1- Hamd, Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var
etti. Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.
2- O, sizi çamurdan yarattı, sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş
süre de O'nun katındadır. Böyleyken siz hâlâ kuşkulanıyorsunuz.
3- O, göklerde de, yerde de Allah'tır. Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve
ne kazandığınızı da bilir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
En'âm Suresi'nin amacı, en genel anlamıyla tevhidi, yüce Allah'ın birliğini
duyurmaktır. Yani, insanların bir Rabbi vardır ve bu Rab aynı zamanda
bütün âlemlerin de Rabbidir. Her şey O'ndan başlar, O'nda biter
ve O'na döner. O, müjdeciler ve uyarıcılar olarak elçiler göndermiş,
rububiyetinin egemenliği altında bulunan kullarını onlar aracılığıyla
hak esaslı dinine yöneltmek istemiştir. Bu yüzden surenin içerdiği ayetlerin
büyük bir kısmı, tevhit, ahiret günü ve peygamberlik misyonu çerçevesinde
müşriklerle girişilen tartışma ortamına sürülen kanıt nitelikli
materyaller olma özellikleriyle belirginleşmektedirler. Bunun yanı sıra,
şer'î görevler ve dinsel yasaklar bazında genel açıklamalar kapsamaktadırlar.
Surenin akışı üzerinde düşünüldüğü zaman görüleceği gibi- bütünlük
arz etmektedir. Surenin bölümler hâlinde indiğini kanıtlayacak şekilde,
bölümler arası farklı ifade tarzı söz konusu değildir. Bu, surenin
bir kerede ve bir bütün olarak indiğini gösterir. Ve yine surenin bu özelliği,
onun Mekke inişli olduğunun da kanıtıdır. Büyük bir kısmında
ve hatta bütününde hitabın müşriklere yöneltildiği akışın belirgin özelliği,
bunu gösterir mahiyettedir.
Tefsir bilginleri ve raviler, surenin Mekke döneminde indiği hususunda
görüş birliği içindedirler. Bu görüş birliği sadece bazı ayetlerde söz
konusu değildir. Örneğin, bazılarına göre şu altı ayet Medine inişlidir:
8 .... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
"Allah'ı şanına yaraşır biçimde takdir etmediler (ululamadılar)..."
(Mâide, 91) ayeti ile sonrasındaki iki ayet ve "De ki: Gelin, Rabbinizin
size neleri haram kıldığını okuyayım..." (Mâide, 151) ayeti ile sonrasındaki
iki ayet.
Bir görüşe göre de, surenin tamamı Mekke döneminde inmiştir, sadece
"De ki: Gelin..." diye başlayan ayet ile ondan sonraki ayet Medine
döneminde inmiştir.
Bazılarına göre de, En'âm Suresi'nin tamamı Mekke döneminde inmiştir;
yalnızca iki ayeti Medine'de ve bir Yahudi hakkında inmiştir.
Söz konusu Yahudi, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi..." [En'âm,
91] demişti.
Bir diğer görüşe göre ise, surenin tamamı Mekke inişlidir; sadece bir
ayeti Medine döneminde inmiştir. O da şu ayettir: "Eğer biz onlara
melekleri indirseydik..."
Daha önce işaret ettiğimiz gibi, surenin akışının bütünlüğünü ve aynı
üslûba sahip oluşunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu görüşleri
kanıtlayacak bir ipucu bulmak mümkün değildir. İleride bu
hususu, elimizden geldiğince açıklayacağız. Ehlibeyt İmamlarından,
ayrıca Übey, İkrime ve Katade'den, surenin bir bütün olarak bir kerede
Mekke'de indiği rivayet edilmiştir.
1) Hamd, Allah'a ki gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var
etti.
Sure, yüce Allah'a yönelik bir övgüyle başlıyor. Bu açılış, surenin akışı
içinde açıklanması amaçlanan tevhidin anlamına ilişkin bir giriş, bir
mukaddime niteliğindedir. Bu nedenle söz konusu övgü, surenin ana
hedefinin özünü içermekte ve böylece bu konudaki ayrıntılı açıklamaların
ön hazırlığı yapılmaktadır. Yine bu nedenle müşriklerin tutumları
karşısında bir şaşkınlık, tevhit yerine şirki tercih edişlerinden dolayı
kınanmaları, Allah'ın birliği hususunda kuşkuya düşmelerinin yadırganması
dile getirilmekte ve böylece surenin akışı içinde geniş biçimde
sunulacak öğüt, uyarı ve korkutma nitelikli ifadelere bir hazırlık
yapılmaktadır.
İlk üç ayetin kapsadığı bu övgüyle şeriatın özünü oluşturan gerçek
bilgiler noktasında dinî davetin dayandığı üç temel düzene işaret eEn'âmdilmektedir:
Sûresi / 1-3 ............................ 9
Bunların ilki, genel evrensel düzendir ki, ilk ayette buna işaret ediliyor.
İkincisi, insanın varoluş düzenidir ki, ikinci ayette buna işaret ediliyor.
Üçüncüsü de, insanın davranışlarına egemen olan düzendir ki,
üçüncü ayette buna işaret ediliyor.
Dolayısıyla üç ayetin bütününden şu anlam özetlenmektedir: İnsanın
da içinde yaşadığı büyük evreni yarattığı, insanın balçıktan başlayıp
belirli bir süre ile son bulan sınırlı varoluşundan ibaret olan küçük âlemi
yarattığı ve insanın gizlediklerini, açığa vurduklarını ve kazandıklarını
bildiği için övgü yüce Allah'ındır.
Üçüncü ayetin başındaki, "O, göklerde de, yerde de Allah'tır." ifadesi,
önceki iki ayetin içeriğinin açıklaması niteliğinde olmasının yanı sıra,
yüce Allah'ın insanın gizlediklerini, açığa vurduklarını ve kazandıklarını
bilmesine ilişkin açıklamaya da bir hazırlık mahiyetindedir.
Dolayısıyla, "Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti."
ifadesi, evrene egemen olan genel düzene işaret etmektedir. Sayısız
varlık, onca farklılıklarıyla bu düzenin kapsamında idare edilmektedir.
Şu, yürürlükteki sağlam düzeniyle bizim âlemimiz, yer âlemidir ki,
onca genişliğiyle gök âlemince kuşatılmıştır. Sonra bu âlemimiz üzerinde
aydınlığın ve karanlığın etkinliği geçerlidir. Gözlemlenen âlemin
yaşadığı dönüşüm ve olgunlaşım sürecinin ruhunu da aydınlık ve karanlık
fenomenleri oluşturmaktadır. Bunun bir sonucu olarak, an
geçmiyor ki, bir şeyden başka bir şey doğmasın, bir şey başka bir şeye
dönüşmesin, bir şey açığa çıkarken bir başka şey gizlenmesin, yeni
oluşup eski çürümesin. Birbirinden farklı özellikler arz eden bu hareketlerin
buluşmasından da büyük evrensel hareket meydana gelmektedir.
Varlıkların ağırlıklarını taşıyan ve onları kendi yörüngelerinde
yürüten de bu evrensel hareket sistemidir.
"...karanlıkları ve aydınlığı var etti." ifadesinin orijinalinde geçen
"ca'l" sözcüğü "yaratma" anlamına gelir. Ne var ki, yaratma anlamına
gelen "halk" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle, elbisenin yıpranması
anlamını içerdiğinden, çeşitli ögelerin bileşiminden bir şey meydana
getirmek anlamını ifade eder. "Ca'l" için ise böyle bir ayrıntı söz
konusu değildir. Belki de, göklerin ve yerin yaratılışından söz edilir-
10 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
ken "halk" sözcüğünün kullanılması, buna karşın, karanlığın ve aydınlığın
yaratılmasından söz edilirken de "ca'l" sözcüğünün kullanılması,
karanlık ve aydınlığın aksine, göklerin ve yerin varoluşunda terkip olgusunun
söz konusu olmasından kaynaklanmış olabilir. Bu yüzden
karanlık ve aydınlığın yaratılışından söz edilirken "ca'l" sözcüğü kullanılmıştır.
Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
İfadede "karanlıklar" çoğul, buna karşın "aydınlık" tekil olarak geçiyor.
Bunun nedeni, belki karanlığın aydınlığa kıyasla oluşan bir kavram
olmasıdır. Çünkü karanlık, aydınlığın olabileceği bir yerde aydınlığın
yokluğundan ibarettir. Dolayısıyla aydınlığa yakınlığı veya uzaklığı
açısından karanlığın çoğalması söz konusudur. Aydınlıksa, bundan
farklıdır. Çünkü aydınlık, varoluşsal bir olgudur; varoluşsal bir
olgunun yokluğundan ibaret olan karanlığa kıyasla oluşmaz. Karanlıkla
düşünsel olarak mukayesesi sonucu aydınlığın düşünsel olarak
çoğalması, gerçek olarak da çoğalmasını gerektirmez.
Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.
Kınamayla karışık bir hayret ifadesidir. Yani, gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlığı var eden yüce Allah, tek ilâh ve tek rab-dir.
Hiçbir şey O'na benzemez, hiçbir şey O'na ortak olmaz. Hâl böyleyken,
egemenliğin gerçek anlamıyla, yaratma ve yönetme yetkisinin
tanrı edindikleri putlara değil, sırf Allah'a ait olduğunu itiraf eden kâfirlerin,
putları başta olmak üzere başkalarını Allah'a denk tutmaları,
kulluk sundukları heykelleri Allah'a eşit görmeleri şaşılacak bir şeydir.
Tutup bunları O'na eş biliyorlar! Allah, onların bu yakıştırmalarından
münezzehtir. Gerçekten kâfirler, bu korkunç tutarsızlıklarıyla kınanmayı
hak ediyorlar.
Buradan hareketle, ifadenin akışı içinde, erteleme ve gecikme anlamını
ifade eden "sümme=sonra" edatının kullanılmasının hikmetini
de kavrıyoruz. Sanki konuşmacı, yüce Allah'ın tekliğini yaratma ve
var etme nitelikleriyle, ulûhuyet ve rububiyet alanındaki birliğiyle
pekiştirirken, müşriklerin ve putperestlerin, "Şu ağaçtan ve taştan
yontul-muş heykeller, âlemlerin Rabbine denktirler." şeklindeki iddialarını
hatırlamış da, bundan duyduğu şaşkınlıktan ötürü bir süre
duraklamış, konuşmaya ara vermiş, ardından tekrar konuşmasına
En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 11
devam etmiş, bu arada bir süre duraksamasının nedenini açıklarcasına,
onların bu tür asılsız iddiaları karşısında duyduğu şaşkınlıktan
dolayı bir süre konuşmaya ara vereme durumunda kaldığını ima ederek,
"Sonra (yine de) inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar."
demiştir.
2) O, sizi çamurdan yarattı, sonra da hayatınıza bir süre koydu.
Büyük âlemin yaratılışına işaret edildikten sonra, şimdi de insanın
varoluşunu temsil eden küçük âlemin yaratılışına işaret ediliyor. Bu
çerçevede, insanı yaratanın ve yönetenin yüce Allah olduğu belirtiliyor,
yüce Allah'ın insanın dünyadaki zahirî varlığı için belli bir süre
öngördüğü bildiriliyor. Şu hâlde insan, sınırlı bir varlıktır. Buna göre
insan, "İnsanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir
özden, bir hakir suyun özünden yaptı." (Secde, 7-8) ayetinde işaret edildiği
gibi, neslinin varlığını üreme yasasına göre devam ettirse de,
ilk varlığı itibariyle türünün başlangıcını oluşturan balçık ile ölümle
birlikte baş gösteren ecel arasında sınırlandırılmış varlıktır. Yüce Allah,
ecelin, insanın dünyevî varlığının sonu olduğuna şu ayette işaret
ediyor: "Her can, ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz."
(An-kebût, 57)
Ecel kavramıyla, insanların, ölümden sonra diriltilerek yüce Allah'ın
huzuruna döndürüldükleri an da kastedilmiş olabilir. Çünkü, Kur'-
ân'da yer alan bazı ifadelerden, ölümle haşir arasındaki ara dönemin
(berzah) dünya hayatının bir devamı gibi görüldüğü sezinlenmektedir.
Şu ayetlerden böyle bir çıkarsamada bulunmak mümkündür: "Buyurdu
ki: 'Yeryüzünde yıllar sayısınca ne kadar kaldınız?' 'Herhâlde
bir gün, yahut günün bir kısmı kadar kaldık; sayanlara sor.' dediler.
Buyurdu ki: Sadece az bir zaman kaldınız; keşke bilseydiniz."
(Mü'minûn, 112-114) "Kıyamet koptuğu gün, suçlular, dünyada bir saatten
fazla kalmadıklarına yemin ederler. İşte onlar, böyle çevriliyorlardı.
Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki: Andolsun siz, Allah'ın
kitabında belirtildiği gibi yeniden dirilme gününe kadar kaldınız.
İşte bu da dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz." (Rûm, 55-56)
"Sonra da hayatınıza bir süre (ecel) koydu." ifadesinde "ecel" sözcüğü
belirsiz kullanılmıştır. Bununla ecelin, insan açısından bir meçhul ol-
12 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
duğuna, insanın normal bilgiler aracılığıyla onu bilmesinin mümkün
olmadığına işaret ediliyor.
Belirlenmiş süre de O'nun katındadır.
Bu ifadede geçen orijinal anlatım, "adı konulmuş ecel" şeklinde anlamlandırılabilir.
Bununla sürenin belirlendiği anlatılıyor. İnsanlar arası
ilişkilerin dayandığı geleneğe göre, sözleşme ve borç mukavelelerinde
süre belirlenir ve bu sürenin tamamı veya sonu, adıyla zikredilir.
İşte adı konulmuş süre derken, bu kastediliyor. Nitekim yüce Allah
bir ayette şöyle buyuruyor: "Belirli bir süreye kadar birbirinize borç
verdiğiniz zaman onu yazın." (Bakara, 282) Burada, "ecel" sözcüğü, belirlenen
sürenin sonu anlamında kullanılmıştır. Bir diğer ayette de
şöyle buyuruluyor: "Kim Allah ile buluşmayı umarsa, Allah'ın belirlediği
sürenin sonu gelmektedir." (Ankebût, 5) Yüce Allah, Musa Peygamber
ve Şuayb Peygamber kıssasının bir yerinde şöyle buyuruyor:
"Dedi ki: 'Bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini
sana nikâhlamak istiyorum. Eğer süreyi on yıl olarak tamamlarsan,
artık o senin tarafından bir iyiliktir...' Dedi ki: Bu, seninle benim aramda
bir sözleşmedir; hangi süreyi tamamlarsam, bana düşmanlık
yok." (Kasas, 27-28) Bu ayetlerde de "ecel" sözcüğü belirlenen sürenin
tamamı anlamında kullanılmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki, sürenin sonu anlamına gelen "ecel" sözcüğü, kullanım
itibariyle, sürenin tamamı anlamına gelen "ecel" sözcüğünün
bir ayrıntısı mahiyetindedir. Yani sürenin sonu anlamındaki "ecel",
ön-celeri "biten, tamamlanan süre" anlamında "ecel-i makziy" şeklinde
kullanılmış, daha sonra nitelik hazfedilerek nitelenenle
yetinilmiştir. Dolayısıyla "ecel" (süre) dendiğinde akla "biten süre"
anlamı gelmiştir. Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki:
"İnsanın hayatı için öngörülen süreye 'ecel' denir. Dolayısıyla, 'Eceli
geldi' dendiğinde, bunun anlamı, 'Ölümü yaklaştı'dır. Sözcüğün asıl
anlamı, sürenin tamamlanmasıdır." (Ragıp'tan alınan alıntı burada
son buldu.)
Her hâlükârda, ayetin akışından anladığımız kadarıyla, ayette geçen
"süre" ve "belirlenmiş süre"den maksat, insan hayatının sonudur, sü
renin tamamı değil. "Allah'ın belirlediği sürenin sonu gelmektedir..."
ifadesinden de bunu algılamak mümkündür.
Bununla da anlaşılıyor ki, iki türlü ecel vardır. Biri, belirlenmemiş,
müphem ecel; diğeri ise, adı konulmuş, belirlenmiş ecel. Bu ikincisi
Allah katındadır. Bu ecel, "O'nun katında" ifadesiyle kayıtlı olduğu için,
kesinlikle değişikliğe uğramaz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın katında olan kalıcıdır." (Nahl, 96) Allah'ın katındaki
ecel, kesindir; değişmez, dönüşmez. Yüce Allah bir ayette, bu
hususa şöyle işaret etmektedir: "Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar,
ne de ileri giderler." (Yûnus, 49)
Dolayısıyla adı konulmuş, belirlenmiş ecel ile, adı konulmamış, belirsiz
ecel arasındaki ilişki, kesin ve hükme bağlanmış bir şeyle birtakım
koşullara bağlı, muallakta tutulan şey arasındaki ilişkiye benzer.
Bu bakımdan, bağlı bulunduğu koşulların gerçekleşmemesinden dolayı,
koşullara bağlı bulunan şey de gerçekleşmeyebilir. Fakat kesin
ve sonuca bağlanmış olan için böyle bir şey söz konusu değildir, gerçekleşmemesi
diye bir şey düşünülemez.
Tefsirini sunduğumuz ayetleri, "Her sürenin bir yazısı vardır. Allah dilediğini
siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır."
(Ra'd, 38-39) ayetleriyle birlikte incelediğimiz zaman, göreceğiz ki adı
konulmuş kesin ecel, "kitabın aslı"na konulandır; adı konulmamış
belirsiz ecel ise, "silme ve silmeden bırakma levhi"nde yazılı olan eceldir.
İleride İnşaallah, "kitabın aslı"nın, etkisini göstermekten hiçbir
zaman geri durmayan genel sebeplere dayanmaları açısından gerçekleşmesi
kaçınılmaz olan olaylara, "silme ve silmeden bırakma
levhi"nin ise, "gerektirici sebepler" de dediğimiz eksik sebeplere dayanmaları
açısından herhangi bir engele takılarak gerçekleşmeme
ihtimali de bulunan olaylara uyarlanabileceğini açıklamaya çalışacağız.
Tam sebeple, eksik sebep olgularını daha iyi kavramak için güneşin
yeryüzünü aydınlatması olayı örnek gösterilebilir. Örneğin; biz biliyoruz
ki içinde bulunduğumuz şu gece, birkaç saat sonra bitecek, üzerimize
güneş doğacaktır. Güneş, ışığıyla yeryüzünü aydınlatacaktır.
Fakat bunun bir bulut tarafından veya araya Ay'ın girmesi nedeniyle
14 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
ya da başka bir engel tarafından engellenmesi mümkündür. Bu engellerden
herhangi birisinin, güneşin yeryüzünü aydınlatmasını engellemesi
ihtimali her zaman vardır. Fakat güneş ufukta görüldüğü
zaman, arada da varsaydığımız türden bir engel yoksa, kaçınılmaz
olarak yeryüzünü aydınlatacaktır.
Buna göre, aydınlatma bağlamında tek başına güneşin doğması,
"silme ve silmeden bırakma levhi" konumundadır. Vakti geldiğinde
doğması ile birlikte, yeryüzüyle arasına girebilecek herhangi bir engelin
bulunamaması durumu ise, aydınlatma bağlamında, "levh-i mahfuz"
adı verilen "kitabın aslı" konumundadır.
Aynı şekilde insanın özel yapısı, bunun yanında sınırlı etkinliklere sahip
temel fonksiyonları, doğal bir ömür sürdürmesini gerektirmektedir.
Ki bunun yüz veya yüz yirmi yıl dolaylarında olduğu söylenmektedir.
İşte sözgelimi bu süre, "silme ve bırakma levhi"nde yazılıdır. Ne
var ki, evrenin bütün unsurları, insanın varlığıyla bağlantılı ve onun
üzerinde etkili olmaktadır. Dolayısıyla sayısını bilemediğimiz bu sebepler
ve engeller, zihnî kapasitemizle kuşatamadığımız etkileşimlerle
insanın doğal ömrü tamamlanmadan ecelinin dolmasına neden
olabilirler. Ki biz buna "beklenmedik ölüm" diyoruz.
Bu durum, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı düzeni çerçevesinde,
varlık için "adı konulmuş ecel" ve "adı konulmamış ecel" belirlemesine
yönelik ihtiyacı zihinsel olarak tasavvur etmemizi kolaylaştırmaktadır.
Dolayısıyla adı konulmamış ecelin müphemliği, adı konulmuş
ecelin belirlenmişliğiyle çelişmemektedir. Adı konulmamış
ecel ile, adı konulmuş ecel kimi zaman denk gelebilecekleri gibi, kimi
zaman da birbirinden ayrılabilirler. Ki bu durumda gerçekleşen
ecel, kesinlikle "adı konulmuş, belirlenmiş ecel" olur.
"Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır."
Ayeti üzerinde düşündüğümüz zaman varacağımız sonuç budur.
Bu arada tefsir bilginleri, ayette işaret edilen iki ecel ile ilgili olarak
garip yorumlarda bulunmuşlardır.
Birine göre: Ayette geçen ilk "ecel" sözcüğüyle yaratılış ile ölüm arasındaki
süre, ikinci "ecel" sözcüğü ile de ölümle diriliş arasındaki süre
kastedilmiştir. İlk kuşak müfessirlerden birçoğu bu görüştedir. Benzeri
bir görüş İbn-i Abbas'tan da rivayet edilmiştir.
Birine göre: İlki, dünya ehlinin ölünceye kadar geçirdikleri süre; ikincisi
ise, sonu olmayan ahiret hayatının süresi anlamında kullanılmıştır.
Bu görüş Mücahid, Cübbaî ve diğer bazı kişilere atfedilmiştir.
Birine göre: Ayette geçen ilk "ecel" sözcüğü, geçmişlerin yaşadıkları
süre; ikincisi ise, geride kalan kuşakların yaşayacakları süre anlamında
kullanılmıştır. Bu görüş de Ebu Müslim'e atfedilmiştir.
Bir diğerine göre: Biricisiyle uyku, ikincisiyle de ölüm kastedilmiştir.
Diğer birisi ise şu görüşü savunmuştur: Aslında ayette geçen iki "ecel"
sözcüğüyle de aynı anlam kastedilmiştir. Buna göre ayetin anlamı
şu şekilde belirginlik kazanmaktadır: Sonra bir ecel öngördü.
Bu, O'nun katında adı konulmuş, belirlenmiş eceldir.
Bu görüşlerin doğru olup olmadıklarını araştırma gereğini duymuyorum.
Bu hem sınırlı olan vaktimize sığmaz, hem de son derece kısa
olan ömrü böylesine gereksiz bir şeyle harcamaya değmez.
Böyleyken siz hâlâ kuşkulanıyorsunuz.
İfadenin orijinalinde geçen "temterûn" kelimesi, "mirye" kökünden
türemiştir ve kuşku, şüphe anlamına gelir. Ayetlerin akışında, üçüncü
şahsa yönelik hitap tarzından ikinci çoğul şahsa yönelik hitap tarzına
doğru bir geçiş yapılıyor. Bu şekilde, edebî sanatlardan "iltifat sanatı"
nın bir örneğinin sergilenmesinin gerisindeki gerekçe şu olsa gerektir:
İlk ayet, genel yaratma ve yönetmeden söz ediyordu. Bu, kâfirlerin
yüce Allah'a başkalarını denk tutmamalarını gerektiren bir olguydu.
Dolayısıyla, bu noktaya dikkat çekmek için, onlara üçüncü
şahıs sıygasıyla hitap edilmesi yeterliydi. Buna karşın ikinci ayette,
özellikle insan varlığında somutlaşan yaratma ve yönetmeden söz
ediliyor. Bu ise, muhataplarının tutumlarına hayret eden, onları bundan
dolayı kınayan konuşmacının, hitabı doğrudan onlara yöneltmesini
ve değerlendirmelerini onların yüzüne karşı bir yanıt gibi sunmasını
gerektirmektedir. Âdeta şöyle der gibi: Hadi şu göklerin ve yerin
yaratılması, karanlıkların ve aydınlığın var edilmesi hususuyla ilgili
gafletinizi mazur gördük, genel olgular oldukları için sonuçlarını, ge-
16 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
rektirdiklerini fark etmemiş olmanızı normal karşıladık; ya sizi yaratan,
sizin için bir yaşama süresi, bir de adı konulmuş ecel belirleyen
Rabbinizden kuşku duymanıza ne demeli?!
3) O, göklerde de, yerde de Allah'tır.
Önceki iki ayette, genel olarak âlemlere, özel olarak da insana yönelik
yaratma ve yönetmeden söz edildi. Bu, yüce Allah'ın yaratma ve
yönetme hususunda ortağı olmayan tek ilâh olduğunun farkına varılması
için yeterli idi.
Buna rağmen, insanlar başka ilâhlar edindiler, değişik niteliklere sahip
şefaatçilerin varlığından söz ettiler. Her birine evrensel yönlendirmede
bir misyon biçtiler. Hayat tanrısı, rızk tanrısı, kara tanrısı,
deniz tanrısı gibi... Yine varlık türlerine, uluslara ve kavimlere ayrı ayrı
tanrılar öngördüler. Göklerin tanrısı, falan topluluğun tanrısı, feşmekân
milletin tanrısı gibi... İşte bu tür asılsız iddialar, şu kesin ifadeyle
olumsuzlanıyor: "O, göklerde de, yerde de Allah'tır."
Bu açıdan ayeti, "O gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır. O, hikmet sahibidir,
bilendir." (Zuhruf, 84) ayetine benzetebiliriz. Burada, yüce Allah-
'ın gökleri ve yeri kapsayan, aşılmaz ve sınırlandırılmaz ulûhiye-tinin
egemenliğinin evrenselliğine işaret ediliyor. Dolayısıyla bu ifade,
kendisinden önceki ifadelerin açıklaması ve kendisinden sonraki ifadenin
de hazırlık nitelikli ön açıklaması konumundadır.
Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve ne kazandığınızı da bilir.
Gizlilik ve açıklık, karşıt iki kavramdırlar ve insanların davranışlarını
niteleme amacıyla kullanılırlar. Dolayısıyla, insanların gizlisi, gizlice
yaptıkları amelleri; açığı ise, örtme gereği duymadan açıktan yaptıkları
amelleri ifade eder.
İnsanların kazandıklarına gelince; bu, ruhsal bir durumdur. İnsan, gizli
ve açık olarak işlediği amellerle, bu ruhsal durumu edinir. Amellerinin
iyi veya kötü nitelikli olması bu açıdan fark etmez. Şu hâlde, -
yaptığımız açıklamalardan da anlaşıldığı gibi- sözü edilen gizlilik ve
açıklık kavramları, objeler dünyasında sergilenen amellerin özlerinin
şekilsel nitelikleri konumundadırlar. İnsanların kazandıkları şey ise,
ruhsal ve soyut bir durumdur ve insanların nefisleriyle kaimdir. Dola
En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 17
yısıyla insanların gizlide ve açıkta sergiledikleri ameller, şekilsel bir
olgu iken, bu amellerle kazanılan şeyler, manasal bir gerçektir. Belki
de yüce Allah tarafından bilinen bu iki şeyin özleri itibariyle farklı oluşları,
"Sizin gizlinizi ve açığınızı bilir ve ne kazandığınızı da bilir." ayetinde
"bilme" ifadesinin tekrarlanmasını gerektirmiştir.
Bu bakımdan ayet, biraz sonra üzerinde durulacak risalet (peygamberlik)
misyonu ve ahiret ile ilgili ayetlere bir giriş, bir hazırlık işlevini
görmektedir. Buna göre yüce Allah insanların gizli ya da açıktan yaptıkları
amelleri ve hayır ve şer nitelikli amelleri sonucu kazandıkları
ruhsal durumu bildiğinden, ayrıca terbiye, eğitim, yönetim ve yönlendirme
yetkisi O'nun elinde olduğundan, putperestlerin peygamberlik
misyonuna ihtiyaç duymadıkları yönündeki çırpınışlarına rağmen insanları
doğru yola iletme amacına yönelik olarak hükme bağladığı,
yasalaştırdığı din desteğinde resuller göndermek de O'nun yetkisi
dahilindedir. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur: "Doğru yola iletmek
bize aittir." (Leyl, 12)
Aynı şekilde yüce Allah, amelleri ve bu amellerin insan nefsi üzerindeki
etkilerini bildiğinden, hiç kimsenin gözden kaçırılmayacağı bir
günde onları sorguya çekmek de O'nun yetkisi içindedir. Nitekim bu
hususa şöyle işaret etmiştir: "Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde
bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa korunanları
yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?" (Sâd, 28)
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Hasan b. Ali b. Ebu
Hamza'dan şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdu:
"En'âm Suresi bir bütün olarak bir kerede indi. Sure Peygamberimize
(s.a.a) ininceye kadar yetmiş bin melek ona eşlik ediyordu. Siz de ona
saygı gösterin ve onu önemseyin. Çünkü yüce Allah'ın ismi, bu surenin
yetmiş yerinde geçmektedir. Eğer insanlar bu sureyi okumanın sağladığı
yararları bilselerdi, onu okumaya hiç ara vermezlerdi." [c.2, s.622]
Ben derim ki: Ayyâşî de bu hadisi İmam Cafer'den (a.s) mürsel olarak
rivayet etmiştir. [c.1, s.354]
18 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
Tefsir'ul-Kummî'de, müellif şöyle der: Bana babam anlattı, o da Hüseyin
b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (a.s) dinlemiş: "En'âm Suresi
bir kerede ve bir bütün olarak indi. İndiği sırada yetmiş bin melek
ona eşlik ediyordu. Sürekli tesbih (subhanellah), tehlil (lâ ilâhe
ilellah) ve tekbir (Allah-u ekber) getiriyorlardı. Kim bu sureyi okursa, o
melekler kıyamet gününe kadar onun için Allah'tan bağışlama dilerler."
[c.1, s.193]
Ben derim ki: Mecma'ul-Beyan adlı eserde de, müellif aynı hadisi Hüseyin
b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (a.s) rivayet eder. Ancak rivayetin
bu versiyonunda şu ifade yer alır: "...kıyamet gününe kadar onun
için Allah'ı tesbih ederler." [c.3, s.6, Beyrut basımı]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'den şöyle rivayet edilir: İmam Cafer'in
(a.s) şöyle dediğini duydum: "En'âm Suresi bir kerede ve bir bütün
olarak indi. Bu sure Resulullah'a (s.a.a) indirilirken yetmiş bin melek
ona eşlik etti. Siz de ona saygı gösterin ve onu ululayın. Çünkü yüce
Allah'ın ismi, bu surenin yetmiş yerinde geçmektedir. Eğer insanlar
bu sureyi okumanın sağladığı yararları bilselerdi, onu okumaya ara
vermezlerdi." [c.1, s.353]
Tabersî'nin Cevami'ul-Cami' adlı eserinde şöyle deniyor: Ubey b. Kâ'b
Peygamberimizden (s.a.a) şöyle rivayet eder: "En'âm Suresi bana bir
kerede ve bir bütün olarak indirildi. Yetmiş bin melek sureye eşlik ediyordu
ve sürekli olarak tesbih ve tahmid çekiyorlardı (subhanellah
ve elhamdülillah diyorlardı). Kim bu sureyi okursa, bu yetmiş bin melek
bir gece ve bir gündüz En'âm Suresi'ndeki ayetlerin sayısınca ona
salât okurlar, esenlikler dilerler." [s.122]
Ben derim ki: Bu hadis, ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde birçok kanaldan
Peygamberimizden (s.a.a) rivayet edilmiştir. [c.3, s.302]
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Mahbub'-dan,
o da Ebu Cafer el-Ahvel'den, o da Selâm b. Müstenîr'den, o da İmam
Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah ateşi yaratmadan
önce cenneti yarattı, günahı yaratmadan önce itaati yarattı, gazaptan
önce rahmeti yarattı, kötülükten önce iyiliği yarattı, gökten
önce yeri yarattı, ölümden önce hayatı yarattı, Ay'dan önce Güneş'i
yarattı ve karanlıktan önce aydınlığı yarattı." [c.8, s.127, h: 116]
En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 19
Ben derim ki: Karanlığın aydınlığa nispeten yokluk konumunda olduğu
dikkate alınarak aydınlığın yaratılmasının karanlığın yaratılmasından
önce olmasının anlamı açıktır. Öte yandan bu rivayette, yaratma
eyleminin itaat ve günaha izafe edilmesi, insan iradesinin, insan
seçme yeteneğinin geçersiz kılınmasını, olumsuzlanmasını gerektir-
mez. Çünkü insan iradesinin, insanın seçme yeteneğinin geçersiz
kılınması, iptal edilmesi, bizzat itaat ve günahın iptali anlamına
gelir. Dolayısıyla onların yaratma eylemine konu olmasının da bir anlamı
olmaz. Dolayısıyla, itaat ve günahın yaratılması ile, yüce Allah'ın
evrende olan her şeye sahip olduğu, her şeyi egemenliği altında tuttuğu
gibi, bu ikisine de sahip olduğu, bu ikisini de egemenliği altında
tuttuğu anlatılmak istenmiştir. O'nun mülkünde, kuşatıcılığının ve
egemenliğinin dışında, iradesinden ve izninden bağımsız bir şeyin
meydana gelmesi mümkün müdür?!
Yaratmayı salt aracısız var etme, meydana getirme eylemiyle sınırlandırmanın
da bir kanıtı yoktur. Ki yaratma bağlamında yüce Allah'a
izafe edilen her şeyin, O'nun tarafından her şeyden bağımsız olarak
icat edildiği anlamını ifade etsin ve örneğin, "Allah adaleti veya adam
öldürmeyi yarattı" denildiğinde bu, adil insanın veya katil insanın iradesinin
iptal edildiği, dolayısıyla adalet ve adam öldürmenin O'ndan
başka hiç kimseyle ilgili olmadığı, aradaki tüm aracıların kaldırıldığı
anlamına alınsın! Bu örnekle konunun daha iyi anlaşılacağını umuyoruz.
Kitabımız birinci cildinde, bu konuyla ilgili uzun açıklamalarda
bulunduk.
Benzeri bir açıklama ile, yaratma eyleminin hayır ve şerre izafe edilmesinin
gerisindeki anlam da belirginlik kazanır. Varoluşsal olgular
veya eylemler bazındaki hayır ve şer bu açıdan farklılık arz etmez.
İtaatin günahtan, aynı şekilde iyiliğin kötülükten önce yaratılmış olmasına
gelince; bu hususla ilgili olarak, aydınlığın karanlıktan önce
olması ile ilgili olarak söylediklerimiz aynen geçerlidir. Orada demiştik
ki: Bu ikisi arasındaki nispet, bir şeyin varlığı ile yokluğu arasındaki
nispettir. Bir şeyin yokluğunun gerçekleşmesi, onun varoluşuyla ilintili
bir olgudur. Buradan hareketle hayatın yaratılmasının ölümden
önce olmasının da anlamı anlaşılmış olur.
20 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 Yine buradan hareketle, rahmetin gazaptan önce yaratılmasının da
ne anlama geldiğini anlıyoruz. Çünkü rahmet, itaat ve hayırla; gazap
ise, günah ve şerle ilintilidir. İtaat ve hayırsa, günah ve şerden öncedirler.
Yerin gökten önce yaratıldığını ise, şu ayetten anlıyoruz: "Yeri iki günde
yarattı... Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza,
'İsteyerek veya istemeyerek gelin.' dedi. 'İsteyerek buyruğuna geldik.'
dediler. Böylece onları iki günde yedi gök yaptı." (Fussilet, 9-12)
Güneş'in Ay'dan önce yaratıldığı yönündeki bir anlamı aşağıdaki ayetten
çıkarsamak uzak bir ihtimal değildir: "Güneş'e ve onun sabahına
andolsun. Onu izleyen Ay'a andolsun." (Şems, 1-2) Bugünkü bilimsel
araştırmaların sonucunda ağırlıklı olarak kabul edilen görüşe
göre, Dünya Güneş'ten, Ay da Dünya'dan ayrılmıştır.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Cafer b. Ahmed'den, o da Ömer Key b. Ali'den, o
da Ubeydî'den, o da Yunus b. Abdurrahman'dan, o da Ali b. Cafer'den,
o da İmam Musa Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Her namazın iki
vakti vardır. Cuma namazının vakti de güneşin tam diklikten batı tarafına
döndüğü zamandır." Sonra şu ayeti okudu: "Hamd, Allah'a ki,
gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Sonra (yine de)
inkârcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar." İmam bu-yurdu ki:
"Karanlıkla aydınlığı, zulümle adaleti denk tutuyorlar." [c.1, s.354]
Ben derim ki: İmam'ın bu açıklaması, ayete ilişkin başka bir anlam
şeklindedir ve bu anlamın esasını da "Rablerini" ifadesinin "denk tutuyorlar"
ifadesi yerine, "inkâr edenler" ifadesiyle ilintilendirilmesi oluşturmaktadır.
el-Kâfi adlı eserde, Muhammed b. Yahya'dan, o da Ahmed b. Muhammed'den,
o da İbn-i Faddal'dan, o da İbn-i Bukeyr'den, o da Zürare'den,
o da Hamran'dan, o da İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle
rivayet eder: İmam'a, "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş
süre de O'nun katındadır." ayetinin ifade ettiği anlamı sordum,
buyurdu ki: "Burada iki ecele işaret ediliyor; biri kesin ecel, öbürü
bazı şartlara bağlı ecel." [c.1, s.147, h: 4]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Hamran'dan şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'a
(a.s), "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de
En'âm Sûresi / 1-3 .......................... 21
O'nun katındadır." ayetinin anlamını sordum, buyurdu ki: "Burada iki
ecele işaret ediliyor. Biri bazı şartlara bağlıdır, o hususta Allah dilediğini
yapar. Diğeri de kesindir." [c.1, s.354]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Mes'ade b. Sadaka'dan, o da İmam Cafer Sadık'-
tan (a.s), "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'-
nun katındadır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Adı konulmamış
ecel, muallaktadır; bu hususta Allah dilediğini yapar. Adı konulmuş
ecel ise, yüce Allah'ın Kadir Gecesi'nde, bir dahaki senenin
Kadir Gecesi'ne kadar olmasını kararlaştırdığı şeylerle ilintilidir. İşte
yüce Allah'ın şu sözü, bu gecede indirilen kararlarla ilgilidir: Ecelleri
geldiği zaman ne bir an ertelenirler, ne de ileri alınırlar." [c.1, s.354]
Aynı eserde Hamran'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
eder: İmam'a, "Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş
süre de O'nun katındadır." ayetini sordum, buyurdu ki: "O gecede ölüm
meleğine adları konularak belirlenen süreler, adı konulmuş eceldir.
Yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: 'Ecelleri
geldiği zaman ne bir an ertelenirler, ne de ileri alınırlar.' Burada kastedilen
ecel, Kadir Gecesi'nde ölüm meleğine adlandırılan sürelerdir.
Diğer ecel ise, yüce Allah'ın iradesine bağlıdır. Allah dilerse, öne alır,
dilerse erteler." [c.1, s.354]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de Ehlibeyt
İmamlarından aktarılmıştır. Adı konulmuş ecel ve diğer belirsiz ecel
ile ilgili bu manayı yukarıda sunduğumuz ayetlerden de istifade et-
Tmeifşstiirk'u. l-Kummî'de şöyle deniyor: Bana babam anlattı, ona Nadr b.
Süveyd anlatmış, o da Halebî'den duymuş, ona Abdullah b. Miskan
İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarmış: "Hükme bağlanan ecel kesindir.
Yüce Allah onu hükme bağlar ve kesin olarak gerçekleştirir. Adı
konulan ecel ise, Allah'ın dilemesine bağlıdır, dilediğini öne alır, dilediğini
de erteler. Kesin olan ecel açısından öne alma veya erteleme
söz konusu olmaz." [c.1, s.194]
Ben derim ki: Rivayeti aktaranlardan biri yanlışlık yapmış. Böylece
anlatılmak istenenin aksine bir anlam çıkmış, adı konulmuş ecel ile
öbür ecelin her biri diğerinin anlamıyla açıklanmış ki, bu bir yanılma-
22 .. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
dır. Kaldı ki, rivayet, ayeti tefsir etme amacına yönelik değildir. Dolayısıyla
kabul edilmesinin pek sakıncası yoktur.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Husayn'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s),
"Sonra da hayatınıza bir süre koydu. Belirlenmiş süre de O'nun katındadır."
ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Birinci ecelden maksat,
yüce Allah'ın meleklere, resullere ve nebilere bildirdiği eceldir. İkinci
ecelden maksat da, yüce Allah'ın yaratılmışlardan gizlediği eceldir."
[c.1, s.355, h: 9]
Ben derim ki: Bu rivayetin içeriği ile, bundan önceki rivayetlerin içerikleri
arasında bir çelişki gözlemlenmektedir. Ancak "bildirdiği..." ifadesinden
hareketle, bununla kastedilen hususun şu olduğunu söylemek
mümkündür: Yüce Allah, adı konulmamış, belirsiz ecellerin çıkarsandığı
temeli onlara bildirir; adı konulmuş kesin ecelleri ise hiç
kimsenin bilgisine sunmaz, kesin ecellerin çıkarsanacağı temeli kimseye
bahşetmez. Bununla birilikte yüce Allah dilediği zaman bu bilgiyi
ölüm meleğine veya peygamberlerine ya da resullerine verebilir.
Tıpkı yüce Allah'ın kendine has kıldığı gayb bilgisi gibi ki yüce Allah,
bu bilginin kapsamında olan bazı şeyleri, dilediği zaman resullerinden
dilediği kimselere bildirebiliyor.
Tefsir'ul-Burhan'da İbn-i Babeveyh'den, o da kendi rivayet zinciriyle
Müsenna el-Hannat'tan, o da Ebu Cafer'den -Muhammed b. Nu-man
olabilir- şöyle rivayet eder: "İmam Cafer'den, 'O, göklerde de, yerde
de Allah'tır.' ayetinin ne anlama geldiğini sordum, buyurdu ki: 'O her
yerde öyledir.' 'Bizzat mı her yerdedir?' diye sordum, bana şu karşılığı
verdi: Vah olsun sana! Mekânlar ölçülebilir varlıklardır. O bizzat bir
mekândadır, dediğin zaman, O şu ölçülere sığıyor, gibi şeyler de söylemek
durumunda kalırsın."
"Fakat O, yarattıklarından ayrıdır, onları bilgi ve kudretiyle kuşatmıştır,
egemenliği tümünü kapsamına almıştır. O'nun yerde olanlara ilişkin
bilgisi, gökte olanlara ilişkin bilgisinden az değildir. Hiçbir şey O'-
na uzak değildir. Eşya; bilgi, kudret, egemenlik, mülk ve irade bakımından
O'nun yanında eşit konumdadırlar." [c.1, s.517]
-------------------------
EN'ÂM SURESİ(Tamamı:1-165)
En'âm Sûresi / 4-11 .................. 23
AYETLERİN MEALİ
4- Onlara Rablerinin ayetlerinden hiçbir ayet gelmezdi ki, ondan yüz
çevirmesinler.
5- Kendilerine geldiğinde hakkı da yalanladılar. Fakat alay ettikleri
şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecektir.
6- Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Hem onlara,
yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik, göğü de üzerlerine
bol bol boşaltmıştık ve ırmakları ayaklarının altından akar kılmıştık.
Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik ve onların ardından
başka bir nesil yarattık.
7- Eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da ona elleriyle
dokunsalardı, yine inkâr edenler, "Bu, apaçık bir büyüden başka
bir şey değildir." derlerdi.
8- "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" dediler. Eğer bir melek indirseydik,
artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi.
9- Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık ve onları
yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.
10- Senden önce de peygamberlerle alay edildi. Fakat içlerinden alay
edenleri, alay ettikleri gerçek kuşatıverdi.
11- De ki: "Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş,
bir görün."
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Ayetlerde, kâfirlerin Peygamber ile birlikte gönderilen hakkı yalanlamaları,
hakkı yalanlamacı tutumlarında ısrarlı olmaları ve yüce Allah'ın
ayetlerini alay konusu yapmaları hususuna işaret ediliyor. Sonra
kendilerine öğüt veriliyor; korkutuluyorlar ve uyarılıyorlar. Bu arada
apaçık gerçeği inkâr ederken kendilerince kanıt olarak ileri sürdükleri
anlamsız, mesnetsiz gerekçelerine susturucu cevaplar veriliyor.
4) Onlara Rablerinin ayetlerinden hiçbir ayet gelmezdi ki, ondan yüz
çevirmesinler.
Bu ayet gösteriyor ki, büyüklük kompleksi iyice ruhlarına sinmiş, nefislerinde
kök salmıştır. Bunun sonucunda, Allah'ın hakka delâlet eden
ayetlerinden yüz çevirirler, Allah'ın ayetlerinden hiçbirine dönüp
bakmazlar, ayetler arasında bir ayırım da yapmazlar. Çünkü onlar,
ayetlerin ortak hedefi olan hakkı peşinen inkâr etmişlerdir. "Kendilerine
geldiğinde hakkı da yalanladılar." ayeti, onların bu karakteristik
yönelimlerine işaret etmektedir.
5) ...Fakat alay ettikleri şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecektir.
Korkutma ve uyarma amacına yönelik bir ifadedir bu. Onların alay
konusu yaptıkları şey, haktır. Hak ise, bir gün mutlaka üstün gelir, açığa
çıkar. Haber konumundan reel bir olgu konumuna geçer. Ulu Allah
bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Allah batılı yok eder, hakkı sözleriyle
yerleşik kılar." (Şûra, 24) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur:
"Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa
da Allah, nurunu tamamlayacaktır. O, elçisini hidayet ve
hak din ile gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da, onu bütün dinlere
üstün getirsin." (Saff, 8-9) Verdiği bir örnekte de şöyle buyurmaktadır:
"Allah, hak ve batılı böyle benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider.
İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır." (Ra'd, 17)
Bilindiği gibi, hak üstünlük sağlayıp belirginleştiği zaman, mümin,
kâfir, hakka itaat edenle, onu alay konusu yapan kimse aynı konumda
olmazlar. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Gönderilen
elçi kullarımıza şu sözümüz geçmiştir: Mutlaka zafere ulaştırılanlar,
kendileri olacaktır. Ve galip gelenler, mutlaka bizim ordumuz olacaktır.
Bir süreye kadar onlardan dön. Onları gözetle; yakında göreceklerdir.
Bizim azabımızı mı acele istiyorlar? Fakat azap yurtlarına
indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur." (Sâffât, 171-
177)
6) Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Hem onlara,
yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik, göğü de üzerlerine bol
bol boşaltmıştık... Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik...
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde [ayetin orijinlinde geçen
"karn=nesil" ifadesi ile ilgili olarak] der ki: "Karn, aynı zamanda yaşayan
kavim demektir. Çoğulu 'kurûn'dur."
En'âm Sûresi / 4-11 .................. 25
Yine der ki: "Yüce Allah, 'Göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık.',
'Göğü üzerinize bol bol boşaltır.' buyuruyor. [Orijinalde geçen] 'Midrâr'
kelimesinin aslı 'derr' ve 'dirre'dir ve süt anlamına gelir. Bu kelime,
devenin isimleri ve sıfatlarının istiare yollu başka anlamlarda kullanılmasından
hareketle yağmur anlamında kullanılmıştır. Araplar,
'Lillahi derruhu=Ne cömert adam!' ve 'Derre derruke=Hayırlı olsun, ne
güzel yaptın!' derler. Yine aynı sanatın bir yansıması olarak, 'Lissuki
derretun=Çarşı ilgi gördü, bol alışveriş yapıldı.' derler." (el-Müfredattan
alınan alıntı burada sona erdi.)
"Hem onlara, yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiştik." Burada,
önceki üçüncü çoğul şahıs sıygasını esas alan ifade tarzından
ikinci çoğul şahıs sıygasına yönelik bir dönüş yapılıyor. İfade tarzı bazındaki
bu değişikliğin zahirî gerekçesi, zamirin döneceği yerle ilgili
kapalılığı gidermektir. Eğer "size vermediğimiz imkânları..." ifadesinde
ikinci çoğul şahsa geçiş yapılmış olmasaydı, ayetin akışından zamirin, "Hem onlara... imkânları vermiştik." ifadesindeki zamirin dönük
olduğu yere dönük olduğu vehmi uyanırdı. Yoksa, surenin girişini
baz alırsak, ifade tarzının aslını, üçüncü şahıs sıygası oluşturmaktadır.
Daha önce de, "O, sizi çamurdan yarattı..." ifadesi itibariyle gerçekleştirilen
hitap değişikliğinin nedenleriyle ilgili olarak açıklamada
bulunmuştuk.
"Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik..." ifadesi gösteriyor ki,
insanların uğradıkları genel nitelikli musibet ve sıkıntılar üzerinde
onların işledikleri kötülüklerin ve günahların etkisi vardır. Aynı şekilde,
işlenen iyiliklerin ve ibadetlerin de, bol nimetlere kavuşma ve
bereketlerin yağması üzerinde etkili olduğunu ifade eden birçok ayet
vardır.
7) Eğer sana kâğıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da ona elleriyle
dokunsalardı, yine... derlerdi.
Bu ifade, ruhlarında taşıdıkları büyüklük kompleksinin iflâh olmaz bir
düzeye ulaştığını göstermektedir. Öyle ki üzerlerine gökten kâğıda
yazılı bir kitap indirilse, bu kitaba elleriyle dokunsalar, görme ve işitme
duyularıyla onun bir kitap olduğunu algılasalar, bu algılama hususunda
duyu organları birbirlerini onaylasa, yine de faydası olmaz. O
zaman diyeceklerdir ki: "Bu apaçık bir büyüdür." Dolayısıyla onların,
"Sen bizim üzerimize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin çıkmana
da inanmayız." (İsrâ, 93) şeklindeki boşboğazca sarf ettikleri
sözlerini de ciddiye almamak gerekir.
"Kâğıt üzerine yazılı bir kitap" ifadesinde "kitap" sözcüğünün belirsiz
bırakılması, bu kitabın ancak bölüm bölüm ve aşamalı olarak indirilebilecek
bir kitap olabileceğini anlatmak içindir. Kitabın kâğıt üzerinde
yazılı olmakla kayıtlandırılması ise, yaptıkları öneriye yakın ve
içlerindeki kuşkuları giderici özellikte olması içindir. Çünkü onların
zihninde Peygamber efendimize (s.a.a) inen ayetlerin, aslında onun
kendi düşüncesinin ürünü olduğu yönünde fikirler dolaşıyordu. Onlara
göre, bu ayetleri Emin Ruh (Cebrail) Peygamber'e indirmiyordu. Oysa
yüce Allah, ayetlerin Emin Ruh tarafından indirildiğini belirtmiştir:
"Onu Emin Ruh indirdi; senin kalbine; uyarıcılardan olman için; apaçık
Arapça bir dille." (Şuarâ, 195)
8) "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" dediler. Eğer bir melek indirseydik,
artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi.
"Ona bir melek indirilmeli değil miydi?" demeleri, akıllarınca Peygamber
efendimizi (s.a.a) zor duruma düşürmek, âciz kılmak içindir.
Oysa Peygamberimiz (s.a.a) kendilerine okuduğu ayetlerin değerli bir
melek tarafından Allah katından kendisine indirildiğini haber vermişti.
Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "O, değerli bir elçinin sözüdür.
O elçi güçlüdür, arşın sahibi katında yücedir. Orada itaat edilen, güvenilendir."
(Tekvîr, 19-21) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek göstermek
mümkündür.
Şu hâlde, onların bir meleğin indirilmesini istemeleri, yüce Allah'ın
onlardan aktardığı sözlerden algıladığımız kadarıyla şu iki hedeften
birine yöneliktir:
Birincisi: Kendilerine bir melek indirilsin ve bu melek Peygamberimizin
(s.a.a) kendilerini korkuttuğu azabı bir an önce getirsin. Nitekim
aşağıdaki ayetlerde Peygamber efendimizin onları semavî bir azapla
tehdit ettiği anlatılmaktadır: "Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Ben sizi Ad
ve Semud'un başına düşen yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyardım."
En'âm Sûresi / 4-11 .................. 27
(Fussilet, 13) "De ki: O, büyük bir haberdir... Ben ancak apaçık bir uyarıcı
olduğum için bana vahyediliyor." (Sâd, 67-70)
Meleğin indirilmesi; gaybın, görünmezin, görünene, gözlemlenene
dönüşmesi anlamına geleceğinden ve bundan sonra da yapılacak bir
şey kalmayacağından, inanmayacak olurlarsa -ki içlerinde değişmez
bir karaktere dönüşen büyüklük kompleksi yüzünden kesinlikle inanmayacaklardır-
aralarında adalet ilkesi uyarınca hükmedilecektir.
Bu demektir ki, helâk edilmeleri kaçınılmaz olacaktır. Nitekim yüce
Allah buna şu ifadelerle işaret etmiştir: "Eğer bir melek indirseydik,
artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine mühlet verilmezdi."
