda
"lî" kelimesi onunla ilintili ve "en eqûle" kelimesi de faili
olur ve ayetten şöyle bir anlam elde edilir: "Hak olmayan bir sözü
ben söylemem." Birinci şık daha muhtemeldir. Şıkların hangisi
geçerli sayılırsa sayılsın bu söz, fiilin sebebini reddetme yolu ile fiilin
kendisini reddetme anlamını verir.
Hz. İsa'nın (a.s), "Eğer böyle bir söz söyleseydim, sen mutlaka
onu bilirdin." ifadesi de İsa Peygamberin (a.s) söz konusu suçlamaya
(ve sorulan soruya) yönelik bir başka reddetme eylemidir.
Burada söz konusu sözün kendisi reddedilmiyor, onun gerekli sonucu
reddedilerek suçlama reddediliyor. Çünkü böyle bir sözün
söylenmiş olması, Allah'ın onu bilmesini gerektirir. Sebebine gelince,
yerde ve gökte hiç-bir şey Allah'tan saklı kalamaz. O herkesin
ne yaptığını denetim altında tutuyor ve her şeyi kuşatmıştır.
İsa Peygamberin (a.s) bu sözünün iki faydalı sonucu vardır: Birincisi,
sadece iddia ile yetinmeyerek söylediği sözü delil ile perçinlemektir.
İkincisi, davranışlarında ve sözlerinde sadece Allah'ın
bilgisine önem verdiğine, başkalarına itina etmediğine, mahlukatın
bilmesini veya bilmemesini umursamadığına, mahlukatla hiçbir
ilişiğinin olmadığına işaret etmektir.
Başka bir ifadeyle; soru sormak, doğal olarak bilgisizliğin
muhtemel olduğu durumlarda gündeme gelir ve sorulan soru ile
bilgisizliğin giderilmesi ve bilginin dile getirilmesi amaçlanır. Bu
bilgisizlik ya soruyu soran için söz konusudur ki, eğer soru soran
taraf soru konusunu bilmiyorsa, bu ihtimal geçerlidir. Veya bu bilgisizlik
soruyu sorandan başkası için söz konusudur ki, eğer soru
soran taraf soru konusunu biliyor da bildiğini başkasına iletmek
istiyorsa, bu ihtimal geçerlidir. Yüce Allah'ın İsa Peygambere sorduğu
soru bu kategoriye girer. Böyle bir durumda İsa Peygamberin
(a.s), "Eğer ben böyle bir söz söyleseydim, sen mutlaka onu bilirdin."
şeklindeki cevabı, meseleyi Allah'ın bilgisine havale etmek
ve davranışları ile sözlerinde Allah'ın bilgisinden başka hiçbir şeye
önem vermediğine işaret etme amaçlıdır.
Ardından Hz. İsa'nın (a.s) şu sözlerine yer veriliyor: "Sen benim
içimdekini bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem. Çünkü
gayp-leri yalnız sen bilirsin." Böylece bu ifadeyle, yüce Allah'ın bilgisine
cahilliğin karışmasının söz konusu olmadığını dile getiriyor.
İfade, aynı zamanda övgü niteliği taşımakla birlikte, burada övgü
maksadına yönelik değildir. Çünkü makam övgü yeri değil, izafe
edilen ithamdan arınma ve sıyrılma yeridir.
İsa Peygamberin "Sen benim içimdekini bilirsin" sözü, "Eğer
ben böyle bir söz söyleseydim, sen mutlaka onu bilirdin." sözündeki
ilâhî bilginin ne denli kapsamlı olması ile ilgili bir açıklama
olduğu gibi, şu gerçeği de vurgulamaktadır: Gerçek hükümdar olan
yüce Allah'ın kıyamet günü bizim davranışlarımıza yönelik bilgisi,
dünya hükümdarlarının halklarının durumu ile ilgili bilgileri
gibi değildir. Dünya hükümdarlarına memleketin durumu konusunda
raporlar verilir. Onlar da bu yolla bazı şeyleri bilirler ve bazı
şeyler bilgileri dışında kalır. Ülkenin bazı durumlarının farkında olurlarken
bazı durumlardan da habersiz kalırlar. Ama yüce Allah
latiftir, her şeyden haberdardır ve bu her şey arasında özellikle İsa
Peygamberin nefsi, iç âlemi de vardır.
Bununla birlikte İsa Peygamber, yüce Allah'ın bilgisinin
niteliklerini tam olarak açıklamış olmuyor. Çünkü yüce Allah
lerini tam olarak açıklamış olmuyor. Çünkü yüce Allah içimizden
birinin başkasının durumunu bilmesi gibi bilgi ile her şeyi bilmiyor.
O bildiği şeyi kuşatarak biliyor, oysa O'nu hiçbir şey kuşatamaz.
İnsanlar O'nu bilgileri ile kuşatamazlar. Yüce Allah sınırlanamaz
bir ilâhtır ve O'nun dışında kalan her şey sınırlı ve belirlidir, sınırlı
özünün ötesine geçmesi mümkün değildir. Bundan dolayı İsa
Peygamber (a.s) bu cümleye bir başka cümle ekleyerek, "Sen benim
içimdekini bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem."
diyor.
"Çünkü gaypleri yalnız sen bilirsin..." ifadesi ise, "Sen benim
içimdekileri bilirsin..." ifadesinin sebebini açıkladığı gibi, Allah'ın
bilgisinin benzersizliği konusunda başka bir açıdan tam bir açıklama
getiriyor. Bu açıklama şu vehmi ortadan kaldırıyor: Sanılabilir
ki, "Sen benim içimdekileri bilirsin, fakat ben senin özündekini
bilemem." ifadesindeki bilgiye ilişkin hüküm sadece İsa Peygamber
ile Rabbi arasında geçerlidir, başka varlıkları kapsamına
almaz. İşte bu yanılgıyı gidermek için İsa Peygamber, "Çünkü
gaypleri yalnız sen bilirsin." diyerek bütün gaypleri kapsayan eksiksiz
bilginin sadece Allah'a mahsus olduğunu, herhangi bir şeydeki
başkalarına kapalı bilginin Allah için malum olduğunu, o şeyin
Allah tarafından kuşatılmış olduğunu açıklamaktadır.
Bunun gerekli kıldığı sonuç, herhangi bir varlığın ne Allah'a ait
gaybı ve ne de yüce Allah tarafından bilinen başka bir varlığa ait
gaybı bilmemesidir. Çünkü söz konusu varlık, özünün sınırlarını
aşamayan bir yaratık iken, yüce Allah bütün gaypleri bilendir. Allah
dışında kalan hiçbir varlık, gaybin hiçbir şeyini, yani ne bütününü
ve ne bir kısmını bilemez.
Üstelik yüce Allah'ın herhangi bir şey üzerindeki gayp bilgisinin
bir bölümü bir mahluk tarafından kuşatılırsa, yüce Allah o şeyi kuşattığı
takdirde bu kuşatanın kuşatması gerçek anlamda bir kuşatma
değildir; bilâkis o, Allah'ın kuşatması altındadır ve yüce Allah
kendi dileği ile o mahluku, mülkiyeti altındaki bilginin bir bölümü
üzerinde egemen kılmıştır; ama o bilgi yüce Allah'ın mülkiyet
alanı dışına çıkmış değildir. Şu ayette buyrulduğu gibi: "Onlar
O'nun bilgisinin sadece O'nun dilediği kadarını kavrayabilirler."
(Bakara, 255)
Eğer o mahlukun kuşattığı bilgi yüce Allah'ın kuşatması altın
da olmazsa, o takdirde yüce Allah'ın bilgi alanı sınırlandırılmış ve
kendisi de mahluk olmuş olur, ki yüce Allah bu nitelemelerden
yüce ve münezzehtir.
"Ben onlara, 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' diye
senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim." İsa Peygamber
(a.s), önce kendisine sorulan sözü, sebebini reddederek reddettikten
sonra ikinci kez bunu, asıl görevini aşmadığını belirtmek üzere
"Ben onlara... senin bana emrettiğinden başka bir şey söyledim."
demekle reddediyor. Burada önce reddetmeden, sonra da ispat
etmeden oluşan bir sınırlayıcı, tahsis edici üslûp kullanıyor. Maksadı,
"Allah'tan başka beni ve annem deiki tanrı edinin." sözü ile
ilgili soruya kesin cevap olmasıdır.
İsa Peygamber yüce Allah'ın kendisine söylemesini emrettiği
sözün ne olduğunu, "Allah'a kulluk edin." sözü ile açıklıyor ve arkasından
yüce Allah'ı, "Benim ve sizin Rabbiniz" diye niteliyor.
Maksadı, kendisinin bir kul ve elçi olduğu, insanları kendisinin ve
bütün herkesin Rabbi olan tek ve ortaksız Allah'a çağırdığı konusunda
en küçük bir şüphe izi kalmamasıdır.
Evet, Meryem oğlu İsa (a.s), insanları tevhide çağırdığı süre içinde
çağrısını böylesine net ve açık sözlerle seslendirmişti.
Kur'ân onun bu açık sözlü tutumunu bize, şu ayetlerde olduğu gibi
nakletmektedir: "Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir;
O'na kulluk edin, doğru yol budur." (Zuhruf, 64) "Şüphesiz, Allah
benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; O'na kulluk edin, doğru
yol budur." (Meryem, 36)
"Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici oldum. Fakat
beni tam olarak (onların içinden) alınca, onların (amellerinin) tek koruyucusu
sen oldun. Ve sen her şeyin şahidisin." İsa Peygamber (a.s) bu
sözleri ile Allah tarafından kendisine verilen ikinci vazifesini dile
getiriyor ki, bu görev ümmetinin davranışlarının şahidi ve gözetleyicisi
olmaktır. Yüce Allah bu görevi "Kıyamet günü de o, onlara
şahit olacaktır." (Nisâ, 159) şeklindeki buyruğu ile vurgulamaktadır.
İsa Peygamber (a.s) diyor ki, benim onlar arasındaki görevim,
onlara mesaj iletmekten ve davranışlarını gözetmekten ibaretti.
Mesaj iletme görevimi en açık bir dille yerine getirdim. Gözetleme
görevimi de aralarında bulunduğum sürece yerine getirmeye çalıştım.
Bana verdiğin görevin sınırlarını aşmış değilim. Buna göre, Al
lah'ın yanında beni ve annemi ilâh edinmeleri yolunda kendilerine
herhangi bir telkinde bulunmaktan uzağım.
"Fakat beni tam olarak (onların içinden) alınca, onların (amellerinin)
tek koruyucusu sen oldun." ifadesinde geçen "rakîb"
kelimesinin kökleri olan "rukûb" ve "rekâbet" kelimeleri, koruma
anlamına gelir. Ayetin akışından anlaşıldığına göre, bu kelimenin
buradaki anlamı amelleri (davranışları) korumaktır. Burada
"şehîd" kelimesi yerine "rakîb" kelimesinin kullanıldığı anlaşılıyor.
Maksat "şehîd" kelimesini tekrar etmekten kaçınmaktır. Çünkü
arkadan gelen "sen her şeyin şahidisin." cümlesinde "şehîd" kelimesi
yer almaktadır ve bu kelimeyi ikinci kez kullanmayı gerektiren
özel bir sebep yoktur.
"onların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun." ifadesi hasır
(sınırlama) anlamı taşır. Bunun gerektirdiği sonuç, yüce Allah'ın
İsa Peygamberin (a.s) hayatı süresince ve ondan sonra da şahit
olduğu gerçeğidir. Buna göre, İsa Peygamberin (a.s) şahitliği başlı
başına bağımsız bir şahitlik değil, aracılık nitelikli bir şahitliktir.
Tıpkı diğer ilâhî düzenlemelerde olduğu gibi. Yüce Allah, bu düzenlemeleri
bazı kullarına havale ediyor; ama sonunda her şeyde tek
yetkili yine O oluyor. Rızk, can verme, öldürme, koruma, hakka
çağrı, hidayet ve benzerleri gibi. Bu konudaki ayetler çoktur ve onları
burada nakletmeye gerek görmüyoruz.
Bundan dolayı Hz. İsa (a.s), "Fakat beni tam olarak (onların içinden)
alınca, onların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun."
sözünün sonuna, "Ve sen her şeyin şahidisin." cümlesini eklemiştir.
Böyle demekle, ümmetinin arasındayken yürüttüğü davranışları
gözetleme görevinin, geniş kapsamlı ve mutlak şahitliğin çok
küçük bir parçası olduğunu ifade etmek istemiştir. Bu mutlak şahitlikse,
yüce Allah'ın her şeye olan şahitliğidir. Yüce Allah bütün
varlıkların hem kendilerinin, hem de davranışlarının şahididir. Bu
davranışlar arasında O'nun kullarının davranışları ve kulların davranışları
arasında da İsa Peygamberin (a.s) ümmetinin, gerek onun
zamanındaki, gerekse ondan sonraki davranışları vardır. Yüce
Allah sürekli şahittir. Bu diğer şahitlerle birlikte de, onlarsız da
böyledir.
Bundan ortaya çıkıyor ki, şahitlerin şahitliklerine rağmen şahitliği
yüce Allah'a hasretmek, yani sadece O'na mahsus saymak
doğru bir değerlendirmedir. Çünkü İsa Peygamber (a.s) ölümünden
sonra şahitliği Allah'a hasrediyor. Oysa İsa Peygamberden
sonra Allah'ın görevlendirdiği kullarından ve peygamberlerinden
başka şahitler vardır ve bunu İsa Peygamber (a.s) de bilmektedir.
Bunun delillerinden biri, İsa Peygamberin (a.s) Peygamberimizin
(s.a.a) geleceğini müjdelemesidir. Kur'ân bize bu müjdeyi onun
ağzından şöyle naklediyor: "Ey İsrailoğulları, ben size Allah'ın
gönderdiği bir elçiyim. Benden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı ve
benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyiciyim."
(Saff, 6) Öte yandan Kur'ân'da Peygamberimizin (s.a.a) de sözünü
ettiğimiz şahitler arasında bulunduğu şöyle vurgulanıyor: "Seni de
bunlara şahit olarak getireceğimiz zaman..." (Nisâ, 41)
Üstelik şu da var ki, yüce Allah İsa Peygamberin "Fakat beni
tam olarak (onların içinden) alınca, onların (amellerinin) tek koruyucusu
sen oldun." şeklindeki hasır içerikli sözünü naklettikten
sonra bu ifadenin geçersizliği yolunda bir açıklama yapmamıştır.
Buna göre asıl şahit Allah'tır, başkası değildir. Bütün şahitlerin varlığına
rağmen bu böyledir. Yani nasıl her kemâlin ve hayrın gerçeği
Allah'a mahsus ise, şahitliğin gerçeği de sadece Allah'a mahsustur
ve O'nun dışında kemâle, hayra ve güzele malik olanlar yüce
Allah'ın bağışlaması sayesinde bu sıfatlara sahiptirler ve O'nun
bu sıfatları başkalarının mülkiyetine vermesi, O'nun mülkiyetinin
ve egemenliğinin ortadan kalkmasını, geçersiz olmasını
gerektirmez. Bu anlattıklarımız üzerinde enine-boyuna düşünmek
gerekir.
Bu iki ayette İsa Peygamberin durumu hakkında verilen bilgilerden
açıkça anlaşılıyor ki, onun insanların kendi hakkındaki sözleri
ile ilgisi yoktur ve O, onların yaptıklarından sorumlu değildir.
Bundan dolayı sözlerini, "Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin
kullarındır..." diye noktalamaktadır.
"Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin kullarındır. Eğer günahlarını
affedersen şüphe yok ki, sen izzet ve hikmet sahibisin." İsa Peygamber
(a.s) yaptığı savunmada şunu açıklığa kavuşturmuştu: İnsanlarla
ilgili görevi ilâhî mesajı iletmekten ve şahitlik işlevini yerine
getirmekten ibarettir. O, onlar arasında sadece bu görevleri
ile meşgul oldu, bu görevini aşıp hakkı olmayan işlere girişmedi. O
hâlde onların ağızlarından çıkan küfür içerikli sözden sorumlu değildir.
Bu açıklamayı yapınca da ortaya şu gerçek çıktı ki, onlarla
Rableri arasındaki onlara yönelik ilâhî hükümle hiçbir ilgisi yoktur.
Bundan dolayı daha önceki sözleri ile bağlantısız olarak yeni bir
söze girdi ve "Eğer onları azaba çarptırırsan..." dedi.
Bu ayet, Hz. İsa'nın (a.s) daha önceki açıklamasının yerine konulma
gibi bir konuma sahiptir. Dolayısıyla da ayetin anlamı şudur:
Ümmetimin içine düştüğü çirkin müşriklikten ben sorumlu
değilim. Onların işlerinin içinde bulunmadım ki, onlar hakkında dileğin
uyarınca vereceğin hükümde onlarla ortak olayım. Onlar, senin
haklarında vereceğin hükümle baş başadırlar. Onlara sen ne
istersen onu yaparsın. Eğer onları, sana ortak koşanlar hakkında
cehennem azabını gerekli kıldığın hüküm gereği azaba çarptırırsan
[ve onlar hakkındaki hükmün böyle olursa], onlar senin kullarındır.
Onlar hakkında ne gibi tedbirler alacağını kararlaştıracak
olan sensin. Müşriklikleri yüzünden onları gazabına uğratmak senin
elindedir. Çünkü sen gerçek mevlâsın ve kulların işi mevlânın
elinde olur. Eğer onların yaptıkları bu büyük zulmün izlerini silerek
onları affedersen, sen Aziz ve Hakîmsin; izzetin ve hikmetin hakkı
sana aittir. (Aziz demek, başkasında bulunmayan güç ve kudrete
sahip olan demektir. Hakîm ise herhangi bir işe ancak uygun olduğu
takdirde girişen anlamına gelir.) Buna göre Aziz, özellikle
aynı zamanda Hakîm de olduğu takdirde büyük zulmü affedebilir.
Çünkü eğer bir kimse kendisinde izzet ile hikmet bir araya gelerek
bir işi yaparsa, bu izzet [mutlak güç] ve hikmet sonucu hiçbir güç
ona karşı duramaz ve verdiği hükme karşı hiç kimse bir şey diyemez.
Bu açıklamadan çıkan sonuçlar şunlardır:
1- "Onlar senin kullarındır." ifadesi "Sen onların gerçek
mevlâsı-sın" demektir. Çünkü Allah'ın fiillerini anlattıktan sonra
O'nun isimlerini hatırlatmak, Kur'ân'ın alışılmış bir ifade özelliğidir.
Bu ayetin sonunda olduğu gibi.
2- "Sen izzet ve hikmet sahibisin." ifadesi hasır amaçlı değil,
tekit amaçlı bir ifadedir; fasıla zamirine ["ente" kelimesine] yer
verip, gra-matik açıdan haber olan "el-aziz" kelimesinin başına
"el" takısını getirmek, anlamı pekiştirmek içindir. Şu hâlde ayetin
anlamı, "Senin izzetin ve hikmetinde en ufak bir şüphe kırıntısı
yoktur. Buna göre eğer onları affedersen sana itiraz etmek yersizdir
" şeklinde olur.
3- Meryem oğlu İsa (a.s) ile Rabbi arasında geçen karşılıklı
konuşmaları içeren bu sahne, karşı durulmaz ilâhî azametin hâkim
olduğu bir sahnedir. Böyle bir ortamda kul tarafının son amaç
olan Allah'a karşı kulluk zilletinin edebini titizlikle gözetmesi gerekir.
Bunun için de yol göstermekten, cilve yapmaktan, sözü uzatmaktan
ve laf kalabalığından sakınması, dua ve istek yolu ile
duruma [Allah'ın işine] müdahale etmekten kaçınması lâzımdır.
İşte bundan dolayı İsa Peygamber (a.s), "Eğer onları affedersen
sen izzet ve sahibisin." diyor, "Sen affedici ve merhametlisin"
demiyor. Çünkü her şeye galip gelen ilâhî azamet ve üstün haşmet
ortaya çıktıktan sonra kula, O'na sığınmaktan, kulluk zilletini,
kölelik zavallılığını, mutlak köleliği benimseyen bir tavır takınmaktan
başka bir çare bırakmıyor. Bu ortamda sözü uzatmak büyük
bir günah olur.
İbrahim Peygamberin "Bana uyanlar bendendir; bana karşı
çıkanlara gelince, sen affedici ve merhametlisin." (İbrahîm, 36)
şeklindeki sözlerine gelince, bu sözler dua ortamında söylenmiştir
ve böyle bir ortamda kul, elinden geldiğince rahmet kaynağını harekete
getirmeye çalışabilir.
"Allah dedi ki: Bu, doğrulara doğruluklarının fayda sağlayacağı gündür."
Bu ifade kinaye yolu ile Meryem oğlu İsa Peygamberin (a.s)
doğruluğunu dile getiriyor. Çünkü İsa Peygamberden açıkça söz
edilmiyor, kastedilenin o olduğunu dolaylı olarak makamdan
anlıyoruz.
Doğruların doğruluklarından maksat dünyadaki doğruluklarıdır,
ahiretteki değil. Çünkü bu cümleyi, "Onlar için altından çeşitli
ırmaklar akan cennetler vardır." ifadesi izliyor. Açıktır ki bu ifade,
onların doğruluklarının Allah katındaki mükâfatının açıklamasıdır.
İşte bu, doğrulukları gerekçesi ile elde edecekleri faydadır.
Ahiretteki davranışlar ve tutumlara -bu arada ahiret ehlinin doğruluğuna-
gelince, bunlar sahiplerine mükâfat anlamında faydalı sonuç
sağlamaz. Başka bir ifadeyle ahiretteki davranışlar ve tutumlar,
dünyadaki davranışlar ve tutumlar gibi mükâfat veya ceza ile
karşılanmaz. Çünkü ahirette yükümlülük yoktur ve mükâfat ile
ceza yükümlülüğün sonuçlarındandır. Dünya nasıl amel ve yükümlülük
yurdu ise, ahiret de hesap ve mükâfat-ceza yurdudur. Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi: "Hesap görüleceği gün..." (İbrâhîm, 41) "O
gün yaptıklarınızın karşılığı size verilir." (Câsiye, 28) "Bu dünya hayatı
(kısa) bir geçinmedir. Ahiret ise ebedî olarak kalınacak bir
yurttur." (Mü'min, 39)
İsa Peygamberin (a.s) dünyadaki durumu hakkında verdiği
bilgi, hem sözlerini, hem de davranışlarını içerir. Yüce Allah da onun
doğruluk üzere olduğunu onaylıyor, onu doğru olarak anlatıyor.
Ayette sözü edilen doğruluk, davranışlarda doğruluğu içerdiği
gibi sözlerde de doğruluğu içerir. Buna göre, dünyada sözlerinde
ve hareketlerinde doğru olanlar, kıyamet günü doğruluklarının
faydasını görürler. Onlar için vaat edilen cennetler vardır. Hem
kendileri hoşnut ve razıdırlar, hem de Allah'ın hoşnutluğuna
mazhardırlar [yüce Allah onlardan razıdır] ve büyük başarıya kavuşan
kimselerdir.
Üstelik şu da var ki, sözlerdeki doğruluk, açıklık ve davranışın
ikiyüzlülükten arınmış olması anlamına gelen davranış doğruluğunu
da kaçınılmaz şekilde beraberinde getirir ve böylece insanı
iyiliğe, sâlaha ulaştırır. Nitekim rivayete göre, adamın biri Peygamberimizden
(s.a.a) kendisine bir öğüt vermesini ister. Peygamberimiz
de ona yalan söylememesini tavsiye eder. Adamın
sonradan anlattığına göre, Peygamberimizin bu tavsiyesi onu bütün
kötülüklerden alıkoymuştur. Çünkü karşısına her kötülük çıktığında
düşünmüş ki, eğer o kötülüğü işler de o konuda bir soruya
muhatap olursa, kendi aleyhine tamam olacak bir itirafta bulunacak,
soranlara o kötülüğü açıklamak zorunda kalacaktır. İşte bu
korku yüzünden o kötülüğü işlememiştir.
"Onlar için altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler
vardır. Allah onlardan razıdır, onlar da O'ndan razıdırlar. İşte büyük
kurtuluş, büyük başarı budur." Allah'ın huzuruna doğruluk birikimi
ile geldikleri için Allah onlardan razıdır ve Allah'ın kendilerine
verdiği mükâfat sebebi ile de onlar Allah'tan razıdırlar.
Yüce Allah burada, onların kendilerinden razı olduğunu
söylüyor. "Onun sözünden razı oldu." (Tâhâ, 109) ve "Eğer şükrederseniz,
o bu davranışınızdan razı olur." (Zümer, 7) ayetlerinde olduğu
gibi, davranışlarından razı olduğunu söylemiyor. Bu iki razı
olma türü arasında fark vardır. Çünkü bir şeyden razı olmak, onu
istemezlikle karşılamayıp geri çevirmemek demektir. Buna göre
insanın düşmanı onun hoşlanacağı bir davranışta bulunabilir, oysa
kişi onun kendisinden nefret etmektedir. Nitekim insanın sevdiği
bir dostu da hoşuna gitmeyecek bir davranış yapabilir.
"Allah onlardan razıdır." ifadesi, yüce Allah'ın onların kendilerinden
razı olduğuna delâlet eder. Bilinen bir gerçektir ki, Allah'ın
on-ları yaratmadaki amacı gerçekleşmedikçe onların kendilerinden
razı olmaz. Yüce Allah, "Ben insanları ve cinleri ancak bana
kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 56) buyuruyor. Demek ki, Allah'ın
insanı yaratmaktaki amacı kulluktur. Buna göre kul, ancak
kullukta örnek ol-duğu zaman Allah onun kendisinden razı olur.
