El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7

El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:70%

El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 Yazar:
Grup: KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ
Sayfalar: 0

El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7

Yazar: Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 1213
İndir: 235

Açıklamalar:

El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7
  • EN'ВM SURESЭ(Tamamэ:1-165)

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • EN'ВM SURESЭ(Tamamэ:1-165)

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • EN'ВM SURESЭ (Tamamэ:1-165)

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN MEВLЭ

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN MEВLЭ

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • EN'ВM SURESЭ (Tamamэ:1-165)

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN MEВLЭ

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • HAYVANLAR ВLEMЭ

  • En'вm Sыresinin Devami

  • El-Mоzвn Fо Tefsоr-il Kur'вn.En'вm Sыresi

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN MEВLЭ

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • HЬKMЬN ANLAMI VE YALNIZCA ALLAH'A AЭT OLUЮU

  • YЬCE ALLAH'IN FЭЭLЭNЭN VE HЬKMЬNЬN GERЗEK ANLAMI

  • En'вm Sыresinin devami

  • El-Mоzвn tefsirinin devami

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN MEВLЭ

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • En'вm Sыresi / 74-83

  • En'вm Sыresiin devamэ

  • El-Mоzвn Fо Tefsоr-il Kur'вn. En'вm Sыresi

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • ЭBRAHЭM PEYGAMBER'ЭN (A.S) KISSASI VE KЭЮЭLЭРЭ

  • AYETLERЭN MEВLЭ

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • KUR'ВN'DA "KЭTAP" KAVRAMININ ANLAMI

  • KUR'ВN'DA HЬKЬM KAVRAMININ ANLAMI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • Ayetlerin Meвli

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • KUR'ВNDA BEREKET KAVRAMININ ANLAMI

  • En'вm Sыresi

  • HER ЮEYЭ KUЮATAN, HER ЮEYЭ KAPSAYAN YARATILIЮ GERЗEРЭ ЬZERЭNE

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • EN'ВM SURESЭ.(Tamamэ:1-165)

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • El-Mizвn Tefsiri Ayetlerin Meвli

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • En'вm Sыresi Ayetlerin Meвli

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • ЭLВHО YOL GЦSTERЭCЭLЭРЭN (HЭDAYETЭN) ANLAMI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • Ayetlerin Meвli

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • Ayetlerin Meвli

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • Ayetlerin Meвli

  • AYETLERЭN AЗIKLAMASI

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

  • Ayetlerin Meвli

  • AYETLERЭN HADЭSLER IЮIРINDA AЗIKLAMASI

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 1213 / İndir: 235
Boyut Boyut Boyut
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7

El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7

Yazar:
Türkçe
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7


Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ(r.a)

EN'ÂM SURESİ(Tamamı:1-165)

En'âm Sûresi / 1-3 ............................ 7

AYETLERİN MEALİ

Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla

1- Hamd, Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.

2- O, sizi çamurdan yarattı, sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır. Böyleyken siz hâlâ kuşkulanıyorsunuz.

3- O, göklerde de, yerde de Allah'tır. Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve ne kazandığınızı da bilir.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

En'âm Suresi'nin amacı, en genel anlamıyla tevhidi, yüce Allah'ın birliğini duyurmaktır. Yani, insanların bir Rabbi vardır ve bu Rab aynı zamanda bütün âlemlerin de Rabbidir. Her şey O'ndan başlar, O'nda biter ve O'na döner. O, müjdeciler ve uyarıcılar olarak elçiler göndermiş, rububiyetinin egemenliği altında bulunan kullarını onlar aracılığıyla hak esaslı dinine yöneltmek istemiştir. Bu yüzden surenin içerdiği ayetlerin büyük bir kısmı, tevhit, ahiret günü ve peygamberlik misyonu çerçevesinde müşriklerle girişilen tartışma ortamına sürülen kanıt nitelikli materyaller olma özellikleriyle belirginleşmektedirler. Bunun yanı sıra, şer'î görevler ve dinsel yasaklar bazında genel açıklamalar kapsamaktadırlar.

Surenin akışı üzerinde düşünüldüğü zaman görüleceği gibi- bütünlük arz etmektedir. Surenin bölümler hâlinde indiğini kanıtlayacak şekilde, bölümler arası farklı ifade tarzı söz konusu değildir. Bu, surenin bir kerede ve bir bütün olarak indiğini gösterir. Ve yine surenin bu özelliği, onun Mekke inişli olduğunun da kanıtıdır. Büyük bir kısmında ve hatta bütününde hitabın müşriklere yöneltildiği akışın belirgin özelliği, bunu gösterir mahiyettedir.

Tefsir bilginleri ve raviler, surenin Mekke döneminde indiği hususunda görüş birliği içindedirler. Bu görüş birliği sadece bazı ayetlerde söz konusu değildir. Örneğin, bazılarına göre şu altı ayet Medine inişlidir:

8 .... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

"Allah'ı şanına yaraşır biçimde takdir etmediler (ululamadılar)..." (Mâide, 91) ayeti ile sonrasındaki iki ayet ve "De ki: Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım..." (Mâide, 151) ayeti ile sonrasındaki iki ayet.

Bir görüşe göre de, surenin tamamı Mekke döneminde inmiştir, sadece "De ki: Gelin..." diye başlayan ayet ile ondan sonraki ayet Medine döneminde inmiştir.

Bazılarına göre de, En'âm Suresi'nin tamamı Mekke döneminde inmiştir; yalnızca iki ayeti Medine'de ve bir Yahudi hakkında inmiştir. Söz konusu Yahudi, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi..." [En'âm, 91] demişti.

Bir diğer görüşe göre ise, surenin tamamı Mekke inişlidir; sadece bir ayeti Medine döneminde inmiştir. O da şu ayettir: "Eğer biz onlara melekleri indirseydik..."

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, surenin akışının bütünlüğünü ve aynı üslûba sahip oluşunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu görüşleri kanıtlayacak bir ipucu bulmak mümkün değildir. İleride bu hususu, elimizden geldiğince açıklayacağız. Ehlibeyt İmamlarından, ayrıca Übey, İkrime ve Katade'den, surenin bir bütün olarak bir kerede Mekke'de indiği rivayet edilmiştir.

1) Hamd, Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti.

Sure, yüce Allah'a yönelik bir övgüyle başlıyor. Bu açılış, surenin akışı içinde açıklanması amaçlanan tevhidin anlamına ilişkin bir giriş, bir mukaddime niteliğindedir. Bu nedenle söz konusu övgü, surenin ana hedefinin özünü içermekte ve böylece bu konudaki ayrıntılı açıklamaların ön hazırlığı yapılmaktadır. Yine bu nedenle müşriklerin tutumları karşısında bir şaşkınlık, tevhit yerine şirki tercih edişlerinden dolayı kınanmaları, Allah'ın birliği hususunda kuşkuya düşmelerinin yadırganması dile getirilmekte ve böylece surenin akışı içinde geniş biçimde sunulacak öğüt, uyarı ve korkutma nitelikli ifadelere bir hazırlık yapılmaktadır.

İlk üç ayetin kapsadığı bu övgüyle şeriatın özünü oluşturan gerçek bilgiler noktasında dinî davetin dayandığı üç temel düzene işaret eEn'âmdilmektedir:

Sûresi / 1-3 ............................ 9

Bunların ilki, genel evrensel düzendir ki, ilk ayette buna işaret ediliyor.

İkincisi, insanın varoluş düzenidir ki, ikinci ayette buna işaret ediliyor.

Üçüncüsü de, insanın davranışlarına egemen olan düzendir ki, üçüncü ayette buna işaret ediliyor.

Dolayısıyla üç ayetin bütününden şu anlam özetlenmektedir: İnsanın da içinde yaşadığı büyük evreni yarattığı, insanın balçıktan başlayıp belirli bir süre ile son bulan sınırlı varoluşundan ibaret olan küçük âlemi yarattığı ve insanın gizlediklerini, açığa vurduklarını ve kazandıklarını bildiği için övgü yüce Allah'ındır.

Üçüncü ayetin başındaki, "O, göklerde de, yerde de Allah'tır." ifadesi, önceki iki ayetin içeriğinin açıklaması niteliğinde olmasının yanı sıra, yüce Allah'ın insanın gizlediklerini, açığa vurduklarını ve kazandıklarını bilmesine ilişkin açıklamaya da bir hazırlık mahiyetindedir.

Dolayısıyla, "Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti." ifadesi, evrene egemen olan genel düzene işaret etmektedir. Sayısız varlık, onca farklılıklarıyla bu düzenin kapsamında idare edilmektedir.

Şu, yürürlükteki sağlam düzeniyle bizim âlemimiz, yer âlemidir ki, onca genişliğiyle gök âlemince kuşatılmıştır. Sonra bu âlemimiz üzerinde aydınlığın ve karanlığın etkinliği geçerlidir. Gözlemlenen âlemin yaşadığı dönüşüm ve olgunlaşım sürecinin ruhunu da aydınlık ve karanlık fenomenleri oluşturmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, an geçmiyor ki, bir şeyden başka bir şey doğmasın, bir şey başka bir şeye dönüşmesin, bir şey açığa çıkarken bir başka şey gizlenmesin, yeni oluşup eski çürümesin. Birbirinden farklı özellikler arz eden bu hareketlerin buluşmasından da büyük evrensel hareket meydana gelmektedir.

Varlıkların ağırlıklarını taşıyan ve onları kendi yörüngelerinde yürüten de bu evrensel hareket sistemidir.

"...karanlıkları ve aydınlığı var etti." ifadesinin orijinalinde geçen "ca'l" sözcüğü "yaratma" anlamına gelir. Ne var ki, yaratma anlamına gelen "halk" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle, elbisenin yıpranması anlamını içerdiğinden, çeşitli ögelerin bileşiminden bir şey meydana getirmek anlamını ifade eder. "Ca'l" için ise böyle bir ayrıntı söz konusu değildir. Belki de, göklerin ve yerin yaratılışından söz edilir-

10 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ken "halk" sözcüğünün kullanılması, buna karşın, karanlığın ve aydınlığın yaratılmasından söz edilirken de "ca'l" sözcüğünün kullanılması, karanlık ve aydınlığın aksine, göklerin ve yerin varoluşunda terkip olgusunun söz konusu olmasından kaynaklanmış olabilir. Bu yüzden karanlık ve aydınlığın yaratılışından söz edilirken "ca'l" sözcüğü kullanılmıştır.

Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.

İfadede "karanlıklar" çoğul, buna karşın "aydınlık" tekil olarak geçiyor. Bunun nedeni, belki karanlığın aydınlığa kıyasla oluşan bir kavram olmasıdır. Çünkü karanlık, aydınlığın olabileceği bir yerde aydınlığın yokluğundan ibarettir. Dolayısıyla aydınlığa yakınlığı veya uzaklığı açısından karanlığın çoğalması söz konusudur. Aydınlıksa, bundan farklıdır. Çünkü aydınlık, varoluşsal bir olgudur; varoluşsal bir olgunun yokluğundan ibaret olan karanlığa kıyasla oluşmaz. Karanlıkla düşünsel olarak mukayesesi sonucu aydınlığın düşünsel olarak çoğalması, gerçek olarak da çoğalmasını gerektirmez.

Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.

Kınamayla karışık bir hayret ifadesidir. Yani, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden yüce Allah, tek ilâh ve tek rab-dir.

Hiçbir şey O'na benzemez, hiçbir şey O'na ortak olmaz. Hâl böyleyken, egemenliğin gerçek anlamıyla, yaratma ve yönetme yetkisinin tanrı edindikleri putlara değil, sırf Allah'a ait olduğunu itiraf eden kâfirlerin, putları başta olmak üzere başkalarını Allah'a denk tutmaları, kulluk sundukları heykelleri Allah'a eşit görmeleri şaşılacak bir şeydir.

Tutup bunları O'na eş biliyorlar! Allah, onların bu yakıştırmalarından münezzehtir. Gerçekten kâfirler, bu korkunç tutarsızlıklarıyla kınanmayı hak ediyorlar.

Buradan hareketle, ifadenin akışı içinde, erteleme ve gecikme anlamını ifade eden "sümme=sonra" edatının kullanılmasının hikmetini de kavrıyoruz. Sanki konuşmacı, yüce Allah'ın tekliğini yaratma ve var etme nitelikleriyle, ulûhuyet ve rububiyet alanındaki birliğiyle pekiştirirken, müşriklerin ve putperestlerin, "Şu ağaçtan ve taştan yontul-muş heykeller, âlemlerin Rabbine denktirler." şeklindeki iddialarını hatırlamış da, bundan duyduğu şaşkınlıktan ötürü bir süre duraklamış, konuşmaya ara vermiş, ardından tekrar konuşmasına

En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 11

devam etmiş, bu arada bir süre duraksamasının nedenini açıklarcasına, onların bu tür asılsız iddiaları karşısında duyduğu şaşkınlıktan dolayı bir süre konuşmaya ara vereme durumunda kaldığını ima ederek, "Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar." demiştir.

2) O, sizi çamurdan yarattı, sonra da hayatınıza bir süre koydu.

Büyük âlemin yaratılışına işaret edildikten sonra, şimdi de insanın varoluşunu temsil eden küçük âlemin yaratılışına işaret ediliyor. Bu çerçevede, insanı yaratanın ve yönetenin yüce Allah olduğu belirtiliyor, yüce Allah'ın insanın dünyadaki zahirî varlığı için belli bir süre öngördüğü bildiriliyor. Şu hâlde insan, sınırlı bir varlıktır. Buna göre insan, "İnsanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, bir hakir suyun özünden yaptı." (Secde, 7-8) ayetinde işaret edildiği gibi, neslinin varlığını üreme yasasına göre devam ettirse de, ilk varlığı itibariyle türünün başlangıcını oluşturan balçık ile ölümle birlikte baş gösteren ecel arasında sınırlandırılmış varlıktır. Yüce Allah, ecelin, insanın dünyevî varlığının sonu olduğuna şu ayette işaret ediyor: "Her can, ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz." (An-kebût, 57)

Ecel kavramıyla, insanların, ölümden sonra diriltilerek yüce Allah'ın huzuruna döndürüldükleri an da kastedilmiş olabilir. Çünkü, Kur'- ân'da yer alan bazı ifadelerden, ölümle haşir arasındaki ara dönemin (berzah) dünya hayatının bir devamı gibi görüldüğü sezinlenmektedir. Şu ayetlerden böyle bir çıkarsamada bulunmak mümkündür: "Buyurdu ki: 'Yeryüzünde yıllar sayısınca ne kadar kaldınız?' 'Herhâlde bir gün, yahut günün bir kısmı kadar kaldık; sayanlara sor.' dediler.

Buyurdu ki: Sadece az bir zaman kaldınız; keşke bilseydiniz." (Mü'minûn, 112-114) "Kıyamet koptuğu gün, suçlular, dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. İşte onlar, böyle çevriliyorlardı. Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki: Andolsun siz, Allah'ın kitabında belirtildiği gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu da dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz." (Rûm, 55-56)

"Sonra da hayatınıza bir süre (ecel) koydu." ifadesinde "ecel" sözcüğü belirsiz kullanılmıştır. Bununla ecelin, insan açısından bir meçhul ol-

12 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

duğuna, insanın normal bilgiler aracılığıyla onu bilmesinin mümkün olmadığına işaret ediliyor.

Belirlenmiş süre de O'nun katındadır.

Bu ifadede geçen orijinal anlatım, "adı konulmuş ecel" şeklinde anlamlandırılabilir. Bununla sürenin belirlendiği anlatılıyor. İnsanlar arası ilişkilerin dayandığı geleneğe göre, sözleşme ve borç mukavelelerinde süre belirlenir ve bu sürenin tamamı veya sonu, adıyla zikredilir.

İşte adı konulmuş süre derken, bu kastediliyor. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın." (Bakara, 282) Burada, "ecel" sözcüğü, belirlenen sürenin sonu anlamında kullanılmıştır. Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: "Kim Allah ile buluşmayı umarsa, Allah'ın belirlediği sürenin sonu gelmektedir." (Ankebût, 5) Yüce Allah, Musa Peygamber ve Şuayb Peygamber kıssasının bir yerinde şöyle buyuruyor:

"Dedi ki: 'Bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer süreyi on yıl olarak tamamlarsan, artık o senin tarafından bir iyiliktir...' Dedi ki: Bu, seninle benim aramda bir sözleşmedir; hangi süreyi tamamlarsam, bana düşmanlık yok." (Kasas, 27-28) Bu ayetlerde de "ecel" sözcüğü belirlenen sürenin tamamı anlamında kullanılmıştır.

Öyle anlaşılıyor ki, sürenin sonu anlamına gelen "ecel" sözcüğü, kullanım itibariyle, sürenin tamamı anlamına gelen "ecel" sözcüğünün bir ayrıntısı mahiyetindedir. Yani sürenin sonu anlamındaki "ecel", ön-celeri "biten, tamamlanan süre" anlamında "ecel-i makziy" şeklinde kullanılmış, daha sonra nitelik hazfedilerek nitelenenle yetinilmiştir. Dolayısıyla "ecel" (süre) dendiğinde akla "biten süre" anlamı gelmiştir. Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki:

"İnsanın hayatı için öngörülen süreye 'ecel' denir. Dolayısıyla, 'Eceli geldi' dendiğinde, bunun anlamı, 'Ölümü yaklaştı'dır. Sözcüğün asıl anlamı, sürenin tamamlanmasıdır." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Her hâlükârda, ayetin akışından anladığımız kadarıyla, ayette geçen "süre" ve "belirlenmiş süre"den maksat, insan hayatının sonudur, sü

En'âm Sûresi / 1-3 ................................ 13

renin tamamı değil. "Allah'ın belirlediği sürenin sonu gelmektedir..." ifadesinden de bunu algılamak mümkündür.

Bununla da anlaşılıyor ki, iki türlü ecel vardır. Biri, belirlenmemiş, müphem ecel; diğeri ise, adı konulmuş, belirlenmiş ecel. Bu ikincisi Allah katındadır. Bu ecel, "O'nun katında" ifadesiyle kayıtlı olduğu için, kesinlikle değişikliğe uğramaz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın katında olan kalıcıdır." (Nahl, 96) Allah'ın katındaki ecel, kesindir; değişmez, dönüşmez. Yüce Allah bir ayette, bu hususa şöyle işaret etmektedir: "Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler." (Yûnus, 49)

Dolayısıyla adı konulmuş, belirlenmiş ecel ile, adı konulmamış, belirsiz ecel arasındaki ilişki, kesin ve hükme bağlanmış bir şeyle birtakım koşullara bağlı, muallakta tutulan şey arasındaki ilişkiye benzer.

Bu bakımdan, bağlı bulunduğu koşulların gerçekleşmemesinden dolayı, koşullara bağlı bulunan şey de gerçekleşmeyebilir. Fakat kesin ve sonuca bağlanmış olan için böyle bir şey söz konusu değildir, gerçekleşmemesi diye bir şey düşünülemez.

Tefsirini sunduğumuz ayetleri, "Her sürenin bir yazısı vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır." (Ra'd, 38-39) ayetleriyle birlikte incelediğimiz zaman, göreceğiz ki adı konulmuş kesin ecel, "kitabın aslı"na konulandır; adı konulmamış belirsiz ecel ise, "silme ve silmeden bırakma levhi"nde yazılı olan eceldir.

İleride İnşaallah, "kitabın aslı"nın, etkisini göstermekten hiçbir zaman geri durmayan genel sebeplere dayanmaları açısından gerçekleşmesi kaçınılmaz olan olaylara, "silme ve silmeden bırakma levhi"nin ise, "gerektirici sebepler" de dediğimiz eksik sebeplere dayanmaları açısından herhangi bir engele takılarak gerçekleşmeme ihtimali de bulunan olaylara uyarlanabileceğini açıklamaya çalışacağız.

Tam sebeple, eksik sebep olgularını daha iyi kavramak için güneşin yeryüzünü aydınlatması olayı örnek gösterilebilir. Örneğin; biz biliyoruz ki içinde bulunduğumuz şu gece, birkaç saat sonra bitecek, üzerimize güneş doğacaktır. Güneş, ışığıyla yeryüzünü aydınlatacaktır.

Fakat bunun bir bulut tarafından veya araya Ay'ın girmesi nedeniyle

14 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ya da başka bir engel tarafından engellenmesi mümkündür. Bu engellerden herhangi birisinin, güneşin yeryüzünü aydınlatmasını engellemesi ihtimali her zaman vardır. Fakat güneş ufukta görüldüğü zaman, arada da varsaydığımız türden bir engel yoksa, kaçınılmaz olarak yeryüzünü aydınlatacaktır.

Buna göre, aydınlatma bağlamında tek başına güneşin doğması, "silme ve silmeden bırakma levhi" konumundadır. Vakti geldiğinde doğması ile birlikte, yeryüzüyle arasına girebilecek herhangi bir engelin bulunamaması durumu ise, aydınlatma bağlamında, "levh-i mahfuz" adı verilen "kitabın aslı" konumundadır.

Aynı şekilde insanın özel yapısı, bunun yanında sınırlı etkinliklere sahip temel fonksiyonları, doğal bir ömür sürdürmesini gerektirmektedir. Ki bunun yüz veya yüz yirmi yıl dolaylarında olduğu söylenmektedir.

İşte sözgelimi bu süre, "silme ve bırakma levhi"nde yazılıdır. Ne var ki, evrenin bütün unsurları, insanın varlığıyla bağlantılı ve onun üzerinde etkili olmaktadır. Dolayısıyla sayısını bilemediğimiz bu sebepler ve engeller, zihnî kapasitemizle kuşatamadığımız etkileşimlerle insanın doğal ömrü tamamlanmadan ecelinin dolmasına neden olabilirler. Ki biz buna "beklenmedik ölüm" diyoruz.

Bu durum, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı düzeni çerçevesinde, varlık için "adı konulmuş ecel" ve "adı konulmamış ecel" belirlemesine yönelik ihtiyacı zihinsel olarak tasavvur etmemizi kolaylaştırmaktadır.

Dolayısıyla adı konulmamış ecelin müphemliği, adı konulmuş ecelin belirlenmişliğiyle çelişmemektedir. Adı konulmamış ecel ile, adı konulmuş ecel kimi zaman denk gelebilecekleri gibi, kimi zaman da birbirinden ayrılabilirler. Ki bu durumda gerçekleşen ecel, kesinlikle "adı konulmuş, belirlenmiş ecel" olur.

"Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır."

Ayeti üzerinde düşündüğümüz zaman varacağımız sonuç budur.

Bu arada tefsir bilginleri, ayette işaret edilen iki ecel ile ilgili olarak garip yorumlarda bulunmuşlardır.

Birine göre: Ayette geçen ilk "ecel" sözcüğüyle yaratılış ile ölüm arasındaki süre, ikinci "ecel" sözcüğü ile de ölümle diriliş arasındaki süre

En'âm Sûresi / 1-3 .................................. 15

kastedilmiştir. İlk kuşak müfessirlerden birçoğu bu görüştedir. Benzeri bir görüş İbn-i Abbas'tan da rivayet edilmiştir.

Birine göre: İlki, dünya ehlinin ölünceye kadar geçirdikleri süre; ikincisi ise, sonu olmayan ahiret hayatının süresi anlamında kullanılmıştır. Bu görüş Mücahid, Cübbaî ve diğer bazı kişilere atfedilmiştir. Birine göre: Ayette geçen ilk "ecel" sözcüğü, geçmişlerin yaşadıkları süre; ikincisi ise, geride kalan kuşakların yaşayacakları süre anlamında kullanılmıştır. Bu görüş de Ebu Müslim'e atfedilmiştir.

Bir diğerine göre: Biricisiyle uyku, ikincisiyle de ölüm kastedilmiştir. Diğer birisi ise şu görüşü savunmuştur: Aslında ayette geçen iki "ecel" sözcüğüyle de aynı anlam kastedilmiştir. Buna göre ayetin anlamı şu şekilde belirginlik kazanmaktadır: Sonra bir ecel öngördü. Bu, O'nun katında adı konulmuş, belirlenmiş eceldir.

Bu görüşlerin doğru olup olmadıklarını araştırma gereğini duymuyorum. Bu hem sınırlı olan vaktimize sığmaz, hem de son derece kısa olan ömrü böylesine gereksiz bir şeyle harcamaya değmez.

Böyleyken siz hâlâ kuşkulanıyorsunuz.

İfadenin orijinalinde geçen "temterûn" kelimesi, "mirye" kökünden türemiştir ve kuşku, şüphe anlamına gelir. Ayetlerin akışında, üçüncü şahsa yönelik hitap tarzından ikinci çoğul şahsa yönelik hitap tarzına doğru bir geçiş yapılıyor. Bu şekilde, edebî sanatlardan "iltifat sanatı" nın bir örneğinin sergilenmesinin gerisindeki gerekçe şu olsa gerektir: İlk ayet, genel yaratma ve yönetmeden söz ediyordu. Bu, kâfirlerin yüce Allah'a başkalarını denk tutmamalarını gerektiren bir olguydu.

Dolayısıyla, bu noktaya dikkat çekmek için, onlara üçüncü şahıs sıygasıyla hitap edilmesi yeterliydi. Buna karşın ikinci ayette, özellikle insan varlığında somutlaşan yaratma ve yönetmeden söz ediliyor. Bu ise, muhataplarının tutumlarına hayret eden, onları bundan dolayı kınayan konuşmacının, hitabı doğrudan onlara yöneltmesini ve değerlendirmelerini onların yüzüne karşı bir yanıt gibi sunmasını gerektirmektedir. Âdeta şöyle der gibi: Hadi şu göklerin ve yerin yaratılması, karanlıkların ve aydınlığın var edilmesi hususuyla ilgili gafletinizi mazur gördük, genel olgular oldukları için sonuçlarını, ge-

16 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rektirdiklerini fark etmemiş olmanızı normal karşıladık; ya sizi yaratan, sizin için bir yaşama süresi, bir de adı konulmuş ecel belirleyen Rabbinizden kuşku duymanıza ne demeli?!

3) O, göklerde de, yerde de Allah'tır.

Önceki iki ayette, genel olarak âlemlere, özel olarak da insana yönelik yaratma ve yönetmeden söz edildi. Bu, yüce Allah'ın yaratma ve yönetme hususunda ortağı olmayan tek ilâh olduğunun farkına varılması için yeterli idi.

Buna rağmen, insanlar başka ilâhlar edindiler, değişik niteliklere sahip şefaatçilerin varlığından söz ettiler. Her birine evrensel yönlendirmede bir misyon biçtiler. Hayat tanrısı, rızk tanrısı, kara tanrısı, deniz tanrısı gibi... Yine varlık türlerine, uluslara ve kavimlere ayrı ayrı tanrılar öngördüler. Göklerin tanrısı, falan topluluğun tanrısı, feşmekân milletin tanrısı gibi... İşte bu tür asılsız iddialar, şu kesin ifadeyle olumsuzlanıyor: "O, göklerde de, yerde de Allah'tır."

Bu açıdan ayeti, "O gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır. O, hikmet sahibidir, bilendir." (Zuhruf, 84) ayetine benzetebiliriz. Burada, yüce Allah- 'ın gökleri ve yeri kapsayan, aşılmaz ve sınırlandırılmaz ulûhiye-tinin egemenliğinin evrenselliğine işaret ediliyor. Dolayısıyla bu ifade, kendisinden önceki ifadelerin açıklaması ve kendisinden sonraki ifadenin de hazırlık nitelikli ön açıklaması konumundadır.

Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve ne kazandığınızı da bilir.

Gizlilik ve açıklık, karşıt iki kavramdırlar ve insanların davranışlarını niteleme amacıyla kullanılırlar. Dolayısıyla, insanların gizlisi, gizlice yaptıkları amelleri; açığı ise, örtme gereği duymadan açıktan yaptıkları amelleri ifade eder.

İnsanların kazandıklarına gelince; bu, ruhsal bir durumdur. İnsan, gizli ve açık olarak işlediği amellerle, bu ruhsal durumu edinir. Amellerinin iyi veya kötü nitelikli olması bu açıdan fark etmez. Şu hâlde, - yaptığımız açıklamalardan da anlaşıldığı gibi- sözü edilen gizlilik ve açıklık kavramları, objeler dünyasında sergilenen amellerin özlerinin şekilsel nitelikleri konumundadırlar. İnsanların kazandıkları şey ise, ruhsal ve soyut bir durumdur ve insanların nefisleriyle kaimdir. Dola

En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 17

yısıyla insanların gizlide ve açıkta sergiledikleri ameller, şekilsel bir olgu iken, bu amellerle kazanılan şeyler, manasal bir gerçektir. Belki de yüce Allah tarafından bilinen bu iki şeyin özleri itibariyle farklı oluşları, "Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve ne kazandığınızı da bilir." ayetinde "bilme" ifadesinin tekrarlanmasını gerektirmiştir.

Bu bakımdan ayet, biraz sonra üzerinde durulacak risalet (peygamberlik) misyonu ve ahiret ile ilgili ayetlere bir giriş, bir hazırlık işlevini görmektedir. Buna göre yüce Allah insanların gizli ya da açıktan yaptıkları amelleri ve hayır ve şer nitelikli amelleri sonucu kazandıkları ruhsal durumu bildiğinden, ayrıca terbiye, eğitim, yönetim ve yönlendirme yetkisi O'nun elinde olduğundan, putperestlerin peygamberlik misyonuna ihtiyaç duymadıkları yönündeki çırpınışlarına rağmen insanları doğru yola iletme amacına yönelik olarak hükme bağladığı, yasalaştırdığı din desteğinde resuller göndermek de O'nun yetkisi dahilindedir. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur: "Doğru yola iletmek bize aittir." (Leyl, 12)

Aynı şekilde yüce Allah, amelleri ve bu amellerin insan nefsi üzerindeki etkilerini bildiğinden, hiç kimsenin gözden kaçırılmayacağı bir günde onları sorguya çekmek de O'nun yetkisi içindedir. Nitekim bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?" (Sâd, 28)

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Hasan b. Ali b. Ebu Hamza'dan şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "En'âm Suresi bir bütün olarak bir kerede indi. Sure Peygamberimize (s.a.a) ininceye kadar yetmiş bin melek ona eşlik ediyordu. Siz de ona saygı gösterin ve onu önemseyin. Çünkü yüce Allah'ın ismi, bu surenin yetmiş yerinde geçmektedir. Eğer insanlar bu sureyi okumanın sağladığı yararları bilselerdi, onu okumaya hiç ara vermezlerdi." [c.2, s.622] Ben derim ki: Ayyâşî de bu hadisi İmam Cafer'den (a.s) mürsel olarak rivayet etmiştir. [c.1, s.354]

18 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 Tefsir'ul-Kummî'de, müellif şöyle der: Bana babam anlattı, o da Hüseyin b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (a.s) dinlemiş: "En'âm Suresi bir kerede ve bir bütün olarak indi. İndiği sırada yetmiş bin melek ona eşlik ediyordu. Sürekli tesbih (subhanellah), tehlil (lâ ilâhe ilellah) ve tekbir (Allah-u ekber) getiriyorlardı. Kim bu sureyi okursa, o melekler kıyamet gününe kadar onun için Allah'tan bağışlama dilerler." [c.1, s.193]

Ben derim ki: Mecma'ul-Beyan adlı eserde de, müellif aynı hadisi Hüseyin b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (a.s) rivayet eder. Ancak rivayetin bu versiyonunda şu ifade yer alır: "...kıyamet gününe kadar onun için Allah'ı tesbih ederler." [c.3, s.6, Beyrut basımı]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'den şöyle rivayet edilir: İmam Cafer'in (a.s) şöyle dediğini duydum: "En'âm Suresi bir kerede ve bir bütün olarak indi. Bu sure Resulullah'a (s.a.a) indirilirken yetmiş bin melek ona eşlik etti. Siz de ona saygı gösterin ve onu ululayın. Çünkü yüce Allah'ın ismi, bu surenin yetmiş yerinde geçmektedir. Eğer insanlar bu sureyi okumanın sağladığı yararları bilselerdi, onu okumaya ara vermezlerdi." [c.1, s.353]

Tabersî'nin Cevami'ul-Cami' adlı eserinde şöyle deniyor: Ubey b. Kâ'b Peygamberimizden (s.a.a) şöyle rivayet eder: "En'âm Suresi bana bir kerede ve bir bütün olarak indirildi. Yetmiş bin melek sureye eşlik ediyordu ve sürekli olarak tesbih ve tahmid çekiyorlardı (subhanellah ve elhamdülillah diyorlardı). Kim bu sureyi okursa, bu yetmiş bin melek bir gece ve bir gündüz En'âm Suresi'ndeki ayetlerin sayısınca ona salât okurlar, esenlikler dilerler." [s.122]

Ben derim ki: Bu hadis, ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde birçok kanaldan Peygamberimizden (s.a.a) rivayet edilmiştir. [c.3, s.302]

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Mahbub'-dan, o da Ebu Cafer el-Ahvel'den, o da Selâm b. Müstenîr'den, o da İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah ateşi yaratmadan önce cenneti yarattı, günahı yaratmadan önce itaati yarattı, gazaptan önce rahmeti yarattı, kötülükten önce iyiliği yarattı, gökten önce yeri yarattı, ölümden önce hayatı yarattı, Ay'dan önce Güneş'i yarattı ve karanlıktan önce aydınlığı yarattı." [c.8, s.127, h: 116]

En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 19

Ben derim ki: Karanlığın aydınlığa nispeten yokluk konumunda olduğu dikkate alınarak aydınlığın yaratılmasının karanlığın yaratılmasından önce olmasının anlamı açıktır. Öte yandan bu rivayette, yaratma eyleminin itaat ve günaha izafe edilmesi, insan iradesinin, insan seçme yeteneğinin geçersiz kılınmasını, olumsuzlanmasını gerektir- mez. Çünkü insan iradesinin, insanın seçme yeteneğinin geçersiz kılınması, iptal edilmesi, bizzat itaat ve günahın iptali anlamına gelir. Dolayısıyla onların yaratma eylemine konu olmasının da bir anlamı olmaz. Dolayısıyla, itaat ve günahın yaratılması ile, yüce Allah'ın evrende olan her şeye sahip olduğu, her şeyi egemenliği altında tuttuğu gibi, bu ikisine de sahip olduğu, bu ikisini de egemenliği altında tuttuğu anlatılmak istenmiştir. O'nun mülkünde, kuşatıcılığının ve egemenliğinin dışında, iradesinden ve izninden bağımsız bir şeyin meydana gelmesi mümkün müdür?!

Yaratmayı salt aracısız var etme, meydana getirme eylemiyle sınırlandırmanın da bir kanıtı yoktur. Ki yaratma bağlamında yüce Allah'a izafe edilen her şeyin, O'nun tarafından her şeyden bağımsız olarak icat edildiği anlamını ifade etsin ve örneğin, "Allah adaleti veya adam öldürmeyi yarattı" denildiğinde bu, adil insanın veya katil insanın iradesinin iptal edildiği, dolayısıyla adalet ve adam öldürmenin O'ndan başka hiç kimseyle ilgili olmadığı, aradaki tüm aracıların kaldırıldığı anlamına alınsın! Bu örnekle konunun daha iyi anlaşılacağını umuyoruz.

Kitabımız birinci cildinde, bu konuyla ilgili uzun açıklamalarda bulunduk.

Benzeri bir açıklama ile, yaratma eyleminin hayır ve şerre izafe edilmesinin gerisindeki anlam da belirginlik kazanır. Varoluşsal olgular veya eylemler bazındaki hayır ve şer bu açıdan farklılık arz etmez.

İtaatin günahtan, aynı şekilde iyiliğin kötülükten önce yaratılmış olmasına gelince; bu hususla ilgili olarak, aydınlığın karanlıktan önce olması ile ilgili olarak söylediklerimiz aynen geçerlidir. Orada demiştik ki: Bu ikisi arasındaki nispet, bir şeyin varlığı ile yokluğu arasındaki nispettir. Bir şeyin yokluğunun gerçekleşmesi, onun varoluşuyla ilintili bir olgudur. Buradan hareketle hayatın yaratılmasının ölümden önce olmasının da anlamı anlaşılmış olur.

20 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 Yine buradan hareketle, rahmetin gazaptan önce yaratılmasının da ne anlama geldiğini anlıyoruz. Çünkü rahmet, itaat ve hayırla; gazap ise, günah ve şerle ilintilidir. İtaat ve hayırsa, günah ve şerden öncedirler. Yerin gökten önce yaratıldığını ise, şu ayetten anlıyoruz: "Yeri iki günde yarattı... Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza, 'İsteyerek veya istemeyerek gelin.' dedi. 'İsteyerek buyruğuna geldik.' dediler. Böylece onları iki günde yedi gök yaptı." (Fussilet, 9-12) Güneş'in Ay'dan önce yaratıldığı yönündeki bir anlamı aşağıdaki ayetten çıkarsamak uzak bir ihtimal değildir: "Güneş'e ve onun sabahına andolsun. Onu izleyen Ay'a andolsun." (Şems, 1-2) Bugünkü bilimsel araştırmaların sonucunda ağırlıklı olarak kabul edilen görüşe göre, Dünya Güneş'ten, Ay da Dünya'dan ayrılmıştır.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Cafer b. Ahmed'den, o da Ömer Key b. Ali'den, o da Ubeydî'den, o da Yunus b. Abdurrahman'dan, o da Ali b. Cafer'den, o da İmam Musa Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Her namazın iki vakti vardır. Cuma namazının vakti de güneşin tam diklikten batı tarafına döndüğü zamandır." Sonra şu ayeti okudu: "Hamd, Allah'a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar." İmam bu-yurdu ki:

"Karanlıkla aydınlığı, zulümle adaleti denk tutuyorlar." [c.1, s.354] Ben derim ki: İmam'ın bu açıklaması, ayete ilişkin başka bir anlam şeklindedir ve bu anlamın esasını da "Rablerini" ifadesinin "denk tutuyorlar" ifadesi yerine, "inkâr edenler" ifadesiyle ilintilendirilmesi oluşturmaktadır.

el-Kâfi adlı eserde, Muhammed b. Yahya'dan, o da Ahmed b. Muhammed'den, o da İbn-i Faddal'dan, o da İbn-i Bukeyr'den, o da Zürare'den, o da Hamran'dan, o da İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: İmam'a, "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır." ayetinin ifade ettiği anlamı sordum, buyurdu ki: "Burada iki ecele işaret ediliyor; biri kesin ecel, öbürü bazı şartlara bağlı ecel." [c.1, s.147, h: 4]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Hamran'dan şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'a (a.s), "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de

En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 21

O'nun katındadır." ayetinin anlamını sordum, buyurdu ki: "Burada iki ecele işaret ediliyor. Biri bazı şartlara bağlıdır, o hususta Allah dilediğini yapar. Diğeri de kesindir." [c.1, s.354]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Mes'ade b. Sadaka'dan, o da İmam Cafer Sadık'- tan (a.s), "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'- nun katındadır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Adı konulmamış ecel, muallaktadır; bu hususta Allah dilediğini yapar. Adı konulmuş ecel ise, yüce Allah'ın Kadir Gecesi'nde, bir dahaki senenin Kadir Gecesi'ne kadar olmasını kararlaştırdığı şeylerle ilintilidir. İşte yüce Allah'ın şu sözü, bu gecede indirilen kararlarla ilgilidir: Ecelleri geldiği zaman ne bir an ertelenirler, ne de ileri alınırlar." [c.1, s.354]

Aynı eserde Hamran'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: İmam'a, "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır." ayetini sordum, buyurdu ki: "O gecede ölüm meleğine adları konularak belirlenen süreler, adı konulmuş eceldir.

Yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: 'Ecelleri geldiği zaman ne bir an ertelenirler, ne de ileri alınırlar.' Burada kastedilen ecel, Kadir Gecesi'nde ölüm meleğine adlandırılan sürelerdir. Diğer ecel ise, yüce Allah'ın iradesine bağlıdır. Allah dilerse, öne alır, dilerse erteler." [c.1, s.354]

Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de Ehlibeyt İmamlarından aktarılmıştır. Adı konulmuş ecel ve diğer belirsiz ecel ile ilgili bu manayı yukarıda sunduğumuz ayetlerden de istifade et- Tmeifşstiirk'u. l-Kummî'de şöyle deniyor: Bana babam anlattı, ona Nadr b. Süveyd anlatmış, o da Halebî'den duymuş, ona Abdullah b. Miskan İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarmış: "Hükme bağlanan ecel kesindir.

Yüce Allah onu hükme bağlar ve kesin olarak gerçekleştirir. Adı konulan ecel ise, Allah'ın dilemesine bağlıdır, dilediğini öne alır, dilediğini de erteler. Kesin olan ecel açısından öne alma veya erteleme söz konusu olmaz." [c.1, s.194]

Ben derim ki: Rivayeti aktaranlardan biri yanlışlık yapmış. Böylece anlatılmak istenenin aksine bir anlam çıkmış, adı konulmuş ecel ile öbür ecelin her biri diğerinin anlamıyla açıklanmış ki, bu bir yanılma-

22 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

dır. Kaldı ki, rivayet, ayeti tefsir etme amacına yönelik değildir. Dolayısıyla kabul edilmesinin pek sakıncası yoktur.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Husayn'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Birinci ecelden maksat, yüce Allah'ın meleklere, resullere ve nebilere bildirdiği eceldir. İkinci ecelden maksat da, yüce Allah'ın yaratılmışlardan gizlediği eceldir." [c.1, s.355, h: 9]

Ben derim ki: Bu rivayetin içeriği ile, bundan önceki rivayetlerin içerikleri arasında bir çelişki gözlemlenmektedir. Ancak "bildirdiği..." ifadesinden hareketle, bununla kastedilen hususun şu olduğunu söylemek mümkündür: Yüce Allah, adı konulmamış, belirsiz ecellerin çıkarsandığı temeli onlara bildirir; adı konulmuş kesin ecelleri ise hiç kimsenin bilgisine sunmaz, kesin ecellerin çıkarsanacağı temeli kimseye bahşetmez. Bununla birilikte yüce Allah dilediği zaman bu bilgiyi ölüm meleğine veya peygamberlerine ya da resullerine verebilir.

Tıpkı yüce Allah'ın kendine has kıldığı gayb bilgisi gibi ki yüce Allah, bu bilginin kapsamında olan bazı şeyleri, dilediği zaman resullerinden dilediği kimselere bildirebiliyor.

Tefsir'ul-Burhan'da İbn-i Babeveyh'den, o da kendi rivayet zinciriyle Müsenna el-Hannat'tan, o da Ebu Cafer'den -Muhammed b. Nu-man olabilir- şöyle rivayet eder: "İmam Cafer'den, 'O, göklerde de, yerde de Allah'tır.' ayetinin ne anlama geldiğini sordum, buyurdu ki: 'O her yerde öyledir.' 'Bizzat mı her yerdedir?' diye sordum, bana şu karşılığı verdi: Vah olsun sana! Mekânlar ölçülebilir varlıklardır. O bizzat bir mekândadır, dediğin zaman, O şu ölçülere sığıyor, gibi şeyler de söylemek durumunda kalırsın."

"Fakat O, yarattıklarından ayrıdır, onları bilgi ve kudretiyle kuşatmıştır, egemenliği tümünü kapsamına almıştır. O'nun yerde olanlara ilişkin bilgisi, gökte olanlara ilişkin bilgisinden az değildir. Hiçbir şey O'- na uzak değildir. Eşya; bilgi, kudret, egemenlik, mülk ve irade bakımından O'nun yanında eşit konumdadırlar." [c.1, s.517]

-------------------------

EN'ÂM SURESİ(Tamamı:1-165)

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 23

AYETLERİN MEALİ

4- Onlara Rablerinin ayetlerinden hiçbir ayet gelmezdi ki, ondan yüz çevirmesinler. 5- Kendilerine geldiğinde hakkı da yalanladılar. Fakat alay ettikleri şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecektir.

6- Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Hem onlara, yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik, göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık ve ırmakları ayaklarının altından akar kılmıştık. Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik ve onların ardından başka bir nesil yarattık.

7- Eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da ona elleriyle dokunsalardı, yine inkâr edenler, "Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir." derlerdi.

8- "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" dediler. Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi.

9- Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.

10- Senden önce de peygamberlerle alay edildi. Fakat içlerinden alay edenleri, alay ettikleri gerçek kuşatıverdi.

11- De ki: "Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş, bir görün."

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Ayetlerde, kâfirlerin Peygamber ile birlikte gönderilen hakkı yalanlamaları, hakkı yalanlamacı tutumlarında ısrarlı olmaları ve yüce Allah'ın ayetlerini alay konusu yapmaları hususuna işaret ediliyor. Sonra kendilerine öğüt veriliyor; korkutuluyorlar ve uyarılıyorlar. Bu arada apaçık gerçeği inkâr ederken kendilerince kanıt olarak ileri sürdükleri anlamsız, mesnetsiz gerekçelerine susturucu cevaplar veriliyor.

4) Onlara Rablerinin ayetlerinden hiçbir ayet gelmezdi ki, ondan yüz çevirmesinler.

24 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bu ayet gösteriyor ki, büyüklük kompleksi iyice ruhlarına sinmiş, nefislerinde kök salmıştır. Bunun sonucunda, Allah'ın hakka delâlet eden ayetlerinden yüz çevirirler, Allah'ın ayetlerinden hiçbirine dönüp bakmazlar, ayetler arasında bir ayırım da yapmazlar. Çünkü onlar, ayetlerin ortak hedefi olan hakkı peşinen inkâr etmişlerdir. "Kendilerine geldiğinde hakkı da yalanladılar." ayeti, onların bu karakteristik yönelimlerine işaret etmektedir.

5) ...Fakat alay ettikleri şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecektir.

Korkutma ve uyarma amacına yönelik bir ifadedir bu. Onların alay konusu yaptıkları şey, haktır. Hak ise, bir gün mutlaka üstün gelir, açığa çıkar. Haber konumundan reel bir olgu konumuna geçer. Ulu Allah bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Allah batılı yok eder, hakkı sözleriyle yerleşik kılar." (Şûra, 24) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur:

"Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır. O, elçisini hidayet ve hak din ile gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da, onu bütün dinlere üstün getirsin." (Saff, 8-9) Verdiği bir örnekte de şöyle buyurmaktadır:

"Allah, hak ve batılı böyle benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır." (Ra'd, 17)

Bilindiği gibi, hak üstünlük sağlayıp belirginleştiği zaman, mümin, kâfir, hakka itaat edenle, onu alay konusu yapan kimse aynı konumda olmazlar. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmiştir: Mutlaka zafere ulaştırılanlar, kendileri olacaktır. Ve galip gelenler, mutlaka bizim ordumuz olacaktır.

Bir süreye kadar onlardan dön. Onları gözetle; yakında göreceklerdir. Bizim azabımızı mı acele istiyorlar? Fakat azap yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur." (Sâffât, 171- 177)

6) Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Hem onlara, yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik, göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık... Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik...

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde [ayetin orijinlinde geçen "karn=nesil" ifadesi ile ilgili olarak] der ki: "Karn, aynı zamanda yaşayan kavim demektir. Çoğulu 'kurûn'dur."

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 25

Yine der ki: "Yüce Allah, 'Göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık.', 'Göğü üzerinize bol bol boşaltır.' buyuruyor. [Orijinalde geçen] 'Midrâr' kelimesinin aslı 'derr' ve 'dirre'dir ve süt anlamına gelir. Bu kelime, devenin isimleri ve sıfatlarının istiare yollu başka anlamlarda kullanılmasından hareketle yağmur anlamında kullanılmıştır. Araplar, 'Lillahi derruhu=Ne cömert adam!' ve 'Derre derruke=Hayırlı olsun, ne güzel yaptın!' derler. Yine aynı sanatın bir yansıması olarak, 'Lissuki derretun=Çarşı ilgi gördü, bol alışveriş yapıldı.' derler." (el-Müfredattan alınan alıntı burada sona erdi.)

"Hem onlara, yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik." Burada, önceki üçüncü çoğul şahıs sıygasını esas alan ifade tarzından ikinci çoğul şahıs sıygasına yönelik bir dönüş yapılıyor. İfade tarzı bazındaki bu değişikliğin zahirî gerekçesi, zamirin döneceği yerle ilgili kapalılığı gidermektir. Eğer "size vermediğimiz imkânları..." ifadesinde ikinci çoğul şahsa geçiş yapılmış olmasaydı, ayetin akışından zamirin, "Hem onlara... imkânları vermiştik." ifadesindeki zamirin dönük olduğu yere dönük olduğu vehmi uyanırdı. Yoksa, surenin girişini baz alırsak, ifade tarzının aslını, üçüncü şahıs sıygası oluşturmaktadır.

Daha önce de, "O, sizi çamurdan yarattı..." ifadesi itibariyle gerçekleştirilen hitap değişikliğinin nedenleriyle ilgili olarak açıklamada bulunmuştuk.

"Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik..." ifadesi gösteriyor ki, insanların uğradıkları genel nitelikli musibet ve sıkıntılar üzerinde onların işledikleri kötülüklerin ve günahların etkisi vardır. Aynı şekilde, işlenen iyiliklerin ve ibadetlerin de, bol nimetlere kavuşma ve bereketlerin yağması üzerinde etkili olduğunu ifade eden birçok ayet vardır.

7) Eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da ona elleriyle dokunsalardı, yine... derlerdi.

Bu ifade, ruhlarında taşıdıkları büyüklük kompleksinin iflâh olmaz bir düzeye ulaştığını göstermektedir. Öyle ki üzerlerine gökten kâğıda yazılı bir kitap indirilse, bu kitaba elleriyle dokunsalar, görme ve işitme duyularıyla onun bir kitap olduğunu algılasalar, bu algılama hususunda duyu organları birbirlerini onaylasa, yine de faydası olmaz. O

26 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

zaman diyeceklerdir ki: "Bu apaçık bir büyüdür." Dolayısıyla onların, "Sen bizim üzerimize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin çıkmana da inanmayız." (İsrâ, 93) şeklindeki boşboğazca sarf ettikleri sözlerini de ciddiye almamak gerekir.

"Kâğıt üzerine yazılı bir kitap" ifadesinde "kitap" sözcüğünün belirsiz bırakılması, bu kitabın ancak bölüm bölüm ve aşamalı olarak indirilebilecek bir kitap olabileceğini anlatmak içindir. Kitabın kâğıt üzerinde yazılı olmakla kayıtlandırılması ise, yaptıkları öneriye yakın ve içlerindeki kuşkuları giderici özellikte olması içindir. Çünkü onların zihninde Peygamber efendimize (s.a.a) inen ayetlerin, aslında onun kendi düşüncesinin ürünü olduğu yönünde fikirler dolaşıyordu. Onlara göre, bu ayetleri Emin Ruh (Cebrail) Peygamber'e indirmiyordu. Oysa yüce Allah, ayetlerin Emin Ruh tarafından indirildiğini belirtmiştir: "Onu Emin Ruh indirdi; senin kalbine; uyarıcılardan olman için; apaçık Arapça bir dille." (Şuarâ, 195)

8) "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" dediler. Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi.

"Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" demeleri, akıllarınca Peygamber efendimizi (s.a.a) zor duruma düşürmek, âciz kılmak içindir.

Oysa Peygamberimiz (s.a.a) kendilerine okuduğu ayetlerin değerli bir melek tarafından Allah katından kendisine indirildiğini haber vermişti. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "O, değerli bir elçinin sözüdür. O elçi güçlüdür, arşın sahibi katında yücedir. Orada itaat edilen, güvenilendir." (Tekvîr, 19-21) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.

Şu hâlde, onların bir meleğin indirilmesini istemeleri, yüce Allah'ın onlardan aktardığı sözlerden algıladığımız kadarıyla şu iki hedeften birine yöneliktir:

Birincisi: Kendilerine bir melek indirilsin ve bu melek Peygamberimizin (s.a.a) kendilerini korkuttuğu azabı bir an önce getirsin. Nitekim aşağıdaki ayetlerde Peygamber efendimizin onları semavî bir azapla tehdit ettiği anlatılmaktadır: "Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Ben sizi Ad ve Semud'un başına düşen yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyardım."

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 27

(Fussilet, 13) "De ki: O, büyük bir haberdir... Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor." (Sâd, 67-70)

Meleğin indirilmesi; gaybın, görünmezin, görünene, gözlemlenene dönüşmesi anlamına geleceğinden ve bundan sonra da yapılacak bir şey kalmayacağından, inanmayacak olurlarsa -ki içlerinde değişmez bir karaktere dönüşen büyüklük kompleksi yüzünden kesinlikle inanmayacaklardır- aralarında adalet ilkesi uyarınca hükmedilecektir.

Bu demektir ki, helâk edilmeleri kaçınılmaz olacaktır. Nitekim yüce Allah buna şu ifadelerle işaret etmiştir: "Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi." Kaldı ki, madde ile yatıp kalkan, doğa yurdunda yaşayan insanlar, kendilerine melekler inse ve melekler aralarına karışsa, yine de onları çıplak gözlerle görmeye güç yetiremeyeceklerdir. Çünkü insanların yaşadıkları ortam meleklerin yaşadıkları ortamdan farklıdır. Eğer insanlar meleklerin bulundukları ortama geçecek olurlarsa bu, içinde bulundukları maddî ortamın ötesine taşınmalarıyla mümkün olabilir ki, bunun adı ölümdür. Nitekim yüce Allah bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, 'Bize melekler indirilmeli değil miydi? Yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?' dediler.

Andolsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar. Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur ve onlara, 'Size sevinmek yasaktır yasak!' derler." (Furkan, 21-22) Burada işaret edilen ortam, ölüm veya ölüm sonrası yaşamdır. Bunu şu ifadeden anlıyoruz: "O gün cennet halkının kalacakları yer daha iyi, dinleyip safa sürecekleri yer daha güzeldir." (Furkan, 24)

Yüce Allah, bu ayetin hemen arkasında, ifadenin zahirinden, ahiret gününün kastedildiği anlaşılan bir ayette de şöyle buyuruyor: "Göğün bulutları parçaladığı ve meleklerin bölük bölük indirildiği gün, işte o gün, gerçek mülk, Rahman'ındır ve o gün, kâfirler için çetin bir gündür." (Furkan, 25-26) Belki de şu ayette de bunu kastediyorlardı: "Yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin." (İsrâ, 92)

Kısacası, "Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olurdu..." ifadesi, onların kendilerine azap edecek meleğin indirilmesi yönündeki

28 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

önerilerine bir cevap niteliğindedir. Yüce Allah'ın İslâm ümmetine yönelik azap erteleme vaadini de bu ifadelerle bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Yûnus Suresi'nde yer alan bazı ayetlerde bu hususa şöyle işaret edilmiştir: "Her ümmetin bir elçisi vardır; elçileri gelince aralarında adaletle hükmolunur, onlara hiç haksızlık edilmez.

Diyorlar ki: 'Doğru söylüyorsanız, bu bizi tehdit ettiğiniz azap ne zaman?' diyorlar. De ki: 'Ben kendime dahi, Allah'ın dilediğinden başka, ne bir zarar, ne de bir yarar verme gücüne sahip değilim. Her ümmetin bir süresi vardır...' 'Sahiden o gerçek midir?' diye senden soruyorlar? De ki: Evet, Rabbim hakkı için, o gerçektir. Siz onu önleyemezsiniz." (Yûnus, 47-53) Aynı anlamı içeren başka birçok ayet vardır. İnşaallah başka bir sureyi tefsir ederken bu hususta yeterli açıklamalarda bulunacağız.

Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Oysa sen içlerinde bulunduğu sürece Allah, onlara azap edecek değildir ve onlar istiğfar ediyorlarken de Allah, onlara azap edecek değildir." (Enfâl, 33) Buna göre, ayetten şu anlam çıkıyor: Onlar, üzerlerine melek indirilmesini istiyorlar, ama biz onların bu isteklerine cevap vermeyeceğiz. Çünkü eğer melek indirilecek olursa, işleri bitmiş olur ve artık bekletilmezler.

Oysa yüce Allah, onların bir süre bekletilmelerine hükmetmiştir. Daldıkları hayatlarına bir süre daha dalsınlar, ta ki kendileri için öngörülen gün gelip çatıncaya kadar. O gün istedikleri eksiksiz yerine getirilecek ve Allah aralarında adalet ilkesine göre hükmedecektir.

Ayetin anlamının başka bir şekilde algılanması da mümkündür. Buna göre onlar, üzerlerine bir meleğin indirilmesini, kendilerine azap indirmesi için değil, Peygamberin sunduğu mesajın doğruluğuna işaret olması için istemiş olabilirler. Bu ihtimale göre onlara verilen cevapla söylenmek istenen de şudur: Üzerlerine melek de indirilse, yine de içlerinde kökleşen alçak tıynetten ve büyüklük kompleksinden dolayı inanmayacaklardır. O zaman da aralarında adalet ilkesi doğrultusunda hüküm verilerek işleri bitirilecek ve kendilerine mühlet verilmeyecektir. Onlarsa böyle bir şeyi istemezler.

1
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 29

İkincisi: Kendilerine bir melek indirilsin ve bu melek risalet yükünü omuzlasın, Peygamber yerine o insanları Allah'a kulluk sunmaya davet etsin veya bu melek Peygamberin yanında, tıpkı onun gibi bir elçi olarak görev yapsın, Peygamberin davetinin ve peygamberliğinin tanığı olsun, onu doğrulasın. Nitekim yüce Allah, bir ayette onların şu sözlerini aktarmaktadır: "Dediler ki: Bu ne biçim elçi ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?! Ona, kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilseydi ya!" (Furkan, 7)

Onlar bu sözleriyle, Allah tarafından elçi olarak gönderilen bir kimsenin normal insanlar gibi davranamayacağını, yemek yiyip çarşılarda dolaşarak rızk kazanmaya çalışamayacağını demek istiyorlar. Onlara göre, Allah tarafından görevlendirilen bir elçi, özel semavî bir yaşam sürdürmelidir, melekutî bir hayata sahip olmalıdır. Maddî hayatın çabasıyla, meşakkatiyle ilgisi bulunmamalıdır.

Dolayısıyla davet ettiği mesajın gök menşeli oluşu, onun hayat tarzıyla da belirginlik kazanmalıdır. Ya da onun yanında gökten inen bir melek bulunmalı ve bu melek onunla birlikte uyarıcılık görevini yapmalıdır. O zaman kimse, bu elçinin davetinin gerçekliği ve peygamberliğinin hakkaniyeti hususunda kuşkuya düşmez. İşte hemen sonrasında yer alan, "Eğer onu bir melek yapsaydık..." ayetiyle onların bu önerilerine cevap veriliyor.

9) Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.

İfadenin orijinalinde geçen "lebs" sözcüğü, çirkinliğinden veya gerektirici başka bir nedenden dolayı bir örtüyle bir şeyi örtmek demektir. Bu sözcük "lubs" şeklinde telaffuz edildiğinde ise, hakkın üzerini örtme anlamını ifade eder. Bana öyle geliyor ki, bu kullanımda istiare esas alınmıştır ve aslında her iki telaffuzun anlamı birdir.

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "Lebis'es-sevbe= Giysiyi giydi, demek, 'Onunla örtündü' demektir. 'Elbesehu gayrehu= Giysiyi başkasına giydirdi.' ... 'el-Lubs' kelimesinin asıl anlamı, bir şeyi örtmektir. Bu anlamda daha çok soyut kavramlar ile ilgili olarak kullanılır.

Meselâ, 'Lebiset aleyhi emruhu=İşi karışık oldu' derler. Yüce Allah da şöyle buyuruyor: 'Onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.' [En'âm, 9] 'Hakkı batıl ile karıştırmayın.' [Bakara, 42] 'Neden hakkı

30 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

batılla karıştırıyorsunuz?' [Âl-i İmrân, 71] 'İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar...' [En'âm, 82] Araplar, 'Fi'l-emri lebsetün=Bu işte bir karışıklık var' derler." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.)

Ayette geçen "yelbisûne" fiilinin mefulü zikredilmemiştir. Bundan mefulün kapsayıcı bir anlam içerdiğini çıkarmak mümkündür. Buna göre, ifadenin açılımı şöyle olur: Kâfirler, işi kendileri açısından içinden çıkılmaz ve kuşkulu hâle getiriyorlar. Bu, onların hem kendi kendileri için, hem de bazılarının diğer bazıları için meseleyi karışık hâle getirmelerini kapsıyor.

Onların kendileri dışındaki insanlar için işi karışık ve içinden çıkılmaz hâle getirmelerine gelince; kötü niyetli âlimlerin kendilerini izleyen cahil insanların kafasını karıştırmak için hakkı batılla karıştırmalarını veya tağutların kendilerine tâbi olan yurttaşlarını aldatabilmek için hak ile batılı birbirine karıştırmalarını buna örnek gösterebiliriz. Meselâ, yüce Allah'ın Firavun'dan aktardığı şu sözleri bunun bir örneğidir:

"Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, şu aşağılık, neredeyse söz anlatamayacak durumda olan adamdan daha iyi değil miyim? Üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında melekler de gelmeli değil miydi? (Firavun böylece) kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler." (Zuhruf, 51-54) Şu sözleri de bunun bir başka örneğidir: "Ben size, yalnız gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum." (Mü'min, 29)

Onların kendi kendileri için işi anlaşılmaz, içinden çıkılmaz ve karmaşık hâle getirmelerinin anlamına gelince; bunu da şöyle açıklayabiliriz: Onlar, kendi zihinlerinde hakkı batıl, batılı da hak olarak düşünmüş ve böylece batılı izlemeyi sürekli bir davranış hâline getirmişlerdir.

Çünkü insan, yüce Allah'ın insanların yaratılışlarına esas kıldığı fıtrat yasası gereğince hak ile batılı birbirinden ayırabilmesine, bu fıtrat yasası uyarınca hem sakınma duygusu, hem de günah işleme içgüdüsü kendisine telkin edilmiş olmasına rağmen, kimi durumlarda heva ve heves yönünü güçlendirebilir, şehvet ve gazap ruhunu pekiştirebilir. Bunun sonucunda nefsinde hakka karşı büyüklenme melekesi gelişir, gerçek karşısında büyüklük

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 31

kesi gelişir, gerçek karşısında büyüklük kompleksine kapılma refleksini edinir. Hak karşısında nefsi tepkisel bir tutum içine girer, kabuğuna çekilir, kendi yaptıklarıyla gurur duyacak hâle gelir. Artık hakka dönüp bak-maz, hak esaslı çağrıyı dinlemez olur. Bu aşamada kendi amelleri kendisine süslü görünür, bile bile hakkı batılla karıştırır.

Nitekim ulu Allah insanın içine düştüğü bu psikolojik tepkimeyi şu ifadelerle dile getirir: "Keyfini tanrı edinen ve Allah'ın bilgiye rağmen saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 23) "De ki: Size işleri bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları söyleyeyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseleri?" (Kehf, 103-104)

Böylece insanın bildiği hâlde, bir konuda sapıklığa düşmesinin nasıl gerçekleştiği netlik kazanıyor. Dolayısıyla bu gibi durumlarda, insanın kendisi açısından hakkı batıl ile karıştırmasını kendisini kaçınılmaz bir zarara maruz bırakması şeklinde algılayıp da bunun mümkün olmadığını söyleyemeyiz.

Kaldı ki, bizler kendi davranışlarımız üzerinde düşündüğümüzde, hareketlerimizi analitik bir gözle irdelediğimizde, birçok kötü alışkanlıklarımız olduğunu görür, bunların kötü olduğunu rahatlıkla kabul ederiz. Fakat, bu alışkanlıkları terk etme yönünde bir adım atmayız; çünkü bu gelenekler bizim düşünsel ve pratik yaşamımızda kök salmışlardır.

Bu, bilerek sapmaktan, hakkı batılla karıştırmaktan, mevhum lezzetlerle zevk almaktan, nefsanî zevklere dalarak hak üzerinde sebat göstermek ve hakka göre hareket etmekten geri kalmaktan başka bir şey değildir. Yüce Allah, rızasına uygun davranabilmemizde bizim yardımcımız olsun.

Her halükârda, "Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık." ifadesi, onların uyarıcı olarak bir melek indirilmesi durumunda kendilerinin ona inanacaklarına ilişkin önerilerine verilmiş bir cevaptır.

Cevabın özü şudur: Dünya yurdu, serbest irade esasına dayalı seçimlerin yapıldığı bir imtihan yurdudur. İnsanın bu dünyada gerçek mutluluğunu elde etmesi, ancak serbest iradesiyle yapığı tercihleri izle-

32 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mesi ve mutluluk yolunda kendisine yarar sağlayacak veya zarara uğratacak şeyleri kazanması ile mümkündür. İnsan bu iki yoldan hangisini kendisi için seçerse, Allah da onu o yolda yürütür.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz ona yolu gösterdik; o ya şükreden olur, ya da nankörlük eden." (İnsân, 3) Burada, insana yolun gösterilmesinden söz ediliyor. Gösterilen yolu izlemek veya ondan kaçınmak, insanın kendi tercihine kalmıştır. Belli bir yolu izlemesi için insana herhangi bir baskı uygulanmaz. Bilâkis, kendisi bir yol tutar, kendi eker, sonra da ektiğini biçer. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir." (Necm, 39-41) Buna göre, insan sadece kendi çalışmasının ürününe sahiptir. Eğer çalışması hayırsa, yüce Allah ona bu hayrı gösterecektir. Şayet çalışması şerre yönelikse, yüce Allah onu hakkında geçerli kılacaktır.

Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Kim ahiret ekinini isterse, onun ekinini arttırırız; kim dünya ekinini isterse, ona da dünyadan bir şey veririz; fakat onun ahirette bir nasibi olmaz." (Şûrâ, 20) Dolayısıyla ilâhî davetin amacına ulaşması, ancak insanın serbest seçimine bırakılması ve bu hususta insana hiçbir zorlama ve baskı yapılmamasıyla mümkündür. Bu bakımdan ilâhî davetin taşıyıcısı resulün bir insan olması kaçınılmazdır. Resul, insanlardan biri olarak onların diliyle konuşmalı, onlar da itaat etmek suretiyle mutluluğu ya da karşı çıkmak suretiyle mutsuzluğu kendi tercihleriyle seçmelidirler.

Bu nedenle de, yüce Allah, bunu yapacak güçte olduğu hâlde, insanları bu daveti kabul etmek zorunda bırakacak semavî bir mucizeyle onları buna zorlamaz. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur:

"Her hâlde sen, inanmıyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin! Dilesek onların üzerine gökten bir mucize indiririz de boyunları ona eğilir." (Şuarâ, 3-4)

Dolayısıyla yüce Allah, insanlara bir meleği elçi olarak gönderseydi, hikmeti gereği onu da kendileri gibi bir adam yapardı. Bu durumda yine insanların bir kısmı serbest kazanımları sonucu kârlı çıkacak, bir kısmı da hüsrana uğrayacaktır. Bu insanlar, hem kendileri için, hem de izleyicileri için hakkı batılla karıştırıp, içinden çıkılmaz bir

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 33

hâle getirecekler. Tıpkı insan kökenli bir elçi gönderildiğinde hakkı batılla karıştırıp kuşkuya düştükleri gibi. Böylece yine yüce Allah, onların bu serbest seçimlerini geçerli kılıp düştükleri aynı kuşkuya düşürecektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar eğilince, Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5)

Şu hâlde, bir meleğin elçi olarak gönderilmesi, insan kökenli bir elçinin gönderilmesinden daha fazla yarar sağlayacak değildir. O hâlde, artı bir yararı olmayacaksa, melek kökenli bir elçi göndermek gereksiz bir davranış olur. Şu hâlde, kâfirlerin, "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" şeklindeki sözleri, özel ve yeni bir faydası olmayan boş bir işe yönelik bir istektir. Bu isteklerinin yerine getirilmesi durumunda yine de umdukları yarar sağlanmayacaktır. "Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük." ifadesiyle anlatılmak istenen budur.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan birkaç husus açıklık kazanıyor: Birincisi: Elçinin melek olmasıyla erkek (insan) olması arasındaki bağlantı, ilâhî hikmetin, ilâhî davet açısından insanın serbest iradeye sahip olmasını gerektirdiği içindir. Çünkü eğer elçi melek olarak gönderilse ve melek de semavî görünümüyle ortaya çıksa, gayb âlemi görünür âleme dönüşmüş olacak ki, bu, serbest iradeyle, tercih hakkıyla bağdaşmayan bir zorlamadır.

İkincisi: Ayet, sadece elçi olacak meleğin erkek yapılacağından söz ediyor. Bu arada o melek, mahiyet değiştirerek insan mahiyetine mi dönüşecek -ki bazı araştırmacılar bunun imkânsızlığından söz ediyorlar- yoksa, Ruh'un normal bir insan kılığında Meryem'e görünmesi veya saygın meleklerin İbrahim Peygamber'e ve Lut Peygamber'e iki insan konuk kılığında görünmeleri gibi, insan kılığına mı girecek, bundan söz etmiyor.

Meleklerden söz eden ayetlerin büyük bir kısmı, iki şıktan ikincisini destekleyici mahiyettedir. Bununla beraber, "Eğer dileseydik, sizden, şu dünyada yerinize geçen melekler yapardık." (Zuhruf, 60) ayeti birinci şıkkı destekleyici bir içerikten yoksun sayılmaz. Aslında bu konu uzundur. Dolayısıyla başka bir yerde detaylı bilgiler elde edilebilir.

34 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Üçüncüsü: "ve onları yine içine düştükleri kuşkuya düşürürdük." ifadesi, "Onlar eğilince, Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5) ayetini çağrıştırmaktadır. Burada, onların kendileri için sapmayı istemelerinden sonra yüce Allah'ın onları saptırmasından söz ediliyor. Yoksa, onlardan bir talep olmaksızın saptırma şeklinde bir durum, ulu Allah'ın şanına yakışmaz.

Dördüncüsü: Ayette geçen "yelbisûne" fiilinin mahzuf olan mefulü, kâfirlerin hem kendileri için, hem de başkaları için işi karıştırmalarını; hem kendilerini, hem de başkalarını kuşkuya düşürmelerini kapsamaktadır.

Beşincisi: Ayet, içeriği itibariyle onları susturmaya yönelik bir delil mahiyetindedir. Şöyle ki, eğer onlara elçi olarak bir melek indirilseydi, bu kendilerine bir yarar sağlamayacaktı, şaşkınlıklarının kalkması yönünde bir işe yaramayacaktı. Çünkü böyle bir durumda yüce Allah, o meleği bir insan kılığında gönderecekti, tıpkı insan kökenli elçi gibi.

Onlar yine, bu melek kökenli elçi karşısında hakkı batıla karıştıracak, kuşkuya düşeceklerdi. Hâlbuki onlar, böyle bir öneri ortaya atmakla, bir erkek görünümünde olan bu insan kökenli elçiden kurtulmayı, böylece kuşkularının yakine dönüşmesini istemekteydiler. İndirilecek olan melek de aynı niteliklere sahip bir erkek görünümünde olacaksa, -ki öyle olması kaçınılmazdır- artık bunun onlara ne faydası olacak ki?!

Altıncısı: Erkekleri ve kadınları birden kapsayan "onu bir insan yapardık" şeklindeki bir ifade yerine, sadece erkekleri kapsayan "onu bir erkek yapardık..." şeklinde bir ifadenin kullanılması -bazılarının da söylediği gibi- resullerin ancak erkeklerden olabileceklerine yönelik bir işaret içermektedir. Ayrıca bu ifade, bazılarının söylediği gibi, meleğin mahiyetinin insan mahiyetine dönüşmesinin söz konusu olmadığına, sadece insan suretine sokulmasından söz edildiğine yönelik de bir işaret barındırmaktadır.

Tefsir bilginlerinin büyük bir çoğunluğu, ayeti yorumlarken bundan maksadın şu olduğunu söylemişlerdir: "Onlar, maddî dünya ile içli dışlı olmalarından dolayı, meleği orijinal görünümüyle görmeye güç yetiremeyeceklerinden, onlara elçi olarak bir melek gönderilecek ol

En'âm Sûresi / 4-11 .................. 35

sa, onun normal bir insan görünümünde karşılarına çıkması gerekecektir. Dolayısıyla, insan kökenli bir elçi gönderilmesinden dolayı, içine düştükleri kuşku ve zihin karışıklığı, insan görünümündeki melek kökenli bir elçinin gönderilmiş olması durumunda da ortaya çıkacaktır. Bundan hiçbir yararları olmayacaktır."

Ancak, "Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur." (Furkan, 22) ayetini esas alarak, sıradan insanların melekleri orijinal görünümleriyle göremeyeceklerini kabul etsek de, söz konusu tefsir bilginlerinin bu tarz değerlendirmeleri, cevabın yönelik olduğu hedefle bağdaşmamaktadır.

Çünkü eğer melekleri orijinal şekilleriyle görmek insan için imkânsız bir durum olsaydı, insan fertlerinin durumları bu hususta değişmezdi; bazıları için caiz, bazıları içinse muhal bir şey olmazdı. Oysa hem Şiî, hem de Sünnî kaynaklarda yer alan rivayetlerde, Peygamber efendimizin (s.a.a) Cebrail'i iki kere orijinal görünümüyle gördüğü belirtilir. Bu durumda, yüce Allah, peygamberlerini melekleri görmeleri için desteklediği gibi, sıradan insanları da bu hususta güçlendirebilir, onların da melekleri görüp onlara inanmalarını sağlayabilir.

İlâhî hikmet açısından, insanları inanmaya zorlama sakıncası dışında, bunun herhangi bir sakıncası yoktur. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi ayette, böyle bir sakıncaya meydan vermemek için o meleğin bir erkek yapılacağından söz ediliyor.

Ayrıca, melekleri âdemoğullarının görünümünde görmek, zorunlu olarak onların melek olduklarından kuşku duymayı gerektirmez. Yüce Allah, Hz. İbrahim ve Hz. Lut'un melekleri âdemoğulları kılığında gördüklerini, meleklerin kendilerini onlara tanıttıklarını ve onların da melekler hakkında kuşkuya düşmediklerini haber vermektedir.

Yine Hz. Meryem'in Ruh'u gördüğü, Ruh'un kendisini tanıtması üzerine onun hakkında herhangi bir kuşkuya düşmediği, tereddüt geçirmediği haber veriliyor. Normal insanlar da neden melekleri bu şekilde görüp, onları tanımasınlar ve onların melek olduklarına ilişkin olarak kesin bir inanca ulaşmasınlar? Ne var ki, bunun tek sakıncası, bütün insanların nefislerinin İbrahim, Lut ve Meryem'in nefsi gibi olması, içgüdülerinin ve fıtratlarının silinip tertemiz ve kutsal nefislere dönüş-

36 ...................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mesidir. Böyle bir şey ise, insanları inanmaya zorlama sakıncasını gündeme getirir. Zorlama ise, imtihanın konusunu ortadan kaldırır, imtihana mahal bırakmaz. Oysa, yukarıda da vurguladığımız gibi, ayetin temel amacı, bu tür bir sakıncayı ortadan kaldırmaktır.

10-11) Senden önce de peygamberlerle alay edildi...

Ayetin orijinalinde geçen "hâka" fiilinin kökü olan "el-hayk", ârız olmak ve isabet etmek anlamını ifade eder. Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şunları söyler: "Bir görüşe göre, 'hâka' fiilinin aslı 'hakka' dır. Sonra bu sözcük 'hâka'ya dönüşmüştür. 'Zelle'nin 'zâle'ye dönüşmesi gibi. Nitekim, 'Fe ezellehum'eş-şeytanu' ifadesi, 'Feezâlehuma...' şeklinde de okunmuştur. 'Zemmehu' ve 'zâmehu' sözcükleri arasında da benzeri bir ilişki vardır." (el-Müfredat'tan alınan alıntı sona erdi.)

Onların peygamberlerle alay etmeleri, kendilerini uyardıkları ve başlarına gelmesinden korkuttukları azabı alaya almaları şeklinde gerçekleşiyordu. Ama çok geçmeden alaya aldıkları azap, kendilerini çepeçevre sarıverdi. [Bu son iki ayetten] ilk ayette, Peygamberimizin (s.a.a) gönlünün hoş tutulmasının yanı sıra müşriklerin de uyarılmaları amaçlanıyor. İkinci ayette ise, olup bitenlerden ibret alınması, olumlu derslerin çıkarılması yönünde bir emir yöneltiliyor.

En'âm Sûresi / 12-18 ................ 37

EN'ÂM SURESİ (Tamamı:1-165)

AYETLERİN MEÂLİ

12- De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır." O, rahmeti kendi üstüne yazdı. Sizi, elbette varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar.

13- Gece ve gündüzde barınan her şey, O'nundur. O, işitendir, bilendir. 14- De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" De ki: "Bana, İslâm'ı kabul edenlerin ilki olmam emredildi ve 'Sakın ortak koşanlardan olma!' (denildi.)"

15- De ki: "Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım."

16- "O gün kimden (azap) geri çevrilirse, gerçekten (Allah) ona rahmetmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur."

17- Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, O, her şeye kadirdir. 18- Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Tevhit ve ahiret günü hakkında müşriklerle tartışmayı hedefleyen bir ayetler grubu. İlk iki ayet, ahiret gününe ilişkin somut kanıt içiriyor. Geriye kalan beş ayette ise, tevhit, yani Allah'ın tek ve ortaksız ilâh oluşu işleniyor. İleride değineceğimiz gibi, buna ilişkin olarak iki açıdan somut kanıtlar sunuluyor.

12) De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır."

38 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ahiret günüyle ilgili somut kanıt sunulmaya başlanıyor. Kanıtın özü şudur: Allah, göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir. Onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisine ve gücüne sahiptir. Bu arada, yüce Allah'ın rahmet sıfatının altı çiziliyor. Rahmetin anlamı ise, her ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek, her şeyi lâyığına ulaştırmak, her şeye lâyığını bahşetmektir. Kullarının bir kısmı, bu arada insan, sonsuz bir hayat sürdürmeye elverişlidir, sonsuz hayatta mutlu olmasını sağlayacak donanıma sahiptir. Bu nedenle yüce Allah, egemenliğinin, sahipliğinin ve rahmetinin gereği olarak muhakkak ki onlar üzerinde bir tasarrufta bulunacak, onları toplanma yerine (mahşere) sürerek, herkese hak ettiğini, lâyığını verecektir.

Bu bakımdan, "De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?'..." ifadesi, kanıtın önermelerinden birini, "O, rahmeti kendi üstüne yazdı." ifadesi de, başka birini içermektedir. "Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur..." ifadesi de, kanıtın bir parçası olarak üçüncü bir önermeyi oluşturmaktadır.

"De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?'..." ifadesiyle, Peygamberimize (s.a.a), göklere ve yere kimin malik olduğunu, kimin hiçbir engelle karşılaşmadan onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunduğunu sorması emrediliyor. Hiç kuşkusuz tüm bu yetkileri tekelinde bulunduran, yüce Allah'tır. Çünkü O'nun dışındakiler, hatta müşrikler tarafından ilâh oldukları ileri sürülen putlar ve heykeller dahi, diğer varlıklar gibi yaratılmışlardır. Onlar da diğer varlıklar gibi, varoluşları itibariyle gelip yüce Allah'a dayanırlar. Demek ki, göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi yüce Allah'tır.

Sorulan sualin cevabı, hem soruyu soranın, hem de soruya muhatap olanların yanında bilinen, açık ve hasmın da ikrar ettiği bir şey olduğundan, cevabın hasım tarafından ve kendi ağzıyla verilmesine gerek duyulmamıştır. Bunun yerine, Peygamber efendimizden (s.a.a) cevabı kendisinin vermesi istenmiştir. Bununla, onların vereceği cevabı beklemeden kanıtın tamamlanması amaçlanmıştır.

Tartışma esnasında karşı tarafa soru yöneltip cevabını da kendi vermek, kanıtlama alanında etkileyici ve parlak söz söyleme (bedî') sanatının etkin örneklerinden biridir. Meselâ; birine nimet veren ve bu

En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 39

bağışı nankörlükle karşılanan kişi, nimet verdiği kimseye sorar: "Seni yediren kimdir? İçiren kim, giydiren kim? Benim. Sana bunları ben yapıyorum. Sense bana nankörlük ederek karşılık veriyorsun!"

Kısacası, bu soru ve cevapla, yüce Allah'ın her şeyin mutlak maliki ve sahibi olduğu vurgulanıyor. Dolayısıyla O, her şey üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Dilediğini diriltme, dilediğine rızk verme, dilediğini öldürme, dilediğini ölümünden sonra yeniden diriltme hakkı O'nun tekelindedir. İşin inceliği, ölüm, gaip olma, düzensizlik vs. gibi hiçbir engel, bütün bunları yapmasına engel olamaz. Bununla, kanıtın önermelerinden biri tamamlanıyor. Bunu, "O, rahmeti kendi üstüne yazdı." önermesi izliyor.

O, rahmeti kendi üstüne yazdı. Sizi, elbette varlığında şüp-he olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar. Yazmak, ispat etme ve kesin bir hükme bağlama anlamını ifade ediyor.

Hak edene nimeti vermek ve lâyık olana mutluluğu ulaştırmak demek olan rahmet, O'nun fiilî sıfatlarından olduğuna göre, bu sıfatın yüce Allah'ın yazma eylemine konu olması doğrudur. Bunun anlamı şudur: O, lâyık olanlara rahmet etmeyi, nimetler bahşetmeyi, hayırlar indirmeyi kendisine farz ve gerekli kılmıştır.

Bunun gibi, eylemin yazmaya veya benzeri bir fiile konu olmasının bir örneğini de şu ayette görebiliriz: "Allah, elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazdı." (Mücâdele, 21) Veya şu ayette: "Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki o, (sabit bir) gerçektir." (Zâriyât, 23) Fakat yüce Allah'ın hayat, ilim ve kudret gibi zatî sıfatlarını yazma ve benzeri bir fiilin konusu yapmak doğru olmaz. Sözgelimi: "O, hayatı, ilmi ve kudreti kendi üstüne yazdı." denilemez.

Daha önce de söylendiği gibi, yüce Allah'ın rahmeti kendi üzerine yazması, gerekli kılması, insanlara yönelik nimetini tamamlamasını gerektirmektedir. Bu da, söz ve eylemlerinin eksiksiz karşılığını vermek üzere onları kıyamet gününde bir araya toplamakla mümkün olabilir. Ki bunun sonucunda müminler büyük kurtuluşa erişmenin sevincini yaşasınlar, diğerleri de büyük hüsrana uğramanın derin hüznünü tatsınlar.

40 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Kanıtın bir sonucu gibi, aşağıdaki değerlendirme cümlesine yer verilmesi de bunu vurgulamaya dönüktür: "Sizi, elbette varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır." Bu ifadeyle, yukarıda sunulan kanıt, en etkili söylemlerden biriyle pekiştiriliyor. Bu amaçla, ifadenin orijinalinde, yemin edatı olarak "lâm" ve "tekit nunu"nun yanı sıra, "şüphe olmayan" ifadesi kullanılmıştır.

Ardından o günde müminlerin kârlı çıkacaklarına, buna karşın diğer insanların ziyana uğrayacaklarına işaret ediliyor: "Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar."

Tefsirini sunduğumuz bu ayette, kıyamet gününe ilişkin olarak ortaya konulan kanıt, aşağıdaki ayetlerde bu konuyla ilgili olarak ortaya konulan iki kanıttan ayrıdır: "Göğü, yeri ve o ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin zannıdır. Ateşten vay hâllerine o nankörlerin. Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi kılacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi kılacağız?" (Sâd, 27-28)

Bu iki ayette, ahiretle ilgili kanıt, yüce Allah'ın fiilinin boşuna olmayacağı, tam tersine her fiilinin bir amacının olduğu esasına dayandırılıyor. Öbür yandan müminle kâfiri, muttakiyle günahkârı bir tutmanın, yüce Allah'a yakışmayan bir zulüm olacağı vurgulanıyor. Oysa bunlar, dünya hayatında kesin olarak birbirlerinden ayrılmazlar. Bu bakımdan bunların mutluluk ve mutsuzluk bağlamında kesin olarak birbirlerinden ayrılacakları başka bir hayatın olması kaçınılmazdır. Bu ise, tefsirini sunduğumuz ayette rahmet yöntemini kullanarak hedefe varmayı esas alan kanıtlama yönteminden farklı bir yöntem görünümündedir.

13) Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur. O, işitendir, bilendir.

Gece ve gündüzde barınmak, tabiat âlemi dediğimiz doğal ortamda yer almak anlamında kullanılmıştır. Sözünü ettiğimiz bu ortam, gece ve gündüz fenomenleriyle belirginlik kazanmaktadır. Bunlara egemen olan ilâhî düzen, ışık kaynağı güneşin yansıttığı aydınlığa bağlı olarak cereyan etmektedir. Yakınlık, uzaklık, çokluk, azlık, hazır olma, gaip olma, yönler vs. gibi durumlar, hep bu ışık bağlamında kendi- ni gösterir.

En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 41

Şu hâlde, gece ve gündüz bir evrensel beşik konumundadır; bütün genel unsurlar ve bunların türevleri bu beşikte eğitilerek, bunların her bir parçası, her bir ferdi kendisi için öngörülen hedefe yöneltilir; ruhen ve bedenen olgunlaşması için öngörülen yola girmesi sağlanır.

Genel ve özel anlamda barınağın, o barınakta ikamet edenin oluşumu üzerinde tam etkinliği vardır. Örneğin, herhangi bir yerde ikamet eden bir insan, rızkını temin etmek için orada dolaşır, orada yetişen hububattan, meyvelerden ve hayvan türlerinden yararlanır, suyundan içer, havasını teneffüs eder, çevrenin oluşumuna katkıda bulunur, kendisi de bu çevreden etkilenir. Vücudunun her bir parçası da kendisi için öngörülen çerçeve dahilinde gelişir. Aynı şekilde, gece ve gündüz de, kendilerinde barınan varlıkların oluşumu üzerinde genel anlamda tam etkinlik gösterirler.

Gece ve gündüzde barınan varlıklardan biri olan insan da, Allah'ın iradesi doğrultusunda, basit ve bileşik unsurların özel bir program dahilinde bir araya gelmeleri sonucu varoluşunu gerçekleştirir. Onun varlığı, oluş ve kalış bakımından düşünsel bilinç ve iradeye dayalı hayatla belirginlik kazanır. Bu düşünsel bilinç ve irade de, sahip olduğu birtakım içsel ve duygusal güçlerden kaynaklanır. Bu içsel ve duygusal güçler, ona yararları cezp etmeyi, zararları defetmeyi telkin eder, onu dil aracılığıyla anlaşma, insanlar arası ilişkilerde yasalara, kanunlara ve geleneklere uyma, güzellik, çirkinlik, adalet, zulüm, itaat, isyan, sevap, ceza ve af gibi konularda genel görüşlere ve inançlara saygılı olma esasına dayalı toplumsal bir yaşama çağırır.

Gece ve gündüzün ve bunların içinde barınan varlıkların yaratıcısı, onların var edicisi yüce Allah olduğuna göre, gece ve gündüzde barınan varlıkların sahibi de O'dur. Şu hâlde, gece ve gündüzün, bunlarda barınan herkesin ve her şeyin, bunlara bağlı olarak meydana gelen olayların, eylemlerin ve sözlerin gerçek sahibi ulu Allah'tır. Bunlara egemen olan akıl almaz genişlikteki evrensel yasalar sistemi de O'nun eseridir. O, seslerden ve işaretlerden oluşan sözlerimizi işitir, güzellik, çirkinlik, adalet, zulüm, iyilik, kötülük nitelikli fiil ve amellerimizi, bunlara bağlı olarak nefislerimizin kazandığı mutluluk ve mutsuzluğu bilir.

42 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bunları bilmemesi mümkün mü? Oysa her şey O'nun mülkünde ve iznine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Kaldı ki bu tür şeyler, yani güzellik, çirkinlik, adalet, zulüm, itaat ve isyan gibi kavramlar, aynı şekilde zihinsel anlamlara delâlet eden diller, bilgi ortamının dışında gerçeklikleri olmayan birtakım bilimsel şeylerdir. Bu yüzdendir ki tarafımızdan sergilenen bir fiilin güzel, çirkin, itaat veya isyan olarak nitelendirilmesi ya da yine tarafımızdan telaffuz edilen seslerin söz olarak adlandırılması, ancak bunları bilmemiz ve amaçlarını kavramamızla mümkün olmaktadır.

Bu nedenle, bir kimsenin, kendiliğinde bilimsel olan bir şeye, bilimsellik yönüyle sahip olup sonra da ona cahil olması, onu bilmemesi mümkün müdür? (İyi düşünün!) Yüce Allah, şu uçsuz bucaksız evreni, bu evrende yer alan basit ve bileşik unsurları, akıllara durgunluk veren düzeniyle meydana getirmiştir. Sonra bizleri var etmiş, gece ve gündüzde barındırmıştır. Ardından çoğalmamızı sağlamış, aramızda sosyal bir düzen yürürlüğe koymuştur.

Bunu izleyen süreçte dilleri meydana getirmemize imkân vermiştir. Yasalar edinmemizi ve bu yasalara göre hareket etmemizi sağlamıştır. Bizi ve diğer sebepleri adım adım izlemekte, faaliyetlerimizi kontrol etmektedir. Bizi ve diğer sebepleri an be an gece ve gündüz ortamlarından geçirmektedir. Havsalamıza sığmayacak yoğunluktaki olayları peş peşe objeler dünyasına sevk etmektedir.

İçimizden biri konuştuğu zaman anlamın kalbine yerleşmesi, O'nun ilham etmesiyledir. Sözcüklerin dilinde telaffuz edilmesi, O'nun öğretmesi iledir. Muhatabına sözünü duyurması, O'nun duyurması iledir. Anlamın muhatabın zihnine intikal etmesi, O'nun koruması iledir. Düşünme yeteneğinin duyduklarını anlaması, O'nun öğretmesi iledir.

Muhatabın konuşmacı tarafından iletilen sözleri algılaması, O'nun yöneltmesi iledir. Algıladığı anlamı kabul veya redde kalkışması, O'- nun yönlendirmesi iledir. Hiç kimsenin sayamayacağı onca gelişmelerin tüm aşamalarında yöneten, sürükleyen, yol gösteren, koruyan ve denetleyen, O'dur. Bütün bunlar karşısında şunu söylemekten başka çaremiz yoktur: Yüce Allah işitendir, bilendir. Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde

En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 43

altıncısı O'dur. Bundan az veya çok, nerede olurlarsa olsunlar, O, onlarla beraberdir. Sonra, kıyamet günü yaptıklarını onlara haber verecektir. O, her şeyi bilir.

Aynı şekilde içimizden biri iyi veya kötü nitelikli bir iş yaptığında yüce Allah onu bilir. Çünkü o, bir baba ve bir anneden doğmuştur. Onlar onu serbest iradenin denetimi altında doğurmuşlardır. Bu çocuk anne ve babasına ulaşıncaya kadar çeşitli aşamalardan geçmiştir. Uzun bir yol katetmiş, etkin sebeplerin sulbünden, edilgen nedenlerin rahminden geçerek yüce Allah'ın bildiği evrelerden süzüp gelmiştir.

Yüce Allah onu iradesiyle bir kucaktan öbürüne intikal ettirmiştir. - Yeryüzü O'nun elinin içindedir, gökleriyse sağ eliyle tutmuştur.- Nihayet, serbest iradesini kullanacağı menzile inmiştir. Bütün bu aşamalarda yüce Allah onunla beraber olmuştur. Derken insan objeler dünyasının ufuklarından belirmiş, gece ve gündüz barınağında yerini almıştır.

Sonra da evrenin bir parçası olarak onun diğer parçalarından etkilenmeye başlamıştır. Bu süreçlerin tümünde yüce Allah onu görür, bilgisiyle onu kuşatır. Böyle bir varlıktan ulu Allah'ın haberdar olmaması mümkün müdür?! Yaratan bilmez mi?! O latiftir, haberdardır. Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki: "O, işitendir, bilendir." ifadesi, "Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur." önermesinin bir sonucu konumundadır.

Gerçi işitme ve bilme, yüce Allah'ın zatî sıfatlarından sayılırlar. Zatî sıfatlarsa O'nun zatından ayrı değildirler, O'nun dışındaki herhangi bir olguyla ilintili olarak algılanmazlar. Fakat bilmenin, aynı şekilde işitme ve görmenin bir türü de vardır ki, zatın dışında olan fiilî sıfatlardan sayılır. Bu tür bilme ve işitme, kutsal zatın dışındaki bir olguyla ilintili olarak gerçekleşmektedir. Tıpkı yaratılan, beslenen, yaşayan ve ölen birinin varlığıyla ilintili olarak gündeme gelen yaratma, besleme, yaşatma ve öldürme sıfatları gibi.

Varlıklar özleri ve tözleri itibariyle yüce Allah'ın mülkü ve O'nun tarafından kuşatılmışlardır. Dolayısıyla bunların sesler türünden olanı, O'nun işitmesinin; ışıklar ve renkler türünden olanı, O'nun görmesinin ve hepsi de, türü ne olursa olsun, O'nun bilmesinin kuşatması altındadır. İşte bu tür bir bilme, O'nun fiilî sıfatlarından

44 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

dadır. İşte bu tür bir bilme, O'nun fiilî sıfatlarından sayılır. Bu tür bir sıfat, söz konusu fiilin O'nun tarafından gerçekleştirildiği anda gerçekleşir, ondan önce değil. Önceden olmayıp sonra gerçekleşen bu tür sıfatların ispatı, O'nun kutsal ve münezzeh zatında değişiklik yaşandığı anlamına gelmez. Çünkü bu sıfatlar, fiil bağlamından öteye geçmezler, zatın dünyasına girmezler. Bu bakımdan, bilmeyi sahip olmanın bir sonucu gibi gösteren ayet, fiil bağlamındaki bilmeyi kanıtlama sadedindedir. Bunu anlamaya çalış.

"Gece ve gündüzde barınan her şey, O'nundur..." ifadesi, önceki ayette açıklanan kanıtın önermelerinden biri konumundadır. Çünkü, "De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki: 'Allah'ındır.' O, rahmeti kendi üstüne yazdı." ayetiyle, ahiret gününe ilişkin kanıt ortaya konulmuş olsa da, basit ve ilkel anlayışlar, yüce Allah'ın varlıklara sahip oluşunun onları bilmesini ve sesler gibi işitilenler türünden olanlarını işitmesini gerektirdiğini kavramayabilirler.

Bu nedenle, gökler ve yerin sahibi olduğu tekrar vurgulanıp, işitme ve bilme sıfatları buna bina edilerek bu hususa dikkat çekilmiş, "Gece ve gündüzde barınan her şey, O'nundur. O, işitendir, bilendir." buyurulmuştur. Dikkat edilirse, "Gece ve gündüzde barınan her şey, O'nundur." ifadesi, "Göklerde ve yerde olanlar O'nundur." anlamını ifade etmektedir. Bu bakımdan söz konusu ayet, önceki ayette ileri sürülen kanıtın bütünleyici önermesi konumundadır.

Anlamının gerçek boyutlarını hakkıyla açıklayamamamıza ve açıklanamayacak olmasına karşın, bu ayet Kur'ân'ın en ince anlamlı ayetlerinden biridir. Son derece ince işaretler ve kanıtlar içermektedir. Mantıksal dokusu ise, erişilmez bir görkemliliğe sahiptir.

14) De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" De ki: "Bana, İslâm'ı kabul edenlerin ilki olmam emredildi..."

Yüce Allah'ın birliğini ve ortaksızlığını kanıtlamanın başlangıcı konumundaki bir ifadedir.

Putperestliğin ve insanların puta tapmaya başlamalarının tarihini incelediğimiz zaman şu sonuca varıyoruz: İnsanların böyle bir duruma düşmelerinin, düzmece ilâhlara boyun eğmelerinin iki nedeni vardır:

En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 45

Birincisi: İnsanlar, kendilerini hayatı sürdürme, yemek yeme, giyinme, barınma, evlenme, evlât edinme ve bir akrabalar topluluğu içinde yaşama gibi birçok sebebe muhtaç olma durumuyla karşı karşıya bulmuşlardır. Bu ihtiyaçların en önemlisi ise, hiç kuşkusuz beslenmedir.

Basit bir gözlemle, insanın beslenmeye olan ihtiyacının sair şeylere olan ihtiyacından çok daha fazla olduğu fark edilir. İnsanlar, basit gözlemleri sonucu, bu ihtiyaçların her birinin bir sebeple bağlantılı olduğunu fark etmişlerdir. Kendilerince, bu sebeplerin söz konusu ihtiyaçlarını giderme erdeminde bulunarak kendilerini bu ihtiyaçtan kurtardığı kanısına varmışlardır. Göğün yağmur yağdırıp hayvanları için meraların ve çayırların yeşermesine, kendilerine bolluk getirmesine yol açan sebep, ovaları ve dağları yöneten sebep, sevgi ve kaynaşma duygularını harekete geçiren sebep veya denizleri ve onlar üzerinde yüzen gemileri idare eden sebep gibi.

Daha sonra, insanlar, güçlerinin tek başına bu tür zorunlu ihtiyaçları gidermeye yetmediğinin farkına varmışlardır. Bunun sonucunda, ihtiyaçlarıyla bağlantılı sebebe boyun eğeme ve onu tapılan bir ilâh edinme durumunda kalmışlardır.

İkincisi: İnsanlar, birtakım olayların açık hedefi olduklarını gözlemlemişlerdir. Basit ve yalın bir gözlemle, insanın birçok zorlukla, bunlardan kaynaklanan kötülüklerle, genel ve korkunç felâketlerle kuşatıldığını, üstelik bunlara karşı koyacak gücünün bulunmadığını fark etmişlerdir. Sel, deprem, kasırga, kıtlık ve veba gibi felâketleri buna örnek vermek mümkündür. Cüz'î ama sayısız başka sıkıntı ve belâlar, hastalıklar, açlıklar, sakatlıklar, yoksulluklar, kısırlıklar, düşman saldırıları, çekememezlik, dedikodular gibi. Sonra, bunların birtakım sebeplerinin olduğunu, onların bu musibetleri üzerlerine gönderdiklerini düşünmüşler. Bunları ortaya çıkaranın, hayatlarını zehir edenin bu sebepler olduğuna inanmışlar.

Bunları, türlerin tanrıları, yıldızların ve gökcisimlerinin ruhları gibi yüce varlıklar olarak algılamışlar. Ve bunların öfkesinden ve azaplarından korktukları için onları tanrılar edinmiş, kulluk sunmaya başlamışlar. Sundukları kullukla onları yatıştırmayı, boyun eğmeleriyle onları hoşnut etmeyi ummuşlar. Böylece kö-

46 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

tülüklerinden, hayatlarını altüst eden felâketlerinden kurtulmuş olacaklarını sanmışlar.

"De ki: '...Allah'tan başkasını mı veli edineyim?'..." ayeti ile birlikte, ondan sonra gelen ayetlerde, müşriklerin puta tapma gerekçelerinin her ikisi de aynen kendi aleyhlerine kanıt olarak kullanılıyor. Yani, gerekçe esasında kabul ediliyor, gerçek olduğu belirtiliyor, ancak böyle bir gerekçenin Allah'a kulluk sunmayı gerektirdiği, O'nu her türlü uyduruk ortaklardan tenzih etmeyi lâzım kıldığı vurgulanıyor.

Dolayısıyla, "De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat beslenmeyen Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" ayeti, birinci tarz yaklaşımla sunulan gerekçeye yönelik bir işaret mahiyetindedir. Birinci tarz yaklaşım, ümit yaklaşımı, nimet bahşeden ilâha nimet bahşettiği için kulluk sunma yaklaşımıdır. Bu yaklaşımda, nimetlerine teşekkür olarak kulluk sunulur ve sunulan bu kulluk nimetlerin artmasına sebep olur.

Yüce Allah, Peygamberine, bir soru zımnında şu gerçeği onlara açıklamasını emrediyor: Velinimet, nimetlerin bahşedicisi, yalnızca Allah'- tır. İnsanların ve diğer canlıların yararlandıkları bu nimetler Allah'tan gelmektedir. Çünkü başkasının kendisine rızk vermesine ihtiyacı olmayan rızk verici O'dur. O besleyendir, fakat beslenen değildir. Bunun kanıtı da O'nun gökleri ve yeri yoktan var etmesi, varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkarması, onlara varolma ve gerçekleşme nimetini bahşetmesi, sonra varlıklarını sürdürmeleri için onlara ancak kendisinin sayısını bildiği nimetler bahşetmesidir. Bunlar arasında insanları ve diğer canlıları beslemesi de yer alır.

Şu hâlde, insanların ve diğer canlıların varlıklarını sürdürmelerini sağlayan bu nimetler, bu nimetleri gerçekleşme ortamına süren sebepler, hepsi ve hepsi, O'nun yaratması ve var etmesiyle var olmuşlardır. Bütün sebepler ve sonuçlar, O'nun yaratmasının eseridir.

Dolayısıyla, insanlar nazarındaki en büyük göstergesi beslenme olan rızk, sonuç itibariyle yüce Allah'a gelip dayanır. Şu hâlde insanın sadece Allah'a kulluk sunması gerekir. Çünkü, başkasının kendisini beslemesine ihtiyacı olmaksızın bizi besleyen O'dur.

Yaptığımız bu açıklamalardan şu hususlar belirginlik kazanıyor:

En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 47

Birincisi: "Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" ifadesinde kulluk sunma ve ilâh edinme eylemi, veli edinme şeklinde ifade edilmiştir. Bunun nedeni, kanıtın, yüce Allah'ın besleme şeklinde insanlara nimet bahşedişinin vurgulanışı esasına dayalı olarak sunulmuş olmasıdır.

İkincisi: İfadenin, "Gökleri ve yeri yoktan var eden" cümlesiyle ilintilendirilmesi de, besleme eyleminin sırf O'nunla sınırlandırılmasının nedenini açıklamaya dönüktür. Nitekim daha önce bu husus üzerinde durduk. "...fakat kendisi beslenmeyen..." ara cümleciğinden de bu sonucu algılayabiliriz. Çünkü bu cümlecikle, İsa ve diğerleri gibi ilâh edinilen kimselerin beslenmeye ya da bunun yerine geçebilecek başka bir desteğe ihtiyaçlarının bulunduğu vurgulanıyor.

"Gökleri ve yeri yoktan var eden" ifadesinin kanıtın içinde yer almasından, diğer iki yöntemden daha üst bir konumda olan başka bir yönteme işaret edildiği sonucuna da varabiliriz. Şöyle ki: Yüce Allah, şu âlemin var edicisidir. Her şey, sonuç itibariyle, O'nun yoktan ver edişine gelip dayanır. O hâlde sadece O'na boyun eğmek gerekir. Bu yöntemin diğerlerine oranla daha üst bir konumda olmasının gerekçesine gelince; bundan önce işaret edilen iki yöntem, yüce Allah- 'ın tek mabut olduğu sonucunu veriyor olmasına rağmen, içinde bir eksikliği de barındırıyor. Çünkü bu iki yöntem, Allah'a kulluk sunma zorunluluğunu, O'nun nimetinde gözü olmaya veya azabından korkmaya dayandırıyor. Dolayısıyla bu iki yaklaşımda, bizzat istenen, nimetin celbi veya azabın def'idir, sırf yüce Allah değil. Ama bu yöntemde, yüce Allah'a, Allah olduğu için kulluk sunulması gerektiği anlayışı esas alınıyor.

Üçüncüsü: Yüce Allah'ın birçok nimeti arasında özellikle besleme nimetinin zikredilmesinin gerekçesine gelince; beslenme, ilk sade bakışta, yaşayan insanın ve diğer canlıların en belirgin ihtiyacıdır. Ardından yüce Allah, kanıtı bütünüyle ortaya sunduktan sonra, Peygamberi'ne (s.a.a), bu aklî kanıtı pekiştirecek bir hususu da onlara açıklamasını emrediyor. Yüce Allah'ın, vahiy yoluyla kendisine, ilâh edinmeyi aklın öngördüğü şekilde gerçekleştirmesini, yani tek ve ortaksız Allah'ı ilâh edinmesini emrettiğini ve bu konuda müşriklerin

48 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yolunu izlemesini kesin olarak yasakladığını bildirmesini istiyor, "De ki: Bana, İslâm'ı kabul edenlerin (Allah'a teslim olanların) ilki olmam emredildi ve 'Sakın ortak koşanlardan olma!' (denildi.)" buyurarak. Geride açıklanması gereken iki nokta kalıyor:

Birincisi: "İslâm'ı kabul edenlerin ilki..." ifadesiyle kastedilen, e-ğer, aranızda ilk Müslüman olan kimse ise, bu açık bir gerçektir. Çünkü Peygamber efendimiz (s.a.a) ümmetinden önce Müslüman olmuştur. Ancak eğer, ifadenin mutlak oluşundan da anlaşılacağı gibi, herhangi bir kayıtlandırma olmaksızın, onun Müslüman olanların ilki olması kastedilmişse, o zaman Peygamberimizin bu bağlamdaki ilkliği, zaman açısından değil, derece açısından söz konusu olur.

İkincisi: Ayetlerin akışında sunulan kanıtın sonucu, bir tür boyun eğeme ve teslim olma demek olan kulluk olduğundan, böyle bir bağlamda İslâm sözcüğünün kullanılması, iman sözcüğünün kullanılmasından daha isabetli bir seçimdir. Çünkü İslâm sözcüğünde kulluk anlamına, yani boyun eğeme olgusuna yönelik bir işaret vardır.

15) De ki: "Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım."

Burada, daha önce işaret ettiğimiz gibi, müşriklerin birtakım düzmece ilâhlar edinmelerinin ikinci gerekçesine göndermede bulunuluyor. Onların asılsız sanılarına göre, edindikleri bu düzmece ilâhlara kulluk sunmaları, onları üzerlerine öfke ve gazaplarını indirmekten ya-na güvencede kılıyordu.

Buna karşın yüce Allah, azap türleri içinde en fazla korkulmayı hak eden kıyamet azabını, göklerin ve yerin ağırlığına dayanamadığı o korkunç azabı esas alarak karşı kanıtını sunuyor. Nitekim ilk kanıt çerçevesinde de, ilk bakışta nimet bazında insanın en fazla muhtaç olduğu bir şey, yani beslenme gereksinimi esas alınmıştı.

Önceki ayette Peygamberimize (s.a.a) yönelik şirk yasağını ifade eden "Sakın ortak koşanlardan olma!" ifadesine bir işaret olarak, "Eğer Rabbime ortak koşarsam" şeklindeki bir ifade yerine, "Eğer Rabbime karşı gelirsem" buyuruluyor. Bu ifade değişikliğiyle anlatılmak istenen şey şudur: Büyük günün azabından yana güvencede olabilmek için yalnızca Allah'a kulluk sunmak, aklın da gerekli ve zoEn'âm

Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 49

runlu gördüğü bir gerçektir. Aklın gösterdiği bu gerçeği, Rabbim tarafından bana iletilen vahiy de desteklemektedir. Bu açıdan, bu ayetle önceki ayet, önce aklî kanıtı ortaya sürüp, ardından ilâhî vahiyle bunu pekiştirmek bakımından benzerlik göstermektedirler.

Verilmek istenen mesaj gayet açıktır. Kuşkusuz bu, Kur'- ân'ın öz ve çarpıcı ifade tarzının hayret uyandırıcı bir özelliğidir. Böylesine geniş ve çok boyutlu bir anlam, sadece "ortak koşarsam" ifadesi yerine, "karşı gelirsem" ifadesi kullanılarak insanların dikkatine sunulmuştur.

16) O gün kimden (azap) çevrilirse, gerçekten (Allah) ona rahmetmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.

Ayetin ifade ettiği anlam açıktır. Bu anlamıyla ayet, önceki ayette sunulan kanıtı bütünleyici özelliktedir. Çünkü ilk bakışta önceki ayette şöyle bir durumla karşılaşıyoruz: Peygamber efendimiz (s.a.a), kendisi açısından tevhit inancının zorunluluğuna yönelik bir kanıt ortaya koyuyor, yüce Allah'ın kendisini şirkten nehyettiğini bildiriyor. Buna göre, onun ahiret azabından korunabilmesi için Allah'ı birlemesi gerekiyor.

Bu nedenle, gerçekleri görmekten yana gaflet içinde olan ve meseleleri iyice irdeleyemeyen kimseler, Peygambere (s.a.a) şöyle bir yanıt verebilirler: Senin de iddia ettiğin gibi şirk yasağı sırf sana yönelik olduğuna göre, bu, korkunun, dolayısıyla Allah'ı birleme zorunluluğunun da sırf sana özgü olmasını gerektirir. Şu hâlde, sunduğun kanıt, senden başkası açısından şirki olmusuzlamamaktadır. Bu bakımdan sunduğun kanıt, yalnızca seni bağlar, başkalarını bağ-lamaz."

Buna karşın, "O gün kimden (azap) çevrilirse, gerçekten (Allah) ona rahmetmiştir." buyurularak azabın herkese yönelik olduğu, herkesi kuşattığı, ancak Allah'ın rahmetiyle ondan kurtulabilineceği vurgulanıyor. Şu hâlde her insanın, kendisi açısından böyle bir günün azabından korkması gerekmektedir. Tıpkı Peygamberimizin böyle bir günün azabından korktuğu gibi. Bu demektir ki, kanıt geneldir, herkesle ilgili olarak ortaya konmuştur, sırf Peygamberimize özgü değildir.

50 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

2
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7

17) Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, O, her şeye kadirdir.

Önceki ayetlerde sunulan iki kanıtta, insanların umdukları şeylerden biri olan beslenme ile, korktukları şeylerden biri olan kıyamet gününün azabı örnek alınmış ve açıklama bununla tamamlanmıştı. Yüce Allah'ın insanlara dokundurduğu başka zarar ve yarar türlerine değinilmemişti. Oysa tümü, yüce Allah'tandır.

Bu nedenle, bu ayette, kıyamet gününün azabından başka, yüce Allah'ın insanlara dokundurduğu ve giderilmesi için sadece yüce Allah- 'a yönelmesi gereken başka zarar türlerinin de olduğu açık bir ifadeyle ortaya konuyor. Aynı şekilde, yüce Allah tarafından insanlara bahşedilen başka hayırların da olduğu ve Allah'ın bu lütuflarını onlardan geri çevirecek, bunları onlara bahşetmesini engelleyecek kimsenin olmadığı, çünkü O'nun her şeye gücü yettiği, hayır beklentisi ve umudunun yalnızca yüce Allah'ın kulluk sunulan ilâh edinilmesini gerektirdiği vurgulanıyor.

Ancak, hâlâ bazıları şöyle bir vehme kapılabilirler: Yüce Allah'ın insanlara bir zarar veya bir hayır dokundurması, sadece O'nun kulluk sunulan bir ilâh edinilmesini gerektirmektedir. Hasım da bunu inkâr etmemektedir.1 Fakat O'nun kulluk sunulan tek ilâh edinilmesini, ilâhlık ve mabutluğun O'na özgü kılınmasını gerektirmemektedir. Çünkü müşrikler, ilâh edindikleri şeylere aracı sebepler, güçlü şefaatçiler olarak bakarlardı. Onların evrende hayır ve şer yönünde etkinliklerinin olduğuna inanırlardı. Bu bakımdan da, insanların onların kötülüklerinden korunmak ve iyiliklerinden yararlanmak için onlara ibadet etmeleri, kulluk sunmaları gerekmektedir.

1- Putperestlerin havas tabakası, yüce Allah'ın, kulların kendisine yönelmesi imkânsız olan sınırsız bir varlık olduğuna dayanarak O'na ibadet edilmesini caiz görüyorlardıysa da, avam tabakası, yüce Allah'ı diğer ilâhların yanında bir ilâh olarak görebiliyorlar, bu bakış açısıyla O'na ibadet edebiliyorlardı. Nitekim Arap müşriklerinin hac sırasındaki telbiyelerinden de bunu anlamak mümkündür. Onlar, şu şekilde telbiye getiriyorlardı: "Emrine icabet ettim. Senin ortağın yoktur. Bir ortak dışında. Ki sen ona maliksin, onun da kendi mülkü var."

En'âm Sûresi / 12-18 .............................................................................................. 51

Bu vehmi, yüce Allah şu ifadelerle defediyor: O, kullarının üstünde mutlak galiptir. Kullarından hiç kimse, bu gücün üstüne çıkamaz. Onlar, bu gücün ezici etkisi altındadırlar. Amelleri ve amellerinin etkileri de bu gücün etkisi altındadır. O'nun izni olmadan hayır ya da şer nitelikli bir amel işleyemezler. Hiçbir konuda kesinlikle bağımsız hareket edemezler. Kendileri açısından bir zarar veya yarar ya da başka bir şey sahibi olamazlar. Onlardan meydana gelen hayır ya da şer nitelikli her etkinlik, Allah'ın emrine, iradesine ve iznine dayanır. Kutsal zatına yaraşacak şekilde O'na nispet edilir.

Dolayısıyla, iki ayet birlikte, bir tek anlamı tamamlamaktadır. Buna göre, insana hayır veya şer olarak dokunan her şey, zatına yaraşacak bir tarzda Allah'tan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, yüce Allah, kulluk sunulması gereken tek ilâh, tek mabuttur. O'ndan başka ilâh, O'ndan başka mabut yoktur.

"Eğer... dokundurursa..." ve "Ve eğer... dokundurursa..." ifadelerinde, hayır ve zararın bir kimseye ulaşması, "dokunma" tabiriyle dile getirilmiştir. Bu tabir, işin önemsizliğini vurgulamaya yöneliktir. Bununla demek isteniyor ki, insana ulaşan zarar veya hayır, oldukça az bir şeydir. Hiçbir şeyin karşısında duramayacağı, hiçbir sınırlı mahlukun dayanamayacağı, tahammül edemeyeceği sonsuz güç açısından sözünü etmeye bile değmez.

Hayırdan söz edilirken, "O, her şeye kadirdir." ifadesine yer verilmiş olması, "Hiçbir engel O'nu engelleyemez." şeklindeki bir mesajı vermeye yöneliktir. Bununla, yüce Allah'ın akla gelebilecek her türlü zarara kadir olduğu gibi, akla gelebilecek her türlü hayra da kadir olduğu vurgulanmak isteniyor. Böylece, "onu O'ndan başka giderecek yoktur." sözünün gerekçesi de anlaşılıyor. Çünkü eğer O'nun dokundurduğu zararı, O'ndan başka giderecek biri olsaydı, bu O'nun kudretini olumsuzlayan bir husus olurdu. Aynı şekilde, her şeye yönelik kudreti, hiçbir şeyin, O'nun dokundurduğu hayrı engellemeye de gücü yetmemesini gerektirir.

Zarar ve hayır adına dokundurulan şeyin Peygamberimize (s.a.a) özgü olarak zikredilmesi de, "De ki: Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım." ifadesindeki özgü kılmaya benze-

52 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mektedir. Aynı şekilde, "Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir." cümlesi de, "O gün kimden (azap) çevrilirse, gerçekten (Allah) ona rahmetmiştir." cümlesinin ifade ettiği genellemeyi vurgular mahiyettedir.

18) O, kullarının üstünde mutlak galiptir. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.

Ayetin orijinalinde geçen "kahir" kelimesinin kökeni olan "kahr" sözcüğü, bir tür galibiyeti ifade eder. Bu galibiyet, bir şeyin bir şeye üstün gelmesi, baskın çıkması şeklinde kendini gösterir. Buna göre, doğaları itibariyle veya başka bir şekilde etkileri birbiriyle çelişen mağlup taraf kendi etkisini yitirip galip tarafın etkisini kabullenmek zorunda kalır. Sözgelimi, su ateşe üstünlük sağlarsa, onu sönmek zorunda bırakır. Buna karşın ateş de suya üstün gelirse, onu buharlaşmak, ıslaklığını yitirip kurumak zorunda bırakır.

Yüce Allah'ın etkin kıldığı evrensel sebepler de, müsebbeplerini etkileyerek olayların mey-dana gelmesi için öngörülen araçlar konumunda olduklarına göre, bu sebepler ne olursa olsun, yüce Allah'ın kendileri hakkında ve kendilerinden istediği şey hususunda O'nun iradesine boyun eğmek zorundadırlar. Bu nedenle, bütün sebepler, yüce Allah'ın gücü ve iradesi karşısında makhur ve mağlup, O ise, her şeyin üstünde galip ve kahirdir.

Dolayısıyla "Kahir" ismi, yüce Allah için olduğu gibi, başkaları için de kullanılabilen bir isimdir. Ancak Allah'ın kahir olmasıyla başkalarının kahir olması arasında bir fark vardır. Şöyle ki, yüce Allah'ın dışındaki varlıkların bir kısmı, diğer bir kısmını baskı altında tutarak bir şeye zorlayabilirse de, varlıklarının mertebesi ve oluşlarının derecesi açısından aynı düzeydedirler. Sözgelimi, ateş odunu yanıp alevlenme zorunda bırakır. Ama her ikisi de doğal varlıktır; sadece birisinin gerektirdiği, doğal olarak diğerinin gerektirdiğinden farklıdır. Bu farklılık bağlamında ateş odundan daha güçlü olduğu için, odunun kendisini etkilemesine oranla, o odunu daha çok etkiler, üzerinde etkisini göstererek ona üstünlük sağlar.

Ancak yüce Allah'ın kahirliği, ateşin oduna üstünlük sağlayıp etkinliği altına alması gibi değildir. O, mutlak üstünlük ve kuşatıcılık anlamın

En'âm Sûresi / 12-18 ........................................................................ 53

da kahirdir, kahhardır. Örneğin, odun gibi bir cismi yakmayı, alevlendirmeyi yüce Allah'a izafe ettiğimizde, bunun anlamı şudur: Yüce Allah, ona bahşettiği sınırlı varlık bağlamında onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir. Ona verdiği ve kendi eliyle (kudretiyle) içine yerleştirdiği özellikler ve nitelikler bağlamında onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir. Onu yakması için tutuşturduğu ateş bağlamında onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir. Çünkü ateşin kendisinin ve sahip olduğu bütün özelliklerin ve etkinliklerin sahibi O'dur. Ve odunun direncini kesmek ve onun yerine yanma özelliğini vermek bağlamında onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir.

Bu yüzden, O'nun iradesi ve dilemesi karşısında odunun direnmesi, baş kaldırması, serkeşlik etmesi veya benzeri bir tavır içinde olması söz konusu olamaz. Çünkü oldukça yüce bir ufuktan gelen bir iradedir bu.

O hâlde yüce Allah, kulları üzerinde kahir ve zorlayıcı güce sahiptir; ama aynı zamanda onların üstündedir. O'nun zorlaması, birbirine denk iki şeyden birinin diğerini bir şeye zorlaması gibi değildir. Kur'- ân, sonucu itibariyle bu konuyu en çarpıcı şekilde dile getirmiş ve bu surede bu niteliği yüce Allah'ın ismi olarak iki yerde zikretmiştir. Biri tefsirini sunduğumuz bu ayette, diğeri ise 61. ayette.

Her iki yerde de "kullarının üstünde" kaydı getirilmiştir. Kaynaklarda, "galebe" sözcüğünün aksine, "kahr" sözcüğünün daha çok zorlanan varlıkların akıl sahibi olmaları durumunda kullanıldığı yönünde bir gözlem vardır. Bu yüzden Ragıp, bu kelimeyi, boyun eğdirme şeklinde açıklamıştır. Boyun eğmenin, akıl sahibi varlıklarla ilgili daha anlaşılır bir nitelik olduğu açıktır. Ama bu, gerçek anlamda veya mecaz olarak akıl sahibi olmayan varlıklar için de kullanılmasına engel teşkil etmez.

Allah, kullarının üstünde kahir ve zorlayıcı güce sahiptir. Onlara zarar ve hayır dokundurur, iradesi karşısında onlara boyun eğdirir. Kullarının yaptıkları işler, bıraktıkları etkiler açısından da onların üstünde kahir ve zorlayıcı güce sahiptir. Çünkü, kullarına temlik ettiği şeylerin maliki O'dur, kullarını kadir kıldığı şeylere kadir olan O'dur.

54 ............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Başka varlıklara da izafe edilebilecek zarar ve hayır dokundurma işi, bu iki ayette yüce Allah'a izafe edildiği için, bu bağlamda O'nun konumunun diğer varlıkların konumundan ayırt edilmesinin gereği duyulmuş ve ayetin sonunda, "O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır."

buyurulmuştur. O, hikmet sahibidir; yaptıklarını boşuna ve iş olsun diye yapmaz, her yaptığı yerindedir. Her şeyden haberdardır; başkaları gibi yanılmaz, yanlış yapmaz.

En'âm Sûresi / 19-20 .............................................................................................. 55

AYETLERİN MEÂLİ

19- De ki: "Şahitlik bakımından hangi şey en büyüktür?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım. Siz, gerçekten Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik ediyor musunuz?!" De ki: "Ben şahitlik etmem." De ki: "O, ancak bir tek tanrıdır ve ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım."

20- Kendilerine kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi onu tanırlar. Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Bu ayetler grubunda, Allah'ın tek ve ortaksız ilâh oluşu vahiy yoluyla kanıtlanıyor. Çünkü ilâhın tekliği ve şirkin bu tek ilâh açısından olumsuzlanması, akıl açısından çeşitli yöntemlerle varılacak bir sonuç olsa da, bunu içinde en ufak bir kuşku bulunmayan vahiy yoluyla da kanıtlamanın herhangi bir sakıncası yoktur. Amaç, yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilâh olduğunu kesin bir bilgi olarak zihinlere yerleştirmektir.

Bu amaca, muhataplarına meydan okuyan Kur'ân gibi, ilâhî bir

56 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

vahiy olduğu hususunda en ufak bir kuşku bulunmayan vahiy yoluyla ulaşılıyorsa, buna dayanmanın hiçbir sakıncası olmaz.

19) De ki: "Şahitlik bakımından hangi şey en büyüktür?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir."

Burada yüce Allah, şahitlik bakımından en büyük şeyin hangi şey olduğunu sormasını emrediyor. Şahitlik, görmek ve benzeri bir yöntemle olayı somut olarak algılamak ve daha sonra, algılanan şeyi haber verme ve benzeri bir yöntemle iletmek demektir. Açıktır ki, algılama ve iletme -özellikle de algılama- algılayanların algılama gücüne, algılanan olayın açıklık derecesine ve iletenin beyan gücüne göre değişir, farklık arz eder. Bu farklılık bazen fahiş derecelere varır.

Örneğin; yanılma, unutma veya gaflet etme illeti bulunan bir algılayan ile, duyduğunu ve gördüğünü olduğu gibi algılayan ve öylece koruyan kimse bir olamaz. Ayık insanla sarhoş insan aynı olamaz. Bir işin uzmanı ve deneyimlisi ile, o işten haberi olmayan yabancı biri de aynı kefeye konulamaz.

Mesele bundan ibaret olduğuna göre, yüce Allah'ın şahitlik bakımından herkesten ve her şeyden daha büyük olduğundan kuşku duyulmaz. Çünkü büyük-küçük her şeyi, O meydana getirmiştir. Her iş ve her şey sonuç itibariyle gelip O'na dayanır. O, her şeyi kuşatmıştır. O, her şeyle beraberdir. Göklerde ve yerde bulunan zerre kadar, bundan daha küçük veya daha büyük hiçbir şey O'nun bilgisinin kapsamının dışına çıkmaz. Hiçbir şeyi şaşırmaz, hiçbir şeyi unutmaz. Mesele en ufak bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açık ve ortada olduğu için, "De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki: Allah- 'ındır." (En'âm, 12) ayetinde veya "De ki: 'Yeryüzü ve onda bulunanlar kimindir?' 'Allah'ındır.' diyecekler." (Mü'minûn, 84-85) ayetinde olduğu gibi, "Şahitlik bakımından Allah en büyüktür." gibi bir cevaba gerek duyulmamıştır.

Bununla beraber, "De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir." ifadesi, böyle bir cevaba delâlet etmekte ve yerini doldurmaktadır. "Şahittir" sözünün mahzuf bir müptedanın, yani Allah'a dönük bir zamirin haberi olması da uzak bir ihtimal değildir. Bu durumda ifadeyi şöyle açıklamak mümkündür: "De ki: Allah. O, benimle sizin aranızda şa

En'âm Sûresi / 19-20 .............................................................................. 57

hittir." Böylece bu ifade, hem sorunun cevabını, hem de yeniden başlayan ifadenin amacını içermiş olur.

"De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir." ifadesi, Peygamberimizin (s.a.a) Allah'ın şahitliğini haber vermesini içermekle beraber, "De ki" ifadesini de içerdiğinden dolayı, bizzat söz konusu şahitliği de yerine getirmektedir. Çünkü yüce Allah'ın, Peygamberimize (s.a.a) yönelik olarak peygamberliğine şahit olduğunu haber vermesine ilişkin emri, zorunlu olarak bu şahitliği de ifade eder. Dolayısıyla burada, Kur'ân-ı Kerim'in başka ayetlerinde olduğu gibi, onun peygamberliğine ve Kur'ân'ın Allah katından indirilmiş bir vahiy olduğuna ilişkin olarak sunulan ifadelere benzer ifadelere yer verme gereği duyulmamıştır.

Örneğin yüce Allah bazı ayetlerde şöyle buyurmaktadır: "Allah biliyor ki, sen O'nun elçisisin." (Münâfikûn, 1) "Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir." (Nisâ, 166) Bunun gibi, şahitlik etme ifadesiyle veya başka bir ifadeyle bu hususa doğrudan veya dolaylı olarak işaret eden birçok ayeti örnek vermek mümkündür.

Yüce Allah'ın ayette işaret edilen şahitliğinin, "Benimle sizin aranızda" ifadesiyle kayıtlandırılması, yüce Allah'ın iki hasım taraf, yani Peygamberimizle (s.a.a) soydaşları arasında aracılık yaptığına delâlet eder. Peygamberin onlardan ayrı düştüğü tek husus ise, peygamberlik ve resulluk iddiasında bulunması, Kur'ân'ın Allah katından kendisine indiğini söylemesidir. Ancak, daha sonra Kur'ân'ın vahiy yoluyla kendisine indirildiği, "Bu Kur'ân bana vahyolundu." ifadesiyle belirtildiğine göre, yüce Allah'ın onunla soydaşları arsında şahitlik yapmasından maksat, onun peygamberliğine şahitlikte bulunmasıdır. Hemen arkasında gelen ayette geçen şu ifade de bunu destekler mahiyettedir: "Kendilerine kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi onu tanırlar." İnşaallah yeri gelince, bu ayet üzerinde duracağız.

"Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." Peygamber efendimizden (s.a.a) müşriklere söylemesi istenen sözlerin bir bölümüdür bu. Ve "...Allah şahittir." sözüne atfedilmiştir. Peygamberlik misyonunun insanlara yönelttiği çağrının korku boyutu e-

58 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sas alınarak Kur'ân'ın iniş hedefinin uyarı olduğu belirtiliyor. Bu boyutun ön plâna çıkarılması, genel olarak insanların zihinleri üzerinde daha etkili olur. Çünkü umutlandırma ve ödül vaat etme yöntemi, davetin iki boyutundan biri olsa da ve Kur'ân'da genel olarak bu yönteme başvurulsa da, hayra yönelik umutlandırma, insanı zorunlu olarak onu bulmaya yöneltici bir etki bırakmaz; sadece insanın içinde bir arzu, bir iştiyak duygusu uyandırır. Buna karşın korkutma, daha etkili ve harekete geçirici olur. Bunun nedeni de, muhtemel zararı önlemenin aklen zorunlu oluşudur.

İkinci nedeni de, İslâm çağrısının fıtrat dinine yönelik oluşudur. Çünkü bu din, insanların fıtratında gizlidir. Genellikle insanlar, bu dini şirk ve günah gibi arızî olgularla örterler, belirginleşmesine engel olurlar.

Bu da onların mutsuz bir hayat sürdürmelerine ve ilâhî gazaba uğramalarına neden olur. Dolayısıyla, bu duruma düşmüş insanların fıtrat dinine davet edilmeleri aşamasında öncelikle uyarı boyutunun esas alınması hikmetin bir gereğidir. Belki de, meselenin bu boyutundan dolayı, Peygamberin (s.a.a) misyonu kimi ayetlerde uyarıcılıkla sınırlandırılmıştır: "Sen, sadece bir uyarıcısın." (Fâtır, 23) "Ben, ancak apaçık bir uyarıcıyım." (Ankebût, 50)

Bu, insanların büyük bir kısmı için geçerli olan bir yaklaşımdır. Allah- 'ın kulları arasında sayıları az olan özel bir gruba gelince; onlar, Allah- 'ı sevdikleri için O'na ibadet ederler, ateş korkusuyla veya cennet umuduyla değil. Onlar, korku ve umut arası davetten başka bir şey algılarlar. Onların anlayışında ateş, uzaklığın ve gazaba uğramışlığın yurdudur. Bu yüzden ateşe girmekten korkarlar. Cennet ise, yakınlığın ve hoşnutluğun yurdudur. Bu yüzden cenneti iştiyakla arzu ederler.

"Onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." ifadesi, bunun Mekke müşriklerine veya Kureyşlilere ya da genel olarak Araplara yönelik bir hitap olduğunu göstermektedir. Fakat, ifadenin akışı içinde, hitap zamirinden "ulaştığı kimseler"e doğru bir geçiş yapılmış olması, -ki ulaştığı kimselerden maksat, Peygamberimizle (s.a.a) yüz yüze konuşmayan, onun yaşadığı dönemdeki insanlarla, vefatından sonraki kimselerdir- gösteriyor ki, "onunla sizi... uyarayım" sözünde muhatap

En'âm Sûresi / 19-20 .................................................................................... 59

alınanlardan maksat, Peygamberimizin (s.a.a) doğrudan konuşarak davet ettiği kimselerdir. Bu bakımdan ayetin inişinden önce davet ettiği, ya da ayetin inişi esnasında davet ettiği, yahut ayetin inişinden sonra davet ettiği kimseler arasında herhangi bir fark yoktur.

Buna göre, "Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." ifadesi, Peygamberimizin (s.a.a) davetinin, Kur'ân aracılığıyla, onu kendisinden dinleyen veya kendisinden sonra kıyamet gününe kadar başkalarından dinleyen herkese yönelik, evrensel bir davet olduğunu gösterir. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Ayet; Kur'ân'ın, inişinden kıyamet gününe kadar tüm insanlara Allah tarafından sunulan bir kanıt ve hakkı söyleyen bir kitap olduğunu göstermektedir.

"Onunla sizi... uyarayım." denilmiş, buna karşın, "Onu okumakla sizi uyarayım." denilmemiştir. Çünkü Kur'ân, lafzını duyan, anlamını bilen, amaçlarını kavrayan veya lafzı kendisi için açıklanan, içeriğini duyan kimseler için bir kanıttır. Çünkü bir kavme yazılan bir mektubun mutlaka onların dilinde yazılmış olması zorunlu değildir. Bilâkis önemli olan, söz konusu kavme kanıtın tamamlanmış olması ve ulaştırılmak istenen mesajın onları kapsıyor olmasıdır. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.a) Mısırlılara, Habeşistanlılara, Bizanslılara ve İranlılara davet mektupları göndermiştir. Oysa bu kavimlerin hiçbirinin dili Kur'ân dili değildi. Bu milletlerin iman etmesinden önce bazı mensupları, Peygamberin hayatında ona iman etmişlerdi. Selman-ı Farisî, Bilal-i Habeşî, Süheyb-i Rumî gibi. Bu arada İbranîce konuşan bazı Yahudiler de Müslüman olmuşlardı. Bütün bunlar kuşku duyulmayan tarihsel gerçeklerdir.

"Siz gerçekten Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik ediyor musunuz?!" De ki: "Ben şahitlik etmem." De ki: "O, ancak bir tek tanrıdır ve ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım."

Başta Allah'ın şahitliğinden söz edildi. Bu, Peygamberin gönderilmiş bir elçi olduğuna ilişkin en büyük şahitlikti. O, Peygamberi, bütün insanları tevhit dinine davet etmesi için göndermiştir. Bu bakımdan Allah'ın, ulûhiyetinde ortağının olmadığına ilişkin şahitliğinden sonra, bir kimse çıkıp da Allah ile beraber başka ilâhların bulunduğunu ileri

60 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

süremez. Bu nedenle yüce Allah, Peygamberine, olumsuzlayıcı ve şaşkınlık belirtici bir tarzda şu soruyu sormasını emrediyor: "Onlar, birçok tanrının varlığına inanıyorlar mı?!" Sorulan şeyin, tekit edatları olan "en" ve "lâm" ile pekiştirilmiş olması da bunu gösterir. Âdeta, Allah'ın şahitliği duyulduktan sonra, insanın içinin böyle bir iddiada bulunmayı kabul etmeyeceği vurgulanır gibi.

Ardından yüce Allah, bu şahitlik hususunda onlardan farklı bir tutum sergilemesini emrediyor. Onların yaptıkları şahitliği kendisinden uzaklaştırmasını, olumsuzlamasını istiyor. "De ki: Ben şahitlik etmem." buyuruyor. Yani, sizin yaptığınız şahitliği etmem. Bunu ayetin akışıyla oluşan ortamın çağrıştırdığı anlamdan hareketle belirliyoruz. Sonra şöyle buyuruyor: "De ki: O, ancak bir tek tanrıdır ve ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." Bu da, Allah'ın birliğine yönelik bir şahitlik ve müşrikler tarafından iddia edilen düzmece ilâhlardan berî oluşun ilânıdır.

20) Kendilerine kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi onu tanırlar. Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar.

Burada, yüce Allah'ın Ehlikitab'a indirdiği kitapların kapsamında yaptığı şahitlikten haber veriliyor. Ehlikitap bilginlerinin de yanlarındaki kitaplardan hareketle Peygamberi tanıdıkları bildiriliyor. Çünkü önceki peygamberler, Hz. Muhammed'i (s.a.a), birtakım özelliklerini zikrederek kendi ümmetlerine müjdelemişlerdi. Ona ilişkin olarak zikrettikleri sıfatların Peygamberimize ait olduğu, kuşku götürmeyen bir gerçektir.