Kaldı ki, madde ile yatıp kalkan, doğa yurdunda yaşayan insanlar,
kendilerine melekler inse ve melekler aralarına karışsa, yine de onları
çıplak gözlerle görmeye güç yetiremeyeceklerdir. Çünkü insanların
yaşadıkları ortam meleklerin yaşadıkları ortamdan farklıdır. Eğer insanlar
meleklerin bulundukları ortama geçecek olurlarsa bu, içinde
bulundukları maddî ortamın ötesine taşınmalarıyla mümkün olabilir
ki, bunun adı ölümdür. Nitekim yüce Allah bu hususa şöyle işaret
etmiştir: "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, 'Bize melekler indirilmeli
değil miydi? Yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?' dediler.
Andolsun ki, onlar kendi içlerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir
azgınlıkla haddi aştılar. Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara
müjde yoktur ve onlara, 'Size sevinmek yasaktır yasak!' derler."
(Furkan, 21-22) Burada işaret edilen ortam, ölüm veya ölüm sonrası
yaşamdır. Bunu şu ifadeden anlıyoruz: "O gün cennet halkının kalacakları
yer daha iyi, dinleyip safa sürecekleri yer daha güzeldir."
(Furkan, 24)
Yüce Allah, bu ayetin hemen arkasında, ifadenin zahirinden, ahiret
gününün kastedildiği anlaşılan bir ayette de şöyle buyuruyor: "Göğün
bulutları parçaladığı ve meleklerin bölük bölük indirildiği gün, işte o
gün, gerçek mülk, Rahman'ındır ve o gün, kâfirler için çetin bir gündür."
(Furkan, 25-26) Belki de şu ayette de bunu kastediyorlardı: "Yahut
Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin." (İsrâ, 92)
Kısacası, "Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olurdu..." ifadesi,
onların kendilerine azap edecek meleğin indirilmesi yönündeki
önerilerine bir cevap niteliğindedir. Yüce Allah'ın İslâm ümmetine yönelik
azap erteleme vaadini de bu ifadelerle bağlantılı olarak değerlendirmek
gerekir. Yûnus Suresi'nde yer alan bazı ayetlerde bu hususa
şöyle işaret edilmiştir: "Her ümmetin bir elçisi vardır; elçileri gelince
aralarında adaletle hükmolunur, onlara hiç haksızlık edilmez.
Diyorlar ki: 'Doğru söylüyorsanız, bu bizi tehdit ettiğiniz azap ne zaman?'
diyorlar. De ki: 'Ben kendime dahi, Allah'ın dilediğinden başka,
ne bir zarar, ne de bir yarar verme gücüne sahip değilim. Her ümmetin
bir süresi vardır...' 'Sahiden o gerçek midir?' diye senden soruyorlar?
De ki: Evet, Rabbim hakkı için, o gerçektir. Siz onu önleyemezsiniz."
(Yûnus, 47-53) Aynı anlamı içeren başka birçok ayet vardır.
İnşaallah başka bir sureyi tefsir ederken bu hususta yeterli açıklamalarda
bulunacağız.
Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Oysa sen içlerinde
bulunduğu sürece Allah, onlara azap edecek değildir ve onlar istiğfar
ediyorlarken de Allah, onlara azap edecek değildir." (Enfâl, 33)
Buna göre, ayetten şu anlam çıkıyor: Onlar, üzerlerine melek indirilmesini
istiyorlar, ama biz onların bu isteklerine cevap vermeyeceğiz.
Çünkü eğer melek indirilecek olursa, işleri bitmiş olur ve artık bekletilmezler.
Oysa yüce Allah, onların bir süre bekletilmelerine hükmetmiştir.
Daldıkları hayatlarına bir süre daha dalsınlar, ta ki kendileri için
öngörülen gün gelip çatıncaya kadar. O gün istedikleri eksiksiz
yerine getirilecek ve Allah aralarında adalet ilkesine göre hükmedecektir.
Ayetin anlamının başka bir şekilde algılanması da mümkündür. Buna
göre onlar, üzerlerine bir meleğin indirilmesini, kendilerine azap
indirmesi için değil, Peygamberin sunduğu mesajın doğruluğuna işaret
olması için istemiş olabilirler. Bu ihtimale göre onlara verilen cevapla
söylenmek istenen de şudur: Üzerlerine melek de indirilse, yine
de içlerinde kökleşen alçak tıynetten ve büyüklük kompleksinden
dolayı inanmayacaklardır. O zaman da aralarında adalet ilkesi doğrultusunda
hüküm verilerek işleri bitirilecek ve kendilerine mühlet
verilmeyecektir. Onlarsa böyle bir şeyi istemezler.
İkincisi: Kendilerine bir melek indirilsin ve bu melek risalet yükünü
omuzlasın, Peygamber yerine o insanları Allah'a kulluk sunmaya davet
etsin veya bu melek Peygamberin yanında, tıpkı onun gibi bir elçi
olarak görev yapsın, Peygamberin davetinin ve peygamberliğinin tanığı
olsun, onu doğrulasın. Nitekim yüce Allah, bir ayette onların şu
sözlerini aktarmaktadır: "Dediler ki: Bu ne biçim elçi ki yemek yiyor,
çarşılarda geziyor?! Ona, kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek
indirilseydi ya!" (Furkan, 7)
Onlar bu sözleriyle, Allah tarafından elçi olarak
gönderilen bir kimsenin normal insanlar gibi davranamayacağını,
yemek yiyip çarşılarda dolaşarak rızk kazanmaya çalışamayacağını
demek istiyorlar. Onlara göre, Allah tarafından görevlendirilen
bir elçi, özel semavî bir yaşam sürdürmelidir, melekutî bir hayata sahip
olmalıdır. Maddî hayatın çabasıyla, meşakkatiyle ilgisi bulunmamalıdır.
Dolayısıyla davet ettiği mesajın gök menşeli oluşu, onun hayat
tarzıyla da belirginlik kazanmalıdır. Ya da onun yanında gökten
inen bir melek bulunmalı ve bu melek onunla birlikte uyarıcılık görevini
yapmalıdır. O zaman kimse, bu elçinin davetinin gerçekliği ve
peygamberliğinin hakkaniyeti hususunda kuşkuya düşmez.
İşte hemen sonrasında yer alan, "Eğer onu bir melek yapsaydık..."
ayetiyle onların bu önerilerine cevap veriliyor.
9) Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık ve onları
yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.
İfadenin orijinalinde geçen "lebs" sözcüğü, çirkinliğinden veya gerektirici
başka bir nedenden dolayı bir örtüyle bir şeyi örtmek demektir.
Bu sözcük "lubs" şeklinde telaffuz edildiğinde ise, hakkın üzerini
örtme anlamını ifade eder. Bana öyle geliyor ki, bu kullanımda istiare
esas alınmıştır ve aslında her iki telaffuzun anlamı birdir.
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "Lebis'es-sevbe= Giysiyi
giydi, demek, 'Onunla örtündü' demektir. 'Elbesehu gayrehu= Giysiyi
başkasına giydirdi.' ... 'el-Lubs' kelimesinin asıl anlamı, bir şeyi
örtmektir. Bu anlamda daha çok soyut kavramlar ile ilgili olarak kullanılır.
Meselâ, 'Lebiset aleyhi emruhu=İşi karışık oldu' derler. Yüce
Allah da şöyle buyuruyor: 'Onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.'
[En'âm, 9] 'Hakkı batıl ile karıştırmayın.' [Bakara, 42] 'Neden hakkı
batılla karıştırıyorsunuz?' [Âl-i İmrân, 71] 'İnananlar ve imanlarını bir
haksızlıkla bulamayanlar...' [En'âm, 82] Araplar, 'Fi'l-emri lebsetün=Bu
işte bir karışıklık var' derler." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada
sona erdi.)
Ayette geçen "yelbisûne" fiilinin mefulü zikredilmemiştir. Bundan
mefulün kapsayıcı bir anlam içerdiğini çıkarmak mümkündür. Buna
göre, ifadenin açılımı şöyle olur: Kâfirler, işi kendileri açısından içinden
çıkılmaz ve kuşkulu hâle getiriyorlar. Bu, onların hem kendi kendileri
için, hem de bazılarının diğer bazıları için meseleyi karışık hâle
getirmelerini kapsıyor.
Onların kendileri dışındaki insanlar için işi karışık ve içinden çıkılmaz
hâle getirmelerine gelince; kötü niyetli âlimlerin kendilerini izleyen
cahil insanların kafasını karıştırmak için hakkı batılla karıştırmalarını
veya tağutların kendilerine tâbi olan yurttaşlarını aldatabilmek için
hak ile batılı birbirine karıştırmalarını buna örnek gösterebiliriz. Meselâ,
yüce Allah'ın Firavun'dan aktardığı şu sözleri bunun bir örneğidir:
"Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim
değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, şu aşağılık, neredeyse
söz anlatamayacak durumda olan adamdan daha iyi değil miyim?
Üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında melekler de gelmeli
değil miydi? (Firavun böylece) kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun
eğdiler." (Zuhruf, 51-54) Şu sözleri de bunun bir başka örneğidir:
"Ben size, yalnız gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola
götürüyorum." (Mü'min, 29)
Onların kendi kendileri için işi anlaşılmaz, içinden çıkılmaz ve karmaşık
hâle getirmelerinin anlamına gelince; bunu da şöyle açıklayabiliriz:
Onlar, kendi zihinlerinde hakkı batıl, batılı da hak olarak düşünmüş
ve böylece batılı izlemeyi sürekli bir davranış hâline getirmişlerdir.
Çünkü insan, yüce Allah'ın insanların yaratılışlarına esas kıldığı
fıtrat yasası gereğince hak ile batılı birbirinden ayırabilmesine, bu fıtrat
yasası uyarınca hem sakınma duygusu, hem de günah işleme
içgüdüsü kendisine telkin edilmiş olmasına rağmen, kimi
durumlarda heva ve heves yönünü güçlendirebilir, şehvet ve gazap
ruhunu pekiştirebilir. Bunun sonucunda nefsinde hakka karşı
büyüklenme melekesi gelişir, gerçek karşısında büyüklük
En'âm Sûresi / 4-11 .................. 31
kesi gelişir, gerçek karşısında büyüklük kompleksine kapılma refleksini
edinir. Hak karşısında nefsi tepkisel bir tutum içine girer, kabuğuna
çekilir, kendi yaptıklarıyla gurur duyacak hâle gelir. Artık hakka
dönüp bak-maz, hak esaslı çağrıyı dinlemez olur. Bu aşamada kendi
amelleri kendisine süslü görünür, bile bile hakkı batılla karıştırır.
Nitekim
ulu Allah insanın içine düştüğü bu psikolojik tepkimeyi şu ifadelerle
dile getirir: "Keyfini tanrı edinen ve Allah'ın bilgiye rağmen
saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde
çektiği kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 23) "De ki: Size işleri bakımından
en çok ziyana uğrayacak olanları söyleyeyim mi? Dünya hayatında
bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan
kimseleri?" (Kehf, 103-104)
Böylece insanın bildiği hâlde, bir konuda sapıklığa düşmesinin nasıl
gerçekleştiği netlik kazanıyor. Dolayısıyla bu gibi durumlarda, insanın
kendisi açısından hakkı batıl ile karıştırmasını kendisini kaçınılmaz
bir zarara maruz bırakması şeklinde algılayıp da bunun mümkün olmadığını
söyleyemeyiz.
Kaldı ki, bizler kendi davranışlarımız üzerinde düşündüğümüzde, hareketlerimizi
analitik bir gözle irdelediğimizde, birçok kötü alışkanlıklarımız
olduğunu görür, bunların kötü olduğunu rahatlıkla kabul ederiz.
Fakat, bu alışkanlıkları terk etme yönünde bir adım atmayız; çünkü
bu gelenekler bizim düşünsel ve pratik yaşamımızda kök salmışlardır.
Bu, bilerek sapmaktan, hakkı batılla karıştırmaktan, mevhum
lezzetlerle zevk almaktan, nefsanî zevklere dalarak hak üzerinde sebat
göstermek ve hakka göre hareket etmekten geri kalmaktan
başka bir şey değildir. Yüce Allah, rızasına uygun davranabilmemizde
bizim yardımcımız olsun.
Her halükârda, "Eğer onu bir melek yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık."
ifadesi, onların uyarıcı olarak bir melek indirilmesi durumunda
kendilerinin ona inanacaklarına ilişkin önerilerine verilmiş bir
cevaptır.
Cevabın özü şudur: Dünya yurdu, serbest irade esasına dayalı seçimlerin
yapıldığı bir imtihan yurdudur. İnsanın bu dünyada gerçek mutluluğunu
elde etmesi, ancak serbest iradesiyle yapığı tercihleri izle-
mesi ve mutluluk yolunda kendisine yarar sağlayacak veya zarara
uğratacak şeyleri kazanması ile mümkündür. İnsan bu iki yoldan
hangisini kendisi için seçerse, Allah da onu o yolda yürütür.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz ona yolu gösterdik; o ya
şükreden olur, ya da nankörlük eden." (İnsân, 3) Burada, insana yolun
gösterilmesinden söz ediliyor. Gösterilen yolu izlemek veya ondan
kaçınmak, insanın kendi tercihine kalmıştır. Belli bir yolu izlemesi için
insana herhangi bir baskı uygulanmaz. Bilâkis, kendisi bir yol tutar,
kendi eker, sonra da ektiğini biçer. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında
görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir." (Necm, 39-41)
Buna göre, insan sadece kendi çalışmasının ürününe sahiptir. Eğer
çalışması hayırsa, yüce Allah ona bu hayrı gösterecektir. Şayet çalışması
şerre yönelikse, yüce Allah onu hakkında geçerli kılacaktır.
Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Kim ahiret ekinini isterse,
onun ekinini arttırırız; kim dünya ekinini isterse, ona da dünyadan bir
şey veririz; fakat onun ahirette bir nasibi olmaz." (Şûrâ, 20)
Dolayısıyla ilâhî davetin amacına ulaşması, ancak insanın serbest
seçimine bırakılması ve bu hususta insana hiçbir zorlama ve baskı
yapılmamasıyla mümkündür. Bu bakımdan ilâhî davetin taşıyıcısı resulün
bir insan olması kaçınılmazdır. Resul, insanlardan biri olarak
onların diliyle konuşmalı, onlar da itaat etmek suretiyle mutluluğu ya
da karşı çıkmak suretiyle mutsuzluğu kendi tercihleriyle seçmelidirler.
Bu nedenle de, yüce Allah, bunu yapacak güçte olduğu hâlde, insanları
bu daveti kabul etmek zorunda bırakacak semavî bir mucizeyle
onları buna zorlamaz. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Her hâlde sen, inanmıyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!
Dilesek onların üzerine gökten bir mucize indiririz de boyunları
ona eğilir." (Şuarâ, 3-4)
Dolayısıyla yüce Allah, insanlara bir meleği elçi olarak gönderseydi,
hikmeti gereği onu da kendileri gibi bir adam yapardı. Bu durumda
yine insanların bir kısmı serbest kazanımları sonucu kârlı çıkacak,
bir kısmı da hüsrana uğrayacaktır. Bu insanlar, hem kendileri için,
hem de izleyicileri için hakkı batılla karıştırıp, içinden çıkılmaz bir
En'âm Sûresi / 4-11 .................. 33
hâle getirecekler. Tıpkı insan kökenli bir elçi gönderildiğinde hakkı
batılla karıştırıp kuşkuya düştükleri gibi. Böylece yine yüce Allah, onların
bu serbest seçimlerini geçerli kılıp düştükleri aynı kuşkuya düşürecektir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar eğilince, Allah da
kalplerini eğriltti." (Saff, 5)
Şu hâlde, bir meleğin elçi olarak gönderilmesi, insan kökenli bir elçinin
gönderilmesinden daha fazla yarar sağlayacak değildir. O hâlde,
artı bir yararı olmayacaksa, melek kökenli bir elçi göndermek gereksiz
bir davranış olur. Şu hâlde, kâfirlerin, "Ona bir melek indirilmeli
değil miydi?" şeklindeki sözleri, özel ve yeni bir faydası olmayan boş
bir işe yönelik bir istektir. Bu isteklerinin yerine getirilmesi durumunda
yine de umdukları yarar sağlanmayacaktır. "Eğer onu bir melek
yapsaydık, yine onu bir erkek yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya
düşürürdük." ifadesiyle anlatılmak istenen budur.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan birkaç husus açıklık kazanıyor: Birincisi: Elçinin melek olmasıyla erkek (insan) olması arasındaki
bağlantı, ilâhî hikmetin, ilâhî davet açısından insanın serbest iradeye
sahip olmasını gerektirdiği içindir. Çünkü eğer elçi melek olarak
gönderilse ve melek de semavî görünümüyle ortaya çıksa, gayb
âlemi görünür âleme dönüşmüş olacak ki, bu, serbest iradeyle, tercih
hakkıyla bağdaşmayan bir zorlamadır.
İkincisi: Ayet, sadece elçi olacak meleğin erkek yapılacağından söz
ediyor. Bu arada o melek, mahiyet değiştirerek insan mahiyetine mi
dönüşecek -ki bazı araştırmacılar bunun imkânsızlığından söz ediyorlar-
yoksa, Ruh'un normal bir insan kılığında Meryem'e görünmesi
veya saygın meleklerin İbrahim Peygamber'e ve Lut Peygamber'e iki
insan konuk kılığında görünmeleri gibi, insan kılığına mı girecek,
bundan söz etmiyor.
Meleklerden söz eden ayetlerin büyük bir kısmı, iki şıktan ikincisini
destekleyici mahiyettedir. Bununla beraber, "Eğer dileseydik, sizden,
şu dünyada yerinize geçen melekler yapardık." (Zuhruf, 60) ayeti birinci
şıkkı destekleyici bir içerikten yoksun sayılmaz. Aslında bu konu
uzundur. Dolayısıyla başka bir yerde detaylı bilgiler elde edilebilir.
Üçüncüsü: "ve onları yine içine düştükleri kuşkuya düşürürdük." ifadesi,
"Onlar eğilince, Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5) ayetini çağrıştırmaktadır.
Burada, onların kendileri için sapmayı istemelerinden
sonra yüce Allah'ın onları saptırmasından söz ediliyor. Yoksa, onlardan
bir talep olmaksızın saptırma şeklinde bir durum, ulu Allah'ın
şanına yakışmaz.
Dördüncüsü: Ayette geçen "yelbisûne" fiilinin mahzuf olan mefulü,
kâfirlerin hem kendileri için, hem de başkaları için işi karıştırmalarını;
hem kendilerini, hem de başkalarını kuşkuya düşürmelerini kapsamaktadır.
Beşincisi: Ayet, içeriği itibariyle onları susturmaya yönelik bir delil
mahiyetindedir. Şöyle ki, eğer onlara elçi olarak bir melek indirilseydi,
bu kendilerine bir yarar sağlamayacaktı, şaşkınlıklarının kalkması
yönünde bir işe yaramayacaktı. Çünkü böyle bir durumda yüce Allah,
o meleği bir insan kılığında gönderecekti, tıpkı insan kökenli elçi gibi.
Onlar yine, bu melek kökenli elçi karşısında hakkı batıla karıştıracak,
kuşkuya düşeceklerdi. Hâlbuki onlar, böyle bir öneri ortaya atmakla,
bir erkek görünümünde olan bu insan kökenli elçiden kurtulmayı,
böylece kuşkularının yakine dönüşmesini istemekteydiler. İndirilecek
olan melek de aynı niteliklere sahip bir erkek görünümünde olacaksa,
-ki öyle olması kaçınılmazdır- artık bunun onlara ne faydası olacak
ki?!
Altıncısı: Erkekleri ve kadınları birden kapsayan "onu bir insan yapardık"
şeklindeki bir ifade yerine, sadece erkekleri kapsayan "onu
bir erkek yapardık..." şeklinde bir ifadenin kullanılması -bazılarının da
söylediği gibi- resullerin ancak erkeklerden olabileceklerine yönelik
bir işaret içermektedir. Ayrıca bu ifade, bazılarının söylediği gibi, meleğin
mahiyetinin insan mahiyetine dönüşmesinin söz konusu olmadığına,
sadece insan suretine sokulmasından söz edildiğine yönelik
de bir işaret barındırmaktadır.
Tefsir bilginlerinin büyük bir çoğunluğu, ayeti yorumlarken bundan
maksadın şu olduğunu söylemişlerdir: "Onlar, maddî dünya ile içli
dışlı olmalarından dolayı, meleği orijinal görünümüyle görmeye güç
yetiremeyeceklerinden, onlara elçi olarak bir melek gönderilecek ol
En'âm Sûresi / 4-11 .................. 35
sa, onun normal bir insan görünümünde karşılarına çıkması gerekecektir.
Dolayısıyla, insan kökenli bir elçi gönderilmesinden dolayı, içine
düştükleri kuşku ve zihin karışıklığı, insan görünümündeki melek
kökenli bir elçinin gönderilmiş olması durumunda da ortaya çıkacaktır.
Bundan hiçbir yararları olmayacaktır."
Ancak, "Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur."
(Furkan, 22) ayetini esas alarak, sıradan insanların melekleri orijinal
görünümleriyle göremeyeceklerini kabul etsek de, söz konusu tefsir
bilginlerinin bu tarz değerlendirmeleri, cevabın yönelik olduğu hedefle
bağdaşmamaktadır.
Çünkü eğer melekleri orijinal şekilleriyle görmek insan için imkânsız
bir durum olsaydı, insan fertlerinin durumları bu hususta değişmezdi;
bazıları için caiz, bazıları içinse muhal bir şey olmazdı. Oysa
hem Şiî, hem de Sünnî kaynaklarda yer alan rivayetlerde, Peygamber
efendimizin (s.a.a) Cebrail'i iki kere orijinal görünümüyle gördüğü
belirtilir. Bu durumda, yüce Allah, peygamberlerini melekleri
görmeleri için desteklediği gibi, sıradan insanları da bu hususta güçlendirebilir,
onların da melekleri görüp onlara inanmalarını sağlayabilir.
İlâhî hikmet açısından, insanları inanmaya zorlama sakıncası
dışında, bunun herhangi bir sakıncası yoktur. Oysa daha önce de belirttiğimiz
gibi ayette, böyle bir sakıncaya meydan vermemek için o
meleğin bir erkek yapılacağından söz ediliyor.
Ayrıca, melekleri âdemoğullarının görünümünde görmek, zorunlu olarak
onların melek olduklarından kuşku duymayı gerektirmez. Yüce
Allah, Hz. İbrahim ve Hz. Lut'un melekleri âdemoğulları kılığında gördüklerini,
meleklerin kendilerini onlara tanıttıklarını ve onların da
melekler hakkında kuşkuya düşmediklerini haber vermektedir.
Yine
Hz. Meryem'in Ruh'u gördüğü, Ruh'un kendisini tanıtması üzerine
onun hakkında herhangi bir kuşkuya düşmediği, tereddüt geçirmediği
haber veriliyor. Normal insanlar da neden melekleri bu şekilde görüp,
onları tanımasınlar ve onların melek olduklarına ilişkin olarak
kesin bir inanca ulaşmasınlar? Ne var ki, bunun tek sakıncası, bütün
insanların nefislerinin İbrahim, Lut ve Meryem'in nefsi gibi olması, içgüdülerinin
ve fıtratlarının silinip tertemiz ve kutsal nefislere dönüş-
mesidir. Böyle bir şey ise, insanları inanmaya zorlama sakıncasını
gündeme getirir. Zorlama ise, imtihanın konusunu ortadan kaldırır,
imtihana mahal bırakmaz. Oysa, yukarıda da vurguladığımız gibi, ayetin
temel amacı, bu tür bir sakıncayı ortadan kaldırmaktır.
10-11) Senden önce de peygamberlerle alay edildi...
Ayetin orijinalinde geçen "hâka" fiilinin kökü olan "el-hayk", ârız olmak
ve isabet etmek anlamını ifade eder. Ragıp İsfahanî el-Müfredat
adlı eserinde şunları söyler: "Bir görüşe göre, 'hâka' fiilinin aslı
'hakka' dır. Sonra bu sözcük 'hâka'ya dönüşmüştür. 'Zelle'nin 'zâle'ye
dönüşmesi gibi. Nitekim, 'Fe ezellehum'eş-şeytanu' ifadesi, 'Feezâlehuma...'
şeklinde de okunmuştur. 'Zemmehu' ve 'zâmehu' sözcükleri
arasında da benzeri bir ilişki vardır." (el-Müfredat'tan alınan
alıntı sona erdi.)
Onların peygamberlerle alay etmeleri, kendilerini uyardıkları ve başlarına
gelmesinden korkuttukları azabı alaya almaları şeklinde gerçekleşiyordu.
Ama çok geçmeden alaya aldıkları azap, kendilerini
çepeçevre sarıverdi. [Bu son iki ayetten] ilk ayette, Peygamberimizin
(s.a.a) gönlünün hoş tutulmasının yanı sıra müşriklerin de uyarılmaları
amaçlanıyor. İkinci ayette ise, olup bitenlerden ibret alınması, olumlu
derslerin çıkarılması yönünde bir emir yöneltiliyor.
En'âm Sûresi / 12-18 ................ 37
EN'ÂM SURESİ (Tamamı:1-165)
AYETLERİN MEÂLİ
12- De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır."
O, rahmeti kendi üstüne yazdı. Sizi, elbette varlığında şüphe olmayan
kıyamet gününde toplayacaktır. Kendilerini ziyan edenler, işte onlar
inanmazlar.
13- Gece ve gündüzde barınan her şey, O'nundur. O, işitendir, bilendir.
14- De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi
beslenmeyen Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" De ki: "Bana, İslâm'ı
kabul edenlerin ilki olmam emredildi ve 'Sakın ortak koşanlardan
olma!' (denildi.)"
15- De ki: "Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından
korkarım."
16- "O gün kimden (azap) geri çevrilirse, gerçekten (Allah) ona
rahmetmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur."
17- Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek
yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, O, her şeye kadirdir.
18- Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir. O, hikmet sahibidir, her
şeyden haberdardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Tevhit ve ahiret günü hakkında müşriklerle tartışmayı hedefleyen bir
ayetler grubu. İlk iki ayet, ahiret gününe ilişkin somut kanıt içiriyor.
Geriye kalan beş ayette ise, tevhit, yani Allah'ın tek ve ortaksız ilâh
oluşu işleniyor. İleride değineceğimiz gibi, buna ilişkin olarak iki açıdan
somut kanıtlar sunuluyor.
12) De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır."
Ahiret günüyle ilgili somut kanıt sunulmaya başlanıyor. Kanıtın özü
şudur: Allah, göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir. Onlar üzerinde
dilediği gibi tasarrufta bulunma yetkisine ve gücüne sahiptir.
Bu arada, yüce Allah'ın rahmet sıfatının altı çiziliyor. Rahmetin anlamı
ise, her ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek, her şeyi lâyığına ulaştırmak,
her şeye lâyığını bahşetmektir. Kullarının bir kısmı, bu arada
insan, sonsuz bir hayat sürdürmeye elverişlidir, sonsuz hayatta
mutlu olmasını sağlayacak donanıma sahiptir. Bu nedenle yüce Allah,
egemenliğinin, sahipliğinin ve rahmetinin gereği olarak muhakkak
ki onlar üzerinde bir tasarrufta bulunacak, onları toplanma yerine
(mahşere) sürerek, herkese hak ettiğini, lâyığını verecektir.
Bu bakımdan, "De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?'..." ifadesi,
kanıtın önermelerinden birini, "O, rahmeti kendi üstüne yazdı." ifadesi
de, başka birini içermektedir. "Gece ve gündüzde barınan her şey
O'nundur..." ifadesi de, kanıtın bir parçası olarak üçüncü bir önermeyi
oluşturmaktadır.
"De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?'..." ifadesiyle, Peygamberimize
(s.a.a), göklere ve yere kimin malik olduğunu, kimin hiçbir engelle
karşılaşmadan onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunduğunu
sorması emrediliyor. Hiç kuşkusuz tüm bu yetkileri tekelinde
bulunduran, yüce Allah'tır. Çünkü O'nun dışındakiler, hatta müşrikler
tarafından ilâh oldukları ileri sürülen putlar ve heykeller dahi, diğer
varlıklar gibi yaratılmışlardır. Onlar da diğer varlıklar gibi, varoluşları
itibariyle gelip yüce Allah'a dayanırlar. Demek ki, göklerde ve yerde
bulunan her şeyin sahibi yüce Allah'tır.
Sorulan sualin cevabı, hem soruyu soranın, hem de soruya muhatap
olanların yanında bilinen, açık ve hasmın da ikrar ettiği bir şey olduğundan,
cevabın hasım tarafından ve kendi ağzıyla verilmesine gerek
duyulmamıştır. Bunun yerine, Peygamber efendimizden (s.a.a) cevabı
kendisinin vermesi istenmiştir. Bununla, onların vereceği cevabı beklemeden
kanıtın tamamlanması amaçlanmıştır.
Tartışma esnasında karşı tarafa soru yöneltip cevabını da kendi vermek,
kanıtlama alanında etkileyici ve parlak söz söyleme (bedî') sanatının
etkin örneklerinden biridir. Meselâ; birine nimet veren ve bu
bağışı nankörlükle karşılanan kişi, nimet verdiği kimseye sorar: "Seni
yediren kimdir? İçiren kim, giydiren kim? Benim. Sana bunları ben
yapıyorum. Sense bana nankörlük ederek karşılık veriyorsun!"
Kısacası, bu soru ve cevapla, yüce Allah'ın her şeyin mutlak maliki ve
sahibi olduğu vurgulanıyor. Dolayısıyla O, her şey üzerinde dilediği gibi
tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Dilediğini diriltme, dilediğine
rızk verme, dilediğini öldürme, dilediğini ölümünden sonra yeniden
diriltme hakkı O'nun tekelindedir. İşin inceliği, ölüm, gaip olma, düzensizlik
vs. gibi hiçbir engel, bütün bunları yapmasına engel olamaz.
Bununla, kanıtın önermelerinden biri tamamlanıyor. Bunu, "O, rahmeti
kendi üstüne yazdı." önermesi izliyor.
O, rahmeti kendi üstüne yazdı. Sizi, elbette varlığında şüp-he olmayan
kıyamet gününde toplayacaktır. Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar.
Yazmak, ispat etme ve kesin bir hükme bağlama anlamını ifade ediyor.
Hak edene nimeti vermek ve lâyık olana mutluluğu ulaştırmak
demek olan rahmet, O'nun fiilî sıfatlarından olduğuna göre, bu sıfatın
yüce Allah'ın yazma eylemine konu olması doğrudur. Bunun anlamı
şudur: O, lâyık olanlara rahmet etmeyi, nimetler bahşetmeyi, hayırlar
indirmeyi kendisine farz ve gerekli kılmıştır.
Bunun gibi, eylemin yazmaya veya benzeri bir fiile konu olmasının
bir örneğini de şu ayette görebiliriz: "Allah, elbette ben ve elçilerim
galip geleceğiz, diye yazdı." (Mücâdele, 21) Veya şu ayette: "Göğün ve
yerin Rabbine andolsun ki o, (sabit bir) gerçektir." (Zâriyât, 23) Fakat
yüce Allah'ın hayat, ilim ve kudret gibi zatî sıfatlarını yazma ve benzeri
bir fiilin konusu yapmak doğru olmaz. Sözgelimi: "O, hayatı, ilmi
ve kudreti kendi üstüne yazdı." denilemez.
Daha önce de söylendiği gibi, yüce Allah'ın rahmeti kendi üzerine yazması,
gerekli kılması, insanlara yönelik nimetini tamamlamasını
gerektirmektedir. Bu da, söz ve eylemlerinin eksiksiz karşılığını vermek
üzere onları kıyamet gününde bir araya toplamakla mümkün
olabilir. Ki bunun sonucunda müminler büyük kurtuluşa erişmenin
sevincini yaşasınlar, diğerleri de büyük hüsrana uğramanın derin hüznünü
tatsınlar.
Kanıtın bir sonucu gibi, aşağıdaki değerlendirme cümlesine yer verilmesi
de bunu vurgulamaya dönüktür: "Sizi, elbette varlığında şüphe
olmayan kıyamet gününde toplayacaktır." Bu ifadeyle, yukarıda
sunulan kanıt, en etkili söylemlerden biriyle pekiştiriliyor. Bu amaçla,
ifadenin orijinalinde, yemin edatı olarak "lâm" ve "tekit nunu"nun
yanı sıra, "şüphe olmayan" ifadesi kullanılmıştır.
Ardından o günde müminlerin kârlı çıkacaklarına, buna karşın diğer
insanların ziyana uğrayacaklarına işaret ediliyor: "Kendilerini ziyan
edenler, işte onlar inanmazlar."
Tefsirini sunduğumuz bu ayette, kıyamet gününe ilişkin olarak ortaya
konulan kanıt, aşağıdaki ayetlerde bu konuyla ilgili olarak ortaya
konulan iki kanıttan ayrıdır: "Göğü, yeri ve o ikisi arasındakileri boş
yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin zannıdır. Ateşten vay hâllerine
o nankörlerin. Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk
yapanlar gibi mi kılacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar
gibi mi kılacağız?" (Sâd, 27-28)
Bu iki ayette, ahiretle ilgili kanıt,
yüce Allah'ın fiilinin boşuna olmayacağı, tam tersine her fiilinin
bir amacının olduğu esasına dayandırılıyor. Öbür yandan müminle
kâfiri, muttakiyle günahkârı bir tutmanın, yüce Allah'a yakışmayan
bir zulüm olacağı vurgulanıyor. Oysa bunlar, dünya hayatında kesin
olarak birbirlerinden ayrılmazlar. Bu bakımdan bunların mutluluk ve
mutsuzluk bağlamında kesin olarak birbirlerinden ayrılacakları başka
bir hayatın olması kaçınılmazdır. Bu ise, tefsirini sunduğumuz
ayette rahmet yöntemini kullanarak hedefe varmayı esas alan kanıtlama
yönteminden farklı bir yöntem görünümündedir.
13) Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur. O, işitendir, bilendir.
Gece ve gündüzde barınmak, tabiat âlemi dediğimiz doğal ortamda
yer almak anlamında kullanılmıştır. Sözünü ettiğimiz bu ortam, gece
ve gündüz fenomenleriyle belirginlik kazanmaktadır. Bunlara egemen
olan ilâhî düzen, ışık kaynağı güneşin yansıttığı aydınlığa bağlı
olarak cereyan etmektedir. Yakınlık, uzaklık, çokluk, azlık, hazır olma,
gaip olma, yönler vs. gibi durumlar, hep bu ışık bağlamında kendi-
ni gösterir.
Şu hâlde, gece ve gündüz bir evrensel beşik konumundadır; bütün
genel unsurlar ve bunların türevleri bu beşikte eğitilerek, bunların her
bir parçası, her bir ferdi kendisi için öngörülen hedefe yöneltilir; ruhen
ve bedenen olgunlaşması için öngörülen yola girmesi sağlanır.
Genel ve özel anlamda barınağın, o barınakta ikamet edenin oluşumu
üzerinde tam etkinliği vardır. Örneğin, herhangi bir yerde ikamet
eden bir insan, rızkını temin etmek için orada dolaşır, orada yetişen
hububattan, meyvelerden ve hayvan türlerinden yararlanır, suyundan
içer, havasını teneffüs eder, çevrenin oluşumuna katkıda bulunur,
kendisi de bu çevreden etkilenir. Vücudunun her bir parçası da kendisi
için öngörülen çerçeve dahilinde gelişir. Aynı şekilde, gece ve
gündüz de, kendilerinde barınan varlıkların oluşumu üzerinde genel
anlamda tam etkinlik gösterirler.
Gece ve gündüzde barınan varlıklardan biri olan insan da, Allah'ın iradesi
doğrultusunda, basit ve bileşik unsurların özel bir program dahilinde
bir araya gelmeleri sonucu varoluşunu gerçekleştirir. Onun
varlığı, oluş ve kalış bakımından düşünsel bilinç ve iradeye dayalı hayatla
belirginlik kazanır. Bu düşünsel bilinç ve irade de, sahip olduğu
birtakım içsel ve duygusal güçlerden kaynaklanır. Bu içsel ve duygusal
güçler, ona yararları cezp etmeyi, zararları defetmeyi telkin eder,
onu dil aracılığıyla anlaşma, insanlar arası ilişkilerde yasalara, kanunlara
ve geleneklere uyma, güzellik, çirkinlik, adalet, zulüm, itaat,
isyan, sevap, ceza ve af gibi konularda genel görüşlere ve inançlara
saygılı olma esasına dayalı toplumsal bir yaşama çağırır.
Gece ve gündüzün ve bunların içinde barınan varlıkların yaratıcısı, onların
var edicisi yüce Allah olduğuna göre, gece ve gündüzde barınan
varlıkların sahibi de O'dur. Şu hâlde, gece ve gündüzün, bunlarda barınan
herkesin ve her şeyin, bunlara bağlı olarak meydana gelen olayların,
eylemlerin ve sözlerin gerçek sahibi ulu Allah'tır. Bunlara egemen
olan akıl almaz genişlikteki evrensel yasalar sistemi de O'nun
eseridir. O, seslerden ve işaretlerden oluşan sözlerimizi işitir, güzellik,
çirkinlik, adalet, zulüm, iyilik, kötülük nitelikli fiil ve amellerimizi,
bunlara bağlı olarak nefislerimizin kazandığı mutluluk ve mutsuzluğu
bilir.
Bunları bilmemesi mümkün mü? Oysa her şey O'nun mülkünde ve
iznine bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Kaldı ki bu tür şeyler, yani güzellik,
çirkinlik, adalet, zulüm, itaat ve isyan gibi kavramlar, aynı şekilde
zihinsel anlamlara delâlet eden diller, bilgi ortamının dışında gerçeklikleri
olmayan birtakım bilimsel şeylerdir. Bu yüzdendir ki tarafımızdan
sergilenen bir fiilin güzel, çirkin, itaat veya isyan olarak nitelendirilmesi
ya da yine tarafımızdan telaffuz edilen seslerin söz olarak adlandırılması,
ancak bunları bilmemiz ve amaçlarını kavramamızla
mümkün olmaktadır.
Bu nedenle, bir kimsenin, kendiliğinde bilimsel olan bir şeye, bilimsellik
yönüyle sahip olup sonra da ona cahil olması, onu bilmemesi
mümkün müdür? (İyi düşünün!)
Yüce Allah, şu uçsuz bucaksız evreni, bu evrende yer alan basit ve bileşik
unsurları, akıllara durgunluk veren düzeniyle meydana getirmiştir.
Sonra bizleri var etmiş, gece ve gündüzde barındırmıştır. Ardından
çoğalmamızı sağlamış, aramızda sosyal bir düzen yürürlüğe koymuştur.
Bunu izleyen süreçte dilleri meydana getirmemize imkân vermiştir.
Yasalar edinmemizi ve bu yasalara göre hareket etmemizi sağlamıştır.
Bizi ve diğer sebepleri adım adım izlemekte, faaliyetlerimizi
kontrol etmektedir. Bizi ve diğer sebepleri an be an gece ve gündüz
ortamlarından geçirmektedir. Havsalamıza sığmayacak yoğunluktaki
olayları peş peşe objeler dünyasına sevk etmektedir.
İçimizden biri konuştuğu zaman anlamın kalbine yerleşmesi, O'nun
ilham etmesiyledir. Sözcüklerin dilinde telaffuz edilmesi, O'nun öğretmesi
iledir. Muhatabına sözünü duyurması, O'nun duyurması iledir.
Anlamın muhatabın zihnine intikal etmesi, O'nun koruması iledir.
Düşünme yeteneğinin duyduklarını anlaması, O'nun öğretmesi iledir.
Muhatabın konuşmacı tarafından iletilen sözleri algılaması, O'nun
yöneltmesi iledir. Algıladığı anlamı kabul veya redde kalkışması, O'-
nun yönlendirmesi iledir. Hiç kimsenin sayamayacağı onca gelişmelerin
tüm aşamalarında yöneten, sürükleyen, yol gösteren, koruyan
ve denetleyen, O'dur. Bütün bunlar karşısında şunu söylemekten
başka çaremiz yoktur: Yüce Allah işitendir, bilendir. Üç kişinin gizli
konuştuğu yerde dördüncüsü O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde
altıncısı O'dur. Bundan az veya çok, nerede olurlarsa olsunlar, O, onlarla
beraberdir. Sonra, kıyamet günü yaptıklarını onlara haber verecektir.
O, her şeyi bilir.
Aynı şekilde içimizden biri iyi veya kötü nitelikli bir iş yaptığında yüce
Allah onu bilir. Çünkü o, bir baba ve bir anneden doğmuştur. Onlar
onu serbest iradenin denetimi altında doğurmuşlardır. Bu çocuk anne
ve babasına ulaşıncaya kadar çeşitli aşamalardan geçmiştir. Uzun
bir yol katetmiş, etkin sebeplerin sulbünden, edilgen nedenlerin
rahminden geçerek yüce Allah'ın bildiği evrelerden süzüp gelmiştir.
Yüce Allah onu iradesiyle bir kucaktan öbürüne intikal ettirmiştir. -
Yeryüzü O'nun elinin içindedir, gökleriyse sağ eliyle tutmuştur.- Nihayet,
serbest iradesini kullanacağı menzile inmiştir. Bütün bu aşamalarda
yüce Allah onunla beraber olmuştur. Derken insan objeler dünyasının
ufuklarından belirmiş, gece ve gündüz barınağında yerini almıştır.
Sonra da evrenin bir parçası olarak onun diğer parçalarından
etkilenmeye başlamıştır. Bu süreçlerin tümünde yüce Allah onu görür,
bilgisiyle onu kuşatır. Böyle bir varlıktan ulu Allah'ın haberdar
olmaması mümkün müdür?! Yaratan bilmez mi?! O latiftir, haberdardır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki: "O, işitendir,
bilendir." ifadesi, "Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur." önermesinin
bir sonucu konumundadır.
Gerçi işitme ve bilme, yüce Allah'ın zatî sıfatlarından sayılırlar. Zatî sıfatlarsa
O'nun zatından ayrı değildirler, O'nun dışındaki herhangi bir
olguyla ilintili olarak algılanmazlar. Fakat bilmenin, aynı şekilde işitme
ve görmenin bir türü de vardır ki, zatın dışında olan fiilî sıfatlardan
sayılır. Bu tür bilme ve işitme, kutsal zatın dışındaki bir olguyla ilintili
olarak gerçekleşmektedir. Tıpkı yaratılan, beslenen, yaşayan ve
ölen birinin varlığıyla ilintili olarak gündeme gelen yaratma, besleme,
yaşatma ve öldürme sıfatları gibi.
Varlıklar özleri ve tözleri itibariyle yüce Allah'ın mülkü ve O'nun
tarafından kuşatılmışlardır. Dolayısıyla bunların sesler türünden
olanı, O'nun işitmesinin; ışıklar ve renkler türünden olanı, O'nun
görmesinin ve hepsi de, türü ne olursa olsun, O'nun bilmesinin
kuşatması altındadır. İşte bu tür bir bilme, O'nun fiilî sıfatlarından
dadır. İşte bu tür bir bilme, O'nun fiilî sıfatlarından sayılır. Bu tür bir
sıfat, söz konusu fiilin O'nun tarafından gerçekleştirildiği anda gerçekleşir,
ondan önce değil. Önceden olmayıp sonra gerçekleşen bu
tür sıfatların ispatı, O'nun kutsal ve münezzeh zatında değişiklik yaşandığı
anlamına gelmez. Çünkü bu sıfatlar, fiil bağlamından öteye
geçmezler, zatın dünyasına girmezler. Bu bakımdan, bilmeyi sahip
olmanın bir sonucu gibi gösteren ayet, fiil bağlamındaki bilmeyi kanıtlama
sadedindedir. Bunu anlamaya çalış.
"Gece ve gündüzde barınan her şey, O'nundur..." ifadesi, önceki ayette
açıklanan kanıtın önermelerinden biri konumundadır. Çünkü, "De
ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki: 'Allah'ındır.' O, rahmeti
kendi üstüne yazdı." ayetiyle, ahiret gününe ilişkin kanıt ortaya konulmuş
olsa da, basit ve ilkel anlayışlar, yüce Allah'ın varlıklara sahip
oluşunun onları bilmesini ve sesler gibi işitilenler türünden olanlarını
işitmesini gerektirdiğini kavramayabilirler.
Bu nedenle, gökler ve yerin sahibi olduğu tekrar vurgulanıp, işitme ve
bilme sıfatları buna bina edilerek bu hususa dikkat çekilmiş, "Gece
ve gündüzde barınan her şey, O'nundur. O, işitendir, bilendir."
buyurulmuştur. Dikkat edilirse, "Gece ve gündüzde barınan her şey,
O'nundur." ifadesi, "Göklerde ve yerde olanlar O'nundur." anlamını ifade
etmektedir. Bu bakımdan söz konusu ayet, önceki ayette ileri
sürülen kanıtın bütünleyici önermesi konumundadır.
Anlamının gerçek boyutlarını hakkıyla açıklayamamamıza ve açıklanamayacak
olmasına karşın, bu ayet Kur'ân'ın en ince anlamlı ayetlerinden
biridir. Son derece ince işaretler ve kanıtlar içermektedir.
Mantıksal dokusu ise, erişilmez bir görkemliliğe sahiptir.
14) De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi
beslenmeyen Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" De ki: "Bana, İslâm'ı
kabul edenlerin ilki olmam emredildi..."
Yüce Allah'ın birliğini ve ortaksızlığını kanıtlamanın başlangıcı konumundaki
bir ifadedir.
Putperestliğin ve insanların puta tapmaya başlamalarının tarihini incelediğimiz
zaman şu sonuca varıyoruz: İnsanların böyle bir duruma
düşmelerinin, düzmece ilâhlara boyun eğmelerinin iki nedeni vardır:
Birincisi: İnsanlar, kendilerini hayatı sürdürme, yemek yeme, giyinme,
barınma, evlenme, evlât edinme ve bir akrabalar topluluğu içinde
yaşama gibi birçok sebebe muhtaç olma durumuyla karşı karşıya
bulmuşlardır. Bu ihtiyaçların en önemlisi ise, hiç kuşkusuz beslenmedir.
Basit bir gözlemle, insanın beslenmeye olan ihtiyacının sair
şeylere olan ihtiyacından çok daha fazla olduğu fark edilir. İnsanlar,
basit gözlemleri sonucu, bu ihtiyaçların her birinin bir sebeple bağlantılı
olduğunu fark etmişlerdir. Kendilerince, bu sebeplerin söz konusu
ihtiyaçlarını giderme erdeminde bulunarak kendilerini bu ihtiyaçtan
kurtardığı kanısına varmışlardır. Göğün yağmur yağdırıp hayvanları
için meraların ve çayırların yeşermesine, kendilerine bolluk
getirmesine yol açan sebep, ovaları ve dağları yöneten sebep, sevgi
ve kaynaşma duygularını harekete geçiren sebep veya denizleri ve
onlar üzerinde yüzen gemileri idare eden sebep gibi.
Daha sonra, insanlar, güçlerinin tek başına bu tür zorunlu ihtiyaçları
gidermeye yetmediğinin farkına varmışlardır. Bunun sonucunda, ihtiyaçlarıyla
bağlantılı sebebe boyun eğeme ve onu tapılan bir ilâh edinme
durumunda kalmışlardır.
İkincisi: İnsanlar, birtakım olayların açık hedefi olduklarını gözlemlemişlerdir.
Basit ve yalın bir gözlemle, insanın birçok zorlukla, bunlardan
kaynaklanan kötülüklerle, genel ve korkunç felâketlerle kuşatıldığını,
üstelik bunlara karşı koyacak gücünün bulunmadığını fark
etmişlerdir. Sel, deprem, kasırga, kıtlık ve veba gibi felâketleri buna
örnek vermek mümkündür. Cüz'î ama sayısız başka sıkıntı ve belâlar,
hastalıklar, açlıklar, sakatlıklar, yoksulluklar, kısırlıklar, düşman saldırıları,
çekememezlik, dedikodular gibi. Sonra, bunların birtakım sebeplerinin
olduğunu, onların bu musibetleri üzerlerine gönderdiklerini
düşünmüşler. Bunları ortaya çıkaranın, hayatlarını zehir edenin bu
sebepler olduğuna inanmışlar.
Bunları, türlerin tanrıları, yıldızların ve
gökcisimlerinin ruhları gibi yüce varlıklar olarak algılamışlar. Ve bunların
öfkesinden ve azaplarından korktukları için onları tanrılar edinmiş,
kulluk sunmaya başlamışlar. Sundukları kullukla onları yatıştırmayı,
boyun eğmeleriyle onları hoşnut etmeyi ummuşlar. Böylece kö-
tülüklerinden, hayatlarını altüst eden felâketlerinden kurtulmuş olacaklarını
sanmışlar.
"De ki: '...Allah'tan başkasını mı veli edineyim?'..." ayeti ile birlikte,
ondan sonra gelen ayetlerde, müşriklerin puta tapma gerekçelerinin
her ikisi de aynen kendi aleyhlerine kanıt olarak kullanılıyor. Yani,
gerekçe esasında kabul ediliyor, gerçek olduğu belirtiliyor, ancak
böyle bir gerekçenin Allah'a kulluk sunmayı gerektirdiği, O'nu her türlü
uyduruk ortaklardan tenzih etmeyi lâzım kıldığı vurgulanıyor.
Dolayısıyla, "De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat
beslenmeyen Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" ayeti, birinci tarz
yaklaşımla sunulan gerekçeye yönelik bir işaret mahiyetindedir. Birinci
tarz yaklaşım, ümit yaklaşımı, nimet bahşeden ilâha nimet bahşettiği
için kulluk sunma yaklaşımıdır. Bu yaklaşımda, nimetlerine
teşekkür olarak kulluk sunulur ve sunulan bu kulluk nimetlerin artmasına
sebep olur.
Yüce Allah, Peygamberine, bir soru zımnında şu gerçeği onlara açıklamasını
emrediyor: Velinimet, nimetlerin bahşedicisi, yalnızca Allah'-
tır. İnsanların ve diğer canlıların yararlandıkları bu nimetler Allah'tan
gelmektedir. Çünkü başkasının kendisine rızk vermesine ihtiyacı olmayan
rızk verici O'dur. O besleyendir, fakat beslenen değildir. Bunun
kanıtı da O'nun gökleri ve yeri yoktan var etmesi, varlıkları yokluk karanlığından
varlık aydınlığına çıkarması, onlara varolma ve gerçekleşme
nimetini bahşetmesi, sonra varlıklarını sürdürmeleri için onlara
ancak kendisinin sayısını bildiği nimetler bahşetmesidir. Bunlar
arasında insanları ve diğer canlıları beslemesi de yer alır.
Şu hâlde,
insanların ve diğer canlıların varlıklarını sürdürmelerini sağlayan bu
nimetler, bu nimetleri gerçekleşme ortamına süren sebepler, hepsi
ve hepsi, O'nun yaratması ve var etmesiyle var olmuşlardır. Bütün
sebepler ve sonuçlar, O'nun yaratmasının eseridir.
Dolayısıyla, insanlar nazarındaki en büyük göstergesi beslenme olan
rızk, sonuç itibariyle yüce Allah'a gelip dayanır. Şu hâlde insanın sadece
Allah'a kulluk sunması gerekir. Çünkü, başkasının kendisini
beslemesine ihtiyacı olmaksızın bizi besleyen O'dur.
Yaptığımız bu açıklamalardan şu hususlar belirginlik kazanıyor:
Birincisi: "Allah'tan başkasını mı veli edineyim?" ifadesinde kulluk
sunma ve ilâh edinme eylemi, veli edinme şeklinde ifade edilmiştir.
Bunun nedeni, kanıtın, yüce Allah'ın besleme şeklinde insanlara nimet
bahşedişinin vurgulanışı esasına dayalı olarak sunulmuş olmasıdır.
İkincisi: İfadenin, "Gökleri ve yeri yoktan var eden" cümlesiyle
ilintilendirilmesi de, besleme eyleminin sırf O'nunla sınırlandırılmasının
nedenini açıklamaya dönüktür. Nitekim daha önce bu husus üzerinde
durduk. "...fakat kendisi beslenmeyen..." ara cümleciğinden de
bu sonucu algılayabiliriz. Çünkü bu cümlecikle, İsa ve diğerleri gibi ilâh
edinilen kimselerin beslenmeye ya da bunun yerine geçebilecek
başka bir desteğe ihtiyaçlarının bulunduğu vurgulanıyor.
"Gökleri ve yeri yoktan var eden" ifadesinin kanıtın içinde yer almasından,
diğer iki yöntemden daha üst bir konumda olan başka bir
yönteme işaret edildiği sonucuna da varabiliriz. Şöyle ki: Yüce Allah,
şu âlemin var edicisidir. Her şey, sonuç itibariyle, O'nun yoktan ver
edişine gelip dayanır. O hâlde sadece O'na boyun eğmek gerekir.