Yani kendisini, her şeyin Rabbi olan Allah'a kul bilmeli, bunun sonucu
olarak gerek nefsini, gerekse kendi dışındaki her şeyi Allah-
'ın, rububiyeti (Rabliğine) karşısında teslim olan mülkü olarak
görmeli, sadece O'na yönelmeli ve sadece O'na başvurmalıdır.
Tıpkı şu ayette Hz. Süleyman ve Hz. Eyyup hakkında buyrulduğu
gibi: "Ne güzel bir kuldur o. O sürekli bize yönelir." (Sâd, 44)
İşte bu, yüce Allah'ın o kulun kendisinden razı olduğunun anlamıdır.
Bu ise, kulluk makamlarından biridir. Bunun gerçekleşebilmesi
için insan nefsinin, küfrün her çeşidinden ve fasıklıktan arınmış
olması gerekir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Allah, kullarının
kâfir olmasına razı olmaz." (Zümer, 7) "Hiç şüphesiz Allah
fasıklardan razı olmaz." (Tevbe, 96)
Bu makamın sonuçlarından, belirtilerinden biri şudur: Kulluk
şuuru kulun nefsine yerleştiğinde, gözünün gördüğü ve basiretinin
ulaştığı her şeyi Allah'ın emrine teslim olmuş ve onun mülkü olarak
gördüğünde, kendisi de Allah'tan razı olur. Çünkü Allah'ın
kendisine verdiği her şeyi, vermek zorunda olmadığı bir bağış, bir
ilâhî cömertlik ve nimet olarak sayarken, Allah'ın vermediği şeylerin
verilmemesinin de mutlaka bir hikmete dayandığını düşünür.
Üstelik yüce Allah bu mertebeye ermiş kimselerin cennetteki
durumunu, "Onlara diledikleri her şey verilir." (Nahl, 31. Furkan, 16)
diye tasvir ediyor. Bilindiği gibi, dilediği her şeyi önünde bulan insanın
razı ve hoşnut olmaması mümkün değildir. Bu durum, insanın
kul olarak mutluluğunun zirve noktasıdır. Bundan dolayı bu
ayet, "İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur." ifadesi ile noktalanmıştır. "Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği
Allah'a aittir. Onun gücü her şeye yeter." Ayette geçen "mülk"
kelimesinin bir başka okunuş şekli olan "milk", nesneler üzerindeki
özel bir egemenlik demektir. Bunun belirtisi mülk sahibinin
tasarruf edebildiği alanda iradesinin geçerliliğidir. "Mülk" ise nesneler
arasındaki düzenle ilgili özel bir egemenliktir. Bunun belirtisi
de gücün etkili olduğu alanda iradenin geçerli olmasıdır. Daha sade
bir ifade ile "milk" fertle, "mülk" ise toplumla bağlantılıdır.
İradenin bilfiil geçerli olmasını sağlayan mülk, güçle sınırlı veya
destekli olduğu için güç tam ve mutlak olunca, mülk de mutlak
olur; hiçbir şeyle ve hiçbir durumla kayıtlı olmaz. İşte bu inceliğin
vurgulanması amacı ile, "Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan
tüm varlıkların egemenliği Allah'a aittir." ifadesini, "Onun
gücü her şeye yeter." cümlesi izlemiştir.
Sure, mutlak egemenliğe (mülke) delâlet eden bu ayetle sona
eriyor. Surenin bütünü ile bu ayet arasındaki ilişki açıktır. Çünkü
surenin amacı, kulları taahhütlerini ve Rablerine verdikleri sözleri
yerine getirmeye teşvik etmektir. O mutlak hükümdar olduğuna
göre, onlara mutlak mülkiyet altındaki kullar olmanın dışında bir
sıfat kalmıyor. Onlara düşen tek görev Allah'ın emirlerine ve yasaklarına
kesin olarak uymak, verdikleri sözleri ve üstlendikleri
taahhütleri çiğnemeksizin yerine getirmektir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Sa'lebe b. Meymun, mezhebimize mensup
bazı ravilerden İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s), yüce Allah'ın İsa
Peygambere yönelik, "Sen mi insanlara, 'Allah'tan başka beni ve
annemi de iki tanrı edinin.' dedin?" şeklindeki sorusu hakkında
şöyle dediğini nakleder: "Yüce Allah bu soruyu daha sormamış,
onu ileride soracak. Allah bir olayın mutlaka olacağını bildiği zaman
o olayı olmuş gibi anlatır." [c.1, s.351, h:228]
Ben derim ki: Yine aynı eserde, Süleyman b. Halid kanalıyla bu
rivayetin bir benzeri İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakledilmiştir.
Rivayette ileride gerçekleşeceği kesin olan bir olayda geçmiş
zaman kipinin kullanılabileceği bildiriliyor. Ki bu, Arap dilinde
kipinin kullanılabileceği bildiriliyor. Ki bu, Arap dilinde yaygın olan
bir kullanım şeklidir.
Yine aynı eserde Cabir Cu'fî'ye dayanılarak verilen bilgiye göre
İmam Muhammed Bâkır (a.s), "Sen benim içimdekini bilirsin, fakat
ben senin özündekini bilemem. Çünkü gaypleri yalnız sen bilirsin."
ayeti hakkında şunları söyledi: "Allah'ın en büyük ismi
yetmiş üç harf-tir. Yüce Allah bu harflerden biriyle yaratıklarından
saklandı. Bundan dolayı hiç kimse Allah'ın özündekini bilmiyor. Bu
yetmiş üç harfin yetmiş ikisini Âdem Peygambere verdi. Bu harfler
peygamberden peygambere intikal ederek Hz. İsa'ya (a.s) geldi.
İşte Hz. İsa, 'Sen benim içimdekini bilirsin.' derken bunu kastediyor.
Yani, en büyük isminin bu yetmiş iki harfini sen bana öğrettin.
Buna göre sen onları bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem.
Çünkü sen o harf ile gizli ve saklı kaldın, bu yüzden kmse senin
özündekini bilmez." [c.1, s.351, h:229 ve 230]
Ben derim ki: "En güzel isimler Allah'ındır. O hâlde O'na onlarla
dua edin." (A'râf, 180) ayetinin tefsiri sırasında, Allah'ın güzel isimleri
ve en büyük ismi (ism-i azam) hakkında geniş bir inceleme
yapacağız. Orada yapacağımız açıklamalarda görüleceği üzere,
ism-i ekber (en büyük isim) veya ism-i azam (en yüce isim), alfabedeki
harflerden oluşmuş kelime türünden bir isim değildir. Bu
gibi durumlarda sözü edilen isimden lafzî isim ile ifade edilen bir
isim kastedilir, ki bu da sıfatlarından biri ile veya yönlerinden biri
ile de anılan zattır. Böyle olunca ileride anlaşılacağı üzere lafzî isim,
gerçekte ismin ismine dönük olup, onu açıklamayı amaçlamakta
ve o anlama gelmektedir.
Buna göre gerek İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) "Allah'ın en
büyük ismi yetmiş üç harften oluşmuştur." şeklindeki sözü ve gerekse
bu konuda gelen çok sayıdaki benzer rivayetler -ki bunlarda
ism-i azamın (en yüce ismin) şu kadar harften olduğu ve bu harflerin
falanca sureye veya filân ayete dağılmış olduğu bildirilmektedir-
tamamen sembolik açıklamalar ve gerçekleri anlatılabilecek
miktarda anlatabilmek için verilen örneklerdir. Çünkü her gerçeği
kinaye sanatına başvurmadan açık bir dille ve örneğe dayanmadan
somut bir çıplaklıkla anlatmak kolay değildir.
İmamın (a.s) bu sözlerinin anlamını belirli oranda açıklamak
için şöyle denebilir: Hiç şüphesiz, yüce Allah'ın güzel isimleri, varlıkların
kendilerinin ortaya çıkmasının ve sayısız olaylarının gerçekleşmesinin
vasıtalarıdır. Hiç şüphe etmeyiz ki, yüce Allah meselâ
yaratıcı, cömert ve yoktan var edici olduğu için yaratıkları yarattı;
yoksa intikam alıcı ve şiddetle yakalayıcı olduğu için değil.
Yine meselâ rızk verdiklerine râzık (rızk verici) ve bağışlayıcı olduğu
için rızk veriyor; yoksa geriye alıcı ve engelleyici olduğu için değil.
Yine O, diri ve diriltici, can verici olduğu için canlılara hayat veriyor;
yoksa can alıcı ve tekrar diriltici olduğu için değil. Bu gerçeğin
en sadık şahidi Kur'ân'ın ayetleridir. Biz ayetlerin metinlerinde
anlatılan bilgilerin, o ayetlerin sonunda yer alan ilâhî isimlerle gerekçelendiklerini
görürüz. Bazen bir ayet, anlamını açıklayan bir
Allah ismi ile, kimi zaman da ayetin anlamını birlikte açıklayan iki
Allah ismi ile sona eriyor.
Bundan şu ortaya çıkıyor: Aramızdan birine Allah'ın isimleri
hakkındaki bilgi verilse ve bu kişi Allah'ın isimleri ile varlıklar arasındaki
ilişkiyi ve bu isimlerin gerek tek tek, gerekse birlikte olarak
gerektirdikleri sonuçları bilse, kâinatın düzenini ve bu kâinatta
işlemiş ve işlemekte olan genel kanunları, bu kanunların kâinatın
tek tek çeşitli alanlarında nasıl yürüdüklerini bilme imkânını elde
eder.
Kur'ân-ı Kerim, zahirinden anlaşıldığı üzere kâinatın başlangıcı
ve ahiret hayatı hakkında çeşitli genel kuralları ve bu kanunların
sonucu olan mutluluğu ve bedbahtlığı anlattıktan sonra Peygamber
efendimize (s.a.a), "Sana bu kitabı her şeyi açıklayan... olarak
indirdik." (Nahl, 89) diye hitap etmektedir.
Gerçi bu kanunlar genel ve zorunludur; fakat bu zorunluluk o
kanunların kendilerinden ve özlerinin gereklerinden
kaynaklanmıyor, yüce Allah'ın onlara tanıdığı zorunluluktan ve gereklilikten
kaynaklanıyor. Kâinat üzerindeki bu kesin aklî hâkimiyet
ve genel kanunlar Allah'tan kaynaklandığına, O'nun emri ve iradesi
ile ortaya çıktığına göre, açıktır ki Allah'ın eseri, fiili olan bunlar O'-
nu hiçbir şeye mecbur edemez, O'nu zatında mağlup edemez. Yüce
Allah kahir ve galiptir. Böyle olunca her yönü ile O'na varan, özü ve
etkisi ile O'na muhtaç olan bir şey O'nu nasıl mağlup edebilir? Bu
nokta üzerinde iyice düşünmelisin.
Verdiği hükümleri Allah'ın bağışladığı imkânla veren aklın ve
ya hükümleri ve eserleri Allah sayesinde varolabilen gerçeklerin
Allah'a hâkim olmaları, O'na hüküm ve gereklilik dayatmaları imkânsızdır.
O hüküm ve gereklilik ki, kalıcılıklarını Allah'a borçludurlar
ve O'nun ezici ve üstün gücünün kontrolü altındadırlar. Diğer
bir ifadeyle, nesneler için söz konusu olan gereklilik ve hüküm,
Allah tarafından o nesnelere sunulmuş bir mülkün sonucudur.
Herhangi bir şeyin, Allah tarafından kendisine verilen bir mülke
tıpkı Allah gibi sahip olması anlamsızdır. O hâlde yüce Allah
mutlak anlamda maliktir ve kesinlikle hiçbir bakımdan başkasının
mülkü değildir.
Buna göre eğer Allah günahkârı mükâfatlandırsa veya sevap
işleyeni cezalandırsa ya da istediği herhangi bir işi yapsa, bunları
yapabilir; ne akıl ve ne de dış bir faktör O'na engel olamaz. Yalnız
O'nun kendisi bize mutluluğu ve mükâfatı vaat ettiği gibi, bizi
bedbahtlıkla ve ceza ile tehdit etmiştir. O bize sözünden caymayacağını
bildirmiştir. Yine O bize vahiy veya akıl yolu ile birçok hususu
bildirmiş ve arkasında sadece gerçeği söylediğini ilân etmiştir.
Bu şüphesiz güvenceler sonunda vicdanlarımız rahatlamış ve kalplerimiz
tatmin olmuştur. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Doğrusu
Allah, vaadinden dönmez." (Âl-i İmrân, 9) "Ben sadece doğruyu söylerim."
(Sâd, 84) Aklî hükümlerdeki zorunluluk da bu ayetlerin paralelinde
bir anlam verir.
Bu açıklamalar, Allah'ın bize öğrettiği kadarı ile, O'nun isimlerinin
gerektirdiği sonuçlardır. Fakat bunun ötesinde O mutlak malik
sıfatı ile dilediğini yapar ve istediği hükmü verir. Nitekim şöyle
buyurmuştur: "O'na yaptıkları sorulmaz; ama onlara, yaptıkları
sorulur." (Enbiyâ, 23) Bu gerçek aynen O'nun isimlerinden biridir;
özü meçhuldür, yaratıklarından hiçbirinin O'nu öğrenmesinin yolu
yoktur. Çünkü O'nun isimleri hakkındaki bütün bildiklerimiz, kavramların
bize anlattıkları, sonra da o kavramlar oranında onların
varlık âleminde belirlediğimiz eserleridir. Varlık âleminde belirlenmesi
mümkün olmayan eserlere gelince, bunlar kesinlikle anlamını
bilmediğimiz ismin eserleridir. Şöyle de denebilir: Bu isim
hiçbir kavramla avlanamayan, yakalanamayan bir isimdir. O isme
sadece Allah'ın mutlak egemenlik sıfatı belirli bir oranda işaret
eder.
Bu söylediklerimizden anlaşılıyor ki, Allah'ın isimleri içinde,
yaratıklardan hiçbirinin bilgisinin eremediği ismi vardır. İşte Allah
bu bilinmeyen ismiyle yaratıklarından saklanmaktadır, yaratıklarına
gizli kalmaktadır. Bu gerçek üzerinde iyice düşün.
EDEBİN ANLAMI HAKKINDA Burada birkaç bölüm hâlinde yüce Allah'ın peygamberleri
kendisiyle eğittiği edebin mahiyeti ile ilgili bir inceleme yapacağız:
1- Edep, kelime anlamı ile, meşru bir davranışta yansıması gereken
güzel görünümdür. Bu güzellik, ya dinden kaynaklanır veya
akıllı insanların toplumları nazarında varolur. Dua ederken veya
bir arkadaşla karşılaşıldığında gözetilecek edep kuralları gibi. Buna
davranışın zarifliği de denebilir. Edep mutlaka meşru olan, yasak
olmayan konularda söz konusu olabilir. Buna göre zulmün,
ihanetin, yalanın, çirkin ve iğrenç işlerin edebi olmaz. Ayrıca ancak
irade sonucu olan ve birden çok alternatifi olan hareketlerde gerçekleşebilir.
Çünkü ancak o takdirde bu hareketin bazı türleri edepli
ve diğer bazıları edebe aykırı olabilir. Meselâ İslâm'da yemek
yeme edebi gibi. Bu edebin en önemli kurallarına göre, yemeğe
besmele ile başlayıp Allah'a hamdederek son vermeli ve
tam doymadan önce sofradan kalkmalıdır. Başka bir örnek, namazda
oturma edebidir. Bunun için vücudu dengede tutacak şekilde
sol yan üzerine oturup, sağ ayağın üstünü sol ayağın iç kısmı
üzerine koymalı, elleri diz kapaklarının üzerine koymalı ve gözleri
kucağına doğru bakmalıdır.
O hâlde edep, iradeye bağlı davranışlardaki güzel görünüm
demek-tir. Güzellik de asıl anlamı ile hayatın amacına uygun olma
anlamını taşır. Bu anlamı ile güzellik, değişik toplumların bakışlarına
göre fark-lılık göstermez. Fakat pratikte örnekleri açısından
çok büyük farklılıklar gösterir. Kavimlerin, milletlerin, dinlerin,
mezheplerin, hatta aile gibi küçük toplumsal birimlerin değişmesiyle,
edeple ilgili davranışların güzel veya çirkin olarak belirlenmesinde
farklılık görülür.
Bir kavimde öyle edep kuralları geçerli olur ki, bunlar diğer
kavimler tarafından bilinmez. Bir kavim tarafından hoş karşılanan
öyle edep kuralları olabilir ki, bunlar diğer kavimler tarafından çirkin
görülerek kınanır. Meselâ insanların birbirleri ile karşılaştıkla
rındaki selâmlaşma geleneği gibi. Bu gelenek İslâm'da selâm
vermek şeklindedir. Allah'tan gelen, mübarek ve temiz bir iyilik
temennisi olarak uygulanır. Bazı kavimlerde şapka çıkararak, bazılarında
eli baş hizasına kadar kaldırarak, başka bazılarında başı
eğerek, rükû ederek (belden eğilerek) veya başı sallayarak yerine
getirilir. Nitekim kadınlarla karşılaşıldığında batılıların yaptıkları
öyle uygulamalar var ki, İslâm bunları çirkin görerek kınamaktadır.
Toplumdan topluma değişen böy-le uygulamaların örnekleri
çoktur.
Yalnız bütün bu farklılıklar, örneklerin belirlenmesi aşamasında
görülür. Yoksa gerek davranışlara yansıması gereken güzel görünüm
anlamındaki edebin temelinde ve gerekse edebe uygun
davranışların takdir edilmesi hususunda bütün aklı başında insanlar
görüş birliği hâlindedir. Öyle ki, bu konuda farklı görüşte olan
iki kişiye bile rastlanmaz.
2- Yukarıda söylediğimiz gibi güzellik, edebin dayanaklarındandır
ve değişik toplumların kendilerine has maksatlarına göre
farklılık gösterir. Bundan, toplumların edep kurallarının birbirinden
farklı oluşunun zorunlu olduğu sonucu çıkar. Buna göre edep
her toplumun aynası gibidir; o toplumun genel ahlâk özelliklerini
yansıtır. Bu ahlâk özelliklerini ise, o toplumların hayattaki amaçları
düzenler ve onları toplumlarındaki faktörlerle, bir bölümü tabiî
ve bir bölümü tesadüfî olan değişik faktörler içlerine, vicdanlarına
yerleştirir.
Buna da dikkat etmek gerekir ki, edep kuralları ile ahlâk kuralları
aynı şey değildir. Çünkü ahlâk kuralları, nefislerde yerleşen
köklü ruhî melekeler iken; edep kuralları, yansımalarını insanın
değişik nefsî sıfatlardan kaynaklanan davranışlarında gösteren
güzel görünümlerdir. Bu ikisi arasında da büyük fark vardır.
Buna göre edep kuralları, ahlâk kurallarından kaynaklanır ve
ahlâk kuralları da toplumun özel gayesiyle uyum içinde olan gereklerindendir.
Bu durumda insanın davranışlarında gözeteceği
edep kurallarını belirleyen faktör, hayatında peşinden koştuğu
amaçtır. Bu amaç insanın nefsi için bir çizgi çizer ve insan hayatı
boyunca ve amacına yaklaşma sürecinde herhangi bir davranışta
bulunurken o çizginin dışına çıkmaz.
3- Edep, özelliği bakımından hayatta güdülen amaca bağlı olduğu-
na göre yüce Allah'ın peygamberlerine aşıladığı ilâhî edep,
dinî davranışlardaki güzel görünümdür. Bu güzel görünüm dinin
amacını yansıtır. Bu amaç, maddelerinin çokluğu ve azlığı, kemâl
ve gelişme dereceleri açısından hak dinlerdeki farklılıklara bağlı
olarak kulluk ilkesidir.
İslâm, insan hayatının bütün yönleri için düzenlemeler getiren
bir sistemdir. Öyle ki, küçük-büyük, basit-önemli olsun hayatın
hiçbir alanı onun kapsamı dışında değildir. Bundan dolayı İslâm,
hayata bütünü ile edebi yaymış ve her davranış için o davranışın
amacını yansıtan bir güzel görünüm belirlemiştir.
İslâm'ın tek genel gayesi, yegane genel amacı ise, inanç ve
davranış aşamalarının her ikisinde de yüce Allah'ın birliği ilkesini
hâkim kılmaktır. Yani insan inanacak ki, onun bir ilâhı vardır; bu
ilâh her şeyin başıdır, her şey varlığını ondan almıştır; her şeyin
sonudur, her şey ona döner; o güzel isimlere ve yüce örneklere
sahiptir. Bu inanca sahip olduktan sonra hayatın akışına katılacak
ve özü itibariyle Allah'a kulluğu ve her şeyin O'nun kulu olduğunu
yansıtan davranışlarla hayatını devam ettirecektir. Böylece tevhit
ilkesi iç âlemine ve dış görünüşüne işleyecek, katıksız kulluk anlayışı
sözlerinde, davranışlarında ve varlığının diğer cephelerinde
örtülmez ve perdelenmez bir belirginlikle ortaya çıkacaktır.
Buna göre ilâhî edep -veya peygamberlik edebi- tevhit ilkesinin
davranışlara yansımış biçimidir.
4- Tasım (kıyas) yolu ile bilinen ve kesin tecrübe ile doğrulanan
bir gerçektir ki, amelî yani uygulamaya dönük ilimler -bunlar
uygulanmak amacı ile öğretilen ilimlerdir- eğer uygulamalı olarak
öğretilmezlerse, tam anlamı ile başarılı olup beklenen olumlu sonuçlarını
veremezler. Çünkü genel bilimsel kurallar somut ve pratik
örneklerle uyuşmadıkça insan vicdanı onları onaylamakta,
doğruluklarına inanmakta zorlanır. Çünkü hayat boyunca vicdanlarımız,
somut örneklerle meşguldürler ve ikinci tabiatımızın yönelişi
sonucu olarak duyu organlarının algılama imkânları dışında
kalan genel aklî ve bilimsel kuralları gözetmekte isteksizdirler.
Meselâ, uygulamadan uzak bir bakış açısı ile kahramanlığın
aslında güzel olduğuna inanan birini düşünelim ve bu kimsenin
günün birinde kalpleri hoplatacak korkunç bir sahne ile karşılaştığını
farz edelim. Bu adam, o durumda yiğitliğin güzelliğine hükmeden
aklı ile canına yönelik tehlikeden korunmadaki, ölümden
kurtularak tatlı dünya hayatının yok olmasını önlemedeki lezzetin
cazibesine kapılacak veh-minin arasında bir çatışma yaşayacaktır.
Vicdanı bu iki kutup arasında gidip gelecek ve çatışan tarafların
hangisini destekleyeceği konusunda şaşıracaktır. Ama vehmin
gücü daha ağır basacaktır, çünkü somut gerçek onun yanındadır.
Buna göre öğretim faaliyeti sırasında öğretmenin, uygulama
içinde pişmelerini ve pratiğe alışmalarını sağlamak amacıyla ilmî
gerçekleri uygulama eşliğinde öğrencilere vermesi gerekir. Böylece
öğrencinin benliğinin köşelerinde saklı duran aykırı inançlar ortadan
kalkarak öğrendiği bilgilerin onayı vicdanında kökleşir.
Çünkü bir şeyin olmuş olması, onun mümkün olduğunun en güzel
delilidir.
Bundan dolayı gördüğümüz şudur: İnsan, dış dünyada meydana
gelişine şahit olmadığı şeye boyun eğmekte zorlanmaktadır. Olay
bir defa meydana gelince; vukuu imkânsız olan bir şeyin imkânsızlıktan
çıkarak mümkün alanına geçmesi şeklinde şaşırmaya başlar.
Öyle ki onun meydana gelişi, nazarında pek önemli görülür,
onda endişeye ve sarsıntıya yol açar. Fakat daha sonra ikinci ve
üçüncü defa meydana gelince önemini yitirir, sarsıcı etkisi kırılır ve
ilgi çekmeyen normal o-laylar arasına katılır. Çünkü iyilik de, kötülük
de alışkanlık meselesidir.
Dinî öğretimde, özellikle İslâm dininin öğretimi sırasında bu
metodun gözetilmesi en bariz gerçeklerdendir. Dinin şeriat koyucusu,
müminlerinin öğretim faaliyeti içerisinde hiçbir zaman aklî
genellemeleri ve genel kuralları ele almakla yetinmemiştir. İşe
önce uygulama ile başlamış ve uygulamanın yanına sözü ve sözlü
açıklamayı eklemiştir. Bunun sonucu olarak dinî bilgileri ve hükümleri
öğrenmeyi tamamlayan bir mümin, salih amel ve takva
azığı ile donanmayı da ta-mama erdirmiş durumda olacaktır elbette.
Bunların yanı sıra eğitici öğretmenin, ilmi ile amel etmesi,
kendi bildiklerine uyması gereklidir. Amel ile birleşmeyen ilmin
etkisi yoktur. Çünkü söz nasıl bir delil ise, fiil de bir delildir. Dolayı
sıyla söze ters düşen fiil, insanın nefsindeki zıt bir durumun varlığına
delâlet eder. Bu çelişki, sözü yalanlar; sözün bir yutturmaca
olduğuna, söyleyenin onu insanları aldatıp avlamak için bir aldatma
aracı olarak kullandığına delil olur.