Dolayısıyla Ehlikitap, bildikleri sıfatları aracılığıyla Peygamberi tanımaktaydılar. Tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar." (A'râf, 157) Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor: "Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı çetin, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onların rükû ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır. Bunlar, onların Tevrat'- taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları ise şöyledir..." (Fetih, 29) "İs

En'âm Sûresi / 19-20 .............................................................................. 61

railoğulları bilginlerinin onu bilmesi de, onlar için yeterli bir delil değil mi?" (Şuarâ, 197)

Bu arada Ehlikitab'a mensup bazı bilginler, Peygamberimize ilişkin müjdeleyici ifadeleri ve sıfatları gizliyor, ona inanmaya yanaşmıyorlardı. Bundan dolayı yüce Allah, onların bu tutumlarından dolayı hüsrana uğradıklarını bildirerek şöyle buyuruyor: "Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar."

Bakara Suresi'nde yer alan benzeri ayeti (146. ayet) incelerken, mesele üzerinde bir nebze durmuş ve orada ifadenin akışı içinde birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş yapılmasının gerekçelerini açıklamıştık. İnşaallah A'râf Suresi'nin 156. ayetini tefsir ederken bu konuya daha detaylı açıklamalar getireceğiz.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir'ul-Burhan'da İbn-i Babeveyh'den, o da kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. İsa b. Ubeyd'den şöyle rivayet eder:

"İmam Rıza (a.s) bana buyurdu ki: 'Biri sana, 'Bana Allah'tan haber ver; O, bir şey midir, değil midir?' diye sorsa, ne cevap verirsin?' Dedim ki: 'Yüce Allah, 'De ki: Şahitlik bakımından hangi şey en büyüktür? De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir.' buyurmakla bir şey olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla ben diyorum ki: O, bir şeydir; ama başka şeyler gibi değildir. Çünkü O'nun açısından şeyliği olumsuzlamak, O'nu olumsuzlamak, iptal etmek anlamına gelir.' İmam, bana buyurdu ki: Doğru söyledin, hem de güzel açıkladın."

"Ardından İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: Tevhit açısından insanlar üç mezhebe ayrılırlar: Biri olumsuzlama, biri teşbih, biri de teşbihsiz olumlama. Olumsuzlama mezhebi caiz değildir. Teşbih mezhebi de caiz değildir. Çünkü yüce Allah'a hiçbir şey benzemez. Doğrusu, üçüncü mezhebin yaklaşımıdır: Teşbihsiz olumlama." [c.1, s.519]

Ben derim ki: Olumsuzlama mezhebinden maksat, sıfatların anlamlarını yüce Allah'tan olumsuzlamaktır. Mutezile mezhebinin yaklaşımını buna örnek gösterebiliriz. Olumlu sıfatların, karşıtlarının olumsuzlanması şeklinde algılanması da bu anlama gelir. Örneğin, "Allah-

62 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

'ın kadir olmasının anlamı, O'nun âciz olmamasıdır. Âlim olmasının anlamı, cahil olmamasıdır." demek gibi. Bu sözü söyleyenin maksadı, sonuç itibariyle İmam'ın (a.s) zikrettiği üçüncü mezhebin yaklaşımına dönen bir anlam olursa, o başka.

Teşbih mezhebinden maksat da, yüce Allah'ın başkalarına benzetilmesidir. -Oysa benzeri hiçbir şey yoktur.- Yani bizdeki gibi, anlamları sınırlı, başkalarından bu özellikleriyle ayrılan sıfatların, O'nun açısından da olumlanması. O'nun kudretinin bizim kudretimiz, O'nun ilminin bizim ilmimiz gibi olması yani. Eğer O'nun bizimkine benzer sıfatları olursa, bizimkine benzer ihtiyaçları da olur. O zaman da "varlığı zorunlu ilâh" olamaz. Allah bundan münezzehtir.

Teşbihsiz olumlamadan maksat da, O'nun için asıl anlamlarıyla bazı sıfatların olumlanmasıdır. Bu arada bu sıfatlar açısından, mümkün nitelikli varlıklarda rastlandığı türden sınırlandırıcı özelliklerin olumsuzlanması gerekir. Yani sıfat olumlanmalı, ama sıfatın sınırlılığı olumsuzlanmalıdır.

Tefsir'ul-Kummî'de, Ebu'l-Carud'un İmam Bâkır'dan (a.s) aktardığı rivayette şöyle deniyor: "De ki: 'Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?' De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir." Mekke müşrikleri dediler ki: "Ya Muhammed, Allah, senin dışında gönderecek elçi bulamadı mı? Söylediğin şeyleri doğrulayacak birini bulabileceğini tahmin etmiyoruz. -Bu konuşma Peygamberimizin Mekke'de onları ilk davet ettiği günlerde geçiyor.- Senin hakkında Yahudi ve Hıristiyanlara birtakım sorular sorduk. Dediklerine göre, senin hakkında onların yanında herhangi bir bilgi yoktur. Öyleyse, senin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik edecek birini getir." Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir." [c.1, s.195]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Bukeyr'den, o da Muhammed'den, o da İmam Bâkır'dan, "Onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Ali, Kur'ân'ın ulaştığı kimselerdendir." [c.1, s.356, h: 14]

Ben derim ki: Ayetin zahiri gösteriyor ki, "men belağa=ulaştığı kimse" ifadesi, "liyunzirekum=sizi uyarayım" ifadesindeki "kum=siz" zamirine matuftur. Bazı rivayetlerde ise, "ulaştığı kimse"den maksadın İmam

En'âm Sûresi / 19-20 .................................................................... 63

(Ali) olduğu belirtiliyor. Bu da "ulaştığı kimse" ifadesinin "sizi uyarayım" ifadesinin takdir edilen failine atfedilmesini gerektirir. [Bu durumda şöyle bir anlam ortaya çıkar: "Onunla ben ve onun ulaştığı kimse, sizi uyaralım."] Ayetin zahiri ise, önceki yaklaşımı destekler mahiyettedir.

Tefsir'ul-Burhan'da İbn-i Babeveyh'den, o da kendi rivayet zinciriyle Yahya b. İmrân el-Halebî'den, o da babasından, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: İmam'a, "Bu Kur'ân bana vahyolun-du ki, onula sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." soruldu. Buyurdu ki: "Dünyadaki tüm dilleri konuşan insanları yani." [c.1, s.520, h: 6] Ben derim ki: Böyle bir sonucun ayetten nasıl çıkarsanacağını daha önce açıklamıştık.

Tefsir'ul-Menar'da, Ebu'ş-Şeyh'in Übey b. Kâb'dan şöyle rivayet ettiği belirtilir: "Peygamberimizin huzuruna bazı esirler getirildi. Peygamberimiz (s.a.a) onlara, 'Siz İslâm'a davet edildiniz mi?' diye sordu. 'Hayır.' dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz onları serbest bıraktı ve 'Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım.' ayetini okudu. Ardından şöyle buyurdu: Onları serbest bırakın. Yerlerine güven içinde gitsinler. Çünkü onlar İslâm'a davet edilmiş değildirler." [c.7, s.341]

Tefsir'ul-Kummî'de şöyle rivayet edilir: "Ömer b. Hattab, Abdullah b. Selâm'a, 'Siz Muhammed'i kitaplarınızdaki sıfatlarından hareketle tanıyabiliyor musunuz?' dedi. Abdullah b. Selâm dedi ki: 'Evet, Allah'a andolsun ki, onu sizin aranızda gördüğümüz zaman yüce Allah'ın bize bildirdiği sıfatlarla tanıyoruz. Tıpkı birimizin kendi oğlunu diğer çocuklarla beraber gördüğü zaman tanıması gibi. İbn-i Selâm'ın yemin ettiği zatın hakkı için, ben Muhammed'i kendi oğlumdan daha iyi tanıyorum.'" [c.1, s.195]

64 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

AYETLERİN MEÂLİ

21- Allah'a yalan uyduran ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler. 22- (Hatırla) o günü ki, onların hepsini toplarız, sonra (Allah'a) ortak koşanlara, "Hani (Allah'a) ortak sandıklarınız nerede?" deriz. 23- Sonra onların, "Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz, ortak koşanlardan değildik." demekten başka çareleri kalmaz.

24- Bak, nasıl kendilerine karşı yalan söylediler ve uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitti! 25- İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. Onlar, her mucizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Nihayet sana geldiklerinde de seninle tartışırlar; inkâr edenler, "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir." derler.

26- Onlar, hem (insanları) ondan men ederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini helâk ediyorlar, ama farkında değiller.

27- Onların, ateşin başında durdurulduklarında, "Keşke (dünyaya) geri döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanla-masak ve inananlardan olsak!" dediklerini bir görsen! 28- Hayır, daha önce gizlemekte oldukları onlara göründü! Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar, yalancıdırlar. 29- Onlar, "Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz diriltilecek değiliz." dediler.

30- Onları, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında bir görsen! (Rableri,) "Bu, gerçek değil mi?" der. "Andolsun Rabbi-mize gerçektir." derler. "Öyleyse, inkâr ettiğinizden dolayı tadın azabı!" der. 31- Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten zi-yana uğradılar. Nihayet kendilerine (kıyamet) saati ansızın gelip çatınca, günahlarını sırtlarına yüklenmiş oldukları hâlde, "Onun (kıyametin) hakkındaki ihmalkâr tutumumuzdan dolayı vah bize!" derler. Bakın, yüklendikleri şeyler ne de kötüdür!

En'âm Sûresi / 21-32 .............................................................................................. 65

32- Dünya hayatı, bir oyun, bir eğlenceden başka bir şey değildir. Korunanlar için elbette ahiret yurdu daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?!

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Burada, bir kez daha ayetlerin akışında esas alınan hitap şekline, muhatap sıygasına dönüş yapılıyor. Peygamberimize (s.a.a) yönelinerek müşriklerin, inanç ilkelerine yönelik haksız tutumları hatırlatılıyor. Bu ilkeler tevhit, nübüvvet ve ahiret gününe imandır. Bu üç ilkeye, "Allah'a yalan uydurandan... daha zalim kimdir?...", "İçlerinden seni dinleyenler vardır..." ve "Onlar, 'Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur...' dediler." ayetleriyle işaret edilmiştir.

Sonra, onların bu tutumlarının en büyük zulüm olduğu, kendilerini bu şekilde helâk ettikleri ve hüsrana uğrattıkları belirtiliyor. Ardından, bu haksızlıkların kıyamet günü nasıl tekrar kendilerine geri döneceği, karşılığını nasıl eksiksiz bir şekilde alacakları anlatılıyor. Orada, dünyada kendi ağızlarıyla söyledikleri şeyleri inkâr edecekleri, bu arada salih amellerde bulunmak üzere yeniden dünyaya dönmeyi arzulayacakları, yüce Allah'ın huzurunda dünyada kaçırdıkları büyük fırsat için hasretle iç geçirecekleri hatırlatılıyor.

21) Allah'a yalan uyduran ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir?

Zulüm, günahların en çirkinidir. Hatta ayrıntılı bir analiz yapılırsa, diğer günahların da içlerinde zulüm unsurunu barındırdıkları oranda çirkinleştikleri görülür. Zulüm; orta çizgiden, dengeden sapmak, çıkmak demektir.

Zulüm, onu işleyen kişinin özellikleri açısından büyük veya küçük olabildiği gibi, kendisine zulüm uygulanan veya uygulanmak istenen kişinin durumu açısından da büyük veya küçük olabilir. Zulüm uygulanan kişinin konumu yükseldikçe, ona yönelik zulüm de büyür, korkunçlaşır.

Allah'tan daha ulu, daha büyük kimse yoktur; yine O'na delâlet eden ayetlerinden de daha önemli bir şey olamaz. Dolayısıyla, bu kutsal varlığa veya bir şekilde bu varlıkla ilintili olan bir şeye

66 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yönelik bir zulmü işleyen kimseden de daha zalim biri olamaz. Böyle bir kimse, aslında sadece kendine zulmediyor olsa bile. Yüce Allah, şu ifadeyle aklın bu tespitini doğrulamıştır: "Allah'a yalan uyduran ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir?" Allah'a yalan uydurmak, O'nun ortağının olduğunu ileri sürmek şeklinde olur. Ki ortağı yoktur. Ya da yalan yere O'nun peygamberi olmayı iddia etmek veya birinin kendi yanından uydurduğu bir hükmü, bir yasayı O'na izafe etmesi şeklinde olur. O'na delâlet eden ayetleri yalanlamak ise, doğru sözlü elçinin ilâhî ayetler (mucizeler) eşliğindeki iddiasını yalanlamak ve hak dini inkâr etmek şeklinde olur. Yaratıcının varlığını inkâr etmek de bu kapsama girer.

Bu ayet, müşriklerin durumlarıyla örtüşmektedir. İçerdiği kanıt da onlara yöneliktir. Çünkü onlar, putlara ibadet ediyorlardı. Putların, yüce Allah'ın ortakları olduğunu iddia ediyorlardı. Bunların evrensel olgular bağlamında aracılar, şefaatçiler olduğunu söylüyorlardı. Onların iddialarına göre, evrensel fenomenlerin idaresi bu aracı tanrıların elindeydi ve bu bağlamda kendi başlarına hareket ediyorlardı. Bu, bir yandan. Öte yandan da nübüvvete/peygamberlik misyonuna ve ahiret gününe delâlet eden ayetleri inkâr etmeleri bakımından da bu ayetin muhatapları konumundadırlar.

Bazıları, Peygamber efendimizin (s.a.a) veya onun soyundan gelen masum imamların ya da ümmetinden saygın velilerin şefaat edeceklerine inanan kimseleri de bu kapsama almış ve dünyevî ya da uhrevî bir meseleyle ilgili olarak onlardan şefaat dilemeyi, bu ayetin ve konuyla ilgili diğer ayetlerin işaret ettikleri şirk olarak nitelendirmişlerdir. Fakat bu iddiayı ileri sürenler, yüce Allah'ın kendi izniyle kayıtlı olmak üzere, dünya ve ahiret meseleleriyle ilgili olmak gibi herhangi bir sınırlandırma getirmeden şefaat yapılabileceğini ifade ettiğini görmemişler gibi.

Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir?" (Bakara, 255) Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilgileri olarak hakka şahitlik edenler bunun dışın

En'âm Sûresi / 21-32 ................................................................ 67

dadır." (Zuhruf, 86) Burada, şefaatin, hakka şahitlik eden âlimlerin hakkı olduğundan söz ediliyor. Hakka şahitlik eden âlimlerin kesin olan fertleri, hiç kuşkusuz, peygamberler ve özellikle de bizim peygamberimizdir.

Çünkü yüce Allah, şu sözleriyle Peygamberimizin (s.a.a) şahitlik edeceğini dile getirmiştir: "Seni de bunlara şahit getirdiğimiz za-man" (Nisâ, 41) Bir diğer ayette de Peygamberimizin (s.a.a) bilgisine işaret etmiştir: "Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan olarak indirdik." (Nahl, 89) "Onu Ruh'ul-Emin indirdi, senin kalbine." (Şuarâ, 193- 194) Her şeyin açıklamasını içeren bir kitabın, bu kitapla ilgili bilgiye sahip olmayan birine indirilmesi akla sığar mı? Ya da yüce Allah'ın onu şahit olarak göndermesine rağmen onun hakka şahitlik etmemesi düşünülebilir mi?

Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ki insanlara şahitler olasınız." (Bakara, 143) "Ve aranızdan bazı şahitler edinmesi için." (Âl-i İmrân, 140) "Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz, ama onları, âlimlerden başkası düşünüp anlamaz." (Ankebût, 43) Bu ayetlerde İslâm ümmetinde âlim şahitlerin olduğu belirtiliyor. Bu ise, ancak hakka şahitlik etmekle mümkün olan bir durumdur.

Öte yandan yüce Allah, Peygamber efendimizin (s.a.a) Ehlibeyti hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah, ancak siz Ehlibeyt'ten her türlü kötülüğü gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzâb, 33) Burada Ehlibeyt'in, Allah'ın temiz kılmasıyla temiz kılınan, arındırılan kimseler olduklarından söz ediliyor.

Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "O, elbette değerli bir Kur'ândır. Saklı bir kitaptadır. Ona temiz kılınanlardan başkası dokunamaz." (Vâkıa, 77-79) Burada da yüce Allah, arındırılan, temiz kılınan kimseleri, her şeyin açıklamasını içeren Kur'ân'ı bilenler olarak nitelendirmiştir. Bu ümmetin içinden hakka şahitlik edecek olanların kesin olanı, hiç kuşkusuz, bu arındırılmış, temiz kılınmış kimselerdir.

Çünkü saçmalığın ve günahkârlığın hakka ulaşması mümkün değildir. Tefsirimizin birinci cildinde şefaatin anlamıyla ilgili olarak doyurucu bilgiler sunduk. Oraya bakabilirsiniz. Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler.

Kurtuluş anlamına gelen "felâh", "fevz", "necah", "zafer" ve "saadet" kelimeleri, birbirlerine yakın anlamlar ifade eden kavramlardır. Bu

68 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yüzden Ragıp, "felâh" kelimesini, arzulanan şeyin elde edilmesi şeklinde açıklamıştır ki bu, "saadet"in anlamına yakın bir anlamdır. el- Müfredat'ta şöyle diyor: "el-Felhu; yarmak, ayırmak demektir. Araplar, 'el-Hadidu bil-hadidi yuflah=Demir demirle yarılır' derler. Çiftçiye de 'el-fellâh' denmesi, bu yüzdendir [toprağı yardığındandır]. 'el-Felâh' ise; zafer, kurtuluş ve arzulanan şeyin elde edilmesi demektir. Bu ise, dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısma ayrılır."

"Dünyevî kurtuluş; dünya hayatını güzelleştiren, onu hoş kılan mutluluklara kavuşmak anlamına gelir. Bu mutluluklar; insanın varlığını sürdürmesi, zenginlik ve onurdur. Şair şu sözleriyle bunu kastetmiştir:" "İstediğin şekilde mutlu olmaya çalış. Bazen mutluluk, eksik bir akılla bile elde edilebilir ve ileri derecede zeki olan bir kimse onu yakalamayabilir." "Uhrevî kurtuluşu ise, dört kısma ayırabiliriz: Sonu olmayan kalıcılık. Yoksulluğu olmayan zenginlik. Zilleti olmayan onur. Cehaleti olmayan ilim." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Dolayısıyla şunu söylemek de mümkündür: "Felâh=kurtuluş", mutluluk demektir. Mutluluğun bu şekilde adlandırılmasının sebebine gelince; çünkü insan, istediği şeyi elde etmek, arzuladığı şeye kavuşmak için etrafındaki engelleri yarması gerekir.

Bu, kuşatıcı bir anlamdır ve bu kelimenin kullanıldığı tüm yerler açısından geçerlidir. Sözgelimi yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnananlar, kurtuluşa ermiştir." (Mü'minûn, 1) "Nefsini arındıran kurtulmuştur." (Şems, 9) "Şüphe yok ki, kâfirler kurtuluşa ermezler." (Mü'minûn, 117) Bunun gibi "felâh" kavramının kullanıldığı birçok ayet örnek gösterilebilir. Dolayısıyla, zulmün bir nitelik olarak ele alındığı, "Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler." ifadesinin anlamı şudur: Zalimler, zulümleriyle elde etmek istedikleri şeye kavuşamazlar. Zulüm; zalimi, zul-mü aracılığıyla arzuladığı mutluluğa ve zafere ulaştırmaz.

Çünkü mutluluk, ancak gerçekte ve dış âlemde arzulanan bir şey olması durumunda mutluluk olarak nitelendirilebilir. Bu durumda doğal varlığı itibariyle bu mutluluğu arzu eden şeyin veya kimsenin de,

En'âm Sûresi / 21-32 ........................................................................ 69

söz konusu mutlulukla uyumlu sebepler ve araçlarla donatılmış olması gerekir. Örneğin; varlığının kalıcılık kazanması, insan açısından arzulanan bir mutluluktur. Bu mutluluğun elde edilmesi için vücudunda yok olan bir şeyin yerine yenisinin konulması gerekmektedir.

Bu amaçla da insan, son derece ayrıntılı bir beslenme yeteneğiyle, bu amaca uygun araç ve gereçlerle donatılmıştır. Ayrıca dış âlemde de onun bünyesi ve mizacına uygun olan şeyler vardır. Onları bu iş için kendisine bahşedilen sebepler ve araçlar vasıtasıyla alır, sonra onları ayıklamaya tâbi tutar, onlara vücudundan ayrılan şeylere benzer nitelikler kazandırır, ardından onları vücuduna ekler. Böylece bir parçası ayrıldığı için eksilen beden yeniden tamamlanmış olur. Bu evrensel bir düzendir. Bu düzenin hükmü, istisnasız duyu organlarımızla algıladığımız, gözlemleyebildiğimiz dış dünyadaki tüm varlık türleri için geçerlidir. Hiçbir varlık, kesinlikle bu düzenin hükmünün dışında değildir.

Evrene egemen olan sistemin işleyişi işte böyledir. Amaçlanan her hedefin, arzulanan her mutluluğun kendine özgü bir yolu vardır; onlara ancak bu özel yollarla ulaşılır. Eğer onlara, evrensel düzenin alışık olduğu sebeplerinin dışındaki bir yolla ulaşılmak istenirse, bu, sebeplerin işlevsizliği ve yolların iptali anlamına gelir. Sebeplerin işlevsizliği ve yolların iptali ise, bunlarla ilintili tüm sebep ve ilgilerin, bağıntıların ifsadı demektir. Varlığını sürdürme hedefine, yemek yeme ve sindirme yolunun dışındaki bir yolla ulaşmak isteyen bir insan düşünün. Bu durum, o insanın beslenme donanımının işlevsiz hâle gelmesine yol açar. Beslenme donanımının işlevsiz hâle gelmesi, gelişme ve üreme yeteneğinin de temelden işlevsiz hâle gelmesi anlamını ifade eder.

Bilinç ve iradesiyle yaşayan canlı türlerine yönelik ilâhî inayet, onların yaşamlarının dış âleme ilişkin olarak edindikleri bilgilerle amellerinin örtüşmesi esasına dayalı olarak gelişmesini öngörmüştür. Eğer bilgisi dış âlemden bir şekilde saparsa, bu, onun amellerinin iptalini gerektirir. Şayet bu durum tekrarlanırsa, sonuç, zatın iptaline kadar varabilir. Yanılarak, yemek yerine zehir veya ekmek yerine çamur yiyen insanın karşılaşacağı durumlar gibi.

70 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

İnsanın, dış âleme egemen olan düzenden algıladığı birtakım inançarı ve görüşleri vardır. Bu inanç ve görüşleri temel edinerek amellerini buna dayandırır. Başlangıç ve sona ilişkin inançlarını (tevhit ve ahiret inançlarını) ve ibadetleri ile muamelelerinde esas aldığı uygulamalı hükümleri buna örnek gösterebiliriz.

Bunlar, öz doğaları itibariyle, insanın mutluluklarına giden yollardır. Bunların dışında o mutluluklara ulaşmanın yolları yoktur. İnsan bunları izlediği zaman arzusuna kavuşur, mutluluğunu elde eder. Eğer bu yollardan sapıp başka yolları izlemeye koyulursa, -ki bunun bir adı da zulümdür- bu yol onu arzusuna kavuşturmaz, bir an için ulaşsa bile, oradaki varlığı uzun süreli olmaz, bu hâli kalıcılık kazanmaz. Çünkü başka yollar da onunla ilintilidir, sahip oldukları tüm güç ve imkânlarıyla bu hususta onunla çekişecek, ona karşı çıkacak, onunla zıtlaşacaklardır.

Sonra, bu tür hüküm ve görüşlerin belirlenmesinde esas rolü oynayan dış dünyanın kapsamındaki varlıklar da, bu insanın amelini onaylamayacaktır. Bu durum, aykırı yolu izleyen kimsenin işi ters yüz oluncaya, mutluluğu yok oluncaya, yaşamı zehir oluncaya kadar devam edecektir.

Gemi azıya alan bir zalimin kötülüğü, günahkârlıkla övüncünü ve sahte gücünü yasal olmayan yollardan mutluluğu elde etmek için kullanmaya yöneltebilir. Yüce Allah'ın birliğine ilişkin hak esaslı tevhit inancını inkâra kalkışabilir. Ya da meşru insan haklarını çiğnemeye yeltenebilir. İnsanların mallarına el koyarak, onları haksız yere gasp edebilir. Ya da insanların namuslarına tecavüz ederek, onları kirletebilir. Veya insanların canlarına kastederek kanlarını haksız yere dökebilir. Namaz, oruç, hac gibi Allah'a yönelik kulluğun göstergesi olan herhangi bir ibadeti küçümseyici, engelleyici bir tavır içinde olabilir. Bu bağlamda bir günah işleyebilir, örneğin yalan söyleyebilir, iftira atabilir, insanları kandırabilir.

Bütün bunları yapabilir ve bu hususta amacına da ulaşabilir. Bir kuruntudan ibaret sanısına kapılarak arzusunu elde ettiğini düşünüp bir an için nefsini hoşnut da edebilir. Ancak o, böyle davranırken dünya ve ahirette ticareti ziyan etmiş, çabaları boşa gitmiştir, fakat farkında değildir.

3
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7

En'âm Sûresi / 21-32 .................................................................................. 71

Dünyada ziyan etmiştir; çünkü izlediği yol, hercümerç yoludur, düzenin bozulması yoludur. İzlediği yol, hak ve doğru olsaydı, genelleşmesi gerekirdi. Oysa bu yolun genelleşmesi, düzenin bozulması demektir.

Düzenin bozulması da, insanların sosyal hayatlarının ortadan kalkmasına yol açar. Dolayısıyla, insan denen canlı türünün varlığının kalıcılık kazanmasını sağlayan düzen, ne olursa olsun, onun yasal olmayan amelleriyle elde ettiği şeyler hususunda onunla mücadele edecektir. Bu mücadele, onun amelleriyle kazandıklarının ifsat olmasına, çabalarının boşa gitmesine kadar sürer ve er veya geç bu sonuca da ulaşılır, zulmü sonsuza dek sürmez.

Ahirette ziyan etmiştir; çünkü işlediği zulüm, tüm sonuçlarıyla birlikte amel defterine yazılmış, canının yazı tahtasına nakşedilmiştir. Onunla cezalandırılacak, onunla yaşayacaktır. Siz canlarınızda olanı açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onunla sorgulayacaktır.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunları yapanların kazancı, dünya hayatında ancak horluktan ibaret, kıyamet günüyse onlar daha çetin bir azaba atılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." (Bakara, 85) "Onlardan öncekiler de yalanladılar, bundan dolayı hiç farkına varmadıkları bir yönden onlara azap geldi. Allah, dünya hayatında onlara horluk tattırdı, ahiret azabı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi!" (Zümer, 25-26) "İnsanlardan kimi bilmeden, ne bir yol göstereni, ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan, Allah hakkında tartışır. Allah'ın yolundan saptırmak için boynunu öteye döndürerek tartışmasını sürdürür. Dünyada onun için bir kepazelik vardır, kıyamet günü de ona yangın azabını tattıracağız. İşte bu, senin ellerinin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Allah kullara zulmedici değildir." (Hacc, 8- 10)

Bu konuda örnek gösterilebilecek birçok ayet vardır. Görüldüğü gibi, örnek olarak gösterdiğimiz ayetlerde hem toplumsal, hem de bireysel zulümlere işaret edilmiştir. Dolayısıyla, ayetler, yukarıdan beri yaptığımız açıklamaları doğrular mahiyettedir. Hiç kuşkusuz bu konuda en kapsamlısı da, tefsirini sunduğumuz ayette yer alan şu ifadedir: "Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler."

72 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

22-23) (Hatırla) o günü ki, onların hepsini toplarız... Sonra... başka çareleri kalmaz.

Zarf (yevm=gün), takdir edilen bir ifadeyle ilintilidir. Açılımı ise şöyledir: "Hatırla o günü ki..." Ayette, özellikle "hepsini" şeklinde bir ifadeye yer verilmiş olması, Allah'ın ilim ve kudretinin onlardan hiçbirini dışarıda bırakmadığını vurgulama amacına yöneliktir. Buna göre, yüce Allah, onların hepsini ilim ve kudretiyle kuşatmıştır; kıyamet günü tek bir kişi dışarıda kalmayacak şekilde onların hepsini toplayacak, bir araya getirecektir.

Bu ifade, bir bakıma, "Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler." cümlesinin açıklaması mahiyetindedir. Sanki başlangıçta, "Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler." denildiği için biri, "Bu nasıl olur?" diye bir soru sormuş ve ona şu şekilde cevap verilmiş gibi: "Çünkü Allah, ileride onları toplayacak, Allah'a ortak koştukları şeyleri onlara soracaktır. Onlar, ortak koştukları şeyleri orada bulamayacaklar, onları kaybetmiş olacaklar. Bu kez ortak koşmalarını inkâr edecekler ve bu hususta Allah adına yalan yere yemin edeceklerdir.

Eğer bu zalimler, Allah'a birtakım ortaklar koşma hususunda muratlarına ermiş olsalardı, kıyamet günü, ortak koştukları şeyler onların yanında olurdu da yalan söylemek durumunda kalmazlardı. Orada onları, iddia ettikleri ortaklık ve şefaat makamında görürlerdi ve şefaatlerine de nail olurlardı.

"Sonra... başka çareleri kalmaz." ifadesine gelince; bazılarına göre, bu ifadenin orijinalinde geçen [ve mealde "çare" olarak çevrilen] "fitne" sözcüğü "cevap" anlamında kullanılmıştır. Yani verdikleri cevap, müşrik olmadıklarına dair Allah adına yemin etmek şeklinde olmuştur. Bazılarına göre, ifadenin bir muzaf takdir edilmek suretiyle açıklanması gerekir ve takdir de şudur: "Putlar fitnesine kapılmalarının (putlarla imtihana çekilmelerinin) akıbeti, ancak şöyle demeleri oldu..." Bazılarına göre, ayette geçen "fitne"den maksat, mazerettir. Kuş-kusuz, bu değerlendirmelerin her birinin haklı bir yanı vardır.

24) Bak, nasıl kendilerine karşı yalan söylediler ve uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitti.

En'âm Sûresi / 21-32 .............................................................................................. 73

Kıyamet günü içinde bulunacakları duruma ilişkin bir sahneye karşı bir tanıtlık çağrısını ifade etmektedir. Bu çağrının amacı, onların ileride kendilerine karşı yalan söyleyeceklerinin, uydurdukları şeyleri yitireceklerinin açıklanmasıdır. Eğer zulümleri onları kurtuluşa erdirecek olsaydı, zulümleriyle aradıkları mutluluğu elde edecek olsalardı, akıbetleri, sahip olduklarını yitirmek, kendilerine karşı yalan söylemek olmazdı.

Kendilerine karşı yalan söylemeleri hususuna gelince; onlar, Allah adına yemin ederek müşrik olmadıklarını söyleyince, dünyadayken, Allah'ın ortakları olduğuna ilişkin iddialarını yalanlamış oldular. Oysa dünyadayken, bu inançlarında oldukça iddialıydılar, bu hususta her türlü açık kanıttan ve ayetten yüz çevirirlerdi. Tamamen zulüm ve inatçılık esaslı bir tutum içindeydiler. İşte bu, kendilerini yalanlamaları, kendilerine karşı yalan söylemeleri demektir.

Uydurdukları şeylerin kendilerinden kaybolup gitmesine gelince; o gün açık bir şekilde ortaya çıkacaktır ki, emir, mülk ve kuvvet bütünüyle Allah'ındır. Allah'tan başkasının sahip olduğu tek şey, sadece kulluk zilletidir, yoksulluktur, muhtaçlıktır; bağımsız olduğu hiçbir husus yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Zulmedenler, azabı görecekleri zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın gerçekten şiddetli azap edici olduğunu keşke bir görselerdi!" (Bakara, 165) Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Bu gün mülk kimindir? O tek ve kahhar olan Allah'ın." (Mü'min, 16) "O kimsenin kimseye yardım etmeyeceği gün. O gün buyruk yalnız Allah'ındır." (İnfitâr, 19)

İnsanlar o gün, ilâhlığın tek ve ortaksız Allah'ın tekelinde olduğunu açıkça görecekler. Putperestler, putlarının ve Allah'a ortak koştukları şeylerin ne kendilerine, ne de başkasına herhangi bir yarar veya zarar dokundurma gücüne sahip olmadıklarını kendi gözleriyle görecekler. Putları ve düzmece ilâhlarıyla ilgili olarak ileri sürdükleri rab-lık sıfatı ve şefaat yetkisi gibi hususların bütünüyle Allah'a ait olduğunu anlayacaklar. Bu gibi sıfatların Allah'tan başkasına ait olduğunu sanmalarında yanıldıklarının farkına varacaklar. Böylece uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gidecektir.

74 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Eğer onlardan yardım isteseler, öylesine umutsuz bir cevap alırlar ki, bütün beklentileri boşa çıkar. Nitekim yüce Allah, onların bu durumuna şöyle işaret eder: "Ortak koşanlar, ortak koştukları şeyleri gördükleri zaman, 'Rabbimiz, işte senden başka yalvarıp taptığımız ortaklarımız!' derler. Onlar da kendilerine, 'Siz tamamen yalancılarsınız.' diye bağırırlar ve o gün Allah'a teslim bayrağı çekerler. Uydurup durdukları şeyler, böylece kendilerinden kaybolup gider." (Nahl, 86-87)

"İşte Rabbiniz Allah budur. Mülk O'nundur, O'ndan başka yalvardığınız şeyler ise bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir. Onları çağırsanız, çağırmanızı işitmezler. İşitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet günü de, sizin onları Allah'a ortak koşmanızı tanımazlar." (Fâtır, 13-14)

"O gün onları hep bir araya toplarız, sonra ortak koşanlara, 'Haydi siz ve koştuğunuz ortaklar yerlerinize.' deriz. Artık aralarını açmışızdır. Koştukları ortaklar, 'Siz bize tapmıyordunuz.' demektedirler. 'Şimdi bizimle sizin aranızda Allah'ın şahit olması yeter; doğrusu biz sizin bize tapmanızdan tamamen habersizdik!' İşte orada her can, geçmişte yaptıklarını dener. Gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler ve uydurdukları şeyler, kendilerinden kaybolup gider." (Yûnus, 28- 30)

Yukarıda örnek olarak sunduğumuz ayetler üzerinde durup düşündüğümüz zaman, uydurdukları şeylerin kaybolup gitmesinin, ortak koştukları şeylerin gerçek mahiyetlerinin ortaya çıkması, ortaklık ve şefaatçilik niteliklerinden yoksun olduklarının anlaşılması anlamında kullanıldığını görürüz. Bunu görünce, müşrikler, dünya hayatında, onlarda gördükleri bu özelliklerin birer seraptan başka bir şey olmadığını bizzat gözlemlemiş olurlar. Yüce Allah, onların bu durumlarını şu ifadelerle dile getirmiştir: "İnkâr edenlere gelince; onların işleri, düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su sanır, fakat yanına gelince hiçbir şey olmadığını anlar ve yanında Allah'ı bulur; Allah onun hesabını tam görür." (Nûr, 39)

Eğer desen ki: Yukarıda da işaret edildiği gibi, kıyamet gününün niteliklerini anlatan Kur'ân ayetleri, o gün hakikatlerin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacağını, gizlilik perdelerinin bütünüyle ortadan kalkacağını ve batılla hakkın karışmışlığının söz konusu olmayacağını ifade etmektedir. Bunlar, dünya hayatına özgü durumlardır. Ahiret hayatında

En'âm Sûresi / 21-32 ................................................................................. 75

böyle şeyler söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "O gün onlar, ortaya çıkarlar; onlardan hiçbir şey Allah- 'a gizli kalmaz." (Mü'min, 16) O hâlde, böyle bir durum karşısında müşriklerin yalan söylemelerinin ne gibi bir yararı olabilir? Aksi, bütün çıplaklığıyla gözlerinin önünde olduğu hâlde nasıl yalan söyleyebilirler?

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O gün herkes, işlediği her hayrı hazır bulur ve işlediği her kötülüğü de..." (Âl-i İmrân, 30) Buna karşılık derim ki: Kıyamet günü onların yalan söyleyecekleri ve yalanları üzerine yemin edecekleri Kur'ân'da birkaç yerde geçmektedir. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Allah onların hepsini tekrar dirilttiği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi O'na da yemin edecekler." (Mücâdele, 18) Ancak onların kıyamet günü yalan söylemeleri ve bu yalan üzerine yemin etmeleri, dünyada yalan söyleyerek birtakım amaçları gerçekleştirdikleri gibi yanlış ve fasit bir amaca ulaşma ve hakkı örtbas etme amacına yönelik değildir. Çünkü ahiret, işlenen amellerin karşılığının verildiği yerdir, çalışma ve kazanma yeri değildir.

Ne var ki onlar, tehlikelerden korunmak, birtakım çıkarları sağlamak için yalan yere yemin etmeyi, yalan haberler vermeyi, hile ve aldatma yoluna başvurmayı bir alışkanlık hâline getirdikleri için, yalancılık bir karakter olarak nefislerine kazınmıştır. Bir karakter de nefiste kök salınca, insanı bu karakterin eğilimlerini gerçekleştirmeye zorlar. Örneğin küfürbaz bir insan, istese de sövmekten kendini alamaz. Büyüklenme, başkalarını küçümseme ve gerçeğe karşı burun kıvırma karakteri ruhunun ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş bir insan da, mütevazı olmayı, gerçeğe boyun eğmeyi beceremez. Tehlike sezdiği kimi durumlarda munisleşip uysallık görünümüne bürünse de, mütevazı bir pozisyon sergilese de, bu sadece görüntüden ibarettir ve yalnızca dili boyun eğdiğini ifade etmektedir. İçine gelince; eski hâlini sürdürmektedir, değişmemiştir ve hiçbir zaman da değişmeyecektir.

İşte kıyamet günü yalan söylemelerinin altında yatan sır budur. O gün bütün gizlilikler açığa çıkar. Yalanla şekillenmiş bir iç dünya da ancak yalan olarak kendini gösterir. İçinde ne gizliyorsa, onu açığa vurur. Yüce Allah bu gerçeğe şöyle işaret etmiştir: "Allah'tan hiçbir sözü giz-

76 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

leyemezler." (Nisâ, 42) Bunun gibi, dünyada taraflar arasında çekişme olduğu gibi, kıyamet günü de aralarında aynı çekişme meydana gelir. Yüce Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde bu hususa işaret etmiştir. Bunun en güzel anlatımı ise, şu ayette ifadesini bulmaktadır: "İşte bu, cehennem ehlinin tartışması, gerçektir." (Sâd, 64) Azap ehlinin durumu bu. Bağışlanma ve cennet ehline gelince; bu dünyada içlerinde besledikleri esenlik ve berraklık, orada da dışa yansır. Yüce Allah, buna şu şekilde işaret etmektedir: "Orada ne boş bir söz ve ne de günaha sokan bir lâf işitirler. Söylenen, yalnız 'Selâm, selâm'dır." (Vâkıa, 25- 26) Bu açıklamalar, konunun anlaşılması için yeterlidir.

25) İçlerinden seni dinleyenler vardır...

Ayetin orijinalinde geçen "ekinneh" kelimesi "kinn" kelimesinin çoğuludur ve bir şeyi gizleyen, örten şey (kılıf) anlamına gelir. "Vakr" ise, ağır işitme demektir. "Esatîr" kelimesi de "ustureh" kelimesinin çoğuludur. el-Müberred'den nakledildiğine göre, bu kelimenin anlamı, yalan ve aldatmadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu kelimenin aslı, yazı, ağaç veya insandan oluşan saf ve dizi demek olan "satır"dır. Ancak daha sonra, toplanan, düzenlenen ve tertip edilen yalan haberler dizisi anlamında kullanılması yaygınlaşmıştır.

Ayetin akışı, "Onlar, 'Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir.' derler." şeklinde bir ifadenin kullanılmasını gerektiriyor. Fakat "onlar" zamiri yerine "inkâr edenler" ifadesinin kullanılması, onların bu sataşmalarının sebebinin küfür olduğunu vurgulama amacına yöneliktir.

26) Onlar, hem (insanları) ondan men ederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini helâk ediyorlar, ama farkında değiller. İnsanların ona tâbi olmasına engel oluyorlar, kendileri de ondan uzak duruyorlar. "Böylece yalnız kendilerini helâk ediyorlar" ifadesindeki hasır, tersten hasrın bir örneğini oluşturmaktadır. Çünkü onlar, insanların tâbi olmasına engel olmakla ve kendileri de uzak durmakla ilâhî daveti yok edeceklerini düşünüyorlardı. Ama Allah, nurunu kesinlikle tamamlayacaktır. O hâlde, farkına varmadan helâk olacak olanlar, onların kendileri olacaktır.

En'âm Sûresi / 21-32 .......................................................... 77

27-28) Onların, ateşin başında durdurulduklarında "Keşke..." dediklerini bir görsen! Hayır, daha önce gizlemekte oldukları, onlara göründü. Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar, yalancıdırlar.

Onların inkârcılıklarının, küfürde ısrarcı bir tutum içinde olmalarının ve Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmelerinin akıbeti açıklanıyor.

"Keşke (dünyaya) geri döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak..." "Lâ-nukezzibe=yalanlamasak" ve "nekune=olsak" şeklinde (nasb ile) okunuşu esas alınarak; bu, onların dünyaya yeniden dönüp müminlerin yolunu izlemeye, böylece kıyamet gününün azabından kurtulmaya yönelik bir temennisini ifade eder. Bu sözleri, Allah'a ortak koştuklarını inkâr etmelerine ve bu hususta yalan yere yemin etmelerine benziyor. Bu, psikolojik karakterlerinin kıyamet günü dışa yansımasından başka bir şey değildir. Çünkü onlar, ulaşamayacakları hayırlar ve kaçırdıkları menfaatler hususunda boş temennilerde bulunmayı alışkanlık hâline getirmişlerdir. Özellikle de, kötü tercihlerinden ve yanlış seçimlerinden dolayı kaçırdıkları menfaatler hususunda boş temennilerde bulunmaları daha çok olur. Birkaç ayet sonra, kıyamet günüyle ilgili olarak ihmalkâr ve umursamaz bir tutum içinde olmalarından dolayı ah vah etmeleri de, bunun benzeri bir durumdur. Kaldı ki temenni, gerçekleşmesi zor olan şeylerle ilgili olarak sahih olduğu gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan muhal şeylerle ilgili olarak da sahihtir. Geçen günlerin geri dönmesini temenni etmek gibi. Şair şöyle der:

"Keşke demenin bir faydası var mı acaba? Ama gene keşke Gençlik satışa çıkarılsaydı da satın alsaydım!"

"Hayır, daha önce gizlemekte oldukları, onlara göründü..." Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla "onlara" ve "gizlemekte oldukları" kelimelerindeki zamirler, aynı mercie dönüktür. O da, yukarıda kendilerinden söz edilen müşriklerdir. Yine ayette geçen "önce"den maksat da dünyadır. Buna göre, şöyle bir anlam elde ediyoruz: Bu müşrikler, ateşin başında durduruldukları zaman, dünyadayken gizledikleri şeyler açık bir şekilde karşılarına çıkar. Bunları açıkça görmeleri, kendi-

78 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lerini dünyaya geri dönmeyi, Allah'ın ayetlerine inanmayı ve müminler topluluğuna katılmayı temenni etmeye yöneltir.

Gizlediklerini ortaya çıkaran şey ise, ateşten başka bir şey değildir. Çünkü onlar, daha önce dünyadayken, gerçek kendilerine açıkça göründükten sonra, inkârlarıyla onu örtmüşler, gizlemişlerdi. Nitekim onların bu durumlarına şu ve benzeri ayetler işaret etmektedir:

"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin. Biz senin kendin çekmiş olduğun perdeyi açtık; bu gün artık gözün keskindir." (Kaf, 22) Dolayısıyla, dünyadayken kendilerine açıkça göründüğü hâlde inkâr ettikleri gerçek, onları böyle bir temennide bulunmaya itmiş olamaz. Ayetin akışı da, ateşin kendilerine görünmesi ve kıyamet gününün korkusu bir yana bırakılarak sırf, hakkın ortaya çıkışının onları böyle bir temennide bulunmaya ittiğini çıkarsamaya elverişli değildir.

Aynı konuyu işleyen bazı ayetlerin içerdikleri ifadelerden de böyle bir sonuca varmak mümkündür. Şu ayetler gibi: "Allah'ın vaadi gerçektir, kıyamette hiç şüphe yoktur, dendiği zaman, 'Kıyamet nedir, bilmiyoruz; onu sadece bir kuruntu sanıyoruz, biz ona inanmıyoruz.' demiştiniz. Yaptıkları kötü işler onlara göründü ve alay edip durdukları şey onları kuşattı." (Câsiye, 33)

"Eğer yeryüzünde bulunanların tümü ve onun bir misli daha zulmedenlerin olsaydı, kıyamet günü o kötü azaptan kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi. Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkmıştır. Kazandıkları kötülükler kendilerine görünmüş ve alay edip durdukları şey onları kuşatmıştır." (Zümer, 47-48)

Tefsir bilginleri, "Hayır, daha önce gizlemekte oldukları onlara göründü." ifadesiyle ilgili olarak birçok görüş ileri sürmüşlerdir. el-Menar tefsirinde bunlar dokuza kadar çıkarılır. Orada şöyle deniyor: "Onların dünyada gizleyip de ahirette kendilerine görünen şeyin ne olduğu hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:

Birincisi: Bu, onların kötü amelleri ve çirkin işleridir ki, amel defterlerinde kendilerine görünmüştür, organları da bunlarla ilgili olarak aleyhlerinde şahitlikte bulunmuştur."

En'âm Sûresi / 21-32 ........................................................................ 79

"İkincisi: Bu, onların uydurdukları, iftira olarak ileri sürdükleri ve mutluluklarını sağlayacağını sandıkları amelleridir ki, yüce Allah, onları boşa çıkarmıştır."

"Üçüncüsü: Bu, onların ahirette, ateşin başında durdurulmalarından önce gizledikleri küfürleri ve yalanlamalarıdır. Nitekim onların şöyle dedikleri daha önce açıklanmıştı: Sonra onların, 'Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz ortak koşanlardan değildik.' demekten başka çareleri kalmaz."

"Dördüncüsü: Bu, onların Peygamber'e karşı ayak direterek, hakka karşı büyüklenerek inkâr ettikleri, gizledikleri hak ve imandır. Bu ise, ancak küfürde ayak direten ve hak karşısında büyüklük taslayan en katı kâfirlerin durumlarıyla örtüşür. Ki onların bir kısmı hakkında şöyle buyurulmuştur: 'Vicdanları onların doğruluğuna kesin kanaat getirdiği hâlde, zulümleri ve kibirleri yüzünden onları inkâr ettiler.' (Neml, 14)"

"Beşincisi: Bu, liderlerin izleyicilerinden gizledikleri, peygamberlerin getirdiği gerçektir ki, şimdi o liderlere uyan izleyiciler için de açığa çıkmıştır. Ehlikitap'tan bazı kimselerin, Peygamberimizin (s.a.a) elçiliğini, niteliklerini ve peygamberlerinin dile getirdiği müjdelemeleri gizlemeleri de bu kapsama girer."

"Altıncısı: Bu, münafıkların dünyadayken küfrü gizleyip imanı ve İslâm'ı açığa vurarak gizledikleri durumdur."

"Yedincisi: Bu, ölümden sonra diriliş, amellerin karşılığı ve cehennem azabıdır. Onların bunları gizlemeleri ise, bunları yalanlamalarıdır. Zaten küfrün asıl anlamı da budur."

"Sekizincisi: İfadede mahzuf bir muzaf söz konusudur. Buna göre, şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: Gizledikleri küfrün ve kötü amellerin vebali kendilerine görünmüş, cezası onları kuşatmıştır. Onun acısını duyuyorlar, buna dayanamıyorlar. Bu yüzden dünyaya geri dönüp ayetleri yalanlamaktan, imana aykırı davranışlardan uzak durarak bu acıdan kurtulmayı temenni ediyorlar. Tıpkı ölümcül bir hastalığa yakalanan insanın ölümü istemesi gibi. Böyle birinin ölümü istemesi, ölümü sevdiğinden değildir kuşkusuz, onun derdi, hastalığın verdiği acılardan kurtulmaktır."

80 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

"Biz bu görüşlerden hiçbirini tercih etmiyoruz. Bizim tercihimiz bir başkasıdır ki, onu da dokuzuncu görüş olarak zikrediyoruz."

"Dokuzuncusu: O gün, bu ayetlerde kendilerinden söz edilenlere ve aynı şekilde onların durumunda olan diğer kâfirlere, dünyadayken gizledikleri ve kendilerince veya kimlerden gizliyorlardıysa onlarca çirkin olan amelleri açığa çıkar." (el-Menar'dan alınan alıntı burada son buldu.)

Ardından adı geçen müellif, sözü; küfrün liderlerini, onların izleyicilerini, yanı sıra birtakım hayâsızca işler yapıp da bunu insanlardan gizleyen ya da kulluk görevlerini yerine getirmediği hâlde, buna ilişkin yalancı mazeretler uyduran ve gerçek durumun anlaşılmaması için bin dereden su getiren münafıkları ve fasıkları kapsayacak şekilde uzatır.

Bizim yaptığımız değerlendirmeye yeniden bakıp üzerinde düşündüğümüz zaman, yukarıda sıralanan değerlendirmelerin her birinde birtakım eksikliklerin, yanlışlıkların olduğu görülecektir. Fakat biz, sözü uzatma gereğini duymuyoruz.

"Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler." Dünya hayatında ruhlarında kökleşen alçaltıcı karakterlerden kaynaklanan davranışlara işaret ediliyor. Çünkü onları dünyaya geri dönmeyi, orada Allah'ın ayetlerine inanmayı ve müminler topluluğuna katılmayı temenni etmeye yönelten etken, terk ettikleri hakkın, gerektirdiği tüm azap çeşitleriyle birlikte kıyamet günü ortaya çıkmış olmasıdır. Bu ise, ahiret hayatının bir gereğidir. Çünkü ahiret hayatı, gaybî gerçeklerin somut olarak ortaya çıkmasını gerektirmektedir.

Eğer dünyaya geri dönecek olurlarsa, dünya hayatının karakteristik özelliği yine etkinliğini gösterecektir, gayb, yine kalın perdelerini indirecektir. Tekrar kişisel tercihleriyle başbaşa kalacaklardır. Nefsin arzusu, şeytanın vesveseleri, kulların kötü örneklikleri, büyüklenme duygusu, azgınlık gibi tepkimeler kendini gösterecektir. Tekrar eski şirklerine, hakka karşı inatçılık etmelerine döneceklerdir. Çünkü onları dünya hayatında hakka karşı çıkmaya ve Allah'ın ayetlerini yalanlamaya iten objektif ortam, ölümden sonra dirilerek dünyaya geri

En'âm Sûresi / 21-32 .......................................................................................81

dönmeleri durumunda olduğu gibi yerinde olacaktır ve bu seferki hükmü öncekinden farklı olmayacaktır.

"Çünkü onlar yalancıdırlar." Yani, "Keşke (dünyaya) geri döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak..." sözleri yalandır. Gerçi temennide bulunmanın, ifade olarak hakkında doğru veya yalan değerlendirmesi yapılmaz. Ancak onlar, "Keşke geri döndürülsek de... yalanlamasak" derken, "Keşke Rabbimiz bizi geri döndürse! Eğer bizi geri döndürürse, artık yalanlamayacağız." demek istiyorlar. Dikkat edilirse, "Dönsek de yalanlamasak." demiyorlar. Bu açıdan sözleri bir istek ve bir de vaat içermektedir. Geri dönmeyi istiyorlar ve iman edip salih amelde bulunmayı vaat ediyorlar.

Nitekim bu durumun şu ayette daha açık bir şekilde dile getirildiğini görüyoruz: "Rablerinin huzurunda utançtan başlarını öne eğmiş, 'Rabbimiz, gördük, işittik; bizi geri döndür, iyi iş yapalım; artık kesin olarak inandık.' demekte olan suçluları bir görsen!" (Secde, 12) Başka bir ayette de şöyle buyurulmuştur: "Onlar orada, 'Rabbimiz bizi çıkar, yaptığımızdan başkasını yapalım.' diye feryat ederler." (Fâtır, 37) Kısacası, "Keşke (dünyaya) geri döndürülsek de... yalanlamasak..." ifadesi, "Rabbimiz bizi dünyaya geri döndür, senin ayetlerini yalanlamayalım ve müminlerden olalım." anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla, bu sözlerinin yalan ve doğru olma ihtimali vardır ve bu sözler için yalan değerlendirmesi yapmak yerindedir.

Yaptıkları temenni bazında yalanın onlara izafe edilmesi şu şekilde de yorumlanabilir: Bu ifadeden maksat, arzu ve temennilerinin yalan olduğunu belirtmektir. Yani, bu temenninin dış dünyada gerçekleşemeyeceğini ifade etmektir. Örneğin, elde edilemeyecek bir şeyi arzulayan kimseye, "Senin yalanın emelindir." derler.

Bazıları da şu değerlendirmeyi yapmışlardır: "Burada, onların kendileri için söyledikleri, gerçeği yakalamış olmak ve hak inanca sahip olmak gibi sözlerin yalan olduğu kastediliyor." Bu değerlendirmenin ne kadar zayıf olduğu ortadadır.

29-30) Onlar, "Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz diriltilecek değiliz." dediler. Onları, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında bir görsen! (Rableri,) "Bu gerçek değil mi? der... "Öyleyse... tadın azabı!" der.

82 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Burada, onların kıyamet günü gerçekleşecek haşir ve buna bağlı olarak şahitlerin getirilmesi ve inkâr ettikleri şeyleri itiraf etmeleri gibi olguları inkâr ettikleri hatırlatılmaktadır. Yüce Allah'ın Kur'ân'da defalarca anlattığı gibi, putperestler ahireti inkâr ederlerdi. Allah'a ortak koştukları şeylerin şefaat ediciler olduğuna inanmaları ise, menfaatleri celp, zararları ve korkulan durumları bertaraf etmek gibi dünyevî meselelerle ilgiliydi.

"Onlar, 'Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur...' dediler." ifadesiyle, onların inkârları dile getiriliyor. Yani, hayat, yalnızca şu dünya hayatıdır; ondan sonra başka bir hayat yoktur. Ölümden sonra diriltilecek de değiliz. "Onları... durdurulduklarında bir görsen!" ifadesi de, "başka bir hayat yoktur" sözlerinin içerdiği iddialarına yönelik bir cevap niteliğindedir. Açıklama da Peygamber efendimize (s.a.a) yöneliktir. Bunu, "bir görsen!" sözünün içerdiği temenni anlamından çıkarıyoruz. Demek isteniyor ki: Onlar, ileride, inkâr ettiklerini doğrulayacaklar, "Biz diriltilecek değiliz." diyerek reddettiklerini itiraf edecekler. Bu, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında gerçekleşecektir.

Dünyadayken kendilerine haber verilen bu ortamı, çıplak gözle görecekler. Onlara dünyadayken, "Sizler öldükten sonra diriltileceksiniz." deniyordu da inanmıyorlardı. Ama artık şimdi, dünyada inkâr ettiklerini burada itiraf edecekler.

Buradan anlıyoruz ki yüce Allah, "Onları, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında bir görsen!" ifadesinde, "ölümden sonra diriliş"i Allah'ın huzuruna çıkma, Allah ile karşılaşma şeklinde açıklamaktadır. Bundan sonraki ayette geçen, "Allah'ın huzuruna çıkmayı (Allah ile karşılaşmayı) yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradılar. Nihayet kendilerine kıyamet vakti ansızın gelip çatınca..." ifadesi de bunu pekiştirmektedir. Çünkü bu ifadede, önceki ayetlerde geçen "haşir", "ölümden sonra dirilme" ve "kıyamet" gibi deyimler yerine "karşılaşma/buluşma/ huzura çıkma" ifadesi kullanılmış, sonra "saat"ten, yani kıyamet saatinden söz edilmiştir.

"Bu, gerçek değil mi?" Yani, sizin dünyadayken inkâr ettiğiniz, Allah ile buluşma anlamına gelen ölümden sonra dirilme gerçek değil mi? "Andolsun Rabbimize gerçektir, derler. 'Öyleyse, inkâr ettiğinizden

En'âm Sûresi / 21-32 .............................................................................................. 83

dolayı tadın azabı!' der." Yani, gerçeği gizlemenizden dolayı şimdi tadın azabı.

31) Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradılar...

Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde şu açıklamaya yer veriliyor: "Ansızın gelen her şey için 'beğteten' ifadesi kullanılır. Araplar, 'Beğetehu'lemru/ yebğetuhu/beğteten' derler. Yani, falan iş ansızın başına geldi." (Mecma'ul-Beyan'dan alınan alıntı burada son buldu.)

Ragıp İsfahanî de el-Müfredat adlı eserinde (ayette geçen "hasret= vah" ifadesiyle ilgili olarak) şunları söyler: "el-Hasru; örtülü şeyin üzerindeki örtüyü açmak demektir. 'Hasertu an'iz-zira'=(Kolumu sıvayarak) dirseğimi açtım' derler. el-Hasir; üzerinde zırh ve miğfer bulunmayan kimse demektir. el-Mihsere; süpürge demektir. Yorgun, bitkin düşene de 'el-hasir' denir. Bunun nedeni, gücünün sıyrılıp gitmiş olması ve güçsüzlüğünün ortaya çıkmasıdır... el-Hasretu; elden kaçan şeyden dolayı üzülmeyi, pişmanlık duymayı ifade eder. Çünkü o şeyin elden kaçmasına sebep olan davranışıyla ilgili cehaleti artık sıyrılıp gitmiş ya da elden kaçan şeyden dolayı duyduğu üzüntüyle gücü sıyrılıp gitmiş veya elden kaçanı yakalamaya artık gücü kalmamıştır." (el-Müfredat'tan gerekli alıntı burada son buldu.)

Yine (ayette geçen "evzar=günah yükleri" ifadesiyle ilgili olarak) der ki: "el-Vezeru; dağda sığınılan yer, sığınak anlamına gelir. 'Hayır, sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur." [Kıyâmet, 11-12] el-Vizru; ağırlık demektir. Bu isimlendirmede, dağdaki sığınak örnek alınmıştır. Çünkü sığınak da dağ için bir ağırlık mahiyetindedir. Bu benzerlik itibariyle günah için 'es-sıklu' (ağırlık) niteliği kullanıldığı gibi, aynı anlama gelen 'el-vizru' niteliği de kullanılır. 'Kendi veballerini (evzar) tam olarak yüklensinler.' [Nahl, 25] 'Hem kendi yüklerini, hem de kendi yükleriyle beraber başka yükleri (eskal) taşıyacaklar.' [Ankebût, 13]" (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Tefsirini sunduğumuz bu ayet, onların ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmelerinin olumsuz sonuçlarından bir diğerini açıklıyor. Buna göre, kıyamet saati onlara ansızın gelip çatacaktır. Bundan dolayı, ellerinden kaçırdıkları fırsat için pişmanlık duyacaklardır. Bu sırada sırtla-

84 .......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rında taşıdıkları günahları ve ağırlıkları gözlerinin önüne gelecektir. Bir insanın içine düşebileceği en ağır ve en küçük düşürücü bir durumdur bu. Yüklendikleri ağırlık veya günah ya da günahın vebali ne de kötüdür!s

"Allah'ın huzuruna çıkmayı (Allah ile buluşmayı) yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradılar." ifadesi, "Onlar, 'Dünya hayatımızdan baş-ka bir hayat yoktur.' dediler... Öyleyse... tadın azabı!" ifadesinin bir sonucu mahiyetindedir. Buna göre, onlar ölümden sonra dirilişi ve onu izleyen kıyamet olgusunu inkâr etmekle, ahiret rahatını ve Allah ile buluşma ferahlığını acı bir azapla değiştirmişler ve bu alış verişlerinde büyük bir zarara uğramışlardır.

32) Dünya hayatı, bir oyun, bir eğlenceden başka bir şey değildir. Korunanlar için elbette ahiret yurdu daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?

Önceki ayetlerdeki açıklamaları bütünleyen bir ifadedir. Burada dünya ve ahiret hayatlarının gerçek mahiyetleri açıklanıyor. Dünya ve ahiret hayatı arasında karşılaştırma yapılıyor. Buna göre, dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir. Başka değil. Çünkü oyun ve eğlencede olduğu gibi, bu hayatın ekseninde gerçekliği olmayan inançlar ve vehim esaslı amaçlar yer almaktadır. Sonra dünya hayatı, insanı çok daha önemli, daha kalıcı ve daha gerçek olan öteki hayattan alıkoyar. Bu onun eğlence olma özelliğinin bir gereğidir. Eğlence oyalayıcıdır. Dolayısıyla, dünya hayatı bir eğlenceden ibarettir. Ahiret hayatı ise, gerçek ve kalıcı bir hayat olmasından dolayı, daha iyidir; ama bu hayatı da ancak korunanlar/muttakiler elde edebilirler. Şu hâlde bu hayat, onlar için daha hayırlıdır.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hişam b. Salim'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah kıyamet günü kimsenin aklına gelmeyecek günahları affeder. Öyle ki, müşrikler de ümitlenerek; 'Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz ortak koşanlardan değildik.' derler." [c.1, s.357, h: 15]

En'âm Sûresi / 21-32 ..................................................................... 85

Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde, "Sonra... demekten başka çareleri kalmaz." ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Yani, öyle demekten başka mazeretleri kalmaz." Müellif, bu anlamın İmam Cafer Sadık'- tan (a.s) da rivayet edildiğini belirtir. [c.3, s.330, Beyrut Baskısı]

Tefsir'ul-Kummî'de, "Onlar, hem (insanları) ondan men ederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Haşimoğulları, Kureyş'e karşı Resulullah'ı (s.a.a) savunurdu, buna karşın kendileri ondan uzak durur, ona inanmazlardı." [c.1, s.196]

Ben derim ki: Bu rivayet, mahiyet itibariyle Atâ ve Mukatil'den aktarılan şu rivayete yakındır: "Burada kastedilen, Hz. Peygamberin (s.a.a) amcası Ebu Talip'tir. O, Kurey'şin Peygamberimize ilişmesine engel olur, ama kendisi ondan uzak durur, ona inanmazdı." [Mecma'ul-Beyan, c.3, s.336]

Ancak ayetin akışı, bu rivayetle örtüşmemektedir. Çünkü zamir Hz. Peygamber'e değil, Kur'ân'a dönüktür. Kaldı ki, Ehlibeyt İmamlarından Ebu Talib'in iman ettiğine ilişkin çokça hadis rivayet edilmiştir.

Mecma'ul-Beyan adlı eserde şöyle deniyor: "Ehlibeyt İmamları (hepsine selâm olsun), Ebu Talib'in iman ettiği hususunda icma etmişlerdir. Ehlibeyt İmamlarının icması da bağlayıcı kanıttır. Çünkü onlar, Hz. Peygamber'in (s.a.a) emriyle uyulması zorunlu olan iki ağırlık merkezinden (Kur'an ve Ehlibeyt) birini oluşturmaktadırlar. Resulullah, bunlara uyulduğu sürece, sapıklığa düşülmeyeceğini vurgulamıştır."

"Bunu İbn-i Ömer'den aktarılan şu rivayet de desteklemektedir: 'Ebu Bekir fetih günü babası Ebu Kuhafe'yi Resulullah'ın (s.a.a) yanına getirdi. Bunu gören Peygamberimiz şöyle dedi: 'Niçin bu yaşlı adamı getirdin, bana söyleseydin, ben ona giderdim?' Ebu Kuhafe'nin gözleri görmüyordu. Ebu Bekir şöyle dedi: 'Onun sana gelmesinden dolayı Allah tarafından ödüllendirilmesini istedim. Seni hak üzere gön-deren Allah'a yemin ederim ki, babamın Müslüman olmasından daha fazla Ebu Talib'in Müslüman olmasına sevinmiştim. Çünkü onun Müslüman olması, senin gözlerinin sevinçle parlamasına neden olmuştu.' Bunun üzerine Resulullah, 'Doğru söylüyorsun.' buyurdu."

"Taberî kendi rivayet zinciriyle şöyle anlatır: 'Kureyş liderleri Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i (s.a.a) himaye ettiğini görünce, topluca yanı-

86 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

na gidip şöyle dediler: 'Sana Kureyş'in, en yakışıklı, en cömert ve en cesur delikanlısı olan Ammara b. Velid'i getirdik. Onu sana verelim, sen de birliğimizi parçalayan, düşüncelerimizi ahmaklık olarak nitelendiren yeğenini bize ver, öldürelim.' Ebu Talip onlara şu cevabı verdi:

'Bana karşı hiç de adil davranmıyorsunuz. Bana oğlunuzu, besleyeyim diye verirken, öldürmeniz için oğlumu size vermemi istiyorsunuz. Hayır öyle değil; asıl yeğenimi öldürmenize karşılık her birinizin oğlunuzu getirmeniz ve benim de onları öldürmem gerekir.' Sonra şu şiiri okudu:"

"Elçiyi, âlemlerin hükümdarının elçisini savunduk / Şimşek gibi parlayan kılıçlarla."

"Evet savunuyorum, himaye ediyorum mutlak saltanat sahibi Allah'ın elçisini / Bu ona şefkat besleyen bir haminin himayesidir."

"Ebu Talib'in Müslümanlığını gösteren sözleri ve şiirleri saymakla bitmez. İşte bunlardan birkaçı:" "Bilmiyor musunuz ki, biz Muhammed'i bulduk / Bir nebi olarak, tıpkı Musa gibi, ilk kitaplarda yazılmış hâlde."

"Babamız Haşim böyle bir oğlu savunmak için hazırlık yapmadı mı? / Ve oğullarına onun uğruna savaşıp vuruşmayı vasiyet etmedi mi?"

"Kendisine ait diğer bir kasidede ise şu ifadelere yer veriyor:" "Ahmed'e diyorlar ki, sen bir adamsın ki / Dilin yalan söyler, seni amacına ulaştıracak araçların çok zayıf." "Haberiniz olsun! Ahmed onlara getirmiştir / Hakkı ve hiçbir zaman onlara yalan söylememiştir."

"Peygamberimizin (s.a.a) bir mucizesi olarak boykot yazısının çürümüş olmasını da şu şekilde dile getirmektedir:"

"Kuşkusuz sayfa işinde ibret alınacak bir ders vardır / Kavminden uzak biri bir şeyi haber verdiğinde ona şaşılır."

"Allah o sayfadan küfürlerini ve dikbaşlılıklarını sildi / Hakkı açık ve anlaşılır bir dille ifade edenden intikam alamadılar."

En'âm Sûresi / 21-32 .......................................................................... 87

"Abdullah'ın oğlu aramızda hep doğru sözlü olmuştur / Kavmimizin öfkesine rağmen suçlanmış, kınanmış değildir." "Diğer bir kasidede, kardeşi Hamza'yı Hz. Peygambere tâbi olmaya ve ona itaat etme hususunda sabırlı olmaya teşvik eder:" "Ya'lâ'nın babası! Sabret, Ahmed'in dininde / Dinin mazharı ol, sabırla başarırsın."

"Beni sevindirdin, mümin olduğunu söylediğin zaman / Allah için, Allah Resulünun yardımcısı ol."

"Bir diğer kasidede şunları söylüyor:" "Peygamber Muhammed'e yardım edeceğim / Onun için savaşacağım; mızraklarla ve bütün adamlarımla." "Bir diğer kasidede ise, Necaşî'yi Hz. Peygamber'e (s.a.a) yardım etmeye teşvik ediyor:"

"Bil ki, ey Habeş kıralı, Muhammed / Musa'nın ve Meryem oğlu Mesih'in veziridir." "Onların getirdiğinin benzeri olan bir hidayet getirdi / Hepsi Allah'ın emriyle hidayete erdirirler ve korunurlar." "Siz bunu kitabınızda okuyorsunuz / Doğru söz olarak, yalan değil."

"Öyleyse Allah'a eşler koşmayın ve Müslüman olun / Hakk'ın yolu karanlık değildir." "Ölüm döşeğindeyken, vasiyetini bir kaside hâlinde dile getirir:"

"İyi görünümlü Peygamber'e yardım etmeyi tavsiye ediyorum / Oğlum Ali'ye ve kavmin yaşlısı Abbas'a." "Koruyucu aslan Hamza'ya ve / Cafer'e onu insanlara karşı himaye etsinler."

"Anam ve doğurdukları size feda olsun / Ahmed'i insanlara karşı savunurken siperler gibi olun." "Buna benzer beyitler, onun meşhur kasideleri içinde yer almaktadır. Ayrıca, vasiyetleri ve hutbelerinde de aynı yönde sözleri vardır. Bunları burada sıralamak kitabın kapasitesini aşacak şekilde fazla yer tutacağı için tümünü sunma gereğini duymuyoruz." (Mecma'ul-Beyandan alınan alıntı burada son buldu.) [c.3, s.444-446]

88 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ebu Talib'in Müslüman olmadığını savunanların dayanakları, Ehlisünnet kanallarında aktarılan bazı rivayetlerdir. Onun Müslüman olduğunu savunanlar ise, Ehlibeyt İmamlarından gelen hadisleri ve yine Ehlisünnet kanallarında aktarılan bazı hadisleri esas alırlar. Bu konuda ondan nakledilen şiirler de önemli bir ipucu olarak algılanır. Herkes tercih ettiğinden sorumludur.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Halid'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar temelde lânetlenmiş kimselerdirler." [c.1, s.359, h: 19]

Yine aynı eserde, Osman b. İsa'dan, o da arkadaşlarının birinden, o da İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: İmam buyurdu ki: "Yüce Allah suya, 'Tatlı ve susuzluğu giderici ol, cennetimi ve itaatkâr kullarımı senden yaratayım.' dedi. Yine suya, 'Tuzlu ve acı ol, ateşi ve isyankâr kullarımı senden yaratayım.' dedi. Sonra her iki suyu toprağa döktü. Sonra eliyle -ki O'nun eli daima sağdır/güçlüdür- bir avuç toprak aldı. Ondan, onları zerreler biçiminde yarattı. Sonra onlara, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim ve sizin bana itaat etmeniz zorunlu değil mi?' diye onları kendilerine şahit tuttu. Onlar da, 'Rabbimizsin.' diye karşılık verdiler. Sonra ateşe, 'Ateş ol.' diye emretti. Ateş tutuşup alevlenince insanlara şöyle seslendi: 'İçine girin.' Bir kısmı ateşe girmekte acele etti, bir kısmı da ağır davrandı, bir kısmı ise hiç yerinden ayrılmadı. Ateşin sıcak olduğunu fark edince geri döndüler ve hiç kimse girmedi."

"Sonra bir avuç daha toprak aldı. Ondan, onları zerreler biçiminde yarattı. Sonra onları da öncekiler gibi kendilerine şahit tuttu. Ardından onlara şöyle dedi: 'Şu ateşe girin.' Bir kısmı ağır davrandı, bir kısmı acele etti, bir kısmı da bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir sürede oraya vardı ve tümü ateşe girdiler. Sonra dedi ki: 'Oradan sağlam olarak çıkın.' Böylece oradan çıktılar, kimseye bir şey olmadı."

"Bunun üzerine öbürleri dediler ki: 'Ya Rabbi, bizi bağışla. Biz de onların yaptığı gibi yapalım.' Buyurdu ki: 'Sizi bağışladım.' Bunun üzerine bir kısmı acele ile koştu, bir kısmı hiç yerinden ayrılmadı. Daha önce yaptıklarının aynısını tekrar ettiler. İşte, 'Geri döndürülseler, yine men

En'âm Sûresi / 21-32 .................................................................89

edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar, yalancıdırlar.' ayetinde buna işaret edilmiştir." [c.1, s.358, h: 18]

Ben derim ki: Bu ve önceki rivayet, "zerr" âlemiyle ilgilidir. A'râf suresinde yer alan, "Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' diye onları kendilerine şahit tutmuştu. Onlar da, 'Sen bizim Rabbimizsin.' demişlerdi."

ayetini incelerken bu hususla ilgili ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız. Orada söyleyeceklerimizin kısacası şudur: Ahiretteki sevap ve azabın, öncesindeki dünya hayatında işlenen itaat ve günah nitelikli davranışlarla tam bir bağlantısı olduğu gibi, dünyadaki itaat ve günah nitelikli davranışların da, rütbe itibariyle öncesinde olan zerr âlemiyle tam bir bağlantısı vardır.

Dolayısıyla İmam'ın,"İşte, 'Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar yalancıdırlar.' ayetinde buna işaret edilmiştir." şeklindeki sözünün anlamı şudur: Bu ayetin ifade ettiği anlama göre, onlar haşir meydanından dünyaya geri döndürülseler, daha önce yapmaları yasaklanan şeyleri yine yaparlar. Çünkü onlar zerr âleminden itibaren yalancıdırlar. Orada Allah'a yalan söylemişlerdi. Önceki rivayette geçen, "Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar temelde lânetlenmiş kimselerdirler." ifadesiyle de aynı anlam kastedilmiştir. Yani onlar zerr âleminde yalan söyledikleri için lânetlenmişlerdir.

Bu bakımdan, yukarıda sunduğumuz iki rivayet, buraya kadar ayetin anlamıyla ilgili olarak işaret ettiğimiz üç yorum şeklinden ayrı, bir dördüncü yorumu içermektedir.

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, A'meş'ten, o da Ebu Salih'ten, o da Peygamberimizden (s.a.a), "Kıyamet hakkındaki ihmalkâr tutumumuzdan dolayı vah bize!" ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Ateş ehli, cennetteki yerlerini görüp yaptıklarına pişmanlık duyarak, 'Vah bize!' diye iç geçirirler." [c.3, s.343]

4
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



EN'ÂM SURESİ (Tamamı:1-165)

AYETLERİN MEÂLİ

33- Biliyoruz, onların dedikleri seni üzüyor. Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar. 34- Senden önce de birçok elçi yalanlandı. Fakat onlar, yalanlanmalarına ve uğradıkları eziyetlere sabrettiler, nihayet yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (güç) yoktur. Sana da elçilerin haberlerinden bazısı gelmiştir.

35- Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, o zaman yerde bir tünel ya da gökte bir merdiven arayıp da onlara bir mucize getirebiliyorsan (hadi bunu yap). Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O hâlde, sakın cahillerden olma! 36- Ancak işitenler, çağrıya icabet ederler. Ölülere gelince; Allah onları diriltecek, sonra O'na döndürülecekler.

226 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Bu ayetlerde, müşriklerin Peygamber'in (s.a.a) davetini alaya almaları karşısında onun teselli edilmesi amaçlanıyor. Kesin zaferin kendisine bahşedileceği müjdesi verilerek gönlü hoş tutuluyor. Bu bağlamda dinsel davetin insanın serbest iradesiyle bağlantılı olduğu belirtiliyor. Dileyen iman eder, dileyen küfre sapar. Kesin olan ilâhî irade ve dileme, bu işe müdahale edip insanları kabule zorlamaz. Allah dileseydi, bütün insanları hidayet üzere birleştirirdi.

33) Biliyoruz, onların dedikleri seni üzüyor. Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.

İfadenin başındaki "kad" edatı, mazi fiilin başına gelince, kesinlik ifade eder. Muzâri (geniş zaman) fiilin başında ise, azlığı bildirir. Bazen muzâri fiilin başında da kesinlik bildirdiği oluyor. Bu ayette de kesinlik anlamını ifade etmektedir. "Hazenehu keza" ve "ahzenehu" ifadeleri aynı anlama gelir ["şu iş onu üzdü" anlamına]. Ayette, her iki şekilde de ["yahzunuke" ve "yuhzinuke" şeklinde] okunmuştur.

"Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar" ifadesinin orijinalinde geçen "lâyukezzibûneke" kelimesi, hem "tef'il" kalıbından şeddeli olarak, hem de şeddesiz olarak okunmuştur. Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla "Gerçekte onlar..." ifadesinin orijinalindeki["fe-innehum"] "fa" harfi, ayrıntılandırma içindir. Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza:

Biz, onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz; ancak bunun seni üzmemesi gerekir. Çünkü onların yalanlamalarının seni ilgilendiren bir yanı yoktur. Sen, yalnızca insanları Allah'ın dinine davet ediyorsun. Senin bu husustaki misyonun, elçilikten öte değildir. Dolayısıyla onlar, bu davranışlarıyla bizim ayetlerimize zulmediyorlar, onları inkâr ediyorlar. Bu ayetin içerdiği anlamı, ayetler grubunun sonundaki, "sonra O'na döndürülecekler." ifadesiyle birlikte ele aldığımız zaman, şu ayetle aynı anlamı vurgulamaya yönelik olduğunu görürüz: "Kim inkâr ederse, onun inkârı seni üzmesin. Sonunda onların dönüşü bizedir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Şüphesiz, Allah göğüslerin içindekini bilir." (Lokmân, 23)

Şu ayet de bu çerçevede değerlendirilebilir: "Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, a

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................................... 227

çığa vurduklarını da biliriz." (Yâsîn, 76) Bunlar gibi, Peygamberimizi (s.a.a) teselli etmeye yönelik birçok ayet örnek gösterilebilir. Bu, söz konusu kelimeyi "lâ-yukezzibûneke" şeklinde şeddeli okumamız durumunda varacağımız bir sonuçtur.

Kelimeyi "yekzibûneke" şeklinde şeddesiz okuduğumuzda ise, şöy-le bir anlam elde etmiş oluyoruz: Üzülme; çünkü onlar, yaptığın çağrı ile ilgili olarak senin yalan söylediğini kanıtlayıp da sana üstünlük sağlayacak değillerdir. Senin kanıtına karşı bir kanıt sunarak onu çürütemezler. Onlar, yalnızca Allah'ın ayetlerine zulmediyorlar, onları inkâr ediyorlar, ama dönüşleri O'nadır.

"Fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar." Ayetlerin akışı, "Fakat onlar..." denmesini gerektiriyor; ancak zamir yerine açık nitelikleri kullanılarak, bu inkârlarının zulümlerinden kaynaklandığı, kusur, cehalet veya benzeri başka sebepten kaynaklanmadığı vurgulanmak isteniyor. Buna göre, onların inkârcı tutumları, tamamen dik başlılıklarının, azgınlıklarının ve taşkınlıklarının bir göstergesidir. Ancak Allah ileride onları diriltecek, sonra O'na döndürülecekler.

Ayetin akışı içinde birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş yapılarak, "bizim ayetlerimizi" değil de, "Allah'ın ayetlerini" denilmiş olması da bu yüzdendir. Bununla verilmek istenen mesaj şudur: Onların bu tutumları, ulûhiyet makamına kafa tutmak, başkaldırmak anlamına gelir. Ulûhiyet ise, kimsenin kafa tutamayacağı, kimsenin karşısında duramayacağı bir makamdır.

Ayetin anlamı ile ilgili olarak başka yorumlar da ileri sürülmüştür:

Birincisi: Çoğunluktan aktarılan görüştür. Şöyle ki: Onlar, kalben ve inanarak seni yalanlamıyorlar, sadece inatları yüzünden dilleriyle seni yalanlıyorlar.

İkincisi: Onlar seni yalanlamıyorlar, bilâkis beni yalanlıyorlar. Çünkü seni yalanlamak, sonuçta bana döner. Bu sırf sana yönelik bir tavır değildir. Bu yorum, yukarıda bizim sunduğumuz yoruma yakın olmakla birlikte ondan farklıdır. Her iki yorum da kelimenin şeddeli okunmasına göredir.

Üçüncüsü: Onlar seni yalancı bulmuyorlar. Çünkü Araplar, "Kaatelnahum fema ecbennahum", yani "Onlarla savaştık, fakat on-

228 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ları korkak bulmadık" derler. Bu yorumda da, bizim de işaret ettiğimiz gibi, şeddesiz okunuş esas alınmıştır.

34) Senden önce de birçok elçi yalanlandı. Fakat onlar... sabrettiler, nihayet yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (güç) yoktur. Sana da elçilerin haberlerinden bazısı gelmiştir.

Bu ayette yüce Allah, Peygamberimize, kendisinden önceki peygamberlerin izledikleri yolu gösteriyor. Bu yol, Allah için sabretmeyi öngörmektedir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy." (En'âm, 90)

"Nihayet yardımımız onlara yetişti." O peygamberlerin sabretmelerinin güzel sonucu açıklanıyor. Bu arada ilâhî yardım ve zafer vaadine de işaret ediliyor. "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (güç) yoktur." ifadesi, önceki ayette işaret edilen vaadin kesinliğini vurgulama amacına yöneliktir. Bunun yanı sıra, aşağıdaki ayetlerde değinilen ilâhî vaade de işaret edilmektedir: "Allah, 'Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz.' diye yazmıştır." (Mücâdele, 21) "Gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti: Mutlaka zafere ulaştırılanlar, kendileri olacaktır." (Sâffât, 171-172)

Olumsuzlama esaslı bir cümlenin içinde "değiştirebilecek" sözcüğünün yer alması, akla gelebilecek her türlü değiştireni olumsuzlamaktadır. Bu, ister yüce Allah tarafından bir kelimeyle ilgili iradesini değiştirmek şeklinde, yani sabit kıldıktan sonra onu silmek ya da kesin olarak onayladıktan sonra onu çiğnemek şeklinde olsun, isterse Allah'tan başkasının O'na üstünlük sağlaması, O'nu dilediğinin aksine zorlaması, dolayısıyla sağlamlaştırdığını bir şekilde değiştirmesi şeklinde olsun, tümüyle olumsuzlanmaktadır.

Bundan da anlıyoruz ki, yüce Allah'ın değişimi kabul etmediklerinden söz ettiği bu kelimeler, "silme ve silmeden bırakma levhi"nin dışında kalan kelimelerdir. Buna göre, Kur'ân terminolojisinde Allah'ın kelimesi, sözü ve vaadi, değiştirilmesi söz konusu olmayan kesin yargılar anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Dedi ki: Bu bir gerçektir ve ben gerçeği söylüyorum."

En'âm Sûresi / 74-83 ...................................................................... 229

(Sâd, 84) "Allah gerçeği söyler." (Ahzâb, 4) "İyi bil ki Allah'ın vaadi gerçektir." (Yûnus, 55) "Allah, vaadinden caymaz." (Zümer, 20) Daha önce, "Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu vardır..." (Bakara, 253) ayetini incelerken, Allah'ın sözleri ve Kur'ân'da bu anlamda kullanılan diğer deyimleri açıklama bağlamında ayrıntılı bilgilere yer verdik.

Ayetin sonunda yer alan, "Sana da elçilerin haberinden bazısı gelmiştir." ifadesi, "Senden önce de birçok elçi yalanlandı..." ifadesini pekiştirme ve ona ilişkin bir tanık sunma amacına yöneliktir. Buradan hareketle, bu surenin, Şuarâ ve Meryem gibi peygamberlerin kıssalarını içeren bazı Mekkî surelerden sonra indiği sonucuna varılabilir. Ki bu surenin Alak ve Müddessir Suresi gibi surelerden sonra indiği de kesindir. Bu durumda En'âm Suresi, hicretten önce Mekke döneminde inen üçüncü kuşak surelerdendir.

35) Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse... onlara bir mucize getirebiliyorsan (hadi bunu yap)...

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "en-Nefak; tünel ve yer altında geçen yol demektir. Yüce Allah, 'Yerde bir tünel...' buyurmuştur. 'Nafikau'l-yerbu=Tarla faresinin yuvaları' deyimi de buradan gelir. 'Nafeka'l-yerbu'u ve nefeka' yani, 'Tarla faresi yuvasına girdi. 'Nifak' da buradan gelir ve 'Dine bir kapıdan girip diğer kapıdan çıkmak' anlamını ifade eder. Yüce Allah, bu duruma şu şekilde işaret etmiştir: 'Münafıklar, onlar fasıklardır.' Yani, onlar şeriattan/dinden çıkanlardır. Yüce Allah bir yerde, münafıkların kâfirlerden daha kötü olduklarını belirtmiştir: 'Münafıklar, ateşin en aşağı derekesindedirler.' Neyfaku's-se-ravil; herkesçe malumdur. (Pantolon veya şalvarın ağı demektir.)"

Yine der ki: "es-Süllem; yüksek yerlere selâmetle çıkmak amacıyla kullanılan araca denir. Sonra yüksek bir şeye ulaşmak için aracı olarak kullanılan tüm sebepler için kullanılır olmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Yoksa onların üzerine çıkıp (göğün haberlerini) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var.' (Tûr, 38) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: 'Ya da gökte bir merdiven...' (En'âm, 35) Şair der ki: Bir merdiven aracılığıyla göklerdeki sebeplere ulaşırsa..." (el- Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)

230 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ayette, şart cümlesinin cevabı, bilindiğinden hazfedilmiştir. Dolayısıyla cümlenin açılımı, bazılarının da söylediği gibi şöyledir: "Eğer şunu şunu yapabiliyorsan yap."

"Onlara bir mucize getirebiliyorsan" ifadesinin orijinalinde geçen "ayet" ten maksat, onları inanmaya zorlayacak bir mucizedir. Çünkü, "Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse..." ifadesinde hitap Hz. Peygamber'e (s.a.a) yöneliktir. Ve bu hitap, Peygamber'in çağrısının hak içerikli oluşuna delâlet eden ilâhî mucizelerin en üstünü konumundaki Kur'ân aracılığıyla yöneltiliyor. Kur'ân'ın mucizeliğini anlamaları da mümkündür. Çünkü onlar etkili söz söyleyebilen akıllı insanlardı.

Şu hâlde, ifadenin vermek istediği mesaj şudur:

Onların senden yüz çevirmeleri, sana ağır gelmesin, gücüne gitmesin. Çünkü bu dünya insanın kişisel tercihiyle tavırlarını belirlediği bir imtihan yurdudur. Hakka davet ve onu kabul de insanın serbest seçimi ekseninde dönen bir olgudur. Sen onları inanmak durumunda bırakacak, kabul etmeye zorlayacak bir mucize getirecek güçte değilsin. Çünkü yüce Allah, onların ancak kendi serbest iradeleriyle inanmalarını ister. İnsanları inanmaya ve itaat etmeye zorlayacak bir mucize yaratmaz bu yüzden. Eğer Allah dileseydi, bütün insanlar iman ederdi, şu kâfirler de sana inanan müminler kervanına katılırlardı. O hâlde yüz çevirdiler diye üzülme, canını sıkma. Yoksa, ilâhî bilgilerden habersiz olan cahillerden olursun.

Bazılarının ayetin muhtemel anlamları arasında yer verdikleri, "Onlara, mucize olarak sana verdiğimiz Kur'ân'dan daha üstün bir mucize getirebiliyorsan" şeklindeki bir açıklama, ayetin akışı ile bağdaşmamaktadır. Özellikle, "Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı." ifadesiyle örtüşmediği ortadadır. Çünkü bu ifadenin zorlama olgusuna işaret ettiği ortadadır.

Buradan da anlıyoruz ki ayetteki dilemeden maksat, yüce Allah'ın dilemesi durumunda onları imana iletebileceği, böylece onları kabule zorlaması ve serbest iradelerini geçersiz kılmasıdır. Ayetin akışından algıladığımız budur.

Ne var ki yüce Allah, buna benzer ayetlerde, bunu dilemeyişini zorlama olgusuyla ilintilendirmemiştir. Sözgelimi yüce Allah şöyle

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................ 231

buyurmuştur: "Dileseydik, herkese hidayetini verirdik. Fakat benden, gerçek olarak, 'Mutlaka cehennemi, bütün cinler ve insanlarla dolduracağım.' sözü çıkmıştır." (Secde, 13) Bu ayette yüce Allah, şu ayetin içerdiğine benzer bir gerçeğe işaret etmektedir: "Dedi ki: Bu bir gerçektir ve ben gerçeği söylüyorum: Mutlaka cehennemi, seninle ve onlardan sana uyanların tümüyle dolduracağım." (Sâd, 84-85) Burada yüce Allah, insanların tümünün hidayete ermeleriyle ilintili olarak iradesinin gerçekleşmemesini, İblis'in, ihlâslı kulları dışındaki bütün insanları yoldan çıkarmaya yemin etmesi üzerine hükme bağladığı bir yargıya dayandırmaktadır.

Başka bir yerde de bu yargı, insanların azgınlıklarıyla irtibatlandırılıyor. Yüce Allah, Hz. Adem ve İblis kıssasında şu ifadelere yer vermektedir: "İblis, 'Rabbim, dedi, beni azdırdığın için andolsun ki, ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve kendilerine ihlâs verilen kulların hariç, onların hepsini azdıracağım.' Allah: İşte bana varan doğru yol budur, dedi. Senin, sana uyan azgınlar dışında benim kullarıma karşı bir gücün yoktur. Onların hepsinin de buluşma yeri cehennemdir." (Hicr, 39-43) Başka bir yerde, bu durumu İblis de onlara karşı dile getirmiştir. Yüce Allah, İblis'in kıyamet günü kendisine uyan azgınlara şöyle söyleyeceğini anlatmaktadır: "İş bitirildikten sonra Şeytan onlara şöyle dedi: Allah size gerçek vaat etti, ben de size vaat edip de sözümde durmadım... Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı tanımıyorum." (İbrâhîm, 22)

Bu ayetler, başta şirk olmak üzere bütün günahların insanların azgınlıklarına, azgınlıklarının da nefislerinin eğilimlerine dayandığını vurgulamaktadır. Bu durumla, Allah dilemedikçe insanın bir şey dilemeyeceğinden söz eden ayetlerin işaret ettiği gerçek arasında da bir çelişki yoktur. Örneğin yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar. Allah dilemedikçe de, siz dileyemezsiniz." (İnsân, 29-30) Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur:

"O, ancak âlemlere bir öğüttür; aranızdan doğru hareket etmek isteyen için. Fakat âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe de, siz dileyemezsiniz." (Tekvîr, 27-29)

Buna göre, insanın dilemesi, kesinlikle yüce Allah'ın dilemesine bağ-

232 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lıdır. Yüce Allah, insanın dilemesini o zaman diler ki insan, iç dünyasının güzelliğiyle buna hazır olduğunu göstersin, kendini Allah'ın rahmetine maruz bıraksın. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Yöneleni kendisine iletir." (Ra'd, 27) Kendisine eğilim gösterip döneni yani. Yoldan çıkmış, kalbi eğrilmiş, toprağın değerlerine bağlı, dünyevî zevklere çakılıp kalmış, azmaya eğilimli olanlara gelince; yüce Allah onları hidayete erdirmeyi dilemez ve onları rahmetinin kapsamına almaz. Bu hususta şöyle buyurmuştur: "Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu hidayete erdirir. Ancak onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26) "Onlar eğrilince, Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5) "Dileseydik, elbette onu o ayetlerle yükseltirdik; fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü." (A'râf, 176)

Kısaca; dinsel davet, yalnızca insanın serbest iradesini esas alan bir yol izler ve ilâhî mucizeler, insanların serbest seçimlerinin korunmasına riayet edilerek nazil olurlar. Yüce Allah, yalnızca rahmetine yöneleni, kendi serbest iradesiyle hidayetine nail olmayı isteyeni doğru yola iletir.

Böylece, biraz çetrefilli olan bir diğer şüphe de çözüme kavuşmuş oluyor. Şüphe şudur: Yüce Allah'ın insanları inanmaya zorlayacak, onları dinsel daveti kabul etmek zorunda bırakacak bir mucize indirmesinin dinsel davetin dayandığı serbest irade olgusuyla çeliştiği doğru. Bunu kabul ediyoruz. Ama peki, yüce Allah'ın, iman edenlerin iman etmesini dilediği gibi, bütün insanların iman etmesini de dilemesi neden caiz olmasın ki?! Yani yüce Allah'ın, müminlerin iman etmeyi dilemelerini dilediği gibi, bütün insanların da iman etmeyi dilemelerini dilemesinin, bunun için de bir mucize indirip onları hidayete yöneltmesinin, onları iman kimliğine büründürmesinin ne sakıncası olabilir ki?! Çünkü böylece serbest iradeleri ortadan kalkmamış, davranış özgürlükleri ellerinden alınmamış olur.

Şöyle ki: Böyle bir şey, özü itibariyle mümkün olmakla beraber, sebepler dünyasına egemen olan genel yasayla, kapasite ve ona uygun yönelimin bahşedilmesi sistemiyle çelişmektedir. Örneğin bu evrensel yasalar sistemine göre, hidayet, ancak Allah'tan korkup sakınan ve nefsini arındıran kimselere bahşedilir. Nefsini arındıran kurtul

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 233

muştur. Sapıklıksa, ancak Rabbini anmaktan yüz çeviren ve kendini günahlara gömen kimselere isabet eder. Kendini günahlara gömen kimse ise ziyana uğramıştır. Sapıklığın isabet etmesi, insanın hidayeti bulmasının engellenmesi demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Kim şu hemencecik geçen dünyayı istiyorsa, orada ona, dilediğimiz kimseye istediğimiz kadar hemen çabucak veririz; ama cehennemi de onun için yaratmışız; kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.

Kim de ahireti ister ve inanarak ona yaraşır biçimde çalışırsa, böylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir. Hepsine, onlara da, bunlara da Rabbinin bağışından veririz. Rabbinin bağışı men edilmez." (İsrâ, 18-20) Yani, hiç kimse Allah'ın bağışının kullarına ulaşmasına engel olamaz. Yüce Allah, her nefse, hak ettiği bağışını ulaştırır. Hayır dileyene hayır, şer dileyene de şer ulaştırır. Şer ulaştırması, hayrın ulaşmasına engel olmasıyla olur. Eğer yüce Allah, iyi ve kötü olan bütün kullarının kendi özgür istekleriyle hayrı dilemelerini, iman ve takvaya düşkün olmalarını dileseydi, bu, evrensel düzenin geçersizliğini ve sebepler düzeninin bozulmasını gerektirirdi.

Tefsirini sunduğumuz bu ayetten hemen sonra yere alan "Ancak işitenler, çağrıya icabet ederler..." ayeti de, bu anlamı destekler mahiyettedir. Ki biz, biraz sonra bunun da anlamını açıklayacağız.

36) Ancak işitenler, çağrıya icabet ederler. Ölülere gelince; Allah onları diriltecek, sonra O'na döndürülecekler.

Bu ayet, bir bakıma, "Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse..." ayetinin açıklaması niteliğindedir. Çünkü önceki ayetin içerdiği mesaj özetle şöyleydi: "Sen onları, bu yüz çevirmelerinden alıkoyamazsın, onları imana sevk edecek bir mucize de gösteremezsin." Bu ayette ise, onların ölü hükmünde olduklarına işaret ediliyor. Ne bilinçleri var, ne de işitebilecek durumdalar. Dolayısıyla, dinsel davetin anlamını işitip algılayamazlar, Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısına icabet edemezler. İnsan diye görünen şu iskeletler, aslında iki kısma ayrılmaktadırlar: Bir kısmı, dirilerden, dolayısıyla işitenlerden oluşmaktadır. Bir çağrıya da, ancak işitenler icabet edebilirler. Diğer bir kısmı da, ölüler-

234 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

den, dolayısıyla işitmeyenlerden oluşmaktadır. Bunlar, diriler görünümünde olsalar da, gerçekte ölüdürler ve işitmemektedirler. İşitmeleri için Allah'ın onları diriltmesi gerekmektedir. Ve Allah yakında onları diriltecek. İşte o zaman, dünyadayken işitemediklerini işitecekler. Nitekim yüce Allah, bu hususu şöyle aktarmaktadır: "Rablerinin huzurunda utançtan başlarını öne eğmiş, 'Rabbimiz, gördük, işittik; bizi geri döndür, iyi iş yapalım; artık kesin olarak inandık.' demekte olan suçluları bir görsen!" (Secde, 12)

Dolayısıyla ifade, kinayeli bir anlatımı içermekte ve işitenlerden maksat, müminler; ölülerden maksat da, ilâhî çağrıya icabet etmekten yüz çeviren müşrikler ve benzeri gruplardır. Yüce Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde müminleri diriler ve işitenler olarak nitelendirmiştir. Buna karşılık kâfirleri de ölüler ve sağırlar olarak nitelendirmiştir: "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122)

Diğer bir ayette de şöyle buyurulmuştur: "Sen, ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Yine sen, körleri içine düştükleri sapıklıklarından çıkarıp yola getiremezsin. Sen, ancak ayetlerimize inananlara duyurabilirsin. İşte onlar Müslüman olurlar." (Neml, 81) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.

Daha önce kitabımızın bir yerinde, tefsir bilginlerinin çoğunluğunun, kinaye ve teşbih esaslı anlamlar yükledikleri bu niteliklerin gerçek anlamdan payı olan bir başka anlamı olduğunu da ifade etmiştik. Oraya bakılabilir.

Ayrıca, bu ayet gösteriyor ki, yüce Allah, dünyada müminlerin anlamasını ve işitmelerini sağladığı gibi, ahirette de hakkın kâfirler ve müşrikler tarafından anlaşılmasını ve çağrının işitilmesini sağlayacaktır. Buna göre, insan, ister mümin olsun, isten kâfir olsun, er veya geç hakkı anlayacaktır.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

En'âm Sûresi / 74-83 .............................................................................. 235

Tefsir'ul-Kummî'de şöyle deniyor: Ebu'l-Carud İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) Haris b. Amir b. Nevfel b. Abdumenaf'ın Müslüman olmasını çok istiyordu. Onu İslâm'a davet etti ve Müslüman olması için çok uğraştı. Ama bedbahtlığı ağır bastı ve Müslüman olmadı. Bu durum Peygambere ağır geldi. Bunun üzerine yüce Allah, 'Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, o zaman yerde bir tünel...' ayetini indirdi. Burada, yere doğru bir tünel açması kastediliyor." [c.1, s.197]

Ben derim ki: Bu rivayet zayıf ve mürsel olmasının yanı sıra, surenin bir kerede nazil olduğuna ilişkin çok sayıdaki rivayetlerle de örtüşmemektedir. Bununla beraber, rivayeti, olayın ayetin inişinden önce gerçekleşmesi ve ayetin inişiyle birlikte, önceden gerçekleşen bu olaya işaret edilmesi, yani uyarlama yöntemine başvurulması şeklinde yorumlamak da mümkündür.

236 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

AYETLERİN MEÂLİ

37- Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" De ki: "Şüphesiz Allah, bir mucize indirmeye kadirdir; fakat onların çoğu bilmez."

38- Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler.

39- Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse, onu saptırır ve kimi dilerse, onu doğru yola koyar.

40- De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı size gelse, ya da kıyamet saati size gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlüyseniz (söyleyin bakalım)."

41- "Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız. O da dilerse, kendisine yalvararak kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz."

42- Senden önceki bazı ümmetlere de elçiler gönderdik. Sonra, yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.

43- Hiç olmazsa, onlara azabımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan, yapmakta olduklarını onlara süslü gösterdi.

44- Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine verilenlerle sevince daldıkları sırada ansızın onları yakaladık, birden bire donakaldılar.

45- Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.

46- De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah, işitme duyunuzu ve gözlerinizi alsa, kalplerinizi de mühürlese, Allah'tan başka bunları size getirecek tanrı kimdir?" Bak, delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz), sonra yine onlar yüz çeviriyorlar?!

47- De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı ansızın ya da aEn'âm

Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 237

çıkça size gelse, zalim toplumdan başkası mı helâk edilir?"

48- Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Artık kim inanır ve kendini düzeltirse, onlara ne bir korku var, ne de üzülürler onlar.

49- Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, yoldan çıkmalarından dolayı onlara azap dokunacaktır.

50- De ki: "Ben size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.' demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, 'Ben bir meleğim.' de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören hiç bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"

51- Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanları onunla (Kur'ân'la) uyar; onların O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur; belki korunurlar.

52- Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yok, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok ki, onları kovup da zalimlerden olasın!

53- Böylece biz, onların kimini kimi ile denedik ki, "Allah, aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?!" desinler. Allah, şükr-edenleri daha iyi bilmez mi?

54- Ayetlerimize inananlar sana geldikleri zaman de ki: "Selâm size! Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır ki, sizden kim, bilmeyerek (cahillik ederek) bir kötülük işler de sonra ardından tövbe edip düzelirse, muhakkak ki O, bağışlayandır, merhamet edendir."

55- Böylece ayetleri genişçe açıklıyoruz ki [gerçekler iyice anlaşılsın] ve bu arada suçluların yolu açık seçik meydana çıksın.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Tevhit inancı ve peygamberlik delili (mucize) konusunda müşriklere karşı değişik açılardan kanıtlar sunuluyor.

37) Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" De ki: "Şüphesiz Allah, bir mucize indirmeye kadirdir; fakat onların çoğu bilmez."

238 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Burada müşriklerin, Peygamberimizden (s.a.a) bir mucize istediklerine işaret ediliyor. Onların bu istekleri, Hz. Peygamber'i zor durumda bırakma amacına yöneliktir. Akıllarınca mucize göstermemesi durumunda Peygamber'in doğru söylemediğini kanıtlamış olacaklardı.

Oysa onlar, bu istekte bulundukları sırada, en büyük ayet, en büyük mucize olan Kur'ân orta yerde duruyordu; üzerlerine sure sure, ayet ayet iniyor, kendilerine her münasebetle okunuyordu. Bu da gösteriyor ki, "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" ifadesiyle dile getirdikleri mucize, Kur'ân'dan ayrı bir şeydir. Demek oluyor ki, onlar Kur'ân'ı kendilerini ikna edecek, saçma sapan düşüncelerle dolu, nefsanî heveslerin tutsağı olan gönüllerini razı edecek bir mucize, bir ayet gibi görmüyorlardı.

Düzmece ilâhlarına karşı taassupları, onları öyle bir fanatikliğe itmişti ki, sanki onların Rabbi değilmiş gibi yüce Allah'tan kopmuşlardı. Bu yüzden, "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" demişlerdi, "Rabbimizden" veya "Allah'tan" gibi bir ifade kullanmamışlardı. Amaçları; Hz. Peygamber'in konumunu basitleştirmek, istekleri karşısında çaresizliğini vurgulamaktı. Yani, eğer o, iddiasında sami-mîyse, sunduğu mesaj gerçeğin ifadesiyse, o hâlde insanları kulluk sunmaya davet ettiği Rabbinin kendisine arka çıkması, ona yardım etmesi, davasının hak içerikli olduğunu kanıtlayan bir mucize indirmesi gerekir.

Onları böyle bir öneride bulunmaya iten etken, iki konuya ilişkin bilgisizlikleriydi. Birincisi: Onlara göre, düzmece ilâhlar, evrende etkinlik alanlarına girdiğini sandıkları işlerde bağımsız hareket ederler. Bunun yanında onların şefaatçilik makamları da vardır. Örneğin savaş veya barış tanrısı, kendi işini dilediği gibi yönlendirir ve bir başkası onun bu işe ilişkin plânlarını bozamaz. Karaların tanrısı, denizlerin tanrısı, aşk tanrısı, nefret tanrısı ve diğer tanrılar da öyle. Bu durumda yüce Allah için yapacak iş kalmıyor. Çünkü işleri yardımcıları arasında bölüştürmüştür. Bunlar şefaatçiler (yardımcı tanrılar), O ise tanrılar tanrısıdır. Dolayısıyla O'nun, onların bu düzmece tanrılarının tanrılıklarını olumsuzlayacak bir mucize indirmesi söz konusu olaEn'âm

Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 239

maz.(!) Onların bu sanılarını teşvik edici, kalplerindeki bu inancı pekiştirici bir unsur da, Hicaz Yahudilerinden duydukları, Allah'ın eli kolu bağlı olduğuna, yürürlükteki sistemi değiştirip sebepler âlemine egemen olan alışılmış düzeni bozmasına imkân olmadığına ilişkin sözlerdi. [Bu, birinci bilgisizlikleriydi.]

İkincisi: Yüce Allah katından inen mucizeler, eğer insanların bir önerisi olmaksızın sırf elçilerden birine özgü olarak ortaya konulmuş olursa, bunlar sadece söz konusu elçinin çağrısının doğruluğunu vurgulamaya yönelik açık deliller işlevini görürler. Bu mucizeler açısından, çağrıya muhatap olan insanlar sakıncalı bir duruma (azaba) maruz kalmazlar. Hz. Musa'ya verilen asa ve beyaz el mucizelerini, Hz. İsa'ya bahşedilen ölüleri diriltme, doğuştan kör ve alacalı olanı iyileştirme ve kuş yaratma mucizelerini ve Hz. Muhammed'e (Allah'ın salât ve selâmı ona, Ehlibeyti'ne ve o peygamberlerin üzerine olsun) verilen Kur'ân mucizesini buna örnek gösterebiliriz.

Ama eğer bir mucize insanların önerileri sonucu gösterilmiş olursa, buna ilişkin ilâhî yasa şu şekilde cereyan eder: İnsanlar ona inanırlarsa, hiç. İnanmazlarsa, üzerlerine azap indirilir ve artık bekletilmezler. Hz. Nuh'un, Hz. Hud'un, Hz. Salih'in ve diğer bazı peygamberlerin gösterdikleri mucizeleri buna örnek gösterebiliriz. Kur'ân'da buna işaret eden birçok ayet vardır: "'Ona bir melek indirilmeli değil miydi?' dediler. Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi." (En'âm, 8) "Bizi, (elçiyi) mucizelerle göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin onları yalanlamış olmasıdır. Semud kavmine açık bir mucize olarak dişi deveyi verdik. Ama onlar, onunla (inanacakları yerde) zalim oldular." (İsrâ, 59)

"Dediler ki: 'Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?' De ki: Şüphesiz Allah, bir mucize indirmeye kadirdir; fakat onların çoğu bilmez." ifadesiyle, yukarıda değindiğimiz her iki hususa işaret edilmiştir. Burada, öncelikle yüce Allah'ın dilediği her mucizeyi indirebileceğine işaret ediliyor. "Allah" ismiyle müsemma olan bir zatın buna kudretinin olmayacağı tasavvur edilebilir mi? Dikkat edilirse cevapta,

240 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 "Rab" niteliği yerine "Allah" ismi kullanılmıştır. Bununla hükmün kanıtına işaret etme amacı güdülmüştür. Çünkü mutlak ulûhiyet, bütün kemal niteliklerini bünyesinde toplar, herhangi bir sınırla sınırlı, herhangi bir kayıtla kayıtlı olmaz. Müşrikleri, Peygamber'i âciz bırakmak için mucize istemeye iten etken de, ulûhiyet makamına ilişkin cehaletleriydi.

Ayrıca, istedikleri mucizenin indirilmesinin kendi çıkarlarına da uygun olmadığını bilmiyorlardı. Böyle bir mucize istemeye cür'et etmekle, kendilerini topluca helâke sürüklediklerinin, köklerinin kurutulması durumuyla karşı karşıya kalacaklarının farkında değillerdi. İfadelerde bu anlamın bir şekilde gözetildiğinin kanıtı, bu kanıtlamaların ardından gelen şu değerlendirme cümlesidir: "De ki: 'Eğer acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızda, iş şimdi bitirilmişti. Çünkü Allah zalimleri daha iyi bilir." (En'âm, 58) Ayette "tef'il" kalıbından "nuzzile" ve "yunezzile" fiillerinin kullanılmış olması gösteriyor ki, onlar, aşamalı olarak gösterilen bir mucizenin indirilmesini veya peş peşe birkaç mucizenin indirilmesini istemişlerdir. Nitekim Kur'ân'ın başka bir yerinde bu isteklerinden söz edilirken buna işaret edilmiştir: "Dediler ki: Yerden bize bir göze fışkırtmadıkça ya da senin... bir bahçen olmadıkça, ... ya da göğe çıkmadıkça, sana inanmayız. Üzerimize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, göğe çıkmana da inanmayız." (İsrâ, 90-93) "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, 'Bize melekler indirilmeli, yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?' dediler." (Furkan, 21) "İnkâr edenler, 'Kur'ân, ona bir defada indirilmeli değil miydi?' dediler." (Furkan, 32) İbn-i Kesir'in söz konusu fiilleri "nezele" ve "yunzile" şeklinde şeddesiz okuduğu da rivayet edilir.

38) Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar.

Ayetin orijinalinde geçen "ed-dâbbeh" yeryüzünde hareket eden, debelenen bütün canlılar için kullanılan bir isimdir. Ancak daha çok atlar için kullanılır. "ed-Debb" ve "ed-debîb", yavaş yürüyüş anlamına gelir.

En'âm Sûresi / 74-83 ......................................................................... 241

Ayetin orijinalinde geçen "et-tâir" havada kanatlarıyla uçan canlılara denir. Çoğulu "et-tayr"dır. "er-Râkib" ve "er-rekb" gibi. Ümmet ise, aynı amaç etrafında birleşen, o amaç doğrultusunda ilerleyen insan topluluğu demektir. Aynı din, aynı hukuk sistemi, aynı zaman ve aynı mekân etrafında birleşmek gibi. Bu kelimenin anlamının aslı, "yönelmek" tir. Biri bir şeye yöneldi mi, Araplar "emme/yeummu" ifadesini kullanırlar. "el-Haşr" ise, insanları savaş veya göç gibi sosyolojik bir olay için bir araya toplamak, seferber etmek anlamına gelir.

Ayette, kuşun "iki kanadıyla uçan" niteliğiyle nitelendirilmesi, hayvanların "yeryüzünde hareket eden" niteliğiyle nitelendirilmesine bir karşılık mahiyetindedir. Bu ifade, aslında "Karada ve havada yaşayan hiçbir hayvan yoktur ki..." demekle aynı anlamı ifade etmektedir. Ayrıca bu niteleme ile, kavramlar açısından yaşanabilen anlam kaymalarını da önleme amaçlanmıştır. Nitekim "ed-debîb", yavaş hareket etme anlamına geldiği gibi, "uçma" da hızlı hareket etme şeklinde algılanabilir. İşte böyle bir karışıklığa meydan vermemek için bu ayrıntıya başvurulmuş, "iki kanadıyla uçan" nitelemesine gerek duyulmuştur.

HAYVANLAR ÂLEMİ

Tefsirini sunduğumuz ayette hitap, insanlara yöneliktir. Ayrıca ayette, karada veya havada yaşayan hayvanların da insanlar gibi birer ümmet olduklarından söz ediliyor. Bununla onların, sayıları kalabalık topluluklar oldukları kastedilmiyor. Çünkü "ümmet" kavramı, salt sayısal çokluk anlamında kullanılmaz. Tam tersine, bu sayısal çokluğu oluşturan bireyler, zorunlu olarak veya kendi istekleriyle bir hedef etrafında birleşip o hedefe yöneldiklerinde böyle bir niteliği hak ederler. Yine bununla, onların sırf çeşitli canlı türleri oldukları ve her türün bireylerinin kendi türlerine özgü yaşama, beslenme, çiftleşme, üreme, barınma tarzları olduğu da kastedilmiyor. Çünkü bu hususlardaki ortaklık bağlamında insanlara benzediklerine hükmedilebilse de, ayetin sonunda yer alan, "Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler." ifadesi gösteriyor ki, bu noktada ön plâna çıkarılan benzerlikten maksat, beslenme, çiftleşme ve barınma gibi hu-

242 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

suslardaki benzerlik değildir. Bilâkis, diğer bir ortak nokta vardır ki, onları da tıpkı insanlar gibi, Allah'ın huzurunda toplanma durumunda bırakıyor. İnsanların Allah'ın huzurunda toplanmasını gerektiren şey ise, bir tür bilinçsel yaşamdan başka bir şey değildir. İnsanın mutluluk veya mutsuzluğunu belirleyen şey de, bu bilinçsel yaşamdır. Yoksa, insan topluluğunun herhangi bir bireyi, dünyadaki en lezzetli yemeği yiyebilir, en başarılı evliliği, en tatmin edici birleşmeyi gerçekleştirebilir, en görkemli evde barınabilir, ama bununla beraber, işlediği zulüm ve günahtan dolayı mutlu olmayabilir. Bunun tam tersi de mümkündür. Bakarsın bir insan, kendisini saran tüm sıkıntılara, musibetlere ve meşakkatlere rağmen, sahip olduğu insanî erdemler ve kulluk nuru sayesinde son derece mutlu, huzurlu ve hayatından memnundur.

Daha doğrusu insanın bilinçsel yaşamı, -buna dilersen, insanın fıtratı da diyebilirsin- peygamberlik davetinin desteğiyle insan için inanç ve amellerden oluşan bir yasal düzen öngörür. İnsan eğer bu düzene uyar, onun belirlediği yönde hareket eder ve içinde yaşadığı toplum da bu bağlamda kendisiyle uyumlu olursa, dünya ve ahiret hayatında mutlu olur. Şayet içinde yaşadığı toplumun uyumu olmaksızın tek başına hareket ederse, bu sayede yalnızca ahirette veya hem dünyada ve hem de ahirette mutlu olur. Ama eğer bu düzene uymayıp da öngördüğü yasaların bir kısmını veya tümünü terk ederse, hem dünyada ve hem de ahirette mutsuz olur.

İnsan için hükme bağlanan bu yasaları iki cümlede ifade etmek mümkündür: Hayra ve itaate yöneltmek, kötülükten ve günahtan alıkoymak. İstersen şöyle de diye bilirsin: Adalete ve doğruluğa çağrı, zulmü ve haktan sapmayı yasaklama. Çünkü insan bozulmamış fıtratı uyarınca, bazı şeyleri güzel görür; bunlar kendisi ya da başkaları açısından adalet niteliğine sahiptirler. Yine fıtratı uyarınca, bazı şeyleri de çirkin görür; bunlar da kendisi veya başkaları açısından zulüm niteliklidirler. İlâhî dinse, bunları pekiştirir ve ayrıntılarını ortaya koyar. Bundan önceki birçok açıklamadan hareketle böyle bir sonuca varıyoruz. Kur'ân'da yer alan birçok ayetten de bu sonucu algılayabiliyoruz: "Nefse ve onu biçimlendirip de ona kötülüğünü ve iyiliğini il

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 243

ham edene andolsun ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülülüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems, 7-10) "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberleri gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller kendilerine geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü onda anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, iman edenleri hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 213)

Hayatın birçok alanında insanlara eşlik eden hayvanların davranışları üzerinde durup düşündüğümüz zaman, hayvan türlerinden birinin hayat tarzı ve yaşayış şekli üzerinde derin etütler yaptığımız zaman, bunların da tıpkı insanlar gibi bireysel ve toplumsal inançlara ve görüşlere sahip olduklarını görürüz. Varlığını sürdürme amacına yönelik hareketleri ve duruşları, işte bu inanç ve görüşler esasına dayalı olarak biçimlenir. Tıpkı insanın dünya hayatındaki davranışlarını bir dizi inanç ve görüşe dayandırması gibi.

Örneğin herhangi birimiz beslenmeyi, cinsel birleşmeyi ya da çocuk sahibi olmayı arzu eder. Yahut kendisine zulmedilmesinden ve fakirlikten hoşlanmaz. Bu bağlamda zihninde bir düşünce belirir ki, yiyecek araması veya bir şeyler yemesi ya da bir yerde depolaması gerekmektedir. Yahut evlenmesi ve çocuk sahibi olması lâzım gelmektedir. Yine bu bağlamda düşünür ki, zulme katlanmaması, fakirliğe sabretmemesi gerekir. Böylece zihninde beliren bu düşüncelerin önünde açtığı yollarda hareket ederek bu sorunlarına çözümler bulmanın peşine düşer.

Aynı şekilde gözlemlediğimiz kadarıyla, herhangi bir hayvan da hayatının gereksinimlerini karşılama bağlamında tutarlı bir hareketlilik hâlinde olur. Bununla beslenme, çiftleşme ya da barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamayı hedefler. Bu da, söz konusu hayvanın ihtiyaçlarının ve bu ihtiyaçları giderecek şeylerin bilincinde olduğundan kuşku edilmemesi gerektiğini gösteren bir olgudur. Yine buradan hareketle anlıyoruz ki, bu hayvanın kendine özgü görüş ve inançları da vardır. Bunların etkisiy-

244 ....................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

le, tıpkı insanlarda olduğu gibi, yararlı şeyleri elde etmeye, zararlı şeyleri de kendinden uzaklaştırmaya yönelir. Bazen hayvanların bir avı yakalamak veya düşmandan kurtulmak için akıl almaz hile ve tuzaklara başvurduklarını görüyoruz ki, birer bireysel ve toplumsal yöntem olarak biz insanlar, ancak asırlar sonra bunları ortaya çıkarabiliyoruz. Birçok hayvan türlerini araştıran bilim adamları, karıncalar, bal arıları ve ağaç kurtları üzerinde yaptıkları araştırmalar sonucu, uygarlık ve sosyal yaşam bağlamında insanı dehşete düşüren bulgular elde etmişler. Sanat ve yönetim incelikleri açısından öyle manzaralarla karşılaşmışlar ki, ancak uygarlıkta ileri gitmiş insan topluluklarında bunların benzerlerine rastlayabiliriz.

Kur'ân-ı Kerim de, hayvanların tanınmasını, yaratılışları ve hareketleri üzerinde düşünülmesini teşvik edici ifadeler içerir: "Sizin yaratılışınızda ve (Allah'ın yeryüzünde) yaymakta olduğu canlılarda, kesin olarak inananlar için deliller vardır." (Câsiye, 4) Kur'ân-ı Kerim, sığır, kuş, bal arısı ve karınca gibi hayvanların durumlarından ibret dersleri çıkarılmasını emreder.

İşte bizim kanaatimize göre, çeşitli türlere ayrılan hayvanların, hayatlarıyla ilgili hususlarda ve amaçlarda, davranışlarını dayandırdıkları bu görüş ve akideler, sürükleyici ve engelleyici hükümler içermese de, en azından bazı şeylerin iyi, bazılarınınsa çirkin görülmesini, dolayısıyla zulüm ve adalet kavramlarını içermektedir. Herhangi bir hayvan türünün bireylerinin aralarında davranış ve huy bakımından birtakım farklılıklar görülmesi de bunu destekleyen bir bulgudur. Sözgelimi iki atın, iki koçun veya iki horozun huyları birbirinden çok farklı olabilmektedir. Biri son derece sert ve huysuz olurken, diğeri oldukça yumuşak ve uysal olabiliyor.

Bunu, kimi hayvan türlerinde bazı bireylerin şahsında gözlemlediğimiz sevgi, nefret, şefkat, merhamet, katılık veya saldırganlık gibi huylar da desteklemektedir. Ki bunun benzerlerini insanlarda görüyoruz. Yine insanlar bazında bu gibi unsurların, fiillerin güzel veya çirkin olarak nitelendirilmesinde belirleyici olduklarını biliyoruz. Amellerin zulüm veya adalet nitelikli olmaları da bu gibi unsurlar bağlamında belirginlik kazanan bir olgudur. Sonra bunların insanın uhrevî haya

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 245

tı üzerinde de etkili olduğu bir gerçektir. Allah'ın huzurunda toplanmalarında, amellerine göre hesaba çekilmelerinde, uhrevî nimet veya azaba maruz kalmalarında da bunun etkisini biliyoruz.

Bu noktada, tıpkı insanlar gibi hayvanların da haşredilecekleri hususu belirginlik kazanıyor. Çünkü yüce Allah, adalet, zulüm, takva ve günah gibi niteliklerin insanların amellerine uyarlanmasını, haşrin gerekçesi olarak sayıyor. Bu nitelikleri haşrin varlığının kanıtları olarak ön plâna çıkarıyor. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız?

Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?" (Sâd, 28) Hatta yüce Allah, göklerde, yerde ve ikisi arasında yaratılan varlıkların haşrinin geçersiz olmasının, bütün bunların yaratılışlarının geçersizliğine, boş bir eğlenceye dönüşmesine neden olacağını belirtir. Nitekim, biraz önce örnek gösterdiğimiz ayetin hemen öncesinde şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Ateşten vay hâllerine o inkâr edenlerin!" (Sâd, 27)

5
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



En'âm Sûresinin Devami

Bu nedenle, şimdi soruyoruz: Acaba insanlar gibi hayvanlar da Allah- 'ın huzurunda toplanacaklar mı? Eğer hayvanlar da Allah'ın huzurunda toplanacaklarsa, acaba bu toplanışları insanlarınki gibi mi olacaktır; onların da amelleri tartılacak mı, dünyadaki yükümlülüklerini yerine getirişleriyle bağlantılı olarak cennetle ödüllendirilecekler mi? Ya da cehennemle cezalandırılacaklar mı? Onlarla ilgili olarak dünyevî yükümlülük, elçilerin gönderilişi ve hükümlerin indirilişi şeklinde mi gerçekleşmiştir? Eğer öyle olmuşsa, acaba onlara gönderilen elçi, kendi hemcinslerinden mi olmuş, yoksa bir insan mı olmuş? Açıklamanın akışının bu noktasında insanın aklına gelebilecek sorulardır bunlar?

Birinci soruya, yani, "Acaba insanların dışındaki canlıların da haşredilmeleri söz konusu mudur?" sorusuna gelince; bununla ilgili olarak tefsirini sunduğumuz ayetin sonunda yer alan "Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler." şeklindeki ifade, yukarıdaki soruya yeterli bir cevap niteliğindedir. Buna yakın bir ifade de şu ayette yer almaktadır: "Vahşi hayvanlar bir araya getirildiği zaman." (Tekvîr, 5)

246 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Hatta göklerin, yerin, güneşin, ayın, yıldızların, cinlerin, taşların, putların ve müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak ibadet ettikleri diğer düzmece ilâhların da geri döndürüleceklerine ilişkin birçok ayet vardır. Aynı şekilde altın ve gümüşün de ahiret günü yeniden var edileceklerini ve cehennem ateşinde kızdırılarak zekâtı vermeyenlerin alınlarının ve yanlarının onunla dağlanacağını ifade eden ayet de vardır.

Bu gibi ayetleri teker teker sunmanın gereğini duymuyoruz. Ayrıca, bunlara ilişkin rivayetler de sayılmayacak kadar çoktur. İkinci soruya, yani, hayvanların da tıpkı insanlar gibi haşredilip, amellerinden dolayı hesaba çekilecekleri, bundan dolayı ödüllendirilecekleri veya azaba çarptırılacakları hususuyla ilgili soruya gelince; bu soruya verilecek cevap şudur: Bu, bireylerin toplanıp zorlamayla bir yere doğru sürüklenmeleri anlamına gelen haşrin vazgeçilmez bir sonucudur.

Gök, yer, güneş, ay ve taş gibi şeyler hakkında ise haşretme ifadesi kullanılmamıştır. Aşağıdaki ayetler bu hususa örnek oluşturmaktadır: "O gün yer başka yere dönüştürülür, gökler de (başka göklere) ve (insanlar) tek ve kahredici Allah'ın huzuruna çıkarlar." (İbrâhîm, 48) "Kıyamet günü yer tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde dürülmüştür." (Zümer, 67) "Güneş ve ay bir araya getirildiği zaman." (Kıyâmet, 9) "Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar tanrı olsalardı, oraya girmezlerdi." (Enbiyâ, 98-99)

Kaldı ki, yüce Allah'ın sözündeki, insanların haşriyle ilgili ifadelerinin özü, bunun onlar arasında baş gösteren ihtilâfların hak esasına dayalı olarak çözüme kavuşturulması amacıyla gerçekleşeceği yönündedir. Bu hususla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbin, ayrılığa düştükleri konularda kıyamet günü onların aralarında hükmedecektir." (Secde, 25) "Sonra dönüşünüz bana olacak. O zaman, ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim." (Âl-i İmrân, 55) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Tümünün dönüşü ise, iyilik yapanın ödüllendirilmesi ve zulmedenin de zulmünden dolayı cezalandırılmasına yöneliktir. Nitekim yüce

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 247

Allah şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki biz, suçlulardan öç alıcıyız." (Secde, 22) "Sakın, Allah'ı elçilerine verdiği sözden cayar sanma! Allah, mutlak üstündür, öç alandır. O gün yer başka yere dönüştürülür, gökler de (başka göklere) ve (insanlar) tek ve kahredici Allah'ın huzuruna çıkarlar." (İbrâhîm, 47-48) Bu iki nitelik, yani iyilik ve zulüm nitelikleri, genel anlamda hayvanların davranışları açısından da söz konusudur. Bu sonucu, şu ayetten çıkan anlam da destekler mahiyettedir: "Eğer Allah, insanları yaptıkları işler yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor." (Fâtır, 45) Bu ayetten şu anlaşılıyor: "Eğer insanların işledikleri zulümler, hemen ilâhî azabı gerektirecek olsaydı, bu, zulüm olmasından dolayı olurdu. Zulüm ise, insan olsun, hayvan olsun bütün canlılar için söz konusu olan bir niteliktir. Bu durumda, yüce Allah'ın yeryüzünde hiçbir canlı bırakmaması gerekirdi." Gerçi, bu ayette sözü edilen canlıdan maksadın, özel olarak insan olduğunu da söyleyen olmuştur.

Diğer canlıların da kıyamet günü haşredilip yaptıkları kötülüklerin cezasını çekecek olmaları, onların bilinç ve irade bakımından insanlarla eşit olmalarını, nefsî ve ruhsal açıdan insan derecesine çıkmalarını gerektirmez; aklî zorunluluk bunu reddeder, gerek hayvanların ve gerekse insanların sergiledikleri davranışların etkileri böyle bir ihtimali ortadan kaldırır.

Hatta, insanların ve diğer canlıların kıyamet günü, dünyadayken işledikleri amellerden sorumlu tutulup cezalandırılma, hesaba çekilip ödüllendirilme bakımından ortak bir zeminde bulunmaları, onların her açıdan denk ve eşit olmalarını gerektirici bir durum olmadığı gibi, bizzat insan bireylerinin kendi aralarında ortak bir düzlemde olmaları da, amellerinin inceliklerine dikkat edilmesi ve detayları üzerinde durulması açısından aynı şekilde hesaba çekilmelerini, dolayısıyla akıllı insanla aptal insanın, doğru yolu bulan insanla doğru yolu bulma imkânından yoksun insanın aynı sanık sandalyesine oturtulmasını gerektirmez.

Kaldı ki, yüce Allah, bazı hayvan bireylerinden öyle şeyler anlatıyor ki, ince anlamları, soyut kavramları anlama açısından, anlama ve kav-

248 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ram bağlamında orta düzeyli bir insandan hiç de geri kalır bir yönleri olmadığı anlaşılıyor. Örneğin, yüce Allah'ın Hz. Süleyman (a.s) kıssası çerçevesinde bir karıncadan aktardığı sözler gibi: "Karınca vadisine geldikleri zaman bir karınca, 'Ey karıncalar, yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve orduları, farkında olmayarak sizi ezmesinler.' dedi." (Neml, 18)

Yine aynı surede, bir hüthüt kuşunun bir süre ortadan kayboluşunun ardından Hz. Süleyman'a söylediği sözleri gibi: "Hüthüt dedi ki: Senin (bilgice) kuşatmadığın bir şeyi kuşattım ve Seba'dan sana gerçek bir haber getirdim. Ben, onlara hükümdarlık eden bir kadın gördüm. Kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var. Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar..." (Neml, 22-24)

Bilgili bir araştırmacı, bu ayetlerde sözü edilen hayvandan görülen anlayış ve bilinç belirtileri üzerinde durup düşündüğü, ardından bunların objektif değerlerini ölçtüğü zaman, bu derecede bir anlayış ve bilincin, birtakım bilgiler bütününe ve çeşitli kavrayışlara dayandığından, bunların da bazı yalın ve bileşik anlamlardan kaynaklandığından kuşku duymaz.

Zoologların hayvanlar üzerinde yaptıkları derin araştırmalar, çeşitli hayvan türlerine yönelik eğitsel faaliyetler sonucu elde ettikleri ilginç bulgular, şaşırtıcı durumlar, bizim bu çıkarsamamızı destekler mahiyettedir. Bu bulgulara baktığımızda bunların ancak latif bir iradeye, derin bir düşünceye ve keskin bir bilince sahip bir canlıdan kaynaklanabileceğini düşünürüz.

Üçüncü ve dördüncü soruya, yani, "Hayvanlar, dünyevî yükümlülüklerini kendilerine gönderilen bir elçiden ve indirilen vahiy yoluyla mı alırlar? Ve bu elçi, gönderildiği hayvan türünün bir bireyi midir?" sorularına gelince; şu kadar söyleyebiliriz ki, hayvanlar âlemi şu ana kadar bizim için bir meçhuldür, kalın bir perdenin gerisindedir. Dolayısıyla, bu tür konulara kafa yormak, yararsız bir uğraşıdan ve bu konulara ilişkin bir şey söylemek, bilgisizce konuşmaktan başka bir şey olmaz. Kur'ân-ı Kerim de, zahirinden anladığımız kadarıyla, bu husus

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 249

ta herhangi bir açıklama sunmamaktadır. Ayrıca, ne Peygamberimizden (s.a.a), ne de Ehlibeyt İmamlarından (a.s) bu hususla ilgili bir değerlendirmeye esas alınacak bir rivayet de nakledilmemiştir. Şu kadarı var ki, hayvan topluluklarının da, tıpkı insan toplulukları gibi, özünde ilâhî dini barındırdığını ve bunun insanlarda olduğu gibi fıtrattan kaynaklandığını anlıyoruz. Fıtrat menşeli dinin, insanı Allah'ın huzurunda toplanmaya ve amellerinin cezasını almaya hazırladığı gibi, hayvanları da hazırladığını biliyoruz. Bununla beraber, insanlarla karşılaştırdığımızda, hayvanların davranışlarından gözlemlediğimiz kadarıyla, hayvanlara, insanlarınkine benzer ayrıntılı bilgilerin verilmediğini ve insanlar gibi ayrıntılı şekilde ilâhî yükümlülüklerle sorumlu kılınmadığını söyleyebiliriz. Her şeyin insanların emrine verildiğini ve insanların bütün canlılardan üstün olduğunu dile getiren Kur'ân ayetleri de bu hususu desteklemektedir.

* * * Şimdi ayetin metnini yeniden ele alalım: "Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar." ifadesi gösteriyor ki, tüm hayvan türleri arasında rastladığımız hayvan toplulukları, kendi türlerine özgü bilinçli amaçlar etrafında oluşmuşlardır. Her hayvan türü, tıpkı insanda olduğu gibi, bilinç ve iradesi oranında bu amaçlara yönelik eylemler içine girer.

Bu da beslenme, gelişme ve üreme gibi sadece bu dünya hayatıyla sınırlı doğal amaçlara özgü bir durum değildir. Aksine bunun etkinliği, ölümden sonrasını da kapsar ve onu diğer bir hayatla irtibatlandırır. Bilinç ve irade pınarlarından beslenen mutluluk ve mutsuzluk olgularıyla bağlantılı hâle getirir.

Bazılarının buna şöyle itiraz edeceklerini duyar gibi oluyoruz: Bilim adamları, insan dışındaki canlı türlerinin serbest irade ve seçme yeteneğinden yoksun olduklarını kesin olarak ortaya koymuşlardır. Bu yüzden hayvanların fiilleri de, tıpkı bitkilerin fiilleri gibi, istem dışı doğal fiiller olarak değerlendirilir. Bu nedenledir ki, yararına olan bir şeyle karşılaştığında üzerine atlamaktan kendini alamaz. Kedinin fa-

250 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

reyi veya aslanın avını gördüğünde yaptığı gibi. Yine bir hayvan kendisinden üstün olan düşmanıyla karşılaştığında derhal kaçmaktan kendini alamaz. Farenin kediyle veya ceylanın aslanla karşılaştığında olduğu gibi. Dolayısıyla, insanların dışındaki canlılar açısından serbest irade ve isteme dayalı mutluluk ve mutsuzluktan söz etmenin bir anlamı yoktur.

Ancak insanın isteme bağlı eylemlerini yerine getirirken birer aracı olarak kullandığı istem ve psikolojik haletler üzerinde iyice düşündüğümüz zaman, bu kuşkunun yersiz olduğunu anlarız. Şöyle ki: İnsanın isteme bağlı eylemlerinin yerine getirilmesine esas oluşturan bilinç ve irade olgularının insanın ruhsal yapısına yerleştirilmiş olmasının gerekçesi, bilinçli bir canlı türü olarak insanın objeler dünyasında madde üzerinde tasarrufta bulunması ve kendisine yararlı olan şeyleri zararlı olan şeylerden ayırmak suretiyle varlığını koruma amacına dönük olarak onlardan yararlanmasıdır. İlâhî iradenin insanı bilinç ve irade olgularıyla donatması bu yüzdendir. İnsan, bu diri bilinciyle kendisine zararlı olan şeyi yararlı olan şeyden ayırır. Bir yarar söz konusu olduğunda, onu irade eder ve ona dönük fiilini gerçekleştirir.

Şayet karşısına çıkan olgunun yararlılık özelliği açıksa ve bunun yararlı olduğuna hükmetmek için vicdanından ve ona ilişkin temel bilgiden başka ek unsurlara gerek yoksa, karşısına çıkar çıkmaz onu ister ve hemen gerekli olan eylemi gerçekleştirir, bir an bile duraksamadan onun üzerinde tasarrufta bulunur. Bunu soluk alıp verme gibi insanın temel ve köklü fonksiyonlarının şahsında gözlemleyebiliriz. Fakat, insanın karşısına çıkan olgunun yararlılık özelliği açık değilse, buna ilişkin sağlıklı bir bilginin oluşması için nedenlerde eksiklik söz konusuysa ya da objeler dünyasından veya inanç sisteminden kaynaklanan engeller varsa, yararlılık özelliği kesinlik kazanmadığı için, salt bilgi, onun insanın iradesi ve eylemi bazında gerçekleşmesi için yeterli olmaz.

İşte bu gibi olgular söz konusu olduğunda düşünme olgusu devreye girer. Eksikliklerinin, engellerinin ve gizli kalmasını sağlayan etkenlerin belirlenmesine çalışılır. Böylece onun gerçekten yararlı mı, yoksa zararlı mı olduğu tespit edilir. Şayet bu araştırma sonucu, onun yarar

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................. 251

lı olduğu ortaya çıkarsa, hemen akabinde ona yönelik bir irade belirginleşir ve bu da ona dönük bir eylemi gündeme getirir. Tıpkı yararlılık özelliği açık olup düşünmeyi gerektirmeyen olgularda olduğu gibi. Örneğin, acıkmış bir insanı gözlerimizin önüne getirelim. Bu insan açlığını giderecek bir gıda maddesi gördüğünde bununla ilgili olarak kuşkuya düşebilir. Acaba temiz midir, yenebilir mi, yoksa bozuk bir yiyecek mi, zehirli mi, zararlı maddeler içeriyor mu? Ya da bu yiyecek kendi malı mıdır, başkasına mı aittir, üzerinde tasarruf etme hakkına sahip midir, değil midir? İşte bu tür kuşkuların belirdiği bir anda karşısına çıkan yiyecek maddesi üzerinde tasarruf etmekten imtina eder, geri çekilir. İki taraftan biri kesinlik kazanıncaya kadar gözlemini sürdürür. Şayet vardığı yargı, o gıda maddesini yiyebileceği yönünde ise, bu onun yararlı olduğunun da göstergesi olur. Bundan sonra istemde bulunup eyleme geçmesi için bekleme gereğini duymaz.