Bu yöntemin diğerlerine oranla daha üst bir konumda olmasının gerekçesine
gelince; bundan önce işaret edilen iki yöntem, yüce Allah-
'ın tek mabut olduğu sonucunu veriyor olmasına rağmen, içinde bir
eksikliği de barındırıyor. Çünkü bu iki yöntem, Allah'a kulluk sunma
zorunluluğunu, O'nun nimetinde gözü olmaya veya azabından korkmaya
dayandırıyor. Dolayısıyla bu iki yaklaşımda, bizzat istenen, nimetin
celbi veya azabın def'idir, sırf yüce Allah değil. Ama bu yöntemde,
yüce Allah'a, Allah olduğu için kulluk sunulması gerektiği anlayışı
esas alınıyor.
Üçüncüsü: Yüce Allah'ın birçok nimeti arasında özellikle besleme nimetinin
zikredilmesinin gerekçesine gelince; beslenme, ilk sade bakışta,
yaşayan insanın ve diğer canlıların en belirgin ihtiyacıdır.
Ardından yüce Allah, kanıtı bütünüyle ortaya sunduktan sonra, Peygamberi'ne
(s.a.a), bu aklî kanıtı pekiştirecek bir hususu da onlara
açıklamasını emrediyor. Yüce Allah'ın, vahiy yoluyla kendisine, ilâh
edinmeyi aklın öngördüğü şekilde gerçekleştirmesini, yani tek ve ortaksız
Allah'ı ilâh edinmesini emrettiğini ve bu konuda müşriklerin
yolunu izlemesini kesin olarak yasakladığını bildirmesini istiyor, "De
ki: Bana, İslâm'ı kabul edenlerin (Allah'a teslim olanların) ilki olmam
emredildi ve 'Sakın ortak koşanlardan olma!' (denildi.)" buyurarak.
Geride açıklanması gereken iki nokta kalıyor:
Birincisi: "İslâm'ı kabul edenlerin ilki..." ifadesiyle kastedilen, e-ğer,
aranızda ilk Müslüman olan kimse ise, bu açık bir gerçektir. Çünkü
Peygamber efendimiz (s.a.a) ümmetinden önce Müslüman olmuştur.
Ancak eğer, ifadenin mutlak oluşundan da anlaşılacağı gibi, herhangi
bir kayıtlandırma olmaksızın, onun Müslüman olanların ilki olması
kastedilmişse, o zaman Peygamberimizin bu bağlamdaki ilkliği, zaman
açısından değil, derece açısından söz konusu olur.
İkincisi: Ayetlerin akışında sunulan kanıtın sonucu, bir tür boyun eğeme
ve teslim olma demek olan kulluk olduğundan, böyle bir bağlamda
İslâm sözcüğünün kullanılması, iman sözcüğünün kullanılmasından
daha isabetli bir seçimdir. Çünkü İslâm sözcüğünde kulluk anlamına,
yani boyun eğeme olgusuna yönelik bir işaret vardır.
15) De ki: "Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından
korkarım."
Burada, daha önce işaret ettiğimiz gibi, müşriklerin birtakım düzmece
ilâhlar edinmelerinin ikinci gerekçesine göndermede bulunuluyor.
Onların asılsız sanılarına göre, edindikleri bu düzmece ilâhlara kulluk
sunmaları, onları üzerlerine öfke ve gazaplarını indirmekten ya-na
güvencede kılıyordu.
Buna karşın yüce Allah, azap türleri içinde en fazla korkulmayı hak
eden kıyamet azabını, göklerin ve yerin ağırlığına dayanamadığı o
korkunç azabı esas alarak karşı kanıtını sunuyor. Nitekim ilk kanıt
çerçevesinde de, ilk bakışta nimet bazında insanın en fazla muhtaç
olduğu bir şey, yani beslenme gereksinimi esas alınmıştı.
Önceki ayette Peygamberimize (s.a.a) yönelik şirk yasağını ifade eden
"Sakın ortak koşanlardan olma!" ifadesine bir işaret olarak, "Eğer
Rabbime ortak koşarsam" şeklindeki bir ifade yerine, "Eğer
Rabbime karşı gelirsem" buyuruluyor. Bu ifade değişikliğiyle anlatılmak
istenen şey şudur: Büyük günün azabından yana güvencede olabilmek
için yalnızca Allah'a kulluk sunmak, aklın da gerekli ve zoEn'âm
runlu gördüğü bir gerçektir. Aklın gösterdiği bu gerçeği, Rabbim tarafından
bana iletilen vahiy de desteklemektedir.
Bu açıdan, bu ayetle önceki ayet, önce aklî kanıtı ortaya sürüp, ardından
ilâhî vahiyle bunu pekiştirmek bakımından benzerlik göstermektedirler.
Verilmek istenen mesaj gayet açıktır. Kuşkusuz bu, Kur'-
ân'ın öz ve çarpıcı ifade tarzının hayret uyandırıcı bir özelliğidir. Böylesine
geniş ve çok boyutlu bir anlam, sadece "ortak koşarsam" ifadesi
yerine, "karşı gelirsem" ifadesi kullanılarak insanların dikkatine
sunulmuştur.
16) O gün kimden (azap) çevrilirse, gerçekten (Allah) ona
rahmetmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.
Ayetin ifade ettiği anlam açıktır. Bu anlamıyla ayet, önceki ayette
sunulan kanıtı bütünleyici özelliktedir. Çünkü ilk bakışta önceki ayette
şöyle bir durumla karşılaşıyoruz: Peygamber efendimiz (s.a.a),
kendisi açısından tevhit inancının zorunluluğuna yönelik bir kanıt
ortaya koyuyor, yüce Allah'ın kendisini şirkten nehyettiğini bildiriyor.
Buna göre, onun ahiret azabından korunabilmesi için Allah'ı birlemesi
gerekiyor.
Bu nedenle, gerçekleri görmekten yana gaflet içinde olan ve meseleleri
iyice irdeleyemeyen kimseler, Peygambere (s.a.a) şöyle bir
yanıt verebilirler: Senin de iddia ettiğin gibi şirk yasağı sırf sana
yönelik olduğuna göre, bu, korkunun, dolayısıyla Allah'ı birleme zorunluluğunun
da sırf sana özgü olmasını gerektirir. Şu hâlde, sunduğun
kanıt, senden başkası açısından şirki
olmusuzlamamaktadır. Bu bakımdan sunduğun kanıt, yalnızca seni
bağlar, başkalarını bağ-lamaz."
Buna karşın, "O gün kimden (azap) çevrilirse, gerçekten (Allah) ona
rahmetmiştir." buyurularak azabın herkese yönelik olduğu, herkesi
kuşattığı, ancak Allah'ın rahmetiyle ondan kurtulabilineceği vurgulanıyor.
Şu hâlde her insanın, kendisi açısından böyle bir günün
azabından korkması gerekmektedir. Tıpkı Peygamberimizin böyle
bir günün azabından korktuğu gibi. Bu demektir ki, kanıt geneldir,
herkesle ilgili olarak ortaya konmuştur, sırf Peygamberimize özgü
değildir.
17) Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek
yoktur. Ve eğer sana bir hayır dokundurursa, O, her şeye kadirdir.
Önceki ayetlerde sunulan iki kanıtta, insanların umdukları şeylerden
biri olan beslenme ile, korktukları şeylerden biri olan kıyamet gününün
azabı örnek alınmış ve açıklama bununla tamamlanmıştı. Yüce
Allah'ın insanlara dokundurduğu başka zarar ve yarar türlerine değinilmemişti.
Oysa tümü, yüce Allah'tandır.
Bu nedenle, bu ayette, kıyamet gününün azabından başka, yüce Allah'ın
insanlara dokundurduğu ve giderilmesi için sadece yüce Allah-
'a yönelmesi gereken başka zarar türlerinin de olduğu açık bir ifadeyle
ortaya konuyor. Aynı şekilde, yüce Allah tarafından insanlara bahşedilen
başka hayırların da olduğu ve Allah'ın bu lütuflarını onlardan
geri çevirecek, bunları onlara bahşetmesini engelleyecek kimsenin
olmadığı, çünkü O'nun her şeye gücü yettiği, hayır beklentisi ve umudunun
yalnızca yüce Allah'ın kulluk sunulan ilâh edinilmesini gerektirdiği
vurgulanıyor.
Ancak, hâlâ bazıları şöyle bir vehme kapılabilirler: Yüce Allah'ın insanlara
bir zarar veya bir hayır dokundurması, sadece O'nun kulluk
sunulan bir ilâh edinilmesini gerektirmektedir. Hasım da bunu inkâr
etmemektedir.1 Fakat O'nun kulluk sunulan tek ilâh edinilmesini,
ilâhlık ve mabutluğun O'na özgü kılınmasını gerektirmemektedir.
Çünkü müşrikler, ilâh edindikleri şeylere aracı sebepler, güçlü şefaatçiler
olarak bakarlardı. Onların evrende hayır ve şer yönünde etkinliklerinin
olduğuna inanırlardı. Bu bakımdan da, insanların onların
kötülüklerinden korunmak ve iyiliklerinden yararlanmak için onlara
ibadet etmeleri, kulluk sunmaları gerekmektedir.
1- Putperestlerin havas tabakası, yüce Allah'ın, kulların kendisine yönelmesi imkânsız
olan sınırsız bir varlık olduğuna dayanarak O'na ibadet edilmesini caiz görüyorlardıysa
da, avam tabakası, yüce Allah'ı diğer ilâhların yanında bir ilâh olarak görebiliyorlar,
bu bakış açısıyla O'na ibadet edebiliyorlardı. Nitekim Arap müşriklerinin
hac sırasındaki telbiyelerinden de bunu anlamak mümkündür. Onlar, şu şekilde
telbiye getiriyorlardı: "Emrine icabet ettim. Senin ortağın yoktur. Bir ortak dışında.
Ki sen ona maliksin, onun da kendi mülkü var."
Bu vehmi, yüce Allah şu ifadelerle defediyor: O, kullarının üstünde
mutlak galiptir. Kullarından hiç kimse, bu gücün üstüne çıkamaz. Onlar,
bu gücün ezici etkisi altındadırlar. Amelleri ve amellerinin etkileri
de bu gücün etkisi altındadır. O'nun izni olmadan hayır ya da şer nitelikli
bir amel işleyemezler. Hiçbir konuda kesinlikle bağımsız hareket
edemezler. Kendileri açısından bir zarar veya yarar ya da başka bir
şey sahibi olamazlar. Onlardan meydana gelen hayır ya da şer nitelikli
her etkinlik, Allah'ın emrine, iradesine ve iznine dayanır. Kutsal zatına
yaraşacak şekilde O'na nispet edilir.
Dolayısıyla, iki ayet birlikte, bir tek anlamı tamamlamaktadır. Buna
göre, insana hayır veya şer olarak dokunan her şey, zatına yaraşacak
bir tarzda Allah'tan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, yüce Allah, kulluk
sunulması gereken tek ilâh, tek mabuttur. O'ndan başka ilâh,
O'ndan başka mabut yoktur.
"Eğer... dokundurursa..." ve "Ve eğer... dokundurursa..." ifadelerinde,
hayır ve zararın bir kimseye ulaşması, "dokunma" tabiriyle dile getirilmiştir.
Bu tabir, işin önemsizliğini vurgulamaya yöneliktir. Bununla
demek isteniyor ki, insana ulaşan zarar veya hayır, oldukça az bir
şeydir. Hiçbir şeyin karşısında duramayacağı, hiçbir sınırlı mahlukun
dayanamayacağı, tahammül edemeyeceği sonsuz güç açısından sözünü
etmeye bile değmez.
Hayırdan söz edilirken, "O, her şeye kadirdir." ifadesine yer verilmiş
olması, "Hiçbir engel O'nu engelleyemez." şeklindeki bir mesajı vermeye
yöneliktir. Bununla, yüce Allah'ın akla gelebilecek her türlü zarara
kadir olduğu gibi, akla gelebilecek her türlü hayra da kadir olduğu
vurgulanmak isteniyor. Böylece, "onu O'ndan başka giderecek
yoktur." sözünün gerekçesi de anlaşılıyor. Çünkü eğer O'nun dokundurduğu
zararı, O'ndan başka giderecek biri olsaydı, bu O'nun kudretini
olumsuzlayan bir husus olurdu. Aynı şekilde, her şeye yönelik
kudreti, hiçbir şeyin, O'nun dokundurduğu hayrı engellemeye de gücü
yetmemesini gerektirir.
Zarar ve hayır adına dokundurulan şeyin Peygamberimize (s.a.a) özgü
olarak zikredilmesi de, "De ki: Eğer Rabbime karşı gelirsem, büyük
günün azabından korkarım." ifadesindeki özgü kılmaya benze-
mektedir. Aynı şekilde, "Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir."
cümlesi de, "O gün kimden (azap) çevrilirse, gerçekten (Allah) ona
rahmetmiştir." cümlesinin ifade ettiği genellemeyi vurgular mahiyettedir.
18) O, kullarının üstünde mutlak galiptir. O, hikmet sahibidir, her şeyden
haberdardır.
Ayetin orijinalinde geçen "kahir" kelimesinin kökeni olan "kahr"
sözcüğü, bir tür galibiyeti ifade eder. Bu galibiyet, bir şeyin bir şeye
üstün gelmesi, baskın çıkması şeklinde kendini gösterir. Buna göre,
doğaları itibariyle veya başka bir şekilde etkileri birbiriyle çelişen
mağlup taraf kendi etkisini yitirip galip tarafın etkisini kabullenmek
zorunda kalır. Sözgelimi, su ateşe üstünlük sağlarsa, onu sönmek
zorunda bırakır. Buna karşın ateş de suya üstün gelirse, onu
buharlaşmak, ıslaklığını yitirip kurumak zorunda bırakır.
Yüce
Allah'ın etkin kıldığı evrensel sebepler de, müsebbeplerini etkileyerek
olayların mey-dana gelmesi için öngörülen araçlar konumunda
olduklarına göre, bu sebepler ne olursa olsun, yüce Allah'ın kendileri
hakkında ve kendilerinden istediği şey hususunda O'nun iradesine
boyun eğmek zorundadırlar. Bu nedenle, bütün sebepler, yüce
Allah'ın gücü ve iradesi karşısında makhur ve mağlup, O ise, her
şeyin üstünde galip ve kahirdir.
Dolayısıyla "Kahir" ismi, yüce Allah için olduğu gibi, başkaları için de
kullanılabilen bir isimdir. Ancak Allah'ın kahir olmasıyla başkalarının
kahir olması arasında bir fark vardır. Şöyle ki, yüce Allah'ın dışındaki
varlıkların bir kısmı, diğer bir kısmını baskı altında tutarak bir şeye
zorlayabilirse de, varlıklarının mertebesi ve oluşlarının derecesi açısından
aynı düzeydedirler. Sözgelimi, ateş odunu yanıp alevlenme zorunda
bırakır. Ama her ikisi de doğal varlıktır; sadece birisinin gerektirdiği,
doğal olarak diğerinin gerektirdiğinden farklıdır. Bu farklılık
bağlamında ateş odundan daha güçlü olduğu için, odunun kendisini
etkilemesine oranla, o odunu daha çok etkiler, üzerinde etkisini göstererek
ona üstünlük sağlar.
Ancak yüce Allah'ın kahirliği, ateşin oduna üstünlük sağlayıp etkinliği
altına alması gibi değildir. O, mutlak üstünlük ve kuşatıcılık anlamın
da kahirdir, kahhardır. Örneğin, odun gibi bir cismi yakmayı, alevlendirmeyi
yüce Allah'a izafe ettiğimizde, bunun anlamı şudur: Yüce Allah,
ona bahşettiği sınırlı varlık bağlamında onun üzerinde kahirdir,
zorlayıcı güce sahiptir. Ona verdiği ve kendi eliyle (kudretiyle) içine
yerleştirdiği özellikler ve nitelikler bağlamında onun üzerinde kahirdir,
zorlayıcı güce sahiptir. Onu yakması için tutuşturduğu ateş bağlamında
onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir. Çünkü ateşin
kendisinin ve sahip olduğu bütün özelliklerin ve etkinliklerin sahibi
O'dur. Ve odunun direncini kesmek ve onun yerine yanma özelliğini
vermek bağlamında onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir.
Bu yüzden, O'nun iradesi ve dilemesi karşısında odunun direnmesi,
baş kaldırması, serkeşlik etmesi veya benzeri bir tavır içinde olması
söz konusu olamaz. Çünkü oldukça yüce bir ufuktan gelen bir iradedir
bu.
O hâlde yüce Allah, kulları üzerinde kahir ve zorlayıcı güce sahiptir;
ama aynı zamanda onların üstündedir. O'nun zorlaması, birbirine
denk iki şeyden birinin diğerini bir şeye zorlaması gibi değildir. Kur'-
ân, sonucu itibariyle bu konuyu en çarpıcı şekilde dile getirmiş ve bu
surede bu niteliği yüce Allah'ın ismi olarak iki yerde zikretmiştir. Biri
tefsirini sunduğumuz bu ayette, diğeri ise 61. ayette.
Her iki yerde de "kullarının üstünde" kaydı getirilmiştir. Kaynaklarda,
"galebe" sözcüğünün aksine, "kahr" sözcüğünün daha çok zorlanan
varlıkların akıl sahibi olmaları durumunda kullanıldığı yönünde bir
gözlem vardır. Bu yüzden Ragıp, bu kelimeyi, boyun eğdirme şeklinde
açıklamıştır. Boyun eğmenin, akıl sahibi varlıklarla ilgili daha anlaşılır
bir nitelik olduğu açıktır. Ama bu, gerçek anlamda veya mecaz olarak
akıl sahibi olmayan varlıklar için de kullanılmasına engel teşkil
etmez.
Allah, kullarının üstünde kahir ve zorlayıcı güce sahiptir. Onlara zarar
ve hayır dokundurur, iradesi karşısında onlara boyun eğdirir. Kullarının
yaptıkları işler, bıraktıkları etkiler açısından da onların üstünde
kahir ve zorlayıcı güce sahiptir. Çünkü, kullarına temlik ettiği şeylerin
maliki O'dur, kullarını kadir kıldığı şeylere kadir olan O'dur.
Başka varlıklara da izafe edilebilecek zarar ve hayır dokundurma işi,
bu iki ayette yüce Allah'a izafe edildiği için, bu bağlamda O'nun konumunun
diğer varlıkların konumundan ayırt edilmesinin gereği duyulmuş
ve ayetin sonunda, "O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır."
buyurulmuştur. O, hikmet sahibidir; yaptıklarını boşuna ve iş
olsun diye yapmaz, her yaptığı yerindedir. Her şeyden haberdardır;
başkaları gibi yanılmaz, yanlış yapmaz.
19- De ki: "Şahitlik bakımından hangi şey en büyüktür?" De ki: "Benimle
sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla
sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım. Siz, gerçekten Allah ile beraber
başka tanrılar olduğuna şahitlik ediyor musunuz?!" De ki: "Ben
şahitlik etmem." De ki: "O, ancak bir tek tanrıdır ve ben sizin ortak
koştuğunuz şeylerden uzağım."
20- Kendilerine kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi onu tanırlar.
Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu ayetler grubunda, Allah'ın tek ve ortaksız ilâh oluşu vahiy yoluyla
kanıtlanıyor. Çünkü ilâhın tekliği ve şirkin bu tek ilâh açısından olumsuzlanması,
akıl açısından çeşitli yöntemlerle varılacak bir sonuç olsa
da, bunu içinde en ufak bir kuşku bulunmayan vahiy yoluyla da
kanıtlamanın herhangi bir sakıncası yoktur. Amaç, yüce Allah'ın tek
ve ortaksız ilâh olduğunu kesin bir bilgi olarak zihinlere yerleştirmektir.
Bu amaca, muhataplarına meydan okuyan Kur'ân gibi, ilâhî bir
vahiy olduğu hususunda en ufak bir kuşku bulunmayan vahiy yoluyla
ulaşılıyorsa, buna dayanmanın hiçbir sakıncası olmaz.
19) De ki: "Şahitlik bakımından hangi şey en büyüktür?" De ki: "Benimle
sizin aranızda Allah şahittir."
Burada yüce Allah, şahitlik bakımından en büyük şeyin hangi şey olduğunu
sormasını emrediyor. Şahitlik, görmek ve benzeri bir yöntemle
olayı somut olarak algılamak ve daha sonra, algılanan şeyi haber
verme ve benzeri bir yöntemle iletmek demektir. Açıktır ki, algılama
ve iletme -özellikle de algılama- algılayanların algılama gücüne, algılanan
olayın açıklık derecesine ve iletenin beyan gücüne göre değişir,
farklık arz eder. Bu farklılık bazen fahiş derecelere varır.
Örneğin; yanılma, unutma veya gaflet etme illeti bulunan bir algılayan
ile, duyduğunu ve gördüğünü olduğu gibi algılayan ve öylece koruyan
kimse bir olamaz. Ayık insanla sarhoş insan aynı olamaz. Bir
işin uzmanı ve deneyimlisi ile, o işten haberi olmayan yabancı biri de
aynı kefeye konulamaz.
Mesele bundan ibaret olduğuna göre, yüce Allah'ın şahitlik bakımından
herkesten ve her şeyden daha büyük olduğundan kuşku duyulmaz.
Çünkü büyük-küçük her şeyi, O meydana getirmiştir. Her iş
ve her şey sonuç itibariyle gelip O'na dayanır. O, her şeyi kuşatmıştır.
O, her şeyle beraberdir. Göklerde ve yerde bulunan zerre kadar, bundan
daha küçük veya daha büyük hiçbir şey O'nun bilgisinin kapsamının
dışına çıkmaz. Hiçbir şeyi şaşırmaz, hiçbir şeyi unutmaz.
Mesele en ufak bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açık ve ortada
olduğu için, "De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki: Allah-
'ındır." (En'âm, 12) ayetinde veya "De ki: 'Yeryüzü ve onda bulunanlar
kimindir?' 'Allah'ındır.' diyecekler." (Mü'minûn, 84-85) ayetinde olduğu
gibi, "Şahitlik bakımından Allah en büyüktür." gibi bir cevaba gerek
duyulmamıştır.
Bununla beraber, "De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir." ifadesi,
böyle bir cevaba delâlet etmekte ve yerini doldurmaktadır. "Şahittir"
sözünün mahzuf bir müptedanın, yani Allah'a dönük bir zamirin
haberi olması da uzak bir ihtimal değildir. Bu durumda ifadeyi şöyle
açıklamak mümkündür: "De ki: Allah. O, benimle sizin aranızda şa
hittir." Böylece bu ifade, hem sorunun cevabını, hem de yeniden başlayan
ifadenin amacını içermiş olur.
"De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir." ifadesi, Peygamberimizin
(s.a.a) Allah'ın şahitliğini haber vermesini içermekle beraber, "De
ki" ifadesini de içerdiğinden dolayı, bizzat söz konusu şahitliği de yerine
getirmektedir. Çünkü yüce Allah'ın, Peygamberimize (s.a.a) yönelik
olarak peygamberliğine şahit olduğunu haber vermesine ilişkin
emri, zorunlu olarak bu şahitliği de ifade eder. Dolayısıyla burada,
Kur'ân-ı Kerim'in başka ayetlerinde olduğu gibi, onun peygamberliğine
ve Kur'ân'ın Allah katından indirilmiş bir vahiy olduğuna ilişkin olarak
sunulan ifadelere benzer ifadelere yer verme gereği duyulmamıştır.
Örneğin yüce Allah bazı ayetlerde şöyle buyurmaktadır: "Allah
biliyor ki, sen O'nun elçisisin." (Münâfikûn, 1) "Fakat Allah, sana indirdiğine
şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir." (Nisâ, 166) Bunun
gibi, şahitlik etme ifadesiyle veya başka bir ifadeyle bu hususa doğrudan
veya dolaylı olarak işaret eden birçok ayeti örnek vermek
mümkündür.
Yüce Allah'ın ayette işaret edilen şahitliğinin, "Benimle sizin aranızda"
ifadesiyle kayıtlandırılması, yüce Allah'ın iki hasım taraf, yani
Peygamberimizle (s.a.a) soydaşları arasında aracılık yaptığına delâlet
eder. Peygamberin onlardan ayrı düştüğü tek husus ise, peygamberlik
ve resulluk iddiasında bulunması, Kur'ân'ın Allah katından kendisine
indiğini söylemesidir. Ancak, daha sonra Kur'ân'ın vahiy yoluyla
kendisine indirildiği, "Bu Kur'ân bana vahyolundu." ifadesiyle belirtildiğine
göre, yüce Allah'ın onunla soydaşları arsında şahitlik yapmasından
maksat, onun peygamberliğine şahitlikte bulunmasıdır. Hemen
arkasında gelen ayette geçen şu ifade de bunu destekler mahiyettedir:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi
onu tanırlar." İnşaallah yeri gelince, bu ayet üzerinde duracağız.
"Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." Peygamber efendimizden (s.a.a) müşriklere söylemesi istenen sözlerin
bir bölümüdür bu. Ve "...Allah şahittir." sözüne atfedilmiştir. Peygamberlik
misyonunun insanlara yönelttiği çağrının korku boyutu e-
sas alınarak Kur'ân'ın iniş hedefinin uyarı olduğu belirtiliyor. Bu boyutun
ön plâna çıkarılması, genel olarak insanların zihinleri üzerinde
daha etkili olur. Çünkü umutlandırma ve ödül vaat etme yöntemi,
davetin iki boyutundan biri olsa da ve Kur'ân'da genel olarak bu yönteme
başvurulsa da, hayra yönelik umutlandırma, insanı zorunlu olarak
onu bulmaya yöneltici bir etki bırakmaz; sadece insanın içinde bir
arzu, bir iştiyak duygusu uyandırır. Buna karşın korkutma, daha etkili
ve harekete geçirici olur. Bunun nedeni de, muhtemel zararı önlemenin
aklen zorunlu oluşudur.
İkinci nedeni de, İslâm çağrısının fıtrat dinine yönelik oluşudur. Çünkü
bu din, insanların fıtratında gizlidir. Genellikle insanlar, bu dini şirk
ve günah gibi arızî olgularla örterler, belirginleşmesine engel olurlar.
Bu da onların mutsuz bir hayat sürdürmelerine ve ilâhî gazaba uğramalarına
neden olur. Dolayısıyla, bu duruma düşmüş insanların fıtrat
dinine davet edilmeleri aşamasında öncelikle uyarı boyutunun esas
alınması hikmetin bir gereğidir. Belki de, meselenin bu boyutundan
dolayı, Peygamberin (s.a.a) misyonu kimi ayetlerde uyarıcılıkla sınırlandırılmıştır:
"Sen, sadece bir uyarıcısın." (Fâtır, 23) "Ben, ancak apaçık
bir uyarıcıyım." (Ankebût, 50)
Bu, insanların büyük bir kısmı için geçerli olan bir yaklaşımdır. Allah-
'ın kulları arasında sayıları az olan özel bir gruba gelince; onlar, Allah-
'ı sevdikleri için O'na ibadet ederler, ateş korkusuyla veya cennet
umuduyla değil. Onlar, korku ve umut arası davetten başka bir şey
algılarlar. Onların anlayışında ateş, uzaklığın ve gazaba uğramışlığın
yurdudur. Bu yüzden ateşe girmekten korkarlar. Cennet ise, yakınlığın
ve hoşnutluğun yurdudur. Bu yüzden cenneti iştiyakla arzu ederler.
"Onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." ifadesi, bunun Mekke
müşriklerine veya Kureyşlilere ya da genel olarak Araplara yönelik bir
hitap olduğunu göstermektedir. Fakat, ifadenin akışı içinde, hitap
zamirinden "ulaştığı kimseler"e doğru bir geçiş yapılmış olması, -ki
ulaştığı kimselerden maksat, Peygamberimizle (s.a.a) yüz yüze konuşmayan,
onun yaşadığı dönemdeki insanlarla, vefatından sonraki
kimselerdir- gösteriyor ki, "onunla sizi... uyarayım" sözünde muhatap
alınanlardan maksat, Peygamberimizin (s.a.a) doğrudan konuşarak
davet ettiği kimselerdir. Bu bakımdan ayetin inişinden önce davet ettiği,
ya da ayetin inişi esnasında davet ettiği, yahut ayetin inişinden
sonra davet ettiği kimseler arasında herhangi bir fark yoktur.
Buna göre, "Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı
herkesi uyarayım." ifadesi, Peygamberimizin (s.a.a) davetinin, Kur'ân
aracılığıyla, onu kendisinden dinleyen veya kendisinden sonra kıyamet
gününe kadar başkalarından dinleyen herkese yönelik, evrensel
bir davet olduğunu gösterir. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Ayet;
Kur'ân'ın, inişinden kıyamet gününe kadar tüm insanlara Allah tarafından
sunulan bir kanıt ve hakkı söyleyen bir kitap olduğunu göstermektedir.
"Onunla sizi... uyarayım." denilmiş, buna karşın, "Onu okumakla sizi
uyarayım." denilmemiştir. Çünkü Kur'ân, lafzını duyan, anlamını bilen,
amaçlarını kavrayan veya lafzı kendisi için açıklanan, içeriğini
duyan kimseler için bir kanıttır. Çünkü bir kavme yazılan bir mektubun
mutlaka onların dilinde yazılmış olması zorunlu değildir. Bilâkis
önemli olan, söz konusu kavme kanıtın tamamlanmış olması ve ulaştırılmak
istenen mesajın onları kapsıyor olmasıdır. Nitekim Peygamber
efendimiz (s.a.a) Mısırlılara, Habeşistanlılara, Bizanslılara ve
İranlılara davet mektupları göndermiştir. Oysa bu kavimlerin hiçbirinin
dili Kur'ân dili değildi. Bu milletlerin iman etmesinden önce bazı
mensupları, Peygamberin hayatında ona iman etmişlerdi. Selman-ı
Farisî, Bilal-i Habeşî, Süheyb-i Rumî gibi. Bu arada İbranîce konuşan
bazı Yahudiler de Müslüman olmuşlardı. Bütün bunlar kuşku duyulmayan
tarihsel gerçeklerdir.
"Siz gerçekten Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik ediyor
musunuz?!" De ki: "Ben şahitlik etmem." De ki: "O, ancak bir tek tanrıdır ve
ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım."
Başta Allah'ın şahitliğinden söz edildi. Bu, Peygamberin gönderilmiş
bir elçi olduğuna ilişkin en büyük şahitlikti. O, Peygamberi, bütün insanları
tevhit dinine davet etmesi için göndermiştir. Bu bakımdan Allah'ın,
ulûhiyetinde ortağının olmadığına ilişkin şahitliğinden sonra,
bir kimse çıkıp da Allah ile beraber başka ilâhların bulunduğunu ileri
süremez. Bu nedenle yüce Allah, Peygamberine, olumsuzlayıcı ve
şaşkınlık belirtici bir tarzda şu soruyu sormasını emrediyor: "Onlar,
birçok tanrının varlığına inanıyorlar mı?!" Sorulan şeyin, tekit edatları
olan "en" ve "lâm" ile pekiştirilmiş olması da bunu gösterir. Âdeta, Allah'ın
şahitliği duyulduktan sonra, insanın içinin böyle bir iddiada bulunmayı
kabul etmeyeceği vurgulanır gibi.
Ardından yüce Allah, bu şahitlik hususunda onlardan farklı bir tutum
sergilemesini emrediyor. Onların yaptıkları şahitliği kendisinden uzaklaştırmasını,
olumsuzlamasını istiyor. "De ki: Ben şahitlik etmem."
buyuruyor. Yani, sizin yaptığınız şahitliği etmem. Bunu ayetin
akışıyla oluşan ortamın çağrıştırdığı anlamdan hareketle belirliyoruz.
Sonra şöyle buyuruyor: "De ki: O, ancak bir tek tanrıdır ve ben sizin
ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." Bu da, Allah'ın birliğine yönelik
bir şahitlik ve müşrikler tarafından iddia edilen düzmece ilâhlardan
berî oluşun ilânıdır.
20) Kendilerine kitap verdiklerimiz, oğullarını tanıdıkları gibi onu tanırlar.
Kendilerini ziyan edenler, işte onlar inanmazlar.
Burada, yüce Allah'ın Ehlikitab'a indirdiği kitapların kapsamında yaptığı
şahitlikten haber veriliyor. Ehlikitap bilginlerinin de yanlarındaki
kitaplardan hareketle Peygamberi tanıdıkları bildiriliyor. Çünkü önceki
peygamberler, Hz. Muhammed'i (s.a.a), birtakım özelliklerini zikrederek
kendi ümmetlerine müjdelemişlerdi. Ona ilişkin olarak zikrettikleri
sıfatların Peygamberimize ait olduğu, kuşku götürmeyen bir
gerçektir.
Dolayısıyla Ehlikitap, bildikleri sıfatları aracılığıyla Peygamberi tanımaktaydılar.
Tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyuruyor: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları
o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar." (A'râf, 157) Diğer bir ayette de
şöyle buyuruyor: "Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar,
kâfirlere karşı çetin, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onların
rükû ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün.
Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır. Bunlar, onların Tevrat'-
taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları ise şöyledir..." (Fetih, 29) "İs
railoğulları bilginlerinin onu bilmesi de, onlar için yeterli bir delil değil
mi?" (Şuarâ, 197)
Bu arada Ehlikitab'a mensup bazı bilginler, Peygamberimize ilişkin
müjdeleyici ifadeleri ve sıfatları gizliyor, ona inanmaya yanaşmıyorlardı.
Bundan dolayı yüce Allah, onların bu tutumlarından dolayı
hüsrana uğradıklarını bildirerek şöyle buyuruyor: "Kendilerini ziyan
edenler, işte onlar inanmazlar."
Bakara Suresi'nde yer alan benzeri ayeti (146. ayet) incelerken, mesele
üzerinde bir nebze durmuş ve orada ifadenin akışı içinde birinci
şahıstan üçüncü şahsa geçiş yapılmasının gerekçelerini açıklamıştık.
İnşaallah A'râf Suresi'nin 156. ayetini tefsir ederken bu konuya
daha detaylı açıklamalar getireceğiz.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Burhan'da İbn-i Babeveyh'den, o da kendi rivayet zinciriyle
Muhammed b. İsa b. Ubeyd'den şöyle rivayet eder:
"İmam Rıza (a.s) bana buyurdu ki: 'Biri sana, 'Bana Allah'tan haber
ver; O, bir şey midir, değil midir?' diye sorsa, ne cevap verirsin?' Dedim
ki: 'Yüce Allah, 'De ki: Şahitlik bakımından hangi şey en büyüktür?
De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir.' buyurmakla bir şey
olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla ben diyorum ki: O, bir şeydir; ama
başka şeyler gibi değildir. Çünkü O'nun açısından şeyliği olumsuzlamak,
O'nu olumsuzlamak, iptal etmek anlamına gelir.' İmam, bana
buyurdu ki: Doğru söyledin, hem de güzel açıkladın."
"Ardından İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: Tevhit açısından insanlar
üç mezhebe ayrılırlar: Biri olumsuzlama, biri teşbih, biri de teşbihsiz
olumlama. Olumsuzlama mezhebi caiz değildir. Teşbih mezhebi de
caiz değildir. Çünkü yüce Allah'a hiçbir şey benzemez. Doğrusu, üçüncü
mezhebin yaklaşımıdır: Teşbihsiz olumlama." [c.1, s.519]
Ben derim ki: Olumsuzlama mezhebinden maksat, sıfatların anlamlarını
yüce Allah'tan olumsuzlamaktır. Mutezile mezhebinin yaklaşımını
buna örnek gösterebiliriz. Olumlu sıfatların, karşıtlarının olumsuzlanması
şeklinde algılanması da bu anlama gelir. Örneğin, "Allah-
'ın kadir olmasının anlamı, O'nun âciz olmamasıdır. Âlim olmasının
anlamı, cahil olmamasıdır." demek gibi. Bu sözü söyleyenin maksadı,
sonuç itibariyle İmam'ın (a.s) zikrettiği üçüncü mezhebin yaklaşımına
dönen bir anlam olursa, o başka.
Teşbih mezhebinden maksat da, yüce Allah'ın başkalarına benzetilmesidir.
-Oysa benzeri hiçbir şey yoktur.- Yani bizdeki gibi, anlamları
sınırlı, başkalarından bu özellikleriyle ayrılan sıfatların, O'nun açısından
da olumlanması. O'nun kudretinin bizim kudretimiz, O'nun ilminin
bizim ilmimiz gibi olması yani. Eğer O'nun bizimkine benzer sıfatları
olursa, bizimkine benzer ihtiyaçları da olur. O zaman da "varlığı
zorunlu ilâh" olamaz. Allah bundan münezzehtir.
Teşbihsiz olumlamadan maksat da, O'nun için asıl anlamlarıyla bazı
sıfatların olumlanmasıdır. Bu arada bu sıfatlar açısından, mümkün
nitelikli varlıklarda rastlandığı türden sınırlandırıcı özelliklerin olumsuzlanması
gerekir. Yani sıfat olumlanmalı, ama sıfatın sınırlılığı olumsuzlanmalıdır.
Tefsir'ul-Kummî'de, Ebu'l-Carud'un İmam Bâkır'dan (a.s) aktardığı rivayette
şöyle deniyor: "De ki: 'Şahitlik bakımından hangi şey daha
büyüktür?' De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir." Mekke müşrikleri
dediler ki: "Ya Muhammed, Allah, senin dışında gönderecek
elçi bulamadı mı? Söylediğin şeyleri doğrulayacak birini bulabileceğini
tahmin etmiyoruz. -Bu konuşma Peygamberimizin Mekke'de onları
ilk davet ettiği günlerde geçiyor.- Senin hakkında Yahudi ve Hıristiyanlara
birtakım sorular sorduk. Dediklerine göre, senin hakkında
onların yanında herhangi bir bilgi yoktur. Öyleyse, senin Allah'ın elçisi
olduğuna şahitlik edecek birini getir." Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:
"Benimle sizin aranızda Allah şahittir." [c.1, s.195]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Bukeyr'den, o da Muhammed'den, o da İmam Bâkır'dan,
"Onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." ayetiyle ilgili olarak
şöyle rivayet edilir: "Ali, Kur'ân'ın ulaştığı kimselerdendir." [c.1,
s.356, h: 14]
Ben derim ki: Ayetin zahiri gösteriyor ki, "men belağa=ulaştığı kimse"
ifadesi, "liyunzirekum=sizi uyarayım" ifadesindeki "kum=siz" zamirine
matuftur. Bazı rivayetlerde ise, "ulaştığı kimse"den maksadın İmam
(Ali) olduğu belirtiliyor. Bu da "ulaştığı kimse" ifadesinin "sizi uyarayım"
ifadesinin takdir edilen failine atfedilmesini gerektirir. [Bu durumda
şöyle bir anlam ortaya çıkar: "Onunla ben ve onun ulaştığı
kimse, sizi uyaralım."] Ayetin zahiri ise, önceki yaklaşımı destekler
mahiyettedir.
Tefsir'ul-Burhan'da İbn-i Babeveyh'den, o da kendi rivayet zinciriyle
Yahya b. İmrân el-Halebî'den, o da babasından, o da İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet eder: İmam'a, "Bu Kur'ân bana vahyolun-du
ki, onula sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." soruldu. Buyurdu ki:
"Dünyadaki tüm dilleri konuşan insanları yani." [c.1, s.520, h: 6]
Ben derim ki: Böyle bir sonucun ayetten nasıl çıkarsanacağını daha
önce açıklamıştık.
Tefsir'ul-Menar'da, Ebu'ş-Şeyh'in Übey b. Kâb'dan şöyle rivayet ettiği
belirtilir: "Peygamberimizin huzuruna bazı esirler getirildi. Peygamberimiz
(s.a.a) onlara, 'Siz İslâm'a davet edildiniz mi?' diye sordu. 'Hayır.'
dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz onları serbest bıraktı ve
'Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım.'
ayetini okudu. Ardından şöyle buyurdu: Onları serbest bırakın.
Yerlerine güven içinde gitsinler. Çünkü onlar İslâm'a davet edilmiş
değildirler." [c.7, s.341]
Tefsir'ul-Kummî'de şöyle rivayet edilir: "Ömer b. Hattab, Abdullah b.
Selâm'a, 'Siz Muhammed'i kitaplarınızdaki sıfatlarından hareketle
tanıyabiliyor musunuz?' dedi. Abdullah b. Selâm dedi ki: 'Evet, Allah'a
andolsun ki, onu sizin aranızda gördüğümüz zaman yüce Allah'ın bize
bildirdiği sıfatlarla tanıyoruz. Tıpkı birimizin kendi oğlunu diğer çocuklarla
beraber gördüğü zaman tanıması gibi. İbn-i Selâm'ın yemin ettiği
zatın hakkı için, ben Muhammed'i kendi oğlumdan daha iyi tanıyorum.'"
[c.1, s.195]
21- Allah'a yalan uyduran ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha
zalim kimdir? Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler.
22- (Hatırla) o günü ki, onların hepsini toplarız, sonra (Allah'a) ortak
koşanlara, "Hani (Allah'a) ortak sandıklarınız nerede?" deriz.
23- Sonra onların, "Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz, ortak koşanlardan
değildik." demekten başka çareleri kalmaz.
24- Bak, nasıl kendilerine karşı yalan söylediler ve uydurdukları şeyler
kendilerinden kaybolup gitti!
25- İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu anlamalarına engel
olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık
koyduk. Onlar, her mucizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Nihayet
sana geldiklerinde de seninle tartışırlar; inkâr edenler, "Bu, eskilerin
masallarından başka bir şey değildir." derler.
26- Onlar, hem (insanları) ondan men ederler, hem de kendileri ondan
uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini helâk ediyorlar, ama
farkında değiller.
27- Onların, ateşin başında durdurulduklarında, "Keşke (dünyaya) geri
döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanla-masak ve inananlardan
olsak!" dediklerini bir görsen!
28- Hayır, daha önce gizlemekte oldukları onlara göründü! Geri döndürülseler,
yine men edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar, yalancıdırlar.
29- Onlar, "Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz diriltilecek
değiliz." dediler.
30- Onları, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında bir görsen!
(Rableri,) "Bu, gerçek değil mi?" der. "Andolsun Rabbi-mize gerçektir."
derler. "Öyleyse, inkâr ettiğinizden dolayı tadın azabı!" der.
31- Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten zi-yana uğradılar.
Nihayet kendilerine (kıyamet) saati ansızın gelip çatınca, günahlarını
sırtlarına yüklenmiş oldukları hâlde, "Onun (kıyametin)
hakkındaki ihmalkâr tutumumuzdan dolayı vah bize!" derler. Bakın,
yüklendikleri şeyler ne de kötüdür!
32- Dünya hayatı, bir oyun, bir eğlenceden başka bir şey değildir. Korunanlar
için elbette ahiret yurdu daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?!
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Burada, bir kez daha ayetlerin akışında esas alınan hitap şekline,
muhatap sıygasına dönüş yapılıyor. Peygamberimize (s.a.a) yönelinerek
müşriklerin, inanç ilkelerine yönelik haksız tutumları hatırlatılıyor.
Bu ilkeler tevhit, nübüvvet ve ahiret gününe imandır. Bu üç ilkeye,
"Allah'a yalan uydurandan... daha zalim kimdir?...", "İçlerinden
seni dinleyenler vardır..." ve "Onlar, 'Dünya hayatımızdan başka bir
hayat yoktur...' dediler." ayetleriyle işaret edilmiştir.
Sonra, onların bu tutumlarının en büyük zulüm olduğu, kendilerini bu
şekilde helâk ettikleri ve hüsrana uğrattıkları belirtiliyor. Ardından, bu
haksızlıkların kıyamet günü nasıl tekrar kendilerine geri döneceği,
karşılığını nasıl eksiksiz bir şekilde alacakları anlatılıyor. Orada, dünyada
kendi ağızlarıyla söyledikleri şeyleri inkâr edecekleri, bu arada
salih amellerde bulunmak üzere yeniden dünyaya dönmeyi arzulayacakları,
yüce Allah'ın huzurunda dünyada kaçırdıkları büyük fırsat için
hasretle iç geçirecekleri hatırlatılıyor.
21) Allah'a yalan uyduran ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha
zalim kimdir?
Zulüm, günahların en çirkinidir. Hatta ayrıntılı bir analiz yapılırsa, diğer
günahların da içlerinde zulüm unsurunu barındırdıkları oranda
çirkinleştikleri görülür. Zulüm; orta çizgiden, dengeden sapmak, çıkmak
demektir.
Zulüm, onu işleyen kişinin özellikleri açısından büyük veya küçük olabildiği
gibi, kendisine zulüm uygulanan veya uygulanmak istenen
kişinin durumu açısından da büyük veya küçük olabilir. Zulüm uygulanan
kişinin konumu yükseldikçe, ona yönelik zulüm de büyür, korkunçlaşır.
Allah'tan daha ulu, daha büyük kimse yoktur; yine O'na
delâlet eden ayetlerinden de daha önemli bir şey olamaz. Dolayısıyla,
bu kutsal varlığa veya bir şekilde bu varlıkla ilintili olan bir şeye
yönelik bir zulmü işleyen kimseden de daha zalim biri olamaz. Böyle
bir kimse, aslında sadece kendine zulmediyor olsa bile.
Yüce Allah, şu ifadeyle aklın bu tespitini doğrulamıştır: "Allah'a yalan
uyduran ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir?"
Allah'a yalan uydurmak, O'nun ortağının olduğunu ileri sürmek şeklinde
olur. Ki ortağı yoktur. Ya da yalan yere O'nun peygamberi olmayı
iddia etmek veya birinin kendi yanından uydurduğu bir hükmü, bir
yasayı O'na izafe etmesi şeklinde olur. O'na delâlet eden ayetleri yalanlamak
ise, doğru sözlü elçinin ilâhî ayetler (mucizeler) eşliğindeki
iddiasını yalanlamak ve hak dini inkâr etmek şeklinde olur. Yaratıcının
varlığını inkâr etmek de bu kapsama girer.
Bu ayet, müşriklerin durumlarıyla örtüşmektedir. İçerdiği kanıt da onlara
yöneliktir. Çünkü onlar, putlara ibadet ediyorlardı. Putların, yüce
Allah'ın ortakları olduğunu iddia ediyorlardı. Bunların evrensel olgular
bağlamında aracılar, şefaatçiler olduğunu söylüyorlardı. Onların iddialarına
göre, evrensel fenomenlerin idaresi bu aracı tanrıların elindeydi
ve bu bağlamda kendi başlarına hareket ediyorlardı. Bu, bir
yandan. Öte yandan da nübüvvete/peygamberlik misyonuna ve
ahiret gününe delâlet eden ayetleri inkâr etmeleri bakımından da bu
ayetin muhatapları konumundadırlar.
Bazıları, Peygamber efendimizin (s.a.a) veya onun soyundan gelen
masum imamların ya da ümmetinden saygın velilerin şefaat edeceklerine
inanan kimseleri de bu kapsama almış ve dünyevî ya da uhrevî
bir meseleyle ilgili olarak onlardan şefaat dilemeyi, bu ayetin ve konuyla
ilgili diğer ayetlerin işaret ettikleri şirk olarak nitelendirmişlerdir.
Fakat bu iddiayı ileri sürenler, yüce Allah'ın kendi izniyle kayıtlı olmak
üzere, dünya ve ahiret meseleleriyle ilgili olmak gibi herhangi bir sınırlandırma
getirmeden şefaat yapılabileceğini ifade ettiğini görmemişler
gibi.
Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İzni olmaksızın O'nun katında
şefaatte bulunacak kimdir?" (Bakara, 255) Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"O'ndan başka yalvardıkları şeyler, şefaat yetkisine sahip
değillerdir. Ancak bilgileri olarak hakka şahitlik edenler bunun dışın
dadır." (Zuhruf, 86) Burada, şefaatin, hakka şahitlik eden âlimlerin
hakkı olduğundan söz ediliyor. Hakka şahitlik eden âlimlerin kesin
olan fertleri, hiç kuşkusuz, peygamberler ve özellikle de bizim peygamberimizdir.
Çünkü yüce Allah, şu sözleriyle Peygamberimizin (s.a.a) şahitlik edeceğini dile getirmiştir:
"Seni de bunlara şahit getirdiğimiz za-man" (Nisâ, 41) Bir diğer ayette de
Peygamberimizin (s.a.a) bilgisine işaret etmiştir: "Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan
olarak indirdik." (Nahl, 89) "Onu Ruh'ul-Emin indirdi, senin kalbine." (Şuarâ, 193-
194) Her şeyin açıklamasını içeren bir kitabın, bu kitapla ilgili bilgiye
sahip olmayan birine indirilmesi akla sığar mı? Ya da yüce Allah'ın
onu şahit olarak göndermesine rağmen onun hakka şahitlik etmemesi
düşünülebilir mi?
Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ki insanlara şahitler olasınız."
(Bakara, 143) "Ve aranızdan bazı şahitler edinmesi için." (Âl-i İmrân,
140) "Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz, ama onları, âlimlerden
başkası düşünüp anlamaz." (Ankebût, 43) Bu ayetlerde İslâm ümmetinde
âlim şahitlerin olduğu belirtiliyor. Bu ise, ancak hakka şahitlik
etmekle mümkün olan bir durumdur.
Öte yandan yüce Allah, Peygamber efendimizin (s.a.a) Ehlibeyti hakkında
şöyle buyurmuştur: "Allah, ancak siz Ehlibeyt'ten her türlü kötülüğü
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzâb, 33) Burada Ehlibeyt'in,
Allah'ın temiz kılmasıyla temiz kılınan, arındırılan kimseler
olduklarından söz ediliyor.
Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "O,
elbette değerli bir Kur'ândır. Saklı bir kitaptadır. Ona temiz kılınanlardan
başkası dokunamaz." (Vâkıa, 77-79) Burada da yüce Allah, arındırılan,
temiz kılınan kimseleri, her şeyin açıklamasını içeren Kur'ân'ı bilenler olarak
nitelendirmiştir. Bu ümmetin içinden hakka şahitlik
edecek olanların kesin olanı, hiç kuşkusuz, bu arındırılmış, temiz
kılınmış kimselerdir.
Çünkü saçmalığın ve günahkârlığın hakka ulaşması
mümkün değildir. Tefsirimizin birinci cildinde şefaatin anlamıyla
ilgili olarak doyurucu bilgiler sunduk. Oraya bakabilirsiniz.
Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler.
Kurtuluş anlamına gelen "felâh", "fevz", "necah", "zafer" ve "saadet"
kelimeleri, birbirlerine yakın anlamlar ifade eden kavramlardır. Bu
yüzden Ragıp, "felâh" kelimesini, arzulanan şeyin elde edilmesi şeklinde
açıklamıştır ki bu, "saadet"in anlamına yakın bir anlamdır. el-
Müfredat'ta şöyle diyor: "el-Felhu; yarmak, ayırmak demektir. Araplar,
'el-Hadidu bil-hadidi yuflah=Demir demirle yarılır' derler. Çiftçiye
de 'el-fellâh' denmesi, bu yüzdendir [toprağı yardığındandır]. 'el-Felâh'
ise; zafer, kurtuluş ve arzulanan şeyin elde edilmesi demektir. Bu ise,
dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısma ayrılır."
"Dünyevî kurtuluş; dünya hayatını güzelleştiren, onu hoş kılan mutluluklara
kavuşmak anlamına gelir. Bu mutluluklar; insanın varlığını
sürdürmesi, zenginlik ve onurdur. Şair şu sözleriyle bunu kastetmiştir:"
"İstediğin şekilde mutlu olmaya çalış. Bazen mutluluk, eksik bir akılla
bile elde edilebilir ve ileri derecede zeki olan bir kimse onu yakalamayabilir."
"Uhrevî kurtuluşu ise, dört kısma ayırabiliriz: Sonu olmayan kalıcılık.
Yoksulluğu olmayan zenginlik. Zilleti olmayan onur. Cehaleti olmayan
ilim." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Dolayısıyla şunu söylemek de mümkündür: "Felâh=kurtuluş", mutluluk
demektir. Mutluluğun bu şekilde adlandırılmasının sebebine gelince;
çünkü insan, istediği şeyi elde etmek, arzuladığı şeye kavuşmak
için etrafındaki engelleri yarması gerekir.
Bu, kuşatıcı bir anlamdır ve bu kelimenin kullanıldığı tüm yerler açısından
geçerlidir. Sözgelimi yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnananlar,
kurtuluşa ermiştir." (Mü'minûn, 1) "Nefsini arındıran kurtulmuştur."
(Şems, 9) "Şüphe yok ki, kâfirler kurtuluşa ermezler." (Mü'minûn, 117)
Bunun gibi "felâh" kavramının kullanıldığı birçok ayet örnek gösterilebilir.
Dolayısıyla, zulmün bir nitelik olarak ele alındığı, "Şüphe yok ki, zalimler
kurtuluşa ermezler." ifadesinin anlamı şudur: Zalimler, zulümleriyle
elde etmek istedikleri şeye kavuşamazlar. Zulüm; zalimi, zul-mü
aracılığıyla arzuladığı mutluluğa ve zafere ulaştırmaz.