Bundan dolayı, yaptıkları vaazları ve verdikleri nasihatleri davranışlarıyla
birleştirmeyen, sabır ve sebatla söylediklerine amel
etme çabasından uzak duran vaizlerin ve nasihatçilerin vaazları ve
nasihatleri karşısında insanların kalplerinin yumuşamadığı ve vicdanlarının
boyun eğmediği görülür.
İnsanlar zaman zaman böyle vaizler hakkında, "Eğer söyledikleri
doğru olsa onları kendisi uygulardı" derler. Fakat insanlar böyle
bir sonuca varmakla muhtemelen hatalı bir değerlendirme yapıyorlar.
Çünkü varılması gereken sonuç, "Söylenen söz, söyleyicisi
nazarında doğru kabul edilmiyor. Eğer doğru kabul edilse, onun
tarafından uygulanırdı" şeklinde olmalıdır. Yoksa insanların dedikleri
gibi, söylediği söz mutlak anlamda doğru değil, şeklinde bir
sonuca varmak doğru değildir.
Buna göre verimli bir eğitimin şartlarından biri, eğitimi veren
öğretmenin öğrenciye anlattıklarını kendinde gerçekleştirmiş olması,
önerdiği nitelikleri şahsında taşımasıdır. Meselâ korkak bir
eğitim görevlisinin kahraman bir yiğit yetiştirmesi veya bağnaz,
dogmatik ve inatçı bir eğitim kurumundan hür fikirli ve hür vicdanlı
bir âlimin yetişmesi kesinlikle imkânsızdır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Acaba hakka götüren mi
uyulmaya daha lâyıktır, yoksa (tutulup) yola götürülmedikçe,
kendisi doğru yolu bulamayan mı? O hâlde size ne oluyor? Nasıl
hükmediyorsunuz?" (Yûnus, 35) "İnsanlara iyiliği emredip kendinizi
unutuyor musunuz?" (Bakara, 44) Yine yüce Allah, Şuayb Peygamberin
kavmine söylediklerini şöyle naklediyor: "Yasakladığım hareketleri
kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Tek isteğim,
gücümün yettiği oranda (bozuklukları) düzeltmektir." (Hûd,
88) Bu anlamdaki ayetlerin sayısı çoktur.
Bütün bunlardan dolayı eğitici öğreticinin öğrettiği ve eğitimini
yaptığı hususlara inanmış olması gerekir.
Üstelik şunu da unutmamak gerekir: Söylediklerine hiç
inanmayan bir kimsenin, hatta açık ve katıksız bir imanın sahibi
gibi görünüp iyi ameller yapmakla gerçek kişiliğini gizleyen bir
görünüp iyi ameller yapmakla gerçek kişiliğini gizleyen bir münafığın
elinde ancak kendisi gibi iğrenç karakterli biri yetişebilir.
Çünkü her ne kadar vicdanın benimsemediği ve kalbin onaylamadığı
sözler söyleyerek dil ile kalp arasında farklılık meydana getirmek
mümkün ise de, öbür yandan söz bir davranıştır ve davranış
da insanın nefsinden kaynaklanan, dışarıya sızan bir gerçektir.
Buna göre davranışın, sahibinin karakterine ters olması nasıl
mümkün olabilir?
Çünkü söylenen söz, sözel fonksiyonu dışında söyleyenin iman
ve küfür gibi vicdanî niteliklerinin de taşıyıcısıdır, bu nitelikleri öğrencinin
yalın ve sade vicdanına iletip yerleştirir. Buna göre sözün
sözel fonksiyonu olan yararlı yönünü, onun yıkıcı olan diğer yönlerinden
ancak durumu iyi teşhis eden basiret sahibi kimseler ayırt
edebilir. Nitekim yüce Allah, münafıkların vasıflarını Peygamberimize
(s.a.a) anlatırken, "Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın."
(Muhammed, 30) buyuruyor.
Buna göre yararlı sonuçlar vermesi beklenen eğitimde eğitici
öğretmenin öğrencilerine verdiği bilgilere inanması ve ilmine uygun
davranışlarla donanmış olması şarttır. Ancak böyle bir eğitimin
yararlı olması beklenebilir. Söylediklerine inanmayan veya
ilmine uygun davranışlar ortaya koymayan bir eğiticinin vereceği
eğitime gelince, bundan hayır beklenemez.
Biz doğuluların ve Müslümanların, özellikle eğitim ve öğretimle
ilgili tutumunda, bu gerçeğin birçok örneği ve sayısız somut misali
vardır. Bunları hem resmî, hem de gayriresmî öğretim kurumlarımızda
bol bol görürüz. O nedenle hiçbir tedbir işe yaramıyor ve
hiçbir çaba başarılı olamıyor.
Kur'ân'ın, peygamberlerin ve elçilerin davranışlarında tecelli
eden ilâhî edeplerle ilgili öyküler içermesi de, bu gerçeğe dayanır.
Bu davranışların bir kısmı peygamberlerin Allah'a yönelttikleri ibadetlerle,
dualarla ve sorularla ilgilidir. Diğer bir bölümü de peygamberlerin
insanlarla aralarındaki ilişkilerle ve onlara hitap tarzları
ile ilgilidir. Bilindiği gibi eğitim faaliyeti sırasında örnekler göstermek,
uygulamayı delil olarak göstermeyi amaç edinen, pratik
eğitim tarzının bir türüdür.
5- Yüce Allah, İbrahim Peygamber ile kavmi arasındaki tevhit
mücadelesini naklettikten sonra şöyle buyuruyor: "Bu bizim kesin
kanıtımızdır, onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediklerimizin
derecesini kat kat yükseltiriz. Hiç şüphesiz senin Rabbin
hikmet sahibi ve (her şeyi) bilendir. Biz ona İshak'ı ve Yakub'u
armağan ettik; hepsini doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve
onun soyundan gelen Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı
ve Harun'u doğru yola iletmiştik. Biz iyileri işte böyle mükâfatlandırırız.
Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da (doğru yola
ilettik). Hepsi de iyilerdendi. İsmail'i, el-Yese'i, Yunus'u ve Lut'u
da doğru yola ilettik, hepsini âlemlere üstün kıldık. Babalarından,
çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da... Onları seçtik
ve doğru yola ilettik. İşte bu, Allah'ın hidayetidir, kullarından
dilediğini bununla doğru yola iletir. Eğer onlar (Allah'a) ortak
koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyi işler boşa giderdi. Bunlar,
kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.
Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse, (bilsinler ki) onlara,
kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.
İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların
yolunu izle." (En'âm, 83-90)
Okuduğumuz ayetlerde yüce Allah, toplu bir şekilde peygamberlerini
(hepisine selâm olsun) sayıyor, arkasından onlara ilâhî
hidayeti bağışladığını belirtiyor. Bu hidayet ise sadece tevhide iletilmeleridir.
Bunun delili, "Eğer onlar (Allah'a) ortak koşsalardı,
yapmış oldukları bütün iyi işler boşa giderdi." ifadesidir. Çünkü
onlara armağan ettiği hidayetle çelişen tek şeyin şirk olduğunu
vurguluyor. Dolayısıyla onları ilettiği tek gerçek tevhit gerçeğidir.
Ancak şu da var ki, tevhit bilincinin hükmü yüce şahsiyetlerin
amellerine sirayet etmiş, davranışlarına sızmış ve her alanda etkisini
göstermiştir. Bunun delili ayetteki, "Eğer onlar (Allah'a) ortak
koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyi işler boşa giderdi." ifadesidir.
Çünkü eğer şirk, davranışlara sirayet etmemiş, amellere sızmamış
olsa, onların içine içlerine işlemeseydi o davranışların boşa
çıkmasını, yok olmasını gerektirmez. Şirkin zıddı olan tevhit de
böyledir.
Tevhit şuurunun davranışların içine işlemesinin anlamı, davranış
biçimlerinin tevhidi somutlaştırması, aynanın görüntüyü
yansıtması gibi onu yansıtmasıdır. Öyle ki, tevhidin somut bir fo
toğrafı olduğu farz edilirse, bu fotoğraf o davranışlar olurdu. Aynı
ekilde o davranışların sırf bir inanç olarak soyutlaştıkları varsayılırsa,
o davranışlar söz konus inanç olurdu.
Bu anlamın ruhî sıfatlarda birçok örneği vardır. Meselâ kibirli,
kendini beğenmiş birinin nefsindeki bu duygunun davranışlarında
somutlaştığı görüldüğü gibi, karamsar bir zavallının da ruhundaki
zilletin ve miskinliğin bütün davranışların yansıdığı görülür.
Sonra yüce Allah, Peygamberimize (s.a.a) kendinden önceki
peygamberlerin hidayetlerine uymasını emrediyor; onların kendilerine
uymasını emretmiyor. Çünkü uymak, inançta değil, davranışlarda
olur. Çünkü inançta uymak, özü itibari ile iradî bir iş değildir.
Yani yüce Allah Peygamberimizden, kendisinden önceki
peygamberlerin, uygulamalı ilâhî eğitimlerinin sonucunda ortaya
koydukları, tevhide dayanan iyi davranışlarını tercih etmesini ve
bu yöndeki yollarını izlemesini istiyor.
Bu uygulamalı eğitimle, yüce Allah'ın şu ayette işaret ettiği
edebi kastediyoruz: "Onları emrimiz uyarınca insanları doğru yola
ileten önderler yaptık. Onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı,
zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi."
(Enbiyâ, 73) Ayetin orijinalinde geçen "fi'l'el-hayrat=hayırlı işler yapmak",
"ikam'es-salât=namaz kılmak" ve "îtae'z-zekât=zekât vermek"
ibarelerinde mas-tarla yapılan isim tamlaması (izafet) şuna
delâlet eder:
Peygamberlerin ortaya koydukları fiillerden maksat, yaptıkları
hayırlı işler, kıldıkları namazlar ve verdikleri zekâtlardır; yoksa uygulamaya
geçirilmemiş sırf farazî fiil kastedilmiyor. Buna göre fiillerin
ortaya konma aşamasındaki bu fiillerle ilgili vahiy, doğruya
yöneltme ve eğitme vahyidir; yoksa [yasama anlamındaki] peygamberlik
ve kanun koyma vahyi değildir. Eğer bu vahiyden maksat,
peygamberlik vahyi olsaydı, "Onlara 'Hayırlı işler yapın, namaz
kılın ve oruç tutun' diye vahyettik." denirdi. Şu ayetlerde
buyrulduğu gibi: "Sonra sana... 'İbrahim'in dinine uy...' diye
vahyettik." (Nahl, 123) "Biz Musa ile kardeşine, 'Kavminiz için Mısır'da
evler hazırlayın, (ey İsrailoğulları) evlerinizi karşı karşıya
kurun, namaz kılın!' diye vahyettik." (Yûnus, 87) Bu anlamda başka
ayetler de vardır.
Doğruya yöneltme vahyi şu demektir: Yüce Allah kullarından
birine kutsî bir ruh ayıracak ve bu mukaddes ruh iyi işler yapıp kötülüklerden
kaçınma konusunda o seçkin kulu doğruya yöneltecek.
Tıpkı insanî ruhun, bizi hayır ve şer konusu ile ilgili düşüncede
doğruya yöneltmesi ve hayvanî ruhun iradî olarak canımızın istediği
veya istemediği şeyler hususunda tercih etmemizi sağlaması
gibi. Bu konuyu ileride geniş bir şekilde inceleyeceğiz.
Sözün kısası "Sen de onların yolunu izle." direktifi, detaya girilmeksizin
Peygamberimize (s.a.a) yönelik, peygamberlerin bütün
davranışlarına yayılmış, şirkten arınmış bir tevhit edebi olan ilâhî
eğitimdir. İşte yüce Allah, Peygamberimize bu edebi aşılamaktadır.
Yüce Allah, Meryem suresinde bazı peygamberlerin (hepsine
selâm olsun) adlarını saydıktan sonra şöyle buyuruyor: "İşte bunlar,
Allah'ın nimete erdirdiği Âdem'in soyundan, Nuh ile birlikte
gemide taşıdıklarımızın soyundan, İbrahim ve İsrail (Yakup) soyundan
doğru yola ilettiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerdir. Bunlar,
Rahman'ın ayetleri kendilerine okunduğunda, ağlayarak
secdeye kapanırlardı. Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi
ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine uydular. Onlar kötülük
bulacaklardır (sapıklıklarının cezasına çarpılacaklardır). Ancak
tövbe edip inanan ve iyi işler yapanlar bu hükmün kapsamı dışındadırlar.
Onlar cennete girecekler ve hiç haksızlığa uğratılmayacaklardır."
(Meryem, 58-60)
Okuduğumuz ayetlerde yüce Allah, peygamberlerinin günlük
hayatlarındaki genel edeplerini anlatıyor ve şu noktaları
vurguluyor: Onlar davranışlarında Allah'a boyun eğiyorlar ve kalpleri
yüce Allah'a huşu ile doludur. Allah'ın ayetleri okunduğunda
secdeye kapanmaları, Allah'a boyun eğmelerinin göstergesidir.
Kalbin incelmesinden ve nefsin zelilliği kabul etmesinden kaynaklanan
ağlama ise, huşu hâllerinin belirtisidir. Bunların ikisi birlikte
de kulluk sıfatının nefislerine egemen olduğunun kinayeli ifadesidir.
Öyle ki, kendilerine Allah'ın her ayeti okunduğunda, kulluk sıfatı
iç dünyalarının her yanına yayıldığı gibi, bu etkisi dış görüntülerinde
de belirir. Onlar, hem Allah ile baş başa kaldıklarında, hem
de insanlar arasındayken kulluklarının sembolü olan ilâhî edebi
takınıyorlar. Hem Rableri ile ve hem de insanlarla bir arada iken
ilâhî edep uyarınca yaşıyorlar. Bu edep ile genel edebin kastedilmiş olduğunun delillerinden
biri, okuduğumuz ayetlerin ikincisinde yer alan, "Onlardan sonra
yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine
uydular." ifadesidir. Çünkü Allah'a yönelmek demek olan namaz,
bu sapıtmış nesillerin Rableri ile durumlarını ve ihtirasların tutsağı
olmak, şehvetlerine uymak da onların kendileri dışındaki insanlarla
ilgili durumlarını ifade ediyor.
Bu iki kesim birbirinin karşısına konulduğuna göre, ayetten
şöyle bir sonuç elde edilmektedir: Peygamberlerin genel edebi,
kulluk bilinci ve sıfatı ile Rablerine yönelmeleri ve yine kulluk bilinci
ile insanlar arasında yaşamalarıdır. Başka bir ifadeyle onların
hayat yapısı şu esasa dayanıyor: Kendilerine egemen olan ve her
şeylerini tasarlayan bir Rableri vardır. O'ndan geldiler ve O'na döneceklerdir.
Onların bütün tutumlarının ve davranışlarının temeli
işte budur.
İkinci ayette yer alan tövbe edenlerin istisna edilişine ilişkin
hüküm, ilâhî eğitimin (edebin) bir başka maddesidir. Bu madde ilk
önce peygamberlerin ilki olan Hz. Âdem'e uygulandı. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi ve yoldan
çıktı. Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti."
(Tâhâ, 121-122) Bu konuyla [Hz. Âdem'in Rabbinin emrine
karşı gelmesiyle] ilgili bazı açıklamaları inşallah ileride ele alacağız.
[Peygamberlerin genel edep ve eğitimiyle ilgili olarak başka
bir ayette] yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın, kendisine farz ettiği
bir şeyi yerine getirmekte, Peygambere herhangi bir güçlük
yoktur. Sizden öncekiler içinde de Allah'ın yasası böyle idi. Allah-
'ın emri, hiç şüphesiz yerine gelmiştir. (O peygamberler) Allah'ın
emirlerini tebliğ ederler (mesajlarını duyururlar), Allah'tan korkarlar
ve O'ndan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü
olarak Allah yeterlidir." (Ahzâb, 38-39)
Bu, yüce Allah'ın peygamberlerini (hepsine selâm olsun) eğittiği,
edeplendirdiği genel bir edep, aynı zamanda peygamberler için
geçerli ilâhî bir yasadır. Bu edebin ve yasanın özü şudur: Peygamberler
paylarına ayrılan hayatta sıkıntıya düşmemeliler ve
hiçbir konuda zorlanmamalılar. Çünkü onlar fıtrat üzeredirler, fıtrata
uygun hareket ederler ve fıtrat da sahibini sadece kendisi ile
bağdaşan hedefleri elde etmeye yöneltir, Allah'ın çıkılmasını kolay
kılmadığı düzeylere çıkmak için kendini zorlamaz.
Nitekim yüce Allah bir ayette, Peygamberinin (s.a.a) şöyle dediğini
naklediyor: "Ben zorlama yapanlardan değilim." (Sâd, 86) Yine
aynı anlamda şöyle buyruluyor: "Allah hiç kimseye güç yetireceğinden
başkasını yüklemez." (Bakara, 286) "Allah hiç kimseye
verdiğinden başkasını yüklemez." (Talâk, 7) Zorlama, fıtratın dışına
çıkmak olduğuna göre, nefsin arzularına uyma kapsamına girer
ki, peygamberler böyle bir tehlikeden korunmuş kimselerdir.
Allah, yine genel edeple edeplendirme babında şöyle buyuruyor:
"Ey peygamberler, temiz yiyeceklerden yiyin ve iyi işler yapın.
Hiç şüphesiz ben yaptıklarınızı bilirim. Ve işte sizin bu ümmetiniz
tek bir ümmettir, ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse benden
korkun." (Mü'mi-nûn, 51-52) Bu ayetlerde yüce Allah peygamberlerini
eğiterek onların temiz şeyler yemelerini, hayattaki maddelerin
temiz olanları üzerinde tasarrufta bulunmalarını, bu temiz
maddeleri aşıp sağlıklı fıtratın nefret duyacağı pis maddelere el
sürmemelerini telkin ediyor. Bunun yanı sıra işlerin iyi ve yararlı
olanlarını yapmalarını emrediyor.
İyi iş demek; fıtratın belirlenen süreye kadar yaşamasını koruma
altına alıcı sebeplerle uyuşması açısından yapılması insanın
yararına olan, fıtratın eğilimine uygun olan iş demektir. İşte Allah
peygamberlere böyle işler yapmalarını emrediyor. Veya Allah'a
takdim edilmeye elverişli işler yapmaya emrediyor. Bu manaların
her ikisi de birbirine yakındır. Bu ayetlerde telkin edilen edep ve
verilen eğitim, her insan ferdi ile ilgili bireysel eğitimdir.
Yüce Allah daha sonra sözü toplumsal bir edep kuralına getirerek,
peygamberlere şöyle bir hatırlatmada bulunuyor: "Elçiler ve
kendilerine elçi gönderilen insanlar tek bir ümmettir [peygamberler
ve ümmetleri bu ümmetin birer parçasıdır]. Bu ümmet bütününün
tek bir Rabbi vardır. O hâlde hep birlikte sadece ondan
korksunlar, takvalı olsunlar ve böylece bu takvaları sayesinde ayrılıkların
ve bölünmelerin kökünü kessinler."
Bu iki husus birleşince, yani ferdî edep ile içtimaî edep bir a
raya gelince, tek bir insan toplumu oluşur. Bu toplum ayrılıklardan
korunmuş olup, tek bir Rabbe kulluk eder. Fertleri ilâhî edep uyarınca
hareketlerini düzenler, bunun sonucu olarak pis işlerden ve
kötü davranışlardan sakınırlar ve mutluluk koltuğuna kurulurlar.
Bu ilâhî eğitimin unsurları başka bir ayette şöyle bir araya getiriliyor:
"O, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e,
Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için de din olarak
yasalaştırdı. Şöyle ki: Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa
düşmeyin." (Şûrâ, 13)
Başka bir yerde yüce Allah bu iki edep maddesini, yani Allah'-
la ilgili edep ile insanlığa yönelik edebi birbirinden ayırarak şöyle
buyuruyor: "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere,
'Benden başka ilâh yoktur, sadece bana kulluk edin' diye
vahyettik." (Enbiyâ, 25) Böylece peygamberlere kendisinin birliği
edebini telkin ediyor ve bu edebi kendisine kulluk edilmesine dayandırıyor.
Bu, peygamberlerin Rablerine yönelik edepleridir.
Başka bir yerde de peygamberlerin insanlarla ilgili edebini anlatarak
şöyle buyuruyor: "Dediler: Bu elçiye ne oluyor ki yemek
yiyor ve çarşıda geziyor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı olarak
bir melek indirilmeli değil mi? Yahut üstüne bir hazine atılmalı,
yahut kendisinin, ürününden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil
mi?... Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de yemek
yerler, çarşıda gezerlerdi." (Furkan, 7-20)
Bu ayette anlatılıyor ki, bütün peygamberlerin ortak davranışı -
ki o, Allah'ın onlara telkin ettiği bir edeptir- insanlarla bir arada
yaşamak, insanlardan kopmayı, insanlar arasında ayrıcalığı ve ayırımcılığı
reddetmektir. Bunların hepsi fıtratın da reddettiği tutumlardır.
İşte bu da peygamberlerin insanlarla ilgili edebidir.
6- Peygamberlerin ahlâk ve adabıyla ilgili bir diğer husus da,
onların Allah'a yönelme, O'na dua etme konusunda takındıkları
edeptir. Yüce Allah bu hususta Âdem Peygamber ile eşinin sözlerini
naklederek şöyle ifade ediyor: "Ey Rabbimiz, biz kendimize
zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, kesinlikle ziyana
uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23)
Âdem Peygamber ile eşi bu sözleri, Allah tarafından yanına
yaklaşmaları yasaklanan yasak ağacın meyvesinden yedikten
sonra söylediler. Bu yasak ise, yükümlülük getirici bir yasak değil,
irşadî (yönlendirme amaçlı) bir yasaktı. Onların bunu çiğnemeleri
de bir yükümlülüğe uymamak değildi; gözetilmesi menfaatlerine
olan, cennetteki güvenli hayatlarının mutluluğunu garanti eden,
her türlü bedbahtlıktan ve sıkıntıdan uzak kalmalarını sağlayacak
olan bir nasihate karşı gelmekti. Nitekim yüce Allah onları şeytana
uymamaları konusunda uyarırken şöyle buyurmuştu: "Sakın
(şeytan) sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulursun. Şimdi burada
acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Susuzluk çekmeyecek,
sıcaktan kavrulmayacaksın." (Tâhâ, 117-119)
Âdem Peygamber ile eşi sıkıntıya uğrayınca, başları belâya girince,
cennet hayatındaki mutluluklarını kaçırınca, karamsarlığa
kapılmadılar ve Rableri ile aralarındaki bağdan ümitlerini kesmediler.
Tersine hemen her şeyleri elinde olan ve kendileri için arzuladıkları
bütün hayırlar iradesine bağlı olan Rablerine sığındılar,
her türlü kötülüğü giderip her çeşit iyiliğe kapı açacak olan
rububiyet sıfatına bel bağladılar. Zira rububiyet sıfatı, kul ile Allah
arasında bağlantı kuran yüce bir sıfattır.
Âdem Peygamberle eşi, daha sonra belirtilerinin ortaya çıkmasıyla
kendilerini tehdit eden kötülüğün ne olduğunu anladılar.
Bu kötülük, hayatlarını saran hüsran ve ziyandı. -İlâhî irşada uymayı,
yasak meyvenin lezzeti karşılığında satmış gibi idiler. Böylece
mutluluklarının bitmeye yüz tuttuğunu açıkça fark ettiler.- Bu
kötülüğü başlarından savmaya yönelik ihtiyaçlarını şöyle dile getirdiler:
"Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, kesinlikle ziyana
uğrayanlardan oluruz." Yani hayattaki hüsran, bizi tehdit ediyor ve
varlığımızı etkisi altına alacak şekilde gölgesini üzerimize salmıştır.
Bu tehdidin bizden uzaklaşabilmesinin yegane çaresi, senin işlediğimiz
günahı affetmen ve arkasından bizi merhametinin şemsiyesi
altına almandır. Mutluluk da budur zaten. Çünkü insan, hatta
her yaratılmış varlık, fıtratında saklı bilinci ile fark eder ki, varlık
alanında ve mevcudiyet sürecinde yer alan her şey, uğradığı kaybı
ve kusuru gidermek, kendisini tamamlamak ister ve bu kaybı sadece
yüce Allah giderir; çünkü varlıkların kayıplarını gidermek bir
rububiyet geleneğidir.
Bundan dolayı sadece durumu anlatmak ve kulun başına çö
reklenen ihtiyaç zavallılığını ortaya koymak yeterlidir, sözlü istekte
bulunmak gereksizdir. Hatta muhtaçlığı açıkça dile getirmek, en
etkili isteme ve dilekte bulunmanın en fasih biçimidir.
Böyle olduğu için Âdem Peygamber ile eşi, isteklerini somut
biçimde dile getirerek, "Bizi affet, bize merhamet et" demediler.
Bir diğer sebep de -ki asıl önemlisi odur- Hz. Âdem ve eşi, ilâhî irşada
karşı geldikleri için kendilerini şahsiyet ve yücelikten yoksun
zavallı duruma düşürdüklerini fark ettiler. Ardından kendilerini
böylesi bir durumda görmeleri, onları mutlak teslimiyete götürdü
ve böylece Allah'ın, haklarında vereceği hükme peşinen boyun
eğdiler. Sonuç itibariyle de her türlü istekten ve dilekten, arzularını
dile getirmekten kaçındılar; sadece Allah'ın Rableri olduğunu anarak,
zalimliklerini itiraf etmelerinin yanı sıra O'ndan olan beklentilerine
işaret ettiler.