Eğer bu madde hakkında ta baştan itibaren bir kuşkusu bulunmazsa, onun temiz ve yenebilir bir gıda olduğunu bilirse, varlığından haberdar olur olmaz gözlem ve düşünme gereğini duymadan hemen onu ister. Bu şekilde oluşan bir bilgi, söz konusu olguya yönelik istem ve tasarrufta bulunma eyleminden ayrılmaz. İstemle ilgili olarak özetle şunu söyleyebiliriz: İnsan, üzerinde tasarrufta bulunacağı bazı şeyleri ayırt edememişse, yararlı mı, zararlı mı olduğunu ilk bakışta tespit edememişse, buna açıklık getirmek için gözlem ve düşünme olgularına başvurarak iki taraftan veya taraflardan birini tercih eder. Ama ilk bakışta ayırt edebilmişse, hemen onu ister ve gerekli eylemi gerçekleştirir; bekleme gereğini duymaz, hiçbir şekilde gözlem ve denetim yapmaz. Dolayısıyla insan, ister irdeleme sonucu olsun, ister olmasın yararlı olduğunu bildiği bir şeyi ister. İrdeleme ve gözlemi ise, sağlıklı bir yargıda bulunmasının önündeki engelleri kaldırmak için gerçekleştirir.

Öte yandan, serbest istemlerine dayalı olarak fiillerini gerçekleştiren insan bireylerinin durumunu irdelediğimizde, istemlerinin esasını oluşturan ilkeler bazında büyük farklılıklar arz ettiklerini görürüz. Cesaret, korkaklık, iffetlilik, açgözlülük, ataklık, tembellik, ağırbaşlılık

252 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ve hafif meşreplik gibi ruhsal nitelikleri ve içsel durumları kastediyoruz. Aynı şekilde akletme gücü ve zayıflığı, isabetli ya da isabetsiz görüş sahibi olma gibi hususlarda da farklılık gösterirler.

Örneğin açgözlü insanın kendini zorunlu, istemi devre dışı bırakılmış gibi gördüğü iştah çekici şeylerin karşısında, iffetli ve temiz bir insan en ufak bir tepki göstermez. Korkak bir insan, herhangi bir görev bağlamında ya da savaş ortamında gördüğü en ufak bir eziyet karşısında iradesini kaybeder ve bu eziyeti isteminin devre dışı kalması için bir mazeret olarak görür. Ama kızıl ölümü bile hiçe sayan cesur bir insan, her türlü acıya göğüs germeyi bir erdemlilik olarak görür, amacını gerçekleştirmek uğruna her türlü acıyı göze alır. Ahmak ve kıt akıllı bir kimse, en basit bir tasavvur ile herhangi bir şeyi tercih etmeye yönelebilir. Akıllı ve ağır başlı bir kimse ise, bu tür tasavvurlar sonucu herhangi bir şeyi tercih etmeyi bir oyun ve eğlenceden ibaret görür. Sonra, iyi ile kötüyü birbirinden ayıramayan çocukların fiilleri de isteme bağlıdır; ama olgun insanlar bunları önemsemez, üzerinde durmaya değer bulmazlar.

Yine, diyaloglarımızda birtakım sosyal mazeretleri gerekçe göstererek kimi fiillerimizin zorunlu ve istem dışı olduğunu ileri süreriz. Oysa gerçekte hiç de öyle değildir. Örneğin, sigara içen bir kimsenin alışkanlık mazeretine sığınması, uykucu bir insanın hâlsizliği bahane etmesi, hırsız veya hain bir insanın da yoksulluğu gerekçe göstermesi gibi. İstem ve sebeplerinin dayandığı ilkelerle ilgili bu fahiş farklılıklar ve isteme bağlı fiiller dünyasındaki bu geniş yelpaze, dini ve diğer sosyal sistemleri, isteme bağlı fiiller için insan toplumunun güç ve anlama bağlamında orta hâlli fertlerini esas alarak bir sınır tayin etmeye yöneltmiştir.

Buna dayalı olarak da emir ve yasakları, ödül ve sevapları ve tasarrufların geçerliliği gibi durumları tespit etme yönüne gitmişlerdir. Orta hâlli bir insanın isteme bağlı fiillerine esas oluşturan şartlar ve sebepler tam olarak gerçekleşmediği durumlarda bir eylemde bulunan kimseleri mazur kabul etmişlerdir. İstem bağlamında baz alınan ve alt düzeyinin istemliliğini olumsuzlayan bu orta hâl, varoluşsal açıdan gerçeği tam olarak yansıtmasa da,

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................ 253

dinin ya da toplumun çıkarını gözetmeyi esas alan dinsel ya da toplumsal yargı açısından da tanınan, kabul edilen bir şeydir. Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalar üzerinde iyice durup düşündüğümüz zaman, insanların dışındaki canlıların bütünüyle seçme iradesinden yoksun olmadıklarını görürüz. Bununla beraber, seçmenin, istemde bulunmanın anlamı bazında orta hâlli bir insandan daha alt düzeyde olduklarını kabul etmemiz de bir zorunluluktur. Örneğin kimi hayvanlarda, özellikle evcil hayvanlarda, engellerin söz konusu olduğu durumlarda bir şeyi yapıp yapmamakta tereddüt ettiklerini gözlemliyoruz.

Aynı şekilde, zorla veya korkuyla ya da eğitilerek bir şeyi yapmaktan kaçındıkları da sıkça gözlemlenen bir olgudur. Bütün bunlar gösteriyor ki, bu hayvanlar söz konusu eylemi yapıp yapmamaya karar verme yeteneğine sahiptirler. İşte istemde bulunma ve serbestçe seçme yeteneğinin özü de budur. Gerçi düşünüp karar verme hususunda hayvanların son derece zayıf oldukları ve orta hâlli bir insanın düzeyine dahi erişmedikleri de gözlemlenen bir diğer gerçektir.

Zayıf da olsa, insanların dışında hayvanların da istemde bulunma, serbest seçimi gerçekleştirme anlamından büsbütün yoksun olmadıkları anlaşıldığına göre, yüce Allah'ın onların bu yeteneklerinin ortalama düzeyini esas alarak, onlar için bizim kavrayamadığımız bir yükümlülükler manzumesi öngörmüş olması mümkündür. Ya da onları, bu istemlerini esas alan ve bizim bilmediğimiz bir başka muameleye tâbi tutması, Allah'ın daha iyi bildiği bir gerçeğe boyun eğdikleri zaman onları ödüllendirmesi, karşı çıktıkları zaman da cezalandırması mümkündür.

Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.

Bu ifade, ayetin akışı içinde bir ara cümle konumundadır. Ayetin akışından anladığımız kadarıyla, içinde herhangi bir eksik bırakılmayan şey, kitaptır. "Hiçbir şeyi" sözcüğü ise, eksik bırakılabilecek türden şeylere yönelik bir işarettir. Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: Durumunun gözetilmesi, gereklerinin yerine getirilmesi ve özelliklerinin açıklanması gereken hiçbir şey yoktur ki, eksik bırakılmaksızın kitapta onu yer verilmiş olmasın. Dolayısıyla kitap tam ve eksik-

254 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sizdir. Eğer ayette geçen "kitap"tan maksat, yüce Allah'ın Kur'ân'ın birçok yerinde kitap olarak isimlendirdiği ve içinde, olmuş olan, olmakta olan ve olacak olan her şeyin yazılı bulunduğu levh-i mahfuz ise, bu durumda şöyle bir anlam kastedilmiş olur: İnsan topluluklarına benzeyen hayvan topululuklarının ümmetsel yaşamlarına egemen olan bu düzenlerin, yüce Allah tarafından hayvan türlerinin yaratılışlarının esası hâline getirilmeleri gerekir ki, hayvanların yaratılışları gereksiz bir işmiş gibi algılanmasın ve varlıkları boşa gitmesin, bu canlı türleri kapasiteleri oranında kemal düzeyine erişme lütfundan yoksun kalmasın.

Dolayısıyla bu ayet, özel bir nitelikte, şu ayetlerin genel bir nitelikte işaret ettikleri bir hususu vurgulamaktadır: "Rabbinin bağışı men edilmez." (İsrâ, 20) "Hiçbir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir." (Hûd, 56) Eğer bundan maksat Kur'ân-ı Kerim ise, -ki yüce Allah birçok yerde onu kitap olarak isimlendirmiştir- o zaman da şöyle bir anlam kastedilmiş olur: Ulu Kur'ân, bir hidayet kitabıdır, insanları doğru yola iletir.

Bunun için de hakka yönelik bir yol göstericilikte kaçınılmaz öneme sahip gerçek bilgileri açıklamayı esas alan bir yöntemi izler, salt hakikati gözetir. Bu yüzden, insanların dünya ve ahiret mutlulukları için gerekli olan hiçbir şeyi eksik bırakmadan açıklamıştır. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan olarak indirdik." (Nahl, 89)

İnsanların, ahiretle ilgili olarak derin kavrayışa ulaşmak için, kıyamet günü dirilip ilâhî huzurda toplanma ile dünya hayatındaki ümmet nitelikli toplumsal yaşayış arasındaki bağlantıyı bilmeleri gerekir. Ayrıca, hem kendi yaşantılarında, hem de diğer hayvanların yaşantılarında gözlemledikleri bu durumun, birtakım başka yararlarının da olduğunu göz önünde bulundurmaları gerekir. Bu yararların başında, Allah'ın birliği, latif gücü, yaratılış ve evrene egemen olan düzen konusundaki inayeti hususunda derinleşmek gelir. Bu yararların en önemlilerinden biri de, varlıkların eksiklikten mükemmelliğe doğru bir süreç izlemekte olduğunu anlamaktır. Bu

En'âm Sûresi / 74-83 .............................................................................. 255

sürecin bazı aşamaları insanla birlikte tüm canlıları kuşatırken, bazı aşamaları da daha aşağıdaki varlık türlerini kapsamaktadır. Bitkiler âleminden başlayıp insanlık âleminin hemen eşiğine ve insanlık âlemine doğru gelişme gösteren bir süreçtir bu. Nitekim yüce Allah, hayvanları bilip tanımayı, onların varlıklarına yerleştirilen evrensel ayetleri gözlemlemeyi ısrarla teşvik etmektedir. Bunu, insan türünün mutluluğunu gerektiren en üst düzeydeki bilgiye ulaşmanın, yani yüce Allah ile ilgili kesin bilgiye ulaşmanın yolu olarak nitelendirmektedir: "Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaymakta olduğu canlılarda, kesin olarak inananlar için ibretler vardır." (Câsiye, 4) Hayvanlar âleminin gözlemlenmesini teşvik eden çok sayıda ayet yer alır Kur'ân'da.

Bu bağlamda tefsirini sunduğumuz ayette, yukarıda işaret ettiğimiz her iki anlam da esas alınarak "kitab" sözcüğüyle mutlak anlamda kitap kastedilmiş olabilir. Buna göre, karşımıza şöyle bir anlam çıkar: Yüce Allah, yazdıklarında hiçbir şeyi eksik bırakmaz. Bunun varoluş kitabındaki boyutuna gelince; O, her canlı türü için ulaşabileceği bir kemal düzeyi öngörür, takdir eder. Örneğin hayvan türleri için, tıpkı insan türü için öngördüğü gibi, ümmet nitelikli toplumsal bir yaşama bağlı bir mutluluk öngörmüş ve bu öngörüsünde, söz konusu hayvan türünün buna ilişkin kabiliyetini esas almıştır. Bu yüzden onunla ilgili hiçbir hususu eksik bırakmamıştır. Meselenin, insanlara indirilen vahiy nitelikli kitaba yansıyan boyutuna gelince; O, bu kitapta insanların iyiliğine ve dünya-ahiret mutluluklarına yarayan tüm bilgileri açıklamış ve bu hususta eksik bir şey bırakmamıştır. Bu bilgilerden biri olarak da, hayvanlar âlemini de ihmal etmemiş, tefsirini sunduğumuz bu ayette, hayvanlarla ilgili bir gerçeğe parmak basmıştır. Buna göre, yüce Allah, hayvanlara bir tür varoluşsal mutluluk bahşetmiştir. Onları canlı ümmetler kılmış ve varoluşlarıyla Allah'a doğru hareket etmelerini ve tıpkı insanlar gibi O'nun huzurunda toplanmalarını sağlamıştır.

Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler.

Burada Allah'ın huzurunda toplanma, yani haşir olgusunun hayvanları da kapsadığı açıklanıyor. Buna göre, hayvanlara ihsan edilen ya-

256 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

şam, sonunda Allah'ın huzurunda toplanmayı gerektiren türden bir yaşamdır. Tıpkı insanların yaşamlarının bu özelliğe sahip olduğu gibi. Nitekim bu yüzden, onlar için de bilinç ve akıl sahipleri için kullanılan zamir kullanılmış ve "ilâ Rabbihim yuhşerûn=Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler." denmiştir. Bununla hoşnutluğun, gazabın, ödüllendirmenin ve cezalandırmanın eksenini oluşturan özün hayvanlarda da varolduğuna işaret edilmek istenmiştir.

Ayette, yüce Allah ile ilgili olarak, önce üçüncü şahıs sıygasından birinci çoğul şahıs sıygasına, sonra yine üçüncü şahıs sıygasına geçiş yapılıyor. Buna "iltifat sanatı" denir. Ayet üzerinde düşündüğümüz zaman, ayetin akışının üçüncü şahıs sıygasını gerektirdiğini görürüz. Ancak, "Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır." ifadesinde çoğul şahıs sıygasına geçiş yapılmış olması, bu ara cümlenin, Peygamber'e yönelik özel bir hitap olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, Pey-gamber'e (s.a.a) yönelik hitap sona erdikten sonra, tekrar ayetin akışının aslına dönüş yapılmıştır.

Bu ayetin ifade ettiği anlam bazında ileri sürülen son derece ilginç görüşlerden biri, bu ayetin tenasuha (reenkarnasyon) delâlet ettiği iddiasıdır. Güya insan ruhu ölümle birlikte bedeninden ayrıldıktan sonra, karakterinde kökleşen alçak huylara uygun düşen herhangi bir hayvanın bedenine girer. Hileci bir nefsin tilki bedenine, bozguncu kindar bir nefsin kurt bedenine, insanların hata ve ayıplarını ortaya çıkarmaya düşkün nefsin domuz bedenine, aç gözlü obur nefsin öküz bedenine girmesi gibi. Böylece bu ruhlar bedenden bedene girerek azap görürler. Bu, alçak karakterli bedbaht ruhlar için geçerlidir. Mutlu ruhlar ise, ölümden sonra, nimetlenen mutlu ve faziletli insanların bedenlerine girerler. Bu anlayışa göre, ayetin anlamı şöyledir: "Hiçbir hayvan yoktur ki, sizin gibi insan toplulukları olmasınlar. Bunlar sizin gibi insanlarken ölümden sonra hayvanlar şekline girmişlerdir..."

Ancak bizim açıklamalarımızdan, ayetin bu tarz bir yoruma mesnet oluşturacak bir yönü bulunmadığı anlaşılmaktadır. Ayetin sonunda yer alan, "Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler." ifadesi de böyle bir yorumla bağdaşmamaktadır. Kaldı ki, bu ve benzeri yorumların yanlış ve batıl olduğu, onlara değinip doğru mu,

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................. 257

yanlış mı olduğunu incelemeye gerek duyulmayacak kadar açıktır. Yine bu ayetle ilgili olarak ileri sürülen ilginç yorumlardan biri de şudur: Hayvanların haşredilmelerinden maksat, ölmeleridir. Dolayısıyla hayvanlar öldükten sonra diriltilmeyeceklerdir. Bir diğer görüşe göre de, burada ölüm ve diriliş birlikte kastedilmiştir. Ne var ki, birinci görüşü, "Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler (Rablerinin huzuruna götürülecekler)." ifadesi olumsuzlamaktadır. Çünkü Allah'ın huzuruna ölmenin bir anlamı yoktur. İkinci görüşe gelince, gereksiz bir birliktelik esas alınmıştır. Çünkü ölümü dirilişe eklemenin bir anlamı olmadığı gibi, ayette de bunu gerektirecek bir durum söz konusu değildir. 39) Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse, onu saptırır...

Burada yüce Allah, şunu demek istiyor: Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar işitme, konuşma ve görme nimetlerinden yoksundurlar. Çünkü onlar karanlıklar içindedirler. Karanlıklar içinde olanların da görme organları iş görmez. Öte yandan sağır olduklarından dolayı hak sözü işitip ona icabet etmeleri de güçlerinin kapsamında değildir. Dilsiz olmalarından dolayı da hak sözü söyleyemiyorlar, tevhit ve risalet hakkında tanıklıkta bulunamıyorlar. Karanlıklar tarafından çepeçevre kuşatıldıkları için de hak yolu görüp izlemeleri imkânları dahilinde değildir.

"Allah kimi dilerse, onu saptırır..." ifadesi gösteriyor ki, onların sağırlıkları, dilsizlikleri ve karanlıklar içinde kalmışlıkları, Allah'ın ayetlerini yalanlamalarının bir cezası olarak Allah tarafından içine düşürüldükleri bir azap, bir pisliktir. Çünkü yüce Allah, kendisine izafe ettiği saptırmayı onlar için bir ceza kılmıştır. Tıpkı şu ayette işaret edildiği gibi: "Onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26) Şu hâlde, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları, sağır, dilsiz ve karanlıklar içinde oluşlarından kaynaklanmamaktadır. Aksine Allah'ın ayetlerini yalanlamalarından dolayı sağır, dilsiz ve karanlıklar içinde kalmışlardır. Dolayısıyla yüce Allah'ın onları saptırmasından maksat, onları sağır, dilsiz ve karanlıklar içine düşmüş kimseler kılmasıdır. Yüce Allah'ın saptırmasını dilediği kimselerden maksat da, ayetlerini yalanlayan kimselerdir.

258 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Karşılaştırma yaptığımız zaman, yüce Allah'ın dilediği kimseyi doğru yola koymasından maksadın da, ona gerçekleri işitmesini sağlayacak işitme organını bahşetmesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Böyle bir insan, ilâhî davetçiye icabet eder ve gözleriyle de gerçeği görebilir. Bu da Allah'ın, ayetlerini yalanlamayan kimseye verdiği ödüldür. Dolayısıyla yüce Allah, dilediği kimseyi saptırır, ancak hak edenden başkasını saptırmayı da dilemez. Aynı şekilde, dilediği kimseyi de doğru yola koyar, ancak rahmetine talip olandan başkası için de bunu dilemez.

Daha önce yüce Allah'ın bazı kimseleri nitelendirirken kullandığı sağırlık, dilsizlik ve körlük gibi niteliklerin gerçekte ne anlam ifade ettiklerini açıklamıştık. Bu ayette ise, dikkat çeken bir başka husus vardır. O da, "karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir" ifadesinin orijinalinde, sayılan üç nitelikten ikincisinin birincisine atfedilip üçüncüsünün atfedilmemesi durumudur. Şöyle ki: Önce sağırlıktan söz ediliyor ki, bu onların niteliklerinden biridir. Sonra dilsizlikten söz ediliyor ve önceki niteliğe atfediliyor, ki bu da onların ikinci nitelikleridir. Ardından onların karanlıklar içinde oluşlarından söz ediliyor, fakat üçüncü bir nitelikleri olduğu hâlde önceki ifadeye atfedilmiyor. Kısacası, niteliklerden biri diğerine atfedilirken bir başkası atfedilmiyor. Oysa anlam itibariyle tefsirini sunduğumuz bu ayetle benzerlik oluşturan bir başka ayette niteliklerin hiçbiri birbirine atfedilmeden zikredilmiştir.

Bununla münafıklarla ilgili şu ayeti kastediyoruz: "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler." (Bakara, 18) Yine bu ayetin benzeri bir başka ayette ise, niteliklerin hepsi birbirine atfedilmiştir. O da, kâfirlerle ilgili şu ayettir: "Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözlerinde de perde vardır." (Bakara, 7)

Büyük bir ihtimalle, tefsirini sunduğumuz bu ayette, yani, "karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir." ifadesinde böyle bir ifade tarzına gidilmiş olmasının sebebi, sağır olanların dilsiz olanlardan ayrı olduklarına işaret etmektir. Buna göre sağırlar, büyüklerine tâbi olan taklitçi cahillerdir ki bu durumları, onların hak içerikli mesajı duymalarını sağlayacak bir işitme organlarının kalmamasına sebep olmuştur. Dilsizlerse, uyulan liderlerdir. Onlar, tevhit inancını esas alan ve şirki

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................ 259

yeryüzünden silmeyi amaçlayan davetin gerçek olduğunu bilirler. Fakat, inatçılıklarından ve azgın kişiliklerinden dolayı hak mesajın doğruluğunu itiraf etmek ve ona tanıklıkta bulunmak için dillerini kıpırdatmazlar. Ama her iki grup da karanlıklar içinde olmak hususunda ortaktırlar. Bu karanlıklar içinde hakkı görmeleri de imkânsızdır.

Başkalarının da işaretlerle onlara gerçeği göstermesine imkân yoktur. Karanlıklar içinde oldukları için hakka yönelik işaretlerin onlara bir faydası olmaz.

Ayetlerin akışı içinde yer verilen ifadelerin her iki grubu da hedef alması da bu değerlendirmemizi destekler mahiyettedir. Nitekim önceki ayetlerde yer alan, "Onlar, hem (insanları) ondan men ederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar." (En'âm, 26) ifadesi ile "Fakat onların çoğu bilmez." (En'âm, 37) ifadesinde buna yönelik bir işaret vardır.

Bu değerlendirmemiz, tefsirini sunmakta olduğumuz ayetle ilgilidir. Münafıklarla ilgili, "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler." ifadesine gelince, burada bu niteliklerin aynı zaman içinde onlar için geçerli olduğuna işaret edilmektedir. Bunun nedeni de, onların her açıdan Allah- 'ın rahmetinden uzaklaşmış olmalarıdır. Kâfirlerle ilgili, "Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözlerinde de perde vardır." ifadesine gelince, burada, kulakların mühürlenmesinin kalplerin mühürlenmesinden farklı bir mahiyet arz ettiğine işaret edilmek istenmiştir. Nitekim yüce Allah bir ayette onların şöyle dediklerini bize aktarmaktadır: "Dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kılıflar içinde, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde var." (Fussilet, 5) Kuşkusuz, ayetin bundan farklı şekillerde yorumlanması da mümkündür.

40-41) De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı size gelse, ya da kıyamet saati size gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız?... O da dilerse, kendisine yalvararak kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz."

"Düşündünüz mü hiç?" anlamına aldığımız "ereeytekum" ifadesi, başındaki soru edatı olan "hemze"siyle mazi, müzekker (eril), müfred (tekil) sıygası (kipi) ile "er-ru'yeh" mastarından türemiştir ve sonun-

260 ....................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

daki zamir de muhatap çoğul zamiridir. Edebiyat bilginleri, bu ifadeyi "bana haber ver" anlamına almışlardır. Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Ereeyte, 'ehbirnî=bana haber ver' anlamında kullanılır. Sonuna 'kaf' harfi getirilip tesniye (ikil), cem (çoğul) ve te'nis (di-şil) hâlinde 'ta' harfi yerini korur. 'Kaf' harfi değişikliğe uğrar, 'ta' harfi değil. Nitekim yüce Allah, 'Ereeyteke haze'llezî...' ve 'Kul ereeytekum...' buyurmuştur." (el-Müfredat'tan alınan alıntı sona erdi.)

Tefsirini sunduğumuz bu ayette, müşriklere karşı yeni kanıtlar sunuluyor ve bir yönden şirklerinin batıl olduğu kanıtlanıyor. Bu bağlamda Allah tarafından bir azabın veya kıyamet saatinin gelmesi ihtimaline işaret ediliyor. Bu durumda kendilerinden azabı giderecek birini çağıracakları farz ediliyor. Çünkü insan fıtratı, zorlukla karşılaştığı zaman, bunu gidereceğine inandığı birinden yardım isteme eğilimine sahiptir.

Sonra, böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda, eğer doğru sözlü iseler kimden yardım isteyeceklerine ilişkin bir soru yöneltiliyor. Allah'tan başka, kendi yanınızdan tanrı ismini yakıştırdığınız putlarınızı ve heykellerinizi mi, yoksa Allah'ı mı çağıracaksınız? Kulluk sunduğunuz bu düzmece tanrıların da tıpkı sizin gibi evrensel yasalar sistemine mahkum olduklarını, onlara yönelik çağrılarınızın bir yarar sağlamayacağını gördüğünüz böylesi bir ortamda Allah'tan başkasını yardıma çağırmanız mümkün müdür?!

Tam tersine tanrı diye adlandırılan bu ortakları unutursunuz. Çünkü insan bir musibetle çepeçevre kuşatıldığı, büyük sarsıntılar geçirdiği zamanlarda kendinden başka her şeyi unutur. Sadece nefsinde bu musibetin kaldırılmasına yönelik bir umut kalır. Bu musibeti kaldıracağını düşündüğü zat ise, Rabbidir. Siz de Allah'a ortak koştuğunuz düzmece ilâhlarınızı unutur, onların dışında uğradığınız musibeti gidereceğine inandığınız Allah'ı çağırırsınız. Allah da dilerse, giderilmesini istediğiniz şeyi giderir. Yoksa O, size cevap vermek zorunda değildir; çağrıldığı zaman mutlaka çağıranın sıkıntısı giderecek diye bir mecburiyeti yoktur. Bilâkis O, her durumda her şeye kadirdir.

Madem ki yüce Allah, her şeye güç yetiren Rabdir ve insan kendisini çepeçevre kuşatan aman vermez musibetler anında kendinden başka her şeyi unuttuğunda bile O'nu unutmamakta ve zorunlu ola

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 261

rak O'na yönelmekte, tanrı adı verilen düzmece ilâhlara yönelmemektedir, öyleyse başkaları değil, sadece O, insanların Rabbidir. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: "(Ey Muhammed!) De ki: Düşündünüz mü hiç? Yani bana söyleyin bakayım: Eğer Allah'ın azabı size gelse, ya da kıyamet saati size gelse, -burada Allah'tan bir azabın gelmesi farz ediliyor, ki onlar da bunu inkâr etmemekteler; ayrıca, kıyamet saatinin gelip çatması farz ediliyor, ki onlar bunu inkâr etseler de inkârları kaale alınmıyor- Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Bu azabı sizden gidersin diye? Nitekim yüce Allah, onların gerek dünyada ve gerekse ahirette azabın giderilmesi için yalvardıklarını haber vermiştir. Çünkü bir sıkıntı zamanında, bunu gidereceğine inanılan birini yardıma çağırmak insanın temel fıtrî özelliklerinden biridir.

Doğru sözlüyseniz (ve insaf üzere konuşacaksanız, söyleyin bakalım.) Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız. Sadece Allah'a yalvarırsınız, O'nun dışında kulluk sunduğunuz putlarınıza değil. O da dilerse, kendisine yalvararak kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır. Duçar olduğunuz azabı, dilerse giderir. Tıpkı Yunus kavminin maruz kaldığı azabı giderdiği gibi. Yoksa dileğinizi kabul etmek yönünde ne bir zorunluluğu, ne de bir mecburiyeti vardır. Çünkü O'nun zatî sıfatlarından olan kudreti her şeye yeter. Ve siz ortak koştuğunuz putları unutursunuz. İnsanın karakteristik özelliğinin bir gereği olarak daha önce kulluk sunduğunuz heykelleri ve putları unutursunuz. Çünkü insan, fıtratının temel bir özelliği olarak çepeçevre musibetlerle kuşatıldığı zaman kendisiyle meşgul olup her şeyi unutur. İçinde bulunduğu durum, yarar sağlamayan başka şeylerle uğraşmasına el vermediği için hiçbir şey onun ilgisini çekmez. Şu hâlde, böyle bir ortamda ve böyle bir meşguliyet içinde Allah'a dua etmesi ve putları unutması, yüce Allah- 'ın tek ve ortaksız ilâh olduğunun, O'ndan başka mabut olmadığının en açık kanıtıdır."

Buraya kadar, ayetin anlamıyla ilgili olarak yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar açıklığa kavuşuyor:

Birincisi: Azabın gelmesi veya kıyamet saatinin gelip çatması, ay-nı şekilde bunun giderilmesi için dua edilmesi de, ayetin kanıtsallığı çerçevesinde varsayılan olgulardır. Bununla güdülen amaç, böyle bir

262 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

durumda dua edilenin yüce Allah olduğunun, putlara dua edilmeyeceğinin açıklanmasıdır. Zorluklar ve musibetler anında dua etme, belâların dört koldan üzerine çullandığı ve bütün maddî sebeplerin ortadan kaybolduğu durumlarda insanın öz doğasının bir gereği olarak bunları kendisinden giderecek birine yöneldiği gerçeğine gelince; bu, ayetin üzerinde durduğu kanıtın dışında, başka bir kanıttır. Ayetin üzerinde durduğu kanıtın amacı, tevhidi kanıtlamaktır. Bu ikinci kanıtın amacı ise, yaratıcının birliğini (tevhidi) değil, varlığını kanıtlamaktır. Gerçi bu iki amacın birbirlerini gerektirdikleri de bir realitedir.

İkincisi: "Kendisine yalvararak kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır." ifadesinin, "dilerse" ifadesiyle kayıtlandırılması, kudretin mutlaklığını açıklama amacına yöneliktir. Buna göre, yüce Allah her türlü zorluğu, her türlü belâyı kaldırma, hatta geleceğinde kuşku bulunmayan kıyamet saatini bile kaldırma gücüne sahiptir. Herhangi bir şeye yönelik kesin yargısı, onun kesinlikle olmasını ve gerekmesini zorunlu kılsa bile bu, O'nun söz konusu şeyi yapmamaya olan gücünü ortadan kaldırmaz. Çünkü O, hükmettiği ve hükmetmediği şeyler üzerinde mutlak güce sahiptir. Geri çevrilmeyecek ve kesinlikle olacak olan diğer her azap, bu hususta kıyamet saati gibidir. Dilerse onu getirir, dilemezse getirmez. Bununla beraber O, her zaman kesin olarak hükmettiğini, kesin olarak vadettiğini diler. Allah verdiği sözden dön-mez. Maksadın aYnüclaeş ıAldllıağhın, ık uemnduiynoi,r udzu. alara icabet eden olarak tanıtmış olmakla birlikte kendisine dua eden herhangi bir kimsenin duasına karşılık vermeyebilir.

Nitekim şöyle buyurmuştur: "Kullarım beni sana soracak olursa, muhakkak ki ben pek yakınım; bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm." (Bakara, 186) Bir diğer ayette dua edene cevap vermesinin kesin olduğunu belirtmiştir: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim." (Mü'min, 60) Çünkü dualara karşılık vermeye ilişkin vaat, icabet etmeme gücünü O'ndan almaz. Gerçi, kendisine gerçek anlamda dua edenlere daima karşılık verir. Buna ilişkin yasası, bir dosdoğru yol olarak şaşmadan akıp gitmektedir. Bundan da anlıyoruz ki, bazılarının bu ayetin zahiren ifade ettiği anlamın, Kur'ân ve sünnette yer alan kıyamet saatinin gelmesinde

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 263

kuşku olmadığına, onun gerçekleşmesinin engellenemeyeceğine, "Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." (Mü'min, 50) ayetinden de anlaşıldığı gibi, kâfirlerin köklerini kurutacak olan azabın kaçınılmaz olduğuna ilişkin ifadelerle çeliştiği yönündeki değerlendirmeleri yersizdir. Değerlendirmeleri şu yönden yanlıştır: Tefsirini sunduğumuz ayet, yüce Allah'ın dilediğini yapma gücüne sahip olduğuna ve O'nun her şeye gücünün yettiğine işaret etmekten başka bir anlam taşımıyor. Fakat O'nun her şeyi dilediğine ve her şeyi yaptığına ilişkin bir işareti bu ayetten algılamak mümkün değildir. Bu nedenle, kıyametin kopmasına yönelik kesin hükmü ve bir kavmin kökten yok edilmesine yönelik azabının kesinlikle gerçekleşecek olması, bunun aksini yapmaya yönelik kudretini olumsuzlamaz. Dolayısıyla O, verdiği sözü hiç bozmamasına ve dileğiyle çelişmemesine rağmen dilerse aksini de yapabilir.

"Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." ifadesiyle de, kâfirlerin cehennemdeki, cehennem azabının kaldırılmasına veya hafifletilmesine yönelik dualarına işaret ediliyor. Bilindiği gibi, hüküm kesinleştikten, karar verildikten sonra dua, gerçek anlamda gerçekleşmez. Çünkü yüce Allah'tan canlıların diriltilmemesini, cehenneme girenlere azap edilmemesini istemek, yüce Allah'tan Allah olmamasını istemek gibidir. Çünkü ulûhiyetin bir gereği de canlıların amelleri doğrultusunda O'nun huzuruna varmalarıdır. Bu tür dualar, şeklen dua sayılırlar, gerçek anlamda ise dua değillerdir. Yoksa eğer bir dua gerçek anlamda dua olur, yani yüce Allah gerçekten çağrılır ve bu çağrı gerçekten yüce Allah'a yönelik olursa, "Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm." ayetinden de anlaşıldığı gibi, böyle bir dua kesinlikle geri çevrilmez. Böyle bir duayı yapan kişi de, sadece dua anında olsa bile, kâfir olarak kalmaz. Nitekim yüce Allah bir ayette buna şu şekilde işaret etmiştir: "Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na yalvarırlar. Fakat Allah onları salimen karaya çıkarınca hemen O'na ortak koşarlar." (Ankebût, 65) Dolayısıyla "Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." ifadesinde işaret edilen dua, onların kâfir olarak yaptıkları duadır. Çünkü küfür

264 ............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

melekesinin amel yurdu olan dünyada tövbe ve iman ile onlardan ayrılması mümkün olsa bile, ceza yurdu olan ahiret yurdunda onlardan ayrılması mümkün değildir.

Şu hâlde, onların kıyamet günü ya da cehennemde üzerlerindeki azabın giderilmesi için Allah'a dua etmeleri, yüce Allah'ın anlattığı şekliyle, kıyamet günü söyledikleri, "Rabbimiz Allah'a andolsun ki, biz ortak koşanlardan değildik." (En'âm, 23) şeklindeki yalanlarına benzer. Ancak o gün yalan hiçbir işe yaramayacaktır. Ne var ki, onlar dünyadayken yalan söylemeyi alışkanlık hâline getirdikleri ve bu kötü alışkanlık onların nefislerinde kök saldığı için, sırların ortaya döküldüğü kıyamet günü de bunun belirtileri ortaya çıkacaktır. Tıpkı cehennemde bir şeyler yiyecekleri, içecekleri ve kavga edecekleri gibi. Bütün bunların onlar için kaçınılmaz olduğunu söylemek istiyoruz.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kendilerine, kaynamış bir gözeden su içirilir. Onlar için kuru dikenden başka yiyecek yoktur. O da ne semirtir, ne de açlığı giderir." (Ğâşiye, 5-7) Yine buyurmuştur: "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar, mutlaka bir zakkum ağacından yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su içeceksiniz. Hem de susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz." (Vâkıa, 51-55) Yine buyurmuştur: "Bu, bir gerçektir, cehennem ehlinin tartışması." (Sâd, 64) Bu ayetlerde işaret edilen hususların tümü, onların dünya hayatında edindikleri karakterlerin ahiret hayatında tezahür etmesidir.

Örnek olarak aldığımız ayetle ilgili olarak söylediklerimizi, onların yaptıkları duanın gerçek anlamda bir dua olmadığı yönündeki değerlendirmemizi destekleyen bir husus da, ondan önceki şu ifadelerdir: "Ateştekiler, cehennemin bekçilerine dediler ki: 'Rabbinize dua edin de hiç değilse bir gün, bizden azabı hafifletsin.' Bekçiler dediler ki: 'Elçileriniz size açık kanıtlar getirmezler miydi?' 'Evet getirirlerdi.' dediler. Bekçiler, 'Öyleyse yalvarıp durun; kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır.' dediler." (Mü'min, 49-50) Onların cehennem bekçilerinden Rablerine, üzerlerindeki azabın bir gün hafiflemesi için dua etmelerini istemeleri, kendilerinin yapacağı duanın kabul edilmesinden yana ümitsiz olduklarını göstermektedir. Kabul edilmesinden yana

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 265

ümitsiz olunan bir dua ise, gerçek dua ve gerçek istek değildir. Çünkü kesinlikle olmayacak bir şeye istek yöneltilmez.

Üçüncüsü: "Ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz." ifadesinde geçen unutma, gerçek anlamında kullanılmıştır. Bunu büyük zorluklarla kuşatılmış, önemli meselelerle uğraşan insanların durumunda gözlemleyebiliriz. Böyle durumlardaki insanlar, sadece kendileriyle uğraşırlar ve yüce Allah dışında her şeyi unuturlar. Dolayısıyla ayeti bazılarının yaptığı gibi yorumlamanın gereği yoktur. Diyorlar ki: "Ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz." ifadesinde geçen unutmadan maksat, bir şeyden, unutan kimsenin yüz çevirdiği gibi yüz çevirmektir.

Gerçi ayeti bu şekilde anlamanın da önünde bir engel yoktur. Çün-kü unutma kelimesinin bu anlamda kullanılması yaygındır. Kur'ân'da da çok kere unutma sözcüğü, bir şeyden yüz çevirme ve ona ilgi göstermeme anlamında kullanılmıştır. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Ve kendilerine şöyle denildi: Siz bu gününüzle karşılaşmayı nasıl unuttunuzsa, biz de bu gün sizi unutuyoruz." (Câsiye, 34) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

42) Senden önceki bazı ümmetlere de elçiler gönderdik. Sonra, yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.

Ayetin orijinalinde geçen "el-be'sâ" aynı kökten olan "el-be's", ve "elbu's" kelimeleri darlık, zorluk ve istenmeyen şey anlamına gelir. Ne var ki, sözcüğün "el-bu's" şeklindeki türevi genellikle, savaş anlamında kullanılır. "el-Be's" ve "el-be'sâ" türevleri ise, savaş dışında yoksulluk, kuraklık ve kıtlık gibi diğer zorluklar anlamında kullanılır. "ez- Zarr" ve "ez-zarrâ" ise, gam ve cehalet gibi insan nefsine dönük veya hastalık ve sakatlık gibi bedene dönük ya da makam ve mevkii kaybetme, malı yitirme gibi bunların dışında kalan bir şeye dönük kötü durumları ifade eder. Ayette "be'sâ" ile "zarrâ" (darlık ile sıkıntı) kavramlarının birlikte kullanılmasının maksadı, kuraklık, sel ve deprem gibi dış dünyada yaşanan zorluklarla, bunlardan yana insanlara musallat olan korku, yoksulluk, kötü hâllere düşme gibi durumların birlikte gündeme getirilmesi olsa gerektir.

266 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

"ez-Zaraeh" kelimesi, zillet, alçaklık demektir. "at-Tazarru" ise, alçalış anlamına gelir. Maksat, Allah'a yalvarıp yakarmadır, üzerlerine inen korkunç musibetin giderilmesi için O'na yakarmadır.

Yüce Allah, bu ve bundan sonraki toplam dört ayette, Peygamberine (s.a.a), kendilerine apaçık belgeler desteğinde elçiler gelmiş bulunan geçmiş ümmetlerle ilgili olarak yürürlüğe koyduğu yasasından söz etmektedir. Buna göre yüce Allah, onlara elçiler gönderirdi. Bu elçiler, onlara Allah'ın birliğini hatırlatarak, O'na yalvarmalarını, içtenlikle ve ihlâsla O'na dönüp tövbe etmelerini önerirlerdi. Sonra yüce Allah onları çeşitli zorluk ve sıkıntılardan geçirirdi, darlıklara ve meşakkatlere duçar ederdi. Fakat bu zorluk ve sıkıntılar, onları yalvarmaya zorlayacak, mecbur edecek derecede olmazdı. Bunu yapardı ki onlar, kendi iradeleri ve iyi seçimleriyle yüce Allah'a yakarsınlar, kalpleri yumuşayıp da şeytanın baştan çıkarıcı süslerinden yüz çevirsinler ve zahirî sebeplere takılıp kalmasınlar. Fakat onlar Allah'a yalvarıp yakarmadıkları gibi, dünya metaı ve dünyevî zevklerle meşgul olmaları sonucu kalpleri gittikçe katılaştı, yaptıklarını şeytan onlara güzel gösterdi ve bu durum, onlara Allah'ı anmayı unutturdu.

Onlar Allah'ı anmayı unutunca, yüce Allah üzerlerine her şeyin kapılarını açtı, üzerlerine türlü nimetler akıttı. Nihayet sahip oldukları nimetlerle sevinip şımardılar, büyüklük kompleksine kapıldılar, kendilerini Allah'tan bağımsız sandılar. İşte o zaman Allah onları ansızın ve farkında olmadıkları bir sırada kıskıvrak yakalayıverdi. O zaman kurtuluştan umutlarını kestiler, sahip oldukları tüm maddî sebeplerin işe yaramaz olduğunu acı acı seyrettiler. Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.

Bu yasa, yavaş yavaş helâke götürme ve tuzağa düşürme yasasıdır. Yüce Allah, bir ayette bu yasayı şöyle açıklamaktadır: "Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum. Şüphesiz benim tuzağım sağlamdır." ( A'râf, 182-183)

Ayetin anlamı ile ilgili olarak yaptığımız açıklamaların yanı sıra ayetin akışı üzerinde durup düşündüğümüz zaman, bu ayetin, insanın tevhit esaslı fıtrat üzere yaratıldığını, öz doğasının tevhidi kabul etmeEn'âm

Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 267

ye yatkın olduğunu, maddî sebeplerin ortadan kalktığı, iş görmez bir hâle geldiği sırada, insanın öz doğası gereği tevhide yöneldiğini ifade eden ayetlerle çelişmediğini görürüz. Nitekim yüce Allah bir ayette bu hususa şu şekilde işaret etmiştir: "Denizde onları, gölgeler gibi dalgalar sardığı zaman, dini yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar. Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca, içlerinden yalnızca bir kısmı aşırı da gitmez, geri de kalmaz (orta yolu izler). Ayetlerimizi ise, nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez." (Lokmân, 32)

Çünkü tefsirini sunduğumuz ayetin işaret ettiği darlık ve sıkıntıdan maksat, insanın tüm maddî sebeplerden ümit kesecek, her türlü normal aracı unutacak hâle geldiği düzeydeki bir darlık ve sıkıntı değildir. Bunun kanıtı da, "yalvarsınlar diye" ifadesidir. Çünkü ifadenin orijinalinde geçen "lealle" kelimesi, temenni bildirir. Zorlama ve mecburiyet ortamlarında ise, temenniye yer yoktur. "Ve şeytan, yapmakta olduklarını onlara süslü gösterdi." ifadesi de, buna ilişkin bir kanıt konumundadır. Çünkü ifadenin zahirinden anladığımız kadarıyla, onların aldanmaları devam etmekte ve içine düştükleri darlık ve sıkıntıdan kurtulmak için hâlâ kendi elleriyle yaptıkları işlerine güvenmekte, hayatın engellerini bertaraf etmek, yaşamın içindeki karşıtları ortadan kaldırmak için plânladıkları önlemlere başvurmaktalar. Kendilerini Allah'a yalvarmaktan, O'na sarılmaktan alıkoyan doğal sebeplere sarılmakla uğraşmaktalar.

Nitekim bir ayette bu hususa şöyle işaret edilmiştir: "Elçileri onlara açık kanıtlarla gelince, yanlarında bulunan bilgi ile sevinip övündüler. Sonunda, alay ede durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi. Ne zaman ki azabımızı gördüler, 'Tek Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik.' dediler." (Mü'min, 83-84) Görüldüğü gibi, birinci ayet, tefsirini sunduğumuz ayete benzer bir tarzda onların içinde bulundukları durumu anlatmakta, yalvarmaktan yüz çevirişlerini, işledikleri amellerle övünüşlerini ifade etmektedir. İkinci ayet ise, zorluk zamanında tevhidi ikrar etme gerçeğini dile getiren diğer ayetler gibi, onların da sıkıntıya düştüklerinde Allah'ın birliğini kabul ettiklerini dile getirmektedir.

Buradan hareketle, bazılarının, bu ayeti kanıt göstererek, geçmiş top-

6
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7





El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân.En'âm Sûresi

268 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lulukların korkunç musibetler ve zorlayıcı sıkıntılar zamanında bile tevhitten uzak durduklarına, Allah'a yalvarmaya yanaşmadıklarına ilişkin yorumlarının yersiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Sözünü ettiğimiz bazıları, tefsirini sunduğumuz ayeti tefsir ederken şunları söylemektedir: "Allah elçisine yemin ediyor ki, kendisinden önce birtakım elçileri, kendi toplumundan önceki toplumlara göndermiştir. Bu toplumlar şirk hususunda onun kavminden daha köklüydüler, zulümde daha ısrarcıydılar. Çünkü kendisinin kavmi en azından şiddetli bir sıkıntı anında Allah'a yalvarmaktadırlar, edindikleri velileri ve Allah'a eş koştukları putları unutmaktadırlar.

Oysa önceki toplulukların kalplerini zorluklar yumuşatmaz, şeytanın bozduğu fıtratlarını onarmazdı." Oysa, adı geçen müfessirin bu yorumuna kalırsa, tevhit inancının, insanı meşgul eden vehimlerin ortadan kalkması, zahirî sebeplerin işlevsiz hâle gelmesi durumunda ortaya çıkan fıtrî bir olgu olmaması ya da fıtratın temelden iptal edilmesinin mümkün olduğu gerekmektedir.

Halbuki yüce Allah, fıtratla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir; Allah'ın yaratma kanununa ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değişti- rilemez" (Rûm, 30) Bu ayette yüce Allah tevhit esaslı dinin fıtrî olduğunu belirtmiştir. Bu arada fıtratın da hiçbir değişime tâbi olmadığını dile getirmiştir. İnsanların sıkıntı anlarında dini Allah'a has kılarak sırf O'na yöneldiklerini ifade eden başka ayetler de bu gerçeği pekiştirmektedirler.

Kaldı ki, zorluk zamanında tek ilâha yönelme ve maddî sebeplerden ilgiyi kesme gerçeğini zorunlu olarak kendi vicdanımızda gözlemleyebiliyoruz. Bu hususta ilkel insan ile, günümüzün insanı arasında en küçük bir farklılık kesinlikle yoktur.

43) Hiç olmazsa, onlara azabımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat kalpleri katılaştı...

Ayetin orijinalinin başında bulunan "levlâ" edatı, ya teşvik ya da olumsuzlama anlamında kullanılmıştır. Ancak ayetin, akışı içinde olumsuzluk anlamını her hâlükârda ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bunun kanıtı da, "Fakat kalpleri katılaştı." ifadesidir. Kalbin katılığı,

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 269

yumuşaklığının karşıtı bir durumdur. Bu durum, insanı etkileme özelliğine sahip bir şeyi gözlemlerken ya da etkili bir sözü dinlerken etkilenmemesi durumudur.

Buna göre, ayetin anlamı şöyledir: Onlar, Rablerinin azabı geldiği sırada yalvarmadılar, alçalarak Rablerine dönmediler. Bilâkis, nefisleri bu durum karşısında en ufak bir etkilenme göstermedi. Kendilerini yüce Allah'ı anmaktan alıkoyan şeytanî amelleriyle övünüp eğlenmeye daldılar. Durumlarını düzeltme yönünde bağımsız etkinliğe sahip ol-duklarını düşündükleri zahirî sebeplere takılıp kaldılar.

44) Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her şeyin kapılarını onlara açtık...

Her şeyin kapılarının açılmasından maksat, insanların hayatın meziyetlerinden yararlanmak için uğruna birbirleriyle yarışıp rekabet ettikleri mal, evlât, sağlık, refah, bolluk, can güvenliği, etkinlik ve kuvvet gibi dünyevî nimetlerin kendilerine verilmesidir. Herhangi bir sınırlandırma ve engel söz konusu olmaksızın bolca verilmesidir. Nitekim bir malın hazinesinden bir kimseye belli bir miktar ve ölçüde verilmek istendiği zaman, hazinenin kapısı açılır ve dilediği şey kendisine verildikten sonra tekrar kapısı kapatılır. Ama herhangi bir sınırlandırma olmaksızın verilmek istendiği zaman, hazinenin kapısı ardına kadar açılır ve kimsenin yüzüne kapatılmaz. Burada da onlara nimetlerin ölçüsüzce verildiği, ayetin akışına uygun bir kinayeli anlatımla dile getirilmiştir.

Ayrıca kapıyı açma ifadesi, özü itibariyle iyilikler ve nimetler için kullanılan bir deyimdir. Kötülükler ve cezalar söz konusu olduğunda, bu, daha çok vermeme şeklinde gerçekleştiği için, kapıyı kapama deyimi bu duruma daha uygun düşmektedir. Nitekim şu ayetten buna ilişkin bir işaret algılamak mümkündür: "Allah, insanlara bir rahmet açtı mı, onu tutan olamaz; O'nun tuttuğunu da O'ndan sonra salacak yoktur." (Fâtır, 2)

Tefsirini sunduğumuz ayetin orijinalinde geçen "mublisûn" ifadesi, "eblese iblâsen" kökünden gelir. Ragıp İsfahanî der ki: "İblâs, şiddetli karamsarlıktan kaynaklanan üzüntü demektir... Üzülen insan çoğunlukla sessiz kaldığı ve içinde bulunduğu üzüntüden dolayı, önemli o-

270 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lan her şeyi unuttuğu için, susan ve kanıtı çürütülen bir kimse için de 'eblese' ifadesi kullanılır." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.) Bu durumda "feiza hum mublisûn" ifadesine uygun anlam; "donakaldılar, söyleyecek sözleri, ileri sürecek kanıtları kalmadı"dır.

Dolayısıyla ayetin anlamı şu şekilde belirginlik kazanmaktadır: Onlar kendilerine hatırlatılan ilâhî mesajı unuttukları veya ondan yüz çevirdikleri için, onlara peyderpey her türlü nimeti verdik. Tam nimetler tamamlanıp, bunlarla sevinip şımardıkları bir sırada onları ansızın kıskıvrak yakalayıverdik. Nefesleri kesildi, ileri sürebilecekleri hiçbir kanıtları kalmadı. Çünkü onlar, bunu hak etmişlerdi.

45) Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.

"Dübür" bir şeyin ardı, arkası, gerisi demektir. Karşıtı, bir şeyin önü anlamına gelen "kubül" kelimesidir. Bu iki kelime ile, bir şeyin öndeki ve gerideki parçaları kastedilir. Nitekim bundan dolayı, insanın ön ve arka organlarına da kinayeli olarak bu isimler verilmiştir. Kimi zaman bu iki ifadenin anlamsal kapasiteleri geniş tutularak öndeki ve arkadaki parçalarından sonra gelen şey anlamında da kullanılır.

Bu anlamıyla bir şeyin önü ve arkası, onun bir parçası olan şeyleri değil, ondan ayrı olan şeyleri ifade eder. Bu iki kelimeden anlamlarına uygun fiiller de türetilmiştir: Akbele, edbere, kabbele, debbere, tekabbele, tedebbere, istakbele ve istedbere gibi. Bu türevlerden biri de, ayette geçen "dâbir" kelimesidir ve bir şeyin arkasında kalan, onun ardından gelen şey demektir. Araplar, "ems'ud-dâbir=geride kalan dün" derler. Nitekim, "âmun kabil=gelecek sene" de derler. Bu anlamda "dâbir", bir şeyin izi, eseri anlamında da kullanılır.

İnsanın kendisinden sonrakilere bıraktığı şeyler ve diğer eserleri gibi. Dolayısıyla, "Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi." ifadesi, şu anlamı ifade etmektedir: Helâk oluş, onların tümünü kapsamına aldı, onlardan geriye bir iz, bir eser kalmadı. Veyahut da: Helâk oluş, onların kökünü kuruttu, onlardan geriye tek bir kişi kalmadı. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Onlardan hiç geri kalan görüyor musun?" (Hâkka, 8)

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 271

"Zulmeden toplumun ardı" ifadesinde, zamir yerine zahir isim kullanılmıştır. Yani, "ardları" denilmemiştir. Bununla, böyle bir hükmün sebebine işaret etme amacı güdülmüştür. Buna göre, toplumlarının yok edilmesinin ve ardlarının kesilmesinin sebebi, zulüm işlemeleridir. Bu ifade, aynı zamanda, şu sonuç cümlesine de zemin hazırlamaktadır: "Ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. "

Onları zulümle nitelendiren ve âlemlerin Rabbi olma sıfatıyla yüce Allah'a yönelik övgü içeren bu ayet, başlarına gelen köklerini kurutma azabıyla ilgili olarak kınanması gerekenlerin kendileri olduğunu vurgulama amacına yöneliktir. Çünkü onlar zulmeden bir topluluktu. Bu hususta yüce Allah'a ancak güzel övgü yöneltilebilir. O, kendileriyle ilgili olarak sadece ilâhî hikmetin gerektirdiği şekilde davranmıştır. Onları, yürüdükleri bu yola O yöneltmemiştir. Bilâkis kendi istekleri ve rızalarıyla, kendi kötü seçimleriyle böyle bir yolu izlemişlerdir. Bu nedenle, rezillik, horluk ve kötülük kâfirlerin, hamd ve övgü de âlemlerin Rabbi Allah'ındır.

46) De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah, işitme duyunuzu ve gözlerinizi alsa, kalplerinizi mühürlese, Allah'tan başka bunları size getirecek tanrı kimdir?" Bak, delilleri nasıl döndürüyoruz, sonra yine onlar yüz çeviriyorlar?!

İşitme duyusunu ve gözleri almak, sağır ve kör ederek işitme ve görme gücünü almak demektir. Kalpleri mühürlemek ise, kalplerin kapılarını, dışarıdan hiçbir şey algılamayacak şekilde kapatmak, kilitlemektir. Algılama kapıları bu şekilde kilitlenen kalplerin, artık herhangi bir konuda bir düşünce sahibi olmaları, yapılması gereken işleri diğerlerinden ayırabilmeleri, yararlı olan iyi işleri, zararlı olan kötü işlerden seçebilmeleri söz konusu olamaz. Ancak bu kalpler, hâlâ akletme yeteneklerini büsbütün yitirmiş değillerdir. Çünkü aksi takdirde, delilik ve akılsızlık durumu söz konusu olurdu.

Şu müşrikler, yüce Allah ile ilgili hak sözü işitmedikleri ve O'nun tek ve ortaksız olduğuna ilişkin ayetleri görmedikleri için kalpleri işitme ve görme organlarının hiçbir verisini alamayacak duruma gelmiştir. Dışarıdan bu şekilde hiçbir veriyi algılayamayan kalpler, hakkı batıldan ayıramazlar. Bu da gösteriyor ki, onların yüce Allah'ın ilâhlığı ve

272 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

birliği ile ilgili görüşleri ve bu görüşlerine dayalı olarak geliştirdikleri dinleri batıldır, geçersizdir.

Özetleyecek olursak; Allah'ın ortaklarının olduğunu söylemek, aslında kendi kendini çürüten bir iddiadır. Şöyle ki: Allah'ın ortaklarının olduğu yönündeki görüşün esası, bu ortakların aracılar ve şefaatçiler oldukları şeklindeki anlayışa dayanmaktadır.

Yani bu ortaklar bir yararın elde edilmesi ve bir zararın bertaraf edilmesi için şefaatçilik ederler, aracılık yaparlar. Allah'a ortak koşulan bu düzmece ilâhların fonksiyonları sadece şefaatçilik olduğuna göre, yüce Allah mülkünde dilediği gibi hareket etme yetkisine ve gücüne sahiptir. Bu hususta hiçbir engel O'nun önüne geçemez, hiçbir karşıt O'nun önünü kesemez. Şu hâlde, eğer Allah işitme ve görme organlarınızı sizden alsa, kalplerinizi mühürlese, bunu yaparken sizin ortak koştuğunuz düzmece ilâhların hiçbiri O'na karşı çıkamaz. Çünkü onlar, sizin iddianıza göre sadece şefaatçidirler, aracıdırlar.

Karşı çıkabilen zıtlar, rakip tanrılar değiller. Dolayısıyla eğer Allah bunu yapsa, sizin bu özelliklerinizi elinizden alsa, onlardan hiçbiri bunları size geri veremez. Çünkü onlar şefaatçiler ve aracılardır, yaratma ve var etmenin kaynakları değil.

Bunlar bir yarar sağlamaya veya bir zarar gidermeye güç yetiremediklerine göre, onların tanrılıklarının anlamı ne? Çünkü ancak var eden, yok eden ve evren üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilen kimse, ilâh olabilir. İnsan fıtratının da, şu evrenin bir ilâhının olmasını zorunlu görmesinin tek nedeni, varlık âleminde gözlemlediği hayır ve şer nitelikli olayların kaynağını var eden bir gücün olduğu yönündeki kanısıdır.

Dolayısıyla bir şey, yaşanan olaylar açısından bir yarar veya zarar dokunduramıyorsa, onu ilâh olarak isimlendirmek boş bir sözden öte bir şey değildir.

Sağlam bir akla ve ayırt etme gücüne sahip olan bir insan, insanlar tarafından taştan veya ağaçtan ya da herhangi bir madenden yapılma, insan zihninin tasarımı olan bir şekli, bir heykeli evrenin yaratıcısı, evren üzerinde var etme ve yok etme tasarrufunda bulunan bir ilâh olarak göremez. Aklı başında hiçbir insan, başkaları tarafından imal edildiğini gözleriyle gördüğü, tanrı edinilen bir heykeli, bir putu

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 273

evreni örneksiz yaratan bir mabut gibi algılayamaz. Başka bir ifadeyle: Ulûhiyet kavramı, aracı şefaatçi anlamında bir ortaklığı onaylamaz. Çünkü yapma ve yaratmanın kaynağı olma, özü itibariyle dilediği gibi tasarruf etmede bağımsız olmayı ve yapılan/yaratılanın boyun eğmesini hak etmede tek ve ortaksız olmayı gerektirmektedir.

Eğer ileri sürülen aracıların bağımsız iş yapma yetkileri varsa, o zaman demek ki bunlar, aracı veya şefaatçi değil, asıl ve kaynaktırlar. Yok eğer bağımsız hareket etmek gibi bir yetkileri söz konusu değilse, o zaman bunlar için alet ve araç demek daha doğru olur. Bu da demektir ki, onları meydana getiren ve kendileri üzerinde ilâhlık yetkisine sahip olan biri vardır.

Bu nedenledir ki, evrendeki bütün sebepler, sadece ve sadece alet ve araç fonksiyonuna sahiptirler. Yemenin doymanın sebebi, içmenin kanmanın sebebi, anne babanın çocuğun dünyaya gelişinin sebebi, kalemin yazmanın sebebi ve yürümenin mesafe katetmenin sebebi olması gibi.

"Bak, delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz), sonra yine onlar yüz çeviriyorlar?!" Delillerin döndürülüp çevrilmesi, onların insanların anlamalarını sağlayacak ifadelerle sunulması demektir. "es-Sudûf" ise, yüz çevirme, arkasını dönme anlamına gelir. Bir şeyden yüz çevrildiği, ona eğilim gösterilmediği zaman, "sadefe/yesdifu/sudûfen" fiili kullanılır.

47) De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı ansızın ya da açıkça size gelse..."

Ayette geçen "cehreten" kelimesi, kuşkuya yer bırakmayan tam açıklık demektir. Bu yüzden, ansızın gelmek anlamına gelen "bağteten" kelimesine karşılık olarak kullanılmıştır. Çünkü bir şey ansızın geldi mi, kişi ancak onunla karşılaştıktan, o şey kendisini kuşatıp sardıktan sonra o şeyi fark eder, dolayısıyla ona tedbir alıp sakınma imkânını bırakmaz.

Ayetin akışı içinde sunulan bu kanıt bağlamında genel olarak şu hususa dikkat çekiliyor: Zalimler, Allah'ın azabından yana büyük bir tehlike içindedirler. Bu, atlatabilecekleri veya onlardan şaşıp başkalarına dokunacak bir azap değildir. Şaşması ve sapması olmayan

274 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

bir azaptır. Ardından da, onların zalim olmalarının nedeninin, ilâhî davetin dışına çıkmaları, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları olduğu açıklanıyor. Hiç kuşkusuz, azabın anlamı; suçlunun kendisine zarar veren, kendisini çökerten bir cezayla karşılaşmasıdır, suçunun cezasını görmesidir.

Bir suç da ancak zulüm niteliğine sahip olunarak işlenir. Buna göre, eğer Allah katından üzerlerine bir azap indirilecek olursa, bu azap ancak zalim olanları helâk eder. Tefsirini sunduğumuz ayet bunu açık-lıyor, sonraki iki ayet de onların zalim olduklarını bildiriyor.

48-49) Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz...

Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince... onlara azap dokunacaktır.

Bu iki ayette, onların zalimler oldukları belirtiliyor. Dolayısıyla eğer Allah'ın azabı kendilerine gelecek olursa, zalimler oldukları için onlardan başkası helâk olmayacaktır.

Nitekim ayetlerin akışında bir değişiklik yapılmasının ve açıklamanın doğrudan Peygamberimize (s.a.a) yöneltilmesinin nedeni de budur. Bununla, Allah'ın azabının niteliğini onun haber vermesi amaçlanıyor.

Çünkü onun böyle bir azabın varlığından haber vermesi, bahaneleri daha etkili bir şekilde ortadan kaldırır. Bu arada birinci çoğul şahıs kipi kullanılarak kararın, azamet sahibi ulu bir makamdan çıktığına işaret edilmek istenmiştir.

Buna göre yüce Allah, Peygamberi'ne (s.a.a), onlara bir kanıt sunmasını ve bu kanıt bağlamında onlara, eğer Allah'ın azabı gelecek olursa, bu azabın onlardan sadece zalim olanları helâk edeceğini bildirmesini emrediyor. Ardından yüce Allah, elçisine şöyle buyuruyor: Sana kanıtı sunan ve azabı indirecek olan biz, sana haber veriyoruz ki: Biz, elçileri ancak müjdelemek ve uyarmak için gönderiyoruz. Artık kim inanır ve durumunu düzeltirse, onun için herhangi bir olumsuzluk söz konusu değildir.

Kim de ayetlerimizi yalanlarsa, fasıklık yapıp kulluk sınırlarının dışına çıktığı için, azabımız ona dokunur. O hâlde, kendilerine baksınlar, hangi grubun mensubudurlar?! Önceki bölümlerde iman, ıslâh ve fısk kavramlarının anlamları, ayrıca korku ve üzüntünün müminlerden giderilmiş olmasının anlamı ü

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 275

zerinde yeterli açıklamalarda bulunmuşuzdur.

50) De ki: "Ben size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.' demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, 'Ben bir meleğim.' de demi-yorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören hiç bir olur mu?..."

"Allah'ın hazineleri"nden maksat, şu ayette ifadesini bulan husus olsa gerektir: "De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcamaktan korkarak tutardınız." (İsrâ, 100) Bu ayette sözü edilen rahmet hazinelerinin etkileri ise, şu ayette açıklanmaktadır:

"Allah, insanlara bir rahmet açtı mı, onu tutan olamaz." (Fâtır, 2) Burada varoluş bağışına işaret ediliyor. Ki bu bağış, Allah katından eşyaya varoluş ve varoluşun etkileri şeklinde yansımaktadır. Yüce Allah bir ayette bu hususa şu açıklığı getirmektedir: "O'nun işi, bir şeyin olmasını istedi mi, ona, sadece 'Ol' demektir, hemen oluverir." (Yâsîn, 82) Burada, bu bağışın kaynağının yüce Allah'ın azamet ve ululuk makamından sadır olan "Ol" sözü olduğu belirtiliyor. Bu gerçeğe diğer bir ayette şu şekilde işaret edilmiştir: "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın; ama biz onu bilinen bir ölçü ile indiriyoruz." (Hicr, 21)

Şu hâlde, Allah'ın hazinelerinden maksat, kendisinden sâdır olması suretiyle dilediği şeyi veren makamdır. Bu makam bir şeye varlığını vermekle tükenmez, bahşetme ve dağıtma ile âciz duruma düşmez.

Bu da, yüce Allah'a özgü bir makamdır. Onun dışındakiler, kim ve ne olursa olsunlar, sınırlıdırlar, yanlarında bulunan şeyler de bir ölçüye tâbidir. Onlardan bir şey verdiklerinde, verdikleri oranda eksilir. Durumu bundan ibaret olan bir kimse de, yoksulu zengin kılma gücüne sahip olmaz, isteyeni razı edemez, isteklere karşılık veremez.

"Gaybı da bilmem." Burada kendisine vahyedilmeyen bağımsız bir bilgiden söz ediliyor. Çünkü yüce Allah, ifadenin sonunda ayrıca vahiy olgusuna işaret ediyor, "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum."

buyurarak. Nitekim ulu Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde, peygamberlerine vahyettiklerinin bir kısmının gaybın kapsamına girdiğini belirtmektedir.

"Gaybı bilen O'dur. Razı olduğu bir elçi dışında kimseyi gaybına vâkıf kılmaz. " (Cin, 26-27) Bir yerde de, Yusuf kıssasını anlat-

276 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

tıktan sonra şöyle buyuruyor: "Bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.

Onlar kararlarını verip tuzak kurarlarken sen yanlarında değildin." (Yûsuf, 102) Meryem kıssasının kapsamında da şöyle buyuruyor:

"Bunlar, gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan hangisi Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur- 'a atarlarken, sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin." (Âl-i İmrân, 44) Nuh kıssası anlatıldıktan sonra da şöyle buyuruyor: "Bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz." (Hûd, 49)

Şu hâlde, tefsirini sunduğumuz ayetin akışı içinde Peygamberimizin gaybı bilmesini olumsuzlamaktan maksat, Peygamberimizin varlığı itibariyle, öz doğasından kaynaklanan bir yetenek olarak kendisine, normal insanların bilmelerine imkân bulunmayan varlıkların gizliliklerinden hiçbir şeyin gizli kalamayacağı bir donanıma sahip olmasını olumsuzlamaktır.

"Size, 'Ben bir meleğim.' de demiyorum." Bu ifade, yemek, içmek ve cinsel birleşme gibi meleklerin gereksinim duymadıkları maddî ihtiyaçlardan uzak olma durumunu olumsuzlama amacına yönelik bir kinayedir. Başka ayetlerde de bu duruma işaret edilmiştir: "De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim... bana vahyolunuyor." (Kehf, 110) Tefsirini sunduğumuz bu ayette, Peygamber'in insan oluşunun altının çizilmesi yerine, onun melek olmadığının vurgulanması tercih edilmiştir.

Bununla, onların şu ayette ifade edilen türden itirazlarına cevap verme amacı güdülmüştür: "Bu ne biçim elçi ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?!" (Furkan, 7)

Buradan da anlıyoruz ki, tefsirini sunduğumuz ayet, olumsuzlama üstüne olumsuzlama içermekle, bir bakıma onların çeşitli önerilerine ve itirazlarına cevap vermeyi hedeflemektedir. Nitekim onlar, Peygamberimizden mucize nitelikli ayetler istemişlerdi ve normal insanlar tarafından sergilenen davranışlar sergilemesini bir elçi açısından tuhaf karşılamışlardı. Nitekim şu ayet onların bu tutumlarını dile getirmektedir:

"Dediler ki: Bu ne biçim elçi ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?! Ona, kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilseydi ya! Yahut üstüne bir hazine atılsaydı, ya da ürününden yiyeceği bir

En'âm Sûresi / 74-83 ...................................................................... 277

bahçesi olsaydı ya!" (Furkan, 7-8) Buna şu ayetleri de örnek gösterebiliriz: "Dediler ki: Yerden bize bir göze fışkırtmadıkça, yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olup aralarından ırmaklar fışkırtmadıkça, yahut iddia ettiğin gibi (azap olarak) üzerimize gökten parçalar düşürmedikçe, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin olmadıkça... sana inanmayız... De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben, sadece elçi olarak gönderilen bir insan değil miyim?" (İsrâ, 90-93) "Sana alaylı alaylı başlarını sallayacaklar ve 'Ne zaman o?' diyecekler."

(İsrâ, 51) "Sana kıyamet saatini soruyorlar; 'Gelip çatması ne zaman?' diye." (A'râf, 187)

Buna göre, "De ki: Ben size... demiyorum..." ifadesi şu anlama gelmektedir: Ben sizi, çağırdığım şeye çağırırken, tebliğ ettiğim şeyi size tebliğ ederken, insanların normal hâli olarak üzerinde bulunduğum hâlin ötesinde bir iddiada bulunmuyorum ki siz, bu iddiaları kanıtlamamı isteyesiniz de ben de sizin bu isteklerinize cevap veremediğim için yalancı durumuna düşeyim. Ben, Allah'ın hazinelerine sahip olduğumu söylemi-yorum ki, siz benden pınarlar fışkırtıp nehirler akıtmamı veya bir bahçe yaratmamı ya da altından bir ev yapmamı isteyesiniz. Ben gaybı biliyorum demedim ki, sizin kıyamet saati gibi gayb perdesinin gerisinde olan suallerinize cevap vereyim. Ayrıca ben, size melek olduğumu söylemedim ki, yemek yememi, su içmemi ve mal kazanmak için çarşılarda dolaşmamı gerekçe göstererek sözlerimin batıl olduğunu söyleyesiniz.

"Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." ifadesi, kendilerini Allah- 'a davet etmesi bağlamında onunla ilgili olarak söyledikleri mesnetsiz yakıştırmaların bertaraf edilmesinden sonra, gerçek iddiasını açıklamaya yöneliktir. Demek isteniyor ki: Ben Allah'ın elçisiyim demek, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, ben gaybı bilirim ve ben bir meleğim anlamına gelmez. Bu sözün anlamı şudur: Benim size söylediklerimi Allah bana vahyediyor.

Dikkat edilirse, bu gerçek, bir iddia şeklinde de ileri sürülmemiş, bunun yerine: "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." denilmiştir.

Bununla da, onun sadece kendisine vahyedilenleri tebliğ etmekle yü-

278 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kümlü olduğuna işaret ediliyor. Onun görevi, yalnızca kendisine vahyedilene uymaktır, başka değil. Bunun ışığında ayetin akışı ile birlikte şöyle bir sahne canlanıyor zihnimizde: Peygamberimiz, "Ben size şunu şunu söylemiyorum." dedikten sonra, onlar da şu karşılığı veriyorlarmış gibi: "Öyleyse sen de bizim gibi âciz bir insan olduğuna ve bize karşı herhangi bir ayrıcalığın ve meziyetin bulunmadığına göre, bizden ne istiyorsun?" O da onlara şu cevabı vermiştir: "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Buna bağlı olarak size müjde veriyorum ve sizi uyarıyorum. Sizi tevhit dinine davet ediyorum."

Bu çıkarsamamızı kanıtlayan bir unsur da hemen sonrasında yer alan şu ifadedir: "De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?" Bu ifadenin anlamı, ayetin akışını esas aldığımızda, şu şekilde belirginleşmektedir: Ben insanlık ve âcizlik bakımından sizinle aynı seviyede olsam bile, bu, sizi bana tâbi olmaya davet etmeme engel olmaz.

Çünkü Rabbim, size değil de bana vahiy indirmekle, sizden ayrı olarak beni bir basiret sahibi kılmıştır. Bu bakımdan ben ve sizler, gören kimseyle kör kimse gibiyiz. Kör ile gören kimse, insanlık açısından eşit olsalar da kategorik olarak eşit değildirler. Bu ikisinin içinde bulundukları durum üzerinde düşündüğümüz zaman şu yargıya varırız:

Kör insan gören insana uymalıdır. Cahil de âlime uymakla yükümlüdür. 51) Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanları onunla uyar; Onların O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur; belki korunurlar.

Ayetteki "onunla" zamiri Kur'ân'a dönüktür. Bunu, bundan önceki ayette geçen, "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." ifadesinden anlıyoruz. "O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur." ifadesi, cümle içinde, "korkma" veya "bir araya getirilme" fiilleriyle ilintili hâl konumundadır.

Ayette geçen "korkma" ifadesiyle, bilinen anlamı kastedilmiştir. Bilgi ve benzeri bir anlam değil. Çünkü ayetin akışından ilk etapta algılanan anlamdan hareketle buna ilişkin bir kanıt bulmak mümkün görünmüyor. Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanlara yönelik uyarı emri, uyarının hem onları, hem de başkalarını kapsayacak şekilde genel olmasına engel oluşturmaz. Nitekim

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 279

bundan önceki ayetlerin birinden de böyle bir anlam elde etmek mümkündür: "Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." (En'âm, 19) Dolayısıyla, uyarının özellikle onlarla ilgili olarak gün-deme getirilmesinin nedeni, Allah'ın huzuruna toplanma korkusu taşıyanların uyarıyı daha çabuk dikkate alacakları, daveti daha iyi anlayabilecekleridir. Bu yüzden uyarı sırf onlara özgü olarak dile getirilmiş ve onların bu niteliklerine vurgu yapılmıştır.

Amaç, Peygamber'in onların davetiyle özellikle ilgilenmesi, onları başkalarının yerine koyma-masıdır. Çünkü konumları itibariyle onlar hakka daha yakındırlar ve iman etmelerine yönelik ümit daha güçlüdür. Dolayısıyla bu ayeti, insanların uyarılmasını emreden diğer ayetlerle birlikte düşündüğümüz zaman, şöyle bir anlam ifade ettiğini görüyoruz: Bütün insanları uyar, özellikle Rablerinin huzurunda bir araya getirilmekten korkanları.

"Onların O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur." Burada, Allah'tan başkasının veliliği ve destekçiliği (şefaati) mutlak olarak olumsuzlanmaktadır. Ancak başka ayetlerde bu mutlaklık kimi kayıtlar altına alınmaktadır: "İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir?" (Bakara, 255)

"Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler." (Enbiyâ, 28) "O'ndan başka tanrı diye yalvardıkları şeyler, şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86)

Tefsirini sunduğumuz ayette, böyle bir istisnaya başvurulmamasının sebebi, hitabın putperestlere yönelik olmasıdır. Onlar, putların veliler ve şefaatçiler olduklarını savunuyorlardı. Putlara böyle bir yetki yakıştırırken izin veya yetki verme gibi bir kayda da yer vermiyorlardı.

Çünkü ilâhî izinden kaynaklanan velilik ve şefaat iddiası, Allah'ı bilmeyi, bunun yanında vahyi ve peygamberliği bilmeyi gerektirmektedir. Putperestlerse, peygamberliği bilmez, kabul etmezlerdi. Putları için kabul ettikleri velâyet ve şefaati, onların kendilerinden kaynaklanan, doğalarının zorunlu bir gereği olarak algılarlardı. Onlara göre, putlarının bu yetkileri, Allah'ın iznine bağlı değildi. Varlıklar içinde güçlü olanlar, Allah izin vermese de, doğaları gereği zayıf olanlar üzerinde belli bir tasarrufta bulunabilirlermiş gibi. Dilersen şöyle de diye

280 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

bilirsin: Güçlü varlıkları yaratmak, doğası itibariyle, onların kendilerinden aşağı olanlar üzerinde tasarruf etmelerine ilişkin zorunlu bir izni barındırmaktadır.

Kısaca özetleyecek olursak, "Onların O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur." denilmiş, ama "O'nun izni olmadan" şeklinde bir kayda yer verilmemiştir. Çünkü müşrikler, putların hiçbir sınırlanma olmaksızın veliler ve şefaatçiler olduklarını söylüyorlardı. Şu hâlde, onların Allah'ın dışında veli ve şefaatçi edindikleri şeylerin bu özelliklerinin olumsuzlanması, kendi ispatlarına denk bir olumsuzlanmanın gerçekleşmesi amacına yöneliktir. Böyle bir konuyla ilgili istisna, aynı konuyu işleyen başka ayetler açısından olumlu olsa bile, bu ayetin akışının bu özelliğinden dolayı yersiz olur.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan anlaşılıyor ki ayet, zahirinin mutlaklığı itibariyle, Allah'ın ayetlerinin hatırlatılması karşısında, kıyamet günü ilâhî huzurda toplanma dolayısıyla kalbinde korku duyan herkesin uyarılmasını öngörmektedir. Bunların Ehlikitap gibi haş-re iman edenler veya putperestler ya da başkaları gibi inanmayanlar olması bu açıdan fark etmez. Çünkü onlar da, haşre inanmasalar bile, olabileceğine ihtimal verirler. Dolayısıyla buna ilişkin ihtimal veya zan, içlerinde bir korkunun belirmesine neden olabilmektedir. Çünkü bir şeyden korkmak, gerçekleşeceğine kesin olarak inanılmasa bile, sırf olabileceği ihtimaliyle de söz konusu olabilir.

Müfessirler bu ayetle ilgili olarak farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimine göre, bu ayet, haşre iman eden müminler hakkında nazil olmuştur ve bunlar, bir sonraki ayette yer alan, "Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma." ifadesinde işaret edilen kimselerdir. Bazı müfessirlere göre, bu ayet, putperest müşriklerden, ölümden sonra haşrin olmasına ihtimal veren bir grup hakkında inmiştir.

Gerçi suredeki hitaplar, surenin akışı itibariyle Kureyş veya Arap müşriklerine yönelik olmakla birlikte, Mekke müşriklerinin veya Arap müşriklerin içinde, surenin indiği dönemde, bu görüşü savunan birine rastlanmamıştır. Diğer bazı müfessirlere göre de, bunlardan maksat, Müslüman veya Ehlikitap, haşre iman eden herkestir. Uyarının bütün insanlara yöneltilmesi gerekirken, özellikle

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 281

bunların uyarılmasının istenmiş olmasının nedeni, ahiretin varlığını kabul etmelerinden dolayı, kanıtın öncelikle onlar açısından gerekli ve bağlayıcı olmasıdır.

Ne var ki, ayette sadece haşirden korkma nitelikleri esas alınmıştır.

Bir şeyden korkmak ise, onun tam olarak gerçekleşmesine inanmaya veya o şeyin varlığını kesin olarak kabul etmeye tekabül etmez.

Bilâkis, iki tarafı eşit düzeyde muhtemel bulma anlamında şüphe ve iki taraftan birinin ağır basması anlamında zan da, tıpkı bilme gibi, korkuyla bir araya gelebilir, korkmaya sebep olabilir. Bu, oldukça açıktır.

Bu bakımdan ayet, Peygamber efendimizi (s.a.a), hangi gruba mensup olursa olsun, yüzünde korku belirtilerini gözlemlediği herkesi uyarmaya teşvik etmektedir. Çünkü dinî davetin temelini, haşir, kötülük ve iyiliklerin hesaplanması ve bunların karşılıklarının eksiksiz bir şekilde verilmesi prensibi oluşturmaktadır. Dinî davetin bir kimse üzerinde az da olsa etki bırakması için, o kimsenin haşri muhtemel görmesi ve bu ihtimalin gerçekleşmesinden korku duyması gerekir.

Bu ihtimalin gerçekleşme oranı arttıkça korku da artar ve buna paralel olarak da dinî davetin etkisi güçlenir. Nihayet kişi, yakinî inanç düzeyine ulaşır ve karşıt ihtimal tamamen ortadan kalkar. Bu noktada dinî davetin etkisi eksiksiz olarak kendini gösterir.

52) Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma.

Bir sonraki ayette yer alan, "Böylece biz, onların kimini kimi ile denedik..." ifadesinden de anlaşılacağı gibi, ayetin akışı gösteriyor ki, Peygamberimizin (s.a.a) kavminden bazı müşrikler, Peygamberimize (s.a.a) yanındaki zayıf ve yoksul kimseleri kovmasını önermişlerdi. Allah da bu ayette onu, bu işi yapmaktan men etmektedir.

Arap müşriklerinin bu önerisinin benzerini, geçmiş ümmetlerin ileri gelen müstekbirleri de kendi elçilerine yöneltmişlerdi. Büyüklük duygusuna ve gurura kapılarak, peygamberlerine, yanlarındaki zayıf ve yoksul müminleri kovmalarını istemişlerdi. Nitekim yüce Allah, Nuh kavminin böyle bir davranış içine girdiğini ve Nuh'un da onlara karşı, tefsirini sunduğumuz bu ayetlerin içerdiği kanıtlara benzer kanıt-

282 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

larla cevap verdiğini bize anlatmaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kavminden ileri gelen inkârcı grup dedi ki: 'Biz seni ancak bizim gibi bir insan görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz; tersine sizi yalancı sanıyoruz.' Dedi ki:

'Ey kavmim, ya ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O, kendi katından bana bir rahmet vermiş de bu sizin gözlerinizden gizli kalmışsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemezken, onu zorla mı size kabul ettireceğiz?! Ben iman edenleri kovacak değilim; onlar Rablerinin huzuruna gidecek (yaptıklarının hesabını verecek)ler...'

Ben size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.' demiyorum. Gaybı da bilmem. 'Ben bir meleğim.' de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, 'Allah onlara bir hayır vermeyecektir.' de demiyo-rum. Allah, onların içlerinde olanı daha iyi bilir. Böyle bir şey yaptığım (onları kovduğum) takdirde, ben mutlaka zalimlerden olurum." (Hûd, 27- 31)

Yukarıda sunduğumuz ayetlerle, tefsirini sunduğumuz ayetleri birlikte ele aldığımız zaman, rızasını isteyerek sabah akşam Rablerine yalvaranlarla, müminlerin kastedildiğini anlıyoruz. Sabah akşam Rablerine yalvarmalarının, dua etmelerinin -ki bu namaz kılmaları ya da mutlak olarak dua etmeleri demektir- zikredilmesinin nedeni, başka hiç kimsenin karışmadığı şekilde Rableriyle irtibat hâlinde oluşlarına işaret etmektir. Bir de az sonra yer alacak, "Allah, şükredenleri daha iyi bilmez mi?" ifadesine açıklık getirmektir.

"Yüzünü (rızasını) isteyerek" Yani, Allah'ın yüzünü (rızasını) isteyerek. Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "el-Vech kelimesinin asıl anlamı bir organ olan yüzdür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Yüzlerinizi ve ellerinizi yıkayın.' [Mâide, 6] 'Ateş yüzlerini kaplar.' [İbrâh'im, 50] Yüz, ilk karşılaşılan ve de bedenin görünen kısmının en şerefli sayılan bir organı olduğu için, her şeyin ön tarafı, en şerefli kısmı ve başlangıcı için kullanılır olmuştur. Örneğin, 'Falan şeyin yüzü (ön tarafı)' ve 'Günün yüzü (başlangıcı)' gibi ifadeler kullanılmıştır.

Hatta şu ayette zat anlamında da kullanıldığı söylenmiştir: 'Yalnız Rabbinin celâl ve ikram sahibi yüzü baki kalır.' [Rahmân, 38]

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................... 283

Bazılarına göre, 'Rabbinin yüzü'nden maksat, zatıdır. Diğer bazılarına göre ise, burada yüz kelimesiyle, salih amellerle Allah'a yönelme kastedilmiştir."

Ragıp devamla şöyle der: "Bazılarına göre, 'Nereye yönelirseniz yönelin, orası Allahın vechidir.' [Bakara, 115] 'Allah'ın vechi hariç her şey helâk olucudur.' [Kasas, 88] 'Allah'ın vechini isteyenler.' [Rûm, 38] 'Size Allah'ın vechi için yediriyoruz.' [İnsân, 9] ayetlerinin tümünde geçen 'vech' kelimesi, Allah'ın zatı anlamında kullanılmıştır. Bu demektir ki, Allah'tan başka her şey helâk olacaktır. Bu anlam, benzeri tüm ayetler için de geçerlidir. Bir rivayete göre, bu değerlendirme Ebu Abdullah b. Rıza'ya sorulmuş ve o da şu cevabı vermiştir: 'Subhanallah! Andolsun, büyük bir laf etmişlerdir. Oysa 'vech' kelimesiyle, işlerin yönelik olduğu amaç kastedilmiştir. Bu da şu demektir: Kulların bütün amelleri helâk olur, boşa gider, Allah'a yönelme amacı güdülen ameller hariç. 'Onun vechini isteyerek' ve 'Allah'ın rızasını isterler' ifadelerinde de bu anlamda kullanılmıştır." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.)

Ben derim ki: "Vech" kelimesinin bir organ olan yüz anlamından, bir şeyin başka bir şeyle karşılaştığı yönü anlamına geçilerek anlam ve kullanım genişliğine kavuştuğu, şüphe edilmeyecek bir gerçektir. Kelimelerin anlamlarının gelişme sürecinde bu, bilinen bir şeydir. Fakat, biraz dikkat edilirse, yüz kelimesiyle zatın kastedilmesinin pek de mümkün olmadığı görülür. Çünkü ne olursa olsun bir şey, ancak özünün (zatının) görünen ve ortada olan sıfat ve isimlerinden biriyle başka bir şeyin karşısına çıkar, ona kendisini gösterir. Bilgi de bu sıfat ve isimlere taalluk eder. Biz, bildiğimiz bir şeyi, onun sıfatları veya isimlerinden biri aracılığıyla biliriz. Sonra, bu bilgimizden hareketle onun zatını, özünü kanıtlarız. Ama kesinlikle onun zatına, özüne direkt olarak dokunamayız.

Çünkü bizler, varlıkları öncelikle duyu organları aracılığı ile algılarız.

Bunlarsa ancak şekiller, çizgiler ve nitelikler gibi özellikleri algılayabilirler.

Bu açıdan zatı ve özü algılamamız söz konusu değil. Sonra algıladığımız bu özelliklerden hareketle, bunların bir de zatları ve özleri olduğunu ve o arazlar ve sıfatların (özelliklerin) bu zatlarla kaim ol-

284 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

duğunu anlarız. Çünkü arazlar ve sıfatlar, tâbidirler. Tâbiler de, kendilerini ayakta tutacak bir şeye ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla, "Zeyd'in zatı, özü" dediğimiz zaman, gerçekte bu sözle, Zeyd'in sıfatları ve özelliklerine kıyasla kendimizin kendi sıfatlarımız ve özelliklerimize olan nispetimiz, izafemiz gibi bir nispeti, izafesi olan bir şeyi kastediyoruz. Şu hâlde zatların, özlerin kavranması, daima bir tür kıyas ve izafeyle birlikte olan düşünsel bir kavrayıştır.

Mahiyeti (belli bir sınırı) olan zatların, düşünsel olarak eksiksiz bir şekilde kavranması, ancak onların sıfatları ve etkileri aracılığıyla, bir tür kıyas ve izafe yardımıyla gerçekleştiğine göre, zatı için sınır, varlığı için sonluluk söz konusu olmayan yüce Allah açısından durum daha açık ve daha belirgindir. Çünkü bir şey hakkında bilgi sahibi olmak, ancak o şeyin sahip olduğu şeylerin sınırlarının belirlenmesiyle mümkündür.

Bu açıdan yüce Allah'ın bilgice kuşatılması mümkün değildir: "Bütün yüzler, o diri olan ve her şeyi ayakta tutan yüce zata boyun eğmiştir." (Tâhâ, 111) "O'nu bilgice kuşatamazlar." (Tâhâ, 110) Bir şeyin yüzü (vechi), başka bir şeye yönelik olan tarafı demektir. Bu nedenle, aynı kökten türeyen ve işaret edilen taraf anlamına gelen cihet (yön) de, yüz (vech) sayılmaktadır. Çünkü işaret yoluyla belirlenen şey açısından yön (cihet), başkasına yönelen bir insanın yüzü konumundadır. Bu açıdan salih ameller Allah'ın yüzü gibidirler. Yıkıcı, bozguncu ameller de şeytanın yüzüdürler. Aşağıdaki ifadeleri, bu anlama yormak mümkündür: "Allah'ın yüzünü isteyenler." [Rûm, 38] "Biz size Allah'ın yüzü için yediriyoruz." (İnsan, 9) Ve benzeri diğer ayetler.

Aynı şekilde, yüce Allah'ın onlarla yarattıklarına yöneldiği rahmet, yaratma, hidayet gibi fiilî sıfatları, hatta yüce Allah'ı bir şekilde bilmemize yarayan hayat, ilim ve kudret gibi zatî sıfatları, Allah'ın yüzüdürler. Allah, bunlar aracılığıyla yarattıklarına yönelir, yarattıklarıyla karşılaşır.

Şu ayetin buna işaret ettiğini, hatta delâlet ettiğini söyleyebiliriz: "Yalnız Rabbinin celâl ve ikram sahibi yüzü baki kalacaktır." (Rahmân, 27) Çünkü, ayetin zahirinden algıladığımız kadarıyla "celâl ve ikram sahibi" ifadesi, "yüz"ün sıfatıdır, "Rabb"in değil. Bu inceliğe özellikle dikkat edilmesi gerekir.

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 285

Yüce Allah'ın tarafının O'nun yüzü ve yönü olarak kabul edilebileceği anlaşıldığına göre, bir şekilde O'na izafe edilen, O'na yakın olduğu kabul edilen şeylerin de O'nun yüzü olarak algılanması doğru olur. İsimleri, sıfatları ve dini gibi; salih ameller gibi. Aynı şekilde peygamberler, melekler, şehitler ve günahları bağışlanmış müminler de yüce Allah'ın yüzü konumundadırlar.

Böylece şu hususlar açıklığa kavuşuyor:

Birincisi: Şu ayetlerin ifade ettikleri anlam zihnimizde belirginleşiyor: "Allah'ın yanında bulunan bakidir." (Nahl, 96), "O'nun yanında bulunanlar, büyüklük taslayıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar." (Enbiyâ, 19), "Rabbinin yanında olanlar, büyüklük taslayıp O'na kulluktan geri durmazlar ve O'nu tespih ederler." (A'râf, 206) Yine, Allah yolunda öldürülenlere ilişkin şu ifadeyi de bu kategoride değerlendirebiliriz: "Bilâkis onlar diridirler ve Rablerinin yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân, 169), "Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın." (Hicr, 21)

Şu hâlde bu ayetleri, önceki ayetle birlikte değerlendirdiğimiz zaman, bu olguların tümünün yüce Allah'ın baki oluşuyla beka ve sonsuzluk kazandıklarını görürüz. Dolayısıyla bunların helâk olmaları, yok olup gitmeleri mümkün değildir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

"O'nun yüzünden başka her şey helâk olacaktır." (Kasas, 88) Bu ayetteki sınırlandırma gösteriyor ki, bunların tümü Allah'ın yüzüdür. Diğer bir ifadeyle, O'nun tarafına, O'nun cihetine düşmektedir. O'nun yanında, O'nun tarafında mutmain olmuş, istikrar bulmuşlardır.

İkincisi: Kulun Rabbine yönelik isteğine konu olan şeyler, Allah'ın yüzü konumundadır. Şu ayetlerdeki ifadeleri buna örnek gösterebiliriz: "Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak..." (Mâide, 2), "Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek." (İsrâ, 28), "O'na yol arayın." (Mâide, 35) Bütün bunlar, Allah'ın yüzüdür. Çünkü rahmet, rıza ve lütuf gibi fiillerinin sıfatları, Allah'ın yüzü hükmündedir. Şimdiye kadar yaptığımız değerlendirmelerden hareketle Allah'ın yolunu da O'nun yüzü sayabiliriz:

"Allah'ın yüzünü (rızasını) kazanmak için..." (Bakara, 272) Onların hesabından sana bir sorumluluk yok, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok.

286 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Hesap; toplama, çıkarma ve benzeri işlemlerle sayıları kullanmak demektir. Amellerin ayıklanması, değerlendirilmesi ve buna bağlı olarak ücretlerin belirlenmesi veya bir sonuca varılması, toplama veya çıkarma suretiyle sayıların kullanılmasından ayrı düşünülemeyeceği için, bu iş, amellerin hesaplanması olarak isimlendirilmiştir. Amellerin hesaplanması, karşılıklarının eksiksiz verilmesine dönük olduğuna ve karşılık verme de sırf Allah'a ait olduğuna göre, hesap da Allah'ın kontrolü, denetimi ve yetkisi altındadır. Bunu şu ayetlerden algılayabiliriz: "Onların hesapları yalnız Rabbime aittir." (Şuarâ, 113), "Sonra onların hesabını görmek de bize düşer." (Gâşiye, 26) Bu anlamın, aşağıdaki ayete başka bir açıdan yansıdığını görüyoruz: "Şüphesiz Allah, her şeyi (hakkıyla) hesaplayandır." (Nisâ, 86) Bu ifadeyle, yüce Allah'ın her şey üzerindeki egemenliğine, hükümranlığına ve denetimine işaret edilmiştir.

Şu hâlde, tefsirini sunduğumuz ayette, Hz. Peygamber'in, onların hesabından, onların da onun hesabından sorumlu olmadıklarının vurgulanmasından maksat şudur: Peygamber (s.a.a), onların amellerini hesaplayıp karşılığını verecek kişi değildir. Dolayısıyla da durumlarından hoşnut olmayınca, onlarla birlikte olmaktan tiksinince, onları yanından uzaklaştırması söz konusu olamaz. Aynı şekilde, onlar da Peygamber'in (s.a.a) amellerini sayıp hesaplayacak değillerdir. Dolayısıyla da Peygamber'in (s.a.a) onlarla tartışmaktan, kendisine kötü bir karşılık vermelerinden korkunca veya büyüklenerek, ululanarak onlardan hoşlanmayınca, onları kendinden uzaklaştırması söz konusu olamaz. Buna göre her iki cümle, yani, hem "Sana bir sorumluluk yok" ifadesi, hem de "Onlara bir sorumluluk yok" ifadesi, ayetin akışı içinde ayrı ayrı kastedilmiştir.

"Onların hesabından sana bir sorumluluk yok" ifadesinden, onların hesaplarının, yani hesaba çekilecek amellerinin Peygamber'e yüklenmesinin, dolayısıyla bunun ağırlığını hissetmesinin olumsuzlanması da kastedilmiş olabilir. Her amelin bir ağırlığının olduğu ve bu ağırlığın o ameli işleyenin veya onu yüklenenin omuzlarında olduğu yönündeki anlayış, bu ihtimali gündeme getirmektedir. Buna göre, ifadenin anlamı şöyledir: Onların yaptıkları amellerinin ağırlığından

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 287

hiçbir şey senin üzerinde değildir. Bu durumda, ifade anlam bakımından tam olduğu ve ifadenin tamamlanması için ek bir cümleye ihtiyaç olmadığı hâlde, "Senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok" ifadesine yer verilmiş olması, ihtimallerin hepsine yer verilme ve anlatımın uyumunu vurgulama amacına yöneliktir.

Öte yandan, şöyle de denebilir: Bu iki cümle, yani, "Onların hesabından sana bir sorumluluk yok, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok." ifadesi, Hz. Peygamberle (s.a.a) onların arasında, hesap ve amellerin sorumluluğu bazında bir ilintinin olmadığını vurgulamaya yönelik bir kinayedir.

"Ayette sözü edilen hesaptan maksat, amellerin hesabı değil, rızk hesabıdır." diyen de olmuştur. Buna göre, şöyle bir anlam verilmiştir: Onların rızklarının hesabını yapmak sana düşmez. Onların rızkını veren Allah'tır, bu rızkın hesabını yapmak da O'na düşer. Bu açıdan, "Senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok." ifadesi, yukarıda işaret edildiği şekilde anlatımın uyumunu vurgulama amacına yöneliktir.

Ayet, bu iki şekilde de yorumlanmaya açık olsa da, bizim yaptığımız birinci yorum daha uygundur.Ki onları kovup da zalimlerden olasın!

Zalimler topluluğunun kapsamına girmek, onları, yani Rablerine dua edenleri kovmanın bir ayrıntısı, bir sonucu olarak sunuluyor. İfadenin doğası, "zalimlerden olasın" sözünün, ayetin başında geçen "O'na yalvaranları kovma" sözünün bir ayrıntısı olmasını gerektirmektedir.

Ancak, ayrıntı ve ayrıntılandırılan ifade arasına başka cümleler girip söz uzadığından, "kovma" sözü ikinci kez bir ayrıntı şeklinde yineleniyor ve ardından onun ayrıntısı olarak, "zalimlerden olasın" cümlesine yer veriliyor. Bu şekilde aralarında bağlantı kurularak, karışıklığın önüne geçiliyor.

Dolayısıyla ayetteki ifadeyle ilgili olarak şöyle denemez: "İfade; bir şeyin, kendisinin ayrıntısı olması örneğini içermektedir. Çünkü, özetleyecek olursak, karşımıza şöyle bir ifade çıkacaktır: Rablerine dua edenleri kovma ki onları kovmuş olursun." Böyle bir şey dene-mez; çünkü açıkladığımız gibi, "kovma" ifadesinin ikinci kez tekrarlanma-

7
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



288 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sı; ayrıntının, yani "zalimlerden olasın" sözünün, aslıyla irtibatlandırılması amacına yöneliktir.

53) Böylece biz, onların kimini kimi ile denedik ki, "Allah, aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?" desinler. Allah, şükredenleri daha iyi bilmez mi?

Ayetin orijinalinde geçen "fitne" kelimesi, sınama, deneme anlamına gelir. Ayetin akışı gösteriyor ki, "Allah, aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?" sorusu, muhatabı küçümseme, alaya alma amacına yöneliktir. Bilindiği gibi, onlar, ancak misyonunu küçümsedikleri, toplumsal statüsünü tahkir ettikleri kimselerle alay ederlerdi. Bunun nedeni de, bunların yoksullukları, düşkünlükleri, güçlüler ve ulular nezdinde düşük düzeyde oluşlarıydı.

Buna göre yüce Allah, Elçisine (s.a.a) bu değişiklik ve farklılıkların ilâhî bir sınama olduğunu bildiriyor. Bu şekilde insanları sınayıp deniyor ki, nankörlerle şükredenler birbirinden ayrılsınlar. Bu sınama sonucunda nankör müstekbirler, yoksul müminleri kast ederek şöyle diyorlar: "Allah bizim aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?!" Çünkü insanlara göre, toplumsal yasalar, bu yasalara sahip çıkanların onurlu ya da düşük düzeyli oluşlarıyla irtibatlandırılarak değerlendirilir.

Aynı şekilde bir amel de, onu işleyen kişinin toplumsal ağırlığı baz alınarak ölçülür. Bu açıdan yoksulların, ezilenlerin ve kölelerin izlediği yol, zenginler ve ezenler tarafından küçümsenir. Bir zavallının yaptığı iş ya da bir kölenin veya bir tutsağın söylediği söz küçümsenir. Nüfuz sahibi güçlüler bunlara ilgi duymazlar.

Bu nedenle, yoksulların, ırgatların ve kölelerin dine girmeleri, Hz. Peygamber'in (s.a.a) onlara önem vermesi, onları kendisine yakın görmesi, toplumun ekâbir kesimine mensup tağutlar açısından dinin önemsizliğinin belirtisi olarak algılanmıştır. Onlara göre bu, elit kesimin, eşrafın dinle ilgilenmemesini gerektiren bir nedendir.

"Allah, şükredenleri daha iyi bilmez mi?" ifadesi, "Allah, aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?" sözlerinden algılanan "ihtimal vermeme" anlayışından kaynaklanan alay edişlerine bir cevap niteliğindedir. Bu cevabın özü şudur: "Onlar (tağutlar) değil, şunlardır (zavallılar)

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 289

Allah'a şükredenler." Bu yüzden yüce Allah, lütfunun kapsamına almak için zavallıları öne almış, tağutları da geri itmiştir. Bu durumu Allah, kendisinin nimetine şükredenleri bildiği şeklinde kinayeli bir ifadeyle vurgulamıştır ki bu, onların şükredenler oldukları anlamına gelir.

Şu kuşku götürmez bir gerçektir ki nimet bahşeden, ancak nimetine teşekkürle karşılık verenlere lütufta bulunur, onlara yönelik nimetini arttırır. Öte yandan, yüce Allah'ın, Yusuf'un (a.s) dilinden aktardığı şu sözde, Allah'ı birlemeyi ve ortağı O'ndan olumsuzlamayı şükür olarak nitelendirmiştir: "Bizim, herhangi bir şeyi Allah'a ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, bize ve bütün insanlara Allah'ın bir lütfudur, ama insanların çoğu şükretmez." (Yûsuf, 38)

Buna göre tefsirini sunduğumuz ayet, onların cahil olduklarından dolayı saygınlığı ve onurluluğu mal, oğul ve makam sahibi olmak gibi dünyanın çekici, alımlı süsleri bazında ileri bir düzeyde olmaya dayandırdıklarını açıklamaktadır. Oysa dünyanın çekici süslerinin Allah katında hiçbir değeri ve saygınlığı yoktur. Meselenin eksenini, gerçekte şükür vasfı oluşturmaktadır. Nimetse, gerçekte Allah'ın velâyeti altına girmektir.

54) Ayetlerimize inananlar sana geldikleri zaman de ki: "Selâm size! Rabbiniz... yazmıştır ki, sizden kim, bilmeyerek bir kötülük işler de sonra ardından tövbe edip düzelirse..."

Daha önce "selâm"ın ne anlama geldiğini belirtmiştik. Allah'ın kendi üzerine yazması, kendisi için gerekli kılması demektir. Yani, O'nun fiilinin rahmet niteliğiyle nitelenmekten ayrışması imkânsızdır. Ayette geçen "aslehe" fiilinin mastarı olan "ıslâh" ise, düzelip uygun hâle gelmek anlamına gelir. Bu sözcük, gerçekte geçişli olsa da, burada geçişsizdir. Aslı, nefsin ya da amelin ıslâh edilmesi, düzeltilmesidir.

Tefsirini sunduğumuz ayetin önceki ayetle bağlantısı belirgindir. Burada ulu Allah -müminleri kovmasını yasakladıktan sonra- Peygamberine (s.a.a) onlara yönelmesini, onlara selâm vermesini, onlardan işlediği günahlardan dolayı geri dönmesiz bir tövbede bulunanların Allah'ın bağışlamasına ve rahmetine kavuşacaklarını müjdelemesini, böylece morallerini düzeltip gönüllerini hoş tutmasını, kalplerinin hüznünü yatıştırmasını emrediyor.

290 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bununla sırasıyla şu hususlar açıklığa kavuşuyor:

Birincisi: Tövbe konusunu işleyen ayetlerden biri olan bu ayet, küfür ve şirk dışındaki günah ve kötülüklerden tövbe etmeyi işliyor. Bunun kanıtı da, "Sizden kim... işler de..." ifadesidir. Allah'ın ayetlerine iman edenlerden yani.

İkincisi: Burada geçen "bilmemek (cehalet)"ten maksat, inkâr ve inadın karşıtı olan bilmemektir. Çünkü inkâr ve inat, bilmemenin, cehaletin karşıtı olan taammütten (bilerek ve kasten işlemek) kaynaklanırlar.

Oysa Allah'ın ayetlerine inanan, sabah akşam O'nun yüzünü, rızasını isteyerek dua eden bir kimse, büyüklenerek ve üstünlük taslayarak O'na isyan etmez. Olsa olsa şehvet veya gazap menşeli bir tutkuya uymanın etkisiyle kendisini bürüyen cahillikten dolayı O'na karşı gelme durumuna düşer.

Üçüncüsü: "Tövbe edip" ifadesinin "düzelirse" sözüyle kayıtlandırılması, tövbenin tüm hakikatiyle gerçekleşmesine işaret etme amacına yöneliktir. Çünkü gerçekten Allah'a yönelmek, O'nun katına sığınmak durumu, O'nun pak makamında, günahkârın pişman olup arındığı günah kiriyle bir arada olmaz. Dolayısıyla tövbe, sırf dillerde telaffuz edilen ve kalplere nüfuz etmeyen "Allah'a tövbe ediyorum" sözü değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onunla sorguya çeker." (Bakara, 284)

Dördüncüsü: Yüce Allah'ın "Bağışlayan=Gafûr" ve "Acıyan= Ra-hîm" gibi fiilî sıfatlarını gerçek anlamda zamanla kayıtlandırmak doğrudur. Çünkü yüce Allah, rahmeti üzerine yazmış, kendine gerekli kıl-mış olsa da, bu rahmet, ancak bazı kullarının bilmeden bir kötülük işledikleri, sonra bu kötülükten tövbe edip durumlarını düzelttikleri zaman kendisini gösterir, etkisini yapar.

Tefsirimizin dördüncü cildinde, "Allah'ın kabulünü üzerine aldığı tövbe..." (Nisâ, 17) ayeti ile sonrasındaki ayeti açıklarken konuyla ilgili detaylı bilgiler sunduk.

55) Böylece ayetleri genişçe açıklıyoruz ki [gerçekler iyice anlaşılsın] ve suçluların yolu açık seçik meydana çıksın.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................ 291

Ayetlerin akışının oluşturduğu atmosferden de anlaşılacağı gibi, ayetleri genişçe açıklamaktan maksat, ilâhî bilgilerin açıklanması, kapalılık ve giriftlikten kurtarılmasıdır. "Ve li-testebîne sebîl'ul-mucrimîn= Bu arada suçluların yolu açık seçik meydana çıksın." ifadesinin başındaki "lâm" harfi, amaç bildiren bir edattır. Bu cümle, büyüklüğüne ve önemine duyulan bir saygıdan dolayı açıkça zikrine gerek duyulmayan mukadder bir ifadeye matuftur. Bu tür kullanımların Kur'-ân'da örnekleri çoktur. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Bu günleri insanlar arasında dolaştırıyoruz ki, [onları sınayalım] ve Allah iman edenleri bilsin." (Âl-i İmrân, 140) "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, [müşriklerle tartışırken bir kanıt gösterebilsin] ve eksin inananlardan olsun." (En'âm, 75)

Buna göre, ayetin ifade ettiği anlam şudur: Biz, birtakım önemli yararların sağlanması amacıyla ilâhî bilgileri bu şekilde açıklıyor, bazısını bazısından ayırıyor ve üzerlerine kapaklanan belirsizliği gideriyoruz.

Bu önemli yararlardan biri de, suçluların yolunun belli olması, böylece ayetlerimize inanan kullarımızın ondan uzak durmasıdır.

Buna göre, suçluların yolundan maksat, suçluların Allah'ın birliğini ve bu birliğe (tevhide) ilişkin gerçek bilgileri ifade eden ayetlere karşı izledikleri yoldur. İnkâr, inat, ayetlerden yüz çevirme ve nimete karşı nankörlük etme yolu yani.

Denebilir ki: Suçluların yolundan maksat, suçlularla ilgili olarak izlenen yoldur. Bu da, dünyada lânetlenmeleri ve nihayet üzerlerine azabın indirilmesi, ahirette ise kötü bir hesapla karşılaşmaları ve acı bir azaba uğratılmaları şeklinde belirginleşen Allah'ın onlarla ilgili olarak yürürlüğe koyduğu yasa olarak izah edilebilir. Ancak surede, konuyla ilgili olarak sunulan ayetlerin akışı, birinci anlamın daha uygun olduğunu göstermektedir.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle merfu olarak İmam Rıza'- dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah, Peygamberimizin (s.a.a) ruhunu kabzetmeden dinini kemale erdirdi, ona her şeyin açıklamasını içeren Kur'ân'ı indirdi. Kur'ân'da helâl ve haram olan şeyleri, ce-

292 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

zaî müeyyideleri, hükümleri ve insanların ihtiyaç duyduğu her şeyi eksiksiz bir şekilde açıkladı. Yüce Allah, 'Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.' buyurmuştur." [c.1, s.198, h:1]

Tefsir'ul-Kummî'de müellif şöyle der: Bana Ahmed b. Muhammed anlattı, ona Cafer b. Muhammed anlatmış, ona Kesir b. Ayyaş anlatmış, ona da Ebu'l-Carud, İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s), "Ayetlerimizi yalanlayanlar... sağır ve dilsizdirler." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğunu söylemiş:

"Yani, hidayete, yol gösterici mesaja karşı sağırdırlar. İyiliği ve hayrı da konuşamaz dilsizdirler: 'Karanlıklar içinde kalmışlar.' Yani, küfrün karanlıkları içindedirler. 'Allah kimi dilerse, onu saptırır ve kimi dilerse, onu doğru yola koyar.' Bu, şu ümmetin kaderiyesine (kaderi inkâr edenlere) karşı bir cevaptır. Allah kıyamet günü onları Sabiîler (Yıldızperestler), Hıristiyanlar ve Mecusîler (Ateşperestler) ile birlikte haşreder. Bunun üzerine derler ki: 'Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz, ortak koşanlardan değildik.'1 Allah onlara şu karşılığı verir: Bak, nasıl kendilerine karşı yalan söylediler ve uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitti."2

İmam devamla der ki: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Haberiniz olsun ki, her ümmetin Mecusîleri vardır. Bu ümmetin Mecusîleri de, 'Kader yoktur!' diyenler ve irade ve kudretin kendilerinde olduğunu sananlardır." [c.1, s.198]

Tefsir'ul-Burhan'da bu hadis nakledilirken şu açıklamaya yer verilir: Ali b. İbrahim Kummî'nin tefsirinin diğer bir nüshasında hadis şu şekilde aktarılır: Buyurdu ki: "Haberiniz olsun ki, her ümmetin Mecusîleri vardır. Bu ümmetin Mecusîleri de, 'Kader yoktur!' diyenler ve irade ve kudretin ne kendi lehlerine, ne de aleyhlerine olmadığını sananlardır." Üçüncü bir nüshada ise hadisin metni şöyledir: "Bu ümmetin Mecusîleri de, 'Kader yoktur.' diyenler ve irade ve kudretin kendilerinde olmadığını sananlardır." [c.1, s.524]

1- [En'âm, 23]

2- [En'âm, 24]

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 293

Ben derim ki: Kader meselesi, İslâm'ın ilk dönemlerinde üzerinde konuşulan bir meseledir. O dönemde bir grup kaderi, yani Allah'ın iradesinin bir şekilde kulların amelleriyle ilintili olmasını inkâr etti. İnsanın, işlediği fiiller bazında bağımsız bir irade ve kudrete sahip olduğunu savundu. Onlara göre, insan, fiilinin bağımsız yaratıcısıydı. Bu guruba, kaderle ilgili tartışmalara girenler anlamında Kaderiye adı verildi. Gerek Şiîler ve gerekse Sünnîler Resulullah efendimizden (s.a.a) şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Kaderiye, bu ümmetin Mecusîleridir."

Bu hadisin, yukarıda işaret edilen gruba uyduğu açıktır. Çünkü bunlar, ameller için ayrı bir yaratıcı -ki bu insandır-, diğer şeyler için de ayrı bir yaratıcı -ki o da Allah'tır- öngörürler. Bu düalizmdir. Mecusîlerin, iyilik tanrısı ve kötülük tanrısı diye yaptıkları ikiciliğin aynısıdır.

Peygamber efendimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından (a.s) bu rivayeti anlam olarak açıklayan başka hadisler de aktarılmıştır. Bu da, Kur'ân'ın da vurguladığı gibi, gösteriyor ki, ortada kader diye bir şey vardır ve kulların fiilleri üzerinde Allah'ın dilemesi etkilidir.

Kaderi olumsuzlayan bir grup olan Mutezile ekolüne mensup olanlar, rivayette sözü edilen "Kaderiye"den, kaderi savunanların kastedildiğini ileri sürmüşler. Çünkü onlar da, tıpkı Mecusîler gibi hayır ve şerri insan dışında bir yaratıcıya isnat ediyorlar. Biz, bu konuda daha önce bazı açıklamalar yaptık, inşaallah ileride de daha detaylı açıklamalara yer vereceğiz.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşıldığı gibi, kaderi inkâr etmekle, irade ve kudretin insanın elinde olmadığını ve insana devredilmediğini söylemek, birbiriyle bağdaşmayan iki zıt görüştür. Çünkü kaderi olumsuzlamak, insanın irade ve kudret açısından bağımsızlığını savunmayı; kaderin varlığını kabul etmekse, insanın irade ve kudret açısından bağımsızlığını olumsuzlamayı gerektirir.

Buna göre, diğer iki nüshada yer aldığı şekilde, hem "Kader yoktur."

deyip, hem de irade ve kudretin ne kendi lehlerine, ne de aleyhlerine olmadığını söylemek, bazı müstensihlerin tahrifinden başka bir şey değildir. Müstensih, "Kader yoktur." sözünü esas alırken anlamı karıştırdığından hadisin gerisini değiştirmiştir.

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde şöyle deniyor: Ahmed, İbn-i Cerir,

294 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

İbn-i Ebî Hatem, İbn-i Münzir, Taberanî el-Kebir adlı eserinde, Ebu'ş Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve Beyhakî "eş-Şuab" adlı eserinde Ukbe b. Amir'den, o da Resulullah efendimizden (s.a.a) şöyle rivayet eder: "Allah'ın, kendisine karşı günah işleyerek yaşamını sürdürdüğü hâlde kuluna sevdiği nimetleri bahşettiğini görürsen, bil ki bu, Allah'ın onu yavaş yavaş kötü akıbetine doğru sürüklemesidir." Sonra Resulullah (s.a.a), 'Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her şeyin kapılarını onlara açtık...'1 ayeti ile arkasındaki ayeti okudu." [c.3, s.12]

Aynı eserde şöyle geçer: İbn-i Ebî Hatem, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i Mürdeveyh, Ubade b. Samit'ten şöyle rivayet ederler: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah bir kavim için kalıcılık ve gelişmişlik dilediği zaman onları kanaatkârlık ve gözü toklukla rızıklandırır.

Bir kavmi yok etmek istediğinde ise, onlar için -veya onlara- hıyanet kapılarını açar: Nihayet kendilerine verilenlerle sevince daldıkları sırada ansızın onları yakaladık, birden bire donakaldılar. Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur." [c.3, s.12]

Yine aynı eserde şöyle denir: İbn-i Münzir Cafer'den şöyle rivayet eder: "Allah, Davud'a şöyle vahyetti: Her durumda benden kork. En çok da her taraftan üzerine nimetlerin akmaya başladığı durumlarda kork. Sakın o zaman seni yere vurmayayım. Çünkü bu durumda artık sana merhamet gözüyle bakmam." [c.3, s.12]

Ben derim ki: Rivayette geçen "seni yere vurmamalıyım" sözü uyarı ifade eden bir nehiydir. "artık sana bakmam" sözünün orijinali ["lâenzure"] de mansuptur ve nehiyle ilintili bir ayrıntı niteliğindedir.

Tefsir'ul-Kummî'de, "De ki: 'Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı ansızın ya da açıkça size gelse..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniliyor: "Bu ayet, Peygamberimizin Medine'ye hicret ettiği sıralarda indi. Bu esnada ashabı, çeşitli zorluklar, meşakkatler, yorgunluklar ve hastalıklarla karşılaşmışlardı. Bu durumu Resulullah'a şikâyet ettiler. Bunun üzerine yüce Allah peygamberine vahyetti ki: Ey Muhammed, on- 1- [En'âm, 44]

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 295

lara de ki: 'Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı ansızın ya da açıkça size gelse, zalim toplumdan başkası mı helâk edilir?' Yani, size ancak dünyada yorgunluk ve zarar isabet eder. Ama insanın helâk olması demek olan elem verici azap ise, ancak zalim kavme isabet eder." [c.1, s.201]

Ben derim ki: Bu rivayet, zayıf olmasının ötesinde, En'âm Suresi'nin Mekke'de ve bir kerede indiğine ilişkin çok sayıdaki rivayetlerle de çelişmektedir. Kaldı ki, ayetin içeriği de, bu kıssayla örtüşmemektedir. Ayetin tefsiri bağlamında söylenen bu tarz sözler de, Kur'ân'ın ifade tarzıyla bağdaşmamaktadır.

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "...korkanları onunla uyar..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: İmam Sadık (a.s) buyurdu ki: "Rablerine kavuşmaktan korkanları Kur'ân ile uyar. Allah katındaki nimetleri anarak onları teşvik et. Çünkü Kur'ân şefaati kabul edilen bir şefaatçidir, onlar için şefaat eder." [c.3, s.70, Beyrut baskısı]

Ben derim ki: Hadisten anlaşıldığı kadarıyla ayette geçen "min dûnihi=ondan başka" ifadesindeki zamir Kur'ân'a döndürülmüştür. Gerçi Allah'ın kelâmında Kur'ân'ın "imam" olarak isimlendirildiği gibi "veli" olarak da isimlendirilmesine rastlanmamıştır; ancak böyle bir anlam vermek de doğrudur.

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde şöyle geçer: Ahmed, İbn-i Cerir, İbn-i Ebî Hatem, Taberanî, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve Ebu Nu-aym "el- Hilye" adlı eserinde Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Kureyş'in ileri gelenleri Resulullah'ın yanından geçiyorlardı. O sırada Peygamber'in yanında Suheyb, Ammar, Bilâl ve Habbab gibi zayıf Müslümanlar bulunuyordu. Kureyş'in ileri gelenleri dediler ki: 'Ey Muhammed, kavmin içinden bunlara mı razı oldun?! Aramızdan Allah bunlara mı lütufta bulundu?! Biz bunlara mı uyacağız?! Bunları yanından kov! Eğer onları kovarsan, bakarsın biz de sana tâbi oluruz.' Bunun üzerine Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi: Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanları onunla uyar..." [c.3, s.12]

Ben derim ki: Mecma'ul-Beyan tefsirinde, müellif bu hadisi, Salebî'den, o da kendi isnadıyla Abdullah b. Mes'ud'dan muhtasar

296 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

olarak rivayet etmiştir. [c.3, s.305] Yine aynı eserde şöyle denir: İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir, İkri-me'den şöyle rivayet ederler: "Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Karza b. Abduamr b. Nevfel, Haris b. Amir b. Nevfel ve Mut'im b. Adiy b. Hıyar b. Nevfel Abdumenaf oğulları kâfirlerinden bir grup ileri gelenle birlikte Ebu Talib'in yanına gittiler ve dediler ki: Kardeşinin oğlu, şu köleleri yanından kovsa olmaz mı? Onlar bizim kölelerimiz ve ırgatlarımızdır. Eğer onları yanından kovarsa, sinemizde daha büyük bir yer edinir, ona daha fazla eğilim gösteririz ve onu tasdik edip uyma ihtimalimiz daha güçlenir."

"Ebu Talip soydaşlarının bu önerisini Resulullah efendimize iletti. Bunun üzerine Ömer dedi ki: 'Bu öneriyi kabul etsen olmaz mı? Böylece onların bu sözleriyle neyi kastettiklerini anlamış oluruz. Bakalım işin sonu nereye varacaktır?' Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanları onunla uyar... Allah, şükredenleri daha iyi bilmez mi?"

"Bunlar; Bilâl, Ammar b. Yasir, Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim, Üseyd'in kölesi Sabah, Mekke'deki kimi kabilelerin yanaşması durumundaki İbn-i Mes'ud, Mikdad b. Amr, Vakid b. Abdullah el-Hanzelî, Züşşimaleyn lakaplı Amr b. Abduamr ve Mirsed b. Ebî Mirsed gibi zayıf Müslümanlardı."

"İşte Kureyş'e mensup küfür önderleri ile köleler ve yanaşmalar hakkında şu ayet indi: 'Böylece biz onların kimini kimi ile denedik ki: ... desinler...' Bu ayet inince Ömer, daha önce söylediği sözden dolayı özür diledi. Sonra yüce Allah şu ayeti indirdi: Ayetlerimize inananlar sana geldikleri zaman..." [c.3, s.13]

Aynı kaynakta şöyle geçer: İbn-i Ebî Şeybe, İbn-i Mace, Ebu Ya'-la, Ebu Nuaym "el-Hilye" adlı eserinde, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebî Hatem, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve Beyhakî "ed-Delâil" adlı eserinde Habbab'dan şöyle rivayet ederler: "Bir gün Akra' b. Habis et- Temimî ve Uyeyne b. Husayn el-Fezarî geldiler. Peygamber'in Bilâl, Süheyb, Ammar ve Habbab gibi bir grup güçsüz müminin yanında oturduğunu gördüler. Bu saydığım kişileri Peygamber'in yanında görünce küçümsediler. Onların arasından geçerek Peygamber'in

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 297

yanına geldiler ve dediler ki: 'Biz senin yanında bize özgü ayrı bir meclisin olmasını istiyoruz ki, Araplar bununla bizim ayrıcalıklı konumumuzu görsünler. Çünkü Arap heyetleri sana gelecektir. Ve biz Arapların bizi şu kölelerle birlikte yanında oturur vaziyette görmelerinden utanç duyuyoruz. Biz sana geldiğimiz zaman, onları yanımızdan kaldır.

Biz gittikten sonra dilersen onların yanında oturabilirsin.' Hz. Peygamber, 'Tamam.' dedi. Bunun üzerine dediler ki: 'Buna dair bize yazılı bir güvence ver.' Peygamberimiz bir kâğıt getirilmesini istedi. Sonra yazması için Ali'yi çağırdı. Biz de o sırada Peygamberimizin yanında oturuyorduk."

"O sırada Cebrail şu ayeti indirdi: 'Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma... de ki: Selâm size! Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır.' Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) kâğıdı elinden attı, sonra bizi çağırdı. Biz yanına geldiğimizde o şöyle diyordu: 'Selâm size! Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır.' Bu hadiseden sonra bizler Peygamber'in yanında oturuyorken, o, kalkmak istediğinde kalkar giderdi ve bizi bırakırdı. Sonra Allah şu ayeti indirdi: 'Nefsini, sabah akşam, rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut.'1 Bu ayetin inişinden sonra, Resulullah bizimle birlikte oturduğunda, onun kalkması gerektiği zamanlarda önce biz kalkardık ve onu orada bırakırdık, sonra o kalkar giderdi." [c.3, s.13]

Ben derim ki: Mecma'ul-Beyan tefsirinde, müellif bu hadisi Selman'dan ve Habbab'dan rivayet etmiştir.2 Sunduğumuz bu üç rivayetin anlamını içeren başka rivayetler de aktarılmıştır. Surenin giriş kısmında, En'âm Suresi'nin Mekke döneminde ve bir kerede indiğine ilişkin değerlendirmemizi yeniden göz önünde bulundurup, yanı sıra ayetlerin akışını da incelediğimizde, bu rivayetlerde anlatılanların, bizim öteden beri olayların ayetlere uyarlanması dediğimiz durumdan başka bir şey olmadığını görürüz. Şöyle ki: Raviler, bazı ayetlerin içeriklerinin Peygamberimizin zamanında yaşanan bazı olaylara uydu-

1- [Kehf, 28]

2- [c.3, s.72]

298 ................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ğunu görmüşlerdir. Bunun üzerine olayı, ayetin iniş sebebi olarak değerlendirmişlerdir. Bununla, ayetin bir kerede ve bağımsız olarak bu olay hakkında ve bu olaydan yana meydana gelen kuşkuyu kaldırmak için indiğini kastetmemişlerdir. Bilâkis bununla, söz konusu olaydan yana meydana gelen kuşkunun bu ayetle giderileceğini vurgulamak istemişlerdir.

Nitekim aynı yöntemle başka olaylara ilişin kuşkular da giderilmektedir. Bunu, "Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma..." ayetinin iniş sebebi olarak gösterilen üç rivayetten de gözlemleyebiliyoruz. Çünkü kıssalar birbirine benzer, ama farklı olmakla beraber, amaç aynıdır. Öyle anlaşılıyor ki, Ku-reyş'in ileri gelenleri Peygamberimize birkaç defa gelmişler ve her defasında yanındaki zayıf müminleri kovmasını önermişler. Ayetin içeriğinde de bu önerilere veya bunların bir kısmına yönelik bir işaret var gibidir.

Bu şekilde, ayetlerin iniş sebebi olarak, Peygamber efendimizin zamanında yaşanan çeşitli olaylar ve kıssalar aktarılmıştır. Aslında bu olayların ve kıssaların ayetlerin anlamlarıyla bir şekilde ilişkisi söz konusudur. Yoksa, ayetlerin özel olarak aktarılan bu olaylarla ilintili olması gibi bir zorunluluk söz konusu değildir. Ancak daha sonraki dönemlerde hadislerin anlam olarak yaygın bir şekilde rivayet edilmesi, nakilde oldukça müsamahalı davranılması sonucu, insanlar bu ayetlerin özellikle aktarılan bu olaylarla ilgili olarak indiklerini ve bu olayların ayetlerin tek iniş sebepleri olduğunu sanmışlardır. Dolayısıyla iniş sebepleriyle ilgili aktarılan bu gibi rivayetlere fazla güvenmemek gerekir. Özellikle tefsirini sunduğumuz bu sure gibi bir kerede inen sureler söz konusu olduğunda iniş sebeplerine ilişkin rivayetlerin güvenilmezliği daha bir belirginlik kazanmaktadır. Çünkü bu gibi rivayetler, ilgili oldukları ayetlerin, Peygamberimizin zamanında yaşanan bu olaylarla bir şekilde ilintili olduklarını ortaya koymaktan öte bir anlam ifade etmezler. Özellikle uydurma rivayetlerin, art niyetli katıştırmaların, yanı sıra zayıf rivayetlerin çokluğunu, sonra ilk kuşak ravilerin bu tür rivayetleri nakletmede oldukça hoş görülü davrandıklarını göz önünde bulundurduğumuzda, söylediklerimizin ne kadar doğru olduğu daha iyi anlaşılır.

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................... 299

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Zübeyr b. Bekkar'ın "Ahbar'ul-Me-dine" adlı eserinden naklen Ömer b. Abdullah b. Muhacir'den şöyle rivayet eder: "Bu ayet, bazı insanların Peygamberimizden Suffa ashabından bazı zayıf Müslümanları kovmasını istemesi üzerine inmiştir." Bununla ilgili olarak da yukarıda sunduğumuza benzer bir kıssa aktarılmıştır. Ancak En'âm Suresi'nin hicretten önce, Mekke'de ve bir kerede nazil olmuş olması, bu rivayetin zayıf olduğunu ortaya koymaktadır. [c.3, s.13]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ebu Amr ez-Zübeyrî'den, o da İmam Cafer Sadık'- tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ölmeden önce tövbe eden kula Allah rahmet etsin. Çünkü tövbe, hataların kirinden temizleyici, helâk edici bedbahtlıktan kurtarıcıdır. Allah tövbe eden salih kullarına merhamet etmeyi üzerine yazmıştır: Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır ki, sizden kim, bilmeyerek (cahillik ederek) bir kötülük işler de sonra ardından tövbe edip düzelirse, muhakkak ki O, bağışlayandır, merhamet edendir." [c.1, s.361, h: 27]

Tefsir'ul-Burhan'da, İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Ayetlerimize inananlar sana geldikleri zaman..." ayeti Ali, Hamza ve Zeyd hakkında inmiştir." [c.1, s.527]

Ben derim ki: Birçok rivayette, önceki ayetlerin de Ehlibeyt düşmanları hakkında indiği belirtilir. Görüldüğü kadarıyla bütün bunlar uyarlama ve tatbik etme kapsamına girmektedir. Ya da anlamın batınını esas almanın örnekleridir. Çünkü surenin Mekke'de ve bir kerede inmiş olması, bu tür rivayetlerin iniş sebebi olması ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Bu yüzden söz konusu rivayetleri burada sunma gereğini duymadık. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.

300 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

AYETLERİN MEÂLİ

56- De ki: "Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum." De ki: "Ben, sizin keyiflerinize uymam. Çünkü o takdirde sapıtmış ve hidayeti bulanlardan olmamış olurum."

57- De ki: "Ben, Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir.

Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir. O, gerçeği ayırır ve O, ayırt edenlerin en iyisidir."

58- De ki: "Eğer acele istediğiniz şey (mucize), benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş şimdi bitirilmişti. (Çünkü) Allah, zalimleri daha iyi bilir."

59- Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez.

Karada ve denizde olanları O bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin. Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey düşmez ki (O, onları bilmesin ve bütün bunlar) apaçık bir kitapta olmasın.

60- O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır ve gündüzün ne işlediğinizi bilir. Sonra belirlenmiş süre tamamlansın diye onda (gündüzün) sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O'nadır. Sonra da yaptıklarınızı size haber verecektir.

61- Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir. Bu arada üzerinize koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onu( n canını) alırlar ve onlar ihmalkârlık etmezler.

62- Sonra gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler. Haberiniz olsun, hüküm yalnız O'nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.

63- De ki: "Gizli ve açık olarak, 'Bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden oluruz.' diye kendisine yalvarıp yakardığınız zaman, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor?"

64- De ki: "Ondan ve her sıkıntıdan sizi Allah kurtarıyor. Sonra siz, yine O'na ortak koşuyorsunuz."

65- De ki: "O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminiEn'âm zin hıncını tattırmaya kadirdir." Bak, belki anlarlar diye delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz).

66- O gerçek iken, kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekil değilim." 67- "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz."

68- Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla beraber oturma.

69- Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat, belki korunurlar diye, (bu) bir hatırlatmadır.

70- Dinlerini oyun ve eğlence yerine koyan ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak ve onunla (o Kur'ânla) hatırlat ki kişi, kazandıkları (günahlar) sebebiyle alıkonmasın. Onun Allah'tan başka ne bir velisi, ne de bir şefaatçisi yoktur. Her türlü fidyeyi verse de, ondan alınmaz. İşte onlar, kazandıkları (günahlar) sebebiyle alıkonmuşlardır. İnkâr etmelerinden dolayı onlar için kaynar sudan bir içecek ve acı bir azap vardır.

71- De ki: "Allah'tan başka, bize ne yarar, ne zarar veremeyen şeylere mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde geriye mi döndürülelim? Tıpkı şeytanların yeryüzünde aşağılık duruma düşürerek şaşkın bir hâlde bıraktıkları, arkadaşlarının ise, 'Bize gel!' diye kendisini doğru yola çağırdıkları kimse gibi (mi olalım)?" De ki: "Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir ve bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir."

72- "Ve (bize söylenmiştir ki:) Namazı kılın ve O'ndan sakının. Huzurunda bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur."

73- Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. "Ol!" dediği gün, oluverir. Sözü haktır. Sûra üflendiği gün, mülk O'nundur. Gaybı (görülmezi) ve görüleni bilir. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

302 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Yukarıdaki ayetler, tevhit inancı ve onunla doğrudan ilintili olan peygamberlik misyonu ve ahiret gibi hususlarda müşriklere karşı sunulan kanıtların bütünleyicisi konumundadır. Ayetlerin bitişik ve ahenkli bir akışa sahip oldukları gözlemlenmektedir.

56) De ki: "Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum. De ki: "Ben, sizin keyiflerinize uymam. Çünkü o takdirde sapıtmış ve hidayeti bulanlardan olmamış olurum."

Peygamberimizin onlara, Allah'a ortak koştukları düzmece ilâhlara tapmaktan men olunduğunu haber vermesine ilişkin bu emir, aslında onların bunlara ibadet etmelerini yasaklayıcı bir kinayeli anlatımdır. Ardından bu yasağın gerekçesine şu ifadelerle işaret ediliyor: "De ki: Ben, sizin keyiflerinize uymam." Gerekçe şudur: Onların düzmece ilâhlara kulluk sunmaları, aslında keyiflerine uymalarının bir göstergesidir.

Oysa Peygamberimiz bundan men edilmiştir. Ardından da şu sözlerle nefsin keyfine uyulmaması gereğinin gerekçesine işaret ediliyor: "Çünkü o takdirde sapıtmış ve hidayeti bulanlardan olmamış olurum." Buna göre, nefsin keyfine uyulmaması gereğinin sebebi, sapıklık ve hidayeti bulanlar topluluğundan çıkma durumudur. Hidayeti bulanlar, Allah'ın doğru yolunu kabul edip benimseyenler ve bununla tanınanlardır. Bu demektir ki, nefsin keyfine uymak, hidayet niteliğinin insanın içinde yer edip kalıcılık kazanması ile bağdaşmaz, tevhit nurunun kalpte yarar verici bir şekilde sürekli olarak parlamasına engel oluşturur.

Bütün bunlarla, putlara tapmanın yasaklanmasının veya onlara tapmaktan kaçınmanın gerekçesi, eksiksiz bir beyan ile özet bir biçimde açıklanmış oluyor. Buna göre, putlara tapmak, heva ve hevese, nefsin keyfine uymak demektir. Heva ve hevese uymaksa, sapıklık ve ilâhî hidayeti benimseyen doğru yol üzerindeki insanların topluluğundan çıkmak demektir.

57) De ki: "Ben, Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir. Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir.

Ayetin orijinalinde geçen "beyyine" açık kanıt demektir. Kelimenin

En'âm Sûresi / 74-83 ......................................................................... 303

kökü "beyan"dır ki açıklık anlamına gelir. Bu sözcüğün kökeninde, bir şeyin başka bir şeyden bir daha kavuşmayacak ve karışmayacak şekilde ayrılması, uzaklaşması anlamı yatmaktadır. "Beyn=ara, bevn= fasıla, beynûne=ayrılık" gibi sözcükler de bu kökten türemiştir. Kanıta "beyyine" denilmesi, hakkın batıldan ayrılmasını sağlamasından, sayesinde hakkı açıkça görmenin, zorlanmaksızın algılamanın mümkün olmasından dolayıdır.

"Siz ise onu yalanladınız." ifadesindeki zamir, Kur'ân'a dönüktür. Ayetin akışından anladığımız kadarıyla, onların yalanlamaları, Peygamberimizin (s.a.a) dayandığı kanıtla ilintilidir. Anlamın bütünlüğünden bunu anlamak mümkündür. Ayrıca bu çıkarsamayı, "Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir..." sözü de pekiştirmektedir. Çünkü bu son cümleyi de eklediğimiz zaman ayetin bütününden şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: Allah'ın benim peygamberliğimi desteklemek için sunduğu kanıtı, yani Kur'ân'ı siz yalanlamaktasınız. Sizin önerdiğiniz ve bir an önce göstermem için acele ettiğiniz mucizeleri göstermek de, benim elimde değildir, benim yetkime bırakılmamıştır.