Çünkü mutluluk, ancak gerçekte ve dış âlemde arzulanan bir şey olması
durumunda mutluluk olarak nitelendirilebilir. Bu durumda doğal
varlığı itibariyle bu mutluluğu arzu eden şeyin veya kimsenin de,
söz konusu mutlulukla uyumlu sebepler ve araçlarla donatılmış olması
gerekir. Örneğin; varlığının kalıcılık kazanması, insan açısından
arzulanan bir mutluluktur. Bu mutluluğun elde edilmesi için vücudunda
yok olan bir şeyin yerine yenisinin konulması gerekmektedir.
Bu amaçla da insan, son derece ayrıntılı bir beslenme yeteneğiyle, bu
amaca uygun araç ve gereçlerle donatılmıştır. Ayrıca dış âlemde de
onun bünyesi ve mizacına uygun olan şeyler vardır. Onları bu iş için
kendisine bahşedilen sebepler ve araçlar vasıtasıyla alır, sonra onları
ayıklamaya tâbi tutar, onlara vücudundan ayrılan şeylere benzer nitelikler
kazandırır, ardından onları vücuduna ekler. Böylece bir parçası
ayrıldığı için eksilen beden yeniden tamamlanmış olur. Bu evrensel
bir düzendir. Bu düzenin hükmü, istisnasız duyu organlarımızla algıladığımız,
gözlemleyebildiğimiz dış dünyadaki tüm varlık türleri için
geçerlidir. Hiçbir varlık, kesinlikle bu düzenin hükmünün dışında değildir.
Evrene egemen olan sistemin işleyişi işte böyledir. Amaçlanan her
hedefin, arzulanan her mutluluğun kendine özgü bir yolu vardır; onlara
ancak bu özel yollarla ulaşılır. Eğer onlara, evrensel düzenin alışık
olduğu sebeplerinin dışındaki bir yolla ulaşılmak istenirse, bu, sebeplerin
işlevsizliği ve yolların iptali anlamına gelir. Sebeplerin işlevsizliği
ve yolların iptali ise, bunlarla ilintili tüm sebep ve ilgilerin, bağıntıların
ifsadı demektir. Varlığını sürdürme hedefine, yemek yeme ve sindirme
yolunun dışındaki bir yolla ulaşmak isteyen bir insan düşünün. Bu
durum, o insanın beslenme donanımının işlevsiz hâle gelmesine yol
açar. Beslenme donanımının işlevsiz hâle gelmesi, gelişme ve üreme
yeteneğinin de temelden işlevsiz hâle gelmesi anlamını ifade eder.
Bilinç ve iradesiyle yaşayan canlı türlerine yönelik ilâhî inayet, onların
yaşamlarının dış âleme ilişkin olarak edindikleri bilgilerle amellerinin
örtüşmesi esasına dayalı olarak gelişmesini öngörmüştür. Eğer bilgisi
dış âlemden bir şekilde saparsa, bu, onun amellerinin iptalini gerektirir.
Şayet bu durum tekrarlanırsa, sonuç, zatın iptaline kadar varabilir.
Yanılarak, yemek yerine zehir veya ekmek yerine çamur yiyen insanın
karşılaşacağı durumlar gibi.
İnsanın, dış âleme egemen olan düzenden algıladığı birtakım
inançarı ve görüşleri vardır. Bu inanç ve görüşleri temel edinerek
amellerini buna dayandırır. Başlangıç ve sona ilişkin inançlarını (tevhit
ve ahiret inançlarını) ve ibadetleri ile muamelelerinde esas aldığı
uygulamalı hükümleri buna örnek gösterebiliriz.
Bunlar, öz doğaları itibariyle, insanın mutluluklarına giden yollardır.
Bunların dışında o mutluluklara ulaşmanın yolları yoktur. İnsan bunları
izlediği zaman arzusuna kavuşur, mutluluğunu elde eder. Eğer bu
yollardan sapıp başka yolları izlemeye koyulursa, -ki bunun bir adı da
zulümdür- bu yol onu arzusuna kavuşturmaz, bir an için ulaşsa bile,
oradaki varlığı uzun süreli olmaz, bu hâli kalıcılık kazanmaz. Çünkü
başka yollar da onunla ilintilidir, sahip oldukları tüm güç ve imkânlarıyla
bu hususta onunla çekişecek, ona karşı çıkacak, onunla zıtlaşacaklardır.
Sonra, bu tür hüküm ve görüşlerin belirlenmesinde esas rolü
oynayan dış dünyanın kapsamındaki varlıklar da, bu insanın amelini
onaylamayacaktır. Bu durum, aykırı yolu izleyen kimsenin işi ters
yüz oluncaya, mutluluğu yok oluncaya, yaşamı zehir oluncaya kadar
devam edecektir.
Gemi azıya alan bir zalimin kötülüğü, günahkârlıkla övüncünü ve
sahte gücünü yasal olmayan yollardan mutluluğu elde etmek için
kullanmaya yöneltebilir. Yüce Allah'ın birliğine ilişkin hak esaslı tevhit
inancını inkâra kalkışabilir. Ya da meşru insan haklarını çiğnemeye
yeltenebilir. İnsanların mallarına el koyarak, onları haksız yere
gasp edebilir. Ya da insanların namuslarına tecavüz ederek, onları
kirletebilir. Veya insanların canlarına kastederek kanlarını haksız yere
dökebilir. Namaz, oruç, hac gibi Allah'a yönelik kulluğun göstergesi
olan herhangi bir ibadeti küçümseyici, engelleyici bir tavır içinde
olabilir. Bu bağlamda bir günah işleyebilir, örneğin yalan söyleyebilir,
iftira atabilir, insanları kandırabilir.
Bütün bunları yapabilir ve bu hususta amacına da ulaşabilir. Bir kuruntudan
ibaret sanısına kapılarak arzusunu elde ettiğini düşünüp bir
an için nefsini hoşnut da edebilir. Ancak o, böyle davranırken dünya
ve ahirette ticareti ziyan etmiş, çabaları boşa gitmiştir, fakat farkında
değildir.
Dünyada ziyan etmiştir; çünkü izlediği yol, hercümerç yoludur, düzenin
bozulması yoludur. İzlediği yol, hak ve doğru olsaydı, genelleşmesi
gerekirdi. Oysa bu yolun genelleşmesi, düzenin bozulması demektir.
Düzenin bozulması da, insanların sosyal hayatlarının ortadan
kalkmasına yol açar. Dolayısıyla, insan denen canlı türünün varlığının
kalıcılık kazanmasını sağlayan düzen, ne olursa olsun, onun yasal
olmayan amelleriyle elde ettiği şeyler hususunda onunla mücadele
edecektir. Bu mücadele, onun amelleriyle kazandıklarının ifsat olmasına,
çabalarının boşa gitmesine kadar sürer ve er veya geç bu sonuca
da ulaşılır, zulmü sonsuza dek sürmez.
Ahirette ziyan etmiştir; çünkü işlediği zulüm, tüm sonuçlarıyla birlikte
amel defterine yazılmış, canının yazı tahtasına nakşedilmiştir. Onunla
cezalandırılacak, onunla yaşayacaktır. Siz canlarınızda olanı açığa
vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onunla sorgulayacaktır.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp
bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunları yapanların kazancı,
dünya hayatında ancak horluktan ibaret, kıyamet günüyse onlar
daha çetin bir azaba atılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
(Bakara, 85) "Onlardan öncekiler de yalanladılar, bundan dolayı hiç
farkına varmadıkları bir yönden onlara azap geldi. Allah, dünya hayatında
onlara horluk tattırdı, ahiret azabı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi!"
(Zümer, 25-26) "İnsanlardan kimi bilmeden, ne bir yol göstereni,
ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan, Allah hakkında tartışır. Allah'ın
yolundan saptırmak için boynunu öteye döndürerek tartışmasını
sürdürür. Dünyada onun için bir kepazelik vardır, kıyamet günü
de ona yangın azabını tattıracağız. İşte bu, senin ellerinin yapıp öne
sürdüğü işler yüzündendir. Allah kullara zulmedici değildir." (Hacc, 8-
10)
Bu konuda örnek gösterilebilecek birçok ayet vardır.
Görüldüğü gibi, örnek olarak gösterdiğimiz ayetlerde hem toplumsal,
hem de bireysel zulümlere işaret edilmiştir. Dolayısıyla, ayetler, yukarıdan
beri yaptığımız açıklamaları doğrular mahiyettedir. Hiç kuşkusuz
bu konuda en kapsamlısı da, tefsirini sunduğumuz ayette yer
alan şu ifadedir: "Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler."
22-23) (Hatırla) o günü ki, onların hepsini toplarız... Sonra... başka çareleri
kalmaz.
Zarf (yevm=gün), takdir edilen bir ifadeyle ilintilidir. Açılımı ise şöyledir:
"Hatırla o günü ki..." Ayette, özellikle "hepsini" şeklinde bir ifadeye
yer verilmiş olması, Allah'ın ilim ve kudretinin onlardan hiçbirini
dışarıda bırakmadığını vurgulama amacına yöneliktir. Buna göre, yüce
Allah, onların hepsini ilim ve kudretiyle kuşatmıştır; kıyamet günü
tek bir kişi dışarıda kalmayacak şekilde onların hepsini toplayacak,
bir araya getirecektir.
Bu ifade, bir bakıma, "Şüphe yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler."
cümlesinin açıklaması mahiyetindedir. Sanki başlangıçta, "Şüphe
yok ki, zalimler kurtuluşa ermezler." denildiği için biri, "Bu nasıl olur?"
diye bir soru sormuş ve ona şu şekilde cevap verilmiş gibi:
"Çünkü Allah, ileride onları toplayacak, Allah'a ortak koştukları şeyleri
onlara soracaktır. Onlar, ortak koştukları şeyleri orada bulamayacaklar,
onları kaybetmiş olacaklar. Bu kez ortak koşmalarını inkâr
edecekler ve bu hususta Allah adına yalan yere yemin edeceklerdir.
Eğer bu zalimler, Allah'a birtakım ortaklar koşma hususunda muratlarına
ermiş olsalardı, kıyamet günü, ortak koştukları şeyler onların
yanında olurdu da yalan söylemek durumunda kalmazlardı. Orada
onları, iddia ettikleri ortaklık ve şefaat makamında görürlerdi ve şefaatlerine
de nail olurlardı.
"Sonra... başka çareleri kalmaz." ifadesine gelince; bazılarına göre,
bu ifadenin orijinalinde geçen [ve mealde "çare" olarak çevrilen] "fitne"
sözcüğü "cevap" anlamında kullanılmıştır. Yani verdikleri cevap,
müşrik olmadıklarına dair Allah adına yemin etmek şeklinde olmuştur.
Bazılarına göre, ifadenin bir muzaf takdir edilmek suretiyle açıklanması
gerekir ve takdir de şudur: "Putlar fitnesine kapılmalarının
(putlarla imtihana çekilmelerinin) akıbeti, ancak şöyle demeleri oldu..."
Bazılarına göre, ayette geçen "fitne"den maksat, mazerettir.
Kuş-kusuz, bu değerlendirmelerin her birinin haklı bir yanı vardır.
24) Bak, nasıl kendilerine karşı yalan söylediler ve uydurdukları şeyler
kendilerinden kaybolup gitti.
Kıyamet günü içinde bulunacakları duruma ilişkin bir sahneye karşı
bir tanıtlık çağrısını ifade etmektedir. Bu çağrının amacı, onların ileride
kendilerine karşı yalan söyleyeceklerinin, uydurdukları şeyleri yitireceklerinin
açıklanmasıdır. Eğer zulümleri onları kurtuluşa erdirecek
olsaydı, zulümleriyle aradıkları mutluluğu elde edecek olsalardı,
akıbetleri, sahip olduklarını yitirmek, kendilerine karşı yalan söylemek
olmazdı.
Kendilerine karşı yalan söylemeleri hususuna gelince; onlar, Allah adına
yemin ederek müşrik olmadıklarını söyleyince, dünyadayken, Allah'ın
ortakları olduğuna ilişkin iddialarını yalanlamış oldular. Oysa
dünyadayken, bu inançlarında oldukça iddialıydılar, bu hususta her
türlü açık kanıttan ve ayetten yüz çevirirlerdi. Tamamen zulüm ve inatçılık
esaslı bir tutum içindeydiler. İşte bu, kendilerini yalanlamaları,
kendilerine karşı yalan söylemeleri demektir.
Uydurdukları şeylerin kendilerinden kaybolup gitmesine gelince; o
gün açık bir şekilde ortaya çıkacaktır ki, emir, mülk ve kuvvet bütünüyle
Allah'ındır. Allah'tan başkasının sahip olduğu tek şey, sadece
kulluk zilletidir, yoksulluktur, muhtaçlıktır; bağımsız olduğu hiçbir husus
yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Zulmedenler, azabı görecekleri
zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın gerçekten
şiddetli azap edici olduğunu keşke bir görselerdi!" (Bakara,
165) Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Bu gün mülk kimindir? O
tek ve kahhar olan Allah'ın." (Mü'min, 16) "O kimsenin kimseye yardım
etmeyeceği gün. O gün buyruk yalnız Allah'ındır." (İnfitâr, 19)
İnsanlar o gün, ilâhlığın tek ve ortaksız Allah'ın tekelinde olduğunu
açıkça görecekler. Putperestler, putlarının ve Allah'a ortak koştukları
şeylerin ne kendilerine, ne de başkasına herhangi bir yarar veya zarar
dokundurma gücüne sahip olmadıklarını kendi gözleriyle görecekler.
Putları ve düzmece ilâhlarıyla ilgili olarak ileri sürdükleri rab-lık sıfatı
ve şefaat yetkisi gibi hususların bütünüyle Allah'a ait olduğunu anlayacaklar.
Bu gibi sıfatların Allah'tan başkasına ait olduğunu sanmalarında
yanıldıklarının farkına varacaklar. Böylece uydurdukları şeyler
kendilerinden kaybolup gidecektir.
Eğer onlardan yardım isteseler, öylesine umutsuz bir cevap alırlar ki,
bütün beklentileri boşa çıkar. Nitekim yüce Allah, onların bu durumuna
şöyle işaret eder: "Ortak koşanlar, ortak koştukları şeyleri gördükleri
zaman, 'Rabbimiz, işte senden başka yalvarıp taptığımız ortaklarımız!'
derler. Onlar da kendilerine, 'Siz tamamen yalancılarsınız.'
diye bağırırlar ve o gün Allah'a teslim bayrağı çekerler. Uydurup
durdukları şeyler, böylece kendilerinden kaybolup gider." (Nahl, 86-87)
"İşte Rabbiniz Allah budur. Mülk O'nundur, O'ndan başka yalvardığınız
şeyler ise bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir. Onları çağırsanız,
çağırmanızı işitmezler. İşitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet
günü de, sizin onları Allah'a ortak koşmanızı tanımazlar." (Fâtır,
13-14)
"O gün onları hep bir araya toplarız, sonra ortak koşanlara,
'Haydi siz ve koştuğunuz ortaklar yerlerinize.' deriz. Artık aralarını
açmışızdır. Koştukları ortaklar, 'Siz bize tapmıyordunuz.' demektedirler.
'Şimdi bizimle sizin aranızda Allah'ın şahit olması yeter; doğrusu
biz sizin bize tapmanızdan tamamen habersizdik!' İşte orada her can,
geçmişte yaptıklarını dener. Gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler
ve uydurdukları şeyler, kendilerinden kaybolup gider." (Yûnus, 28-
30)
Yukarıda örnek olarak sunduğumuz ayetler üzerinde durup düşündüğümüz
zaman, uydurdukları şeylerin kaybolup gitmesinin, ortak koştukları
şeylerin gerçek mahiyetlerinin ortaya çıkması, ortaklık ve şefaatçilik
niteliklerinden yoksun olduklarının anlaşılması anlamında
kullanıldığını görürüz. Bunu görünce, müşrikler, dünya hayatında, onlarda
gördükleri bu özelliklerin birer seraptan başka bir şey olmadığını
bizzat gözlemlemiş olurlar. Yüce Allah, onların bu durumlarını şu
ifadelerle dile getirmiştir: "İnkâr edenlere gelince; onların işleri, düz
arazideki serap gibidir. Susayan onu su sanır, fakat yanına gelince
hiçbir şey olmadığını anlar ve yanında Allah'ı bulur; Allah onun hesabını
tam görür." (Nûr, 39)
Eğer desen ki: Yukarıda da işaret edildiği gibi, kıyamet gününün niteliklerini
anlatan Kur'ân ayetleri, o gün hakikatlerin tüm çıplaklığıyla
ortaya çıkacağını, gizlilik perdelerinin bütünüyle ortadan kalkacağını
ve batılla hakkın karışmışlığının söz konusu olmayacağını ifade etmektedir.
Bunlar, dünya hayatına özgü durumlardır. Ahiret hayatında
böyle şeyler söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmuştur: "O gün onlar, ortaya çıkarlar; onlardan hiçbir şey Allah-
'a gizli kalmaz." (Mü'min, 16) O hâlde, böyle bir durum karşısında müşriklerin
yalan söylemelerinin ne gibi bir yararı olabilir? Aksi, bütün
çıplaklığıyla gözlerinin önünde olduğu hâlde nasıl yalan söyleyebilirler?
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O gün herkes, işlediği
her hayrı hazır bulur ve işlediği her kötülüğü de..." (Âl-i İmrân, 30)
Buna karşılık derim ki: Kıyamet günü onların yalan söyleyecekleri
ve yalanları üzerine yemin edecekleri Kur'ân'da birkaç yerde geçmektedir.
Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Allah onların hepsini
tekrar dirilttiği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi O'na da yemin
edecekler." (Mücâdele, 18) Ancak onların kıyamet günü yalan söylemeleri
ve bu yalan üzerine yemin etmeleri, dünyada yalan söyleyerek
birtakım amaçları gerçekleştirdikleri gibi yanlış ve fasit bir amaca
ulaşma ve hakkı örtbas etme amacına yönelik değildir. Çünkü
ahiret, işlenen amellerin karşılığının verildiği yerdir, çalışma ve
kazanma yeri değildir.
Ne var ki onlar, tehlikelerden korunmak, birtakım çıkarları sağlamak
için yalan yere yemin etmeyi, yalan haberler vermeyi, hile ve aldatma
yoluna başvurmayı bir alışkanlık hâline getirdikleri için, yalancılık bir
karakter olarak nefislerine kazınmıştır. Bir karakter de nefiste kök
salınca, insanı bu karakterin eğilimlerini gerçekleştirmeye zorlar. Örneğin
küfürbaz bir insan, istese de sövmekten kendini alamaz. Büyüklenme,
başkalarını küçümseme ve gerçeğe karşı burun kıvırma
karakteri ruhunun ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş bir insan da,
mütevazı olmayı, gerçeğe boyun eğmeyi beceremez. Tehlike sezdiği
kimi durumlarda munisleşip uysallık görünümüne bürünse de, mütevazı
bir pozisyon sergilese de, bu sadece görüntüden ibarettir ve yalnızca
dili boyun eğdiğini ifade etmektedir. İçine gelince; eski hâlini
sürdürmektedir, değişmemiştir ve hiçbir zaman da değişmeyecektir.
İşte kıyamet günü yalan söylemelerinin altında yatan sır budur. O gün
bütün gizlilikler açığa çıkar. Yalanla şekillenmiş bir iç dünya da ancak
yalan olarak kendini gösterir. İçinde ne gizliyorsa, onu açığa vurur.
Yüce Allah bu gerçeğe şöyle işaret etmiştir: "Allah'tan hiçbir sözü giz-
leyemezler." (Nisâ, 42) Bunun gibi, dünyada taraflar arasında çekişme
olduğu gibi, kıyamet günü de aralarında aynı çekişme meydana gelir.
Yüce Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde bu hususa işaret etmiştir. Bunun
en güzel anlatımı ise, şu ayette ifadesini bulmaktadır: "İşte bu, cehennem
ehlinin tartışması, gerçektir." (Sâd, 64) Azap ehlinin durumu
bu. Bağışlanma ve cennet ehline gelince; bu dünyada içlerinde besledikleri
esenlik ve berraklık, orada da dışa yansır. Yüce Allah, buna
şu şekilde işaret etmektedir: "Orada ne boş bir söz ve ne de günaha
sokan bir lâf işitirler. Söylenen, yalnız 'Selâm, selâm'dır." (Vâkıa, 25-
26) Bu açıklamalar, konunun anlaşılması için yeterlidir.
25) İçlerinden seni dinleyenler vardır...
Ayetin orijinalinde geçen "ekinneh" kelimesi "kinn" kelimesinin çoğuludur
ve bir şeyi gizleyen, örten şey (kılıf) anlamına gelir. "Vakr" ise,
ağır işitme demektir. "Esatîr" kelimesi de "ustureh" kelimesinin çoğuludur.
el-Müberred'den nakledildiğine göre, bu kelimenin anlamı, yalan
ve aldatmadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu kelimenin aslı, yazı, ağaç
veya insandan oluşan saf ve dizi demek olan "satır"dır. Ancak daha
sonra, toplanan, düzenlenen ve tertip edilen yalan haberler dizisi anlamında
kullanılması yaygınlaşmıştır.
Ayetin akışı, "Onlar, 'Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir.'
derler." şeklinde bir ifadenin kullanılmasını gerektiriyor. Fakat
"onlar" zamiri yerine "inkâr edenler" ifadesinin kullanılması, onların
bu sataşmalarının sebebinin küfür olduğunu vurgulama amacına
yöneliktir.
26) Onlar, hem (insanları) ondan men ederler, hem de kendileri ondan
uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini helâk ediyorlar, ama farkında değiller. İnsanların ona tâbi olmasına engel oluyorlar, kendileri de ondan uzak
duruyorlar. "Böylece yalnız kendilerini helâk ediyorlar" ifadesindeki
hasır, tersten hasrın bir örneğini oluşturmaktadır. Çünkü onlar, insanların
tâbi olmasına engel olmakla ve kendileri de uzak durmakla ilâhî
daveti yok edeceklerini düşünüyorlardı. Ama Allah, nurunu kesinlikle
tamamlayacaktır. O hâlde, farkına varmadan helâk olacak olanlar,
onların kendileri olacaktır.
27-28) Onların, ateşin başında durdurulduklarında "Keşke..." dediklerini
bir görsen! Hayır, daha önce gizlemekte oldukları, onlara göründü. Geri
döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar, yalancıdırlar.
Onların inkârcılıklarının, küfürde ısrarcı bir tutum içinde olmalarının
ve Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmelerinin akıbeti açıklanıyor.
"Keşke (dünyaya) geri döndürülsek de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak..."
"Lâ-nukezzibe=yalanlamasak" ve "nekune=olsak" şeklinde
(nasb ile) okunuşu esas alınarak; bu, onların dünyaya yeniden dönüp
müminlerin yolunu izlemeye, böylece kıyamet gününün azabından
kurtulmaya yönelik bir temennisini ifade eder. Bu sözleri, Allah'a
ortak koştuklarını inkâr etmelerine ve bu hususta yalan yere yemin
etmelerine benziyor. Bu, psikolojik karakterlerinin kıyamet günü dışa
yansımasından başka bir şey değildir. Çünkü onlar, ulaşamayacakları
hayırlar ve kaçırdıkları menfaatler hususunda boş temennilerde bulunmayı
alışkanlık hâline getirmişlerdir. Özellikle de, kötü tercihlerinden
ve yanlış seçimlerinden dolayı kaçırdıkları menfaatler hususunda
boş temennilerde bulunmaları daha çok olur. Birkaç ayet sonra, kıyamet
günüyle ilgili olarak ihmalkâr ve umursamaz bir tutum içinde
olmalarından dolayı ah vah etmeleri de, bunun benzeri bir durumdur.
Kaldı ki temenni, gerçekleşmesi zor olan şeylerle ilgili olarak sahih
olduğu gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan muhal şeylerle ilgili olarak
da sahihtir. Geçen günlerin geri dönmesini temenni etmek gibi.
Şair şöyle der:
"Keşke demenin bir faydası var mı acaba? Ama gene keşke
Gençlik satışa çıkarılsaydı da satın alsaydım!"
"Hayır, daha önce gizlemekte oldukları, onlara göründü..." Ayetin akışından
anlaşıldığı kadarıyla "onlara" ve "gizlemekte oldukları" kelimelerindeki
zamirler, aynı mercie dönüktür. O da, yukarıda kendilerinden
söz edilen müşriklerdir. Yine ayette geçen "önce"den maksat
da dünyadır. Buna göre, şöyle bir anlam elde ediyoruz: Bu müşrikler,
ateşin başında durduruldukları zaman, dünyadayken gizledikleri şeyler
açık bir şekilde karşılarına çıkar. Bunları açıkça görmeleri, kendi-
lerini dünyaya geri dönmeyi, Allah'ın ayetlerine inanmayı ve müminler
topluluğuna katılmayı temenni etmeye yöneltir.
Gizlediklerini ortaya çıkaran şey ise, ateşten başka bir şey değildir.
Çünkü onlar, daha önce dünyadayken, gerçek kendilerine açıkça göründükten
sonra, inkârlarıyla onu örtmüşler, gizlemişlerdi. Nitekim
onların bu durumlarına şu ve benzeri ayetler işaret etmektedir:
"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin. Biz senin kendin çekmiş
olduğun perdeyi açtık; bu gün artık gözün keskindir." (Kaf, 22) Dolayısıyla,
dünyadayken kendilerine açıkça göründüğü hâlde inkâr ettikleri
gerçek, onları böyle bir temennide bulunmaya itmiş olamaz. Ayetin
akışı da, ateşin kendilerine görünmesi ve kıyamet gününün korkusu
bir yana bırakılarak sırf, hakkın ortaya çıkışının onları böyle bir
temennide bulunmaya ittiğini çıkarsamaya elverişli değildir.
Aynı konuyu işleyen bazı ayetlerin içerdikleri ifadelerden de böyle bir
sonuca varmak mümkündür. Şu ayetler gibi: "Allah'ın vaadi gerçektir,
kıyamette hiç şüphe yoktur, dendiği zaman, 'Kıyamet nedir,
bilmiyoruz; onu sadece bir kuruntu sanıyoruz, biz ona inanmıyoruz.'
demiştiniz. Yaptıkları kötü işler onlara göründü ve alay edip durdukları
şey onları kuşattı." (Câsiye, 33)
"Eğer yeryüzünde bulunanların tümü ve onun bir misli daha zulmedenlerin
olsaydı, kıyamet günü o kötü azaptan kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi.
Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkmıştır. Kazandıkları
kötülükler kendilerine görünmüş ve alay edip durdukları şey
onları kuşatmıştır." (Zümer, 47-48)
Tefsir bilginleri, "Hayır, daha önce gizlemekte oldukları onlara göründü."
ifadesiyle ilgili olarak birçok görüş ileri sürmüşlerdir. el-Menar
tefsirinde bunlar dokuza kadar çıkarılır. Orada şöyle deniyor: "Onların
dünyada gizleyip de ahirette kendilerine görünen şeyin ne olduğu
hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:
Birincisi: Bu, onların kötü amelleri ve çirkin işleridir ki, amel defterlerinde
kendilerine görünmüştür, organları da bunlarla ilgili olarak aleyhlerinde şahitlikte bulunmuştur."
"İkincisi: Bu, onların uydurdukları, iftira olarak ileri sürdükleri ve mutluluklarını
sağlayacağını sandıkları amelleridir ki, yüce Allah, onları boşa çıkarmıştır."
"Üçüncüsü: Bu, onların ahirette, ateşin başında durdurulmalarından
önce gizledikleri küfürleri ve yalanlamalarıdır. Nitekim onların şöyle
dedikleri daha önce açıklanmıştı: Sonra onların, 'Rabbimiz Allah'a
andolsun ki biz ortak koşanlardan değildik.' demekten başka çareleri
kalmaz."
"Dördüncüsü: Bu, onların Peygamber'e karşı ayak direterek, hakka
karşı büyüklenerek inkâr ettikleri, gizledikleri hak ve imandır. Bu ise,
ancak küfürde ayak direten ve hak karşısında büyüklük taslayan en
katı kâfirlerin durumlarıyla örtüşür. Ki onların bir kısmı hakkında şöyle
buyurulmuştur: 'Vicdanları onların doğruluğuna kesin kanaat getirdiği
hâlde, zulümleri ve kibirleri yüzünden onları inkâr ettiler.' (Neml, 14)"
"Beşincisi: Bu, liderlerin izleyicilerinden gizledikleri, peygamberlerin
getirdiği gerçektir ki, şimdi o liderlere uyan izleyiciler için de açığa
çıkmıştır. Ehlikitap'tan bazı kimselerin, Peygamberimizin (s.a.a) elçiliğini,
niteliklerini ve peygamberlerinin dile getirdiği müjdelemeleri
gizlemeleri de bu kapsama girer."
"Altıncısı: Bu, münafıkların dünyadayken küfrü gizleyip imanı ve İslâm'ı
açığa vurarak gizledikleri durumdur."
"Yedincisi: Bu, ölümden sonra diriliş, amellerin karşılığı ve cehennem
azabıdır. Onların bunları gizlemeleri ise, bunları yalanlamalarıdır. Zaten
küfrün asıl anlamı da budur."
"Sekizincisi: İfadede mahzuf bir muzaf söz konusudur. Buna göre,
şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: Gizledikleri küfrün ve kötü amellerin
vebali kendilerine görünmüş, cezası onları kuşatmıştır. Onun acısını
duyuyorlar, buna dayanamıyorlar. Bu yüzden dünyaya geri dönüp
ayetleri yalanlamaktan, imana aykırı davranışlardan uzak durarak bu
acıdan kurtulmayı temenni ediyorlar. Tıpkı ölümcül bir hastalığa yakalanan
insanın ölümü istemesi gibi. Böyle birinin ölümü istemesi,
ölümü sevdiğinden değildir kuşkusuz, onun derdi, hastalığın verdiği
acılardan kurtulmaktır."
"Biz bu görüşlerden hiçbirini tercih etmiyoruz. Bizim tercihimiz bir
başkasıdır ki, onu da dokuzuncu görüş olarak zikrediyoruz."
"Dokuzuncusu: O gün, bu ayetlerde kendilerinden söz edilenlere ve
aynı şekilde onların durumunda olan diğer kâfirlere, dünyadayken
gizledikleri ve kendilerince veya kimlerden gizliyorlardıysa onlarca
çirkin olan amelleri açığa çıkar." (el-Menar'dan alınan alıntı burada
son buldu.)
Ardından adı geçen müellif, sözü; küfrün liderlerini, onların izleyicilerini,
yanı sıra birtakım hayâsızca işler yapıp da bunu insanlardan gizleyen
ya da kulluk görevlerini yerine getirmediği hâlde, buna ilişkin
yalancı mazeretler uyduran ve gerçek durumun anlaşılmaması için
bin dereden su getiren münafıkları ve fasıkları kapsayacak şekilde
uzatır.
Bizim yaptığımız değerlendirmeye yeniden bakıp üzerinde düşündüğümüz
zaman, yukarıda sıralanan değerlendirmelerin her birinde birtakım
eksikliklerin, yanlışlıkların olduğu görülecektir. Fakat biz, sözü
uzatma gereğini duymuyoruz.
"Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler." Dünya
hayatında ruhlarında kökleşen alçaltıcı karakterlerden kaynaklanan
davranışlara işaret ediliyor. Çünkü onları dünyaya geri dönmeyi, orada
Allah'ın ayetlerine inanmayı ve müminler topluluğuna katılmayı
temenni etmeye yönelten etken, terk ettikleri hakkın, gerektirdiği
tüm azap çeşitleriyle birlikte kıyamet günü ortaya çıkmış olmasıdır.
Bu ise, ahiret hayatının bir gereğidir. Çünkü ahiret hayatı, gaybî gerçeklerin
somut olarak ortaya çıkmasını gerektirmektedir.
Eğer dünyaya geri dönecek olurlarsa, dünya hayatının karakteristik
özelliği yine etkinliğini gösterecektir, gayb, yine kalın perdelerini indirecektir.
Tekrar kişisel tercihleriyle başbaşa kalacaklardır. Nefsin arzusu,
şeytanın vesveseleri, kulların kötü örneklikleri, büyüklenme
duygusu, azgınlık gibi tepkimeler kendini gösterecektir. Tekrar eski
şirklerine, hakka karşı inatçılık etmelerine döneceklerdir. Çünkü onları
dünya hayatında hakka karşı çıkmaya ve Allah'ın ayetlerini yalanlamaya
iten objektif ortam, ölümden sonra dirilerek dünyaya geri
dönmeleri durumunda olduğu gibi yerinde olacaktır ve bu seferki
hükmü öncekinden farklı olmayacaktır.
"Çünkü onlar yalancıdırlar." Yani, "Keşke (dünyaya) geri döndürülsek
de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak..." sözleri yalandır. Gerçi temennide
bulunmanın, ifade olarak hakkında doğru veya yalan değerlendirmesi
yapılmaz. Ancak onlar, "Keşke geri döndürülsek de... yalanlamasak"
derken, "Keşke Rabbimiz bizi geri döndürse! Eğer bizi
geri döndürürse, artık yalanlamayacağız." demek istiyorlar. Dikkat
edilirse, "Dönsek de yalanlamasak." demiyorlar. Bu açıdan sözleri bir
istek ve bir de vaat içermektedir. Geri dönmeyi istiyorlar ve iman edip
salih amelde bulunmayı vaat ediyorlar.
Nitekim bu durumun şu ayette daha açık bir şekilde dile getirildiğini
görüyoruz: "Rablerinin huzurunda utançtan başlarını öne eğmiş,
'Rabbimiz, gördük, işittik; bizi geri döndür, iyi iş yapalım; artık kesin
olarak inandık.' demekte olan suçluları bir görsen!" (Secde, 12) Başka
bir ayette de şöyle buyurulmuştur: "Onlar orada, 'Rabbimiz bizi çıkar,
yaptığımızdan başkasını yapalım.' diye feryat ederler." (Fâtır, 37)
Kısacası, "Keşke (dünyaya) geri döndürülsek de... yalanlamasak..." ifadesi,
"Rabbimiz bizi dünyaya geri döndür, senin ayetlerini yalanlamayalım
ve müminlerden olalım." anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla,
bu sözlerinin yalan ve doğru olma ihtimali vardır ve bu sözler
için yalan değerlendirmesi yapmak yerindedir.
Yaptıkları temenni bazında yalanın onlara izafe edilmesi şu şekilde
de yorumlanabilir: Bu ifadeden maksat, arzu ve temennilerinin yalan
olduğunu belirtmektir. Yani, bu temenninin dış dünyada gerçekleşemeyeceğini
ifade etmektir. Örneğin, elde edilemeyecek bir şeyi arzulayan
kimseye, "Senin yalanın emelindir." derler.
Bazıları da şu değerlendirmeyi yapmışlardır: "Burada, onların kendileri
için söyledikleri, gerçeği yakalamış olmak ve hak inanca sahip
olmak gibi sözlerin yalan olduğu kastediliyor." Bu değerlendirmenin
ne kadar zayıf olduğu ortadadır.
29-30) Onlar, "Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz diriltilecek
değiliz." dediler. Onları, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında bir
görsen! (Rableri,) "Bu gerçek değil mi? der... "Öyleyse... tadın azabı!" der.
Burada, onların kıyamet günü gerçekleşecek haşir ve buna bağlı olarak
şahitlerin getirilmesi ve inkâr ettikleri şeyleri itiraf etmeleri gibi
olguları inkâr ettikleri hatırlatılmaktadır. Yüce Allah'ın Kur'ân'da defalarca
anlattığı gibi, putperestler ahireti inkâr ederlerdi. Allah'a ortak
koştukları şeylerin şefaat ediciler olduğuna inanmaları ise, menfaatleri
celp, zararları ve korkulan durumları bertaraf etmek gibi dünyevî
meselelerle ilgiliydi.
"Onlar, 'Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur...' dediler." ifadesiyle,
onların inkârları dile getiriliyor. Yani, hayat, yalnızca şu dünya
hayatıdır; ondan sonra başka bir hayat yoktur. Ölümden sonra diriltilecek
de değiliz. "Onları... durdurulduklarında bir görsen!" ifadesi de,
"başka bir hayat yoktur" sözlerinin içerdiği iddialarına yönelik bir cevap
niteliğindedir. Açıklama da Peygamber efendimize (s.a.a) yöneliktir.
Bunu, "bir görsen!" sözünün içerdiği temenni anlamından çıkarıyoruz.
Demek isteniyor ki: Onlar, ileride, inkâr ettiklerini doğrulayacaklar,
"Biz diriltilecek değiliz." diyerek reddettiklerini itiraf edecekler.
Bu, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında gerçekleşecektir.
Dünyadayken kendilerine haber verilen bu ortamı, çıplak gözle görecekler.
Onlara dünyadayken, "Sizler öldükten sonra diriltileceksiniz."
deniyordu da inanmıyorlardı. Ama artık şimdi, dünyada inkâr ettiklerini
burada itiraf edecekler.
Buradan anlıyoruz ki yüce Allah, "Onları, Rablerinin huzurunda durdurulduklarında
bir görsen!" ifadesinde, "ölümden sonra diriliş"i Allah'ın
huzuruna çıkma, Allah ile karşılaşma şeklinde açıklamaktadır. Bundan
sonraki ayette geçen, "Allah'ın huzuruna çıkmayı (Allah ile karşılaşmayı)
yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradılar. Nihayet kendilerine
kıyamet vakti ansızın gelip çatınca..." ifadesi de bunu pekiştirmektedir.
Çünkü bu ifadede, önceki ayetlerde geçen "haşir", "ölümden
sonra dirilme" ve "kıyamet" gibi deyimler yerine "karşılaşma/buluşma/
huzura çıkma" ifadesi kullanılmış, sonra "saat"ten, yani kıyamet
saatinden söz edilmiştir.
"Bu, gerçek değil mi?" Yani, sizin dünyadayken inkâr ettiğiniz, Allah
ile buluşma anlamına gelen ölümden sonra dirilme gerçek değil mi?
"Andolsun Rabbimize gerçektir, derler. 'Öyleyse, inkâr ettiğinizden
dolayı tadın azabı!' der." Yani, gerçeği gizlemenizden dolayı şimdi tadın
azabı.
31) Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradılar...
Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde şu açıklamaya yer veriliyor: "Ansızın gelen
her şey için 'beğteten' ifadesi kullanılır. Araplar, 'Beğetehu'lemru/
yebğetuhu/beğteten' derler. Yani, falan iş ansızın başına geldi."
(Mecma'ul-Beyan'dan alınan alıntı burada son buldu.)
Ragıp İsfahanî de el-Müfredat adlı eserinde (ayette geçen "hasret=
vah" ifadesiyle ilgili olarak) şunları söyler: "el-Hasru; örtülü şeyin
üzerindeki örtüyü açmak demektir. 'Hasertu an'iz-zira'=(Kolumu sıvayarak)
dirseğimi açtım' derler. el-Hasir; üzerinde zırh ve miğfer bulunmayan
kimse demektir. el-Mihsere; süpürge demektir. Yorgun,
bitkin düşene de 'el-hasir' denir. Bunun nedeni, gücünün sıyrılıp gitmiş
olması ve güçsüzlüğünün ortaya çıkmasıdır... el-Hasretu; elden
kaçan şeyden dolayı üzülmeyi, pişmanlık duymayı ifade eder. Çünkü
o şeyin elden kaçmasına sebep olan davranışıyla ilgili cehaleti artık
sıyrılıp gitmiş ya da elden kaçan şeyden dolayı duyduğu üzüntüyle
gücü sıyrılıp gitmiş veya elden kaçanı yakalamaya artık gücü kalmamıştır."
(el-Müfredat'tan gerekli alıntı burada son buldu.)
Yine (ayette geçen "evzar=günah yükleri" ifadesiyle ilgili olarak) der ki:
"el-Vezeru; dağda sığınılan yer, sığınak anlamına gelir. 'Hayır, sığınacak
yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur." [Kıyâmet,
11-12] el-Vizru; ağırlık demektir. Bu isimlendirmede, dağdaki sığınak
örnek alınmıştır. Çünkü sığınak da dağ için bir ağırlık mahiyetindedir.
Bu benzerlik itibariyle günah için 'es-sıklu' (ağırlık) niteliği kullanıldığı
gibi, aynı anlama gelen 'el-vizru' niteliği de kullanılır. 'Kendi veballerini
(evzar) tam olarak yüklensinler.' [Nahl, 25] 'Hem kendi yüklerini,
hem de kendi yükleriyle beraber başka yükleri (eskal) taşıyacaklar.'
[Ankebût, 13]" (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Tefsirini sunduğumuz bu ayet, onların ölümden sonra dirilmeyi inkâr
etmelerinin olumsuz sonuçlarından bir diğerini açıklıyor. Buna göre,
kıyamet saati onlara ansızın gelip çatacaktır. Bundan dolayı, ellerinden
kaçırdıkları fırsat için pişmanlık duyacaklardır. Bu sırada sırtla-
rında taşıdıkları günahları ve ağırlıkları gözlerinin önüne gelecektir.
Bir insanın içine düşebileceği en ağır ve en küçük düşürücü bir durumdur
bu. Yüklendikleri ağırlık veya günah ya da günahın vebali ne
de kötüdür!s
"Allah'ın huzuruna çıkmayı (Allah ile buluşmayı) yalanlayanlar, gerçekten
ziyana uğradılar." ifadesi, "Onlar, 'Dünya hayatımızdan baş-ka
bir hayat yoktur.' dediler... Öyleyse... tadın azabı!" ifadesinin bir sonucu
mahiyetindedir. Buna göre, onlar ölümden sonra dirilişi ve onu izleyen
kıyamet olgusunu inkâr etmekle, ahiret rahatını ve Allah ile buluşma
ferahlığını acı bir azapla değiştirmişler ve bu alış verişlerinde
büyük bir zarara uğramışlardır.
32) Dünya hayatı, bir oyun, bir eğlenceden başka bir şey değildir. Korunanlar
için elbette ahiret yurdu daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?
Önceki ayetlerdeki açıklamaları bütünleyen bir ifadedir. Burada dünya
ve ahiret hayatlarının gerçek mahiyetleri açıklanıyor. Dünya ve
ahiret hayatı arasında karşılaştırma yapılıyor. Buna göre, dünya hayatı
bir oyun ve eğlencedir. Başka değil. Çünkü oyun ve eğlencede olduğu
gibi, bu hayatın ekseninde gerçekliği olmayan inançlar ve vehim
esaslı amaçlar yer almaktadır. Sonra dünya hayatı, insanı çok
daha önemli, daha kalıcı ve daha gerçek olan öteki hayattan alıkoyar.
Bu onun eğlence olma özelliğinin bir gereğidir. Eğlence oyalayıcıdır.
Dolayısıyla, dünya hayatı bir eğlenceden ibarettir. Ahiret hayatı
ise, gerçek ve kalıcı bir hayat olmasından dolayı, daha iyidir; ama bu
hayatı da ancak korunanlar/muttakiler elde edebilirler. Şu hâlde bu
hayat, onlar için daha hayırlıdır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hişam b. Salim'den, o da İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah kıyamet günü kimsenin aklına
gelmeyecek günahları affeder. Öyle ki, müşrikler de ümitlenerek;
'Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz ortak koşanlardan değildik.' derler."
[c.1, s.357, h: 15]
Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde, "Sonra... demekten başka çareleri
kalmaz." ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Yani, öyle demekten
başka mazeretleri kalmaz." Müellif, bu anlamın İmam Cafer Sadık'-
tan (a.s) da rivayet edildiğini belirtir. [c.3, s.330, Beyrut Baskısı]
Tefsir'ul-Kummî'de, "Onlar, hem (insanları) ondan men ederler, hem
de kendileri ondan uzak dururlar..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor:
"Haşimoğulları, Kureyş'e karşı Resulullah'ı (s.a.a) savunurdu, buna
karşın kendileri ondan uzak durur, ona inanmazlardı." [c.1, s.196]
Ben derim ki: Bu rivayet, mahiyet itibariyle Atâ ve Mukatil'den aktarılan
şu rivayete yakındır: "Burada kastedilen, Hz. Peygamberin (s.a.a)
amcası Ebu Talip'tir. O, Kurey'şin Peygamberimize ilişmesine engel
olur, ama kendisi ondan uzak durur, ona inanmazdı." [Mecma'ul-Beyan,
c.3, s.336]
Ancak ayetin akışı, bu rivayetle örtüşmemektedir. Çünkü zamir Hz.
Peygamber'e değil, Kur'ân'a dönüktür. Kaldı ki, Ehlibeyt İmamlarından
Ebu Talib'in iman ettiğine ilişkin çokça hadis rivayet edilmiştir.
Mecma'ul-Beyan adlı eserde şöyle deniyor: "Ehlibeyt İmamları (hepsine
selâm olsun), Ebu Talib'in iman ettiği hususunda icma etmişlerdir.
Ehlibeyt İmamlarının icması da bağlayıcı kanıttır. Çünkü onlar,
Hz. Peygamber'in (s.a.a) emriyle uyulması zorunlu olan iki ağırlık merkezinden
(Kur'an ve Ehlibeyt) birini oluşturmaktadırlar. Resulullah,
bunlara uyulduğu sürece, sapıklığa düşülmeyeceğini vurgulamıştır."
"Bunu İbn-i Ömer'den aktarılan şu rivayet de desteklemektedir: 'Ebu
Bekir fetih günü babası Ebu Kuhafe'yi Resulullah'ın (s.a.a) yanına getirdi.
Bunu gören Peygamberimiz şöyle dedi: 'Niçin bu yaşlı adamı getirdin,
bana söyleseydin, ben ona giderdim?' Ebu Kuhafe'nin gözleri
görmüyordu. Ebu Bekir şöyle dedi: 'Onun sana gelmesinden dolayı Allah
tarafından ödüllendirilmesini istedim. Seni hak üzere gön-deren Allah'a
yemin ederim ki, babamın Müslüman olmasından daha fazla
Ebu Talib'in Müslüman olmasına sevinmiştim. Çünkü onun Müslüman
olması, senin gözlerinin sevinçle parlamasına neden olmuştu.'
Bunun üzerine Resulullah, 'Doğru söylüyorsun.' buyurdu."
"Taberî kendi rivayet zinciriyle şöyle anlatır: 'Kureyş liderleri Ebu
Talib'in Hz. Peygamber'i (s.a.a) himaye ettiğini görünce, topluca yanı-
na gidip şöyle dediler: 'Sana Kureyş'in, en yakışıklı, en cömert ve en
cesur delikanlısı olan Ammara b. Velid'i getirdik. Onu sana verelim,
sen de birliğimizi parçalayan, düşüncelerimizi ahmaklık olarak nitelendiren
yeğenini bize ver, öldürelim.' Ebu Talip onlara şu cevabı verdi:
'Bana karşı hiç de adil davranmıyorsunuz. Bana oğlunuzu, besleyeyim
diye verirken, öldürmeniz için oğlumu size vermemi
istiyorsunuz. Hayır öyle değil; asıl yeğenimi öldürmenize karşılık her
birinizin oğlunuzu getirmeniz ve benim de onları öldürmem gerekir.'
Sonra şu şiiri okudu:"
"Elçiyi, âlemlerin hükümdarının elçisini savunduk / Şimşek
gibi parlayan kılıçlarla."
"Evet savunuyorum, himaye ediyorum mutlak saltanat
sahibi Allah'ın elçisini / Bu ona şefkat besleyen bir haminin
himayesidir."
"Ebu Talib'in Müslümanlığını gösteren sözleri ve şiirleri saymakla bitmez.
İşte bunlardan birkaçı:"
"Bilmiyor musunuz ki, biz Muhammed'i bulduk / Bir nebi
olarak, tıpkı Musa gibi, ilk kitaplarda yazılmış hâlde."
"Babamız Haşim böyle bir oğlu savunmak için hazırlık
yapmadı mı? / Ve oğullarına onun uğruna savaşıp vuruşmayı
vasiyet etmedi mi?"
"Kendisine ait diğer bir kasidede ise şu ifadelere yer veriyor:"
"Ahmed'e diyorlar ki, sen bir adamsın ki / Dilin yalan
söyler, seni amacına ulaştıracak araçların çok zayıf."
"Haberiniz olsun! Ahmed onlara getirmiştir / Hakkı ve
hiçbir zaman onlara yalan söylememiştir."
"Peygamberimizin (s.a.a) bir mucizesi olarak boykot yazısının çürümüş
olmasını da şu şekilde dile getirmektedir:"
"Kuşkusuz sayfa işinde ibret alınacak bir ders vardır /
Kavminden uzak biri bir şeyi haber verdiğinde ona şaşılır."
"Allah o sayfadan küfürlerini ve dikbaşlılıklarını sildi /
Hakkı açık ve anlaşılır bir dille ifade edenden intikam alamadılar."
"Abdullah'ın oğlu aramızda hep doğru sözlü olmuştur /
Kavmimizin öfkesine rağmen suçlanmış, kınanmış değildir."
"Diğer bir kasidede, kardeşi Hamza'yı Hz. Peygambere tâbi olmaya
ve ona itaat etme hususunda sabırlı olmaya teşvik eder:"
"Ya'lâ'nın babası! Sabret, Ahmed'in dininde / Dinin
mazharı ol, sabırla başarırsın."
"Beni sevindirdin, mümin olduğunu söylediğin zaman /
Allah için, Allah Resulünun yardımcısı ol."
"Bir diğer kasidede şunları söylüyor:"
"Peygamber Muhammed'e yardım edeceğim / Onun için
savaşacağım; mızraklarla ve bütün adamlarımla."
"Bir diğer kasidede ise, Necaşî'yi Hz. Peygamber'e (s.a.a) yardım etmeye
teşvik ediyor:"
"Bil ki, ey Habeş kıralı, Muhammed / Musa'nın ve Meryem
oğlu Mesih'in veziridir."
"Onların getirdiğinin benzeri olan bir hidayet getirdi /
Hepsi Allah'ın emriyle hidayete erdirirler ve korunurlar."
"Siz bunu kitabınızda okuyorsunuz / Doğru söz olarak,
yalan değil."
"Öyleyse Allah'a eşler koşmayın ve Müslüman olun /
Hakk'ın yolu karanlık değildir."
"Ölüm döşeğindeyken, vasiyetini bir kaside hâlinde dile getirir:"
"İyi görünümlü Peygamber'e yardım etmeyi tavsiye ediyorum
/ Oğlum Ali'ye ve kavmin yaşlısı Abbas'a."
"Koruyucu aslan Hamza'ya ve / Cafer'e onu insanlara
karşı himaye etsinler."
"Anam ve doğurdukları size feda olsun / Ahmed'i insanlara
karşı savunurken siperler gibi olun."
"Buna benzer beyitler, onun meşhur kasideleri içinde yer almaktadır.
Ayrıca, vasiyetleri ve hutbelerinde de aynı yönde sözleri vardır. Bunları
burada sıralamak kitabın kapasitesini aşacak şekilde fazla yer tutacağı
için tümünü sunma gereğini duymuyoruz." (Mecma'ul-Beyandan
alınan alıntı burada son buldu.) [c.3, s.444-446]
Ebu Talib'in Müslüman olmadığını savunanların dayanakları, Ehlisünnet
kanallarında aktarılan bazı rivayetlerdir. Onun Müslüman olduğunu
savunanlar ise, Ehlibeyt İmamlarından gelen hadisleri ve yine
Ehlisünnet kanallarında aktarılan bazı hadisleri esas alırlar. Bu konuda
ondan nakledilen şiirler de önemli bir ipucu olarak algılanır.
Herkes tercih ettiğinden sorumludur.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Halid'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
eder: "Geri döndürülseler, yine men edildikleri şeylere dönecekler.
Çünkü onlar temelde lânetlenmiş kimselerdirler." [c.1, s.359, h: 19]
Yine aynı eserde, Osman b. İsa'dan, o da arkadaşlarının birinden, o
da İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: İmam buyurdu ki: "Yüce
Allah suya, 'Tatlı ve susuzluğu giderici ol, cennetimi ve itaatkâr kullarımı
senden yaratayım.' dedi. Yine suya, 'Tuzlu ve acı ol, ateşi ve isyankâr
kullarımı senden yaratayım.' dedi. Sonra her iki suyu toprağa
döktü. Sonra eliyle -ki O'nun eli daima sağdır/güçlüdür- bir avuç toprak
aldı. Ondan, onları zerreler biçiminde yarattı. Sonra onlara, 'Ben
sizin Rabbiniz değil miyim ve sizin bana itaat etmeniz zorunlu değil
mi?' diye onları kendilerine şahit tuttu. Onlar da, 'Rabbimizsin.' diye
karşılık verdiler. Sonra ateşe, 'Ateş ol.' diye emretti. Ateş tutuşup alevlenince
insanlara şöyle seslendi: 'İçine girin.' Bir kısmı ateşe girmekte
acele etti, bir kısmı da ağır davrandı, bir kısmı ise hiç yerinden
ayrılmadı. Ateşin sıcak olduğunu fark edince geri döndüler ve hiç
kimse girmedi."
"Sonra bir avuç daha toprak aldı. Ondan, onları zerreler biçiminde yarattı.