O hâlde Âdem Peygamber ile eşinin, "Ey Rabbimiz, biz kendimize
zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan, ziyana
uğrayanlardan oluruz." şeklindeki sözlerinin anlamı şudur: Biz
nefsimize zulmetme kötülüğünü işledik. Bu sebeple hayattaki
mutluluğumuzu bütünü ile tehdit eden bir hüsranla yüz yüze geldik.
Bu bizi kuşatan bir zillet ve zavallılık durumudur. Bu zulmün
sonuçlarını yok etmeye ve rahmetinin şemsiyesi altına alınmaya
ihtiyacımız vardır. Nefsimize ettiğimiz kötülük bizi şahsiyet, değer
ve yücelikten yoksun bıraktı; içine düştüğümüz durumun utandırıcılığı
yüzünden senden bir şey istemeye yüzümüz yok. Ey aziz hükümdar,
bil ki biz senin hükmüne teslimiz. Yetki ve hüküm sana
aittir. Yalnız sen bizim Rabbimizsin ve biz de senin kullarınız. Buna
dayanarak, kulların Rablerinden bekledikleri rahmeti biz de senden
bekliyoruz.
Peygamberlerin edep örneklerinden biri de Nuh Peygamberin
(a.s) oğlu hakkında Kur'ân'da bize nakledilen şu duasıdır: "Gemi,
onları dağ-lar gibi dalga(lar) arasından geçiriyordu. (O sırada)
Nuh, bir kenarda duran oğluna, 'Yavrum, bizimle birlikte bin, kâfirlerle
birlikte olma.' diye seslendi. (Oğlu,) 'Beni sudan koruyacak
bir dağa sığınacağım.' dedi... Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki:
'Rabbim, oğlum benim ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır
ve sen hükmedenlerin en hayırlısısın.' Dedi ki: 'Ey Nuh, o senin
ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir ameldir. Öyleyse
bilmediğin bir şeyi sakın benden isteme. Sana cahillerden olmamanı
öğütlerim.' Nuh dedi ki: Rabbim, bilmediğim bir şeyi
senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana
acımazsan, ziyana uğrayanlardan olurum." (Hûd, 42-47)
Hiç şüphesiz, Nuh Peygamberin (a.s) sözlerinden ilk bakışta
onun oğlunun kurtuluşu için dua ettiği anlaşılır. Fakat olayla ilgili
ayetler incelenince, meselenin içyüzünün başka türlü olduğu görülür.
Şöyle ki, meselenin bir yanı şöyledir: Yüce Allah, "Her canlı türünden
birer çifti ve (boğulacağına ilişkin) aleyhlerinde hüküm
verilenler hariç, aileni ve inananları gemiye yükle." (Hûd, 40) buyruğu
ile Nuh Peygambere ailesini ve müminleri yanına alarak gemiye
binmesini emretti. Böylece haklarında kesin hüküm verilenler
dışındaki aile fertlerinin kurtulacağını kendisine vaat etti.
"Allah inkâr edenlere, Nuh'un ve Lut'un eşlerini örnek verdi."
(Tahrîm, 10) ayetinde belirtildiği üzere Hz. Nuh'un eşi kâfirdi. Fakat
oğlunun, hak çağrısını reddettiği ortaya çıkmamıştı. Yüce Allah'ın
kelâmında, onun bir kenarda dururken babası ile arasındaki karşılıklı
konuşmasıyla ilgili verilen bilgiden ortaya çıkan şey, onun babasının
emrine karşı gelmesi idi. Bu da açıkça kâfir olma anlamında
değildir. Bu yüzden Nuh Peygamber onun kurtulacaklar arasında
olacağını sanmış olabilirdi. Çünkü onun oğlu olduğu belli
idi ve kâfirlerden biri değildi. O hâlde kurtuluş vaadinin içinde olmalı
idi.
Öte yandan yüce Allah, insanlar hakkında Nuh Peygambere şu
kesin hükmü vahyetti: "Nuh'a vahyedildi ki: Kavminden, daha önce
inananlar dışında kimse inanan olmayacak, onların yaptıklarından
dolayı üzülme. Gözlerimiz önünde ve vahyimiz gereğince
gemiyi yap ve zulmedenler konusunda bana hitapta bulunma
(kurtuluşları için bana yalvarma); onlar mutlaka boğulacaklardır."
(Hûd, 36-37) Acaba bu ayette sözü edilen "zulmedenlerden"
maksat, hakka çağrıyı inkâr edenler midir, yoksa bu ifade her türlü
zulmü kapsamakta mıdır, yoksa ifade Allah tarafından açıklanmaya
muhtaç bir belirsizlik mi taşımaktadır?
Anlaşılan bu hususlar, Nuh Peygamberi (a.s) oğlu konusunda
şüpheye düşürdü. Yoksa bütün peygamberlerin efendileri beş
ululazm (çı-ğır açıcı) peygamberlerden biri olan Nuh Peygamberin
(a.s), Rabbinin yüce konumundan gafil olması veya yüce Allah'ın,
"zulmedenler konusunda bana hitapta bulunma (kurtuluşları için
bana yalvarma); onlar mutlaka boğulacaklardır." şeklindeki vahyini
unutmuş olması düşünülemez. Çünkü, "Rabbim! Yeryüzünde
tek bir kâfir bile bırakma." (Nûh, 26) diye Rabbine dua eden kendisidir.
Eğer kâfir olması hâlinde bile oğlunun kurtulmasına razı olsaydı,
aynı rızayı eşi için de gösterirdi.
Bundan dolayı kesin bir istekte bulunmaya cür'et etmeyerek,
isteğini bilgi edinmek isteyen bir dilekçe üslûbu ile sundu. Çünkü
oğlu konusunu bütün yönleri ile bilmiyordu. Bu yüzden Allah'ın,
"Rabb" sıfatını anarak söze girdi. Çünkü "Rabb" ismi, dilek sahibi
muhtaç ku-lun (merbubun) duasının anahtarıdır. Arkasından, "oğlum
benim ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır." dedi. Bu
sözleri ile şöyle söylemek ister gibi idi: "Oğlumun benim aile fertlerimden
olması da, kurtuluşunu gerektirir. [Gerçi şunu da bilmekteyim
ki:] Sen hükmedenlerin en hayırlısısın. Senin yaptığında hata
olmaz, senin hükmünde hiçbir pürüz bulunmaz, oğlumun akıbetinin
neye varacağını bilmiyorum."
İşte ilâhî edebin gereği budur. Kul, bilgisinin sınırında duracak
ve faydalı olup olmayacağını bilmediği şeyi istemeye kalkışmayacak.
İşte bu nedenle Hz. Nuh (a.s), "Nuh, Rabbine seslendi." ifadesinden
de anlaşıldığı gibi, sözlerini heyecanlı bir dille söyleyerek
Allah'ın vaadini gündeme getirmenin dışında başka bir söz
söylemiyor ve bir şey istemiyor.
Sonuçta ilâhî masumiyet bu noktada Hz. Nuh'un imdadına yetişti
ve başka bir şey söylemesine engel oldu. Yüce Allah,
["...aleyhlerinde hüküm verilenler hariç, aileni ve inananları gemiye
yükle." ayetiyle] kurtuluş vaadini bildiren ifadesindeki "âilen"
kelimesinin anlamını ona açıkladı ve aileden maksadın salih kimseler
olduğu kendisine bildirildi. Oysa oğlu salih bir kimse değildi.
Zaten yüce Allah daha önce, "zulmedenler konusunda bana hitapta
bulunma (kurtuluşları için bana yalvarma); onlar mutlaka
boğulacaklardır." buyurmuştu.
Nuh Peygamber (a.s) ise, "aile" kelimesini bilinen anlamında
almıştı ve sadece kâfir olan eşinin kurtuluş vaadinin kapsamı dışında
olduğunu sanmıştı. Arkasından bilmediği konuda bir istekte
bulunması -ki o da oğlunun kurtulmasıdır- yasaklandı. Çünkü sözlerinden
anlaşıldığı üzere bu yolda bir istekte bulunacaktı.
Bu ilâhî tembih ve terbiye üzerine böyle bir istekte bulunmadı
ve başka bir söze geçti. Bu başka sözler görünüşte tövbe niteliğinde,
aslında ise Allah'ın lütfettiği bu edebe karşılık olan bir şükür
niteliğinde idi. Dedi ki: "Rabbim, bilmediğim bir şeyi senden istemekten
sana sığınırım." Böylece sözünün akışının kendisini sürükleyeceği
noktadan Allah'a sığındı. Bu nokta gerçek durumunu
bilmediği oğlunun kurtuluşunu istemekti.
Bu noktadan sonra artık istekte bulunmadığının bir delili,
"Bilmediğimi bir şeyi istememden sana sığınırım" değil de, "bilmediğim
bir şeyi senden istemekten sana sığınırım." demesidir.
Çünkü birinci cümlenin orijinalinde ["eûzu bike min suâlî mâ...]
mastar ("suâl") kendi failine ("î") izafe edilmiş ve bundan failin fiili
işlediği anlamı çıkar.
Bir delili ise şu ifadedir: "...sakın isteme." Çünkü eğer Nuh
Peygamber dilekte bulunmuş olsaydı, sözün akışı ona açık bir
redle karşılık verilmesini veya "Bir daha böyle yapma" şeklinde bir
cevap almasını gerektirirdi. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de yer alan
buna benzer durumlarda bu tür cevaplarla karşılaşırız. Şu ayetlerde
olduğu gibi:
"Rabbim, kendini göster de seni gözlerimle göreyim, dedi. Allah
ona, 'Sen beni göremezsin.' dedi." (A'râf, 143) "Çünkü siz onu
dillerinizle alıveriyorsunuz ve hakkında hiç bilginiz olmayan bir
şeyi, (düşünüp taşınmadan hemen) ağızlarınızla söylüyorsunuz.
Allah size öğüt veriyor ki, eğer inananlar iseniz, böyle bir şeye bir
daha asla düşmeyesiniz." (Nur, 15-17)
Nuh Peygamberin (a.s) bir başka duasını yüce Allah şöyle
naklediyor: "Ey Rabbim! Beni, ana-babamı, evime mümin olarak
girenleri, inanan erkek ve kadınları bağışla; zalimlerin de sadece
helâkini artır." (Nûh, 28) Bu dua Nuh suresinin sonunda yer alıyor.
Bu duadan önceki çok sayıda ayette, Nuh Peygamberin (a.s)
Rabbine yönelttiği şikâyetler nakledilmiştir. Bu şikâyetlerde geceli-
gündüzlü çağrı çalışmaları ile geçen bin yıla yakın ömrü boyunca
giriştiği mücadeleleri, kavminden gördüğü şiddet içerikli tepkileri,
Allah yolunda katlandığı sıkıntıları, bu konuda elinden geleni yap
tığını, kavmini yola getirmek için son raddesine kadar bütün gücünü
seferber ettiğini, buna rağmen çağrılarının onların haktan
kaçmalarından, böbürlenip hakka boyun eğmemelerinden ve nasihatlerinin
onların burun kıvırmalarından başka bir işe yaramadığını
anlatıyor.
Kavmine yönelik bu vaaz ve nasihatlerden, hak ve hakikatle
kulak zarlarını titreştirmesinden, karşılaştığı inattan ve ısrarlı günahkârlıktan
dolayı Rabbine yönelttiği şikâyetlerden, kendisine
yönelik hilelerle ve tuzaklarla ilgili yakınmalardan sonra Nuh Peygamber
heyecana ve üzüntüye kapılarak, ilâhî hamiyet duygusunun
etkisi ile kavmine şu bedduayı yapıyor: "Ey Rabbim, yeryüzünde
kâfirlerden tek kişi bile bırakma. Çünkü eğer sen onları bırakırsan,
senin kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece gerçekten
sapan kâfir nesiller doğururlar." (Nûh, 26-27)
Nuh Peygamberin bu ayetlerde, eğer Allah kâfirleri yeryüzünde
bırakırsa, kulları yoldan çıkaracaklarını, şaşırtıpsaptıracaklarını
belirtiyor. Bu yoldan çıkarma endişesini ise yukarıda
nakledilen sözleri arasındaki, "Onlar birçok insanı yoldan çıkardılar."
ifadesinde dile getirmişti. [Dolayısıyla o ayetteki "yoldan
çıkarmak" bu ayette geçen "yoldan çıkarma"ya işarettir. Yani bunlar
birçok insanı yoldan çıkardıkları için, eğer tekrar yeryüzünde
bırakılırlarsa, Allah'ın kullarını yoldan çıkaracaklardır.] Çünkü onun
kavmi gerçekten birçok mümini yoldan çıkarmıştı ve Nuh
Peygamber geride kalan müminleri de yoldan çıkaracaklarından
korktu [o nedenle de nesillerinin kesilmesi için Allah'a dua etti].
Hz. Nuh (a.s) "sadece gerçekten sapan kâfir nesiller doğururlar."
ifadesi ile, onların soylarından ve yakınlarından mümin nesillerin
türemesinin beklenemeyeceğinden haber veriyor. Gayp haberlerinden
olan bu haber, peygamberce bir sezgiye ve ilâhî vahye
dayanıyor.
Hz. Nuh (a.s) ilk kez kitap ve şeriat getiren yüce bir peygamberdir,
dünyayı putperestlik karanlığından kurtarma girişiminin
öncüsüdür. Böyleyken çok az kişi -hadislerde yer aldığına göre
yaklaşık olarak seksen kişi- çağrısına olumlu karşılık vermiştir. İşte
ilâhî hamiyetin etkisi ile böyle yüce bir peygamberin, kâfirlere
beddua ettikten sonra bu gibi durumda takınılacak olan edep ge
reği, çağrısına uyan müminleri de unutmaması ve onlar için kıyamet
gününe kadar hayır dilediğinde bulunması gerekirdi.
Bu nedenle sözlerine şöyle devam etti: "Ey Rabbim! Beni...
bağışla." Önce kendisinin affedilmesi dileği ile söze girdi. Çünkü
gösterdiği yolu izleyenlere yönelik bir af talebinden söz ediyor ve o
da bu izleyenlerin başı ve öncüsüdür. "ana-babamı" Bu ifade, anababasının
mümin olduklarına delildir. "Evime mümin olarak girenleri"
Bunlar onun dönemi içindeki kendisine inanan müminlerdir.
"inanan erkek ve kadınları..." Bunlar tevhit ilkesine bağlı [kendi
dönemindeki ve gelecek] bütün müminlerdir. Çünkü onların hepsi
kıyamet gününe kadar onun ümmeti ve minnettarlarıdırlar. Zira o,
dünyada kutsal bir kitaba ve belirli bir şeriata dayalı ilk dinî çağrıyı
gerçekleştiren ve insanlar arasında tevhit bayrağını ilk dalgalandıran
peygamberdir. Bundan dolayı yüce Allah onu, "Âlemler içinde
Nuh'a selâm olsun." (Sâffât, 79) diye buyurarak en saygı dolu bir dille
selâmlıyor.
Evet; her kul Allah'a iman ettikçe, her insan iyi bir iş yaptıkça,
her Allah'ın adı anıldıkça, insanlar arasında her hayır ve mutluluk
belirtisi görüldükçe, bu keremli peygambere selâm ulaşır. Çünkü
bütün bunlar onun çağrısının bereketi, onun devriminin sonuçlarıdır.
Allah'ın rahmeti onun ve diğer bütün peygamberlerin üzerine
olsun.
İbrahim Peygamberin (a.s) kavmi ile arasındaki tartışmalar
konusunda Kur'ân'da nakledilen şu sözleri de bu kabildendir: "(İbrahim)
dedi ki: 'Gerek sizin, gerekse eski atalarınızın, neye taptığınızı
görüyor musunuz? Onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin
Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve doğru yola ileten
O'dur. Beni yediren ve içiren odur. Hastalandığım zaman bana şifa
veren O'dur. Beni öldürecek, sonra yeniden diriltecek O'dur. Ve
hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur.
Rabbim! Bana egemenlik (şeriat) ver ve beni iyiler arasına kat.
Bana, sonra gelecekler arasında bir doğruluk dili (sözcüsü) nasip
eyle. Beni bol nimetli cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla.
Çünkü o sapıklardandı. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni
mahcup etme." (Şuarâ, 75-87)
Hz. İbrahim (a.s) bu sözleri ile kendisi ve amcası için dua ediyor.
Babası için dua etmesi, ona bu yolda söz verdiği içindir. Bu
dua, onun peygamberliğinin başlarında yapılmıştı. İbrahim Peygamber
henüz babasının iman edeceğinden ümit kesmemişti.
Ama onun bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca, ondan
uzaklaştı ve onunla ilişkisini kesti.
İbrahim Peygamber burada, kulluk edebinin gerektiği şekilde
Rab-bine güzel övgüler yönelterek söze giriyor. Bu övgüler,
Kur'ân'ın ondan naklettiği ilk ayrıntılı övgülerdir. Kur'ân'ın daha
önce ondan naklettiği şu övgüler böyle kapsamlı değildi: "Ey kavmim!
Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.
Ben... yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim ve ben
müşriklerden (ortak koşanlardan) değilim." (En'âm, 78-79) Babasına
söylediği şu sözler de bu kısa övgünün bir başka örneğidir:
"Rabbimden senin için af dileyeceğim. Hiç şüphesiz O bana karşı
çok lütufkârdır." (Meryem, 47)
İbrahim Peygamber (a.s) bu kapsamlı övgüsünde yaratılışının
baş-langıcı ile Rabbine döneceği gün arasındaki belli başlı ilâhî
bağışları dile getirdi. Kendini bütünü ile yoksul ve muhtaç konumda
gösterdi, Rabbinin ise sadece zenginliğini ve katıksız cömertliğini
vurguladı. Kendini hiçbir şeye gücü yetmeyen zavallı bir kul
olarak tanımladı; İlâhî gücün kendisini hâlden hâle geçirdiğini ifade
etti. Bu bağlamda Allah'ın kendisini yoktan var ettiğini, yedirip
içirdiğini, hastalanınca iyileştirdiğini, arkasından canını aldığını,
sonra tekrar dirilttiğini, sonra da kıyamet günü hesap vermeye
hazır hâle getirdiğini dile getirdi. Bu süreçte kendisine düşen tek
görevinse, sadece katıksız itaat ve günahların affedileceği beklentisi
olduğunu vurguladı.
Gözettiği edep ilkelerinden biri, "Hastalandığım zaman bana
şifa veren O'dur." sözünde görüleceği üzere hastalanmayı kendine
izafe etmesidir. Çünkü böyle bir övgü bağlamında hastalığı Allah'a
izafe etmek yakışıksız olurdu. Gerçi hastalık da varlık âleminde
gerçekleşen olaylardandır ve bu niteliği ile Allah ile bağlantısız
değildir; ama burada anlatılmak istenen şey hastalığın meydana
gelişi değildir. Eğer maksat bu olsaydı, onu Allah'a izafe etmekten
söz edilebilirdi. Buradaki maksat, hastalığı iyileştirmenin Allah'ın
bir rahmeti ve inayeti olduğunu vurgulamaktır. Bu yüzden İbrahim
Peygamber Allah'tan sadece iyi şeylerin sadır olduğunu vurgulamak
amacıyla, hastalığı kendine ve şifayı Rabbine isnat etti.
Sonra duaya başladı ve bunda da çarpıcı bir edep üslûbu kullandı.
Sözüne Allah'ın "Rabb" ismiyle başladı. Ardından isteklerini
kalıcı ve gerçek nimetlerle sınırlayarak geçici dünya süslerini gündeme
getirmeye kalkışmadı. Tercihini büyük ve en onurlu nimetler
olan egemenlikten, yani şeriattan ve iyi kullar arasına katılmaktan
yana kullandı. Ayrıca daha sonraki kuşaklar arasında bir doğruluk
dilinin, sözcüsünün varolmasını istedi. Bu da kendinden sonra
zaman zaman, dönem dönem çağrısını sürdürecek ve şeriatını
uygulayacak önderlerin ortaya çıkmasını istemek demekti. Bu istek,
aslında şeriatının kıyamet gününe kadar yaşamasını istemek
anlamına gelir. Son olarak da cennet vârisliğini (cennetlik olmayı),
babasının affedilmesini ve kıyamet günü mahcup olmamayı istedi.
Ayetin akışından anlaşıldığına göre yüce Allah, babasının affedilmesi
dışında onun bütün bu dileklerini kabul etti. Çünkü yüce
Allah'ın, seçkin bir kulu tarafından yapıldığı hâlde boşa gitmiş,
kabul edilmemiş olan bir duayı söz konusu etmesi düşünülemez.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Babanız İbrahim'in dinine..."
(Hac, 78) "Onu, daha sonra gelenler arasında kalıcı bir söz yaptı."
(Zuhruf, 28) "Biz onu dünyada seçtik ve o ahirette salihlerdendir."
(Bakara, 130) Ayrıca yüce Allah, "İbrahim'e selâm olsun." (Sâffât,
109) şeklindeki buyruğu ile onu kapsamlı bir selâmla onurlandırmıştır.
Tarihin ondan sonraki akışı, Kur'ân'ın onun hakkındaki bütün
övgülerini doğruladı. Çünkü o seçkin peygamberdi. Tek başına
tevhit dinini yerleştirmeye, fıtrat inancını hayata geçirmeye girişti.
Putperestliğin temellerini yıkmak için kıyam etti ve putları kırdı.
Bütün bunları tevhit ilkesinin izlerinin silindiği, peygamberlik misyonunun
kayıplara karıştığı, dünyanın Nuh'un ve diğer seçkin peygamberlerin
adlarını unuttuğu bir dönemde gerçekleştirdi. Fıtrat
dinini ihya etti. Günümüze kadar varlığını, hâkimiyetini sürdüren
tevhit çağrısını ve tevhit dinini insanlar arasında yaydı.
Onun dönemi üzerinden dört bin kadar yıl geçtiği hâlde adıyla
diridir ve kendisinden sonra gelenler arasında kalıcılığını sürdürmektedir.
Çünkü dünyanın bildiği tevhit dininin kolları şunlardır:
Yahudilerin dini, ki peygamberleri Musa'dır. Hıristiyanlık dini, ki
peygamberleri İsa'dır. Bu peygamberlerin her ikisi İsrail adı ile de
anılan İbrahim oğlu İshak oğlu Yakup soyundandır. Bir de Hz. Muhammed'in
(s.a.a) getirdiği İslâm dinidir, ki Peygamberimiz de İbrahim
oğlu İsmail'in soyundandır.
İbrahim Peygamberin Kur'ân'da bize nakledilen dualarından
biri, "Rabbim! Bana salihlerden olacak bir evlât ver." (Sâffât, 100)
şeklindedir. İbrahim Peygamber bu duasında Allah'tan salih bir evlât
istiyor. Bu duasında hem Rabbine sarılıyor, hem de bir açıdan
dünyevî bir amaca yönelik olan isteğini salihlik sıfatı ile donatarak
Allah'ın rızasına uygun bir mahiyete büründürüyor.
Onun Kur'ân'da nakledilen bir başka duası da, bugünkü Mekke'nin
bulunduğu yere ayak bastığında yaptığı duadır. Oğlu İsmail
ile annesini oraya yerleştirdiğinde yaptığı bu dua Kur'ân'da şöyle
naklediliyor: "Hani İbrahim, 'Ey Rabbim! Burayı güvenli bir şehir
yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle
rızklandır' dedi. Allah da, 'İnkâr edeni ise az bir süre geçindirir,
sonra cehennem azabına (girmeye) zorlarım; ne kötü varılacak
yerdir orası.' dedi." (Bakara, 126)
İbrahim Peygamber Rabbinden o sırada kıraç ve ziraata elverişsiz
bir arazi olan bu yeri kendisi için harem, yani güvenli ve
dokunulmaz bir yer yapmasını istiyor. Bu sayede dini bütünleştirmeyi
amaçlıyor. Buranın insanlarla Rableri arasında somut bir
bağlantı merkezi olması düşüncesindedir. İnsanlar Rablerine kulluk
etmek için buraya gelecekler, ibadetlerinde oraya yönelecekler,
saygısını gözetip aralarında oranın güvenliğine ve
dokunulmazlığına riayet edecekler. Böylece burası Allah'ın yeryüzündeki
kalıcı bir ayeti olacak; Allah'ı anan herkes orayı da anacak,
Allah'a yönelen herkes oraya da yüzünü çevirecek; neticede
bunun sayesinde müminler arasında somut bir yön ortaklığı ve söz
birliği meydana gelecektir.
İbrahim Peygamberin (a.s) duasında sözünü ettiği güvenlikten
kastı, bu yerin dokunulmaz bir mekân kabul edilmesi anlamına
gelen teşriî güvenliktir; yoksa çatışmaların, savaşların ve huzuru
ihlâl eden bozguncu olayların meydana gelmemesi anlamındaki
[tekvinî ve] dış güvenlik değildir. Bunun delili, "Biz onları, kendi
katımızdan bir rızk olarak her türlü ürünün toplanıp getirildiği güvenli,
dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi?" (Kasas, 57) ayetidir.
Bu ayette Kâbe'nin güvenliği orada oturanlara sunulmuş bir
nimet olarak tanıtılıyor. Orası Allah'ın kendisi için dokunulmaz ve
saygın kıldığı bir yerdir. Güvenli olarak nitelenmesi, insanların buraya
saygı duymaları sebebi iledir; yoksa orayı kargaşadan ve savaştan
koruyan tekvinî=varoluşsal bir faktörden dolayı değildir. Nitekim
bu ayet inmeden önce Mekke şehri, Kureyşliler ile
Cürhümlular arasında kanlı savaşlara sahne olmuş, ayrıca sayısız
öldürmelere, zulümlere ve kargaşalara şahit olmuştur.