Şu hâlde aramızda bir uzlaşma söz konusu değildir. Çünkü bana sizin istemediğiniz bir şey verilmiş, siz de benden bana verilmeyen bir şey istiyorsunuz.

Bundan da anlaşılıyor ki: "Kezzebtum bihi=Siz ise onu yalanladınız." ifadesindeki orijinalindeki mecrur zamir, kanıta yöneliktir. Çünkü ondan maksat, Kur'ân'dır. "Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir."

ifadesinde ise, kinaye yöntemiyle acele istedikleri şey üzerinde bir etkinliğinin olmadığının belirtilmesi amaçlanmaktadır. Çünkü, özellikle bağışlamak ve vermek konusunda bir şeyin insanın gücü dahilinde olabilmesi için, onun insanın yanında mevcut olması ya da elinin ulaştığı bir yerde depolanmış olması gerekir ki, ondan dilediğini versin. İşte "benim yanımda değildir." ifadesiyle, lâzımın olumsuzlan- ması suretiyle melzum da olumsuzlanarak, istenilen şey konusunda gücü ve yetkisi olmadığı anlatılmak istenmiştir.

"Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir..." Bu ifade, söz konusu olumsuzlama neden ilişkin bir açıklama niteliğindedir. Olumsuzlamanın ve sınırlandırmayı ifade eden istisna yöntemine başvurulmasının nedeni de budur. Bununla olumsuzlamanın

304 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

de budur. Bununla olumsuzlamanın olumsuzlanan olgunun cinsini kapsadığına işaret edilmek isteniyor. Demek isteniyor ki, Allah'tan başkası, hüküm verme olgusunun cinsi bağlamında hiçbir yetkiye sahip değildir. Bu yetki, sırf ulu Allah'a aittir.

HÜKMÜN ANLAMI VE YALNIZCA ALLAH'A AİT OLUŞU

"Hüküm" sözcüğünün kökü, bir şeyin parçalarının bölünmeyecek, çözülmeyecek, parçalara ayrılmayacak, etkisi zayıflamayacak ve biçimi ortadan kalkmayacak şekilde kaynaşması, açıklıkların ve aralıkların kapatılması suretiyle sağlamlaştırılması anlamını ifade eder. Bu kelimenin "ihkâm", "tahkim", "hikmet" ve "hükûmet" gibi çeşitli türevleri, bu anlam üzerinde birleşmektedirler.

İnsanlar arasındaki yönetsel ve hukuksal uygulamalarda bu anlamın gerçekleştiğini gözlemlemek mümkündür. Çünkü yöneticiler ve başkanlar bir şeyi emrettikleri zaman, emirlerine muhatap olan kişilere görevi düğümlenmiş, onları bununla bağlamış gibi oluyorlar. Bu düğümü çözmeleri ve bu bağdan kurtulmaları söz konusu değildir. Falan eşyanın sahibi veya falan şeyde hak sahibi olmak da böyledir.

Söz konusu kişiyle o eşya veya o şey arasında bir tür kaynaşmışlık ve bütünleşmişlik olur. Başkası onunla, o eşya arasına girip de o eşyada tasarrufta bulunamaz. Veya onunla, üzerinde hak sahibi olduğu şeyin arasına girip de hakkını kullanmasına engel olamaz. Bir kimse kalkıp, eşya sahibiyle o eşya hususunda çekişirse, sözgelimi eşyanın kendisine ait olduğunu iddia ederse ya da bir şey üzerinde hak sahibi olan kimsenin bu hakkının aslında kendisine ait olduğunu ileri sürerek onun hakkını geçersiz kılmaya çalışırsa, yukarıda işaret ettiğimiz sağlamlık gevşemiş, muhkemlik zayıflamış olur.

Ardından meselenin çözümü için başvurulan hakem veya yargıç mülkiyeti veya hakkı taraflardan birine bağladığında, aslında gevşemeden sonra bir sağlamlaştırma, fetretten sonra bir güçlendirme söz konusu olur. Hakemin veya yargıcın, "Falan eşyanın mülkiyeti falan adama aittir. Falan şey üzerindeki tasarruf hakkı şu adamındır." şek

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................. 305

lindeki sözü, çekişme ve sürtüşme sorununu ortadan kaldıran bir güçlendirme, pekiştirme işlevini görür. Artık malik ve hak sahibinden başkası, onunla mülkü ve hakkı arasına giremez. Kısacası, emreden amir ve hükmeden yargıç, emrinde ve hükmünde emre ve hükme konu olan şeyle ilgili olarak bir bağıntı meydana getirerek, bu hususta baş gösteren gevşekliği gidermiş, güçsüzlüğü güçlendirmiş oluyorlar. İşte hüküm dediğimiz şey budur.

İnsanlar bu yolla kararlaştırılmalı/itibarî konulara ilişkin hükümlerin anlamını kavramış, sonra bunun, yargısı ve kaderi bağlamında Allah- 'a izafe edildiğinde gerçek varlıklara da uyarlanabileceğini fark etmişlerdir.

Buna göre, çekirdeğin toprakta gelişip yeşermesi, dal ve yapraklara sahip olması, sonra meyve vermesi, aynı şekilde embriyonun hayat ve duygu sahibi bir bedene dönüşmesi, bütün bunlar, yüce Allah tarafından verilen hükümler ve kararlar niteliğindedir. İşte hükmün anlamından anladığımız budur: Bir şeyin başka bir şey için ispatlanması veya bir şey gerçekleşince başka bir şeyin de ispatlanması.

Kur'ân'ın öğretilerine esas olarak aldığı tevhit teorisi, yüce Allah'ın varlıklar üzerinde tek ve ortaksız bir etkinliğe sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Gerçi, bu etkinliğin yüce Allah'a izafe edilmesi hep aynı tarzda olmaz ve varlıkların farklılıkları oranında birtakım farklılıklar arz eder. Örneğin yüce Allah'ın yaratmayı kendine izafe ettiğini gördükten sonra, çeşitli şekillerde başkalarına da izafe ettiğini görmemiz mümkündür. İlim, kudret, hayat, dileme, rızk ve güzellik gibi olgular için de aynı durum geçerlidir. Kısacası, etki yüce Allah'a ait olduğuna göre, bir tür etki demek olan hüküm de O'na aittir.

Bu hususta varoluşsal gerçeklere ilişkin hüküm ile kararlaştırılmalı/ itibarî yasal olgulara ilişkin hüküm arasında herhangi bir fark yoktur. Bu anlamın şu ayetlerde vurgulandığını gözlemlemek mümkündür: "Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir." (En'âm, 57; Yûsuf, 67) "Haberiniz olsun, hüküm yalnız O'nundur." (En'âm, 62) "İlkte de, sonda da hamd O'na mahsustur; hüküm de O'nundur." (Kasas, 70) "Allah hüküm verir, O'nun hükmünün ardına düşecek (onu sorgulayacak) yoktur."

(Ra'd, 41) Eğer Allah'tan başkasının hüküm vermek gibi bir yetkisi ol-

306 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

saydı, Allah'ın hükmünün ardına düşmesi ve iradesine karşı çıkması gibi bir yetkisi de olurdu. Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: "O hâlde hüküm, yüce ve büyük olan Allah'a aittir." (Mü'min, 12) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Bu özel ya da genel nitelikli ayetler, varoluşsal hükmün yüce Allah'a ait olduğunu ifade etmektedirler. Yasama nitelikli hükmün de sırf Allah'a ait olduğunu şu ayetten anlayabiliriz:

"Hüküm, yalnız Allah'ındır. O, yalnız kendisine tapmanızı buyurmuştur. İşte doğru din budur." (Yûsuf, 40)

Dolayısıyla, bu ayetlerden de anlaşıldığı kadarıyla, mutlak anlamda hüküm verme yetkisi, sadece Allah'a aittir ve hiç kimse bu hususta O'na ortak değildir. Ancak bazı ayetlerde yüce Allah'ın hükmü, özellikle yasama nitelikli olanı kendisinden başkasına izafe ettiğini de görüyoruz. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "İçinizden iki adil kişinin hükmedeceği..." (Mâide, 95) Bir diğer ayette de Hz. Davud'a (a.s) şöyle hitap ediliyor:

"Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O hâlde, insanlar arasında adaletle hükmet." (Sâd, 26) Peygamberimize (s.a.a) hitaben de şöyle buyuruluyor: "Onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet." (Maide, 49) "Şu hâlde, onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet." (Mâide, 48) "Peygamberler, onunla hüküm verirlerdi." (Mâide, 44) Bunun gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.

Bu ayetleri önceki ayetler grubuyla birlikte incelediğimiz zaman, hükmün öncelikle ve temelde yüce Allah'a ait olduğu, O'nun dışında hiç kimsenin kendinden kaynaklanan bağımsız hüküm verme yetkisinin olmadığı anlaşılır. O'ndan başkası, ancak O'nun izniyle hüküm verebilir. Bu yüzden yüce Allah, kendisini hükmedenlerin en iyi hükmedeni ve en hayırlısı olarak nitelendirmiştir. Bu da temelli oluşu, bağımsızlığı ve öncelikliliği ifade eder: "Allah hüküm verenlerin en iyi hüküm vereni değil midir?" (Tîn, 8) Diğer bir ayette de şöyle buyurulmuştur: "O, hükmedenlerin en iyisidir." (A'râf, 87)

Görüldüğü gibi, yüce Allah'ın izni ve benzeri bir gerekçeyle, O'ndan başkasına hüküm vermeyi izafe eden ayetler, kararlaştırılmalı/itibarî konulara özgüdür. Varoluşsal hüküm bağlamında ise -hatırladığım kadarıyla- O'ndan başkasına da bunun izafe edileceğine ilişkin bir i

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 307

fade bulunmamaktadır. Gerçi yüce Allah'a izafe edilen sıfat ve fiillerin anlamlarının genel olarak izin gibi bir gerekçeyle bir şekilde Allah'tan başkasına da izafe edilmesi mümkündür. İlim, kudret, yaratma, rızk, diriltme, irade gibi olguları buna örnek gösterebiliriz. Kur'ân ayetlerinde de buna ilişkin açıklamalar çoktur ve onları burada sıralamaya gerek de yoktur.

Büyük bir ihtimalle, varoluşsal bağlamda izinle de olsa hükmün Allah'tan başkasına izafe edilmemiş olmasıyla yüce Allah'a saygı unsuru gözetilmiştir. Çünkü bu sıfatın bir şekilde bağımsızlık anlamı vardır.

Dolayısıyla, böyle bir anlamı aracı konumdaki sebeplere izafe etmenin hiçbir yolu bulunmamaktadır. Nitekim varoluşsal yargı ve emir için böyle bir özellik söz konusudur. Bu bağlamda Bedî' (örneksiz yaratan) Bari' ( yoktan var eden) Fatır (yoktan yaratan) lafızlarını da buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bu lafızlar bir tür bağımsızlık anlamını içerirler. Bu yüzden de, yüce Allah'ın rububiyetine saygıdan dolayı, O'ndan başkası hakkında bu ifadelerin kullanılmasından kaçınılmıştır.

* * *



Şimdi üzerinde durduğumuz ayetin tefsirine dönebiliriz. "Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir." ifadesinde varoluşsal yargı kastedilmiştir.

"Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir." ifadesi de, hükmün yalnız Allah'a ait olmasının gerekçesini açıklamaya yöneliktir. Dolayısıyla -ayetin akışından anladığımız kadarıyla- şöyle bir anlam kastedilmiştir: Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir. Sizinle benim aramızda hüküm vermek gibi bir yetkim yoktur. Sizin kendinize bir mucize göstermeme ilişkin isteğiniz de bu kapsama girer. Dolayısıyla bu konuda size olumlu bir cevap vermem mümkün değildir.

Buna göre, "Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir." ifadesi de, kinaye niteliğinde bir kullanımdır. Sanki onlar, Kur'ân dışında bir ayet getirmesini istemekle, onunla kendileri arasında hüküm vermesini istemişlerdir. Belki de bir sonraki ayette mevsul ve sıla lafızlarının tekrar edilmesinin altındaki sır budur. Adı geçen ayette yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Eğer acele istediğiniz şey, benim yanımda olsaydı..." Oysa ayetlerin akışının zahiri, "Eğer o, benim yanımda

308 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

olsaydı" şeklinde bir ifadenin kullanılmasını gerektirmektedir. Buna göre, önceki ayette geçen "Acele istediğiniz şey" ifadesinden maksat, ayetin gerektirdiği şeydir. Yani, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı yasalar doğrultusunda onunla kendileri arasında karar verilmesi. İkinci ayette ise kastedilen, ayetin kendisidir. Kinayenin aksi yönde olması da ihtimal dahilindedir. Buna göre de, birinci ayette geçen "Acele istediğiniz şey" ifadesiyle açıkça karar verme, ikinci ayette ise, kinaye yoluyla ayetin kendisi kastedilmiş olur. O, gerçeği ayırır ve O, ayırt edenlerin en iyisidir.

Bu ifadenin orijinalini yedi kıraat imamından Asım, Nafi ve İbn-i Kesir "yekussu" şeklinde okumuşlardır. Bu da bir şeyi kesmek, başka bir şeyden ayırmak anlamına gelir. "Kız kardeşine, 'Onun izini takip et.' dedi." (Kasas, 11) ayetinde geçen "kussî" kelimesi de buradan türemiştir. Diğer kıraat imamları ise, "kazâ'" kökünden gelen "yakzî" şeklinde okumuşlardır. Buna göre, kelimenin sonunda bulunması gereken "ya" harfi yazıda düşmüştür. Tıpkı "Ama uyarılar fayda ver-miyor." (Kamer, 5) ayetinin orijinalinde geçen "tuğni" ifadesinin sonundaki "ya" harfinin aynı gerekçeyle yazılmaması gibi.

Her iki kıraatin de kendine göre bir mantığı olmakla birlikte anlam olarak ikisi de aynı hedefe yöneliktir. Çünkü hakkı kesip batıldan ayırmak, hükmedip karara bağlamanın bir gereğidir. Bununla beraber, "O, ayırt edenlerin en iyisidir." cümlesine, ayırma anlamına gelen "kassa" kökü daha uygun düşmektedir.

Ancak bazı müfessirlerin ihtimal verdiği gibi "yekuss'ul-hakka" ifadesinde geçen "kassa" fiilinin bir şeyden haber verme veya bir şeyin izini sürme anlamında kullanılmış olması ihtimaline gelince; bu iki anlam ayetin konusuyla bağdaşmamaktadır.

Birinci anlama gelince; yüce Allah Kur'ân'ın birçok yerinde peygamberlerin kıssalarını ve onların ümmetlerinin başından geçen olayları anlatmışsa da burada böyle bir ihtimali gerektiren bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla yüce Allah'ın kendisini bu şekilde nitelendirmesini gerektiren bir husus yoktur.

İkinci anlama gelince de; bu anlama göre ayetin anlamının özü şöyle

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 309

olur: "Yüce Allah, mülkünü yönetirken, yarattıklarının işlerini düzenlerken hakka tâbi olur, hakkın peşinden gider." Gerçi yüce Allah ancak hak ile hükmeder ve haktan başka bir karar vermez, ancak hikmet üzere olan Kur'ân'ın ifade tarzı, tâbi olmayı ve peşinden gitmeyi yüce Allah'a izafe etmez. Yüce Allah, "Hak, Rabbindendir." (Âl-i İmrân, 60) buyurmuş, buna karşın "Hak, Rabbinle beraberdir." buyurmamıştır. Çünkü beraberlik kavramının anlamında, destek verme, pekiştirme unsurları yatar. Bu da zayıflığı, çaresizliği çağrıştırır.

YÜCE ALLAH'IN FİİLİNİN VE HÜKMÜNÜN GERÇEK ANLAMI

Yüce Allah'ın hükmü hakkın kendisidir, hakka uygun veya hakla uyuşan değil. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir şey objeler dünyasında sabit olduğu, somut olarak gerçekleştiği zaman hak olur. Aynı zamanda bunun vehim sonucu uydurulmamış olması, bir zihin tarafından kurgulanmaması da gerekir. Objeler dünyasında yer alan bir varlık olan insanı, aynı şekilde yeri, onda biten bitkileri ve ondan beslenen hayvanları buna örnek gösterebiliriz. Bir haberin hak olabilmesi için de bizim kavrayışımızdan bağımsız olarak kendiliğinden sabit realiteyle örtüşmesi gerekir.

Bir hüküm ve yargının hak olabilmesi için de evrene egemen olan yasaya uygun olması gerekir. Bir kimse herhangi bir emir verdiğinde veya bir yargıç bir hüküm verdiğinde, bu hükmün ve yargının mutlak ve evrensel hak olması için evrene egemen olan yasalar sisteminin özünden algılanan mutlak ve evrensel maslahat normlarına uygun olması şarttır. Genel evrensel düzen göz önünde bulundurulmaksızın evrenin bazı parçalarının durumları esas alınarak belirlenen nispî bir uyumluluk söz konusuysa, buna dayalı olarak verilen hüküm de nispî olarak hak niteliğini kazanır.

Bir kimse bize adalete uymayı ve zulümden sakınmayı emrettiği zaman, onun bu emri hak olur. Çünkü evrene egemen olan yasalar sistemi varlıkları mutluluklarına ve iyiliklerine yöneltir. Evrene egemen olan yasa, insanın toplumsal bir yaşayışı esas almasını öngörmekte ve bireylerden meydana gelen her topluma, parçalarını birbiriyle

310 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kaynaştırmasını ve parçaların birbirleriyle çatışmasına engel olmasını emretmektedir. Böyle olunca toplumun bir tarafı diğer tarafı ifsat edici bir tavır içinde olmaz. O zaman toplum, varoluşsal olarak kendisi için öngörülen mutluluktan payına düşeni alır, bunu bir araya gelmiş bireylerinin arasında da bölüştürür. Çünkü insan denen canlı türünün çıkarı, mutlak olarak ifade edecek olursak, hayatta mutlu olmaktır.

Adaleti emretmek ve zulümden kaçınmak da bu hedefle örtüşmektedir.

Çünkü bunların ikisi de haktır. Buna karşın adaleti yasaklamak ve zulmü emretmek insanın evrensel çıkarıyla bağdaşmamaktadır.

Çünkü her ikisi de batıldır. Tevhit haktır; çünkü insanı gerçek yaşayışı itibariyle mutluluğa yöneltir. Şirk batıldır; çünkü insanı ölümcül bir mutsuzluğa ve sonsuz bir azaba sürükler. Aynı şekilde, tartışan iki taraf arasında verilen hükmün hak olması da, verilen hükmün evrensel insanî maslahata ya da özel bir ulusun maslahatına ya da belli bir ümmetin maslahatına uygun olmasına bağlıdır. Bilindiği gibi, gerçek maslahat da, mutlak veya nispî olarak evrende egemen olan yasaların özünden algılanan maslahattır.

Bundan da anlaşılıyor ki, ne şekilde olursa olsun "hak", zihin dışında bir olgu olarak var olan evrenden, ona egemen olan düzenden ve onun işleyişi bazında geçerli olan yasalardan algılanır. Hiç kuşkusuz egemen düzeni, yasaları ve prensipleri ile evren ve varlık bütünü, yüce Allah'ın fiili konumundadır; O'ndan başlayıp, O'nunla kaim olup, O'nda son bulur. Şu hâlde, ne şekilde olursa olsun hak ve nasıl tasavvur edilirse edilsin maslahat, O'nun fiiline tâbidirler, O'nun peşinden giderler, O'na dayanmak suretiyle ayakta dururlar. Yoksa yüce Allah, fiilleri itibariyle hakka tâbi değildir, hakkın peşinden gitmez. Çünkü O, bizzat haktır; O'nun dışındaki şeyler de O'nunla hak olma niteliğini kazanırlar.

Biz Ademoğulları, kendi serbest seçimimizle işlediğimiz fiillerle, varlığımızdaki eksiklikleri gidermeyi ve yaşamsal ihtiyaçlarımızı karşılamayı hedefleriz. Bu bağlamda işlediğimiz fiiller, bizim için öngörülen mutlulukla uyuşabilirler de, uyuşmayabilirler de. Bu yüzden, işlediğimiz fiillerde, daima maslahat olduğunu düşündüğümüz yönü, yani durumumuz açısından yapıcı ve varlığımız açısından mutluluk veri

8
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7

En'âm Sûresinin devami

ci olduğuna inandığımız yönü gözetleme zorundayız. Bunun için de, insanlığın evrensel maslahatına uygun, insanlar için amaçlanan mutluluk hedefiyle örtüşen birtakım pratik yasalara, genel hükümlere, toplumsal kurallara ve geleneklere uymak mecburiyetindeyiz.

Buradan hareketle şunu anlıyoruz ki: Maslahatlar ve mefsedelerin (doğrular ve yanlışların, uygun olanlar ve aykırı olanların, yararlı olanlar ve zararlı olanların) zihin dünyasının da, dış dünyanın da dışında, bilgi dünyasından da, obje dünyasından da kopuk bir gerçeklikleri, bir hakikatleri vardır. Bu maslahat ve mefsedeler, dış dünyada olguların onlarla uyum içerisinde olup olmamasına göre etkinliklerini gösterirler.

Şayet fiillerimiz veya hükümlerimiz, zihin ve dış dünyadan bağımsız olarak gerçeklikleri olan bu maslahatlarla uyum içinde olursa, onlarda maslahat niteliği belirginlik kazanır ve mutlulukla sonuçlanır. Şayet onlara ters düşer de aynı şekilde gerçeklikleri olan mefsedelerle uyum içinde olursa, o zaman da fiillerimiz ve hükümlerimiz, bizi her türlü zarara ve kötülüğe götürür.

Dolayısıyla bu tür bir gerçekliğin; gerçek, değişmez, ortadan kalk-maz bir gerçekliği vardır. Şu hâlde, gerçek maslahatlar ve mefsedeler, aynı şekilde bunların güzellik ve çirkinlik gibi insanı yapmaya veya terk etmeye iten sıfatları, yine yapma veya yapmama gerekliliği gibi bu maslahatlar ve mefsedelerden kaynaklanan hükümler için yok olmayı, geçersiz kılınmayı, değişmeyi, başkalaşmayı kabul etmeyen bir tür sabit oluş, bir tür gerçeklik söz konusudur. Bu maslahatlar ve mef-sedeler bize egemendirler; bizi şu işleri yapmaya, şu işleri terk etmeye yöneltirler. Akıl da, sair evrensel olguları algıladığı gibi, böyle bir sabit oluşları ve gerçeklikleri olan bu maslahatlar ve mefsedeleri algılayabilmektedir.

Sonra insanlar, ilâhî hüküm ve yasaların, hüküm kavramının anlamı açısından insanlar tarafından konulan hüküm ve kanunlardan ayrı olmadığını, aynı şekilde fiilin anlamı itibariyle yüce Allah'ın fiillerinin bizim fiillerimizden ayrı olmadığını gözlemlediklerinden, yüce Allah'a izafe edilen hükümlerin ve fiillerin de, gerçek maslahatlarla uyuşma, güzellik niteliğiyle nitelenme açısından tıpkı bizim hükümlerimiz ve fiillerimiz gibi olduğuna hükmetmişler. Buna göre, özellikle de yüce

312 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Allah'ın her şeyin hakikatini bildiği ve kullarının maslahatını gördüğü gerçeği de dikkate alınarak gerçek maslahatların O'nun fiilleri üzerinde bir tür etkinliği, hükümleri üzerinde egemenliği söz konusudur.

Ancak bunların tümü aşırı görüşlerdir. Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşıldığı gibi bunlar, gerçeklikleri olmayan itibarî (kararlaştırılmalı, anlaşmalı) hüküm ve bilgilerdir. Doğal ihtiyaçlar ve sosyal hayatın zorunlulukları, bizi bunları kararlaştırma ve varsayma zorunda bırakmıştır. Sosyal ortamın dışında bunların bir gerçekliği, bir değeri yoktur. Bunlar, sırf yasama ve karara bağlama ortamında kararlaştırılmış şeylerdir ki, insan bunlar aracılığıyla kendisi için yararlı olan işlerle zararlı olan işleri ayırt eder, kendisi için yapıcı olanı yıkıcı olandan, mutluluk verici olanı mutsuzluk verenden ayırır.

İslâm'ın ilk dönemlerinde dinsel bilgileri araştırma amacıyla ortaya çıkan iki ekolün mezhepsel tutuculuğu, onları bu hususta karşılıklı olarak iki aşırı tutum içine itmiştir. Bu gruplardan biri -mufevvize-, kendiliğinden gerçekliği olan maslahatlar ve mefsedelerden, gerçek güzellik ve çirkinlikten bunların değişmez, başkalaşmaz, ezelî ve ebedî bir sabit oluşlarından söz ederek bunların yüce Allah üzerinde gerektirme ve yasaklama şeklinde hâkimiyeti olduğunu, yüce Allah- 'ın varoluşsal ve yasal fiilleri üzerinde sakındırma ve izin verme şeklinde etkinlikleri bulunduğunu söylemişlerdir. Böylece yüce Allah'ı mutlak saltanatı ve egemenliğinden soyutlamış, mülkünün koşulsuzluğunu geçersiz kılmışlardır.

Diğer grup ise -cebriye-, bütün bunları olumsuzlamış, bir şeyin güzelliğinin ilâhî emrin onunla ilintili olmasından, çirkinliğinin de ilâhî yasağın onunla ilintili olmasından kaynaklandığında ısrar etmişlerdir. Onlara göre, varoluşun ve yasamanın bir hedefi, bir gayesi yoktur. İnsan, fiilleri hususunda herhangi bir şeye malik değildir. Fiilden önce de onu işleyecek gücü bulunmamaktadır. Nitekim birinci grup da, insanın kendi fiilini yarattığını ve yüce Allah'ın bu hususta bir şeye malik olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Görüldüğü gibi, bu görüşlerin ikisi de aşırılığın, ifrat ve tefritin somut göstergeleridir. Aslında ne bu, ne de ötekisi doğrudur. İşin gerçeği şudur: Bu ve benzeri şeyler, birtakım itibarî/kararlaştırılmalı şey

En'âm Sûresi / 74-83 ....................................................................... 313

lerdir ki, bunların gerçekliği olan bir dayanakları vardır. O da şundan ibarettir: İnsan -toplumsal bir yaşam sürdüren diğer canlı türleri de kendi kapasiteleri oranında benzer bir durumdalar- hayatının kalıcılığından ve mutluluğu yakalamaktan başka bir amacı olmayan hayat yolculuğunda eksik ve muhtaç bir varlıktır ki, bilinç ve iradesinden kaynaklanan toplumsal nitelikli eylemleriyle eksiklerini tamamlamayı, ihtiyaçlarını gidermeyi amaçlar. Bu durum onu, mutluluğuna ulaşmak ve mutsuzluğundan uzak durmak yolunda yaptığı işlerin ve bu işlerle ilintili olan olguları da, gerçekte dış dünyaya ait olguların nitelikleri olan güzellik, çirkinlik, gereklilik, yasaklık, caizlik, mülk ve hak gibi niteliklerle niteleme durumunda bırakmıştır. Buradan hareketle bunlarla ilgili olarak da bir tür sebep-sonuç ilişkisi öngörerek birtakım genel ve özel nitelikli kanunlar belirlemiş ve bunlar açısından da, gerçek olgular için geçerli olan bir tür sabit oluşun, bir tür gerçekliğin söz konusu olduğuna inanmıştır. Böyle yapmış ki, bu sayede pürüzsüz bir şekilde sosyal hayatını sürdürebilsin.

Sözgelimi, gülün güzel olduğu gibi, adaletin de güzel olduğuna, kokuşmuş bir leşin çirkin olduğu gibi, zulmün de çirkin olduğuna inandığımızı görebilirsin. Yine, organlarımızın bize ait olduğu gibi, malın da bize ait olduğuna, sonucun eksiksiz sebebi açısından gerekli olduğu gibi, falanca işi yapmanın da gerekli olduğuna inanırız. Değerlendirmelerimiz ve nitelemelerimiz bu esasa göre devam edip gider. Bu nedenle de, bu hususla ilgili görüş ve değerlendirmelerin çeşitli toplumlar bazında, toplumsal amaçlarının farklı olmasıyla orantılı olarak farklılıklar gösterdiğini gözlemleriz. Bir toplumun çirkin gördüğü bir şeyi bir başka toplumun güzel gördüğüne rastlamak mümkündür. Bir grubun geçersiz kıldığı bir hükmün bir başka toplum tarafından uygulandığını görmek de rastlanan bir durumdur. Bir ümmetin maruf ve iyi bildiği şeyi, bir başka ümmetin münker ve kötü gördüğüne, birinin çirkin gördüğünü öbürünün güzel gördüğüne rastlayabiliriz. Hatta bir tek ümmet bazında, zamanın geçmesi ve toplumsal yaşamın aşamalarının değişmesi doğrultusunda, yaşamın bir gerekliliği olarak uygulanan bir yasa terk edilir, sonra tekrar uygulamaya geçirilir, ardından tekrar yürürlükten kaldırılır. Bu, toplumlara göre değişen amaçlar açısından geçerli olan bir durumdur. İki kişinin bile ihtilâf etmedi-

314 .............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ği toplum, adalet ve zulüm gibi genel amaçlara gelince; bunların taşıdığı güzellik, çirkinlik, gereklilik, yasaklık gibi nitelikler, kesinlikle değişemeyeceği gibi, kimse de farklı bir görüşte olamaz. Bu, meselenin biz insanlara yönelik boyutu.

Yüce Allah'a gelince; O da, dinini genel sosyal yasalar kalıbında sunduğu için, sosyal yasalar kalıbında biçimlenmiş olarak sunulan gerçek bilgileri açıklarken, biz insanların hayat yolculuğumuzda dikkate aldığımız şeylere itibar etmiştir. Bu doğrultuda, sunduğu bilgiler üzerinde düşünmemizi ve bize ilettiği gerçekleri algılamamızı istemiştir.

Tıpkı kendi aramızda uyguladığımız yaşam yasalarını düşünüp algıladığımız gibi. Bu bağlamda, kendisini ibadet edilen Rab, bizleri de ibadet sunan kullar olarak nitelendirmiştir. Bu çerçevede, temel inançlardan ve pratik yasalardan oluşan bir dininin olduğunu, bu din karşısındaki tutumumuzun, sosyal görüşlerimiz bazında esas aldığımız yönteme uygun olarak sevap ya da azabı gerektirdiğini, ona uymanın bizim durumumuzu yapıcı yönde etkileyeceğini, akıbetimizin güzel olacağını, mutluluğa ulaşacağımızı hatırlatmıştır.

Buna göre, inanmak ve benimsemek zorunda olduğumuz temel inanç prensipleri var. İbadetler, muameleler ve sosyal ilişkiler bazında yapmak ve gözetmek zorunda olduğumuz görevlerimiz ve ilâhî yasalar var. Nitekim bütün insanî topluluklarda aynı şey geçerlidir.

İşte inanç ya da amele ilişkin toplumsal bilgileri araştırdığımız gibi, inanç ya da amele ilişkin dinsel bilgileri de araştırmamıza izin veren, aynı şekilde, toplumsal bilgilerde dayandığımız gibi dinsel bilgilerde de aklî görüşlere ve amelî önermelere dayanmamızı caiz kılan husus da budur. Buna göre, yüce Allah, kulları için ancak dünya ve ahiret açısından çıkarlarına uygun olan yükümlülük ve görevleri öngörür; sadece güzel olanı emreder, sadece din ve dünya açısından bozgunculuk niteliğine sahip olan çirkin şeyleri yasaklar. O, ancak aklın tercih ettiğini yapar ve ancak yapılmaması gerekeni yapmaz.

Bununla beraber yüce Allah iki şeyi bize hatırlatmaktadır: Birincisi: Aslında mesele, özü itibariyle bundan çok daha büyüktür. Çünkü bu sayılanların tümü, toplumsal görüşlerin maddelerinden derlenen bilgilerdir. Bunlar da toplumun boyutlarını aşamazlar, örne

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 315

ğin göksel âleme yükselemezler. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz, düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur'ân yaptık. O, katımızda bulunan ana kitapta oldukça yücedir, hikmet doludur." (Zuhruf, 4) Yine verdiği bir örnek zımnında şöyle buyurmuştur:

"Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce çağlayıp aktı. Sel üste çıkan köpüğü taşıdı. Süs yahut eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hak ile batılı böyle benzetme ile anlatır." (Ra'd, 17) Peygamber efendimiz (s.a.a) de bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler topluluğuna, insanlara akıllarının kapasitesi oranında söz söylememiz emredildi." Bunun gibi gerek kitaptan ve gerekse sünnetten birçok örnek sunmak mümkündür.

Bu açıklamadan, yüce Allah'ın fiillerinden karşıtlarının ispatı anlamında güzellik ve maslahata uygunluk niteliklerinin olumsuzlanması gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Yani, yüce Allah'ın fiilleri açısından çirkinlik ve kötülük gibi niteliklerin ispatı veya tıpkı çocukların fiilleri gibi yüce Allah'ın fiillerinin de aklî itibardan yoksun olduğu yönüne gidilmemelidir. Yüce Allah bu tür yakıştırmalardan münezzehtir. Nitekim göz denilen organa sahip olma anlamında görmenin akıl için olumsuzlanması, onun kör olduğunun ya da kavrama düzeyinde olmadığının ispatı anlamına gelmez. Bilâkis bunu söylemekle aklın bu açıdan kusurdan tenzih edilmesi amaçlanır.

İkincisi: Güzellik ve maslahatla ilgili yönler, bizim aramızda aklî hükümler ve amellerin gerekçelendirilmesinde ölçü olarak kullanıldığı gibi, yüce Allah'ın fiilleri ve yasal hükümleri açısından da ölçü olarak kullanılır. Ancak bu iki alan arasında önemli bir fark vardır. Şöyle ki, bunlar bizim açımızdan iradeye hâkim ve isteme egemen pozisyondadırlar. Çünkü, biz akıllı varlıklar olarak bir fiili güzel ve maslahatımıza uygun, onunla çelişmez gördüğümüz zaman onu işlemeye yöneliriz.

Aynı niteliklerde bir hüküm gördüğümüzde onu yasalaştırma hususunda tereddüt göstermez, derhal onunla hükmederiz, onu toplumumuzun bir kuralı hâline getiririz.

Bu yönler ve sebepler, yani güzellik ve maslahatla ilgili yönler, varoluş yasalarından ve objeler âleminden edindiğimiz soyut anlamlar-

316 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

dan başka bir şey değildir. Bu objeler dünyası ise, bizim zihin içi dünyamızdan ayrıdır. Bizim dışımızda, bağımsız bir olgudur. Dolayısıyla biz, bizim maslahatımıza uygun olan güzel amelleri tercih etmekle hayat yolculuğumuzda tökezlememeyi, amellerimizin varoluş yasalarına uygun olmasını ve gerçeklik yolu üzerinde olmasını amaçlamış oluruz. Şu hâlde bu yönler ve maslahatlar, objeler dünyasından algılanan, onların ayrıntısı konumundaki anlamlardır. Bizim amellerimiz ise, bu yönlerin ayrıntısı, bunların egemenliği ve etkisi altındadır. Bizim koyduğumuz hükümlere ilişkin değerlendirme de, tıpkı bizim fiillerimize ilişkin değerlendirme gibi olacaktır.

Yüce Allah'ın fiiline gelince; o, zihin dışı âlemin ve objektif varlığın ta kendisidir ki, biz güzellik ve maslahat yönlerini ondan algılamaktayız. Dolayısıyla bunlar, ondan algılandıkları için, onun ayrıntıları konumundadırlar. Öyleyse yüce Allah'ın fiili, nasıl objeler dünyasının ayrıntısı, onun egemenliği ve etkinliği altında olarak sayılabilir?! Aynı şekilde, yüce Allah'ın yasalaştırdığı hükümler de, realiteyi doğurur, realitenin peşinden gitmez. Bu açıdan meselenin özünün anlaşıldığını düşünüyoruz.

Bu açıklamalardan sonra şunu anlıyoruz: Güzellik ve maslahatla ilgili yönler, biz akıl sahibi varlıkların fiilleri ve hükümleri için olduğu kadar, yüce Allah'ın fiilleri ve hükümleri için de geçerlidir. Ancak bunlar, bizim fiillerimiz ve hükümlerimiz açısından egemen ve etkileyen pozisyonundadırlar.

Dilersen, bunlara saikler ve ereksel nedenler de diyebilirsin. Yüce Allah'ın fiilleri ve hükümleri açısından ise, bunlar, ayrılmaz gerekliliklerdir. Dilersen, bunlara kesintisiz, sürekli, yinelenen faydalar da diyebilirsin. Biz, akıl sahibi varlıklar olarak bir şey yaptığımızda veya bir hüküm verdiğimizde, onunla hayrı ve mutluluğu elde etmeyi, henüz sahip olmadığımız şeye sahip olmayı hedefleriz. Yüce Allah ise, bir şey yaptığında veya bir hüküm verdiğinde, Allah olduğu için öyle davranır. Bununla birlikte bizim fiillerimize terettüp eden güzellik ve maslahat, O'nun fiiline de terettüp eder. Bir de, bizim fiillerimiz, sorumluluk gerektirir, amaçlarıyla ve maslahatlarıyla da gerekçelendirilirler. Ama O'nun fiilleri, O'nun için sorumluluk gerektirmez, sahip olmadığı bir gaye ile de gerekçelendirilmezler. Bilâ

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................. 317

kis O'nun fiilleri, gerekleri ve gerekli nitelikleriyle belirginlik kazanırlar.

O, yaptığından sorulmaz; ama insanlar yaptıklarından sorulurlar.

Artık meselenin iyice anlaşılmış olduğunu sanıyoruz.

Kur'ân'ın gösterdiği de budur: "O, yaptığından sorulmaz; ama onlar sorulurlar." (Enbiyâ, 23) "İlkte de, sonda da hamd O'na mahsusutur; hüküm de O'nundur." (Kasas, 70) "Allah, dilediğini yapar." (İbrâhîm, 27) "Allah hüküm verir, O'nun hükmünün ardına düşecek (onu sorgulayacak) yoktur." (Ra'd, 41)

Eğer Allah'ın fiilleri de, tıpkı bizim akıl esaslı fiillerimiz gibi olsaydı, O'nun hükmünün de peşine düşüp sorgulama durumu olurdu. Sadece güzelleştirici bir maslahata dayanması hâlinde bu durum söz konusu olmazdı. Dilediğini yapma gibi bir serbestisi değil, maslahatın gerektirdiğini ve "De ki: Allah kötülüğü emretmez." (A'râf, 28) "Ey inananlar, sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allah'ın ve elçisinin çağrısına koşun." (Enfâl, 24) gibi ilâhî hükümleri çeşitli açılardan güzellik ve maslahata uygunlukla gerekçelendiren ayetlerin öngördüğünü yapma gibi bir zorunluluğu olurdu.

* * *

58) De ki: "Eğer acele istediğiniz şey, benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş şimdi bitirilmişti. (Çünkü) Allah, zalimleri daha iyi bilir.

Eğer sizin benden istediğiniz mucizeyi göstermek benim gücüm dahilinde olsaydı -ki bir peygambere bu şekilde mucize gösterildiği zaman, bunun kaçınılmaz bir gereği olarak onunla ümmeti arasındaki mesele çözülür, iş bitirilir- benimle sizin aramızdaki iş çoktan bitirilmiş olurdu. Taraflardan biri kurtulur, diğeri ise helâk edici bir azaba duçar olurdu. Ancak bu durumda sizden başkası helâk olmazdı; çünkü zalim olan sizsiniz. İlâhî azap da ancak zulümlerinden dolayı zalimleri yakalar. Yüce Allah da, zalimlerle başkalarını birbirine karıştırmaktan münezzehtir, zalimleri başkalarından ayırt edemeyip sizin yerinize beni helâk etmekten yücedir.

Şu hâlde, "(Çünkü) Allah, zalimleri daha iyi bilir." ifadesi, gerekçelendirme amaçlı bir kinayedir. Demek isteniyor ki, siz azaba uğratı-

318 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lacaksınız. Çünkü siz zalimsiniz. İlâhî azap da zalimleri bırakıp başkalarına ilişmez. Genel olarak bundan önce geçen şu ayetin içerdiği hususa işaret edilmektedir: "De ki: Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah- 'ın azabı ansızın ya da açıkça size gelse, zalim toplumdan başkası mı helâk edilir?" (En'âm, 47)

59) Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanları O bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin. Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey düşmez ki (O, onları bilmesin ve bütün bunlar) apaçık bir kitapta olmasın. Bu ayetin, önceki ayetlerle bağlantısı bazında şöyle bir görüş ileri sürülmüştür:

Bundan önceki ayet, "Allah, zalimleri daha iyi bilir." cümlesiyle son bulduğu için, yüce Allah konuyla ilgili açıklamayı arttırmak maksadıyla, gaybın hazinelerinin veya bu hazinelerin anahtarlarının kendi katında olduğunu ve bunları sadece kendisinin bildiğini açıklamıştır. Çünkü O, küçük büyük her şeyi bilir.

Ancak bu değerlendirme, "onları O'ndan başkası bilmez." ifadesinin içerdiği sınırlandırma anlamının belirginlik kazanmasına katkıda bulunmuyor. Dolayısıyla önceki iki ayetin geneliyle bağlantılandırılmasını daha uygun buluyoruz. "De ki: Ben Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeyim... Allah, zalimleri daha iyi bilir." ayetlerini kastediyoruz. Çünkü bu ayetler, genel olarak şu mesajı veriyor: Onların istedikleri mucize ve bunun kaçınılmaz bir gereği olan kendisiyle onların arasında hüküm verilip işin bitirilmesi durumu, yüce Allah'ın katındadır.

O'ndan başkasının O'nun katındakine ulaşmasına imkân yoktur.

Onu yalnız O bilir ve onunla hükmeder. İşi bitiren hükmünde ve zalimleri azaba uğratmada yanılmaz. Çünkü O, onları herkesten daha iyi bilir. Dolayısıyla O, gaybı bilir ve bu hususta kimse O'na ortak değildir. İrili ufaklı her şeyi bilir; ne şaşırır, ne de unutur. Bu açıklamalardan sonra konunun daha da açıklığa kavuşması için, "Gaybın hazineleri O'nun yanındadır..." ifadesini ekliyor. Böylece gaybı bilmenin sırf Allah'a özgü olduğunu ve O'nun bilgisinin her şeyi kuşattığını vurguluyor.

Ardından gelen üç ayetle de açıklama tamamlanıyor.

Böylece bu ayetler, aynı konuya ilişkin benzeri ayetlerin yönelik oldukları amaca yönelmiş oluyorlar. Örneğin yüce Allah, Hud ile

En'âm Sûresi / 74-83 ...................................................................... 319

soydaşları arasında şöyle bir konuşmanın geçtiğini bildiriyor: "Dediler ki: Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir. Dedi ki: Bilgi, ancak Allah'ın katındadır.

Ben, benimle gönderilen şeyi size duyuruyorum." (Ahkaf, 22,23)

Ardından diyoruz ki: "el-Mefatih" hazine anlamına gelen "mefteh"in çoğuludur.

Anahtar anlamına gelen "mifteh"in çoğulu olması da ihtimal dahilindedir. Bunu, "Ve indehu mefatîh'ul-gaybi" şeklindeki istisnaî okuyuş tarzı da destekleyici mahiyettedir. Aslında her iki anlam amaç açısından birdir. Çünkü hazinelerin anahtarları elinde olan kimse de, genellikle tıpkı hazineler yanında olan kimse gibi, onlarda bulunanları bilir, onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Ancak bu konuya ilişkin diğer ayetlerin ilk anlamı desteklediğini görüyoruz.

Çünkü yüce Allah, Kur'ân'da birçok kere -yedi yerde- hazinelerinden ve rahmetinin hazinelerinden söz etmiştir. Buna karşın herhangi bir ayette bu hazinelerin anahtarlarından söz etmemiştir: "Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?" (Tûr, 37), "Ben size, 'Allah- 'ın hazineleri yanımdadır.' demiyorum." (En'âm, 50), "Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın." (Hicr, 21), "Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır." (Münafikûn, 7), "Yoksa Rabbinin rahmetinin hazineleri onların yanında mı?" (Sâd, 9) Şu hâlde, ayette geçen "mefatih'-ul-gayb" ifadesiyle "gayb hazineleri"nin kastedilmiş olması daha güçlü bir ihtimaldir.

Hangi anlam kastedilmiş olursa olsun, "Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez." ifadesi, gayba ilişkin bilginin sırf Allah'a özgü olduğunu vurgulama amacına yöneliktir. Bunun nedeni de, gaybın hazinelerinin ancak Allah'ın bilmesi ya da gaybın anahtarlarının O'ndan başkası tarafından bilinmemesidir. Şu hâlde, O'ndan başkasının bu hazinelere ulaşmasına imkân yoktur; çünkü bu hazineleri açıp onlar üzerinde tasarrufta bulunmayı mümkün kılan anahtarlara sahip değildirler.

Ayetin baş tarafı, gayba ilişkin bilgiyi Allah'a özgü kılıyor olmakla beraber, ayetin sonunda sırf gayb bilgisi üzerinde durulmuyor, tersine, O'nun bilgisinin her şeyi kuşattığına, şeylerin görünür ya da gö-

320 .............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rünmez olmasının fark etmediğine işaret ediliyor. Çünkü yaş ve kuru her şeyin sırf gaybla ilintili olmayacağı açıktır. Dolayısıyla ayet, yüce Allah'ın bilgisinin görünür görünmez her şeyi kuşattığını vurgulamaya yöneliktir. Ancak ayetin baş kısmı, sırf O'nun gaybı bildiğini vurgulamaya tahsis edilmişken, ayetin sonunda, O'nun görünür görünmez her şeyi bildiğine dikkat çekiliyor.

Öte yandan, ayetin giriş kısmı, gaybî olguları dikkatimize sunuyor. Bunlar, gayb hazinelerinde gizlilik perdeleri altında, belirsizlik kilitlerinin gerisinde bulunan olgulardır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın." (Hicr, 21) Bu ayetten anladığımız kadarıyla, O'nun katındaki gayb hazinelerinde olanlar, görülebilir olgulara ilişkin sınırlarla sınırlı olmayan alışageldiğimiz ölçülere sığmayan olgulardır. Hiç kuşkusuz, bunların gayb hazinelerinin kapsamına giren olgular olmasının nedeni, sınır ve ölçüm ötesine taşan niteliklere sahip olmalarıdır. Çünkü bizler, ancak sınırlı ve ölçülebilen şeyleri bilgice kuşatabiliriz. Gayb hazinelerinde bulunan şeylerse, gözlemlenebilir âlemin düzeyine inmeden, sınır ve ölçü alanına indirgenmeden, kısacası, ölçülebilir varlığıyla objeler dünyasında yer almadan önce sınırsız ve ölçülemez durumdadırlar.

Bununla beraber, ayetten algıladığımız kadarıyla bunlar, Allah katında bir tür sabit oluşla sabittirler, bir tür gerçeklikleri vardır. Buna göre, gözlemlenen evrende yer alan ve zaman zindanının mahkûmları hâline gelen olgular, meydana gelişlerinden ve oluşlarından önce, Allah katında, O'nun hazinelerinde, belirsiz ve ölçülemez bir şekilde mevcut ve sabittirler. Bununla beraber, bizim onların sabit oluşlarının niteliğini kavramamız imkânsızdır. Şu hâlde olgular, zaman menzillerinde, ölçüm sınırları dahilinde kendine özgü bir varlığa kavuşmadan önce gayb hazinelerinde yer alıyorlardı. Hatta gayb hazinelerinde bizim algıladığımız gözlemlenebilir, zamansal olgulara benzemeyen birtakım şeylerin de saklanmış ve korunmuş olması da muhtemeldir. Henüz gözlem alanına çıkmamış bu tür gaybî olguları, "mutlak gayb" olarak adlandırmamız yerinde olur.

Eşya ve olgular, gerçekleşme ve varolma giysisine büründükten, sınır ve ölçü bağlamında objeler dünyasındaki yerini aldıktan sonra, bu sı

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 321

nırlar ve ölçüler dahilinde olan şey, gerçekte yine de gayb hazinelerine ve mutlak gayba dönüktür. Bunlardan bizim gözlem alanımıza giren ve bilgimizin kapsamına dahil olan şey ise, bunların sınırları ve ölçüleridir. Dolayısıyla onları bildiğimiz andan itibaren, gözlemlenebilir olgular niteliğini kazanırlar. Onları bilmediğimiz durumlarda ise, gay-bîlik niteliğine sahip olurlar. Buna göre, bizim açımızdan bilinmez oldukları zaman onları "göreceli gayb" şeklinde nitelendirmek, daha doğru olur. Çünkü böyle bir durumda söz konusu olgu için baş gösteren bu nitelik, görecelidir. Nispetlere ve orantılara göre değişkenlik arz eder. Tıpkı bir evdeki eşyaların, evin içinde bulunan kimseler açısından gözlemlenir, evin dışındaki kimseler açısından ise gaybî olgular olarak değerlendirilmesi gibi. Aynı şekilde gözle algılanan ışık ve renk gibi olgular, görme duyusu açısından gözlemlenebilir, işitme duyusu açısından ise gayb sayılırlar. Yine, kulak tarafından algılanan şeyler, işitme duyusu açısından gözlemlenebilir, görme duyusu açısından ise gayb konumundadırlar. Bu iki duyunun algıladıkları da, bedeninde bunlara sahip olan insan açısından gözlemlenir, bunlara sahip olmayan insan açısından ise gayb niteliğindedir.

Yüce Allah'ın, "Karada ve denizde olanları O bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin. Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey düşmez ki (O, onları bilmesin ve bütün bunlar) apaçık bir kitapta olmasın." ayetinde işaret ettiği hususlar, sözünü ettiğimiz bu göreceli gaybın kapsamına girerler. Çünkü bunların tümü, sınırlı ve ölçülebilir olgulardır. Dolayısıyla doğaları itibariyle bizim tarafımızdan bilinmemeleri, gözlemlenememeleri söz konusu değildir. Şu hâlde, bunların tümü göreceli gaybın kapsamına girmektedir.

Öte yandan ayet, bu olguların apaçık bir kitapta olduklarını da ifade ediyor. Peki bunlardan apaçık kitapta yer alan nedir? Acaba bu şeylerin görünürlüğü ve görünmezliğiyle her şeyi mi bu kitapta yer alıyor? Yoksa sadece gaybî boyutlarıyla mı yer alıyorlar? Diğer bir ifadeyle: Acaba apaçık kitap, eşyaların objelerini kapsayan şu evren midir? Dolayısıyla objelerin bir kısmı bir kısmına göre gayb sayılsa bile, evrenin bütünü açısından gözlemlenebilir olması mı kastediliyor?

322 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 Yoksa apaçık kitap, bu evrenin ötesinde yer alan ve içinde her şeyin bir tür yazıyla yazıldığı, bir şekilde saklandığı, maddî âlemde yaşayanların gözlemleyemediği bir olgu mudur? Dolayısıyla bu kitabın içeriği mutlak gayb mıdır?

Başka bir açıdan ifade edecek olursak: Ayette genel olarak değinilen ve evrende yer alan eşyalar, acaba bizim bildiğimiz kitaplarda yer alan bir yazının bir kitapta yer alması gibi, bizzat mı apaçık kitapta yer alırlar? Yoksa tıpkı dış dünyadaki objelerin anlamları itibariyle bir şekilde bizim yazdığımız sayfalara ve kitaplara yansıması gibi, anlamları itibariyle mi yer alıp bilgiyle dış dünyanın örtüşmesi gibi evrendeki eşyalarla örtüşüyorlar mı?

Şu kadarı var ki, "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta olmasın." (Hadîd, 22) ayeti gösteriyor ki, bu kitabın objeler dünyasında gerçekleşen olaylarla ilintisi, bir kitapta yazılan çalışma programının, objeler dünyasında gerçekleşen çalışmayla ilintisine benzemektedir.

Buna yakın bir anlamı şu ayetlerden de algılayabiliriz: "Ne yerde, nede gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabbinin bilgisinden kaçmaz. Bundan küçük ya da büyük hiçbir şey de yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın." (Yûnus, 61), "Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, O'ndan gizli kalmaz. Bundan küçük ya da büyük hiçbir şey de yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın." (Sebe, 3), "Peki ya ilk nesillerin durumu ne olacak? dedi. Dedi ki: Onların bilgisi, Rabbimin yanında bir kitaptadır; Rab-bim şaşmaz ve unutmaz." (Tâhâ, 52) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

O hâlde, bu apaçık kitap, her ne ise, şu objeler dünyasındaki eşyalardan, bir şekilde farklıdır. Bu eşyalardan önce vardır, onların yok olmasından sonra da varlığını sürdürür. Tıpkı, bir çalışmanın gerçekleşmesinden önce söz konusu çalışmanın ayrıntılarını içeren, çalışma gerçekleştikten sonra da o ayrıntıları koruyan yazılı bir çalışma programı gibi.

Üstelik, şu maddî dünyamızda yer alan varlıklar ve olaylar, genel hareket yasası etkisi altında değişip dönüşürler. Ancak ayetlerden algıladığımız kadarıyla, bu kitabın kapsadığı şeylerin değişmesi ve

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 323

bozulması söz konusu değildir. Bunu şu ayetlerden öğreniyoruz: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır." (Ra'd, 39), "Levh-i Mahfuzdadır (korunmuş bir levhadadır)." (Burûc, 22), "Yanımızda her şeyi koruyan (saklayan) bir kitap vardır." (Kaf, 4) Görüldüğü gibi, bu ayetler gösteriyor ki, bu kitap, olayların ve şahısların tüm değişken ve dönüşken özellikleri ve niteliklerini kapsamakla beraber, kendisi değişmemekte, dönüşme ve bozulmaya uğramamaktadır. Buradan anlıyoruz ki, bu kitap, bir açıdan gayb hazinelerinden ve Allah'ın yanındaki eşyaların kaynaklarından ayrıdır. Çünkü yüce Allah, bu hazineleri ve kaynakları ölçülemez ve sınırlandırılamaz olarak nitelendirir.

Ölçüm ise, eşyanın gayb hazinelerinden maddî âlemin gözlemlenebilirlik düzeyine inişi sürecinde söz konusu olur. Buna karşın bu kitabın, eşyanın ve olayların sınırlarının inceliklerini kapsadığına işaret eder. Bu da gösteriyor ki, sözünü ettiğimiz apaçık kitap, bu açıdan Allah'ın yanındaki gayb hazinelerinden ayrıdır. Bu kitap, Allah- 'ın yarattığı bir şeydir ki, bütün her şey, hem gayb hazinelerinden indikten sonra, hem henüz gerçekleşme düzlemine ulaşmadan önce ve hem de gerçekleştikten ve olup bittikten sonra onda kaydedilir, onda korunur.

Bu çıkarsamanın bir tanığı da, yüce Allah'ın, bu kitabı, bilgisinin âlemde cereyan eden görünür ya da görünmez olayları ve olguları kapsadığını vurgulama bağlamında zikrediyor olmasıdır. Allah'tan başka hiç kimsenin bilemediği mutlak gayba gelince; bunu yüce Allah, katındaki gayb hazinelerinde olmak şeklinde nitelendirir ve kendisinden başkasının bunu bilemediğini dile getirir. Hatta bazı ayetlerden hazinelerin değil, ama kitabın, Allah'tan başkaları tarafından bilinmesine ilişkin işaretler ya da kanıtlar algılayabiliriz: "Saklanmış bir kitaptadır; ona temizlenmişlerden başkası dokunamaz." (Vâkıa, 78- 79)

Buna göre, yüce Allah tarafından yaratılan hiçbir şey yoktur ki, gayb hazinelerinde aslı bulunmasın, varlığını bu asla dayalı olarak sürdürmesin. Yine Allah tarafından yaratılan hiçbir şey yoktur ki, varlığından önce, varoluşu sırasında ve varoluşundan sonra kitapta kayıtlı olmasın. Şu kadarı var ki kitap, derece olarak hazinelerden aşağıdadır.

324 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Buradan hareketle zeki bir araştırmacı, sırf bir kitap olmakla beraber apaçık kitabın, maddî yazı levhaları ve yaprakları türünden bir şey olmadığını anlar. Çünkü maddî bir yazı sayfası, her nasıl tasavvur edilirse edilsin, hangi ölçülerde kabul edilirse edilsin, ebediyete kadar uzanan tüm şeyler, kendisinden başka bütün varlıklar şöyle dursun, bizzat kendi varoluş tarihini bile içeremez, kapasitesi buna el vermez. Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar açıklığa kavuşuyor:

Birincisi: Gayb hazinelerinden maksat, ölçü kalıplarına sokulmadan önce eşyayı kapsayan ilâhî hazinelerdir. Aşağıdaki ayetten algıladığımız kadarıyla, bu hazineler, her şeyin gaybını kapsamaktadır. "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın; ama biz onu bilinen bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21)

İkincisi: Apaçık kitaptan maksat, öyle bir şeydir ki, fiilî çalışma ile çalışma programı arasındaki münasebet ne ise, bütün eşya ile onun münasebeti de odur. Dolayısıyla bu kitapta varlıklar için bir tür belirlenme ve ölçülme söz konusudur. Ancak bu kitap, eşyadan önce, eşya ile beraber ve eşyadan sonra vardır. Yine bu kitap, Allah'ın eşyaya ilişkin ilmini kapsar. Bu öyle bir ilimdir ki, şaşırma ve unutulma ihtimali onda yoktur. Bu yüzden bazen, bu kitaptan maksadın, eşyanın değişikliğe uğraması söz konusu olmayan varoluş mertebesi, objeler dünyasında gerçekleşme düzeyi olduğu fikri zihinde uyanabilir. Çünkü bir şey, ancak meydana geldikten, gerçekleştikten sonra değişime uğrayabilir. Onun için, "Bir şeyin gerçekleştiği durumunun değişmesi söz konusu olamaz." demişlerdir.

Kısacası bu kitap, hilkat âleminde olmuş olan, olacak olan ve olan her şeyi kaydetmektedir. Bu kitabın herhangi bir şeyi dışarıda bırakması mümkün değildir. Bununla beraber bu kitap, eşyayı ölçülebilirliği ve sınırlılığıyla kapsar. Bundan ötede ise, değişime açık levhalar ve kitaplar vardır. Bunlarda yazılı bir şeyin silinmesi veya olduğu gibi bırakılması ihtimal dahilindedir. Buna şu ayet de işaret etmektedir: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır." Çünkü silme ve silmeden bırakma, -özellikle de kitabın aslının karşısında kullanılınca- ancak kitap kapsamında söz konusu edilecek şeylerdir.

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 325

Bununla, "Gaybın hazineleri O'nun yanındadır..." ayetinin öncesindeki ayetlerle ilintisi açığa çıkıyor. Çünkü bundan önceki iki ayetin ana teması şuydu: Sizin benden istediğiniz ve benimle sizin aramızda hüküm verecek ve işi bitirecek olan mucizeler, benim gücüm dahilinde değildir. Aynı şekilde, hak hükmü verme yetkisi de bana ait değildir.

Bilâkis bu yetki, Rabbimin katındadır; O'nun bilgisi ve gücü dahilindedir.

Eğer bunlar benim elimde ve yetkimde olsaydı, aramızdaki iş şimdi çoktan bitirilmişti; zalimlerden başkasına ilişmeyen azap şimdiye kadar sizi kuşatmıştı. Çünkü Allah, zalim olanların sizler olduğunu biliyor. O, herhangi bir şeyi bilmemesi söz konusu olmayan âlimdir.

İş bitirici mucizeler bağlamında dilediği ve hükme bağladığı şeyi önceden öğrenmenin, ele geçirmenin imkânı yoktur. Çünkü gaybın hazineleri O'nun yanındadır, onları O'ndan başka kimse bilmez. Öte yandan O, zalimleri bilir ve onları başkalarıyla karıştırmaz. Çünkü O, karada ve denizde olan, irili ufaklı her şeyi bilir ve her şey apaçık bir kitapta kaydedilmiştir.

"Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez." ifadesi, mutlak gayba dönüktür. Onu da Allah'tan başka kimse bilemez. Buna göre, "onları... bilmez." ifadesi, cümle içinde 'hâl' konumundadır. Bu da gösteriyor ki, gaybın hazineleri bilgi türündendir. Ancak bu bilgi, bizim alışageldiğimiz bilgiden farklıdır. Bilginin anlamı bazında bizim zihnimizde uyanan şey, eşyanın varoluşundan ve ölçülebilir duruma gelişinden sonra onlardan edinilen biçim, algılanan anlamdır. Gayb hazineleri ise, açıklandığı gibi, eşya daha varolmamış, varoluşsal kalıplara girip ölçülebilirlik niteliğini kazanmamış iken onlara ilişkin bilgi demektir. Yani, bilinen objeden etkilenmesi söz konusu olmayan sonsuz bilgi.

"Karada ve denizde olanları O bilir." ifadesi, başkalarının bilgisinin de ilintili olabileceği şeyleri de kapsayacak şekilde O'nun bilgisinin genelleştirilmesi amacına yöneliktir. Çünkü bunların bir kısmı bazılarının bilgisine açık olabildiği gibi, bazısı açısından gayb niteliğinde olabilir.

Karada olanların önce zikredilmesi, bunların muhataplarca daha iyi bilinmesinden dolayıdır.

"Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin." Özellikle yaprakların dü- 326 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 şüşünün gündeme getirilmesinin nedeni, insanın buna ilişkin bir bilgiye ulaşmasının son derece güç olmasıdır. Ağaçların yapraklarının sayısal olarak çok olmaları, insanı onları sayma hususunda âciz bırakır. Bu yüzden insan bunları birbirinden ayıramaz olur. Dolayısıyla bu yaprakların her birinin geçirdiği evreleri ve durumları denetlemesi, onlardan birinin düşmesiyle sayılarında bir azalma meydana geldiğinin farkına varması mümkün olmaz.

"Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey düşmez ki..." Bütün bunlar, "hiçbir yaprak..." ifadesine atfedilmişlerdir. Ayetin akışının zahirinden bunu anlıyoruz. Yerin karanlıklarından maksat, toprağın karanlık altıdır ki, taneler oradan yeşerip filiz verirler.

Bir kısmı da yeşeremeden orada çürüyüp giderler. Bu durumda şöyle bir anlam elde ediyoruz: Toprağın karanlık altına düşen hiçbir tohum, düşen yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Allah onları bilmesin. Buna göre, "apaçık bir kitapta olmasın" ifadesi, "onu bilmesin" ifadesi açısından onun yerini dolduran bir bedeldir. Bu durumda ifadenin anlamı şöyledir: "Bu sayılanlardan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta yer almamış ve yazılmamış olsun."

Kitabın "mubin" olarak nitelendirilmesi, eğer "açıklayıcı ve ortaya çıkarıcı" anlamında ele alınırsa, bu; kitabın, okuruna her şeyi, değişim ve dönüşümden kaynaklanan kapalılıktan, gizlilik perdelerinden uzak bir şekilde, tam gerçekliliğiyle, orijinal durumuyla göstermesinden dolayıdır. Eğer "kendi açık olan" anlamında ele alınırsa, bu da yerinde bir nitelemedir. Çünkü kitap, gerçekte yazılı olan şey demektir. Yazılı olan şey ise, anlatılan şeyden ibarettir. Şu hâlde, eğer anlatılan şey açıksa ve üzerinde herhangi bir perde ve örtü yoksa, demek ki, kitap da öyledir.

60) O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır ve gündüzün ne işlediğinizi bilir. Ayetin orijinalinde geçen "yeteveffa" fiilinin mastarı olan "teveffî" kelimesi, bir şeyin tastamam alınması demektir. Yüce Allah Kur'ân'da bu kelimeyi, ölüm anında olduğu gibi, canlı ruhun alınması anlamında kullanır. Nitekim bu ayetten sonraki ayette şöyle bir ifade yer al

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 327

maktadır: "Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onu(n canını) alırlar."

Kur'ân'da "imate=öldürme, ölüm verme", "teveffî=tastamam alma" sayıldığı gibi, "iname=uyutma, uykuya daldırma" da "teveffî" sayılmıştır.

Şu ayette olduğu gibi: "Allah, ölümleri anında canları alır, ölmeyenleri de uykularında." (Zümer, 42) Çünkü, ruhun beden üzerinde tasarruf etmesinin kesintiye uğraması bakımından ölümle uyku aynı konumdadır. Nitekim uykudan sonra uyandırma anlamına gelen "baas" ile ölümden sonra diriltme anlamına gelen "baas", nefsin beden üzerinde kesintiye uğrayan tasarrufuna yeniden başlaması anlamında birleşirler. Teveffînin (uyutmanın) gece, baasın da (diriltmenin de) gündüzle kayıtlandırılması, genelde insanların geceleri uyuyup gündüzleri uyanık olduklarından dolayıdır.

"Sizi(n ruhunuzu) alır" ifadesi gösteriyor ki ruh, "ben" diye ifade edilen insanın gerçekliğinin tamamıdır. Yoksa kimi zaman ruhun insanın bir parçası olduğuna ya da insana ârız olan bir şekil, bir nitelik olduğuna ilişkin olarak zihnimizde uyanan düşünceler doğru değildir. Bu gerçeği kanıtlama bakımından şu ayet daha belirgindir: "Biz toprakta kaybolduktan sonra, yeni bir yaratılış içinde mi olacağız?' dediler. Doğrusu onlar, Rablerinin huzuruna çıkmayı inkâr edenlerdir. De ki: Size vekil edilen ölüm meleği, sizi(n canınızı) alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz."

(Secde, 10-11) Çünkü kâfirlerin ölümden sonra tekrar dirilişi imkânsız görmeleri, insanın hakikatinin bedenden ibaret olduğunu sanmalarından kaynaklanmaktadır. Beden de ölümle birlikte çürür, bileşimleri çözülür ve toprakta kaybolup gider. Buna verilen cevap ise, insanın hakikatinin ruh (nefs) olduğuna dayalıdır. Ölüm meleği de ruhu aldığına göre, insanın herhangi bir şeyinin kaybolması söz konusu değildir.

"Ve gündüzün ne işlediğinizi bilir." ayetinin orijinalinde geçen "cerahtum" fiilinin mastarı olan "el-cerh" organla yapmak demektir. Bundan maksat da işleyip kazanmaktır. Dolayısıyla ayette, "Sizin gündüzün kazandıklarınızı bilir." anlamı kastedilmektedir. Cümlenin akışına uygun düşeni, "ve ya'lemu ma..." cümlesindeki "vav"ın hâl edatı olması, bütün cümlenin de "sizi(n ruhunuzu) alır" ifadesinin fai-

328 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

linden hâl olmasıdır. Bu durumda, "Sonra... onda (gündüzün) sizi diriltir." ifadesi, "O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır..." ifadesine bağlanmış olur. Böylece konunun akışına yabancı olan bir anlam da araya girmemiş olur. Çünkü tefsirini sunduğumuz bu iki ayet, ilâhî plânlama ve yönetimin, insanın dünya hayatına, ölümü anına ve Rabbine dönünceye kadar geçirdiği evrelere ilişkin tasarrufunu açıklamaya yöneliktir. Bu anlamı vurgulama amacına yönelik söz konusu iki ayetin içerdiği cümlelerin ana eksenini şu ifade oluşturmaktadır:

"O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır... Sonra belirlenmiş süre tamamlansın diye onda (gündüzün) sizi diriltir... Bu arada üzerinize koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onu(n canını) alırlar ve onlar ihmalkârlık etmezler. Sonra gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler." Ayetlerde kastedilen asıl amaç budur. Bunun dışındakilerse, bu asıl amacın yanında zımnen anlatılan şeylerdir. Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle belirginleşmektedir: "O'dur ki, sizin gündüzün ne kazandığınızı bildiği hâlde, geceleyin sizi( n ruhunuzu) alır, sonra gündüzün sizi diriltir..."

Sonra belirlenmiş süre tamamlansın diye onda (gündüzün) sizi diriltir... İfadenin orijinalinde, uyandırma eylemi "baas=diriltme" olarak isimlendirilmiştir.

Bunun nedeni, hemen öncesinde uykuya daldırmanın "teveffî=canı alma" olarak isimlendirilmiş olmasıdır. Bu arada dirilmenin amacı olarak da belirlenmiş sürenin, ecelin dolması şeklinde ifade ediliyor. Bu ise, Allah katında belirlenmiş bir süredir ki, insanın dünyevî hayatı, onun ötesine geçemez. Bunu şu ayetten anlıyoruz: "Süreleri (ecelleri) gelince, ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçerler." (A'râf, 34)

Belirlenmiş sürenin tamamlanmasının amaç olarak gündeme getirilmesi, yüce Allah'ın hesap görenlerin en çabuğu olmasına yönelik bir işaret mahiyetindedir. Eğer önceden böyle bir süreyi tamamlamaları öngörülmeseydi, Allah, kötü amellerinden ve günahlarından dolayı onları anında yakalardı. Nitekim yüce Allah buna şu şekilde işaret etmiştir:

"Onlar, ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çe

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 329

kememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden, belli bir süreye kadar yaşatma sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di." (Şûra, 14) Geçmiş sözden maksat ise, Hz. Âdem'in yeryüzüne indirilişi kıssası bağlamında işaret edilen şu husustur: "Sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir." (A'râf, 24)

Dolayısıyla şöyle bir anlam belirginleşiyor: Allah, gündüzün kazandığınız kötülükleri ve başka şeyleri bildiği hâlde, geceleyin sizin ruhlarınızı ve canlarınızı alır. Ancak ölmenizi gerektirecek şekilde ruhlarınızı tutmaz. Bilâkis, gündüzün sizi yeniden diriltir ki, belirlenmiş ecelleriniz tamamlansın. Sonra ölümün üzerinize inmesi, ardından haş-rin gerçekleşmesiyle de O'na döndürüleceksiniz. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber verecektir.

61) Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir.

Tefsirini sunduğumuz bu surenin 17. ayetinin açıklaması çerçevesinde bu ifadenin anlamı üzerinde durduk.

Bu arada üzerinize koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği zaman...

Burada koruyucuların gönderilmesi mutlak olarak ifade edilmiştir.

Ne gönderme eyleminde, ne de koruyucuların kendisinde herhangi bir kayda yer verilmemiştir. Sonra bu eylemin ölümün gelmesiyle son bulacağı ifade edilmiştir. Bundan şunu anlıyoruz ki: Bu gönderilen koruyucuların görevi, insanı kendisine yönelen her belâdan, her musibetten korumaktır, insana ilişmek üzere olan afetlere engel olmaktır. Çünkü içinde yaşadığımız âlemde karşılıklı etkileşim, itişip kakışma nitelikli bir hayattır. Bu hayatta yer alan hiçbir şey yoktur ki, her açıdan bir başkasının karşı koyuşu ile karşılaşmasın. Çünkü bu doğal âlemin her bir parçası, varoluştan aldığı payı tamamlama ve arttırma çabası içindedir. Bir başkasında bir eksilme olmadıkça da birinde bir artış olmaz. Dolayısıyla varlıklar sürekli olarak çekişme ve birbirini alt etme mücadelesi içindedirler. Bu âlemin bir parçası da insandır. İnsanın varlığının terkibi son derece latiftir.

Bildiğimiz kadarıyla en ince bileşim insanın varoluşunda ger-

330 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

çekleştirilmiştir. Dolayısıyla varoluştaki rakipleri herkesten daha çok, düşmanları herkesten daha tehlikelidirler.

Bu yüzden yüce Allah, ona koruyucu melekler göndermiştir. Bu melekler, onu olayların beklenmedik musibetlerinden, belâların ansızın gelip çatlamalarından korurlar. Eceli gelinceye kadar onu yok olmaktan korurlar. Eceli geldi mi, onu o belâlarla baş başa bırakırlar. Bu belâlar ve musibetler onun işini bitirir. Bu, hadislerde böyle açıklanmıştır. "Üzerinizde koruyucular vardır; değerli yazıcılar. Yaptığınız her şeyi bilirler." (İnfitâr, 10-12) ayetlerine gelince; burada amelleri tespit edip kaydeden melekler kastedilmiştir. Ancak bazıları bu ayetleri, tefsirini sunduğumuz ayetin açıklaması gibi algılamışlardır. Ayet, bu anlamı büsbütün dışlamasa da, "Nihayet birinize ölüm geldiği zaman..." ifadesi, daha önce de vurguladığımız gibi, önceki anlamı destekleyici mahiyettedir.

Elçilerimiz onu(n canını) alırlar ve onlar ihmalkârlık etmezler.

Ayetin akışından anladığımız kadarıyla [ihmalkârlık etmek diye tercüme edilen] "tefrit"ten maksat, canı almaya yönelik ilâhî emri yerine getirirken ağır davranmak, müsamaha göstermektir. Çünkü yüce Allah meleklerini, "Kendilerine emredileni yerine getirirler." şeklinde nitelendirmektedir. Sonra her ümmetin kendi ecelinin ipoteğinde olduğunu vurgulamıştır. Ecelleri geldiği zaman ne bir an geri kalırlar, ne de bir an öne geçerler. Şu hâlde, can alma işini üstlenen melekler, kendileri için belirlenen görevden geri kalmazlar; falan saatte ve falan şartlarda falancanın canını alacaklarına dair kendilerine verilen emri yerine getirmede müsamahalı davranmazlar. Bir zerre kadar dahi görevlerini aksatmazlar. Dolayısıyla onlar, asla ihmalkârlık etmezler.

Acaba bu elçiler, başta zikredilen elçiler midir, ki can alma görevini üstlenenler de bu koruyucular olsunlar? Ayette bu sorunun cevabı olabilecek bir ifadeye yer verilmiyor. Ancak, zayıf da olsa, bunların aynı melekler olduklarına yönelik bir işaret algılamak mümkündür. Ne var ki, can almakla görevlendirilen bu melekler her kim olurlarsa olsunlar, ölüm meleğinin (Azrail'in) yardımcılarıdırlar. Nitekim yüce Al

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................... 331

lah bir ayette şöyle buyurmuştur: "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği canınızı alır." (Secde, 11)

Tefsirini sunduğumuz ayette can almanın söz konusu elçilere, biraz önce aktarılan ayette ölüm meleğine, "Allah, canları alır." (Zümer, 42) ayetinde ise yüce Allah'a izafe edilmesi, izafenin mertebelerini gösteren ifade tarzlarıdır. Buna göre, her iş yüce Allah'ta son bulur. O, her türlü tasarruf yetkisine sahip olan mutlak maliktir, hükümrandır. Ölüm meleği de, ruhların kabzedilmesi işini yardımcıları aracılığıyla yapabilir. Bu yardımcılar da, işin sebepleri, araçları ve gereçleri konumundadırlar.

Tıpkı yazı yazmakta kullanılan kalem gibi. Ki kalemin arkasında bir el vardır. İkisinin de ötesinde yazıyı yazan insan bulunmaktadır.

9
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



El-Mîzân tefsirinin devami

62) Sonra gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler.

Burada, onların ölümden sonra diriltilerek yüce Allah'a döneceklerine işaret ediliyor. Ayetin orijinalinde yüce Allah'ın, gerçek mevlâları olarak nitelendirilmesi, bundan önce, uyutma, uyandırma, plânlayıp yönetme, öldürme ve diriltme gibi tasarruflarının gerekçesine işaret etme amacına yöneliktir. Burada önce mevlâlığın anlamı analiz ediliyor, sonra yüce Allah için mevlâlık hakkı ispat ediliyor. Buna göre mevlâ, kölenin sahibi demektir. Kölenin sahibininse, onun üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkı ve yetkisi vardır. Yüce Allah gerçek mülke sahip olduğuna göre ve evren üzerinde meydana getirme, yönetme, yönlendirme ve geri döndürme gibi tasarruflarda bulunduğuna göre, O, gerçek mevlâdır ve bu anlamıyla mevlâlık niteliği hiçbir zaman O'ndan ayrılmaz.

Hak (gerçek) ise, yüce Allah'ın güzel isimleri arasında yer alır. Çünkü yüce Allah, zatı ve sıfatlarıyla yok olmayacak şekilde sabittir, değişime ve dönüşüme tâbi değildir. "Döndürülürler" ifadesindeki zamir, "Nihayet birinize ölüm geldiği zaman" ifadesinde işaret edilen o birlere dönüktür. Çünkü ölüm hükmü herkesi kapsar. Toplumun bütün bireyleri bu hususta aynı konumdadırlar. Bundan da anlaşılıyor ki, "Sonra... döndürülürler." ifadesi, önceki ikinci şahıs sıygasından üçüncü şahıs sıygasına geçiş şeklindeki bir iltifat mahiyetinde değildir.

332 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Haberiniz olsun, hüküm yalnız O'nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.

Bundan önce yüce Allah, gayb hazinelerinin sadece kendisinde olduğunu, her şeyi içeren apaçık kitabı bildiğini, var oldukları andan huzuruna toplanacakları ana kadar yarattıklarının işlerini düzenlediğini bildirdikten sonra hüküm verme yetkisinin de başkasına değil, sadece kendisine ait olduğunu bildiriyor. Buna daha önceki bir ifadede de işaret edilmişti: "Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir." Bunları bildirdikten sonra açıklamasının sonucunu ilân ediyor ve buyuruyor ki:

"Habe-riniz olsun, hüküm yalnız O'nundur." Gaflet ettikleri bu gerçeğe açıkça dikkat çekiyor ki, daldıkları gafletten uyansınlar. "Ve O, hesap görenlerin en çabuğudur." ifadesi de, önceki açıklamanın bir diğer sonucudur. Burada demek isteniyor ki, yüce Allah, kulların işledikleri amellerin hesabını sormayı en uygun zamanından geciktirmez. Bunlardan ertelenen bir şey oluyorsa, bu, onun için öngörülen sürenin tamamlanmasından dolayıdır.

63) De ki: "...Bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden oluruz, diye kendisine yalvarıp yakardığınız zaman, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor?"

Karanın ve denizin karanlıklarından kurtarılmaktan, insanların karada veya denizde gerçekleştirdiği seferlerde karşılaştığı zorluklardan kurtarılmak kastediliyor gibidir. Yolculuk esnasında çekilen meşakkatleri, şiddetli yağmurları, kar yağışını, eşkıyalar tarafından yolların kesilmesini ve fırtına gibi olayları buna örnek gösterebiliriz. Özellikle gecenin karanlığında veya bulutlu bir havada yahut şiddetli bir rüzgarda bu meşakkatler bir kat daha artar. Bunun sonucunda insanın şaşkınlığı artar, yolunu kaybeder, kendini koruyamaz hâle gelir. Bu nedenle ifadenin akışı içinde kurtarılma eylemi karanlıklar kavramıyla irtibat-landırılmıştır. Asıl kastedilen anlam, karada veya denizde, çıkılan bir yolculuk esnasında insanın başına gelen zorluklardan, kimin onu kurtardığının sorulmasıdır.

Zorlukların karaya ve denize izafe edilmeleri, kara ve denizin bu zorlukların zarfı oluşu itibariyledir. Ardından bu zorluklar karanın ve denizin karanlıklarına izafe edilmiştir. Bunun nedeni de, bu tür zor

En'âm Sûresi / 74-83 ...................................................................... 333

lukların şiddetinin artması bağlamında karanlıkların tam bir etkinliğe sahip olmasıdır. Daha sonra zorluklar ifadesi atılmış, onun yerine karanlıklar ifadesi kullanılmış ve kurtarılma onunla ilintilendirilmiştir.

Bunun üzerine, "Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor?" denilmiştir.

Bir sonraki ayette işaret edildiği gibi her türlü zorluktan, üzüntüden ve istenmeyen durumdan kurtaran yüce Allah olduğu hâlde, kurtarılma bağlamında sadece karanlıkların zikredilmesinin nedeni, karada ve denizde gerçekleştirilen yolculukların insanlar açısından zorluk, yorgunluk ve meşakkat nitelikleriyle belirginlik kazanmış olmasıdır.

Ayetin orijinalinde geçen "tazarru", Ragıp İsfahanî'nin belirttiğine göre, zelilliğini, horluk ve hakirliğini açığa vurma (yalvarma) anlamına gelir. Bu nedenledir ki, "hufye=gizleme, örtme" kavramına karşılık olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla dua bağlamında "huf-ye" ve "tazarru" gizli ve açık dua demektir. Bir insanın başına bir musibet geldiği zaman başlangıçta içinden ve gizlice dua edip yalvarır.

Ardından musibetin şiddeti artıp, ümitsizlik belirtileri baş gösterince ve tüm sebeplerden ümidini kesince etrafında olup da ezikliğini ve onur kırıcı durumunu görecek insanlara aldırış etmemeye ve açıktan açığa dua edip yalvarmaya başlar. Dolayısıyla bu bağlamda gizli ve açık duanın birlikte zikredilmiş olması, yüce Allah'ın insanları karanın ve denizin şiddetli ve hafif musibetlerinden kurtardığına yönelik bir işarettir.

"Bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden oluruz." ifadesi, insanın uğradığı musibetten kurtulmak için dua ettiği böyle bir ortamda bir de Rabbine bir söz verdiğine işaret etmektedir. Buna göre insan, kendisini böyle bir durumdan kurtarması durumunda şükredenlerden olacağına, eski küfründen vazgeçeceğine dair Allah'a söz vermektedir. Bu şekilde söz vermek, aslında insanların kendi aralarında uygulaya geldikleri bir uygulamadan kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, herhangi birimiz, gide gide yorgun düştüğünde, belâlar ve musibetlerle kuşatıldığında, yoksul düştüğünde veya düşman tarafından sarıldığında, kendi kanaatince gücünün yettiğine inandığı bir kimseden yardım is-

334 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ter. Bunu yaparken de onun hoşuna gideceğine, kararlılığını arttıracağına, yiğitliğini harekete geçireceğine inandığı şeylerden söz eder. Onu güzel övgülerle över veya mal vaadinde bulunur ya da onun sözünden çıkmayacağından veya ona karşı vefalı bir dost olacağından söz eder. Bütün bunları yapmasının nedeni, aramızda geçen bütün sosyal faaliyetlerin iki tarafa dayalı olarak ayakta duran muameleden, alış-verişlerden ibaret olmasıdır. İnsan bu faaliyetler esnasında bir şey alırken, bir şey de verir. Çünkü ihtiyaçlar insanı kuşatmış bulunmaktadır.

Dolayısıyla bir iş yapması veya bir etkinlikte bulunması, ancak kendisine dönük bir çıkardan dolayı olabilir. Aynı durum, evrenin diğer parçaları için de geçerlidir.

Fakat, Allah muhtaç olmaktan münezzehtir. Herhangi bir eksikliği yoktur. Dolayısıyla bir şey yaptığı zaman, bunun sağladığı yarar, ancak yarattığı herhangi bir varlığa dönük olabilir. Dolayısıyla insanın musibet anında, yüce Allah'a tevhitle yönelerek, O'na şükredeceğini ve itaat edeceğini, fıtrî duasının kapsamında dile getirmesi, şundan kaynaklanmaktadır:

İnsanın başına bir musibet geldiği zaman, bu esnada maddî sebeplerin ortadan kalktığını, görebildiği kadarıyla kurtuluşunu sağlayacak araçların da ortada görünmediğini fark ettiğinde, yüce Allah'ın tek sebep olduğunu anlar. İçine düştüğü sıkıntılı durumdan sadece O'nun kendisini kurtarabileceğini görür. Yaratıldığı günden bu güne kadar bütün işlerinin O'nun tarafından yönetildiğini hatırlar. Bütün varlıklara ilişkin her sebebi de, O'nun yönettiğinin bilincine varır. Bu yüzden kendini zalim ve aşırı bulur. Allah'ın huzurunda haksız duruma düştüğünü fark eder. O'nun kendisinin üzüntüsünü gidermesini, ihtiyacını karşılamasını hak etmediğini düşünür. Çünkü Allah'a karşı suçlu durumundadır.

Birtakım kötülükler işlemiştir. Böylece işlediği günahların vebalini omuzlarında hisseder. Bu anda Rabbine şükredeceğine, itaat edeceğine ilişkin vaatlerde bulunur. Bununla, O'nun tarafından duasının kabul olmasını ve sıkıntısının giderilmesini hak edeceğini düşünür.

Ama kurtulduktan sonra da, Rabbine verdiği sözleri unuttuğunu, vaadini hatırlamadığını görürüz. Nitekim yüce Allah bir sonraki ayetin

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 335

sonunda insanın bu durumuna şu şekilde işaret etmiştir: "Sonra siz yine O'na ortak koşuyorsunuz."

64) De ki: "Ondan ve her sıkıntıdan sizi Allah kurtarıyor. Sonra siz, yine O'na ortak koşuyorsunuz."

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Kerb; şiddetli üzüntü, gam demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurur: 'Onu ve ailesini büyük üzüntüden kurtardık.' el-Kurbetu; gumme gibi, gam ve üzüntü anlamına gelir. Bu kelimenin aslı, yerin eşilmesi, toprağın alt üst edilip sürülmesi anlamına gelen 'kirb' sözcüğüdür. Üzüntü de insan nefsini bu tür bir alt üst oluş durumuyla yüz yüze bırakır. Bir ata sözünde şöyle denir: 'el-Kirabu ale'l-bakar=Toprağı sürmek öküzün işidir.'

Ama bu, 'el-Kilâbu ale'l-bakar' anlamında değildir. Bu kelimenin, güneşin batmaya yüz tutması anlamına gelen el-kerb kökünden gelmiş olması da muhtemeldir. Araplar, 'İnaun kurban' derler. 'Karib' kökünden türeyen 'kurban' gibi. Yani, 'Kap, dolmaya yakındır.' Ya da bu kelime, el-kereb kökünden de türemiş olabilir. Bunun anlamı da, kovanın ipine sağlam bir düğüm atmaktır. Buna göre, üzüntünün elkerb olarak isimlendirilmesi, kalbin içinde bir düğüm meydana getirmiş olmasından olabilir. Araplar, 'Ekrebtu'd-delve' derler. Yani, kovanın ipini sağlam bağladım." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Tefsirini sunduğumuz bu ayette, karanın ve denizin karanlıklarına diğer her türlü sıkıntı da eklenerek herkesi kapsamına alan bir ifade karşımıza çıkmıştır. Çünkü hiçbir insan yoktur ki, hayatı boyunca sıkıntılardan ve üzüntülerden yana bir şeyle karşılaşmış olmasın. Şu hâlde, üzüntüyü giderme isteğinde bulunma ve dua etme, bütün insanlar için geçerli olan bir şeydir. Bunu açıktan yapmalarıyla gizliden yapmaları arasında da herhangi bir fark yoktur.

Dolayısıyla ayette kastedilen anlamı şu şekilde özetleyebiliriz: Siz karanın ve denizin karanlıklarında ve başka durumlarda üzerinize şiddetli musibetler indiğinde, bütün görünür sebepler ortadan kaybolduğunda, aklınıza gelebilecek bütün kurtuluş çareleri bir bir geçersiz kaldığında, insanî fıtratınıza dönmekten başka seçeneğinizin olmadığını bizzat gözlemlersiniz. O zaman tanıklık edersiniz ki, yüce Allah

336 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sizin Rabbinizdir, O'ndan başka Rab yoktur. O zaman kesin olarak anlarsınız ki, O'ndan başkasına kulluk sunmanız, aslında bir zulümdür, günahtır. Bunun kanıtı da, sizin o sırada O'na yakarmanız, gizlice ya da açıkça dua etmenizdir. Bundan sonra eğer kurtulacak olursanız O'na şükredeceğinizi ve O'na nankörlük etmeyeceğinizi vaat etmenizdir.

Fa-kat siz kurtulduktan sonra yeminle pekiştirdiğiniz sözünüzü unutursunuz, eski küfrünüze devam edersiniz. Bu açıdan tefsirini sunduğumuz iki ayette, müşriklere yönelik bir kanıtsal saldırı ve yeminlerini bozmalarından ve vaatlerinin aksini yapmalarından dolayı bir ayıplanma söz konusudur.

65) De ki: "O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye... kadirdir..."

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Ba's sözcüğünün asıl anlamı, bir şeyi harekete geçirme ve yönlendirmedir. Araplar, 'Baastuhu fenbaase=Onu harekete geçirdim, o da hareket etti.' derler. Harekete geçirme, ilintili olduğu olguya göre farklı bir anlam ifade edebilir. Örneğin, 'Baast'ul-baire', 'Deveyi sürdüm' anlamına gelir. Bir ayette ise, 'Ve'l-mevta yeb'asuhumullah=Ölüleri ise Allah diriltir.'

bu-yurulmuştur. Yani Allah, onları kabirlerinden çıkartır ve kıyamete doğru sürükler... Şu hâlde, 'ba's=harekete geçirme' iki kısma ayrılır. Bir kısmı beşerîdir. Deveyi sürmek ve bir insanı bir ihtiyaç peşinde göndermek gibi. Bir kısmı da ilâhîdir. Bu da iki kısma ayrılır: Birincisi: Objeleri, cinsleri ve türleri yoktan var etmek. Bu, salt yüce Allah'a özgüdür ve O'ndan başka hiç kimse buna güç yetiremez. İkincisi: Ölüleri diriltmek. Yüce Allah, İsa (a.s) gibi bazı velilerine bu özelliği bahşetmiştir."

(Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)

Kısacası, bu kelimenin anlamının esasında, bir şeyi kaldırma ve uyandırma anlamı yatmaktadır. Bu gerekçeyle yöneltme ve gönderme anlamında da kullanılır. Çünkü bir ihtiyaca yöneltme ve bir kavme gönderme olgusu, genellikle bir durgunluk, hareketsizlik ve dinginlikten sonra gerçekleşir. Buna göre, azabı harekete geçirmek anlamında azap göndermek, bu azabın her an onlara yönelebilecek, onların üzerine çökebilecek mahiyette olduğunu, ancak iman ve itaat gibi bir engelin bunun gerçekleşmesini engellediğini ima etmektedir. Bu

En'âm Sûresi / 74-83 ....................................................................... 337

konunun, ileride size sunacağımız tamamlayıcı bir açıklaması vardır.

Mecma'ul-Beyan tefsirinde müellif der ki: "Bir şeye açıklık getirmediğimiz, bir kısmını bir kısmına karıştırdığımız zaman 'lebistu aley-him'ul-emre ve elbisuhu' denir. Elbiseyi giymek anlamında da 'lebis-tu's-sevbe ve elbisuhu' denir. el-Lebs; işin veya konuşmanın karışması demektir. Lâbestu'l-emre; işi karıştırdım, demektir. eşŞiya'; fırkalar, gruplar demektir. Her grup, her fırka, başlı başına bir 'şia'dır. Birinin şiası, ona tâbi olanlar, uyanlar demektir. et-Teşeyyu; dinsel ve yönetsel anlamda tâbi olma anlamına gelir." (Mecma'ul- Beyan'dan alınan alıntı burada son buldu.)

Bu durumda, "ya da sizi fırkalara bölmeye" ifadesinden maksat, onları birbirine karıştırmak, farklı gruplar hâline getirmektir.

O hâlde, "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye... kadirdir." ifadesi, görünürde yüce Allah'ın üstten ve alttan onların üzerine azap gönderme gücüne sahip olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Bir şeyi yapabilme gücü ise, onu yap-mayı gerektirmez. Bununla birlikte azap etmeye gücü yettiğinin vurgulanması, korkutma ve uyarı için yeterlidir. Ancak konunun akışından algıladığımız kadarıyla maksat, salt Allah'ın buna kadir olduğunu vurgulamak değildir. Bilâkis, onların bu tür bir azabı bir şekilde hak ettikleri de ima edilmektedir. Buna göre, eğer onlar Allah'a ve ayetlerine iman etrafında birleşmeyecek olurlarsa, bu azabın üzerlerine gönderilmesi bir gereklilik hâlini alacaktır. Nitekim "ba's" kavramının anlamı üzerinde dururken, bu anlamın "ba's" kavramından istifade edilebileceğine değinmiştik. Bundan sonra yer alan, "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." ifadesi de, açık bir tehdit olması hasebiyle, bu çıkarsamayı destekler mahiyettedir.

Öte yandan yüce Allah, Kur'ân'ın değişik ayetlerinde, buna benzer konular bağlamında, İslâm ümmetini açıkça azapla tehdit etmiştir: "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri onlara gelince, aralarında adaletle hükmolunur... 'Sahiden bize söylediğin gerçek midir?' diye senden haber soruyorlar. De ki: Evet, Rabbim hakkı için o gerçektir. Siz onu önleyemezsiniz." (Yûnus, 47- 53), "İşte bu sizin üm-

338 ......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

metiniz, bir tek ümmettir. Rabbiniz de benim. O hâlde yalnız bana kulluk edin. Ancak onlar, işlerini aralarında parçaladılar." (Enbiyâ, 93- 97), "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir... Ortak koşanlardan olmayın, dinlerini parçalayıp bölük bölük olanların arasında yer almayın..." (Rûm, 30- 45)

Bazılarına göre, üstten gelen azaptan maksat, Ad, Semud, Şuayb ve Lut kavimlerine yapıldığı gibi göksel çığlık, taş yağmurları, tufan ve rüzgârdır. Alttan gelen azaptan maksat da, Karun gibi yerin dibine geçirilmeleridir. Bazılarına göre de, üstten gelen azaptan maksat, büyükleri ve zorba yöneticileri aracılığıyla tattıkları eziyet, alttan gelen azaptan maksat da, ayak takımından veya kölelerden çektikleri eziyetlerdir. Diğer bazılarına göre de, üstten ve alttan gelen azaptan maksat, insanlığın son çağlarda icat ettiği ateşli silâhlar, savaş uçakları, yakıcı ve yıkıcı bombalar atan toplar, deniz altıları, gemi batıran su altı silâhlarıdır. Çünkü yüce Allah, Kur'ân'da bir tehditten, bir uyarıdan söz ediyor. Yüce Allah da, mülkünde gerçekleşecek olanları herkesten daha iyi bilmektedir.

Doğrusu bu ifade, yukarıda sözü edilen bütün anlamlara uyarlanabilir türdendir. Nitekim, ayetin inişinden sonra, bu ifadeyle örtüşen bazı gelişmeler meydana gelmiştir. Bu gelişmelerin temel ekseni, bu yolun hazırlayıcısı, hiç kuşkusuz bu ümmetin başlangıçta üzerinde birleştiği ve Peygamber'in (s.a.a) insanları yönelttiği kelime hususunda ihtilâfa düşmeleri olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.a), ümmetini hak mesaj üzerinde ittifak etmeye çağırıyordu. Allah elçisine şunu emrediyordu: Onlara de ki: Bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. Onu bırakıp başka yollara uymayın. Aksi takdirde parçalanırsınız.

"...Ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadirdir." Bak, belki anlarlar diye delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz).

Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bununla, Peygamberimizden (s.a.a) sonra yaşanan gruplaşmalar, hizipleşmeler kastediliyor. Bu gruplaşmalar, sonraki dönemlerde değişik mezheplerin ortaya çıkmasına yol açmış, bu mezhepler taassup elbisesine bürünüp cahiliye bağnazlığıyla birbirlerine saldırmışlardır. Bunu, fırkalar arası savaşlar ve katliamlar izlemiştir. Her grup başkasının her türlü saygınlığı

En'âm Sûresi / 74-83................................................................................... 339

nı çiğnemeyi mubah saymış, kendi zannınca onu dinin dışında görmüştür. Buna göre, "ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadirdir." ifadesinde iki değil, bir azaba işaret ediliyor. Gerçi, bölünüp parçalanmalarını ve bir kısmına bir kısmının hıncının tattırılmasını başlı başına birer azap şekli olarak algılamak mümkündür.

Çünkü bir toplum içinde bölünüp parçalanmanın, tefrikanın başka kötü sonuçları da vardır. Bunun etkisiyle toplumun gücünde zayıflama meydana gelir, kuvveti parçalanır. Ancak ayette sıralanan hususlardan bir azabın kastedildiği anlaşılıyor. "Kiminize kiminizin hıncını tattırmaya..." ifadesi, bunu destekler mahiyettedir. Çünkü bu ifadede azap olarak sayılan şey, bölünüp parçalanmaya oranla, mutlak bir ifadeye karşı mukayyet bir ifade konumundadır. Artı bir amaç söz konusu olmadan da mutlak bir ifade karşısında mukayyet bir ifade getirmek, doğru değildir. Kaldı ki iki cümlenin, bir arada olma anlamını ifade eden "vav" atıf harfi ile birbiriyle ilintilendirilmiş olması da, bizim bu çıkarsamamızı desteklemektedir.

Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Ey Resul, onları tevhit sancağı altında birleşmekten kaçınmanın, hak daveti dinlememenin akıbetinden korkutup uyararak onlara de ki: Bu şekilde devam ederseniz, akıbetiniz kötü olur. Yüce Allah sizi, bundan dolayı yakalayıp cezalandırabilir. Üzerinize bir azap indirebilir. Sonra ondan kaçamazsınız, sığınacak bir yer de bulamazsınız.

Üstünüzden ve ayaklarınızın altından gelebilecek bir azaptır bu. Ya da sizi birbirinize düşürür. Fırkalara, gruplara bölünürsünüz. Birbirinizle çekişir, vuruşursunuz. Böylece bazılarınızın hıncını bazılarına tattırır. Ardından açıklamaya şu ifadeyle son nokta konuluyor: "Bak, belki anlarlar diye delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz)." Burada kastedilen anlam açıktır.

66-67) O gerçek iken, kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekil değilim. Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz."

Hz. Peygamber'in (s.a.a) kavmiyle, ya Kureyş kabilesi veya Muzar oymağı yahut bütün Araplar kastedilmiştir. Ancak, bazı ayetlerden algıladığımız kadarıyla, Peygamber'in kavmi deyimiyle, Arap ulusu

340 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kastedilmektedir. Bunu şu ayetlerden de anlayabiliriz: "Biz onu Arap olmayanlardan birine indirseydik de onu onlara okusaydı, ona inanacak değillerdi. Böylece biz onu, suçluların kalbine soktuk. Acı azabı görünceye kadar ona inanmazlar. Azap onlara öyle ansızın gelir ki, onlar hiç farkında olmazlar." (Şuarâ, 198-202), "Biz, her elçiyi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açıklasın." (İbrâhîm, 4) Maksat her ne ve her kim olursa olsun, "O gerçek iken, kavmin onu yalanladı." ifadesi, daha önce sunulan uyarının içerdiği tehdidin gerçekleşeceğinin habercisi konumundadır. Âdete şöyle deniliyor:

"Ey ümmet, Rabbinizin birliği ilkesi etrafında birleşin, hak mesaja tâbi olma hususunda görüş birliği içinde olun. Yoksa üstünüzden veya altınızdan gelecek bir azaptan yahut ayrılığa ve hizipleşmeye düşmenizden sizi kimse kurtaramaz. O zaman kılıçlarla, kırbaçlarla birbirinize düşer, birbirinizi katledersiniz." Sonra hitap Hz. Peygamber'e (s.a.a) yöneltiliyor ve ona şöyle deniyor: "Senin kavmin bunu yalanladı. O hâlde korkunç bir azaba ya da tadacakları şiddetli bir musibete hazır olsunlar."

Bununla şu hususlar ortaya çıkıyor:

Birincisi: "...onu yalanladı" ifadesindeki zamir, azaba dönüktür. Nitekim Alusî'ye göre, müfessirlerin büyük bir çoğunluğu da bu görüştedir. Bazılarına göre, zamir, delillerin döndürülmesine (açıklamasına) ya da Kur'ân'a dönüktür ki, bu uzak bir ihtimaldir. Ancak önceki ayetin içeriğini göz önünde bulundurduğumuzda, zamirin o ayette verilen habere dönük olması, uzak bir ihtimal olarak görünmemektedir.

İkincisi: Bu haber, yani "O gerçek iken, kavmin onu yalanladı." ifadesi, ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla, asıl haber için yol açmaya yönelik bir ilk haber anlamındadır. Âdeta şöyle deniyor: "Senin ümmetinin Allah'a ve ayetlerine iman ilkesi etrafında toplanması gerekir.

İçlerine küfrün, Allah'ı ve ayetleri inkâr etme anlayışının sızmaması için sürekli hazırlıklı olmalılar ki, aralarında ihtilâflar baş göstermesin ve üzerlerine Allah'ın azabı inmesin." Sonra şöyle deniyor: "Ancak bütün ümmetin veya seninle çağdaş olanların ya da senden sonra gelen dünya halklarının arasından senin kavmin, sıkıca sarılmaları gereken ilkeleri çiğnediler ve ilâhî azaba ilişkin haberi

En'âm Sûresi / 74-83 ...................................................................... 341

yalanladılar. Böylece akıbetine duçar olmaları kaçınılmaz oldu. İleride bunu bileceklerdir." Hiç kuşkusuz Peygamber'i (s.a.a) veya Kur'ân'ı yahut azabı yalanlayanlar, sadece Peygamber'in kavmi olan Araplar değildir. Aksine başta Yahudiler olmak üzere başka kavimler de, hem onun zamanında, hem de ondan sonra onu yalanladılar. Bunların yalanlamaları ve ihtilâf etmeleri, tehdit edildikleri azap üzerinde inkâr edilemez bir etkinliğe sahiptir. Durum böyleyken, sadece Hz. Peygamber'in (s.a.a) kavminin zikredilmiş olması, bizim yaptığımız değerlendirmeyi destekleyen bir unsurdur.

İslâm toplumunun psikolojisine yönelik analitik bir araştırma, bizim ayetten algıladığımız bu çıkarsamayı destekleyici bulguları elde etmemizi sağlar. Çünkü İslâm ümmeti bugün psikolojik bir çöküş hâlini yaşamaktadır. Ümmetin gücü büyük bir zaafa uğramıştır. Bir söylem etrafında birleşememektedirler. Bunun nedeninin de, yapılacak bir analiz sonucu, içlerindeki ihtilâflara ve Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra İslâm'ın ilk dönemlerinde yaşanan çekişmelere dayandığı gözlemlenecektir. Sonra bunun da, Peygamberimizin (s.a.a) hicretten önce ve sonra kavminden gördüğü tepkilere, yalanlamalara, görüşünü küçümsemelere dayandığı görülecektir.

Gerçi bunlar, hak mesajın belirginleşip etrafını aydınlatmasından sonra İslâmî davet sancağı altında birleşip İslâm'ın çağrısı etrafında toplandılar, ancak İslâm'ın temiz toplumu, hiçbir zaman nifak kirinden tamamen arınamadı. Kur'ân'da yer alan birçok ayet bu gerçeğe parmak basmaktadır. Münafıklar azımsanmayacak sayıdaydılar. İslâm toplumunun onların kötü etkilerinden tamamen kurtulması, bireylerinin ruhsal yapıları üzerinde etkinlikte bulunmalarını bütünüyle engellemesi veya onların hepsinin Peygamberimizin (s.a.a) hayatı boyunca içselleştirilip salih unsurlara dönüştürülmeleri olası değildi.

Tamamıyla sönmeyen fitne ateşleri, çok geçmeden tekrar alevlendi.

Gittikçe yayıldı ve hâlâ tutuşup durmaktadır. Ve bütün bu olup bitenler, başlangıca dayanmaktadır. Arapların deyimiyle: "Avın tamamı yaban eşeğinin karnındadır."1

---------------

1- İşin önemini bildiren bir deyimdir. Bu deyim şuradan ortaya çıkmıştır: Üç arkadaş

342 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Üçüncüsü: "De ki: Ben size vekil değilim." ifadesi, bir kinaye niteliğindedir.

Yani, vazgeç onlardan ve de ki: "Sizin sorumluluğunuz bana ait değildir. Sizin yükünüzü ben taşımıyorum. Dolayısıyla bu açıdan size öğüt vererek sizin de yalanlamanıza engel olmam söz konusu değildir.

Konumum itibariyle sorumlu olduğum şey, sizi beklemekte olan bir azaba karşı sizi uyarmaktır."

Buradan hareketle şunu da anlıyoruz ki: "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." ifadesi, Peygamber'in sözünün devamı ve tamamlayıcısıdır. Peygamber (s.a.a) bunu kavmine yönelik olarak söylemiştir. "Yakında bilirsiniz" ifadesindeki hitap, bunu kanıtlayıcı bir unsurdur. Çünkü bu bağlamda kavim, Allah'ın değil, Peygamber'in (s.a.a) muhatabı konumundadır.

"Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." sözü, açık bir tehdit içeriyor ve bunun kesin olarak gerçekleşeceğini bildiriyor.

Biraz önceki açıklamalarımızla, İslâm ümmetinin başına gelecek bölünme ve şiddetli iç çatışmalara duçar olma bağlamında müşriklere hitap etmenin normal olduğu anlaşılmıştır, sanıyoruz.

Çünkü bu işin kökleri sonuçta onlara dayanmaktadır. Ayrıca insanlar bir tek ümmettirler; öncekilerin yaptığından sonrakiler sorumlu olur. Sonrakiler arasında ortaya çıkan bir şey öncekilere kadar uzanır. Bunu bilip bilmemeleri fark etmez. Kendi üzerlerinde gözlemleyip gözlemlememeleri bu gerçeği değiştirmez. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ama onlar şüphe içinde oynuyorlar. Göğün açık bir duman getireceği günü gözetle. Duman insanları sarar. Bu, acı bir azaptır. 'Rabbimiz, bizden azabı aç, biz artık inanıyoruz.' (derler.) Artık nasıl düşünüp öğüt alacaklar? Oysa kendilerine apaçık bir elçi gelmişti. Ondan yüz çevirdiler. 'Bu, öğretilmiştir, cinlenmiştir.' dediler.

Biz sizden azabı birazcık kaldırırız; ama siz yine inkâra dönersiniz." (Duhân, 9-15) avlanmaya çıkmış. Biri bir tavşan, biri bir ceylân, diğeri de bir yaban eşeği avlanmış. Sonra kendi aralarında kimin avı daha önemli, daha gözde diye konuşurlarken yaban eşeği avlanan, avlandığı hayvanın büyüklüğünü, önemini anlatmak için, "Sizin avlandıklarınız, benim avlandığımın karnına sığar." anlamında yukarıdaki sözü söylemiştir.

-Musahhih

En'âm Sûresi / 74-83 ....................................................................... 343

Bu tür ayetler üzerinde düşünüldüğünde, öncekilerin işledikleri suçlardan ötürü nasıl sonrakilerin cezalandırıldıkları görülecektir. Ya da bu ayetleri, daha önce Yunus, Enbiya ve Rum surelerinden aktardığımız ayetler kategorisine koyabiliriz. Kur'ân-ı Kerim'de yer alan çok sayıdaki ayette, bu ümmetin ileride karşılaşacağı vahim akıbete, üstlendiği ağır vebale, ardından yüce Allah'ın yetişen yardımına işaret edilir. Hiç kuşkusuz, büyük bir yekûn tutan bu ayetlerin araştırmacılar tarafından yeterince ele alınmamış olması, en büyük kusur ve ihmaldir.

Oysa bu ayetlerin ümmetin durumuyla, dünya ve ahiret mutluluğuyla direkt bağlantısı vardır.

68) Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir.

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Havz, suya dalmak ve sudan geçmek demektir. Bu ifade, istiare yoluyla işlerle ilgili olarak da kullanılır. Kur'ân'da genellikle dalınması yerilen hususlar bağlamında kullanılır." (Ragıp'tan yapılan alıntı son buldu.) Dolayısıyla bundan maksat, batıl sözlere başlayıp iyice dalmaktır. Gerçek olan ayetlerden söz edip onlarla alay etmek ve lâfı uzattıkça uzatmak gibi. Yüz çevirmek ifadesiyle de, onların daldığı sözlere katılmamak kastedilmiştir.

Bulundukları yerden kalkmak, oturdukları yerden çıkmak gibi onlara katılmama anlamını ifade eden bir davranışta bulunmak yani. "Ondan başka bir söze dalıncaya kadar" ifadesindeki kayıt, yasak olan şeyin, hak nitelikli bile olsa mutlak olarak onlarla birlikte oturmak olmadığını vurgulamaya yöneliktir. Yasak olan, Allah'ın ayetlerini alaya aldıkları sürece onlarla birlikte oturmaktır.

Bundan da anlıyoruz ki ayette, hazıf yoluyla bir tür özetleme yönüne gidilmiştir. Dolayısıyla ifadenin takdirî açılımı şöyledir: "Ayetlerimiz hakkında konuşmaya dalanların, onlar hakkında konuşmaya daldıklarını gördüğün zaman, onlardan yüz çevir..." Dolayısıyla sıla cümlesine benzeyen cümle, ihtiyaç olmadığı için hazfedilmiştir. Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza -Allah doğrusunu herkesten daya iyi bilir-: "Allah'ın ayetleri hakkında konuşmaya dalan ve onlarla alay eden kimseleri, Allah'ın ayetleri hakkında konuşmaya dalmaya, onları alaya almaya devam ettiklerini gördüğün zaman, onlardan yüz çe-

344 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

vir, başka bir konuya dalıncaya kadar onların halkalarına katılma. Başka bir konuya girdiklerinde, onlarla birlikte oturmanı engelleyecek bir şey yoktur." Bu söz, müşriklere karşı ve hücceti onlara tamamlama bağlamında söyleniyorsa da, işaret edilen gerekçe, hem onları, hem de başkalarını kapsayacak niteliktedir. Ayetin sonunda da şöyle bir ifade yer alıyor: "Hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla oturma." Buna göre, Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri konuşup lâfa dalmak bir zulümdür. Dolayısıyla ayet, zalimlerin zulmüne ortak olmayı yasaklamaktadır. Kur'ân'ın başka bir yerinde bu bağlamda şu uyarıya yer verilmiştir: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz." (Nisâ, 140)

Bununla da anlıyoruz ki: Ayet, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe dalanlardan yüz çevirmeyi emretmiyor; bilâkis Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri konuşmaya daldıkları sürece onlardan yüz çevirmeyi emrediyor.

"Ondan başka" ifadesindeki zamir, Allah'ın ayetleri bağlamında daldıkları söze dönüktür. Çünkü o söz bir tür dalmadır; bu ise, ayette yasaklanmıştır. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla beraber oturma.

"İmma yunsiyenneke=Şayet... sana unuttursa" ifadesindeki "ma" fazladır ve bir tür tekit ya da azaltma anlamını verir. "Nun" ise tekit içindir. Dolayısıyla ifadenin normal şekli, "in yunsike"dir. Bu bakımdan cümle, yasağı pekiştirme ve şiddetlendirmeye yöneliktir. Yani, şeytanın sana unutturması sonucu, bizim bu yasağımızdan gafil olsan bile, hatırladığın zaman, onların yanından kalmak hususunda gevşek davranma. Çünkü kornanlar (muttakiler), Allah'ın ayetlerini oyun ve eğlence konusu yapıp onlar üzerinde konuşmaya dalanlar gibi davranmazlar, onların tutumlarına ortak olmazlar.

Bu ayette hitap, Peygamberimize (s.a.a) yöneliktir; fakat maksat, onun ümmetidir. Daha önce peygamberlerin masum olduklarını, bu ayette işaret edilen türden unutkanlıklara düşmeyeceklerini belirtmiştir.

Çünkü burada ilâhî bir hükmü unutma ve pratikte bu hükme muhalefet etme söz konusudur. Hz. Peygamber'in böyle bir şey

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................ 345

yapması başkalarına örnek olabileceğinden onun hakkında böyle bir şey mümkün değildir.

Hemen sonraki ayette, sözün ümmetin korunanlarına atfedilmesi de bunu desteklemektedir. "Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur..." ayetini kastediyorum.

Nisâ Suresi'nde yer alan şu ayet, bu bakımdan daha açık bir kanıtsallık işlevini görmektedir: "O, kitapta size indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut alaya alındığını işittiğinizde, ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlarla bir arada oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacaktır." (Nisâ, 140) Çünkü Medine'de inen Nisâ Suresi'nde yer alan bu ayette işaret edilen Allah'ın kitapta indirdiği hükümden kastedilen, Mekke'de inen En'âm Suresi'nde yer alan bu ayetteki hükümdür. Çünkü bu konuya değinen başka ayet yoktur. Görüldüğü gibi, Nisâ Suresi'nin bu ayetinde, daha önce inen o hükmün müminlere yönelik olduğuna değiniliyor. Bu da, "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman..." hitabının Peygamber'e (s.a.a) yönelik olmasını, ancak maksadın başkaları olmasını gerektirmektedir. "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla." gibi.

69) Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat, belki korunurlar diye, (bu) bir hatırlatmadır.

Demek isteniyor ki, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsiz konuşmalara dalanların kazandıkları günah, sadece kendi omuzlarına biner, başkalarının hanesine yazılmaz. Ancak o başkaları onlara benzerler, onların davranışlarına ortak olurlar ya da onların amellerini hoşnutlukla karşılarlarsa, başka. Çünkü bir işten, ancak onu yapan kimse sorumlu tutulur. Fakat biz onları uyarıyoruz ki, korkup sakınsınlar.

Çünkü doğrudur ki bir insan, onlarla birlikte oturduğu zaman, onların daldığı konuşmalara katılmayabilir, yaptıklarına kalben razı olmayabilir, sırf onların yanında olması, onların zulümlerini desteklemek, sözlerini onaylamak anlamına gelmeyebilir. Ancak Allah'a karşı gelinmesine tanık olmak, günahın işlenmesini seyretmek, nefis açısından günahı basitleştirir, görüp seyredenin gözünde suçu küçültür. Günah önemsiz görüldüğü zaman da, insanın onu işlemesinin ih-

346 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

timali artar. Çünkü nefsin her türlü günaha yönelik bir arzuya sahip olduğu bir gerçektir.

Dolayısıyla korunan bir insanın, Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak duran bir kimsenin, günahlara aldırış etmeyen, Allah'ın sınırlarını çiğnemekten sakınmayan kimselerden uzak durması gerekir. Nitekim bu, bu durumda olanlara, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe dalanlara da farz ve gereklidir. Hikmeti ise, Allah'a ve ayetlerine yönelik cür'etkâr davranışların insanın gözünde basitleşmesidir. Çünkü insanın gözünde günahın basitleşmesi, onu günaha yaklaştır, helâk oluşla yüz yüze getirir. Bir tehlikenin etrafında dolaşanın, içine düşmesinden korkulur.

Bu açıklamadan şu hususlar belirginlik kazanıyor:

Birincisi: Onların hesabına ortak olmama durumunun sadece korunanlardan, kaçınanlardan olumsuzlanması, bununla beraber, bir işi işlemeyenin, onu işleyene ortak olmadığı bir gerçek olması da gösteriyor ki, verilmek istenen mesaj şudur: Onların meclislerine katılmak, onlarla birlikte oturmak, insanı onlara verilecek cezadan emin kılmaz. Onların sorumlu olduğu şeyden sorumlu tutulma ihtimali her zaman vardır. Dolayısıyla bu ifadeyi şu şekilde algılayabiliriz: Onlarla birlikte münasebetsizliğe dalmayanlara, onlarla birlikte dalmaktan kaçındıkları sürece, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Ancak biz onları, münasebetsizliğe dalanlarla birlikte oturmama hususunda uyarıyoruz ki, bu şekilde münasebetsizliğe dalmaktan korunmalarını, kaçınmalarını sürdürsünler ya da bu şekilde Allah'ın koyduğu haramlara yönelik takvaları ve sakınmaları tamamlansın.

İkincisi: "Korunanlara, ...bir sorumluluk yoktur." ifadesinin orijinalinde geçen "takva"dan maksat, genel anlamda korunup sakınmadır.

Yani, yüce Allah'ın razı olmadığı şeylerin genelinden kaçınıp korunma. "Belki korunurlar" ifadesinde geçen "takva" ise, özel olarak Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsiz konuşmaya dalma günahından sakınma anlamında kullanılmıştır. Ya da birincisinde takvanın aslı, ikincisinde ise tamamı; yahut birincisinde takvanın özü, ikincisinde ise ayrıntısı, yani yerine göre takvanın pratiğe yansıması kastedilmiştir.

Ki Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizce konuş

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 347

maya dalmaktan kaçınmak da bunun pratiğe yansıyan bir örneğidir.

Burada bir diğer anlam da söz konusudur. Buna göre, birincisinde müminlerin korunup sakınması ikincisinde ise, ayetler hakkında münasebetsiz konuşmaya dalanların bundan sakınmaları kastedilmiş olabilir. Dolayısıyla ifadenin takdirî açılımı şöyle olur: Fakat, bu şekilde dalanlara hatırlatıp uyarın, belki ayetler hakkında konuşmaya dalmaktan sakınırlar.

Üçüncüsü: "Hatırlatma" ifadesi, cümle içinde takdir edilen fiilin mef'ul-ü mutlakıdır. Bu durumda şöyle bir anlam elde ediyoruz: Fakat onlara hatırlatıyoruz" veya "Onlara hatırlatın". Bu ifade, mahzuf mübtedanın haberi de olabilir. O zaman da anlam, "Fakat bu bir hatırlatmadır."

şeklinde belirginleşir. Ya da mahzuf haberin mübtedası da olabilir. Dolayısıyla, "Sana düşen, onlara hatırlatmaktır." şeklinde bir anlam elde ediyoruz. Bu yaklaşımlardan ilk akla gelen ise, ortadaki yaklaşımdır.

70) Dinlerini oyun ve eğlence yerine koyan ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak ve onunla hatırlat ki kişi, kazandıkları sebebiyle alıkonmasın...

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Beslu, bir şeyi büzmek, toparlamak ve men etmek, alıkoymak demektir. Büzmek, toparlamak anlamını içerdiği için de, mecazî olarak, yüzün ekşitilmesi anlamında da kullanılmış, yüzünü ekşitene 'bâsil' ve 'mübtesil'ülvech' denilmiştir. Men etme ve alıkoyma anlamını içerdiği için de, engellenen, yoksun bırakılan ve elinde ipotek bulunduran kimseye 'besl' denmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Ve onunla (o Kur'ân'la) hatırlat ki kişi, kazandıkları (günahlar) sebebiyle alıkonmasın.' Yani, sevaptan mahrum bırakılmasın.

'Haram' ile (engellenilen anlamında) 'besl' arasındaki fark, 'haram'ın genel olması, hem hüküm ve yasayla yasaklanan şeyleri, hem de baskı ve zorla yasaklanan şeyleri kapsıyor olmasıdır. 'Besl'in ise, sadece baskı ve zorla yasaklanan şeyleri ifade ediyor olmasıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'İşte onlar, kazandıkları (günahlar) sebebiyle alıkonmuşlardır.' Yani, sevaptan yoksun bırakılmışlardır." (el-Müfredat'tan yapılan alıntı son buldu.) Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Araplar, 'Ebseltuhu bi-

348 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

cerîretihi' derler. Yani, suçundan dolayı onu teslim ettim. el-Müstebsil; kurtulamayacağını bildiği için teslim olan kimse demektir...

Ahfeş der ki: Tubsilu, 'cezalandırıyorsun' anlamını ifade eder. Yine 'tubsilu' ifadesinin 'ipotek ediyorsun, rehine koyuyorsun' anlamına geldiği de söylenmiştir. Dikkat edilirse bunlar, birbirine yakın anlamlardır." (Alıntı bitti.)

Buna göre, ayetin anlamı şöyle belirginleşmektedir: "Dinlerini oyun ve eğlence yerine koyan kimseleri terk et..." Burada, nefislerinin arzularını, keyiflerini din edinmeleri, dinlerini oyun ve eğlence konusu yaptıkları olarak değerlendirilmiştir. Bu durumda, onlar için bir hak din varsayılmıştır. Bu hak din, hiç kuşkusuz, fıtratlarının onları çağırdığı şeydir. Dolayısıyla, fıtratlarının çağırdığı hak dini benimsemeleri, ona ciddiyetle sarılmaları, onu karışıklıklardan ve tahriften korumaları gerekirdi. Ama onlar, bunun yerine dinlerini oyun ve eğlence edindiler. Keyiflerine göre şekilden şekle, nefislerinin arzusuna uygun olarak kalıptan kalıba soktular.

Ardından, dinlerine oyun ve eğlence yerine koyuşlarına şu ifade atfediliyor: "Ve dünya hayatının aldattığı kimseleri". Çünkü bunlar, birbirlerini gerektiren durumlardır. Dünya hayatının lezzetlerinden sınırsız zevk alma çabası ve bu yönde yoğun bir çaba içinde olmak, hak din hususunda ciddiyeti terk etmeyi, onu bir eğlence, bir vakit geçirme aracı hâline getirmeyi gerektirir.

Ardından, şöyle buyuruluyor: "Ve onunla hatırlat..." Yani Kur'ân ile hatırlat ki, kişi kazandığı günahlar sebebiyle ilâhî mükâfattan ya da kişi kazandığı günahlarla beraber sorguya çekilmeye ve cezalandırılmaya teslim edilmesin. Bu duruma düşen bir kişinin Allah'tan başka ne bir velisi, ne de şefaatçisi olur. Ne kadar bedel öderse ödesin, ne kadar fidye verirse versin, bunlar kendisinden kabul edilmez. Çünkü o gün, amellerin karşılıklarının verildiği gündür, alışveriş günü değil. İşte onlar, Allah'ın sevabından alıkonmuş, men edilmişlerdir. Ya da Allah'ın cezalandırmasına teslim edilmişlerdir. İnkâr etmelerinden dolayı onlar için kaynar sudan bir içecek ve acı bir azap vardır.

71) De ki: "Allah'tan başka, bize ne yarar, ne zarar vermeyen şeylere

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 349

mi yalvaralım?" Yadırgama amaçlı soru tarzında müşriklere karşı sunulmuş bir kanıttır. Burada, Allah'a ortak koştukları düzmece ilâhların niteliği olarak ne yarar, ne de zarar dokunduramayacak oluşları ön plâna çıkarılıyor.722 Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, müşriklerin tanrılar edinmelerinin temelinde, yarar umudu veya zarar korkusu yatmaktaydı. Yüce Allah'a ortak koşulan bu düzmece tanrılar, yarar veya zarar dokunduramadıklarına göre, bunlara dua etmeyi, kulluk sunmayı ve kurbanlar adamayı gerektiren bir durum yoktur demektir.

"Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde geriye mi döndürülelim? Tıpkı şeytanların... şaşkın bir hâlde bıraktıkları... kimse gibi (mi olalım)?"

Ayetin orijinalinde geçen "istehvethu" kelimesinin mastarı olan "istihva" alçalma ve düşüş isteği demektir. Ökçeler üzerinde döndürülmekse, kinaye yollu sapıklık ve hidayeti terk etmek demektir. Çünkü gerçek bir hidayetin gereği, dosdoğru yol üzerinde oluş, onun üzerinde yürüyüştür. Dolayısıyla ökçelerin üzerinde geri dönmek, bu yolda yürümekten vazgeçmek, geride bıraktığı yürüyüşüne, yani sapıklığa geri dönmektir. Bu yüzden, "Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde geriye mi döndürülelim?" denilerek, bu geri dönüşün, ilâhî hidayetten sonra olacağı vurgulanmıştır.

Bazıları, "Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde geriye mi döndürülelim?" ayeti ile, bu anlamda olan başka ayetleri, sözgelimi Hz. Şuayb'ın ağzından aktarılan, "Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: 'Ey Şuayb, mutlaka seni ve se-ninle beraber inananları kentimizden çıkaracağız ya da dinimize dönersiniz!' Dedi ki: 'İstemesek de mi? Eğer Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, tekrar sizin dininize dönersek, o zaman Allah'a yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikten sonra, ona dönmemiz, bizim için olur şey değildir." (A'râf, 89) şeklindeki ayeti ilginç bir şekilde yorumlayıp tuhaf çıkarsamalarda bulunmuşlardır.

Bunların çıkarsamalarına göre, peygamberler, peygamberlikle görevlendirilmeden, nübüvvet misyonunu üstlenmeden önce küfür üzerindeymişler. Onlara göre, Allah'ın doğru yola iletmesinden sonra ökçe-

350 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ler üzerinde geri döndürülmek ve Allah'ın kurtarmasından sonra şirk dinine dönmek ifadeleri, onların kurtarılmadan önce bu dinlere mensup olduklarını gösteren kanıtlardır. Bu, çürük bir kanıtlamadır. Çünkü peygamberlerin bu sözleri, dinsel topluluğun diliyledir. Ki bu toplumun bireyleri de şirk üzerindeydiler. Nihayet yüce Allah, peygamberleri aracılığıyla onları hidayete erdirmiştir. Bununla, bir toplumun bireylerinin büyük kısmının başlangıçta şirk üzere olmalarının, önceki küfürlerinin herkese izafe edilmesini caiz kılacağını söylemek istemiyoruz.

Yani, tağlip sanatıyla onların şirklerinin yanında peygamberlerinin imanı görmezlikten gelinerek böyle bir kullanıma gidilmiştir.

Çünkü yüce Allah'ın hak sözü, böyle bir ihtimali içermez.

Bizim demek istediğimiz şudur: Hem peygamberi, hem de ümmeti kapsayan dinsel topluluğun bireyleri için, "Onlar, ancak Allah'ın kendilerini doğru yola iletmesinden sonra şirkten kurtuldular.' demek doğrudur. Çünkü aksi takdirde, onların sapıklık üzere olmaktan başka seçenekleri yoktu. Ümmete gelince; onlar, din aracılığıyla hidayete ermeden önce şirk üzerindeydiler. Peygamberlerine gelince; onlar da, Allah aracılığıyla hidayet etmişlerdir. Eğer Allah'ın hidayeti, yol göstericiliği olmasaydı, kendilerinden yana onlar için sapıklıktan başka bir şey söz konusu olamazdı. Çünkü Allah'tan başkası, kendisi için ne yarar, ne de zarar verme gücüne sahip değildir. Dolayısıyla, onlar açısından da, "Allah kendilerini doğru yola ilettikten sonra, ökçelerinin üzerinde geri dönme veya Allah kendilerini kurtardıktan sonra yeniden şirke dönme hakları yoktur." demek doğrudur.

Kısacası, bu ifade, onlarla ilintili olarak bir gerçeği dile getirmektedir.

Toplumlarının bir bireyi olan peygamberin, peygamberliğinden önce küfür üzere olmamış olması da bu gerçeği değiştirmez. Çünkü iman ve hidayet, her hâlükârda, onların kendilerinden olan durumlarından sonra Allah tarafından kendilerine verilen bir nimettir. Kendilerinden olan durumları ise, bilindiği gibi, sapıklıktır.

Kaldı ki, daha önce peygamberlerin masumluğuyla ilgili çeşitli konularda gördük ki Kur'ân, onların en küçük bir günahtan bile masum olduğunu ifade etmektedir. Böyle olunca, onlar için büyük günah, hatta en büyük günah olan şirk nasıl tasavvur edilebilir?!

10
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 351

"Tıpkı şeytanların yeryüzünde aşağılık duruma düşürerek şaşkın bir hâlde bıraktıkları..." ifadesi, bir örnektir. Burada, konumuyla ilgili bir öngörüye, mutluluğu hususunda sarsılmaz bir kararlılığa sahip olmayan şaşkın bir insanın durumu somutlaştırılmıştır. Bu adam, amacına ulaşması için en düzgün ve en güzel yolu terk ediyor. Oysa kendinden önce, nice arkadaşları bu yolu izleyerek hidayeti bulmuşlar. Ama o hâlâ kendisini rezilliğe ve helâke çağıran şeytanlarla, hidayete eren arkadaşları arasında şaşkın bir hâlde durmaktadır. Arkadaşları ya menzillerine varmışlar ya da varmak üzeredirler ve onu "Bize gel!" diye doğru yola çağırıyorlar. O ise, alçalışla düze çıkış arasında ne yapacağını bilemeden öylece duruyor.

De ki: "Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir ve bize, âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir."

Şayet mesele, fıtratla uyuşan ve "Allah'ın hidayeti" olarak adlandırılan yüce Allah'ın çağrısı ile keyfe uymaktan, dini oyun ve eğlence konusu yapmaktan ibaret olan şeytanların çağrısı arasında dönüyorsa, Allah'ın hidayeti, gerçek hidayettir, başkası değil. Fıtratın çağrısıyla uyuşan şeyin Allah'ın hidayeti olduğuna gelince; bu, şüphe götürmeyecek kadar açık bir gerçektir. Çünkü gerçek hidayet, varoluş ve yaratılışa uygun olandır. Bu ise, sadece Allah'ın gücü dahilindedir. Biz de bir dini veya inancı, ancak gerçeklerle örtüştüğünü düşündüğümüz için benimseriz. Gerçeklerse, Allah'ın elindedir. Dolayısıyla Allah'ın hidayeti hiçbir zaman gerçeklerin ötesinde kalmaz. Uyulması gereken gerçek hidayetin şeytanların çağrısı değil de Allah- 'ın hidayeti olduğuna gelince; bu da apaçık bir gerçektir. Çünkü başlangıcımız ve sonumuz itibariyle, dünyadaki ve ahiretteki ihtiyaçlarımız itibariyle, kısacası her şeyimizle bağlı olduğumuz güç, yüce Allah'tan başkası değildir.

"Ve bize, âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir." Mecma'ul- Beyan tefsirinde, müellif şöyle der: "Araplar, 'Emertuke litef'ale (yapman için emrettim), emertuke en tef'ale (yapmanı emrettim), emer-tuke bi-en tef'ale (yapmanı emrettim)' derler. 'Emertuke bi-en tef'ale' ifadesindeki 'ba' beraberlik, bitişiklik anlamını ifade eder. Yani, emrin o fiille ilintili olduğunu bildirir. 'Emertuke en-tef'ale'

352 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sözünde ise, söz konusu cer harfi hazfedilmiştir. 'Emertuke litef'ale'nin anlamı ise, 'yapman için emrettim'dir. Zeccac der ki: İfadenin takdirî açılımı şöyledir: 'Umirna key nuslime.' Yani, teslim olalım diye bize emredildi."

"Ve bize... teslim olmamız emredilmiştir." cümlesi, "Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir." ifadesini açıklamaya dönük bir atıftır. Şu hâlde, teslim olma emri, Allah'ın hidayetinin bir örneğidir. Dolayısıyla, ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: "Allah bize, kendisine teslim olmamızı emretmiştir." Ancak, "Âlemlerin Rabbine" sözünün zamir yerine konuluşuna bir hazırlık olsun diye fiilin faili belirsiz bırakılmıştır.

Böylece emrin illetine işaret edilmek istenmiştir. Demek isteniyor ki: Bize gaipten, Allah'a teslim olmamız emredilmiştir. Çünkü O, bütün âlemlerin Rabbidir. Âlemlerin tümünün veya -putperest-lerin iddia ettiği gibi- bir kısmının, O'nun dışında başka bir rabbi veya başka rableri yoktur.

Ayetten zahirinden anladığımız kadarıyla, "teslim olmak"tan (İslâm'dan) maksat, salt kelimeişahadeti söylemek değil, bütün ilâhî emirlere teslim olmaktır. Daha önce tefsirini sunduğumuz, "Hiç şüphesiz, din, Allah katında İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19) ayetinden de anlaşılan budur.

72) "Ve (bize söylenmiştir ki:) Namazı kılın ve O'ndan sakının. Huzurunda bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur."

Sözün akışı içinde, anlatım değişikliğine gidiliyor. Bu bağlamda emir, söyleme anlamında kullanılıyor ve bu anlam esas alınarak sanki şöyle denmek isteniyor: "Ve bize söylenmiştir ki: Âlemlerin Rabbine teslim olun, namaz kılın ve ondan sakının."

Dinî amellerin ayrıntıları ikinci kez, "O'ndan sakının." ifadesiyle özetleniyor.

[Birinci kez, teslim olma emriyle özetlenmişti.] Yalnızca namazdan açıkça söz ediliyor ki, bu namazın büyüklüğünü ve ona verilen önemi vurgulamaya yöneliktir. Kur'ân-ı Kerim'in namaza ne adar önem verdiği kuşku götürmeyen açık bir gerçektir.

"Huzurunda bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur." Şu hâlde O'na teslim olmak, O'ndan sakınmak, korunmak gerekir. Çünkü dönüş O'nadır, hesaba çekmek ve amellerin karşılığını vermek de O'nun elindir.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 353

73) Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. Ol, dediği gün, oluverir. Sözü haktır.

Yüce Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının bir kısmının burada zikredilmesinin maksadı, bundan önceki sözleri açıklamak ve gerekçelendirmektir.

Çünkü yüce Allah, bundan önce hidayetin kendi hidayeti olduğunu bildirmiş, sonra bunun bir tür tefsiri olarak, hidayetin anlamının kendisine teslim olmak, namaz ve takva (sakınma, korunma) olduğunu bildirmiştir. Bu ise, dinin bütünü demektir. Ardından, yüce Allah, vazgeçilmemesi gereken hidayetin kendi hidayeti olduğunun sebebi olarak da, bütün insanların huzurunda bir araya getirilecek, toplanacak olmalarını gösteriyor. En sonunda, tam açıklamayı da şöyle yapıyor: "Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur..." Eğer yüce Allah'ın sayılan bu isim ve niteliklerinden biri olumsuzlanırsa, açıklama tamamlanmış olmaz.

"...Yaratan O'dur." sözüyle, yaratılışın bütünüyle O'nun fiili olduğunun vurgulanması kastedilmiştir. Ayrıca bu fiil, hak ile yerine getirilmiştir, batıl ile değil. Bir fiil batıl değilse, bir amacının olması kaçınılmazdır. O hâlde yaratılışın da bir amacı vardır. O da, O'na dönüştür. Aşağıdaki ayette zikredilen iki kanıttan birini de bu oluşturmaktadır: "Göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır..." (Sâd, 27-28) Buna göre, göklerin ve yerin hak ile yaratılmış olması, yaratılanların bir arada O'nun huzuruna varacakları sonucunu vermektedir.

"Ol, dediği gün, oluverir." Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla, olması emredilen şey, haşir günüdür. Gerçi yaratılan her varlık bu şekilde yaratılmaktadır. Nitekim yüce Allah bir ayette bu hususa şöyle işaret etmiştir: "O'nun işi, bir şeyi dilediği zaman ona, 'Ol!' demektir, hemen oluverir." (Yâsîn, 82) Tefsirini sunduğumuz ifadede geçen 'gün', demekle ilintili zarftır. Anlamı ise şöyledir: "Kıyamet gününe, 'Ol!' dediği gün, hemen oluverir." Bazıları demişlerdir ki, bu söz "şey"e söylenmiştir. Bu durumda ifadenin takdirî açılımı şöyledir: "Bir şeye, 'Ol!' dediği gün, hemen oluverir." Ancak bizim açıklamamız ayetin akışına daha uygundur.