Sonra onları da öncekiler gibi kendilerine şahit tuttu. Ardından
onlara şöyle dedi: 'Şu ateşe girin.' Bir kısmı ağır davrandı, bir kısmı
acele etti, bir kısmı da bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir sürede
oraya vardı ve tümü ateşe girdiler. Sonra dedi ki: 'Oradan sağlam olarak
çıkın.' Böylece oradan çıktılar, kimseye bir şey olmadı."
"Bunun üzerine öbürleri dediler ki: 'Ya Rabbi, bizi bağışla. Biz de onların
yaptığı gibi yapalım.' Buyurdu ki: 'Sizi bağışladım.' Bunun üzerine
bir kısmı acele ile koştu, bir kısmı hiç yerinden ayrılmadı. Daha önce
yaptıklarının aynısını tekrar ettiler. İşte, 'Geri döndürülseler, yine men
edildikleri şeylere dönecekler. Çünkü onlar, yalancıdırlar.' ayetinde
buna işaret edilmiştir." [c.1, s.358, h: 18]
Ben derim ki: Bu ve önceki rivayet, "zerr" âlemiyle ilgilidir. A'râf suresinde
yer alan, "Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini
almış ve 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' diye onları kendilerine
şahit tutmuştu. Onlar da, 'Sen bizim Rabbimizsin.' demişlerdi."
ayetini incelerken bu hususla ilgili ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Orada söyleyeceklerimizin kısacası şudur: Ahiretteki sevap ve azabın,
öncesindeki dünya hayatında işlenen itaat ve günah nitelikli davranışlarla
tam bir bağlantısı olduğu gibi, dünyadaki itaat ve günah nitelikli
davranışların da, rütbe itibariyle öncesinde olan zerr âlemiyle
tam bir bağlantısı vardır.
Dolayısıyla İmam'ın,"İşte, 'Geri döndürülseler, yine men edildikleri
şeylere dönecekler. Çünkü onlar yalancıdırlar.' ayetinde buna işaret
edilmiştir." şeklindeki sözünün anlamı şudur: Bu ayetin ifade ettiği
anlama göre, onlar haşir meydanından dünyaya geri döndürülseler,
daha önce yapmaları yasaklanan şeyleri yine yaparlar. Çünkü onlar
zerr âleminden itibaren yalancıdırlar. Orada Allah'a yalan söylemişlerdi.
Önceki rivayette geçen, "Geri döndürülseler, yine men edildikleri
şeylere dönecekler. Çünkü onlar temelde lânetlenmiş kimselerdirler."
ifadesiyle de aynı anlam kastedilmiştir. Yani onlar zerr âleminde
yalan söyledikleri için lânetlenmişlerdir.
Bu bakımdan, yukarıda sunduğumuz iki rivayet, buraya kadar ayetin
anlamıyla ilgili olarak işaret ettiğimiz üç yorum şeklinden ayrı, bir
dördüncü yorumu içermektedir.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, A'meş'ten, o da Ebu Salih'ten, o da
Peygamberimizden (s.a.a), "Kıyamet hakkındaki ihmalkâr tutumumuzdan
dolayı vah bize!" ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Ateş ehli,
cennetteki yerlerini görüp yaptıklarına pişmanlık duyarak, 'Vah bize!'
diye iç geçirirler." [c.3, s.343]
33- Biliyoruz, onların dedikleri seni üzüyor. Gerçekte onlar seni
yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.
34- Senden önce de birçok elçi yalanlandı. Fakat onlar, yalanlanmalarına
ve uğradıkları eziyetlere sabrettiler, nihayet yardımımız onlara
yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (güç) yoktur. Sana da elçilerin
haberlerinden bazısı gelmiştir.
35- Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, o zaman yerde bir
tünel ya da gökte bir merdiven arayıp da onlara bir mucize getirebiliyorsan
(hadi bunu yap). Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde
toplardı. O hâlde, sakın cahillerden olma!
36- Ancak işitenler, çağrıya icabet ederler. Ölülere gelince; Allah onları
diriltecek, sonra O'na döndürülecekler.
Bu ayetlerde, müşriklerin Peygamber'in (s.a.a) davetini alaya almaları
karşısında onun teselli edilmesi amaçlanıyor. Kesin zaferin kendisine
bahşedileceği müjdesi verilerek gönlü hoş tutuluyor. Bu bağlamda
dinsel davetin insanın serbest iradesiyle bağlantılı olduğu belirtiliyor.
Dileyen iman eder, dileyen küfre sapar. Kesin olan ilâhî irade
ve dileme, bu işe müdahale edip insanları kabule zorlamaz. Allah
dileseydi, bütün insanları hidayet üzere birleştirirdi.
33) Biliyoruz, onların dedikleri seni üzüyor. Gerçekte onlar seni
yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.
İfadenin başındaki "kad" edatı, mazi fiilin başına gelince, kesinlik ifade
eder. Muzâri (geniş zaman) fiilin başında ise, azlığı bildirir. Bazen
muzâri fiilin başında da kesinlik bildirdiği oluyor. Bu ayette de
kesinlik anlamını ifade etmektedir. "Hazenehu keza" ve "ahzenehu"
ifadeleri aynı anlama gelir ["şu iş onu üzdü" anlamına]. Ayette, her iki
şekilde de ["yahzunuke" ve "yuhzinuke" şeklinde] okunmuştur.
"Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar" ifadesinin orijinalinde geçen "lâyukezzibûneke"
kelimesi, hem "tef'il" kalıbından şeddeli olarak, hem de
şeddesiz olarak okunmuştur. Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla
"Gerçekte onlar..." ifadesinin orijinalindeki["fe-innehum"] "fa" harfi,
ayrıntılandırma içindir. Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza:
Biz, onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz; ancak bunun seni üzmemesi
gerekir. Çünkü onların yalanlamalarının seni ilgilendiren bir
yanı yoktur. Sen, yalnızca insanları Allah'ın dinine davet ediyorsun. Senin
bu husustaki misyonun, elçilikten öte değildir. Dolayısıyla onlar, bu
davranışlarıyla bizim ayetlerimize zulmediyorlar, onları inkâr ediyorlar.
Bu ayetin içerdiği anlamı, ayetler grubunun sonundaki, "sonra O'na
döndürülecekler." ifadesiyle birlikte ele aldığımız zaman, şu ayetle
aynı anlamı vurgulamaya yönelik olduğunu görürüz: "Kim inkâr ederse,
onun inkârı seni üzmesin. Sonunda onların dönüşü bizedir. O zaman
yaptıklarını kendilerine haber veririz. Şüphesiz, Allah göğüslerin
içindekini bilir." (Lokmân, 23)
Şu ayet de bu çerçevede değerlendirilebilir: "Onların sözü seni üzmesin.
Biz onların gizlediklerini de, a
çığa vurduklarını da biliriz." (Yâsîn, 76) Bunlar gibi, Peygamberimizi
(s.a.a) teselli etmeye yönelik birçok ayet örnek gösterilebilir. Bu, söz
konusu kelimeyi "lâ-yukezzibûneke" şeklinde şeddeli okumamız durumunda
varacağımız bir sonuçtur.
Kelimeyi "yekzibûneke" şeklinde şeddesiz okuduğumuzda ise, şöy-le
bir anlam elde etmiş oluyoruz: Üzülme; çünkü onlar, yaptığın çağrı ile
ilgili olarak senin yalan söylediğini kanıtlayıp da sana üstünlük sağlayacak
değillerdir. Senin kanıtına karşı bir kanıt sunarak onu çürütemezler.
Onlar, yalnızca Allah'ın ayetlerine zulmediyorlar, onları inkâr
ediyorlar, ama dönüşleri O'nadır.
"Fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar." Ayetlerin akışı,
"Fakat onlar..." denmesini gerektiriyor; ancak zamir yerine açık nitelikleri
kullanılarak, bu inkârlarının zulümlerinden kaynaklandığı, kusur,
cehalet veya benzeri başka sebepten kaynaklanmadığı vurgulanmak
isteniyor. Buna göre, onların inkârcı tutumları, tamamen dik
başlılıklarının, azgınlıklarının ve taşkınlıklarının bir göstergesidir. Ancak
Allah ileride onları diriltecek, sonra O'na döndürülecekler.
Ayetin akışı içinde birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş yapılarak, "bizim
ayetlerimizi" değil de, "Allah'ın ayetlerini" denilmiş olması da bu
yüzdendir. Bununla verilmek istenen mesaj şudur: Onların bu tutumları,
ulûhiyet makamına kafa tutmak, başkaldırmak anlamına gelir.
Ulûhiyet ise, kimsenin kafa tutamayacağı, kimsenin karşısında duramayacağı
bir makamdır.
Ayetin anlamı ile ilgili olarak başka yorumlar da ileri sürülmüştür:
Birincisi: Çoğunluktan aktarılan görüştür. Şöyle ki: Onlar, kalben ve
inanarak seni yalanlamıyorlar, sadece inatları yüzünden dilleriyle seni
yalanlıyorlar.
İkincisi: Onlar seni yalanlamıyorlar, bilâkis beni yalanlıyorlar. Çünkü
seni yalanlamak, sonuçta bana döner. Bu sırf sana yönelik bir tavır
değildir. Bu yorum, yukarıda bizim sunduğumuz yoruma yakın olmakla
birlikte ondan farklıdır. Her iki yorum da kelimenin şeddeli okunmasına
göredir.
Üçüncüsü: Onlar seni yalancı bulmuyorlar. Çünkü Araplar, "Kaatelnahum
fema ecbennahum", yani "Onlarla savaştık, fakat on-
ları korkak bulmadık" derler. Bu yorumda da, bizim de işaret ettiğimiz
gibi, şeddesiz okunuş esas alınmıştır.
34) Senden önce de birçok elçi yalanlandı. Fakat onlar... sabrettiler,
nihayet yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek
(güç) yoktur. Sana da elçilerin haberlerinden bazısı gelmiştir.
Bu ayette yüce Allah, Peygamberimize, kendisinden önceki peygamberlerin
izledikleri yolu gösteriyor. Bu yol, Allah için sabretmeyi öngörmektedir.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "İşte
onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy."
(En'âm, 90)
"Nihayet yardımımız onlara yetişti." O peygamberlerin sabretmelerinin
güzel sonucu açıklanıyor. Bu arada ilâhî yardım ve zafer vaadine
de işaret ediliyor. "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek (güç) yoktur."
ifadesi, önceki ayette işaret edilen vaadin kesinliğini vurgulama
amacına yöneliktir. Bunun yanı sıra, aşağıdaki ayetlerde değinilen
ilâhî vaade de işaret edilmektedir: "Allah, 'Elbette ben ve elçilerim
galip geleceğiz.' diye yazmıştır." (Mücâdele, 21) "Gönderilen elçi kullarımıza
şu sözümüz geçmişti: Mutlaka zafere ulaştırılanlar, kendileri
olacaktır." (Sâffât, 171-172)
Olumsuzlama esaslı bir cümlenin içinde "değiştirebilecek" sözcüğünün
yer alması, akla gelebilecek her türlü değiştireni olumsuzlamaktadır.
Bu, ister yüce Allah tarafından bir kelimeyle ilgili iradesini
değiştirmek şeklinde, yani sabit kıldıktan sonra onu silmek ya da
kesin olarak onayladıktan sonra onu çiğnemek şeklinde olsun, isterse
Allah'tan başkasının O'na üstünlük sağlaması, O'nu dilediğinin
aksine zorlaması, dolayısıyla sağlamlaştırdığını bir şekilde değiştirmesi
şeklinde olsun, tümüyle olumsuzlanmaktadır.
Bundan da anlıyoruz ki, yüce Allah'ın değişimi kabul etmediklerinden
söz ettiği bu kelimeler, "silme ve silmeden bırakma levhi"nin dışında
kalan kelimelerdir. Buna göre, Kur'ân terminolojisinde Allah'ın kelimesi,
sözü ve vaadi, değiştirilmesi söz konusu olmayan kesin yargılar
anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Dedi ki: Bu bir gerçektir ve ben gerçeği söylüyorum."
(Sâd, 84) "Allah gerçeği söyler." (Ahzâb, 4) "İyi bil ki Allah'ın vaadi gerçektir."
(Yûnus, 55) "Allah, vaadinden caymaz." (Zümer, 20)
Daha önce, "Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu vardır..." (Bakara,
253) ayetini incelerken, Allah'ın sözleri ve Kur'ân'da bu anlamda
kullanılan diğer deyimleri açıklama bağlamında ayrıntılı bilgilere yer
verdik.
Ayetin sonunda yer alan, "Sana da elçilerin haberinden bazısı gelmiştir."
ifadesi, "Senden önce de birçok elçi yalanlandı..." ifadesini
pekiştirme ve ona ilişkin bir tanık sunma amacına yöneliktir. Buradan
hareketle, bu surenin, Şuarâ ve Meryem gibi peygamberlerin
kıssalarını içeren bazı Mekkî surelerden sonra indiği sonucuna varılabilir.
Ki bu surenin Alak ve Müddessir Suresi gibi surelerden sonra
indiği de kesindir. Bu durumda En'âm Suresi, hicretten önce Mekke
döneminde inen üçüncü kuşak surelerdendir.
35) Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse... onlara bir mucize
getirebiliyorsan (hadi bunu yap)...
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "en-Nefak; tünel ve yer
altında geçen yol demektir. Yüce Allah, 'Yerde bir tünel...' buyurmuştur.
'Nafikau'l-yerbu=Tarla faresinin yuvaları' deyimi de buradan gelir.
'Nafeka'l-yerbu'u ve nefeka' yani, 'Tarla faresi yuvasına girdi. 'Nifak' da
buradan gelir ve 'Dine bir kapıdan girip diğer kapıdan çıkmak' anlamını
ifade eder. Yüce Allah, bu duruma şu şekilde işaret etmiştir: 'Münafıklar,
onlar fasıklardır.' Yani, onlar şeriattan/dinden çıkanlardır. Yüce Allah
bir yerde, münafıkların kâfirlerden daha kötü olduklarını belirtmiştir:
'Münafıklar, ateşin en aşağı derekesindedirler.' Neyfaku's-se-ravil;
herkesçe malumdur. (Pantolon veya şalvarın ağı demektir.)"
Yine der ki: "es-Süllem; yüksek yerlere selâmetle çıkmak amacıyla
kullanılan araca denir. Sonra yüksek bir şeye ulaşmak için aracı olarak
kullanılan tüm sebepler için kullanılır olmuştur. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: 'Yoksa onların üzerine çıkıp (göğün haberlerini) dinleyecekleri
bir merdivenleri mi var.' (Tûr, 38) Bir diğer ayette de şöyle
buyurmuştur: 'Ya da gökte bir merdiven...' (En'âm, 35) Şair der ki: Bir
merdiven aracılığıyla göklerdeki sebeplere ulaşırsa..." (el-
Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Ayette, şart cümlesinin cevabı, bilindiğinden hazfedilmiştir. Dolayısıyla
cümlenin açılımı, bazılarının da söylediği gibi şöyledir: "Eğer şunu
şunu yapabiliyorsan yap."
"Onlara bir mucize getirebiliyorsan" ifadesinin orijinalinde geçen "ayet"
ten maksat, onları inanmaya zorlayacak bir mucizedir. Çünkü,
"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse..." ifadesinde hitap Hz.
Peygamber'e (s.a.a) yöneliktir. Ve bu hitap, Peygamber'in çağrısının
hak içerikli oluşuna delâlet eden ilâhî mucizelerin en üstünü konumundaki
Kur'ân aracılığıyla yöneltiliyor. Kur'ân'ın mucizeliğini anlamaları
da mümkündür. Çünkü onlar etkili söz söyleyebilen akıllı insanlardı.
Şu hâlde, ifadenin vermek istediği mesaj şudur:
Onların senden yüz çevirmeleri, sana ağır gelmesin, gücüne gitmesin.
Çünkü bu dünya insanın kişisel tercihiyle tavırlarını belirlediği bir imtihan
yurdudur. Hakka davet ve onu kabul de insanın serbest seçimi
ekseninde dönen bir olgudur. Sen onları inanmak durumunda bırakacak,
kabul etmeye zorlayacak bir mucize getirecek güçte değilsin.
Çünkü yüce Allah, onların ancak kendi serbest iradeleriyle inanmalarını
ister. İnsanları inanmaya ve itaat etmeye zorlayacak bir mucize
yaratmaz bu yüzden. Eğer Allah dileseydi, bütün insanlar iman ederdi,
şu kâfirler de sana inanan müminler kervanına katılırlardı. O hâlde
yüz çevirdiler diye üzülme, canını sıkma. Yoksa, ilâhî bilgilerden
habersiz olan cahillerden olursun.
Bazılarının ayetin muhtemel anlamları arasında yer verdikleri, "Onlara,
mucize olarak sana verdiğimiz Kur'ân'dan daha üstün bir mucize
getirebiliyorsan" şeklindeki bir açıklama, ayetin akışı ile bağdaşmamaktadır.
Özellikle, "Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde
toplardı." ifadesiyle örtüşmediği ortadadır. Çünkü bu ifadenin zorlama
olgusuna işaret ettiği ortadadır.
Buradan da anlıyoruz ki ayetteki dilemeden maksat, yüce Allah'ın
dilemesi durumunda onları imana iletebileceği, böylece onları kabule
zorlaması ve serbest iradelerini geçersiz kılmasıdır. Ayetin akışından
algıladığımız budur.
Ne var ki yüce Allah, buna benzer ayetlerde, bunu dilemeyişini zorlama
olgusuyla ilintilendirmemiştir. Sözgelimi yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Dileseydik, herkese hidayetini verirdik. Fakat benden,
gerçek olarak, 'Mutlaka cehennemi, bütün cinler ve insanlarla dolduracağım.'
sözü çıkmıştır." (Secde, 13) Bu ayette yüce Allah, şu ayetin
içerdiğine benzer bir gerçeğe işaret etmektedir: "Dedi ki: Bu bir gerçektir
ve ben gerçeği söylüyorum: Mutlaka cehennemi, seninle ve onlardan
sana uyanların tümüyle dolduracağım." (Sâd, 84-85) Burada
yüce Allah, insanların tümünün hidayete ermeleriyle ilintili olarak iradesinin
gerçekleşmemesini, İblis'in, ihlâslı kulları dışındaki bütün
insanları yoldan çıkarmaya yemin etmesi üzerine hükme bağladığı
bir yargıya dayandırmaktadır.
Başka bir yerde de bu yargı, insanların azgınlıklarıyla irtibatlandırılıyor.
Yüce Allah, Hz. Adem ve İblis kıssasında şu ifadelere yer
vermektedir: "İblis, 'Rabbim, dedi, beni azdırdığın için andolsun ki,
ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve kendilerine
ihlâs verilen kulların hariç, onların hepsini azdıracağım.' Allah: İşte
bana varan doğru yol budur, dedi. Senin, sana uyan azgınlar dışında
benim kullarıma karşı bir gücün yoktur. Onların hepsinin de buluşma
yeri cehennemdir." (Hicr, 39-43) Başka bir yerde, bu durumu İblis de
onlara karşı dile getirmiştir. Yüce Allah, İblis'in kıyamet günü kendisine
uyan azgınlara şöyle söyleyeceğini anlatmaktadır: "İş bitirildikten
sonra Şeytan onlara şöyle dedi: Allah size gerçek vaat etti, ben de
size vaat edip de sözümde durmadım... Ben, önceden beni Allah'a ortak
koşmanızı tanımıyorum." (İbrâhîm, 22)
Bu ayetler, başta şirk olmak üzere bütün günahların insanların azgınlıklarına,
azgınlıklarının da nefislerinin eğilimlerine dayandığını
vurgulamaktadır. Bu durumla, Allah dilemedikçe insanın bir şey dilemeyeceğinden
söz eden ayetlerin işaret ettiği gerçek arasında da
bir çelişki yoktur. Örneğin yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bu bir öğüttür.
Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar. Allah dilemedikçe de, siz
dileyemezsiniz." (İnsân, 29-30) Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur:
"O, ancak âlemlere bir öğüttür; aranızdan doğru hareket etmek isteyen
için. Fakat âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe de, siz dileyemezsiniz."
(Tekvîr, 27-29)
Buna göre, insanın dilemesi, kesinlikle yüce Allah'ın dilemesine bağ-
lıdır. Yüce Allah, insanın dilemesini o zaman diler ki insan, iç dünyasının
güzelliğiyle buna hazır olduğunu göstersin, kendini Allah'ın
rahmetine maruz bıraksın. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Yöneleni kendisine iletir." (Ra'd, 27) Kendisine eğilim gösterip döneni
yani. Yoldan çıkmış, kalbi eğrilmiş, toprağın değerlerine bağlı, dünyevî
zevklere çakılıp kalmış, azmaya eğilimli olanlara gelince; yüce Allah
onları hidayete erdirmeyi dilemez ve onları rahmetinin kapsamına
almaz. Bu hususta şöyle buyurmuştur: "Allah onunla birçoğunu
saptırır ve yine onunla birçoğunu hidayete erdirir. Ancak onunla sadece
fasıkları saptırır." (Bakara, 26) "Onlar eğrilince, Allah da kalplerini
eğriltti." (Saff, 5) "Dileseydik, elbette onu o ayetlerle yükseltirdik;
fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü." (A'râf, 176)
Kısaca; dinsel davet, yalnızca insanın serbest iradesini esas alan bir
yol izler ve ilâhî mucizeler, insanların serbest seçimlerinin korunmasına
riayet edilerek nazil olurlar. Yüce Allah, yalnızca rahmetine yöneleni,
kendi serbest iradesiyle hidayetine nail olmayı isteyeni doğru
yola iletir.
Böylece, biraz çetrefilli olan bir diğer şüphe de çözüme kavuşmuş oluyor.
Şüphe şudur: Yüce Allah'ın insanları inanmaya zorlayacak, onları
dinsel daveti kabul etmek zorunda bırakacak bir mucize indirmesinin
dinsel davetin dayandığı serbest irade olgusuyla çeliştiği doğru.
Bunu kabul ediyoruz. Ama peki, yüce Allah'ın, iman edenlerin iman
etmesini dilediği gibi, bütün insanların iman etmesini de dilemesi
neden caiz olmasın ki?! Yani yüce Allah'ın, müminlerin iman etmeyi
dilemelerini dilediği gibi, bütün insanların da iman etmeyi dilemelerini
dilemesinin, bunun için de bir mucize indirip onları hidayete yöneltmesinin,
onları iman kimliğine büründürmesinin ne sakıncası olabilir
ki?! Çünkü böylece serbest iradeleri ortadan kalkmamış, davranış
özgürlükleri ellerinden alınmamış olur.
Şöyle ki: Böyle bir şey, özü itibariyle mümkün olmakla beraber, sebepler
dünyasına egemen olan genel yasayla, kapasite ve ona uygun
yönelimin bahşedilmesi sistemiyle çelişmektedir. Örneğin bu evrensel
yasalar sistemine göre, hidayet, ancak Allah'tan korkup sakınan
ve nefsini arındıran kimselere bahşedilir. Nefsini arındıran kurtul
muştur. Sapıklıksa, ancak Rabbini anmaktan yüz çeviren ve kendini
günahlara gömen kimselere isabet eder. Kendini günahlara gömen
kimse ise ziyana uğramıştır. Sapıklığın isabet etmesi, insanın hidayeti
bulmasının engellenmesi demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Kim şu hemencecik geçen dünyayı istiyorsa, orada ona, dilediğimiz
kimseye istediğimiz kadar hemen çabucak veririz; ama cehennemi
de onun için yaratmışız; kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.
Kim de ahireti ister ve inanarak ona yaraşır biçimde çalışırsa, böylelerinin
çalışmalarının karşılığı verilir. Hepsine, onlara da, bunlara
da Rabbinin bağışından veririz. Rabbinin bağışı men edilmez." (İsrâ,
18-20) Yani, hiç kimse Allah'ın bağışının kullarına ulaşmasına engel
olamaz. Yüce Allah, her nefse, hak ettiği bağışını ulaştırır. Hayır dileyene
hayır, şer dileyene de şer ulaştırır. Şer ulaştırması, hayrın ulaşmasına
engel olmasıyla olur. Eğer yüce Allah, iyi ve kötü olan bütün
kullarının kendi özgür istekleriyle hayrı dilemelerini, iman ve takvaya
düşkün olmalarını dileseydi, bu, evrensel düzenin geçersizliğini ve
sebepler düzeninin bozulmasını gerektirirdi.
Tefsirini sunduğumuz bu ayetten hemen sonra yere alan "Ancak işitenler,
çağrıya icabet ederler..." ayeti de, bu anlamı destekler mahiyettedir.
Ki biz, biraz sonra bunun da anlamını açıklayacağız.
36) Ancak işitenler, çağrıya icabet ederler. Ölülere gelince; Allah onları
diriltecek, sonra O'na döndürülecekler.
Bu ayet, bir bakıma, "Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse..."
ayetinin açıklaması niteliğindedir. Çünkü önceki ayetin içerdiği mesaj
özetle şöyleydi: "Sen onları, bu yüz çevirmelerinden alıkoyamazsın,
onları imana sevk edecek bir mucize de gösteremezsin." Bu ayette
ise, onların ölü hükmünde olduklarına işaret ediliyor. Ne bilinçleri var,
ne de işitebilecek durumdalar. Dolayısıyla, dinsel davetin anlamını işitip
algılayamazlar, Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısına icabet edemezler.
İnsan diye görünen şu iskeletler, aslında iki kısma ayrılmaktadırlar:
Bir kısmı, dirilerden, dolayısıyla işitenlerden oluşmaktadır. Bir çağrıya
da, ancak işitenler icabet edebilirler. Diğer bir kısmı da, ölüler-
den, dolayısıyla işitmeyenlerden oluşmaktadır. Bunlar, diriler görünümünde
olsalar da, gerçekte ölüdürler ve işitmemektedirler. İşitmeleri
için Allah'ın onları diriltmesi gerekmektedir. Ve Allah yakında onları
diriltecek. İşte o zaman, dünyadayken işitemediklerini işitecekler.
Nitekim yüce Allah, bu hususu şöyle aktarmaktadır: "Rablerinin huzurunda
utançtan başlarını öne eğmiş, 'Rabbimiz, gördük, işittik; bizi
geri döndür, iyi iş yapalım; artık kesin olarak inandık.' demekte olan
suçluları bir görsen!" (Secde, 12)
Dolayısıyla ifade, kinayeli bir anlatımı içermekte ve işitenlerden
maksat, müminler; ölülerden maksat da, ilâhî çağrıya icabet etmekten
yüz çeviren müşrikler ve benzeri gruplardır. Yüce Allah, Kur'ân'ın
birçok yerinde müminleri diriler ve işitenler olarak nitelendirmiştir.
Buna karşılık kâfirleri de ölüler ve sağırlar olarak nitelendirmiştir:
"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği
bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan
hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122)
Diğer bir ayette de şöyle buyurulmuştur: "Sen, ölülere duyuramazsın.
Arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.
Yine sen, körleri içine düştükleri sapıklıklarından çıkarıp yola getiremezsin.
Sen, ancak ayetlerimize inananlara duyurabilirsin. İşte onlar
Müslüman olurlar." (Neml, 81) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek
göstermek mümkündür.
Daha önce kitabımızın bir yerinde, tefsir bilginlerinin çoğunluğunun,
kinaye ve teşbih esaslı anlamlar yükledikleri bu niteliklerin gerçek
anlamdan payı olan bir başka anlamı olduğunu da ifade etmiştik.
Oraya bakılabilir.
Ayrıca, bu ayet gösteriyor ki, yüce Allah, dünyada müminlerin anlamasını
ve işitmelerini sağladığı gibi, ahirette de hakkın kâfirler ve
müşrikler tarafından anlaşılmasını ve çağrının işitilmesini sağlayacaktır.
Buna göre, insan, ister mümin olsun, isten kâfir olsun, er veya
geç hakkı anlayacaktır.
Tefsir'ul-Kummî'de şöyle deniyor: Ebu'l-Carud İmam Bâkır'dan (a.s)
şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) Haris b. Amir b. Nevfel b.
Abdumenaf'ın Müslüman olmasını çok istiyordu. Onu İslâm'a davet
etti ve Müslüman olması için çok uğraştı. Ama bedbahtlığı ağır bastı
ve Müslüman olmadı. Bu durum Peygambere ağır geldi. Bunun üzerine
yüce Allah, 'Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, o zaman
yerde bir tünel...' ayetini indirdi. Burada, yere doğru bir tünel
açması kastediliyor." [c.1, s.197]
Ben derim ki: Bu rivayet zayıf ve mürsel olmasının yanı sıra, surenin
bir kerede nazil olduğuna ilişkin çok sayıdaki rivayetlerle de örtüşmemektedir.
Bununla beraber, rivayeti, olayın ayetin inişinden önce
gerçekleşmesi ve ayetin inişiyle birlikte, önceden gerçekleşen bu olaya
işaret edilmesi, yani uyarlama yöntemine başvurulması şeklinde
yorumlamak da mümkündür.
37- Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?"
De ki: "Şüphesiz Allah, bir mucize indirmeye kadirdir; fakat onların
çoğu bilmez."
38- Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan
hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz,
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rablerinin
huzurunda bir araya getirilecekler.
39- Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir.
Allah kimi dilerse, onu saptırır ve kimi dilerse, onu doğru yola
koyar.
40- De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı size gelse, ya da
kıyamet saati size gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru
sözlüyseniz (söyleyin bakalım)."
41- "Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız. O da dilerse, kendisine yalvararak
kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır ve siz ortak koştuğunuz şeyleri
unutursunuz."
42- Senden önceki bazı ümmetlere de elçiler gönderdik. Sonra, yalvarsınlar
diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.
43- Hiç olmazsa, onlara azabımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat
kalpleri katılaştı ve şeytan, yapmakta olduklarını onlara süslü gösterdi.
44- Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her şeyin kapılarını onlara
açtık. Nihayet kendilerine verilenlerle sevince daldıkları sırada ansızın
onları yakaladık, birden bire donakaldılar.
45- Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi ve hamd, âlemlerin
Rabbi Allah'a mahsustur.
46- De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah, işitme duyunuzu ve gözlerinizi
alsa, kalplerinizi de mühürlese, Allah'tan başka bunları size getirecek
tanrı kimdir?" Bak, delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz), sonra
yine onlar yüz çeviriyorlar?!
47- De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı ansızın ya da aEn'âm
48- Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Artık
kim inanır ve kendini düzeltirse, onlara ne bir korku var, ne de üzülürler
onlar.
49- Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, yoldan çıkmalarından dolayı
onlara azap dokunacaktır.
50- De ki: "Ben size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.'
demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, 'Ben bir meleğim.' de
demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör
ile gören hiç bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
51- Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanları onunla
(Kur'ân'la) uyar; onların O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir
destekçileri yoktur; belki korunurlar.
52- Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları
kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yok, senin
hesabından da onlara bir sorumluluk yok ki, onları kovup da zalimlerden
olasın!
53- Böylece biz, onların kimini kimi ile denedik ki, "Allah, aramızdan
şunlara mı lütfu lâyık gördü?!" desinler. Allah, şükr-edenleri daha iyi
bilmez mi?
54- Ayetlerimize inananlar sana geldikleri zaman de ki: "Selâm size!
Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır ki, sizden kim, bilmeyerek
(cahillik ederek) bir kötülük işler de sonra ardından tövbe edip düzelirse,
muhakkak ki O, bağışlayandır, merhamet edendir."
55- Böylece ayetleri genişçe açıklıyoruz ki [gerçekler iyice anlaşılsın]
ve bu arada suçluların yolu açık seçik meydana çıksın.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Tevhit inancı ve peygamberlik delili (mucize) konusunda müşriklere
karşı değişik açılardan kanıtlar sunuluyor.
37) Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" De
ki: "Şüphesiz Allah, bir mucize indirmeye kadirdir; fakat onların çoğu bilmez."
Burada müşriklerin, Peygamberimizden (s.a.a) bir mucize istediklerine
işaret ediliyor. Onların bu istekleri, Hz. Peygamber'i zor durumda
bırakma amacına yöneliktir. Akıllarınca mucize göstermemesi durumunda
Peygamber'in doğru söylemediğini kanıtlamış olacaklardı.
Oysa onlar, bu istekte bulundukları sırada, en büyük ayet, en büyük
mucize olan Kur'ân orta yerde duruyordu; üzerlerine sure sure, ayet
ayet iniyor, kendilerine her münasebetle okunuyordu. Bu da gösteriyor
ki, "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" ifadesiyle
dile getirdikleri mucize, Kur'ân'dan ayrı bir şeydir. Demek oluyor ki,
onlar Kur'ân'ı kendilerini ikna edecek, saçma sapan düşüncelerle dolu,
nefsanî heveslerin tutsağı olan gönüllerini razı edecek bir mucize,
bir ayet gibi görmüyorlardı.
Düzmece ilâhlarına karşı taassupları, onları öyle bir fanatikliğe itmişti
ki, sanki onların Rabbi değilmiş gibi yüce Allah'tan kopmuşlardı.
Bu yüzden, "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?"
demişlerdi, "Rabbimizden" veya "Allah'tan" gibi bir ifade kullanmamışlardı.
Amaçları; Hz. Peygamber'in konumunu basitleştirmek, istekleri
karşısında çaresizliğini vurgulamaktı. Yani, eğer o, iddiasında
sami-mîyse, sunduğu mesaj gerçeğin ifadesiyse, o hâlde insanları
kulluk sunmaya davet ettiği Rabbinin kendisine arka çıkması, ona
yardım etmesi, davasının hak içerikli olduğunu kanıtlayan bir mucize
indirmesi gerekir.
Onları böyle bir öneride bulunmaya iten etken, iki konuya ilişkin bilgisizlikleriydi.
Birincisi: Onlara göre, düzmece ilâhlar, evrende etkinlik
alanlarına girdiğini sandıkları işlerde bağımsız hareket ederler. Bunun
yanında onların şefaatçilik makamları da vardır. Örneğin savaş
veya barış tanrısı, kendi işini dilediği gibi yönlendirir ve bir başkası
onun bu işe ilişkin plânlarını bozamaz. Karaların tanrısı, denizlerin
tanrısı, aşk tanrısı, nefret tanrısı ve diğer tanrılar da öyle. Bu durumda
yüce Allah için yapacak iş kalmıyor. Çünkü işleri yardımcıları arasında
bölüştürmüştür. Bunlar şefaatçiler (yardımcı tanrılar), O ise
tanrılar tanrısıdır. Dolayısıyla O'nun, onların bu düzmece tanrılarının
tanrılıklarını olumsuzlayacak bir mucize indirmesi söz konusu olaEn'âm
maz.(!)
Onların bu sanılarını teşvik edici, kalplerindeki bu inancı pekiştirici bir
unsur da, Hicaz Yahudilerinden duydukları, Allah'ın eli kolu bağlı olduğuna,
yürürlükteki sistemi değiştirip sebepler âlemine egemen olan
alışılmış düzeni bozmasına imkân olmadığına ilişkin sözlerdi. [Bu,
birinci bilgisizlikleriydi.]
İkincisi: Yüce Allah katından inen mucizeler, eğer insanların bir önerisi
olmaksızın sırf elçilerden birine özgü olarak ortaya konulmuş olursa,
bunlar sadece söz konusu elçinin çağrısının doğruluğunu vurgulamaya
yönelik açık deliller işlevini görürler. Bu mucizeler açısından,
çağrıya muhatap olan insanlar sakıncalı bir duruma (azaba) maruz
kalmazlar. Hz. Musa'ya verilen asa ve beyaz el mucizelerini, Hz. İsa'ya
bahşedilen ölüleri diriltme, doğuştan kör ve alacalı olanı iyileştirme
ve kuş yaratma mucizelerini ve Hz. Muhammed'e (Allah'ın salât ve
selâmı ona, Ehlibeyti'ne ve o peygamberlerin üzerine olsun) verilen
Kur'ân mucizesini buna örnek gösterebiliriz.
Ama eğer bir mucize insanların önerileri sonucu gösterilmiş olursa,
buna ilişkin ilâhî yasa şu şekilde cereyan eder: İnsanlar ona inanırlarsa,
hiç. İnanmazlarsa, üzerlerine azap indirilir ve artık bekletilmezler.
Hz. Nuh'un, Hz. Hud'un, Hz. Salih'in ve diğer bazı peygamberlerin
gösterdikleri mucizeleri buna örnek gösterebiliriz. Kur'ân'da buna işaret
eden birçok ayet vardır: "'Ona bir melek indirilmeli değil miydi?'
dediler. Eğer bir melek indirseydik, artık iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine
mühlet verilmezdi." (En'âm, 8) "Bizi, (elçiyi) mucizelerle göndermekten
alıkoyan şey, evvelkilerin onları yalanlamış olmasıdır. Semud
kavmine açık bir mucize olarak dişi deveyi verdik. Ama onlar,
onunla (inanacakları yerde) zalim oldular." (İsrâ, 59)
"Dediler ki: 'Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?' De ki:
Şüphesiz Allah, bir mucize indirmeye kadirdir; fakat onların çoğu
bilmez." ifadesiyle, yukarıda değindiğimiz her iki hususa işaret edilmiştir.
Burada, öncelikle yüce Allah'ın dilediği her mucizeyi indirebileceğine
işaret ediliyor. "Allah" ismiyle müsemma olan bir zatın buna kudretinin
olmayacağı tasavvur edilebilir mi? Dikkat edilirse cevapta,
240 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7
"Rab" niteliği yerine "Allah" ismi kullanılmıştır. Bununla hükmün
kanıtına işaret etme amacı güdülmüştür. Çünkü mutlak ulûhiyet,
bütün kemal niteliklerini bünyesinde toplar, herhangi bir sınırla sınırlı,
herhangi bir kayıtla kayıtlı olmaz. Müşrikleri, Peygamber'i âciz bırakmak
için mucize istemeye iten etken de, ulûhiyet makamına ilişkin
cehaletleriydi.
Ayrıca, istedikleri mucizenin indirilmesinin kendi çıkarlarına da uygun
olmadığını bilmiyorlardı. Böyle bir mucize istemeye cür'et etmekle,
kendilerini topluca helâke sürüklediklerinin, köklerinin kurutulması
durumuyla karşı karşıya kalacaklarının farkında değillerdi. İfadelerde
bu anlamın bir şekilde gözetildiğinin kanıtı, bu kanıtlamaların ardından
gelen şu değerlendirme cümlesidir: "De ki: 'Eğer acele istediğiniz
şey benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızda, iş şimdi
bitirilmişti. Çünkü Allah zalimleri daha iyi bilir." (En'âm, 58)
Ayette "tef'il" kalıbından "nuzzile" ve "yunezzile" fiillerinin kullanılmış
olması gösteriyor ki, onlar, aşamalı olarak gösterilen bir mucizenin
indirilmesini veya peş peşe birkaç mucizenin indirilmesini istemişlerdir.
Nitekim Kur'ân'ın başka bir yerinde bu isteklerinden söz edilirken
buna işaret edilmiştir: "Dediler ki: Yerden bize bir göze fışkırtmadıkça
ya da senin... bir bahçen olmadıkça, ... ya da göğe çıkmadıkça, sana
inanmayız. Üzerimize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, göğe
çıkmana da inanmayız." (İsrâ, 90-93) "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar,
'Bize melekler indirilmeli, yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?'
dediler." (Furkan, 21) "İnkâr edenler, 'Kur'ân, ona bir defada indirilmeli
değil miydi?' dediler." (Furkan, 32)
İbn-i Kesir'in söz konusu fiilleri "nezele" ve "yunzile" şeklinde şeddesiz
okuduğu da rivayet edilir.
38) Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir
kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar.
Ayetin orijinalinde geçen "ed-dâbbeh" yeryüzünde hareket eden, debelenen
bütün canlılar için kullanılan bir isimdir. Ancak daha çok atlar
için kullanılır. "ed-Debb" ve "ed-debîb", yavaş yürüyüş anlamına
gelir.
Ayetin orijinalinde geçen "et-tâir" havada kanatlarıyla uçan canlılara
denir. Çoğulu "et-tayr"dır. "er-Râkib" ve "er-rekb" gibi. Ümmet ise,
aynı amaç etrafında birleşen, o amaç doğrultusunda ilerleyen insan
topluluğu demektir. Aynı din, aynı hukuk sistemi, aynı zaman ve aynı
mekân etrafında birleşmek gibi. Bu kelimenin anlamının aslı, "yönelmek"
tir. Biri bir şeye yöneldi mi, Araplar "emme/yeummu" ifadesini
kullanırlar. "el-Haşr" ise, insanları savaş veya göç gibi sosyolojik
bir olay için bir araya toplamak, seferber etmek anlamına gelir.
Ayette, kuşun "iki kanadıyla uçan" niteliğiyle nitelendirilmesi, hayvanların
"yeryüzünde hareket eden" niteliğiyle nitelendirilmesine bir
karşılık mahiyetindedir. Bu ifade, aslında "Karada ve havada yaşayan
hiçbir hayvan yoktur ki..." demekle aynı anlamı ifade etmektedir. Ayrıca
bu niteleme ile, kavramlar açısından yaşanabilen anlam kaymalarını
da önleme amaçlanmıştır. Nitekim "ed-debîb", yavaş hareket
etme anlamına geldiği gibi, "uçma" da hızlı hareket etme şeklinde
algılanabilir. İşte böyle bir karışıklığa meydan vermemek için bu ayrıntıya
başvurulmuş, "iki kanadıyla uçan" nitelemesine gerek duyulmuştur.
HAYVANLAR ÂLEMİ
Tefsirini sunduğumuz ayette hitap, insanlara yöneliktir. Ayrıca ayette,
karada veya havada yaşayan hayvanların da insanlar gibi birer ümmet
olduklarından söz ediliyor. Bununla onların, sayıları kalabalık
topluluklar oldukları kastedilmiyor. Çünkü "ümmet" kavramı, salt sayısal
çokluk anlamında kullanılmaz. Tam tersine, bu sayısal çokluğu
oluşturan bireyler, zorunlu olarak veya kendi istekleriyle bir hedef etrafında
birleşip o hedefe yöneldiklerinde böyle bir niteliği hak ederler.
Yine bununla, onların sırf çeşitli canlı türleri oldukları ve her türün bireylerinin
kendi türlerine özgü yaşama, beslenme, çiftleşme, üreme,
barınma tarzları olduğu da kastedilmiyor. Çünkü bu hususlardaki ortaklık
bağlamında insanlara benzediklerine hükmedilebilse de, ayetin
sonunda yer alan, "Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya
getirilecekler." ifadesi gösteriyor ki, bu noktada ön plâna çıkarılan
benzerlikten maksat, beslenme, çiftleşme ve barınma gibi hu-
suslardaki benzerlik değildir. Bilâkis, diğer bir ortak nokta vardır ki,
onları da tıpkı insanlar gibi, Allah'ın huzurunda toplanma durumunda
bırakıyor. İnsanların Allah'ın huzurunda toplanmasını gerektiren şey
ise, bir tür bilinçsel yaşamdan başka bir şey değildir. İnsanın mutluluk
veya mutsuzluğunu belirleyen şey de, bu bilinçsel yaşamdır. Yoksa,
insan topluluğunun herhangi bir bireyi, dünyadaki en lezzetli yemeği
yiyebilir, en başarılı evliliği, en tatmin edici birleşmeyi gerçekleştirebilir,
en görkemli evde barınabilir, ama bununla beraber, işlediği
zulüm ve günahtan dolayı mutlu olmayabilir. Bunun tam tersi de
mümkündür. Bakarsın bir insan, kendisini saran tüm sıkıntılara, musibetlere
ve meşakkatlere rağmen, sahip olduğu insanî erdemler ve
kulluk nuru sayesinde son derece mutlu, huzurlu ve hayatından
memnundur.
Daha doğrusu insanın bilinçsel yaşamı, -buna dilersen, insanın fıtratı
da diyebilirsin- peygamberlik davetinin desteğiyle insan için inanç ve
amellerden oluşan bir yasal düzen öngörür. İnsan eğer bu düzene uyar,
onun belirlediği yönde hareket eder ve içinde yaşadığı toplum da
bu bağlamda kendisiyle uyumlu olursa, dünya ve ahiret hayatında
mutlu olur. Şayet içinde yaşadığı toplumun uyumu olmaksızın tek
başına hareket ederse, bu sayede yalnızca ahirette veya hem dünyada
ve hem de ahirette mutlu olur. Ama eğer bu düzene uymayıp da
öngördüğü yasaların bir kısmını veya tümünü terk ederse, hem dünyada
ve hem de ahirette mutsuz olur.
İnsan için hükme bağlanan bu yasaları iki cümlede ifade etmek
mümkündür: Hayra ve itaate yöneltmek, kötülükten ve günahtan alıkoymak.
İstersen şöyle de diye bilirsin: Adalete ve doğruluğa çağrı,
zulmü ve haktan sapmayı yasaklama. Çünkü insan bozulmamış fıtratı
uyarınca, bazı şeyleri güzel görür; bunlar kendisi ya da başkaları açısından
adalet niteliğine sahiptirler. Yine fıtratı uyarınca, bazı şeyleri
de çirkin görür; bunlar da kendisi veya başkaları açısından zulüm niteliklidirler.
İlâhî dinse, bunları pekiştirir ve ayrıntılarını ortaya koyar.
Bundan önceki birçok açıklamadan hareketle böyle bir sonuca varıyoruz.
Kur'ân'da yer alan birçok ayetten de bu sonucu algılayabiliyoruz:
"Nefse ve onu biçimlendirip de ona kötülüğünü ve iyiliğini il
ham edene andolsun ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa
ermiş, onu kötülülüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems, 7-10) "İnsanlar
tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberleri
gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa
düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak
kitaplar indirdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller
kendilerine geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü onda
anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, iman edenleri hakkında
ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, dilediğini
doğru yola iletir." (Bakara, 213)
Hayatın birçok alanında insanlara eşlik eden hayvanların davranışları
üzerinde durup düşündüğümüz zaman, hayvan türlerinden birinin hayat
tarzı ve yaşayış şekli üzerinde derin etütler yaptığımız zaman,
bunların da tıpkı insanlar gibi bireysel ve toplumsal inançlara ve görüşlere
sahip olduklarını görürüz. Varlığını sürdürme amacına yönelik
hareketleri ve duruşları, işte bu inanç ve görüşler esasına dayalı olarak
biçimlenir. Tıpkı insanın dünya hayatındaki davranışlarını bir dizi
inanç ve görüşe dayandırması gibi.
Örneğin herhangi birimiz beslenmeyi, cinsel birleşmeyi ya da çocuk
sahibi olmayı arzu eder. Yahut kendisine zulmedilmesinden ve fakirlikten
hoşlanmaz. Bu bağlamda zihninde bir düşünce belirir ki, yiyecek
araması veya bir şeyler yemesi ya da bir yerde depolaması gerekmektedir.
Yahut evlenmesi ve çocuk sahibi olması lâzım
gelmektedir. Yine bu bağlamda düşünür ki, zulme katlanmaması,
fakirliğe sabretmemesi gerekir. Böylece zihninde beliren bu
düşüncelerin önünde açtığı yollarda hareket ederek bu sorunlarına
çözümler bulmanın peşine düşer.
Aynı şekilde gözlemlediğimiz kadarıyla, herhangi bir hayvan da hayatının
gereksinimlerini karşılama bağlamında tutarlı bir hareketlilik hâlinde
olur. Bununla beslenme, çiftleşme ya da barınma gibi ihtiyaçlarını
karşılamayı hedefler. Bu da, söz konusu hayvanın ihtiyaçlarının ve bu
ihtiyaçları giderecek şeylerin bilincinde olduğundan kuşku edilmemesi
gerektiğini gösteren bir olgudur. Yine buradan hareketle anlıyoruz ki,
bu hayvanın kendine özgü görüş ve inançları da vardır. Bunların etkisiy-
le, tıpkı insanlarda olduğu gibi, yararlı şeyleri elde etmeye, zararlı şeyleri
de kendinden uzaklaştırmaya yönelir. Bazen hayvanların bir avı yakalamak
veya düşmandan kurtulmak için akıl almaz hile ve tuzaklara
başvurduklarını görüyoruz ki, birer bireysel ve toplumsal yöntem olarak
biz insanlar, ancak asırlar sonra bunları ortaya çıkarabiliyoruz.
Birçok hayvan türlerini araştıran bilim adamları, karıncalar, bal arıları
ve ağaç kurtları üzerinde yaptıkları araştırmalar sonucu, uygarlık ve
sosyal yaşam bağlamında insanı dehşete düşüren bulgular elde etmişler.
Sanat ve yönetim incelikleri açısından öyle manzaralarla karşılaşmışlar
ki, ancak uygarlıkta ileri gitmiş insan topluluklarında bunların
benzerlerine rastlayabiliriz.
Kur'ân-ı Kerim de, hayvanların tanınmasını, yaratılışları ve hareketleri
üzerinde düşünülmesini teşvik edici ifadeler içerir: "Sizin yaratılışınızda
ve (Allah'ın yeryüzünde) yaymakta olduğu canlılarda, kesin olarak
inananlar için deliller vardır." (Câsiye, 4) Kur'ân-ı Kerim, sığır, kuş,
bal arısı ve karınca gibi hayvanların durumlarından ibret dersleri çıkarılmasını
emreder.
İşte bizim kanaatimize göre, çeşitli türlere ayrılan hayvanların, hayatlarıyla
ilgili hususlarda ve amaçlarda, davranışlarını dayandırdıkları
bu görüş ve akideler, sürükleyici ve engelleyici hükümler içermese
de, en azından bazı şeylerin iyi, bazılarınınsa çirkin görülmesini,
dolayısıyla zulüm ve adalet kavramlarını içermektedir.
Herhangi bir hayvan türünün bireylerinin aralarında davranış ve huy
bakımından birtakım farklılıklar görülmesi de bunu destekleyen bir
bulgudur. Sözgelimi iki atın, iki koçun veya iki horozun huyları birbirinden
çok farklı olabilmektedir. Biri son derece sert ve huysuz olurken,
diğeri oldukça yumuşak ve uysal olabiliyor.
Bunu, kimi hayvan türlerinde bazı bireylerin şahsında gözlemlediğimiz
sevgi, nefret, şefkat, merhamet, katılık veya saldırganlık gibi huylar
da desteklemektedir. Ki bunun benzerlerini insanlarda görüyoruz.
Yine insanlar bazında bu gibi unsurların, fiillerin güzel veya çirkin olarak
nitelendirilmesinde belirleyici olduklarını biliyoruz. Amellerin zulüm
veya adalet nitelikli olmaları da bu gibi unsurlar bağlamında belirginlik
kazanan bir olgudur. Sonra bunların insanın uhrevî haya
tı üzerinde de etkili olduğu bir gerçektir. Allah'ın huzurunda toplanmalarında,
amellerine göre hesaba çekilmelerinde, uhrevî nimet veya
azaba maruz kalmalarında da bunun etkisini biliyoruz.
Bu noktada, tıpkı insanlar gibi hayvanların da haşredilecekleri hususu
belirginlik kazanıyor. Çünkü yüce Allah, adalet, zulüm, takva ve
günah gibi niteliklerin insanların amellerine uyarlanmasını, haşrin
gerekçesi olarak sayıyor. Bu nitelikleri haşrin varlığının kanıtları olarak
ön plâna çıkarıyor. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Yoksa biz, inanıp iyi
işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız?
Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?" (Sâd, 28) Hatta
yüce Allah, göklerde, yerde ve ikisi arasında yaratılan varlıkların haşrinin
geçersiz olmasının, bütün bunların yaratılışlarının geçersizliğine,
boş bir eğlenceye dönüşmesine neden olacağını belirtir. Nitekim, biraz
önce örnek gösterdiğimiz ayetin hemen öncesinde şöyle buyurmuştur:
"Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu,
inkâr edenlerin zannıdır. Ateşten vay hâllerine o inkâr edenlerin!"
(Sâd, 27)
Bu nedenle, şimdi soruyoruz: Acaba insanlar gibi hayvanlar da Allah-
'ın huzurunda toplanacaklar mı? Eğer hayvanlar da Allah'ın huzurunda
toplanacaklarsa, acaba bu toplanışları insanlarınki gibi mi olacaktır;
onların da amelleri tartılacak mı, dünyadaki yükümlülüklerini yerine
getirişleriyle bağlantılı olarak cennetle ödüllendirilecekler mi? Ya
da cehennemle cezalandırılacaklar mı? Onlarla ilgili olarak dünyevî
yükümlülük, elçilerin gönderilişi ve hükümlerin indirilişi şeklinde mi
gerçekleşmiştir? Eğer öyle olmuşsa, acaba onlara gönderilen elçi,
kendi hemcinslerinden mi olmuş, yoksa bir insan mı olmuş?
Açıklamanın akışının bu noktasında insanın aklına gelebilecek sorulardır
bunlar?