Bu söylediğimizin bir başka delili de şu ayettir: "Çevrelerindeki
insanlar kapılıp götürülürken, bizim (Mekke'yi), dokunulmaz ve
güvenli bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût, 67) Yani onlar
Harem-i Şerif'ten kapılıp götürülmüyor, kaçırılmıyorlar. Bunun sebebi,
insanların o mekâna saygı duymalarıdır ve bu saygıyı oraya
yükleyen biziz.
Kısacası, Hz. İbrahim (a.s) yeryüzünde soyundan gelenlerin
yerleşecekleri Allah'a ait bir dokunulmaz ve güvenli yer olmasını
istiyordu. Bu da ancak dünyanın her tarafından insanların ziyarete
gelecekleri bir beldenin kurulması ile mümkündü. Burası kıyamet
gününe kadar oturma, sığınma ve ziyaret amacı ile gelinecek bir
dinî toplantı yeri olacaktı. Bu yüzden Allah'ın burayı güvenli bir yer
yapmasını istedi. Burası ziraata elverişsiz ve bitkisiz bir çıplak yer
olduğu için orada oturanlara çeşitli ürünler bağışlamasını istedi.
Böylece burada oturanlar geçimlerini sağlayabilecek ve orayı terk
etmek zorunda kalmayacaklardı.
Sonra İbrahim Peygamber Mekke'ye ayrıcalık kazandıracak
olan bu isteğinin müminler ile kâfirleri birlikte içerdiğini fark edince,
"halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları" (Bakara, 126)
ifadesi ile isteğini, dua konusu edilenlerin mümin olmaları ile kayıtlandırdı.
Peki, bu belde de hem kâfirler, hem de müminler bir
arada oturdukları ve ihtilâfa düştükleri veya sadece kâfirler burada
oturdukları takdirde ne olacak? O zaman buranın halkı bu bitkisiz
ve ziraata elverişli olmayan çıplak yerde nasıl yiyecek maddesi
bulacak? İşte İbrahim Peygamber bu meseleye hiç
değinmiyor.
Bu, onun dua makamında gözettiği bir edep kuralıdır. Dua edenin,
isteğini nasıl karşılayacağını Rabbine öğretmeye kalkışması
ve isteğinin kabul edilmesine ulaştırıcı yolun hangisi olduğunu
göstermeye çalışması yersiz bir gevezeliktir. Zira Allah, ilim, hikmet
ve kudret sahibidir. O'nun işi, bir şeyin olmasını istedi mi ona
"ol" demektir; o iş hemen oluverir.
Yüce Allah onun isteğini normal sebeplere dayalı olan yürürlükteki
yasası uyarınca yerine getirmeyi dilediği için ve bu uygulamada
mümin-kâfir ayırımı yapmamayı murat ettiği için İbrahim
Peygamberin (a.s) duasına şu kaydı eklemiştir: "İnkâr edeni ise az
bir süre geçindirir, sonra cehennem azabına (girmeye) zorlarım;
ne kötü varılacak yerdir orası." (Bakara, 126)
Harem-i Şerif'in teşriî bir ayrıcalık kazanmasına ve Kâbe'nin
yani insanlar için Mekke'de kurulan ilk ev ve bütün âlemler için
bereket ve hidayet kaynağı olan bu kutsal mekânın yapılmasına
yol açan İbrahim Peygamberin (s.a.a) bu duası, kendinden sonra
kıyamet gününe kadar gelecek Müslümanlara bağışladığı yüce ve
kutsal himmetinin bir ürünüdür. Yüce Allah, İbrahim Peygamberin
(a.s) ömrünün sonlarında yaptığı bir duayı bize şöyle naklediyor:
"Hani İbrahim dedi ki: Ey Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) güvenli
kıl, beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ey Rabbim! O
putlar birçok insanı yoldan çıkardı. Şimdi kim bana uyarsa, o
bendendir. Kim de bana karşı gelirse, hiç şüphesiz sen bağışlayan
ve esirgeyensin. Ey Rabbimiz! Ben neslimden bir kısmını senin
Beyt-i Haremi'nin (dokunulmaz ve güvenli evinin), Kâbe'nin
yanı başında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Ey
Rabbimiz! (Bunu) namaz kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen
de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve
onlara meyvelerden rızk ver; umulur ki, sana şükrederler. Ey
Rabbimiz! Şüphesiz sen bizim gizlediğimiz ve açığa vurduğumuz
her şeyi bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a
gizli kalmaz. İhtiyar hâlimde bana İsmail'i ve İshak'ı bağışlayan
Allah'a hamdolsun! Hiç şüphesiz benim Rabbim duaları işit(ip
kabul ed)endir. Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelenlerin bir kısmını
namaz kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey
Rabbimiz! Hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve bütün müminleri
bağışla." (İbrâhîm, 35-41)
Bu, İbrahim Peygamberin (a.s) ömrünün sonlarında yaptığı
duadır. O sırada Mekke şehri kurulmuştu. Bunun böyle olduğunu,
okuduğumuz ayetlerdeki "İhtiyar hâlimde bana İsmail'i ve İshak'ı
bağışlayan Allah'a hamdolsun!" ifadesi ile, "bu şehri (Mekke'yi)
güvenli kıl." ifadesinden anlıyoruz. Çünkü daha önceki duasındaki
gibi, "burayı güvenli bir şehir yap." (Bakara, 126) demiyor.
Bu duada gözettiği edep kurallarının biri, duası sırasında
Rabbine bağlılığı sık sık ifade etmesi ve Allah'ın rububiyet sıfatına
sarılmasıdır. Ne zaman sırf kendisi ile ilgili bir şey söylese, "Ey
Rabbim!" ve ne zaman başkalarını da ilgilendiren bir şey söyleyecek
olsa söze, "Ey Rabbimiz!" diye başlıyor.
Bu duada gözettiği bir başka edep kuralı da şudur: Ne zaman,
hem meşru ve hem de gayrı meşru bir amaçla istenebilecek bir dileğini
açıklasa, onun için güttüğü doğru amacı da ortaya koyuyor.
Böylece Allah'ın rahmetini harekete geçirmek istediği açıkça anlaşılıyor.
Meselâ, "beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak
tut." deyince, arkasından "Ey Rabbim! Onlar birçok insanı yoldan
çıkardılar." diyor. "Ey Rabbimiz! Ben neslimden bir kısmını... yerleştirdim."
dedikten sonra, "Ey Rabbimiz! (Bunu) namaz kılsınlar
diye (böyle yaptım)." diyor. "Artık sen de insanlardan bir kısmının
gönüllerini onlara meyledici kıl." şeklindeki duasının arkasından,
"umulur ki, sana şükrederler." cümlesini getiriyor.
Bu dua da gözettiği bir başka edep kuralı da şudur: Dile getirdiği
her isteğin arkasından Allah'ın güzel isimlerinden o isteğin içeriğine
uygun olanını anıyor. Bağışlayan, esirgeyen ve duaları işiten
gibi. Her dileğinden önce "Rabb" adını tekrarlıyor. Çünkü
rububiyet, kul ile Allah arasında bağlantı kuran yegâne faktör ve
her duanın kapısını açan anahtardır.
Yine bu duasında gözettiği bir edep kuralı, "Kim de bana karşı
gelirse, hiç şüphesiz sen bağışlayan ve esirgeyensin." ifadesinde
görülüyor. Çünkü asi olanlar için beddua etmediği gibi, onlardan
söz eder etmez yüce Allah'ın öyle iki adını anıyor ki, bu iki isim her
tür insanın mutluluk nimetinin kapsamına girmesine vasıtadır. Bu
iki isim affedicilik ve merhametlilik isimleridir. Böylece ümmetinin
kurtuluşuna ve Rabbinin cömertliğinin yaygın olmasına yönelik
isteğini, sevgisini ortaya koyuyor.
Peygamberlerin Allah'a yönelik dua edebiyle ilgili bir diğer dua
da Hz. İbrahim'in, oğlu İsmail Peygamberle birlikte yaptığı duadır.
Kur'ân-ı Kerim bunu bize şöyle naklediyor: "Hani İbrahim ile İsmail
Kâbe'nin duvarlarını yükseltirlerken şöyle dua etmişlerdi: Ey
Rabbi-miz! Bizden (bunu) kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin.
Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan yap, neslimizden
de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadet yerlerimizi göster,
tövbelerimizi kabul et; çünkü tövbeleri kabul eden ve çok
merhametli olan sensin. Ey Rabbimiz! İçlerinden onlara senin
ayetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, kendilerini temizleyecek
bir elçi gönder. Hiç şüphesiz sen her zaman üstün gelen
ve hikmet sahibisin." (Bakara, 127-129)
İbrahim Peygamber bu duayı oğlu ile birlikte Kâbe'yi inşa ederlerken
yapmışlardı. Bu duada da, daha önceki dualarda dikkatimizi
çeken edep kurallarının gözetildiğini görüyoruz.
Peygamberlerin davranışlarında Allah'a yönelik sergilenen bir
diğer edep kuralı da, İsmail Peygamberin (a.s), kurban edilme olayındaki
tavrıdır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Biz ona
yumuşak huylu bir erkek müjdeledik. Çocuk onun yanında çalışma
çağına erişince ona, 'Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı
görüyorum; bir düşün, ne dersin?' O da, 'Babacığım! Sana
emredileni yap. İnşal-lah beni sabredenlerden bulursun.' dedi."
(Sâffât, 101-102)
İsmail Peygamberin sözlerinin başı her ne kadar babasına
karşı takındığı edeple ilintili olsa da, sözlerinin devamında
Rabbine karşı takındığı edebi ortaya koyuyor. Üstelik Halilullah
(Allah'ın dostu) İbrahim Peygamber (a.s) gibi bir babaya karşı takınılan
edep, aslında Allah'a karşı takınılmış bir edeptir.
Kısacası; babası, İsmail'e gördüğü rüyayı anlattı. Bu rüya bir
ilâhî emri içeriyordu. Bunun böyle olduğunu İsmail'in, "Sana emredileni
yap." şeklindeki sözünden anlıyoruz. Hz. İbrahim (a.s) oğluna
rüyasını anlattığında, ona bu konuda ne düşündüğünü söylemesini
emretti. -Bu tutum, İbrahim Peygamberin (a.s) oğluna
karşı takındığı bir edepti.- İsmail babasına, "Sana emredileni
yap..." dedi. Bunun bu konudaki şahsî görüşü olduğunu belirtmedi.
Kendini arka plâna atmak ve babasına karşı alçak gönüllülük
olsun diye böyle konuştu. Sanki babası karşısında şahsî bir görüşü
yok gibi davrandı. Bundan dolayı söze babacığım diye girdi ve "Eğer
istersen öyle yap." demedi. Böylece kesin isteğinin babasının
gönlünü hoş etmek olduğunu ortaya koymuş oldu. Ayrıca o işin,
İbrahim Peygambere (a.s) verilmiş bir emir olduğunu kendisi ifade
etmiştir. Hz. İsmail (a.s) gibi birinin Allah'ın emrinin yerine getirilmesi
konusunda tereddüt göstereceği, kararsız davranacağı
düşünülemez.
Hz. İsmail bu sözlerinin arkasından, "İnşallah beni sabredenlerden
bulursun." diyor, ki bu söz babasına yönelik bir başka gönlü
hoş etme girişimidir. Bütün bunlar Hz. İsmail'in babasına karşı
takındığı edebin ilkeleridir.
Bu sözünde Rabbine karşı başka bir edep takınıyor. Çünkü
["beni sabredenlerden bulursun" sözüyle sabredeceğine dair] babasına
verdiği sözde kesin konuşmuyor, sonucu Allah'ın dileğine
bağlıyor. Çünkü bir işi Allah'ın dileğine bağlamaksızın kestirip atmakta,
sebebiyet konusunda bağımsızlık iddiası şaibesi vardır, ki
peygamberler böyle bir şeyden münezzehtir. Yüce Allah işlerini Allah'ın
iradesine bağlamayarak kestirip atan "Bahçe Sahipleri"ni
Kur'ân'da şöyle ayıplıyor: "Biz bunlara da belâ verdik, şu Bahçe
Sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar sabah olunca, bahçeyi
devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da etmiyorlar (Allah
dilerse devşiririz demiyorlar)dı." (Kalem, 18) Yine yüce Allah
Kur'ân'da Peygamberimizi (s.a.a) istisnalı konuşması hususunda
şaşırtıcı bir kinayeli ifade ile şöyle edeplendiriyor: "Hiçbir iş hakkında,
'Bunu yarın yapacağım' deme. Ancak 'Allah dilerse (yapacağım)'
de." (Kehf, 24)
Bu edeplerden biri de Yakub Peygamberin (a.s) edebidir. Oğulları,
Bünyamin ve Yahuda adlı kardeşlerini Mısır'da bırakıp döndüklerinde,
takındığı bu edebi, Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Ve
onlardan yüzünü çevirdi de, 'Vah Yusuf'um, vah!' dedi ve üzüntüden
gözleri ağardı. (Buna rağmen) acısını içine gömüyor (belli
etmiyordu). Dediler ki: 'Vallahi sen, hep Yusuf'u anıp durmaktasın;
sonunda ya hasta olacaksın ya da öleceksin!' Dedi ki: 'Ben
üzüntümü ve tasamı sadece Allah'a şikâyet ediyorum ve ben Allah'tan
(bir bilgi olarak) sizin bilmediklerinizi biliyorum." (Yûsuf, 84-
86)
Yakup Peygamber oğullarına diyor ki: "Benim devamlı şekilde
Yusuf'un adını anmam, kötü durumumu Allah'a şikâyet etmektir.
Ben Rabbimin rahmetinden ümit kesmiş değilim. Yusuf'u bana
umulmadık bir şekilde geri döndüreceğinden umutluyum." Hz.
Yakub'un böyle davranış sergilemesinin nedenine gelince, bu tutum
peygamberlerin Allah'a karşı gözetmeleri gerken bir edep kuralıdır.
Onlar her hâllerinde Rablerine yönelmelidirler, bütün hâl ve
hareketleri Allah yolu doğrultusunda olmalıdır. Çünkü yüce Allah,
"Onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir." (En'âm, 90) diyerek
onları doğru yola ilettiğini açıkça belirtiyor. Yakup Peygamberle ilgili
olarak da, "İbrahim'e, İshak'ı ve Yakub'u evlât olarak armağan
ettik. Hepsini de doğru yola ilettik." (En'âm, 84) buyuruyor. Yüce
Allah, ayrıca nefsin arzularına uymanın Allah yolundan çıkmak
demek olduğunu şöyle ifade ediyor: "Nefsinin arzularına uyma.
Arzuların seni Allah yolundan çıkarır." (Sâd, 26)
Yüce Allah'ın hidayeti ile yönlendirilen peygamberler, kesinlikle
nefislerinin arzularına uymazlar. Onların mal, evlât, kadın, yiyecek,
giyecek ve barınma gibi hayat görüntüleri ile bağlantılı şehvet,
öfke, sevgi, nefret, sevinç ve üzüntü gibi nefsanî duyguları ve
batınî meyilleri Allah yolu ile özdeştir; bunlar ancak Allah'a yönelirler,
O'nun rızasını umarlar. Şöyle ki, hayatta tutulacak iki yol vardır:
Hakka uyma yolu ile nefsin arzularına uyma yolu. Başka bir
tabirle, Allah'ı hatırda tutma yolu ile Allah'ı unutma yolu.
Peygamberler Allah'a doğru yönlendirilmiş, arzularının esiri
olmayan seçkin şahsiyetler oldukları için, hiçbir durumlarında Allah'ı
unutmaz, her zaman O'nu anarlar; bütün hâl ve hareketlerinde
Allah'tan başka bir maksatları olmaz; hayattaki hiçbir istekleri
için Allah dışında bir sebebin kapısını çalmazlar. Yani herhangi bir
sebebe yapıştıkları zaman, bu sebep onlara Allah'ı ve yetkinin O'-
nun elinde olduğu gerçeğini unutturmaz. Yoksa sebepleri kökten
reddetmezler, onların kavramsal varlıklarını inkâr etmezler. Çünkü
bunların inkârı düşünülemez. Ayrıca nesnelerin somut varlıklarını
kabul edip, onların sebep olma niteliklerini de inkâr etmezler.
Çünkü böyle bir yaklaşım, insanî fıtrat yolundan sapma anlamına
gelir. Allah'a bağlılık demek, onun dışındaki bir faktöre bağımsız
bir etki tanımamak ve her şeyi Allah'ın koyduğu yere koymaktır.
Peygamberlerin Rablerine bağlılıkları, anlattığımız gibi tam ve
gerçek bir bağlılık olduğu için bu ilâhî edep, onların, Rablerinin
yüceliğini gerektiği gibi gözetmelerini, rububiyet yönünü göz
önünde bulundurup riayet etmelerini sağlar. Bunun sonucu olarak
yöneldikleri her şeye Allah için yöneliyor, terk ettikleri her şeyi
dikleri her şeye Allah için yöneliyor, terk ettikleri her şeyi Allah için
terk ediyorlar; sarıldıkları her sebebin öncesinde, beraberinde ve
sonrasında Rablerine bağlılıklarını sürdürürler. Öyle ki yüce Allah
her durumda onların gayeleri olur.
Yakup Peygamber (a.s), "Ben üzüntümü ve tasamı sadece Allah'a
şikâyet ediyorum." derken, şöyle demek istiyor: "Ben devamlı
şekilde Yusuf'u anıyor, onun üzüntüsünü yaşıyorum. Fakat
benim bu hâlim, herhangi bir musibet sonucunda sahip olduğu bir
nimeti kaybedince kendisine ne fayda ve ne zarar veremeyecek
bir mercie bilmeyerek dert yanan birinin davranışına benzemez.
Ben Yusuf'u kaybetmenin beni içine düşürdüğü durumu Allah'a
şikâyet ediyorum. Benim bu isteğim de olmayacak bir şey değildir.
Çünkü ben Allah'tan sizin sahip olmadığınız bilgilere sahibim."
Bu edep örneklerinden biri de Yusuf Peygamberden (a.s) nakledilen
edeptir. Bilindiği gibi, Mısır padişahının karısı, Yusuf Peygamberi
emrini yerine getirmediği takdirde hapse atmakla tehdit
etmişti. İşte bu sıradaki duasını Kur'ân'ı Kerim bize şöyle naklediyor:
"(Yusuf) Rabbim, dedi, bana göre zindan bunların beni çağırdığı
şeyden iyidir. Eğer onların düzenini benden savmazsan, onlara
meyleder ve cahillerden olurum." (Yûsuf, 33)
Hz. Yusuf (a.s) bu sözleri ile şunu demek istiyor: İçinde bulunduğu
kritik durumda onun akıbeti, hapsedilmek ile o kadınların isteklerine
olumlu karşılık verme şıkları arasında gidip geliyor ve
"(Yusuf) erginlik çağına erişince, ona hikmet ve ilim verdik." (Yûsuf,
22) ayetinde Allah tarafından kendisine bağışlandığı bildirilen
bilgisi ile, hapse girmeyi o kadınların isteklerini yerine getirmeye
tercih ediyor. Yalnız sebepler, saray kadınlarının istekleri lehine işlemektedir.
Bu sebepler, kendisini Allah'ın makamına cahil olma
(yüceliğini bilmeme), Allah'a ilişkin sahip olduğu bilgisini geçersiz
kılma yönünde tehdit eden güçlü ve üstün nitelik taşıyor. Oysa Yusuf
Peygamber hapishanedeki arkadaşına, "Hüküm sadece Allah-
'a aittir." (Yûsuf, 40) dediği gibi, karşılaştığı durumla ilgili hükmün
sadece Allah'ın elinde olduğuna inanıyor.
Bundan dolayı Yusuf Peygamber (ona selâm olsun), edebini
takınarak kendisi için bir istekten söz etmiyor. Çünkü öyle yapmak,
bir tür hüküm vermektir. Sadece Rabbinin kendisine bağışladığı
bilgi nimetini geçersiz kılmaya yönelik bir cahillik tehdidi al
tında bulunduğuna işaret ediyor ve cahilliğin mahvedici etkisinden
ve saray kadınlarının tuzaklarının harekete geçmesinden kurtulmasının,
bu tuzakların Allah tarafından uzağında tutulmasına bağlı
olduğunu ifade ediyor. Böylece işi Allah'a havale ediyor ve susuyor.
Yüce Allah da duasını kabul ederek, onu saray kadınlarının tuzaklarından
uzak tuttu. Bu tuzak, ya onlara meyletmek olmak veya
hapse girmektir. Yüce Allah onu hem zinadan, hem de hapse
girmekten kurtardı. Bundan anlaşılıyor ki, saray kadınlarının tuzağından
söz ederken zina ile hapse girmeyi birlikte kastetmiştir.
"Rabbim, dedi, zin-dan... iyidir." şeklindeki sözü ise, iki şık arasında
sıkıştığı takdirde kalbinin hapse girme eğiliminde olduğunu belirtmek,
zinaya yönelik nef-retini ifade etmek için söylemiştir. Yoksa
hapse girmeyi istediğini söylemek istememiştir. Tıpkı Hz.
Hüseyn'in (a.s) şu beyitte dediği gibi:
"Ölmek, utanç yükü altına girmekten iyidir. / Utanç yükü altına
girmek de ateşe girmekten iyidir." Yoksa bazılarının sanabilecekleri gibi, Yusuf Peygamber hapse
girmeyi istemiş ve bu yüzden hapse atılmasına hükmedilmiş, değildir.
Bunun delili, yüce Allah'ın bu ayetin hemen arkasından,
"Sonra kesin delilleri görmelerine rağmen, onu bir zamana kadar
mutlaka zindana atmaları kendilerine gerekli göründü." şeklindeki
buyruğudur. Bu ayette Yusuf Peygamberin o olaydan sonra
[Mısır Azizi ve arkadaşları tarafından] gerekli görüldüğü için hapse
atıldığı belirtiliyor. Yoksa yüce Allah daha önce [hapse atılma olayı
gündeme gelmeden önce] saray kadınlarının zina teklifinden ve
hapse atma tehditlerinden onu korumuş, kadınların komplolarından
uzak tutmuştu.
Yusuf Peygamberin (a.s) Allah'a yönelik bir başka övgüsünü ve
duasını Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Yusuf'un yanına girdikleri
zaman, ana-babasını kucakladı ve 'Allah'ın izni ile Mısır'a güvenle
girin' dedi. Ana-babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi
onun için secdeye kapandılar. (Bunun üzerine Yusuf,) dedi ki:
'Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur.
Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana (çok şey) lütfetti.
Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytanın benimle kardeş
lerimin arasını bozmasından sonra sizi çölden (kaldırıp yanıma)
getirdi. Hiç şüphesiz Rabbim dilediklerine karşı lütfedicidir. Kuşkusuz
O (her şeyi) bilendir, hikmet sahibidir. Ey Rabbim! Mülkten
(egemenlikten) bana pay verdin ve bana (rüyalarda görülen) olayların
yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da,
ahirette de velim sensin. Benim canımı (sana) teslim olmuş olarak
al ve beni salihler arasına kat!" (Yûsuf, 99-101)
Bu ayetleri inceleyenler, bu ayetlerde yansıyan peygamberlik
edebi üzerinde iyice düşünmelidirler. Bunun yanı sıra Yusuf Peygamberin
(a.s) sahip olduğu egemenliği ve devlet otoritesini, anababasının
bir an önce ona kavuşmanın özleminden kaynaklanan
yüksek heyecanlarını ve kardeşlerinin takındıkları alçak gönüllülüğü
aklında canlandırmalı, iyi değerlendirmelidirler. Oysa ki bunların
hepsi onun, kaybettikleri günden buluştukları güne kadar geçen
hayat hikâyesini hatırlıyor, o ise şimdi bir devlet yetkilisi olarak,
izzet ve otorite koltuğuna oturmuş hâlde karşılarına çıkıyor.
Ağzından çıkan her sözün ya tamamında veya bir bölümünde
Allah'a yer veriyor. Sadece sözlerinin başındaki, "Allah'ın izni ile
Mısır'a güvenle girin." ifadesi böyle değil. Bu sözlerinde ailesine
şehre girmelerini emrediyor ve onlara güvence tanıyor. Fakat bu
sözlerini bile hemen Allah'ın dileğini içeren bir istisna ile bağlıyor.
Böylece bu hükmü Allah'ın iradesini hesaba katmadan, tamamı
ile kendine mal ettiğinin sanılmasına meydan vermiyor. Zira o,
"Hüküm sadece Allah'a mahsustur." diyen kişidir.