"Sözü haktır." Bir gerekçedir. Bununla, kendisinden önceki cümle ge-

354 .............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rekçelendirilmiştir. Bunun kanıtı da cümlenin ayrılmış olmasıdır. Hak ise, kelimenin tam anlamıyla sabit olan şey demektir. Zihin dışı varlık ve dış dünya yani. "Ol, dediği gün, oluverir." ifadesinden de anlaşıldığı gibi, O'nun sözü, fiili ve meydana getirişi olduğuna göre, yüce Allah'ın sözü, reddedilmesi mümkün olmayan hakkın kendisidir. O'nun kelimelerini değiştirecek yoktur. Yüce Allah buyuruyor ki: "Ve ben hakkı (gerçeği) söylerim." (Sâd, 84) Sûra üflendiği gün, mülk O'nundur.

Burada kıyamet günü kastediliyor. Bir ayette şöyle buyrulmuştur: "O gün onlar, ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. 'Bu gün mülk kimindir?' O tek kahhar Allah'ın." (Mü'min, 16) Her zaman mülk Allah'ın olduğu hâlde, sûra üflendiği gün mülkün O'na ait olmasından maksat, bu gerçeğin, sebeplerin ortadan kalkması, çeşitli bağ ve neseplerin kesilmesi suretiyle, açık bir şekilde ortaya çıkmasıdır.

Daha önce, değişik münasebetlerle bu konuya bölük pörçük de olsa değinmiştik. İnşaallah, ileride münasip bir yerde bu konuya ve sûrun anlamına ilişkin geniş ve doyurucu açıklamalarda bulunacağız. Gaybı (görülmezi) ve görüleni bilir. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.

Bunun anlamını daha önce açıklamıştık. Ulu Allah'ın bu niteliği, hesaba çekip karşılık vermenin dayanağıdır. "Hikmet sahibi" ve "her şeyden haberdar" olma nitelikleri de öyle. Dolayısıyla yüce Allah, gaybı ve görülen âlemi bilmesiyle, eşyanın dış kısmını da, iç yüzünü de bilir. Bir şey açıklığı itibariyle ve bir şey de gizliliği itibariyle O'na gizli kalmaz. Hikmeti sayesinde de yaratılış düzeni sağlam işler. Gerekli olan cezayı gerektiği gibi belirler. Kimseye zulmetmez, gereksiz karşılık vermez. Her şeyden haberdar olduğu için de küçük bir şey küçük olduğu, büyük bir şey de büyük olduğu için O'nun gözünden kaçmaz.

Dolayısıyla yüce Allah'ın bu isim ve nitelikleri şunu açık ve net bir şekilde ortaya koyuyorlar: Herkes O'nun huzuruna varacak, O'nun huzurunda toplanacaktır. Gerçek hidayet, Allah'ın hidayetidir. Hak din, Allah'ın emrettiği fıtrat dinidir. Çünkü yüce Allah, evreni bir amaç için yaratmıştır. Bu amaca yönelik olarak evreni yaratmayı dilemiştir. Bu

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 355

amaç, O'na dönüşten ibarettir. Allah bunu dilediğine göre, ona 'Ol!' diyecek, o da olacaktır. Çünkü O'nun sözü, geri çevrilemez haktır. O gün kesin olarak ortaya çıkacak ki, mülk O'nundur. O'nun dışında hiçbir şeyin başka bir şey üzerinde egemenliği yoktur. Orada O'nun ayırt etmesiyle, kendisine itaat edenler, isyan edenlerden ayrılacaktır. Çünkü O, hikmeti ve haberdarlığı ile görülmeyen ve görülen her şeyi bilir.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu hususlar ortaya çıkıyor: Birincisi: "Hak ile" sözüyle, göklerin ve yerin yaratılışının hak yaratılış olduğu kastediliyor. Yani hak, yaratılışın niteliğidir. Az önce, O'nun fiilinin ve sözünün hak oluşunu da açıklamıştık. Bu ifadenin anlamının, "O, gökleri ve yeri hak söz ile yarattı." olduğu yönündeki yorum ise, uzak bir ihtimaldir.

İkincisi: "Ol, dediği gün, oluverir." sözü, ayetin akışından da anlaşıldığı gibi, kıyamet gününün vuku bulmasıyla ilgilidir. Her şeyin yaratılışının bu tarzda gerçekleşiyor olması, bu açıdan durumu değiştirmez.

Üçüncüsü: "Sûra üflendiği gün, mülk O'nundur." ifadesinde, kıyamet gününün niteliklerinden özellikle sûra üfürülmesinden söz edilmesi ile genel seferberlik, genel toplanma anlamına işaret etme amacı güdülmüştür. Bu, önceki ayetin sonunda yer alan şu ifadeye de uygundur:

"Huzurunda bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur." Çünkü ayetin orijinalinde geçen "haşir" sözcüğü, insanların mezarlarından çıkarılıp toplu bir hâlde bir tür zorlamayla götürülmeleri, sürülmeleri demektir. Sûra da ancak askerlerin kendilerini ilgilendiren önemli bir iş için toplanmaları, içtima etmeleri için üflenir. Kıyamet günü insanların mahşer meydanında toplanıp aralarında hüküm verilmesi için ikinci kez sûra üflenir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sûra üflendi. İşte onlar, kabirlerinden Rablerine koşuyorlar... O, sadece bir korkunç sesten ibarettir. Ardından hemen, hepsi huzurumuza getirilmişlerdir.

O gün, hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz ve siz ancak yapmakta olduklarınızın karşılığını alırsınız." (Yâsîn, 51- 54) Bu iki yerde "gün" aynı anlamda kullanılmamıştır. İlkinde, mutlak zarf kastedilmiştir. Sözün akışı içinde kıyamet günü için bir zarf varsayılmıştır. Bu, tıpkı bizim şu sözümüze benzer: Allah'ın hareketi ya-

356 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rattığı gün. Allah'ın günleri ve geceleri yarattığı zaman. Oysa bilindiği gibi gün, hareketin meydana getirdiği bir şeydir. Zaman ise gece ve gündüzden ibrettir. İkincisinde ise, günden, kıyametin kendisi kastedilmiştir.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

ed-Dürr'ül-Mensûr'da, "O, gerçeği ayırır..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle denir: Darekutnî -el-İfrad'da- ve İbn-i Mürdeveyh, Übey b. Kâ'b-dan şöyle rivayet ederler: "Resulullah (s.a.a), bu ayeti bir adama, 'O, gerçeği ayırır ve O, ayırt edenlerin en iyisidir.' şeklinde okuttu." [c.3, s.14]

Aynı eserde, "Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez..." ayetiyle ilgili olarak şöyle denir: Ahmed, Buharî, Haşiş b. Esram -el-İstikame'de-, İbn-i Ebî Hatem, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i Mürdeveyh, İbn-i Ömer'den Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini rivayet ederler: "Gaybın anahtarları beş tanedir; Allah'tan başka kimse onları bilmez. Yarın ne olacağını Allah'tan başka kimse bilmez. Rahimlerin ne zaman eksilteceğini ve yüklerini bırakacağını Allah'tan başka kimse bilmez. Yağmurun ne zaman yağacağını Allah'tan başka kimse bilmez. Hiç kimse nerede öleceğini bilmez; bunu ancak Allah bilir. Kıyametin ne zaman kopacağını da yüce Allah'tan başka kimse bilemez." [c.3, s.15]

Ben derim ki: Sahih olması durumunda bu rivayeti, tefsirini sunduğumuz sırada belirttiğimiz gibi, ayetin genelliğiyle çelişir gibi algılamamak gerekir. Çünkü bu bağlamda sayısal bir sınırlandırmanın hiçbir anlamı yoktur. Rivayette işaret edilen gaybî olayları, oluştan önce bilinen olaylar adı altında toplayabiliriz. Oysa, bizzat ayetin tanıklığıyla, bu beş şeyin dışında gaybın başka örnekleri de vardır.

Aynı eserde şöyle geçer: el-Hatib, Tarih'inde, zayıf bir rivayet zinciriyle İbn-i Ömer'den Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Toprakta hiçbir ekin ve ağacın dalında hiçbir meyve yoktur ki, üzerinde şöyle yazılı olmasın: 'Bismillahirrahmanirrahim. Bu, falan oğlu falanın rızkıdır.' 'Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin. Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey düşmez ki

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 357

(O, onları bilmesin ve bütün bunlar) apaçık bir kitapta olmasın.' ayetiyle buna işaret edilmiştir." [c.3, s.15] Ben derim ki: Rivayet zincirinin zayıflığı bir yana, içeriği de ayetle bu şekilde örtüşmemektedir.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ebu'r-Rebî' eş-Şamî'den şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin... apaçık bir kitapta olmasın." ayetini sordum. Buyurdu ki: "Yapraktan kasıt, düşük çocuktur. Tane, çocuktur. Yerin karanlıkları, rahimdir. Yaş, hayat bulan; kuru ise, ölendir. Bütün bunlar apaçık kitap-tadır." [c.1, s.361]

Ben derim ki: Bu hadisi Kuleynî1 ve Şeyh Saduk2 Ebu'r-Rebî' vasıtasıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s), Kummî3 de mürsel olarak rivayet etmiştir. Ancak rivayet, ayetin zahiriyle örtüşmüyor. Buna benzer bir başka rivayet de var. Bunu Ayyâşî, Hüseyin b. Said'den, o da İmam Ebu'l-Hasan'dan (a.s) rivayet etmiştir.4

Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden... bir azap göndermeye... kadirdir." ayetiyle ilgili olarak şu açıklamaya yer veriliyor: "Üstten gelecek azaptan maksat, zalim sultanlardır. 'Yahut ayaklarınızın altından' ifadesiyle de kötü huylu, hayırsız köleler kastediliyor. Bu yorum, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) da rivayet edilmiştir."

Mecma'ul-Beyan sahibinin, "Ya da sizi fırkalara bölmeye..." ifadesine ilişkin yorumu ise şöyledir: "Bir görüşe göre, bundan şu anlam kastedilmiştir: Aranıza düşmanlık ve asabiyet duygularını salarak bazınızı bazınıza düşürür. Bu yorum, İmam Cafer'den (a.s) rivayet edilmiştir." Müellifin, "Ve kiminize kiminizin hıncını tattırmaya" ifadesine ilişkin yorumu da şöyledir: "Bundan maksat, kötü komşuluktur. Bu yorum da İmam Cafer'den (a.s) rivayet edilmiştir." [c.3, s.315]

Tefsir'ul-Kummî'de, "Üzerinize, üstünüzden... bir azap göndermeye..."

ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bundan maksat, zorba sultan-

1- [el-Kâfi, c.8, s.208, h: 349]

2- [Maan'il-Ahbar, s.215]

3- [Tefsir-ul-Kummî, c.1, s.203]

4- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.361]

358 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lar, zalim yöneticilerdir. 'Yahut ayaklarınızın altından.' Bundan maksat da, düşük ahlâklı alçak ve hayırsız insanlardır. 'Sizi fırkalara bölmeye.' Bundan maksat da asabiyettir. 'Ve kiminize kiminizin hıncını tattırmaya.' Bununla da kötü, geçimsiz komşular kastedilmiştir."

Kummî der ki: "Ebu'l-Carud'un İmam Bâkır'dan (a.s) aktardığına göre, o, şöyle buyurmuştur: 'O, sizin üzerinize, üstünüzden... bir azap göndermeye kadirdir.' Bu, duman ve çığlıktır. 'Yahut ayaklarınızın altından.' Bu, yerin dibine geçirilmektir. 'Ya da sizi fırkalara bölmeye.' Bu dinde ihtilâfa düşüp bazınızın bazınızı yermesidir. 'Ve kiminize kiminizin hıncını tattırmaya.' Bu da, birbirinizi öldürmenizdir. Bütün bunlar, kıble ehliyle ilgilidir. Sonunda yüce Allah şöyle buyuruyor: Bak, belki anlarlar diye delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz)." [c.1, s.204]

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde şöyle geçer: Abdurrezzak, Abd b. Humeyd, Buharî, Tirmizî, Nesaî, Nuaym b. Hammad -el-Fiten adlı eserde-, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebî Hatem, İbn-i Hibban, Ebu'şŞeyh, İbn-i Mürdeveyh ve Beyhakî -el-Esma ve's-Sıfat adlı eserde- Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden... bir azap indirmeye... kadirdir." ayeti inince, Re-sulullah (s.a.a), "Senin yüzüne (hoşnutluğuna) sığınıyorum." buyurdu. "Yahut ayaklarınızın altından..." ifadesi inince, "Senin yüzüne sığınıyorum." buyurdu. "Ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadirdir." ifadesi inince Resulullah, "Bu, en hafifi veya en kolayıdır." buyurdu. [c.3, s.17]

Ben derim ki: Buna yakın bir hadis, İbn-i Mürdeveyh aracılığyla Cabir'den rivayet edilmiştir. [c.3, s.17]

Yine aynı eserde şöyle geçer: Ahmed, hasen olduğunu belirterek Tirmizî, Nuaym b. Hammad -el-Fiten adlı eserde-, İbn-i Ebî Hatem ve İbn-i Mürdeveyh, Sa'd b. Ebî Vakkas'tan, o da Peygamberimizden (s.a.a), "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye... kadirdir." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bütün bunlar olacaktır ve henüz somut olarak tevilleri ortaya çıkmamıştır." [c.3, s.17]

Ben derim ki: Bu konuda Ehlisünnet kaynaklarında aktarılan

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................. 359

başka rivayetler de var. Şiî kaynakların Ehlibeyt İmamlarından (s.a) aktardıkları rivayetlerde ise, ayette üstlerinden yahut ayaklarının altından geleceği vaat edilen azap, yani çığlık ve yer yutması azabının ileride gerçekleşeceği ifade edilir. Ümmetin fırkalara bölünüp kimine kiminin hıncının tattırılması ise, bunun birçok örneği fiilen yaşanmıştır, yaşanmaktadır.

Suyutî ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirinde ve İbn-i Kesir kendi tefsirinde aktardıkları çeşitli rivayetlerde belirtildiğine göre, "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye... kadirdir." ayeti inince Peygamberimiz (s.a.a) Rabbine sığındı ve O'na, bu azapları ümmetine göndermemesi için dua etti. Yüce Allah, bazı dualarını kabul etti, diğer bazısına ise icabet etmedi. İcabet etmediği dua, fırkalara bölünmemeleri, kimine kiminin hıncını tattırmamasıdır." [c.3, s.17]

Bu rivayetler -çok sayıda olmakla beraber- isnatları itibariyle zayıf ve kuvvetli oluşlarından öte, ayetin zahiriyle bağdaşmadıkları için zayıftırlar.

Çünkü bu ayetten sonraki iki ayette şöyle buyruluyor: "O, gerçek iken, kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil değilim. Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." Bu ayetler, sözü edilen azabın kesinlikle gerçekleşeceğini açık bir ifadeyle ortaya koyması açısından bir tehdit niteliğindedir. Bu ayetler -En'âm Suresi'nin kapsamında oluşları itibariyle- bir defada inmişlerdir. Yüce Allah, bunu ümmetine duyurmasını Peygamberi'ne emretmiştir. Eğer musibeti kaldırmaya ilişkin bir bedâ söz konusu olsaydı, bunu yüce Allah'ın kelâmında görmemiz gerekirdi. Çünkü Allah'ın kelâmına, önden ve arkadan batıl bulaşmaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, buna ilişkin bir belirti olmadığı gibi, bunun aksini gösteren işaretler vardır. Kur'ân'da yer alan birçok ayet, içerikleri itibariyle bu ayetleri destekler mahiyettedir. Yûnus ve Rûm surelerinde yer alan ilgili ayetleri buna örnek gösterebiliriz.

Kaldı ki bu rivayetler, bu musibetlerin vaki olacağını ve ümmetin başına bu belâların geleceğini gösteren ve Sünnî ve Şiî kaynaklarca aktarılan başka rivayetlerle de bağdaşmamaktadır. Aynı şekilde, üzerinde durduğumuz bu rivayetler, sayısal olarak

360 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

çok olmakla ve birçoğunda Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu duayı, "De ki: O, ...göndermeye... kadirdir." ayetinden sonra yaptığı belirtilmekle beraber, istenilen şeylerin sayısında aralarında ihtilâf vardır. Çünkü bazısında Peygamberimizin (s.a.a) üç istekte, bazısında dört istekte bulunduğu belirtilir. Ayrıca, kabul edilen isteklerinin sayısında da rivayetler arasında birlik yoktur. Bazısında bir, bazısında ise iki olduğundan söz edilir. Yine isteklerin kendisinde de farklılıklar göze çarpmaktadır.

Örneğin; rivayetlerin bazısında bu isteklerin, gökten taş yağması ve insanların yere batması, aralarında bölünmelerin olmaması ve kimine kiminin hıncının tattırılmaması olduğu belirtilirken, bazısında bunların, yere batma, kıtlık yılı ve çarpışmalarının kendi aralarında olması olduğu belirtilir. Diğer bazı rivayetlerde, bunların, genel kıtlık yılı, kendilerinin dışında bir düşmanın üzerlerine musallat olması ve kimine kiminin hıncının tattırılması olduğu ifade edilir.

Başka bir grup rivayette ise, Peygamberimizin (s.a.a) isteklerinin, ümmetinin sapıklık üzere birleşmemeleri, kendilerinin dışında bir düşmanın başlarına musallat olmaması, kıtlık yıllarıyla helâk olmamaları, ayrı ayrı gruplara bölünmemeleri, kimine kiminin hıncının tattırılmaması şeklinde olduğu dile getirilmiştir. Konuyla ilgili başka rivayetlerde, Peygamberimizin (s.a.a), kendilerinin dışında bir düşmanın ümmetine musallat olmamasını, yere batırılarak helâk edilmemelerini, çarpışmalarının kendi aralarında olmamasını istediği ifade ediliyor.

Diğer bazı rivayetlerde, kendilerinden önceki toplumların helâk edildikleri azaplarla helâk edilmemelerini, kendilerinin dışında bir düşmanın üzerlerine musallat olmamasını, farklı gruplara bölünmemelerini, kimine kiminin hıncının tattırılmamasını istediği dile getiriliyor. Başka rivayetlerde ise, bunların, üstlerinden ve ayaklarının altından azap gönderilmesi, fırka fırka bölünmeleri ve kimine kiminin hıncının tattırılması olduğu ifade ediliyor.

Öte yandan, bu rivayetlerin çoğunda, Peygamberimizin (s.a.a) bu duayı, Âliye bölgesinde Ensar köylerinden biri olan "Muaviyeoğulları Harrası" köyünde yaptığı söyleniyor ki bu, olayın hicretten sonra gerçekleşmiş olmasını gerektirmektedir. Oysa En'âm Suresi hicretten

En'âm Sûresi / 74-83 ....................................................................... 361

önce Mekke'de bir defada nazil olmuştur. Ayrıca, bu rivayetler iyice incelendiğinde aralarında başka çelişkilerin olduğu da görülecektir. Eğer mutlaka bu rivayetlerden birini kabul etmek gerekirse, Suyu- tî'nin Abdurrezzak, Abd b. Humeyd, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve İbn-i Mürdeveyh kanalıyla Şeddad b. Evs'den, onun da merfu olarak Peygamberimizden (s.a.a) aktardığı şu rivayeti tercih etmek daha isabetli olur: "Yüce Allah yeryüzünü, doğusunu ve batısını görebileceğim şekilde benim için dürüp topladı ve ümmetimin egemenliği, yeryüzünün benim için dürülen kısmına kadar yayılacaktır. Bana iki hazine verildi. Biri kırmızı, biri de beyazdır. Rabbimden, ümmetimi genel açlık yılıyla helâk etmemesini, onları grup grup bölmemesini, bazısına bazısının hıncını tattırmamasını istedim. Rabbim bana dedi ki: Ey Muhammed, ben bir hüküm verdiğim zaman, kimse onu geri çeviremez. Senin ümmetini genel açlık yılıyla helâk etmeyeceğim. Onlara, helâk etmek üzere onların dışından bir düşmanı musallat etmeyeceğim. Ama onların bazısı bazısını helâk edecek, bazısı bazısını öldürecek, bazısı bazısını tutsak edecektir."

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben ümmetim hesabına saptırıcı önderlerden korkuyorum. Ümmetimin arasına kılıç daldırılırsa, bu kılıç kıyamete kadar üzerlerinden kaldırılmaz." [ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.19]

Bu rivayet ve bunun içeriğini ifade eden rivayetler, yukarıda değinilen problemlerin çoğundan uzaktır. Bir kere bu rivayette, duanın ayetin inişinden hemen sonra yapıldığından söz edilmiyor. Bununla beraber, maksadın, genel helâkın, ümmeti temelden yok edecek azabın kaldırılması olduğunu söylemeliyiz. Yoksa bu ümmet nice genel felâketlere, kılıçtan geçirilmelere ve katliamlara maruz kalmıştır. Moğol saldırılarının, Endülüs'e yönelik haçlı savaşlarının ve benzeri diğer felâketlerin ölümcül etkilerini kimse inkâr edemez. Ayrıca, bu dua ve isteklerin, bi'setin ilk dönemlerinde ve bu surenin inişinden önce gerçekleştiğini düşünüyoruz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a), Rabbinin makamının ululuğunu herkesten daha iyi bilecek durumdadır.

Dolayısıyla bu ayetler kendisine vahyedildikten sonra, Rabbinden hükmünü değiştirmesini, ümmetine tebliğ etmesini em-

362 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rettiği yargısını geri çevirmesini istemez. Her neyse; Kur'ân-ı Kerim, ayetleri aracılığıyla işin özünü bize bildirmiştir. Buna göre bu din, kıyamet gününe kadar ayakta kalacaktır. Bu ümmet, bir bütün olarak temelden yok edilmeyecektir. Buna karşın, yüce Allah, geçmiş ümmetleri sınadığı çeşitli musibetlerle bu ümmeti de sınayacaktır. Bu ümmet adım adım onların izinden gidecektir. Bu hususta aralarında en ufak bir farklılık olmayacaktır. Hz. Peygamber'den (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından (a.s) aktarılan ve delâleti açık, sâdır olduğu kesin olan çok sayıdaki hadisler de, bunun böyle olacağını bildirmektedir.

ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde belirtildiğine göre, Nahhas "en- Nasih" adlı eserinde İbn-i Abbas'tan, "De ki: Ben size vekil değilim." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bu ayet, 'Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." şeklinde kılıç kullanmayı öngören ayetin inişiyle neshedilmiştir." [c.3, s.20]

Ben derim ki: Daha önceki açıklamalarda, "De ki: Ben size vekil değilim." ifadesinin kendisinden sonra yer alan, "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." ifadesinin içerdiği tehdide ilişkin bir hazırlık mahiyetindedir. Bu açıdan ayetin anlamı neshi kabul etmez.

Tefsir'ul-Kummî'de, "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman..." ayetiyle ilgili olarak müellif kendi rivayet zinciriyle Abdula'la b. A'yün'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, bir imama sövülen veya bir Müslümanın gıybeti yapılan bir mecliste oturmasın. Çünkü yüce Allah kitabında şöyle buyurmuştur:

Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla beraber oturma." [c.1, s.207]

ed-Dürr'ül-Mensûr'da belirtildiğine göre, Abd b. Humeyd, İbn-i Cerir ve Ebu Nuaym -el-Hilye adlı eserde- Ebu Cafer'den şöyle rivayet ederler: "Birbirleriyle husumet edenlerin yanında oturmayın. Çünkü

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 363

onlar, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe dalanlardır." [c.3,

s.20] Yine aynı eserde belirtildiğine göre, Abd b. Humeyd ve İbn-i Münzir, Muhammed b. Ali'den şöyle rivayet ederler: "Nefislerinin arzularına uyanlar, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe dalanlardandır." [c.3, s.20 ]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Rib'î b. Abdullah'tan, o da kendisine anlatan bir kişiden, o da İmam Bâkır'dan (a.s), "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman" ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Burada kastedilen, Allah hakkında konuşmak, Kur'ân'la ilgili olarak tartışmaya girmektir." "Ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir." ifadesiyle ilgili olarak da şöyle buyurdu: "Masalcılar da bunlardandır." [c.1, s.362]

Ben derim ki: Rivayetler, görüldüğü gibi, ayeti genelleştirmektedirler. Bu da, ayetin içeriğinin özünün esas alınmasından kaynaklanmaktadır. Mecma'ul-Beyan tefsirinde müellif, İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle dediğini rivayet eder: "...hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla beraber oturma" ayeti inince, Müslümanlar dediler ki: 'Nasıl yapalım? Müşriklerin Kur'ân'ı alaya aldıkları her seferinde ayağa kalkacaksak, onları terk edeceksek, o zaman Mescid-i Haram'a girmememiz, Kâbe'yi tavaf etmememiz gerekir.' Bunun üzerine yüce Allah, 'Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur.' ayetini indirdi. Onlara, ellerinden geldiğince müşrikleri uyarmaları emredildi." [c.3, s.94]

Ben derim ki: Bu rivayet, görüldüğü gibi, "(Bu) bir hatırlatmadır" ifadesindeki "hatırlatma" kelimesini mef'ul-ü mutlak, "belki korunurlar diye" sözündeki iki zamiri de müşriklere yönelik olarak esas almaktadır. Bu durumda şöyle bir takdirî açıklama elde etmiş oluruz: "Fakat onlara hatırlat; belki bu hatırlatma ile sakınırlar." Geride rivayetle ilgili bir pürüz olarak, surenin bir defada inmiş olması kalıyor.

ed-Dürr'ül-Mensûr'da belirtildiğine göre, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Curayh'tan şöyle rivayet ederler: "Müşrikler, Peygamberimizin (s.a.a) yanında oturuyor, onu dinlemek istiyorlardı. Dinleyince de onunla alay ediyorlardı. Bunun üzerine, 'Ayetlerimiz hak-

364 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, ...onlardan yüz çevir...' ayeti indi. Bunun üzerine, alay ettikleri zaman, Peygamberimiz (s.a.a) onların yanından kalkıyordu. Bu durum karşısında alay etmekten sakınıyorlardı. Birbirlerine diyorlardı ki: 'Alay etmeyin, yoksa kalkıp gider.' İşte, 'belki korunurlar diye' ifadesiyle kastedilen budur.

Yani, 'Belki, alay edip senin kalkmana sebep olmaktan sakınırlar.' Ardından şu ayet indi: 'Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur.' Yani, 'Senin onlarla birlikte oturmandan dolayı. Fakat yine de onlarla birlikte oturma.' Sonra bu hüküm Medine'de inen, 'O, kitapta size indirmiştir ki: ...işittiğinizde... Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.' ayetiyle neshedilmiştir. Yani, bu ayet, "Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur..." ayetini neshetmiştir. [c.3, s.20]

Ben derim ki: Eğer "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman..." ifadesiyle aynı anlamı içeren Mâide Suresin'deki "O, kitapta size indirmiştir ki:..." ayeti, "Korunanlara... bir sorumluluk yoktur." ayetini neshetmişse, bu durumda, "Korunanlara... bir sorumluluk yoktur." ayeti de, "...dalanları gördüğün zaman..." ayetini neshetmiş demektir. Bu, oldukça açıktır. Ama surenin bir kere de indiği gerçeğiyle bu değerlendirmeyi bağdaştırmak mümkün değildir. Ancak ravinin işaret ettiği anlamın, üç ayet arasında ikincinin birinciyi neshetmesi, üçüncü tarafından da neshedilmesi gibi bir çelişkiye yol açmayacağı da açıktır.

Bunun bir benzeri de, yine ed-Dürr'ül-Mensûr'da belirtildiğine göre, Nahhas'ın "en-Nasih" adlı eserinde İbn-i Abbas'tan, "Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur." ayetiyle ilgili olarak naklettiği şu rivayettir: "Bu ayet, Mekke inişlidir. Medine'de inen, 'O, kitapta size indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini... işittiğinizde...' ayetiyle neshedilmiştir." [c.3, s.21]

Tefsir'ul-Burhan'da, "Sözü haktır... mülk O'nundur..." ayetiyle ilgili olarak İbn-i Babeveyh'ten, o da kendi rivayet zinciriyle Sa'lebe b. Meymun'dan, o da bizim mezhebimize mensup bazı âlimlerden, onlar da İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Gaybı (görülmezi) ve görüleni bilir." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet ederler: "Gaybdan maksat,

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 365

henüz olmayan şeylerdir. Görülenden maksat da, bugüne kadar olan şeylerdir." [c.1, s.530]

Ben derim ki: Bu rivayette gayb ve gözlemlenen âlemin bizim yanımızda en çok bilinen karşılıklarına işaret edilmiştir. Biraz önceki açıklamalarda ve daha önce gaybın başka karşılıklarının da olduğunu belirtmiştik.

366 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

AYETLERİN MEÂLİ

74- Hani İbrahim, babası (amcası) Azer'e demişti ki: "Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum." 75- Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu (Allah'ın onlar üzerindeki mutlak egemenlik ve saltanatını) gösteriyorduk ki (müşriklerle tartışırken kanıt gösterebilsin) ve kesin inananlardan olsun.

76- Derken üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız gördü, "Budur rabbim!" dedi. Yıldız batınca, "Batanları sevmem." dedi. 77- Ayı doğarken görünce, "Budur rabbim!" dedi. Ay da batınca, "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum." dedi.

78- Güneşi doğarken görünce, "Budur rabbim, bu daha bü-yüktür!" dedi. O da batınca, dedi ki: "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım."

79- "Ben hanif olarak (sağa sola sapmadan) yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan değilim." 80- Kavmi onunla tartışmaya girişti. O onlara dedi ki: "Be-ni doğru yola iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak Rabbimin bir şey dilemesi hariç. (Çünkü) Rab-bim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt almıyor musunuz?"

81- "Siz Allah'ın size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin ortak koştuğunuz şeylerden korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır."

82- "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır."

83- İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerimizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, bilendir.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................. 367

Bu on ayette yüce Allah, büyük Peygamber İbrahim'e, onu tevhit ve tenzihe (Rabbi şirkten münezzeh bilmeye) iletmek suretiyle, müşriklere karşı bahşettiği kanıtı gündeme getiriyor. Ardından peygamberlerinin sırlarını şirkten arındırmak suretiyle onları doğru yola iletişini hatırlatıyor. Bu bağlamda Hz. İbrahim'den (a.s) önce yaşamış olan Hz. Nuh'u ve onun soyundan gelen on altı peygamberi (hepsine selâm solun) ismen zikrediyor.

Ayetler, gerçekte fıtrat dinini pratikte yaşamanın, tevhit inancını yayma görevini yerine getirmenin, yüce Rabbi putçuluk şirkinden arındırmanın kâmil bir örneğini açıklama konumundadır. Bu ise, İbrahim'in (a.s) yaptığı ve uğruna putperestliğe karşı girişmiş olduğu tartışma ve mücadeledir. Bunu yaptığı sırada bütün dünya fiilen puta tapıcılığa teslim olmuştu. Hz. Nuh'un (a.s) açtığı ve onun soyundan gelen peygamberlerin izlediği tevhit yolu unutulmuştu. Dolayısıyla ayetler, kanıt telkin edici ve tevhide yöneltici özellikleriyle, yüce Allah- 'ın Peygamber efendimize (s.a.a) telkin ettiği bundan önceki kanıtlarla ilgili daha fazla aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır. Yüce Allah'ın, tefsirini sunduğumuz bu surede Peygamberi'ne (s.a.a) yönelik olarak, "De ki..." şeklinde dile getirdiği çeşitli kanıtları kastediyoruz. Nitekim bu surede, "De ki..." ifadesi kırk kere geçiyor. Bunların yirmi küsuru tefsirini sunduğumuz bu ayetlerden önce geçmiştir. Âdeta şöyle deniliyor:

Bizim sana yönelttiğimiz telkinlerle kavmine tevhide ilişkin kanıtlar sunarken ve şirki olumsuzlarken, İbrahim'in (a.s) babasına söylediklerini hatırla. Bizim kavmine karşı kullansın diye kendisine ilham ettiğimiz kanıtları düşün. Biz bu kanıtları göklerin ve yerin melekû-tunu göstererek ona bahşetmiştik. O, ilâhî bağış sonucu onlara bilgi ve hikmete dayalı kanıtlar sunuyordu. Yüce Allah, melekûtunu ona gösteriyordu. Dolayısıyla onun sunduğu kanıtlar, kesin inanca dayalıydı, zihinsel tasarım ve tasavvurdan öteye geçmeyen ve zorlamadan, deyim yerindeyse dayatmadan kurtulamayan yapay düşünceye değil. Oysa tertemiz fıtrat hakkında bunların hiçbirisi Ydüüşcüen Aüllleamh'eınz . bu ayetlerde aktardığı İbrahim'in (a.s) sözlerinin üslûbunun üzerinde, berrak ve aralarında akıl almaz farklılıklar bulunan

368 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rivayetlerin ve masalların ayrıntılarından uzak bir zihinle durduğumuz zaman, tefsir bilginlerinin aralarında baş gösteren tartışmalardan uzak olduğunu görürüz. Çünkü tefsir bilginleri ayetlerin tefsirini rivayetlerin içerikleri, tarihsel aktarımların muhtevaları, Tevrat'ta ve diğer kaynaklarda yer alan açıklamalar ve İsrailiyat menşeli hurafeler vb. şeylerle karışık bir şekilde sunarlar. Kısacası, bu ayetlerde anlatıldığı şekliyle Hz. İbrahim'in (a.s) sözlerinin üslûbu açık bir şekilde, bunların albenili düşüncelerden ve değişik vehimlerden uzak, saf bir zihnin ürünü olduğunu ortaya koymaktadır. Lafız kalıbına dökülen bu sözler, onun akletme ve düşünme faaliyetinin ilk verilerini, algılama ve kavramanın inceliklerini kendinde bulunduran saf fıtratından kaynaklanmaktadır.

Bu ayetler üzerinde objektif bir tavırla durup düşünen bir kimse, Hz. İbrahim ile soydaşları arasında geçen konuşmaları aktaran bu sözlerin, o güne kadar yerin altındaki bir oyukta veya bir mağarada sadece beslenme ve giyinme gibi temel var oluş yükümlülüklerini yerine getirmekten başka bir fonksiyon icra etmeyen, örneğin gökyüzünü parıl parıl parlayan yıldızları ve gezegenleriyle hiç seyretmeyen, göz kamaştırıcı ışıklarıyla ayı ve güneşi görmeyen, kalabalık bireyleriyle, geniş ülkeleriyle, farklı düşünceleriyle, değişik amaç ve hedefleriyle, türlü din ve mezhepleriyle bir insan topluluğunun arasında hiç yaşamayan bir kimse tarafından söylendiğinden kuşku duymaz. Sonra bu insan bir tesadüf sonucu büyük bir toplumun arasına katılır. Daha önce hiç tanık olmadığı olgularla karşılaşır. Gök cisimlerini ve büyük kara parçalarını görür. İnsan topluluklarını seyreder. Herkes işlerine dalmış, amaçları ve hedefleri uğruna koşuşturmaktadır. Hiçbir şey hareket edenle duran, işleyenle işlenen, hizmet edenle hizmet edilen, emredenle emredilen, baş olanla tâbi olan, işine kendini verenle, tanrısına ibadete vaktini adayan öbek öbek insanları uğraşılarından alıkoyamamaktadır.

Bu insan gördükleri karşısında şaşkına dönmüştür. Gözlemlediği ga-rip şeyler zihnini allak bullak etmiştir. Yakınlık kurduğu birine, ilgisini çeken, hayranlığına sebep olan ve gözüne takılan her şeyi sormaya başlıyor.

Bu hâli, uçsuz bucaksız gökyüzüne bakan, oradaki ışık veren

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 369

lambaları ve parlayan çiçeklerini, göğe serpiştirilmiş yıldızları seyreden çocuklarda görebiliyoruz. Sonra bu çocuklar tertemiz fıtratlarıyla annelerine sorarlar: Bu gördüğüm, sevdiğim ve hayran kaldığım şeyler nedir?

Bunları kim oraya astı? Kim onları aydınlattı? Onları yapan kimdir?... Ancak şundan kuşku duymuyoruz ki, bu insan gördüğü ve hayran kaldığı eşyanın hakikatine ilişkin sorularına, yalnızlık ve münzevilik günlerinde tanık olduğuna ve bildiğine yakın olanıyla başlar ve (dolayısıyla) duyu organlarınca algılanamayan amaçlarını, maksatlarını sorgular. Çünkü insan, sahip olduğu ilkel bilgilerle bilinmeyenleri bilmeye çalışır.

Bilinmeyen şeylerle karşılaşınca, bu, onun algıladığı bilinenlerle uygunluk arzeden bir şeye yönelmesini sağlar. Bunu çocuklar, çöl bedevîleri gibi basit, yalın akıllı insanların tavırlarında somut olarak gözlemleyebiliyoruz. Bu gibi insanlar, bugüne kadar görmedikleri, alışık olmadıkları bir şeyle karşılaştıkları zaman, derhal yakınlık kurdukları şeylerden hareketle onun durumunu öğrenmeye çalışırlar; gerçekliğini, hakikatini, sebeplerini ve amacını bilmek isterler.

Konumuz olan insan, -ki hemen hemen ilkel fıtrat düzeyindeki bir insandır- bugüne kadar sadece yaşamanın en basit sebepleriyle ilgilendiği için zihni, uygar insanın ilgilendiği şeylerle meşgul olmaz. Uygar insanın zihni sınırsız ve sayısız objektif doğal olgularla ilgilidir ve bunlardan bir an bile kendini soyutlayamaz. Bu nedenledir ki, konumuz olan insan düşünsel bir boşluk, zihinsel bir tenhalık yaşamaktadır.

Bunun yanında doğal sebeplerini bilmediği akıl almaz yoğunluktaki varoluşsal olan göksel ve yersel olgular tarafından kuşatılmıştır.

Bu yüzden zihni, bu fenomenlerin doğal sebeplerin ötesindeki asıl sebeplerini algılamaya yönelik karşı konulmaz bir istek duyar. Bunların doğal sebeplerinin ötesindeki asıl sebebini kavramak ise, uygar insanın ancak evrensel gelişmelere ilişkin doğal sebepleri sıralamasının ardına bir boşluk kalırsa, gerçekleştirdiği bir faaliyettir. Bu nedenle, bir an için varsaydığımız bu ilkel insan, uygar insanların bunlarla uğraştıklarını, ibadet türü davranışlarda bulunduklarını gördüğü zaman, derhal bu eylemlerin en üst düzeydeki sebeplerini kavramaya yönelir.

370 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bu anlattıklarımızın somut bir kanıtı, dinsel ayinlerin, lâhutî araştırmaların Asya Kıtası'nda Avrupa'ya göre daha yaygın ve daha yoğun olmasıdır; köylerde, küçük şehirlerde, büyük şehirlere oranla daha köklü olmalarıdır. Kalabalık nüfuslu ülkelerde de durum bundan ibarettir.

Çünkü bir toplum genişlediği oranda yaşamsal ihtiyaçları artar, beşerî meşguliyetler yoğunlaşır. İnsan, manevî dünyayla baş başa kalabileceği, dünyasını ve ahiretini düşünebileceği bir boş zamanı nadiren bulabilir.

Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetlerde ve Meryem, Enbiyâ ve Sâffât gibi surelerde anlatılan İbrahim (a.s) kıssasına başvuracak olursak, babasıyla ve soydaşlarıyla tartışırken, basit fikirli, yalın düşünceli ilkel bir insan görünümü sergilediğini görüyoruz. Putları soruyor, onlarla ilgili olarak soydaşlarıyla konuşuyor, yıldızları, ayı ve güneşi soruyor. Ki bu soru, insanların, özellikle putperest kavminin yaptıklarından haberi olmayan bir insanın yönelteceği türdendir. Bakınız babasına ve soydaşlarına ne söylüyor:

"Sizin şu karşısına geçip taptığınız heykeller nedir?" (Enbiyâ, 52) "...Neye tapıyorsunuz? 'Putlara tapıyoruz, onlara kulluk ediyoruz.' dediler. 'Peki, dedi, siz dua ettiğiniz zaman onlar işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?' 'Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük.' dediler." (Şuarâ, 70-74)

Bunlar, hayatında hiç put görmeyen, puta tapan birine rastlamayan bir insanın sözleridir. Oysa Hz. İbrahim putperestliğin beşiği sayılan Keldan-Babil'deydi. Onlar arasında bir süre yaşamıştı da. Acaba Hz. İbrahim'in, "Bu heykeller nedir?" derken, putlara hakaret etmek ve insanların onları yerleştirdikleri kutsal yere kendisinin onları yerleştirmeyeceğini anlatmak mı istiyordu? Onları tanımadığını mı ima etmek istiyordu? Tıpkı Firavun'un yüce Allah hakkında, "Âlemlerin rabbi de kimdir?" (Şuarâ, 23) demesi gibi. Bir de yüce Allah'ın bize aktardığı şekliyle Mekkeli kâfirlerin Peygamberimizi kastederek söyledikleri şu sözü örnek gösterebiliriz: "Kâfirler seni gördükleri zaman, seni alaya alırlar: 'Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?' diye. Oysa kendileri Rahman'ın zikrini kabul etmiyorlar." (Enbiyâ, 36)

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 371

Ancak Hz. İbrahim'in, babası Azer'le konuşurken son derece edepli bir tavır takınması bu ihtimali ortadan kaldırıyor. Nitekim babası onu kovup taşlamakla tehdit ederken bile ona şöyle söylüyordu: "Selâm sana, dedi, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Doğrusu O, bana çok lütufkârdır." (Meryem, 47)

Bu bakımdan Hz. İbrahim'in, babasıyla ilk defa bu tür önemli bir meseleyle ilgili olarak konuşurken alaycı bir tavır takınmış olması, izlerinden onun inançlarını küçümsediğini ima etmesi, dolayısıyla onun asabiyetini ve putperestlik gayretini galeyana getirmesi uzak bir ihtimaldir.

Nitekim yüce Allah İbrahim'in hanif dini sayılan İslâm dininde putperestlerin ilâhlarına sövmeyi yasaklamıştır. Çünkü Müslümanların putlara sövmeleri onların Müslümanlara karşılık vermek gerekçesiyle âlemlerin rabbi olan gerçek ilâha sövmelerine neden olabilir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: " Allah'tan başka yalvarıp taptıklarına sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek haksızlıkla Allah'a söverler." (En'âm, 108)

Ardından Hz. İbrahim, babası Azer ve soydaşlarıyla putlar hakkın-da tartıştıktan sonra onların kulluk sundukları diğer ilâhları olan yıldız, ay ve güneşle meşgul olmaya başlıyor. Bir yıldız gördüğü zaman, "Budur rabbim!" diyor. Sonra ayın daha parlak olduğunu görünce, "Budur rabbim!" diyor. Güneşin ondan da parlak olduğunu görünce de, "Budur rabbim, bu daha büyüktür!" diyor. Bu ifadeler de aynı şekilde hayatında hiç yıldız, ay ve güneş görmemiş bir insanın ağzından çıkacak sözlerdir. Bunun açık kanıtı güneşle ilgili olarak söylediği şu sözlerdir: "Budur rabbim, bu daha büyük..." Çünkü bunlar güneşin, ayın ve yıldızların ne olduğunu bilmeyen bir insanın söyleyeceği sözlerdir. Fakat insanların bunlara boyun eğdiklerini, kulluk sunduklarını, kurbanlar adadıklarını görüyor. Nitekim tarih Babillilerin gök cisimlerinden olan yıldızlara, aya ve güneşe taptıklarını ve onlara kurbanlar adadıklarını kanıtlamaktadır.

Meselâ kadın mı, erkek mi olduğu belli olmayan bir insan karartısı gördüğün zaman, "Bu kimdir?" diye sorarsın. Bunu söylerken karartı hâlindeki şahsı soruyorsun. Çünkü sadece karartının bir insan olduğunu biliyorsun. Bu durumda sana, "Falan kadındır veya falan erkek-

372 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

tir." diye cevap verilir. Aynı şekilde, insan, hayvan veya cansız bir varlık olduğu belli olmayan bir karartı gördüğün zaman da, "Bu nedir?" diye sorarsın. Bununla da karartıyı veya işaret edilen nesneyi kastedersin.

Çünkü maddî bir varlık olduğundan başka onun durumuna ilişkin olarak herhangi bir bilgiye sahip değilsin. Bu sefer sana, "Bu Zeyd'dir veya falan kadındır ya da falan cismin karartısıdır" diye cevap verilir. Bu durumların tümünde, mesele hakkında bilgi sahibi olmadığın için, söz konusu nesnelerin akıl sahibi oluşları, dişi veya erkek oluşları hakkında gözetilmesi gerekenleri, kendi bilgin oranında göz önünde bulundurursun. Fakat gerçeği bilen insanın hakikati göz önünde bulundurarak cevap vermesi bir zorunluluktur.

Hz. İbrahim'in, "Budur rabbim!" ve "Budur rabbim, bu daha büyüktür!" şeklindeki sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla o, güneşin gerçek mahiyetini bilmiyordu. Sadece doğduğunu, aydan ve yıldızdan daha büyük olduğunu, insanların ona kulluk sunduklarını, ibadet ettiklerini biliyordu. Bu gibi bilinen varlıklara hiç kuşkusuz "haza=bu" zamiriyle işaret edilir. Ama onun güneş olduğu, bir cisim veya aydınlık veren bir yüzey olduğu, yeryüzünü ışıklarıyla aydınlattığı, bu sayede gece ve gündüzü oluşturduğu, ayın veya yıldızın geceleyin doğudan doğup batıdan battıkları, sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla onun tarafından bilinmemektedir.

Eğer bütün bunları bilseydi, güneşi kastederken, "hazi-hi" kelimesini kullanarak "hazihi rabbî, hazihi ekberu" derdi. Nitekim bundan sonra bu inceliği kavradığı için Nemrut'la tartışırken bu inceliği göz önünde bulundurarak konuşuyor: "Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir." (Bakara, 258) Güneşe "biha" zamiriyle işaret ediyor, "bihi" zamiriyle değil [çünkü "şems=güneş", lafız itibariyle müennestir] ve "onu (bihi) batıdan getir." demiyor.

Yine yüce Allah'ın bize aktardığı şekliyle babasına ve soydaşlarına şunları söylüyor: "...'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz, onların önünde ibadete duruyoruz.' dediler. 'Peki, dedi, siz dua ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?' 'Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük.' dediler." (Şuarâ, 70-74) Burada Hz. İbrahim, onların tanrılarından söz ederken, ne anlamına gelen ve akıl sahibi olmayan şeyler hakkında

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 373

kullanılan "ma" soru edatını kullanıyor. Çünkü henüz onların gerçek mahiyetlerine ilişkin olarak pek bir şey bilmemektedir. Daha sonra onlar, putlarından söz ederken onların irade ve bilinç sahibi olduklarına inanmadıklarından onlarla bağlantılı olarak dişile işaret edilen "leha" kelimesi kullanılıyor ve "fenezillu leha=onların önünde ibadete duruyoruz" deniliyor.

Daha sonra bunların tanrı olduklarına inandıklarını duyunca, bir tanrıda olması gereken yarar ve zarar verme, çağrıyı işitme gibi niteliklerle bunları bir arada değerlendiriyor; bundan sonra, onlardan söz ederken akıl sahibi varlıklarla ilgili zamirleri kullanıyor. Sonra putların kırılması kıssasında, "Eğer konuşuyorlarsa onlara sorun." deyince soydaşları, "Sen bunların konuşmadıklarını biliyorsun." cevabını vererek onların akıl sahibi olmadıklarını ortaya koyuyorlar. Bunun üzerine Hz. İbrahim onlarla ilgili olarak akıl sahibi varlıklara has kullanımları kullanmıyor ve onların tutarsızlıklarını ortaya koyan şu cevabı veriyor: "Siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmıyor musunuz siz?" (Enbiyâ, 66-67)

Burada bir zorlamaya gidip onun, güneşe işaretle "hazihi" yerine "haza" kullanıp, "Bu rabbimdir, bu daha büyüktür!" derken, güneşin cismini veya işaret edilen şeyi kastettiğini söyleyemeyiz. Ya da onun konuştuğu Süryanice'de Arapça'nın dışındaki birçok dilde olduğu gibi dişi ve erkek varlıklar hakkında farklı kullanımlar olmadığını söylememiz tam anlamıyla bir zorlama olur. Kaldı ki Hz. İbrahim aynı güneşle ilgili olarak kralla tartışırken, "Allah güneşi doğudan batıya getirir, sen de onu batıdan getir." (Bakara, 258) diyor ve "biha" zamirini kullanıyor.

Burada Kur'ân onun anadilinde güneşin niteliğine işaret etme gereğini duymazken, neden önceki ifadede anadilinde güneşin vasfedildiği şekilde nitelendirilmesini özellikle gündeme getiriyor. Özel olarak bu bağlamda "Haza...=Bu rabbimdir, bu daha büyüktür" demesine yer veriyor?

Aynı soru, putların durumunu soydaşlarından sorarken kullandığı o ifade için de geçerlidir: "Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller nedir?" (Enbiyâ, 52) Yine bir keresinde dua ederken şu ifadeyi kullanı-

11
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



En'âm Sûresi / 74-83

yor: "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim onlar insanlardan birçoğunu şaşırttılar." (İbrâhîm, 35-36) [Her iki ifadede gözetilmesi gereken nitelik gözetilmiş ve müennes kelimeleri (hazihi, innehunne, azlelne) kullanılmıştır.]

Aynı şekilde onun (a.s) güneş için erkeklere ait işaret zamirini kullanarak tanrıyı dişilikten tenzih etmeyi amaçladığını da söyleyemeyiz. Veya burada müptedanın habere tâbi kılındığını da söylemek mümkün değildir. Bununla müzekker olan "rabbî" ve "ekber" sözcüklerini kastediyoruz. Bütün bunlar hiçbir kanıta dayanmayan zorlama yorumlardır. Yakında bu hususta geniş değerlendirmede bulunacağız.

Özetleyecek olursak, bu ve benzeri ayetlerde yüce Allah'ın tevhidi olumlama ve şirki olumsuzlama bağlamında İbrahim'in babasına ve soydaşlarına söylediğini aktardığı sözler gösteriyor ki, Hz. İbrahim, bundan önce babasının ve soydaşlarının yaşadığı ortamdan farklı bir ortamda yalnız başına yaşıyordu. Bu yüzden insan topluluklarında toplumsal yaşama egemen olan yasaları ve evrensel olguları, bunların işleyişinin ayrıntılarını bilmiyordu.

Bütün bunlar olgunlaşma ve eğri ile doğruyu ayırt etme çağının başlarında, yalnızlıktan kurtulup babasının yanına gelmesinden hemen sonra meydana geliyordu. İbrahim yalnızlık hayatından çıkıp toplumsal yaşama adım atarken, babasının yanında kulluk sunulan putları görmüştü. Bunların mahiyeti ile ilgili olarak babasına birtakım sorular yöneltmiş ve babasının dikkatini bu noktanın üzerinde yoğunlaştırdıktan sonra bunların tanrısallıkları hakkında onunla tartışmış, karşı kanıtlar sunarak babasını cevap veremez hâle getirmişti. Ardından putların mahiyetiyle ilgili olarak soydaşlarıyla tartışmış ve onları hayretler içinde bırakmıştı.

Daha sonra onların kulluk sundukları putların rableri olan yıldızlara, aya ve güneşe yönelmiş, peş peşe her birinin tanrı olması varsayımı üzerinde durmuş ve onları dikkatle gözlemlemişti. Bunlar battıkça tanrılıklarını reddetmiş, onlara yönelik kulluğun geçersizliğini somut olarak kanıtlamıştı. Ayetlerin zahirinden anladığımız kadarıyla bir gün ve bir gece boyunca bunların tanrılıkları varsayımını somut olarak gözlemleyerek her birinin tanrı olamayacağını gözler önüne sermiştir. En sonunda şunları söyleyerek saf tevhit inancına yönelEn'âm

Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 375

miştir: "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben ortak koşanlardan değilim." İleride açıklayacağımız gibi Hz. İbrahim'in bu gözlemi, iki gün ve bir gecede gerçekleştirdiğini düşünüyoruz.

Hz. İbrahim (a.s) evrenin bir yaratıcısının olduğunu, gökleri ve yeri birinin yoktan var ettiğini ve o birinin de bu konuda eşi ve ortağı bulunmayan yüce Allah olduğunu biliyordu. Onun araştırdığı mesele, acaba insanların bu arada bizzat İbrahim'in O'nun yarattığı varlıklardan, örneğin güneş, ay ve diğer gök cisimlerinden O'nun dışında başka bir tanrısının olup olmadığıydı. Onun öğrenmek istediği, insanların işlerini düzenleme ve yönlendirmede Allah'la beraber başka ilâhların etkisinin olup olmadığıydı. Yoksa Allah tek ve ortaksız mıydı, bütün evreni tek başına mı yönetiyordu?

Hz. İbrahim'in gözlemleri sonucu yaşadığı bu sürecin her aşamasında yüce Allah ona yardım ediyor, ona destek veriyordu. Göklerin ve yerin melekûtunu ve onlar üzerindeki hükümranlığını gözlerinin önüne seriyordu. Onun mübarek nefsini yaratma ve düzene koyma bakımından bütün eşyanın Allah'la irtibat kurduğu yöne yöneltiyordu. Bu yüzden herhangi bir şey gördüğünde, onun özyapısından ve bu öz yapısının etkilerinden önce onun yüce Allah'a mensubiyetini ve Allah'ın onu var edişini ve varlık âleminde yönlendirişini gözlemliyordu. "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk..." ifadesi bunu vurgulamaya yöneliktir. "İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, bilendir..." ayeti de aynı anlamı içermektedir.

Ayrıca şu ayetten de aynı anlamı algılamak mümkündür: "Andolsun biz, daha önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma yeteneğini vermiştik. Zaten biz onu biliyorduk." (Enbiyâ, 51) Ayrıca yüce Allah'ın bize aktardığı İbrahim'in, babasına yönelik olarak sarf ettiği şu sözler de aynı mesajı vurgulamaya yöneliktir: "Babacığım, bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün yola ileteyim." (Meryem, 43) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz.

Daha sonra Hz. İbrahim tanrılık iddiasında bulunan kral Nemrut'la

376 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

tartışıyor. Eski dönem zorbalarının büyük bir kısmı böyle iddialarda bulunurlardı ve zaten putperestlik de bu tür ortamlarda gelişmiştir. Kralın tanrılık iddiasında bulunduğu kavminin başka tanrıları da vardı. Birçok puta kulluk sunuyorlardı. Aralarında bazıları putların da rabbi olduklarına inandıkları güneşe, aya ve Kur'ân'da sözü edilen Zühre Yıldızı olması ihtimali bulunan yıldıza tapıyordu. Ayetlerden algıladıklarımızı kısaca bu şekilde özetleyebiliriz.

İnşaallah gücümüz oranında bunların ayrıntılarını sunacağız.

74) Hani İbrahim, babası (amcası) Azer'e demişti ki: "Sen putları tanrılar mı ediniyorsun?..."

Yedi kıraatte "Azere" şeklinde okunur. Bu da onun "ebihi=babası" kelimesine yönelik açıklama amaçlı atıf (atf-ı beyan) veya bedel olduğu anlamına gelir. Bazı kıraatlerde ise "Azeru" şeklinde okunur. Bu da kelimenin nidadan dolayı merfu ve münada olduğunu gösterir. Bu durumda cümlenin takdirî açıklaması şöyledir: "Ey Azer, sen putları mı ilâh ediniyorsun?" Kıraatler arasında, "E Ezren tettehizu" şeklinde bir okuyuş da sayılmıştır. Yani baştaki hemzelerden biri istifham edatı şeklinde kabul edilmiş ve sözcük "ezren" şeklinde okunarak "ezire / ye'zeru" fiilinin mastarı kabul edilmiştir. Bu hâliyle sözcüğün anlamı "kuvvet"tir. Dolayısıyla ayetten kastedilen anlam şudur: "İbrahim babasına demişti ki: Sen güçlenmek ve kuvvet sahibi olmak için mi putları tanrı ediniyorsun?"

Tefsir bilginleri ilki meşhur, ikincisi ise nadir ve şaz olan bu kıraatlerde "Azer" sözcüğü üzerinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunun babasının ismi mi, yoksa güç alan anlamında övgü; ya da topal veya kambur vb. anlamda yergi maksadıyla kullanılan bir lakap mı olduğu hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bu ihtilâfların kaynağı da bazı rivayetlerde İbrahim'in babasının adının "Târah" veya "Târakh" olarak zikredilmesidir. Tarihsel kaynaklar da bu rivayetleri destekler mahiyettedir. Bugün elde bulunan Tevrat'ta İbrahim'in (a.s) babasının adı "Târakh" şeklinde geçer.

Yine ayette geçen "baba" sözcüğünün öz baba, amca veya annenin babası yahut sözü dinlenen büyük anlamında kullanıldığı hususunda

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................. 377

da tefsir bilginleri arasında ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfların kaynağı da rivayetlerdir. Bu rivayetlerin bazısına göre, adı geçen kişi İbrahim'in babasıydı. İbrahim Peygamber kıyamet günü ona şefaat edecek, fakat o şefaate uğramayacak; tersine yüce Allah onu kıyamet günü kokuşmuş bir sırtlana dönüştürecek ve İbrahim ondan uzaklaşacaktır.

Bazı rivayetlerde onun İbrahim'in babası olmadığı, babasının Allah'ın birliğine inandığı, müşrik olmadığı ve Peygamber efendimizin (s.a.a) atalarının müşrik olmadıkları, tümünün tevhit inancı üzere oldukları belirtilmektedir. Bunun gibi daha birçok rivayet vardır.

İbrahim Peygamber'le (a.s) ilgili olarak aktarılan diğer hususlar üzerinde de çeşitli ihtilâflar baş göstermiştir. Bunların bir kısmı son derece ilginçtir. Eski Ahit'te ona yakıştırılan bazı kıssalara da rastlamak mümkündür. Oysa Allah'ın dostu, bir peygamber ve resul olarak İbrahim bu tür yakıştırmalardan uzaktır.

Tefsir bilginleri, bu hususta sözü o kadar uzatmışlardır ki, zaman zaman tefsir biliminin kalıplarının, kurallarının dışına da taşımışlardır.

Araştırmacının perspektifinden ayetlerin anlamlarının algılanması demek olan tefsir biliminin bu tanımı yerle bir edilmiştir. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler rivayet tefsirlerine ve ayrıntılı tefsir kitaplarına başvurabilirler.

İbrahim Peygamber'in başından geçenleri aktaran ayetler üzerinde düşündüğümüz zaman elde ettiğimiz anlam şudur: İbrahim Peygamber soydaşlarının arasına karıştığı ilk anda, Kur'ân'da babası olduğu zikredilen bir adamın durumunu merak ederek sorguluyor. Bu adamın putlara tapmaktan vazgeçip kendisinin temsil ettiği tevhit dinine tâbi olmasını, böylece kendisini hidayete erdirmesini ısrarla istiyor.

Bu isteğinde o kadar ısrarlı davranıyor ki, sonuçta babası onu kovuyor ve kendisinden uzaklaşmasını emrediyor. Ayeti dinliyoruz: "Kitapta İbrahim'i de an; gerçekten o, çok doğru bir peygamberdi. Babasına demişti ki: 'Babacığım, işitmeyen görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım, bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün yola ileteyim...' Ey İbrahim, dedi, sen benim tanırlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeç- mezsen, andolsun seni taşlarım. Uzun süre benden ayrıl, git."

378 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

(Meryem, 41-46) Babasının bu tepkisine karşın İbrahim ona esenlik diliyor ve kendisi için Allah'tan bağışlanma dileyeceğini vaat ediyor. Belki de Hz. İbrahim onun iman edeceğini, hidayete erip mutluluğa kavuşacağını umuyordu.

Kur'ân'ı dinlemeye devam ediyoruz: "İbrahim: Selâm sana, dedi, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Doğrusu O, bana çok lütufkârdır. Sizden de, Allah'tan başka yalvardıklarınızdan da ayrılıyor ve yalnız Rabbime yalvarıyorum. Umarım ki Rabbime yalvarmakla bahtsız olmam." (Meryem, 47-48)

İkinci ayet, İbrahim Peygamber'in babasına yönelik bağışlanma dileme vaadinin salt dünya hayatıyla ilgili olduğuna ilişkin güzel bir ipucudur.

Yani, babası kâfir olarak kalmasına rağmen veya küfür üzere olduğunu bilmeden ölmesi durumunda Hz. İbrahim'in kıyamet günü ona şefaat edeceği gibi bir durum söz konusu değildir.

Sonra yüce Allah İbrahim'in bu vaadini yerine getirişini ve babası için bağışlama dileyişini anlatıyor. Kur'ân şöyle diyor: "Rabbim, bana hüküm (doğru ilim ve amel) ver ve beni salihler arasına kat. Sonra gelenler arasında bana, bir doğruluk dili nasip eyle. Beni nimet cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla. Çünkü o, sapıklardandı. Kulların diriltilecekleri gün, beni utandırma. O gün ki, ne mal, ne de oğullar yarar vermez. Ancak Allah'a sağlam ve temiz kalp getiren yarar görür." (Şuarâ, 83-89) "Çünkü o, sapıklardandı." ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla Hz. İbrahim, babasının ölümünden veya kendisinin ondan uzaklaşmasından sonra dua etmiştir. Bunu ifadenin orijinalinin [innehu kane min'ez-zâllîn] başındaki "kane" edatından çıkarıyoruz.

Ayetin devamında yer verilen sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla Hz. İbrahim, sırf verdiği sözün sorumluluğundan kurtulmak için dua etmiştir. Âdeta şöyle diyor: "Kıyamet günü şu sapığı bağışla..." Sonra da kıyamet gününü şu şekilde vasfediyor: "O gün temiz bir kalple gelmekten başka hiçbir şeyin yararı olmaz!"

Yüce Allah bir ayette -onun dua edişini mazur göstererek- bu gerçeği şu şekilde ortaya çıkarıyor: "Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra Allah'a ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir. İb

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................ 379

rahim'in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Fakat onun, bir Allah düşmanı olduğu, kendisine belli olunca ondan uzak durdu. Gerçekten İbrahim, çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi." (Tevbe, 113-114) Ayetin akışı gösteriyor ki, Hz. İbrahim bu duayı dünya hayatında yapmış ve dünyadayken babasından uzaklaşmıştır, onunla ilişkilerini kesmiştir. Yani kıyamet günü ona dua edip sonra ondan uzaklaşacak değildir. Çünkü ayetin akışı genel bir yasaklama içeren yasama niteliklidir. Bundan da İbrahim'in duası istisna tutulmuştur. Bunun da gerçekte onun sözünü tutma hususundaki titizliğinden kaynaklandığı belirtilmiştir. İleride kıyamet günü olacak bir şeyi, dünyada gerçekleşen yasama nitelikli bir hükümden istisna etmenin, sonra kıyamet günü gerçekleşecek bir uzaklaşma fiilinden söz etmenin mantığı yoktur.

Özetle; yüce Allah, İbrahim Peygamber'in, babası için dua edişinden, sonra ondan uzaklaşmasından söz ediyor. Bütün bunlar İbrahim'in hayatının ilk dönemlerinde gerçekleşmiştir ve o sırada henüz kutsal topraklara hicret etmemişti. Bunu, onun hakkı istemesinden, salihlere katılmayı ve salih evlâtlara sahip olmayı istemesinden anlıyoruz. Nitekim önceki ayetlerde geçen şu ifadeden bu husus anlaşılıyor:

"Rabbim, bana hikmet bahşet ve beni salihlere kat." Aynı şekilde İbrahim'in babasından ve soydaşlarından uzaklaşmasını ve babası için mağfiret dilemeyi istisna edişini içeren ayetten de bunu anlayabiliriz: "İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir öğüt vardır; onlar kavimlerine: 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin taptıklarınızı tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.' demişlerdi. Yalnız İbrahim'in, babasına: 'Senin için mağfiret dileyeceğim; fakat Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden savamam.' demesi hariç." (Mümtehine, 4)

Sonra yüce Allah İbrahim Peygamber'in (a.s) kutsal topraklara hicret etmeye karar verişini, salih evlâtlar istemesini anlatıyor: "Ona bir tuzak kurmak istediler, biz de onları alçak düşürdük. İbrahim dedi ki: Ben Rabbime gideceğim, O beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana iyilerden lütfet." (Sâffât, 100)

380 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Sonra yüce Allah onun kutsal topraklara gidişini ve kendisine salih evlâtlar bahşedişini anlatıyor: "Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de, asıl kendilerini hüsrana uğrattık. Onu ve Lut'u kurtarıp, âlemlere bereketli kıldığımız yere getirdik. Ona İshak'ı hediye ettik, üstelik Yakub'u da fazladan verdik. Hepsini de iyi insanlar yaptık." (Enbiyâ, 70- 72) "İşte onlardan ve onların Allah'tan başka taptıklarından ayrılınca, biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik ve hepsini de peygamber yaptık." (Meryem, 49)

Bir başka yerde yüce Allah, Mekke'de dua edişinden söz ediyor. Bu, kutsal topraklara hicret edip orada çocukları dünyaya geldikten ve İsmail'i Mekke'ye yerleştirerek kenti kurmasından ve Kâbe'yi inşa etmesinden sonraki döneme rastlayan bir olaydır. Kur'ân'da ondan aktarılan son sözlerdir bunlar:

"Bir zaman İbrahim şöyle demişti: Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut... Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını, senin Haram Evi'nin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı kılsınlar diye... İhtiyarlık çağımda bana İsmail ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir... Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve müminleri bağışla." (İbrâhîm, 35-41)

Bu ayet, akışı itibariyle ve diğer karinelerin de desteğiyle gösteriyor ki, Hz. İbrahim'in dua ettiği babası, daha önce yüce Allah'ın, "Babası Azer'e..." ifadesinde işaret ettiği kimseden ayrıdır. Çünkü açıkça görüldüğü gibi, ayetler İbrahim'in, sırf sözünü tutmak için ona dua ettiğini, sonra onun Allah düşmanı olduğunu anlayınca kendisiyle ilişkilerini kestiğini ifade etmektedir. Daha önce ilişkisini kestiği ve ondan ayrılarak Rabbine sığındığı birine yeniden dua etmesinin mantığı yoktur.

Şu hâlde, babası Azer, onun bu son duasında annesiyle birlikte zikredip dua ettiği öz babasından başka birisidir.

Bu son duasının içerdiği en latif kanıt ise, "valideyye" sözcüğünün kullanılmış olmasıdır. "Valid" ifadesi Arapça'da ancak öz baba için kullanılır. O da insanın doğumuna sebep olan kimse anlamına gelir. Önceki duasında ise, "Babamı da bağışla. Çünkü o sapıklardandı." demişti. Bu ayette "eb" sözcüğü kullanılıyor. Tefsirini sunduğu

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 381

muz ayetlerde ise, onun babası Azer'den söz ediliyor ve yine baba kelimesi "eb" şeklinde geçiyor. Arapça'da "eb", dede ve amca için de kullanılır. Kur'ân'da bu kullanımın örneklerine tanık oluyoruz. Meselâ bir ayette şöyle buyuruluyor: "Yoksa Yakub'a ölüm gelip çattığı zaman orda mı idiniz? O zaman Yakup oğullarına, 'Benden sonra neye tapacaksınız?'

dedi. Dediler ki: Senin Allah'ın ve babaların İbrahim, İsmail ve İsha-k'ın ilâhı olan tek ilâha tapacağız. Biz O'na teslim olanlarız."

(Bakara, 133) İbrahim Yakub'un dedesidir, İsmail de amcasıdır. Bu ayette her ikisi için de "eb" yani baba niteliği kullanılmıştır. Bir diğer ayette ise, Yusuf Peygamber'in sözleri olarak şöyle buyuruluyor: "Babalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum." (Yûsuf, 38) İshak Yusuf'un dedesidir, İbrahim de babasının dedesi. Bu ikisi için de "eb" kelimesi kullanılmıştır.

Bundan da anlaşılıyor ki, ayette sözü edilen Azer, İbrahim'in öz babası değildir. Baba niteliğini gerektirecek ve İbrahim'in kendisine "babacığım" demesine neden olacak manevî bir babalığı söz konusuydu. Dilde dedeye, amcaya, öz babadan sonra anneyle evlenen insana, insanın işlerinin yönetimini üstlenen kimselere ve sözü dinlenen büyüklere baba demek caizdir. Bu, sırf Arapça'ya özgü bir durum da değildir.

Bu ve benzeri hususlar da diğer diller de Arapça gibi geniş bir kullanım alanına sahiptirler. Bütün dillerde edebî sanatların el verdiği oranda etkili anlatım ve anlaşma için anne, amca, kardeş, baş, göz, ağız, el, pazı ve parmak gibi sözcükler son derece geniş bir anlamsal yelpazede kullanılırlar.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu hususlar ortaya çıkıyor: Birincisi: Rivayetlerde, tarihsel metinlerde ve edebî kaynaklarda İbrahim'in babası hakkında, Azer lafzıyla ilgili olarak, özel isim yahut övgü veya yergi anlamını içeren bir lakap yahut bir put ismi olması hususunda baş gösteren ihtilâflar üzerinde durmaya değmez. Bunlar üzerinde durmakla ayetin anlamının belirginleşmesine herhangi bir katkıda bulunmuş olmayız. Kaldı ki, bu bağlamda aktarılan değerlendirmelerin çoğu dayanak-tan yoksun zorlamalardır. Ayrıca "Azere ettehizu esnamen aliheten= Azer, putları mı ilâh edindin?" cümlesiyle ilgili olarak garip terkipler kurula-

382 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rak ya ayetin zahirî anlamı ifsat edilmiş ya da akışının bozulmasına neden olunmuştur. Örneğin takdim ve tehir yapıldığı, bazı ifadelerin hazf veya takdir edildiği söylenmiştir?

İkincisi: İbrahim'in öz babası Azer değildir. Fakat Kur'ân onun öz babasının adını zikretmemiştir. Babasının adı rivayetlerde geçer ve Tevrat'taki isimlendirme de bunu doğrular niteliktedir. Tevrat'ta, babasının adının "Târakh" olduğu belirtiliyor.

Asıl şaşkınlık veren şey, bazı araştırmacıların söyledikleri şu tür sözlerdir:

"Kur'ân peygamberlerin ve ümmetlerin tarihinden kesitler aktarırken, geçmiş ulusların başından geçen olayların bazısını hikâye ederken son derece önemli hususları ihmal eder. Oysa bunlar kıssaların özünü oluştururlar. Örneğin olayın meydana geldiği tarih, yer, doğal koşullar, sosyal ve siyasal durum anlatılmaz. Bunlar ise olayın meydana gelişinde belirleyici rol oynarlar. Üzerinde durduğumuz kıssada da aynı durum söz konusudur. Çünkü Hz. İbrahim'in kıssasının gerçek mahiyetini bilmek için babasının adını, soyunu, tarihini, doğduğu zamanı, gençlik yıllarını, davete başlamasını ve hicret ettiği tarihi bilmek gerekir."

"Bunun nedeni, Kur'ân'ın kıssalarını aktarırken sağlam bir yöntemi esas almasıdır. Bununla gerçek hikâye sanatının ulaştığı hedef gözetilir.

Buna göre hikâyeyi anlatan kişi, amacına en iyi bir şekilde ulaşmak için mümkün olan her yola baş vurur. Anlattığı hikâyenin doğru veya yalan olması pek önemli değildir. Amaca hizmet etmesi yeterlidir.

Kıssanın meydana geldiği tarih, yer, ortaya çıktığı ortam bilinmese de olur. Aynı şekilde Kur'ân da amacına, yani insanlığı mutluluğa ulaştırma hedefine varmak için davetin yapıldığı zamanda insanlar arasında yaygın olan veya Ehlikitap kaynaklarında geçen kıssaları alabilir. Bunların sahih ve güvenilir olmaları şart değildir. Hatta tamamen hayal ürünü de olabilir. Nitekim Musa ve arkadaşının [Yuşe' b. Nûn] kıssasının, ölüm korkusuyla yurtlarını terk eden binlerce ileri gelenlerin kıssasının vb. kıssaların bu türden kıssalar oldukları söylenmiştir.

Öykü sanatı buna engel değildir. Önemli olan öyküyü anlatan

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................................. 383

kişinin bunun amacına ulaşması için en etkili ve kısa yol olduğunun bilincinde olmasıdır..."

Yukarıdaki değerlendirme yanlıştır. Çünkü öykü sanatı için söyledikleri doğru olsa da bunu Kur'ân'a uyarlamak doğru değildir. Çünkü Kur'ân bir tarih kitabı veya hayal ürünü öyküleri içeren bir metin değildir. O, önünden ve arkasından batılın bulaşmadığı aziz kitaptır. Kur'-ân kendisinden Allah'ın kelâmı diye söz eder. Haktan başka bir şey söylemediğini belirtir. Haktan sonra da batıldan başka bir şeyin olmadığını ifade eder. Hakkı savunmak için batılın yardımına baş vurulmayacağını dile getirir. Hidayet için sapıklığın desteğine ihtiyaç duyulma- yacağını söyler. Hakka ve dosdoğru yola ileten kitap olduğunu vurgular. Kendisine yönelenlere ve karşı çıkanlara hüccet ve kanıt olduğunu anlatır. Buna ilişkin birçok ayet vardır. Bu ayetleri teker teker burada ele almaya gerek yoktur. Böyleyken Kur'ân'ın içerdiği ifadelerin maksatlarını inceleyen bir kimse onun batıl bir görüşü, yalan bir kıssayı, bir hurafeyi veya hayal ürünü bir hikâyeyi içerdiğini nasıl söyleyebilir?

Allah'a, Peygamberi'ne ve Peygamber'in getirdiği dine iman etmenin; Kur'ân'ın batıl, yalan veya hurafe bir şeyi içerdiği ihtimalini olumsuzlamayı gerektirdiğini -gerçekte öyle olsa da- söylemek istemiyorum.

Normal bir akla sahip, sağlıklı düşünmesini bilen her insanın görevinin Kur'ân'ı olumlamak suretiyle ona uymak olduğunu, her türlü yanlışı ve sürçmeyi ondan olumsuzlamak durumunda olduğunu, gerek maksatlara ulaştırma amacına yönelik araçlarda ve gerekse bizzat bu maksatlar bağlamında bu olumsuzlamanın bir zorunluluk olduğunu -gerçekte öyle olsa da- belirtmek de istemiyorum.

Sadece şunu söylüyorum: Bir kitap ilâhî kelâm olduğunu ve insanların gerçek mutluluğa ulaştırılmaları için indirildiğini, insanları hakka dayalı olarak gerçeğe ilettiğini iddia ediyorsa, böyle bir kitabı tefsir eden, maksatlarını ve hedeflerini açıklamak isteyen bir insanın görevi, onun doğru söylediği varsayımından hareket etmedir. Onun verdiği haberlerde, yaptığı açıklamalarda, ortaya koyduğu kanıtlarda, gösterdiği hedeflerde sırf gerçeği söylediğini, hidayete ulaştırmayı amaçladığını, dosdoğru yola iletme esasına dayandığını ve batıl bir unsu-

384 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

run ona bulaşmadığını, hak ile bağdaşmayan hiçbir hedefe yöneltmediğini, en küçük bir gevşekliğin ve tutarsızlığın kendisine bulaşmadığı bir amaca ulaştırdığını bir ön kabul olarak göz önünde bulundurmalıdır.

Mutlak olarak hak niteliğine sahip olduğu kabul edilen olgunun amacın gerektirdiği yöntemlerinden birine, hakka davet ettiğini söylemesine rağmen, batılın bulaşması düşünülebilir mi? Bir tasımın hakla batılı ayırıcı olduğu ve ciddiyetsizlikten uzak olup şaka olmadığı söylendiği hâlde, bu sonucu taşıyan bir açıklamaya ciddiyetsizliğin ve gevşekliğin karıştığı, toleransın ağır bastığı nasıl kabul edilebilir? Göklerin ve yerin gaybını bilen Allah'ın kelâmı olan bir söze veya habere cehaletin, çarpıtmanın veya hatanın bulaşması mümkün müdür? Aydınlıktan karanlık veya cehaletten bilgi doğar mı?

Hak bir kelâm olduğunu, ne amaçlarına ve ne de yöntemlerine batıl bir şeyin bulaşmadığını savunan Kur'ân'ın, içeriğini ve ayetlerinin anlamlarını belirginleştirme bağlamında izlenilecek tek yöntem budur.

Fakat birisi Kur'ân'ın "Allah'ın kelâmı olduğuna, yöntemleri ve maksatları itibariyle salt gerçeği içerdiğine" ilişkin iddialarının doğru olup olmadığını, Eski ve Yeni Ahit ve Avesta gibi diğer kutsal kitapların Kur'ân'ın ele aldığı meselelere yönelik çözümleriyle Kur'ân'ın çözümleri arasında ne gibi benzerlikler veya farklılıklar olduğunu, bu hususta tarihsel, doğal, matematiksel, felsefî veya sosyal alanlarda yapılan bilimsel araştırmaların bulgularının ne yönde olduğunu belirlemek istiyorsa, bunlar tefsir biliminin kapsamına giren konular ve araştırmalar değildir. Tefsir yaptığını söyleyen bir insanın bu gibi konuları ele alması, bunları tefsir yerine sunması caiz değildir.

Kur'ân'ın, "Hâlâ Kur'ân üzerinde durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82) söylediği doğrudur. Burada demek isteniyor ki, ortada dolaşan birtakım kuşkular var, insanların kulaklarına çalınan vehimler geziyor ortalıkta. Diyorlarmış ki: "Kur'ân'da çelişki var. Çünkü bir ayetin söylediği bir başka ayetin söylediğinden farklıdır. Ya da bir ayetin içeriğinin hakka ve gerçeğe uygunluğu hususunda ciddi kuşkular vardır. Kur'ân kendisinin hakka ilettiğini söylediğine göre, böyle

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 385

bir durum iki ayetin birbirini tutmadığı sonucunu doğurur. Çünkü bu ayet, her ayetin içeriğinin bütünüyle hak olduğunu, buna karşın diğer ayetse içerik bakımından hak olmadığını ortaya koyuyor." Fakat bu ayet, yani "Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı?" ayeti, Kur'ân'ın bazı ayetleriyle ilgili olarak gündeme gelen kuşkuları diğer bazı ayetlerinin içerdiği açıklamalarla ortadan kaldırmaya yeterli olduğunu açıklıyor. Bazı bölümleriyle ilgili olarak kimi zihinlerde beliren problemleri, anlama güçlüklerini diğer bazı bölümlerinin içeriği aracılığıyla giderme gücüne sahiptir.

Dolayısıyla Kur'ân'ın maksadını, ayetlerinin anlamlarını araştıran bir kimsenin, bazı bölümlerin anlaşılması için diğer bazı bölümlere baş vurması gerekmektedir. Bazı bölümlerin içerdiği anlamların netleşmesi için diğer bazı bölümlerin içeriğini bunlara tanık tutmak durumundadır.

Kur'ân bir davet ve hidayet kitabıdır. Bir tek adım bile olsa yanlış yapmaz, kendi içinde tutarsızlık barındırmaz. Bir tarih kitabı değildir. Öykü kitabı da değildir. Bu yüzden görevi, tarihsel araştırma yapmak veya öykü sanatının herhangi bir tarzını esas alan bir anlatım üslûbunu benimsemek değildir. Kur'ân'da soyların, neseplerin, zamanların ve mekânların tespiti eğilimi görülmez. Tarihsel bir araştırmanın veya öykü sanatının bigane kalamayacağı başka somut verilere yer vermek gibi bir zorunluluğu yoktur.

Meselâ İbrahim'in Târakh b. Nahor b. Seruk b. Reu b. Pelek b. Ever b. Şeleh b. Arpakşat b. Sam b. Nuh olduğunun bilinmesinde ne gibi bir dinsel yarar vardır? Veya onun milattan önce yaklaşık olarak iki bin yıllarında falan kralın zamanında Keldanîler'in Ur Kenti'nde dünyaya geldiğini, şu tarihte doğduğunu, bu kadar süre yaşadığını ve falan yılda öldüğünü bilmek veya bilmemek dinsel davet açısından neyi değiştirecektir? İbrahim'in hayatıyla ilgili olarak Kur'ân'da yer alan açıklamaları bir araya getireceğiz ve bunları Tevrat'ta ve diğer kitaplarda yer alan tarihi ve kişiliğiyle ilgili açıklamalarla karşılaştıracağız. Ki bir araştırmacı gerektiği gibi inceleme yapabilsin ve objektif bir gözle değerlendirmelerini yapabilsin, bundan sonra Kur'ân'ın aktardıklarıyla ilgili olarak yargısını versin.

386 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bununla beraber Kur'ân-ı Kerim yararlı bilgiler için gerekli olan gözetmeyi göz ardı etmemiştir. Evrene, evrenin göksel ve yersel fenomenlerine ilişkin araştırmaları yasaklamamış, geçmiş milletlerin haberlerini, sosyal yasaları ve gelip geçen çağları öğrenmeye, bilginin ve marifetin hakkını vermek için bunlardan yararlanmaya engel olmamıştır.

Kur'ân ayetleri her fırsatta bilgiden son derece övgüyle söz ederler. Düşünmeyi, derin analizler yapmayı, gözlemleyerek tefekkür etmeyi teşvik eden ayetlerin sayısı o kadar çoktur ki, bu ayetlerin tümünü buraya almaya gerek yoktur.

"Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum."

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: Senem; gümüş-ten, bakırdan veya ağaçtan yapılan bir canlı figürüdür. Putperestler bunlara kulluk sunarak onlar aracılığıyla Allah'a yaklaşmayı amaçlıyorlar.

Çoğulu "esnam"dır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen putları (esnam) tanrılar mı ediniyorsun?" "...Andolsun putlarınız (esnam) için bir tuzak kuracağım." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.)

Ragıb'ın, putların gümüşten, bakırdan ve ağaçtan imal edildiklerini söylemesi bir örneklendirme niteliğindedir. Putların sadece bunlardan yapılan heykellerle sınırlı oldukları anlamına gelmez. Tam tersine putperestler heykel yapımında kullanabilecekleri her madenden ve taş türlerinden putlar yapabiliyorlardı. Rivayet edilir ki: Yemame'den Hanifeoğulları kabilesi kuruttan bir put yapmıştı. Bazen çamurdan da imal ettikleri olurdu. Kimi zamanlar da sadece çizdikleri bir resimle yetinirlerdi.

Her hâlükârda, bazen putlar soyut bir inanışı temsil ederlerdi; gök tanrısı, yer tanrısı ve adalet tanrısı gibi. Bazen de güneş putu, ay putu gibi somut nesneleri de temsil ederlerdi. İbrahim'in soydaşlarının her iki türden de putları olduğu anlaşılıyor. Babil yıkıntılarında yapılan araştırmalar da bunu destekliyor. Onlar bunlara tapmak suretiyle manevî şahsiyetlerini temsil eden tanrılara kulluk sunduklarını düşünüyorlardı.

Bu tanrılar aracılığıyla da Allah'a yaklaşmayı amaçlıyorlardı. Eğilişin en son derecesini -kulun tanrısına eğilişi- bunlar için sergilemek, beşer heyulasının en aptal hareketlerinden

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 387

biridir. Büyük ve saygıya değer bildikleri bir şeyi temsil için bir heykel dikecekler ve önünde saygı duruşunda bulunup kulluk sunacaklar, var mı bundan daha aptalca bir davranış? Bu davranışın hakikati, yaratılmış olduğu ve Rabbi bulunduğu hâlde, birinin tutup kendi elleriyle yaptığı şey karşısında son derece eğilmesidir!

Putperestlerden biri tutardı, bir ağacı kendi elleriyle yontarak heykel hâline getirirdi. Sonra onu belli bir yere dikerek kulluk sunar, önünde eğilir, alçalırdı. Bu yüzden, "Sen putları tanrılar mı ediniyorsun?" ifadesinin orijinalinde geçen "esnam" kelimesi nekre olarak kullanılarak putların basitliği, küçüklüğü vurgulanmak istenmiştir. Çünkü onları kendileri yapmışlardır, kendi elleriyle üretmişlerdir. Nitekim diğer bir ayette yüce Allah, İbrahim Peygamber'in soydaşlarına şöyle söylediğini belirtmektedir: "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?, dedi." (Sâffât, 95)

Kelimenin ayette nekre kullanılarak putların basitliğini, küçüklüğünü vurgulamanın bir diğer nedeni de, ilim ve kudret gibi tanrılığın en belirgin niteliklerinden yoksun olmalarıdır. Nitekim İbrahim Peygamber babasına hitap ederken şunları söylüyor: "Babasına demişti ki: Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 42)

Şu hâlde, "Sen putları tanrılar mı ediniyorsun?" ifadesinin anlamı şudur: Hiçbir önemi ve değeri bulunmayan putları tanrı mı ediniyorsun? Tanrı demek, önemli ve büyük demektir. Ben seni ve kavmini bu bakımdan apaçık bir sapıklık içinde görüyorum. Bilgi ve güç sahibi bir sanatkârın kendi elleriyle yaptığı bilgi ve güçten yoksun bir sanat eserine kulluk sunmasının ne denli sapıklık olduğu gerçeğini nasıl göremezsiniz?

"Sen putları tanrılar mı ediniyorsun?" ifadesi özet biçiminde de olsa İbrahim Peygamber'in soydaşlarına ve babasına yönelttiği birçok kanıt içermektedir. Bu kanıtlar Kur'ân'ın değişik yerlerinde daha ayrıntılı olarak sunulmuşlardır. Ancak bu, İbrahim'in babasıyla ve soydaşlarıyla girdiği ilk tartışmadır. Yüce Allah'ın onun kavmiyle girdiği tartışmalar bağlamında sunduğu bilgiler gösteriyor ki, babası ve soydaşlarıyla putların durumu, sonra yıldızın, ayın ve güneşin tanrılığı üzerine tartışmış, ardından kralla bu bağlamda bir tartışmaya girmiştir.

388 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Yıldızın, ayın ve güneşin tanrılığı çerçevesinde girdiği tartışma, ayetlerin akışından anladığımız kadarıyla, putlarla ilgili tartışmadan sonra gerçekleşmiştir. Olayların gelişimi üzerine yapılan mantıksal bir araştırma, kralla tartışmasının da, durumunun iyice anlaşılması, putperestlik dinine muhalefet etmesi, Sabiîlik dinini reddetmesi ve putları kırması üzerine ortalıkta dolaşan dedikodulardan sonra gerçekleştiğini gösterecektir. Mantıksal araştırmaya göre o işin başında, yanında bulunduğu babasının dinine muhalefet etmiştir. Diğer insanlarla karşılaşmadan önce babasıyla tartışmıştır. Sonra diğer insanlarla inanç sistemleri üzerine tartışarak onların inançlarına karşı çıkmıştır. Tevhidi ilk gündeme getirmesine zemin hazırlayan olay, babası ve soydaşlarıyla putlar bağlamında giriştiği tartışmadır.

75) Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk...

Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla "Böylece" ifadesiyle bundan önceki ayetin içeriğine işaret edilmiştir: "İbrahim, babası Azer'e demişti ki: Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni... görüyorum." Bu demektir ki, Hz. İbrahim bu meseleyle ilgili gerçeği görüyordu. Dolayısıyla ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:

Gerçeği göstermenin bu şekliyle İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.

Bu işaretin yardımıyla ve bir sonraki ayette geçen, "üzerine gece çökünce" ifadesinden hareketle -ki ayetin öncesiyle sonrası arasında bir bağlantı olduğunu da kanıtlamaktadır- anlıyoruz ki "nurî=gösteri-riz" [kelimesi gelecek zaman kalıbında olsa da] geçmişteki bir durumu anlatmaya yöneliktir. Şu ayette olduğu gibi: "Biz de istiyorduk ki o yerde ezilenlere lütfedelim." (Kasas, 5) [Bu ayette de geçmiş zaman olarak anlamlandırdığımız "istiyorduk" fiili, ayetin orijinalinde gelecek zaman kipinde "nurîdu" kullanılmıştır.]

Şu hâlde ayetin anlamı şudur: Biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Bu, onu babası ve soydaşlarıyla putlar hakkında tartışmaya, sapıklıklarını görmeye yöneltti. Biz ona bu şekilde yardım ediyorduk, melekûtu gösterme bağışını sunuyorduk. O bu hâl üzereyken gece oluverdi, o sırada bir yıldız gördü...

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 389

Bu da gösteriyor ki, bazılarının, "Böylece... gösteriyorduk." ifadesini öncesiyle ve sonrasıyla bağlantısı bulunmayan bir ara cümlecik gibi göstermeleri yanlıştır. Aynı durum bazılarının şu sözleri için de geçerlidir: "Melekûtun İbrahim için ilk kez gösterilmesi, gece olup bir yıldız görmesiyle başlar." Bu tür değerlendirmeler yanlıştır, savunulması yersizdir.

Göklerin ve yerin melekûtu ifadesinin ne anlam ifade ettiğine gelince, melekût; mülk kelimesi gibi varlık üzerinde tasarruf yetkisine sahip olma anlamına gelen bir mastardır. Tağût ve ceberût gibi. Ancak anlam itibariyle mülk kelimesinden daha vurguludur. Tağût ve ceberûtun anlam itibariyle "tuğyan, cebr veya cubran"dan daha vurgulu olması gibi.

Kur'ân'ın bu kavrama yüklediği anlam, sözlük anlamının aynısıdır.

Yüce Allah'ın kelâmında kullanılan diğer kavramlar gibi, sözlük anlamında herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Ancak kavramın Kur'ân'da öngörülen nesnel karşılığı sözlük anlamı için öngörülen nesnel karşılığından farklıdır. Şöyle ki; bir tür egemenlik ve saltanat anlamına gelen mülk ve melekût kavramlarına, bizim tarafımızdan göreceli ve farazî bir anlam yüklenir. Çalışmaların ve bireylerin sosyal adaleti ve toplumsal güvenliğini garantiye alacak şekilde düzene sokulmasını zorunlu kılan toplumsal gereksinim böyle bir anlamı varsaymamızı zorunlu kılmıştır. Bu itibarla el değiştirmeyi, bağışlanmayı, gasp edilmeyi ve zor kullanımla ele geçirilmeyi kaldırabilir bir mahiyettedir. Bunun örneklerini insan topluluklarında her gün gözlemlemekteyiz. Bu anlam, göreceli ve koymaca (vaz'î) olmakla beraber bir açıdan yüce Allah için de düşünülebilir. Beşer topluluklarında hak hükmün Allah'a ait olması yani. Nitekim yüce Allah bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir." (En'âm, 57) "İlkte de, sonda da hamd O'na mahsustur. Hüküm de sadece O'nundur." (Kasas, 70)

Ancak bu göreceli hükmün anlamı analiz edildiğinde, bunun gerçekler bazında yok olmayı ve el değiştirmeyi kabul etmeyecek bir kalıcılığa ve gerçekliğe sahip olduğu görülecektir. Meselâ herhangi bir insan, kendi nefsinin maliki konumundadır. İşitme, görme ve diğer fi-

390 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

il ve güçleri üzerinde tasarruf yetkisine sahip hükümran niteliğine sahiptir. Onun kulağı işittiğinde ve gözü gördüğünde ancak onun iradesine ve hükmüne tâbi olarak işitir ve görür. Bu hususta bir başka insanın iradesine ve hükmüne tâbi olmaz. Bu ise gerçek bir anlamdır, onun gerçekliğinde en küçük bir kuşku duymayız. Yok olması veya el değiştirmesi söz konusu değildir. O hâlde insan, nefsinin güçlerine ve fiillerine hâkimdir. Bunların tümü onun varlığına tâbidir, onunla kaimdir, ondan bağımsız varlığa sahip değildir. Onsuz edemezler. Örneğin göz, ancak onunla gören insanın izniyle görme eylemini gerçekleştirir.

Aynı şekilde kulak da onun izniyle işitir. Eğer insan olmasaydı ne göz olurdu, ne görme, ne kulak olurdu, ne işitme.

Aynı şekilde herhangi bir birey de bir hususta tasarrufta bulunduğu zaman hükümdarın veya emir yetkisine sahip yöneticinin izniyle hareket etmektedir. Eğer toplumun dizginlerini elinde tutan birleştirici, yönetici güç olmasaydı toplum da olmazdı. Eğer insan bireysel tasarrufların birinden men edilirse, artık tasarrufta bulunması söz konusu olmaz. Bu eylem, gerçekleşme imkânını bulmaz ve böyle bir eylem, geçerli de sayılmaz.

Bu anlamın bu şekliyle yüce Allah için de geçerli olduğunda en küçük bir kuşku söz konusu değildir. Objelerin varolması ve düzenin sağlanıp yönlendirilmesi O'nun tekelinde olan bir hükümranlıktır. Yüce Allah'ın yarattığı hiçbir varlık, ne kendi varlığı, ne de varlığına tâbi olan güçleri ve fiilleri itibariyle Allah'tan müstağni değildir. Ne bireysel, ne de evrenin diğer parçaları ile birlikte -ki evrensel güçlerin birbirleriyle irtibatlı olmaları, birbirleriyle kaynaşmış olmaları gözlemlediğimiz şu evrensel düzenin meydana gelmesini sağlamaktadırlar- Allah'tan bağımsız bir varlık sürdürmesi mümkün değildir.

Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "De ki: Allah'ım, ey saltanatın sahibi." (Âl-i İmrân, 26) "Göklerin ve yeryüzünün... egemenliği sadece Allah'a aittir." (Mâide, 120) "Saltanat ve egemenlik elinde olan yüce Allah kutludur. O'nun her şeye gücü yeter... O, ölümü ve hayatı yarattı... O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı."

(Mülk, 1-3) Bu ayetlerde, görüldüğü gibi, mülkün yani hâkimiyetin gerekçesi, yaratma olarak gösterilmektedir. Bu demektir ki, eşyanın

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................. 391

varlığını O'ndan alması, varlıkları ve pratikte oluşları itibariyle O'na intisap edişleri, O'nun hâkimiyetinin, mülkünün özünü oluşturmaktadır.

Bu hâkimiyetinde O'na hiç kimse ortaklık etmez. O'ndan başkasına da geçip el değiştirmez, yok olmaz. O'na ihtiyaç bırakmayacak bir başıboşluk da söz konusu değildir, ya da evrensel düzenin sağlanması için başkasının O'nun yerine geçmesi düşünülemez.

Aşağıdaki ayette, melekût kavramının bu şekilde anlamlandırıldığını görüyoruz: "O'nun emri, bir şeyin olmasını istedi mi ona, sadece 'ol' demektir, hemen oluverir. Yücedir O ki, her şeyin melekûtu O'nun elindedir." (Yâsîn, 82-83) İkinci ayet gösteriyor ki, her şeyin melekûtu, yüce Allah'ın ona söylediği "ol" kelimesidir. Allah'ın sözü, fiili demektir; yani varlığı meydana getirmesi.

Bundan da anlaşılıyor ki, melekût; eşyanın Allah'a intisapları, O'- nunla kaim oluşları itibariyle var olmaları demektir. Bu ise, ortaklığı kabul etmeyen bir husustur. Sırf Allah'a özgü olan bir yetkidir. O hâlde hâkimiyet, hükümranlık ve yönetme anlamına gelen rablık, başkasına devretmeyi kabul etmediği gibi başkasını bu hususta yetkili kılmayı da kabul etmez.

Bu yüzden eşyanın melekûtu üzerinde yapılan bir gözlem, insanı kesin olarak tevhide iletir. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur: "Göklerin, yerin melekûtuna ve Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakıp ibret almadılar mı? Peki buna inanmadıktan sonra hangi söze inanacaklar?" (A'râf, 185) Bu ayet, görüldüğü gibi, biraz önce sunduğumuz Mülk Suresi'nin ilk ayetleriyle aynı hususa dikkat çekmektedir.

Konuyla ilgili diğer ayetler üzerinde yapılan incelemeden sonra şunu anlıyoruz ki, yüce Allah'ın İbrahim Peygambere göklerin ve yerin melekûtunu göstermesinden maksat, Allah'ın onu eşyanın varlığı itibariyle Allah'la irtibatlı oluşları gerçeğine yöneltmesidir. Bu mensubiyet ortaklığı kabul etmez. İnsan böyle bir gözlemi gerçekleştirir gerçekleştirmez, derhal hiçbir şey üzerinde Allah'tan başkasının rablığının, yöneticiliğinin, işlerini yönlendirip düzenlemesinin, olguları belli bir sistem dahilinde yönetmesinin söz konusu olamayacağını anlar. Putlara gelince; onlar insanların yaptıkları ve adlarını koyduk-

392 ............................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ları heykellerdir. Allah onlara bu bağlamda hiçbir yetki vermemiştir. Onların tanrılıklarına ilişkin hiçbir kanıt göndermemiştir. Durumu bundan ibaret olan, hem de insan tarafından yapılan bir şey insana rablık edemez, ona hükmedemez. Yıldız, ay ve güneş gibi gök cisimleri de sık sık durum değişikliklerine uğrarlar. Bazen insana görünürken, bazen gözden kaybolurlar. İleride açıklayacağımız gibi bu özellikte olan bir varlık, varoluşsal anlamda hâkimiyete ve yönetim yetkisine sahip olamaz.

Ki (müşriklerle tartışırken kanıt gösterebilsin) ve kesin inananlardan olsun.

İfadenin orijinalinin [li-yekûne] başındaki "lâm" illet edatıdır. Bu cümle mahzuf bir diğer cümleye matuftur. Dolayısıyla anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: "Şöyle şöyle olsun ve kesin inananlardan olsun diye."

İfadenin orijinalindeki "mûkınîn" kelimesinin kökü olan "yakin" kelimesi, hiçbir şekilde içinde kuşku barındırmayan bilgi demektir. Büyük bir ihtimalle burada onun Allah'ın ayetleri hakkında kesin bilgiye sahip olması kastedilmiştir. Şu ayette olduğu gibi: "Sabrettikleri zaman, onların içinden, emrimizle hidayet eden imamlar yaptık, onlar ayetlerimize kesin kez inanmışlardı." (Secde, 24) Bundan da yüce Allah'ın güzel isimlerine ve yüce sıfatlarına ilişkin kesin inanç doğar. Peygamberimizin (s.a.a) durumuna ilişkin olarak inen ayetler de aynı anlamı vurgular mahiyettedir: "Eksiklikten uzaktır O Allah ki, geceleyin kulunu Mescid-i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mes-cidi Aksa'ya yürüttü. Ona ayetlerimizden gösterelim diye böyle yaptık."

(İsrâ, 1) "Gözü şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük ayetlerinden bazılarını gördü." (Necm, 18) Yüce Allah'ın zatı ile ilgili ya-kinî inanca gelince, Kur'ân bu bağlamda onu kuşkudan ve bilinmekten tenzih eder. Onu kabul edilmiş bir husus olarak sunar.

Yüce Allah, kesin bilginin özellikleri arasında istediğine somut âlemin ötesindeki evrensel gerçekleri ortaya çıkarmayı zikretmiştir. Kur'-ân'ı dinliyoruz: "Hayır, gerçeği kesin bilgi ile bilseydiniz; mutlaka cehennemi görürdünüz." (Tekâsür, 5-6) "Hayır, iyilerin yazısı illîyyin (yüce

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 393

ler)dedir. İlliyyînin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Allah'a yaklaştırılmış olanlar, ona tanık olurlar." (Mutaf-fifîn, 18-21)

76) Derken üzerine gece çökünce İbrahim bir yıldız gördü, "Budur rabbim!' dedi.

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "Cenne" sözcüğünün anlamı; bir şeyin duyulardan gizlenmesidir. Araplar, "Cenneh'ul-leyl ve ecennehu ve cenne aleyhi" derler. "Cennehu" yani, gece onu örttü." "Ecennehu" yani ona gizleneceği bir şey sağladı. Tıpkı "kabartuhu= onu defnettim" ve "akbartuhu=ona mezar hazırladım" ve "sakeytuhu= ona su içirdim" ve "askaytuhu=su içmesi için ona bir şey sağladım" dememiz gibi. "Cenne aleyhi keza" yani, üzerini örttü. Yüce Allah, "cenne aleyhi'l-leyl" yani, "Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü." buyurmuştur. (Ragıp'tan alınan alıntı burada sona erdi.) Şu hâlde "cenne'l-leyl" deyimiyle karanlığın iyice çökmesi kastedilmiştir, sırf güneşin batmasıyla birlikte ortalığın kararması değil.

"Üzerine gece çökünce" ifadesi, putların tanrılığını olumsuzlayan ifadenin bir ayrıntısı konumundadır ve her iki ifade, "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk." cümlesiyle irtibatlıdır. Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: Biz ona eşyanın melekûtunu gösteriyorduk. Bunun sonucu olarak putların tanrılıklarını geçersiz kıldı. Bu durumu devam etti. Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü, bunun üzerine şöyle şöyle dedi...

"bir yıldız gördü." ifadesinde yıldız belirsiz, nekre olarak geçmektedir.

Bunda yatan nükte, haber verme ve bir şeyle ilgili konuşma aşamasıyla irtibatlıdır. Demek isteniyor ki, ifadenin akışı içinde bunun hangi yıldız olduğunun bilinmesini gerektirecek bir durum yoktur. İster gezegen olsun, ister sabit bir gök cismi olsun fark etmez. Çünkü İbrahim'in kanıtının özünü oluşturan husus, doğan ve batan her gezegen ve yıldız için geçerlidir. Yoksa, İbrahim hiçbir fark gözetilmeden rasgele bir yıldızı işaret etmiş değildir. Bunun birinci nedeni; lafzın böyle bir sonucu çıkarmaya elverişli olmamasıdır. Çünkü sayısız yıldızlar arasında birine işaret ederek, "Budur rabbim" diyen birisiyle ilgili olarak, "O bir yıldız gördü ve 'Budur rabbim.' dedi." ifadesi kullanılmaz.

394 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

İkincisi; ayetten anlaşıldığı kadarıyla bu sırada onun işaret ettiği yıldıza tapan bir topluluk vardı ve onların kulluk sundukları yıldızı kastederek sözlerini söyledi. Ayrıca Sabiîler her yıldıza kulluk sunmazlardı, onlar sadece gezegenleri ululuyorlardı.

Mantıksal açıdan baktığımızda, bunun Zühre Yıldızı olduğunu anlıyoruz. Çünkü Sabiîler yedi tane göksel cismi ululuyor ve yerdeki gelişmeleri onlara isnat ediyorlardı, onlara yedi gezegenler diyorlardı. Bunlar Ay, Utarit, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri ve Zühal'di. Diğer yıldızlara tapanlarsa Hintlilerdi. Onlar yerdeki olayları bu yıldızlara bağlıyorlardı. Bazı büyücüleri, astrologları ve Arap putperestlerini de bu kategoriye alabiliriz.

Öyle anlaşılıyor ki, bu yıldız adı geçen yedi göksel cisimden biriydi.

Güneş ve ay ondan sonra zikredilmiştir. Utarit Yıldızı'nın yörüngesi dar olduğu için nadiren görünür. O hâlde bu yıldız geri kalan Zühre, Merih, Müşteri ve Zühal yıldızlarından biri olmak durumundadır. Bunlar arasında Zühre Yıldızı yörüngesinin darlığı yüzünden güneşten sadece kırk yedi derece uzaklaşabilmektedir. Bu yüzden güneşin bir uydusu görüntüsünü vermektedir. Bazen güneşin önüne geçiyor, ondan önce doğuyor. Bu esnada halk ona Sabah Yıldızı adını verir. Sonra güneşin doğmasıyla birlikte batar. Bazen güneşi geriden izler, onun batışından sonra batı ufkunda doğar. Sonra gecenin ilk kısımlarında bir süre göründükten sonra gözlerden kaybolur. Bu hâl üzereyken on sekizinci, on dokuzuncu ve yirminci gecesi gibi kamerî ayların ikinci yarısında Zühre Yıldızı'nın batmasından hemen sonra Ay doğar.

Bu günlerde Güneş'in batışından hemen sonra Zühre Yıldızı'nın batı ufkunda doğduğu görülür. Güneş'in batışından bir veya iki saat sonra da batar. Bu sırada veya kısa bir süre sonra Ay doğar.

Bu özellik, saydığımız yıldızlar içinde sadece Zühre Yıldızı için geçerlidir.

Onun yörüngesinin bir sonucudur bu. Ancak Müşteri, Merih ve Zühal yıldızları için böyle bir durumun meydana gelmesi tesadüfe bağlıdır. O da nadiren, özel durumlarda gerçekleşebilecek bir istisnadır.

İlk anda akla gelebilecek bir durum değildir. Buradan da anlaşılıyor ki, İbrahim Peygamber'in işaret ettiği yıldız, Zühre Yıldızı idi.

12
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7





En'âm Sûresiin devamı En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 395

Ayrıca Zühre Yıldızı en parlak, en güzel ve en göz alıcı yıldızdır. Gece karanlığının iyice basmasından sonra göğe bakan bir insanın gözünü alır. Ufukların kararmasından sonra insan ona bakmaktan kendini alamaz.

Ayetin zihnimizde canlandırdığı manzara en güzel şekilde bu çıkarsama ile örtüşmektedir. "Üzerine gece çökünce İbrahim bir yıldız gördü, 'Budur rabbim!' dedi. Yıldız batınca... Ayı doğarken görünce..." Burada, anlaşıldığı kadarıyla yıldızın batışı ile ayın doğuşu eş zamanlı olarak sunulmuştur.

Ehlibeyt İmamlarından (üzerlerine selâm olsun) aktarılan bazı rivayetlerde, bunun Zühre Yıldızı olduğuna ilişkin açıklamalar yer almaktadır. Bu da bizim bu çıkarsamamızı destekleyen bir kanıttır. Bu durumda şöyle bir manzara canlanıyor gözlerimizin önünde: İbrahim Peygamber Zühre Yıldızı'nı ve ona tapan, ona yönelerek namaz kılan, kurbanlar sunan, dua eden topluluğu görüyor. O sırada Zühre Yıldızı güneşin batışından sonra doğmuştu. Gece de kamerî aylardan birinin son yarısındaki bir geceydi. Üzerine gece basıyor ve o, Zühre Yıldızı'nı batı ufkunda görüyor. Zühre'yi batıncaya kadar izli-yor, onun batışından sonra Ay'ın doğduğunu görüyor.

"Budur rabbim!" ifadesinde geçen rabden maksat; yönetilen, yönlendirilen varlıkların maliki, işlerinin düzenleyicisidir; gökleri ve yeri yoktan var eden ve varlıkları yoktan var eden değil. Çünkü yüce Allah maddî bir varlık olmadığı gibi hiçbir mekân da O'nu içine sığdıramaz. Ona maddî bir varlık gibi işaret edilemez. İbrahim'in, soydaşlarıyla putlar hakkında tartışırken sarfettiği sözlerden anlaşıldığı kadarıyla o, Rabbi hakkında kesin bir bilgiye dayanıyordu, Allah'ı ve ayetleri biliyordu. Dolayısıyla onun yüce Allah'ın sınırlandırılabilir beden ve somutluktan münezzeh olduğunu bilmemesi düşünülemez.

Yüce Allah, onun babasıyla tartışırken şöyle dediğini bildiriyor: "Babacığım, bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün bir yola ileteyim." (Meryem, 43) Kaldı ki, putperestler ve Sabiîler yaratma hususunda Allah'ın varlığına denk varlığa sahip ortaklarının olduğuna inanmıyorlardı. Sadece Allah tarafından yaratılan, O'nun tarafından var edilen, en azından varlıkları itibariyle O'na muhtaç olan birtakım ortaklarının olduğunu

396 .................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ileri sürüyorlardı. İddialarına göre, Allah varlıkların yaratılışını düzene soktuktan sonra evrende işlerin düzenini onlara bırakmıştı. Güzellik tanrısı, adalet tanrısı, bereket tanrısı gibi. Ya da bazı yönetsel işleri kimi ortaklarına havale etmişti. İnsanların tanrısı, kabilenin tanrısı ya da bazı kralların ve önde gelenlerin özel tanrısı gibi. Bu kavmin yaşadığı bölgede yapılan kazılarda buna ilişkin bulgulara rastlanmış, nakledilen rivayetler de bunu pekiştirici niteliktedir. Bu gün yaşayanlar da aynı inanışı sürdürmektedirler. O hâlde İbrahim, "Budur rabbim!" diye işaret ederken yönetsel anlamda bir rablığı kastediyordu, yaratıcı ve yoktan var edici ilâh anlamında değil.

İbrahim'den söz eden ayetlerin sonunda yer alan şu ifadeden bunu anlamak mümkündür: "Dedi ki: Ey kavmim ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım. Ben hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan değilim." Bu ayetten anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim Allah'ın ortağının olması varsayımından dönerek O'nun ortağının olmadığını ifade ediyor. Yoksa Allah'ın varlığını kanıtlaması gibi bir durum söz konusu değildir.

Ayetlerden anladığımız kadarıyla Hz. İbrahim, bütün varlıkların bir yoktan var edicisinin olduğunu kabul ediyordu. O yaratıcı birdi, yaratma ve var etmede ortağı yoktu. O, Allah'tı. Bunun yanında insanların da işlerini düzenleyen, yönlendiren, yöneten bir rableri olmalıydı. İşte İbrahim yönetici rabbi araştırıyordu. O, yüce Allah mıydı, yaratma O'na ait olduğu gibi yönetme de O'na mı aitti? Yoksa yarattığı varlıklar içinde bazılarını kendine ortak mı edinmişti ve yönetimde bazı yetkileri onlara mı devretmişti?

O bütün bunları araştırırken soydaşlarının kulluk sunduğu yıldızı, ayı, sonra güneşi bu bağlamda gözlemledi; her birinin konumunu inceledi, insanların işlerini düzenlemelerinin, onları yönetmelerinin mümkün olup olmadığını araştırdı.

Bu varsayım ve gözlem, doğası gereği sonuca ilişkin kesin bilgiden önceki bir durumdur. Çünkü sonuç doğal olarak teorik kanıttan sonra gelir, onun ayrıntısı konumundadır. Ancak bunun böyle olması İbrahim Peygamber'e (a.s) zarar vermez. Çünkü daha önce de vurguladığımız gibi, ayetlerde İbrahim Peygamber'in durumu, eğri ile doğruyu a

En'âm Sûresi / 74-83 ....................................................................... 397

yırt etmeye başlayan, ilâhî yükümlülüğü almaya elverişli olmak için tevhit ve temel bilgiler bağlamında gözlem yapan bir insan profili çizmektedir.

Tıpkı boş bir levha gibi. Üzerinde hiçbir resim ve yazı bulunmuyor. Aksi bir nakış işlenmemiş. Bu şekilde araştırmaya başlıyor, bazı şeyleri olumlarken, bazısını olumsuzluyor; amacı gerçek inanca ulaşmak, sahih imanı elde etmektir. Bu hâliyle o artık hak yoldadır. Dolayısıyla temyiz eksikliğinin neden olduğu iç tartışma ile eksiksiz bilgiye ve tam ilme sarılma arasında bir süreçten geçmesinin hiçbir sakıncası yoktur.

İnsanın bu bağlamda bir ilk dönemden geçmesi insan hayatının zorunluluklarındandır. Bu dönemde inancın gereklerine yönelik bilgisizlik kusurundan bilgi aşamasına geçiş yapar. Bunun bir gereği olarak akıl onu araştırmaya ve gözlem yapmaya yöneltir. Aşamalı olarak eksiklikten olgunluğa doğru tırmanan insan hayatına egemen olan genel bir yasadır bu. Hiçbir insan bu yasanın etkinlik alanının dışında değildir. Şayet Kur'ân'da işaret edilen İsa ve Yahya Peygamber örneklerinde olduğu gibi, bazı bireylerde bu genel yasaya aykırı olarak ortalama temyiz yaşından çok önceden anlama ve kavrama belirtileri kendini gösteriyorsa, bunlar olağanüstü örneklerdir. Ne her insan böyledir, ne de her peygamber için böyle bir örneklik söz konusudur.

Kısacası, insan kendisine beşerî ruh üflenir üflenmez, hak inanca sahip ve salih amelleri işleyecek durumda değildir. Tam tersine aşamalı olarak buna alıştırılır, hazırlanır. Şartlar tamamlanınca araştırma ve gözlem yapma gereğini duyar. Bu bağlamda insan hayatı zorunlu olarak iki döneme ayrılır: Ayırt etme ve ergenlik öncesi dönemle ayırt etme ve ergenlik sonrası dönem...

Ayırt etme ve ergenlik sonrası dönemde, insan inanç sorunuyla ilgilenebilir. İnançla ilgili sorunlar bu dönemde karşısına çıkar. İnanç sorunlarıyla ilgilenmeye elverişli zaman ile elverişli olmayan zaman arasında zorunlu olarak bir ara süreç söz konusudur. Burada insan araştırma ve gözlemle yükümlülüklerini belirlemeye çalışır. İnsan fıtratının yol göstericiliğinde inanç açısından inanılması gereken ilkeleri belirlemeye çalışır.

Burada esas aldığı yöntem kanıtlama metodudur. Bu dönemde ken-dini veya evreni bazen yaratıcısız, bazen yaratıcıyla beraber düşü-

398 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nür. Bazen yaratıcıyı tek başına, bazen başka ortaklarının olması ihtimaliyle birlikte zihninde tasavvur eder. Sonra gözlemlenen olgulardan hareketle bu varsayımlarından hangisinin realiteyle örtüştüğünü belirlemeye çalışır. Neticede varsayımlardan birini benimser, birini de reddeder.

Bu nedenle insan bu süreçte henüz kanıtlama işlemini bir sonuca bağlamamışken bir şeyi olanca açıklığıyla ifade edecek durumda olmaz. Sadece varsayımlar ileri sürmekte, sadece ihtimaller üzerinde durup düşünmektedir.

Dolayısıyla İbrahim Peygamber'in yıldızla ilgili sözü, daha sonra Ay'la ve Güneş'le ilgili olarak söyleyeceği, "Budur rabbim!" sözü onun açısından kesin bir inancı, onların Allah'ın ortakları olduğunu kabul etmesini yansıtmaz. Bu sadece bir varsayımdır, onlar aracılığıyla bir şeyi kanıtlamak, kesin sonuca ulaştırmak istemektedir. Ayetlerden algıladığımız kadarıyla onun sürekli bir gözlem ve inceleme içinde olması da bunu kanıtlayan bir husustur. Bu sözler, konuyla ilgili ileri sürülen cevaplardan biridir.

Fakat Meryem Suresi'nde, İbrahim Peygamber'in (a.s) babasıyla tartışırken şöyle dediği anlatılır: "Babacığım, bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün bir yola ileteyim. Babacığım şeytana tapma; çünkü şeytan, Rahman'a isyan etmişti. Babacığım, ben sana Rahman'dan bir azabın dokunmasından korkuyorum. O zaman sen, şeytanın dostu olursun. 'Ey İbrahim, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, ant olsun seni taşlarım. Uzun süre benden ayrıl git!' dedi. İbrahim, selâm sana, dedi, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana çok lütufkârdı." (Meryem, 43-47) Bu ayetler, Hz. İbrahim'in (a.s) meseleyle ilgili olarak gerçek bilgiye sahip olduğunu, onun işlerini yönlendirenin kendisine lütfedenin, büyük ikramlarda bulunanın, başkası değil, yüce Allah olduğunu bildiğini gösteriyor.

Dolayısıyla, "Budur rabbim!" sözü, bir an için kendini onlar yerine koyarak, teslim olduklarına teslim oluşunun ifadesidir. Buradan hareketle görüşlerinin yanlışlığını, söylediklerinin batıllığını ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Tartışmada böyle bir yöntem, karşı tarafın daha

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 399

çok dikkatini çeker. Zıtlaşmayı, inatlaşmayı, taassubu önler. Karşı tarafın daha sakin bir zihinle kanıta kulak vermesini sağlar.

Yıldız batınca, "Batanları sevmem." dedi.

Ayette geçen "efele" fiilinin mastarı olan "ufûl" kelimesi, batma anlamına gelir. Burada, batma niteliğine sahip oluşunun yıldızın rablığını, tanrılığını iptal edici, geçersiz kılıcı bir durum olduğu açıklanıyor. Çünkü batan yıldızın kendisini görenlerle ilişkisi kesilir. İlişkinin kesildiği durumlarda varoluşsal tedbir ve yönetimi yürütmenin imkânı kalmaz.

Öte yandan kul ile tanrı arasındaki rablik (yöneticilik) ve kulluk (yönetilenlik) ilişkisi, gerçek bir irtibata dayanıyor. Bu ise, kulun tanrısını sevmesini gerektirir. Çünkü arada varoluşsal bir cazibe ve kaçınılmaz tâbi oluş söz konusudur. Dolayısıyla yok olan ve sevginin nedenini oluşturan güzelliği değişen birini sevmenin anlamı yoktur. Gerçi insanların genellikle yüzeysel güzelliği sevdikleri ve göz alıcı geleneksel süslere kapıldıkları görülür; ancak bu, insanın ilk etapta algıladığı güzelliğin etkisinde kalmasından, onun yok olucu ve tükenici özelliğini dikkate almamasından kaynaklanan bir durumdur. Oysa tanrı, kalıcı bir varlığa sahip olma durumundadır. Tavır ve durumunda değişiklikler olmamalıdır. Yaşayan, sonra ölen; bir süre yerinde kalan, sonra yol alan; doğan, ardından batan; görünen, sonra gizlenen; geçici zevkler veren güzellikler ve göz alıcı süslü nesneler gibi olmamalıdır. Kimi zaman insanın aklına hitap veya şiirsel bir açıklama gibi gelse de, İbrahim Peygamber'in (a.s) bu sözü kanıtsal bir özelliğe sahiptir. Bu husus üzerinde iyice düşünmek gerekir.

Hangi anlamda olursa olsun, Hz. İbrahim batmasından dolayı yıldızın rabliğini geçersiz sayıyor. Ya tanrılığın geçersizliğini, kinaye sanatı yoluyla battığı için onu sevmediğini ifade ederek dile getiriyor. Ki birini rab edinme ve ona kulluk sunma sevgiye dayanır. Birini sevmeyenin ona kulluk sunması mümkün değildir. Nitekim İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Din, sevgiden başka bir şey midir ki?" Daha önce bu husus üzerinde durduk.

Ya da ileri sürdüğü kanıtın, sevginin bulunmamasına dayanmış olmasını anlatmaya çalışıyor. Dolayısıyla burada yıldızın batmasından söz etmesi, ona yönelik sevgisinin olmadığının nedenine dikkat

400 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

çekmesi içindir. Çünkü rablik ve ilâhlık, sevgiyi gerektirir; sevginin olma-ması sevginin gerekleri olan rablik ve ilâhlık niteliklerini olumsuzlar. Dolayısıyla değişmez, kalıcı güzelliği bulunmadığı için fıtrî ve iç güdüsel sevgiyle yönelinmeyen biri rablik niteliğini hak etmez. Kanıtın bu boyutu daha belirgindir ve ayetteki tartışmanın akışı buna dayanmaktadır.

O hâlde ayetlerin akışında öncelikle sevgi ve kulluk veya mabutluk arasındaki zorunlu ilişkiye işaret edilmektedir.

İkincisi: Hz. İbrahim (a.s) Yıldız'ın tanrılığını geçersiz sayma bağlamında onunla Güneş ve Ay arasındaki ortak bir özelliklerini esas alıyor. Sonra tezini sürdürüyor ve yıldız için ileri sürdüğü gerekçeyi Ay ve Güneş için de gündeme getiriyor. Bunun nedeni, ya Hz. İbrahim'in - daha önce işaret edildiği gibi- ay ve güneşin de yıldız gibi doğup battıklarını şimdiye kadar gözlemlememesidir, ya da her üç gözlemde muhataplarının farklı topluluklar olmasıdır.

Üçüncüsü: Hz. İbrahim, "Batanları sevmem." derken, tanrılığı geçersiz kılma bağlamında akıl sahibi varlıklara ait bir kullanımı [yani "âfilîn" sıygasını] esas alıyor. Bununla âdeta şunu demek istiyor: "Bilinç ve akıl sahibi bir varlık baştan itibaren rablik niteliğini hak etmez. Nitekim ondan aktarılan sözlerden buna ilişkin işaretler algılıyoruz:

"Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 42) "Babasına ve kavmine, 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz, onlara kulluk ediyoruz.' dediler. 'Peki, dedi. Siz dua ettiğiniz zaman onlar işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?' 'Hayır; ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük.' dediler." (Şuarâ, 70-74) Önce haklarında hiçbir şey bilmiyormuş gibi, taptıkları şeyleri soruyor.

Onlar da kulluk sundukları tanrıların akılsız ve duygusuz birtakım cesetler ve heykeller olduğunu ortaya koyacak şekilde cevap verince, Hz. İbrahim bu sefer, bu tanrıların bilgi ve güç sahibi olup olmadıklarını soruyor. İfadelerinde akıl sahibi varlıklara özgü lafızlar kullanıyor ki, bununla, bir mabudun akıl niteliğine sahip olmasının gerektiğini vurgulamayı amaçlıyor.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 401

77) Ayı doğarken görünce, "Budur rabbim!" dedi... Ayetin orijinalinde geçen "baziğ" kelimesinin mastarı olan "el-bu-zûğ", doğmak anlamına gelir. Daha önce, "felemma re'a...=görünce..." ifadesinin konunun öncesiyle bağlantılı olduğuna delâlet ettiğine ve "Bu-dur rabbim!..." ifadesinin de bir varsayım veya üzerlerinde etkili olmak için onlardan olduğunu ve kabullendikleri şeyi kabul ettiğini gösterme amacına yönelik olduğuna, önceki ayeti tefsir ederken değinmiştik.

Fakat, ayın batmasından sonra, "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum." sözü, kinayeli bir anlatım içermektedir. Çünkü Hz. İbrahim (a.s) yıldızın tanrılığını, batan her cismi ilgilendiren genel bir nitelikten hareketle geçersiz saymıştı. Ay da batınca, onun Ayın tanrılığına ilişkin değerlendirmesi kendiliğinden ortaya çıkmış oldu. Çünkü bu değerlendirmesini daha önce yıldızın batması üzerine dile getirmişti: "Batanları sevmem." O hâlde "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi" sözü daha önce, Ay için, "Budur rabbim!"

şeklinde ifade ettiği değerlendirmesinin bir sapma olduğuna yönelik bir işarettir. Dolayısıyla bu görüşünde ısrar etmesi durumunda, Ay'ın tanrı olduğunu söyleyen sapıklar topluluğunun bir ferdi olacaktır. Bunun sapıklık oluşunun altında, yıldız hakkında söyledikleri yatmaktadır. Çünkü Hz. İbrahim (a.s) sırf yıldıza özgü bir niteliği değil, aynı konumda olan her olgu için geçerli olabilecek bir niteliği esas alıyor.

Ayetlerin akışından öncelikle şunu anlıyoruz: Yıldız'a tapan gibi, bazıları Ay'a tapıyordu. Aynı şekilde hemen sonraki ayette güneşle ilgili olarak, "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." diyor. Bu da aynı tapınmanın Güneş için de söz konusu olduğuna yönelik bir işarettir.

İkincisi: Hz. İbrahim (a.s) o sırada, araştırma sürecindeydi. İlâhî yol göstericiliğin beklentisi içindeydi. Rabbinin kendine ilham edeceği sağlıklı görüşü ve kesin bilgiye dayalı bakışı gözetliyordu. Ya gerçek anlamda böyle bir gözetleme içerisindeydi. Nitekim Hz. İbrahim'in sözlerini inanç elde etme amacına yönelik varsayım olduğunu kabullenmemiz durumunda söz konusudur. Ya da görünüş itibariyle böyle idi. Bu ise, bir an için kendini onlardan biri gibi gösterip yaklaşımın yanlışlığını bu şekilde ortaya çıkarmayı amaçladığını savunduğumuz-

402 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

da söz konusudur. Biraz önce her iki yönteme de değindik.

Üçüncüsü: Hz. İbrahim (a.s) bir rabbinin olduğuna kesin olarak inanıyordu. Doğru yola iletme ve diğer işlerin yönetimi O'nun tekelindeydi. O gerçek anlamda veya zahir itibariyle şunu araştırıyordu: Bu rab, gökleri ve yeri yoktan var eden ilâhın kendisi miydi, yoksa onun yarattığı varlıklardan bazıları mıydı? Yıldız ve ayın battıkları için Rab olmaya elverişli olmadıklarını anlayınca, Rabbinin kendisine doğruyu göstermesi ve sapanların sapıklıklarından kurtarması beklentisine girdi.

78) Güneşi doğarken görünce, "Budur rabbim, bu daha büyüktür!" dedi...

Önceki ayette açıklandığı üzere "görünce..." ifadesinin orijinalinin başındaki "felemma" sözcüğünden dolayı, ayetin önceki ayetlerle bağlantılı olduğu anlaşılıyor ve "Budur rabbim..." ifadesi de ya bir varsayımdan veyahut kendini onlardan biri gibi gösterme durumundan hareketle söylenmiştir.

Yıldızı gördükten sonra, ayın doğduğunu görünce söylediği, "Budur rabbim..." ifadesini, güneşle ilgili olarak da tekrarlıyor. Ama üçüncü kez güneşle ilgili, "Budur rabbim" sözüne "bu daha büyüktür!" ifadesini ekliyor. Bununla bir bakıma, iki kez üst üste yanlışlığı ortaya çıkan varsayımını üçüncü kez yinelemesinin bir mazeretinin, bir gerekçesinin olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Daha önce, Hz. İbrahim'in, güneşi kastederek ["hazihi" demesi gerekirken] erkekler için kullanılan "haza" işaret zamirini telaffuz etmesinin, onun herhangi bir insan gibi güneşin her gün doğup batan bir gök cismi olduğunu, gece ve gündüzün ve dört mevsimin onun hareketleriyle meydana geldiğini bilmemesinden kaynaklandığını belirtmiştik.

Çünkü söz konusu işaret zamirini, işaret ettiği şeyin mahiyetini bilmeyen biri kullanır. Tıpkı karartısını gördüğün hâlde erkek mi, kadın mı olduğunu bilmediğin biri için, "Men haza=Bu kimdir?" demen gibi. Aynı durum akıl sahibi bir varlık olup olmadığı belli olmayan bir karartı için de geçerlidir. Böyle bir karartı görüldüğünde, "Ma haza=Bu

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 403 nedir?" denir. Büyük bir ihtimalle Hz. İbrahim (a.s) gizlendiği yerden çıkıp babası ve soydaşlarıyla karşılaştığı ilk gönde böyle bir manzarayla karşılaşmıştır. Henüz dış dünyayı ve insan topluluğunu gözlemleme imkânına sahip değildi. Bu hâlde o bir cisim görüyor, adına yıldız demişler. Bir diğer cisim görüyor, buna da Ay diyorlar. Bir başkası da Güneş diye adlandırılıyor. Bunlardan birini gördüğünde, sadece parlak bir cisim görmüş oluyor. Bu yüzden de, gördüğü şeyin mahiyetini tam olarak bilmeyen birisi olarak, "Bu rabbimdir!" diyor.

"...batınca, 'Batanları sevmem...' dedi." ifadesi de bir ölçüde bunu destekler mahiyettedir. Çünkü bu ifadede Hz. İbrahim'in (a.s) bir süre yıldızın tanrı olabileceği varsayımı üzerinde durup beklediğine, sonra onun battığını görünce, bu varsayımın yanlış olduğunu, yıldızın tanrı olmadığını anladığına ima var. Eğer yıldızın batan bir cisim olduğunu baştan bilseydi, baştan itibaren onun rabliği varsayımını geçersiz kılacaktı.

Nitekim putlarla ilgili olarak böyle yapmıştı. Babasına şöyle demişti: "Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum." "...Babacığım, niçin işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayan putlara tapıyorsun?" Fakat bu bağlamda şunu söylemek mümkündür: Hz. İbrahim, "Batanları sevmem..." sözünü söylemeyi yıldızın batması anına kadar ertelemekle, soydaşlarıyla somut olarak gözlemlenen bir olgu üzerinde tartışmak istemiş olabilir. Nitekim putlara yönelik girişimi de aynı amaca yönelikti. Bütün putları kırıp parçalamış, sadece büyük puta dokunmamıştı. Bununla putların çaresizliğini, cansız varlıklardan ibaret olduklarını, kendilerine ne zarar, ne de yarar sağlayamadıklarını soydaşlarına göstermek istemişti.

Tefsir bilginleri, Hz. İbrahim'in (a.s), "Budur rabbim, bu daha büyüktür!" derken, erkeklere özgü işaret zamirini kullanmış olmasını yorumlamak hususunda farklı yöntemler esas almışlardır.

Bunlardan biri şunları söylemiştir: İşaret zamirinin müzekker olması, ancak işaret edilen şey ya da parlak göksel cisim şeklinde teville mümkündür. Dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s) şöyle demiştir: İşaret ettiğim şey veya şu göksel parlak cisim, rabbimdir; o daha büyüktür.

404 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bu yoruma karşın diyeceğimiz şudur: Bu tarz bir teville işaret zamirinin kullanılmasının doğru olduğundan kuşku duymuyoruz. Ancak, bu tür bir tevili geçerli kılacak bir nükteye ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, böyle bir tevil için dayanak olacak bir nükte olmalıdır. Bir nükte söz konusu olmaksızın dilde böyle bir kullanım mümkün olsa, şahıs vb. şekilde tevil yoluyla zamirin döndürüleceği ve işaret edilmesi gereken yerlerde bütün kıyasî ve işitsel müenneslerin müzekker gibi algılanmaları mümkün olurdu. Bu ise, dilin temelden iptal edilmesi anlamına gelir.

Bir diğer müfessirin görüşü şöyledir: Hz. İbrahim'in müzekker zamir kullanması müptedanın habere tâbi tutulmasına örnektir. Çünkü "rab" ve "ekber" sözcükleri müzekkerdirler. Burada işaret ismi, müzekker habere tâbi tutulmuştur. Nitekim şu ifadede bunun aksi söz konusudur: "Summe lem tekun fitnetuhum illa kalû...=Sonra onların fitneleri şöyle demekten başka bir şey olmadı..." Burada müzekker müennese ["fitne" kelimesine] tâbi tutulmuştur.

Buna karşılık diyeceğimiz şudur: İbrahim Peygamber'in (a.s) soydaşları, bazı tanrıların erkek olduklarına inandıkları gibi, bazılarının da dişi olduklarına inanıyorlardı. Dişi olduklarına inandıkları tanrılarını "ilâhe, rabbe (tanrıça), tanrının kızı ve tanrının karısı" şeklinde isimlendirirlerdi.

Dolayısıyla Güneş'e de dişilik esasına dayalı olarak "rabbe (=tanrıça)" demeleri gerekirdi. Buna göre İbrahim Peygamber- 'in (a.s), "Budur benim tanrıçam veya ilâhem." demesi lâzım gelirdi. O hâlde, "Budur rabbim..." ifadesinde haberin müzekkerliğiyle ilgili olarak söylenenler, müptedanın müzekkerliği için de geçerlidir. Dolayısıyla tâbi tutuluştan söz etmenin bir anlamı yoktur.

Aynı şekilde Hz. İbrahim'in, "Haza ekber=Bu daha büyüktür" ifadesinde geçen "ekber" kelimesi, ism-i tafdil kalıbında bir haberdir. İsm-i tafdil ise, haber olarak kullanıldığı zaman "ef'al" kipinde getirilir ve müzekkerle müennes arasında fark olmaz. Örneğin: "Zeydun efdalu min Amrin (=Zeyd Amr'dan üstündür)" ve "Leyla ecmelu min Selma (=Leyla Selma'dan daha güzeldir)" denir. Durum böyle olunca, tâbi olma söz konusu olan bir müzekker sıygası olduğunu kabul edemeyiz.

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 405

Bir müfessirin görüşü de şöyledir: İşaret zamirinin müzekker olarak kullanılması, Güneş'i ululama amacına yöneliktir. Çünkü Güneş'e tanrılık niteliği yakıştırılıyordu. Böylece Hz. İbrahim (a.s) "tanrı" kavramını dişilik niteliğinden tenzih etmek istemiştir.

Buna karşılık diyeceğimiz şudur: Onlar, dişiliği tanrının tenzih edilmesi gereken bir nitelik olarak algılamıyorlardı. Çünkü bizzat Babillilerin dişi tanrıları vardı. Yaratıcı ana tanrıça "Nino", tanrı "Anu"- nun kızı, "Nin Karaşa", tanrı "Şamaş"ın eşi tanrıça "Malikat", emzirme tanrıçası "Zarbanit" ve tanrıça "Anunaki" gibi. Bazı Arap müşrikleri de meleklere tapıyor, onları Allah'ın kızları sayıyorlardı. "Onlar, Allah'ın dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan başkasına tapmazlar."

(Nisâ, 117) ayetinin tefsiri çerçevesinde rivayet edildiğine göre, Arap müşrikleri tanrılarını dişiler olarak nitelendiriyor ve taptıkları putları kastederek, "Falan oğullarının dişileri..." diyorlardı. Bir müfessirin yorumu ise şöyledir: İbrahim'in (a.s) soydaşları Güneş'i erkek kabul ediyorlardı. Nitekim onun "Anuniyt" adında bir karısının olduğunu söylüyorlardı. Bu yüzden Hz. İbrahim ifadenin zahirini onların bu inançlarını gözeterek belirlemiştir.

Buna şu karşılığı veririz: Onların Güneş'in erkek olduğuna inanmaları, Güneş lafzının müennesliğinin müzekkerliğe dönüştürülmesini haklı çıkarmaz. Kaldı ki Hz. İbrahim (a.s) kralla tartışırken, Güneş'i kastederek, "Fe'ti biha min'el-mağrib=Onu batıdan getir." diyerek dişi zamirini kullanmış olması, bu yorumu olumsuzlamaktadır.

Bir diğerine göre de: İbrahim (a.s) soydaşlarının dili olan Süryanice'yi konuşuyordu. Bu dilde ise, zamirler ve işaret isimleri dişi ve erkek şeklinde ayrılmaz. Tümü müzekker sıygasında gelir. Bu yüzden Kur'ân-ı Kerim, onun sözlerini hikâye ederken ana dilindeki müzekkerlik sıygasını esas almıştır.