Birinci soruya, yani, "Acaba insanların dışındaki canlıların da haşredilmeleri
söz konusu mudur?" sorusuna gelince; bununla ilgili olarak
tefsirini sunduğumuz ayetin sonunda yer alan "Sonra (onlar),
Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler." şeklindeki ifade, yukarıdaki
soruya yeterli bir cevap niteliğindedir. Buna yakın bir ifade de
şu ayette yer almaktadır: "Vahşi hayvanlar bir araya getirildiği zaman." (Tekvîr, 5)
Hatta göklerin, yerin, güneşin, ayın, yıldızların, cinlerin, taşların, putların
ve müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak ibadet ettikleri diğer
düzmece ilâhların da geri döndürüleceklerine ilişkin birçok ayet vardır.
Aynı şekilde altın ve gümüşün de ahiret günü yeniden var edileceklerini
ve cehennem ateşinde kızdırılarak zekâtı vermeyenlerin alınlarının
ve yanlarının onunla dağlanacağını ifade eden ayet de vardır.
Bu gibi ayetleri teker teker sunmanın gereğini duymuyoruz. Ayrıca,
bunlara ilişkin rivayetler de sayılmayacak kadar çoktur.
İkinci soruya, yani, hayvanların da tıpkı insanlar gibi haşredilip, amellerinden
dolayı hesaba çekilecekleri, bundan dolayı ödüllendirilecekleri
veya azaba çarptırılacakları hususuyla ilgili soruya gelince; bu soruya
verilecek cevap şudur: Bu, bireylerin toplanıp zorlamayla bir yere
doğru sürüklenmeleri anlamına gelen haşrin vazgeçilmez bir sonucudur.
Gök, yer, güneş, ay ve taş gibi şeyler hakkında ise haşretme
ifadesi kullanılmamıştır. Aşağıdaki ayetler bu hususa örnek oluşturmaktadır:
"O gün yer başka yere dönüştürülür, gökler de (başka göklere) ve (insanlar)
tek ve kahredici Allah'ın huzuruna çıkarlar." (İbrâhîm, 48) "Kıyamet
günü yer tamamen O'nun avucu içindedir, gökler de sağ elinde
dürülmüştür." (Zümer, 67) "Güneş ve ay bir araya getirildiği zaman."
(Kıyâmet, 9) "Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennem odunusunuz.
Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar tanrı olsalardı, oraya
girmezlerdi." (Enbiyâ, 98-99)
Kaldı ki, yüce Allah'ın sözündeki, insanların haşriyle ilgili ifadelerinin
özü, bunun onlar arasında baş gösteren ihtilâfların hak esasına dayalı
olarak çözüme kavuşturulması amacıyla gerçekleşeceği yönündedir.
Bu hususla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Rabbin,
ayrılığa düştükleri konularda kıyamet günü onların aralarında hükmedecektir."
(Secde, 25) "Sonra dönüşünüz bana olacak. O zaman, ayrılığa
düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim." (Âl-i
İmrân, 55) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Tümünün dönüşü ise, iyilik yapanın ödüllendirilmesi ve zulmedenin
de zulmünden dolayı cezalandırılmasına yöneliktir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki biz, suçlulardan öç alıcıyız."
(Secde, 22) "Sakın, Allah'ı elçilerine verdiği sözden cayar sanma! Allah,
mutlak üstündür, öç alandır. O gün yer başka yere dönüştürülür, gökler
de (başka göklere) ve (insanlar) tek ve kahredici Allah'ın huzuruna
çıkarlar." (İbrâhîm, 47-48) Bu iki nitelik, yani iyilik ve zulüm nitelikleri,
genel anlamda hayvanların davranışları açısından da söz konusudur.
Bu sonucu, şu ayetten çıkan anlam da destekler mahiyettedir: "Eğer
Allah, insanları yaptıkları işler yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı,
yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat, onları belirtilmiş bir
süreye kadar erteliyor." (Fâtır, 45) Bu ayetten şu anlaşılıyor: "Eğer insanların
işledikleri zulümler, hemen ilâhî azabı gerektirecek olsaydı,
bu, zulüm olmasından dolayı olurdu. Zulüm ise, insan olsun, hayvan
olsun bütün canlılar için söz konusu olan bir niteliktir. Bu durumda,
yüce Allah'ın yeryüzünde hiçbir canlı bırakmaması gerekirdi." Gerçi,
bu ayette sözü edilen canlıdan maksadın, özel olarak insan olduğunu
da söyleyen olmuştur.
Diğer canlıların da kıyamet günü haşredilip yaptıkları kötülüklerin cezasını
çekecek olmaları, onların bilinç ve irade bakımından insanlarla
eşit olmalarını, nefsî ve ruhsal açıdan insan derecesine çıkmalarını
gerektirmez; aklî zorunluluk bunu reddeder, gerek hayvanların ve gerekse
insanların sergiledikleri davranışların etkileri böyle bir ihtimali
ortadan kaldırır.
Hatta, insanların ve diğer canlıların kıyamet günü, dünyadayken işledikleri
amellerden sorumlu tutulup cezalandırılma, hesaba çekilip
ödüllendirilme bakımından ortak bir zeminde bulunmaları, onların
her açıdan denk ve eşit olmalarını gerektirici bir durum olmadığı gibi,
bizzat insan bireylerinin kendi aralarında ortak bir düzlemde olmaları
da, amellerinin inceliklerine dikkat edilmesi ve detayları üzerinde durulması
açısından aynı şekilde hesaba çekilmelerini, dolayısıyla akıllı
insanla aptal insanın, doğru yolu bulan insanla doğru yolu bulma imkânından
yoksun insanın aynı sanık sandalyesine oturtulmasını
gerektirmez.
Kaldı ki, yüce Allah, bazı hayvan bireylerinden öyle şeyler anlatıyor ki,
ince anlamları, soyut kavramları anlama açısından, anlama ve kav-
ram bağlamında orta düzeyli bir insandan hiç de geri kalır bir yönleri
olmadığı anlaşılıyor. Örneğin, yüce Allah'ın Hz. Süleyman (a.s) kıssası
çerçevesinde bir karıncadan aktardığı sözler gibi: "Karınca vadisine
geldikleri zaman bir karınca, 'Ey karıncalar, yuvalarınıza girin ki, Süleyman
ve orduları, farkında olmayarak sizi ezmesinler.' dedi." (Neml,
18)
Yine aynı surede, bir hüthüt kuşunun bir süre ortadan kayboluşunun
ardından Hz. Süleyman'a söylediği sözleri gibi: "Hüthüt dedi ki: Senin
(bilgice) kuşatmadığın bir şeyi kuşattım ve Seba'dan sana gerçek bir
haber getirdim. Ben, onlara hükümdarlık eden bir kadın gördüm.
Kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var. Onun ve kavminin,
Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini
süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar..."
(Neml, 22-24)
Bilgili bir araştırmacı, bu ayetlerde sözü edilen hayvandan görülen
anlayış ve bilinç belirtileri üzerinde durup düşündüğü, ardından bunların
objektif değerlerini ölçtüğü zaman, bu derecede bir anlayış ve
bilincin, birtakım bilgiler bütününe ve çeşitli kavrayışlara dayandığından,
bunların da bazı yalın ve bileşik anlamlardan kaynaklandığından
kuşku duymaz.
Zoologların hayvanlar üzerinde yaptıkları derin araştırmalar, çeşitli
hayvan türlerine yönelik eğitsel faaliyetler sonucu elde ettikleri ilginç
bulgular, şaşırtıcı durumlar, bizim bu çıkarsamamızı destekler
mahiyettedir. Bu bulgulara baktığımızda bunların ancak latif bir iradeye,
derin bir düşünceye ve keskin bir bilince sahip bir canlıdan
kaynaklanabileceğini düşünürüz.
Üçüncü ve dördüncü soruya, yani, "Hayvanlar, dünyevî yükümlülüklerini
kendilerine gönderilen bir elçiden ve indirilen vahiy yoluyla mı alırlar?
Ve bu elçi, gönderildiği hayvan türünün bir bireyi midir?" sorularına
gelince; şu kadar söyleyebiliriz ki, hayvanlar âlemi şu ana kadar
bizim için bir meçhuldür, kalın bir perdenin gerisindedir. Dolayısıyla,
bu tür konulara kafa yormak, yararsız bir uğraşıdan ve bu konulara
ilişkin bir şey söylemek, bilgisizce konuşmaktan başka bir şey
olmaz. Kur'ân-ı Kerim de, zahirinden anladığımız kadarıyla, bu husus
ta herhangi bir açıklama sunmamaktadır. Ayrıca, ne Peygamberimizden
(s.a.a), ne de Ehlibeyt İmamlarından (a.s) bu hususla ilgili bir
değerlendirmeye esas alınacak bir rivayet de nakledilmemiştir.
Şu kadarı var ki, hayvan topluluklarının da, tıpkı insan toplulukları gibi,
özünde ilâhî dini barındırdığını ve bunun insanlarda olduğu gibi fıtrattan
kaynaklandığını anlıyoruz. Fıtrat menşeli dinin, insanı Allah'ın
huzurunda toplanmaya ve amellerinin cezasını almaya hazırladığı gibi,
hayvanları da hazırladığını biliyoruz. Bununla beraber, insanlarla
karşılaştırdığımızda, hayvanların davranışlarından gözlemlediğimiz
kadarıyla, hayvanlara, insanlarınkine benzer ayrıntılı bilgilerin verilmediğini
ve insanlar gibi ayrıntılı şekilde ilâhî yükümlülüklerle sorumlu
kılınmadığını söyleyebiliriz. Her şeyin insanların emrine verildiğini
ve insanların bütün canlılardan üstün olduğunu dile getiren Kur'ân
ayetleri de bu hususu desteklemektedir.
* * * Şimdi ayetin metnini yeniden ele alalım: "Yeryüzünde hareket
eden hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar
da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar." ifadesi gösteriyor ki, tüm hayvan
türleri arasında rastladığımız hayvan toplulukları, kendi türlerine
özgü bilinçli amaçlar etrafında oluşmuşlardır. Her hayvan türü, tıpkı
insanda olduğu gibi, bilinç ve iradesi oranında bu amaçlara yönelik
eylemler içine girer.
Bu da beslenme, gelişme ve üreme gibi sadece bu dünya hayatıyla
sınırlı doğal amaçlara özgü bir durum değildir. Aksine bunun etkinliği,
ölümden sonrasını da kapsar ve onu diğer bir hayatla irtibatlandırır.
Bilinç ve irade pınarlarından beslenen mutluluk ve mutsuzluk olgularıyla
bağlantılı hâle getirir.
Bazılarının buna şöyle itiraz edeceklerini duyar gibi oluyoruz: Bilim
adamları, insan dışındaki canlı türlerinin serbest irade ve seçme yeteneğinden
yoksun olduklarını kesin olarak ortaya koymuşlardır. Bu
yüzden hayvanların fiilleri de, tıpkı bitkilerin fiilleri gibi, istem dışı doğal
fiiller olarak değerlendirilir. Bu nedenledir ki, yararına olan bir
şeyle karşılaştığında üzerine atlamaktan kendini alamaz. Kedinin fa-
reyi veya aslanın avını gördüğünde yaptığı gibi. Yine bir hayvan kendisinden
üstün olan düşmanıyla karşılaştığında derhal kaçmaktan
kendini alamaz. Farenin kediyle veya ceylanın aslanla karşılaştığında
olduğu gibi. Dolayısıyla, insanların dışındaki canlılar açısından serbest
irade ve isteme dayalı mutluluk ve mutsuzluktan söz etmenin
bir anlamı yoktur.
Ancak insanın isteme bağlı eylemlerini yerine getirirken birer aracı
olarak kullandığı istem ve psikolojik haletler üzerinde iyice düşündüğümüz
zaman, bu kuşkunun yersiz olduğunu anlarız. Şöyle ki: İnsanın
isteme bağlı eylemlerinin yerine getirilmesine esas oluşturan bilinç
ve irade olgularının insanın ruhsal yapısına yerleştirilmiş olmasının
gerekçesi, bilinçli bir canlı türü olarak insanın objeler dünyasında
madde üzerinde tasarrufta bulunması ve kendisine yararlı olan şeyleri
zararlı olan şeylerden ayırmak suretiyle varlığını koruma amacına
dönük olarak onlardan yararlanmasıdır. İlâhî iradenin insanı bilinç ve
irade olgularıyla donatması bu yüzdendir. İnsan, bu diri bilinciyle
kendisine zararlı olan şeyi yararlı olan şeyden ayırır. Bir yarar söz konusu
olduğunda, onu irade eder ve ona dönük fiilini gerçekleştirir.
Şayet karşısına çıkan olgunun yararlılık özelliği açıksa ve bunun yararlı
olduğuna hükmetmek için vicdanından ve ona ilişkin temel bilgiden
başka ek unsurlara gerek yoksa, karşısına çıkar çıkmaz onu ister
ve hemen gerekli olan eylemi gerçekleştirir, bir an bile
duraksamadan onun üzerinde tasarrufta bulunur. Bunu soluk alıp
verme gibi insanın temel ve köklü fonksiyonlarının şahsında
gözlemleyebiliriz. Fakat, insanın karşısına çıkan olgunun yararlılık
özelliği açık değilse, buna ilişkin sağlıklı bir bilginin oluşması için
nedenlerde eksiklik söz konusuysa ya da objeler dünyasından veya
inanç sisteminden kaynaklanan engeller varsa, yararlılık özelliği
kesinlik kazanmadığı için, salt bilgi, onun insanın iradesi ve eylemi
bazında gerçekleşmesi için yeterli olmaz.
İşte bu gibi olgular söz konusu olduğunda düşünme olgusu devreye
girer. Eksikliklerinin, engellerinin ve gizli kalmasını sağlayan etkenlerin
belirlenmesine çalışılır. Böylece onun gerçekten yararlı mı, yoksa
zararlı mı olduğu tespit edilir. Şayet bu araştırma sonucu, onun yarar
lı olduğu ortaya çıkarsa, hemen akabinde ona yönelik bir irade belirginleşir
ve bu da ona dönük bir eylemi gündeme getirir. Tıpkı yararlılık
özelliği açık olup düşünmeyi gerektirmeyen olgularda olduğu gibi.
Örneğin, acıkmış bir insanı gözlerimizin önüne getirelim. Bu insan açlığını
giderecek bir gıda maddesi gördüğünde bununla ilgili olarak
kuşkuya düşebilir. Acaba temiz midir, yenebilir mi, yoksa bozuk bir
yiyecek mi, zehirli mi, zararlı maddeler içeriyor mu? Ya da bu yiyecek
kendi malı mıdır, başkasına mı aittir, üzerinde tasarruf etme hakkına
sahip midir, değil midir? İşte bu tür kuşkuların belirdiği bir anda
karşısına çıkan yiyecek maddesi üzerinde tasarruf etmekten imtina
eder, geri çekilir. İki taraftan biri kesinlik kazanıncaya kadar
gözlemini sürdürür. Şayet vardığı yargı, o gıda maddesini yiyebileceği
yönünde ise, bu onun yararlı olduğunun da göstergesi olur.
Bundan sonra istemde bulunup eyleme geçmesi için bekleme gereğini
duymaz.
Eğer bu madde hakkında ta baştan itibaren bir kuşkusu bulunmazsa,
onun temiz ve yenebilir bir gıda olduğunu bilirse, varlığından haberdar
olur olmaz gözlem ve düşünme gereğini duymadan hemen
onu ister. Bu şekilde oluşan bir bilgi, söz konusu olguya yönelik istem
ve tasarrufta bulunma eyleminden ayrılmaz.
İstemle ilgili olarak özetle şunu söyleyebiliriz: İnsan, üzerinde tasarrufta
bulunacağı bazı şeyleri ayırt edememişse, yararlı mı, zararlı mı
olduğunu ilk bakışta tespit edememişse, buna açıklık getirmek için
gözlem ve düşünme olgularına başvurarak iki taraftan veya taraflardan
birini tercih eder. Ama ilk bakışta ayırt edebilmişse, hemen onu
ister ve gerekli eylemi gerçekleştirir; bekleme gereğini duymaz, hiçbir
şekilde gözlem ve denetim yapmaz. Dolayısıyla insan, ister irdeleme
sonucu olsun, ister olmasın yararlı olduğunu bildiği bir şeyi ister. İrdeleme
ve gözlemi ise, sağlıklı bir yargıda bulunmasının önündeki engelleri
kaldırmak için gerçekleştirir.
Öte yandan, serbest istemlerine dayalı olarak fiillerini gerçekleştiren
insan bireylerinin durumunu irdelediğimizde, istemlerinin esasını oluşturan
ilkeler bazında büyük farklılıklar arz ettiklerini görürüz. Cesaret,
korkaklık, iffetlilik, açgözlülük, ataklık, tembellik, ağırbaşlılık
ve hafif meşreplik gibi ruhsal nitelikleri ve içsel durumları kastediyoruz.
Aynı şekilde akletme gücü ve zayıflığı, isabetli ya da isabetsiz görüş
sahibi olma gibi hususlarda da farklılık gösterirler.
Örneğin açgözlü insanın kendini zorunlu, istemi devre dışı bırakılmış
gibi gördüğü iştah çekici şeylerin karşısında, iffetli ve temiz bir insan
en ufak bir tepki göstermez. Korkak bir insan, herhangi bir görev bağlamında
ya da savaş ortamında gördüğü en ufak bir eziyet karşısında
iradesini kaybeder ve bu eziyeti isteminin devre dışı kalması için bir
mazeret olarak görür. Ama kızıl ölümü bile hiçe sayan cesur bir insan,
her türlü acıya göğüs germeyi bir erdemlilik olarak görür, amacını
gerçekleştirmek uğruna her türlü acıyı göze alır. Ahmak ve kıt akıllı
bir kimse, en basit bir tasavvur ile herhangi bir şeyi tercih etmeye
yönelebilir. Akıllı ve ağır başlı bir kimse ise, bu tür tasavvurlar sonucu
herhangi bir şeyi tercih etmeyi bir oyun ve eğlenceden ibaret görür.
Sonra, iyi ile kötüyü birbirinden ayıramayan çocukların fiilleri de isteme
bağlıdır; ama olgun insanlar bunları önemsemez, üzerinde durmaya
değer bulmazlar.
Yine, diyaloglarımızda birtakım sosyal mazeretleri gerekçe göstererek
kimi fiillerimizin zorunlu ve istem dışı olduğunu ileri süreriz. Oysa gerçekte
hiç de öyle değildir. Örneğin, sigara içen bir kimsenin alışkanlık
mazeretine sığınması, uykucu bir insanın hâlsizliği bahane etmesi, hırsız
veya hain bir insanın da yoksulluğu gerekçe göstermesi gibi.
İstem ve sebeplerinin dayandığı ilkelerle ilgili bu fahiş farklılıklar ve
isteme bağlı fiiller dünyasındaki bu geniş yelpaze, dini ve diğer sosyal
sistemleri, isteme bağlı fiiller için insan toplumunun güç ve anlama
bağlamında orta hâlli fertlerini esas alarak bir sınır tayin etmeye yöneltmiştir.
Buna dayalı olarak da emir ve yasakları, ödül ve sevapları
ve tasarrufların geçerliliği gibi durumları tespit etme yönüne gitmişlerdir.
Orta hâlli bir insanın isteme bağlı fiillerine esas oluşturan şartlar
ve sebepler tam olarak gerçekleşmediği durumlarda bir eylemde
bulunan kimseleri mazur kabul etmişlerdir.
İstem bağlamında baz alınan ve alt düzeyinin istemliliğini olumsuzlayan
bu orta hâl, varoluşsal açıdan gerçeği tam olarak yansıtmasa da,
dinin ya da toplumun çıkarını gözetmeyi esas alan dinsel ya da toplumsal
yargı açısından da tanınan, kabul edilen bir şeydir.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalar üzerinde iyice durup düşündüğümüz
zaman, insanların dışındaki canlıların bütünüyle seçme iradesinden
yoksun olmadıklarını görürüz. Bununla beraber, seçmenin, istemde
bulunmanın anlamı bazında orta hâlli bir insandan daha alt
düzeyde olduklarını kabul etmemiz de bir zorunluluktur. Örneğin kimi
hayvanlarda, özellikle evcil hayvanlarda, engellerin söz konusu olduğu
durumlarda bir şeyi yapıp yapmamakta tereddüt ettiklerini gözlemliyoruz.
Aynı şekilde, zorla veya korkuyla ya da eğitilerek bir şeyi
yapmaktan kaçındıkları da sıkça gözlemlenen bir olgudur. Bütün
bunlar gösteriyor ki, bu hayvanlar söz konusu eylemi yapıp yapmamaya
karar verme yeteneğine sahiptirler. İşte istemde bulunma ve
serbestçe seçme yeteneğinin özü de budur. Gerçi düşünüp karar verme
hususunda hayvanların son derece zayıf oldukları ve orta hâlli bir
insanın düzeyine dahi erişmedikleri de gözlemlenen bir diğer gerçektir.
Zayıf da olsa, insanların dışında hayvanların da istemde bulunma,
serbest seçimi gerçekleştirme anlamından büsbütün yoksun olmadıkları
anlaşıldığına göre, yüce Allah'ın onların bu yeteneklerinin ortalama
düzeyini esas alarak, onlar için bizim kavrayamadığımız bir yükümlülükler
manzumesi öngörmüş olması mümkündür. Ya da onları,
bu istemlerini esas alan ve bizim bilmediğimiz bir başka muameleye
tâbi tutması, Allah'ın daha iyi bildiği bir gerçeğe boyun eğdikleri zaman
onları ödüllendirmesi, karşı çıktıkları zaman da cezalandırması
mümkündür.
Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.
Bu ifade, ayetin akışı içinde bir ara cümle konumundadır. Ayetin akışından
anladığımız kadarıyla, içinde herhangi bir eksik bırakılmayan
şey, kitaptır. "Hiçbir şeyi" sözcüğü ise, eksik bırakılabilecek türden
şeylere yönelik bir işarettir. Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza:
Durumunun gözetilmesi, gereklerinin yerine getirilmesi ve özelliklerinin
açıklanması gereken hiçbir şey yoktur ki, eksik bırakılmaksızın
kitapta onu yer verilmiş olmasın. Dolayısıyla kitap tam ve eksik-
sizdir. Eğer ayette geçen "kitap"tan maksat, yüce Allah'ın Kur'ân'ın birçok
yerinde kitap olarak isimlendirdiği ve içinde, olmuş olan, olmakta olan
ve olacak olan her şeyin yazılı bulunduğu levh-i mahfuz ise, bu
durumda şöyle bir anlam kastedilmiş olur: İnsan topluluklarına benzeyen
hayvan topululuklarının ümmetsel yaşamlarına egemen olan
bu düzenlerin, yüce Allah tarafından hayvan türlerinin yaratılışlarının
esası hâline getirilmeleri gerekir ki, hayvanların yaratılışları gereksiz
bir işmiş gibi algılanmasın ve varlıkları boşa gitmesin, bu canlı
türleri kapasiteleri oranında kemal düzeyine erişme lütfundan yoksun
kalmasın.
Dolayısıyla bu ayet, özel bir nitelikte, şu ayetlerin genel bir nitelikte
işaret ettikleri bir hususu vurgulamaktadır: "Rabbinin bağışı men
edilmez." (İsrâ, 20) "Hiçbir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş
olmasın. Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir." (Hûd, 56)
Eğer bundan maksat Kur'ân-ı Kerim ise, -ki yüce Allah birçok yerde
onu kitap olarak isimlendirmiştir- o zaman da şöyle bir anlam kastedilmiş
olur: Ulu Kur'ân, bir hidayet kitabıdır, insanları doğru yola iletir.
Bunun için de hakka yönelik bir yol göstericilikte kaçınılmaz öneme
sahip gerçek bilgileri açıklamayı esas alan bir yöntemi izler, salt hakikati
gözetir. Bu yüzden, insanların dünya ve ahiret mutlulukları için
gerekli olan hiçbir şeyi eksik bırakmadan açıklamıştır. Nitekim bir
ayette şöyle buyurulmuştur: "Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan olarak
indirdik." (Nahl, 89)
İnsanların, ahiretle ilgili olarak derin kavrayışa ulaşmak için, kıyamet
günü dirilip ilâhî huzurda toplanma ile dünya hayatındaki ümmet
nitelikli toplumsal yaşayış arasındaki bağlantıyı bilmeleri gerekir.
Ayrıca, hem kendi yaşantılarında, hem de diğer hayvanların yaşantılarında
gözlemledikleri bu durumun, birtakım başka yararlarının
da olduğunu göz önünde bulundurmaları gerekir. Bu yararların
başında, Allah'ın birliği, latif gücü, yaratılış ve evrene egemen olan
düzen konusundaki inayeti hususunda derinleşmek gelir.
Bu yararların en önemlilerinden biri de, varlıkların eksiklikten mükemmelliğe
doğru bir süreç izlemekte olduğunu anlamaktır. Bu
sürecin bazı aşamaları insanla birlikte tüm canlıları kuşatırken, bazı
aşamaları da daha aşağıdaki varlık türlerini kapsamaktadır. Bitkiler
âleminden başlayıp insanlık âleminin hemen eşiğine ve insanlık âlemine
doğru gelişme gösteren bir süreçtir bu. Nitekim yüce Allah,
hayvanları bilip tanımayı, onların varlıklarına yerleştirilen evrensel
ayetleri gözlemlemeyi ısrarla teşvik etmektedir. Bunu, insan türünün
mutluluğunu gerektiren en üst düzeydeki bilgiye ulaşmanın, yani yüce
Allah ile ilgili kesin bilgiye ulaşmanın yolu olarak nitelendirmektedir:
"Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaymakta olduğu canlılarda,
kesin olarak inananlar için ibretler vardır." (Câsiye, 4) Hayvanlar
âleminin gözlemlenmesini teşvik eden çok sayıda ayet yer alır
Kur'ân'da.
Bu bağlamda tefsirini sunduğumuz ayette, yukarıda işaret ettiğimiz
her iki anlam da esas alınarak "kitab" sözcüğüyle mutlak anlamda
kitap kastedilmiş olabilir. Buna göre, karşımıza şöyle bir anlam çıkar:
Yüce Allah, yazdıklarında hiçbir şeyi eksik bırakmaz. Bunun varoluş
kitabındaki boyutuna gelince; O, her canlı türü için ulaşabileceği bir
kemal düzeyi öngörür, takdir eder. Örneğin hayvan türleri için, tıpkı
insan türü için öngördüğü gibi, ümmet nitelikli toplumsal bir yaşama
bağlı bir mutluluk öngörmüş ve bu öngörüsünde, söz konusu hayvan
türünün buna ilişkin kabiliyetini esas almıştır. Bu yüzden onunla ilgili
hiçbir hususu eksik bırakmamıştır. Meselenin, insanlara indirilen vahiy
nitelikli kitaba yansıyan boyutuna gelince; O, bu kitapta insanların
iyiliğine ve dünya-ahiret mutluluklarına yarayan tüm bilgileri açıklamış
ve bu hususta eksik bir şey bırakmamıştır. Bu bilgilerden biri olarak
da, hayvanlar âlemini de ihmal etmemiş, tefsirini sunduğumuz
bu ayette, hayvanlarla ilgili bir gerçeğe parmak basmıştır. Buna göre,
yüce Allah, hayvanlara bir tür varoluşsal mutluluk bahşetmiştir. Onları
canlı ümmetler kılmış ve varoluşlarıyla Allah'a doğru hareket etmelerini
ve tıpkı insanlar gibi O'nun huzurunda toplanmalarını sağlamıştır.
Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler.
Burada Allah'ın huzurunda toplanma, yani haşir olgusunun hayvanları
da kapsadığı açıklanıyor. Buna göre, hayvanlara ihsan edilen ya-
şam, sonunda Allah'ın huzurunda toplanmayı gerektiren türden bir
yaşamdır. Tıpkı insanların yaşamlarının bu özelliğe sahip olduğu gibi.
Nitekim bu yüzden, onlar için de bilinç ve akıl sahipleri için kullanılan
zamir kullanılmış ve "ilâ Rabbihim yuhşerûn=Rablerinin huzurunda
bir araya getirilecekler." denmiştir. Bununla hoşnutluğun, gazabın,
ödüllendirmenin ve cezalandırmanın eksenini oluşturan özün hayvanlarda
da varolduğuna işaret edilmek istenmiştir.
Ayette, yüce Allah ile ilgili olarak, önce üçüncü şahıs sıygasından birinci
çoğul şahıs sıygasına, sonra yine üçüncü şahıs sıygasına geçiş
yapılıyor. Buna "iltifat sanatı" denir. Ayet üzerinde düşündüğümüz zaman,
ayetin akışının üçüncü şahıs sıygasını gerektirdiğini görürüz.
Ancak, "Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır." ifadesinde
çoğul şahıs sıygasına geçiş yapılmış olması, bu ara cümlenin, Peygamber'e
yönelik özel bir hitap olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla,
Pey-gamber'e (s.a.a) yönelik hitap sona erdikten sonra, tekrar
ayetin akışının aslına dönüş yapılmıştır.
Bu ayetin ifade ettiği anlam bazında ileri sürülen son derece ilginç
görüşlerden biri, bu ayetin tenasuha (reenkarnasyon) delâlet ettiği
iddiasıdır. Güya insan ruhu ölümle birlikte bedeninden ayrıldıktan
sonra, karakterinde kökleşen alçak huylara uygun düşen herhangi bir
hayvanın bedenine girer. Hileci bir nefsin tilki bedenine, bozguncu
kindar bir nefsin kurt bedenine, insanların hata ve ayıplarını ortaya
çıkarmaya düşkün nefsin domuz bedenine, aç gözlü obur nefsin öküz
bedenine girmesi gibi. Böylece bu ruhlar bedenden bedene girerek
azap görürler. Bu, alçak karakterli bedbaht ruhlar için geçerlidir. Mutlu
ruhlar ise, ölümden sonra, nimetlenen mutlu ve faziletli insanların
bedenlerine girerler. Bu anlayışa göre, ayetin anlamı şöyledir: "Hiçbir
hayvan yoktur ki, sizin gibi insan toplulukları olmasınlar. Bunlar sizin
gibi insanlarken ölümden sonra hayvanlar şekline girmişlerdir..."
Ancak bizim açıklamalarımızdan, ayetin bu tarz bir yoruma mesnet
oluşturacak bir yönü bulunmadığı anlaşılmaktadır. Ayetin sonunda
yer alan, "Sonra (onlar), Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler."
ifadesi de böyle bir yorumla bağdaşmamaktadır. Kaldı ki, bu ve
benzeri yorumların yanlış ve batıl olduğu, onlara değinip doğru mu,
yanlış mı olduğunu incelemeye gerek duyulmayacak kadar açıktır.
Yine bu ayetle ilgili olarak ileri sürülen ilginç yorumlardan biri de şudur:
Hayvanların haşredilmelerinden maksat, ölmeleridir. Dolayısıyla hayvanlar
öldükten sonra diriltilmeyeceklerdir. Bir diğer görüşe göre de,
burada ölüm ve diriliş birlikte kastedilmiştir. Ne var ki, birinci görüşü,
"Rablerinin huzurunda bir araya getirilecekler (Rablerinin huzuruna götürülecekler)."
ifadesi olumsuzlamaktadır. Çünkü Allah'ın huzuruna
ölmenin bir anlamı yoktur. İkinci görüşe gelince, gereksiz bir birliktelik
esas alınmıştır. Çünkü ölümü dirilişe eklemenin bir anlamı olmadığı
gibi, ayette de bunu gerektirecek bir durum söz konusu değildir. 39) Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir.
Allah kimi dilerse, onu saptırır...
Burada yüce Allah, şunu demek istiyor: Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar
işitme, konuşma ve görme nimetlerinden yoksundurlar. Çünkü onlar
karanlıklar içindedirler. Karanlıklar içinde olanların da görme organları
iş görmez. Öte yandan sağır olduklarından dolayı hak sözü işitip
ona icabet etmeleri de güçlerinin kapsamında değildir. Dilsiz olmalarından
dolayı da hak sözü söyleyemiyorlar, tevhit ve risalet hakkında
tanıklıkta bulunamıyorlar. Karanlıklar tarafından çepeçevre
kuşatıldıkları için de hak yolu görüp izlemeleri imkânları dahilinde
değildir.
"Allah kimi dilerse, onu saptırır..." ifadesi gösteriyor ki, onların sağırlıkları,
dilsizlikleri ve karanlıklar içinde kalmışlıkları, Allah'ın ayetlerini
yalanlamalarının bir cezası olarak Allah tarafından içine düşürüldükleri
bir azap, bir pisliktir. Çünkü yüce Allah, kendisine izafe ettiği
saptırmayı onlar için bir ceza kılmıştır. Tıpkı şu ayette işaret edildiği
gibi: "Onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26)
Şu hâlde, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları, sağır, dilsiz ve karanlıklar
içinde oluşlarından kaynaklanmamaktadır. Aksine Allah'ın ayetlerini
yalanlamalarından dolayı sağır, dilsiz ve karanlıklar içinde kalmışlardır.
Dolayısıyla yüce Allah'ın onları saptırmasından maksat, onları
sağır, dilsiz ve karanlıklar içine düşmüş kimseler kılmasıdır. Yüce Allah'ın
saptırmasını dilediği kimselerden maksat da, ayetlerini yalanlayan
kimselerdir.
Karşılaştırma yaptığımız zaman, yüce Allah'ın dilediği kimseyi doğru
yola koymasından maksadın da, ona gerçekleri işitmesini sağlayacak
işitme organını bahşetmesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Böyle bir
insan, ilâhî davetçiye icabet eder ve gözleriyle de gerçeği görebilir. Bu
da Allah'ın, ayetlerini yalanlamayan kimseye verdiği ödüldür. Dolayısıyla
yüce Allah, dilediği kimseyi saptırır, ancak hak edenden başkasını
saptırmayı da dilemez. Aynı şekilde, dilediği kimseyi de doğru yola
koyar, ancak rahmetine talip olandan başkası için de bunu dilemez.
Daha önce yüce Allah'ın bazı kimseleri nitelendirirken kullandığı sağırlık,
dilsizlik ve körlük gibi niteliklerin gerçekte ne anlam ifade ettiklerini
açıklamıştık. Bu ayette ise, dikkat çeken bir başka husus
vardır. O da, "karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir" ifadesinin
orijinalinde, sayılan üç nitelikten ikincisinin birincisine atfedilip üçüncüsünün
atfedilmemesi durumudur. Şöyle ki: Önce sağırlıktan söz ediliyor
ki, bu onların niteliklerinden biridir. Sonra dilsizlikten söz ediliyor
ve önceki niteliğe atfediliyor, ki bu da onların ikinci nitelikleridir.
Ardından onların karanlıklar içinde oluşlarından söz ediliyor, fakat
üçüncü bir nitelikleri olduğu hâlde önceki ifadeye atfedilmiyor. Kısacası,
niteliklerden biri diğerine atfedilirken bir başkası atfedilmiyor.
Oysa anlam itibariyle tefsirini sunduğumuz bu ayetle benzerlik oluşturan
bir başka ayette niteliklerin hiçbiri birbirine atfedilmeden zikredilmiştir.
Bununla münafıklarla ilgili şu ayeti kastediyoruz: "Sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler." (Bakara, 18) Yine bu ayetin benzeri bir
başka ayette ise, niteliklerin hepsi birbirine atfedilmiştir. O da, kâfirlerle
ilgili şu ayettir: "Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir
ve gözlerinde de perde vardır." (Bakara, 7)
Büyük bir ihtimalle, tefsirini sunduğumuz bu ayette, yani, "karanlıklar
içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir." ifadesinde böyle bir ifade tarzına
gidilmiş olmasının sebebi, sağır olanların dilsiz olanlardan ayrı olduklarına
işaret etmektir. Buna göre sağırlar, büyüklerine tâbi olan taklitçi
cahillerdir ki bu durumları, onların hak içerikli mesajı duymalarını
sağlayacak bir işitme organlarının kalmamasına sebep olmuştur.
Dilsizlerse, uyulan liderlerdir. Onlar, tevhit inancını esas alan ve şirki
yeryüzünden silmeyi amaçlayan davetin gerçek olduğunu bilirler. Fakat,
inatçılıklarından ve azgın kişiliklerinden dolayı hak mesajın doğruluğunu
itiraf etmek ve ona tanıklıkta bulunmak için dillerini kıpırdatmazlar.
Ama her iki grup da karanlıklar içinde olmak hususunda
ortaktırlar. Bu karanlıklar içinde hakkı görmeleri de imkânsızdır.
Başkalarının da işaretlerle onlara gerçeği göstermesine imkân yoktur.
Karanlıklar içinde oldukları için hakka yönelik işaretlerin onlara
bir faydası olmaz.
Ayetlerin akışı içinde yer verilen ifadelerin her iki grubu da hedef alması
da bu değerlendirmemizi destekler mahiyettedir. Nitekim önceki
ayetlerde yer alan, "Onlar, hem (insanları) ondan men ederler,
hem de kendileri ondan uzak dururlar." (En'âm, 26) ifadesi ile "Fakat
onların çoğu bilmez." (En'âm, 37) ifadesinde buna yönelik bir işaret
vardır.
Bu değerlendirmemiz, tefsirini sunmakta olduğumuz ayetle ilgilidir.
Münafıklarla ilgili, "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler." ifadesine gelince,
burada bu niteliklerin aynı zaman içinde onlar için geçerli olduğuna
işaret edilmektedir. Bunun nedeni de, onların her açıdan Allah-
'ın rahmetinden uzaklaşmış olmalarıdır. Kâfirlerle ilgili, "Allah, onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözlerinde de perde
vardır." ifadesine gelince, burada, kulakların mühürlenmesinin kalplerin
mühürlenmesinden farklı bir mahiyet arz ettiğine işaret edilmek
istenmiştir. Nitekim yüce Allah bir ayette onların şöyle dediklerini bize
aktarmaktadır: "Dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz
kılıflar içinde, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir
perde var." (Fussilet, 5) Kuşkusuz, ayetin bundan farklı şekillerde yorumlanması
da mümkündür.
40-41) De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı size gelse, ya
da kıyamet saati size gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız?... O da dilerse,
kendisine yalvararak kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır ve siz
ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz."
"Düşündünüz mü hiç?" anlamına aldığımız "ereeytekum" ifadesi,
başındaki soru edatı olan "hemze"siyle mazi, müzekker (eril), müfred
(tekil) sıygası (kipi) ile "er-ru'yeh" mastarından türemiştir ve sonun-
daki zamir de muhatap çoğul zamiridir. Edebiyat bilginleri, bu ifadeyi
"bana haber ver" anlamına almışlardır. Ragıp İsfahanî el-Müfredat
adlı eserinde şöyle der: "Ereeyte, 'ehbirnî=bana haber ver' anlamında
kullanılır. Sonuna 'kaf' harfi getirilip tesniye (ikil), cem (çoğul) ve
te'nis (di-şil) hâlinde 'ta' harfi yerini korur. 'Kaf' harfi değişikliğe uğrar,
'ta' harfi değil. Nitekim yüce Allah, 'Ereeyteke haze'llezî...' ve 'Kul
ereeytekum...' buyurmuştur." (el-Müfredat'tan alınan alıntı sona erdi.)
Tefsirini sunduğumuz bu ayette, müşriklere karşı yeni kanıtlar sunuluyor
ve bir yönden şirklerinin batıl olduğu kanıtlanıyor. Bu bağlamda Allah
tarafından bir azabın veya kıyamet saatinin gelmesi ihtimaline işaret
ediliyor. Bu durumda kendilerinden azabı giderecek birini çağıracakları
farz ediliyor. Çünkü insan fıtratı, zorlukla karşılaştığı zaman,
bunu gidereceğine inandığı birinden yardım isteme eğilimine sahiptir.
Sonra, böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda, eğer doğru sözlü
iseler kimden yardım isteyeceklerine ilişkin bir soru yöneltiliyor. Allah'tan
başka, kendi yanınızdan tanrı ismini yakıştırdığınız putlarınızı
ve heykellerinizi mi, yoksa Allah'ı mı çağıracaksınız? Kulluk sunduğunuz
bu düzmece tanrıların da tıpkı sizin gibi evrensel yasalar sistemine
mahkum olduklarını, onlara yönelik çağrılarınızın bir yarar
sağlamayacağını gördüğünüz böylesi bir ortamda Allah'tan başkasını
yardıma çağırmanız mümkün müdür?!
Tam tersine tanrı diye adlandırılan bu ortakları unutursunuz. Çünkü
insan bir musibetle çepeçevre kuşatıldığı, büyük sarsıntılar geçirdiği
zamanlarda kendinden başka her şeyi unutur. Sadece nefsinde bu
musibetin kaldırılmasına yönelik bir umut kalır. Bu musibeti kaldıracağını
düşündüğü zat ise, Rabbidir. Siz de Allah'a ortak koştuğunuz
düzmece ilâhlarınızı unutur, onların dışında uğradığınız musibeti gidereceğine
inandığınız Allah'ı çağırırsınız. Allah da dilerse, giderilmesini
istediğiniz şeyi giderir. Yoksa O, size cevap vermek zorunda değildir;
çağrıldığı zaman mutlaka çağıranın sıkıntısı giderecek diye bir
mecburiyeti yoktur. Bilâkis O, her durumda her şeye kadirdir.
Madem ki yüce Allah, her şeye güç yetiren Rabdir ve insan kendisini
çepeçevre kuşatan aman vermez musibetler anında kendinden başka
her şeyi unuttuğunda bile O'nu unutmamakta ve zorunlu ola
rak O'na yönelmekte, tanrı adı verilen düzmece ilâhlara yönelmemektedir,
öyleyse başkaları değil, sadece O, insanların Rabbidir.
Buna göre ayetin anlamı şöyledir: "(Ey Muhammed!) De ki: Düşündünüz
mü hiç? Yani bana söyleyin bakayım: Eğer Allah'ın azabı size gelse,
ya da kıyamet saati size gelse, -burada Allah'tan bir azabın gelmesi
farz ediliyor, ki onlar da bunu inkâr etmemekteler; ayrıca, kıyamet
saatinin gelip çatması farz ediliyor, ki onlar bunu inkâr etseler
de inkârları kaale alınmıyor- Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Bu
azabı sizden gidersin diye? Nitekim yüce Allah, onların gerek dünyada
ve gerekse ahirette azabın giderilmesi için yalvardıklarını haber
vermiştir. Çünkü bir sıkıntı zamanında, bunu gidereceğine inanılan
birini yardıma çağırmak insanın temel fıtrî özelliklerinden biridir.
Doğru sözlüyseniz (ve insaf üzere konuşacaksanız, söyleyin bakalım.)
Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız. Sadece Allah'a yalvarırsınız, O'nun dışında
kulluk sunduğunuz putlarınıza değil. O da dilerse, kendisine
yalvararak kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır. Duçar olduğunuz
azabı, dilerse giderir. Tıpkı Yunus kavminin maruz kaldığı azabı giderdiği
gibi. Yoksa dileğinizi kabul etmek yönünde ne bir zorunluluğu,
ne de bir mecburiyeti vardır. Çünkü O'nun zatî sıfatlarından olan kudreti
her şeye yeter. Ve siz ortak koştuğunuz putları unutursunuz. İnsanın
karakteristik özelliğinin bir gereği olarak daha önce kulluk sunduğunuz
heykelleri ve putları unutursunuz. Çünkü insan, fıtratının
temel bir özelliği olarak çepeçevre musibetlerle kuşatıldığı zaman
kendisiyle meşgul olup her şeyi unutur. İçinde bulunduğu durum, yarar
sağlamayan başka şeylerle uğraşmasına el vermediği için hiçbir
şey onun ilgisini çekmez. Şu hâlde, böyle bir ortamda ve böyle bir
meşguliyet içinde Allah'a dua etmesi ve putları unutması, yüce Allah-
'ın tek ve ortaksız ilâh olduğunun, O'ndan başka mabut olmadığının
en açık kanıtıdır."
Buraya kadar, ayetin anlamıyla ilgili olarak yaptığımız açıklamalardan
sırasıyla şu hususlar açıklığa kavuşuyor:
Birincisi: Azabın gelmesi veya kıyamet saatinin gelip çatması, ay-nı
şekilde bunun giderilmesi için dua edilmesi de, ayetin kanıtsallığı
çerçevesinde varsayılan olgulardır. Bununla güdülen amaç, böyle bir
durumda dua edilenin yüce Allah olduğunun, putlara dua edilmeyeceğinin
açıklanmasıdır. Zorluklar ve musibetler anında dua etme, belâların
dört koldan üzerine çullandığı ve bütün maddî sebeplerin ortadan
kaybolduğu durumlarda insanın öz doğasının bir gereği olarak
bunları kendisinden giderecek birine yöneldiği gerçeğine gelince; bu,
ayetin üzerinde durduğu kanıtın dışında, başka bir kanıttır. Ayetin üzerinde
durduğu kanıtın amacı, tevhidi kanıtlamaktır. Bu ikinci kanıtın
amacı ise, yaratıcının birliğini (tevhidi) değil, varlığını kanıtlamaktır.
Gerçi bu iki amacın birbirlerini gerektirdikleri de bir realitedir.
İkincisi: "Kendisine yalvararak kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır."
ifadesinin, "dilerse" ifadesiyle kayıtlandırılması, kudretin
mutlaklığını açıklama amacına yöneliktir. Buna göre, yüce Allah her
türlü zorluğu, her türlü belâyı kaldırma, hatta geleceğinde kuşku
bulunmayan kıyamet saatini bile kaldırma gücüne sahiptir. Herhangi
bir şeye yönelik kesin yargısı, onun kesinlikle olmasını ve
gerekmesini zorunlu kılsa bile bu, O'nun söz konusu şeyi yapmamaya
olan gücünü ortadan kaldırmaz. Çünkü O, hükmettiği ve
hükmetmediği şeyler üzerinde mutlak güce sahiptir. Geri
çevrilmeyecek ve kesinlikle olacak olan diğer her azap, bu hususta
kıyamet saati gibidir. Dilerse onu getirir, dilemezse getirmez.
Bununla beraber O, her zaman kesin olarak hükmettiğini, kesin olarak
vadettiğini diler. Allah verdiği sözden dön-mez. Maksadın
aYnüclaeş ıAldllıağhın, ık uemnduiynoi,r udzu. alara icabet eden olarak tanıtmış olmakla birlikte
kendisine dua eden herhangi bir kimsenin duasına karşılık vermeyebilir.
Nitekim şöyle buyurmuştur: "Kullarım beni sana soracak
olursa, muhakkak ki ben pek yakınım; bana dua ettiği zaman dua
edenin duasına cevap veririm." (Bakara, 186) Bir diğer ayette dua edene
cevap vermesinin kesin olduğunu belirtmiştir: "Bana dua edin, duanızı
kabul edeyim." (Mü'min, 60) Çünkü dualara karşılık vermeye ilişkin
vaat, icabet etmeme gücünü O'ndan almaz. Gerçi, kendisine gerçek
anlamda dua edenlere daima karşılık verir. Buna ilişkin yasası,
bir dosdoğru yol olarak şaşmadan akıp gitmektedir.
Bundan da anlıyoruz ki, bazılarının bu ayetin zahiren ifade ettiği anlamın,
Kur'ân ve sünnette yer alan kıyamet saatinin gelmesinde
kuşku olmadığına, onun gerçekleşmesinin engellenemeyeceğine,
"Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." (Mü'min, 50) ayetinden de
anlaşıldığı gibi, kâfirlerin köklerini kurutacak olan azabın kaçınılmaz
olduğuna ilişkin ifadelerle çeliştiği yönündeki değerlendirmeleri yersizdir.
Değerlendirmeleri şu yönden yanlıştır: Tefsirini sunduğumuz ayet,
yüce Allah'ın dilediğini yapma gücüne sahip olduğuna ve O'nun her
şeye gücünün yettiğine işaret etmekten başka bir anlam taşımıyor.
Fakat O'nun her şeyi dilediğine ve her şeyi yaptığına ilişkin bir işareti
bu ayetten algılamak mümkün değildir. Bu nedenle, kıyametin
kopmasına yönelik kesin hükmü ve bir kavmin kökten yok edilmesine
yönelik azabının kesinlikle gerçekleşecek olması, bunun aksini
yapmaya yönelik kudretini olumsuzlamaz. Dolayısıyla O, verdiği sözü
hiç bozmamasına ve dileğiyle çelişmemesine rağmen dilerse aksini
de yapabilir.
"Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." ifadesiyle de, kâfirlerin cehennemdeki,
cehennem azabının kaldırılmasına veya hafifletilmesine
yönelik dualarına işaret ediliyor. Bilindiği gibi, hüküm kesinleştikten,
karar verildikten sonra dua, gerçek anlamda gerçekleşmez.
Çünkü yüce Allah'tan canlıların diriltilmemesini, cehenneme girenlere
azap edilmemesini istemek, yüce Allah'tan Allah olmamasını istemek
gibidir. Çünkü ulûhiyetin bir gereği de canlıların amelleri doğrultusunda
O'nun huzuruna varmalarıdır. Bu tür dualar, şeklen dua
sayılırlar, gerçek anlamda ise dua değillerdir. Yoksa eğer bir dua gerçek
anlamda dua olur, yani yüce Allah gerçekten çağrılır ve bu çağrı
gerçekten yüce Allah'a yönelik olursa, "Bana dua ettiği zaman dua
edenin duasına cevap veririm." ayetinden de anlaşıldığı gibi, böyle bir
dua kesinlikle geri çevrilmez. Böyle bir duayı yapan kişi de, sadece
dua anında olsa bile, kâfir olarak kalmaz. Nitekim yüce Allah bir ayette
buna şu şekilde işaret etmiştir: "Gemiye bindikleri zaman, dini
yalnız Allah'a halis kılarak O'na yalvarırlar. Fakat Allah onları salimen
karaya çıkarınca hemen O'na ortak koşarlar." (Ankebût, 65)
Dolayısıyla "Kâfirlerin yalvarması hep çıkmazdadır." ifadesinde işaret
edilen dua, onların kâfir olarak yaptıkları duadır. Çünkü küfür
melekesinin amel yurdu olan dünyada tövbe ve iman ile onlardan
ayrılması mümkün olsa bile, ceza yurdu olan ahiret yurdunda onlardan
ayrılması mümkün değildir.
Şu hâlde, onların kıyamet günü ya da cehennemde üzerlerindeki azabın
giderilmesi için Allah'a dua etmeleri, yüce Allah'ın anlattığı şekliyle,
kıyamet günü söyledikleri, "Rabbimiz Allah'a andolsun ki, biz ortak
koşanlardan değildik." (En'âm, 23) şeklindeki yalanlarına benzer.
Ancak o gün yalan hiçbir işe yaramayacaktır. Ne var ki, onlar dünyadayken
yalan söylemeyi alışkanlık hâline getirdikleri ve bu kötü alışkanlık
onların nefislerinde kök saldığı için, sırların ortaya döküldüğü
kıyamet günü de bunun belirtileri ortaya çıkacaktır. Tıpkı cehennemde
bir şeyler yiyecekleri, içecekleri ve kavga edecekleri gibi. Bütün
bunların onlar için kaçınılmaz olduğunu söylemek istiyoruz.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kendilerine, kaynamış bir gözeden
su içirilir. Onlar için kuru dikenden başka yiyecek yoktur. O da
ne semirtir, ne de açlığı giderir." (Ğâşiye, 5-7) Yine buyurmuştur: "Sonra
siz, ey sapık yalanlayıcılar, mutlaka bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.
Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su
içeceksiniz. Hem de susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi
içeceksiniz." (Vâkıa, 51-55) Yine buyurmuştur: "Bu, bir gerçektir, cehennem
ehlinin tartışması." (Sâd, 64) Bu ayetlerde işaret edilen hususların
tümü, onların dünya hayatında edindikleri karakterlerin
ahiret hayatında tezahür etmesidir.
Örnek olarak aldığımız ayetle ilgili olarak söylediklerimizi, onların
yaptıkları duanın gerçek anlamda bir dua olmadığı yönündeki değerlendirmemizi
destekleyen bir husus da, ondan önceki şu ifadelerdir:
"Ateştekiler, cehennemin bekçilerine dediler ki: 'Rabbinize dua edin
de hiç değilse bir gün, bizden azabı hafifletsin.' Bekçiler dediler ki:
'Elçileriniz size açık kanıtlar getirmezler miydi?' 'Evet getirirlerdi.' dediler.
Bekçiler, 'Öyleyse yalvarıp durun; kâfirlerin yalvarması hep
çıkmazdadır.' dediler." (Mü'min, 49-50) Onların cehennem bekçilerinden
Rablerine, üzerlerindeki azabın bir gün hafiflemesi için dua etmelerini
istemeleri, kendilerinin yapacağı duanın kabul edilmesinden
yana ümitsiz olduklarını göstermektedir. Kabul edilmesinden yana
ümitsiz olunan bir dua ise, gerçek dua ve gerçek istek değildir. Çünkü
kesinlikle olmayacak bir şeye istek yöneltilmez.