Arkasından Rabbini övmeye başlıyor. Bu övgü, ailesinden ayrıldığı
günden tekrar onlara kavuştuğu güne kadar geçen zamanın
olaylarını kapsıyor. Önce görmüş olduğu rüyayı gündeme getirerek
onun gerçekleştiğini ifade ediyor. Babasının hem rüyayı yorumlamada,
hem de sözlerinin sonundaki Allah'ın ilmine ve hikmetine
vurgu yapan ifadelerde haklı çıktığını ifade ediyor. Bu hatırlatmayı,
Allah'ı daha çok övmüş olmak için yapıyor. Babası o zaman
şöyle demişti: "Böylece Rabbin seni seçecek ve sana düşlerin yorumundan
bir parça öğretecek... Hiç şüphesiz Rabbin (her şeyi)
bilendir ve hikmet sahibidir." (Yûsuf, 6) Burada Yusuf Peygamber,
babasının o rüyayı doğru yorumladığını belirttikten sonra şöyle
diyor: "Hiç şüphesiz, Rabbim dilediklerine karşı lütfedicidir. Kuşkusuz,
O (her şeyi) bilendir, hikmet sahibidir." (Yûsuf, 100)
Sonra rüyası ile bu rüyanın gerçekleşmesi arasında geçen olayları
özetliyor ve bunları Rabbine bağladıktan sonra onları güzel
olmakla niteliyor, bunların Allah'ın ihsanı olduğunu dile getiriyor.
[Hz. Yusuf'un ilâhî edebini gösteren bir diğer husus da şudur:]
Bi-lindiği gibi kardeşleri onu kuyuya atmışlar, arkasından onu çok
az bir bedel karşılığında satmışlar ve hırsızlıkla suçlamışlardı. Oysa
Yusuf Peygamber son derece nazik bir edeple bu olayları, "şeytanın
benimle kardeşlerimin arasını bozma" olarak niteliyor.
Arkasından Rabbinin nimetlerini saymayı ve bu nimetlere övgülerle
karşılık vermeyi sürdürüyor. Öyle ki, "Rabbim, Rabbim!"
diye diye O'nun aşkı bütün vücudunu sarıyor, aklını alıyor, ilâhî
cezbeye geliyor ve bu duygu seli içinde Rabbiyle meşgul oluyor,
âdeta aile fertlerini tanımaz hâle geliyor. İşte onları bırakarak
Rabbine yönelerek, "Ey Rabbim! Mülkten (egemenlikten) bana
pay verdin ve bana (rüyalarda görülen) olayların yorumunu öğrettin."
diyor.
Bu sözleri ile mülk (egemenlik) ve rüyaları yorumlama bilgisi
nimetleri karşılığında Allah'ı övüyor. Sonra bu nimetleri kendisine
Rabbinin verdiğni anımsıyor. Çünkü O, göklerin ve yeryüzünün yaratıcısıdır,
her şeyi kesin yokluktan varlık sahnesine çıkarandır.
Öyle ki, bu süreçte varlıklardan hiçbirinin fayda ile menfaati kazanıp
zarar ile belâyı defetmede kendilerinden yana hiçbir çaba göstermemiş,
kendi dünya ve ahiret işlerini düzenleme yetkisi türünden
bir fonksiyonları olmamıştır.
Yüce Allah, her şeyi yoktan var ettiğine göre, aynı zamanda
her şeyin velisidir. İşte böyle olduğu için Yusuf Peygamber, "gökleri
ve yeri yaratan" dedikten sonra şu gerçekleri dile getiriyor: Kendisi
âciz bir kuldur; ne dünyada ve ne ahiretteki işlerini kendisinin
düzenlemeye gücü yetmez. O, Allah'ın velâyeti altındadır; Allah
onun hesabına dilediği iyiliği seçer ve onu dilediği makama oturtur.
Bu gerçekleri, "dünyada da, ahirette de benim velim sensin."
diye ifade ediyor.
Böyle deyince, ancak Rabbinin karşılayacağı bir dileğini seslendiriyor.
Bu dileği, dünyadan ahirete Rabbine teslim olmuş olarak
göçmektir. Ataları İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a ve Yakub'a sunulan
bu nimet ve ayrıcalığın aynen kendisine de verilmesini
istiyor. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: "Biz onu (İbrahim'i)
dünyada seçtik, ahirette de şüphe yok ki o, salihlerdendir.
Hani Rabbi ona, 'Teslim ol.' dedi, -ki bu, seçme işlemine işarettiro
da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' dedi. İbrahim de bunu
oğullarına tavsiye etti. Yakup da, Oğullarım, dedi, Allah sizin için
bu dini seçti, siz de artık (Allah'a) teslim olmuşlar olarak ölün."
(Bakara, 130-132)
İşte bu, Yusuf Peygamberin, "Benim canımı (sana) teslim olmuş
olarak al ve beni salihler arasına kat." sözleri ile dile getirdiği
duadır. Hz. Yusuf burada teslim olmuş (Müslüman) olarak ölmeyi
ve sonra da iyi kullar arasına katılmayı istiyor. Atası İbrahim
Peygamber de, "Rabbim! Bana egemenlik ver ve beni salihler arasına
kat." (Şuarâ, 83) diyerek aynı isteği dile getirmiş ve yukarıda
belirtildiği üzere bu isteği kabul edilmişti. Böylece Yusuf Peygamber
hakkında anlatılanlar ve onun hayat hikâyesi bununla noktalanıyor
ve "Sonunda senin Rabbine varılacaktır." Bu, Kur'ân'ın anlatımları
içinde ilginç lütuflardan biridir.
Bu edepli dua örneklerinden biri de Musa Peygambere (a.s) aittir.
İlk gençlik yıllarında Mısır'da bir Kıptîyi yumruklayarak öldürdüğünde
yaptığı bu duayı Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Rabbim,
ben kendime zulmettim, beni bağışla, dedi. (Allah da) onu bağışladı.
Çünkü O, bağışlayan ve esirgeyendir." (Kasas, 16) Daha sonra
Mısır'dan kaçışı sırasında Medyen'e vardığında ve Şuayb Peygamberin
iki kızı için kuyudan su çıkarıp gölgeye oturduğunda şu duayı
yaptı: "Rabbim, dedi, ben senin bana indireceğin hayra muhtacım."
(Kasas, 24)
Bu iki duada Allah'a sığınıp O'nun Rablık sıfatına bağlılığını arz
ettikten sonra şöyle bir edep takındı: İlk duasında açıkça dilekte
bulundu. Çünkü dileği affedilmekle ilgili idi ve yüce Allah kendisinden
bağışlanma dilenmesinden hoşlanır. Nitekim, "Allah'tan
bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayan ve esirgeyendir."
(Bakara, 199) buyurmuştur. Gerek Nuh Peygamber, gerekse onun
arkasından gelen peygamberler (hepsine selâm olsun) insanları
buna [Allah'tan bağışlanma dilemeye] çağırmışlardır. Hz. Musa
(a.s) ikinci duasında ise, sözlerinin akışından anlaşıldığına göre,
beslenme ve barınma gibi ihtiyaçlarının karşılanmasını istedi.
Ama bu isteğini açıkça ifade etmedi, sadece ihtiyacını dile getirdi
ve sustu. Çünkü Allah katında dünyanın hiçbir değeri yoktur.
Şunu bilmek gerekir ki: Musa Peygamberin, "Rabbim, ben
kendime zulmettim, beni bağışla." şeklindeki duası, zulmü itiraf
etme ve af dileme bakımından Âdem Peygamber ile eşinin, "Ey
Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize
acımazsan, kesinlikle ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) şeklindeki
dualarının benzeridir. Şu anlamda ki, buradaki zulümden
maksat, tıpkı Âdem Peygamber ile eşinin durumlarında olduğu
gibi, hayatının selâmetine, maslahatına aykırı bir hareket yaptığı
için kendine zulmetmesidir.
Çünkü Hz. Musa (a.s) yaptığı eylemi, adam öldürmeyi yasaklayan
şeriatının gelişinden önce yapmış ve o sırada can saygınlığı
olmayan bir kâfiri öldürmüştü. Kendi şeriatından önce böyle bir
adam öldürme olayının yasak olduğuna dair bir delil de yoktur.
Âdem Peygamber ile eşinin Allah'ın emrine karşı gelmeleri de bu
türden bir olaydı. Çünkü onlar yasak ağacın meyvesinden yemekle
nefislerine zulmettiklerinde, Allah'ın insanlara yönelik bir şeriatı
yoktu. Yüce Allah şeriat denen hukuk sistemlerini Âdem Peygamber
ile eşinin cennetten yeryüzüne indirilmelerinden sonra ortaya
koydu.
Sadece o ağaca yanaşmanın yasaklanmış olması, o yasağın
çiğnenmesinin bildiğimiz anlamdaki günahın gerçekleşmiş olmasını
gerektiren mevlevî bir yasak olduğuna delil olamaz. Üstelik
Tâhâ suresindeki ayetlerde olduğu gibi, onlarla ilgili bu yasağın
irşadî nitelikli bir yasak olduğunu gösteren karineler vardır. Birinci
ciltte Âdem Peygamberin kaldığı cennet ile ilgili ayetleri tefsir ederken
bu hususu açıklamıştık.
Üstelik Kur'ân'ı Kerim, Musa Peygamberin (a.s) halis kılınmış
seçkin bir kul olduğunu bildiriyor ve Allah'ın ihlâslı kullarının şeytan
tarafından yoldan çıkarılmaları mümkün değildir. Bilindiği gibi
de, günah olayının meydana gelebilmesi için şeytanın yoldan çıkarma
girişiminin mutlaka varolması gerekir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kitapta, Musa'yı da hatırla. Doğrusu o halis kılınmış ve
elçi bir peygamberdi." (Meryem, 51) "(İblis) dedi: Senin izzetine
andolsun ki, onların hepsini azdırıp yoldan çıkaracağım. Yalnız
onlardan halis kılınmış kulların hariç." (Sâd, 82-83)
Bundan anlaşılıyor ki, Musa Peygamberin duasında istediği aftan
maksat, Âdem Peygamber ile eşinin dualarında olduğu gibi,
Allah'ın mevlevî suçlarda suçlular hesabına yazdığı cezanın silinmesi
değil, hayatın akışı içinde nefse zulmedilmesi sonucunu veren
suç izlerinin silinmesidir. Musa Peygamber (a.s) yaptığı eylemin
ortaya çıkmasından ve o toplumda suç sayılan bir fiili işlediğinin
belli olmasından korkuyordu. Bu yüzden Allah'tan bu eylemin
örtülmesini ve bu anlamda affedilmesini istedi. Kur'ân dilinde
mağfiret=bağışlama, cezanın silinmesinden geniş kapsamlı bir
kavramdır; hatta mağfiret aslında her türlü kötü sonucun ortadan
kaldırılması, yok edilmesi demektir. Ve şüphe yoktur ki, bütün
bunların hepsi Allah'ın elindedir.
Nuh Peygamberin (a.s) daha önce aktardığımız duasında geçen,
"Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan..." (Hûd, 47) şeklindeki
sözleri bir bakıma bunun benzeridir. Yani, "Eğer sen beni
kendi edebinle edeplendirmez, kendi ismetinle korumaz, kendi
rahmetinin kapsamı içine almazsan, ben hüsrana uğrarım." Bunun
üzerinde iyi düşün.
Bu edep örneklerinden bir diğeri, Musa Peygamberin vahye ilk
muhatap oluşu ve kavmine peygamber olarak gönderilmesi üzerine
yaptığı duadır. Kur'ân bize bu duayı şöyle naklediyor: "(Musa)
dedi ki: Rabbim, göğsümü benim için aç, işimi bana kolaylaştır,
dilimden düğümü çöz ki, söylediklerimi anlasınlar ve ailemden
bana bir yardımcı kıl, kardeşim Harun'u. Onunla arkamı güçlendir
ve onu işime ortak et. Ta ki seni çokça tesbih edelim. Ve seni
çok analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin." (Tâhâ, 25-35)
Hz. Musa (a.s), görevlendirildiği dinî çağrı hakkında iyilik dileğinde
bulunuyor; söylediği sözlerdenbulunduğu konum itibariyle
anlaşılacağı üzere Rabbine şunları söylüyor: "Sen benim ve kardeşimin
durumunu bilmektesin, ikimizin de hâlini görmektesin. Biz
küçük yaş-larımızdan beri seni tesbih etmeyi severiz. Bu gece omuzlarıma
peygamberlik yükünü yükledin. Ben öfkeli [ve titiz] bir
insanım ve dilimde düğüm var. Bunları sen iyi bilirsin. Eğer insanları
sana çağırır, onlara mesajını tebliğ edersem, korkarım ki beni
yalanlarlar. O zaman göğsüm daralır (canım sıkılır) ve dilim
dönmez olur. Bunun için göğsümü açıp genişlet ve işimi bana kolaylaştır.
-Bu dua, yüce Allah'ın şu ayette sözünü ettiği zorluğun ve
güçlüğün giderilmesini istemek anlamına gelir: 'Allah'ın kendisine
takdir ettiği her şeyi yerine getirmekte peygambere herhangi bir
güçlük yoktur. Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın yasası
böyleydi.' (Ahzâb, 38)- Dilimdeki düğümü çöz ki, söylediklerimi anlasınlar.
Kardeşim Harun benden daha güzel konuşur. Hem o ailemin
bir ferdidir. Onu bu işe ortak et, bana yardımcı yap ki, -
öteden beri istediğimiz üzere- seni çok tesbih edelim ve birbirimizi
destekleyerek senin adını insanların önünde çok analım."
Musa Peygamberin (a.s) çağrı ve tebliğ araçları olarak Allah'-
tan özetle istedikleri bunlardır. Bu duada gözettiği edep kurallarına
gelince, sorduğu soruları kendi çıkarı için sorduğu sanılmasın
diye bu soruları sormaktaki maksadını, "Ta ki seni çokça tesbih
edelim. Ve seni çok analım." şeklindeki ifadesi ile açıkça belirtiyor.
Allah'ın kendisini bildiğini, bu söylediğinin doğruluğuna delil
gösteriyor. Bunun için "Şüphesiz sen bizi görmektesin." diyerek,
kendinin ve kardeşinin nefsini Allah'a sunuyor. Muhtaç bir kişinin
dileğini zengin ve cömert bir mercie sunarken nefsini ortaya koyması,
merhamet duygusunu harekete geçiren en kuvvetli faktörlerden
biridir. Çünkü bu tutum, ihtiyacı dil ile söylemeye göre daha
etkili bir şekilde ifade eder. Oysa dilin yalan söylemesi her zaman
mümkündür.
Bu edep örneklerinin bir başkası da, Musa Peygamberin (a.s)
Firavun'a ve yakın adamlarına yaptığı bedduadır. Bu bedduayı
Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Musa dedi ki: Rabbimiz! Sen dünya
hayatında Firavun'a ve adamlarına debdebe ve nice mallar verdin.
Rabbi-miz! Senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz!
Onların mallarını sil-süpür ve kalplerini şiddetle sık ki, acı azabı
görünceye kadar inanmasınlar. (Allah) dedi ki: İkinizin duası kabul
edildi. Doğruluktan şaşmayın ve bilmezlerin yoluna uymayın."
(Yûnus, 89)
Bu dua Musa ile Harun'un her ikisine aittir. Bu yüzden ona,
"Rabbimiz!" diye başlandı. Bir sonraki ayetteki, "İkinizin duası kabul
edildi." ifadesi bunun delilidir. Musa ile Harun ilk olarak Firavun
ile yakın çevresini oluşturanların mallarına yönelik isteklerini
dile getirip, mallarını silip-süpürmesi, yok etmesi için Allah'a dua
ediyorlar, arkasından da kendilerine beddua ederek kalplerinin
şiddetle sıkılmasını, sıkıca mühürlenmesini yüce Allah'tan
istiyorlar; ta ki acı azabı görünceye kadar inanmasınlar ve böylece
imanları kabul edilmesin.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı ayetleri
geldiği gün, daha önce inanmamış veya imanında bir hayır kazanmamış
olan kimseye, artık inanması fayda sağlamaz." (En'âm,
158) Yani, [Musa ile kardeşi Harun şöyle demek istiyorlar:] Onlar
nasıl kullarını yoldan çıkararak imandan mahrum bıraktılar ise,
sen de onları aniden azapla karşı karşıya bırakarak imandan
mahrum bırakmak suretiyle kendilerinden intikam al. Bu, bir kişiye
yapılabilecek en ağır bedduadır. Çünkü bu, daimî bedbahtlık için
yapılan duadır ve bir insan için bundan daha kötü bir şey
düşünülemez.
Beddua hüküm bakımından hayır dua gibi değildir. Çünkü Allah'ın
rahmeti gazabından ileridedir, rahmeti gazabından öne
geçmiştir. Nitekim Musa'ya yönelik bir vahiyde, "Azabıma, dilediğimi
çarptırırım; rahmetim ise her şeyi kapsamıştır." (A'râf, 156)
buyurmuştur. Allah'ın rahmetinin geniş kapsamlı oluşu, zalim de
olsa herhangi bir kulunun kötülüğe ve zarara uğramasından hoşlanmamasını
gerektirir.
Bunun somut delili şudur: Yüce Allah kullarına nimetlerini bol
bol akıtıyor, onların kusurlarını örtüyor, kullarına birbirlerinin cahillikleri
ve aykırı davranışları karşısında yumuşak ve sabırlı bir tutum
takınmalarını emrediyor. Yalnız gerekli bir hakkı sahibine
vermek veya zulmü ortadan kaldırmak söz konusu olduğunda, dinin
veya dine mensup olanların maslahatı gibi gözetilmesi gerekli
olan bir maslahatın, sabırlı ve yumuşak davranmamayı gerektirdiğine
dair kesin bilgileri olduğu takdirde, insanlar sert tutum takınabilirler.
Bunun yanı sıra hayır ve mutluluk tezahürleri, ne kadar ince,
zarif ve ayrıntılara yönelik olursa, insan nefsini o kadar daha çok
etkiler. Bu, Allah tarafından biçimlendirilen insan fıtratının özelliklerindendir.
Fakat kötülük ve bedbahtlık tezahürleri böyle değildir.
İnsan, tabiatı gereği onlara vâkıf olmaktan kaçar. Onların ayrıntılarına
inmek bir yana, asıllarına bile dönüp bakmak istemez. Bu
gerçek, edep açısından beddua ile hayır duanın farklı olmasını gerektirir.
Bu yüzden bedduada gözetilmesi gereken edep kurallarından
biri, bu duanın gerekçelerinin üstü kapalı bir biçimde dile getirilmesidir.
Özellikle utanç verici ve yüz kızartıcı durumlarda bu edep
kurallarına uymak daha çok önem kazanır. Hayır duada ise bunun
tersi geçerlidir. Yani o dualarda, o duanın gerekçelerinin açıkça
belirtilmesi aranır. Musa Peygamber (a.s) bu bedduasında bu edep
kuralını gözetmiştir. Çünkü "Senin yolundan saptırsınlar diye
mi?" şeklinde üstü kapalı bir gerekçeye parmak basmış, Firavunlar
rejiminin iğrenç uygulamalarının ayrıntılarına girmemiştir.
Bedduada gözetilecek bir başka edep kuralı da, yalvarma ve
yardım dileme içerikli ifadelere çokça yer vermektir. Musa Peygamberin
bu edebi de gözettiği görülüyor. Çünkü duasının kısa
olmasına rağmen defalarca "Rabbimiz!" ifadesini kullanıyor.
Bedduada gözetilecek bir diğer edep kuralı da, bunun dinin
veya din mensuplarının lehine olduğu bilinmedikçe yapılmaması,
zanna ve itham mantığına dayanarak beddua edilmemesidir. Musa
Peygamber (a.s) ise Firavun hakkında bilgi sahibi idi. Çünkü
yüce Allah onun hakkında, "Andolsun biz ona (Firavun'a) ayetlerimizin
hepsini gösterdik, yine de yalanladı ve dayattı." (Tâhâ, 56)
buyurmuştur. Denebilir ki: Yüce Allah'ın, Musa ile kardeşine bu
bedduayı kabul ettiğini bildirdiği sırada onlara, "Doğruluktan
şaşmayın ve bilmezlerin yoluna uymayın." şeklinde emir vermesinin
sebebi budur. Yine de doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.
Musa Peygamberin bir başka duası Kur'ân'da şöyle naklediliyor:
"Musa, bizimle buluşma vakti için kavminden yetmiş adam
seçti. Şiddetli sarsıntı onları yakalayınca, Musa dedi ki: 'Rabbim!
Dileseydin onları da, beni de daha önce helâk ederdin. Aramızdaki
beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk eder misin? Bu
(iş), senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini
saptırırsın, dilediğini doğru yola iletirsin. Sen bizim velimizsin; bizi
bağışla, bize acı! Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bize bu
dünyada da, ahi-rette de iyilik yaz. Biz sana yöneldik." (A'râf, 155-
156)
Musa Peygamber duasına "bizi bağışla..." diye başlıyor. Fakat
içinde bulundukları durum zor bir durumdur. Onları karşı
konulmaz ilâhî öfke ve şiddetli sarsıntı yakalamıştır. Saygınlığı
çiğnenmiş ve yüceliği hafife alınmış öfkeli bir efendiden bir şey istemek,
normal durumdaki bir efendiden bir şey istemek gibi değildir.
Bu yüzden Musa Peygamber (a.s) af ve rahmet dileğine zemin
hazırlamak düşüncesiyle ilâhî öfkeyi dindirmeye öncelik tanıyarak,
"Rabbim! Dileseydin onları da, beni de daha önce helâk
ederdin." diyor. Sözlerinin akışından anlaşılacağı üzere şöyle demek
istiyor:
"Benim ve onların nefisleri bütünü ile senin güçlü avcunda 4ve
dileğinin emrindedir. Eğer isteseydin bugün nasıl onları yok edip
beni sağ bıraktın ise, daha önce beni de, onları da yok ederdin.
Kavmimin yanına döndüğümde ve onlar tarafından yanımdakileri
öldürmekle suçlandığımda ne diyeceğim? Kavmimin durumunu
sen çok iyi biliyorsun. Bu durum davetimi geçersiz ve çalışmalarımı
etkisiz hâle getirir."
Arkasından, yanındaki yetmiş kişinin helâk edilmesini kendisinin
ve kavminin helâk edilmesi olarak saydığını söyledi; onların
kavminin beyinsizleri olduklarını bu sebeple davranışlarına önem
verilmemesini ifade etti. Daha sonra Rabbinin merhametine sığındı.
Çünkü aralarındaki beyinsizler yüzünden bir kavmi toptan
helâk etmek Allah'ın âdeti değildir. Bu uygulama, insanlar arasında
öteden beri geçerli olan genel bir imtihan uygulamasından
başka bir şey değildir. Allah böylesine imtihanlarla birçoklarını
saptırırken, birçok kişiyi de doğru yola iletir. Sen bu durumu göz
yumma ve örtme ile karşılarsın.
Benim ve hepimizin nefislerimiz senin elinde olduğuna göre,
sen bizi istediğin zaman helâk edebilirsin. Bu olay, bir grubun
sapması ve başkalarının hidayete ermesi ile sonuçlanan senin
genel imtihan sürecinde örneği olmayan bir istisna ve yeni olay
değildir; sonuçta varıp dayandığı nokta senin dileğindir. Dolayısıyla
sen bizim öyle bir velimizsin ki, bütün işlerimiz senin emrinle ve
dileğine göre düzenlenir; o alanda bizim yapabileceğimiz bir şey
yoktur. O hâlde bizim hakkımızda af ve rahmetle hüküm ver! Çünkü
senin sıfatlarından biri bağışlayanların en hayırlısı olmandır. Ve
bize bu dünyada belâlardan uzak, güvenli bir hayat yaz! İlâhî öfkenin
kuşatması altında bulunanların güzel diye niteleyecekleri
hayat budur. Ayrıca bize ahirette affı ve cenneti kapsayan bir güzellik
ihsan eyle!
Musa Peygamberin (a.s), yanındakilerle birlikte sarsıntıya yakalandıkları
ve belânın ortasında kaldıkları bir sırada dile getirdiği
isteğinin akışı ve içeriği işte bunlardan ibaretti. Bak gör, Hz. Musa
kulluk edebini nasıl da güzel gözetiyor, Allah'tan kendilerine nasıl
acımasını istiyor, sürekli rahmet bağışlamasını diliyor, övgüleri ile
ilâhî öfkeyi dindiriyor ve böylece sonunda isteklerini dile getirirken
sözünü etmediği bir dileği karşılanıyor!
Bu dilek, yanındakilerin helâk edildikten sonra tekrar hayata
döndürülmeleri idi. Vahiy yolu ile kendisine verilen bu haber
Kur'ân'da şöyle naklediliyor: "(Allah) dedi ki: Azabıma, dilediğimi
uğratırım; rahmetim her şeyi kaplamıştır. Onu (kötülüklerden)
sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inanlara yazacağım."
(A'râf, 156) Musa'nın dileğine cevap olarak, "rahmetim her
şeyi kaplamıştır." dedikten sonra Allah'ın daha ne yapacağı beklenebilir
ki?!
Yüce Allah o kimseleri affettiğini ve Musa Peygamberin (a.s)
isteğine olumlu karşılık vererek helâk etmiş olduğu o kimseleri
tekrar canlandırıp dünyaya döndürdüğünü şöyle açıklıyor: "Hani,
'Ey Musa, Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız." demiştiniz
de derhal sizi yıldırım çarpmıştı; siz de bunu görüyordunuz. Sonra
belki şükredersiniz diye sizi ölümünüzden sonra yeniden dirilttik."
(Bakara, 55-56) Nisâ suresinde de yaklaşık olarak bu ayetlerdeki
bilgi verilmiştir.
Musa Peygamberin duasında gözettiği edeplerden biri, "Onunla
dilediğini saptırırsın..." şeklindeki sözüdür. Burada Allah'a kalben
tenzih ettiği gibi sözle de tenzih etmiş olsun diye, bu durumun
sapıtanların kötü tercihlerinden kaynaklandığını söylemedi. Söylemek
istediği şey, "Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla
birçoğunu doğru yola iletir. Onunla sadece fasıkları saptırır."