Buna karşılık da diyoruz ki: Mesele, değişen dillere göre lafızların hükümleriyle ilgili olduğu için böyle bir şey caiz olmaz. Ancak lafzî özellik üzerinde herhangi bir etkisi söz konusu olmayan anlamla ilgili olarak bu tür bir değerlendirme kabul edilebilir. Kaldı ki, yüce Allah Kur'ân'ın birçok yerinde İbrahim'den tartışmalar ve dualar aktarmıştır. Bunların çoğunda dişilik özelliği göz önünde bulundurulmuştur.

406 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Neden sadece burada kelimenin dişilik özelliği geçirsiz sayılsın ki? Nitekim Babil Kralı'yla tartışırken şunları söylüyor: "İbrahim, 'Benim Rabbim odur ki, diriltir ve öldürür.' demişti. O da, 'Ben de diriltir ve öldürürüm.' demişti. O zaman İbrahim, 'Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getirir, hadi sen de onu batıdan getir.' deyince, inkâr eden o adam şaşırıp kalmıştı." (Bakara, 258) Bu ifadede "güneş" sözcüğü ve ona dönük olan dişilik zamiri de yer alıyor.

Bazı müfessirlerin bu değerlendirmeye cevap olarak ısrarla savundukları görüş ise son derece ilginçtir: İbrahim (a.s), İsmail ve Hacer kadim Arapça'yı konuşuyorlardı. İbrahim'in soydaşlarının dili de Arapça'ydı. Bu iddianın sahibi özetle şunları söylüyor:

"Arkeologlar şunu kesin olarak ortaya koymuşlardır ki, Yarımada Arapları tarihin başlangıcından itibaren Keldan ve Mısır ülkelerini zapt etmiş, dilleri buralara egemen olmuştu. Bazıları şunu açıkça söylüyorlar: İbrahim Peygamberle aynı çağda yaşayan Hamurabî Arap'tı.

İyilik ve barış kralı Hamurabî, Eski Ahit'te yüce Allah'ın kâhini olarak nitelendirilir. Orada belirtildiğine göre Hamurabî İbrahim için bereket istemiş ve İbrahim sahip olduğu malların onda birini ona vermiştir."

Devamla diyor ki: "Hadis ve Arap tarihi kitaplarında belirtildiğine göre, İbrahim (a.s) oğlu İsmail'i annesi Mısırlı Hacer'le birlikte daha sonra Mekke'nin kurulduğu yer olan vadiye yerleştirmiştir. Yüce Allah Curhum kabilesinden bir gurubun onlarla birlikte buraya yerleşmesini sağlamıştır. İbrahim ana-oğlu ziyaret ederdi. O ve oğlu İsmail Allah'ın kutsal evini bina ettiler ve Arabistan'da İslâm dinini yaydılar. Yine hadiste deniliyor ki: Bir gün İbrahim (a.s) oğlunu ziyaret maksadıyla Mekke'ye gelir. Fakat oğlu o sırada ava çıkmıştır. Karısıyla konuşur.

Kadın Curhum kabilesine mensuptur. İbrahim kadından hoşnut olmaz. Sonra bir kez daha oğlunu ziyarete geldiğinde, bir kez daha oğlunu evde bulmaz. Oğlunun yeni eşiyle konuşur. Kadın onu konaklamaya ve başını yıkamaya davet eder. İbrahim kadından hoşnut olur, onun için dua eder. Bütün bunlar Hz. İbrahim'in Arapça konuştuğunun kanıtlarıdır." Cevap olarak mezkur müfessir özetle bunları söylüyor.

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 407

Şimdi bu değerlendirmeyi ele alalım: Yarımada Araplarının Mısır ve Keldan ülkelerine komşu olmaları, onlara karışmaları, onları işgal edip istila etmeleri, onların dillerinin Arapça olarak değişmesini gerektirmez. Mısırlıların dili Kıptîce, Keldanlıların ve Aşurluların dili de Süryanice'ydi. Bu durumun dillerin birbirlerine kelime alış verişinde bulunmalarına neden olduğu bir gerçektir. Nitekim Kur'ân'da "kıstas" ve "istebrak" gibi Arapça olmayan, sonradan Arapça'ya giren kelimeler yer alır.

Hamurabî'yle ve onun İbrahim Peygamberle aynı çağda yaşadığına ilişkin olarak söyledikleri ise, gerçek tarihin söyledikleriyle bağdaşmıyor. Babil harabelerinden çıkarılan eserler ve üzerinde Hamurabî yasaları bulunan dikitler tarihin söylediklerini doğrulamaktadır.

Hamu-rabî bu yasaları koymuş ve krallığının sınırları içinde uygulamıştır.

Elimizdeki verilere göre, dünyada yazılan ve sistematik olarak uygu-lanan ilk yasa budur. Bazılarına göre Hamurabî M.Ö. 1728 ve 1686 ta-rihleri arasında, diğer bazılarına göre de 2287 ve 2236 tarihleri arasında hükmetmiştir.1 Hz. İbrahim (a.s) M.Ö. 2000 yıllarında yaşa-mıştır. Hamurabî putperesttir. Yasalarını yazdığı dikitlerin üzerinde ba-zı tanrılardan yasalarının devamı, insanlar tarafından uygulanması, onları yürürlükten kaldırmak veya onlara muhalefet etmek isteyenleri bertaraf etmeleri için onlardan yardım dilemektedir. 2

Hz. İbrahim'in oğlunu ve anasını Tahame'ye yerleştirmesinden, Allah- 'ın evini yapmasından, Allah'ın dinini yaymasından ve Araplarla anlaşabilmesinden söz edilmesine gelince, bunların hiçbirinin İbrahim Peygamber'in Arapça konuştuğu anlamına gelmediği açıktır.

Şimdi konumuza dönüyor ve diyoruz ki: "Güneşi doğarken görünce..." ifadesi, -daha önce söylediğimiz gibi- "fe-lemma" sözünün öncesiyle sonrasının birbirleriyle bağlantılı olduklarını gösteriyor. "...batınca,

-------------------------

1- Tevrat'tan, İbrahim Peygamberle ilgili hadisleri aktarırken Hamurabî'nin hükümet dönemiyle ilgili farklı görüşlere değineceğiz.

2- Konuyla ilgili kitaplara bakınız. Ez cümle: "Şeriat-u Hamurabî (Hamuarabî'-nin Yasası)" eser, Doktor Abdurrahman Kiyalî

408 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

'Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum.' dedi." ifadesini kastediyoruz. Çünkü bu ifade, Hz. İbrahim'in (a.s) güneşin doğduğunu gördüğünde, ayın batmış olduğunu göstermektedir.

Bu ise, içinde Keldan ülkesinin de yer aldığı kuzey kutbundaki son bahar veya kış gecelerinde söz konusu olabilir. Bu mevsimlerde geceler uzun olur. Özellikle ayın güney burçlarından yay ve kova burcunda bulunduğu sırada semanın konumu kamerî ayların son yarısında ayın güneşin doğuşundan önce batmasına elverişli olur. Daha önce, "Derken üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız gör-dü, 'Budur rabbim!' dedi. Yıldız batınca, 'Batanları sevmem.' dedi. Ayı doğarken görünce, 'Budur rabbim!' dedi." ayetini incelerken demiştik ki: Ayetin akışı mantıksal olarak şunu gösteriyor: Bu, kamerî aylardan birinin son yarısıydı. İşaret edilen yıldız da Zühre Yıldızı'ydı. Onu ilk gece gün batımından hemen sonra batmaya yüz tutarken görmüştü. Sonra onun batışını ve doğu ufkundan ayın doğuşunu gördü.

Bu ayetlerden çıkan sonuç şudur: İbrahim (a.s) soydaşlarıyla putlarla ilgili tartıştığı gün, bütün gün onlarla meşgul olur. Derken üzerine gece çöker ve Zühre Yıldızı'nı, bu arada ona kulluk sunun bir topluluğu görür. Zühre Yıldızı'nın tanrılığı ekseninde onlarla tartışmaya girer. Onun durumunun nasıl sonuçlanacağını beklemeye koyulur. Derken birkaç saat sonra Zühre Yıldızı batar. Bunun üzerine İbrahim (a.s) toplulukla tartışır ve Zühre Yıldızı'nın tanrılığı ihtimalinden kendini soyutlar.

Sonra ayın doğduğunu ve bir topluluğun ona kulluk sunduğunu görür. Onlarla ayın tanrılığı ekseninde, "Budur rabbim!..." diyerek bu ihtimal üzerinde konuşur. Bu arada onun da akıbetini gözetler. Derken ay da batar. Gece, kamerî aylardan birinin ikinci yarısına denk düşen uzun gecelerden biridir. Büyük bir ihtimalle ay, güney burçlardan biri olan kısa bir yay burcundan geçiyordu. Batınca, onun da tanrılık ihtimalinden kendini soyutladı. Rabbinden kendisine doğru yolu göstermesini, sapıklıktan korumasını istedi.

Derken güneş doğar. Onun daha önce doğup batan Yıldız ve Ay'dan daha büyük olduğunu görür. Bu sefer soydaşlarıyla güneşin tanrılığı ekseninde konuşmaya başlar. Bu arada Yıldız'ın ve Ay'ın tanrı olamayacaklarını anlamıştır. Aslında onlar da Güneş gibi birer parlak gök

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 409

sel cisimdirler. Ama Güneş'in büyüklüğünü varsayımın esası olarak kabul ediyor veya tanrılığını bir ön kabul olarak tasavvur ediyor ve diyor ki: "Budur rabbim, bu daha büyüktür!..." Sonra onun da varacağı durumu gözetlemeye başlıyor. Güneş de batınca, onun tanrılığı ihtimalini bir kenara bırakıyor ve kavminin şirkinden beri olduğunu belirterek diyor ki: "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." Ardından yüce Allah'ın gökleri ve yeri var edip yaratma anlamında ulûhiyetini vurgulamasına ek olarak göklerin ve yerin, ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıkların yöneticisi, yönlendiricisi, idare edicisi anlamında rubûbiyetini de vurgulayarak şöyle diyor: "Ben yüzümü tamamen... -Burada rubûbiyet makamına yönelik kulluk ifade ediliyor.- -Dosdoğru fıtrat çizgisinden sağa veya sola sapmadan- hanif olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan değilim. -O'nun tarafından yaratılan, var edilen herhangi bir şeyi, ibadet ve teslim oluş bağlamında O'na ortak koşmam.-"

Daha önce söylediğimiz gibi, "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki... kesin inananlardan olsun." ayetini, içinde yer aldığı ayetler grubunun geneliyle birlikte ele aldığımız zaman, Hz. İbrahim'in (a.s) babasına ve soydaşlarına karşı, göklerin ve yerin melekûtundan gözlemlediği fenomenleri kanıt olarak kullandığını ifade ettiğini görürüz. Allah ona, bu gözlem ve bakış aracılığıyla gösterdiği melekûtu göstermesinin amacı olan kesin bilgiyi bahşetmişti. Bu, Hz. İbrahim'in (a.s) sözünü ettiği kanıtın, kesin bilgi kaynağından beslenen belgesel bir kanıt olduğunun en açık ifadesidir. "Batanları sevmem." sözü de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Daha önce bununla ilgili açıklamalarda bulunduk.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu hususlar anlaşılıyor:

Birincisi: "Batanları sevmem." sözü, kesin bilgiye dayanan burhanî bir kanıttır. Bu sözde, batanların sevilmemesi, dolayısıyla batanların tanrı olma ihtimallerinin olumsuzlanması esas alınmıştır. Tefsir bilginlerinden bazılarının sözlerinden Hz. İbrahim'in bunu burhanî olmaktan ziyade avamî bir kanıt gibi sunduğunu anladıkları anlaşılmaktadır.

410 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Adı geçen müfessir diyor ki: "Doğrusu bu söz, örtük bir tariz mahiyetindedir; belirgin bir teorik burhan değildir. Hz. İbrahim (a.s) bununla soydaşlarının yıldızlara taparken, gözlerinden kaybolan, dolayısıyla kendilerine ibadet edildiğini anlamayan şeylere ibadet ettiklerini bilmediklerini gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Hz. İbrahim (a.s) 'batışı' tanrılığın olumsuzlaşmasının nedeni gibi görmesi de bu yüzdendir.

'Doğuşu' ve 'ortaya çıkışı' değil. Sözlerine bu durumu dayanak yapıyor. Çünkü rablığın bir özelliği de açık olmaktır. Kuşkusuz tanrının açıklığı kulların açıklığından farklı olacaktır." Bu hususa çok dikkat etmelisin.

Bu yorumu yapan müfessir öncellikle şunu görememiştir: "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki... kesin inananlardan olsun." ayetinin Hz. İbrahim'in soydaşlarına karşı kullandığı kanıtları içeren ayetlerin içine yerleştirilmesi, bu ayetin de bir kanıt içerdiğinin en somut kanıtıdır. Bu kanıt onun evrensel çapta melekûtu gözlemlemesinden alınmıştır ve Allah'a, ayetlerine yönelik kesin inancının özünü oluşturmaktadır. Buna rağmen böyle bir kanıtın belgit olmayıp avamî bir kanıt olduğu nasıl söylenebilir?

İkinci olarak da şunu görememiştir: Ayetteki kanıt, sevginin olup olmamasına dayandırılmıştır; "batış"a değil. Kaldı ki, kanıt "batış"a dayandırılmış olsaydı bile, bu onu belgit bir kanıt olmaktan çıkar-mazdı.

Hz. İbrahim gördüğü cismin tanrılığı ihtimalini bir kenara bırakmasının sebebinden söz ederken onun batışını ve gözlerden kayboluşunu gördüğünü, kendisininse batanları sevmediğini, dolayısıyla ona ibadet etmeyeceğini belirtiyor. Bilindiği gibi, bir insan tanrısına rab olduğu için ibadet eder. Yani insanın işlerini düzenleyip yöneten... Bu rab, ona hayat, rızk, sağlık, bereket, güvenlik, kudret ve bilgi verendir. İnsan, varlığını sürdürmek için bütün bunlara muhtaçtır. Dolayısıyla varlığının her yönü itibariyle rabbiyle ilintilidir. Muhtaç olduğu bir hususta ihtiyacını gideren şeyi ve kendisine yardım edeni sevmek de insan fıtratının, öz doğasının bir gereğidir. Bundan hiç kimse kuşku duymaz. Çünkü bir rabbe ancak bir menfaatin celbi veya bir zararın bertaraf edilmesi ya da her iki amaç için birden kulluk edilir.

Kalıcı olmayan şeylere ilgi duymamak da insan fıtratının karakteris

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 411

tik bir özelliğidir. Ancak ihtiras ve azgınlık gibi duyguların insana baskın çıkıp ilgisini lezzet tarafına çekerek derin düşünceden alıkoyması başka. Böyle durumlarda insan ilgi duyduğu şeyin geçici, yok olucu özelliğini göremez. Kur'ân-ı Kerim dünyayı yerme noktasında bu yönteme sık sık başvurmuştur. İnsanları dünya hayatının göz alıcı süslerine kapılmaktan, dünya şehvetine tutsak olmaktan alı koyucu uyarılarda bulunur. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Şu dünya hayatı, tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer: İnsanların ve hayvanların yediği arz bitkisi o su ile karıştı. Nihayet yer ziynetini takınıp süslendiği ve halkı da ona kadir olduklarını zannettikleri sırada birden buyruğumuz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç şenlenmemiş gibi, onu biçilmiş yaptık." (Yûnus, 24) "Sizin yanınızda bulunan tükenir. Allah'ın yanında bulunan ise kalıcıdır." (Nahl, 96) "Allah- 'ın yanında bulunan ödül ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (Şûrâ, 36)

Dolayısıyla Hz. İbrahim, "Batanları sevmem." sözüyle demek isti-yor ki; insanın yitirebildiği, gözden kaybettiği, kalıcı olmayan, değişime uğrayan bir şeyi insanın sevmesi, ona bağlanıp ilgi duyması doğru değildir. İnsanın ibadet ettiği rabbin insan tarafından sevilmesi gerekir. Bu yüzden insanın gözünden kaybolup batması onun tanrılık niteliğini ortadan kaldırır. Şu kulluk sunulan gök cisimleri de battıkları için rablık adını hak etmezler. Görüldüğü gibi bu sözler genel ve özel açıdan (hem avam, hem havas açısından) kanıtsallık ifade etmektedir.

Adı geçen müfessirin bir üçüncü yanlışlığı da şudur: Doğmak ile zahir olmayı birbirine karıştırmıştır. Bu yüzden, bunun rablık niteliğini olumsuzlayan bir unsur olmadığına hükmetmiştir. Ayrıca ayetteki ifadenin buna dayandığını, çünkü rablığın bir özelliğinin zahir olmak olduğunu söylemiştir. Oysa ayette anlatılan -üzerine kanıt bina edilmeyen- husus doğuştur, gizlendikten sonra ortaya çıkıştır. Bu da rablık niteliğini olumsuzlayan bir husustur. Bu durumda şu soru gündemdeki yerini korumuş olur: Niçin sözlerine cismin batışını esas aldı da doğuşunu esas almadı?

İkincisi: Cismin doğuşu yerine batışının kanıt olarak esas alınmasının nedeni, doğuşun İbrahim Peygamber'in kanıtını dayandırdığı sevginin

412 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

olmayışı durumunu gerektirmemesidir. Ama batış için bunun aksi söz konusudur, yani bir cisim batarsa, bu durum onu sevmemeyi gerektirir. Burada el-Keşşaf tefsirinin yazarının yaptığı açıklamadaki tutarsızlık da daha net anlaşılıyor. Diyor ki: "Eğer desen: Her ikisi de bir durumdan başka bir duruma geçişi ifade ediyorken, neden kanıt doğuş yerine batış eylemine dayandırılmıştır? Buna cevap olarak derim ki: Bu bağlamda batışı kanıtın esası olarak almak daha belirgindir.

Çünkü batış, gizlenme ve örtünmeyle beraber bir dönüşümü ifade eder." Bilindiği gibi kanıt, sevginin söz konusu olmamasına dayanmaktadır, batışa değil. Dolayısıyla doğuştan batışa yönelmek için neden aramak yersiz bir çabadır.

Üçüncüsü: Ayetlerin içerdiği kanıt, söz konusu üç gök cisminin yeryüzünün veya insanlar dünyasının işlerini yönetip düzenlemek anlamında rablık niteliğine sahip olmadıklarını vurgulama amacına yöneliktir. Yani genel anlamda var etme ve yönetme bağlamında bir rablığın olumsuzlanması amacı güdülmüyor. Çünkü gerek putperestler ve gerekse yıldıza tapanlar kulluk sundukları tanrılarının genel anlamda rab olmadıklarını inkâr etmezlerdi. Onlar var etme ve yönetip idare et-me anlamına gelen genel anlamda rablığın sırf Allah'a ait olduğunu ve bu hususta O'nun eşinin olmadığını kabul ediyorlardı.

Buradan hareketle bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin değerlendirmelerinin yanlış olduğunu anlıyoruz. Bunlardan biri diyor ki: "Batışın kanıtın esası olarak kabul edilmesi, onun mümkünlük niteliğini gerektirmesidir. Her mümkün niteliğine sahip olan varlık da ihtiyaç sahibidir. Dolayısıyla onun ihtiyaçlar zincirinin, varlığı zorunlu birinin yanında son bulması gerekir." Bir diğeri de şunları söylemektedir:

"Batış, onunla nitelendirilen varlıktan rablığı olumsuzlar; çünkü batış bir harekettir. Her hareketin de bir hareket ettiricisinin bulunması kaçınılmazdır. Ve iş sonunda zorunlu olarak gelip hareket ettiricisi bulunmayan bir muharrike dayanıyor. Bu muharrik değişmezdir, özü itibariyle dönüşmezdir. Yani ulu Allah'tır."

Bu ikisi, burhanî kanıt olmakla beraber, mümkün nitelikli varlıklardan ve hareket eden varlıklardan bütün illetlerin gelip dayandıkları ilk illet olma ve bütün sebeplerin bitiş noktasını ifade eden ilk var e

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 413

dici ve yönetici anlamında rablık niteliğini olumsuzlamaktadırlar. Ne var ki, Sabiîlerden ve diğer toplumlardan yıldızlara tapanlar her semavî cismin öncesiz olduğunu, kevn ve fesadın yani yaratılmalarının ve bozulmalarının söz konusu olmadığını, daimî bir hareketle hareket ettiklerini kabul etmekle beraber tümünün malul olduklarını da inkâr et-mezlerdi. Çünkü bunların ne varlıkları ve ne de varlıklarının etkileri itibariyle varlığı zorunlu bir yaratıcıya gereksinim duymaktan müstağni olmadıklarını biliyorlardı.

Dolayısıyla bu iki kanıt, Sabiîlerden, canlı türlerinden her birinin ayrı bir tanrısının olduğuna inananlardan ve diğer putperest topluluklardan çok, yaratıcının varlığını temelden inkâr eden natüralistler için geçerli olabilir. Hz. İbrahim ise natüralistlerle değil, diğer çoktanrıcı topluluklarla tartışıyordu.

Kaldı ki, daha önce de belirttiğimiz gibi, kanıt cismin batışından çok, batma ve gözden kaybolma özelliğine sahip bir varlığa sevgiyle yönelinemeyeceği esasına dayanmaktadır.

Kanıtın mümkünlük ve hareketlilik esasına dayandığına ilişkin olarak söylediklerinin yanlışlığını ortaya koyayım derken, bir diğer müfessir de şu yanlışa düşmüştür: "Batış olgusunu bu şekilde tefsir etmek, bir şeyi kendisinden tamamen farklı olan bir şeyle açıklamak de-mektir. Çünkü Araplar batmayı mümkünlük ve hüdûs (sonradan olma) anlamında algılamazlar. Aynı şekilde batmayı hareket olarak yorumlamak da önceki gibi yanlış bir değerlendirmedir."

Bu değerlendirmeyi yapan müfessir, yukarıdaki yorumu yapanların, ayette geçen batış kavramının mümkünlük veya hareket anlamını ifade ettiğini söylemediklerinin farkında değildir. Onların dedikleri şudur: "Batmanın kanıt olarak alınması, mümkünlük niteliğini veya hareket ve değişimi gerektirmesinden ileri gelmektedir." Bunun yanında batmanın yüce Allah'a yaraşmayan mümkünlük niteliği veya değişimi gerektirmesini bir an için göz ardı etsek bile, sözü edilen müfessirin de kabul ettiği gibi hazır olmaktan sonra kaybolma ve açıklıktan sonra gizlenme anlamında batma tanrılık niteliğini olumsuzlayan bir husus değildir.

Çünkü varlığı zorunlu olan yüce Allah da duyularımızın algılama ala-

414 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nının dışındadır, gaiptir. Ama durum değişikliğine veya hazır olduktan sonra kaybolmak ve açık olduktan sonra gizlenmek gibi bir değişime uğramaz. "Yüce Allah için gizlilik O'nun tarafından kaynaklanan bir durum değildir; bizden kaynaklanan bir durumdur. Biz alıkoyucu bir sürü engelden dolayı O'nu algılayamıyoruz, yoksa O'nun varlığı için bir sınırlılık ve genel kuşatıcılığı için bir eksiklik söz konusu değildir."

şeklinde bir açıklama getirmenin de bir anlamı yoktur. Çünkü göksel cisimler, özellikle güneş günlük hareketlerini gerçekleştirirken bizim açımızdan bir kayboluşa uğramaktadır. Çünkü biz yeryüzünün bir parçası sayılırız. Dünyamız güneşin hareketleri sonucu hareket etmekte, bazen bir tarafını, bazen de öbür tarafını bu cisimlere yönelterek bizim durumumuzda değişiklikler meydana gelmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla gerçekte güneşin üzerine doğduktan sonra onun üzerine batanlar bizleriz. Fakat duyu yanılması bize bunun tersini göstermektedir.

Razî bu yorumların tümünü birleştirici bir yorum yapmak istemiş ve ünlü [el-Kebîr] tefsirinde şunları söylemiştir:

"Batış, bir şeyin ortaya çıktıktan sonra gözlerden kaybolması demektir. Bunu bildiğimize göre, biri şöyle bir soru yöneltebilir: Batış, bir hareket olması itibariyle sonradan olmaya, hüdusa delâlet eder. Bu durumda doğuşun da sonradan olma niteliğine delâlet etmesi gerekir. Şu hâlde İbrahim, neden gördüğü cismin sonradan olma bir varlık olduğunun kanıtı olarak doğmasını göstermemiş, bunun yerine bu amaca yönelik olarak batışını kanıt olarak göstermiştir?"

"Buna şöyle cevap verilir: Hiç kuşkusuz, sonradan olmalığa delâlet etme bağlamında doğuşla batış ortak özelliklere sahiptirler. Ancak peygamberlerin bütün insanları Allah'a kulluk sunmaya davet ederken ortaya koydukları kanıtın açık ve belirgin olması gerekir. Ki üstün zekâlı insanlarla birlikte aptal insanların ve normal akla sahip olanların birlikte kavramalarına imkân olsun. Hareket olgusunun sonradan olmalığa yönelik kanıtsallığı kesinlik bildiren ve dakik bir kanıtsallık olmakla beraber, ancak üstün zekâlıların kavrayabileceği bir husustur.

Bu bağlamda batma olgusunun kanıtsallığı daha belirgindir. Herkes onun bu anlama yönelik işaretini kavrayabilir. Çünkü yıldız ba

13
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân. En'âm Sûresi

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 415

tarken egemenliği de son bulur. O hâlde batma olgusu bu amaca vurgu yapmak bakımından eksiksiz bir kanıt mahiyetindedir." "Bazı muhakkikler demişlerdir ki: Mümkünlük derecesine iniş de batış demektir. Sözlerin en güzeli, üstün zekâlıların da, orta zekâlıların da, avamın da kendine göre bir pay alabildiğidir, bir hisse kaptığıdır. Üstün zekâlı seçkinler batma olgusundan mümkünlük niteliğini algılarlar.

Her mümkün de muhtaçtır ve ihtiyaçlarının sonu gelmez. Bu yüzden mümkünlük niteliğinden münezzeh olan birine gelip dayanması kaçınılmazdır. Ki onun varlığı sebebiyle ihtiyaçları sona ersin. Nitekim yüce Allah, 'Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır.' (Necm, 42) buyurmuştur."

"Orta zekâya sahip insanlar, batma olgusundan mutlak olarak hareketi algılarlar. Her hareket eden sonradan olmadır. Her sonradan olma öncesiz ve kadir birine muhtaçtır. Dolayısıyla şu batan varlık ilâh olamaz; bilâkis ilâh, bu batanın da ihtiyaç duyduğu zattır." "Avam ise, batma olgusundan gurup eylemini algılarlar. Onlar her yıldızın batmaya yüz tutmasından itibaren ışığının yok olmağa başladığını, aydınlığının yavaş yavaş söndüğünü görürler. Bu şekilde etkinliği de ortadan kalkar. Yalnızlığa itilmiş gibi olurlar. Durumu bundan ibaret olan bir varlığın ilâh olması mümkün değildir. Dolayısıyla bu bir tek cümle, yani Hz. İbrahim'in söylediği, 'Batanları sevmem.' sözü, hem yaklaştırılmışların, hem sağ ehlinin, hem de sol ehlinin payını içinde barındıracak kuşatıcılığa sahiptir. Bu yüzden kanıtların en mükemmeli ve burhanların en üstünü sayılmaktadır."

"Hz. İbrahim'in söylediği bu sözde yer alan bir diğer incelik de şudur: Hz. İbrahim, onlarla müneccim, yıldızların hareketlerini inceleyerek onlara çeşitli anlamlar yükleyen kimseler oldukları hâlde tartışıyordu. Müneccimlerin inanışlarına göre, yıldız göğün doğusuna düşen çeyreğinde bulunuyorken göğün ortasına doğru bir yükseliş içinde olunca, büyük bir etkinliğe sahip olur. Fakat batı çeyreğinde ve gruba yakınken etkisi oldukça zayıf olur ve gücü de son derece az olur. Dolayısıyla Hz. İbrahim bu incelikle, ilâhın gücünün zayıflığa ve mükemmelliğinin de eksikliğe dönüşemeyeceğini anlatmak istemiştir. Demek istemiştir ki; sizin inançlarınıza göre, yıldız göğün batı çeyreğindeyken

416 .................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

gücü zayıf, etkisi yetersiz ve yönetimi âciz olur. Bu ise, onun tanrılığı için bir kusurdur. Şu hâlde müneccimlerin görüşüne göre de batma olgusunun ilâhlık niteliğini olumsuzlama bakımından daha belirleyici olduğu aydınlanmış oldu." (Fahrettin Razî'nin açıklamalarından yaptığımız alıntı burada sona erdi.)

Uzun açıklamalarda bulunmasına karşın biz, ihtiyaç duyduğumuz kadarını alıntıladık.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar üzerinde düşünecek olursan, adı geçen müellifin ayetin içerdiği kanıtı kişilerin kapasitelerine göre hisseler içerecek şekilde taksim etmesine ve bunu çeşitli açılardan kanıtlamaya çalışmasına tefsirini sunduğumuz ayette herhangi bir lafzî işaretin olmadığını göreceğin gibi, Sabiîlerin ve yıldızlarla uğraşanların kuşkuları da böyle bir kanıtla çürütülemez, giderilemez.

Çünkü bu saydığımız gruplar göksel cisimleri varlığı zorunlu, gücü sınırsız ve mutlak kuvvet sahibi birer ilâh olarak görmüyorlardı. Bilâkis bunları mümkün nitelikli, malûl ve daimî bir hareket içinde görüyorlardı. İddialarına göre, bunlar, kesintisiz hareketleriyle aşağıdaki âlemi idare ediyorlarmış. Dolayısıyla adı geçen müfessirin anlattığı hususlarda bu gerçeği geçersiz kılacak bir unsur yoktur. Bize öyle geliyor ki, müfessir biraz önce aktardığımız açıklamasından sonra bu problemi fark etmiş, böylece sözü gereğinden fazla uzatmış ve meselenin özünden uzaklaşmış, üstelik olumlu bir sonuç da elde edememiştir.

Kaldı ki, işaret ettiği ikinci kanıt da eksiksiz bir kanıt değildir. Çünkü hareket niteliği, hareket eden varlığın bu niteliği itibariyle sonradan olmalığına delâlet eder, özü açısından değil. Bu hususla ilgili geniş açıklamaları yeri gelince yapacağız. Şu kadarını söyleyelim ki, kanıtın hareket açısından açıklaması, bizim açıkladığımız şekildedir.

Dördüncüsü: Hz. İbrahim (a.s) bu kanıtları yüce Allah'ın kendisine göklerin ve yerin melekûtunu göstermesi sonucu ortaya koyuyordu. Bir de gözlemlenen evrenden hareketle, gerek babası ve gerekse soydaşlarıyla giriştiği tartışmalarda konunun akışı elverdiği ve gerektirdiği ölçüde gözlemlediği kanıtları sunuyordu. Bunun nedeni, ya günlük göksel ve dünyevî olayların ayrıntılarını -daha önce de i

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................ 417

şaret ettiğimiz gibi- bilmemesiydi, ya da onlarla algıladıkları olaylar ışığında tartışmak istemesiydi. Bu yüzden, "Budur rabbim!" sözünü üç parlak göksel cismi gördüğünde tekrar etmiştir ve "Batanları sevmem." sözünü ve bu anlama gelen diğer ifadeleri bu cisimlerin batmaları üzerine söylemiştir.

Bu açıklamalar, bir açıdan, "Üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız gördü." ifadesiyle ilgili olarak akla gelebilecek: "Bu ayet gösteriyor ki, Hz. İbrahim soydaşlarıyla gök cisimlerine ilişkin tartışmalara girdiği gecenin hemen öncesindeki gündüz vaktinde de onlarla beraber ve hareketlerini gözlemliyordu. Öyleyse neden güneşi, ilâhlığını olumsuzlamak amacıyla hatırlayamadı?" şeklindeki bir soruya da cevap niteliğindedir.

Çünkü Hz. İbrahim babası ve soydaşlarıyla tartışırken vakit ancak putlar konusunda konuşmasına yetmiş olabilir. Belki onlarla gündüz boyunca veya soydaşlarının yanında gündüzün bir kısmını geçirdiği sürede onlarla putlar hakkında tartışmış olabilir. Öyle ki tartışma tamamlanınca gece de üzerine basmış olabilir. Aslında başka ihtimaller de vardır. Havanın bulutlu olması veya soydaşlarının güneşe sadece doğduğu esnada kurbanlar ve namazlar sunmaları gibi. Hz. İbrahim onlarla eylemleri sırasında tartışmayı arzulamış olabilir.

Beşincisi: Bu ayetler, söylendiği gibi, hidayetin Allah'tan olduğuna delâlet etmektedirler. Saptırmayı ise, yüce Allah bu ayetlerde onu kendisine nispet etmemiştir. Yalnız, "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum." ifadesi, bir ölçüde, bir insanın yüce Allah tarafından hidayete erdirilmemesi durumunda kişisel yetersizliğinden dolayı sapıklığa düşeceğine işaret etmektedir.

Bunu şu ayetten de algılayabiliriz: "Eğer size Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, hiçbirinizi asla temizlemezdi." (Nûr, 21) Bir diğer ayet de şudur: "Sen sevdiğini doğru yola iletemezsin; fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir." (Kasas, 56) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterebiliriz. Bazı ayetlerde insanların sapmaları yüce Allah'a nispet edilmektedir; fakat, "Ancak onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26) ayeti ve benzeri ayetler, yüce Allah'a nispet edilen saptırmanın insanların

418 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sapmasına ilişkin bir ceza, bir karşılık mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Tefsirimizin birinci cildinde bu ayetin açıklaması bazında geniş değerlendirmeler sunduk.

Altıncısı: Hz. İbrahim (a.s) gözlemlediği üç göksel cismin rablığı-nı olumsuzlamasının gerekçesi olarak batanları battıkları için sevmediğini ifade ediyor. Burada insanın bulduğu bir şeyi tekrar yitirmesi kastediliyor. Bu ise, kulluk sunmayı gerektiren sevgiyle bağdaşmayan bir niteliktir. Bu da yok oluşla, gözden kayboluşla, ölüşle ve tükenişle yüz yüze bulunan bütün maddî varlıklar için geçerli bir nitelik olduğuna göre, Hz. İbrahim'in bu kanıtı, her türlü şirk ve putçuluk için geçerli olan kesin bir kanıttır. Bu kanıtı her canlı türünün kendine özgü tanrılarının ve ışınsal tanrıların olduğunu ileri süren putperestlere de teşmil edebiliriz. Bu putperestler bunların varolduklarına inanırlar, maddî âlemin ötesinde, cisimden ve hareketten uzak varlıklar olduklarını ileri sürerler. Ama öz itibariyle saydam ve üstün bir varlığa sahip olmalarına karşın egemen nurun karşısında yok olduklarını, tekil kahrın karşısında ezildiklerini itiraf etmektedirler. Kulluk maksadıyla yöneldikleri tanrılarının nitelikleri buysa eğer, bir de bunlara sevgiyle yöneliyorlarsa, bu sevgi işlerini düzenledikleri şeylere yöneliktir, onların kendisine değil.

79) "Ben hanif olarak (sağa-sola sapmadan) yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim..."

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Fetru" kelimesi, aslında boyuna yarmak anlamına gelir. Araplar, "Fetare fulanun keza fetran" [yani, falan adam falan şeyi yardı], eftare [yani oruç açtı, iftar yaptı], futûr [oruçlu insanın orucunu açmak için yediği yiyecek], infetare infitâren [yarıldı] derler. Yüce Allah, "Hel tera min futûr=Bir bozukluk görebiliyor musun?" [Mülk, 3] buyurmuştur. Ayette futûr kelimesi bozukluk, çürüklük anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla yarma bazen yıkıcı, bazen de yapıcı anlam ifade eder. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Gök onun dehşetinden yarılır. Allah'ın vaadi mutlaka yapılmıştır." [Müzzemmil, 18]

"Fetartu'ş-şate=Koyunu iki parmakla sağdım." "Fetartu'l-acîn=Hamuru yoğurdum ve mayalanmasından önce ekmek pişirdim." Bu

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 419

kökten türeyen bir türev de "fıtrat" kelimesidir. "Fetarellah'ulhalke= Allah varlıkları yarattı." Burada kastedilen, yüce Allah'ın varlıkları kendileri için öngörülen fiilleri işleyebilecek nitelikte yaratmasıdır. Dolayısıyla yüce Allah'ın, "Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtratı..." ifadesi, O'nun insanların içine, öz doğasına kendisinin bilinmesini sağlayacak donanımı yerleştirmesine yönelik bir işarettir. Dolayısıyla "Allah'ın fıtratı"ından maksat, yüce Allah'ın insanın öz doğasına yerleştirdiği iman etme yeteneğidir. "Eğer onlara, kendilerini kimin yarattığını sorsan, muhakkak ki, Allah, diyecekler." ifadesiyle de bu gerçeğe işaret e-dilmiştir. (Ragıp'tan, "fetare" kelimesine ilişkin alıntı burada sona erdi.)

Yine Ragıp adı geçen eserinde şunları söylemektedir: "el-Hanefu; sapıklıktan doğru yola yönelme, eğilim gösterme demektir. el-Cenefu; doğru yoldan sapmaya yönelme, eğilim gösterme anlamına gelir...

Bu yüzden Araplar, hac ziyaretinde bulunan veya sünnet olan herkesi 'ha-nif' diye isimlendirirler. Bununla onun İbrahim'in (a.s) dini üzere olduğuna dikkat çekmek isterler. el-Ahnef; ayağında eğrilik olan kimse. Bazılarına göre, ayağında eğrilik olanın bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni uğur temennisidir, bazılarına göre de sırf eğilimi ifade eden bir istiareli kullanımdır." (Alıntı sona erdi.)

Hz. İbrahim (a.s), "Ey kavmim... ben uzağım." diyerek onlardan ve Allah'a ortak koştukları düzmece ilâhlardan beri olduğunu duyurduğunda, aslında bu sonuca aşamalı olarak ulaşmıştı. Önce kalbinin ortaklara ısınmadığını, onlara ilgi göstermediğini belirtmişti. "Batanları sevmem." sözü bunun ifadesiydi. Sonra Allah'ın ortağının olduğuna inanmanın sapıklık olduğunu ima eden şu sözleri söylemişti:

"Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum." En sonunda da açık bir ifadeyle her türlü şirkten ve düzmece ilâhlardan uzak olduğunu ifade etmişti: "Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." Böylece rubûbiyet (yönetsel ilâhlık) bağlamında eksiksiz tevhit düşüncesine dönmüş oldu. Bunun anlamı, gökleri ve yeri yaratan ilâhın, kulluk sunulan bir rab olmasının kaçınılmaz olduğudur. Bu çerçevede şirki de kendisi açısından olumsuzladı ve şöyle dedi: "Ben hanif olarak (sağa-sola sapmadan) yü-

420 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

zümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim." Yüzü yöneltme ifadesi, kulluk maksadıyla Allah'a yönelme anlamında kullanılan bir deyimdir. Kulluğun ve bir rabbe itaatin gereği, itaat eden kulun gücü ve iradesiyle Rabbine yönelmesi, O'na dua etmesi ve her amelinde O'na dönmesidir. Dua ve dönüş de ancak yüzün yöneltilmesi ve doğrultulması ile mümkündür. Dolayısıyla dua ve dönüşten ibaret olan ibadet olgusu, yüzün yöneltilmesi deyimiyle ifade edilmiştir.

Burada Hz. İbrahim, yüzünü yönelttiği, yani kulluk maksadıyla yöneldiği Rabbi olan yüce Allah'tan söz ederken O'nun tartışma konusu olmayan ve sırf kendisine özgü olan bir niteliğine işaret ediyor. Gökleri ve yeri yaratmasına yani. Bu arada cümle içinde sılaya ve mevsule de yer vererek bu niteliğin zihinlerde herkesin kabul ettiği yüce Allah'a ait olarak zikredildiğine riayet etmek istiyor. Ki kimse yanlış anlamasın. "Gökleri ve yeri yaratana." Yani diyor ki: Ben yaratılış ve varoluş bakımından herkesin ve her şeyin gelip dayandığı yüce yaratıcıya ibadetle yöneldim. Hem kendisi, hem de soydaşları kulluk ettikleri düzmece ilâhların üstünde ortaksız bir yaratıcının varlığını kabul ediyorlardı.

Ardından "hanif" ifadesiyle, soydaşlarının kulluk sundukları düzmece ilâhların ortaklıklarını olumsuzladığını dile getiriyor. Sırf Allah'a eğilim gösterdiğini ve O'ndan her türlü şirki olumsuzladığını ifade ediyor.

Bunu, "Ben O'na ortak koşanlardan değilim." sözüyle de pekiştiriyor. Dolayısıyla, "Ben yüzümü.... çevirdim..." diye başlayan sözleri, bir bütün olarak, sırf Allah'a kulluk sunmanın gerekliliğini, ondan ortakların olumsuzlanmasını vurgulamaktadır. Bu bakımdan bu ayet, "Lâ ilâhe illallah" cümlesine yakın bir anlam ifade etmektedir.

Ayetin orijinalinde geçen "lillezî" edatının başındaki "lâm" harfi, amaç bildirir ve burada "ilâ" (...e, ...a) anlamını ifade eder. Nitekim amaç bildirmek maksadıyla "ilâ" edatı kullanıldığı gibi "lâm" harfinin de kullanıldığının örnekleri çoktur. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Esleme vechehu lillah=Yüzünü Allah'a teslim ederse." (Bakara, 112) "Ve men yuslim vechehu lillah=Kim yüzünü Allah'a teslim ederse." (Lokmân, 22)

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 421

Yüce Allah'ın özel sıfatlarının arasından "gökleri ve yeri yaratması" yani "Fâtır" sıfatının özel olarak seçilmesi, bununla beraber aynı anlama gelen el-Bâri, el-Hâlık, el-Bedî gibi lafızların kullanılmaması, İbrahim'in tercih ettiği fıtrat dinine yönelik bir işarettir. Kur'ân'da İslâm dini, birkaç kez İbrahim'in hanif dini ve fıtrat dini olarak isimlendirilmiştir. Yani, bilgileri ve yasaları insanın yaratılışına ve varoluş türüne dayalı olarak bina edilen din. Ki insanın yaratılışı ve varoluş türü değişim ve başkalaşım kabul etmez.

Çünkü din, gerçek mutluluğa erişmek için izlenen yoldur. Gerçek mutluluk ise, bir şeyin varoluşunun bileşimi ve donanımı doğrultusunda olgunlaşmayı sağlayan araçlarla pratikte ve objeler dünyasında talep ettiği amaca yönelmesidir. Bir insanın veya bir başka varlığın yaratılışı itibariyle donatılmadığı ve tam aksi istikamette donatıldığı bir şeyle mutlu olması mümkün değildir. Meselâ bir insanın beslenmeden, cinsel birleşmeye girmeden veya insanlarla birlikte yaşamayı ve toplumsal hayatı terk ederek mutlu olması söz konusu olamaz. Çünkü insan bunların tam aksine donatılmıştır. Aynı şekilde tam aksine donatıldığı için kuşlar gibi uçmakla veya balıklar gibi denizlerde yaşamakla mutlu olması da mümkün değildir.

O hâlde hak din, öngördüğü yasalarıyla fıtrat, yaratılış düzeni arasında uyum bulunan dindir. Yüce Allah insanları veya -eğer varsa- baş-ka bir yükümlü varlığı, yaratılışıyla örtüşmeyen ve varoluşsal donanımına uygun olmayan mutluluk veren bir hedefe yöneltmekten münezzehtir. Allah katında din İslâm'dır. Yani Allah'ın yaratışı ve var edişi doğrultusunda O'na boyun eğmektir.

80) Kavmi onunla tartışmaya girişti. O onlara dedi ki: "Beni doğru yola iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam..."

Ayetlerin akışında yüce Allah'ın İbrahim'in giriştiği tartışmaları iki kısma ayırdığını görüyoruz. Bunlardan birinde, tartışmayı başlatan kendisidir ve insanlarla tartışmaktadır. Diğerinde ise, insanlar tartışmayı başlatıyorlar ve tanrılarından ilişkisini kestiğini, onlardan uzaklaştığını ifade ettikten sonra onunla konuşuyorlar. Tefsirini sunduğumuz bu ayet ve sonrasında, tartışmanın bu ikinci kısmının kapsamında geçen

422 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

konuşmalara yer veriliyor. Ama yüce Allah, soydaşlarının hangi hususta onunla tartıştıklarından söz etmiyor. Fakat İbrahim'in söylediği şu ifadeden bunun ne olduğunu sezinliyoruz: "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam." Buradan anlıyoruz ki, onlar, korku dolayısıyla ilâhlarına tapılması gerektiğini söylemişlerdir. Daha önce bu husus üzerinde durmuştuk.

İleride de değineceğimiz gibi, onları birtakım düzmece ilâhlar edinip bunlara kulluk sunmaya iten etken şu iki husustan biriydi: Ya yeryüzündeki gelişmeler üzerinde etkinlik sahibi olduklarına inandıkları bu ilâhların gazabından ve kahrından korkuyorlardı ya da onlardan bereket ve mutluluk beklentisi içindeydiler. Fakat onların ruhları üzerinde en büyük etkiyi birinci şık bırakıyordu. Korku yani. Çünkü insanlar öz doğaları gereği sahip oldukları maddî nimetleri ve mutluluğu kendi mülkiyetlerinde görürler. Bunu ya hayat çizgisini sürdürmek için mal edinme, makam sağlama ve yüksek bir konuma gelme çabası sonucu elde ettiklerini ya da büyük atalarından ve iyi talihlerinden kazandıklarını düşünürler. Birine miras kalması ya da bir define bulması yahut babasının yerine kavminin lideri olması gibi. O hâlde, birine kulluk sunmak için umut olgusu en az etkin olan yöntemdir.

Hatta mükemmel bir ilâhî eğitimin tezgahından geçen Müslümanlar bile, azap tehdidi ve uyarılardan etkilendikleri kadar nimet vadi ve müjdelemelerden etkilenmezler. Bu yüzden Kur'ân'da peygam- berlerin görevleri bağlamında uyarıcılığın müjdecilikten daha çok zikredildiğini görüyoruz. Oysa her iki yöntem de peygamberlerin görevleri arasında yer alırlar ve insanları bu yöntemlerle Allah'a kulluk sunmaya davet emek yükümlülüğündedirler.

Dolayısıyla İbrahim Peygamber'in soydaşları da tanrıları hakkında onunla konuşurlarken korkutma yöntemini esas alan bir tutum içindeydiler. Onu tanrılarının azabından ve gazabından korkuttular. Kendilerinin yoluna uymasını öğütlediler. Tanrılarına kulluk sunmanın gerekliliğinden ve Allah'ın rablığını ileri sürmekten vazgeçmesinin kaçınılmazlığından bahsettiler. Allah için öngörülen yetki, her şeyi yaratmaktan ibaretti. Rablık, yönetsel tanrılık ise ilâhlarının göreviydi.

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 423

Hz. İbrahim (a.s) soydaşlarının sözlerinin, Allah'ın rablığını savunmaktan vazgeçirmek ve tanrılarının rablığını kabul etmeye teşvik etmek şeklinde iki bölümden oluştuğunu görünce, karşı tezini sunarken her iki bölümü de değerlendirdi. Ancak ileride değineceğimiz gibi birinci savunmanın geçerliliği ancak ikincisinin iyice anlaşılmasıyla mümkündür.

Onların Allah hakkında kendisiyle tartışmalarına karşılık olarak şunları söylüyor: "Beni doğru yola iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?" Benim için artık mesele çözümlenmiştir, Rabbimin yol göstericiliği sonucu hidayete ermiş bulunuyorum. O, göklerin ve yerin melekûtunu bana göstermek suretiyle bana ilim verdi. Böylece putların ve gök cisimlerinin rablığını olumsuzlamaya ilişkin kesin kanıt vermiş oldu bana. Ben, yaşamsal işlerimi düzenleyen bir rabden kendimi müstağni saymıyorum; ama Allah'ın tek ve ortaksız rab olduğu gerçeğini kavramış bulunuyorum. Allah beni doğru yola iletmişken sizin ileri sürdüğünüz gerekçeleri kabul edemem, ikinci bir rablık merciini araştıramam. Araştırmak bir şeyi arayana düşer. Amaca ulaştıktan sonra bir daha arama olmaz.

Ayeti incelediğimizde zihinde ilk etapta beliren anlam budur. Fakat biraz daha derinliğine düşündüğümüzde, bundan daha ince bir anlamın farkına varıyoruz. Şöyle ki: "Beni doğru yola iletmiş iken..." sözü, hidayetin kendisini bir kanıt olarak algılamayı ifade eder, hidayete ermekten dolayı kanıt bulmanın gereksizliğini değil. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: Allah kendisinden başkasının rablığını olumsuzlamaya ve kendisinin rablığını ispatlamaya yönelik öğretmiş olduğu kanıtla beni hidayet etti. O'nun yol göstericiliği, O'- nun rablı-ğının ve ondan başkasının rab olamayacağının kanıtıdır. Çünkü rabba yöneltmek de tedbir ve yönetmenin bir parçasıdır. Bu ise, rab olanın özelliğidir. Eğer Allah benim rabbim olmasaydı, beni hidayete erdir-mezdi. Bu işi rablık yetkisine sahip olan bir başkası gerçekleştirirdi. Fakat beni Allah hidayete erdirdi, dolayısıyla rabbim O'dur.

İbrahim'in (a.s) bu sözlerine karşılık şunu diyemezlerdi: "Bu bilgileri sana öğreten ve kanıtı ilham eden bazı ilâhlarımızdır." Çünkü hiç

424 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kimse bir başkasına kendisine zarar verecek, adının anılmasına son verecek ve işlerini bozacak bir şeyi göstermez. Şu hâlde Hz. İbrahim'i putların rablığını olumsuzlamaya götüren hidayetin putlara nispet edilmesi doğru olmaz.

Ama şunu diyebilirlerdi veya belki de demişlerdir: "Bunu tanrılarımızdan bazıları yaptı. Bu bir azap ve kahır ifadesidir. Seni onların rablığını kabul etmekten uzaklaştırdılar. Görüşünün bozukluğundan ve ruhunun hastalığından dolayı bu kanıtları sana telkin ettiler." Nitekim soydaşları Âdoğulları'nı Allah'ın birliğine inanmaya çağıran, korkulması ve ümit bağlanması gereken ilâhın sadece Allah olduğunu kabul etmeye çağıran ve kulluk sundukları düzmece ilâhların hiçbir yarar veya zarar verme gücüne sahip olmadıklarını belirten Hud Peygambere soydaşları buna benzer şeyler söylemişlerdi. Demişlerdi ki: "Tanrılarımızdan bazıları sana bir kötülük dokundurdular."

Yüce Allah Hud Peygamber'in dilinden bize şu bilgileri aktarmaktadır: "Ey kavmim, Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tövbe edin ki gökten üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın. Suç işleyerek Allah'tan yüz çevirmeyin. Dediler ki: Ey Hud... Seni tanrılarımızdan biri fena çarpmış, demekten başka bir söz bulamıyoruz.

Dedi ki: Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Haydi hepiniz bana tuzak kurun, sonra bana hiç göz açtırmayın." (Hûd, 52-55)

Dolayısıyla Hz. İbrahim'in, "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam..." şeklindeki sözü, müşriklerin aklına gelebilecek böyle bir kuşkuyu bertaraf ettiği gibi, onların kulluk sundukları ilâhların rablıklarını da olumsuzlamaktadır. Çünkü bu sözler tam bir kanıt içerir ve onların Allah'a ortak oluşları ihtimalini temelden geçersiz kılar.

Bundan özetle şu sonucu çıkarıyoruz: "Siz, kulluk sunduğunuz ilâhların bana bir kötülük yapacağından beni korkutarak sizin ilâhlarınızın rablığını onaylamaya ve gerçek rabbim olan Allah'ın rablığını reddetmeye çağırıyor ve Allah'ın beni ilettiği gerçek hususunda içime şüphe atmaya çalışıyorsunuz; ama ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden korkmuyorum. Çünkü onların tümü, yaratılmışlardır, başkası tarafından idare edilmektedirler. Bir yarar veya zarar verme gücünden yok

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 425

sundurlar. Ben onlardan korkmadığıma göre kanıtınız geçersiz ve kuşku uyandırma amaçlı girişiminiz sonuçsuz kalmaya mahkûmdur."

"Eğer korkmuş olsam, bu korku sizin Allah'a ortak koştuğunuz düzmece ilâhların etkisiyle içimde oluşmuş bir korku olmayacaktır; çünkü onlar hiçbir şeye güç yetiremezler; tam tersine bu korku Rabbimin yarattığı bir şey olacaktır. Yani, sizin ortak koştuğunuz ilâhlardan korkmamı o dilemiş olacak. Ben de onlardan korkacaktım. Dolayısıyla bu korku da O'nun rablığını kanıtlayan bir başka kanıt işlevini görecekti. Birliğinin bir diğer işareti olacaktı. Sırf O'na kulluk sunmanın gereğini vurgulayan bir diğer belge. Sizin ilâhlarınızın rablığının, onlara kulluk sunmanın gerekliliğinin kanıtı değil."

"Bunun Rabbimin etkisiyle gerçekleşmiş olacağının kanıtı, O'nun her şeyi bilgi bakımından kuşatmış olmasıdır. O sağlam ve sahih amaçlar için yarattığı mülkünde meydana gelen hayır ve şer nitelikli her şeyi bilir. Yarar veya zarar veren bir şeyin mülkünde meydana geldiğini bilip de men etme veya izin verme şeklinde bir tepki göstermemesi mümkün müdür?"

"Eğer benim içimde bir korku oluşursa, bu Allah'ın iradesi ve O'nun kutsallığına yaraşan izni sonucu gerçekleşmiş olacaktır. Bu, aynı zamanda O'nun rablığını kanıtlayan, O'ndan başkasının rablığını da olumsuzlayan bir husustur. Hâlâ düşünmez misiniz, aklınızla kavradığınız ve fıtratınızla algıladığınız gerçeğe dönmez misiniz?"

Buraya kadar anlattıklarımız, "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak Rabbimin bir şey dilemesi hariç. (Çünkü) Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt almıyor musunuz?" ayetinin içerdiği kanıta ilişkin bir değerlendirme mahiyetindedir. Bu durumda, "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam." ifadesi, "Beni doğru yola iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?" cümlesinin içerdiği kanıtın bütünleyici unsuru mahiyetindedir.

Bunun yanında onlardan korkmaması suretiyle onların Allah'a ortak koştukları şeylerin rablığını olumsuzlamak açısından da başlı başına bir kanıt sayılır. Dolayısıyla, "Ancak Rabbimin bir şey dilemesi hariç." ifadesi, kanıt amacıyla bir ön kabul ve bir varsayım işlevini görmektedir. Yani, siz korku gerekçesiyle onların rablığını kabul

426 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

etmemi isti-yorsunuz. Ama ben onlardan korkmuyorum. Diyelim ki onlardan korkuyorum, bu, benim Rabbimin rablığının kanıtı olur, sizin O'na ortak koştuğunuz düzmece ilâhların değil. Çünkü böyle bir korku benim rabbimin dilemesiyle olur.

Bu bakımdan, "Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır." sözü, varsayılan korkunun Allah'ın iradesine dayandığını gerekçelendirmeye yönelik bir açıklama mahiyetindedir. Çünkü gökleri ve yeri yaratan zat, mülkünde olup bitenlerden habersiz olamaz. Meydana gelen her şey, ancak O'nun izniyle olabilir. O hâlde bunların yönlendiricisi, plânlayıcısı O'dur. O'nun rablığı, yönetsel tanrılığı sayesinde varlıklarını sürdürmektedirler.

"Hâlâ öğüt almıyor musunuz?" ifadesi de kınama amaçlı bir sorudur ve kanıtın aslında fıtrî olduğunu göstermektedir. Bu değerlendirmeyi iyice kavramaya çalış.

Bu ayetle ilgili olarak tefsir bilginleri değişik yorumlar yapmışlardır: "Beni doğru yola iletmiş iken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?" cümlesi hakkında çoğu tefsir bilgini, yukarıda yer verdiğimiz iki değerlendirmeden ilkini esas alan bir yaklaşım içinde olmuşlardır.

Bunun da mahiyeti şudur: "Hz. İbrahim (a.s) soydaşlarının Allah'ın birliğine yönelik itirazlarına şu karşılığı vermiştir: Bu konuda tartışma gereğini duymuyorum. Çünkü Allah beni doğru yola iletmiştir. Allah beni hidayete erdirdikten sonra tartışmanın anlamı olmaz." Ancak ayetin akışı, bir tartışma mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Bu da Hz. İbrahim'in sözlerinin tevhidi kanıtlama amacına yönelik olmasını gerektirmektedir, tartışmaya gerek duymadığının değil.

"Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam; ancak Rabbimin bir şey dilemesi hariç." ifadesine gelince, tefsir bilginleri cümlenin ilk kısmı hakkında bizimkine yakın değerlendirmeler yapmışlar; fakat istisna hakkında şöyle demişlerdir:

"Ancak Rabbimin sizin beni korkuttuğunuz bu putları canlandırması ve onlara güç vermesi başka. Bu durumda da onların zarar ver yararları onların sonradan olma varlıklar olduklarının ve Allah'ın birliğinin kanıtı olur." Diğer bir ifadeyle, şöyle bir anlam kastedilmiştir: "Ben hiçbir şekilde onlardan korkmam. Ancak Rabbim diler de bu putlar canlanır ve zarar ve yarar verecek duruma gelirlerse, ben de

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 427

bundan dolayı onlardan korkarsam, bu da rablığın Allah'a ait olduğunu gösterir ve sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerin sonradan olma varlıklar olduklarını gözler önüne serer."

Bu değerlendirme, bir açıdan bizim yukarıda yer verdiğimiz değerlendirmeye yakın olmakla beraber, canlanmaları durumunda zarar ve yarar verme yetkisinin Allah'a ortak koşulan şeylere nispet edilmesi - kaldı ki putperestlere göre bu putların bazısı canlıdır, melekler ve canlı türlerinin ilâhları gibi ve bazısı da zahirî açıdan zarar ve yarar dokunduracak durumdadır, güneş gibi- Allah'ın kitabında yer alan ilâhî öğretiyle bağdaşmamaktadır. Çünkü Kur'ân Allah'tan başka hiç kimsenin yarar ve zarar verme gücüne sahip olmadığını dile getirmektedir.

Adı geçen tefsir bilginlerinin bu ayeti, putperestlerin ibadet ettikleri putların sonradan olma varlıklar olduklarının kanıtı olabilecek şekilde yorumlamalarına gelince, böyle bir yorumun putperestler açısından bir olumsuzluğu yoktur. Çünkü onlar, bilindiği gibi putların ve temsil ettikleri manevî kişiliklerin Allah'ın yönetimi altında olduklarını, O'nun tarafından yaratılmış olduklarını inkâr etmiyorlar. Bazıları için zamansal öncesizlik iddiasını dile getirseler de bu, onların mümkün nitelikli oluşlarını ve malul oluşlarını onlar açısından olumsuzlamaz.

Bir diğer değerlendirme de şöyledir: Buradaki istisnanın anlamı şudur: "Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Fakat bu genellemeden bazı vakitleri istisna tutuyorum. Söz gelimi Rabbim, işlediğim bazı günahlardan dolayı bana azap etmek isteyebilir veya bir günah olmaksızın beni bazı olumsuzluklara duçar kılabilir." Diğer bir ifadeyle: Bu cümle genel anlamdan düşülen bir istisnadır. Genel anlama ise, önceki cümle işaret etmektedir. Buna göre, "Ben korkmam..."

ifadesi, onların Allah'a ortak koştukları şeylerden korkmadığını, "Rab-bimin dilemesi başka..." ifadesi de her türlü korkudan bir istisna hükmündedir. Bu durumda cümlenin geniş açılımı şöyledir: "Sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden korkmam, bunun dışındaki şeylerden de korkmam. Ancak Rabbimin bana bir zorluk dilemesinden veya bir günahımın karşılığı olarak azap etmesinden korkarım."

428 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bu değerlendirmenin zorlama sonucu olduğunu açıklamaya bile gerek yoktur.

"Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır." ifadesiyle ilgili olarak bazı tefsir bilginleri şöyle demişlerdir: Bu, kanıtın tamamlanmasından sonra Hz. İbrahim'in (a.s) Rabbine yönelttiği bir övgüdür.

Bazılarına göre de: "Bu cümle, müşriklerin putlarına yönelik bir kinaye mahiyetindedir. Hz. İbrahim, bununla putların bir şey bilmeyen ve duyumsamayan varlıklar olduklarına göndermede bulunuyor." Buna şu şekilde itiraz edilebilir: Eğer bir kinaye gerekiyorsa, bilgiden çok, konumun da gereği olarak güç örneği esas alınarak yapılmalıydı.

Böyleyken güç örneği yerine bilgi örneğini esas alan bir kinayeli anlatımı gerektiren nedir? Aynı problem önceki değerlendirme için de geçerlidir.

Bazıları da demişlerdir ki: "Hz. İbrahim, yüce Allah'ın dilemesi sonucu başına gelebilecek zorlukları ve olumsuzlukları genel hükümden istisna edince, 'Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır.' demek suretiyle Allah'ın bütün gaybı bildiğini, O'nun ancak iyilik, hayır ve hikmet esaslı fiiller gerçekleştirdiğini açıklamıştır." Buna karşılık olarak şöyle bir itirazda bulunulabilir: Böyle bir durumda ayette bilgi yerine hikmetten söz edilmeliydi. En azından birçok yerde olduğu gibi bilgi ve hikmet birlikte zikredilmeliydi.

Bazılarına göre: "Bu, istisnaya yönelik bir gerekçelendirme mahiyetindedir. Yani demek isteniyor ki, yüce Allah'ın ilminin kapsamın-da, putlar nedeniyle bir kötülüğün ona ilişmesi yer alabilir. Putun üzerine düşüp bir yerini yaralaması, güneş ısısının onu hasta etmesi veya ölümüne neden olması gibi." Buna karşılık olarak deriz ki: Bu durumda da güç veya hikmet kavramının esas alınması gerekçelendirmek açısından ilim kavramına göre daha yerinde olurdu.

Bazıları demişlerdir ki: "Bunun anlamı şudur: Benim Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. İradesi de öncesiz ve her şeyi kuşatan ilmiyle bağlantılıdır. Gücü ise iradesini uygular, yerine getirir. Dolayısıyla onların kulluk sundukları putların veya başka varlıkların O'nun sıfatları üzerinde herhangi bir etkinliği olamaz. Ne şefaat, ne de başka bir şekilde O'nun fiillerini etkileyemezler. Böyle bir durum, ancak yüce

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 429

Allah'ın ilminin her şeyi kuşatmaması durumunda söz konusu olabilir. Böylece şefaatçiler ve aracılar bir fiili yerine getirmenin veya o fiili yerine getirmemenin daha faydalı olduğunu şefaat yoluyla veya başka bir yöntemle bilmediği bu şeyi O'na anlatmış olurlar. Ve bu O'nu, zarar vermeye veya yarar dokundurmaya yahut vermeye veya vermemeye yöneltir."

Bu değerlendirmeyi yapan müfessir devamla şunları söylüyor: "Cümlenin ifade ettiği bu anlamı, yüce Allah'ın müşrikler tarafından kendisine ortak koşulan ilâhların şefaatçiliğini olumsuzlayan bir kanıtından algılamış bulunuyoruz. Meselâ şu ayette açıklanan kanıttan: 'İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar ise dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar.' (Bakara, 255)" Müfessir şunları da eklemiştir: "Bu, yorumların en isabetlisidir ve bu, Kur'â-n'ın Kur'ân'la tefsir edilmesinin bir örneğidir." Adı geçen müfessirin söyledikleri özetle bunlardır.

Bu değerlendirmenin özü şudur: "Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır." ifadesi, müşriklerin ilâhlarından ve başkalarından korkma olgusunun genel olarak olumsuzlanmasının gerekçesi ve açıklaması mahiyetindedir.

Hz. İbrahim burada şunu söylemek istiyor gibidir: Ne sizin taptığınız ilâhların, ne de bir başka varlığın bana bir zarar dokundurmasından korkmuyorum. Çünkü benim Rabbim her şeyi bilir. O her şeyi iradesine göre yerine getirir ve gücüyle gerçekleştirir. Bilmediği bir şeyi bildirecek bir şefaatçiye ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla hiç kimsenin Allah- 'ın fiilleri üzerinde bir etkisi, bir aracılığı söz konusu olamaz. Bilindiği gibi, bu tür bir etkinliğin olumsuzlanması Allah'ın bilgisinin genişliğini gerektirdiği gibi kudretinin ve iradesinin mutlaklığını da gerektirir. -Ayrıca bu durumda adı geçen müfessirin varsaydığı gibi dileme, fiil sıfatıdır, zat sıfatı değil.- Eğer kudreti ve dilemesi mutlak değilse, ilmin genişliği ne işe yarar? Bunun kanıtı da ilim, irade ve kudret niteliklerini birlikte değerlendirdiği sözleridir.

Kısacası, adı geçen müfessirin bu değerlendirmesi sadece ilmin genişliği esasına dayanarak tamamlanmış olmaz. Bilâkis ilmin genişliği ile beraber kudret ve iradenin mutlaklığı ile tamamlanmış olur. Ama

430 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ayette sadece ilmin genişliğinden söz edilmiştir. Şefaat konusunu işleyen ayetlerin de bu değerlendirmeyi pekiştirdiklerine ilişkin yorumuna gelince; her şeyden önce sözünü ettiği ayetler, Allah'ın izniyle nedensellik mahiyetinde aracılık anlamına gelen şefaat olgusunu kanıtlamaya yöneliktirler, müfessirin yanıldığı ve Kur'ân'ı Kur'ân'la tefsir ettiği sanısına kapılarak belirttiği anlamda şefaati olumsuzlamaya yönelik değildirler. Nasıl yanılgı olmasın ki? Gözlemlenen âlemden sebeplerin etkinliğini ortadan kaldırmak sonuç alınmayacak bir çabadır. Kur'ân, başından sonuna kadar nedensellik yasasından söz ediyor. Söylemini genel neden ve sonuç esasına da dayandırır. Kitabımızın önceki bölümlerinde bu anlamı açan birçok açıklamaya defalarca yer verdik.

81) "Siz, Allah'ın size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkarım?..."

İbrahim Peygamber (a.s) bir diğer kanıtla atağa geçiyor. Burada onların sözleriyle yaptıkları arasındaki çelişkiyi gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Diğer bir ifadeyle, tavırları sözlerini yalanlamaktadır. Kısaca şunu demek istiyor: Siz, bana korkulmaması gereken şeylerden kork-mamı emrediyorsunuz; ama siz, korkulması gereken Allah'tan kork-muyorsunuz. Şu hâlde ben size isyan etsem, sizin bana emrettiklerinizi yapmasam, yine de sizden daha çok kendimi güvencede hissetme hakkına sahibim.

Sizin benden korkmamı istediğiniz şeylerden korkulmaması gerektiği hususuna gelince; çünkü putların ve onların temsil ettikleri düz-mece ilâhların kendi başlarına bir zarar veya yarar dokundurabildiklerine ilişkin bir kanıt yoktur ki, onlardan korkmam gereksin. Sizin korkulması gereken Allah'tan korkmamanıza gelince; sizin bizzat kendiniz Allah'ın rubûbiyette ortaklarının olduğunu ileri sürdünüz. Buna karşın Allah size bu hususta herhangi bir kanıt, bir belge de indirmiş değildir.

Dolayısıyla siz, bu iddianızda dayanaktan yoksunsunuz. Yaratma ve var etme yetkisi Allah'a aittir. Dolayısıyla mülk ve hâkimiyet de O'na aittir. Eğer Allah yarattığı varlıklar içinde kendisine bir ortak edinmişse ve bu ortağa ibadet etmemiz gerekiyorsa, bunu açık

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 431

lamak O'na düşer, başkasına değil. O bu hususta işin iç yüzünü bize anlatmalı, bunun yöntemini karineleriyle ve ayetleriyle birlikte açıklamalıdır. Söz konusu ortağın ortaklığının şu şu konularda geçerli olduğuna ilişkin ayetler indirmelidir. Bunun yolu da ya vahiydir, ya da objeler dünyasında gözlemlenen etkilerle algılanmasıdır. Böyle bir şeyin söz konusu olmadığı da gün gibi ortadadır.

Bu açıklama doğrultusunda baktığımız zaman, "ben nasıl sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkarım?" ifadesinde geçen "ortak koştuğunuz şeyler" cümlesinin akışından algılandığı kadarıyla, "Allah'ın size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, Ona ortak koşmaktan." ifadesinin kayıtlı bulunduğu hususla kayıtlı olduğunu anlarız. Bu kaydın, onların ortak koşmaktan korkmamalarından söz edilirken zikredilmesine gelince, bunun nedeni, kanıtın, burada böyle bir husustan söz edilmesine daha çok ihtiyaç duymasıdır. Ki bu açık bir şekilde gözlemlenebilir. "Şimdi biliyorsanız söyleyin, iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?" sözü, kanıtın bütünleyici unsuru mahiyetindedir.

Ayet genel olarak, onların İbrahim Peygamber'i ilâhlarından korkmaya davet etmelerinin kendi içinde bir çelişkiler yumağı olduğunu kanıtlamaya yöneliktir. Çünkü onlar, İbrahim'i korkulmaması gereken bir şeyden korkmaya çağırıyorlar. Buna karşılık kendileri korkulması gereken Allah'tan korkmuyorlar.

Bundan önceki açıklamaya bakıldığında, onların ibadet ettikleri ilâhların Allah'ın ortakları olduklarına ilişkin olarak Allah tarafından bir delil indirilmediğinden söz edilmesinin, kanıtın türünün gerektirdiği bir varsayım olduğu anlaşılır. Sırf böyle bir varsayımdan dolayı ayette yer almıştır. Buradan, Allah'ın bazı varlıkların kendisine ortak koşulmasını, dolayısıyla onlara ibadet etmeyi emretmesinin ihtimal dahilinde olduğu şeklinde bir anlam çıkmaz. Bu bizim normal konuşmalarımızda, asılsız bir şeyden bizi korkutarak, onun zarar veya yarar verme gücüne sahip olduğunu söyleyen birine, "İddia ettiğin şeyin bir kanıtı yoktur." dememiz gibidir. Biz tevhit esasına dayalı olarak konuşmak istesek, bu sözümüzü, "Allah buna ilişkin bir delil indirmemiştir." şeklinde değiştirebiliriz.

Ayeti mantıksal analiz açısından ele alırsak, istisnaî kıyasın kapsa-

432 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

mına girdiğini görürüz. Burada koşullu önermede öncülün zıddı istisna edilmiş ve bununla ardılın zıddına ulaşılmak istenmiştir. Tıpkı şöyle demek gibi: "Eğer Allah onların zarar verme gücüne sahip olduklarına ilişkin olarak size bir delil indirmiş olsaydı, sizin onlardan korkmak suretiyle onları Allah'a ortak koşmanız yerinde olurdu; ama Allah buna ilişkin herhangi bir kanıt indirmemiştir. O hâlde sizin Allah'a ortaklar koşmanız yerinde bir davranış değildir." Bilindiği gibi bu tür bir kıyasın mefhumu olmaz; dolayısıyla, "size, hakkında hiçbir delil indirmediği" sözünün içirdiği kayıtın büyüklenme veya aşağıdaki ayette olduğu gibi bu niteliğin ortak koştukları için gerekli olduğuna işaret etme amacına yönelik olduğunu söylemeye gerek yoktur. "Kim Allah ile beraber, varlığını kanıtlayacak hiçbir delil bulunmayan bir tanrıya taparsa..." (Mü'minûn, 117) Bu ve benzeri yorumlar zorlamadan başka bir şey değildirler.

"Lem yunezzil bihi=Hakkında... indirmediği" ifadesinin orijinalinde yer alan "ba" harf-i cerri, beraberlik veya nedensellik bildirir. Burada Hz. İbrahim kendisi ile soydaşlarını iki grup şeklinde tanımlamıştır, "ben ve siz" gibi bir ifade kullanmamıştır. Bununla, bazılarının da söylediği gibi, hamiyet ve asabiyet duygularını kamçılamamayı amaçlamıştır. Bunun yanında temelde aralarında tam bir ayrılığın olduğunu, bilgi kaynakları itibariyle aynı noktada buluşamayacak şekilde ayrı olduklarını da vurgulamak istemiştir.

82) "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır."

Hz. İbrahim bundan önceki ayette, soydaşlarıyla giriştiği tartışmanın akışı içinde kimin daha çok güvende olmayı hak ettiğini sormuştu: "Şimdi biliyorsanız söyleyin, iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?" diye. Sonra bizzat kendisi bu soruya cevap veriyor.

Çünkü cevap açık. Tartışan iki grup da bunu inkâr etmiyor. Böyle bir meselede soruyu soran kişinin sorduğu kişinin cevabını beklemeden cevap vermesinin bir sakıncası yoktur. Çünkü sorulan kişi soran kişiye karşı çıkmayacaktır. Dolayısıyla sorulan kişinin ret cevabını vermesinden korkmaz. Nitekim yüce Allah, putların kırılması kıssasında onların bunu itiraf ettiklerini aktarmaktadır: "Hayır, dedi, işte şu

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 433

büyükleri yapmış, onlara sorun, eğer konuşurlarsa. Kendi vicdanlarına baş vurup, 'Hakikaten sizler haksızsınız.' dediler. Sonra yine eski kafalarına döndürüldüler: 'Sen de bilirsin ki bunlar konuşmazlar.' dediler." (Enbiyâ, 63-65)

Ayetlerin akışı, tefsirini sunduğumuz ayetin İbrahim Peygamber'in sözü olmasını, onun tarafından söylenmiş olmasını gerektirmektedir. Soydaşları tarafından söylenmiş olması ve onların ağzından aktarılan bir cevap olması ya da tartışan iki grup arasında hüküm vermeye yönelik olarak Allah tarafından söylenmiş olması ihtimaline gelince, ayetlerin akışında buna ilişkin bir ipucu bulmak kesinlikle mümkün değildir.

Her halükârda ifade iç içe girmiş zincirleme isim cümleleri şeklinde sunulmuş olmakla güçlü bir tekit içermektedir: "Lehum'ul-emn" başlı başına bir isim cümlesidir. Ama bu cümle aynı zamanda "ulâike" sözünün haberidir. Dolayısıyla ikisi birlikte başlı başına bir diğer isim cümlesini oluşturmaktadırlar. Bunun yanında "ellezîne amenû..." diye başlayan ifadenin de haberi konumundadır. Dolayısıyla bütün ifade, bir isim cümlesi mahiyetindedir. Ayrıca, "lehum'ul-emn=güven sadece onlarındır." sözüne, "ve hum muhtedûn=doğru yolu bulanlar da onlardır."

ifadesinin atfedilmiş olması da bir tekit işlevini görür. Buradan şu sonuç çıkıyor: Güvende ve hidayet üzere olmanın, iman edip imanlarını zulme bulaştırmayanlara özgü bir nitelik olduğunda en küçük bir kuşkuya yer yoktur.

Hiç kuşkusuz, ayet imanın güven ve hidayet üzere olma gibi sonuçlar vermesinin imanın zulümle bulanmamış olması şartına bağlı olduğunu ifade etmektedir. Ragıb'ın el-Müfredat adlı eserinde belirttiği gibi "el-lebs", örtme demektir. Diyor ki: "el-Lebs kelimesinin asıl anlamı bir şeyi örtmektir." Bu bir kinayeli anlatımdır. Burada söz konusu örtmenin imanın aslını geçersiz kılmadığına işaret edilmiştir. Çünkü iman fıtrîdir ve temelden yok olması mümkün değildir. Olsa olsa üzeri örtülür, etkileri ifsat edilir, sahih bir etkinlik göstermesine engel olunur.

Zulüm, adalet ortamından çıkma, denge çizgisinden sapma demektir. Gerçi ayette, olumsuzlama nitelikli bir akış içinde nekre yani be-

434 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lirsiz bir şekilde kullanılmıştır ve bu, genellik ifade eder; dolayısıyla imanın bir şekilde zulüm olarak nitelendirilebilecek herhangi bir şeyle bir arada olmamasını gerektirir; ancak ayetin akışı zulmün imanın ortaya çıkmasına ve arzulanan güzel sonuçlarını belirginleştirmesine engel oluşturduğunu ifade ettiği için bu, söz konusu zulümle iman üzerinde olumsuz etki bırakan zulmün kastedildiğine yönelik bir işaret mahiyetindedir, iman üzerinde etkisi olmayan herhangi bir zulüm değil.

Zulüm kavramının anlamı bazında insanların ilk kavradıkları şeyin sosyal zulüm ve toplumun bir ferdinin can, mal ve namus güvenliğini ortadan kaldıracak şekilde saldırıda bulunmak olduğu yönünde yaygın bir kanı var. Fakat insanlar, daha sonra bu kavramın anlamını genişletmişlerdir. Kanuna ve yürürlükteki geleneğe aykırı her davranışı, hatta her günahı ve ilâhî her mevlevî=yasama nitelikli hitaba aykırı hareket edişi zulüm olarak isimlendirmişlerdir. Bunu insanın kendi nefsine zulmetmesi, dolayısıyla yüce Allah'a zulmetmesi şeklinde yorumlamışlardır. Çünkü Allah'ın insanlar üzerinde itaat edilmek ve emirlerine uyulmak gibi ilâhî hakları vardır. Hatta yanılarak, unutarak ve bilmeden bile olsa herhangi bir yükümlülüğe aykırı davranmak insanlar tarafından zulüm olarak isimlendirilmiştir. Fakat bu tür nedenlerle muhalefet edenleri cezalandırma gereğini duymamışlardır.

Hatta eğitsel ve öğütsel telkinlere karşı çıkışı da insanın kendi nefsine zulmetmesi şeklinde yorumlamışlardır. Bunun nedeni tamamen yanılma, gayri iradî bir hareket olsa da. Hatta sağlıkla ilgili tıbbî uyarıları dikkate almayan, sağlığı üzerinde etkili olacak telkinleri yerine getirmeyen kimselerin bu davranışları da insanın kendine zulmetmesi şeklinde değerlendirilmiştir. Bu, bilinçsiz bir zulüm olsa da. Bütün bunlar, analitik açıdan zulüm kavramının anlamsal olarak büyük gelişmeler kaydettiğini göstermektedir.

Kısacası, zulüm -şimdiye kadar yapılan açıklamalardan anlaşılacağı gibi- geniş boyutları olan, geniş bir çerçevede ele alınması gereken bir kavramdır. Ama zulmün her türü iman üzerinde etkili olmaz. Çünkü yanılgı, cehalet veya farkında olmadan meydana gelen ve özü itibariyle günah, isyan ve ilâhî emirlere muhalefet anlamını taşımayan

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 435

zulüm çeşitleri, insanı gerçek mutluluğa ve kurtuluşa ve Allah'ın rızasına eriştirici özelliği bulunan iman üzerinde olumsuz etki bırakmazlar. Dolayısıyla imanın etkisini göstermesi için bunlardan hiçbirinin bulunmaması şartı gerekmez.

O hâlde, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar... işte güven sadece onlarındır." ifadesinde, imanın onun etkisini bozacak günah ve isyandan yana güvenlik sağlaması için zulmün olmaması şartı koşuluyor. Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir ince husus vardır. Tefsirimizin altıncı cildinin sonlarında geniş açıklamalarla değindiğimiz gibi, isteğe bağlı olarak işlenen günahların birtakım dereceleri vardır; bunlar işleyen kişinin anlayışının değişmesi oranında birbirlerinden farklı olurlar. Meselâ bir topluluk açısından isteğe bağlı günah niteliğine sahip olan bir zulüm, bir başka topluluk için söz konusu olduğunda böyle bir niteliğe sahip olmayabilir.

Dolayısıyla şirk ve tevhit yollarının ayrılış noktasında duran, evrenin bir yaratıcısının olduğunu gören, O'nun evrendeki her şeyi yarattığını, ufuklarını var ettiğini, yerini ve göğünü oldukları yerde tuttuğunu düşünen, hem kendisinin, hem de başkalarının O'nun rablığı altında ve O'nun tarafından idare edildiklerine inanan, insanın gerçek hayatının O'na inanmakla ve O'na boyun eğmekle mutlu olabileceğine iman eden bir insan açısından zulüm, Allah'a ortak koşmak, putlar ve yıldızlar gibi O'ndan başka varlıkların rablığına inanmaktır. Nitekim Hz. İbrahim şu sözleriyle buna işaret etmiştir:

"Siz, Allah'ın size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkarım?" Şu hâlde yukarıda profilini çizdiğimiz insan açısından imanın olumlu etkisini göstermesi ve onu mutsuzluktan yana güvencede kılması, onun şirk ve günah nitelikli zulümle imanını bulamaması şartına bağlıdır.

Bu aşamayı geride bırakan, tek ve ortaksız Allah'a iman eden kimse ise, anne ve babaya kötü davranmak, yetim malı yemek, dokunulması haram olan cana kıymak, zina etmek ve içki içmek gibi büyük günahlardan oluşan zulümle karşı karşıyadır. Böyle bir insanın imanının güzel etkilerini göstermesi, onun bu tür zulümlerden uzak dur-

14
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7

436 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

masına bağlıdır. Eğer bu insan sözünü ettiğimiz bu zulümlerden uzak durmayı başarırsa, yüce Allah, ona, işlediği küçük günahları sileceğini vaat etmiştir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Eğer size yasak edilen günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin kötülüklerinizi (küçük günahlarınızı) bağışlarız ve sizi şerefli ve güzel bir yere sokarız." (Nisâ, 31) Böyle bir insanın imanının etkisinin bozulması, bu gibi günahlardan dolayı çektiği azabın neden olduğu mutsuzluk şeklinde kendini gösterir. Gerçi şirkin azabı gibi sonsuz ve kesintisiz olmaz, zamanın dolması veya bir şefaat dolayısıyla sona erebilir.

Takva azığını alıp kendini bu yönde donatan, Rabbinin makamına ilişkin sahih bir bilgi elde eden insan, Rabbine ilişkin bilgisinin derecesine göre belirginleşen bu tür zulüm çeşitlerini işlememekle yükümlüdür. Mekruhları işlemek, müstehapları terk etmek ve mubahlara aşırı derecede dalmak gibi. Bunların da ötesinde üstün ahlâk ve rabbanî huylarla ilgili başka günahlar da vardır. Bunun da ötesinde sevgi yoluna arız olan, yakınlık ortamına musallat olan günahlar, sürçmeler söz konusudur. Bu mertebelerin her birinde imanın insana güven vermesi ve mutsuzluktan uzak tutması, bulunduğu mertebeye denk düşen zulümlerden korunması şartına bağlıdır.

Buna göre, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar..." ifadesi, zulüm kavramı açısından mutlaklık bildirmektedir; ama iman mertebeleri açısından farklı yansımalar gösteren bir mutlaklık... Ayetlerin akışı müşriklerle tartışma nitelikli olduğuna göre, burada olumsuzlanan zulüm, yalnızca şirk nitelikli zulümdür. İmanın sağladığından söz edilen güven de, korkulan ebedî mutsuzluk ve sonsuz azaptan yana güvende olmadır. Bununla beraber ayet, içinde yer aldığı ayetler grubundan bağımsız olarak ele alındığında bağımsız bir anlam da ifade etmektedir. Buna göre, imanın bir sonucu olan güven ve hidayet üzere olma etkinliklerinin ortaya çıkması, imanın kendisini örten, etkilerine engel olan her türlü zulümden sakınılması şartına bağlıdır.

Ayette değinilen iman, mutlaklık ifade etmektedir. Bundan maksat da kendisini yapan veya yıkan niteliklerle kayıtlanabilen rablığa imandır. Ardından, "İmanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar..." kaydı

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 437

düşülünce, yüce Allah'ın rablığına iman ve O'ndan başka, putperestlerin ortak koştukları putların rablığını da reddetme şeklindeki imanın kastedildiği belirginlik kazanıyor. Çünkü bundan önceki ayette anlatıldığı gibi, İbrahim (a.s) onların Allah'a ortak koştukları şeylerin rablığını ileri sürmelerinin, onlara iman etmelerinin, bunların Allah'ın yarattığı varlıklar olduğunu bilmelerine rağmen böyle bir iddiada bulunmalarının Allah tarafından kendilerine gelen bir delile veya bir belgeye, onlara Allah tarafından tanınmış bir yetkiye dayan- madığını söylemektedir.

Bu kapsamda Hz. İbrahim diyor ki: "Sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylere inanmanız sizin için kötü bir akıbeti kaçınılmaz kılmaktadır, bir mutsuzluk girdabına düşmenize neden olmaktadır. Üstelik bunu sizin taptığınız putların gidermesi de mümkün değildir. Çünkü onlar zarar veya yarar verecek güçte değildirler." Buna karşılık o, kendisini yoktan var eden Allah'a iman etmiştir. O hidayet olgusunu da yönlendirmektedir, bu hususta tasarruf yetkisi O'nun tekelindedir. O geniş bilgiye sahip olduğu için her işte iradesi ve dilemesi etkindir. Sonra soydaşlarına şu soruyu yöneltiyor: "Şimdi söyleyin, iki gruptan hangisi daha çok güvende olmayı hak etmektedir ve hangi grup inandığı rabbi itibariyle kazançlıdır? Her iki grup da rabbe inanıyor.

Ama inandıkları rabler farklıdır. Bir grup rablığına kanıt bulunan birine inanıyorken, diğer grup hakkında hiçbir kanıt bulunmayan, tam tersine aksine kanıt bulunan bir rabbe iman etmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki: "İnananlar..." ifadesinden rablığa yönelik mutlak bir iman kastedilmektedir. "İmanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar" ifadesiyle kayıtlanması, yüce Allah'a yönelik gerçek bir imanın kastedildiğini gösterir. Bu husus üzerinde iyice düşünmelisin.

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar ortaya çıkıyor:

Birincisi: Burada işaret edilen iman, rablığa (yönetsel tanrılığa) imandır. Evrenin bir yaratıcısının varlığını inkâr edenler karşısında bir yaratıcının varlığına iman etme kastedilmemiştir.

İkincisi: Ayette geçen zulüm kavramı mutlaktır. İmana zarar veren ve etkinliğini ifsat eden tüm haksızlıkları kapsar. Aynı şekilde güvenden

438 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

maksat da mutlak bir güvendir. Her türlü günah ve isyanın neden olduğu mutsuzluktan yana güvende olmak örneğin. Hidayetten maksat da her türlü sapıklıktan kurtuluş kastedilmiştir; ayette sırf şirk günahına tatbik edilse bile.

Üçüncüsü: Zulmün mutlaklığı, imanın mertebelerinin farklılığı oranında farklılık gösterir.

Bazı müfessirler, ayette geçen zulüm kavramının mutlaklığının ifade ettiği anlamla ilgili olarak şunları söylemişlerdir:

"Ayette geçen güven olgusu, iman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlarla sınırlıdır. Ayetteki genellik mutlak şekilde yorumlandığında ve iman konusunun göz önünde bulundurulmaması esasına dayalı olarak değerlendirildiğinde, şöyle bir anlam elde etmiş oluruz:

İman eden ve dinsel ya da dünyevî açıdan bedensel veya ruhsal amellerinde, gerek kendilerine ve gerekse canlı, cansız, akıllı, akılsız tüm varlıklara yönelik olarak herhangi bir zulmü imanlarına bulaştırmayanlar için, işlenen günahlara ve kötülüklere yönelik olan ahiret azabından yana güvende olmak vardır. Aynı şekilde sebeplerle sonuçlar arasındaki ilişkiyi gözetmemekten kaynaklanan yoksulluk, sakatlık ve hastalık gibi dünyevî azaplarından yana da güvende olurlar.

Ama bu iki bağlamda, hem kendilerine, hem de başkalarına zulmedenler için böyle bir güvence yoktur. Çünkü zalimler için kurtuluş yoktur. Bilâkis her zalim azapla burun burunadır. Ama yüce Allah, rahmetinin genişliği dolayısıyla her zalimin işlediği her türlü zulme azapla karşılık vermez. Bilâkis dünyada işlenen günahların çoğunu affeder. Ahi-rette dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar. Ama şirk günahı affın kapsamına girmez."

Diyor ki: "Ayetin tefsiri bağlamında yapılan bu değerlendirme özü itibariyle doğrudur. Buradan şu sonuç çıkar: Allah'ın uhrevî veya dünyevî, yasal veya evrensel azabının korkusundan yana güvende olmak, kemal ehlinin temayüz ettiği ilâhî heybet ve ululuktan korkmak bir yana, hiçbir mükellef için söz konusu değildir."

Müfessir devamla diyor ki: "Fakat ayeti, mutlak değilmiş gibi ele aldığımızda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: İman eden ve imanlarına büyük bir zulmü, yani Allah'a ortak koşmayı bulaştırmayanlar

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 439

dinin temelleriyle ilgili suçlar için öngörülen azaptan, yani ebedî azap yurduna girmekten yana güvendedirler. Başkaları değil. Büyük zulüm dışındaki günahları açısından ise, korku ve ümit arasında beklemek durumundadırlar."

Sonra şunları söylüyor: "Fakat ayetin zahiri, genellik ifade ettiğini gösterir mahiyettedir. Sahabeden rivayet edilen bir görüş de ayetin bu yönde değerlendirilmesinin gerekliliğini ortaya koyacak mahiyettedir.

Rivayete göre bu ayet nazil olduğunda, içeriği insanlara ağır geldi. Dediler ki: 'Ya Resulallah, hangimiz kendi nefsine zulmetmez ki?' Peygamberimiz (s.a.a) onlara dedi ki: 'Burada sözü edilen zulümden maksat, şirktir.' Ayetin akışından ve işlenen konunun da iman olmasından hareketle böyle bir sonuç çıkarmak mümkündür." Müfessirin görüşleri özetle bundan ibarettir.

Adı geçen müfessirin değerlendirmeleri birkaç açıdan sorunlu gözükmektedir:

Birincisi: Sahabenin görüşünden hareketle ayetin genelliğine ilişkin bir çıkarsamada bulunması, aslında söylediği genel anlamla çelişmektedir.

Çünkü rivayette belirtildiğine göre, sahabe zulüm kavramını günah olarak algılamıştır. Müfessirin vurguladığı ise, bundan daha genel bir anlamdır.

İkincisi: Zulüm kavramının, hatta hiçbir açıdan günah kavramının kapsamına girmeyecek şeyleri kapsayacak ölçüde genel tutulması ve sonra ayetin bu şekilde tefsir edilmesi, ayetin işaret ettiği anlama yabancı gelebilecek bir yorumdur. Çünkü ayet, güven ve hidayet üzere olmanın imanın bir sonucu olduğunu ve bunun da imanın sonuçlarının zulüm tarafından örtülmemesi, ifsat edilmemesi şartına bağlı olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Bu nitelikte olan bir zulüm ise herhangi bir açıdan günah niteliğini taşımalıdır. Bilmeden sağlığa zararlı yiyecekler yemek gibi günah sayılmayan şeylerse, güvende olmak ve hidayete ermek gibi imanın temel işlevlerini ifsat edici etkilere sahip değildirler. Ayetin maksadı, imanı bir an için göz ardı etmek suretiyle bile olsa her türlü zulmün etkisini açıklamak değildir.

Çünkü, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar" ifadesinde asıl konu imandır. Ama bu iman zulümle bulaşmamış olmakla kayıt altına

440 ............................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

alınmıştır. Sonuçları da güvende olma ve hidayet üzere bulunma şeklinde gösterilmiştir. Zulüm ayetin temel konusu olmadığı için zulmün sonuçlarının açıklanması amaçlanmamıştır.

Dolayısıyla ayet, gerçek imanın vazgeçilmez etkinliklerini açıklama amacına yöneliktir. Zulüm ise son derece geniş kapsamlı ve kendine özgü sonuçları ve etkinlikleri bulunan bir kavram olarak bu ayette kesinlikle bu yönüyle ele alınmamıştır. Doğal olarak müfessirin, "Bu ayetin tefsiri bağlamında yapılan bu değerlendirme özü itibariyle doğrudur." şeklindeki açıklaması kesin olarak yanlıştır.

Üçüncüsü: Müfessirin, "Buna göre mutlak anlamda güvende olmak hiçbir mükellef için söz konusu değildir." şeklindeki sözü, açıkça kendisinin ön gördüğü mutlaklık bazında ayetin hiçbir nesnel karşılığının olmadığını vurgulamaktadır. Bunu kabul etmekse, ayetin yararsızlığını onaylamak anlamına gelir. Hiçbir nesnel karşılığı bulunmayan bir sözü bir kanıt çerçevesinde sunmanın ne faydası olabilir ki?

Dördüncüsü: Söz konusu müfessir ayetin anlamı olarak, "Bundan maksat özel zulüm, yani şirktir." çıkarsamasını seçmesi yanlıştır. Çünkü ayet, lafzının genelliği açısından imanın şirkten uzak olmasını, onun yıkıcı etkilerinden korunmasını da ifade ediyor olsa da bu, genel lafzın özel bir olguya uyarlanması şeklinde elde edilen bir çıkarsamadır.

Ama tavır ya da lafızdan, bitişik ya da ayrı hiçbir karine yokken genel bir lafızdan özel bir anlamı kastetmek, kesinlikle belâgat sanatıyla bağdaşmaz. Bu, apaçık bir husustur.

Müfessirin Peygamberimizin (s.a.a), "Burada sözü edilen zulümden maksat, şirktir." şeklindeki sözüne işaret etmesine gelince, buradan Peygamberimizin ayetin lafzî maksadının şirk olduğunu kastettiğine ilişkin bir anlam çıkmaz. Bu sadece bir uyarlamadır. İnşaallah önümüzdeki rivayetler bölümünde bu hadis üzerinde duracağız.

83) İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerimizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz...

Kanıttan söz edilirken uzaklığı bildiren işaret zamirinin ("tikle" kelimesinin) kullanılması kanıtın büyüklüğünü, önemliliğini vurgulamak içindir. Çünkü İbrahim'e gösterilen, kesin bir kanıttı, fıtratın yöntemiyle ör

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 441

tüşüyordu. Öncülleri de dahil bütünü fıtrattan meydana gelmiştir. "Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz." Dereceler -söylendiği gibi- merdivenin basamakları anlamına gelir. Daha sonra bu kavram anlamsal bir genişlemeye uğramıştır. İlim, iman, saygınlık ve makam gibi manevî kemal ve olgunluk mertebeleri için de kullanılır olmuştur. O hâlde, yüce Allah'ın dilediği kimseleri derecelerle yükseltmesi, ona bazı manevî olgunluk mertebelerini, gerçek faziletleri ve ilim ve takva gibi kişinin kazancına bağlı, peygamberlik, resullük ve rızk gibi insanın kazancına bağlı olmayan hayırlara özgü kılması anlamına gelir.

Dereceler, olumlu cümle akışı içinde belirsiz kullanım olduğundan dolayı, belirsizliği ve mutlak olmayışı ifade eder. Ancak kavramın anlamı itibariyle şunu kesin olarak söylemek mümkündür: Konunun özelliği de göz önünde bulundurularak, burada kastedilen ilim ve hidayet dereceleridir. Yüce Allah İbrahim'i hidayetiyle, göklerin ve yerin melekûtunu göstermesiyle, kendisine kesin bilgi ve tartışılmaz kanıt göstermesiyle yükseltmişti. Bütün bunlar ilim kavramının kapsamına girerler. Nitekim yüce Allah ilmin dereceleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11)

Tefsirini sunduğumuz ayet, "Şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir." ifadesiyle son buluyor. Bununla vurgulanmak istenen husus şudur: Bütün bunlar Allah'ın hikmeti ve bilgisi çerçevesinde gerçekleşiyorlar. Nitekim bu kanıttan önce surede Peygamberimizle ilgili olarak sözü edilen kanıtlar da O'nun hikmeti ve bilgisi çerçevesinde sunulmuşlardı. Ayrıca ayetin akışı içinde mütekellim sıygasından gayıp sıygasına geçiş yapılmıştır. Bununla Peygamberimizin gönlünün hoş tutulması ve sözü edilen bilgilerin onun gönlünde yerleşmesi amacı güdülmüştür.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Uyun-u Ahbar'ır-Rıza adlı eserde şöyle deniyor: Bize Naim b. Abdullah b. Temim el-Kureşî (r.a) şunları söyledi: Bana babam anlattı, ona da Hamdan b. Süleyman Nişaburî aktarmış, o da Ali b. Muhammed b. Cehm'den şöyle duymuş: Bir gün Halife Me'mun'un meclisine

442 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

gittim, yanında İmam Rıza (a.s) da bulunuyordu. Me'mun İmam Rıza'ya dedi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu, sen değil misin peygamberler ma-sumdur diyen?" İmam, "Evet." dedi. Bunun üzerine Me'mun Kur'ân-dan ayetler okuyarak anlamlarını sordu. Sorduğu sorular arasında şu da vardı: "Bana yüce Allah'ın İbrahim Peygamber'le ilgili olarak aktardığı şu ayetin ne anlama geldiğini söyler misin? "Derken üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız gördü, 'Budur rabbim!' dedi."

İmam Rıza (a.s) şöyle dedi: "İbrahim, o sırada üç toplulukla karşılaştı. Bunlardan biri Zühre Yıldızı'na tapıyordu, biri Ay'a, biri de Güneş'e tapıyordu. İbrahim Peygamber gizlendiği mağaradan ilk kez çıkarken bunlarla karşılaşmıştı. Üzerine gece çökünce, Zühre Yıldızı'nı gördü ve işin aslını öğrenme dürtüsüyle ve ayrıca da inkâr maksadıyla, 'Budur rabbim!' dedi. Yıldız batınca, 'Ben batanları sevmem.' dedi. Çünkü batma, sonradan olma varlıkların özelliğidir, öncesiz, kadim bir varlığın değil. Bu sefer Ay'ın doğduğunu görünce, aynı öğrenme merakı ve inkâr dürtüsüyle, 'Budur rabbim!' dedi.

Daha sonra Ay da batınca, 'Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum.' dedi. Sabah olunca Güneş'i doğarken gördü. Bu sefer de öğrenme ve inkâr merakıyla, 'Budur rabbim! Bu, Zühre Yıldızı'ndan da, Ay'dan da daha büyüktür.' Onaylama ve haber verme maksadıyla söylemiş değildir bu sözü. Daha sonra güneş de batınca Zühre Yıldızı'na, Ay'a ve Güneş'e tapan üç gruba birden şöyle dedi: Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanif olarak yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan değilim."

"İbrahim Peygamber bu sözleriyle onların dinlerinin yanlışlığını göstermeyi amaçlıyordu. Zühre Yıldızı, Ay ve Güneş gibi varlıklarınkine benzer niteliklere sahip şeylere ibadet edilmeyeceğini, ancak onların ve göklerin ve yerin yaratıcısına ibadet edilebileceğini göstermek istiyordu. Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, soydaşlarına karşı kullandığı kanıtlar yüce Allah'ın kendisine ilham ettiği bilgilerden kaynaklanıyordu: Bunlar kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi." Bunun üzerine Halife Me'mun şöyle dedi: "Allah işlerini hayırlı kılsın ey Resulullah'ın oğlu." [c.1, s.195, h: 1]

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 443

Ben derim ki: Rivayetin içeriğinin, ayetlerin akışından çıkardığımız bazı sonuçları destekler mahiyette olduğu açıktır. Yine ayetlerden algıladığımız diğer bazı sonuçları destekleyen başka rivayetlere de yer vereceğiz. Fakat rivayette yer alan, İbrahim'in, "Budur rab-bim!" sözünün öğrenme ve inkâr amacıyla söylendiğine, haber verme ve onaylama amaçlı olmadığına ilişkin değerlendirmeye gelince, bu da yukarıda değindiğimiz gibi ayetlerin tefsirine ilişkin değerlendirmelerden biridir. İmam (a.s) bunu Me'mun'un karşı tezini çürütmek maksadıyla dile getirmiştir. İleride değineceğimiz gibi, şayet ortada başka değerlendirmeler varsa, bu değerlendirme onların doğruluğunu olumsuzlamaz.

Aynı şekilde rivayette yer alan, "Batma, sonradan olma varlıkların özelliğidir..." şeklindeki ifadeye gelince, bu, bazılarının söylediği gibi ifadenin kanıtın batma özelliğine sahip sonradan olma varlık esasına dayandığını anlatmaya çalıştığını ortaya koymaz. Çünkü kanıtın sevginin yokluğundan edinilmesi de caizdir. Sevginin yokluğu da, batmanın sevgiyle bağlanılmaması gereken sonradan olma varlıkların özelliği olmasından kaynaklanıyor. Bu husus üzerinde iyice düşünmek gerekir.

Kemal'ud-Din adlı eserde, müellif diyor ki: Babam ve İbn-i Velid birlikte Sa'd'dan, o da İbn-i Bureyd'den, o da İbn-i Ebi Umeyr'den, o da Hişam b. Salim'den, o da Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İbrahim'in babası Nemrud b. Kenan'ın müneccimiydi.

Nemrud onun görüşüne başvurmadan herhangi bir hüküm vermezdi. İbrahim'in babası bir gece yıldızları gözlemledi, sabah olunca Nemrud'a şöyle dedi: 'Bu gece acayip bir şey gözlemledim.' Nem-rud ona dedi ki: 'Ne gördün?' Dedi ki: 'Dünyamıza bir çocuğun doğacağını ve bizim helâkimizin onun elinden olacağını gördüm. Onun ana rahmine düşmesi yakındır.' Nemrud bu sözler üzerine hayrete düştü ve dedi: 'Şu anda ana rahmine düşmüş müdür?' 'Hayır.' dedi. Ona verilen bilgiler arasında onun ateşte yakılacağı da vardı; ancak ona Allah'ın onu kurtaracağı bilgisi verilmemişti."

"Bunun üzerine erkeklerin kadınlara yaklaşmalarına izin verilmedi. Erkekler onlara ulaşmasın diye bütün kadınlar ayrı bir şehre götürül-

444 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

dü. Bu sırada İbrahim'in babası karısıyla birleşti ve karısı hamile kaldı. Adam karısının hamile kaldığı endişesine kapıldı. Bu yüzden ebeleri çağırdı. Ki İbrahim'in anasının karnını muayene etsinler, gebe olup olmadığını anlasınlar. Ebeler kadını muayene ettiler, fakat yüce Allah cenini rahmin sırt tarafına doğru yönelterek tespit edilmesini önledi. Ebeler: 'Rahimde gebelik belirtilerine rastlamadık.' dediler." "İbrahim'in annesi çocuğunu doğurunca babası, onu Nemrud'a götürmek istedi. Annesi dedi ki: 'Oğlunu öldürmesi için Nemrud'a götürme.

Bırak onu götüreyim, bir mağaraya yerleştireyim. Orada eceliyle ölsün. Sen de evlât katili olmaktan kurtulursun.' Adam da karısına, 'Al, götür.' dedi. Kadın oğlunu alıp mağaraya götürdü, emzirdi, ardından mağaranın ağzına bir kaya yerleştirdi. Sonra oradan ayrılıp geldi. Allah rızkını baş parmağından gönderdi. İbrahim baş parmağını ağzına koyduğunda ondan süt içerdi. İbrahim bir günde yaşıtlarının bir haftada geliştikleri kadar gelişme gösteriyordu. Onun bir haftadaki gelişmesini ise, başka çocuklar ancak bir ayda gösterirlerdi. Bir aylık gelişmesi de diğer çocukların bir yıllık gelişmesine denkti. Orada Allah'ın dilediği kadar kaldı."

"Derken bir gün İbrahim'in annesi babasına dedi ki: 'Bana izin ver, gidip çocuğu göreyim.' Adam, gidebileceğini söyledi. Kadın mağaraya geldiğinde İbrahim'in gözlerinin iki çıra gibi parladığını gördü. Çocuğu aldı, bağrına bastı, emzirdi. Sonra geri döndü. Babası, ne yaptığını sorduğunda, 'Onu gömdüm.' dedi."

"Kadın bir süre böyle bekledikten sonra, her gün bir bahaneyle evden çıkmaya başladı. Bu sırada mağaraya gidiyor, çocuğu emziriyor, temel ihtiyaçlarını gideriyordu. Sonra evine geri dönüyordu. İbrahim yürümeye başlayınca, annesi her zamanki gibi yanına geldi ve her zamanki gibi bakımını yaptı. Annesi eve geri dönmek isteyince, İbrahim elbisesinden tuttu. Kadın, 'Niye böyle yapıyorsun?' diye sordu. İbrahim, 'Beni de beraberinde götür.' dedi. Kadın dedi ki: 'Babandan izin almadan seni götüremem.' dedi. Böylece İbrahim bir süre daha tek başına mağarada kaldı, kendini insanlardan gizledi. Nihayet bir gün ortaya çıktı ve Allah'ın emrini açık bir şekilde dile getirdi. Allah onun şahsında kudretini insanlara gösterdi." [c.1, s.198, h: 7]

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 445

Ben derim ki: Kısas'ul-Enbiyâ adlı eserde Şeyh Saduk'tan, o da babasından ve İbn-i Velid'den rivayet etmiş ve rivayet zincirini Ebu Basir'e kadar uzatarak İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini aktarmıştır: "İbrahim'in amcası Azer Nemrud'un müneccimiydi. Nemrud onun görüşünü öğrenmeden herhangi bir hüküm vermezdi. Bir gün dedi ki:

'Bu gece acayip bir olay gözlemledim.' Nemrud, 'Ne gördün?' diye sordu. Dedi ki: 'Dünyamıza bir çocuk gelecek ve bizim helâkimiz o çocuğun elinden olacaktır.' Bunun üzerine erkeklerin kadınlarla birleşmeleri yasaklandı. O sırada İbrahim'in babası Tarekh karısıyla ilişkiye girdi ve kadın hamile kaldı." ... -Hadis bu şekilde devam eder.- Bihar'ul-Envar adlı eserin müellifini, iki hadisin senetlerinin ve İbrahim'in babası dışında içeriklerinin aynı olması şu şekilde yoruma götürmüştür: "Öyle anlaşılıyor ki, Ravendi'nin rivayet ettiği de bu haberin aynısıdır. Sadece İmamiye Mezhebi'nin temelleriyle bağdaşsın diye değiştirmiştir." Daha sonra putperest Azer'in İbrahim'in öz babası olduğunu ifade eden rivayetleri takiyye gereği aktarılmış rivayetler şeklinde izah etmiştir. [c.12, s.42 ve 48]

Bundan önceki rivayetin içeriğiyle örtüşen benzeri bir rivayeti Kum-mî ve Ayyâşî kendi tefsirlerinde aktarmışlardır. Ehlisünnet kanallarında da Mücahid'den rivayet edilmiştir. Taberî Tarihi'nde, Sa'le-bî Kısas'ul- Enbiyâ'da selefin ve ilim ehlinin genelinden rivayet etmişlerdir. Her halükârda söylenmesi gereken şudur: Hadis ve rivayet âlimleri İbrahim'in (a.s) başlangıçta Nemrud'un kendisini öldürmesinden korkulduğu için bir mağarada gizlendiği hususunda görüş birliği içindedirler.

Bir süre sonra ortaya çıkmış, babası ve soydaşlarıyla putlar, yıldızlar, Ay ve Güneş hakkında tartışmıştır. Rablık iddiasında bulunan kralla tartışmaya girmiştir. Daha önce kıssayı aktaran ayetlerin akışının bu anlamı destekler mahiyette olduğunu belirtmiştik. İbrahim'in babasının adına gelince: Tarih bilginleri onun adının Târeh veya Târekh olduğunu söylerler. Azer ya onun lakabıdır, ya da bir putun adıdır veya onların dillerinde övgü ve yergi anlamını ifade eden bir niteliktir. Çünkü onların diline göre pazulu veya topal anlamına geliyordu. İbrahim onu bu şekilde nitelemiş olabilir.

Tarihçiler Kur'ân'ın İbrahim'in babası olduğunu ve İbrahim'in kendi-

446 ....................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

siyle tartıştığını söyledikleri bu adamın adının Târekh olduğunu ve İbrahim'in öz babası olduğunu söylemektedirler. Ehlisünnet'ten bazı hadis ve kelâm âlimleri de bu görüşe katılmışlardır; ancak Ehlisünnet'ten diğer bir grup buna karşı çıkmıştır. Şiîlerin neredeyse tamamı bu karşı görüştedir; ancak Şiî bazı hadisçiler de aksi yöndeki rivayetlere eserlerinde yer vermişlerdir. Müşrik Azer'in İbrahim'in öz babası olma-dığını, amcası veya annesinin babası olduğunu söyleyenler Sünnî ve Şiî kaynaklarda yer alan şu rivayetleri esas almışlardır: "Peygamber efendimizin (s.a.a) bütün ataları muvahhittiler. Onların arasında bir tek müşrik yoktu." İki grup arasında bu çerçevede uzun tartışmalar olmuştur. Ben derim ki: Bu tarz bir araştırma, ne şekilde olursa olsun, tefsir amaçlı bir araştırmanın konusu değildir. Ancak her iki grup da bu konuda araştırma yapmak ve gerçeği ortaya çıkarmak durumundadırlar.

Fakat bizim buna ihtiyacımız yoktur, böyle bir şeye gerek de duymuyoruz. Biz daha önce, En'âm Suresi'nin bu ayetlerinde sözü edilen müşrik Azer'in İbrahim'in öz babası olmadığının ayetlerce ortaya konduğunu belirtmiştik.

O hâlde, Azer'in İbrahim'in öz babası olduğunu söyleyen rivayetler, birbirleriyle çelişmeleri bir yana, Kur'ân'a ters düştükleri için üzerinde durmaya değmez. Böyle olunca da bu kadar farklı görüşlere rağ-men takiyyeye yorumlanabilse bile, bu tür rivayetlerin varlığını takiy-ye şeklinde yorumlamanın anlamı da yoktur.

Tefsir'ul-Kummî'de, "Böylece İbrahim'e... gösteriyorduk." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: Bana babam anlattı, ona da İsmail b. Merrar anlatmış, o da Yunus b. Abdurrahman'dan duymuş, o da Hişam'dan aktarmış, o da İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini aktarmış: "Yerin ve üzerindeki varlıkların, göğün ve üzerindeki varlıkların, göğü taşıyan meleklerin, arşın ve onun üzerinde olanın üzerindeki perdeler İbrahim için kaldırıldı. Aynı perde Resulullah (s.a.a) ve Emir'ül-Mümi-nin (a.s) için de kaldırıldı." [c.1, s.205]

Ben derim ki: Aynı hadis Besair'ud-Derecat adlı eserde iki kanaldan Abdullah b. Müskan ve Ebu Basir aracılığıyla İmam Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir. Ayrıca bir kanaldan da Abdurrahim aracılığıyla

En'âm Sûresi / 74-83 ..................................................................... 447

İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir.1 Tefsir'ul-Ayyâşî'de Zürare ve Ebu Basir aracılığıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) ve yine Zürare ve Abdurrahim el-Kasîr kanalıyla İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir.

2 ed-Dürr'ül-Mensûr'da da, selef müfessirlerinden olan İbn-i Abbas, Mücahid ve Süddî'den rivayet edilmiştir.3 İleride arştan söz ederken el-Kâfi'de yer alan ve Hz. Ali'den (a.s) rivayet edilen hadis bağlamında arş kavramını açıklayacağız. Ali (a.s) diyor ki: "Arşı ve çevresindekileri taşıyanlar, Allah'ın ilmini bahşettiği âlimlerdir. Bu, Allah'ın asfi-yasına (peygamberlere vasi kıldığı imamlara) gösterdiği melekûttur. Dostu İbrahim'e de göstermişti. 'Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu (Allah'ın onlar üzerindeki mutlak egemenlik ve saltanatını) gösteriyorduk ki (müşriklerle tartışırken kanıt gösterebilsin) ve kesin inananlardan olsun.' ..." [c.1, s.129-130, h: 1]

Bu hadiste melekûtun gösterilmesinin anlamıyla ilgili olarak elimize ulaşan birçok rivayetin açıklaması söz konusudur. Ayrıca konuyla ilgili olarak yaptığımız açıklamaların da desteklendiği gözlenmektedir. İnşaallah A'râf Suresi'ni tefsir ederken, bu hadisi daha etraflıca ele alacağız.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah ona göklerin ve yerin melekûtunu gösterirken birden dikkatini çekti, zina eden bir adam gördü; ona beddua etti ve adam öldü. Yine bir başkasını gördü; ona da beddua etti, o da öldü. Derken üç kişi daha gördü, onlara da beddua etti, onlar da öldüler.

Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyetti: Ey İbrahim senin duan kabul olur. Benim kullarım için beddua etme. Çünkü ben dileseydim, onları yaratmazdım. Ben kullarımı üç grup hâlinde yarattım. Bir grup bana ibadet eder, bana hiçbir şeyi ortak koşmaz. Bir grup benden başkasına ibadet eder; fakat bana hesap vermekten kurtulamazlar. Bir diğer grup da benden başkasına ibadet eder, onların soyundan bana ibadet edenleri çıkarırım." [c.1, s.364, h: 37]



1- [Basair'ud-Derecat, s. 106, h: 1, 2 ve 5]

2- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.363, h: 33, 34 ve 35]

3- [ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.23-24]

448 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ben derim ki: Bu rivayet müstafizdir (birçok kanaldan rivayet edilmiştir).

el-Kâfi'de müsnet olarak Ebu Basir'den, o da İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.1 Şeyh Saduk İlel'uş-Şerayi adlı eserde İmam Cafer Sadık'tan (a.s),2 Tabersî el-İhticac adlı eserde, İmam Hasan Askerî'den (a.s) rivayet etmiştir.3 Aynı rivayet ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde İbn-i Mürdeveyh kanalıyla Hz. Ali'den (a.s), o da Resulullah'-tan (s.a.a) aktarmıştır. Yine Ebu'ş-Şeyh'ten ve İbn-i Mürdeveyh'den aktarmıştır.

Beyhakî eş-Şuab adlı eserde Şehr b. Havşeb'den, o da Muaz b. Cebel'den, o da Resulullah'tan (s.a.a) mevkuf olarak birçok müfessirden rivayet etmiştir.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim'den, o da İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan birinden, İbrahim'in yıldızı görmesiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "O, Rabbini arıyordu; bu sözleriyle küfre varmamıştı. Dolayısıyla insanlar içinde aynı yöntemle düşünenler, onun gibidirler." [c.1, s.364, h: 38]

Tefsir'ul-Kummî'de şöyle deniyor: İmam Sadık'tan (a.s), Hz. İbrahim- 'in, "Budur rabbim!" sözü hakkında bir soru soruldu, "İbrahim, bu sözü söylemekle şirke düştü mü, düşmedi mi?" diye. Buyurdu ki: "Bugün kim, böyle bir şey söylerse, o müşriktir; ama İbrahim açısından bu söz şirk sayılmaz. O, Rabbini arıyordu; başkası içinse şirk anlamına gelir."

Ben derim ki: Rabbini arayan kimsenin karşıtı, kendisine tam açıklama ulaşan ve açık kanıt önüne konan kimsedir. Böyle biri için araştıran denmez. Dolayısıyla araştıran birinin dışındaki bir kimsenin şirk ifade eden bir sözü bir varsayım olarak söylemesi doğru değildir.

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hicr'den şöyle rivayet edilir: Ala b. Seyyabe İmam Cafer Sadık'a (a.s) birini göndererek, İbrahim Peygamber'in, "Budur rabbim!" sözünün anlamını sordu ve "Bugün kim böyle bir şey söylerse, bize göre o müşriktir." dedi. İmam buyurdu ki: "Bu, İbrahim açı-

1- [el-Kâfi, c.8, s.305, h: 473]

2- [İlel'uş-Şerayi, c.2, s.585, h: 31]

3- [el-İhticac, c.1, s.36]

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 449

sından şirk sayılmaz. O, Rabbini arıyordu. Bu söz başkasından şirk sayılır." [c.1, s.365, h: 41]

Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Hamran'dan şöyle rivayet edilir: Allah'ın İbrahim'in dilinden aktardığı, "Budur rabbim!" sözünün anlamını sordum. İmam buyurdu ki: "Ona herhangi bir bilgi ulaşmamıştı. O, söylediğinden başka bir şeyi kastediyordu." [c.1, s.365, h: 42]

Ben derim ki: Burada anladığımız kadarıyla anlatılmak istenen şudur: İbrahim'in, "Budur rabbim!" sözü, kendi kavramsal anlamının ötesine geçmemiştir. Bundan öte ondan aktarılan bir anlamı da yoktur.

Yani, o bu sözü bir varsayım olarak söylemiştir. Ya da iddia sahibinin sözünü bir ön kabul olarak alıp sonra da yanlış şeyleri gerektirdiğinden yanlış olduğunu ortaya koymak için ifade etmiştir. Nitekim biz, daha önce bunun üzerinde durduk.

ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar..." ayetiyle ilgili olarak deniliyor ki: Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem ve Darekutnî "el-Efrad" adlı eserde, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh, Abdullah b. Mesud'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "İnananlar ve imanlarına bir haksızlık bulamayanlar..." ayeti nazil olunca, bu durum insanlara ağır geldi. Gidip Resulullah'a dediler ki: "Ya Resulullah, hangimiz nefsine zulmetmez ki?" Resulullah buyurdu ki: "Burada sizin sandığınız durum kastedilmiyor. Salih bir kulun şu sözünü duymadınız mı: 'Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür.' Burada da şirk kastedilmiştir." [c.3, s.26- 27]

Ben derim ki: Hadiste sözü edilen salih kuldan maksat, Lokmandır. Nitekim bu söz, Lokmân Suresi'nde onun dilinden aktarılmıştır. Bu açıdan hadis, En'âm Suresi'nin Lokman Suresi'nden sonra indiğini göstermektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen zulümden maksadın şirk olması şeklindeki çıkarsama, konunun akışına uygun bir uyarlamadır. Çünkü şirk, bağışlanması kesinlikle mümkün olmayan bir günahtır. Onun dışında kalan günah ne olursa olsun bağışlanabilir. Söylediğimizin kanıtı ileride yer vereceğimiz rivayetlerdir.

Yine aynı eserde Ahmed, Taberanî, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve

450 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Beyhakî "Şuab'ul-İman" adlı eserde Cerir b. Abdullah'tan şöyle rivayet eder: "Bir gün Resulullah'la (s.a.a) birlikte Medine'den çıktık. Kentten iyice uzaklaşmışken uzaktan bir kişinin bineğini bize doğru koşturduğunu gördük. Derken bize yetişti ve selâm verdi. Resulullah ona dedi ki: 'Nereden geliyorsun?' 'Eşimin, çocuğumun ve aşiretimin yanından geliyorum, Resulullah'ı görmek istiyorum.' dedi. Resulullah dedi ki: 'Şu anda onun yanındasın.' Bunun üzerine adam, 'Bana imanın ne olduğunu öğret.' dedi. Resulullah şöyle buyurdu: 'Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahitlik etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, ramazan ayında oruç tutman ve Allah'ın evine hac ziyaretinde bulunmandır.' Adam dedi ki: Kabul ediyorum."

"Bu sırada devesinin ön ayaklarından biri köstebek yuvasına girdi ve tökezledi. Adam devenin sırtından tepe üstü yere çakıldı ve oracıkta öldü. Resulullah dedi ki: 'Bu adam, az amel edip çok sevap kazananlardandır. Bu adam yüce Allah'ın hakkında şöyle buyurduğu kimselerden sayılır: 'İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.' Ben hurilerin onun ağzına cennet meyvelerini koyduklarını gördüm. O zaman anladım ki, adam ölürken açtı." [c.3, s.27]

Ben derim ki: Müellif bu hadisi Hakîm Tirmizî'den, İbn-i Ebi Hatem ve İbn-i Abbas'tan benzer ifadelerle rivayet etmiştir. Ayyâşî de kendi tefsirinde bu hadisi Cabir Cu'fi'den, o da kendisine rivayet eden kimseler aracılığıyla Resulullah'tan (s.a.a) aktarmıştır. [c.1, s.366, h: 45] Aynı eserde Abd b. Humeyd İbrahim Teymî'den şöyle rivayet eder:

"Adamın biri bu ayetin anlamını Resulullah'tan sordu; fakat Resulullah bir şey söylemedi. Derken bir adam geldi ve Müslüman oldu. Çok geçmeden savaştı ve şehit düştü. Bunun üzerine Resulullah, 'İşte bu adam, inanan ve imanına bir zulüm bulaştırmayan kimselerdendir.' dedi." [c.3, s.27]

Aynı eserde Faryabî, Abd b. Humeyd, İbn-i Ebi Hatem, Ebu'ş-Şeyh, sahih olduğunu belirterek Hâkim ve İbn-i Mürdeveyh Ali b. Ebu Talib'ten, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar" ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bu ayet özel olarak Hz. İbrahim ve ashabı hakkında inmiştir, bu ümmetle ilgili değildir." [c.3, s.27]

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 451

Ben derim ki: Bu rivayetin zahiri, kitap ve sünnetten çıkarılan küllî ilkelerle bağdaşmamaktadır. Çünkü ayet, ayrıntı nitelikli yasal hükümler gibi ümmetler içinde sadece bir ümmete özgü kılınacak özel bir hüküm içermemektedir. Çünkü ayrıntı nitelikli yasal hükümler sadece belli bir döneme özgü kılınabilirler. Fakat mertebelerine göre etkileri bulunan iman ve yine mertebelerine göre iman üzerinde olumsuz etkileri bulunan zulüm ise, insan fıtratına yerleştirilen olgulardır; zamanın ve toplumların değişmesiyle değişmezler.

Bazı müfessirler bu hadisi yorumlarken şunları söylemişlerdir: "Büyük bir ihtimalle Hz. Ali'nin maksadı, yüce Allah'ın özel olarak İbrahim'i ve soydaşlarından muvahhid olanları mutlak olarak ahiret azabından yana güvende kıldığına işaret etmekti. Sadece azapta ebediyen kalmaktan yana güvende kılmak değil. Şayet sahihse, bunun nedeni şudur: Yüce Allah İbrahim Peygamber'in kavmini tevhit inancı dışında herhangi bir şeyle mükellef kılmamıştır. Bu hususta ülkelerinde bireysel ve adâb-ı muaşeret vb. şeylere ilişkin hususlarla ilgili zor uygulamalarla yetinmiştir. Ülkelerinde geçerli olan uygulamalar bunları eğitme açısından yeterli idi."

"Araştırmacılar İbrahim Peygamber zamanında yaşayan, onun ülkesine gelişini kutsayan ve ondan onda birlik vergi alan salih kral Hamurabî yasalarını ortaya çıkarmış bulunuyorlar. -Nitekim Tevrat'ın Tekvin Sifri'nde de böyle söylenmektedir- Bu yasaların büyük oranda Tevrat'taki hükümlerle aynı olduğu görülmektedir. Yüce Allah'ın İbrahim'in diliyle haccı farz kılması ise, İsmail'in soyundan gelen çocukları için geçerlidir; soydaşları olar Keldanîler için değil. Bu ümmete gelince, bu ümmetin muvahhitleri, işledikleri günahların oranında azaba çarptırılacaklardır. Çünkü onlar eksiksiz bir şeriatla muhataptırlar, onu egemen kılmak hususunda hesaba çekileceklerdir." (Müfessirin sözleri sona erdi.)

Adı geçen müfessirin sözlerinde zorlama olduğu son derece belirgindir. Daha önce de söylediğimiz gibi Hamurabî Milât'tan önce bin yedi yüz yıllarında yaşamıştır. Hz. İbrahim ise müfessirin de belirttiği gibi Milât'tan önce yaklaşık olarak iki bin yıllarında yaşamıştır. Gerçi Hamurabî kendi dini açısından yapıcı bir insandı, halkına ada-

452 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

letle hükmediyordu, kendi koyduğu kanunlara bağlı kalıyordu ve onların krallığının sınırları içinde en güzel şekilde uygulanmasına çalışıyordu.

Ayrıca belirtildiği üzere koyduğu kanunlar sistematik bir düzen hâlinde belirlenen ilk yasalardı. Fakat bütün bunların yanında o bir putperestti. Babil harabelerinde ortaya çıkarılan yazıtlarda görüldüğü gibi, kanunlarını yazdıktan sonra putperestlerin ilâhlarından yardım istemiştir. Yasaların sonunda isimlerini zikrettiği, kendisine büyük bir egemenlik verdikleri, adaleti ve yasaları egemen kılmasına yardımcı oldukları için teşekkür ettiği, yasaların korunması, tahrif edilmesi ve ortadan kaldırılması konusunda kendilerinden yardım istediği tanrıların isimleri şöyledir: Mirudah=tanrıça tanrısı. Ey=yasa ve adalet tanrısı. Zemama ve İştar=savaş tanrısı. Şamaş=gök ve yer yargıcı-tanrısı.

Sin= göklerin tanrısı. Hadad=bereket tanrısı. Nirğal=zafer tanrısı. Bel=kader tanrısı. Tanrıça Biltis ve Tanrıça Nino. Tanrı Sacîla vb. Adı geçen müfessirin, "Yüce Allah, İbrahim Peygamber'in soydaşlarını tevhit inancı dışında herhangi bir şeyle yükümlü kılmamıştır. Bu hususta ülkelerinde... zor uygulamalarla yetinmiştir." şeklindeki sözüne gelince; Kur'ân bunu yalanlamaktadır. Kur'ân İbrahim'in dilinden bize namazdan söz ediyor. İbrahim suresindeki duada bunu görmek mümkündür. Kur'ân'da belirtildiğine göre, yüce Allah ona hayırlı işleri yapmayı, zekât vermeyi vahyetmiştir. Enbiyâ Suresi'nde buna ilişkin açık ifadeler vardır. Yine Hac Suresi'nde belirtildiğine göre, İbrahim Peygamber hac yükümlülüğünü koymuş, bazı dört ayaklı hayvanların etlerini mubah kılmıştır. Mümtehine Suresi'nde belirtildiğine göre, müşriklerden her türlü ilişkiyi kesmek de onun şeriatının bir hükmüydü. En'âm Suresi'nde ve başka surelerde işaret edildiği gibi o, insan fıtratının kabul etmediği her türlü zulmü yasaklamıştı.

Hac Suresi'nde işaret edildiği gibi temizlik de onun şeriatının bir hükmüydü. Hadislerde işaret edildiğine göre, Hz. İbrahim hanifliği yasalaştırmıştır ve bu yasanın on ilkesi bulunuyordu: Beş tanesi başla, beş tanesi de bedenle ilgiliydi. Sünnet olmak bu ilkelerden biriydi. Hûd ve Meryem surelerinde işaret edildiği gibi, Hz. İbrahim selâmlaşma geleneğini de uyguluyordu.

Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Babanız İbrahim'in di

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 453

ni." (Hac, 78) "Hayır, biz İbrahim'in hanif dinine uyarız." (Bakara, 135) Bu ayetlerde İslâm dini, temel ve ayrıntı nitelikli ilkeleriyle İbrahim'in (a.s) dini olarak nitelendirilmiştir. Bu ayetler İslâm dininin bugünkü şekliyle ve ayrıntılı hükümleriyle İbrahim Peygamber'in zamanında yasalaştırıldığı anlamına gelmezler kuşkusuz. Hatta durum tam tersinedir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı." (Şura, 13)

Fakat yukarıda örnek verdiğimiz ayetler, İslâm'ın içerdiği şer'î yasaların insan fıtratının öngördüğü temel prensiplere dayandığını, İslâm'ın emirlerinin fıtratça onaylandığını, yasakladığı şeylerin de fıtratın hoşlanmadığı şeyler olduğunu göstermektedir. Yüce Allah tefsirini sunduğumuz bu surenin sonunda, şirkin aleyhine bazı kanıtlara ve bazı bütünsel emir ve yasaklara yer verdikten sonra Peygamberi'ne hitaben şöyle buyurmaktadır: "De ki: Rabbim beni dosdoğru bir yola iletti; insanların hayrına olan her şeyi bünyesinde barındıran bir dine, Allah- 'ı birleyen (hanif) İbrahim,'in dinine. O, (Allah'a) ortak koşanlardan değildi." (En'âm, 161)

Eğer müfessirin dediği gibi, yüce Allah İbrahim için bir şeriat indirmemiş olsaydı, yalnızca yürürlükteki yasalarla, yani Hamurabî kanunlarıyla yetinmiş olsaydı, adı geçen Hamurabî yasaları Allah tarafından onaylanmış, doğrulanmış olacaktı. Bu yasalar İbrahim'in dininin, dolayısıyla Kur'ân'da hükme bağlanan İslâm dininin şeriatının bir parçası olacaktı. Çünkü İslâm dini, İbrahim'in hanif dininin kendisidir. Dolayısıyla Hamurabî yasaları ilâhî şeriatlardan ve semavî kitaplardan biri olarak değerlendirilecekti.

Hakkında hiçbir kuşku bulunmayan gerçek şudur ki: İlâhî vahiy, bundan önceki peygamberlere ve onların ümmetlerine dünya ve ahiret hayatına ilişkin örneğin ibadet türleri gibi temel prensipleri öğretmiştir. Hayırlara ve şerlere ilişkin evrensel yasalar koymuştur. Normal bir akla sahip insan, bunlar aracılığıyla iyiliklerin yanında olmayı, zulümden, aşırılıktan ve müstekbirlere destek olmaktan kaçınmayı vb. şeyleri öğrenir. Sonra bu doğrultuda içinde yer aldıkları toplumda bu donanımlarıyla belirginleşmeleri ümmetleri hayra, iyiliğe, yapıcılığa da-

454 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

vet etmeye, çirkin hayâsızlıktan ve bozgunculuk çıkarmaktan sakındırmaya emredilmişlerdir. Bu bağlamda içinde yer aldıkları toplumların baskıcı, zorba tağutların ya da özgürlükçü adil yöneticilerin egemenliği altında olması arasında herhangi bir fark yoktur.

İslâm'dan önce, ilâhî şeriatlar içerisinde sadece Tevrat'ın içerdiği şeriat detaylı bir sisteme sahiptir. Tevrat'ın içerdiği şeriat bazı yönleriyle Hamurabî yasalarına benzemektedir. Ne var ki yüce Allah'ın Musa'ya (a.s) indirdiği Tevrat daha önce İsrailoğulları arasında korunuyorken, Buhtunnasr istilası sırasında kaybolmuştur. Buhtunnasr İsrailoğulları'nın birliklerini dağıtmış, heykellerini yıkmış, çil yavrusu gibi dünyanın dört bir yanına dağıtmıştı. Babil'e tutsaklar olarak götürmüş, oraya yerleştirmişti. Bu durum Kuruş'un Babil'i fethedip Yahudileri serbest bırakmasına kadar devam etti. Bundan sonra onların Kudüs'e dönmelerine izin verdi. Nüshaları kaybolan ve içindeki bilgilerle birlikte metinleri unutulan Tevrat'ın Kahin Azrâ tarafından yeniden yazılmasına müsaade etti. Bu sırada Keldanîler tarafından Babil'de uygulanan yasalara da alışmışlardı.

Bu gerçek ortadayken, yüce Allah'ın Musa'ya indirdiği şeriatın kapsamı içinde Hamurabî yasalarının bazı ilkelerini onayladığı nasıl söylenebilir. Kur'ân bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın sadece bir kısmını tasdik etmektedir. Öte yandan semavî bir kaynağa dayanmayan yasa sistemlerinin de bazı yapıcı ilkeler içirmesine, bazı hak hükümleri kapsamasına hiçbir engel yoktur.

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "İnananlar ve imanlarına bir haksızlık bulamayanlar." ayetiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder: "Burada kastedilen, şirktir." [c.2, s.293, h: 4]

Aynı eserde başka bir kanaldan Ebu Basir'den İmam'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Yani imanlarını şüpheyle bulamayanlar." [c.2, s.399, h: 4] Ayyâşî de bu hadisi, Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. [c.1, s.366, h: 47]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: İmama, "İnananlar ve imanların bir haksızlıkla bu

15
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 455

lamayanlar" ayetini sordum. Buyurdu ki: "Ey Ebu Basir, imanlarını zulümle bulayanlardan olmaktan Allah'a sığınırız." Sonra şöyle dedi: "Bunlar Haricîler ve arkadaşlarıdır." [c.1, s.366, h: 48] Aynı eserde Yakub b. Şuayb'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "İmanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar" ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Burada kastedilen sapıklık ve daha yukarısı olan günahlardır." [c.1, s.366, h: 50]

Ben derim ki: Bu rivayette işaret edilen sapıklıktan maksat şirktir. Çünkü şirk kendisinden daha ağır olan bütün zulümlerin ve günahların temelini oluşturur. Ya da buradaki sapıklıktan maksat, daha aşağı günah ve zulümlerdir. Bundan yukarısı ile de şirk kastedilmiştir. Çünkü şirk sapıklığın daha şiddetli bir mertebesidir. Zaten her günah bir sapıklıktır.

Görüldüğü gibi rivayetlerde, ayette geçen zulüm kavramı çeşitli yöntemlerle açıklanmaktadır. Bazen şirk, bazen şüphe, bazen Haricîlerin üzerlerinde olduğu durumu ve anlayışı şeklinde açıklanmaktadır. Bazı rivayetlerde, Ehlibeyt'in düşmanlarını veli edinmenin de bu ayette işaret edilen zulmün kapsamına girdiği belirtiliyor. Bütün bunlar daha önce ayette geçen zulüm kavramı mutlaktır şeklindeki değerlendirmemizin doğruluğunun kanıtlarıdır. Dolayısıyla ifade mutlaklığı açısından zihinlere kapasiteleri oranında hitap etmektedir.

İBRAHİM PEYGAMBER'İN (A.S) KISSASI VE KİŞİLİĞİ

Bu Konu Kur'ânî, Bilimsel, Tarihsel ve… Veriler Işığında Ele Alınmaktadır:

1- Kur'ân'da İbrahim Peygamber'in (a.s) Kıssası İbrahim (a.s) çocukluğundan ergenlik çağının ilk dönemlerine kadar soydaşlarının toplumundan ayrı yaşıyordu.