Üçüncüsü: "Ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz." ifadesinde
geçen unutma, gerçek anlamında kullanılmıştır. Bunu büyük zorluklarla
kuşatılmış, önemli meselelerle uğraşan insanların durumunda
gözlemleyebiliriz. Böyle durumlardaki insanlar, sadece kendileriyle
uğraşırlar ve yüce Allah dışında her şeyi unuturlar. Dolayısıyla ayeti
bazılarının yaptığı gibi yorumlamanın gereği yoktur. Diyorlar ki: "Ve
siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz." ifadesinde geçen unutmadan
maksat, bir şeyden, unutan kimsenin yüz çevirdiği gibi yüz
çevirmektir.
Gerçi ayeti bu şekilde anlamanın da önünde bir engel yoktur. Çün-kü
unutma kelimesinin bu anlamda kullanılması yaygındır. Kur'ân'da da
çok kere unutma sözcüğü, bir şeyden yüz çevirme ve ona ilgi göstermeme
anlamında kullanılmıştır. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz:
"Ve kendilerine şöyle denildi: Siz bu gününüzle karşılaşmayı nasıl unuttunuzsa,
biz de bu gün sizi unutuyoruz." (Câsiye, 34) Bunun gibi daha
birçok ayet örnek gösterilebilir.
42) Senden önceki bazı ümmetlere de elçiler gönderdik. Sonra, yalvarsınlar
diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.
Ayetin orijinalinde geçen "el-be'sâ" aynı kökten olan "el-be's", ve "elbu's"
kelimeleri darlık, zorluk ve istenmeyen şey anlamına gelir. Ne
var ki, sözcüğün "el-bu's" şeklindeki türevi genellikle, savaş anlamında
kullanılır. "el-Be's" ve "el-be'sâ" türevleri ise, savaş dışında yoksulluk,
kuraklık ve kıtlık gibi diğer zorluklar anlamında kullanılır. "ez-
Zarr" ve "ez-zarrâ" ise, gam ve cehalet gibi insan nefsine dönük veya
hastalık ve sakatlık gibi bedene dönük ya da makam ve mevkii kaybetme,
malı yitirme gibi bunların dışında kalan bir şeye dönük kötü
durumları ifade eder. Ayette "be'sâ" ile "zarrâ" (darlık ile sıkıntı) kavramlarının
birlikte kullanılmasının maksadı, kuraklık, sel ve deprem
gibi dış dünyada yaşanan zorluklarla, bunlardan yana insanlara musallat
olan korku, yoksulluk, kötü hâllere düşme gibi durumların birlikte
gündeme getirilmesi olsa gerektir.
"ez-Zaraeh" kelimesi, zillet, alçaklık demektir. "at-Tazarru" ise, alçalış
anlamına gelir. Maksat, Allah'a yalvarıp yakarmadır, üzerlerine inen
korkunç musibetin giderilmesi için O'na yakarmadır.
Yüce Allah, bu ve bundan sonraki toplam dört ayette, Peygamberine
(s.a.a), kendilerine apaçık belgeler desteğinde elçiler gelmiş bulunan
geçmiş ümmetlerle ilgili olarak yürürlüğe koyduğu yasasından söz
etmektedir. Buna göre yüce Allah, onlara elçiler gönderirdi. Bu elçiler,
onlara Allah'ın birliğini hatırlatarak, O'na yalvarmalarını, içtenlikle ve
ihlâsla O'na dönüp tövbe etmelerini önerirlerdi. Sonra yüce Allah onları
çeşitli zorluk ve sıkıntılardan geçirirdi, darlıklara ve meşakkatlere
duçar ederdi. Fakat bu zorluk ve sıkıntılar, onları yalvarmaya zorlayacak,
mecbur edecek derecede olmazdı. Bunu yapardı ki onlar, kendi
iradeleri ve iyi seçimleriyle yüce Allah'a yakarsınlar, kalpleri yumuşayıp
da şeytanın baştan çıkarıcı süslerinden yüz çevirsinler ve zahirî
sebeplere takılıp kalmasınlar. Fakat onlar Allah'a yalvarıp yakarmadıkları
gibi, dünya metaı ve dünyevî zevklerle meşgul olmaları sonucu
kalpleri gittikçe katılaştı, yaptıklarını şeytan onlara güzel gösterdi ve
bu durum, onlara Allah'ı anmayı unutturdu.
Onlar Allah'ı anmayı unutunca, yüce Allah üzerlerine her şeyin kapılarını
açtı, üzerlerine türlü nimetler akıttı. Nihayet sahip oldukları nimetlerle
sevinip şımardılar, büyüklük kompleksine kapıldılar, kendilerini
Allah'tan bağımsız sandılar. İşte o zaman Allah onları ansızın ve
farkında olmadıkları bir sırada kıskıvrak yakalayıverdi. O zaman kurtuluştan
umutlarını kestiler, sahip oldukları tüm maddî sebeplerin işe
yaramaz olduğunu acı acı seyrettiler. Böylece zulmeden toplumun
ardı kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
Bu yasa, yavaş yavaş helâke götürme ve tuzağa düşürme yasasıdır.
Yüce Allah, bir ayette bu yasayı şöyle açıklamaktadır: "Ayetlerimizi
yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız.
Onlara mühlet veriyorum. Şüphesiz benim tuzağım sağlamdır."
( A'râf, 182-183)
Ayetin anlamı ile ilgili olarak yaptığımız açıklamaların yanı sıra ayetin
akışı üzerinde durup düşündüğümüz zaman, bu ayetin, insanın tevhit
esaslı fıtrat üzere yaratıldığını, öz doğasının tevhidi kabul etmeEn'âm
ye yatkın olduğunu, maddî sebeplerin ortadan kalktığı, iş görmez bir
hâle geldiği sırada, insanın öz doğası gereği tevhide yöneldiğini ifade
eden ayetlerle çelişmediğini görürüz. Nitekim yüce Allah bir ayette bu
hususa şu şekilde işaret etmiştir: "Denizde onları, gölgeler gibi dalgalar
sardığı zaman, dini yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar.
Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca, içlerinden yalnızca bir kısmı
aşırı da gitmez, geri de kalmaz (orta yolu izler). Ayetlerimizi ise,
nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez." (Lokmân, 32)
Çünkü tefsirini sunduğumuz ayetin işaret ettiği darlık ve sıkıntıdan
maksat, insanın tüm maddî sebeplerden ümit kesecek, her türlü
normal aracı unutacak hâle geldiği düzeydeki bir darlık ve sıkıntı
değildir. Bunun kanıtı da, "yalvarsınlar diye" ifadesidir. Çünkü ifadenin
orijinalinde geçen "lealle" kelimesi, temenni bildirir. Zorlama ve
mecburiyet ortamlarında ise, temenniye yer yoktur. "Ve şeytan,
yapmakta olduklarını onlara süslü gösterdi." ifadesi de, buna ilişkin
bir kanıt konumundadır. Çünkü ifadenin zahirinden anladığımız kadarıyla,
onların aldanmaları devam etmekte ve içine düştükleri darlık
ve sıkıntıdan kurtulmak için hâlâ kendi elleriyle yaptıkları işlerine
güvenmekte, hayatın engellerini bertaraf etmek, yaşamın içindeki
karşıtları ortadan kaldırmak için plânladıkları önlemlere başvurmaktalar.
Kendilerini Allah'a yalvarmaktan, O'na sarılmaktan alıkoyan
doğal sebeplere sarılmakla uğraşmaktalar.
Nitekim bir ayette bu hususa şöyle işaret edilmiştir: "Elçileri onlara
açık kanıtlarla gelince, yanlarında bulunan bilgi ile sevinip övündüler.
Sonunda, alay ede durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi. Ne
zaman ki azabımızı gördüler, 'Tek Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz
şeyleri inkâr ettik.' dediler." (Mü'min, 83-84) Görüldüğü gibi,
birinci ayet, tefsirini sunduğumuz ayete benzer bir tarzda onların içinde
bulundukları durumu anlatmakta, yalvarmaktan yüz çevirişlerini,
işledikleri amellerle övünüşlerini ifade etmektedir. İkinci ayet
ise, zorluk zamanında tevhidi ikrar etme gerçeğini dile getiren diğer
ayetler gibi, onların da sıkıntıya düştüklerinde Allah'ın birliğini kabul
ettiklerini dile getirmektedir.
Buradan hareketle, bazılarının, bu ayeti kanıt göstererek, geçmiş top-
lulukların korkunç musibetler ve zorlayıcı sıkıntılar zamanında bile
tevhitten uzak durduklarına, Allah'a yalvarmaya yanaşmadıklarına ilişkin
yorumlarının yersiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Sözünü ettiğimiz
bazıları, tefsirini sunduğumuz ayeti tefsir ederken şunları söylemektedir:
"Allah elçisine yemin ediyor ki, kendisinden önce birtakım
elçileri, kendi toplumundan önceki toplumlara göndermiştir. Bu toplumlar
şirk hususunda onun kavminden daha köklüydüler, zulümde
daha ısrarcıydılar. Çünkü kendisinin kavmi en azından şiddetli bir sıkıntı
anında Allah'a yalvarmaktadırlar, edindikleri velileri ve Allah'a
eş koştukları putları unutmaktadırlar.
Oysa önceki toplulukların kalplerini
zorluklar yumuşatmaz, şeytanın bozduğu fıtratlarını onarmazdı."
Oysa, adı geçen müfessirin bu yorumuna kalırsa, tevhit inancının, insanı
meşgul eden vehimlerin ortadan kalkması, zahirî sebeplerin işlevsiz
hâle gelmesi durumunda ortaya çıkan fıtrî bir olgu olmaması
ya da fıtratın temelden iptal edilmesinin mümkün olduğu gerekmektedir.
Halbuki yüce Allah, fıtratla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Sen
yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir; Allah'ın yaratma
kanununa ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değişti-
rilemez" (Rûm, 30) Bu ayette yüce Allah tevhit esaslı dinin fıtrî
olduğunu belirtmiştir. Bu arada fıtratın da hiçbir değişime tâbi
olmadığını dile getirmiştir. İnsanların sıkıntı anlarında dini Allah'a
has kılarak sırf O'na yöneldiklerini ifade eden başka ayetler de bu
gerçeği pekiştirmektedirler.
Kaldı ki, zorluk zamanında tek ilâha yönelme ve maddî sebeplerden
ilgiyi kesme gerçeğini zorunlu olarak kendi vicdanımızda gözlemleyebiliyoruz.
Bu hususta ilkel insan ile, günümüzün insanı arasında en
küçük bir farklılık kesinlikle yoktur.
43) Hiç olmazsa, onlara azabımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat
kalpleri katılaştı...
Ayetin orijinalinin başında bulunan "levlâ" edatı, ya teşvik ya da olumsuzlama
anlamında kullanılmıştır. Ancak ayetin, akışı içinde olumsuzluk
anlamını her hâlükârda ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bunun
kanıtı da, "Fakat kalpleri katılaştı." ifadesidir. Kalbin katılığı,
yumuşaklığının karşıtı bir durumdur. Bu durum, insanı etkileme özelliğine
sahip bir şeyi gözlemlerken ya da etkili bir sözü dinlerken etkilenmemesi
durumudur.
Buna göre, ayetin anlamı şöyledir: Onlar, Rablerinin azabı geldiği sırada
yalvarmadılar, alçalarak Rablerine dönmediler. Bilâkis, nefisleri
bu durum karşısında en ufak bir etkilenme göstermedi. Kendilerini
yüce Allah'ı anmaktan alıkoyan şeytanî amelleriyle övünüp eğlenmeye
daldılar. Durumlarını düzeltme yönünde bağımsız etkinliğe sahip
ol-duklarını düşündükleri zahirî sebeplere takılıp kaldılar.
44) Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her şeyin kapılarını onlara
açtık...
Her şeyin kapılarının açılmasından maksat, insanların hayatın meziyetlerinden
yararlanmak için uğruna birbirleriyle yarışıp rekabet ettikleri
mal, evlât, sağlık, refah, bolluk, can güvenliği, etkinlik ve kuvvet
gibi dünyevî nimetlerin kendilerine verilmesidir. Herhangi bir sınırlandırma
ve engel söz konusu olmaksızın bolca verilmesidir. Nitekim
bir malın hazinesinden bir kimseye belli bir miktar ve ölçüde verilmek
istendiği zaman, hazinenin kapısı açılır ve dilediği şey kendisine
verildikten sonra tekrar kapısı kapatılır. Ama herhangi bir sınırlandırma
olmaksızın verilmek istendiği zaman, hazinenin kapısı ardına
kadar açılır ve kimsenin yüzüne kapatılmaz. Burada da onlara nimetlerin
ölçüsüzce verildiği, ayetin akışına uygun bir kinayeli anlatımla
dile getirilmiştir.
Ayrıca kapıyı açma ifadesi, özü itibariyle iyilikler ve nimetler için kullanılan
bir deyimdir. Kötülükler ve cezalar söz konusu olduğunda, bu,
daha çok vermeme şeklinde gerçekleştiği için, kapıyı kapama deyimi
bu duruma daha uygun düşmektedir. Nitekim şu ayetten buna ilişkin
bir işaret algılamak mümkündür: "Allah, insanlara bir rahmet açtı mı,
onu tutan olamaz; O'nun tuttuğunu da O'ndan sonra salacak yoktur."
(Fâtır, 2)
Tefsirini sunduğumuz ayetin orijinalinde geçen "mublisûn" ifadesi,
"eblese iblâsen" kökünden gelir. Ragıp İsfahanî der ki: "İblâs, şiddetli
karamsarlıktan kaynaklanan üzüntü demektir... Üzülen insan çoğunlukla
sessiz kaldığı ve içinde bulunduğu üzüntüden dolayı, önemli o-
lan her şeyi unuttuğu için, susan ve kanıtı çürütülen bir kimse için de
'eblese' ifadesi kullanılır." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Bu durumda "feiza hum mublisûn" ifadesine uygun anlam; "donakaldılar,
söyleyecek sözleri, ileri sürecek kanıtları kalmadı"dır.
Dolayısıyla ayetin anlamı şu şekilde belirginlik kazanmaktadır: Onlar
kendilerine hatırlatılan ilâhî mesajı unuttukları veya ondan yüz çevirdikleri
için, onlara peyderpey her türlü nimeti verdik. Tam nimetler
tamamlanıp, bunlarla sevinip şımardıkları bir sırada onları ansızın
kıskıvrak yakalayıverdik. Nefesleri kesildi, ileri sürebilecekleri hiçbir
kanıtları kalmadı. Çünkü onlar, bunu hak etmişlerdi.
45) Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi
Allah'a mahsustur.
"Dübür" bir şeyin ardı, arkası, gerisi demektir. Karşıtı, bir şeyin önü
anlamına gelen "kubül" kelimesidir. Bu iki kelime ile, bir şeyin öndeki
ve gerideki parçaları kastedilir. Nitekim bundan dolayı, insanın ön
ve arka organlarına da kinayeli olarak bu isimler verilmiştir. Kimi
zaman bu iki ifadenin anlamsal kapasiteleri geniş tutularak öndeki
ve arkadaki parçalarından sonra gelen şey anlamında da kullanılır.
Bu anlamıyla bir şeyin önü ve arkası, onun bir parçası olan şeyleri
değil, ondan ayrı olan şeyleri ifade eder. Bu iki kelimeden anlamlarına
uygun fiiller de türetilmiştir: Akbele, edbere, kabbele, debbere,
tekabbele, tedebbere, istakbele ve istedbere gibi. Bu türevlerden biri
de, ayette geçen "dâbir" kelimesidir ve bir şeyin arkasında kalan, onun
ardından gelen şey demektir. Araplar, "ems'ud-dâbir=geride kalan
dün" derler. Nitekim, "âmun kabil=gelecek sene" de derler. Bu
anlamda "dâbir", bir şeyin izi, eseri anlamında da kullanılır.
İnsanın
kendisinden sonrakilere bıraktığı şeyler ve diğer eserleri gibi. Dolayısıyla,
"Böylece zulmeden toplumun ardı kesildi." ifadesi, şu anlamı
ifade etmektedir: Helâk oluş, onların tümünü kapsamına aldı, onlardan
geriye bir iz, bir eser kalmadı. Veyahut da: Helâk oluş, onların
kökünü kuruttu, onlardan geriye tek bir kişi kalmadı. Nitekim bir ayette
şöyle buyurulmuştur: "Onlardan hiç geri kalan görüyor musun?"
(Hâkka, 8)
"Zulmeden toplumun ardı" ifadesinde, zamir yerine zahir isim kullanılmıştır.
Yani, "ardları" denilmemiştir. Bununla, böyle bir hükmün
sebebine işaret etme amacı güdülmüştür. Buna göre, toplumlarının
yok edilmesinin ve ardlarının kesilmesinin sebebi, zulüm işlemeleridir.
Bu ifade, aynı zamanda, şu sonuç cümlesine de zemin hazırlamaktadır:
"Ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. "
Onları zulümle nitelendiren ve âlemlerin Rabbi olma sıfatıyla yüce Allah'a
yönelik övgü içeren bu ayet, başlarına gelen köklerini kurutma
azabıyla ilgili olarak kınanması gerekenlerin kendileri olduğunu vurgulama
amacına yöneliktir. Çünkü onlar zulmeden bir topluluktu. Bu
hususta yüce Allah'a ancak güzel övgü yöneltilebilir. O, kendileriyle
ilgili olarak sadece ilâhî hikmetin gerektirdiği şekilde davranmıştır.
Onları, yürüdükleri bu yola O yöneltmemiştir. Bilâkis kendi istekleri
ve rızalarıyla, kendi kötü seçimleriyle böyle bir yolu izlemişlerdir. Bu
nedenle, rezillik, horluk ve kötülük kâfirlerin, hamd ve övgü de âlemlerin
Rabbi Allah'ındır.
46) De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah, işitme duyunuzu ve gözlerinizi
alsa, kalplerinizi mühürlese, Allah'tan başka bunları size getirecek
tanrı kimdir?" Bak, delilleri nasıl döndürüyoruz, sonra yine onlar yüz çeviriyorlar?!
İşitme duyusunu ve gözleri almak, sağır ve kör ederek işitme ve görme
gücünü almak demektir. Kalpleri mühürlemek ise, kalplerin kapılarını,
dışarıdan hiçbir şey algılamayacak şekilde kapatmak, kilitlemektir.
Algılama kapıları bu şekilde kilitlenen kalplerin, artık herhangi
bir konuda bir düşünce sahibi olmaları, yapılması gereken işleri
diğerlerinden ayırabilmeleri, yararlı olan iyi işleri, zararlı olan kötü
işlerden seçebilmeleri söz konusu olamaz. Ancak bu kalpler, hâlâ
akletme yeteneklerini büsbütün yitirmiş değillerdir. Çünkü aksi takdirde,
delilik ve akılsızlık durumu söz konusu olurdu.
Şu müşrikler, yüce Allah ile ilgili hak sözü işitmedikleri ve O'nun tek
ve ortaksız olduğuna ilişkin ayetleri görmedikleri için kalpleri işitme
ve görme organlarının hiçbir verisini alamayacak duruma gelmiştir.
Dışarıdan bu şekilde hiçbir veriyi algılayamayan kalpler, hakkı batıldan
ayıramazlar. Bu da gösteriyor ki, onların yüce Allah'ın ilâhlığı ve
birliği ile ilgili görüşleri ve bu görüşlerine dayalı olarak geliştirdikleri
dinleri batıldır, geçersizdir.
Özetleyecek olursak; Allah'ın ortaklarının olduğunu söylemek, aslında
kendi kendini çürüten bir iddiadır. Şöyle ki: Allah'ın ortaklarının
olduğu yönündeki görüşün esası, bu ortakların aracılar ve şefaatçiler
oldukları şeklindeki anlayışa dayanmaktadır.
Yani bu ortaklar bir yararın
elde edilmesi ve bir zararın bertaraf edilmesi için şefaatçilik ederler,
aracılık yaparlar. Allah'a ortak koşulan bu düzmece ilâhların
fonksiyonları sadece şefaatçilik olduğuna göre, yüce Allah mülkünde
dilediği gibi hareket etme yetkisine ve gücüne sahiptir. Bu hususta
hiçbir engel O'nun önüne geçemez, hiçbir karşıt O'nun önünü
kesemez. Şu hâlde, eğer Allah işitme ve görme organlarınızı sizden
alsa, kalplerinizi mühürlese, bunu yaparken sizin ortak koştuğunuz
düzmece ilâhların hiçbiri O'na karşı çıkamaz. Çünkü onlar, sizin iddianıza
göre sadece şefaatçidirler, aracıdırlar.
Karşı çıkabilen zıtlar, rakip
tanrılar değiller. Dolayısıyla eğer Allah bunu yapsa, sizin bu özelliklerinizi
elinizden alsa, onlardan hiçbiri bunları size geri veremez.
Çünkü onlar şefaatçiler ve aracılardır, yaratma ve var etmenin kaynakları
değil.
Bunlar bir yarar sağlamaya veya bir zarar gidermeye güç yetiremediklerine
göre, onların tanrılıklarının anlamı ne? Çünkü ancak var eden,
yok eden ve evren üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilen kimse,
ilâh olabilir. İnsan fıtratının da, şu evrenin bir ilâhının olmasını zorunlu
görmesinin tek nedeni, varlık âleminde gözlemlediği hayır ve şer
nitelikli olayların kaynağını var eden bir gücün olduğu yönündeki kanısıdır.
Dolayısıyla bir şey, yaşanan olaylar açısından bir yarar veya
zarar dokunduramıyorsa, onu ilâh olarak isimlendirmek boş bir sözden
öte bir şey değildir.
Sağlam bir akla ve ayırt etme gücüne sahip olan bir insan, insanlar
tarafından taştan veya ağaçtan ya da herhangi bir madenden yapılma,
insan zihninin tasarımı olan bir şekli, bir heykeli evrenin yaratıcısı,
evren üzerinde var etme ve yok etme tasarrufunda bulunan bir ilâh
olarak göremez. Aklı başında hiçbir insan, başkaları tarafından
imal edildiğini gözleriyle gördüğü, tanrı edinilen bir heykeli, bir putu
evreni örneksiz yaratan bir mabut gibi algılayamaz.
Başka bir ifadeyle: Ulûhiyet kavramı, aracı şefaatçi anlamında bir ortaklığı
onaylamaz. Çünkü yapma ve yaratmanın kaynağı olma, özü itibariyle
dilediği gibi tasarruf etmede bağımsız olmayı ve yapılan/yaratılanın
boyun eğmesini hak etmede tek ve ortaksız olmayı gerektirmektedir.
Eğer ileri sürülen aracıların bağımsız iş yapma yetkileri
varsa, o zaman demek ki bunlar, aracı veya şefaatçi değil, asıl ve
kaynaktırlar. Yok eğer bağımsız hareket etmek gibi bir yetkileri söz
konusu değilse, o zaman bunlar için alet ve araç demek daha doğru
olur. Bu da demektir ki, onları meydana getiren ve kendileri üzerinde
ilâhlık yetkisine sahip olan biri vardır.
Bu nedenledir ki, evrendeki bütün sebepler, sadece ve sadece alet ve
araç fonksiyonuna sahiptirler. Yemenin doymanın sebebi, içmenin
kanmanın sebebi, anne babanın çocuğun dünyaya gelişinin sebebi,
kalemin yazmanın sebebi ve yürümenin mesafe katetmenin sebebi
olması gibi.
"Bak, delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz), sonra yine onlar yüz
çeviriyorlar?!" Delillerin döndürülüp çevrilmesi, onların insanların anlamalarını
sağlayacak ifadelerle sunulması demektir. "es-Sudûf" ise,
yüz çevirme, arkasını dönme anlamına gelir. Bir şeyden yüz çevrildiği,
ona eğilim gösterilmediği zaman, "sadefe/yesdifu/sudûfen" fiili kullanılır.
47) De ki: "Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı ansızın ya da açıkça
size gelse..."
Ayette geçen "cehreten" kelimesi, kuşkuya yer bırakmayan tam açıklık
demektir. Bu yüzden, ansızın gelmek anlamına gelen
"bağteten" kelimesine karşılık olarak kullanılmıştır. Çünkü bir şey
ansızın geldi mi, kişi ancak onunla karşılaştıktan, o şey kendisini kuşatıp
sardıktan sonra o şeyi fark eder, dolayısıyla ona tedbir alıp sakınma
imkânını bırakmaz.
Ayetin akışı içinde sunulan bu kanıt bağlamında genel olarak şu hususa
dikkat çekiliyor: Zalimler, Allah'ın azabından yana büyük bir tehlike
içindedirler. Bu, atlatabilecekleri veya onlardan şaşıp başkalarına
dokunacak bir azap değildir. Şaşması ve sapması olmayan
bir azaptır. Ardından da, onların zalim olmalarının nedeninin, ilâhî
davetin dışına çıkmaları, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları olduğu açıklanıyor.
Hiç kuşkusuz, azabın anlamı; suçlunun kendisine zarar veren, kendisini
çökerten bir cezayla karşılaşmasıdır, suçunun cezasını görmesidir.
Bir suç da ancak zulüm niteliğine sahip olunarak işlenir. Buna
göre, eğer Allah katından üzerlerine bir azap indirilecek olursa, bu
azap ancak zalim olanları helâk eder. Tefsirini sunduğumuz ayet bunu
açık-lıyor, sonraki iki ayet de onların zalim olduklarını bildiriyor.
48-49) Biz, elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz...
Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince... onlara azap dokunacaktır.
Bu iki ayette, onların zalimler oldukları belirtiliyor. Dolayısıyla eğer Allah'ın
azabı kendilerine gelecek olursa, zalimler oldukları için onlardan
başkası helâk olmayacaktır.
Nitekim ayetlerin akışında bir değişiklik yapılmasının ve açıklamanın
doğrudan Peygamberimize (s.a.a) yöneltilmesinin nedeni de budur.
Bununla, Allah'ın azabının niteliğini onun haber vermesi amaçlanıyor.
Çünkü onun böyle bir azabın varlığından haber vermesi, bahaneleri
daha etkili bir şekilde ortadan kaldırır. Bu arada birinci çoğul şahıs
kipi kullanılarak kararın, azamet sahibi ulu bir makamdan çıktığına
işaret edilmek istenmiştir.
Buna göre yüce Allah, Peygamberi'ne (s.a.a), onlara bir kanıt sunmasını
ve bu kanıt bağlamında onlara, eğer Allah'ın azabı gelecek
olursa, bu azabın onlardan sadece zalim olanları helâk edeceğini bildirmesini
emrediyor. Ardından yüce Allah, elçisine şöyle buyuruyor:
Sana kanıtı sunan ve azabı indirecek olan biz, sana haber veriyoruz
ki: Biz, elçileri ancak müjdelemek ve uyarmak için gönderiyoruz. Artık
kim inanır ve durumunu düzeltirse, onun için herhangi bir olumsuzluk
söz konusu değildir.
Kim de ayetlerimizi yalanlarsa, fasıklık
yapıp kulluk sınırlarının dışına çıktığı için, azabımız ona dokunur. O
hâlde, kendilerine baksınlar, hangi grubun mensubudurlar?!
Önceki bölümlerde iman, ıslâh ve fısk kavramlarının anlamları, ayrıca
korku ve üzüntünün müminlerden giderilmiş olmasının anlamı ü
50) De ki: "Ben size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.'
demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, 'Ben bir meleğim.' de demi-yorum.
Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören hiç bir olur
mu?..."
"Allah'ın hazineleri"nden maksat, şu ayette ifadesini bulan husus olsa
gerektir: "De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız,
harcamaktan korkarak tutardınız." (İsrâ, 100) Bu ayette sözü
edilen rahmet hazinelerinin etkileri ise, şu ayette açıklanmaktadır:
"Allah, insanlara bir rahmet açtı mı, onu tutan olamaz." (Fâtır, 2) Burada
varoluş bağışına işaret ediliyor. Ki bu bağış, Allah katından eşyaya
varoluş ve varoluşun etkileri şeklinde yansımaktadır. Yüce Allah
bir ayette bu hususa şu açıklığı getirmektedir: "O'nun işi, bir şeyin
olmasını istedi mi, ona, sadece 'Ol' demektir, hemen oluverir." (Yâsîn,
82) Burada, bu bağışın kaynağının yüce Allah'ın azamet ve ululuk
makamından sadır olan "Ol" sözü olduğu belirtiliyor. Bu gerçeğe diğer
bir ayette şu şekilde işaret edilmiştir: "Hiçbir şey yoktur ki onun
hazineleri, bizim yanımızda olmasın; ama biz onu bilinen bir ölçü ile indiriyoruz."
(Hicr, 21)
Şu hâlde, Allah'ın hazinelerinden maksat, kendisinden sâdır olması
suretiyle dilediği şeyi veren makamdır. Bu makam bir şeye varlığını
vermekle tükenmez, bahşetme ve dağıtma ile âciz duruma düşmez.
Bu da, yüce Allah'a özgü bir makamdır. Onun dışındakiler, kim ve ne
olursa olsunlar, sınırlıdırlar, yanlarında bulunan şeyler de bir ölçüye
tâbidir. Onlardan bir şey verdiklerinde, verdikleri oranda eksilir. Durumu
bundan ibaret olan bir kimse de, yoksulu zengin kılma gücüne
sahip olmaz, isteyeni razı edemez, isteklere karşılık veremez.
"Gaybı da bilmem." Burada kendisine vahyedilmeyen bağımsız bir
bilgiden söz ediliyor. Çünkü yüce Allah, ifadenin sonunda ayrıca vahiy
olgusuna işaret ediyor, "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum."
buyurarak. Nitekim ulu Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde, peygamberlerine
vahyettiklerinin bir kısmının gaybın kapsamına girdiğini belirtmektedir.
"Gaybı bilen O'dur. Razı olduğu bir elçi dışında kimseyi
gaybına vâkıf kılmaz. " (Cin, 26-27) Bir yerde de, Yusuf kıssasını anlat-
tıktan sonra şöyle buyuruyor: "Bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.
Onlar kararlarını verip tuzak kurarlarken sen yanlarında
değildin." (Yûsuf, 102) Meryem kıssasının kapsamında da şöyle buyuruyor:
"Bunlar, gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan
hangisi Meryem'in bakımını üstlenecek diye kalemleriyle kur-
'a atarlarken, sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında
değildin." (Âl-i İmrân, 44) Nuh kıssası anlatıldıktan sonra da şöyle buyuruyor:
"Bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de
kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz." (Hûd, 49)
Şu hâlde, tefsirini sunduğumuz ayetin akışı içinde Peygamberimizin
gaybı bilmesini olumsuzlamaktan maksat, Peygamberimizin varlığı
itibariyle, öz doğasından kaynaklanan bir yetenek olarak kendisine,
normal insanların bilmelerine imkân bulunmayan varlıkların gizliliklerinden
hiçbir şeyin gizli kalamayacağı bir donanıma sahip olmasını
olumsuzlamaktır.
"Size, 'Ben bir meleğim.' de demiyorum." Bu ifade, yemek, içmek ve
cinsel birleşme gibi meleklerin gereksinim duymadıkları maddî ihtiyaçlardan
uzak olma durumunu olumsuzlama amacına yönelik bir
kinayedir. Başka ayetlerde de bu duruma işaret edilmiştir: "De ki:
Ben de sizin gibi bir beşerim... bana vahyolunuyor." (Kehf, 110) Tefsirini
sunduğumuz bu ayette, Peygamber'in insan oluşunun altının çizilmesi
yerine, onun melek olmadığının vurgulanması tercih edilmiştir.
Bununla, onların şu ayette ifade edilen türden itirazlarına cevap verme
amacı güdülmüştür: "Bu ne biçim elçi ki yemek yiyor, çarşılarda
geziyor?!" (Furkan, 7)
Buradan da anlıyoruz ki, tefsirini sunduğumuz ayet, olumsuzlama üstüne
olumsuzlama içermekle, bir bakıma onların çeşitli önerilerine
ve itirazlarına cevap vermeyi hedeflemektedir. Nitekim onlar, Peygamberimizden
mucize nitelikli ayetler istemişlerdi ve normal insanlar
tarafından sergilenen davranışlar sergilemesini bir elçi açısından
tuhaf karşılamışlardı. Nitekim şu ayet onların bu tutumlarını dile getirmektedir:
"Dediler ki: Bu ne biçim elçi ki yemek yiyor, çarşılarda
geziyor?! Ona, kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilseydi
ya! Yahut üstüne bir hazine atılsaydı, ya da ürününden yiyeceği bir
bahçesi olsaydı ya!" (Furkan, 7-8) Buna şu ayetleri de örnek gösterebiliriz: "Dediler ki: Yerden bize bir
göze fışkırtmadıkça, yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan
bir bahçen olup aralarından ırmaklar fışkırtmadıkça, yahut iddia ettiğin
gibi (azap olarak) üzerimize gökten parçalar düşürmedikçe, yahut
Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin
olmadıkça... sana inanmayız... De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben,
sadece elçi olarak gönderilen bir insan değil miyim?" (İsrâ, 90-93)
"Sana alaylı alaylı başlarını sallayacaklar ve 'Ne zaman o?' diyecekler."
Buna göre, "De ki: Ben size... demiyorum..." ifadesi şu anlama gelmektedir:
Ben sizi, çağırdığım şeye çağırırken, tebliğ ettiğim şeyi size
tebliğ ederken, insanların normal hâli olarak üzerinde bulunduğum hâlin
ötesinde bir iddiada bulunmuyorum ki siz, bu iddiaları kanıtlamamı
isteyesiniz de ben de sizin bu isteklerinize cevap veremediğim için yalancı
durumuna düşeyim. Ben, Allah'ın hazinelerine sahip olduğumu
söylemi-yorum ki, siz benden pınarlar fışkırtıp nehirler akıtmamı veya
bir bahçe yaratmamı ya da altından bir ev yapmamı isteyesiniz. Ben
gaybı biliyorum demedim ki, sizin kıyamet saati gibi gayb perdesinin
gerisinde olan suallerinize cevap vereyim. Ayrıca ben, size melek olduğumu
söylemedim ki, yemek yememi, su içmemi ve mal kazanmak için
çarşılarda dolaşmamı gerekçe göstererek sözlerimin batıl olduğunu
söyleyesiniz.
"Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." ifadesi, kendilerini Allah-
'a davet etmesi bağlamında onunla ilgili olarak söyledikleri mesnetsiz
yakıştırmaların bertaraf edilmesinden sonra, gerçek iddiasını açıklamaya
yöneliktir. Demek isteniyor ki: Ben Allah'ın elçisiyim demek,
Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, ben gaybı bilirim ve ben
bir meleğim anlamına gelmez. Bu sözün anlamı şudur: Benim size
söylediklerimi Allah bana vahyediyor.
Dikkat edilirse, bu gerçek, bir iddia şeklinde de ileri sürülmemiş, bunun
yerine: "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." denilmiştir.
Bununla da, onun sadece kendisine vahyedilenleri tebliğ etmekle yü-
kümlü olduğuna işaret ediliyor. Onun görevi, yalnızca kendisine vahyedilene
uymaktır, başka değil. Bunun ışığında ayetin akışı ile birlikte
şöyle bir sahne canlanıyor zihnimizde: Peygamberimiz, "Ben size şunu
şunu söylemiyorum." dedikten sonra, onlar da şu karşılığı veriyorlarmış
gibi: "Öyleyse sen de bizim gibi âciz bir insan olduğuna ve bize
karşı herhangi bir ayrıcalığın ve meziyetin bulunmadığına göre, bizden
ne istiyorsun?" O da onlara şu cevabı vermiştir: "Ben, sadece bana
vahyolunana uyuyorum. Buna bağlı olarak size müjde veriyorum
ve sizi uyarıyorum. Sizi tevhit dinine davet ediyorum."
Bu çıkarsamamızı kanıtlayan bir unsur da hemen sonrasında yer alan
şu ifadedir: "De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
Bu ifadenin anlamı, ayetin akışını esas aldığımızda, şu şekilde
belirginleşmektedir: Ben insanlık ve âcizlik bakımından sizinle aynı seviyede
olsam bile, bu, sizi bana tâbi olmaya davet etmeme engel olmaz.
Çünkü Rabbim, size değil de bana vahiy indirmekle, sizden ayrı
olarak beni bir basiret sahibi kılmıştır. Bu bakımdan ben ve sizler, gören
kimseyle kör kimse gibiyiz. Kör ile gören kimse, insanlık açısından
eşit olsalar da kategorik olarak eşit değildirler. Bu ikisinin içinde bulundukları
durum üzerinde düşündüğümüz zaman şu yargıya varırız:
Kör insan gören insana uymalıdır. Cahil de âlime uymakla yükümlüdür. 51) Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanları onunla
uyar; Onların O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur;
belki korunurlar.
Ayetteki "onunla" zamiri Kur'ân'a dönüktür. Bunu, bundan önceki ayette
geçen, "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." ifadesinden
anlıyoruz. "O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur."
ifadesi, cümle içinde, "korkma" veya "bir araya getirilme" fiilleriyle ilintili
hâl konumundadır.
Ayette geçen "korkma" ifadesiyle, bilinen anlamı kastedilmiştir. Bilgi
ve benzeri bir anlam değil. Çünkü ayetin akışından ilk etapta algılanan
anlamdan hareketle buna ilişkin bir kanıt bulmak mümkün
görünmüyor. Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanlara
yönelik uyarı emri, uyarının hem onları, hem de başkalarını
kapsayacak şekilde genel olmasına engel oluşturmaz. Nitekim
bundan önceki ayetlerin birinden de böyle bir anlam elde etmek
mümkündür: "Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı
herkesi uyarayım." (En'âm, 19) Dolayısıyla, uyarının özellikle onlarla ilgili
olarak gün-deme getirilmesinin nedeni, Allah'ın huzuruna toplanma
korkusu taşıyanların uyarıyı daha çabuk dikkate alacakları, daveti
daha iyi anlayabilecekleridir. Bu yüzden uyarı sırf onlara özgü olarak
dile getirilmiş ve onların bu niteliklerine vurgu yapılmıştır.
Amaç,
Peygamber'in onların davetiyle özellikle ilgilenmesi, onları başkalarının
yerine koyma-masıdır. Çünkü konumları itibariyle onlar hakka
daha yakındırlar ve iman etmelerine yönelik ümit daha güçlüdür. Dolayısıyla
bu ayeti, insanların uyarılmasını emreden diğer ayetlerle birlikte
düşündüğümüz zaman, şöyle bir anlam ifade ettiğini görüyoruz:
Bütün insanları uyar, özellikle Rablerinin huzurunda bir araya getirilmekten
korkanları.
"Onların O'ndan başka ne bir velileri, ne de bir destekçileri yoktur."
Burada, Allah'tan başkasının veliliği ve destekçiliği (şefaati) mutlak
olarak olumsuzlanmaktadır. Ancak başka ayetlerde bu mutlaklık kimi
kayıtlar altına alınmaktadır: "İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte
bulunacak kimdir?" (Bakara, 255)
"Allah'ın razı olduğundan başkasına
şefaat etmezler." (Enbiyâ, 28) "O'ndan başka tanrı diye yalvardıkları
şeyler, şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka
şahitlik edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86)
Tefsirini sunduğumuz ayette, böyle bir istisnaya başvurulmamasının
sebebi, hitabın putperestlere yönelik olmasıdır. Onlar, putların veliler
ve şefaatçiler olduklarını savunuyorlardı. Putlara böyle bir yetki yakıştırırken
izin veya yetki verme gibi bir kayda da yer vermiyorlardı.
Çünkü ilâhî izinden kaynaklanan velilik ve şefaat iddiası, Allah'ı bilmeyi,
bunun yanında vahyi ve peygamberliği bilmeyi gerektirmektedir.
Putperestlerse, peygamberliği bilmez, kabul etmezlerdi. Putları
için kabul ettikleri velâyet ve şefaati, onların kendilerinden kaynaklanan,
doğalarının zorunlu bir gereği olarak algılarlardı. Onlara göre,
putlarının bu yetkileri, Allah'ın iznine bağlı değildi. Varlıklar içinde
güçlü olanlar, Allah izin vermese de, doğaları gereği zayıf olanlar üzerinde
belli bir tasarrufta bulunabilirlermiş gibi. Dilersen şöyle de diye
bilirsin: Güçlü varlıkları yaratmak, doğası itibariyle, onların kendilerinden
aşağı olanlar üzerinde tasarruf etmelerine ilişkin zorunlu bir
izni barındırmaktadır.
Kısaca özetleyecek olursak, "Onların O'ndan başka ne bir velileri, ne
de bir destekçileri yoktur." denilmiş, ama "O'nun izni olmadan" şeklinde
bir kayda yer verilmemiştir. Çünkü müşrikler, putların hiçbir sınırlanma
olmaksızın veliler ve şefaatçiler olduklarını söylüyorlardı. Şu
hâlde, onların Allah'ın dışında veli ve şefaatçi edindikleri şeylerin bu
özelliklerinin olumsuzlanması, kendi ispatlarına denk bir olumsuzlanmanın
gerçekleşmesi amacına yöneliktir. Böyle bir konuyla ilgili
istisna, aynı konuyu işleyen başka ayetler açısından olumlu olsa bile,
bu ayetin akışının bu özelliğinden dolayı yersiz olur.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan anlaşılıyor ki ayet, zahirinin
mutlaklığı itibariyle, Allah'ın ayetlerinin hatırlatılması karşısında, kıyamet
günü ilâhî huzurda toplanma dolayısıyla kalbinde korku duyan
herkesin uyarılmasını öngörmektedir. Bunların Ehlikitap gibi haş-re
iman edenler veya putperestler ya da başkaları gibi inanmayanlar
olması bu açıdan fark etmez. Çünkü onlar da, haşre inanmasalar bile,
olabileceğine ihtimal verirler. Dolayısıyla buna ilişkin ihtimal veya
zan, içlerinde bir korkunun belirmesine neden olabilmektedir. Çünkü
bir şeyden korkmak, gerçekleşeceğine kesin olarak inanılmasa bile,
sırf olabileceği ihtimaliyle de söz konusu olabilir.
Müfessirler bu ayetle ilgili olarak farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Kimine göre, bu ayet, haşre iman eden müminler hakkında nazil olmuştur
ve bunlar, bir sonraki ayette yer alan, "Rablerinin yüzünü (rızasını)
isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma." ifadesinde
işaret edilen kimselerdir. Bazı müfessirlere göre, bu ayet, putperest
müşriklerden, ölümden sonra haşrin olmasına ihtimal veren bir grup
hakkında inmiştir.
Gerçi suredeki hitaplar, surenin akışı itibariyle
Kureyş veya Arap müşriklerine yönelik olmakla birlikte, Mekke müşriklerinin
veya Arap müşriklerin içinde, surenin indiği dönemde, bu
görüşü savunan birine rastlanmamıştır. Diğer bazı müfessirlere göre
de, bunlardan maksat, Müslüman veya Ehlikitap, haşre iman eden
herkestir. Uyarının bütün insanlara yöneltilmesi gerekirken, özellikle
bunların uyarılmasının istenmiş olmasının nedeni, ahiretin varlığını
kabul etmelerinden dolayı, kanıtın öncelikle onlar açısından gerekli
ve bağlayıcı olmasıdır.
Ne var ki, ayette sadece haşirden korkma nitelikleri esas alınmıştır.
Bir şeyden korkmak ise, onun tam olarak gerçekleşmesine inanmaya
veya o şeyin varlığını kesin olarak kabul etmeye tekabül etmez.
Bilâkis, iki tarafı eşit düzeyde muhtemel bulma anlamında şüphe ve
iki taraftan birinin ağır basması anlamında zan da, tıpkı bilme gibi,
korkuyla bir araya gelebilir, korkmaya sebep olabilir. Bu, oldukça açıktır.
Bu bakımdan ayet, Peygamber efendimizi (s.a.a), hangi gruba mensup
olursa olsun, yüzünde korku belirtilerini gözlemlediği herkesi uyarmaya
teşvik etmektedir. Çünkü dinî davetin temelini, haşir, kötülük
ve iyiliklerin hesaplanması ve bunların karşılıklarının eksiksiz bir
şekilde verilmesi prensibi oluşturmaktadır. Dinî davetin bir kimse üzerinde
az da olsa etki bırakması için, o kimsenin haşri muhtemel
görmesi ve bu ihtimalin gerçekleşmesinden korku duyması gerekir.
Bu ihtimalin gerçekleşme oranı arttıkça korku da artar ve buna paralel
olarak da dinî davetin etkisi güçlenir. Nihayet kişi, yakinî inanç düzeyine
ulaşır ve karşıt ihtimal tamamen ortadan kalkar. Bu noktada
dinî davetin etkisi eksiksiz olarak kendini gösterir.
52) Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları
kovma.
Bir sonraki ayette yer alan, "Böylece biz, onların kimini kimi ile denedik..."
ifadesinden de anlaşılacağı gibi, ayetin akışı gösteriyor ki, Peygamberimizin
(s.a.a) kavminden bazı müşrikler, Peygamberimize
(s.a.a) yanındaki zayıf ve yoksul kimseleri kovmasını önermişlerdi. Allah
da bu ayette onu, bu işi yapmaktan men etmektedir.
Arap müşriklerinin bu önerisinin benzerini, geçmiş ümmetlerin ileri
gelen müstekbirleri de kendi elçilerine yöneltmişlerdi. Büyüklük duygusuna
ve gurura kapılarak, peygamberlerine, yanlarındaki zayıf ve
yoksul müminleri kovmalarını istemişlerdi. Nitekim yüce Allah, Nuh
kavminin böyle bir davranış içine girdiğini ve Nuh'un da onlara karşı,
tefsirini sunduğumuz bu ayetlerin içerdiği kanıtlara benzer kanıt-
larla cevap verdiğini bize anlatmaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kavminden ileri gelen inkârcı grup dedi ki: 'Biz seni ancak bizim
gibi bir insan görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan
başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü
de görmüyoruz; tersine sizi yalancı sanıyoruz.' Dedi ki:
'Ey kavmim, ya ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O,
kendi katından bana bir rahmet vermiş de bu sizin gözlerinizden
gizli kalmışsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemezken, onu zorla mı
size kabul ettireceğiz?! Ben iman edenleri kovacak değilim; onlar
Rablerinin huzuruna gidecek (yaptıklarının hesabını verecek)ler...'
Ben size, 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.' demiyorum. Gaybı
da bilmem. 'Ben bir meleğim.' de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor
gördüğü kimseler için, 'Allah onlara bir hayır vermeyecektir.' de
demiyo-rum. Allah, onların içlerinde olanı daha iyi bilir. Böyle bir
şey yaptığım (onları kovduğum) takdirde, ben mutlaka zalimlerden
olurum." (Hûd, 27- 31)
Yukarıda sunduğumuz ayetlerle, tefsirini sunduğumuz ayetleri birlikte
ele aldığımız zaman, rızasını isteyerek sabah akşam Rablerine
yalvaranlarla, müminlerin kastedildiğini anlıyoruz. Sabah akşam
Rablerine yalvarmalarının, dua etmelerinin -ki bu namaz kılmaları ya
da mutlak olarak dua etmeleri demektir- zikredilmesinin nedeni,
başka hiç kimsenin karışmadığı şekilde Rableriyle irtibat hâlinde oluşlarına
işaret etmektir. Bir de az sonra yer alacak, "Allah, şükredenleri
daha iyi bilmez mi?" ifadesine açıklık getirmektir.
"Yüzünü (rızasını) isteyerek" Yani, Allah'ın yüzünü (rızasını) isteyerek.
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "el-Vech kelimesinin
asıl anlamı bir organ olan yüzdür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
'Yüzlerinizi ve ellerinizi yıkayın.' [Mâide, 6] 'Ateş yüzlerini
kaplar.' [İbrâh'im, 50] Yüz, ilk karşılaşılan ve de bedenin görünen kısmının
en şerefli sayılan bir organı olduğu için, her şeyin ön tarafı, en
şerefli kısmı ve başlangıcı için kullanılır olmuştur. Örneğin, 'Falan şeyin
yüzü (ön tarafı)' ve 'Günün yüzü (başlangıcı)' gibi ifadeler kullanılmıştır.
Hatta şu ayette zat anlamında da kullanıldığı söylenmiştir:
'Yalnız Rabbinin celâl ve ikram sahibi yüzü baki kalır.' [Rahmân, 38]
Bazılarına göre, 'Rabbinin yüzü'nden maksat, zatıdır. Diğer bazılarına
göre ise, burada yüz kelimesiyle, salih amellerle Allah'a yönelme
kastedilmiştir."
Ragıp devamla şöyle der: "Bazılarına göre, 'Nereye yönelirseniz yönelin,
orası Allahın vechidir.' [Bakara, 115] 'Allah'ın vechi hariç her şey
helâk olucudur.' [Kasas, 88] 'Allah'ın vechini isteyenler.' [Rûm, 38] 'Size
Allah'ın vechi için yediriyoruz.' [İnsân, 9] ayetlerinin tümünde geçen
'vech' kelimesi, Allah'ın zatı anlamında kullanılmıştır. Bu demektir ki,
Allah'tan başka her şey helâk olacaktır. Bu anlam, benzeri tüm ayetler
için de geçerlidir. Bir rivayete göre, bu değerlendirme Ebu Abdullah
b. Rıza'ya sorulmuş ve o da şu cevabı vermiştir: 'Subhanallah!
Andolsun, büyük bir laf etmişlerdir. Oysa 'vech' kelimesiyle, işlerin
yönelik olduğu amaç kastedilmiştir. Bu da şu demektir: Kulların bütün
amelleri helâk olur, boşa gider, Allah'a yönelme amacı güdülen
ameller hariç. 'Onun vechini isteyerek' ve 'Allah'ın rızasını isterler' ifadelerinde
de bu anlamda kullanılmıştır." (el-Müfredat'tan alınan alıntı
burada sona erdi.)
Ben derim ki: "Vech" kelimesinin bir organ olan yüz anlamından, bir
şeyin başka bir şeyle karşılaştığı yönü anlamına geçilerek anlam ve
kullanım genişliğine kavuştuğu, şüphe edilmeyecek bir gerçektir. Kelimelerin
anlamlarının gelişme sürecinde bu, bilinen bir şeydir. Fakat,
biraz dikkat edilirse, yüz kelimesiyle zatın kastedilmesinin pek de
mümkün olmadığı görülür. Çünkü ne olursa olsun bir şey, ancak özünün
(zatının) görünen ve ortada olan sıfat ve isimlerinden biriyle başka
bir şeyin karşısına çıkar, ona kendisini gösterir. Bilgi de bu sıfat ve
isimlere taalluk eder. Biz, bildiğimiz bir şeyi, onun sıfatları veya isimlerinden
biri aracılığıyla biliriz. Sonra, bu bilgimizden hareketle onun
zatını, özünü kanıtlarız. Ama kesinlikle onun zatına, özüne direkt olarak
dokunamayız.
Çünkü bizler, varlıkları öncelikle duyu organları aracılığı ile algılarız.
Bunlarsa ancak şekiller, çizgiler ve nitelikler gibi özellikleri algılayabilirler.
Bu açıdan zatı ve özü algılamamız söz konusu değil. Sonra algıladığımız
bu özelliklerden hareketle, bunların bir de zatları ve özleri
olduğunu ve o arazlar ve sıfatların (özelliklerin) bu zatlarla kaim ol-
duğunu anlarız. Çünkü arazlar ve sıfatlar, tâbidirler. Tâbiler de, kendilerini
ayakta tutacak bir şeye ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla, "Zeyd'in
zatı, özü" dediğimiz zaman, gerçekte bu sözle, Zeyd'in sıfatları ve özelliklerine
kıyasla kendimizin kendi sıfatlarımız ve özelliklerimize
olan nispetimiz, izafemiz gibi bir nispeti, izafesi olan bir şeyi kastediyoruz.
Şu hâlde zatların, özlerin kavranması, daima bir tür kıyas ve
izafeyle birlikte olan düşünsel bir kavrayıştır.
Mahiyeti (belli bir sınırı) olan zatların, düşünsel olarak eksiksiz bir şekilde
kavranması, ancak onların sıfatları ve etkileri aracılığıyla, bir tür
kıyas ve izafe yardımıyla gerçekleştiğine göre, zatı için sınır, varlığı için
sonluluk söz konusu olmayan yüce Allah açısından durum daha
açık ve daha belirgindir. Çünkü bir şey hakkında bilgi sahibi olmak,
ancak o şeyin sahip olduğu şeylerin sınırlarının belirlenmesiyle mümkündür.
Bu açıdan yüce Allah'ın bilgice kuşatılması mümkün değildir:
"Bütün yüzler, o diri olan ve her şeyi ayakta tutan yüce zata boyun
eğmiştir." (Tâhâ, 111) "O'nu bilgice kuşatamazlar." (Tâhâ, 110)
Bir şeyin yüzü (vechi), başka bir şeye yönelik olan tarafı demektir. Bu
nedenle, aynı kökten türeyen ve işaret edilen taraf anlamına gelen
cihet (yön) de, yüz (vech) sayılmaktadır. Çünkü işaret yoluyla belirlenen
şey açısından yön (cihet), başkasına yönelen bir insanın yüzü konumundadır.
Bu açıdan salih ameller Allah'ın yüzü gibidirler. Yıkıcı,
bozguncu ameller de şeytanın yüzüdürler. Aşağıdaki ifadeleri, bu anlama
yormak mümkündür: "Allah'ın yüzünü isteyenler." [Rûm, 38] "Biz
size Allah'ın yüzü için yediriyoruz." (İnsan, 9) Ve benzeri diğer ayetler.