(Bakara, 26) ayetinde olduğu gibi. Çünkü içinde bulunduğu durum
onu, Allah'ın mut-lak veli olduğunu, her düzenlemenin O'na varıp
dayandığını vurgulamaktan başka şeye değinmekten alıkoymaktaydı.
Bunun yanı sıra içindeki asıl dileği olan yanındakilerin öldürüldükten
sonra tekrar diriltilmeleri isteğini dile getirmedi. Çünkü içinde
bulunduğu korku ve tehlike içiçeren durum, onu sözü uzat
maktan alıkoydu. Bu isteğe, "Rabbim! Dileseydin onları da, beni
de daha önce helâk ederdin..." sözü ile sadece işaret etmekle yetindi.
Musa Peygamberin (ona selâm olsun) dualarından biri de bu
buluşmanın dönüşünde kavminin buzağıya taptıklarını görmesi
üzerine yaptığı duadır. Yüce Allah bu olayı ona haber vermişti. Bu
hususta yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru
çekmeğe başladı. (Kardeşi,) Anamın oğlu, dedi, bu topluluk beni
horlayıp hırpaladılar. Neredeyse beni öldürüyorlardı. (Ne olur)
düş-manları bana güldürme, beni bu zalim toplulukla bir tutma."
(A'râf, 150) Bunun üzerine kardeşine acıdı ve kardeşi ile kendisinin
zalim topluluklardan ayırt edilmesi için dua ederek şöyle dedi:
"(Musa) dedi ki: 'Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetinin
içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin." (A'râf, 151)
Kendisi ile kardeşinin ayırt edilerek ilâhî rahmetin şemsiyesi
altına alınmalarını istemesinin sebebi, soydaşlarının bu zulümleri
yüzünden ilâhî gazaba uğrayacaklarını bilmesi idi. Nitekim yüce
Allah bu duanın hemen arkasından bunu şöyle açıkladı: "Buzağıyı
ilâh edinenlere, muhakkak Rablerinden bir öfke ve dünya hayatında
bir zillet ulaşacaktır." (A'râf, 152) Daha önceki açıklamalarımız,
onun sözlerinde değişik edep kurallarını gözettiğini ortaya
koyar.
Musa Peygamberin (a.s) bir başka duasını Kur'ân bize şöyle
naklediyor: "Musa, 'Rabbim! Ben kendimden başkasına malik
değilim; kardeşim de (öyle). O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun
arasını ayır.' dedi." (Mâide, 25) Beddua anlamında olan bu
duayı, kavmine kutsal topraklara girmelerini emrettiğinde, "Ey
Musa! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. O hâlde
sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacağız." (Mâide,
24) diye verdikleri cevap üzerine yapmıştır.
Hz. Musa (a.s) bu duada güzel edebin örneğini veriyor. Çünkü
ilk emri gayet küstahça reddedildikten sonra ikinci kez ilâhî emri
onlara iletmek istemediğini, "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden
başkasına malik değilim." diyerek kinaye şeklinde ifade
ediyor. Yani senin verdiğin emirlere sadece ben ve kardeşim uyu
yoruz. Onlar beni o kadar küstahça reddettiler ki, artık onlardan
ümidimi kestim. Bu yüzden senin emrini onlara iletmek ve toplumlarını
iyiliğe yöneltmek istemiyorum.
Kendine ve kardeşine malik olmayı şahsına izafe etmesinin
[yani kendisine ve kardeşine kendisinin malik olduğunu ifade etmesinin]
se-bebi, bu malikiyetten kastının itaat etme olmasıdır.
Yoksa eğer maksadı tekvinî anlamdaki malikiyet olsaydı, bu malikiyetin
gerçek anlamda Allah'a ait olduğunu, kendisinin ise ancak
Allah'ın kendisine bağışladığı kadarıyla bundan bir nasibi olduğunu
ifade etmeden onu şahsına izafe etmezdi. Bu isteksizliğini
ve olumlu karşılık verebilecekleri konusundaki ümitsizliğini
Rabbine arz ettikten sonra onlarla ilgili hükmü Allah'a havale ederek
şöyle diyor: "O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını
ayır."
Şuayb Peygamberin (a.s) kavmine yaptığı şu beddua da bu
kabildendir: "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet.
Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (A'râf, 89)
Şuayb Peygamber, kavmine yönelik çağrısının başarısından
ümit kestikten sonra ilâhî vaadin yerine getirilmesini ve kavmi ile
arasındaki anlaşmazlığın hak uyarınca çözülmesini, adaletle
hükmedilmesini istiyor. Kastettiği ilâhî vaat şudur: "Her ümmetin
bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında
adaletle hükmedilir, onlara asla zulmedilmez." (Yûnus, 47)
Şuayb Peygamber "aramızda hüküm ver." diyerek müminleri
ken-disi ile birleştiriyor. Çünkü kavminin kâfirleri şu sözleri ile onu
ve müminleri birlikte tehdit etmişlerdi: "Ey Şuayb! Seni ve seninle
birlikte inananları şehrimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize
döneceksiniz." (A'râf, 88) İşte bu yüzden Şuayb müminleri
kendi yanında mütalaa ederek kavmini davranışları ile baş başa
bıraktı ve "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında... hükmet..." diyerek
işlerini Allah'a havale etti.
Şuayb Peygamber duasında Allah'ın, "hükmedenlerin en hayırlısı"
ismine sığındı. Çünkü daha önce belirtildiği gibi duanın
metnine uygun bir ilâhî sıfata sığınmak, [Allah'ı o sıfatına] ant
verme [ve o sıfatı aracı kılarak O'ndan bir istekte bulunma] anlamına
gelen etkili bir teyittir. Bu ifade Musa Peygamberin (a.s) yu
karıda naklettiğimiz, "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden
başkasına malik değilim. O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun
arasını ayır." şeklindeki sözünden farklıdır. Çünkü yukarıda
belirttiğimiz gibi o dua, aslında dua değildi; çağrı yapmaktan vazgeçmeyi
ve işi Allah'a havale etmeyi amaçlayan bir ifade idi. Bu
yüzden ant vermeyi gerektirmiyordu. Oysa Şuayb Peygamberin ifadesi
böyle değildir.
Bu tür duaların bir başka örneği de Davud ile Süleyman Peygamberlerin
(ikisine de selâm olsun) Kur'ân'da nakledilen şu dualarıdır:
"Andolsun biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar
da, 'Bizi mümin kullarının birçoğuna üstün kılan Allah'a
hamdolsun.' dediler." (Neml, 15)
Bu iki peygamberin hamdetmede, şükretmede ve sahibi oldukları
ilmî üstünlüğü Rablerine izafe etmede gözettikleri edep
açıktır. Başka bazıları gibi konuşmuyorlar. Meselâ Karun'a, kendisine
ve servetine güvenerek kavmine karşı gururlanmaması yolunda
öğüt verildiğinde, "Bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde
bana verildi." (Kasas, 78) demişti. Başka bir kavim hakkında
da yüce Allah şöyle buyuruyor: "Peygamberleri onlara açık kanıtlar
getirince, onlar kendilerinde bulunan bilgi ile sevinip övündüler.
Sonunda alaya aldıkları şey ken-dilerini kuşatıverdi." (Mü'min,
83)
Allah onları birçok mümine üstün kıldı gerekçesi ile
hamdetmele-rinin sakıncası yoktur. Çünkü bu davranış, özel bir
nimeti anmak ve realiteyi ifade etmektir. Yoksa Allah'ın kullarına
karşı büyüklük taslamak değil ki, kötü görülsün. Nitekim yüce Allah
bir bölük müminin üstünlük isteğini ve yüksek karakterleri ve
yüce gayretleri gerekçesi ile onları övdüğünü şöyle ifade ediyor:
"Rabbimiz! Bize gözümüzün aydınlığı olacak eşler ve çocuklar
bağışla ve bizi (kötülüklerden) sakınanlara önder yap." (Furkan, 74)
Süleyman Peygamberin (a.s) karınca hikâyesi ile ilgili olarak
nakledilen şu sözleri de bu kabildendir: "Karınca vadisine geldikleri
zaman bir karınca, 'Ey karıncalar, dedi, yuvanıza girin ki Süleyman
ve ordusu farkında olmayarak sizi ezmesin.' (Süleyman)
onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: 'Rabbim! Bana ve
ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi
işler yapmamı gönlüme ilham et ve rahmetinle beni iyi kullarının
arasına kat." (Neml, 18-19) Karınca, Süleyman Peygambere sahibi olduğu büyük egemenliği
hatırlattı. O egemenlik ki, temelleri rüzgarın ve cinlerin emrine
sunulması ile pekişmişti. Rüzgarlar emri uyarınca esiyor ve cinler
istediği işleri yapıyorlar. Bunların yanı sıra kuşların dilini de biliyor.
Yalnız bu egemenliği, bizlerde olduğu gibi insanın varabileceği en
yüce özlem şeklinde görmüyor, gözünde öyle canlanmıyor ve bu
ihtişam ona kulluk sıfatını, Rabbi karşısındaki zavallılığını
unutturmuyor. Tersine bu muhteşem egemenliği, Rabbinin kendisine
bağışladığı bir nimet olarak algılıyor. Dolayısıyla da [karıncanın
sözlerinden] Rabbini, kendisine ve ana-babasına özel olarak
sunulan nimetleri hatırlıyor ve onları dile getiriyor. İşte bu tutum,
onun gibi bir peygamberin (ona selâm olsun) bu durumda takınabileceği
en üstün edep örneğidir.
Ayette görüldüğü gibi Hz. Süleyman burada, Allah'ın kendisine
sunduğu nimeti andı. Gerçi ona verilen nimetler çoktur ama, bu
noktada ön plânda gördüğü nimet o büyük egemenlik ve ezici saltanattır.
Bundan dolayı iyi işler yapmayı hatırladı ve Rabbinden
kendisini iyi işler yapmaya muvaffak kılmasını, gönlüne iyi işler
yapmayı ilham etmesini istedi. Çünkü mülk (egemenlik, hükümdarlık)
tahtında oturan kişiden en çok beklenen şey iyi işler yapmak
ve güzel bir tutum sergilemektir.
Bütün bunlardan dolayı Rabbinden ilk olarak kendisini nimetlerine
karşı şükretmeye, ikinci olarak da iyi işler yapmaya muvaffak
etmesini istedi. İyi iş yapma dileği ile yetinmeyerek iyi işi
"hoşnut olacağın" kaydı ile kayıtlandırdı. Çünkü o her işinde
Rabbini göz önünde bulunduran bir kuldur ve iyi işleri sırf Rabbinin
rızasını kazanmak için istemektedir. Arkasından, "ve rahmetinle
beni iyi kullarının arasına kat." diyerek iyi işlerle ilgili başarı dileğini
özde iyi olma dileği ile perçinlemiştir.
Bu tür duaların bir başka örneği Yunus Peygamberin (a.s)
kendisini yutan balığın karnındayken yaptığı ve bize Allah tarafından
nakledilen şu duadır: "Zünnun'u (Yunus'u) da (an); hani o öfkeli
hâlde (yurdundan) gitmişti, bizim asla sıkıştırmayacağımızı
sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde, 'Senden başka tanrı yoktur,
sen (noksanlıklardan) münezzehsin; gerçekten ben zalimlerden
oldum.' diye seslendi." (Enbiyâ, 87)
Kur'ân'ın bize anlattığına göre Yunus Peygamber (ona selâm
olsun), Rabbinden kavminin azaba çarptırılmasını istemişti. Allah
da onun bu isteğini kabul etti ve bunu Yunus Peygamber kavmine
haber verdi. Fakat azap gelmek üzereyken Rablerine tövbe ettikleri
için Allah tarafından azapları kaldırıldı. Yunus Peygamber bunu
görünce, kavmini terk ederek bir yolculuğa çıktı. Yolculuğu sırasında
bir gemiye bindi. Geminin yolunu bir balık kesti. Yolcular,
aralarından birini denize atmaya karar verdiler. Balık bu adamı
yutacak ve diğerleri kurtulacaklardı. Bu yolcu kur'a ile belirlenecekti.
Çekilen kur'ada Yunus Peygamberin adı çıktı ve denize atıldı,
böylece balık tarafından yutuldu. Yunus Peygamber balığın
karnında iken sürekli biçimde Allah'ı tesbih ediyordu. Sonunda Allah'ın
emri üzerine balık Yunus Peygamberi sahile attı.
Bu olay Allah'ın Yunus Peygambere yönelik bir ders vermesi
idi. Yüce Allah, değişik hâllerinin gerekleri uyarınca peygamberlerine
ders verir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Eğer Allah'ı tesbih edenlerden
olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında
kalırdı." (Sâffât, 143-144)
Yunus Peygamberin, kavmi ile ilgilenmeyi bırakıp amaçsız bir
yolculuğa çıkması, Rabbinin bir tasarrufunu yadırgayan, bu yüzden
Rabbine kızarak O'ndan kaçan, hizmetini ve kulluk görevini
terk eden bir kulun durumunu temsil ediyordu. Bu durum Allah'ın
hoşuna gitmediği için imtihana tâbi tutarak ona bir ders verdi, onu
edeplendirdi. Onu öyle daracık bir zindana attı ki, onun katmerli
karanlıklarında parmak ucu kadar bir genişlik bulamadı. Bunun
üzerine bu karanlıklar içinde, "Senden başka tanrı yoktur, sen
(noksanlıklardan) münezzehsin; gerçekten ben zalimlerden oldum."
diye seslendi.
Bu olup bitenlerin tek gayesi, durumunun temsil ettiğinden
farklı bir durumun ortaya çıkmasıydı. Bu farklı durum, şu gerçeği
ortaya koymak içindi: Yüce Allah onu yakalayıp istediği yerde
hapsetmeye kadirdir; ona dilediğini yapabilir. O hâlde Allah'tan
kaçıp sığınılabilecek tek yer yine Allah'ın kendisidir. Bu yüzden balığın
karnındaki o hâli, ona Allah'ın kendinden başkası olmayan
tek mabut olduğunu ve O'na kulluk etmenin kaçınılmaz olduğunu
kabul etmeyi telkin etti ve bu idrakle "Senden başka tanrı yok
tur." dedi. Allah'a, Rablık sıfatını anarak [yani "Rabbim!" diyerek]
seslenmedi. Bu dua, peygamberlerin (hepsine selâm olsun) duaları
içinde "Rabb" ismi ile başlamayan tek duadır.
Sonra yüce Allah'ın, kavmini kendilerine indirdiği azap ile yok
etmemesi üzerine onları terk etmesi ile ilgili hâlini hatırladı. Zalim
olduğunu itiraf etti ve Allah'ın her türlü zulümden ve noksanlıktan
münezzeh olduğunu belirtmek üzere, "sen (noksanlıklardan) münezzehsin,
gerçekten ben zalimlerden oldum." dedi.
Eski kulluk konumuna dönmekten ibaret olan isteğini dile getirmedi.
Çünkü o kadar utanca gömülmüştü ki, kendini lütuf istemeye
ve lütuf hak etmeye lâyık görmüyordu. Böyle bir isteğinin
varlığının delili ise, bir önceki ayeti izleyen şu ayettir: "Biz de onun
duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık." (Enbiyâ, 88)
Söz konusu isteğinin, daha önceki kulluk makamına dönmek
olduğunun delili ise şu ayettir: "Onu hasta bir hâlde ağaçsız, çıplak
bir yere attık. Üzerine kabak türünden bir ağaç bitirdik. Onu
yüz bin veya daha fazla insana peygamber gönderdik. Onlar ona
inandılar, diz de onları bir süreye kadar geçindirdik." (Sâffât, 145-
148)
Eyyub Peygamberin (a.s) yatalak bir hasta olduktan, malını ve
çocuklarını kaybettikten sonra yapmış olduğu şu dua da bu kabildendir:
"Eyyub'u da (an); hani o, 'Başıma dert geldi ve sen merhametlilerin
en merhametlisisin.' diye Rabbine seslenmişti." (Enbiyâ,
83)
Daha önceki açıklamalarımızla bu duada gözetilen edep kuralları
açıklık kazanmaktadır. Eyyub Peygamber, daha önce incelediğimiz
Âdem, Nuh, Musa ve Yunus Peygamberlerin (hepsine selâm
olsun) dualarında olduğu gibi isteğini açıkça dile getirmiyor.
Nefsini arka plâna atmak ve kişisel problemini önemsiz gördüğünü
belirtmek için böyle davranıyor. Daha önce gördüğümüz ve ileride
göreceğimiz üzere peygamberler, bu isteklerinin hiçbirinde
nefislerinin arzularına uymamakla birlikte dünya konuları ile ilgili
dualarında isteklerini açıkça ifade etmezler.
Eyyup Peygamberin, isteğini açıkça dile getirmemesinin bir
başka açıdan başka bir nedeni de vardır. O da şu ki: Sıkıntıya
düşmek gibi istekte bulunmaya yol açan sebebi zikretmek, bunun
yanı sıra "merhametlilerin en merhametlisi" olmak gibi isteğe
muhatap merciin istekte bulunanı istekte bulunmaya özendiren
sıfatını dile getirip isteğin kendisini açıkça söylememek, ihtiyacın
belirtilmesinin gerekli olmadığını en etkili bir şekilde ifade ediyor.
Çünkü bu durumda eğer ihtiyacın ne olduğu açıkça söylense, sözü
edilen sebeplerin, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ın
merhametini harekete geçirmeye yetmediği ve bu yüzden açık bir
dille desteklenmesine, sözle düşündürülmeye ihtiyaç duyulduğu
sanılır.
Bu tür duaların bir başka örneği, Hz. Zekeriyya'nın (a.s)
Kur'ân'da nakledilen şu duasıdır: "(Bu,) Rabbinin, kulu
Zekeriyya'ya yönelik rahmetinin anılmasıdır. Hani o, Rabbine gizli
bir sesle yalvarmıştı. Rabbim, demişti, kemiklerim gevşedi ve
baş, yaşlılık aleviyle tutuştu; ben sana dua etmekle mutsuz olmadım.
Doğrusu ben, arkamdan gelecek olan yakınlarım adına
korkuya kapıldım, benim karım da bir kısır kadındır. Artık bana
kendi katından bir yardımcı (oğul) armağan et. Bu oğul benim ve
Yakub oğullarının mirasını sürdürsün. Rab-bim, onu sevimli bir
kişi yap." (Meryem, 2-6)
Zekeriyya Peygamberi Rabbinden bir erkek evlât istemeye özendiren
faktör, İmran kızı Meryem'de müşahede ettiği züht ve ibadet
ile Allah'ın ona ikram ettiği kulluk edebi ve ona kendi katından
lütfettiği rızk verme ayrıcalığı idi. Yüce Allah Âl-i İmrân suresinde
bu olayı şöyle anlatıyor: "Zekeriyya'yı da onun (Meryem-
'in) bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya onun yanına, mihraba her
girişinde onun yanında bir rızk bulurdu. 'Ey Meryem, bu sana nereden
(geliyor)?' deyince, 'Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah
dilediğine hesapsız (karşılıksız) rızk verir.' derdi. Orada Zekeriyya
Rabbine dua etti, 'Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan
et. Doğrusu sen duaları işitensin.' dedi." (Âl-i İmrân, 37-38)
Zekeriyya Peygamberi temiz bir evlâda yönelik şiddetli bir arzu
sardı. Böylece nasıl ki Meryem, babası İmran'a vâris olup olanca
gücü ile Allah'a ibadet ederek O'nun katından bir keramete erdi
ise, o evlât da kendisinin yerine geçecek, vârisi olacak ve
Rabbine, O'nun hoşnutluğunu kazanacak şekilde ibadet edecekti.
Fakat diğer taraftan yaşı oldukça ilerlemiş ve güçten düşmüştü.
Eşi de öyle idi. Ayrıca çocuk doğuracak döneminde bile kısırdı. Bu
yüzden Allah'ın rızasını kazanacak temiz bir evlât sahibi olma nimetinden
mahrum olmanın hasretinin içini ne kadar yaktığını ancak
Allah bilirdi.
Fakat içi öylesine güçlü bir ilâhî hamiyetle, öylesine coşkun bir
ilâhî güvenle dolu idi ki, Rabbine yönelip ilâhî merhameti ve şefkati
harekete geçirecek hâlini ona arz etmekten kendini alamadı.
Çünkü o, çocukluğundan beri sürekli olarak kulluk kapısına ve dileklerini
sadece O'nun dergâhına sunmaya bağlı idi. Kemiklerini
bu uğurda yıpratmış ve başı, yaşlılık aleviyle tutuşmuştu [saçlarını
bu uğurda ağartmıştı], Rabbine dua etmekle de hiçbir zaman
mutsuz olmamıştı. O, Rabbini duaları işitici olarak bulmuştu; şimdi
de duasını işitip ona kendisini hoşnut edici bir mirasçı verse
olmaz mıydı?
Zekeriyya Peygamberin bu isteğini coşkun bir heyecan ve hüzün
içinde dile getirdiğin delili, kendisine Allah tarafından isteğinin
kabul edildiği bildirildikten sonra Kur'ân'da nakledilen şu sözleridir:
"Zekeriyya dedi ki: 'Benim nasıl oğlum olabilir ki, eşim çocuktan
kesildi ve ben ileri derecede yaşlıyım?' Ona gelen melek,
İşte böyle, dedi, Rab-bin dedi ki: Bu benim için kolaydır, daha önce
hiçbir şey değil iken, seni yaratmıştım." (Meryem, 8-9)
Açıkça görülüyor ki, Zekeriyya Peygamber (a.s) isteğinin kabul
edildiğini işitince, kendine geldi ve gerek isteğinin, gerekse isteğinin
kabul edilişinin garipliği karşısında şaşkınlığa uğradı. Bu şaşkınlıkla
Rabbine bu uzak ve garip işin nasıl mümkün olabileceğini
sormuş ve bunun için bir belirti istemiş, bu belirti de ona gösterilmişti.
Her neyse. Zekeriyya Peygamberin bu duada gözettiği edep,
onu bu duayı yapmaya sevk eden şevkten ve hüzünden kaynaklanmıştır.
Bundan dolayı duasını yapmadan önce Allah yolundaki
istikrarlı ilerleyişini dile getirdi. Şöyle ki, bütün ömrünü Allah'a yönelme
ve O'na dua etme, her şeyi O'ndan isteme yolunda geçirmişti.
Nihayet her merhametli gözlemcinin kalbini yumuşatacak
bir noktaya vardı. İşte bu noktadan sonra Rabbinden bir erkek evlât
istedi ve bu isteğini Rabbinin duaları işitici olması gerekçesine
dayandırdı.
İşte isteğini dile getirmeden önceki sözlerinin anlamı budur.
Yoksa böyle demekle, uzun zamandır yaptığı ibadetleri Rabbine
karşı bir minnet olarak göstermek istemiyor. (Peygamberlerlik
makamı böyle bir davranıştan münezzehtir.) Dolayısıyla Âl-i İmrân
suresinde yer alan, "Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan
et. Şüphesiz sen duaları işitensin." (Âl-i İmrân, 38) şeklindeki
sözlerinin anlamı şudur: Ben bu dileğimi, uzun süredir yaptığım
ibadetin senin katında bir değeri olduğu için veya bu ibadetten dolayı
bana bir minnet borcun olduğunu düşünerek sana
yöneltmiyorum. Ben senin, kullarının duasını işittiğini ve darda kalanların
isteklerine olumlu karşılık verdiğini gördüğüm için senden
istekte bulunuyorum. Arkamdan gelecek yakınlarım adına korkuya
kapılmam ve sana ibadet edecek temiz bir soya şiddetle müştak
olmam, beni senden böyle bir dilekte bulunmama zorladı.
Yukarıda söylediğimiz gibi Zekeriyya Peygamberin bu duasında
gözettiği bir edep kuralı da, arkasından gelecek yakınlarıyla ilgili
endişesine, "Rabbim, o evlâdı razı olunmuş kıl." (Meryem, 6)
şeklinde sözlerini eklemesidir. Rıza her ne kadar doğal olarak onu
taşıyan kimsede sabit bir sıfat olduğuna delâlet ediyorsa ve mutlak
hâli ile Allah'ın rızasını, Zekeriyya'nın rızasını, Yahya'nın rızasını
hep birlikte kapsıyorsa da, Âl-i İmrân suresindeki "hoşa giden
bir soy" (Âl-i İmrân, 38) ifadesi, bu evlâdın razı olunmuş olmasından
kastedilenin, Zekeriyya-nın yanında razı olunmuş olması olduğuna
delâlet eder. Çünkü evlâtlar, ancak sahipleri için hoşa giden olurlar.
Bu duaların bir başka örneği, İsa Peygamberin gökten sofra
indirilmesini istediğinde yaptığı, bize nakledilen şu duadır: "Meryem
oğlu İsa şöyle dedi: Allah'ım, ey Rabbimiz! Bize gökten bir
sofra indir ki, (bugün) hem öncekilerimiz, hem de sonrakilerimiz
için bir bayram ve senden bir mucize olsun. Bize rızk ver. Sen rızk
verenlerin en hayırlısısın." (Mâide, 114)
Havarîlerin İsa Peygambere (ona selâm olsun) yönelik gökten
sofra indirilmesine ilişkin Allah'ın kelâmında yer alan isteklerinin
söz akışı, bu isteğin onun için en zor isteklerinden biri olduğunu
gösterir. Çünkü havarîler bu isteği, "Senin Rabbin bize gökten bir
sofra indirebilir mi?" şeklinde dile getirdiler. Bu sözler ilk önce,
görünüşte Allah'ın gücünden kuşku duyma anlamı içeriyor. Bu
kuşku ise kulluk edebi ile bağdaşmaz. Gerçi havarîlerin sorusunun
maksadı gücün kendisi değil, böyle bir şeyin uygun ve yerinde olup
olmadığıdır, ama yine de ifadenin kabalığı tartışılmaz.