Sonra ortaya çıkarak babasının yanında yaşamaya başladı. Bu sırada babasının ve soydaşlarının putlara kulluk sunduklarını gördü. Babasının ve soydaşlarının bu davranışlarını hoş karşılamadı. Tertemiz ve arınmış fıtratı, yüce Allah tarafından hakkın gösterilmesi ve her şeyin melekûtunun gözlem-

456 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lendirilmesi suretiyle destekleniyordu. Hak söz ve salih amel ışığında hareket etmesi sağlanıyordu.

Önce babasıyla, putlara kulluk sunma ekseninde tartışmaya başladı. Onu putlara kulluk sunmayı reddetmeye, tek ve ortaksız Allah'a kulluk sunmaya davet etti. Şeytanın dostluğundan kurtarması ve hidayete ulaştırması için kendisine tâbi olmasını istedi. İbrahim bu konuda sürekli babasıyla tartıştı. Nihayet babası onu kovdu ve putlara kötü sözler söylemekten ve onlardan yüz çevirmekten vazgeçmemesi durumunda kendisini taşlayarak öldürmekle tehdit etti.

Ama İbrahim (a.s) ona karşı kibar ve şefkatli davrandı. Çünkü yüksek bir ahlâka sahipti. Hiçbir zaman incitici sözler söylemezdi. Bu yüzden kendisini tehdit eden ve kovan babasına selâm verdi, kendisi için Allah'tan bağışlanma dileyeceğini; bu arada onu ve soydaşlarını, Allah'- tan başka kulluk sundukları düzmece ilâhları terk edeceğini vaat etti. (Meryem, 41-48)

Bu arada bazı gruplarla putlara tapma hususunda tartıştığı gibi (Enbiyâ, 51-56; Şuarâ, 69-77; Sâffât, 83-87) başka gruplarla da güneşe, aya ve yıldıza tapma hususunda tartışıyordu. Derken onun putlardan ve diğer düzmece ilâhlardan uzaklaştığı haberi toplumda iyice yayıldı. (En'âm, 74-82) Bir gün soydaşları toplu ibadet için kentin dışına çıktıklarında, o hasta olduğunu ileri sürerek kentte kaldı, onlarla birlikte toplu tapınma merasimine katılmadı. Soydaşlarının kentin dışında oldukları bu sırada putevine girdi ve bir baltayla putlarını paramparça etti. Sadece büyük olanı bıraktı. Ki gelip neler olup bittiğini ondan öğrensinler.

Soydaşları kente geri döndüklerinde tanrılarına yapılanları gördüler. Bunu yapana büyük bir öfke duydular. Dediler ki: "İbrahim adında bir delikanlının onlar hakkında ileri geri konuştuklarını duyduk." İbrahim'i çağırdılar. Onu teşhis etmeleri için insanların önüne çıkardılar. Ona, "Ey İbrahim, tanrılarımıza bunu sen mi yaptın?" diye sordular. İbrahim onlara şu cevabı verdi: "Hayır; ama, şu büyük olan put yapmıştır. Onlara sorun eğer konuşurlarsa, size cevap versinler." İbrahim büyük putu parçalamamış, baltayı da onun boynuna veya başka bir yerine asmıştı. Böylece, diğer putları büyük putun kırdığı görü

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 457

nümünü vermişti. İbrahim bunu söylerken soydaşlarının kendisini doğrulamayacaklarını biliyordu. Çünkü onlar putların buna güç yetiremeyen cansız varlıklar olduklarını biliyorlardı. Fakat, "Eğer konuşurlarsa, onlardan sorun." demek suretiyle, onların ağzından açıkça putların cansız varlıklar olduklarına ilişkin bir itiraf almak istiyordu. Soydaşlarının putların cansız ve duygusuz varlıklar olduklarını itiraf etmelerini bekliyordu. Nitekim soydaşları İbrahim'in bu sözlerini duyduklarında hemen kendi içlerinde, "Sizler gerçekten zalimlersiniz." dediler.

Sonra tekrar eski sapıklıklarına geri döndüler. Dediler ki: "Sen onların konuşamayacaklarını biliyorsun." Bunun üzerine İbrahim onlara şöyle dedi: "Siz Allah'ı bir yana bırakarak size bir zarar ve bir yarar veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh olsun size ve Allah'ın dışında taptıklarınıza! Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız? Kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi kulluk sunuyorsunuz? Sizi de, onları da yaratan Allah'tır."

Dediler ki: "Onu ateşe atın, ilâhlarınıza yardım edin!" Bunun üzerine onun için bir bina yaptılar, orada büyük bir ateş yaktılar. Bütün halk el birliği ederek onu yakmak için çalışıyordu. Onu bu büyük ateşin ortasına attılar. Allah, ateşin ona karşı serin ve selâmetli olmasını sağladı. Onların İbrahim'e karşı kurdukları tuzağı boşa çıkardı. (Enbiyâ, 57- 70, Sâffât, 88-98) Bu arada kralın huzuruna da çıkmıştı. Halk ona da tapıyor, onu da bir rab olarak algılıyordu. Kral, İbrahim'le rabbi hakkında tartışmıştı. İbrahim ona demişti ki: "Benim Rabbim dirilten ve öldürendir." Kral demagoji yaparak, "Ben de diriltirim ve öldürürüm."

demişti. Örneğin bir tutsağı öldürür, birini de serbest bırakırım. Ama İbrahim bu sefer demagoji yapmasına izin vermeyecek bir kanıtla karışsına çıkmıştı: "Allah güneşi doğudan batıya getiriyor, sen de onu batıdan getir. Bu söz karşısında küfre sapan adam söyleyecek söz bulamadı." (Bakara, 258)

Allah onu ateşten kurtarınca, insanları hanif dinine, tevhit inanç sistemine davet etmeye başladı. Küçük bir grup ona iman etti. Yüce Allah bunlar arasında Lut'un adını verir. Bunlar arasında kendisiyle birlikte hicret eden karısı da vardı. Memleketinden çıkmadan ve kutsal

458 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

topraklara gitmeden önce onunla evlenmişti.1 Sonra kendisi ve soydaşları arasından iman edenler soydaşlarıyla ilişkilerini kestiler. Kendisi de baba diye çağırdığı; ama öz babası olmayan Azer'le ilişkisini kesti.2 Eşi ve Lut ile birlikte kutsal topraklara göç etti. Orada zalim soydaşlarından hiçbir zorbanın engeliyle karşılaşmadan Allah'a kulluk etmek istiyorlardı. (Mümtehine, 4; Enbiyâ, 71) Burada yüce Allah ona İsmail'i, İshak'ı ve arkasından Yakub'u müjdeledi.

İhtiyardı, yaşı iyice ilerlemişti. Derken İsmail doğdu, ardından İshak doğdu. Allah ona, oğullarına ve oğullarının soyundan gelenlere bereket bahşetmişti.

Sonra Rabbinin emri doğrultusunda Mekke'ye gitti. Orası hiçbir ekine elverişli olmayan kupkuru bir vadiydi. Oğlu İsmail'i oraya yerleştirdi. İsmail henüz küçük bir çocuktu. Kutsal topraklara geri döndü. İsmail orada büyüdü, oralarda yaşayan Arap kabileleri etrafında birleştiler. Burada Mekke kenti kuruldu.

Mekke Kenti'nin ve Beyt'in kurulmasından önce ve sonra zaman zaman İsmail'i ziyaret ediyordu. Kâbe daha sonra yapıldı. (Bakara, 126, İbrahim, 35-41) Sonra İsmail'in de yardımıyla Kâbe'yi yaptı. Kâbe insanlar için bir ibadet yeri olarak Allah tarafından kurdurulan ilk evdi. Âlemler için bir bereket kaynağıydı. Orada apaçık ayetler ve İbrahim- 'in makamı bulunmaktadır. Oraya giren güvendedir. (Bakara, 127-129; Âl-i İmrân, 96-97) İnsanlar arasında haccın farz kılındığını ilân etti ve hacca özgü ibadetleri yasalaştırdı. (Hac, 26-30)

Sonra yüce Allah, oğlu İsmail'i kurban etmesini emretti. Bunun üzerine ibadet maksadıyla oğluyla birlikte evden çıktı. Oğluyla birlikte sa'y yapılan makama varınca dedi ki: "Yavrucuğum, rüyamda seni boğaz-

---------------------------

1- Soydaşlarından bir grubun kendisine iman ettiğinin kanıtı şu ayettir: "İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır; onlar kavimlerine, 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız.' demişlerdi." (Müm-tehine, 4) Kutsal topraklara gitmeden önce evlendiğinin kanıtı da Rabbinden salih evlât istemesidir: "Dedi ki: Ben Rabbime gideceğim, O beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana iyilerden bir çocuk lütfet." (Saffat, 99-100)

2- Bu sonucun İbrahim Suresi'nde ondan nakledilen duadan çıktığını daha önce belirtmiştik.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 459

ladığımı görüyorum." Oğlu dedi ki: "Babacığım, sana emredileni yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." Her ikisi de Allah'ın emrine teslim olunca, ona şöyle seslenildi: "Ey İbrahim, sen doğru bir rüya gördün ve rüyanı doğruladın. Allah onu büyük bir kurbanlıkla kurtardı." (Sâffât, 101-107)

Kur'ân'ın onun kıssasıyla ilgili olarak en son aktardığı ise, Mekke'ye gelişlerinde yaptığı dualardır. Bunlara da İbrahim Suresi'nde yer verilmiştir. (İbrahim, 35-41) Bu duaların en sonunda İbrahim Peygamber- 'in şu sözleri yer alır: "Rabbimiz, beni, ana-babamı ve müminleri hesapların görüleceği gün bağışla!"

2- İbrahim'in Allah Katındaki Konumu ve Kulluk Tavrı Yüce Allah, kitabında İbrahim Peygambere en güzel övgüleri yöneltmiştir.

Onun Allah yolunda katlanmış olduğu zorluklardan bahsederken onu en güzel övgüyle yüceltmiştir. Onu altmış küsur yerde adıyla anmıştır. Ona bahşettiği birçok nimeti ve lütfu söz konusu etmiştir.

Bunlardan birkaçını buraya alıyoruz: "Allah ona daha önce doğ-ruyu göstermişti." (Enbiyâ, 51) "Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik, ahirette de o iyilerdendir. O zaman ki Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." (Bakara, 130-131) Yüzünü bir hanif olarak Rabbine çeviren odur. O müşriklerden değildi. (En'âm, 79) Onun kalbi Allah ile mütmain olmuştu, Allah- 'ın kendisine gösterdiği göklerin ve yerin melekûtu sayesinde kesin bilgiye, katışıksız inanca ulaşmıştı. (Bakara, 260; En'âm, 75)

Allah onu dost edindi. (Nisâ, 125) Rahmetini ve bereketini onun, ailesinin üzerine kıldı; onu sözünde duran, vefalı olarak nitelendirdi. (Necm, 37) Yumuşak huylu, içli, duygusal ve çok tövbe eden biridir diye ona övgüler düzdü. (Hûd, 73-75) Allah'ı birleyerek O'na gönülden boyun eğen bir ümmet olarak onu övdü. Onun müşriklerden olmadığını, Allah'ın nimetlerine şükrettiğini belirtti. Onu seçtiğini, dosdoğru yola ilettiğini, dünyada ona iyilik verdiğini, ahirette de onu salihlerden kıldığını vurguladı. (Nahl, 120-122)

O, doğru sözlü bir peygamberdi. (Meryem, 41) Allah onu mümin kullarından, muhsinlerden saydı ve onun üzerine selâm kıldı. (Sâffât, 83-111) İbrahim Peygamber Allah'ın el ve basiret sahibi kişilerden

460 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

111) İbrahim Peygamber Allah'ın el ve basiret sahibi kişilerden saydığı bir nebidir. Kıyamete kadar anısı taze kalacaktır. (Sâd, 45-46) Allah onu insanlar için bir imam, bir önder kıldı. (Bakara, 124) Kendilerine kitap ve şeriat verilen beş çığır açıcı (ululazm) peygamberden biri kıldı. (Ahzâb, 7; Şûrâ, 13; A'lâ, 18-19) Allah ona ilim, hikmet, kitap, mülk ve hidayet verdi. Onu geride kalanlar arasında kalıcı bir mesaj yaptı.

(Nisâ, 54; En'âm, 74-90; Zuhruf, 28) Peygamberlik ve kitabı onun soyuna verdi. (Hadîd, 26) Diğer insanlar arasında onu bir doğruluk lisanı yaptı. (Şuarâ, 84; Meryem, 50) Bunlar yüce Allah'ın ona bahşettiği ilâhî ve kulluk makamlarıdır. Kur'ân'da başka hiçbir peygamberin nitelikleri ve üstünlükleri bu kadar ayrıntılı olarak anlatılmamıştır.

İbrahim Peygamber'in üstün meziyetleriyle ilgili ayrıntılı açıklamalar için buraya kadar yaptığımız açıklamalara ve ileride yeri geldikçe yapacağımız açıklamalara bakılabilir. Onun üstün meziyetlerini bütün ayrıntılarıyla burada ele alacak olursak, araştırmamızın makul sınırlarını aşmış oluruz.

Yüce Allah bu dini İslâm olarak isimlendirmek suretiyle İbrahim'in saygın hayatını ve dinsel kişiliğini korumuştur. Nitekim bu dini birçok yerde ona nispet etmiştir: "Babanız İbrahim'in dini, o sizi önceden Müslümanlar olarak isimlendirdi." (Hac, 78) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "De ki: Rabbim beni dosdoğru bir yola iletti; insanların hayrına olan her şeyi bünyesinde barındıran bir dine, Allah'ı birleyen (hanif) İbrahim,'in dinine. O, (Allah'a) ortak koşanlardan değildi. (En'âm, 161)

Yüce Allah İbrahim Peygamber'in yaptığı Kâbe'yi âlemler için evrensel kıble yaptı. Hac ibadetlerini yasalaştırdı. Bunlar gerçekte onun oğlunu ve annesini oraya yerleştirmesini, oğlunu kurban edişini, Rabbi için sa'y edişini, ona yönelişini, eziyetlere ve zorluklara katlanışını sembolize eden davranışlardan başka bir şey değildir. Nitekim daha önce (tefsirimizin birinci cildinde), "Hani biz Beyt'i (Kâbe'yi) insanlar için merci ve güven yeri yaptık." (Bakara, 125) ayetini tefsir ederken bu hususlar üzerinde durmuştuk.

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 461

3- İnsanlık Âlemine Etkileri Hiç kuşkusuz, İbrahim için en büyük övünç, nerede olursa ve kimin tarafından temsil edilirse edilsin, tevhit dininin ona nispet edilmesidir.

Bugün tevhit dinleri olarak nitelendirilen dinlerden biri Musevîliktir.

Bu din İmran oğlu Musa'ya (a.s) dayanır. Onun soyu da bir diğer adı İsrail olan Yakub'a dayanır. Yakub ise İbrahim Peygamber'in oğlu İshak'ın oğludur. Hıristiyanlık Meryem oğlu İsa'ya nispet edilir. O da İbrahim'in soyundan gelen bir peygamberdir. Ve İslâm dini ve bu dinin tebliğcisi Resulullah Muhammed'in (s.a.a) soyu İbrahim'in oğlu kurbanlık İsmail'e dayanır. Şu hâlde dünyadaki tevhit dini onun kutlu etkisinin bir göstergesidir. İslâm şeriatının kapsamında onun koyduğu kurallardan namaz, zekât, hac, bazı büyük baş hayvanların helâl kılınması, Allah düşmanlarından alakayı kesmek, selâm, hanif dininin ön gördüğü on temizlik kuralı1 -ki bunların beş tanesi başta, beş tanesi de bedendedir. Başta olanlar; bıyıkları kısaltmak, sakalları salmak, saçları taramak, dişleri misvaklamak ve aralarını temizlemek...

Bedende olanlar ise; koltuk altı ve etek tıraşı yapmak, sünnet olmak, tırnakları kesmek, cenabetten yıkanmak ve su ile temizlenmek- bütün bunlar İbrahim'in şeriatının İslâm şeriatındaki yansımalarıdır.

Bugün yapılacak doyurucu bir araştırma insanlık âlemindeki doğru inançların tümünün, sahih amellerin bütününün mutlaka nübüvvet misyonunun etkisiyle oluştuğunu ortaya koyacaktır. Önceki bölümlerde defalarca buna değindik. O hâlde bilsinler veya bilmesinler, İbrahim Peygamber'in (a.s) bütün insanlar üzerinde olumlu etkileri vardır.

4- Bugünkü Tevrat'ta İbrahim'in Kıssası Tevrat diyor ki: "Yetmiş yaşından sonra Terah'ın (İbrahim'in babası), Avram, Nahor ve Haran adlı oğulları oldu. Terah soyunun öyküsü: Terah; Avram, Nahor ve Haran'nın babasıydı. Haran'ın Lut adlı bir oğlu oldu. Haran, babası Terah henüz sağken, doğduğu ülkede, 1- Mecma'ul-Beyan'da Tefsir'ul-Kummî'den naklen rivayet edilir.

462 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Keldanîler'in Ur Kenti'nde öldü. Avram'la Nahor evlendiler. Avram'ın karısının adı Saray, Nahor'unkinin adı Milka'ydı. Milka Yiska'nın babası Haran'ın kızıydı. Saray kısırdı, çocuğu olmuyordu. Terah, oğlu Avram'ı, Haran'ın oğlu olan torunu Lut'u ve Avram'ın karısı olan Saray'ı yanına aldı. Kenan ülkesine gitmek üzere Keldanîler'in Ur Kenti'nden ayrıldılar. Harran'a gidip oraya yerleştiler. Terah iki yüz beş yıl yaşadıktan sonra Harran'da öldü."

Tevrat diyor ki: "Rab Avram'a, 'Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git.' dedi, 'Seni büyük bir ulus yapacağım, seni kutsayacak, sana ün yapacağım. Bereket kaynağı olacaksın.

Seni kutsayanları kutsayacak, seni lânetleyeni lânetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak.' Avram Rabb- 'in buyurduğu gibi yola çıktı. Lut da onunla birlikte gitti. Avram Harran'dan ayrıldığı zaman yetmiş beş yaşındaydı. Karısı Saray'ı, yeğeni Lut'u, Harran'da kazandıkları malları, edindikleri uşakları yanına alıp Kenan ülkesine doğru yola çıktı. Oraya vardılar."

"Avram ülke boyunca Şekem'deki More meşesine kadar ilerledi. O günlerde orada Kenanlılar yaşıyordu. Rab Avram'a görünerek, 'Bu toprakları senin soyuna vereceğim." dedi. Avram kendisine görünen Rab-b'e orada bir sunak yaptı. Oradan Beytel'in doğusundaki dağlık bölgeye doğru gitti. Çadırını batıdaki Beytel'le doğudaki Ay Kenti'nin arasına kurdu. Orada Rabb'e bir sunak yapıp Rabb'e yakardı. Sonra kona göçe Negev'e doğru ilerledi."

"Ülkedeki şiddetli kıtlık yüzünden Avram geçici bir süre için Mısır'a gitti. Mısır'a yaklaştıklarında karısı Saray'a, 'Güzel bir kadın olduğunu biliyorum.' dedi, 'Olur ki Mısırlılar seni görüp, 'Bu onun karısı' diyerek beni öldürür, seni sağ bırakırlar. Lütfen 'Onun kız kardeşiyim' de ki, senin hatırın için bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar."

"Avram Mısır'a girince, Mısırlılar karısının çok güzel olduğunu fark ettiler.

Kadını gören firavunun adamları, güzelliğini firavuna övdüler. Kadın saraya alındı. Onun hatırı için firavun Avram'a iyi davrandı. Avram davar, sığır, erkek ve dişi eşek, erkek ve kadın köle, deve sahibi oldu."

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 463

"Rab Avram'ın karısı Saray yüzünden firavunla ev halkının başına korkunç felâketler getirdi. Firavun Avram'ı çağırtarak, 'Nedir bana bu yaptığın? Neden Saray'ın karın olduğunu söylemedin? Niçin 'Saray kız kardeşimdir.' diyerek onunla evlenmeme izin verdin? Al karını, git!' Firavun Avram için adamlarına buyruk verdi. Böylece Avram'la karısını sahip olduğu her şeyle brlikte gönderdiler."

Tevrat devamla şunu söylüyor: "Avram, karısı ve sahip olduğu her şeyle birlikte Mısır'dan ayrılıp Negev'e doğru gitti. Lut da onunla birlikteydi.

Avram çok zengindi. Sürüleri, altınları, gümüşleri vardı. Negev'den başlayıp bir yerden öbürüne göçerek Beytel'e kadar gitti.

Beytel'le Ay Kenti arasında daha önce çadırını kurmuş olduğu yere vardı... Avram'la birlikte göçen Lut'un da davarları vardı. Malları öyle çoktu ki, toprak birlikte yaşamalarına elvermedi; yan yana yaşayamadılar...

Birbirlerinden ayrıldılar. Avram Kenan topraklarında kaldı. (Burada Kenanîler ve Ferizliler yaşıyordu.) Lut ovadaki kentlerin arasına yerleşti, Sodom'a yakın bir yere çadır kurdu."

Tevrat diyor ki: "Bu arada Şinar Kralı Amrafel, Ellesar Kralı Aryok, Elam Kralı Kedorlaomer ve Goyim Kralı Tidal; (beş müttefik olan) Sodam Kralı Bera'ya, Gomora Kralı Birşa'ya, Adma Kralı Şina-v'a, Seviyom Kralı Şemever'e ve Bala -Solo- Kralı'na karşı savaş açtı...

(ve her iki ordu) Siddim Vadisi'nde savaş düzenine girdiler. (Sodam Kralı ve müttefikleri ağır bir yenilgi aldılar.) Siddim Vadisi zift çukurlarıyla doluydu. Sodom ve Gomora kralları kaçarken adamlarından bazıları bu çukurlara düştü. Sağ kalanlarsa dağlara kaçtı. Dört kral, Sodom ve Gomora'nın bütün malını ve yiyeceğini alıp gitti. Avram'ın yeğeni Lut'la mallarını da götürdüler. Çünkü o da Sodom'da yaşıyordu."

Tevrat şunları diyor: "Oradan kaçıp kurtulan biri gelip İbrani Avram'a durumu bildirdi. Avram Eşkol'la Aner'in kardeşi Amorlu Mamre'nin meşeliğinde yaşıyordu. Bunların hepsi Avram'dan yanaydılar. Avram yeğeni Lut'un tutsak alındığını duyunca, evinde doğup yetişmiş üç yüz on sekiz adamını yanına alarak dört kralı Dan'a kadar kovaladı. Adamlarını gruplara ayırdı, gece saldırıp onları bozguna uğratarak Şam'ın kuzeyindeki Hova'ya kadar kovaladı. Yağmalanan bütün malı,

464 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yeğeni Lut'la mallarını, kadınları ve halkı geri getirdi." "Avram Kedorlaomer'le onu destekleyen kralları bozguna uğratıp dönünce, Sodom Kralı onu karşılamak için Kral Vadisi olan Şave Vadisi'ne gitti. Yüce Tanrı'nın kâhini olan Şalem Kralı Melkisedek ekmek ve şarap getirdi. Avram'ı kutsayarak şöyle dedi: 'Yeri göğü yaratan Tanrı Avam'ı kutsasın. Düşmanlarını onun eline teslim eden Tanrı'ya övgüler olsun.' Bunun üzerine Avram her şeyin ondalığını Melkisedek'e verdi."

"Sodam Kralı Avram'a, 'Adamlarımı bana ver, mallar sana kalsın.' dedi. Avram Sodam Kralı'na, 'Yeri göğü yaratan Tanrı Rabb'in önünde sana ait hiçbir şey, bir iplik, bir çarık bağı bile almayacağıma ant içerim.' diye karşılık verdi: Öyle ki, 'Avram'ı zengin ettim.' demeyesin. Yalnız, adamlarımın yedikleri bunun dışında. Bir de beni destekleyen Aner, Eşkol ve Mamre paylarına düşeni alsınlar."

Devamla şunları söylüyor: "Karısı Saray Avram'a çocuk verememişti. Saray'ın Hacer adında Mısırlı bir cariyesi vardı. Saray Av-ram'a, 'Rab çocuk sahibi olmamı engelledi.' dedi, 'Lütfen cariyemle yat. Belki bu yoldan bir çocuk sahibi olabilirim.' Avram Saray'ın sözünü dinledi. Saray Mısırlı cariyesi Hacer'i kocası Avram'a karı olarak verdi. Bu olay Avram Kenan'da on yıl yaşadıktan sonra oldu. Avram Hacer'le yattı, Hacer hamile kaldı."

Ardından şunları söylüyor: "Hacer hamile olduğunu anlayınca, hanımını küçük görmeye başladı. Saray Avram'a, 'Bu haksızlık senin yüzünden başıma geldi!' dedi, 'Cariyemi koynuna soktum. Hamile olduğunu anlayınca beni küçük görmeye başladı. İkimiz arasında Rab karar versin.' Avram, 'Cariyen senin elinde.' dedi, 'Neyi uygun görürsen yap.' Böylece Saray cariyesine sert davranmaya başladı. Hacer onun yanından kaçtı. Rabb'in meleği Hacer'i çölde bir pınarın, Şur yolundaki pınarın başında buldu. Ona, 'Saray'ın cariyesi Hacer, nerden gelip nereye gidiyorsun diye?' diye sordu. Hacer, 'Hanımım Saray'dan kaçıyorum.' diye yanıtladı. Rabb'in meleği, 'Hanımına dön ve ona boyun eğ.' dedi, 'Senin soyunu öyle çoğaltacağım ki, kimse sayamayacak.

İşte hamilesin, bir oğlun olacak, adını İsmail koyacaksın. [İsmail, 'Tanrı işitir.' anlamına gelir.] Çünkü Rab sıkıntı içindeki yakarışını

En'âm Sûresi / 74-83 .................................................................... 465

işitti. Oğlun yaban eşeğine benzer bir adam olacak. O herkese, herkes de ona karşı çıkacak. Kardeşlerinin hepsiyle çekişme içinde yaşayacak.' Hacer Avram'a bir erkek çocuk doğurdu. Avram çocuğun adını İsmail koydu. Hacer İsmail'i doğurduğunda, Avram seksen altı yaşındaydı."

Tevrat diyor ki: "Avram doksan dokuz yaşındayken Rab ona görünerek, 'Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'yım.' dedi, 'Benim yolumda yürü, kusursuz ol. Seninle yaptığım antlaşmayı sürdürecek, soyunu alabildiğine çoğaltacağım.' Avram yüzüstü yere kapandı. Tanrı, 'Seninle yaptığım antlaşma şudur:' dedi: Birçok ulusun babası olacaksın. Artık adın Avram değil, İbrahim olacaktır. [Avram; 'Yüce Baba', İbrahim: İbranice Avraham, 'Çokların babası' anlamına gelir.] Çünkü seni birçok ulusun babası yapacağım. Seni çok verimli kılacağım. Soyundan uluslar doğacak, krallar çıkacak. Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım. Bir yabancı olarak yaşadığın toprakları, bütün Kenan ülkesini sonsuza dek mülkünüz olmak üzere sana ve soyuna vereceğim. Onların Tanrısı olacağım."

Tevrat devamla diyor ki: "Tanrı İbrahim'e, 'Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız.' dedi, 'Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet olacak.

Sünnet olmalısınız. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak.

Evinizde doğmuş ya da soyunuzdan olmayan bir yabancıdan satın alınmış köleler dahil sekiz günlük her erkek çocuk sünnet edilecek...' İbrahim sünnet olduğunda, doksan dokuz yaşındaydı. Oğlu İsmail on üç yaşında sünnet oldu... İbrahim'in evindeki bütün erkekler onunla birlikte sünnet oldular."

Tevrat diyor ki: "Tanrı, 'Karın Saray'a gelince, ona artık Saray demeyeceksin.' dedi, 'Bundan böyle onun adı Sara olacak. [Sara; 'Pren-ses' anlamına gelir.] Onu kutsayacak, ondan sana bir oğul vereceğim.

Onu kutsayacağım, ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan çıkacak.' İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden, 'Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?' dedi, 'Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?' Sonra Tanrı'ya, 'Keşke İsmail'i mirasçım

466 ........................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kabul etseydin!' dedi." "Tanrı, 'Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İs-hak koyacaksın.' dedi. [İshak; 'Güler' anlamına gelir.] 'Onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim. İsmail'e gelince, seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım.

On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım. Ancak antlaşmamı gelecek yıl bu zaman Sara'nın doğuracağı oğlun İshak'la sürdüreceğim.' Tanrı konuşmasını İbrahim'le bitirince ondan ayrılıp yukarıya çekildi."

Sonra Tevrat, Rabb'in iki melekle birlikte Sodom halkını ve Lut kavmini helâk etmek üzere indiklerini, bu arada İbrahim'e konuk olduklarını, kendileri için boğazladığı buzağının etini, kendilerine ikram ettiği süt ve kaymaktan yediklerini anlatıyor. Tevrat'ın dediğine göre bu sırada onu ve Sara'yı İshak'la müjdelediklerini, bunun yanı sıra Lut kavminin durumunu anlattıklarını, İbrahim'in onların helâk edilmesi hususunda onlarla tartıştığını, fakat onların İbrahim'i ikna ettiklerini, bundan sonra da Lut kavminin helâk edildiğini anlatıyor.

Ardından İbrahim'in Gerar denilen bölgeye taşındığını, orada kendisini tanıtmadığını ve bölgenin kralı olan Avimelek'e karısı Sara için, "Bu kadın kız kardeşimdir." söylediğini, kralın da Sara'yı ondan aldığını, bunun üzerine Rabb'in gece düşünde kralı ayıpladığını, derken kralın İbrahim'i huzuruna çağırarak, neden Sara'nın kız kardeşi olduğunu söyleyerek kendisini yanılttığını söyleyerek azarladığını, bundan dolayı İbrahim'in öldürülmekten korktuğu için bunu söylediğini itiraf ettiğini, "Sara baba tarafından benim kardeşimdir, annelerimiz ayrıdır." dediğini, bunu duyan kralın Sara'yı kendisine geri verdiğini ve onlara birçok mal verdiğini (Firavun kıssasına benzer ifadelerle) anlatıyor.

Tevrat diyor ki: "Rab verdiği söz uyarınca Sara'ya iyilik etti ve sözünü yerine getirdi. Sara hamile kaldı; İbrahim'in yaşlılık döneminde, tam Tanrı'nın belirttiği zamanda ona bir erkek çocuk doğurdu. İbrahim Sara'nın doğurduğu çocuğa İshak adını verdi. Tanrı'nın kendisine buyurduğu gibi oğlu İshak'ı sekiz günlükken sünnet etti. İshak doğduğunda İbrahim yüz yaşındaydı. Sara, 'Tanrı yüzümü güldürdü.'

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................... 467

dedi, 'Bunu duyan herkes benimle gülecek. Kim İbrahim'e, Sara çocuk emzirecek derdi? Bu yaşında ona bir oğul doğurdum.' Çocuk büyüdü. Sütten kesildiği gün İbrahim büyük bir şölen verdi." "Ne var ki Sara, Mısırlı Hacer'in İbrahim'den olma oğlu İsmail'in alay ettiğini görünce İbrahim'e, 'Bu cariyeyle oğlunu kov.' dedi, 'Bu cariyenin oğlu, oğlum İshak'ın mirasına ortak olmasın.' Bu, İbrahim'i çok üzdü, çünkü İsmail de öz oğluydu. Tanrı İbrahim'e: Oğlunla cariyen için üzülme, dedi. Sara ne derse onu yap. Çünkü senin soyun İs-hak'la sürecektir. Cariyenin oğlundan da bir ulus yaratacağım, çünkü o da senin soyun."

"İbrahim sabah erkenden kalktı, biraz yiyecek, bir tulum da su hazırlayıp Hacer'in omzuna attı, çocuğunu da verip onu gönderdi. Hacer Beer-Şeva Çölü'ne gitti, orada bir süre dolaştı. Tulumdaki su tükenince, oğlunu bir çalının altına bıraktı. Yaklaşık bir ok atımı uzaklaşıp, 'Oğlumun ölümünü görmeyeyim' diyerek onun karşısına oturup hıçkıra hıçkıra ağladı. Tanrı çocuğun sesini duydu. Tanrı'nın meleği göklerden Hacer'e, 'Nen var, Hacer?' diye seslendi, 'Korkma! Çünkü Tanrı çocuğun sesini duydu. Kalk, oğlunu kaldır, elini tut. Onu büyük bir ulus yapacağım.' Sonra Tanrı Hacer'in gözlerini açtı, Hacer bir kuyu gördü. Gidip tulumunu doldurdu, oğluna içirdi. Çocuk büyürken Tanrı onunlaydı. Çocuk çölde yaşadı ve okçu oldu. Paran Çölü'nde yaşarken annesi ona Mısırlı bir kadın aldı."1

Tevrat diyor ki: "Daha sonra Tanrı İbrahim'i denedi. 'İbrahim!' diye seslendi. İbrahim, 'Buradayım!' dedi. Tanrı, 'İshak'ı, sevdiğin biricik oğlunu al, Moriya bölgesine git.' dedi, 'Orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun.' İbrahim sabah erkenden kalktı, eşeğine palan vurdu. Yanına uşaklarından ikisini ve oğlu İshak'ı aldı. Yakmalık sunu için odun yardıktan sonra, Tanrı'nın kendisine belirttiği yere doğru yola çıktı. Üçüncü gün gideceği yeri uzaktan gördü. Uşaklarına, 'Siz burada, eşeğin yanında kalın.' dedi, 'Tapınmak için oğlumla birlikte oraya gidip döneceğiz.' Yakmalık sunu

----------------

1- Müslümanların rivayetlerinde, İsmail'in Yemen Araplarından olan Curhum kabilesinden bir kızla evlendiği belirtilir.

468 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

için yardığı odunları oğlu İshak'a yükledi. Ateşi ve bıçağı kendisi aldı. Birlikte giderlerken İshak İbrahim'e, 'Baba!' dedi. İbrahim, 'Evet, oğlum?' diye yanıtladı. İshak, 'Ateşle odun burada, ama yakmalık sunu kuzusu nerede?' diye sordu. İbrahim, 'Oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu Tanrı kendisi sağlayacak.' dedi. İkisi birlikte yürümeye devam ettiler."

"Tanrı'nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu İshak'ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı. Ama Rabb'in meleği göklerden, 'İbrahim, İbrahim!' diye seslendi. İbrahim, 'İşte buradayım!' diye karşılık verdi. Melek, 'Çocuğa dokunma.' dedi, 'Ona hiçbir şey yapma. Şimdi Tanrı'dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin.' İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak sundu. Oraya 'Yahve yire (Rab sağlar)' adını verdi.

Rabb'in dağında sağlanacaktır.' sözü bu yüzden bugün de söyleniyor. Rabb'in meleği göklerden İbrahim'e ikinci kez seslendi: 'Rab diyor ki, kendi üzerime ant içiyorum. Bunu yaptığın için, biricik oğlunu esirgemediğin için seni fazlasıyla kutsayacağım; soyunu göklerin yıldızları, kıyıların kumu kadar çoğaltacağım. Soyun düşmanlarının kentlerini mülk edinecek. Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak. Çünkü sözümü dinledin.' Sonra İbrahim uşaklarının yanına döndü. Birlikte yola çıkıp Beer-Şeva'ya gittiler. İbrahim BeerŞeva'da kaldı."

Tevrat, ardından Hz. İbrahim'in oğlu İshak'ı Keldanîler'den kendi aşiretine mensup bir kızla evlendirmesini, sonra Sara'nın yüz yirmi yedi yaşında Habron'da ölmesini, ardından İbrahim'in Ketura adlı kadınla evlenmesini, bu kadından birkaç oğlunun dünyaya gelmesini, ardından İbrahim'in yüz yetmiş beş yaşında vefat etmesini, İshak ve İsmail'in onu Makpela mağarasına defnetmelerini, buranın bugünkü el- Halil'de olduğunu anlatır.

İbrahim Peygamber'in kıssasının ve hayatının Tevrat'taki özeti bundan ibarettir. (Yaratılış kitabı, 11. ve 25. bölüm) Bu özet üzerinde araştırma yapıp burada anlatılanlarla Kur'ân'da anlatılanları karşılaştırmak

En'âm Sûresi / 74-83 .......................................................................... 469

da araştırmacılara düşmektedir. 5- [İbrahim'in Tevrat'taki Kıssasıyla İlgili Değerlendirme] Kıssanın içeriği, ifadeleri arasındaki birbirini tutmazlık, anlamları arasındaki çelişki Kur'ân tarafından bu kutsal kitabın tahrif edildiğine ilişkin olarak ortaya konulan tezi destekleyen unsurlardır.

Kıssanın Tevrat'ta anlatılan bu versiyonunun en büyük özelliği, son derece kapalı olmasıdır. Bu kapalılığın en büyük belirtisi de başlangıçtaki mücadelesini, soydaşlarıyla tartışmalarını, soydaşlarından büyük eziyetler ve sıkıntılar görmesini ihmal etmesidir. Oysa bu dönem İbrahim Peygamber'in (a.s) yaşamının en parlak kesitlerinden biridir.

Bunun yanında Tevrat'ta Hz. İbrahim'in Kutsal Kâbe'yi inşa etmesi, burayı güvenli bir harem bölgesi ilân etmesi, hac ibadetini yasalaştırması da ihmal edilmiştir. Hiçbir din araştırmacısı ve hiçbir sosyal bilimci dört bin yıldan beri ayakta olan bu eski kutsal mabedin en büyük ilâhî ayetlerden ve işaretlerden biri olduğundan kuşku duymaz. Bu ayet, bu işaret dünya halkına Allah'ı ve ayetlerini hatırlatır, uzun asırlardan beri hak mesajın etkin olmasını sağlar, onu korur. Yüce Allah'ın insanlar için kurduğu ilk mübarek ve âlemler için hidayet kaynağı olarak kıldığı evdir Kâbe.

Tevrat'ta anlatılan kıssanın kapsamında Kâbe'nin bina edilişinden söz edilmemesi, Tevrat'ı yeniden yazan İsrailli yazarların kişisel ihtiraslarının bir yansımasından başka bir şey değildir. Kadim Yahudi çekememezliği onları Kâbe'den söz etmemeye yöneltmiştir. Bunun yanında Hz. İbrahim'in Şekem topraklarında, sonra Beytel'in doğusunda ve bir de Rab dağında kurduğu diğer sunaklardan bahsetmişlerdir.

Sonra saygın peygamber İsmail'i tanımlamalarına bakın: "Oğlun yaban eşeğine benzer bir adam olacak. O herkese, herkes de ona karşı çıkacak. Kardeşlerinin hepsiyle çekişme içinde yaşayacak... Çocuk çölde yaşadı ve okçu oldu." Tevrat'ı tahrif eden yazarlar, bu girişimleriyle Allah'ın nurunu söndürmeyi istemişlerdir. Ama Allah nurunu tamamlayacaktır.

470 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bir de Hz. İbrahim'e, peygamberlik makamına, takva ruhuna ve erdeme yakışmayan davranışlar yakıştırmışlardır. Tevrat'ta deniliyor ki:

"Yüce Tanrı'nın kâhini olan Şalem Kralı Melkisedek ekmek ve şarap getirdi. Avram'ı kutsayarak şöyle dedi..."1

Bunlardan biri de Tevrat'ta yer alan şu ifadedir: Güya Hz. İbrahim Mısır firavununun adamlarına Sara'nın kız kardeşi olduğunu söylemiş ve Sara'dan da bu hususta kendisini doğrulamasını istemiştir. İbrahim ona demiş ki: "Lütfen, 'Onun kız kardeşiyim' de ki senin hatırın için bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar." Bir keresinde de Gerar Kralı Avimelek'e onun kız kardeşi olduğunu söylemiştir. Böylece bir keresinde firavun, bir keresinde de Avimelek onu eş olarak İbrahim'den almışlardır. Sonra Tevrat İbrahim'in, "O benim kız kardeşimdir." şeklindeki sözünü, bir keresinde, "Benim dinde kardeşimdir." şeklinde, bir keresinde de, "Babamız bir, annemiz ayrıdır. Onunla evlendim." şeklinde tevil ettiğini anlatır.

En azından bu sözler -Allah dostu İbrahim Peygamber'i tenzih ederizİbrahim'i karısını firavun ve Avimelek gibilere evli olduğu hâlde eş olarak takdim edebilen ve bununla kendine çıkar sağlayan, adı geçen iki kişiden birtakım iyilikler gören biri olarak tasvir etmektedir.(!)

1- Bu anlatımı şu şekilde yorumlayanlar olmuştur: Yüce Tanrı'nın kâhini Melkisedek, kıssanın başında işaret edilen Şinar Kralı Amrafel'dir. Bu ise Babil krallık sülâlesinden birine mensup, koyduğu kanunlarla ünlü olan Hamurabî'dir. Hamurabî'nin krallığı hakkında tarihsel kanıtlar arasında büyük ihtilâflar vardır. Bu verilerin büyük bir kısmı ile İbrahim Peygamber'in yaşadığı dönem olarak bilinen m.ö. 2000 tarihi arasında kesin bir uyuşma söz konusu değildir. İslâm öncesi Arap kaynaklarında Hamurabî'nin m.ö. 2232-2287 tarihleri arasında Babil'de hükümdar olduğu anlatılmaktadır. "Dünyanın En Eski Kanunları" adlı eserde Üstad F. Edward, Hamurabî yasalarından söz ederken Hamurabî'nin M. Ö. 2167-2205 tarihleri arasında hükmettiğini belirtir. "A'lâm'uş-Şark ve'l-Garb" adlı kamusta Hamurabînin m.ö. 1686-1728 tarihleri arasında kral olduğundan söz edilir. Kitab-i Mukaddes Kamusu'nda ise M. Ö. 1920-1975 tarihleri arasında hükmettiği belirtilir.

Ama bu alıntılarla çelişen en büyük kanıt ise, Babil harabelerinde yapılan arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkan yazıtlardır. Bu yazıtlar üzerinde Hamurabî yasaları yer alır, Babilliler'in putlarının ismleri zikredilir. Bütün bunlar Hamurabî’nin putperest olduğunun en büyük kanıtıdır. Dolayısıyla onun, Rabb'in kâhini olması mümkün değildir.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................... 471

Üstelik Tevrat, bu olayların yaşandığı esnada, özellikle Avimelek olayında Sara'nın yetmişinde veya ondan yukarı yaşlara gelmiş bir kocakarı olduğunu ifade etmektedir. Fakat kadınlar yaşlandıklarında çekiciliklerini ve güzelliklerini yitirirler. Buna karşılık krallar, varlık içinde şımaran zorbalar taze ve göz alıcı güzelliğe sahip genç kızlardan başkasına eğilim göstermezler.

Tevrat'ta İbrahim ve Sara ile ilgili olarak anlatılan ve Hz. İbrahim'in kişiliğiyle bağdaştırılması mümkün olmayan değerlendirmelerin benzerlerini bazı rivayetlerde de görüyoruz. Örneğin Buharî ve Müslim Sahihlerinde Ebu Hüreyre kanalıyla Peygamberimizin (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir:

"Hz. İbrahim üç yerde yalan söylemiştir. Yalanlarından ikisi yüce Allah içindir. Biri, 'Ben hastayım.' demesi, bir de, 'Şu büyük put yapmıştır.' demesidir. Bir yalanı ise Sara ile ilgilidir. İbrahim zorba kralların yurtlarına gitmiş ve beraberinde de Sara bulunuyordu. Sara kadınların en güzeliydi. İbrahim ona dedi ki: 'Bu zorbalar, senin benim karım olduğunu bilseler, senden dolayı bana saldırabilirler. Eğer senden sorarlarsa, benim kız kardeşim olduğunu söyle. Çünkü sen dinde benim kardeşimsin. Çünkü yeryüzünde benden ve senden başka bir Müslüman bilmiyorum.' Zorbanın ülkesine girdiklerinde, zorbanın adamlarından biri Sara'yı gördü ve gidip zorba krala haber verdi ki: 'Senin ülkene bir kadın gelmiş bulunuyor. Bu kadın ancak sana yakışır.' Bunun üzerine zorba kral onu çağırdı ve yanına aldırdı. İbrahim namaza durdu. Kral Sara'nın yanına girdiğinde ona elini sürmeye güç yetiremedi.

Eli şiddetli bir ağrıyla tutuldu. Kral Sara'ya dedi ki: 'Allah'a dua et, elimi çözsün. Sana hiçbir zarar vermeyeceğim.' Sara dua etti. Ama kral bir kere daha Sara'ya el sürmek istedi. Bunun üzerine ilk iki tutulmadan daha şiddetli bir ağrıyla tutuldu.1 Kral dedi ki: 'Allah'a dua et, elim çözülsün. Allah'a yemin ederim ki, sana bir zararım dokunmayacaktır.' Sara dua etti, kralın eli çözüldü. Sara'yı kendisine getiren adamı çağırdı ve ona, 'Sen bana bir şeytan getirdin, bir insan

-------------------------

1- Hadisin nakledildiği orijinal nüshada bu şekilde yazılıdır. İfadede bir düşüklük olduğu açıktır.

472 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

getirmedin. Onu hemen topraklarımdan çıkar ve ona Hacer'i de hediye olarak ver.' dedi."

"Sara oradan ayrılıp yürümeye başladı. İbrahim onu görünce namazdan ayrıldı ve ona, 'Ne oldu?' diye sordu. Sara, 'Hayırdır, Allah günahkâr adamın bana dokunmasına engel oldu. Bir de bana bir hizmetçi hediye etti.' dedi." Ebu Hüreyre [yanındaki Araplara hitaben] dedi ki: "Ey Mau's-Sema'nın (Eski dönem Arap krallarından birinin adı) oğulları, işte ananız bu cariyedir."1

Buharî'de değişik kanallardan Enes ve Ebu Hüreyre'den, Müslim'de Ebu Hüreyre ve Huzeyfe'den, Ahmed Müsned'inde Enes ve İbn-i Abbas'tan, Hâkim İbn-i Mesud'dan, Taberanî Ubade b. Samit'-ten, İbni Ebu Şeybe Selman'dan, Tirmizî Ebu Hüreyre'den, Ebu Avane Huzeyfe'den, o da Ebu Bekir'den Peygamber efendimizin (s.a.a) kıyamet günü şefaatle ilgili sözlerini içeren bir hadis rivayet eder. Oldukça uzun olan bu hadiste, kıyamet günü insanlar sırasıyla bütün peygamberlere gidip şefaat dilerler; ama her peygamber onları kendisinden sonraki peygamberin yanına gönderir. Bu arada işlediği hatalardan birini ileri sürerek mazeret bildirir.

Derken peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in (s.a.a) yanına gelirler ve Hz. Muhammed (s.a.a) onların isteklerine karşılık verir. İşte bu hadisin kapsamında deniliyor ki: "İnsanlar İbrahim'in (a.s) yanına giderler ve ondan Allah katında kendileri için şefaatçi olmasını isterler. İbrahim Peygamber onlara şöyle der: 'Benim yapacak bir şeyim yok. Ben üç kere yalan söyledim.' 'Ben hastayım.', 'Şu büyükleri yapmıştır.' ve karısına, 'Benim kız kardeşim olduğunu söyle.' demesi kastedilmiştir.

Bazı araştırmacıların da vurguladıkları gibi mantık her iki hadisin de içeriğini onaylamıyor. Eğer hadislerde belirtilen olaylarla ilgili sözlerinin yalan olduğu kastediliyorsa, bunların gerçekte yalan olmadıkları ortadadır. Bunlar tevriye ve sanatsal anlatımın örneklerindendir. Nitekim bunu Peygamberimizden aktarılan sözlerden anlamak müm-

------

1- [Sahih-i Buharî, c.4, s.171; Sahih-i Müslim, Nevevî Şerhi, c.25, s.123]

2- [Sahih-i Buharî, c.6, s.106; Sahih-i Tirmizî, c.5, s.321, h: 3166; Müsned-i Ahmed,

c.3, s.244]

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 473

kündür. Bir hadiste Peygamberimizin şöyle dediği belirtiliyor: "İbrahim üç kere yalan söylemiştir. Her üçünü de Allah için söylemiştir."

Bir diğerinde de şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Bu yalanların tümü, Allah'ın dini hakkında yapılan tartışmada söylenmiş ve Allah'ın dini savunulmuştur."

O hâlde neden kıyamet günüyle ilgili hadiste Hz. İbrahim'in bunları günah saydığı ve şefaat etmemek için bunları bahane olarak ileri sürdüğü belirtilsin? Eğer bu son iki hadiste belirtildiği gibi herhangi bir peygamberin Allah'ın yolunda ve O'nun dini için yalan söylemesi caiz ise, İbrahim'in bu davranışı onun Allah için katlandığı sıkıntılardan ve O'nun için birer hasenat sayılmalı değil midir?

Ama kitabımızın ikinci cildinde belirttiğimiz gibi böyle bir davranış kesinlikle peygamberlik makamıyla bağdaşmaz. Aksi takdirde sözleri ve haber verdikleri olaylar bağlamında güvensizlik olgusu gündeme gelir.

Kaldı ki, eğer bu gibi sözlerin yalan sayılması ve Allah katında şefaat etmeyi engellemesi söz konusu olsaydı, Hz. İbrahim'in, yıldızı, ayı ve güneşi görürken, "Budur rabbim!..." "Budur rabbim!" demesi daha çok bu niteliğe yakışırdı ve bunun daha fazla Allah'a yakın olmanın belirtisi olan şefaati engelleyici olması gerekirdi.

Yüce Allah'ın bize aktardığı gibi, Hz. İbrahim'in, "Yıldızlara bir göz attı, 'Ben hastayım.' dedi." şeklindeki sözünün yalan olduğuna, gerçekle bağdaşmadığına ilişkin olarak ayetlerin akışından herhangi bir ipucu edinmek mümkün değildir. Belki de Hz. İbrahim bir şekilde hastaydı; ama bu hastalığı putları kırmasına engel olacak kadar ilerlememişti. Ayrıca soydaşları, "İlâhlarımıza bunu sen mi yaptın, ey İbrahim?" diye kendisine sorduklarında, verdiği cevap için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Onlar putlarının iradesiz ve duygusuz, cansız varlıklar olduklarını biliyorlardı.

Nitekim İbrahim Peygamber, "Belki şu büyüğü yapmıştır."

dedikten hemen sonra, "Onlara sorun şayet konuşuyorlarsa." demiştir. Dolayısıyla bunu da yalan saymak mümkün değildir. Çünkü Hz. İbrahim bunu onları kınamak için, susturmak için söylemiştir. Bununla güdülen amaç, karşı tarafı düşüncesinin yanlışlığını itiraf etmek durumunda bırakmaktır. Nitekim soydaşları da bunu itiraf etmekten başka çare bulamıyorlar ve şöyle diyorlar: "Sen bilirsin ki, bunlar ko-

16
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7




474 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nuşmazlar. Peki dedi, siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza." (Enbiyâ, 65-67)

Eğer maksat bu üç sözün gerçekten yalan oldukları ise, bu, açıkça Allah'ın kitabına muhalefet anlamına gelir. Bunu araştırmacıların anlayışına havale ediyoruz. Bundan önce 2 numaralı notta belirttiğimiz şekilde İbrahim Peygamber'in Allah katındaki kulluk konumuna, yüce Allah'ın onu en güzel şekilde övmesine, ondan övgüyle söz etmesine başvurabilirler.

Anlamıyorum, objektif bir araştırmacı, yüce Allah'ın, "Kitapta İbrahim'i an. O doğru sözlü bir peygamberdi." (Meryem, 41) ayetinin içerdiği övgülerle, başı sıkıştığında yalana başvuran yalancı bir insanı nasıl örtüştürebilir? Veya yüce Allah konuşurken hakkı ve doğru söyleme hususunda Allah'ı gözetmeyen bir insan hakkında nasıl bu övgü dolu sözleri söylemiştir? (Demek ki, İbrahim Peygamber onların yakıştırmalarından uzaktır.)

Ehlibeyt İmamları'ndan gelen rivayetler ise, kıssanın temeli bağlamında Tevrat'ta anlatılanları doğrular mahiyettedir; fakat bu rivayetlerde İbrahim Peygamber, kendisine yakıştırılan yalan ve diğer yakışıksız niteliklerden tenzih edilmektedir. Bu rivayetlerin en kapsamlısı el-Kâfi'de Ali'den, o da babasından, o da bizim mezhebimize mensup bazı âlimlerden, onlar da Sehl'den, tümünün İbn-i Mahbub'dan, o da İbrahim b. Zeyd el-Kerhî'den aktardıkları şu rivayettir: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "İbrahim (a.s) Kusar1 köyünde doğdu. Babası oranın halkındandı. İbrahim'in annesi, Lut'un annesi, Sara ve Varke -bir nüshada Rakbe- kardeştiler; her ikisi Lahic'in kızlarıydı. Lahic uyarıcı bir peygamberdi, resul değildi."

"İbrahim yetişme çağında yüce Allah'ın insanların yaratılışlarına esas kıldığı fıtrat, yaratılış yasası üzere hareket ediyordu. Derken yüce Allah onu dinine yöneltti ve onu seçti. Lahic'in kızı Sara ile evlendi. Sara aynı zamanda teyzesinin kızıydı. Sara büyük bir koyun sürüsüne, geniş arazilere sahipti, durumu iyiydi. Sara sahip olduğu her şeyi İbra-

--------------------

1- Kûfe'ye bağlı bir köy. el-Cezerî'de köyün adı Kusi şeklinde geçer.

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 475

him'in emrine verdi. İbrahim bu malları yönetti, koyunları arttırdı, ekinleri çoğalttı. Öyle ki Kusar köyünde ondan daha zengin kimse yoktu." "İbrahim Nemrud'un putlarını kırınca, Nemrut onun bağlanmasını, içine atılacağı bir sur yapılmasını, orada odunların tutuşturulup alevlendirilmesini istedi. Sonra İbrahim yanmak üzere bu ateşin içine atıldı.

Sonra ateş sönünceye kadar onu terk ettiler. Ardından surun yanına geldiklerinde İbrahim'in sapasağlam ve bağlarından kurtulmuş olarak orada durduğunu gördüler. Bu durumu Nemrud'a haber verdiler. O da İbrahim'in kentten sürgün edilmesini emretti. Bu arada koyunlarını ve mallarını götürmesine engel olunmasını istedi. İbrahim bu hususta onlarla tartıştı ve şunları söyledi: 'Eğer koyunlarımı ve mallarımı alırsanız, bu durumda ülkenizde geçirdiğim ömrümü bana geri vermeniz gerekir.' Böylece aralarında bir tartışma başladı. Derken dava Nemrud'un yargıcına intikal etti. Yargıç, İbrahim'in sahip olduğu koyunları ve malları onlara vermesine, onların da İbrahim'in ülkelerinde geçirdiği ömrünü geri vermelerine hükmetti. Yargıcın bu kararı Nemrud'a haber verildi. Bunun üzerine Nemrut, İbrahim'in koyunları ve mallarıyla birlikte kenti terk etmesine izin vermelerini emretti.

Nemrut dedi ki: 'Eğer sizin ülkenizde kalırsa, dininizi bozar; tanrılarınıza zarar verir.' Böylece İbrahim'i ve Lut Peygamber'i ülkelerinden çıkarıp Şam dolaylarına gönderdiler."

"İbrahim yola çıktı. Onunla birlikte Sara ve Lut da vardı. İbrahim onlara dedi ki: 'Ben Rabbime gidiyorum, O bana doğru yolu gösterecektir.' İbrahim bu sözleriyle Beyt'ül-Mukaddes'i kastediyordu. İbrahim koyunlarını ve mallarını aldı. Bu arada bir de sandık yaptırdı, Sara'yı bu sandığın içine koyarak kapağını sıkıca kapadı. Bunu eşini kıskandığı için yapmıştı. Böylece yola çıktı. Nemrud'un egemenliği altındaki toprakların dışına çıkana kadar yürüdü. Kıptîler'den Azare adı verilen bir kralın ülkesinin topraklarına girdi. Bu sırada kralın tahsildarıyla karşılaştı.

Tahsildar sahip olduğu malların vergisini almak istedi. Sıra sandığa gelince, tahsildar açmasını istedi. İbrahim ona dedi ki: 'Farz et ki, sandık altın ve gümüş doludur, istersen bu şekilde kabul et ve biz de sana vergisini verelim.' Tahsildar ısrarla sandığın açılmasını istedi.

İbrahim'i açmaya zorladılar. Sandık açılıp Tahsildar onca güzelliğiyle

476 ....................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Sara'yı görünce şöyle dedi: 'Bu kadın senin neyin oluyor?' İbrahim dedi ki: 'O benim eşim ve teyzemin kızıdır.' Tahsildar, 'Peki onu niçin bu sandıkta saklıyorsun?' diye sordu. İbrahim şu karşılığı verdi: 'Onu bir yabancının görmesinden kıskanıyorum.' Tahsildar dedi ki: Senin ve onun durumunu krala haber vermedikçe seni bırakacak değilim." "Tahsildar krala özel bir elçi gönderip, ona durumu bildirdi. Kral özel bir elçi göndererek sandığı yanına getirmelerini istedi. İbrahim onlara dedi ki: 'Canım bedenimden ayrılmadan sandıktan ayrılmam.' Bunu krala haber verdiler. Bunun üzerine kral, onunla sandığın birlikte getirilmesini istedi. Böylece İbrahim, sandık ve diğer malları ile birlikte kralın huzuruna götürüldü. Kral ona dedi ki: 'Sandığı aç.' İbrahim ona şu cevabı verdi: 'Ey kral, orada benim eşim ve teyzemin kızı var. Ben sandığın kapağını açmağa karşılık sahip olduğum her şeyi vermeye hazırım.' Kral İbrahim'i sandığı açmaya zorladı. İbrahim de sandığı açmak zorunda kaldı. Kral Sara'yı görünce, ağırbaşlılığı azgınlığını frenleyemedi. Bu yüzden elini Sara'ya uzattı. İbrahim kıskandığı için yüzünü her ikisinden çevirdi ve şu duayı yaptı: 'Allah'ım, onun elinin eşime ve teyzemin kızına dokunmasına izin verme.' Bunun üzerine kralın eli Sara'ya yetişmediği gibi geri de gelmedi. Kral ona dedi ki:

'Yoksa, bunu senin ilâhın mı bana yaptı?' İbrahim ona dedi ki: 'Evet.

Ve benim ilâhım gayurdur, haramdan hoşlanmaz. Seni yapmak istediğin haramdan alıkoyan O'dur.' Kral ona şöyle dedi: 'İlâhına dua et, elim bana geri gelsin. Eğer ilâhın senin duanı kabul ederse, bir daha eşine yönelmeyeceğim.' İbrahim dedi ki: 'Allah'ım, ona elini geri ver ki, eşimden vazgeçsin.' Allah ona elini geri verdi. Kral bir kez daha gözleriyle Sara'yı süzdü. Sonra elini ona uzattı. Bunun üzerine İbrahim gayretinden dolayı yüzünü bir yana çevirdi ve 'Allah'ım, onun elinin eşime dokunmasına izin verme.' diye dua etti. Derhal kralın eli kurudu ve bir daha geri gelmedi."

"Kral İbrahim'e dedi ki: 'Senin ilâhın gayurdur, sen de gayursun. İlâhına dua et, elimi bana geri versin. Eğer elimi bana geri verirse, bu davranışımı tekrarlamayacağım.' İbrahim dedi ki: 'Bunu O'ndan isteyeceğim. Ama bir daha davranışını tekrarlarsan, benden tekrar dua etmemi isteme.' Kral, 'Evet.' dedi. Bunun üzerine İbrahim şöyle dedi:

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 477

'Allah'ım, eğer doğru söylüyorsa, elini ona geri ver.' Sonra kralın eli eski hâline döndü."

"Kral bu gayreti ve elinde meydana gelen bu mucizevî etkilenmeyi görünce, İbrahim'e (a.s) büyük bir saygı gösterdi. Ona bağışta bulundu, ikram etti, onu koruması altına aldı. Ona şöyle dedi: 'Artık ona veya yanında bulunan başka bir şeye saldırmama hususunda güvencedesin. Dilediğin yere gidebilirsin. Fakat senden bir isteğim var.' İbrahim, 'Nedir o?' diye sordu. Kral dedi ki: 'Ona Kıptî bir cariyeyi hediye etmeme izin vermeni istiyorum. Bu cariye son derece akıllı ve güzeldir.

Ona hizmet etsin.' İbrahim buna izin verdi. Kral cariyeyi çağırdı ve Sara'ya hediye etti. Bu cariye İsmail'in (a.s) annesi Hacer'di." "İbrahim beraberindekilerle beraber yola çıktı. Kral da İbrahim'e yönelik saygısının bir ifadesi olarak arkasından yürüyerek onu yolcu etti.

Yüce Allah İbrahim'e şöyle vahyetti: 'Dur, zorba kral arkanda yürüyecek şekilde onun önünde yürüme. Onu önüne al ve sen arkasından yürü, ona saygı göster. Çünkü o yöneticidir. İyi veya kötü olsun, yeryüzünde bir yönetici olması gerekir.' Bunun üzerine İbrahim durdu ve krala şöyle dedi: 'Yürü, çünkü benim ilâhım şu anda bana, sana saygı göstermemi, seni önüme geçirmemi ve senin arkanda yürümemi, sana yönelik saygının bir ifadesi olarak emretti.' Kral dedi ki: 'Rabbin sana bunu mu vahyetti?' İbrahim dedi ki: 'Evet.' Bunun üzerine kral şöyle dedi: Senin ilâhının şefkatli, yumuşak huylu ve kerim olduğuna tanıklık ediyorum. Sen bu davranışınla beni dinine çekmiş bulunuyorsun."

"Kral ona veda edip ayrıldı. İbrahim Şamat bölgesinin yüksek yerlerine varıncaya kadar yol aldı. Lut'u ise Şamat bölgesinin aşağılarında bıraktı. İbrahim ilerleyen yaşına karşın evlât sahibi olmadığını görünce, Sara'ya şöyle dedi: 'Eğer istersen Hacer'i bana sat. Bakarsın Allah ondan bize bir evlât bahşeder. Ve o bizden sonra yerimize geçer.' İbrahim Hacer'i Sara'dan satın aldı, onunla yattı ve Hacer İsmail'e hamile kaldı."1

---------------------------

1- [er-Ravza Min'el-Kâfi, c.8, s.370-373, h: 560]

478 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Tevrat'taki çarpıklıklardan biri de İbrahim'in oğullarından birini kurban etmesi kıssası hakkında göze çarpmaktadır. Tevrat'a göre, İbrahim'in kurban etmek istediği oğlu İshak'tır, İsmail değil. Oysa Hz. İbrahim'in onu Tihame çölüne yerleştirmesi, Kâbe'yi yapması, İsmail'in ve annesinin Allah yolunda çektikleri meşakkatleri sembolik bir dille anlatımından ibaret olan, tavaf, sa'y ve kurban gibi ibadetleri içeren hac ibadetini yasalaştırması, kurban edilmek istenen oğlun İshak değil, İsmail olduğunu gösterir.

Barnabas İncili'nde Mesih'in, kurban edilen oğlun İsmail yerine İs-hak olduğunu söylemelerinden dolayı Yahudileri kınadığı belirtiliyor. 44. bölümde şöyle deniyor:

"Allah İbrahim'le şöyle konuştu: İlk doğan çocuğun olan İsmail'i al, dağa çıkar, onu kurban olarak boğazla. İshak İbrahim'in ilk doğan çocuğu olabilir mi? O doğduğunda İsmail yedi yaşındaydı." (44. bölüm; ayet, 11-12)

Kur'ân ayetlerinde ise, kurban edilen oğlun İsmail olduğu hemen hemen açık bir şekilde ifade edilmektedir. Yüce Allah İbrahim'in putları kırmasını, bundan dolayı soydaşları tarafından ateşe atılmasını, ateşin ona karşı serin ve selâmetli olmasını aktardıktan sonra şöyle buyuruyor:

"Ona bir tuzak kurmak istediler, biz de onları alçak düşürdük. Dedi ki: 'Ben Rabbime gideceğim, o beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana iyilerden lütfet.' Ona halîm bir erkek çocuk müjdeledik. Çocuk onun yanında koşma çağına erişince, İbrahim ona: 'Yavrum!' dedi, 'Ben uykuda görüyorum ki ben seni kesiyorum; düşün bak, ne dersin?' Çocuk: 'Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.' dedi. İkisi de böylece teslim olup İbrahim kurban etmek için çocuğunu alnı üzerine yatırınca, biz ona: 'İbrahim!' diye seslendik. 'Sen rüyayı doğruladın, işte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız.'

dedik. Gerçekten bu, apaçık bir sınav idi. Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik. Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık. İbrahim'e selâm olsun. İşte biz güzel davrananları böyle mükafâtlandırırız. Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı. Biz ona İshak'ı

iyilerden bir peygamber olarak müjdeledik. Kendisine de, İshak'a da

En'âm Sûresi / 74-83 ......................................................................... 479

bereketler verdik. Onların neslinden iyi hareket eden de var, açıkça kendisine zulmeden de." (Sâffât, 98-113)

Bu ayetler üzerinde düşünen bir kimse, kurban edilmek üzere seçilen çocuğun, "Ona halîm bir çocuk müjdeledik." ayetinde müjdelenen çocuk olduğundan kuşku duymaz. "Biz ona İshak'ı iyilerden bir peygamber olarak müjdeledik." ayetinde işaret edilen diğer müjdeleme ise, ilk müjdelemeden ayrıdır. İkinci müjdelemede işaret edilen İshak, ilk müjdelemede işaret edilen çocuktan ayrıdır. İlk çocuktan söz edilirken kurban olayı da birlikte anlatılmıştır.

Rivayetlere gelince; Şiî kaynaklarda, Ehlibeyt İmamları'ndan aktarılan rivayetlerde kurbanlık olarak seçilen çocuğun İsmail olduğu zikredilir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kanallarından aktarılan rivayetlerde ise ihtilâf vardır. Bazıları kurbanlık olarak seçilen çocuğun İsmail, bazısı ise İshak olduğunu söylemişlerdir. Fakat daha önce de işaret ettiğimiz gibi, birinci grubun görüşü Kur'ân'a uygun düşmektedir.

Taberî, tarihinde şunları söylüyor: "Peygamberimiz Muhammed'in (s.a.a) ümmetinin ilk kuşak âlimleri, İbrahim'in kurban etmekle görevlendirildiği oğlunun kimliği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazılarına göre, kurban edilmesi istenen çocuk İsmail b. İbrahim, bazısına göre de İshak b. İbrahim'dir. Her iki görüşü destekleyen rivayetler Peygamberimizden aktarılmıştır. Bunlardan biri sahihse diğerini artık değerlendirmelerimize esas almayız. Ancak Kur'ân'a baktığımızda, Peygamberimizden aktarılan, "Kurban edilmek istenen çocuk İs-hak'tı." şeklindeki rivayetin diğerine göre daha açık bir şekilde kanıtlandığını görürüz."

Taberî devamla şunları söylüyor: "Buna ilişkin Kur'ân'da yer alan kanıttan bunun İshak olduğu anlaşılmaktadır, şeklindeki çıkarsamamıza gelince; İbrahim Peygamber soydaşlarından ayrılıp karısı Sara ile birlikte Şam bölgesine, Rabbine hicret edeceğini belirtirken yaptığı dua buna ilişkin somut bir kanıt mahiyetindedir. 'Ben Rabbime gideceğim, O beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana iyilerden lutfet.' Hz. İbrahim bu duayı yaparken henüz Hacer'le tanışmamıştı. Henüz İsmail'in annesine sahip olmamıştı. Bu duanın hemen ardından yüce Allah duasını kabul ettiğini, kendisine halîm bir çocuk müjdelediğini

480 ................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

belirten haberi veriyor. Ardından çocuk yanında koşacak çağa erişince, İbrahim'in bu çocuğu kurban ettiğine ilişkin rüyayı gördüğünü haber veriyor."

"Kur'ân'da Hz. İbrahim'e müjdesi verilen İshak dışında bir erkek çocuğu görmedik. Bunu şu ayetlerden anlıyoruz: Ayakta durmakta olan karısı güldü. Biz de ona İshak'ı müjdeledik. İshak'ın ardından da Yakub'u." [Hûd, 71] "Onlardan içine bir korku düşürdü. 'Korkma!' dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Karısı Sara çığlık içinde geldi, yüzüne vurarak: 'Ben kısır bir kocakarıyım, benden nasıl çocuk olur?' dedi. "[Zâriyât, 28]

"İbrahim'in bir erkek çocukla müjdelendiği her yerde geçen ifadeler böyledir. Yüce Allah ona eşi Sara'dan olacak bir çocuğu müjdelemiştir. Dolayısıyla, 'Biz ona halîm bir çocuk müjdeledik.' ifadesinin Kur'ân'ın diğer yerlerinde işaret edildiği gibi, eşi Sara'dan olma İshak'ın müjdelenmesi şeklinde algılanması gerekir."

"Bazıları buna karşı şu gerekçeyi ileri sürüyorlar: 'Allah İshak'ın kurban edilmesini emretmemiştir. Kurban edilecek çocuğun doğacağına ilişkin müjde onun ve ondan sonra da Yakub'un doğumundan önce gerçekleşmiştir.' Bu gerekçe, buna dayandırılan çıkarsamanın doğruluğunu gerektirmez. Çünkü yüce Allah, İshak'ın koşma çağına gelmesinden sonra boğazlanmasını emretmiştir. Ayrıca babası İshak'ı boğazlamakla emredilmeden önce İshak'ın oğlu Yakub'un da dünyaya gelmiş olması mümkündür."

"Bu konuda İbrahim'in koçun boynuzlarının Kâbe'ye bağlı olduğunu görmesini gerekçe göstererek kurban edilenin İshak olmadığını kanıtlamaya çalışanın bu gerekçesi de geçersizdir. Çünkü koçun Şam'- dan getirilip Kâbe'ye bağlanmış olması imkânsız bir şey değildir." (Taberî'den alınan alıntı burada sona erdi.)

Şu apaçık gerçeği nasıl görmediğini bir türlü anlayamıyorum: İbrahim yüce Allah'tan bir evlât isterken Şam'a hicret etmek üzereydi ve karısı Sara da yanında bulunuyordu. O sırada Hacer diye birini kimse bilmiyordu. "Rabbim bana iyilerden bir çocuk lütfet." derken, Rabbinden bir çocuk istiyor; ama bu çocuğun Sara'dan olmasını belirtmiyor. Dolayısıyla bu duasından hemen sonra gelen müjdeyi İshak'la

En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................ 481

müjdelenmesi şeklinde yorumlamanın bir dayanağı yoktur. Çünkü İbrahim, "Bana lütfet" diyor. "Bana Sara'dan lütfet." demiyor.

Bir de diyor ki: "Kur'ân'ın başka yerlerinde hep İshak'ın müjdelenmesinden söz ediliyor; dolayısıyla buradaki müjdelemenin de İshak'la ilintili olarak yorumlanması gerekir." İleride çeşitli münasebetlerle değineceğimiz gibi, bu çıkarsama hiçbir kanıta dayanmayan bir kıyastır.

Bilâkis kanıt, bu çıkarsamanın aksini göstermektedir. Çünkü yüce Allah bu ayetlerde kendisine halîm bir çocuğun müjdelendiğinden söz ettikten sonra, çocuğun kurban edilmesi kıssasını anlatıyor.

Hemen ardından İshak'ın müjdelenmesini zikrediyor. Bu konuların ele alındığı ayetlerin akışını inceleyen bir insan, ikinci kez müjdelenen çocuğun ilk kez müjdelenen çocuktan ayrı olduğundan kuşku duymaz. O hâlde İbrahim (a.s) daha önce İshak'tan başka bir çocukla müjdelenmiştir. Bu da İsmail'den başkası değildir. Raviler, nakilciler ve tarihçiler İbrahim'in oğullarından İsmail'in İshak'tan önce doğduğu hususunda görüş birliği içindedirler.

Bu konuyla ilgili olarak Tevrat'ta anlatılanların birbirini tutmaz örneklerinden biri de şudur: Tevrat'ta İsmail'in İshak'tan yaklaşık olarak on dört yıl önce doğduğundan söz ediliyor. Yine Tevrat'ta İshak'ın doğmasından sonra Sara ile alay ettiği için İbrahim'in onu ve annesini kovduğu ifade ediliyor. Bunun akabinde İbrahim'in onları bir vadiye yerleştirmesi, Hacer'in kırbasında taşıdığı suyun tükenmesi, İsmail'in susaması, sonra Melek'in Hacer'e suyu göstermesi anlatılıyor. İsmail- 'in kıssasının bu kısmına bakan bir insan bu olaylar meydana gelirken İsmail'in henüz annesinin sütünü emen bir çocuk olduğundan kuşku duymayacaktır. Dilersen Tevrat'ta kıssanın bu bölümünü yeniden gözden geçirip inceleyebilirsin. Bizim mezhebimizin kaynaklarında yer alan rivayetler İsmail'in o sırada süt emen bir çocuk olduğunu ortaya koyar mahiyettedir.

6- [İbrahim Kıssasıyla İlgili Kur'ânî Bir İnceleme]

Kur'ân-ı Kerim gerek kişiliği, gerek saygı değer iki oğlu İsmail ve İshak ve gerekse bu ikisinin sulbünden devam eden soyu açısından İbrahim'in (a.s) kıssasına büyük bir özen gösterir. Ama Tevrat'ta

482 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

bu özeni göremiyoruz. Tevrat'ta İbrahim kıssası, İshak ve İsrail kavmi boyutuyla sınırlandırılır. İsmail'dense pek söz edilmez. Söz edildiği yerlerde de ya küçümseyici, ya da basitleştirici ifadeler kullanılır. Ama çok geçmeden çelişkiler de kendini göstermeye başlar. Sözgelimi, bir yerde Allah'ın İbrahim'e, "Onunla (İshak'la) ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim. (Yani senin soyun İshak'la devam edecek.)" diye hitap ettiğinden söz ederken, bir başka yerde, "İsmail'e gelince, seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım... Soyunu büyük bir ulus yapacağım."

şeklinde ona hitap edildiğinden söz eder. Bir yerde İsmail'in vahşi (yaban eşeği), insanlara zıt düşen, insanların kendisine zıt düştüğü, ok atıcısı olarak büyüdüğü, baba evinden kovulduğu şeklinde tanımlandığını görüyoruz; bir başka yerde, Allah'ın onunla beraber olduğundan söz edildiğini görüyoruz.

Hz. İbrahim'in Kur'ân'da yer alan kıssasının buraya kadar anlatılan kısmını iyice incelediğimiz zaman, Kur'ân'la ilgili olarak bazı zihinlerde beliren iki kuşku giderilmiş olur:

Birinci kuşku: Bazı müsteşrikler1 diyorlar ki: "Kur'ân Mekkî surelerde İbrahim ve İsmail'den (a.s) tıpkı diğer peygamberlerden söz ettiği gibi genel olarak söz eder. Sadece onların tevhid dini üzere olduklarını, insanları uyardıklarını, insanları Allah'a kulluk sunmaya davet ettiklerini anlatır. Meselâ İbrahim'in Kâbe'yi bina etmesinden, Kâbe'nin İsmail'le ilgisinden, onların Arapları fıtrat dinine ve hanif şeriatına çağırdıklarından bahsetmez. Ama Bakara, Hac gibi Medenî surelerde İbrahim ve İsmail'in Arapların babaları olduklarından, Arapların onların çocukları olduklarından, onlar için İslâm dinini tebliğ ettiklerinden ve Allah'ın kutsal evi olan Kâbe'yi kurduklarından söz edilir."

"Bu çelişkinin sırrı şudur: Muhammed Mekke'deyken sırtını Yahudilere dayamıştı. Ama çok geçmeden Yahudiler ona karşı düşmanca bir tutum içine girdiler. Bundan dolayı Muhammed'in onların dışında bir destekçi bulması kaçınılmazdı. İşte bu noktada muhteşem zekâsı

----------------------

1- en-Neccar -Kısas'ul-Enbiyâ- adlı eserde Hurgoniye ve Wensinck adlı iki müsteşrikin İslâm ansiklopedisinde yaptıkları değerlendirmelerden nakletmiştir.

En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................. 483 Arapların babası İbrahim'in yeni bir özelliğini keşfetti. Bu sayede kendi döneminin Yahudilerinden kurtularak İbrahim'in Yahudiliğine tutundu. Onu Arapların babası ilân etti. Artık İbrahim İslâm dininin temellerini atan, Mekke'deki kutsal Kâbe'yi kuran kişiydi. Çünkü Mekke kenti sürekli olarak zihnini kurcalıyordu." (Adı geçen müsteşriklerin değerlendirmeleri özetle bundan ibarettir.)

Bu kuşkuyu dile getiren zat, Allah'ın yüce kitabına iftira etmekle son derece utanç verici bir duruma düşmüştür. Çünkü Kur'ân dünya çapında bilinen bir kitaptır. Doğuda veya batıda bir kimsenin istediği zaman Kur'ân'a bakıp incelemesi zor değildir. Dolayısıyla Kur'ân üzerinde gerçekten araştırma yapan herkes şunu kabul eder ki, Kur'ân ne Mekke dönemi inişli surelerde, ne de Medine dönemi inişli surelerde ne müşriklere, ne Yahudilere, ne de Hıristiyanlara karşı en küçük bir alttan alma, bir şirin görünme, bir yaltaklanma içine girmemiştir.

Yahudilere veya başka bir topluluğa karşı geliştirdiği argümanların dili, üslûbu Mekke veya Medine ortamına göre değişiklik arz etmemiştir.

Fakat Kur'ân ayetleri, dinsel davetle bağlantılı olarak olayların gelişim seyrine göre bölüm bölüm iniyorlardı. Hicret sonrası gelişmeler Peygamberimizin (s.a.a) Yahudilerin durumuyla yakından ilgilenmesini ve onlara karşı açık bir sertlik sergilemesini gerektirmiştir. Bu da kaçınılmazdı. Medine'de inen ayetlerde bunu belirgin bir şekilde gözlemlemek mümkündür. Olayların gelişiminin gerektirdiği ölçüde ayrıntılı hükümleri içeren ayetleri buna örnek gösterebiliriz.

Sözü edilen müsteşriklerin Arapların İsmail ve İbrahim'le irtibatlandırılmalarının, Kâbe'yi bina edişlerinin ve hanif dinini kurmuş olmalarının sadece Medine'de inen surelerde gündeme getirildiğini ileri sürmesine gelince; bu iddiayı, Mekke'de inen bir sure olan İbrâhîm Suresi'ndeki şu ifadeler yalanlamaktadır: "Bir zaman İbrahim, şöyle demişti: Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut... Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını senin Haram Evi'nin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı kılsınlar diye. Artık sen insanlardan birtakım gönülleri, onları sever yap ve onları çeşitli meyvelerle besle ki şükretsinler... İhtiyarlık ça-

484 .................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ğımda bana İsmail ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir." (İbrâhîm, 35-39) Buna benzer ifadeleri, kurban edilme kıssasını içeren Sâffât Suresi'nin ilgili ayetlerinde de gördük.

İbrahim Peygamber'in Yahudiliğine gelince, adı geçen iki müsteşrikin bu iddiasını Kur'ân reddetmektedir: "Ey Ehlikitap, İbrahim hakkında ne diye çekişip tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Anlamıyor musunuz?... İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; ancak o hanifti, Müslümandı, müşriklerden de de-ğildi." (Âl-i İmrân, 65-67)

İkinci Kuşku: Yıldızlara tapan Sabiîlerle ilgilidir. Kur'ân İbrahim'in onların ilâhlarıyla karşılaşmasını şu ifadelerle anlatır: "Üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız gördü, 'Budur rabbim!' dedi..." Bunlar Harran kentinde yaşıyorlardı. İbrahim oraya Babil veya Ur kentinden göç etmişti.

Bu da onun yıldızların ilâhlığını tartışmasının putlar hakkında tartışmaya girmesinden, ardından putları kırmasından, bundan dolayı ateşe atılmasından bir süre sonra gerçekleşmiş olmasını gerektirir.

Oysa bu durum, onun putlara tapanlarla tartışması ile yıldızlara tapanlarla tartışmasının, -daha önce işaret edildiği şekliyle- ortaya çıkıp babasına ve soydaşlarına katılmasından sonraki iki gün içinde gerçekleştiğini ifade eden ayetlerle uyuşmamaktadır.

Ben derim ki: Bu, gerçekte ayetlerin açıklaması bağlamında yer verdiğimiz tefsirle ilgili bir kuşkudur; kitabın aslına yönelik bir kuşku değildir.

Ayrıca bu değerlendirmede, tarihin kesin olarak kanıtladığı ve mantığın zorunlu gördüğü bir gerçek göz ardı edilmiştir. Mantığın zorunlu gördüğü husus şudur: "Bir memleket düşünün ki, büyük şehirlerinin bazısında Sabiîlik gibi o dönemde yayılmış bulunan bir din ağırlıkta olsun ve ülkenin başka yerlerinde bu dine bağlanan gruplar bulunmasın." Böyle bir şey mümkün değildir.

Tarihe gelince, Sabiîliğin de tıpkı putperestlik gibi Babil'de yaygın olduğundan, orada yıldızların adına kurulan birçok tapınakların bulunduğundan, bu yıldızlara nispet edilen putların bu tapınaklara yerleştirildiğinden söz etmektedir. Babil ve civarıyla ilgili tarihlerde M. Ö. üç bin iki yüz yıl önce Güneş Tanrısı ve Ay Tanrısı adına bir

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 485

tapınağın kurulduğu belirtilmektedir. Hamurabî yasalarının yazıldığı yazıtlarda Güneş Tanrısı'ndan ve Ay Tanrısı'ndan bahsedilir. Bu da İbrahim Peygamber'in (a.s) yaşadığı döneme yakın bir zaman kesitinde gerçekleşmiştir.

Daha önce Ebu Reyhan Birunî'nin "el-Asâr'ul-Bakiye" adlı eserinden1 şu alıntıyı yapmıştık: "Yuzasef Hindistan topraklarında Tahmu-res'in tahta çıkışından bir yıl sonra ortaya çıktı ve Farsça yazıyı icat etti. Halkı Sabiîlik dinine davet etti. Birçok insan da ona tâbi oldu. Belh bölgesini yurt edinmiş Pişdadî kralları ve kimi Keyanîler güneşi, ayı, yıldızları ve genel unsurları (toprak, su, ateş ve rüzgar) kutsuyorlardı. Beştasef'in tahta gelişinin üzerinden otuz sene geçip Zerdüşt'ün ortaya çıkmasına kadar bu durum devam etti."

Birunî devamla şunları söylüyor: "Tabiattaki plânı, düzeni feleğe ve gökcisimlerine mal ederler. Bunların canlı olduklarına, konuştuklarına, duyduklarına ve gördüklerine inanırlar. Nurlara büyük saygı gösterirler. Dimaşk Camii'nin avlusundaki mihrabın üstündeki kubbe onların eseridir. Burası eskiden onların tapınaklarıydı. Yunanlılar ve Romalılar onların dinleri üzereydiler. Sonra burası Yahudilerin eline geçti, onu kendi tapınakları olan havraya dönüştürdüler. Ardından Hıristiyanların eline geçti, onu kilise yaptılar. Derken İslâm geldi ve bölge Müslümanların eline geçti. Müslümanlar burayı camiye dönüştürdüler."

"Sabiîlerin çeşitli heykelleri ve putları vardı. Bunlara belli şekiller verir, güneşin adlarıyla anarlardı. Nitekim Ebu Ma'şer el-Belhî, tapınaklara ilişkin eserinde, Ba'lebek heykelinin güneş adına dikildiğinden söz eder. Kıran heykelinin de ay adına dikildiğini belirtir. Onu yuvarlak bir halka şeklinde yapmışlardı. Heykelin yakınında 'Selemsin' adında bir köy vardı. Bu köyün eski adı 'Senem Sin'di. Yani 'Ay Putu'.

Bölgede diğer bir köy daha vardır ki, adı 'Tara Uz'dur. Yani, Zühre Kapısı."

1- Bakara Suresi, 62. ayetin tefsiri bağlamında, "Sabiîlerle İlgili Tarihsel Bir Araştırma" bölümü.

486 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

"Denildiğine göre, içindeki putlarla birlikte Kâbe onlara aitti. Bu putlara tapanlar da Sabiîliğe mensuptular. Lat putunu Zuhal adına, Uzza putunu da Zühre adına dikmişlerdi." (Ebu Reyhan Birunî'den aktardıklarımız burada sona erdi.)

Mes'udî'ye göre, Sabiîlik dini, putperestliğin bir tür dönüşmüş, evrimleşmiş şeklidir. İkisinin de kaynağı bir olduğu için, Sabiîliğin de putperestliğe dönüşmesi mümkündür. Putperestlerin de Güneş, Ay ve Zühre Yıldızı ile diğer yıldızlar adına dikilen putlara kulluk sundukları olurdu. Bunu onların ilâhlarına, oradan da ilâhlar ilâhına yaklaşmak amacıyla yaparlardı.1

Müruc'uz-Zeheb'de diyor ki: "Hindistan'ın, Çin'in ve başka bölgelerin halkının büyük çoğunluğu yüce Allah'ın cisim olduğuna inanırdı. Onlara göre melekler de cisimdiler, her birinin kendine göre ölçüsü vardı. Allah ve melekler göklerin arkasına gizlenmişler. Bu inançlarından dolayı yüce Allah'ı temsil ettiğine inandıkları heykeller ve putlar yaptılar.

Değişik şekil ve biçimlerde melekleri temsil eden heykeller edindiler. Bazılarını insan şeklinde, bazısını da daha başka şekillerde yaparak kulluk sundular. Bunlara kurbanlar adadılar, adaklar sundular.

Çünkü onlara göre, bu heykeller yüce Allah'a benziyorlardı ve O'na yakındılar."

"Bir süre böyle devam ettiler. Birkaç asır bu inançları sürdü. Derken aralarında çıkan bazı filozoflar Allah'a gözle görünen en yakın cisimlerin felekler ve yıldızlar olduklarını söylediler. Onlara bunların canlı ve kavrama yeteneğine sahip olduklarını belirttiler. Melekler bu yıldızlarla Allah arasında gidip gelmektedirler. Bu âlemde meydana gelen her şey, Allah'ın yıldızlar için belirlediği kader doğrultusunda meydana gelmektedir. Böylece yıldızları ululadılar, onlara kurbanlar sunmaya başladılar. Bunu yaparken yıldızlardan birtakım çıkarlar umuyorlardı. Bu inanışları da uzun süre devam etti."

"Yıldızlar gündüzleri gözden kayboldukları, geceleri de bazı engellerden dolayı gizlenmek durumunda kaldıkları için, aralarındaki bazı filozoflar bunları temsil eden, onlara benzer heykeller yapıp dikmeleri-

-----------------------

1- [Müruc'uz-Zeheb, c.2, s.225]

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................... 487

ni istediler. Bunun üzerine ünlü büyük yıldızlar adına birtakım heykeller yaptılar. Bir grubu bu yıldızlardan birini ululuyordu, ona birtakım adaklar sunuyordu. Buna karşılık bir başka grup, diğer bir yıldıza daha değişik adaklar takdim ediyordu. İnanışlarına göre, herhangi bir yıldız adına dikilen bir puta kulluk sundukları zaman yüceler âlemindeki bu cisimler hareketlenerek istediklerini yerini getirirlerdi. Her put için ayrı bir tapınak inşa ettiler. Bu tapınakları adı geçen yıldızların isimleriyle isimlendirdiler."

"Bazıları Kâbe'nin Zuhal Yıldızı adına yapılan bir tapınak olduğunu sanmışlardır. Bu evin aradan geçen onca zamana rağmen saygı görerek ayakta kalmasının nedeni Zuhal Yıldızı adına kurulan bir ev olmasıdır. Zuhal onun korumasını üstlenmiştir. Çünkü Zuhal, kalıcılık ve değişmezlik ifade eder. Bu yüzden Zuhal'a ait olan bir şey yok olmaz, çürümez, eskimez; her zaman saygı görür. Daha bunun gibi bir sürü asılsız şey söylemişlerdir ki, biz, bu çirkin tanımlamalara yer vermekten imtina ettik."

"Aradan uzun bir zaman geçince, kendilerini Allah'a yaklaştırıyorlar diye putlara ibadet etmeye başladılar. Yıldızlara yönelik kulluk sistemini ortadan kaldırdılar. Bu durum böyle devam etti. Derken Hindistan'da Yuzasef adında biri ortaya çıktı. Bu adam Hindistanlıydı. Yuzasef Hindistan'dan ayrılarak Sind bölgesine yerleşti. Oradan Sicistan'a ve Zabulistan'a geçti. Orası Kebuk oğlu Firuz'un ülkesiydi. Sonra Sind'e ve Kirman'a geçti."

"Peygamberlik iddiasında bulundu, Allah'ın elçisi olduğunu iddia etti. Allah ile insanlar arasında aracı olduğunu söyledi. Derken Fars ülkesine geldi. Bu sırada Fars kralı Tahmures tahttaydı. Bazılarına göre, onun Fars ülkesine gelişi, Cem zamanına rastlıyor. Bu kitabın az önceki bölümünde belirttiğimiz gibi, Sabiîlik dinini ilk ortaya atan kişi budur."

"Yuzasef insanlara bu dünyadan el etek çekmeyi tavsiye etti; bu âlemden daha yukarı olan şeylerle uğraşmalarını emretti. Çünkü insanların başlangıcı ve sonu yukarı âlemlerdi. Yuzasef halk arasında putperestliği yeniden canlandırdı. Çeşitli hile ve aldatma yöntemleriyle putperestliği, putlara secde etmeyi insanlara çekici ve doğru gösterdi."

488 ...................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

terdi." "Bu bilimlerde uzmanlık derecesine ulaşmış kişiler, kralların yaşamlarını bilen bilgeler demişlerdir ki: Ateşi ilk kutsayan ve insanları ona saygı göstermeye davet eden ilk kral Cem'dir. Cem insanlara şunu söyledi: Ateş güneşin ve yıldızların ışığına benziyor. Ona göre, aydınlık karanlıktan iyiydi. Aydınlık için çeşitli dereceler öngördü. Sonra onun ardından insanlar arasında ihtilâflar, çekişmeler baş gösterdi. Her grup kendilerini Allah'a yaklaştırdığına inandığı ibadet sistemini üstün tutarak diğerleriyle mücadele etti."

Ardından Mesudî, onlarca kutsal sayılan yedi tapınaktan söz eder: "Bunlar; Kâbe (Zuhal adına yapıldığına inanılır), İsfahan'da Mars dağında bulunan ev, Hindistan'da Mendusan evi, Belh kentinde Ay adına yapılan Nevbahar evi, Yemen'de San'a kentinde Zühre adına kurulan Gamdan evi, Güneş adına Fergane'de kurulan Kavusan evi, Yukarı Çin'de ilk illet adına kurulan ev."

"Yunanlıların, Romalıların, Sakaliblerin kutsadıkları evleri vardı ve bunları yıldızların adına kurmuşlardı. Romalıların Tunus'ta Zühre Yıldızı adına kurdukları evi buna örnek verebiliriz."

Mes'udî, Harranilerin1 yani Sabiîlerin akıl sahibi cevherler ve yıldızlar adına kurdukları heykellerinin olduklarını anlatır. Bunlara ilk illet heykelini ve akıl heykelini örnek verebiliriz. Sabiîlerin heykelleri arasında, Silsile Heykeli, Suret Heykeli ve Nefis Heykeli de yer alır. Bunlar yuvarlıktılar. Zuhal Heykeli altıgen şeklindeydi. Müşteri Hey-keli üçgen; Merih Heykeli dikdörtgen, Güneş Heykeli kare, Utarid Heykeli de üçgen şeklindeydi. Zühre Heykeli ise dikdörtgen içinde üç-gen şeklindeydi.

Ay Heykeli sekizgen şeklindeydi. Sabiîlerin anlat-tı-ğımız gibi birtakım gizledikleri sırları vardı. (Mes'udî'nin Müruc'uz- Zeheb'de söyledikleri bundan ibaretti.) Şehristanî'nin el-Milel ve'n-Nihal adlı eserinde de buna yakın şeyler anlatılır.

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar açıklığa kavuşuyor:

-----------------------------

1- Harranîlik ismi bütün Sabiîler için kullanılır; bunun nedeni Harran'ın bu dinle ün salmış olmasıdır.

En'âm Sûresi / 74-83 ............................................................................................ 489

1- Putperestler, ilâhlar ve varlık türlerinin tanrıları adına dikilen putlara taptıkları gibi yıldızlar, güneş ve ay adına dikilen putlara da tapıyorlardı.

Bunların isimlerini verdikleri heykelleri vardı. Hz. İbrahim'in yıldızlara, aya ve güneşe tapma hususundaki tartışması, yukarıda yer verdiğimiz bazı rivayetlerde belirtildiği gibi, Babil veya Ur ya da Kusariya beldesinde yaşayan bazı Sabiîlerle olabileceği gibi, Sabiîlerle değil de yıldızlara, Ay'a ve Güneş'e kulluk sunan ve bunların aracılığıyla Allah'a yaklaşmayı uman putperestlerle de olabilir. Ayrıca bu olayla ilgili Kur'ân ayetlerinden açıkça şunu anlıyoruz: Hz. İbrahim (a.s) babası ve soydaşlarıyla tartışır, onların verdikleri ezalara ve uyguladıkları baskılara Allah adına katlanır. Nihayet onlarla ilişkisini keser, yurtlarından hicret ederek, kutsal topraklara yerleşir. Yani onların topraklarından ayrılıp önce Harran'a, sonra da kutsal topraklara yerleşmiş değildir. Tarih kitaplarında onun önce Harran'a, sonra kutsal topraklara göç ettiğine ilişkin olarak yer alan bilgilerin Tevrat veya İsrailiyat menşeli güvenilmez başka kaynakların dışında dayanağı yoktur. Taberî tarihini ve başka kaynakları inceleyenler bunu açık bir şekilde gözlemleyebilirler.

Kaldı ki, bazıları Tevrat'ta sözü edilen Harran'ın Fırat ve Habur arasında Babil'e yakın bir kent olduğunu, Şam yakınlarındaki bugünkü Harran olmadığını söylemişlerdir.1

Yine Mes'udî'nin belirttiğine göre, "Sabiîlerin büyük tapınaklarından şimdiye kadar -Mes'udî'nin yaşadığı zaman, yani üç yüz otuz iki senesi- kalanı, Harran'da Rıkka kapısında ayakta duran tapınaktır. Buraya Mağlitiya adı verilir. Onlara göre bu, İbrahim'in babası Azer'in heykelidir. Bu arada halk arasında Azer ve oğlu İbrahim'le ilgili birçok hikâye dolaşıyordu." Yalnız bunların sözleri hiçbir şeyin kanıtı olarak ele alınamaz.

2- Putperestler güneşe, aya ve yıldıza taptıkları gibi, Sabiîler de güneş, ay ve yıldızların dışında ilk illet, akıl ve nefis gibi varlıklar adına evler kuruyor, heykeller dikiyor, tıpkı putperestler gibi onlara kulluk sunuyorlardı. Herodotos, tarihinde Babil tapınağını tasvir ederken,

------------------------

1- Kamus'ul-Kitab'il-Mukaddes, Harran md.

490 ................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

onun sekiz burcunun bulunduğunu, bunların bazısının bazısının üzerinde bina edildiğini, en son ve en yukarıdaki burcun üzerinde geniş bir kubbe bulunduğunu, orada sadece büyük bir tahtın bulunduğunu, karşısında da altından bir masanın yer aldığını, kubbede heykel ve put adına bir şeyin bulunmadığını, tapınakta sadece bir kadının olduğunu, halkın bu kadının Allah tarafından hizmet için seçtiğine inandığını belirtir.1

Herodotos'un tasvir ettiği bu tapınak, biçim ve şekillerden tenzih edilen ilk illet adına kurulmuş olması ihtimal dahilindedir. Gerçi Mes'- udî'nin de belirttiği gibi, Sabiîler ilk illeti de kendi vehimlerinden kaynaklanan biçim ve şekillerde tasvir etmekten geri durmuyorlardı.

Ancak bilinen bir şey vardır ki, filozofları Allah'ı cismanî biçim ve şekillerden tenzih ederlerdi. O'nu maddî niteliklerden uzak sayarlardı. O'na yaraşır sıfatlarla tavsif etmeye çalışıyorlardı. Ancak onlar normal halktan yüce Allah'la ilgili inançlarını gizleme gereğini duyuyorlardı. Böyle davranmalarının nedeni ya insanların bu tür gerçekleri algılama yeteneğinden yoksun olmasıydı, ya da hakkı gizlemelerini gerektiren siyasal amaçlar uğruna böyle davranıyorlardı.

-------------------------

1- Herodotos, Yunanlı tarihçi. Bu kitabı M. Ö. beş yüz tarihlerinde yazmıştır.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 379

AYETLERİN MEÂLİ

84- Biz ona İshak'ı ve (İshak'ın oğlu) Yakub'u hediye ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik. Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz.

85- Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi.

86- İsmail'i, el-Yesa'ı, Yunus'u ve Lut'u da (doğru yola ilettik). Hepsini âlemlere üstün kıldık. 87- Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da. Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik.

88- İşte bu, Allah'ın hidayetidir; kullarından dilediğini onunla hidayete erdirir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta oldukları amelleri elbette boşa giderdi.

89- İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (yargı yetkisi) ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu, bunlara vekil bırakmışızdır.

90- İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki: "Ben ona karşılık sizden bir ücret is-temiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüt ve hatırlatmadır."

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Bu ayetlerin önceki ayetlerle bağlantılı olduklarını belirtmeye gerek yoktur. Bu bakımdan ayetleri, İbrahim Peygamber'le (a.s) ilgili açıklamaların tamamlayıcısı olarak algılayabiliriz. Bu ayetlerde, İbrahim Peygamber'e ve onunla birlikte isimleri geçen bazı peygamberlere yönelik ilâhî nimetler ve iyilikler söz konusu edilmiştir; bunu, "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u da hediye ettik.", "Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz.",

"Hepsini âlemlere üstün kıldık." ifadelerinden ve ayetlerde geçen diğer ifadelerden algılıyoruz. Fakat ayetlerin amacı, sırf adı geçen peygamberlere yapılan iyilikleri sayıp dökmek değildir. Nitekim bazı müfessirler böyle bir yanılgıya düşmüşlerdir. Aksine ayetlerin ana hedefi, fıtrî tevhide uymayı, ilâhî hidayetle doğru yola erişmeyi de beraberinde getiren büyük nimetlere ve olağanüstü güzelliklere dikkat çekmektir.

Zaten insanların yaratılış sistemleri olan fıtratın öngördüğü tevhit meselesini açıklamayı esas alan bu surenin amacına uygun düşen de budur. Daha önce söylemiştik: Surenin buraya kadar sunulan ayetleri açısından İbrahim kıssası, genel bir açıklamaya ilişkin bir örnek konumundadır.

Ayetlerin akışı içinde tevhid inancının açıklanmasına ek olarak,

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 381

tevhid inancının kesintisiz bir zincir şeklinde halkaları birbirine geçmiş vaziyette insanlar arasında korunduğuna da işaret edilmektedir.

Bu inanç, ilâhî yol göstericilik ve özel rabbanî itina ile insanlar arasında canlı ve etkin tutulmaktadır. Bunun aracılığıyla yüce Allah ilâhî fıtratı korumayı hedeflemiştir; insanların yaratılışına esas oluşturan fıtratın şeytan menşeli heva-hevesin rüzgarıyla yok olup gitmesine engel olmuştur. Bu sayede fıtratın büsbütün etkisizleştirilmesinin önüne geçil-miş, yaratılışın amacının geçersiz kılınması tehlikesi bertaraf edilmiştir; insanlığın yaratılışının boşuna olmasının önüne geçilmemiştir.

Bunu şu ifadelerden algılayabiliriz: "ona hediye ettik...", "Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan... doğru yola iletmiştik.", "Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da.", "Eğer onlar, bunları inkâr ederse..."

Bu ayetlerin akışı ile birlikte ilâhî yol göstericiliği başkalarından ayıran temel özellikler belirginleşiyor. Bunlar; seçilme, dosdoğru yol üzere olma, kitap, hikmet ve peygamberliğin verilmesidir. İnşaallah bunları ileride açıklayacağız.

84) Biz ona İshak'ı ve Yakub'u hediye ettik; hepsini de doğru yola ilettik.

İshak, İbrahim'in oğludur. Yakub da İshak'ın oğludur. (Selâm üzerlerine olsun.) "Kullen hedeyna=Hepsini doğru yola ilettik" ifadesinde, kullen=hepsi" kelimesi "hedeyna" kelimesinden öne geçiriliyor ki, bununla doğru yolu göstermenin her biri için ayrı ayrı gerçekleştiğine, sırf İbrahim'e yönelik olarak gerçekleşip de diğerlerinin bu hususta ona tâbi olmaları gibi bir durumun olmadığına delâlet etme amacı güdülmüştür. Bazılarının da söylediği gibi, bu ifade şu anlamı ifade eder: İbrahim'e doğru yolu gösterdik, İshak'a doğru yolu gösterdik ve Yakub'a doğru yolu gösterdik."

Daha önce de Nuh'u... doğru yola iletmiştik. Burada yol gösterme zincirinin halkalarının birbirilerinden kopuk olmadıklarına ve bunun başlangıcının da İbrahim (a.s) olmadığına işaret ediliyor. Rahmet ondan önce Nuh'u (a.s) da kapsamına almıştı. Onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Ha-

382 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

run'u doğru yola iletmiştik. Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz.

Anlaşıldığı kadarıyla, "Onun soyundan" ifadesindeki zamir Nuh'a dönüktür.

Çünkü lafzen en yakın merci olabilecek isim odur. Ve çünkü bazılarının da söylediği gibi sayılanlar arasında Lut ve İlyas gibi İbrahim'in soyundan gelmeyen peygamberler de vardır.

Denebilir ki: Zamir İbrahim'e dönüktür. Lut ve İlyas isimleri de tağlip sanatı uyarınca onun soyundan kabul edilmişlerdir. [Yani çoğunluk esas alınarak genelleme yapılmıştır.] Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik. Onun nesli içine peygamberlik ve kitap koyduk." (Ankebût, 27)

[Ayetin orijinalinde geçen "zürriyyetihi" kelimesindeki zamir, İbrahim- 'e dönüktür.] Ya da denebilir ki: Ayette soyundan geldikleri ifade edilenler, sadece altı peygamberdir. Sonraki ayette söz konusu edilen peygamberler kastedilmemiştir; sonraki ayetlerde geçen "Zekeriyya" ve "İsmail" isimleri de "min zürriyyetihi=onun soyundan" ifadesine atfedilmişlerdir; "Davud" ismine değil. Ama bu değerlendirme ayetlerin akışı ile bağdaşmamaktadır.

"Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz." Ayetten anladığımız kadarıyla bu ödülden maksat, ayette sözü edilen ilâhî yol göstericiliktir.

"Böyle" nitelemesiyle de buna işaret edilmiştir. Bunun yanında uzak bir nesneyi göstermede kullanılan "kezâlike" işaret zamirinin kullanılması, bu yol göstericiliğin önemine vurgu yapma amacına yöneliktir.

Bu bakımdan ifadeyi şu ayete benzetebiliriz: "Allah böyle örnekler verir." (Ra'd, 17) Demek isteniyor ki, biz güzel davrananları bu örnek doğrultusunda ödüllendiririz.

85) Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi.

Önceki bölümlerde "ihsan" ve "salâh" kavramlarının anlamları hakkında geniş açıklamalarda bulunmuştuk. Nuh'un soyundan gelen peygamberler arasında, onunla sadece anne tarafından akrabalığı bu-lunan İsa'nın da adının geçmesi, Kur'ân'ın kızları ve onların soyundan gelenleri adamın gerçek soyu olarak değerlen

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 383

dirdiğinin apaçık ifadesidir. Daha önce benzeri bir çıkarsamayı, miras ve evlenilmesi yasak olan kadınlar konularını içeren ayetleri incelerken elde etmiştik. Aslında konunun devamı vardır. İnşaallah önümüzdeki "Ayetlerin Hadisler Işığında Açıklaması" bölümünde bu hususla ilgili açıklamalara yer vereceğiz.

86) İsmail'i, el-Yesa'ı, Yunus'u ve Lut'u da (doğru yola ilettik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.

Ayetten anladığımız kadarıyla "İsmail"den maksat, İbrahim'in oğlu ve İshak'ın kardeşi İsmail Peygamber'dir. El-Yesa' -veya diğer bir telaffuzla el-Leysa'- yüce Allah'ın daha önce de ismini İsmail Peygamber'- le birlikte zikrettiği İsrailoğulları peygamberlerinden biridir: "İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendi." (Sâd, 48) Ama Kur'ân'da bunun dışında, onun kıssası ile ilgili olarak herhangi bir açıklama yer almaz.

"Hepsini âlemlere üstün kıldık." Âlem; bir insan topluluğu anlamını ifade eder. Arap âlemi, Acem âlemi, Rum âlemi gibi. Âlemlere üstün kılınmalarının anlamı ise, konumları itibariyle dönemlerinin topluluklarının önüne geçirilmeleridir. Çünkü ilâhî hidayet, aracısız ve dolaysız olarak onları kapsamına almıştır. Fakat diğer insanları, onlar aracılığıyla ilâhî rahmet kuşatmıştır. Onların âlemlere üstün kılınmaları ile anlatılmak istenen hususun şu olması da ihtimal dahilindedir: Onlar, ilâhî fıtrî yol göstericilik aracılığıyla doğru yolu bulmuşlardı; bu noktaya gelişlerinde hiç kimsenin aracılığı söz konusu değildi. Böylece gerek kendi dönemlerinde, gerekse kendilerinden sonraki dönemlerde yaşayan insanlara göre üstün bir konuma gelmişlerdi. Çünkü ilâhî yol göstericiliğin aracısız olarak insana ulaşması bir nimettir. Bu nimete kavuşan kimse ona kavuşmayan kimselere göre bir adım önde olur.

Bu nimet ayetlerde zikredilen peygamberlerin kendilerini izleyen atalarını, soylarını ve kardeşlerini de kapsamına almıştır. Dolayısıyla onlardan meydana gelen insanlar topluluğu, ilâhî üstün kılma sayesinde geri kalan tüm insan topluluklarından üstündürler.

Kısaca söyleyecek olursak, bu üstün kılmanın özü, aracısız olarak bu ilâhî yol göstermeye muhatap olmaktır. Peygamberler, hiçbir aracı olmaksızın bu yol göstericilikten yararlandıkları için diğer in-

384 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sanlardan üstün kılınmışlardır. Eğer peygamberlerin dışında, örneğin Kur'ân'ın çeşitli ayetlerinden anlaşılacağı gibi, meleklerin veya "Hani bir zaman Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamıştı."

(Bakara, 124) ayetini incelerken vurguladığımız gibi -tefsirimizin birinci cildinin ilgili bölümüne baş vurulabilir- Ehlibeyt İmamlarının da böyle bir nimetle aracısız olarak ödüllendirildiklerini varsayarsak, bu durumda peygamberler (hepsine selâm olsun) bu açıdan onlardan üstün olmazlar. Fakat hidayetten ayrı olarak başka bir açıdan onlardan üstün olmaları mümkündür.

Bundan da anlaşılıyor ki, bazılarının bu ayetleri kanıt göstererek peygamberlerin meleklerden üstün olduklarını söylemeleri yerinde değildir.

Yine şunu anlıyoruz ki, üstün kılmaktan maksat, hiç kimsenin aracılığı söz konusu olmaksızın özel ilâhî yol göstermenin kendilerini kapsamasıdır.

Seçilmişlikleri, dosdoğru yol üzere oluşları, kitap, hikmet ve peygamberlik verilmişlikleri ise, ayette üzerinde durulan üstün kılma olgusu bazında ele alınmış değildirler.

Biliniz ki, bu üç ayette yüce Allah'ın isimlerini zikrettiği peygamberler -ki sayıları on yediyi bulur- sıralanırken bu sıralamada yaşadıkları zaman veya mertebe ve üstünlük derecelerinin esas alınmadığı açıkça görülmektedir. Aralarında Nuh, Musa ve İsa gibi peygamberlerin de adı geçiyor. Bunlarsa Kur'ân'ın da tanıklığıyla isimleri zikredilen diğer peygamberlerden üstündürler. Nitekim tefsirimizin ikinci cildinde peygamberlik konusunu incelerken bu noktanın üzerinde durmuştuk. Buna rağmen tefsirini sunduğumuz bu ayetlerde diğer peygamberlerden bazılarının isimleri onların isimlerinden önce zikredilmiştir.

el-Menar tefsirinin yazarı, bu üç ayette ismi geçen peygamberler arasında on dört tanesinin sıralanışını bir şekilde yorumlamıştır. Özetle şunları söylüyor:

"Yüce Allah burada adı geçen peygamberleri, aralarında ortak olan bir anlam esasınca üç gruba ayırmıştır: Birinci grup; Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun'dur. Bunların ortak özellikleri ve aynı kategoride zikredilmelerini gerektiren ortak anlam; yüce Al

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 385

lah'ın nebilik ve resullük nitelikleri ile beraber onlara, mülk, emirlik, hâkimiyet ve egemenlik de vermesidir. Başta Davud ve Süleyman'ın isimleri zikrediliyor. Çünkü onlar bol nimetlere kavuşmuş zengin iki hükümdardı. Arkasından Eyyub ve Yusuf'un isimleri geçiyor. Eyyub, zengin, büyük bir servete sahip iyiliksever bir emirdi. Yusuf ise, büyük bir vezir ve dilediği tasarrufta bulunan yetki sahibi biriydi. Her ikisi de darlıkla sınanmış, sabretmişlerdi; varlık ve nimetle sınanmış, şükretmişlerdi.

Bunlardan sonra da Musa ve Harun'un isimleri geçiyor. Bu ikisi kendi kavimlerine egemendiler; ama kral değildiler." "Bu üç ikiliden her biri bir meziyetle öne çıkmış ve buna göre sıralanmışlardır.

Bu sıralamada ya dünya nimetlerine kavuşmuşluk oranları esas alınmıştır. Çünkü Davud ve Süleyman, Eyyub ve Yusuf'a göre daha fazla dünya nimetlerinden yararlanmışlardı; Eyyub ve Yusuf da, Musa ve Harun'dan daha fazla dünyanın güzelliklerinden istifade etme imkânını bulmuşlardı. Ya da dinsel üstünlük esas alınmıştır. Bilindiği kadarıyla Musa ve Harun, Eyyub ve Yusuf'tan üstündür. Bu ikisi de Davud ve Süleyman'dan üstündür. Çünkü her ikisi de zorlukta sabretmiş, varlıkta ve genişlikte şükretmişlerdir."

"İkinci grup; Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'tır. Bu peygamberler, dünyadan tamamıyla el etek çekmeleriyle belirginleşmişlerdi. Dünyanın lezzetlerinden yüz çevirmiş, çekici süslerine ilgi göstermemişlerdi. Bu nedenle onlardan söz edilirken özel olarak 'salihler' niteliği kullanılmıştır. Bütün peygamberler salih ve iyiliksever olmalarına rağmen bunları diğerleriyle karşılaştırdığımız zaman bu niteliğin onlara daha çok yakıştığı hemen fark edilir."

"Üçüncü grup; İsmail, el-Yesa', Yunus ve Lut'tur. Bu peygamberlerin isimleri en sonunda zikrediliyor, çünkü kendilerini farklı kılan bir özellikleri yoktur. Meselâ, birinci gruba giren peygamberler gibi dünyevî saltanat ve egemenliğe sahip değildirler. Öte yandan ikinci gruptaki peygamberler gibi ileri boyutlarda dünyadan ve çekici süslerinden yüz de çevirmemişlerdi." (Özetle el-Menar'dan alınan alıntı sona erdi.)

Razî tefsirinde de buna yakın bir değerlendirme göze çarpmaktadır. Şu kadarı var ki, el-Menar'daki değerlendirme Razî'nin yaptığı değer-

17
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



386 ..................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lendirmeye göre nispeten daha isabetlidir. el-Menar müellifine ve Razî'ye birden vereceğimiz cevap şudur: Üçüncü gruptaki peygamberlerin, kendilerini diğerlerinden ayıracak bir özelliklerinin olmadığı için bir arada zikredildikleri doğru değildir. Çünkü yüce Allah İsmail'i (a.s) kurban edilmek gibi ağır bir imtihandan geçirmişti. O, yüce Allah'ın kendisini tâbi tuttuğu bu imtihana karşı büyük bir sabır örneği göstermişti.

Yüce Allah onun bu tavrına şöyle işaret ediyor: "Ona halîm bir çocuk müjdeledik. Çocuk onun yanında koşma çağına erişince, İbrahim ona: 'Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum ki ben seni kesiyorum; düşün bak ne dersin?' Çocuk: 'Babacığım, sana emredileni yap, İn-şaallah beni sabredenlerden bulacaksın.' dedi... Gerçekten bu, apaçık bir sınav idi. Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.

Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." (Sâffât, 101-108) Bunlar, yüce Allah'ın İsmail'e özgü kıldığı övünç veren üstün meziyetlerdir. Apaçık bir sınavdır ki, onu bu özelliğiyle belirgin kılmıştır. Nitekim yüce Allah kurban sunmayı, genel bir itaat formu olarak hac ibadetinin temel uygulamalarından biri yapmıştır. Bununla insanlar İsmail'in çektiği acıları ve Allah tarafından sınanışını anımsarlar. Bu, aynı zamanda onun için geride kalanlar arasında iyi bir ündür. Kaldı ki, saygı değer babası ile birlikte Kâbe'nin yapımına katkıda bulunması, tek başına üstün bir meziyet olarak yeterlidir.

Öte yandan yüce Allah Yunus Peygamber'i (a.s) daha önce hiçbir peygamberi geçirmediği ağır bir imtihandan geçirmiştir. Yunus Peygamber büyük bir balık tarafından sağ olduğu hâlde yutulmuştur. O bu karanlıklar içinde, "Senden başka ilâh yoktur, seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, ben zalimlerden oldum." diye seslenmişti.

Lut'a gelince, onun Allah tarafından imtihandan geçirildiği, Kur'-ân'da anlatılır. Başlangıçta İbrahim Peygamber'le birlikte (her ikisine selâm olsun) büyük sıkıntılara maruz kalmıştı. Derken onunla birlikte soydaşlarını ve topraklarını terk etmişlerdi. Sonra Allah onu Sodom halkına ve civar bölgelerin halkına peygamber olarak göndermişti. Burası daha önce dünyada hiçbir toplulukta benzeri görülmemiş bir çirkin hayâsızlığın, iğrenç bir fuhşun yuvasıydı. Nihayet bu iğrenç hayâsızlıklarından dolayı tümünü kuşatan korkunç bir azap tepelerine inmiş ve Lut'un evi hariç tüm evler, hatta Lut'un karısı bile yerin dibine geçirilmişti.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 387

el-Yesa'a gelince, Kur'ân'da onunla ilgili bir açıklama yer almaz. Bazı rivayetlerde onun İlyas Peygamber'in vasisi olduğu belirtiliyor. Onun da Meryem oğlu İsa gibi soydaşlarına ölüleri diriltme, doğuştan kör ve alacalıyı iyileştirme gibi mucizeler gösterdiği, yüce Allah'ın onun soydaşlarını kıtlıkla ve büyük bir felâketle imtihan ettiği belirtiliyor.

O hâlde, ayetlerde isimleri geçen peygamberleri, özelliklerini baz alarak kategorize ederken şunu söylemek daha yerinde olur: Altı peygamberin yer aldığı ilk grubun ortak özellikleri risaletle birlikte hükümdarlık ve liderlik niteliklerine sahip olmalarıdır. İkinci grupta yer alan dört peygamberin ortak özellikleri ise, dünyadan el etek çekmeleri, dünyanın çekici süslerine iltifat etmemeleridir. Üçüncü grupta yer alan dört peygamberin ortak özellikleri ise, yüce Allah'ın onlara farklı özellikler vermekle birlikte büyük sınavlardan geçirmesidir. Bu peygamberlerin her biri kendisini diğerlerinden ayıran bir niteliğiyle temayüz etmiştir. Bununla beraber Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.

Bu arada el-Menar müellifinin Musa ve Harun'un, Eyyub ve Yusuf'a, bunların da Davud ve Süleyman'a üstün kılınışlarını yorumlama bazında söyledikleri, ayrıca "salâh" kavramını züht ve ihsan anlamına alması hiçbir dayanağı olmayan yakıştırmalardır.

87) Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da.

Bu ifade daha önce yaptığımız şu değerlendirmeyi destekler mahiyettedir: Maksat, ilâhî yol göstericilik silsilesinin kesintisiz olarak devam ettiğini açıklamaktır. Çünkü geride kalanlar, zikredilenlere babalık, oğulluk veya kardeşlik niteliğiyle irtibatlandırılmışlardır; bu nitelikler de kesintisizliği ifade ederler.

Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik.

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şunları söylüyor: Araplar: "Cebeytu'l-mae fil havzi=Suyu havuzda topladım." derler. Suyu içinde toplayan havuza "cabiye" derler. Çoğulda ise "cevab"in kelimesi kullanılır.

388 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Çoğul kullanımı Kur'ân'da geçer. Yüce Allah şöyle buyurur: "Vecifan-i ke'l-cevab=Havuzlar kadar leğenler..." [Sebe', 13] Bu temel anlamdan hareketle kinayeli olarak vergi toplama işi için de "cibaye" kelimesi kullanılır. "Cebeytu'l-harace" yani vergi topladım. Bu ayet de bu anlamın bir örneğidir: "Her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği." [Kasas, 57] Bu maddenin türevi olan "ictiba" ise, seçerek toplamak anlamına gelir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fectebahu Rabbuhu" yani, "Rabbi onu seçti." [Nahl, 121]

Ragıp İsfahanî devamla şöyle der: Yüce Allah'ın bir kulu seçmesi, ona özel bir ilâhî feyiz bahşetmesi anlamına gelir. Kul bu feyiz sayesinde kendinden hiçbir çalışma olmadan türlü nimetleri elde eder.

Bu, peygamberlere, onlara yakın mertebelerde bulunan ve onlarla birlikte anılan sıddıklara ve şehitlere özgü bir niteliktir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İşte böylece Rabbin seni seçecek..." [Yûsuf, 6] "Rabbi onu (Yunus'u) seçti ve salihlerden kıldı." [Kalem, 50] "Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik." [En'âm, 87] "Rabbi onu seçti, rahmetiyle ona dönüp tövbesini kabul etti ve onu doğru yola iletti." [Tâhâ, 122] "Dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni doğru yola iletir." [Şûrâ, 13] (Ragıp'tan yapılan alıntı sona erdi.)

Ragıb'ın "ictiba" kelimesinin anlamı bazında söyledikleri, bu kelimenin kullanıldığı yerler göz önünde bulundurulduğunda isabetlidir; ancak bu, yüce Allah'ın onlarla ilgili gerçekleştirdiği şeyle örtüştüğü dikkate alınarak ileri sürülen kelimenin asıl anlamının gerektirdiği şey-dir. Ayetlerin akışına baktığımızda, kelimenin asıl anlamının esas alın-dığı yönünde bir düşünce belirmektedir zihnimizde. O da, değişik, farklı ve ayrı yerlerden bir araya getirip toplamaktır. Böyle olunca da, ifade, hemen sonrasında işaret edilen, dosdoğru yola iletme olgusunun vurgulanmasına yönelik bir hazırlık işlevini görmüş olur. Âdeta şöyle söylenmiş gibi: "Onları farklılıklarına rağmen bir araya getirdik, toplanıp kaynaşınca da tümünü şu şu özelliklere sahip dosdoğru yola ilettik."

Bunu söylüyoruz; çünkü daha önce de işaret ettiğimiz gibi, ayetlerin akışı, ilâhî fıtrî yol göstericilik ile doğru yola iletilenlerin kesintisiz var olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Buna uygun olan, ilkönce tümü için

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 389

bir birliğin ve tekliğin tasavvur edilmesi ve böylece bir araya gelmiş olan bu topluluğun ilâhî rahmetin kapsamına girmesi ve topluca tek bir yol gösterme ile doğru yola iletilmeleri ve tek bir yolu izlemelerine imkân verilmesidir. Bu öyle bir yoldur ki, bu yolda temelde hiçbir farklılık ve ihtilâf söz konusu değildir. Duruma göre değişmez. Zamanın değişmesi onun temel niteliklerinde bir başkalaşıma yol açmaz. Parçaları itibariyle de farklılaşmaz. Bu yolu izleyen kişilerin ve maksatlarının değişmesi de yolu değiştirmez.

Yüce Allah'ın onları ilettiği yol, şeriatların zahirî itibariyle daralma ve genişleme şeklinde birtakım farklılıklar arz etse de, bu, icmal, özetleme veya ayrıntılandırma şeklinde değerlendirilmelidir. Burada belirleyici olan bir diğer unsur da muhatap olan toplumun kapasitesinin genişliği veya darlığıdır. Yoksa tümü bir gerçeklik esasında birleşmişlerdir.

O da fıtrî tevhittir. Ve yüce Allah'ın insan denen canlı türünün yaratılışının temel fonksiyonlarından biri olarak öngördüğü kulluk bilincidir.

Bilindiği gibi, insanın yaratılışı, yaratılış itibariyle değişmez, başkalaşmaz. Dolayısıyla insanın temel duyguları ve iradesi de değişmez. Bu bakımdan insanın gözlemlenen duyuları, algılama yeteneği, gizli eğilimleri ve fıtrî akıl dediğimiz muhakeme yeteneği hep aynı tarzda işler; insan denen canlı türüyle ilgili olan ve onun çeşitli yaşamsal ihtiyaçlarına dikkati çeken aşamalı olgunlaşma doğrultusunda görüşler ve maksatlar değişse de insanın temel fonksiyonlarının işleyiş tarzı değişmez.

İnsan her zaman yemeye, içmeye, giyinmeye, barınmaya ve cinsel ilişkiye ihtiyaç duyar. Bencil nefsini rahatlatan şeyleri ister; nefsine acı veren, zarar veren şeylerden tiksinir. Dünya hayatında mutluluk umar, mutsuzluktan ve kötü akıbetlerden korkar. Her insanın dışa vuran yaşama özellikleri, davranış biçimleri çağdan çağa, kuşaktan kuşağa göre değişse de bu fıtrî özellik değişmez.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa ki insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30) Buna göre, insan topluluklarına egemen olan ilâhî tek tanrıcı din, insan fıtratının yö-

390 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

neldiği, varoluşsal ihtiyaçlarından olduğunu algıladığı için insan yaratılışının eğilim gösterdiği, öz doğasını mutlu edecek inanç ve amelleri ona ilham eden, diğer bir ifadeyle hayatta mutlu olması için gerekli olan bilgilere, ahlâk kurallarına ve amellere yönelten dindir.

Bu, değişmeyen, başkalaşmayan bir gerçektir. Çünkü varoluşsal fıtrata dayanmaktadır. Fıtratı değiştirmenin, onu başka bir şekle sokmanın imkânı yoktur. Dolayısıyla bu sistem durumlara, zamana göre değişmez. Meselâ, bir durumda insanları mutluluğa yöneltirken bir başka durumda yöneltmemesi, bir zamanda mutluluğu öngörürken bir başka zamanda öngörmemesi söz konusu değildir. Fıtratın cüzleri de birbirleriyle çelişmezler.

Sözgelimi tek tanrıcı hanif dininin bazı hükümleri ile diğer bazı hükümleri arasında çelişme, zıtlaşma olmaz. Ya da bir kısmının diğer bir kısmını geçersiz kılmasına neden olacak başka bir gelişme meydana gelmez. Çünkü tümünün besin kaynağı tevhittir. Tevhitse, fıtrat dininin hükümleri arasında en güzel dengeyi sağlar; tıpkı insan bedeninde yer alan bazı güçlerin diğer bazısıyla uzlaşması ve bazısının diğer bazısına baskın çıkması durumunda varoluş sisteminde öngörülen yönetici bir gücün devreye girmesi ve her bir gücü insan yaşamında olması gereken etkinlik ve ağırlık sınırlarına doğru çekmek suretiyle denge işlevini görmesi gibi.

Bu yasalar, kişilere göre de değişmez. Egemen fıtrî yol göstericilikle hidayete erenlerin hareket tarzları değişmez. Sonuncusunun çağrısı ile ilkinin çağrısı arasında fark olmaz. Ama davetlerinin genel veya ayrıntılı olması açısından farklılık göstermesi kaçınılmazdır. Burada belirleyici olan, insanların yaşadıkları dönemlerin olgunluk ve ilerleme bazında kat ettikleri mesafedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah katında din, İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19) "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'- ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin." (Şûrâ, 13)

Aynı şekilde din, maksatlar ve gayeler açısından da değişmez. Çün-kü asıl amaç, değişik dinsel bilgilerin, üstün ahlâk ilkelerinin ve şer'î hükümlerin dayandığı tevhittir. Yüce Allah bu hususta şöyle bu

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 391

yurmuştur: "İşte bu sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir. Rabbiniz de benim. Yalnız bana kulluk edin." (Enbiyâ, 92) "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: 'Benden başka tanrı yoktur, bana kulluk edin.' diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiyâ, 25)

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan, "Onları doğru yola ilettik." ifadesinin anlamı açıklığa kavuşuyor. Burada "sırat=yol" sözcüğü nekre olarak kullanılmış, insanların zihninde belirecek şekilde tanımlanmamıştır.

Oysa, "Bizi dosdoğru yola ilet, nimet verdiklerinin yoluna." (Fâtiha, 7) ayetinde belirli olarak kullanılmıştır. Tefsirini sunduğumuz bu ayetteki belirsiz kullanımın amacı, zihinlerin dikkatini, bu yolun doğruluk niteliğine sahip olduğuna yöneltmektir. Bir şeyin doğru olması, nitelikleri ve özellikleri itibariyle aynı tarzda olması demektir.

O hâlde, onların iletildikleri yol, hiçbir açıdan ve hiçbir durumla ilintili olarak farklılık göstermeyen tek bir yoldur. Çünkü bu yol, fıtrata dayalıdır. Bir tür yaratılış sistemi olan insan fıtratı özü itibariyle insanın varoluşsal amaçlarına yönelme bazında değişmez.

O hâlde dosdoğru yola iletilen bu peygamberler ilâhî güvence altındadırlar. Yolun tehlikeleri ve sürçmeleri karşısında korunmaktadırlar.

Çünkü izledikleri yol, gittikleri istikamet bazen amaca ulaştırma, bazen de amaçtan uzaklaştırma; bazen hakka yöneltme, bazen de batıla götürme; bazen mutlu etme, bazen de mutsuz etme şeklinde farklı özellikler arz etmez. Bilâkis bu yolun parçaları arasında bütünlük ve durumları arasında eşitlik vardır. Hepsi de hakka dayanırlar, hakka iletirler. Kişiyi hayrette bırakmazlar. Zulmün, mutsuzluğun ve günahın kucağına atmazlar. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82)

88) İşte bu, Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini onunla hidayete erdirir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta oldukları amelleri elbette boşa giderdi.

Yüce Allah burada, adını zikrettiği peygamberlerini doğru yola iletmesine esas kıldığı hidayetinin niteliğinin bunun özel hidayeti olduğunu gösterdiğine işaret ediyor; bu özel hidayetle kullarından dilediklerini hidayete erdirir.

392 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

O hâlde, bir yol göstericilik, Allah'tan olduğu zaman gerçek yol göstericilik olabilir. Bir yol göstericilik de, kendisini izleyen insanları, hidayete erenlerin yani Allah tarafından saygın birer konuma getirilen peygamberlerin üzerinde birleştikleri dosdoğru yola ilettiğinde, aynı şekilde bu yolun cüzleri arasında tek bir kelimeye yani tevhide çağrı, hak mesajı egemen kılmak ve kulluk ve takva nitelikleriyle nitelenmek açısından bütünlük arz etmesi durumunda Allah'ın yol göstericiliği niteliğini hak eder.

Allah'ın elçilerini birbirinden ayırmayı, bazısına inanıp bazısına da inanmamayı öngören yollara veya Allah'ın hüküm ve şeriatlarını birbirinden ayırmayı, bazısını uygulayıp bazısını uygulamamayı öngören yola veya insanların sosyal yaşamları bazında mutluluklarını garanti etmeyen ya da insanı hiçbir mutluluk kazandırma ihtimali bulunmayan hedeflere yönelten yollara gelince, bunlar Allah'ın hiçbir şekilde hoşnut olmadığı yollardır. Bu yolları izleyenler fıtratın ana caddesinden sapmışlardır. Sapıklığın uçurumlarına, heva ve heveslerin kaygan zeminlerine yuvarlanmışlardır. Bu yollara yönelmeye, Allah'ın yol göstericiliği ile hidayete erişmek denilemez.

Bakınız ulu Allah ne söylüyor: "Allah'ı ve elçilerini inkâr edenler, Allah ile elçileri arasında ayırım yapmak isteyip, 'Bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz.' diyenler ve bu ikisinin (iman ile küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır." (Nisâ, 150-151) "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunları yapanların kazancı, dünya hayatında ancak horluktan ibaret, kıyamet günüyse onlar daha çetin bir azaba atılırlar." (Bakara, 85) "Allah'tan bir yol gösterici olmadan, yalnız kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir? Muhakkak ki Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez." (Kasas, 50)

Burada demek isteniyor ki, bir yolda heva ve hevesin peşinden gidiliyorsa, bu sapıklıktır, bunun insanı mutluluğa götürmesi mümkün değildir. Buna Allah'ın hidayeti denmez. Çünkü bu yolda zulüm esastır. Allah hiçbir zaman zulmün mutluluk için bir araç ve vesile olmasına izin vermemiştir ve vermeyecektir de. Ayrıca mutluluk da zulüm aracılığıyla ulaşılacak bir şey değildir.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 393

Kısacası, Allah'ın yol göstericiliğinin bir özelliği, sapıklığı kapsamamasıdır. Allah'ın hidayetine iletilmekle sapıklık bir arada olmaz. Allah'ın hidayeti, salt bir yol göstericiliktir ve hemen arkasından salt mutluluk gelir. Bu da kesintisiz, tükenmez bir bağıştır. Ama biz insanlar arasında geçerli olan bağışların türünden değil. Çünkü insanlar arasında geçerli olan bağışta, bahşedenin bahşettiği şeyle ilintili egemenliği sona erir ve bu egemenlik bağışı alan insana intikal eder. Dolayısıyla bağışlara karşılık, ister şükredilsin, ister nankörlük edilsin, bağışı alan ona sahip olur.

Allah'ın bu bağışı, tevhid ve kulluk çizgisi üzerinde devam eder. Bu hususta hiç kimsenin Allah'ı bir şeye zorlaması söz konusu değildir.

Kimse salt kulluk dışında bu bağıştan yana kendini güvende hissetme hakkına sahip değildir. Bu nedenle ayetin sonunda şu ifadeye yer verilmiştir: "Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta oldukları amelleri elbette boşa giderdi." Burada özellikle şirkten söz edilmesinin nedeni, konunun akışının tevhid ilkesi esasına göre devam etmesidir.

89) İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (yargı yetkisi) ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.

Burada uzaklığı bildiren (ulâike) işaret zamirinin kullanılmış ol-ması, işaret edilen kimselerin önemine ve yüksek makamlarına dikkat çekmek içindir. Kendilerine kitap ve diğer hususların verilişiyle kastedilen anlam, teker teker her birine kitap ve diğer hususların verilmesi değildir; bilâkis maksat genel olarak ortak nitelikleri bazında kendilerine kitap ve diğer hususların verilmiş olmasıdır. Çünkü aralarında sözü edilen şeylerin bir kısmının verilmediği kimseler de vardır. "Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik." ayetini tesir ederken bu hususa değindik. Sözgelimi kitap, bunlar arasında sadece Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya (hepsine selâm olsun) verilmiştir.

Kur'ân'da kitap bir şekilde peygamberlere izafe edildiği zaman şeriatları içeren suhufları ifade eder. Bununla da insanlar arasındaki ihtilâfların çözümü hedeflenir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnsanlar tek bir ümmetti. Sonra Allah müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa

394 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi." (Bakara, 213) "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır... peygamberler... onunla hüküm verirlerdi... Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen olarak bu kitabı gerçek üzere indirdik." (Mâide, 44-48) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

Hüküm, önermenin cüzleri arasında yargı nitelikli ilişki kurmaktır. "Falan kişi âlimdir." dememiz gibi. Şayet bu durum sosyal olgular ve insanlar arasında rastlanagelen pratik meselelerle ilgiliy-se, ilişki türü hüküm olarak nitelendirilir. Tıpkı önermenin kendisinin de hüküm olarak nitelendirildiği gibi. "İnsanın şöyle yapması gerekir, ona şunu yapması yasaktır, şunu yapabilir, şunu yapmasını istiyorum veya istemiyorum." demek gibi. Gereklilik, yasaklama, serbest bırakma, olumlu karşılama ve olumsuz görme hüküm olarak nitelendirilir. Tıpkı bunları kapsayan önermelerin hüküm olarak nitelendirilmeleri gibi. Toplumda yaşayan insanların başka ilişkilerden kaynaklanan başka hükümleri de vardır. Mülk, başkanlık, naiplik, kefillik, velilik gibi.

Şayet hükümle mastar anlamı kastediliyorsa, bu durumda hükmün meydana getirilmesi ve konulması kastedilir. Bu da ya hükme bağlama ve kanunlaştırma şeklinde olur; hukukçuların insanların uygulamaları, hayatlarını ona göre düzenlemeleri, sosyal düzenlerini bunun temeline göre korumaları için birtakım kanunlar koymaları gibi.

Ya da belirleme ve görüş şeklinde gerçekleşir. Yargıçların ve hâkimlerin mahkemelerde ve davalarda malın falana ait olduğunu, falanın haklı olduğunu belirlemeleri ya da fetva ehli olanların fetva verirlerken çeşitli görüşler belirtmeleri gibi. Bu ifadeyle kimi durumlarda da bir hükmün uygulanışı kastedilebilir. Valinin ve kralın valilik ve krallık bölgelerinde istediklerini insanlara uygulatmaları gibi.