İkinci olarak havarîler, her yanları İsa Peygamberin (ona selâm
olsun) mucizeleri ile sarılmış olduğu hâlde yeni bir mucize
istiyorlardı. Her şeyden önce onun kendisi bir mucize idi. Beşikteyken
konuşabilmesi bir mucize idi. Ölüleri diriltmesi, kuşları yaratması,
anadan doğma körleri ve alacalıları iyileştirmesi, gaybten
haber vermesi, Tevrat'ı, İncil'i, Kitab'ı ve hikmeti bilmesi, bütün
bunlar hiçbir şüpheciye şüphe yeri bırakmayacak açıklıkta ilâhî
mucizelerdi. İşte bütün bunlara rağmen kendileri için bir mucize
seçerek bunun gerçekleşmesini istemeleri, görünüşte Allah'ın
mucizelerini oyuncak hâline getirmek, [Allah'ın yüceliğini hafife
alarak] O'nun yüce zatıyla oynamak anlamına geliyordu. Nitekim
bundan dolayı İsa Peygamber, "Eğer mümin iseniz, Allah'tan korkun."
diyerek onları azarlamıştı.
Fakat buna rağmen havarîler, "İstiyoruz ki, ondan yiyelim,
kalplerimiz sakinleşsin, bize (Rabbinden tebliğ ettiğin hususlarda)
doğru söylediğini kesin olarak bilelim ve buna (dünya ve kıyamette)
tanıklık edenlerden olalım." diyerek ısrarlarını sürdürdüler
ve İsa Peygamberi bu dilekte bulunmaya yönelttiler. O da bu
yüzden bu dileği yöneltmek durumunda kaldı.
Hz. İsa (a.s) ise Allah'ın bağışladığı edep sayesinde havarîlerin
is-teğini düzelterek yüce Allah'a sunulacak hâle getirdi. Bunun için
ilk önce, bunun kendisi ve ümmeti için bir bayram olmasını dile
getirdi. Çünkü bu mucize, diğer peygamberlerce (hepsine selâm
olsun) gösterilen mucizeler arasında benzeri olmayan yeni bir
şeydi. Çünkü diğer peygamberlerin gösterdikleri mucizeler ya susturucu
delil olmaları için veya indirilmelerine ümmetin ihtiyaç
duyduğu için indirilmişti. Oysa bu mucize bu niteliklerin hiçbirini
taşımıyordu.
İkinci olarak, "senden bir mucize olsun." diyerek havarîlerin
sıraladıkları kalplerinin güven bulması, doğru söylediğini bilmeleri
ve olaya tanık olma gibi bu mucizeden beklenen faydaları özetlemiştir.
Üçüncü bir edep örneği olarak da havarîlerin, "İstiyoruz ki, on
dan yiyelim" şeklindeki ifadelerinde ön sıraya koydukları yemek
yeme amacını arka sıraya attı, ayrıca "Bize rızk ver." diyerek bu
amacı edebe uygun bir kılığa büründürdü, arkasından da "Sen rızk
verenlerin en hayırlısısın." diyerek bir yandan isteğini teyit ederken,
öbür yandan yüce Allah'a övgü sunmuş oldu.
Bunların yanı sıra Allah'a seslenişe "Allah'ım, ey Rabbim!"
seslenişleriyle (nidalarıyla) başlayarak, diğer peygamberlerin dualarında
rastlanan "Rabbim" veya "Rabbimiz" ifadelerine bir de "Allah'ım"
ifadesini ekledi. Daha önce söylediğimiz gibi durumunun
zorluğundan dolayı bu eklemeyi yaptı.
Bu edebin bir başka örneği, Kur'ân'da nakledilen İsa Peygamberin
Rabbi ile arasındaki şu konuşmadır: "Hani Allah dedi ki: 'Ey
Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, Allah'tan başka beni ve annemi
de iki tanrı edinin, dedin?' İsa şöyle dedi: Hâşâ, sen (her türlü
noksanlıktan) yücesin. Gerçek olmadığını bildiğim bir sözü söylemeye
benim hakkım yoktur. Eğer böyle bir şey söyleseydim sen
mutlaka onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben senin
özündekini bilemem. Çünkü gaypleri yalnız sen bilirsin. Ben
onlara, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, diye senin
bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim. Aralarında olduğum
sürece üzerlerinde gözetleyici oldum. Fakat beni tam olarak
(onların içinden) alınca, onların (amellerinin) tek koruyucusu sen
oldun. Ve sen her şeyin şahidisin. Eğer onları azaba çarptırırsan
onlar senin kullarındır. Eğer günahlarını affedersen şüphe yok ki,
sen izzet ve hikmet sahibisin." (Mâide, 116-118)
İsa Peygamberin (a.s) bu sözlerinde gözettiği birinci edep kuralı,
sözlerine başlarken yüce Allah'ı şanına yakışmayan noksanlıklardan
tenzih etmesidir. Tıpkı şu ayette yüce Allah'ın bizzat
kendisinin yaptığı gibi: "Rahman olan Allah evlât edindi dediler.
Hâşâ!" (Enbiyâ, 26)
Onun gözettiği ikinci edep kuralı şudur: Kendini, böyle bir söz
söylemesi sanılamayacak derecede küçük ve aşağı olarak takdim
ediyor ve bu yüzden böyle bir sözü söylediğini reddetmesine bile
gerek görmüyor. Bu düşünce ile başından sonuna kadar sözlerinin
hiçbir yerinde "söylemedim" veya "yapmadım" demiyor, bunun yerine
böyle bir sözü arka arkaya kinaye yolu ile ve üstü kapalı bir
biçimde reddederek, "Gerçek olmadığını bildiğim bir sözü söyle
meye benim hakkım yoktur." diyor ve o sözün sebebini reddetmekle
sözü söylediğini reddetmiş oluyor. Yani, benim bu gibi söz
söylemeye hakkım yoktur; dolayısıyla böyle büyük bir sözü ağzıma
almam imkânsızdır. Arkasından, "Eğer böyle bir şey söyleseydim
sen mutlaka onu bilirdin." diyerek öyle bir söz söylemeyi, kaçınılmaz
sonucu ile reddediyor. Yani, eğer ben böyle bir söz söylemiş
olsaydım, bunun kaçınılmaz sonucu, senin bunu bilmendi. Çünkü
senin ilmin beni ve bütün gaybı kuşatmıştır.
Daha sonra, "Ben onlara, 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah-
'a kulluk edin' diye senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim."
diyor. Böylece öyle bir söz söylemediğini, zıddını ortaya
koyarak, hasr edatı olan "mâ" ve "illâ" kelimeleri sayesinde pekiştirmeli
bir dille reddediyor. Yani: "Evet, ben onlara bir söz söyledim.
Ama bu söz senin bana emrettiğin mesajdan ibarettir ki, o
da, 'Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' mesajıdır.
Böyle dedikten sonra beni ve annemi Allah'ın yanında ilâh edinmelerini
nasıl söyleyebilirdim?"
Arkasından da, "Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici
oldum. Fakat beni tam olarak (onların içinden) alınca,
onların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun." diyor. Bu sözler,
onun "senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim." şeklindeki
sözlerini tamamlayan bir reddiye niteliğindedir. Çünkü bu
sözlerin anlamı şudur: Bana atfedilen sözlerin hiçbirini ben onlara
söylemedim. Onlara söylediklerim, senin emrettiklerindir. Bunlar
da, "Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." mesajıdır.
Bu mesaj dışında bana bir emir verilmedi. Aralarında kaldığım sürece
onlarla tek ilişkim şahitlik ve denetlemedir. Canımı alınca onlardan
koptum. Artık onların tek gözetleyicisi ve şahidi sen oldun.
Senin bu şahitliğin sürekli ve geneldir. Canımı almadan önceki ve
sonraki bütün zamanları kapsadığı gibi onları ve diğer her şeyi de
kapsar.
Söz bu noktaya gelince İsa Peygamber (a.s) bu sözleri, şimdiye
kadar dile getirdiği şekilleri tamamlayacak nitelikte olan bir
başka şekilde reddediyor. Kesin bir ret niteliği taşıyan bu ifade,
"Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin kullarındır..." şeklindedir.
İsa Peygamber (a.s) -cümlelerin akışının teyit ettiğine göreşöyle
diyor: Durum anlattığım gibi olunca, artık ne benim onlarla
ve ne onların benimle bir ilişkisi vardır, sen ve kulların baş
başasınız. Eğer onları azaba çarptırırsan onlar senin kullarındır.
Efendi ve Rab, emrine karşı çıkan, O'na ortak koşan kölelerini azaba
çarptırmaya yetkilidir ve onlar böyle bir azaba müstahaktırlar.
Eğer onları affedersen, hiç kimse seni kınayamaz. Çünkü sen
azizsin, kimse sana üstün gelemez; hikmet sahibisin, yaptığın hiçbir
iş yersiz ve boş olmaz, her zaman en uygun olanı yaparsın.
Bu açıklamalarımızda İsa Peygamberin (a.s) sözlerindeki kulluk
edebinin ince örnekleri ortaya çıkıyor. Sözlerinin her cümlesini,
en etkili bir üslûpla ve en sadık dille ifade etmiş, en güzel övgülerle
donatmıştır.
Bu dualardan biri de Peygamberimizin yaptığı duadır. Kendisi
ile birlikte müminleri de zikrettiği bu duayı Kur'ân bize şöyle naklediyor:
"Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene inandı,
müminler de. Tümü Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine
inandı. O'nun el-çileri arasında hiçbirini ayırt etmeyiz (dediler). Ve
dediler ki: İşittik ve itaat ettik. (Günahlarımızı) bağışlamanı dileriz,
ey Rabbimiz! Varış ancak sanadır. Allah hiç kimseye güç yetirebileceğinden
başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik
kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. Rabbimiz! Unutur
ya da yanılırsak, bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere
yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün
yetmeyeceği yükü taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize acı.
Sen bizim mevlâmızsın; öyleyse kâfir top-luluğuna karşı bize yardım
et." (Bakara, 285-286)
Görüldüğü gibi, yüce Allah bu ayetlerde Peygamberimizin
(s.a.a) Kur'ân'ın içerdiği bilgilere ve hükümlere bir bütün olarak
inandığını naklediyor. Arkasından müminleri de Peygamberin
(s.a.a) yanına koyuyor. Bu müminlerden kasıt sadece Peygamberimizin
(s.a.a) çevresinde bulunan o günkü müminler değil, ayetlerin
akışından anlaşıldığı üzere bu ümmete mensup bütün müminlerdir.
Bu durumun gerektirdiği sonuç şudur: Bu ayetlerde zikredilen
ikrarlar, övgüler ve dualar bir bölüm müminler tarafından hâl dili
ile söylenmiş olarak naklediliyor. Gerçi müminlerin diğer bir bölümünün
bu ifadeleri kendi dilleri ile söylemiş olmaları mümkündür.
Veya Peygamberimiz (s.a.a) bu ifadeleri hem kendisi, hem de
müminler adına doğrudan Rabbine söylemiş olabilir. Çünkü müminler
iman etmekle Peygamberimizin temiz ve mübarek nefsinin
ağacının dalları olmuşlardır.
Bu iki ayetin içeriğinde, Ehlikitap ile bu ümmetin müminlerinin,
Allah'ın kutsal kitaplarında yer alan mesajları karşısındaki tutumlarının
birbirleri ile karşılaştırıldığı söylenebilir. Başka bir ifadeyle
bu iki kesim, kendilerine indirilen kutsal kitap karşısında
takındıkları kulluk edebi bakımından birbirleri ile karşılaştırılıyorlar.
Bunu şundan anlıyoruz: Yüce Allah bu iki ayette bu ümmetin
mensuplarını överken ve onların yükümlülüklerini hafif tuttuğunu
ima ederken, surenin daha önceki ayetlerinde Ehlikitab'ı azarlamakta,
hatta kınamaktadır.
Dolayısıyla buradaki övgüler tamamıyla oradaki yergilerin
karşısında yer almıştır. Şöyle ki, Bakara suresinde söz konusu edilen
önceki ayetlerde Ehlikitab'ın melekler arasında ayırım yaparak
Cebrail'den nefret edip diğer melekleri sevdikleri belirtilmiştir. Aynı
ayırımı Allah tarafından indirilen kutsal kitaplar arasında da yaparak
Kur'ân'ı inkâr ederken diğerlerine inanmışlardır.
Bunların yanı sıra Allah'ın peygamberleri arasında da ayırım
yaparak Musa Peygambere (a.s) veya Musa ve İsa Peygamberlere
inanırken, Hz. Muhammed'i (s.a.a) inkâr etmişlerdir. Ayrıca ilâhî
hükümler arasında da ayırım yaparak Allah'ın kitaplarında yer alan
hükümlerin bazılarına inanırken, diğer bazılarını inkâr etmişler
ve bütün bu nedenlerden dolayı yerilmişlerdir. Oysa bu ümmetin
müminleri Allah'a, meleklere, kutsal kitaplara ve peygamberlere
hiçbir ayırım yapmadan inanmışlardır. [Nitekim bu iki ayette bu
hususa işaret edilmektedir.]
Bu ümmetin müminleri, kendilerine indirilen hak bilgilere teslim
olarak Rablerine karşı edepli davrandıkları gibi, kendilerine
önerilen hükümleri kabul ederek de edepli davrandılar. Çünkü Yahudiler
gibi "İşittik ve karşı geldik." değil, "İşittik ve itaat ettik."
dediler. Arkasından yine edepli davranarak kendilerini Allah'ın
mülkiyeti altındaki kulları saydılar. O'na karşı hiçbir şeye malik
olmadıklarını, ibadetlerini ve itaatlerini O'na karşı bir minnet meselesi
yapmadıklarını belirtmek üzere, "(Günahlarımızı) bağışlamanı
dileriz, ey Rabbimiz!" dediler; Yahudiler gibi, "O bizi affede
cek", "Allah fakir, biz ise zenginiz", "Sayılı birkaç gün dışında bize
cehennem ateşi kesinlikle dokunmayacak." ve benzeri nice saçma
sözler söylemediler.
Yüce Allah daha sonra, "Allah hiç kimseye güç yetirebileceğinden
başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına
ve kötülük de kendi zararınadır." buyuyor. İlâhî yükümlülük
doğal olarak insanların yaratılıştan getirdikleri fıtrata tâbidir. Bu
da bilinen bir gerçektir ki, yaratılışın türü olan fıtrat nelerle donanmış
ise, sahibini onlara doğru çağırır. Hayatın mutluluğu da
kesinlikle bundadır.
Evet; eğer durum daha büyük bir önem vermeyi gerektirecek
nitelikte veya emrin muhatabı olan kul, fıtratın hükmü ve kulluk
konumu dışına çıkmış olursa, o zaman fıtrat yönünden gelecek
başka bir hükümle Mevlâ veya yetkili merci, kula normal gücünü
aşan bir yükümlülüğü yöneltebilir. Meselâ, sırf şüpheye kapılmakla
ihtiyata uymasını emredebilir veya meseleye olağanüstü derecede
önem verildiği takdirde unutmadan ve hatadan kaçınmasını
şart koşabilir. İslâm şeriatında adam öldürme, namus ve mal konularında
ihtiyat esasına göre işlem yapılmasının gerekli oluşu gibi.
Veya inatlılığı sürdüren ve ısrarla soru soran fertlere ağır yükümlülükler
yükleyebilir ve onları şiddetli baskı altına alabilir. Yüce
Allah'ın İsrailoğulları hakkında haber verdiği bazı ağır yükümlülükler
bunun örnekleridir.
Kısacası, her halükârda "Allah hiç kimseye güç yetirebileceğinden
başkasını yüklemez." ifadesi[nin kime ait olduğu hususunda
iki ihitmal vardır:] Ya Peygamberimiz (s.a.a) ile müminlerin
sözlerinin uzantısıdır. Onlar bu ifadeyi, "Rabbimiz! Unutur ya da
yanılırsak, bizi sorumlu tutma." şeklindeki sözlerine giriş olsun diye
dile getirmişlerdir.
Bir diğer maksatları da Allah'a övgü olması ve Allah'ın, insanları
güçlerinin yetmediği konulardan sorumlu tutacağı ve zor yükümlülükler
yükleyeceği yolundaki asılsız şüphenin giderilmesidir.
Bu asılsız kuşku şöyle giderilmiş oluyor: Allah hiç kimseye gücünü
aşan bir yük yüklemez. "Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak, bizi
sorumlu tutma." şeklindeki isteğe gelince; bu istek, hüküm yönünden
veya inatçı yükümlüler yönünden kaynaklanan ikinci dereceden
hükümlerle ilgilidir; yoksa Allah tarafından emredilen
temel hükümlerle ilgili değildir.
Ya da [yüce Allah'ın kendi sözüdür ki,] Peygamberimiz (s.a.a)
ile müminlerin "(Günahlarımızın) bağışlanmasını dileriz, ey
Rabbimiz!" şeklindeki sözleri ile "Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak,
bizi sorumlu tutma." şeklindeki sözleri arasına konulmuştur.
Bununla az önce anlattığımız faydayı sağlaması ve Allah'ın onlara
yönelik bir edep öğretmesi amaçlanmıştır. Bu durumda da bu
cümle onlar tarafından söylenmiş bir söz yerine geçer. Çünkü onlar
Allah tarafından indirilen sözlere inanmış kimselerdir ve bu söz
de O'ndan gelmiştir. Bu ihtimallerin hangisi geçerli olursa olsun,
bu söz onların dualarının ve sözlerinin dayanaklarından biridir.
Arkasından diğer duaları, başka bir ifadeyle diğer istekleri şöyle
zikrediliyor: "Rabbimiz!... bizi sorumlu tutma.", "Rabbimiz! Bize...
ağır yük yükleme", "Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği
yükü taşıtma. Bizi affet." Bu isteklerinden maksatları unutarak,
yanılarak ve diğer zorlaştırıcı faktörler yüzünden işledikleri günahların
affedilmesi olsa gerek. "Bizi bağışla. Bize acı." Yani, diğer
günahlarımızı ve hatalarımızı bağışla.
Daha önceki, "(Günahlarımızı) bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz!"
şeklindeki sözlerine dayanarak burada bağışlama dileğini
tekrarlamış oldukları söylenemez. Çünkü o söz, müminlerin durumu
ve Rablerine karşı takındıkları edep ile Ehlikitab'ın Rablerine
karşı ve kendilerine indirilen kutsal kitaba karşı takındıkları
edep arasında bir karşılaştırma yapılması amacına yönelik onlardan
aktarılmıştır. Üstelik dua makamı, başka makamların aksine
tekrarlara müsaittir.
Bu duada açıklamaya gerek kalmayacak derecede tam bir
kulluk edebi sergilenmiş, art arda rububiyet makamına sığınılmış,
Allah'ın mülkiyetine ve veliliğine itiraf edilmiş, Allah'ın yüceliği
karşısında kul olmanın zillet ve zavallılık konumunda durulmuştur.
Kur'ân'da Peygamberimize (s.a.a) yönelik birçok ilâhî
edeplendir-me örnekleri ve yüce eğitimler vardır. Bunlar bazen Allah'a
yönelik çeşitli övgüler, bazen de Allah'a sunulmuş dilekler
şeklinde karşımıza çıkar. Şu ayetlerde olduğu gibi: "De ki: Allah-
'ım, (ey) mülkün sahibi, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden
çekip alırsın; dilediğini aziz kılar. dilediğini alçaltırsın; bütün ha
yırlar sadece senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye güç yetirensin.
Geceyi gündüze katarsın..." (Âl-i İmrân, 26-27) "De ki: Allah-
'ım, ey gökleri ve yeri yoktan var eden, görülmeyeni ve görüleni
bilen! Ancak sen ayrılığa düştükleri şeylerde kullarının arasında
hükmedersin." (Zümer, 46) "De ki: Hamdolsun Allah'a ve selâm olsun
O'nun seçtiği kullarına." (Neml, 59) "De ki: Benim namazım,
ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir."
(En'âm, 162) "De ki: Rabbim, ilmimi artır." (Tâhâ, 114) "Ve de ki:
Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden sana sığınırım."
(Mü'minun, 97) Kur'ân'da bu anlamdaki ayetler pek çoktur.
Bu ayetlerin ortak özelliği çok güzel ve üstün bir edebi içermeleridir
ki Allah, Peygamberimizi (s.a.a) bu edep üzerine eğitmiş ve
Peygamberimiz de ümmetini bu edebi edinmeye çağırmıştır.
7- Buradaki konumuz; peygamberlerin, kavimleri ile yaptıkları
konuşmalarda Rableri tarafından gözettikleri edep kurallarıdır. Bu
da geniş bir konudur. Bu konu, Allah'ı övme ile ilgili edebin uzantısı
olsa da, bir başka açıdan sözlü tebliğden etkisi az olmayan, hatta
sözlü tebliğin etkisini güçlendiren amelî tebliğin önemli bir bölümüdür.
Kur'ân'da bu konu ile ilgili birçok örnekler vardır. Nitekim yüce
Allah, Nuh Peygamber ile kavmi arasındaki konuşmalar hakkında
şöyle buyuruyor: "Dediler ki: 'Ey Nuh, bizimle mücadele ettin.
Hem bizimle mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğru sözlülerden
isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir.' (Nuh) dedi ki: Onu size, dilediği
takdirde ancak Allah getirir; siz O'nu âciz bir hâle getiremezsiniz.
Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermeyi
istesem de benim öğüdüm size yarar sağlamaz. O'dur sizin
Rabbiniz ve O'na döndürüleceksiniz." (Hûd, 34)
Nuh Peygamber (a.s) bu sözlerinde kendisini âciz hâle getirmek
amacıyla kavminin şahsına izafe ettiği azap verme yetkisini
reddederek bu yetkiyi Rabbine izafe ediyor. "dilediği takdirde" ve
"siz O'nu -yani Allah'ı- âciz bir hâle getiremezsiniz." şeklindeki ifadelerle,
Rabbine karşı takındığı edebi ileri dereceye vardırıyor.
Bundan dolayı azaba çarptırma yetkisini "Rabb" ismine değil, Allah
ismine izafe ediyor. Çünkü bütün cemal ve celâl sıfatları Allah
isminde son buluyor.
Üstelik kendisinin mucize ortaya koyma gücünü reddederek,
bu gücün sadece Allah'a ait olduğunu vurgulamakla yetinmeyip,
Allah'ın dileği ile örtüşmediği takdirde yapacağı nasihatin kavmine
faydalı olmayacağını ifade ediyor. Böylece kendinin güçsüz olduğu
ve bütün gücün Rabbine ait olduğu gerçeğini kesin bir dille
tamama erdirmiş oluyor ve bu ifadelerini, "O'dur sizin Rabbiniz ve
O'na döndürüleceksiniz." ifadesi ile gerekçelendiriyor.
Bu konuşma, Allah'ın yanında halka yönelik güzel edeple
dopdolu bir diyalogdur. Nuh Peygamber (ona selâm olsun), bu konuşmayı
ken-dilerine mücadele açtığı kavminin zorbaları ile yapıyor.
O, peygamberler (hepsine selâm olsun) içerisinde tevhide davet
konusunda mücadele kapısını açan, Kur'ân'da anlatıldığı üzere
putperestliğe karşı başkaldıran ilk peygamberdir.
Bu konu, peygamberlerin (hepsine selâm olsun) edebini inceleyenlerin
büyüteç altına alacakları en geniş alandır. Bu alanda
onların adep ve kemâl dolu gidişatlarının en ince örnekleri ile karşılaşırız.
Çünkü onların bütün sözleri, davranışları, hâl ve hareketleri
kulluk murakabesi ve huzuru esasına dayanır. Görünümün
Rabbinden gaip, yüce Rabbi de kendisinden gaip bir kimsenin
davranışları gibi olması bunu değiştirmez. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"O'nun yanında bulunanalar, O'na kulluk etmekten
büyüklenmez ve yorulmazlar. Gece ve gündüz tesbih ederler, hiç
ara vermezler." (Enbiyâ, 19-20)
Yüce Allah Hud, Salih, İbrahim, Musa, Şuayb, Yusuf, Süleyman,
İsa, Muhammed (s.a.a) ve diğer peygamberlerin (hepsine selâm
olsun) sıkıntı, rahatlık, savaş, barış, gizli, açık, müjdeleme ve
uyarma gibi değişik durumlarda gerçekleştirdikleri birçok karşılıklı
konuşmaları bize naklediyor.
Meselâ şu ayet üzerinde iyice düşün: "Bunun üzerine Musa,
çok kızgın ve üzüntülü bir hâlde kavmine döndü. (Onlara) dedi ki:
Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmamış mıydı?
Süre mi size uzun geldi, yoksa Rabbinizden üzerinize bir gazabın
inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz söze ters davrandınız?"
(Tâhâ, 86) Bu ayette kavminin yanına öfke ve kızgınlıkla dopdolu
dönen Musa Peygamberin (a.s), bu durumda bile Rabbini hatırlamakta
edepli davranmaktan geri kalmadığı, bu durumunun ken