Kitapla birlikte zikredilmiş olmasını da göz önünde bulundurarak ayette geçen "hüküm"le, yargı anlamının kastedildiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla kitap ve hükmün verilmiş olmasından maksat, dinsel yasaların ve bu yasalar uyarınca insanlar arasında yargıda bulunma yetkisinin verilmesidir. Bunu birçok ayetten de çıkarsamak

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 395

mümkündür: İnsanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi." (Bakara, 213) "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır. Allah'a teslim olmuş peygamberler onunla... hüküm verirlerdi." (Mâide, 44) "Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hüküm veresin diye." (Nisâ, 105) "Ve Davud'u ve Süleyman'ı da an. Onlar, bir ekin hakkında hükmediyorlardı." (Enbiyâ, 78) "Ey Davud, biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet; keyfine uyma, sonra seni Allah'ın yolundan saptırır." (Sâd, 26)

Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Gerçi İbrahim Peygamber'le ilgili olan, "Rabbim bana hüküm ver ve beni salihlere kat." (Şuarâ, 83) ayetini, kavramın genel anlamını esas alacak şekilde yorumlamanın bir sakıncası yoktur.

Peygamberliğe gelince; daha önce, "İnsanlar tek bir ümmetti. Sonra Allah peygamberleri... gönderdi." (Bakara, 213) ayetini incelerken, bundan maksadın, özel ilâhî bir inayetle gaybî haberleri almak olduğunu söylemiştik. Bunlar duyu organlarının ve algılama yeteneklerinin ötesine ait haberlerdir. Allah'ın birliği, melekler ve ahiret günü gibi.

Yüce Allah'ın peygamberler silsilesine bahşettiği bu üç niteliğin, yani kitap, hüküm ve peygamberliğin Allah'ın hidayetinin tasvir edildiği bir akışın kapsamında zikredilmesi, bunların Allah'ın yol göstermesinin etkileri, sonuçları olduğunu, Allah'a ve ayetlerine ilişkin bilginin onun aracılığıyla tamamlandığını gösterir.

Dolayısıyla bu akış içinde âdeta şöyle söylenmiştir: Bütün peygamberleri üzerinde birleştirdiğimiz ve bütün âlemlerden üstün olmalarını sağladığımız bu yol göstericilik, onları dosdoğru yola iletir, Allah'ın yasalarını içeren kitabı onlara öğretir, onları destekler, insanlar arasında hüküm vermekle yetkili kılar ve onlara gaybe ilişkin haberler verir.

KUR'ÂN'DA "KİTAP" KAVRAMININ ANLAMI

396 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bugün zihnimizde canlanan şekliyle kitap; bazı bilgilerin kalem, matbaa veya başka bir araçla1 bir sayfaya veya birkaç sayfaya yazılması sonucu ortaya çıkan şeydir. Fakat isimlerin kullanımında aslolan, bu isimlendirmenin ilintili olduğu amaçlar olduğu için, isimlendirmenin yapıldığı ilk zamanda bilinmeyen şeyleri de kapsayacak şekilde zamanla isimin daha geniş bir alanda kullanılması normal karşılanmıştır.

Kitaptan maksat, birtakım bilgilerin gerektiğinde baş vurulmak üzere kayda geçirilmesidir. Bu anlam, elin kalemle kağıt üzerine yazı yazması olgusunu kaçınılmaz kılmaz. Dolayısıyla bir insan bir yazıyı hafızasında unutmadan tutabiliyorsa bu da kitaptır. Bunu ezberinden dikte edebiliyorsa kitaptır. Bildiğimiz kalemle yazılan sayfalardan veya levhalardan ibaret olması şart değildir.

İşte bu anlamsal genişlik esas alınarak Kur'ân'da kitap kelimesi peygamberlere ilka edilen vahiy anlamında kullanılmıştır, özellikle bir karar ve yasa içerenler için bunu söylüyoruz. Yine bu anlamsal genişlik esas alınarak olayları ve olguları bir şekilde Allah katında kaydeden şey anlamında da kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sana mübarek kitabı indirdik." (Sâd, 29) "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta olmasın." (Hadîd, 22) "Her insanın yaptıklarını boynuna bağladık, kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız: Kitabını oku." (İsrâ, 13-14)

Yüce Allah'ın, kelâmında kitabı kendine izafe ederek zikrettiği kitap kavramı, bu üç kısım dışında bir anlam taşımaz. Ancak Tevrat'la ilgili şu ifadeleri bunun dışında tutuyoruz: "Öğütte ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalara yazdık." (A'râf, 145) "Levhaları yere attı ve kardeşinin başını tuttu." (A'râf, 150) "Öfkesi dinince Musa, levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için yol gösterme ve rahmet vardı." (A'râf, 154)2

-----------------

1- Kitap kelimesinin elin kalemle yazdığı şeyler dışındaki olguları da kapsayacak şekilde kullanılması, zamanla kazanılan bir anlam genişlemesi olsa gerektir.

2- Bu ayetlerde kitap kelimesinin yazılmış anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır.



En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 397

Birinci kısım: Peygamberlere (hepsine selâm olsun) indirilen kitap. Az önce de işaret ettiğimiz gibi, bu kitap dinsel yasalar içermektedir. Yüce Allah bu bağlamda Nuh'un (a.s) kitabından: "Onlarla beraber hak kitaplar indirdi." (Bakara, 213) İbrahim Peygamber'le (a.s) Musa Peygamber'in (a.s) kitabından: "İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde." (A'lâ, 19) İsa'nın (a.s) kitabı olan İncil'den: "Ona içinde yol gösterme ve nur bulunan İncil'i verdik." (Mâide, 46) ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) kitabından: "Şunlar kitabın ve apaçık Kur'ân'ın ayetleridir."

(Hicr, 1) söz eder. Devamla buyurur ki: "Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeler okuyan bir elçi. O sahifelerde doğru, değerli kitaplar vardır." (Beyyine, 2-3) "(Bu ayetler) değerli ve iyi elçilerin ellerinde, tertemiz, yüce ve değerli sahifeler içindedir. " (Abase, 13- 16) "Onu Ruh'ul-Emin indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için apaçık Arapça bir dille." (Şuarâ, 193-195)

İkinci kısım: Kulların iyiliklerden veya kötülüklerden oluşan amellerini kaydeden kitaplar. Bu tür kitaplar da her insanın kendisine özgüdür. Buna şu ayetlerde işaret edilmiştir: "Her insanın yaptıklarını boynuna bağladık, kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız." (İsrâ, 13) "Her bir nefsin, hayır olarak yaptıklarını ve kötülük olarak yaptıklarını hazır bulduğu... o günü hatırlayın." (Âl-i İmrân, 30) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Biri de her ümmetin amellerini kaydeder. Bu anlamı şu ayetten çıkarabiliriz: "O gün her ümmeti diz çökmüş olarak görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağırılır." (Câsiye, 28) Bütün insanlara ait olanı da vardır. Şu ayetten bunu anlamak mümkündür: "İşte kitabımız, aleyhinize gerçeği söylü-yor. Çünkü biz, yaptıklarınızı yazıyorduk." (Câsiye, 29) Elbette bu, ayetteki hitabın bütün insanlara yönelik olması esasına bağlıdır. Kitapla ilgili bu kısmı iki başlık altında incelemek de mümkündür.

Bunda belirleyici olan da insanların iyiler ve kötüler diye iki gruba ayrılmalarıdır. Dolayısıyla her grubun kitabı diğerinden ayrı olur. Nitekim şu ayette buna işaret edilmiştir: "Hayır, doğrusu sapanların yazısı siccindedir. Siccinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır... Hayır, iyilerin yazısı illiyyindedir. İlliyyinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Yaklaştırılmış

398 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

olanlar ona tanık olurlar." (Mutaffifîn, 7-21) Üçüncü kısım: Varlık düzeninin ayrıntılarını ve varlık bütününde meydana gelen olayları kaydeden kitaplar. Bu kitaplardan biri değişime karşı koruma altındadır. İçinde her şey yazılıdır. Şu ayetlerde bu değişmez kitaba işaret edilmektedir: "Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabbinden kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın." (Yûnus, 61) "Biz her şeyi apaçık bir kitaba ayrıntılı olarak kaydetmişizdir."

(Yâsîn, 12) "Yanımızda zapteden bir kitap vardır." (Kaf, 4) "Her sürenin (yazıldığı) bir kitap vardır." (Ra'd, 38) [Bu ayet, genel ifadesiyle konumuzun anlamı içerisindedir. Çükü] bir ecel ve süre de vardır ki, belirlenmiştir ve kesinlikle değişmez. "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimse ölmez. Ölüm belli bir süreye göre yazılmıştır." (Âl-i İmrân, 145) Bu tür kitapların, bütün olayları ve varlıkları kaydeden genel bir kitap ve her varlığın kendine özgü, onun varlık içindeki durumunu kaydeden özel bir kitap olmak üzere ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. Örnek olarak verdiğimiz son iki ayette ve bunlara benzer ayetlerde buna ilişkin işaretler algılamak mümkündür.

Üçüncü kısım kitaplardan biri de değişime açıktır, içeriğinin bir kısmı silinebilir, bir kısmı yerinde bırakılabilir. Şu ayette buna işaret edildiğini görüyoruz: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O'- nun katındadır." (Ra'd, 39) Bu kitap kısımlarının her biriyle ilgili detaylı açıklamaları uygun bir yerde sunacağız. Yardım sadece Allah'tan istenir.

KUR'ÂN'DA HÜKÜM KAVRAMININ ANLAMI

Hüküm sözcüğünün temel anlamı, kullanıldığı yerler baz alınarak incelendiğinde, önleme, yasaklama şeklinde tezahür ettiği görülür. Mevlevî hüküm (yönetsel egemenlik) bu anlam itibariyle hüküm olarak nitelendirilmiştir. Çünkü emreden kişi (yönetici), emir verdiği kimselerin (yönetilenlerin) irade ve amel bazında serbest olmalarını, canlarının istediği gibi hareket etmelerini önler. Aynı şekilde yargı anlamında hü-küm de, çekişmeye konu olan şeyin tartışma ve kavga yü

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 399

zünden sarsılmasını ya da saldırı ve zulüm yüzünden bozulmasını önler. Yine onaylama anlamında hüküm de önermeye kuşku olgusunun sirayet etmesini önler. "İhkam" ve "istihkam" gibi türevleri de bir şeyin cüzlerini bozucu ya da içine girip istilâ edici şeylere karşı engelleyici, caydırıcı özellikte olmasını ifade ederler. İhkam sözcüğü, bir açıdan da bir şeyin bölüm bölüm ayrılması demek olan ayrıntılandırmanın, tafsilin de karşıtıdır. Çünkü ayrıntılandırma ve tafsilatlandırma ile o şeyin cüzlerinin bütünlüğü ve birliği bozulur. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Bu, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından ayetleri muhkem kılınmış ve sonra da birer birer (bölüm bölüm) açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1) Müteşabih kavramının karşıtı olarak kullanılan muhkem kavramının özünde de bu anlam yatar.

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Hüküm sözcüğünün asıl anlamı önlemedir; ama yapıcı, ıslâh edici anlamda önleme. Bu yüzden dizgine, 'hakemet'ud-dabbe' denilmiştir. 'Hakemtu-hu ve hakemt'ud-dabbete bi'l-hakemeti: Hayvanı önledim, dizginle durdurdum.' 'Ahkemtuha' yani 'Onun için bir dizgin yaptım.' Araplar bu anlamda 'Hakemt'us-sefinete ve ahkemtuha: Gemiyi iplerle iskeleye bağladım.' derler. Şair der ki: Ey Hanifeoğulları, beyinsiz, ahmak bireylerinizi dizginleyin." (el- Mufredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.)

Hüküm kelimesi yüce Allah'a izafe edildiğinde varoluşsal bir meseleyle ilintiliyse varoluşsal yargı anlamını ifade eder. Bu da gerçek, objektif ve bütün aşamalarıyla reel varlık demek olan var etmedir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Hüküm veren Allah'tır. O'nun hükmünün ardına düşüp onu iptal edecek kimse yoktur." (Ra'd, 41) "Bir şeye hükmetti mi, ona sadece ol der, o da hemen oluverir." (Bakara, 117) Bir açıdan şu ayeti de aynı kategoride inceleyebiliriz: "Büyüklük taslayanlar da dediler ki: Hepimiz de onun içindeyiz. Allah kullar arasında böyle hüküm verdi." (Mü'min, 48)

Eğer yasama meselesiyle ilintiliyse, kanun koyma ve mevlevî (yönetsel) hüküm anlamını ifade eder. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanla-

400 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rında dururken..." (Mâide, 43) "Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" (Mâide, 50) Peygamberlere izafe edilerek kullanıldığı zaman yargı anlamını ifade eder. Bu, yüce Allah'ın onlara bahşettiği ilâhî bir makamdır. Bu tarz bir kullanıma şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma." (Mâide, 48) "İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (yargı yetkisi)... verdiğimiz kimselerdir." (En'âm, 89)

Bazı ayetlerde peygamberlere kanun koyma anlamında hüküm yetkisinin verildiği yönünde bir işaret veya delâlet vardır. Örneğin İbrahim Peygamber'in (a.s) duasını içeren ayette şu ifadelere yer verilmiştir: "Rabbim bana hüküm ver, beni salihlere kat." (Şuarâ, 83)

Peygamberlerin dışındaki insanlara gelince, onlara yargılama anlamında hüküm izafe edilmiştir: "İncil sahipleri, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler." (Mâide, 47) Yine kanun koyma anlamında hüküm izafe edilmiştir; ancak yüce Allah böyle bir şeye kalkışmalarından dolayı insanları yermiştir: "Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a pay ayırıp, zanlarınca, 'Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza.' dediler...

Ne kötü hüküm veriyorlar!" (En'âm, 136) "Senin sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin." (Hûd, 45) Bu ayet, içinde yer aldığı konunun akışı itibariyle sözü yerine getirme ve hükmü uygulama anlamına gelen hükmü kapsar niteliktedir.

* * *

Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu, bunlara vekil bırakmışızdır.

"Bunları inkâr ederse..." ve "bunlara vekil bırakmışızdır." ifadelerindeki zamir "huda=yol gösterme" kelimesine dönüktür. "Huda" kelimesine dönük zamir hem müzekker olabilir, hem de bu kelimenin "hidayet" anlamına geldiğinden dolayı müennes olabilir. Ya da zamirler kitaba, hükme ve peygamberliğe dönüktür. Ki bunlar da ilâhî yol göstermenin sonuçlarıdır. Zaten önceki ihtimal tutarsızlık içermiyor değildir. "Onlar..." ifadesiyle işaret edilenler, Hz. Peygamber'in (s.a.a) soydaşlarından davetini inkâr edenlerdir. Ayetin akışıyla Mekkeli kâ

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 401

firlerin kastedildiği kesindir. Yüce Allah onlarla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Hiç kuşkusuz şu kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar." (Bakara, 6)

İlk ihtimali esas aldığımızda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Eğer senin soydaşlarının müşrikleri bizim hidayetimizi, yani yolumuzu inkâr ederlerse, bilsinler ki, biz, onları inkâr etmeyecek kullarımızı onlara vekil bırakmışızdır.

Küfür ve iman, Allah ve ayetlerine izafe edilebilindiği gibi hidayetle de, özellikle yol anlamı esas alındığında, ilintili olurlar: "Biz hi-dayeti duyduğumuzda, ona iman ettik." (Cinn, 13) "Kim benim hidayetime uyarsa, onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara, 38)

İkinci ihtimal baz alınırsa, kastedilen anlam şu şekilde belirginleşir: Eğer Mekke müşrikleri -ilâhî yolu ve dinsel daveti kapsayan- kitabı, hükmü ve peygamberliği inkâr ederlerse, bilsinler ki, biz, onları inkâr etmeyecek bir topluluğu onlara vekil bırakmışız.

Bu topluluğun kimler olduğu hususuna gelince, lafzın ["kavmen" lafzının] nekre ve belirsiz bırakılması, onların önemli kişiler olduklarını, büyüklüklerini gösterir. Bununla beraber tefsir bilginleri onların kimlikleri hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Kimine göre; onlardan kastedilen, önceki ayetlerde zikredilen on sekiz peygamberdir. Ya da isimleri ve "babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden" ifadesiyle nitelikleri vurgulanan bütün peygamberlerdir.

Ne var ki, lafzın zahiri böyle bir anlamla örtüşmüyor. Çünkü, "leysû biha bi-kâfirîn=bunları inkâr etmeyecek" ifadesinin zahiri, şimdiki durumun olumsuzlanmasını veya olumsuzluğun sürekliliğini ifade eder. Oysa ayette sözü edilen peygamberler hitabın gerçekleştiği zamanda mevcut değildiler. Eğer maksat bu olsaydı, "lem yekûnû biha bi-kâfirîn=bunları inkâr etmemiş olan" şeklinde bir ifadenin kullanılmış olması gerekirdi. Bu durumda onlardan biri ve en üstünleri olan Resulullah (s.a.a) kapsama alınmamış olacaktı. Çünkü yüce Allah, bundan sonra ondan söz ediyor ve şöyle buyuruyor: "İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy."

Kimine göre; onlardan maksat meleklerdir. Ancak -bazı bilginlerin de

402 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

söylediği gibi- kavim sözcüğü herhangi bir kayıt olmaksızın mutlak olarak kullanıldığı zaman melekler anlamını ifade etmez ve zihinlerde böyle bir tasavvur belirmez. Ayrıca, ayetin akışı itibariyle Peygamberimiz (s.a.a) bir şekilde teselli edilmek isteniyor. Bu durumda kavminin inkârı hususunda, Hz. Peygamber'i (s.a.a) meleklerin iman etmesiyle teselli etmenin anlamı yoktur.

Kimine göre; onlardan maksat, ayetlerin indiği sırada Mekke'de Hz. Peygamber'e (s.a.a) iman eden müminler veya genel olarak muhacirlerdir. Ama bu değerlendirme de yanlıştır. Çünkü sayılan bu gruplardan bazı kimselerin iman ettikten sonra dinden döndükleri bilinmektedir.

Nitekim bunların içinden biri: "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin bir benzerini indireceğim." diyecek kadar küfürde ileri gitmişti. Yüce Allah bu adamın durumunu tefsirini sunduğumuz bu surede birkaç ayetten sonra açıklamıştır. Bunların içinde münafıklar da vardı. "bunları inkâr etmeyen" ifadesini, bu sözünü ettiğimiz grupları da kapsayacak şekilde algılamanın imkânı yoktur.

Kimine göre; maksat ensardır veya muhacirler ve ensardır ya da Hz. Peygamber'in (s.a.a) muhacir ve ensardan oluşan bütün ashabıdır. Çünkü onlar bu davanın ayakta durmasını sağlamışlar, zorluk gününde Hz. Peygamber'e (s.a.a) yardım etmişlerdir. Ulu Allah kitabında onlardan övgüyle söz etmiştir. Bir topluluk olarak ashabın saygınlığından, yüksek konumlarından kimsenin kuşkusu yoktur; ancak onların arasında daha sonra dinlerinden dönenler olmuş, durumu henüz belirginlik kazanmayan münafıklar olmuştur. Dolayısıyla durumları bundan ibaret olan kimseler için, "biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu, bunlara vekil bırakmışızdır." nitelemesi yerinde olmaz. Çünkü bu ifade, bunlara vekil bırakılan kimselere hiçbir şekilde küfrün sirayet etmeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Dikkat edilirse, "Biz, onlara iman edecek veya iman etmiş bulunan bir kavmi onlara vekil bırakmışızdır." şeklinde bir ifade kullanılmamıştır.

Bazı tefsir bilginlerinin sözlerinden ise, şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Bundan maksat, imanın toplumsal olarak gerçekleşmiş olmasıdır. Dolayısıyla bazı bireylerin bu genellemeye aykırı tutum içinde olmaları genel niteliğe halel getirmez. Diğer bir ifadeyle: "Bunları inkâr

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 403

etmeyecek" sözü, topluma ilişkin bir niteliktir. Dolayısıyla, bazı bireylerin bu nitelikten çıkması, toplumun toplumsal olarak sahip olduğu genel niteliği ortadan kaldırmaz. Ensardan Hz. Peygamber'e (s.a.a) iman edenler veya ensardan ve muhacirlerden oluşan müminler veya bütün sahabeler, genel olarak iman niteliğine kalıcı olarak sahip olmuşlardır. Bazı bireyler açısından bu nitelik ortadan kalkmış olsa da genel olarak bu nitelikleri yok olmamıştır.

Eğer böyle bir yorumu esas alırsak, bu demektir ki, ayette geçen "kavim" sözcüğünden maksat Müslüman ümmettir veya gelmiş geçmiş bütün ümmetlerin müminleridir. Çünkü bu niteliği bütün kavimler içinde sadece birine özgü kılmayı gerektirecek bir kanıt yoktur. Bazılarının dinsel saygınlık ifade eden meziyetlere özel olarak sahip olmaları, örneğin muhacirlerin Allah'a iman, Allah için eziyetlere sabretme bakımından öncelikli olmaları veya ensarın muhacirleri evlerinde ağırlamaları, imanı benimsemeleri ve tevhid mesajını yüceltmeleri kendilerinin bu niteliklere daha fazla sahip olmalarından başka bir şeye delâlet etmez. Sadece onların ayette işaret edilen niteliğe sahip olduklarını, anlam olarak ortak bir konumda olmalarına rağmen başkalarının bu nitelikten yoksun olduklarını ifade etmez.

Bu değerlendirmeye bir de şöyle cevap verilebilir: Yüce Allah'ın sözlerinde, bir toplumun bütün bireylerini kapsamayan toplumsal bir nitelik söz konusu olduğunda, varsa eğer bu toplumsal niteliğe aykırı düşenler, genel değerlendirmenin dışında tutulduğuna ilişkin bir istisnaya veya istisna anlamına gelecek bir kayda yer verilir. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç." (Tîn, 4-6)

Buna şu ayetleri de örnek gösterebiliriz: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı katı, birbirlerine kar-şı merhametlidirler... Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaat etmiştir." (Fetih, 29) "Şüphe yok ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar... Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka..." (Nisâ, 145-146) "İmanlarından... sonra küfre sapan

404 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir?... Ancak bundan sonra, tövbe edenler ve salih olarak davrananlar başka." (Âl-i İmrân, 86-89) Bu tarz kullanımların Kur'ân'da birçok örneği vardır. O hâlde, "bunları inkâr etmeyecek" ifadesinde, içlerinde bu niteliğe aykırı bir tutum içinde olan kimselerin bulunmasına rağmen kavmin genelinden bunlar neden istisna edilmemişlerdir?

Bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin yorumu ise bunlardan çok daha ilginçtir. Bunlardan birine göre; ayette sözü edilen kavmin "bunları inkâr etmeyecek" şeklinde nitelendirilmiş olmalarından maksat -ki ona göre bu kavim de ensardır- bunlar henüz iman etmemiş olmakla beraber Mekke müşrikleri gibi onu inkâr etmeyeceklerdir.

Bundan önceki görüş ve yorumlara ilişkin olarak işaret ettiğimiz sakıncaların bu görüş için de geçerli olduğunu belirttikten sonra, Medineli ensarın bu ayetlerin inişi esnasında putlara tapan müşrikler olduklarını belirtmeliyiz. Dolayısıyla o sırada küfrü onlardan olumsuzlamanın bir anlamı yoktur. Sadece daveti ret, büyüklenme ve yüz çevirme anlamında küfrün olumsuzlanması söz konusu olabilir. Ancak ayette geçen küfür kelimesinin bu anlamda kullanıldığına ilişkin bir kanıt yoktur. Çünkü ayetler, Allah'a ortak koşmanın karşıtı olan ilâhî hidayeti tasvir etme amacına yöneliktirler. Nitekim: "Eğer ortak koşarlarsa, yaptıkları boşa gidecektir." ayeti de aynı hususla bağlantılı olarak değerlendirilmiştir. Öte yandan, ayette işaret edilen "vekil bırakma", koruma anlamını ifade eder. Dolayısıyla, "Eğer bunlar onları inkâr ederlerse, biz, onları henüz iman etmemiş ama inkâr da etmeyecek bir kavim aracılığıyla koruma altına almışız." demenin bir mantığı yoktur.

Kimine göre; bu kavimden maksat, Acemlerdir (Arap olmayanlardır). Çünkü onlar bu ayetlerin indiği sırada henüz iman etmemişlerdi. Bu değerlendirmenin şu ayete dayandırıldığını düşünüyoruz: "Ey insanlar, Allah dilerse sizi götürür ve başkalarını getirir." (Nisâ, 133) Hadislerde bu ayette geçen "başkaları" ifadesiyle Acemlerin kastedildiği yer almıştır. Ancak bundan önceki görüşe ilişkin olarak söylenenler bu görüş için de geçerlidir.

Kimine göre; ayette sözü edilen kavimden maksat, Hz. Muhammed (s.a.a) ümmetinin müminleri veya bütün ümmetlere mensup

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 405

müminlerdir. Bundan önceki değerlendirmelerle ilgili sakıncalar bu değerlendirme için de geçerlidir.

Ancak bu görüşü savunma amacıyla, şöyle bir yorum yapılabilir: Bunlardan maksat, bu ümmette veya bütün ümmetlerde Allah'a iman eden ve dünyada yaşadığı sürece hiçbir şekilde küfre bulaşmayan bazı kimselerdir. Dolayısıyla böyle bir durumda olan kimseler, bunları inkâr etmeyen kavim kategorisine girerler. Elbette küfre girme ihtimalleri büsbütün imkânsız değildir. Ancak tevhid çağrısına yönelik imanlarını sürdürmeleri, kesinlikle küfre ve nifaka sapmamaları, "bunları inkâr etmeyecek" niteliğini hak ettiklerini gösterir. Böylece Hz. Peygamber'i (s.a.a) teselli etmek, mübarek kalbini hoş tutmak amacına yönelik olan bu ayette bu açıdan verilmek istenen mesaj da tamamlanmış olur.

Çünkü Hz. Peygamber kavminden müşriklerin inkârlarından, hak davasına, Allah'a ve ayetlerine iman çağrısına karşı büyüklük kompleksine kapılmalarından dolayı üzülüyordu. Aynı şekilde yüce Allah'ın, saygın kullarına ve yaklaştırılmış peygamberlerine bahşetmiş olduğu yolunu ve hidayetini koruyarak yenilmez ve güçlü olduğuna delâlet etme açısından ayetin anlamı tamamlanmış olur. Ne var ki, bu yoruma karşı şöyle söylemek gereği hasıl olur: Bu değerlendirme tesadüfî bir önermeye dayanmaktadır. Şöyle ki, buna iman edenlerin imanlarının yok olmaktan korunması tesadüfe bağlıdır. Bu imanın yok olmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Bu ise, "vekil bı-rakmışızdır." ifadesiyle bağdaşan bir durum değildir. Çünkü vekil bırakma güvenme anlamını da içerir, koruma ve kollama anlamını garanti eder. Dolayısıyla kalıcılığının garantisi ve devamının ve bekasının koruyucusu bulunmayan bir şeyle güçlülük gösterme ve övünme bir anlam ifade etmez.

Kaldı ki, yüce Allah birçok imanı yermiştir de. Bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a inanırlar." (Yûsuf, 106) Oysa tefsirini sunduğumuz ayetlerde salt fıtrî tevhid, her türlü şirk ve zulüm şaibesinden arı, berrak ve tertemiz ilâhî hidayet tasvir ediliyor. Ulu Allah bu fıtrî tevhidi ve ilâhî yol göstericiliği dostu İbrahim'e, ondan önce ve sonra gelen saygın peygamberlere (selâm üzerlerine olsun) bahşetmiştir. Nitekim yüce Allah İbrahim Peygam-

18
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



406 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ber'den naklen şöyle buyurur: "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82)

İman sıfatını taşıyan herkes, bu özelliğe sahip bir yol göstericiliğin, bir hidayetin korumasına vekil bırakılmış olarak değerlendirile-mez.

Allah'ın bu hidayeti zayi olmaktan, fesada uğramaktan koruma işini böyle kimselere bıraktığı ileri sürülemez. Çünkü bunlar arasında bir şekilde inanma niteliğini üzerlerinde taşıyan tağutlar, azgınlar, Firavunlar, müstekbirler, zorba zalimler, bidatçiler, günahlara dalanlar, her türlü hayâsızlık ve yoldan çıkmışlık örneklerini sergileyenler bulunur.

"Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topululuğu, bunlara vekil bırakmışızdır." ayetinin anlamı bağlamında şunu söylemek gerekir: Bu ayetin de içinde yer aldığı ayetlerin akışı, fıtrî tevhidi ve her türlü şirk şaibesinden uzak berrak ilâhî yol göstericilik misyonunu tasvir etme amacına yöneliktir. Bu bağlamda, yüce Allah'ın bu yol göstericilik misyonunu bir ve bütün olan bir peygamberler silsilesine bahşettiğinden, yüce Allah'ın bu misyon için onları ve soylarını seçtiğinden söz edilmektedir. Bunların bazısının bazısından olduğu, Allah'ın onları başkalarının arasından ayıklayıp seçtiği, onları içinde sapma bulunmayan doğru yola ilettiği, onlara kitap, hüküm ve peygamberlik verdiği anlatılmaktadır.

Sonra bu anlatıma bir ayrıntı olarak şöyle buyurulmaktadır: "Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu, bunlara vekil bırakmışızdır." İfadenin akışı, yüce Allah'ın ilâhî yol göstericiliğe yönelik desteğini yansıtmaktadır. Hz. Peygamber'i (s.a.a) teselli etmeye, gönlünü hoş tutmaya yöneliktir. Ki üzüntüden dolayı gevşemesin, kararlılığı kırılmasın, dinsel daveti gevşetmesin. Kavminin küfrünü, müstekbirliğini ve azgınlıkları içinde yüzüşünü görüp karamsarlığa kapılmasın. Dolayısıyla ayetten bir bakıma şöyle bir anlam da anlaşılmaktadır: "Bu ilâhî yol göstericilik misyonunu ve saygıdeğer peygamberler silsilesine verdiğimiz kitap, hüküm ve peygamberlik misyonunun kapsadığı ilâhî yolu inkâr etmelerini görmüş olmaktan dolayı üzülme. Çünkü biz, onları inkâr etmeyecek bir kavmi

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 407

bunlara vekil bırakmışızdır. Şu hâlde ilâhî yol göstericilik misyonunun yok olması, zayi olup gitmesi söz konusu değildir. Çünkü biz onları buna vekil yaptık, bu hususta onlara güvendik. Onlar kesinlikle bunları inkâr etmeyeceklerdir."

Bunlar öyle bir kavimdir ki, onlar hakkında küfür olgusu kesinlikle tasavvur edilemez. Kalplerine asla şirk girmez. Çünkü bu işe onları vekil kılan Allah'tır. Bunun koruyuculuğunu onlara veren O'dur. Eğer şirk işlemeleri normal olsaydı veya tevhid inancına aykırı hareket etme ihtimalleri bulunsaydı, bu hususta onlara güvenip dayanmak hata ve sapma sayılırdı. Allah ise sapmaz ve asla unutmaz.

O hâlde ayet -Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şuna delâlet eder: Her zamanda Allah tarafından ilâhî yol göstericilik misyonunu ve peygamberlere verilen kitap, hüküm ve peygamberlik olgularının içerdiği dosdoğru yolu korumak üzere bir kul veya kullar görevlendirilmiştir.

Yüce Allah bunlar aracılığıyla dinini yok olmaktan ve yol göstericiliğini de işlevsizlikten korur. Bu kullara şirkin ve zulmün bulaşmasına imkân yoktur. Çünkü onlar Allah'ın korumasının, masum kılmasının güvencesi altındadırlar. Onlar Allah'ın masum kıldığı saygıdeğer peygamberler ve onların vasileridirler (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun).

O hâlde ayet, özellikle masumlara yönelik bir işaret içermektedir. Öte taraftan en fazla salih müminleri de bunlara katacak şekilde anlamının kapsamını genişletebiliriz. Bunlar da takva ve yapıcılık niteliklerine sarılan, şirkten ve zulümden uzak olan ve bu sayede şeytanın velâyetinden çıkmış olan kimselerdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Çünkü inananlara ve Rablerine dayananlara onun bir gücü yoktur." (Nahl, 99) Şayet ilâhî yol göstericilik ve doğru yolun korunmasına vekil bırakılmaları ve Allah'ın bu hususta onlara dayanıp güvenmesi söz konusuysa, ancak bu şekilde olabilir.

90) İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki: "Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüt ve hatırlatmadır."

Bir kez daha onların niteliklerinin tasvirine dönülüyor. Bu aynı zamanda ilâhî yol göstericiliğin de tanımlanması sayılır. Buna göre ilâhî

408 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

yol göstericilik karakteristik, özelliklerini yansıtmaktan ve etkisini göstermekten geri durmaz. Yani ilâhî yol göstericilik kişiyi amacına ulaştırır. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Allah, saptırdığını hidayete erdirmez." (Nahl, 37)

Yüce Allah, "Sen de onların yoluna uy." sözüyle Hz. Peygamber'e (s.a.a) onlara değil de yol göstericiliklerine uymayı emretmiştir. Çünkü Hz. Peygamber'in şeriatı onların şeriatını yürürlükten kaldırmış, kitabı onların kitaplarının üzerinde egemen kılınmıştır. Ayrıca bu ayetlerde işaret edilen yol göstericilik bağlamında Allah ile hidayet verdiği kimse arasında bir aracı olmaz. "Onların yoluna" ifadesinde yol göstermenin onlara izafe edilmesine gelince, tamamen onurlandırma amacına yöneliktir. Bunun kanıtı da, "İşte bu, Allah'ın hidayetidir..." [Enâm, 88] ifadesidir.

Bazıları bu ayetten hareketle Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve ümmetinin, aksine yani neshedildiğine ilişkin bir kanıt olmadığı sürece bundan önceki şeriatlarla amel etmekle yükümlü oldukları sonucuna varmışlardır. Ama, "Onlara uy." denilmesi durumunda böyle bir sonucu çıkarmak mümkün olabilirdi. Buna karşılık, "Sen de onların yoluna uy." ifadesi böyle bir anlamdan uzaktır. Bunu ayetin akışından açık bir şekilde anlamak mümkündür.

Yüce Allah, ayetlerin sonunda Peygamberi'ne yönelik bir hitapla fıtrî tevhide ve ilâhî yol göstericilik misyonuna ilişkin tasvire son veriyor: "De ki: Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüt ve hatırlatmadır." Âdeta şöyle deniliyor: Senden önceki peygamberlerin izledikleri ilâhî hidayete uy. Bununla âlemleri uyar; ama buna karşılık herhangi bir ücret isteme. Bunu onların yüreklerine su serpmek, gönüllerini hoş tutmak için söyle. Bu durumda davet daha başarılı ve çıkar sağlama amacına yönelik olduğu töhmetinden daha uzak olur. Yüce Allah Hz. Nuh'un ve ondan sonra gelen peygamberlerin, kavimlerini davet ederlerken aynı ifadeyi kullandıklarını belirtmiştir.

Ragıp İsfahanî'nin de söylediği gibi, öğüt ve hatırlatma anlamına gelen "zikra" kelimesi, "zikr" kelimesinden anlam olarak daha geniş kapsamlıdır. Bu ayet, Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygam

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 409

berliğinin tüm insanlığı kuşatan evrensel bir niteliğe sahip olduğunu da kanıtlamaktadır.

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Sa'lebî'nin Kısas'ul-Enbiyâ adlı eserinde şöyle deniyor: "İlyas Peygamber İsrailoğulları'ndan bir kadının evine geldi. Kadının el-Yesa' b. Hatub adında bir oğlu vardı. el-Yesa' bir hastalığa yakalanmıştı.

Kadın İlyas'ı evine aldı ve düşmanlarından sakladı. Bunun üzerine İl-yas çocuğa dua etti, çocuk yakalandığı hastalıktan kurtuldu. el-Yesa' İlyas'a tâbi oldu, ona inandı, onu tasdik etti, ondan ayrılmaz oldu. İl-yas nereye giderse o da oraya giderdi." Müellif bu arada İlyas'ın göğe yükseltilmesi kıssasını ve el-Yesa'ın bu sırada ona şöyle seslendiğini anlatır: "Ey İlyas bana ne emredersin? İlyas yukarıdan giysisini ona attı. Bu, onu İsrailoğulları'nın üzerine halife olarak bıraktığının göstergesiydi."

Daha sonra şunları ekliyor: "Yüce Allah lütfuyla el-Yesa'ı peygamber yaptı. Onu İsrailoğulları'na nebi ve resul olarak gönderdi. Allah ona vahiy indirdi, onu da kulu İlyas gibi destekledi. İsrailoğulları ona inandılar, ona büyük saygı gösterdiler. Her hususta onun görüşüne ve direktiflerine baş vururlardı. el-Yesa' onlardan ayrılıncaya kadar aralarında Allah'ın hükmü geçerliydi." [Kısas'ul-Enbiyâ, s.229]

Bihar'ul-Envar adlı eserde, el-İhticac, et-Tevhid ve el-Uyun adlı eserlerden naklen Hasan b. Muhammed Nevfelî'nin İmam Rıza'dan (a.s) aktardığı uzun bir rivayete yer veriliyor. İmam burada Hıristiyan Caselik'le tartışırken şöyle buyurmuştur: "İsa'nın yaptığını, el-Yesa' da yapmıştır. O da su üzerinde yürümüş, ölüyü diriltmiş, doğuştan kör ve alacalı olanı iyileştirmiştir. Ama ümmeti onu ilâh edinmemiştir..." [c.10, s.229, h: 1]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Fudayl'dan, o da Sumalî'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s), "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u hediye ettik. Hepsini de doğru yola ilettik." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet ediliyor: "Böyle yaptık ki, hidayet, onun ehlibeytinde, soyunda olsun. 'Daha önce de Nuh'u... doğru yola iletmiştik.' Ki hidayet onun ehlinde, soyunda olsun. Dolayısıyla yol göstericilik misyonu, İbrahim'den önce

410 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

de, onun için de peygamberlerin soyuna verilmiştir." [c.1, s.367, h: 51] Ben derim ki: Burada daha önce işaret ettiğimiz gibi, yol gösterme misyonunun bütünlüğüne, kesintisizliğine işaret edilmiştir.

el-Kâfi'de müsned olarak, Tefsir'ul-Ayyâşî'de mürsel olarak Beşir Dehhan'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah'a andolsun ki, yüce Allah Kur'ân'da İsa'yı kadın (Meryem) tarafından İbrahim'in soyuna katmıştır." Bunu söyledikten sonra İmam, "Ve onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı ..." ayetini okudu, ardından sonraki ayetin de İsa'ya kadar olan bölümünü zikretti. [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.367, h: 52]

Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Harb'den, o da Ebu'l-Esved'in şöyle dediğini rivayet eder: Haccac, Yahya b. Ma'mer'e haber göndererek dedi ki: "Duyduğuma göre, sen Hasan ve Hüseyin'in Peygamber'in soyundan olduğunu söylüyor muşsun ve bunun kanıtının da Kur'ân'da olduğunu ileri sürüyormuşsun. Ben Kur'ân'ı baştan sona kadar okudum; fakat böyle bir kanıta rastlamadım." Yahya b. Ma'mer dedi ki: "Sen En'-âm Suresi'ni okumadın mı? Orada şöyle deniyor: 'Onun soyundan Davud- 'u, Süleyman'ı...' Bu sıralama Yahya'ya ve İsa'ya kadar devam eder. Şimdi söyler misin bana, İsa İbrahim'in soyundan değil midir? " Haccac dedi ki: "Evet bu ayeti okudum." [c.1, s.367, h: 52]

Ben derim ki: Aynı rivayet ed-Dürr'ül-Mensûr tesfsirinde Ebu Hatem'den, o da Ebu'l-Harb b. Ebu'l-Esved'den aktarılır. Yine ed-Dürr'ül-Mensûr'da Ebu'ş-Şeyh, Hâkim ve Beyhakî Ab-dulmalik b.Umeyr'den şöyle rivayet eder: Yahya b. Ma'mer Haccac'ın yanına girdi. O sırada Hüseyin'den söz etti. Haccac dedi ki: "O Peygamber'in soyundan değildi." Yahya ona şöyle tepki gösterdi: "Yalan söylüyorsun." Haccac dedi ki: "O zaman Hüseyin'in Peygamber'in soyu olduğuna ilişkin bir kanıt göstermen lâzım gelir." Yahya, "Onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı... İsa ve İlyas'ı." ayetini okudu ve şöyle dedi: "Burada yüce Allah İsa'nın annesi kanalıyla İbrahim'in soyundan geldiğini haber vermektedir." Haccac dedi ki: "Doğru söylüyorsun." [c.3, s.28]

Ben derim ki: Alusî, Ruh'ul-Maanî adlı tefsirinde "Ve İsa" ifadesiyle ilgili olarak diyor ki: "İbrahim'in soyu bağlamında İsa'nın adının

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 411

zikredilmesi gösteriyor ki, insanın soyunun kapsamına kızlarından gelen çocuklar da girer. Çünkü İsa'nın İbrahim'e intisabı ancak annesinin kanalıyla söz konusudur. Fakat buna karşı şöyle bir itirazda bulunulmuştur:

'İsa'nın annesine izafe edilerek zikredilmesini engelleyecek bir babası olmadığı için, başkalarının anne kanalıyla babalarının soyundan geldiklerini kanıtlamak için onunla mukayese edilmeleri yanlış olur. Kur'ân'ın onu anne kanalıyla İbrahim'in soyundan kabul etmesi babasının olmamasından dolayıdır.' Ama bu yaklaşımın doğru olmadığı açıktır. Kaldı ki bu konuyla ilgili birtakım ihtilâflar vardır. Ancak kız çocuğunun çocuklarının da insanın soyunun kapsamına girdiğini savunanlar bu ayeti kanıt olarak gösterirler. Bazılarının rivayet ettiğine göre, Musa Kâzım (r) da halife Reşid'in yanında bu ayeti kanıt olarak göstermiştir." [c.7, s.213]

Tefsir'ul-Kebir'de deniliyor ki: "Ebu Cafer (r) Haccac b. Yusuf'un yanında bu ayeti ve Mübahele Ayeti'ni kanıt olarak göstermiştir. Resulullah, 'Geliniz, oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım.' ayetinin inmesi üzerine Hasan ve Hüseyin'i (r) çağırmıştır. Bazılarının iddiasına göre, bu Hz. Peygamber'e (s.a.v) has bir durumdur. Bizim mezhebe mensup olanların bu konuyla ilgili fetvaları farklılık arz etmektedir.

Benim kanaatime göre, kız çocuğunun çocukları, insanın soyunun kapsamına girer." (Tefsir'ul-Kebir'den alıntı burada son buldu.) el-Menar tefsirinde şöyle deniyor: "Ben derim ki: Bu konuyla ilgili olarak Buharî'de merfu olarak Ebubekre'den şöyle bir hadis rivayet edilir:

'Bu oğlum seyyittir (liderdir, büyüktür).' Hz. Peygamber bunu söylerken Hasan'ı kastetmiştir. Araplar oğul kelimesini kız çocuğunun oğulları anlamında kullanmazlar. Yine Ebu Nuaym'ın Mari-fet'us-Sahabe adlı eserinde Ömer'den merfu olarak şöyle rivayet edilir: 'Adem- 'in bütün çocukları babalarına nispet edilirler. Fatıma'nın çocukları hariç. Onların babası ve soyları benim.' Nitekim insanlar da bunu esas alarak Fatıma'nın (a.s) çocukları için 'Evlâd'ur-Resul', Peygamber- 'in oğulları, soyu ve Ehlibeyti isimlerini kullanmışlardır." (Alıntı burada son buldu.)

Ben derim ki: Meselede bir karışıklık söz konusudur. Büyük bilginlerden bazıları bu konuda meseleyi karıştırmış görünüyorlar. Konunun

412 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

lafzî olduğunu ve dilsel yöntemlerle çözüleceğini sanmışlardır. Öyle ki bazıları şairin şu sözlerini kanıt olarak ileri sürmüştür:

"Oğullarımız, oğullarımızın oğullarıdır. Kızlarımız;

onların oğulları, uzak adamların oğullarıdır."

Bir diğer kanıt da şairin şu sözleridir:

"İnsanların anneleri kaplardır, emanet bırakılan. Soylar ise babalarındır."

Hiç kuşkusuz bu yaklaşım yanlıştır. Burada akrabalık sorununun bir bölümü olarak toplumsal hukukla ilgili bir durumla karşı karşıyayız.

Ümmetler ve uluslar bunun belirlenmesinde, sınırlandırmasında farklı yaklaşımlar içinde olmuşlardır. Kadın akrabalığın kapsamına girer mi? Adamın kızlarının çocukları adamın çocukları sayılır mı? Akrabalık sırf doğumla mı sınırlıdır, yoksa evlâtlıklar da insanın akrabalarının kapsamına girerler mi? Cahiliye döneminde Araplar kadına doğal akrabalıktan başka bir statü tanımazlardı. Bunun da etkisi evlilik ve geçim gibi doğal uygulamalarla sınırlıydı. Kadına mirastan pay vermeyi vb. hususları öngören kanunî bir akrabalık tanımazlardı. Kız çocuğunun çocukları ise akraba sayılmazlardı. Ama evlâtlıkların akrabalıklarını onaylarlardı. Evlâtlıklarını oğulları gibi çağırırlardı. Bunu yaparken dayanakları dilde böyle bir nitelemeyi haklı kılacak bir örnek olduğu için değil elbette, bunu kendilerine komşu olan ileri ülkelerden öğrenmişlerdi. Roma ve İran gibi büyük ülkelerin medenî yasalarından veya ulusal geleneklerinden almışlardı.

İslâm gelince, evlâtlıkların gerçek akraba gibi algılanmalarına ilişkin cahiliye anlayışını tamamen geçersiz saydı. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: "Evlâtlıklarınızı sizin öz oğullarınız yapmadı."

(Ahzâb, 4) İslâm gelince, kadını akraba statüsüne yükseltti. Buna bağlı olarak birtakım haklar tanıdı. Kız çocuğunun çocuklarını da insanın çocuklarının kapsamına aldı. Yüce Allah miras ayetinde şöyle buyuruyor:

"Allah size, evlâtlarınız hakkında şunu tavsiye eder: Erkeğin payı iki kızın payı kadardır." (Nisâ, 11) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 413

kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından gerek çoğundan (fark etmez)." (Nisâ, 7) Evlenilmesi yasak olan kadınları kapsayan ayette de şöyle bu-yuruluyor: "Size şunlar haram kılınmıştır: Anlarınız, kızlarınız...

Bunların dışında kalanı... size helâl kılındı." (Nisâ, 23-24) Bu ayetlerde kız çocuğunun kızı insanın kendi kızı, evlâtları da insanın kendi evlâtları olarak isimlendirilmiştir ki, bunda en küçük bir kuşku yoktur.

Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yahya, İsa ve İlyas'ı da..." Burada İsa, İbrahim'in veya Nuh'un soyunun kapsamına alınmıştır.

Oysa her ikisine de ancak anne kanalıyla intisap edebilir.

Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) bu ayeti, evlenilmesi yasak olan kadınlarla ilgili ayeti ve Mübahele=Lânetleşme Ayeti'ni kız çocuğunun oğlunun insanın oğlu sayıldığının kanıtı olarak ileri sürmüşlerdir. Kanıtlama özel bir konu etrafında [Hz. Fatıma-nın çocukları hakkında] cereyan etmişse de kanıt genel niteliklidir. İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) gösterdiği bir kanıt daha vardır ki, bunların tümünden çok daha nettir. el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Abdussamed b. Beşir'den, o da Ebu'l-Carud'dan şöyle rivayet eder: İmam Bâkır (a.s) dedi ki: "Ey Ebu Carud, Hasan ve Hüseyin'le ilgili olarak size ne diyorlar?" Dedim ki: "Onların Resulullah'ın oğulları olduklarını inkâr ediyorlar." Dedi ki: "Peki siz onlara karşı hangi kanıtı ortaya koyuyorsunuz?" Dedim ki: "Yüce Allah'ın Meryem oğlu İsa'yla ilgili şu sözlerini kanıt olarak gösteriyoruz: 'Onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik.

Biz iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz. Zekeriyya, Yahya, İsa da...' Burada yüce Allah Meryem oğlu İsa'yı Nuh'un soyunun kapsamına almıştır." Dedi ki: "Peki buna karşı size ne söylüyorlar?" Dedim ki: "Kız çocuğunun çocuğu bazen insanın evlâtlarından sayılır, ama sulbünden gelmiş olarak değil.' Dedi ki: "Peki buna karşı hangi kanıtı ileri sürüyorsunuz?" Dedim ki: "Yüce Allah'ın, Resulü'ne (s.a.a) hitaben buyurduğu şu ayeti kanıt gösteriyoruz: 'Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım.'

[Âl-i İmrân, 61]" Dedi ki: "Buna cevap olarak ne diyorlar?" Dedim ki: "Diyorlar ki: Arap dilinde bir adamın başkasının oğullarını kastederek, 'oğullarımız' demesinin örnekleri çoktur."

414 .......................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

İmam Bâkır (a.s) buyurdu ki: "Size Allah'ın kitabından Hasan ve Hüseyin'in Resulullah'ın soyundan geldiklerini gösteren öyle bir kanıt sunacağım ki, kâfirlerden başkası onu inkâr etmez." Dedim ki: "Sana kurban olayım, bu kanıt nerededir?" Buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Size şunlar haram kılınmıştır: Analarınız, kızlarınız ve kız kardeşleriniz...' İmam (a.s) ayeti, 'kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri' bölümüne kadar okudu ve şöyle dedi: "Ey Ebu Carud, şimdi söyler misin bana, Resulullah'ın Hasan ve Hüseyin'in eşleriyle evlenmesi caiz olur muydu? Eğer buna, evet, derlerse yalan söylemiş, büyük bir günah işlemiş olurlar. Eğer, hayır, derlerse bu durumda, Hasan ve Hüseyin'in Peygamber'in sulbünden olduklarını kabul etmiş olurlar."1 Buna yakın bir rivayeti Kummî de kendi tefsirinde aktarmıştır. [c.1, s.209]

Kısacası, mesele dilsel ve lafızla ilgili bir husus değildir. İslâm, kadının doğal yakınlığını2 da, yasal yakınlığını da gerekli görür. Aynı şekilde kızların çocuklarının da insanın çocukları olduğunu hükme bağlamıştır.

Yine insanın soyunun erkek tarafından devam edebildiği gibi kadın tarafından da devam edeceğinin altını çizmiştir. Bunun yanında evlâtlık yoluyla veya gayri meşru ilişki sonucu doğan bir çocuğun insanın kendi soyunun kapsamına alınması uygulamasını geçersiz saymıştır. Hem Şiîlerin, hem de Sünnîlerin Hz. Peygamberden (s.a.a) rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Çocuk kadının şer'î kocasına aittir. Zina edenin hakkı ise taştır." Ne var ki dinî gerçekleri önemsememe eğilimi insanlara bu gerçeği unutturmuştur. Bunun miras ve evlilik yasağı dışında pek etkinliği görülmemektedir. İslâm-

-------------------

1- [Ravzat'ul-Kâfi, c.8, s.317, h: 501]

2- Doğal yakınlık derken, doğum ve canlı türleri arasında geçerli olan tekvinî veraset kuralı uyarınca doğum sebebiyle belirginleşen birtakım ilişkileri kastetmi-yoruz. Bilâkis, bizim bu ifadeyi kullanırken kastettiğimiz, insanın evlâdının kendisine ait olması, evlâdını himaye etme hakkına sahip olması gibi kural olarak konulurken fazla bir çabayı gerektirmeyen yasal hükümleri doğuran doğal ilişkilerdir. Bunun tam karşısında ise, [evlilikten kaynaklanan birtakım haklar gibi] yasalaşması için fazladan çabayı gerektiren ilişkiler vardır. Hukukçuların terminolojisinde, bu da doğal hükümle aynı konumdadır.

En'âm Sûresi / 91-105 ............................................................................... 415

'ın ilk dönemlerinde iktidara gelen kişilerin bu tür bir sonucun ortaya çıkmasında büyük etkileri olduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. Tefsirimizin üçüncü cildinde, evlenilmesi yasak olan kadınlarla ilgili açıklamalar içeren ayeti incelerken bu konu üzerinde bir ölçüde durmuştuk.

Tefsir'un-Numanî'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Süleyman b. Harun el-İclî'den şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Bu işin [hilâfet yetkisi] sahibinin hakkı Allah'ın koruması altındadır. Bütün insanlar ölseler bile, Allah onları getirir, ortaya çıkarır. Bunlar yüce Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir: 'Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu bunlara vekil bırakmışızdır.' Bir diğer ayette de onlar hakkında şöyle buyurmuştur: 'Allah yakında öyle bir toplum getirecektir ki, O onları sever, onlar da O'nu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler.' [Mâide, 54]" Ben derim ki: Bu rivayet, ayetin özel bir duruma uyarlanmasına ilişkin bir örnek içermektedir.

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Hamza'dan, o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah Kur'ân'da şöyle buyurmuştur: 'Daha önce de Nuh'u... doğru yola iletmiştik... Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu bunlara vekil bırakmışızdır.' Yüce Allah onun ehlibeytinin üstünlerinden, kardeşlerden ve zürriyetlerden vekiller kılmıştır. İşte yüce Allah'ın şu sözünde kastedilen budur: 'Eğer onlar, bunları inkâr ederse...' Eğer senin ümmetin bunları inkâr ederse, biz, senin ehlibeytini senin getirdiğin dine inanmanın vekilleri kılmışızdır. Onlar bunu ebediyen inkâr etmezler. Seni görevlendirdiğim imanı zayi ve ihmal etmem.

Senden sonra senin ehlibeytinden, ümmetinin âlimleri, senden sonra benim işimin sahipleri, içinde yalan, günah, vebal, kibir, böbürlenme ve riya olmayan ilmin yorumcuları olan kimseler olacaktır." [Ravzat'ul- Kâfi, c.8, s.119, h: 92]

416 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ben derim ki: Ayyâşî bunu ve bundan önceki hadisi mürsel olarak rivayet etmiştir.1 Bu da önceki gibi uyarlama türüne bir örnek oluşturmaktadır. el-Mehasin adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Uyeyne'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Bir gün Ebu Abbas'ın [Mansur Davanikî] yanına gitmiştim. İnsanlar etrafında kümelenmiş, yerlerini almışlardı. Elini bana uzattı. Önünde de sofra kurulmuştu. Ben de yanına gitmek için adım attım. Fakat ayağım sofraya takıldı, böylece yüce Allah'ın bana gelmesini dilediği duruma düştüm. Allah şöyle buyuruyor: 'Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topululuğu, bunlara vekil bırakmışızdır.'

Bunlar öyle bir kavimdir ki, Allah'a andolsun ki namazı kılarlar, zekâtı verirler ve Allah'ı çokça anarlar." [el-Mahasin, Kitab'ul-Mâ, s.588, h: 88]

Ben derim ki: Bu rivayetin özü şudur: İmam (a.s) ayağının istemeden sofranın bir tarafına takılmasından hayâ duymaktadır. Sanki sofraya basmayı bir küfran-ı nimet gibi algılamıştır. Böylece, "bunları inkâr etmeyecek..." ifadesindeki "küfür" sözcüğünü, nankörlüğü de kapsayacak şekilde genelleştirmiştir.

Nehc'ül-Belâğa'da şöyle deniyor: "Peygamberinizin (s.a.a) hidayetine uyun; çünkü o, en üstün hidayettir."

Ben derim ki: Bu anlamı ayetlerden açıkça algılayabiliriz.

Tefsir'ul-Kummî'de Hz. Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Yol göstericiliklerin en iyisi, en güzeli peygamberlerin yol göstericilikleridir."

1- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.369, h: 57]

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 417

Ayetlerin Meâli

91- Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler (ululamadılar).

Çünkü, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." dediler. De ki: "Öyleyse Musa'nın, bir nur ve insanlar için yol gösterici olarak getirdiği kitabı kim indirdi?" Siz onu parça parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi) açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de, babaları- nızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir. (Resulüm,) sen "Allah" de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.

92- Bu (Kur'ân), kendinden öncekileri (kitapları) doğrulayıcı olarak ve senin de şehirlerin anasını (Mekke’yi) ve çevresindeki insanları uyarman için indirdiğimiz mübarek (feyiz kaynağı) bir kitaptır. Ahirete inananlar, ona inanırlar ve onlar namazlarını korurlar (huşû içinde kılarlar).

93- Allah'a karşı yalan uydurandan (ortak koşandan) ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, "Bana vahyolundu." diyenden yahut, "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyenden daha zalim kim olabilir?! O zalimleri, ölümün şiddetleri içinde, meleklerin ellerini uzatarak onlara, "Haydi canlarınızı (bedeninizden) çıkarın (ölün)! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylediğinizden ve O'nun ayetlerine karşı büyüklük tasladığınızdan ötürü, bugün (ölüm günü) alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız!" dediklerinde, bir görsen! 94- Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine yapayalnız/tek olarak bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. (Yaratılışınızda) ortak(larımız) sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz! Andolsun, aranızdaki bağlar kopmuş ve (şefaatçi) sandıklarınız sizden kaybolup gitmiştir.

95- Taneyi ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır; ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. O hâlde, (haktan) nasıl dönersiniz! 96- Sabahı yarıp çıkaran, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılan, O'dur. Bu, o üstün ve bilen Allah'ın takdiridir.

97- O, karanın ve denizin karanlıklarında kendileri ile yolu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için ayetleri geniş geniş açıkladık.

98- O, sizi bir tek nefisten (Âdem'den) yaratandır. Kiminiz istikrara kavuşmuş, kalış yerine (dünyaya) yerleşmiştir; kiminiz de emanet olarak (sulplere ve rahimlere) konulmuştur. Gerçekten biz, kavrayan bir toplum için ayetleri geniş geniş açıkladık.

99- O, gökten su indirendir. Onunla her çeşit bitkiyi bitirdik. Ondan (bitkiden) da birbiri üstüne binmiş taneler bitireceğimiz yeşillik çıkardık. Hurma ağacının tomurcuğundan da birbirine girmiş salkımlar vardır. Ve bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen üzüm, zeytin ve nar bahçeleri (meydana getirdik). Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunlaştığında, bir bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda, inanan bir toplum için ayetler vardır.

100- Cinleri Allah'a ortak yaptılar. Hâlbuki onları O yaratmıştır. Bir de hiçbir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. O ise, onların nitelendirdikleri şeylerden uzak ve yücedir. 101- O, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl çocuğu olabilir? Oysa O'nun eşi yoktur. Her şeyi O yaratmıştır ve O, her şeyi bilendir.

102- İşte Rabbiniz olan Allah O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur; her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O'na kulluk edin; O her şeye vekildir. 103- Gözler O'nu görmez, O gözleri görür. O, latif ve (her şeyden) haberdar olandır.

104- (Ey Resulüm, müşriklere de ki:) Doğrusu size Rab-binizden basiretler (açık kanıtlar) geldi. Artık kim görürse yararı kendisine, kim de kör olursa zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinizde gözetleyici değilim. 105- İşte böylece ayetleri döne döne (çeşitli biçimlerde) açıklıyoruz ki, "Sen ders almışsın." desinler, biz de anlayan toplum için onu (Kur'ân'ı) açıklayalım.

AYETLERİN AÇIKLAMASI

Yukarıda sunduğumuz ayetlerin, önceki ayetler grubuyla bağlantısının hiç olmadığını söyleyemeyiz. Çünkü bu ayetlerde, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." diye Peygamber'e (s.a.a) cevap veren [ve bütün semavî dinleri inkâr etmeye kalkışan] Ehlikitap'la, onlara kitap indirildiği hususunda girilen bir tartışmayla söze başlanıyor. Önceki ayetler grubunda ise kitap indirmek, yüce Allah'ın peygamberlere bahşettiği ilâhî yol göstericiliğin gereklerinden biri olarak ön plâna çıkarılıyor.

420 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Önce Ehlikitap'la bir tartışmaya giriliyor. Ardından zulümlerin en büyüğünün Allah'a iftira ederek ortak koşma olduğu ya da peygamberlik misyonu hakkında inkâra sapmak suretiyle zulüm işlemek olduğu belirtiliyor. Bu zulüm, peygamberlik misyonunun sunduğu hakkı inkâr etmek veya bu misyonun kapsamında olmayan bir şeyi iddia etmek şeklinde olur. "Ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyen adamın durumu gibi.

Sonra ayetlerde, bu zalimlerin ölüm anında, üzerlerine ölümün sarhoşluğu ve şiddetli sarsıntıları çöktüğü sırada, meleklerin ellerini onlara uzattıkları sahne canlandırılarak akıbetlerinin nereye varacağı belirtiliyor. Ardından yüce Allah'ın birliğine ilişkin ayetlere dikkatler çekiliyor, güzel isimlerinden ve yüce sıfatlarından bazıları zikrediliyor.

91) Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler. Çünkü, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." dediler.

Bir şeyi takdir etmek, onu büyüklük veya küçüklük gibi nitelikleri itibariyle tanımak, ölçmek demektir. Dolayısıyla "kadert'uş-şey'e kadren" ve "kaddert'uş-şey'e takdîren", "şeyin miktarını ve somut ölçülerini açıkladım." anlamındadır. Daha sonra bu kelime daha geniş kapsamlı olarak kullanılmış ve somut olmayan şeyler için de kullanılmaya başlanmıştır. Meselâ, "Falanın insanlar ve toplum içindeki kadri" denilmiştir. Bununla onun insanların gözündeki büyüklüğü, toplum nez-dindeki ağırlığı ve toplumsal değeri kastedilir.

Bir şeyin takdir edilmesi, ölçülmesi ve bir sınırla sınırlandırılıp belirlenmesi, genellikle onun bilinmesine bağlı olarak belirginleşen durumunu açıklayıcı niteliklerle nitelenmesi şeklinde gerçekleştiğinden, "kadr" ve "takdir" ifadeleri, istiare yoluyla nitelik ve bir şeyin durumunun bilinmesi anlamında da kullanılmıştır. Örneğin, "Kader'eşşey'e" ve "Kadderehu" denildiğinde, "Onu niteledi." anlamını ifade eder. Yine bu ifadeler, onu bildi, tanıdı anlamında da kullanılır. Dil (Arap edebiyatı), bu kullanımların tümüne de açıktır.

Allah'ın yüce zatı, ne duyu, ne vehim ve ne de akıl tarafından kuşatılamadığından, O'nu bilmek ancak şanına yaraşan nitelikleri aracılı

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 421

ğıyla gerçekleşebildiğinden ve büyüklüğü ayetleri, fiilleri aracığıyla kavranabildiğinden dolayı, "kadr" kelimesinin yukarıda işaret edilen anlamlarının tümü, yüce Allah ile ilintili olarak kullanılabilir. Dolayısıyla, "Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler." ifadesi, "O'nu, şanına yaraşır biçimde ululamadılar, tazim etmediler." ya da "O'nu, gereği gibi nitelemediler." veya "O'nu, hakkıyla bilip tanımadılar." anlamına gelir. O hâlde, ayetin kendisi itibariyle bu üç anlamdan her birine veya gereklilik yöntemiyle tümüne delalet etme ihtimal ve olasılığı vardır. Ancak yüce Allah'ın kitap, hüküm ve peygamberliği sonucunda getiren nebilerine yönelik hidayetini/yol göstericiliğini vasfeden önceki ayetleri, yanı sıra yüce Allah'ın hak sözü ve hidayet nimetini insanlar arasında ardarda gelen zamanlarda ve kuşaklarda korumaya gösterdiği büyük inayeti göz önünde bulundurduğumuz zaman, ayetin ilk anlamı esas alınacak şekilde yorumlanmasının daha uygun düşeceğini görüyoruz. Çünkü vahyin indirilişini inkâr etmenin altında, yüce Allah'ın kadrini düşürme, O'nu rablık makamından indirme anlamı yatar. Rablıksa, yüce Allah'ın kullarının her türlü işiyle ilgilenmesi, onları asıl hedefleri olan mutluluğa ve kurtuluşa yöneltmesi demektir.

Benzeri ifadeyi içeren bir başka ayetten de bu anlamın pekiştiğini görebiliriz: "Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler, ululamadılar. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu içindedir; gökler de sağ eliyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir." (Zümer, 67)

Aşağıdaki ayetten de benzeri anlamı çıkarsamak mümkündür: "O Allah'tan başka yalvardıklarınız, onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de. Allah'ı şanına yaraşır biçimde ululamadılar. Şüphesiz Allah, kuvvetlidir, üstündür." (Hac, 73- 74) Demek isteniyor ki: Allah'ın kuvveti ve üstünlüğü, buna karşılık O'ndan başkasının zayıflığı ve zelilliği Allah'ın kadrinin düşürülmemesini, O'nun ve diğer düzmece ilâhların tanrılar ve rabler ismi altında birlikte zikredilmemesini gerektirir.

Bütün bunlar gösteriyor ki, tefsirini sunduğumuz ayeti, kelimenin bi-

422 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

rinci anlamını (ululamak) esas alacak şekilde yorumlamamız daha yerinde olacaktır. Bununla beraber diğer iki anlamı da büsbütün değerlendirme dışı tutamayız. Ancak bazılarının yaptığı gibi, "Onlar Allah'ı şanına yaraşır biçimde takdir etmediler." ifadesini, "O'nun hakkı olan kudreti O'na vermediler." şeklinde yorumlamaksa, akla gelebilecek en uzak anlamdır.

"Onlar Allah'ı şanına yaraşır biçimde takdir etmediler." ifadesi, "Çünkü, 'Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi.' dediler." ifadesiyle kayıtlı olduğu için, bundan şu anlam çıkıyor: Allah'a karşı bu cüretkâr, bu küstah tutumları, O'nu şanına yaraşır biçimde takdir etmeyişleri, ululamamaları, yüce Allah'ın insana vahiy ve kitap indirmesini olumsuzlayan bir tutum içinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu da gösteriyor ki, ilâhlığın bir gereği ve rablığın bir hususiyeti de insanları dosdoğru yola iletmek, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturmak amacıyla vahiy ve kitap indirmektir. Ayette üzerinde durulan mesele budur.

Nitekim yüce Allah, bu gerçeği kanıtlama bağlamında tartışmaya girişirken şu ifadeleri kullanıyor: "De ki: Öyleyse Musa'nın, getirdiği kitabı kim indirdi?...", "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir."

İfadelerin ilkinde, peygamberlikleri getirdikleri apaçık mucizelerle kanıtlanmış peygamberlere (hepsine selâm olsun) inen semavî kitaplardan birinin kanıt olarak gösterildiğine tanık oluyoruz. Burada insanlar arasında ilâhî yol göstericiliğin, Nuh ve ondan sonra gelen peygamberler aracılığıyla kesintisizliği ve korunmuşluğu esas alınmıştır. Yüce Allah, bunu önceki ayetlerin akışı içinde şu şekilde ifade etmiştir: "İbrahim babası Azer'e demişti ki: ...O, sadece âlemlere bir öğüttür." [En'âm, 74-90]

İfadelerin ikincisinde ise, insanlar arasında ilâhî bilgilerin ve hükümlerin varlığını esas alan bir kanıtlama yöntemine başvuruluyor. Bu ilâhî bilgilerin ve hükümlerin toplumsal bir yapı içinde varlığını sürdüren insandan kaynaklanması mümkün değildir. Çünkü insanın duyguları ve düşünme yeteneği, ancak onu hayatı üzerinde yapıcı ve olumlu etkisi bulunan beslenme, barınma, giyinme, çiftleşme, men

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 423

faatleri edinme ve zararlı ve kötü şeyleri savma gibi eylemlere yöneltir.

Bu olgular, maddî yararlanma kapsamına girmeleri bakımından insanın hay-vansal özellikleriyle algıladığı, yöneldiği şeylerdir. Fakat ilâhî bilgiler, üstün ve güzel ahlâkî ilkeler ve bunların pratikte uygulanmasını sağlayan yasalara gelince, sosyal bir varlık olan insanın sosyal bilinciyle bunları algılaması mümkün değildir. Hem sosyal bilincin bununla ne ilgisi var ki?! Sosyal bilinç dediğimiz şey, insanı bulabildiği ve kullanma imkânına kavuştuğu her şeyi dünyevî hayatının ihtiyaçlarını giderme, yeme, içme, barınma, çiftleşme ve bunlarla ilintili diğer faaliyetleri yerine getirme amacıyla kullanmaya yöneltir.

Ardından, yapabiliyorsa, bunlardan yararlanma yolunda karşısına çıkan her engeli kırıp geçmesini, yapamıyor ve güç yetiremiyorsa da menfaatler hususunda karşısına çıkanlarla güç birliği ve işbirliği yapmasını telkin eder, adaletin etkin kılınmasını sağlamaya yöneltir. İşte insanın uygar ve sosyal bir varlık oluşunun sırrı burada yatar. Daha önce tefsirimizin ikinci cildinde, "İnsanlar bir tek ümmetti. Allah… peygamberler gönderdi." (Bakara, 213) ayetinin tefsiri çerçevesinde peygamberlik kavramı üzerinde dururken bu hususa açıklık getirmiştik.

İnşaallah ileride daha geniş bilgiler sunma imkânına kavuşacağız. Kısacası, "Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler (ululamadılar)." cümlesi, ekleriyle birlikte şunu ortaya koymaktadır: "İlâhlığın bir gereği de, insanlığın bazı bireylerine kitap ve vahiy indirmek suretiyle insanları dosdoğru yola iletmek ve mutluluk yurduna ulaştırmaktır." Buna kanıt olarak da ayette, başta, hidayet yolunda Allah tarafından indirilen bazı kitaplar gösteriliyor. İkinci olarak da insanların kolektif akıl aracılığıyla ulaşamayacakları kimi ilâhî bilgilere sahip olmalarına işaret ediliyor.

De ki: "Öyleyse Musa'nın, bir nur ve insanlar için yol gösterici olarak getirdiği kitabı kim indirdi? Siz onu parça parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi) açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz." Genel yaklaşım ve kıraat, "tec'elûnehu" şeklinde okunması yönündedir.

Bu da hitap sıygasıdır. Bu durumda muhataplar, kaçınılmaz olarak Yahudilerdir. Bazıları ise, kelimeyi "yec'elûnehu" şeklinde, gaip sıygasıyla okumuşlardır. Bu durumda, "...kitabı kim indirdi?" diye

424 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kendilerine soru yöneltilen muhataplar, Yahudiler veya bazılarının söylediği gibi Arap müşrikleridir. Kitabın parça parça kağıtlar hâline getirilmesine gelince, ifadenin orijinalinde geçen "karâtîs" kelimesi, "kırtâs"ın çoğuludur. Bununla, ya kitabın kâğıtlar üzerine yazılması veya üzerinde yazılar bulunan kâğıtlar hâline getirilmesi kastedilmiştir. Çünkü yazıların kendisine delâlet ettiği lafızlar kitap olarak isimlendirildiği gibi, sayfalar ve kağıtlar da kitap olarak isimlendirilir.

"De ki: Öyleyse Musa'nın... getirdiği kitabı kim indirdi?" ifadesi, onlardan aktarılan "Çünkü, 'Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi.' dediler." şeklindeki sözlerine bir cevap niteliğindedir. Gerçi ayette, bu sözü söyleyenlerin kimler olduğu belirtilmiyor; ancak cevap, özelliği itibariyle bu cevaba muhatap olanların Yahudiler olduğu hususunda kuşkuya yer bırakmayacak mahiyettedir. O hâlde, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." diyenler de Yahudilerdir. Çünkü ayette, bu sözü söyleyenlere karşı Musa'ya (a.s) indirilen kitap örnek olarak gösterilerek, iddiaları çürütülmek isteniyor. Oysa müşrikler Musa'ya (a.s) indirilen kitabı tanımıyorlardı, onun Allah katından indirildiğini kabul etmiyorlardı; Musa'nın kitabının Allah katından indirildiğini sadece Ehlikitap kabul ediyordu. Öte yandan ayet, adı geçen kitabı parça parça kağıtlar hâline getirerek, bir kısmını açıklayıp büyük bir kısmını da gizlemelerini eleştiriyor, bu davranışlarını yeriyor. Kur'ân'ın yer yer onlara izafe ettiği gibi, bu da Yahudilerin özelliğidir, müşriklerin değil.

Kaldı ki, bundan sonra yer alan, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." cümlesinin yalın anlamından, bununla Yahudilerin dışında müşriklere veya Müslümanlara hitap edilemeyeceği anlaşılıyor. Nitekim daha önce buna değindik ve İnşaallah ileride ayrıntılı bir şekilde değineceğiz.

Ama ortada bir problem var: Yahudiler, Musa'nın ve ondan önce gönderilen peygamberlerin (hepsine selâm olsun) peygamberliklerine inanıyorlardı. Tevrat gibi semavî kitapların indirildiğini kabul ediyorlardı. O hâlde, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." demiş olmaları söz konusu olamaz. Çünkü böyle bir şey söylemek, onların temel inanç ilkeleriyle çelişmektedir.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 425

Bu itiraza şöyle cevap vermek mümkündür: Böyle bir şeyin onların temel inanç ilkelerine ters olması, bazılarının bunu sırf İslâm'a karşı besledikleri taassuptan dolayı veya Müslümanlara karşı müşrikleri kışkırtmak için ya da müşriklerin kendilerine Peygamberimizin (s.a.a) Allah'tan indiğini söylediği kitapla ilgili bir soru yöneltmeleri sonucu buna cevaben böyle bir şeyi söylemiş olmaları ihtimalini ortadan kaldırmaz. Nitekim Müslümanların tevhit inancına karşı Arap müşriklerinin putperestliklerine arka çıkmış ve müşrikler için, "Bunlar, (Allah'a) inananlardan daha doğru yoldadırlar." demişlerdi. Böylece kendi dinlerinin temeli de tevhit olmasına rağmen, şirkin pisliğini tevhidin temizliğine tercih etmişlerdi. Öyle ki, bu olumsuz tavırlarından dolayı yüce Allah onlarla ilgili olarak şu ayeti indirmişti: "Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Bunlar puta ve tağuta inanıyorlar ve kâfirler için, 'Bunlar, (Allah'a) inananlardan daha doğru yoldadır.' diyorlar." (Nisâ, 51)

Bir de Hıristiyanlara karşı düşmanlıklarını ortaya koyup kendi üstünlüklerini vurgularken, öncekinden çok daha net bir biçimde beyinsizliklerini ortaya koyan, "İbrahim (a.s) Yahudidir." demeleri var. Öyle ki yüce Allah onların bu beyinsizliklerini şu şekilde dile getirmiştir: "Ey kitap ehli, İbrahim hakkında ne diye tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Anlamıyor musunuz?... İbrahim ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan idi; ancak o hanifti, Müslümandı, müşriklerden değildi." (Âl-i İmrân, 65-67) Bunun gibi Kur'ân'da aktarılan birçok sözleri var ki, kendi değişmez inanç temelleriyle çelişmektedir. Dolayısıyla, karakteri bundan ibaret olan insanların bozucu birtakım gerekçelerden dolayı semavî bir kitabın bir insana indirilişini inkâr etmesinde yadırganacak bir şey yoktur. Böyle insanlar sırf kimi batıl maksatlarına ermek için batıl olduğunu bile bile yanlış şeyler telkin ederek, kanıtlanması durumunda kendilerine zarar vereceğini bildikleri hakkı inkâr etme yönüne gitmekten kaçınmazlar.

Bir başkası da şöyle demiştir: [Söz konusu ayetler Mekke inişlidirler ve] Kur'ân Mekke'de inen ayetlerinde Ehlikitab'ın durumuyla hiç ilgilenmez; Mekke'deki davet, hicretten önce sadece müşriklere yö-

426 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nelikti. Çünkü müşrikler topluluğuyla karşı karşıyaydılar ve yurt onların yurduydu. [Dolayısıyla bu ayetin muhatabı Yahudiler olamaz, hitap Mekke müşriklerine yöneliktir.]

Buna cevap olarak deriz ki: Pratik durumun bundan ibaret olması, onlardan hiçbir şekilde söz edilmemesini gerektirmez. Din genel bir kurumdur, daveti de evrenseldir; çağrısı tüm insanlara yöneliktir. Kur'-ân da bütün âlemlere gelmiş bir öğüt, bir uyarıdır. Ehlikitap'la müşrikler ise komşuydular, aralarında sürekli bir iletişim ve ilişki vardı. Nitekim Mekke inişli surelerde, Ehlikitap'tan söz eden ayetler vardır ve bu ayetlerin, içinde yer aldıkları Mekke inişli surelerden ayrı olarak Medine inişli olduklarına ilişkin kesin ve açık bir kanıt yoktur. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "İçlerinden zulmedenleri bir yana, Ehli-kitap'la ancak en güzel tarzda mücadele edin." (Ankebût, 46)

"Yahudi olanlara da, bundan önce sana anlattıklarımızı haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." ((Nahl, 118) Yine Mekke inişli bir sure olmasına rağmen A'râf suresinde de İsrailoğulları tarafından işlenen birçok haksızlığa işaret edilmiştir.

O hâlde, İslâm davetinin hicretten önce yıllarca devam etmesine ve Arap Yarımadası'nda birçok Yahudi ve Hıristiyan kolonilerin bulunmasına karşın bu davetle ilgili haberlerin onlara ulaşmamış olması veya ulaşmasına karşın lehinde veya aleyhinde herhangi bir şey söylememiş olmaları imkânsızdır. Öte yandan bir grup Müslüman Habeşistan'a hicret etmiş, Habeşistanlılara Mekke inişli Meryem suresini okumuşlardı. Ki bu surede Hz. İsa'nın (a.s) kıssası ve peygamberliği anlatılır.

Bir başkası ise şöyle der: En'âm suresi, Allah'ın birliği meselesi etrafında müşriklerle tartışma esasına dayalı bir söylem içermektedir. Bu yüzden bu suredeki hitapların geneli onlara yöneliktir. Bu bakımdan, 'Çünkü, 'Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi.' dediler.' ifadesindeki zamiri Yahudilere döndürmenin bir mantığı yoktur. Tam tersine, zamirin Arap müşriklerine yönelik olduğu son derece belirgindir. Çünkü konuşmanın akışında onlardan haber verilmektedir. Bu surede Yahudilerle ilgili bir söz geçmemiştir. Dolayısıyla surenin ta baştan buraya, hatta sonuna kadar esas aldığı

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 427

raya, hatta sonuna kadar esas aldığı bu hedefin dışında, ayetin, sahih bir haber veya aklî bir kanıt olmaksızın yorumlanması, ayetin akışının dışında bir anlam çıkarılması doğru değildir. O hâlde ayeti, "yec'elûne-hu" [yubdûneha" ve "yuhfûne"] şeklinde gaip sıygasıyla okumak tercih edilmelidir. Yani Yahudiler, kitabı parça parça kâğıtlar hâline getiriyorlar. Dolayısıyla Arap müşriklerine yönelik bir hitabın akışı içinde, Yahudilerin bir tavrı anlatılmıştır.

Müşriklerin, Tevrat'ın semavî bir kitap olduğunu kabul etmedikleri, dolayısıyla onlara karşı Tevrat'ın bir kanıt olarak sunulmasının ve onlarla tartışmaya girilmesinin bir mantığının olamayacağı sorununa gelince, [bu görüşü savunanlardan] bazıları bu sorunu şu şekilde cevaplandırmışlardır: Müşrikler, Yahudilerin Musa'ya (a.s) indirilen Tevrat'ın bağlıları olduklarını [ve semavî bir kitap olan Tevrat'ın, peygamberleri Musa'ya indirildiğine inandıklarını] biliyorlardı. [Bu da, müşriklerin aleyhine bir kanıt sunmak için yeterli bir gerekçedir.] Bu yüzden bu tarz bir kanıtın müşriklere sunulması caiz ve mümkündür."

Buna cevap olarak deriz ki: Bundan önceki ayetlerde gözlemlendiği gibi, surenin akışının ana hedefi, her ne kadar müşriklerle tartışmak ve onların tezlerini çürütmek olsa da, surenin akışında müşrikler kendi şahısları itibariyle hedef alınmış değildirler. Çünkü Kur'ân'ın ifade tarzı, bir kişiyi veya kişileri sırf şahısları itibariyle ele almaz. Tam tersine onları ele alışının nedeni, hakkı kabul etmeye yanaşmamaları, tevhit, peygamberlik ve ahiret inancı olarak belirginleşen [ilâhî] davetin temel prensiplerini inkâr etmeleridir. Dolayısıyla bu gerçeklerin tümünü veya bir kısmını inkâr edenlerdir surenin tartışmasının hedefi olarak öngörülenler. O hâlde, Yahudilerin bazı saçmalıklarına göndermede bulunmanın hiçbir sakıncası yoktur. Yeter ki bu saçmalıkları, peygamberliği ve kitabın indirilişini inkâr etmek şeklinde surenin konusunun kapsamına giren türden olsun.

Yahudilerin ilâhî dinin temel prensiplerini inkâr etmek bağlamında müşriklerle aynı paralele düşecek birtakım sözleri sarf etmiş olmalarından dolayı konunun akışı içinde ele alınmaları, surenin genel akışının müşriklerle ilintili olmasına engel oluşturmaz veya surenin ge-

19
El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7 El-MÎZÂN FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN Cilt:7



428 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

nel akışı bu bağlamda Yahudilere de işaret edilmesine engel teşkil etmez, bunu söyleyen kimse müşrik ve puta tapan biri olmasa da. Hatta bu tür sözlerin, fitne çıkarmak amacıyla Yahudiler tarafından müşriklerden bazılarına telkin edilmiş olması da mümkündür. Nitekim bazı rivayetlerde müşriklerin Peygamberimizin (s.a.a) durumu hakkında bilgi edinmek maksadıyla zaman zaman onlara sorular yönelttikleri, bu amaçla heyetler gönderdikleri dile getirilir.

Kaldı ki, ileride değineceğimiz gibi, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." ifadesinin Yahudilerden başkasıyla ilintilendirilmesi, hitabın başkalarına yönelik olması doğru olmaz. "De ki: Öyleyse Musa'nın, bir nur ve insanlar için yol gösterici olarak getirdiği kitabı kim indirdi?" ifadesindeki hitabın Yahudilerden başkasına yönelik olmasının bir mantığı olmadığı gibi.

Arap müşriklerinin, Yahudilerin Musa'ya indirilen Tevrat'ın bağlıları olduklarını bildiklerini söylemek [ve böylece bu kanıtın onlara sunulmasının yerinde olabileceğini savunmaya çalışmak], kesinlikle ikna edici bir gerekçe değildir. Çünkü, sırf Yahudilerin Tevrat'ın bağlıları olduklarını bilmek, özellikle bir nur ve insanlar için bir yol gösterici olduğunu belirterek Tevrat'ın Allah katından indirilmiş bir kitap olduğuna ilişkin bir kanıtı ileri sürmek için yeterli olmaz. Çünkü Tevrat'ın Allah katından indiğine inanmak, Yahudilerin bunu iddia ettiklerini bilmekten ayrı bir şeydir. O hâlde uygun olanı, hitabın Yahudilere yönelik olmasıdır, müşriklere değil.

Kelimenin, "yec'elûnehu, tubdûneha, tuhfûne" şeklinde okunmasına gelince, bunun, "Musa'nın... getirdiği kitabı kim indirdi?" ve "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." ifadelerindeki hitabın Yahudilere yönelik olması çerçevesinde bir iltifat sanatı [hitaptan gaip veya gaipten hitap sıygasına geçiş yapma] örneğidir.

Bazıları, ayette hitabın müşriklere yönelik olması ile her iki kıraatin de doğru kabul edilmesi durumunda meydana gelebilecek problemi çözmek amacıyla demişlerdir ki: "Bu ayet, surenin kapsamında Mekke'de nazil olmuştur. Nitekim kelimeyi İbn-i Kesir ve Ebu Amr 'yec'elûnehu gerâtîs' şeklinde gaip sıygasıyla okumuşlardır. Ve ayetin hedefi Mekke müşriklerinin tezlerini çürütmektir. Onlar vahyi inkâr

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 429

ediyor, Allah'ın bir insanı muhatap alıp onunla konuşmasını imkânız görüyorlardı. Ama aynı zamanda Musa'nın kitabını [tanıyorlardı, onun Allah tarafından indirilen bir kitap olduğunu] itiraf ediyorlardı. İlk Ehlikitap topluluğudur, peygamberler hakkında bilgi sahibi oldukları gerekçesiyle Yahudilerin hahamlarına heyetler gönderiyorlardı."

"Bu yüzden yüce Allah Peygamberi'ne (s.a.a) şöyle buyurdu: 'Allah bir insanı mı elçi gönderdi?' dedikleri gibi, 'Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi.' diyerek Allah'ı gereği gibi tanıyamayan, O'nu şanına yaraşır biçimde takdir etmeyenlere de ki: 'Öyleyse Musa'nın bir nur... olarak getirdiği kitabı kim indirdi?' Bu kitapla, İsrailoğulları'nın Mısırlılardan miras aldıkları küfür ve şirk karanlıkları dağıldı. Bu kitap, 'insanlar için yol göstericidir.' Yani, indiği toplum için bir yol göstericidir, onlara ilâhî yasaları ve hükümleri öğretmektedir.

Dolayısıyla adı geçen toplum ihtilâfa düşüp kendilerine hatırlatılan şeyleri unutuncaya kadar nur ve hidayet üzereydiler. Fakat bundan sonra heva ve heveslerinin, keyiflerinin peşine düştüler, onu 'parça parça kâğıtlar hâline getirip' kendi keyiflerine uyan kısımlarını 'açıklıyor', buna karşın keyiflerine uymayan hükümlerin, 'çoğunu da gizliyorlar', hasır altı ediyorlardı."

Mezkur müfessir devamla şöyle diyor: "Öyle anlaşılıyor ki, ayet Mekke'de bu şekilde [gaip sıygasıyla -yec'elûnehu, yubdûneha, yuhfû-ne-] okundu ve Medine'de de aynı tarzda okunmaya devam etti. Derken Yahudi hahamları recm hükmünü gizlediler, Peygamberimizle (s.a.a) ilgili müjdeleri örtbas ettiler. Hatta bazıları, -eğer rivayetler sahihsedaha önce müşriklerin dediği gibi, 'Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi.'

dediler. Böyle bir durum karşısında yüce Allah'ın, ayetin akışını bozmayacak tarzda Peygamberi'ne (s.a.a) Medine'de Yahudilere hitaben bu cümleleri [hitap sıygası şeklinde], 'onu parça parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi) açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyor-sunuz.' şeklinde okumasını telkin etmesi, bununla beraber ilk okuma tarzını da neshetmemesi uzak bir ihtimal değildir."

Sözlerinin sonuna da şunları ekliyor: "İşte sözünü ettiğimiz olaylarla pekiştirilmiş bu ihtimal sayesinde iki kıraati de hiçbir zorlama olmaksızın yorumlamak mümkündür. Bu iki kıraati izah etmek husu-

430 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

sunda müfessirlerin karşılarına çıkan sorunlar bertaraf edilmiş olur." (Özet olarak aldığımız alıntı burada sona erdi.)1

Değerli okuyucu, [yukarıdaki tefsire göre] müşriklere tanımadıkları, kabul etmedikleri bir şeyle hitap etme probleminin olduğu gibi yerinde durduğunu biliyordur. Aynı şeklide Yahudi olmayan bir topluluğa, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." şeklinde hitap etmenin oluşturduğu problem de, daha önce işaret ettiğimiz gibi geçerliliğini korumaktadır. Yine, "nur ve insanlar için yol gösterici..."

ifadesinin sırf Yahudilere yönelik olması da bir problem olarak yerinde duruyor. Yine söz konusu müfessirin, "Yahudiler Medine'de, 'Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi.' demişlerdi." şeklindeki sözü de, kurtulmak istediği probleme aynen geri dönmüştür.

Öte yandan, "Allah, Elçisine ayeti onlara okumasını ve 'Siz onu parça parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi) açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz.' şeklinde hitap etmesini telkin ettiği" sözüne gelince, bunun bu şekilde geliştiğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Eğer telkinden kastı, onlara hitap etmesine ilişkin daha önce gaip sıygasıyla inen ayetin bu sefer muhatap sıygasıyla inen yeni bir vahiyse, bu demektir ki, ayet bir surenin kapsamında iki defa inmiştir.

Bir defasında [Mekke'de inmiş ve] surenin kapsamına alınmış, ayetlerinden biri olarak yer almıştır. İkinci defasında ise Medine'de inmiş, ama bu ikinci kez inen versiyonu surenin kapsamına alınmamış, onun bir parçası olarak surede yer almamıştır. Eğer telkinden maksat, vahiy olmaksızın Cebrail'in inmesi ve bu sözleri getirmesi ise, bu durumda [ayet olarak göstermeye çalıştığı] ikinci ayet, ayet olma özelliğine sahip olmaz; kıraat de kıraat sayılmaz. Şayet bundan maksat, yüce Allah'ın bir şekilde Elçisine Mekke'de En'âm suresinin kapsamında inen, "Siz onu parça parça kağıtlar hâline getiriyorsunuz..." ayetinin hem gaip, hem de mu-hatap sıygasına açık olduğunu anlattığı, dolayısıyla her iki kıraatin de sahih ve ayetle kastedildiği ise, -nitekim bazıları değişik kıraatleri Pey-gamberimizin (s.a.a) okumasına dayandırırlar veya bu

-------------------

1- [el-Menâr, c.7, s.617-618]

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 431

şekilde ona okunduğunu söylerler- bu durumda bundan önceki bütün problemler yeniden baş gösterir.

Bil ki: Bu açıklama ve incelemelerin tümü, ayetin Mekke'de inmesi ihtimaline dayanmaktadır. Ama bazı rivayetlerde de belirtildiği gibi ayetin Medine'de indiği esas alınırsa, artık bu tartışmaların ve açıklamaların birçoğuna mahal kalmaz.

Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir. Buradaki ne kendilerinin, ne de babalarının daha önce bilmediği, ama kendilerine öğretilen ilimden maksat, insanın kendisine bahşedilen duyu, tasavvur ve akıl gibi donanımlarla elde ettiği, hayatta yararlı ve zararlı olan şeyleri bilme anlamındaki normal bilgi değildir.

Çünkü ayetlerin akışı, tartışma ağırlıklı olması [ve onların, "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi." diyerek vahyi inkâr etmelerine ilişkin iddialarını çürütmeyi amaçlaması] hasebiyle normal bilgilerin dışında özel bir bilgiyle ilintilidir. Yoksa insanların kendilerine bahşedilen yöntemlerle öğrendikleri normal bilgi ile, bu ayetlerde olduğuna dair iddia edilen şey arasında bir ilinti yoktur. Ayetlerin iddiası ve işlediği konu ise şudur: İlâhlığın bir gereği de insanları mutluluklarına ulaştırmak, bu maksatla bazı insanlara vahiy veya kitap indirmektir.

Burada yüce Allah'ın insanlara, kendilerinin öğrenemeyecekleri şeylerin bilgisini bahşettiği ve çeşitli yetenekler vererek ilimler edinmelerini sağladığı şeklinde bir anlam da kastedilmiyor. Nitekim aşağıdaki ayetlerde yüce Allah'ın bu tarz bir lütfuna işaret ediliyor: "Size işitme duyusu, gözler ve gönüller verdi." (Nahl, 78) "O ki, kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti." (Alak, 4-5) Bilindiği gibi, tefsirini sunduğumuz ayetin içinde yer aldığı ayetler grubunun akışı, böyle bir anlam çıkarmaya elverişli değildir.

O hâlde ayette kastedilen, insanın sahip olduğu donanımlar aracılığıyla ve bilinen yöntemlerle öğrenme imkânına kavuştuğu bilginin dışında, onun gücü dahilinde olmayan bilgi ve öğretmedir. Bu da yüce Allah'ın, peygamberlerine ve vahyin hamillerine kitap hâlinde yahut başka bir şekilde indirdiği ilâhî öğretiler, hükümler ve yasalar içerikli vahiylerinden başkası değildir. Çünkü ancak bunlar, bütün insan-

432 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

ların sahip oldukları donanımlar aracılığıyla ve bilinen yöntemlerle elde edilemeyen bilgilerdir.

Buradan anlıyoruz ki, "...bilmediği şeyler size öğretilmiştir..." ifadesinde kastedilenler müşrikler değildir. Çünkü onların yanında bildikleri ve onayladıkları herhangi açık bir ilâhî bilgi yoktu. Geçmiş kuşaklardan kendilerine miras kalan peygamberlerin kalıntısı bu tür bilgiler ise, onlar tarafından onaylanmıyordu. Dolayısıyla yeterli bir açıklama olmadan bunların onlara karşı bir tez olarak kullanılması doğru değildir.

Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın birçok yerinde onları bu hususlarda cahil olarak nitelendirmiştir: "Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı... değil miydi?" (Bakara, 118)

O hâlde, tefsirini sunduğumuz ayette hitap, müşrik olmayan bir topluluğa yöneliktir. Aynı zamanda Müslümanlar da bu ayetin muhatapları değildirler. Nedenine gelince:

Birincisi: Ayetlerin akışında birtakım tezlerin çürütülmesi esas alınmıştır. Eğer hitap Müslümanlara yönelik olsaydı, bu, açık bir gerekçe olmadan kendilerine yöneltilen bir ara cümlecik şeklinde olurdu.

İkincisi: [Eğer buradaki muhataplar Yahudiler değil de Müslümanlar olsaydı,] ayette bir gruba hitap etmekten bir başka gruba hitap etmeye geçiş yapılarak değişiklik meydana gelmiş olurdu. Şöyle ki: "Öyleyse Musa'nın... getirdiği kitabı kim indirdi?" ifadesine muhatap olanlara yönelik hitaptan dönülerek, "...size öğretilmiştir." ifadesiyle başkalarına hitap ediliyor; açık bir karine olmadan ve karışma ihtimali de söz konusuyken. [Bu ise fesahat ve belâgat kurallarına aykırıdır.] O hâlde buradaki hitap, müşrik olmayan, ama Müslüman da olmayan bir topluluğa yöneliktir. Onlar da ayetin girişinde kendilerine hitap edilen Yahudilerden başkası olamaz.

Yüce Allah, inat etmek ve fitne çıkarmak amacıyla, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." diyen Yahudilere karşı iki yöntemi esas alan bir tartışma başlatmıştır:

Birincisi: Çelişkiyi ortaya çıkarma yöntemi. Şöyle ki onlar Tevrat'a inanıyorlardı, onun Musa (a.s) tarafından bir nur ve insanlar için bir yol gösterici olarak getirildiğini kabul ediyorlardı. Bu ise, "Allah, hiçbir

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 433

beşere bir şey indirmedi." şeklindeki sözleriyle çelişiyordu. Ardından yüce Allah onları, Tevrat'ı parçalara ayırarak bir kısmını açıklayıp büyük bir kısmını da gizlemelerinden dolayı yeriyor.

İkincisi: [Sahip oldukları ilâhî bilgileri hatırlatma yöntemi.] Size, kendi çabanızla öğrenemeyeceğiniz şeyler öğretildi. Bunları babalarınızın da öğrenmesine imkân yoktu. Dolayısıyla bu bilgileri babalarınızdan miras olarak almış olmanız da söz konusu değildir. Bununla ilâhî bilgileri, üstün ahlâk kurallarını, toplumu adalet ilkesine dayalı olarak düzenleyen yasa ve kanunları kastediyoruz. Bunlar insanlığın en derin sosyal ihtilâflarını adalet ilkesine dayalı olarak çözümleyen yasalardır.

Bunlar, özellikle de yasalar, insanların çabasıyla belirlenecek şeyler değildir.

Tevhit, peygamberlik, ahiret ve üstün ahlâk gibi akıl aracılığıyla ulaşılabilir genel ilâhî bilgilere gelince; sırf bu ilkelerin akılla kavranabilirliği, onların insanların sosyal hayatına egemen olması için yeterli değildir.

Bir şeyin salt bilinmesi ile amel sürecine girmesi ve sürekli bir davranış olarak toplumun içerisine yerleştirilmesi birbirinden farklı şeylerdir. Çünkü maddî lezzetlerden yararlanma isteği, nefsin tutkularını tatmin ve arzularını eksiksiz yerine getirme amacına yönelik olarak her şeyi kullanma iç güdüsü, insana fıtratının derinliklerine yerleştirilmiş gömülü bilgiler ve hakikatler hazinesini araştırma, buna dayalı olarak sürekli bir davranış ortaya koyma imkânını tanımaz. Özellikle bu maddeciliğin tüm topluma egemen olduğu ve sosyal hayatın her alanını kapladığı durumlarda fıtratın derinliklerinde gizli bulunan hakikatlerin araştırılıp ortaya çıkarılması büsbütün imkânsız hâle gelir. Çünkü bu tür bir toplumsal yapı, o toplumu oluşturan bireyler için bir sınırlandırıcı ortam hazırlar; onları maddî zevklerin peşinde koşma durumunda bırakır. İnsanî faziletlerin, erdemlerin içine sızmasına imkân bırakmaz. Geçmiş kuşaklardan miras kalan manevî üstünlükler, erdemler birer birer unutulmaya yüz tutar. Derken toplum, hayvansal bir birliktelik mahiyetini kazanır, ilkel bir hayvanlar topluluğuna özgü dav-ranışların sergilendiği bir zemin gibi belirginleşir.

Nitekim bugün ilerlemiş ülkelerde gözlemlediğimiz manzara bunun en somut örneğidir. bu toplumlar maddî alanda alabildiğine ilerleme

434 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

kaydetmişler, tamamen maddî zevklerin çekiciliğine kendilerini kaptırmışlardır. Öyle ki bütün zamanlarını bu amaç kaplamış, yüzlerini ahiretten dünyaya çevirmiş, ahiretten alıkoyarak onları dünyayla meşgul etmiş, kendilerine maneviyatla uğraşacak zaman bırakmamış, gerçek ve ebedî hayatın mutluluğu için her türlü düşünme eylemine engel teşkil etmiştir.

Tarihte sözü edilen milletler ve uluslar arasında, siyasî bir kişiliğin veya bir devlet adamının insanî yüksek faziletlere, tertemiz ilâhî bilgilere, takva ve kulluk yoluna davet ettiğinden söz edilmez. Bir kişinin egemenliğini esas alan istibdat yönetimlerinde iktidarın pekişmesi ve devam etmesi için çalışılırken, demokrasi ve benzeri çoğulcu yönetimlerde ise, toplumsal hayatın çoğunluğun keyfine, hevasının arzusuna göre düzenlenmesi esas alınır; çoğunluğun keyfinin erdeme uygun olması veya rezil bir mahiyet arz etmesi arasında fark yoktur, akla dayalı gerçek mutluluğa uygun olması veya aykırı olması önemli değildir. Şu kadarı var ki, adalet, iffet, doğruluk, iyilik severlik, insan türünün iyiliğini isteme, zayıflara karşı şefkatli davranma gibi sadece isimleri kalmış ve fıtratlarının zoruyla saygı göstermek durumunda kaldıkları bu manevî erdemlerden, insanî olgunluklardan, yüksek amaçlardan birine aykırı bir davranış sergilediklerinde, bu yüksek erdemlilik ilkelerini hareket tarzlarına ve yürürlükteki yasalarına göre yorumlamayı tercih ederler. Bugün gözlerimizin önünde yaşanan realite bunun en somut örneğidir.

Kısacası, toplumlara yön veren kolektif akıl ve maddî bilinç, insanı ilâhî bilgilere ve manevî erdemlere ulaştırmada yetersizdir. Buna rağmen insan toplulukları değişik yapılarına ve kalkınmışlık düzeylerinin farklılığına rağmen bu manevî erdemleri ve ilâhî bilgileri ifade eden isimleri barındırmakta ve bunların anlamlarına saygılı davranma durumunda kalmaktadır. Yeryüzü değerlerine çakılıp kalmış bir toplumun maddenin ve maddî değerlerin üzerine çıkması ne mümkün?! Bu ilâhî bilgiler ve manevî değerler, peygamberlerin inkılâplarına, hak sözü yayma uğruna verdikleri mücadelelerine, tevhit dinini yayma, insan türünü dünyevî ve uhrevî mutluluğuna yöneltme amaçlı

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 435

çabalarına gelip dayanan dinsel davetten arta kalan kalıntılardan ve eserlerden başka bir şey değildir. O hâlde bunlar, vahiy ve kitap indirme şeklinde gerçekleşen ilâhî öğretimin yansımalarıdır.

Buna göre, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." ifadesi Yahudilere yönelik bir itirazdır. Çünkü onlardan biri, "Allah, insana bir şey indirmedi." demişti. Onlara deniliyor ki, sizin yanınızda son derece yararlı bilgi var; bu bilgiyi kendi çabalarınızla elde etmediğiniz gibi, atalarınızdan da size miras kalmadı. Tersine bu bilgiyi bundan farklı bir yolla öğrendiniz. Bu da Allah tarafından bazı insanlara vahiy ve kitap indirme yoludur. Nitekim yüce Allah bazı insanlara gerçek bilgileri ve dinsel yasaları indirmiştir. Yahudilerin yanında buna ilişkin çok örnekler vardı. Bunları, peygamberlerinden miras almışlardı ve Musa'nın kitabı bunları onların arasında yaygınlaştırmıştı.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlıyoruz ki, bazı müfessirlerin söylediklerinin aksine, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." ifadesinden maksat, genel olarak vahiy ve kitap menşeli bilgiler ve yasalardır; özel olarak Musa'nın (a.s) kitabının içerdiği bilgiler ve yasalar değildir. Gerçi bunun kapsamına Yahudilerin yanında bulunan Tevrat'ın içerdiği bilgiler ve yasalar da girmektedir.

Çünkü ayetin ifade tarzı sırf bir örnekle sınırlandırmaya elverişli değildir. Nitekim, "...bilmediği şeyler size öğretilmiştir." deniliyor, "O (Musa'nın getirdiği kitap) size öğretilmiştir" veya "Allah onu size öğretmiştir" denilmemiştir.

Öğretenin kim olduğu belirtilmeden, "...size öğretilmiştir." buyurulmuştur. Böylesi, kanıtlama amaçlı bir akışa daha uygundur. Çünkü bu tür bir akışın kapsamında öğretenin kim olduğunu zikretmek, daha çok kanıtsız bir iddia ortaya atmaya benzer. Dolayısıyla burada şöyle denilmiş gibi bir durumla karşı karşıyayız: "Sizin yanınızda birtakım bilgiler vardır ki, bunlar ne sizin, ne de atalarınızın çabalarından kaynaklanan bilgiler değildir. Peki bu bilgileri kim öğretti size?" Sonra bu soruya, "Yüce Allah." şeklinde cevap verilmektedir.

(Resulüm,) sen "Allah" de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.

436 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

[Genelde bir konuyla ilgili soru soranın sorusunun cevabı çok açık, net ve kendisine soru yöneltilenin de kabul ettiği türden bir şey olursa, soru soran karşı tarafın cevabını beklemeden hemen kendisi cevabı verir. Söz konusu ayette de durum böyledir. Şöyle ki:] Yukarıdaki sorunun cevabı hiçbir kuşku götürmeyecek şekilde açık olduğundan, böyle bir özelliğe sahip olan bir sorunun cevabını da kendisine bir şey kanıtlanmak üzere soru yöneltilen kişinin cevabı beklenmeden, soru soranın kendisinin üstlenebileceğinden dolayı yüce Allah Peygamberine (s.a.a) bu cevabı vermesini ve "Allah" demesini emrediyor. Yani Musa'nın getirdiği kitabı indiren ve ne sizin, ne de babalarınızın bilmediği bilgileri size öğreten, Allah'tır.

Ardından da Allah'ın, hiçbir insana bir şey indirmediğini söylemek anlamsız, ciddiyetten uzak bir hezeyan olduğu ve bu sözü söyleyen de Musa'nın (a.s) getirdiği Tevrat'ı kabul eden, ilim ve kitaptan haberdar Yahudi toplumuna mensup biri olduğu için yüce Allah Peygamberi'ne onları kendi hâlleriyle baş başa bırakmasını emrediyor: "sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar."

92) Bu (Kur'ân), kendinden öncekileri (kitapları) doğrulayıcı olarak ve senin şehirlerin anasını (Mekke'yi) ve çevresindeki insanları uyarman için indirdiğimiz mübarek (feyiz kaynağı) bir kitaptır.

Daha önce ilâhlığın bir gereğinin de insanlardan bir gruba, yani peygamberlere (selâm üzerlerine olsun) vahiy indirmek olduğuna, Musa'ya indirilen Tevrat gibi hak içerikli bir kitabın var olduğuna ve insanlara ancak vahiy ve gaybî öğretim sonucu öğretilecek şeylerin öğretildiğine dikkat çekildiği için, burada Kur'ân'ın da ilâhî bir kitap olduğuna, diğer semavî kitaplar gibi Allah tarafından indirildiğine işaret ediliyor. Bunun kanıtı olarak da, Kur'ân'ın ancak semavî kitaplarda olabilecek türden bilgileri içeriyor olmasının altı çiziliyor.

Bu açıklamalardan sonra sırasıyla şu hususlar belirginlik kazanıyor: Birincisi: Ayetlerin akışının bu yerinde belirginleşen amaç, Kur'ân-ın Allah katından inen bir kitap oluşuyla ilintilidir; Kur'ân'ın kime indiği zatla değil. Bu yüzden, "indirdiğimiz... bir kitap..." deniliyor, buna karşın, "sana indirdiğimiz bir kitap" denilmiyor. Fakat başka yerlerde amaç,

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 437

Kur'ân'ın indirildiği zatla ilintili olunca, ona da işaret edilmiştir. Şu ayette olduğu gibi: "Sana bu mübarek kitabı indirdik ki ayetlerini düşünsünler." (Sâd, 29) Bunun gibi daha birçok ayet örnek verilebilir.

İkincisi: Kitabın nitelikleri bağlamında sıralanan, "mübarek (feyiz kaynağı) ve... doğrulayıcı" gibi nitelikler, onun Allah katından indirildiğinin kanıtları değil, kanıtları mesabesindeki emareleridir, belirtileridir. Yani Kur'ân'ın Allah katından indirildiğinin belirtilerinden biri, onun mübarek olmasıdır. Allah onun içine birçok feyiz ve hayır koymuştur.

O bu özelliğiyle insanları en doğru olana yöneltir. Allah onun aracılığıyla hoşnutluğunun peşinde olanları esenlik yollarına iletir. İnsanlar onun sayesinde geniş topluluklar oluşturmaları, güç birliği yapmaları ve sözbirliği etmeleri suretiyle dünyaları açısından kazançlı çıkarlar. Ona uymakla içlerindeki kin ve nefreti atarlar. Kalplerini eğriliklerden arındırırlar. Güvenliği ve barışı yaygınlaştırırlar. Yaşamları bereketlenir. Hayatları güzelleşir. Cehalet ve her türlü küçük düşürücü rezillik ortadan kalkar. Onun sayesinde insanlar mutluluk şemsiyesi altına girerler. Ahirette de büyük ödül ve kalıcı nimetler elde etmek suretiyle kazançlı çıkarlar.

Eğer Kur'ân Allah katından indirilmiş olmasaydı, insan ürünü olsaydı, örneğin insanları kandırmak, onları tuzaklarına düşürmek isteyen bir şebekenin ortaya koyduğu bir eser olsaydı, yahut bir gönül eğlendirme ya da onu getiren kişi öyle olmadığı hâlde bunun, kendisine Allah katından indirilen semavî bir vahiymiş gibi gösterilen şeytanî bir telkin olsaydı, kalıcı ve yerleşik bilgi niteliğini almazdı; bunca ilâhî feyiz, bereket ve çokça hayır ondan kaynaklanmazdı. Çünkü kötülük yolu, kendisini izleyeni sadece kötülüğe iletir. Bozgunculuktan yapıcılık çıkmaz, fesattan ıslâh doğmaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur:

"Allah, şaşırttığını yola getirmez." (Nahl, 37) "Allah, yoldan çıkanları doğru yola iletmez." (Saff, 5) "Güzel olan ülkenin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz." (A'râf, 58)

Kur'ân'ın hak içerikli bir kitap olduğunun bir belirtisi de, kendisinden önce Allah katından inen hak içerikli semavî kitapları doğrulayıcı olmasıdır.

438 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Bunun bir diğer belirtisi de, yüce Allah'ın yarattığı varlıkların varoluş amacı olarak belirlediği hususları eksiksiz bir şekilde ifa etmesidir. Allah'ın varlık âlemi için belirlediği hedef ise, indirdiği vahiy aracılığıyla onları uyarmak suretiyle dünya ve ahiret mutlululuğuna yöneltmektir. Bunu, "senin şehirlerin anasını (Mekke'yi) ve çevresindeki insanları uyarman için." ifadesinden çıkarıyoruz. Kentlerin anası Mekke'dir. Maksat ise Mekke'nin halkıdır. Bunu, "çevresindeki insanları..."

ifadesinden çıkarıyoruz. Mekke'nin çevresinden maksat, onu çevreleyen dünyanın diğer ülkeleri veya bazılarının söylediği gibi ona komşu beldelerdir. Bu ifade, ayrıca yüce Allah'ın kentlerin anası Mekke'ye verdiği önemi yansıtmaktadır. Orası ilâhî dokunulmazlık beldesidir, harem-i şeriftir. İlâhî davet oradan başladı, ilâhî mesaj oradan dünyaya yayıldı.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şunu anlıyoruz: Ayetlerin akışına uygun olanı, "şehirlerin anasını... uyarman için" ifadesinin, özellikle [gaip sıygası ile], "li-yünzire=uyarması için" şeklinde okunması durumunda önceki "musaddiku=doğrulayıcı" ifadesine atfedilmesidir.

Çünkü her iki ifade de, amaç bildirmeye yöneliktir. [Şöyle ki, yüce Allah vahiy indirmekle, hem önceki kitapları doğrulamayı, hem de insanları uyarmayı amaçlamıştır.] Bu durumda, "Kendisinden önceki kitapları doğrulasın ve kentlerin anasını uyarasın diye..." şeklinde bir anlam çıkıyor karşımıza. Nitekim Zemahşerî bu görüşü benimsemiş ve ayeti bu şekilde yorumlamıştır. Ancak bazılarına göre, ifade "mübare-kun=feyiz kaynağı" ifadesine matuftur. Bu durumda ise, anlamı şöyle belirginleşmektedir: "[Bu mübarek ve kendinden öncekileri doğrulayan] kitabı indirdik ki, kentlerin anasını ve çevresindeki insanları uyarasın."

Ahirete inananlar, ona inanırlar ve onlar namazlarını korurlar. Bu, bir bakıma yüce Allah'ın katından indirdiği kitaba ilişkin olarak sıraladığı niteliklere ilişkin bir ayrıntı mahiyetindedir. Yani bizim indirdiğimiz bu kitap, feyiz ve bereket kaynağı olduğu, kendisinden önceki kitapları doğruladığı ve yeryüzü halkını uyarmak amacıyla indiği için ahirete inananlar ona inanırlar. Çünkü Kur'ân kesintisiz ahiret güvenliğine çağırıyor, insanları kesintisiz azaptan sakındırıyor.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 439 Sonra yüce Allah, bu ahirete inananları, müminlere ilişkin en özel, en ayırt edici niteliklerle vasfediyor. Bu da, Rablerini andıkları bir ibadet olan namazlarını sürekli kılmaları, korumalarıdır. Nitekim yüce Allah Mü'minûn Suresi'nin başlarında da müminlere ilişkin nitelikleri sıralarken en sonunda onların namazlarını koruduklarını, sürekli kıldıklarını belirtmiştir: "Onlar namazlarını (titizlikle) korurlar." (Mü'mi-nûn, 9) Yine aynı surenin girişinde aynı anlamı ifade eden şu ayete yer verilmiştir: "Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler." (Mü'minûn, 2)

Bu da gösteriyor ki, tefsirini sunduğumuz ayette geçen, namazı korumaktan maksat, namaz kılarken saygılı bir tutum içinde olmaktır, namazı huşû ile kılmaktır. Bu da kulluk makamında bulunurken ilâhî azamet ve ululuk karşısında içsel bir etkilenmişlik, zelillik duygusu içinde olmak demektir. Fakat, bu ayetin tefsiri çerçevesinde bilinen en yaygın yorum, namazları korumaktan maksat, onları vakitlerinde kılmaya özen göstermektir, şeklindedir.

KUR'ÂNDA BEREKET KAVRAMININ ANLAMI

Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "el-Berku, sözcüğünün asıl anlamı, devenin göğsü olmakla beraber deveden başka bir canlının göğsü için de kullanılır. 'Birke' sözcüğü de aynı anlamda kullanılır. 'Berek'el-baîru' yani, deve çökerek göğsünü yere koydu. Araplar bundan sebat ve sarsılmazlık anlamını algılamış ve 'ibterakû fi'l-harbi' yani, sebat ettiler ve savaşta mevzilerinden ayrılmadılar, demişlerdir. 'Beraka'ul-harbi ve burukauha', 'Savaşta kahramanların yerleştikleri ve ayrılmadıkları mevziler' demektir. 'İbtereket'iddâbbetu' ise, 'Hayvan durdu, yerine çakılıp kaldı.' anlamındadır. İçinde su tutulan havuza da 'birke' denir. 'el-Berekeh (bereket)' ise, ilâhî hayrın bir şeyde sabit olması demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: 'Onların üzerine gökten ve yerden bereketler açardık.'

[A'râf, 96] Bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni, hayrın tıpkı suyun havuzda birikip durması gibi, o şeyde sabit olmasıdır. 'Mübarek'; içinde bu tür hayır olan şeye denir. 'Bu mübarek bir zikirdir; onu indirdik...' [Enbiyâ, 50] ayeti de bu anlamı ifade etmektedir."

440 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Ragıp devamla şöyle der: "İlâhî hayır, hissedilmeyen bir yerden, sayısız ve kayıtsız bir şekilde kaynaklandığı için, içinde hissedilmeyen bir ziyadelik bulunan her şey için mübarek ifadesi kullanılmış, içinde bereket vardır, denilmiştir. Bir rivayette bu tür artışlara işaret edilmiştir: 'Bir mal sadaka vermekle eksilmez.' Yoksa bu rivayette somut eksilmeye işaret edilmemiştir. Nitekim malında zarara uğrayan birine böyle bir şey söylendiğinde, 'Gidip teraziye vuralım...' demiştir." Ardından Ragıp şunu eklemiştir: "Yüce Allah'ın mübarek olmasından maksat da, O'nun hayırların kaynağı olmasıdır." (el-Müfredat'-tan alınan alıntı burada son buldu.)

Buna göre, "bereket"; bir şeyde hayrın kalıcı, sürekli olması, ondan ayrılmaması demektir. Örneğin: Nesilde bereket, insanın soyunun çok olması veya insanın adının onlar aracılığıyla kalıcılık kazanmasıdır.

Yemekte bereket, birçok insanın onunla doymasıdır. Vakit açısından bereket, bir vaktin kapasitesinden fazla bir işin yapılmasına yetmesidir. Ne var ki, dinsel amaç ve maksatlar, salt manevî mutluluklar veya sonuç itibariyle manevî mutluluğa yol açan maddî mutluluklarla ilintili olduğu için, o mutluluklarla ilgili olgulardaki bereketten maksat, sözünü ettiğimiz bu manevî hayırdır veya bu manevî hayra yol açan şeydir. Tıpkı İbrahim'e inen meleklerin sözlerinde bulunan bereket gibi: "Allah'ın rahmeti ve bereketi siz ev halkının üzerindedir." (Hûd, 73) Bundan maksat, din ve Allah'a yakınlık gibi çeşitli manevî hayırlar ve mal ile nesil çokluğu, gelecek kuşaklar arasında ismin anılması gibi maddî hayırlardır. Ki bu tür maddî hayırların tümü manevî hayırlarla bağlantılıdır.

Buna göre, bereket, yani bir şeyin istenen hayrı kapsaması; tıpkı göreceli bir olgu gibi amaçların değişmesi ile birlikte değişiklik arz eder. Çünkü bir şeyin hayırsallığı, kendisiyle ilintili amaçla bağlantılıdır.

Meselâ yemeğin amacı; aç insanın doyması veya yiyene zarar vermemesi ya da şifa sağlaması, yiyenin mizacıyla uyum sağlaması, hastalığını giderip iyileştirmesi yahut yiyenin içinde Allah'a kulluk sunmaya muktedir olmasını sağlayacak bir nura kaynaklık etmesi vb. olabilir. [Netice itibariyle tek bir iş olan yemek yeme eylemi

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 441

nin farklı amaçları olabileceğinden, onunla ilintili olan "bereket" kavramı da güdülen amaca orantılı olarak farklı anlam ifade edecektir.] Dolayısıyla bu yerlerde kullanılan bereketten maksat, yüce Allah'ın sebepler ve etkenler arasında bir uyum meydana getirmesi ve engelleri ortadan kaldırması sonucu bunlardaki hayrın [ve güdülen amacın] bu şekilde süreklilik arz etmesidir.

Bundan da anlıyoruz ki, ilâhî bereketin bir şey üzerine inmesi ve o şeyde hayrın yerleşip süreklilik kazanması, diğer etkenlerin iş görmesini ve sebeplerin bir araya gelmesini olumsuzlamaz. Dolayısıyla Allah'ın bir şeyle ilgili olarak bir niteliği veya bir durumu dilemesi, o şeyi gerektirici diğer sebep ve illetleri geçersiz kılması demek değildir.

-Bu gerçeği bundan önceki bölümlerde defalarca yineledik.- Buna göre, ilâhî irade diğer sebeplerin üstünde yer alan bir sebeptir, onların yanında yer alan bir sebep değil. Meselâ yüce Allah'ın bir yemeğe bereket indirmesi, insanda bu yemeği yemesi durumunda zarar verecek mizacî bir keyfiyeti gerektirmeyen, bozulmasına, zayi olmasına, çalınmasına ya da talan edilmesine neden olmayan değişik sebepleri bir araya getirmesi demektir. Yoksa bunun anlamı, yüce Allah'ın diğer sebepleri geçersiz kılarak, onda sebeplerin aracılığı söz konusu olmaksızın hayır meydana getirmesi değildir. Bunun üzerinde iyice düşün!

Dinsel terminolojide bereket kavramı çokça kullanılır. Kur'ân-ı Kerim'de değişik ayetlerde farklı lafızlarla bu kavrama yer verilmiştir. Aynı şekilde hadislerde de sıkça kullanılmıştır. Eski ve Yeni Ahit'lerde [Tevrat ve İncil] de bereket kavramı değişik konular bağlamında tekrarlanır.

Orada yüce Allah'ın falan peygambere veya falanca kâhinin başka insanlara bereket vermesi anlatılır. Hatta Eski Ahit'te bereket olgusu, yürürlükte olan evrensel bir yasa olarak sunulur.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan, Ragıp'tan yaptığımız alıntıdan da anlaşıldığı üzere bereketin var olmadığını söyleyen ve bir şey üzerinde etkili olan doğal sebeplerin, başka bir şeyin etkili olmasına ya da onların etkinliklerini geçersiz kılmasına izin vermediklerini savunan kimselerin savları da çürümüş oluyor. Bunlar şu gerçeğin farkında değildirler: Yüce Allah'ın eşyalar üzerindeki etkisi, diğer sebep-

442 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 lerin uzantısında yer alan sebepler zincirinden bir halka konumundadır; onların hizasında yer alan bir sebep değildir. Dolayısıyla iki paralel sebebin çatışması, birbirini iptal etmesi veya bunlar gibi bir durum söz konusu değildir.

* * * 93) Allah'a karşı yalan uydurandan (ortak koşandan) ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, "Bana vahyolundu." diyenden yahut, "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyenden daha zalim kim olabilir?

Bu ayette yüce Allah zulmün yansıdığı üç alana işaret ediyor. Bunlar zulmün en ağır olanlarıdır. Normal bir akıl bunların çirkinliğinden, yüz kızartıcılığından kuşku duymaz. Bu nedenle bir soru cümlesi tarzında bunlara işaret edilmiştir.

Bununla [maksadı soru şeklinde ifade etmekle] güdülen amaç, muhatapları aklıselimin hükmünü kabul etmeye, objektif davranmaya ve açık gerçeği kabule yanaşmaya davet etmektir. Âdeta şöyle deniyor:

"Onlara de ki: Benim de, sizin de hakka karşı büyüklük kompleksine kapılmamamız ve zulmün en şiddetlisi, en iğrenci, en yüz kızartıcı ve kötüsü olan Allah'a karşı zulüm işleyerek Allah'a karşı büyüklenmememiz gerekir. O hâlde siz nasıl Allah'a iftira atıp yalan söyleyebilir, O'ndan başkasına kulluk sunarak onları şefaatçiler edinebilirsiniz? Ben de eğer Allah tarafından vahiy iletilen bir peygamber değilsem, nasıl peygamberlik iddiasında bulunup, 'Bana vahiy indiriliyor.' diyebilir miyim? Bir insan, 'Ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim.' diyerek Allah'ın hükmünü alaya alabilir mi, onlarla eğlenebilir mi? Böyle bir şeye nasıl yeltenebilir?"

O hâlde bu çağrının sonucu, peygamberliğin hükmüne uymalarıdır. Çünkü eğer müşrikler şirk koşmak suretiyle Allah'a iftira atma suçundan kaçınırlar, "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyen kimse bu iddiasından vazgeçer ve Hz. Peygamber (s.a.a) de kendisine vahiy indiğini ısrarla vurgularsa, artık Peygamber'in peygamberliği kimsenin muhalefetiyle karşılaşmaz.

Ayette zulümlerin ilki olarak sayılan Allah'a iftira atmak, her ne kadar ayette işaret edilen ikinci zulümden, yani birinin kendisine

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 443

vahiy inmediği hâlde vahiy indi iddiasında bulunmasından daha genel ve kap-sayıcıysa da ve bu yüzden de bazıları: "Birinciden sonra ikincinin zikredilmesi, genel bir olgudan sonra özel bir olgunun zikredilmesi kabilindendir ve bununla vahyin önemine vurgu yapılmak ve ona gösterilen özen hatırlatılmak istenmiştir." demişlerse de, ayetlerin akışı üzerinde düşünülüp hedef kitlenin de müşrikler olduğu göz önünde bulundurulduğu zaman, ayette kastedilen iftiranın Allah'a ortak koşmak olduğu anlaşılır.

Genel bir husustan sonra özel bir hususu zikretmek ihtimalini giderecek şekilde, bunun [Allah'a iftira atmanın, O'na ortak koşmaktan ibaret olduğunun] açıkça ifade edilmemesinin nedeni ise, ayetin amacı ve üzerinde durduğu mesajla ilintilidir. Çünkü burada güdülen amaç, daha önce de söylediğimiz gibi, insafa ve cahiliye tutuculuğundan uzaklaşmaya çağrıdır. Bu yüzden asıl amaç açık bir şekilde ifade edilmemiş, sadece üstü kapalı olarak işaret edilmiştir. Ki cahiliye tutuculuğu tahrik edilmesin, seçkincilik ve büyüklük taslama duyguları harekete geçmesin.

Buna göre, "Allah'a karşı yalan uydurandan..." ifadesiyle, "ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.' diyenden" ifadesi, dış görünümleri itbariyle genel ve özel gibi belirmekle beraber, maksat itibariyle birbirlerinden farklıdırlar.

Sözünü ettiğimiz bu hususun kanıtı, ayetin sonundaki ifadede azap tehdidinin ve Allah'a ortak koşulan düzmece ilâhlarla ve sözde şefaatçilerle ilgili bir sorunun yer almasıdır.

Bazılarının, "ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.' diyen" ifadesinin, peygamberlik iddiasında bulunan Müseyleme hakkında indiğini söylemelerine1 gelince; daha önce açıkladığımız gibi, ayetlerin akışı böyle bir çıkarsamaya elverişli değildir. Tam tersine ayetin zahiri, maksadın Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendisi olduğunu göstermektedir. Bunun yanında bu hususu göz ardı ettiğimizde de ayetin daha genel bir anlam ifade ettiğini görürüz.

----------------

1- [el-Menâr, c.7, s.624]

444 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

Kaldı ki, En'âm suresi Mekke'de inmiştir; Müseyleme'nin peygamberlik iddiasında bulunması ise hicretten sonra meydana gelmiştir. Şu da var ki, ayetin Müseyleme hakkında indiğini söyleyenler, bu ayetin Mekke'de değil, surenin genelinden ayrı olarak Medine'de indiğini söylemektedirler. İnşaallah ilerideki hadisler bölümünde bu husus üzerinde duracağız.

"Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim, diyenden" ifadesine baktığımız zaman ifadenin zahirinden, bu sözün gerçekten biri tarafından söylendiği anlaşılmaktadır. Bu demektir ki birisi, "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." demiştir.

Bunu söylerken de Kur'ân ile alay etmeyi amaçlamıştır. Şöyle ki, Kur'ân'ın indirilişini Allah'a izafe etmiş, sonra da kendisinin de bunun gibi bir vahiy indireceğini söyleme küstahlığında bulunmuştur. Onun için de, ["Ben de, yakında Allah'ın indirdiği gibi bir vahiy indireceğim." demiş,] "Ben de Muhammed'in söylediklerine benzer şeyler söyleyeceğim." veya "Size onun getirdiği şeylere benzer sözler getireceğim." şeklinde bir ifade kullanmamıştır.

Bazı tefsir bilginleri, "Burada müşriklerden, 'İstesek biz de bunun gibisini söyleriz. Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.' [Enfâl, 31] diyenin sözlerine işaret edilmiştir." söylemişlerdir. Diğer bir grup müfessir de, "Burada Abdullah b. Sa'd b. Ebî Sara-h'ın, 'Ben de Allah'ın indirdiği gibisini indiriyorum.' şeklindeki sözlerine işaret edilmiştir." Ayet ise Medine'de indirilmiştir." demişlerdir.

İnşaallah ayetlerin hadisler ışığında açıklaması bölümünde değineceğimiz gibi bundan başka şeyler söyleyen de olmuştur. Ancak ayetin zahirinden bu çıkarsamalarla bağdaşan bir ipucu edinmek ve zahirini bu anlamlardan herhangi birine uyarlamak mümkün görünmüyor. Çünkü ayet, geleceğe ilişkin ["Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." şeklinde] bir vaat içermektedir. Oysa müşriklerin, "İstesek biz de bunun gibisini söyleriz..." şeklindeki sözleri ise [geleceğe yönelik bir vaat içermemekte, "Eğer istersek biz de söyleyebiliriz." şeklinde] koşula bağlı bir sözdür. Yine şayet rivayet sahihse, Abdullah- 'ın sözleri de o esnada olup biten bir durumdan haber verme niteliklidir.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 445

Her neyse. Bütün bunlara rağmen kesin olan bir şey vardır ki, o da, "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim, diyenden" ifadesi, bazı Arap müşriklerinin, Allah'ın ayetlerine karşı büyüklük taslayarak söylemiş oldukları bir sözü aktarmaya yöneliktir. İfadenin orijinalinde "men" ism-i mevsulunun tekrarlanmasına karşın "ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.'

diyenden" ifadesinde tekrarlanmamasının nedeni, ayette sıralanan zulümlerin üç tane olmakla beraber başka bir açıdan iki kısımda değerlendirilebilir olmalarıdır. Şöyle ki, birinci ve ikinci zulüm; yüce Allah'a karşı boyun eğme ve O'nun emirlerine uyma görünümünde ortaya çıkan bir zulüm iken, üçüncü zulüm, O'na karşı büyüklük taslama, O'nun ayetlerine karşı böbürlenme şeklinde tezahür eden bir zulümdür.

O zalimleri, ölümün şiddetleri içinde, meleklerin ellerini uzatarak onlara, "Haydi canlarınızı çıkarın (ölün)! Allah'a karşı... büyüklük tasladığınızdan ötürü, bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız!" dediklerinde, bir görsen!

Ayetin orijinalinde geçen "gamerât" kelimesinin kökü olan "elgamru" kelimesinin aslı, bir şeyin üzerini örtüp gizleme ve etkisini giderme, ondan hiçbir iz bırakmama anlamını ifade eder. Bu yüzden dibinde olan şeyleri örten çok su için de "el-gamretu" ifadesi kullanılır. Bilgi sızdırmayan koyu cehalet için de öyle. Nitekim insanı dört bir yandan kuşatan zorluklara da denir. "Gamerât" ise zorluklar, şiddetler anlamındadır. İşte bu ayetin orijinalinde geçen "fî gamerât'ilmevti" sözcüğü bu anlamda kullanılmıştır. "el-Hevnu" ve "el-hevânu" ise zillet, alçaklık demektir.

["Meleklerin ellerini uzatarak" ifadesindeki] "Elini uzatmak" deyiminin anlamı açıktır; ancak bununla kinayeli bir anlam kastedilir. Duruma ve kullanıldığı yere göre bu anlam farklılık arz eder. Örneğin zenginin elini uzatması, cömertliği ve müstahak olanlara ihsanda bulunmasını ifade eder. Kralın elini uzatması, hiç kimsenin engeliyle ve rekabetiyle karşılaşmadan ülkesinin işlerini idare etmesi demektir.

Acımasız sert bir görevlinin yakalanmış suçluya el uzatması, âlemlere ibret olacak şekilde cezalandırması, işkence etmesi, dövmesi, a-

446 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7

zarlaması anlamına gelir. Dolayısıyla meleklerin ellerini uzatmaları da, zalimlere azap etmeye başlamalarını ifade eden bir deyimdir. Ayetin akışından anladığımız kadarıyla meleklerin bu zalimlere yaptıkları, şu ifadede açıklığa kavuşturulmaktadır:

"Haydi canlarınızı çıkarın... Bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız..." Dolayısıyla bu sözler meleklerden aktarılmaktadır, yüce Allah'ın sözleri değildir. Bu durumda ifadenin şu şekilde açıklanması gerekir: "Melekler onlara derler ki: Haydi çıkarın canlarınızı..." Bu demektir ki, melekler onların canını öyle bir işkenceyle alıyorlar ki, bununla onlar azabın acısını hissediyorlar. Bu, ölüm esnasında, henüz dünyadan ayrılmayıp ölümden sonraki âleme taşınmadan bu dünyada çektikleri işkence ve azaptır. Bir de onlar için bundan başka ve ölümden sonra bir azap vardır ki, kıyamet kopmadan önce bu azabı çekeceklerdir. Buna şu ayette işaret edilmiştir: "Önlerinde, dirilecekleri güne kadar bir berzah vardır." (Mü'minûn, 100)

Bundan da anlıyoruz ki, "Bugün cezalandırılacaksınız..." ifadesinde geçen "bugün"den maksat, azap çektikleri ölüm günüdür. Ki bu, berzah âlemi (ölüm ile haşir arası ara dönem)dir. Yine bu ifadenin zahirinden anladığımız kadarıyla burada geçen "zalimler"den maksat da, yüce Allah'ın zulümlerin en şiddetlileri olarak saydığı üç zulümden bir kısmını işleyen kimselerdir. Allah'a yalan iftirada bulunmak, yalan yere peygamberlik iddiasında bulunmak ve Allah'ın ayetleriyle alay etmek yani.

Bunu, yüce Allah'ın onların azap çekmelerinin nedeni olarak saydığı günahlardan da çıkarsamak mümkündür. [Şöyle ki, ayette onların cezalandırılması iki sebebe dayandırılıyor: Birincisi] Allah'a gerçekle bağdaşmayan bir iftirada bulunmaları[ndan ibarettir]; tıpkı Allah'a ortak koşmak veya O'na yalan yere teşriî/yasal bir hükmü isnat veya yalan yere O'ndan vahiy aldığını iddia etmek gibi bir suçu işleyen kimsenin durumunda olduğu gibi. [İkincisi ise,] Allah'ın ayetlerine karşı büyüklük taslamaları[ndan ibaretttir. Nitekim] "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyenin durumu bu suçun kapsamına girmektedir.

En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 447

"Haydi canlarınızı çıkarın." ifadesindeki emir, tekvinî/varoluşsal bir emirdir. Çünkü hayat gibi ölüm de [sırf Allah'ın elinde olup] insanın gücü dahilinde değildir ki, bununla ilgili bir emrin kendisine yöneltilmesi doğru olsun. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

"Öldüren de O'dur, dirilten de O'dur." (Necm, 44) Buna göre ayetteki emir, tekvinîdir; melekler de bu emrin gerçekleşmesinin sebepleri arasında yer almaktadırlar. Bu da demektir ki bu ifade, kinayeli istiare veya tahyilî istiare yollu kullanılmıştır. Sanki insanın canı, bedeninin içinde bir şeymiş, insanın yaşaması ona bağlıymış ve onun bedenden çıkmasıyla birlikte ölüm gerçekleşirmiş gibi. Oysa yüce Allah- 'ın sözlerinden canın, nefsin bedensel bir varlık olmadığı, maddî ve cismanî şeylerden sayılmadığı anlaşılmaktadır. Tam tersine nefis veya can başka tür bir varlıktır; bedenle birleşir, bir şekilde onunla bağlantılı hâle gelir, maddî olarak tasavvur edilemeyen bir şekilde onunla bütünleşir.

Daha önce tefsirimizin birinci cildinde, "Ruhun Soyutluğu Üzerine Bir Felsefî Araştırma" başlığı altında bu konuya değinmiştik.1 İnşa-allah yeri geldikçe başka açıklamalar da sunacağız. Şimdilik şunu söylüyoruz: "Haydi canlarınızı çıkarın." ifadesinde kastedilen, canları ile bedenlerinin bağlantısının kesilmesidir. Bu da ölümdür. Yine ayetin akışından anladığımız kadarıyla bu sözü melekler söylemiştir.

O hâlde ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: "Keşke, bu zalimlerin ölüm dalgalarına, ölüm sarhoşluğuna ve dayanılmaz zorluklarına, şiddetlerine tutulduklarını görseydin! Melekler onlara işkenceye başlamışlardır. Önce canlarını büyük bir azapla çekip çıkarıyorlar.

Bir yandan da onlara artık ölüm âlemine geldiklerini, burada alçaklık azabıyla azaplandırılacaklarını, bunun Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemelerinin ve O'nun ayetlerini kabul etmeye yanaşmamalarının, büyüklük kompleksine kapılmalarının bir karşılığı olduğunu haber veriyorlar."

94) Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine yapayalnız/tek olarak bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ortak sandığı- --------------------

1- [el-Mîzân, c.1, Bakara Sûresi, 153-157. ayetlerin tefsiri.]

20