Aynı şekilde, yüce Allah'ın onlarla yarattıklarına yöneldiği rahmet, yaratma,
hidayet gibi fiilî sıfatları, hatta yüce Allah'ı bir şekilde bilmemize
yarayan hayat, ilim ve kudret gibi zatî sıfatları, Allah'ın yüzüdürler.
Allah, bunlar aracılığıyla yarattıklarına yönelir, yarattıklarıyla karşılaşır.
Şu ayetin buna işaret ettiğini, hatta delâlet ettiğini söyleyebiliriz:
"Yalnız Rabbinin celâl ve ikram sahibi yüzü baki kalacaktır."
(Rahmân, 27) Çünkü, ayetin zahirinden algıladığımız kadarıyla "celâl
ve ikram sahibi" ifadesi, "yüz"ün sıfatıdır, "Rabb"in değil. Bu inceliğe
özellikle dikkat edilmesi gerekir.
Yüce Allah'ın tarafının O'nun yüzü ve yönü olarak kabul edilebileceği
anlaşıldığına göre, bir şekilde O'na izafe edilen, O'na yakın olduğu
kabul edilen şeylerin de O'nun yüzü olarak algılanması doğru olur. İsimleri,
sıfatları ve dini gibi; salih ameller gibi. Aynı şekilde peygamberler,
melekler, şehitler ve günahları bağışlanmış müminler de yüce
Allah'ın yüzü konumundadırlar.
Böylece şu hususlar açıklığa kavuşuyor:
Birincisi: Şu ayetlerin ifade ettikleri anlam zihnimizde belirginleşiyor:
"Allah'ın yanında bulunan bakidir." (Nahl, 96), "O'nun yanında bulunanlar,
büyüklük taslayıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar." (Enbiyâ,
19), "Rabbinin yanında olanlar, büyüklük taslayıp O'na kulluktan geri
durmazlar ve O'nu tespih ederler." (A'râf, 206) Yine, Allah yolunda öldürülenlere
ilişkin şu ifadeyi de bu kategoride değerlendirebiliriz: "Bilâkis
onlar diridirler ve Rablerinin yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân,
169), "Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın."
(Hicr, 21)
Şu hâlde bu ayetleri, önceki ayetle birlikte değerlendirdiğimiz zaman,
bu olguların tümünün yüce Allah'ın baki oluşuyla beka ve sonsuzluk
kazandıklarını görürüz. Dolayısıyla bunların helâk olmaları, yok olup
gitmeleri mümkün değildir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"O'nun yüzünden başka her şey helâk olacaktır." (Kasas, 88) Bu ayetteki
sınırlandırma gösteriyor ki, bunların tümü Allah'ın yüzüdür. Diğer
bir ifadeyle, O'nun tarafına, O'nun cihetine düşmektedir. O'nun yanında,
O'nun tarafında mutmain olmuş, istikrar bulmuşlardır.
İkincisi: Kulun Rabbine yönelik isteğine konu olan şeyler, Allah'ın yüzü
konumundadır. Şu ayetlerdeki ifadeleri buna örnek gösterebiliriz:
"Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak..." (Mâide, 2), "Rabbinden umduğun
bir rahmeti bekleyerek." (İsrâ, 28), "O'na yol arayın." (Mâide, 35)
Bütün bunlar, Allah'ın yüzüdür. Çünkü rahmet, rıza ve lütuf gibi fiillerinin
sıfatları, Allah'ın yüzü hükmündedir. Şimdiye kadar yaptığımız
değerlendirmelerden hareketle Allah'ın yolunu da O'nun yüzü sayabiliriz:
"Allah'ın yüzünü (rızasını) kazanmak için..." (Bakara, 272)
Onların hesabından sana bir sorumluluk yok, senin hesabından da onlara
bir sorumluluk yok.
Hesap; toplama, çıkarma ve benzeri işlemlerle sayıları kullanmak
demektir. Amellerin ayıklanması, değerlendirilmesi ve buna bağlı olarak
ücretlerin belirlenmesi veya bir sonuca varılması, toplama veya
çıkarma suretiyle sayıların kullanılmasından ayrı düşünülemeyeceği
için, bu iş, amellerin hesaplanması olarak isimlendirilmiştir.
Amellerin hesaplanması, karşılıklarının eksiksiz verilmesine dönük
olduğuna ve karşılık verme de sırf Allah'a ait olduğuna göre, hesap
da Allah'ın kontrolü, denetimi ve yetkisi altındadır. Bunu şu ayetlerden
algılayabiliriz: "Onların hesapları yalnız Rabbime aittir." (Şuarâ,
113), "Sonra onların hesabını görmek de bize düşer." (Gâşiye, 26) Bu
anlamın, aşağıdaki ayete başka bir açıdan yansıdığını görüyoruz:
"Şüphesiz Allah, her şeyi (hakkıyla) hesaplayandır." (Nisâ, 86) Bu ifadeyle,
yüce Allah'ın her şey üzerindeki egemenliğine, hükümranlığına
ve denetimine işaret edilmiştir.
Şu hâlde, tefsirini sunduğumuz ayette, Hz. Peygamber'in, onların hesabından,
onların da onun hesabından sorumlu olmadıklarının vurgulanmasından
maksat şudur: Peygamber (s.a.a), onların amellerini
hesaplayıp karşılığını verecek kişi değildir. Dolayısıyla da durumlarından
hoşnut olmayınca, onlarla birlikte olmaktan tiksinince, onları
yanından uzaklaştırması söz konusu olamaz. Aynı şekilde, onlar da
Peygamber'in (s.a.a) amellerini sayıp hesaplayacak değillerdir. Dolayısıyla
da Peygamber'in (s.a.a) onlarla tartışmaktan, kendisine kötü
bir karşılık vermelerinden korkunca veya büyüklenerek, ululanarak
onlardan hoşlanmayınca, onları kendinden uzaklaştırması söz konusu
olamaz. Buna göre her iki cümle, yani, hem "Sana bir sorumluluk
yok" ifadesi, hem de "Onlara bir sorumluluk yok" ifadesi, ayetin akışı
içinde ayrı ayrı kastedilmiştir.
"Onların hesabından sana bir sorumluluk yok" ifadesinden, onların
hesaplarının, yani hesaba çekilecek amellerinin Peygamber'e yüklenmesinin,
dolayısıyla bunun ağırlığını hissetmesinin olumsuzlanması
da kastedilmiş olabilir. Her amelin bir ağırlığının olduğu ve bu
ağırlığın o ameli işleyenin veya onu yüklenenin omuzlarında olduğu
yönündeki anlayış, bu ihtimali gündeme getirmektedir. Buna göre, ifadenin
anlamı şöyledir: Onların yaptıkları amellerinin ağırlığından
hiçbir şey senin üzerinde değildir. Bu durumda, ifade anlam bakımından
tam olduğu ve ifadenin tamamlanması için ek bir cümleye
ihtiyaç olmadığı hâlde, "Senin hesabından da onlara bir sorumluluk
yok" ifadesine yer verilmiş olması, ihtimallerin hepsine yer verilme ve
anlatımın uyumunu vurgulama amacına yöneliktir.
Öte yandan, şöyle de denebilir: Bu iki cümle, yani, "Onların hesabından
sana bir sorumluluk yok, senin hesabından da onlara bir sorumluluk
yok." ifadesi, Hz. Peygamberle (s.a.a) onların arasında, hesap
ve amellerin sorumluluğu bazında bir ilintinin olmadığını vurgulamaya
yönelik bir kinayedir.
"Ayette sözü edilen hesaptan maksat, amellerin hesabı değil, rızk
hesabıdır." diyen de olmuştur. Buna göre, şöyle bir anlam verilmiştir:
Onların rızklarının hesabını yapmak sana düşmez. Onların rızkını veren
Allah'tır, bu rızkın hesabını yapmak da O'na düşer. Bu açıdan,
"Senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok." ifadesi, yukarıda
işaret edildiği şekilde anlatımın uyumunu vurgulama amacına yöneliktir.
Ayet, bu iki şekilde de yorumlanmaya açık olsa da, bizim yaptığımız
birinci yorum daha uygundur.Ki onları kovup da zalimlerden olasın!
Zalimler topluluğunun kapsamına girmek, onları, yani Rablerine dua
edenleri kovmanın bir ayrıntısı, bir sonucu olarak sunuluyor. İfadenin
doğası, "zalimlerden olasın" sözünün, ayetin başında geçen "O'na
yalvaranları kovma" sözünün bir ayrıntısı olmasını gerektirmektedir.
Ancak, ayrıntı ve ayrıntılandırılan ifade arasına başka cümleler girip
söz uzadığından, "kovma" sözü ikinci kez bir ayrıntı şeklinde yineleniyor
ve ardından onun ayrıntısı olarak, "zalimlerden olasın" cümlesine
yer veriliyor. Bu şekilde aralarında bağlantı kurularak, karışıklığın
önüne geçiliyor.
Dolayısıyla ayetteki ifadeyle ilgili olarak şöyle denemez: "İfade; bir
şeyin, kendisinin ayrıntısı olması örneğini içermektedir. Çünkü, özetleyecek
olursak, karşımıza şöyle bir ifade çıkacaktır: Rablerine dua
edenleri kovma ki onları kovmuş olursun." Böyle bir şey dene-mez;
çünkü açıkladığımız gibi, "kovma" ifadesinin ikinci kez tekrarlanma-
sı; ayrıntının, yani "zalimlerden olasın" sözünün, aslıyla irtibatlandırılması
amacına yöneliktir.
53) Böylece biz, onların kimini kimi ile denedik ki, "Allah, aramızdan
şunlara mı lütfu lâyık gördü?" desinler. Allah, şükredenleri daha iyi bilmez
mi?
Ayetin orijinalinde geçen "fitne" kelimesi, sınama, deneme anlamına
gelir. Ayetin akışı gösteriyor ki, "Allah, aramızdan şunlara mı lütfu lâyık
gördü?" sorusu, muhatabı küçümseme, alaya alma amacına yöneliktir.
Bilindiği gibi, onlar, ancak misyonunu küçümsedikleri, toplumsal
statüsünü tahkir ettikleri kimselerle alay ederlerdi. Bunun
nedeni de, bunların yoksullukları, düşkünlükleri, güçlüler ve ulular
nezdinde düşük düzeyde oluşlarıydı.
Buna göre yüce Allah, Elçisine (s.a.a) bu değişiklik ve farklılıkların ilâhî
bir sınama olduğunu bildiriyor. Bu şekilde insanları sınayıp deniyor
ki, nankörlerle şükredenler birbirinden ayrılsınlar. Bu sınama sonucunda
nankör müstekbirler, yoksul müminleri kast ederek şöyle
diyorlar: "Allah bizim aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?!" Çünkü
insanlara göre, toplumsal yasalar, bu yasalara sahip çıkanların
onurlu ya da düşük düzeyli oluşlarıyla irtibatlandırılarak değerlendirilir.
Aynı şekilde bir amel de, onu işleyen kişinin toplumsal ağırlığı baz
alınarak ölçülür. Bu açıdan yoksulların, ezilenlerin ve kölelerin izlediği
yol, zenginler ve ezenler tarafından küçümsenir. Bir zavallının yaptığı
iş ya da bir kölenin veya bir tutsağın söylediği söz küçümsenir. Nüfuz
sahibi güçlüler bunlara ilgi duymazlar.
Bu nedenle, yoksulların, ırgatların ve kölelerin dine girmeleri, Hz. Peygamber'in
(s.a.a) onlara önem vermesi, onları kendisine yakın görmesi,
toplumun ekâbir kesimine mensup tağutlar açısından dinin önemsizliğinin
belirtisi olarak algılanmıştır. Onlara göre bu, elit kesimin,
eşrafın dinle ilgilenmemesini gerektiren bir nedendir.
"Allah, şükredenleri daha iyi bilmez mi?" ifadesi, "Allah, aramızdan
şunlara mı lütfu lâyık gördü?" sözlerinden algılanan "ihtimal vermeme"
anlayışından kaynaklanan alay edişlerine bir cevap niteliğindedir.
Bu cevabın özü şudur: "Onlar (tağutlar) değil, şunlardır (zavallılar)
Allah'a şükredenler." Bu yüzden yüce Allah, lütfunun kapsamına almak
için zavallıları öne almış, tağutları da geri itmiştir. Bu durumu Allah,
kendisinin nimetine şükredenleri bildiği şeklinde kinayeli bir ifadeyle
vurgulamıştır ki bu, onların şükredenler oldukları anlamına gelir.
Şu kuşku götürmez bir gerçektir ki nimet bahşeden, ancak nimetine
teşekkürle karşılık verenlere lütufta bulunur, onlara yönelik nimetini
arttırır. Öte yandan, yüce Allah'ın, Yusuf'un (a.s) dilinden aktardığı
şu sözde, Allah'ı birlemeyi ve ortağı O'ndan olumsuzlamayı
şükür olarak nitelendirmiştir: "Bizim, herhangi bir şeyi Allah'a ortak
koşmamız bize yaraşmaz. Bu, bize ve bütün insanlara Allah'ın bir
lütfudur, ama insanların çoğu şükretmez." (Yûsuf, 38)
Buna göre tefsirini sunduğumuz ayet, onların cahil olduklarından dolayı
saygınlığı ve onurluluğu mal, oğul ve makam sahibi olmak gibi
dünyanın çekici, alımlı süsleri bazında ileri bir düzeyde olmaya dayandırdıklarını
açıklamaktadır. Oysa dünyanın çekici süslerinin Allah
katında hiçbir değeri ve saygınlığı yoktur. Meselenin eksenini, gerçekte
şükür vasfı oluşturmaktadır. Nimetse, gerçekte Allah'ın velâyeti
altına girmektir.
54) Ayetlerimize inananlar sana geldikleri zaman de ki: "Selâm size!
Rabbiniz... yazmıştır ki, sizden kim, bilmeyerek bir kötülük işler de sonra
ardından tövbe edip düzelirse..."
Daha önce "selâm"ın ne anlama geldiğini belirtmiştik. Allah'ın kendi
üzerine yazması, kendisi için gerekli kılması demektir. Yani, O'nun fiilinin
rahmet niteliğiyle nitelenmekten ayrışması imkânsızdır. Ayette
geçen "aslehe" fiilinin mastarı olan "ıslâh" ise, düzelip uygun hâle
gelmek anlamına gelir. Bu sözcük, gerçekte geçişli olsa da, burada
geçişsizdir. Aslı, nefsin ya da amelin ıslâh edilmesi, düzeltilmesidir.
Tefsirini sunduğumuz ayetin önceki ayetle bağlantısı belirgindir. Burada
ulu Allah -müminleri kovmasını yasakladıktan sonra- Peygamberine
(s.a.a) onlara yönelmesini, onlara selâm vermesini, onlardan
işlediği günahlardan dolayı geri dönmesiz bir tövbede bulunanların
Allah'ın bağışlamasına ve rahmetine kavuşacaklarını müjdelemesini,
böylece morallerini düzeltip gönüllerini hoş tutmasını, kalplerinin
hüznünü yatıştırmasını emrediyor.
Birincisi: Tövbe konusunu işleyen ayetlerden biri olan bu ayet, küfür
ve şirk dışındaki günah ve kötülüklerden tövbe etmeyi işliyor. Bunun
kanıtı da, "Sizden kim... işler de..." ifadesidir. Allah'ın ayetlerine iman
edenlerden yani.
İkincisi: Burada geçen "bilmemek (cehalet)"ten maksat, inkâr ve inadın
karşıtı olan bilmemektir. Çünkü inkâr ve inat, bilmemenin,
cehaletin karşıtı olan taammütten (bilerek ve kasten işlemek) kaynaklanırlar.
Oysa Allah'ın ayetlerine inanan, sabah akşam O'nun yüzünü,
rızasını isteyerek dua eden bir kimse, büyüklenerek ve üstünlük
taslayarak O'na isyan etmez. Olsa olsa şehvet veya gazap menşeli
bir tutkuya uymanın etkisiyle kendisini bürüyen cahillikten dolayı
O'na karşı gelme durumuna düşer.
Üçüncüsü: "Tövbe edip" ifadesinin "düzelirse" sözüyle kayıtlandırılması,
tövbenin tüm hakikatiyle gerçekleşmesine işaret etme amacına
yöneliktir. Çünkü gerçekten Allah'a yönelmek, O'nun katına sığınmak
durumu, O'nun pak makamında, günahkârın pişman olup arındığı
günah kiriyle bir arada olmaz. Dolayısıyla tövbe, sırf dillerde
telaffuz edilen ve kalplere nüfuz etmeyen "Allah'a tövbe ediyorum"
sözü değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "İçinizdekini
açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onunla sorguya
çeker." (Bakara, 284)
Dördüncüsü: Yüce Allah'ın "Bağışlayan=Gafûr" ve "Acıyan= Ra-hîm"
gibi fiilî sıfatlarını gerçek anlamda zamanla kayıtlandırmak doğrudur.
Çünkü yüce Allah, rahmeti üzerine yazmış, kendine gerekli kıl-mış olsa
da, bu rahmet, ancak bazı kullarının bilmeden bir kötülük işledikleri,
sonra bu kötülükten tövbe edip durumlarını düzelttikleri zaman
kendisini gösterir, etkisini yapar.
Tefsirimizin dördüncü cildinde, "Allah'ın kabulünü üzerine aldığı tövbe..."
(Nisâ, 17) ayeti ile sonrasındaki ayeti açıklarken konuyla ilgili
detaylı bilgiler sunduk.
55) Böylece ayetleri genişçe açıklıyoruz ki [gerçekler iyice anlaşılsın]
ve suçluların yolu açık seçik meydana çıksın.
Ayetlerin akışının oluşturduğu atmosferden de anlaşılacağı gibi, ayetleri
genişçe açıklamaktan maksat, ilâhî bilgilerin açıklanması, kapalılık
ve giriftlikten kurtarılmasıdır. "Ve li-testebîne sebîl'ul-mucrimîn=
Bu arada suçluların yolu açık seçik meydana çıksın." ifadesinin
başındaki "lâm" harfi, amaç bildiren bir edattır. Bu cümle, büyüklüğüne
ve önemine duyulan bir saygıdan dolayı açıkça zikrine gerek
duyulmayan mukadder bir ifadeye matuftur. Bu tür kullanımların
Kur'-ân'da örnekleri çoktur. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Bu
günleri insanlar arasında dolaştırıyoruz ki, [onları sınayalım] ve Allah
iman edenleri bilsin." (Âl-i İmrân, 140) "Böylece biz İbrahim'e göklerin
ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, [müşriklerle tartışırken bir kanıt
gösterebilsin] ve eksin inananlardan olsun." (En'âm, 75)
Buna göre, ayetin ifade ettiği anlam şudur: Biz, birtakım önemli yararların
sağlanması amacıyla ilâhî bilgileri bu şekilde açıklıyor, bazısını
bazısından ayırıyor ve üzerlerine kapaklanan belirsizliği gideriyoruz.
Bu önemli yararlardan biri de, suçluların yolunun belli olması,
böylece ayetlerimize inanan kullarımızın ondan uzak durmasıdır.
Buna göre, suçluların yolundan maksat, suçluların Allah'ın birliğini
ve bu birliğe (tevhide) ilişkin gerçek bilgileri ifade eden ayetlere karşı
izledikleri yoldur. İnkâr, inat, ayetlerden yüz çevirme ve nimete
karşı nankörlük etme yolu yani.
Denebilir ki: Suçluların yolundan maksat, suçlularla ilgili olarak izlenen
yoldur. Bu da, dünyada lânetlenmeleri ve nihayet üzerlerine azabın
indirilmesi, ahirette ise kötü bir hesapla karşılaşmaları ve acı bir
azaba uğratılmaları şeklinde belirginleşen Allah'ın onlarla ilgili olarak
yürürlüğe koyduğu yasa olarak izah edilebilir. Ancak surede, konuyla
ilgili olarak sunulan ayetlerin akışı, birinci anlamın daha uygun olduğunu
göstermektedir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle merfu olarak İmam Rıza'-
dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah, Peygamberimizin (s.a.a) ruhunu
kabzetmeden dinini kemale erdirdi, ona her şeyin açıklamasını
içeren Kur'ân'ı indirdi. Kur'ân'da helâl ve haram olan şeyleri, ce-
zaî müeyyideleri, hükümleri ve insanların ihtiyaç duyduğu her şeyi
eksiksiz bir şekilde açıkladı. Yüce Allah, 'Biz kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmamışızdır.' buyurmuştur." [c.1, s.198, h:1]
Tefsir'ul-Kummî'de müellif şöyle der: Bana Ahmed b. Muhammed anlattı,
ona Cafer b. Muhammed anlatmış, ona Kesir b. Ayyaş anlatmış,
ona da Ebu'l-Carud, İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s), "Ayetlerimizi yalanlayanlar...
sağır ve dilsizdirler." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğunu
söylemiş:
"Yani, hidayete, yol gösterici mesaja karşı sağırdırlar. İyiliği ve hayrı
da konuşamaz dilsizdirler: 'Karanlıklar içinde kalmışlar.' Yani, küfrün
karanlıkları içindedirler. 'Allah kimi dilerse, onu saptırır ve kimi dilerse,
onu doğru yola koyar.' Bu, şu ümmetin kaderiyesine (kaderi inkâr
edenlere) karşı bir cevaptır. Allah kıyamet günü onları Sabiîler
(Yıldızperestler), Hıristiyanlar ve Mecusîler (Ateşperestler) ile birlikte
haşreder. Bunun üzerine derler ki: 'Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz,
ortak koşanlardan değildik.'1 Allah onlara şu karşılığı verir: Bak, nasıl
kendilerine karşı yalan söylediler ve uydurdukları şeyler kendilerinden
kaybolup gitti."2
İmam devamla der ki: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Haberiniz olsun
ki, her ümmetin Mecusîleri vardır. Bu ümmetin Mecusîleri de, 'Kader
yoktur!' diyenler ve irade ve kudretin kendilerinde olduğunu sananlardır."
[c.1, s.198]
Tefsir'ul-Burhan'da bu hadis nakledilirken şu açıklamaya yer verilir:
Ali b. İbrahim Kummî'nin tefsirinin diğer bir nüshasında hadis şu şekilde
aktarılır: Buyurdu ki: "Haberiniz olsun ki, her ümmetin Mecusîleri
vardır. Bu ümmetin Mecusîleri de, 'Kader yoktur!' diyenler ve irade
ve kudretin ne kendi lehlerine, ne de aleyhlerine olmadığını sananlardır."
Üçüncü bir nüshada ise hadisin metni şöyledir: "Bu ümmetin
Mecusîleri de, 'Kader yoktur.' diyenler ve irade ve kudretin
kendilerinde olmadığını sananlardır." [c.1, s.524]
Ben derim ki: Kader meselesi, İslâm'ın ilk dönemlerinde üzerinde
konuşulan bir meseledir. O dönemde bir grup kaderi, yani Allah'ın iradesinin
bir şekilde kulların amelleriyle ilintili olmasını inkâr etti. İnsanın,
işlediği fiiller bazında bağımsız bir irade ve kudrete sahip olduğunu
savundu. Onlara göre, insan, fiilinin bağımsız yaratıcısıydı. Bu
guruba, kaderle ilgili tartışmalara girenler anlamında Kaderiye adı
verildi. Gerek Şiîler ve gerekse Sünnîler Resulullah efendimizden
(s.a.a) şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Kaderiye, bu ümmetin Mecusîleridir."
Bu hadisin, yukarıda işaret edilen gruba uyduğu açıktır. Çünkü
bunlar, ameller için ayrı bir yaratıcı -ki bu insandır-, diğer şeyler için
de ayrı bir yaratıcı -ki o da Allah'tır- öngörürler. Bu düalizmdir. Mecusîlerin,
iyilik tanrısı ve kötülük tanrısı diye yaptıkları ikiciliğin aynısıdır.
Peygamber efendimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından (a.s) bu
rivayeti anlam olarak açıklayan başka hadisler de aktarılmıştır. Bu
da, Kur'ân'ın da vurguladığı gibi, gösteriyor ki, ortada kader diye bir
şey vardır ve kulların fiilleri üzerinde Allah'ın dilemesi etkilidir.
Kaderi olumsuzlayan bir grup olan Mutezile ekolüne mensup olanlar,
rivayette sözü edilen "Kaderiye"den, kaderi savunanların kastedildiğini
ileri sürmüşler. Çünkü onlar da, tıpkı Mecusîler gibi hayır ve şerri
insan dışında bir yaratıcıya isnat ediyorlar. Biz, bu konuda daha önce
bazı açıklamalar yaptık, inşaallah ileride de daha detaylı açıklamalara
yer vereceğiz.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşıldığı gibi, kaderi inkâr
etmekle, irade ve kudretin insanın elinde olmadığını ve insana devredilmediğini
söylemek, birbiriyle bağdaşmayan iki zıt görüştür. Çünkü
kaderi olumsuzlamak, insanın irade ve kudret açısından bağımsızlığını
savunmayı; kaderin varlığını kabul etmekse, insanın irade ve
kudret açısından bağımsızlığını olumsuzlamayı gerektirir.
Buna göre, diğer iki nüshada yer aldığı şekilde, hem "Kader yoktur."
deyip, hem de irade ve kudretin ne kendi lehlerine, ne de aleyhlerine
olmadığını söylemek, bazı müstensihlerin tahrifinden başka bir şey
değildir. Müstensih, "Kader yoktur." sözünü esas alırken anlamı karıştırdığından
hadisin gerisini değiştirmiştir.
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde şöyle deniyor: Ahmed, İbn-i Cerir,
İbn-i Ebî Hatem, İbn-i Münzir, Taberanî el-Kebir adlı eserinde, Ebu'ş Şeyh,
İbn-i Mürdeveyh ve Beyhakî "eş-Şuab" adlı eserinde Ukbe b.
Amir'den, o da Resulullah efendimizden (s.a.a) şöyle rivayet eder:
"Allah'ın, kendisine karşı günah işleyerek yaşamını sürdürdüğü
hâlde kuluna sevdiği nimetleri bahşettiğini görürsen, bil ki bu, Allah'ın
onu yavaş yavaş kötü akıbetine doğru sürüklemesidir." Sonra
Resulullah (s.a.a), 'Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, her
şeyin kapılarını onlara açtık...'1 ayeti ile arkasındaki ayeti okudu."
[c.3, s.12]
Aynı eserde şöyle geçer: İbn-i Ebî Hatem, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i
Mürdeveyh, Ubade b. Samit'ten şöyle rivayet ederler: Resulullah efendimiz
(s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah bir kavim için kalıcılık ve gelişmişlik
dilediği zaman onları kanaatkârlık ve gözü toklukla rızıklandırır.
Bir kavmi yok etmek istediğinde ise, onlar için -veya onlara- hıyanet
kapılarını açar: Nihayet kendilerine verilenlerle sevince daldıkları
sırada ansızın onları yakaladık, birden bire donakaldılar. Böylece
zulmeden toplumun ardı kesildi ve hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a
mahsustur." [c.3, s.12]
Yine aynı eserde şöyle denir: İbn-i Münzir Cafer'den şöyle rivayet eder:
"Allah, Davud'a şöyle vahyetti: Her durumda benden kork. En çok
da her taraftan üzerine nimetlerin akmaya başladığı durumlarda
kork. Sakın o zaman seni yere vurmayayım. Çünkü bu durumda artık
sana merhamet gözüyle bakmam." [c.3, s.12]
Ben derim ki: Rivayette geçen "seni yere vurmamalıyım" sözü uyarı
ifade eden bir nehiydir. "artık sana bakmam" sözünün orijinali ["lâenzure"]
de mansuptur ve nehiyle ilintili bir ayrıntı niteliğindedir.
Tefsir'ul-Kummî'de, "De ki: 'Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı
ansızın ya da açıkça size gelse..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniliyor:
"Bu ayet, Peygamberimizin Medine'ye hicret ettiği sıralarda indi. Bu
esnada ashabı, çeşitli zorluklar, meşakkatler, yorgunluklar ve hastalıklarla
karşılaşmışlardı. Bu durumu Resulullah'a şikâyet ettiler. Bunun
üzerine yüce Allah peygamberine vahyetti ki: Ey Muhammed, on-
1- [En'âm, 44]
lara de ki: 'Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah'ın azabı ansızın ya da açıkça
size gelse, zalim toplumdan başkası mı helâk edilir?' Yani, size
ancak dünyada yorgunluk ve zarar isabet eder. Ama insanın helâk
olması demek olan elem verici azap ise, ancak zalim kavme isabet
eder." [c.1, s.201]
Ben derim ki: Bu rivayet, zayıf olmasının ötesinde, En'âm Suresi'nin
Mekke'de ve bir kerede indiğine ilişkin çok sayıdaki rivayetlerle de
çelişmektedir. Kaldı ki, ayetin içeriği de, bu kıssayla örtüşmemektedir.
Ayetin tefsiri bağlamında söylenen bu tarz sözler de, Kur'ân'ın ifade
tarzıyla bağdaşmamaktadır.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "...korkanları onunla uyar..." ifadesiyle ilgili
olarak şöyle rivayet edilir: İmam Sadık (a.s) buyurdu ki: "Rablerine
kavuşmaktan korkanları Kur'ân ile uyar. Allah katındaki nimetleri
anarak onları teşvik et. Çünkü Kur'ân şefaati kabul edilen bir şefaatçidir,
onlar için şefaat eder." [c.3, s.70, Beyrut baskısı]
Ben derim ki: Hadisten anlaşıldığı kadarıyla ayette geçen "min
dûnihi=ondan başka" ifadesindeki zamir Kur'ân'a döndürülmüştür.
Gerçi Allah'ın kelâmında Kur'ân'ın "imam" olarak isimlendirildiği gibi
"veli" olarak da isimlendirilmesine rastlanmamıştır; ancak böyle bir
anlam vermek de doğrudur.
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde şöyle geçer: Ahmed, İbn-i Cerir, İbn-i
Ebî Hatem, Taberanî, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve Ebu Nu-aym "el-
Hilye" adlı eserinde Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet etmişlerdir:
"Kureyş'in ileri gelenleri Resulullah'ın yanından geçiyorlardı. O sırada
Peygamber'in yanında Suheyb, Ammar, Bilâl ve Habbab gibi zayıf
Müslümanlar bulunuyordu. Kureyş'in ileri gelenleri dediler ki: 'Ey Muhammed,
kavmin içinden bunlara mı razı oldun?! Aramızdan Allah
bunlara mı lütufta bulundu?! Biz bunlara mı uyacağız?! Bunları yanından
kov! Eğer onları kovarsan, bakarsın biz de sana tâbi oluruz.'
Bunun üzerine Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi: Rablerinin huzurunda
bir araya getirileceklerinden korkanları onunla uyar..." [c.3,
s.12]
Ben derim ki: Mecma'ul-Beyan tefsirinde, müellif bu hadisi,
Salebî'den, o da kendi isnadıyla Abdullah b. Mes'ud'dan muhtasar
olarak rivayet etmiştir. [c.3, s.305] Yine aynı eserde şöyle denir: İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir, İkri-me'den
şöyle rivayet ederler: "Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Karza b.
Abduamr b. Nevfel, Haris b. Amir b. Nevfel ve Mut'im b. Adiy b. Hıyar
b. Nevfel Abdumenaf oğulları kâfirlerinden bir grup ileri gelenle birlikte
Ebu Talib'in yanına gittiler ve dediler ki: Kardeşinin oğlu, şu köleleri
yanından kovsa olmaz mı? Onlar bizim kölelerimiz ve ırgatlarımızdır.
Eğer onları yanından kovarsa, sinemizde daha büyük bir yer edinir,
ona daha fazla eğilim gösteririz ve onu tasdik edip uyma ihtimalimiz
daha güçlenir."
"Ebu Talip soydaşlarının bu önerisini Resulullah efendimize iletti. Bunun
üzerine Ömer dedi ki: 'Bu öneriyi kabul etsen olmaz mı? Böylece
onların bu sözleriyle neyi kastettiklerini anlamış oluruz. Bakalım işin
sonu nereye varacaktır?' Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
Rablerinin huzurunda bir araya getirileceklerinden korkanları onunla
uyar... Allah, şükredenleri daha iyi bilmez mi?"
"Bunlar; Bilâl, Ammar b. Yasir, Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim, Üseyd'in
kölesi Sabah, Mekke'deki kimi kabilelerin yanaşması durumundaki
İbn-i Mes'ud, Mikdad b. Amr, Vakid b. Abdullah el-Hanzelî,
Züşşimaleyn lakaplı Amr b. Abduamr ve Mirsed b. Ebî Mirsed gibi zayıf
Müslümanlardı."
"İşte Kureyş'e mensup küfür önderleri ile köleler ve yanaşmalar hakkında
şu ayet indi: 'Böylece biz onların kimini kimi ile denedik ki: ...
desinler...' Bu ayet inince Ömer, daha önce söylediği sözden dolayı
özür diledi. Sonra yüce Allah şu ayeti indirdi: Ayetlerimize inananlar
sana geldikleri zaman..." [c.3, s.13]
Aynı kaynakta şöyle geçer: İbn-i Ebî Şeybe, İbn-i Mace, Ebu Ya'-la, Ebu
Nuaym "el-Hilye" adlı eserinde, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebî
Hatem, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve Beyhakî "ed-Delâil" adlı eserinde
Habbab'dan şöyle rivayet ederler: "Bir gün Akra' b. Habis et-
Temimî ve Uyeyne b. Husayn el-Fezarî geldiler. Peygamber'in Bilâl,
Süheyb, Ammar ve Habbab gibi bir grup güçsüz müminin yanında oturduğunu
gördüler. Bu saydığım kişileri Peygamber'in yanında görünce
küçümsediler. Onların arasından geçerek Peygamber'in
yanına geldiler ve dediler ki: 'Biz senin yanında bize özgü ayrı bir meclisin
olmasını istiyoruz ki, Araplar bununla bizim ayrıcalıklı konumumuzu
görsünler. Çünkü Arap heyetleri sana gelecektir. Ve biz Arapların
bizi şu kölelerle birlikte yanında oturur vaziyette görmelerinden
utanç duyuyoruz. Biz sana geldiğimiz zaman, onları yanımızdan kaldır.
Biz gittikten sonra dilersen onların yanında oturabilirsin.' Hz. Peygamber,
'Tamam.' dedi. Bunun üzerine dediler ki: 'Buna dair bize yazılı
bir güvence ver.' Peygamberimiz bir kâğıt getirilmesini istedi. Sonra
yazması için Ali'yi çağırdı. Biz de o sırada Peygamberimizin yanında
oturuyorduk."
"O sırada Cebrail şu ayeti indirdi: 'Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek
sabah akşam O'na yalvaranları kovma... de ki: Selâm size!
Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır.' Bunun üzerine Peygamber
(s.a.a) kâğıdı elinden attı, sonra bizi çağırdı. Biz yanına geldiğimizde
o şöyle diyordu: 'Selâm size! Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti
yazmıştır.' Bu hadiseden sonra bizler Peygamber'in yanında oturuyorken,
o, kalkmak istediğinde kalkar giderdi ve bizi bırakırdı. Sonra
Allah şu ayeti indirdi: 'Nefsini, sabah akşam, rızasını isteyerek Rablerine
yalvaranlarla beraber tut.'1 Bu ayetin inişinden sonra, Resulullah
bizimle birlikte oturduğunda, onun kalkması gerektiği zamanlarda
önce biz kalkardık ve onu orada bırakırdık, sonra o kalkar giderdi."
[c.3, s.13]
Ben derim ki: Mecma'ul-Beyan tefsirinde, müellif bu hadisi Selman'dan
ve Habbab'dan rivayet etmiştir.2 Sunduğumuz bu üç rivayetin
anlamını içeren başka rivayetler de aktarılmıştır. Surenin giriş
kısmında, En'âm Suresi'nin Mekke döneminde ve bir kerede indiğine
ilişkin değerlendirmemizi yeniden göz önünde bulundurup, yanı sıra
ayetlerin akışını da incelediğimizde, bu rivayetlerde anlatılanların, bizim
öteden beri olayların ayetlere uyarlanması dediğimiz durumdan
başka bir şey olmadığını görürüz. Şöyle ki: Raviler, bazı ayetlerin içeriklerinin
Peygamberimizin zamanında yaşanan bazı olaylara uydu-
ğunu görmüşlerdir. Bunun üzerine olayı, ayetin iniş sebebi olarak değerlendirmişlerdir.
Bununla, ayetin bir kerede ve bağımsız olarak bu
olay hakkında ve bu olaydan yana meydana gelen kuşkuyu kaldırmak
için indiğini kastetmemişlerdir. Bilâkis bununla, söz konusu olaydan
yana meydana gelen kuşkunun bu ayetle giderileceğini vurgulamak
istemişlerdir.
Nitekim aynı yöntemle başka olaylara ilişin kuşkular da giderilmektedir.
Bunu, "Rablerinin yüzünü (rızasını) isteyerek sabah akşam O'na
yalvaranları kovma..." ayetinin iniş sebebi olarak gösterilen üç rivayetten
de gözlemleyebiliyoruz. Çünkü kıssalar birbirine benzer, ama
farklı olmakla beraber, amaç aynıdır. Öyle anlaşılıyor ki, Ku-reyş'in ileri
gelenleri Peygamberimize birkaç defa gelmişler ve her defasında
yanındaki zayıf müminleri kovmasını önermişler. Ayetin içeriğinde de
bu önerilere veya bunların bir kısmına yönelik bir işaret var gibidir.
Bu şekilde, ayetlerin iniş sebebi olarak, Peygamber efendimizin zamanında
yaşanan çeşitli olaylar ve kıssalar aktarılmıştır. Aslında bu
olayların ve kıssaların ayetlerin anlamlarıyla bir şekilde ilişkisi söz
konusudur. Yoksa, ayetlerin özel olarak aktarılan bu olaylarla ilintili
olması gibi bir zorunluluk söz konusu değildir. Ancak daha sonraki
dönemlerde hadislerin anlam olarak yaygın bir şekilde rivayet edilmesi,
nakilde oldukça müsamahalı davranılması sonucu, insanlar bu
ayetlerin özellikle aktarılan bu olaylarla ilgili olarak indiklerini ve bu
olayların ayetlerin tek iniş sebepleri olduğunu sanmışlardır. Dolayısıyla
iniş sebepleriyle ilgili aktarılan bu gibi rivayetlere fazla güvenmemek
gerekir. Özellikle tefsirini sunduğumuz bu sure gibi bir kerede
inen sureler söz konusu olduğunda iniş sebeplerine ilişkin rivayetlerin
güvenilmezliği daha bir belirginlik kazanmaktadır. Çünkü bu gibi rivayetler,
ilgili oldukları ayetlerin, Peygamberimizin zamanında yaşanan
bu olaylarla bir şekilde ilintili olduklarını ortaya koymaktan öte
bir anlam ifade etmezler. Özellikle uydurma rivayetlerin, art niyetli
katıştırmaların, yanı sıra zayıf rivayetlerin çokluğunu, sonra ilk kuşak
ravilerin bu tür rivayetleri nakletmede oldukça hoş görülü davrandıklarını
göz önünde bulundurduğumuzda, söylediklerimizin ne kadar
doğru olduğu daha iyi anlaşılır.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, Zübeyr b. Bekkar'ın "Ahbar'ul-Me-dine"
adlı eserinden naklen Ömer b. Abdullah b. Muhacir'den şöyle rivayet
eder: "Bu ayet, bazı insanların Peygamberimizden Suffa ashabından
bazı zayıf Müslümanları kovmasını istemesi üzerine inmiştir." Bununla
ilgili olarak da yukarıda sunduğumuza benzer bir kıssa aktarılmıştır.
Ancak En'âm Suresi'nin hicretten önce, Mekke'de ve bir kerede
nazil olmuş olması, bu rivayetin zayıf olduğunu ortaya koymaktadır.
[c.3, s.13]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ebu Amr ez-Zübeyrî'den, o da İmam Cafer Sadık'-
tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ölmeden önce tövbe eden kula Allah
rahmet etsin. Çünkü tövbe, hataların kirinden temizleyici, helâk edici
bedbahtlıktan kurtarıcıdır. Allah tövbe eden salih kullarına merhamet
etmeyi üzerine yazmıştır: Rabbiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır
ki, sizden kim, bilmeyerek (cahillik ederek) bir kötülük işler de sonra
ardından tövbe edip düzelirse, muhakkak ki O, bağışlayandır, merhamet
edendir." [c.1, s.361, h: 27]
Tefsir'ul-Burhan'da, İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Ayetlerimize
inananlar sana geldikleri zaman..." ayeti Ali, Hamza ve Zeyd
hakkında inmiştir." [c.1, s.527]
Ben derim ki: Birçok rivayette, önceki ayetlerin de Ehlibeyt düşmanları
hakkında indiği belirtilir. Görüldüğü kadarıyla bütün bunlar uyarlama
ve tatbik etme kapsamına girmektedir. Ya da anlamın batınını
esas almanın örnekleridir. Çünkü surenin Mekke'de ve bir kerede
inmiş olması, bu tür rivayetlerin iniş sebebi olması ihtimalini ortadan
kaldırmaktadır. Bu yüzden söz konusu rivayetleri burada sunma gereğini
duymadık. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
56- De ki: "Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum."
De ki: "Ben, sizin keyiflerinize uymam. Çünkü o takdirde
sapıtmış ve hidayeti bulanlardan olmamış olurum."
57- De ki: "Ben, Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeyim. Siz ise
onu yalanladınız. Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir.
Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir. O, gerçeği ayırır ve O, ayırt edenlerin
en iyisidir."
58- De ki: "Eğer acele istediğiniz şey (mucize), benim yanımda olsaydı,
elbette benimle sizin aranızda iş şimdi bitirilmişti. (Çünkü) Allah,
zalimleri daha iyi bilir."
59- Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez.
Karada ve denizde olanları O bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu
bilmesin. Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru
hiçbir şey düşmez ki (O, onları bilmesin ve bütün bunlar) apaçık bir
kitapta olmasın.
60- O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır ve gündüzün ne işlediğinizi
bilir. Sonra belirlenmiş süre tamamlansın diye onda (gündüzün) sizi
diriltir. Sonra dönüşünüz O'nadır. Sonra da yaptıklarınızı size haber
verecektir.
61- Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir. Bu arada üzerinize koruyucular
gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onu(
n canını) alırlar ve onlar ihmalkârlık etmezler.
62- Sonra gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler. Haberiniz olsun,
hüküm yalnız O'nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.
63- De ki: "Gizli ve açık olarak, 'Bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden
oluruz.' diye kendisine yalvarıp yakardığınız zaman, karanın
ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor?"
64- De ki: "Ondan ve her sıkıntıdan sizi Allah kurtarıyor. Sonra siz, yine
O'na ortak koşuyorsunuz."
65- De ki: "O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından
bir azap göndermeye ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminiEn'âm
zin hıncını tattırmaya kadirdir." Bak, belki anlarlar diye delilleri nasıl
döndürüyoruz (açıklıyoruz).
66- O gerçek iken, kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekil değilim."
67- "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz."
68- Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman,
ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Şayet
şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla
beraber oturma.
69- Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat,
belki korunurlar diye, (bu) bir hatırlatmadır.
70- Dinlerini oyun ve eğlence yerine koyan ve dünya hayatının aldattığı
kimseleri bırak ve onunla (o Kur'ânla) hatırlat ki kişi, kazandıkları
(günahlar) sebebiyle alıkonmasın. Onun Allah'tan başka ne bir velisi,
ne de bir şefaatçisi yoktur. Her türlü fidyeyi verse de, ondan alınmaz.
İşte onlar, kazandıkları (günahlar) sebebiyle alıkonmuşlardır. İnkâr
etmelerinden dolayı onlar için kaynar sudan bir içecek ve acı bir azap
vardır.
71- De ki: "Allah'tan başka, bize ne yarar, ne zarar veremeyen şeylere
mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz
üzerinde geriye mi döndürülelim? Tıpkı şeytanların yeryüzünde aşağılık
duruma düşürerek şaşkın bir hâlde bıraktıkları, arkadaşlarının ise,
'Bize gel!' diye kendisini doğru yola çağırdıkları kimse gibi (mi olalım)?"
De ki: "Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir ve bize âlemlerin
Rabbine teslim olmamız emredilmiştir."
72- "Ve (bize söylenmiştir ki:) Namazı kılın ve O'ndan sakının. Huzurunda
bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur."
73- Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. "Ol!" dediği gün, oluverir.
Sözü haktır. Sûra üflendiği gün, mülk O'nundur. Gaybı (görülmezi) ve
görüleni bilir. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.
Yukarıdaki ayetler, tevhit inancı ve onunla doğrudan ilintili olan peygamberlik
misyonu ve ahiret gibi hususlarda müşriklere karşı sunulan
kanıtların bütünleyicisi konumundadır. Ayetlerin bitişik ve ahenkli
bir akışa sahip oldukları gözlemlenmektedir.
56) De ki: "Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum.
De ki: "Ben, sizin keyiflerinize uymam. Çünkü o takdirde sapıtmış
ve hidayeti bulanlardan olmamış olurum."
Peygamberimizin onlara, Allah'a ortak koştukları düzmece ilâhlara
tapmaktan men olunduğunu haber vermesine ilişkin bu emir, aslında
onların bunlara ibadet etmelerini yasaklayıcı bir kinayeli anlatımdır.
Ardından bu yasağın gerekçesine şu ifadelerle işaret ediliyor: "De ki:
Ben, sizin keyiflerinize uymam." Gerekçe şudur: Onların düzmece ilâhlara
kulluk sunmaları, aslında keyiflerine uymalarının bir göstergesidir.
Oysa Peygamberimiz bundan men edilmiştir. Ardından da şu
sözlerle nefsin keyfine uyulmaması gereğinin gerekçesine işaret ediliyor:
"Çünkü o takdirde sapıtmış ve hidayeti bulanlardan olmamış
olurum." Buna göre, nefsin keyfine uyulmaması gereğinin sebebi,
sapıklık ve hidayeti bulanlar topluluğundan çıkma durumudur. Hidayeti
bulanlar, Allah'ın doğru yolunu kabul edip benimseyenler ve bununla
tanınanlardır. Bu demektir ki, nefsin keyfine uymak, hidayet niteliğinin
insanın içinde yer edip kalıcılık kazanması ile bağdaşmaz,
tevhit nurunun kalpte yarar verici bir şekilde sürekli olarak parlamasına
engel oluşturur.
Bütün bunlarla, putlara tapmanın yasaklanmasının veya onlara tapmaktan
kaçınmanın gerekçesi, eksiksiz bir beyan ile özet bir biçimde
açıklanmış oluyor. Buna göre, putlara tapmak, heva ve hevese, nefsin
keyfine uymak demektir. Heva ve hevese uymaksa, sapıklık ve ilâhî
hidayeti benimseyen doğru yol üzerindeki insanların topluluğundan
çıkmak demektir.
57) De ki: "Ben, Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeyim. Siz ise
onu yalanladınız. Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir. Hüküm
vermek, yalnız Allah'a aittir.
Ayetin orijinalinde geçen "beyyine" açık kanıt demektir. Kelimenin
kökü "beyan"dır ki açıklık anlamına gelir. Bu sözcüğün kökeninde, bir
şeyin başka bir şeyden bir daha kavuşmayacak ve karışmayacak şekilde
ayrılması, uzaklaşması anlamı yatmaktadır. "Beyn=ara, bevn=
fasıla, beynûne=ayrılık" gibi sözcükler de bu kökten türemiştir. Kanıta
"beyyine" denilmesi, hakkın batıldan ayrılmasını sağlamasından, sayesinde
hakkı açıkça görmenin, zorlanmaksızın algılamanın mümkün
olmasından dolayıdır.
"Siz ise onu yalanladınız." ifadesindeki zamir, Kur'ân'a dönüktür. Ayetin
akışından anladığımız kadarıyla, onların yalanlamaları, Peygamberimizin
(s.a.a) dayandığı kanıtla ilintilidir. Anlamın bütünlüğünden
bunu anlamak mümkündür. Ayrıca bu çıkarsamayı, "Acele istediğiniz
şey de, benim yanımda değildir..." sözü de pekiştirmektedir. Çünkü
bu son cümleyi de eklediğimiz zaman ayetin bütününden şöyle bir
anlam elde etmiş oluyoruz: Allah'ın benim peygamberliğimi desteklemek
için sunduğu kanıtı, yani Kur'ân'ı siz yalanlamaktasınız. Sizin
önerdiğiniz ve bir an önce göstermem için acele ettiğiniz mucizeleri
göstermek de, benim elimde değildir, benim yetkime bırakılmamıştır.
Şu hâlde aramızda bir uzlaşma söz konusu değildir. Çünkü bana
sizin istemediğiniz bir şey verilmiş, siz de benden bana verilmeyen bir
şey istiyorsunuz.
Bundan da anlaşılıyor ki: "Kezzebtum bihi=Siz ise onu yalanladınız."
ifadesindeki orijinalindeki mecrur zamir, kanıta yöneliktir. Çünkü ondan
maksat, Kur'ân'dır. "Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir."
ifadesinde ise, kinaye yöntemiyle acele istedikleri şey üzerinde
bir etkinliğinin olmadığının belirtilmesi amaçlanmaktadır. Çünkü,
özellikle bağışlamak ve vermek konusunda bir şeyin insanın gücü
dahilinde olabilmesi için, onun insanın yanında mevcut olması ya da
elinin ulaştığı bir yerde depolanmış olması gerekir ki, ondan dilediğini
versin. İşte "benim yanımda değildir." ifadesiyle, lâzımın olumsuzlan-
ması suretiyle melzum da olumsuzlanarak, istenilen şey konusunda
gücü ve yetkisi olmadığı anlatılmak istenmiştir.
"Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir..." Bu ifade, söz konusu
olumsuzlama neden ilişkin bir açıklama niteliğindedir.
Olumsuzlamanın ve sınırlandırmayı ifade eden istisna yöntemine
başvurulmasının nedeni de budur. Bununla olumsuzlamanın
de budur. Bununla olumsuzlamanın olumsuzlanan olgunun cinsini
kapsadığına işaret edilmek isteniyor. Demek isteniyor ki, Allah'tan
başkası, hüküm verme olgusunun cinsi bağlamında hiçbir yetkiye
sahip değildir. Bu yetki, sırf ulu Allah'a aittir.
HÜKMÜN ANLAMI VE YALNIZCA ALLAH'A AİT OLUŞU
"Hüküm" sözcüğünün kökü, bir şeyin parçalarının bölünmeyecek, çözülmeyecek,
parçalara ayrılmayacak, etkisi zayıflamayacak ve biçimi
ortadan kalkmayacak şekilde kaynaşması, açıklıkların ve aralıkların
kapatılması suretiyle sağlamlaştırılması anlamını ifade eder. Bu kelimenin
"ihkâm", "tahkim", "hikmet" ve "hükûmet" gibi çeşitli türevleri,
bu anlam üzerinde birleşmektedirler.
İnsanlar arasındaki yönetsel ve hukuksal uygulamalarda bu anlamın
gerçekleştiğini gözlemlemek mümkündür. Çünkü yöneticiler ve başkanlar
bir şeyi emrettikleri zaman, emirlerine muhatap olan kişilere
görevi düğümlenmiş, onları bununla bağlamış gibi oluyorlar. Bu düğümü
çözmeleri ve bu bağdan kurtulmaları söz konusu değildir. Falan
eşyanın sahibi veya falan şeyde hak sahibi olmak da böyledir.
Söz konusu kişiyle o eşya veya o şey arasında bir tür kaynaşmışlık ve
bütünleşmişlik olur. Başkası onunla, o eşya arasına girip de o eşyada
tasarrufta bulunamaz. Veya onunla, üzerinde hak sahibi olduğu şeyin
arasına girip de hakkını kullanmasına engel olamaz. Bir kimse kalkıp,
eşya sahibiyle o eşya hususunda çekişirse, sözgelimi eşyanın
kendisine ait olduğunu iddia ederse ya da bir şey üzerinde hak sahibi
olan kimsenin bu hakkının aslında kendisine ait olduğunu ileri sürerek
onun hakkını geçersiz kılmaya çalışırsa, yukarıda işaret ettiğimiz
sağlamlık gevşemiş, muhkemlik zayıflamış olur.
Ardından meselenin çözümü için başvurulan hakem veya yargıç mülkiyeti
veya hakkı taraflardan birine bağladığında, aslında gevşemeden
sonra bir sağlamlaştırma, fetretten sonra bir güçlendirme söz
konusu olur. Hakemin veya yargıcın, "Falan eşyanın mülkiyeti falan
adama aittir. Falan şey üzerindeki tasarruf hakkı şu adamındır." şek
lindeki sözü, çekişme ve sürtüşme sorununu ortadan kaldıran bir
güçlendirme, pekiştirme işlevini görür. Artık malik ve hak sahibinden
başkası, onunla mülkü ve hakkı arasına giremez. Kısacası, emreden
amir ve hükmeden yargıç, emrinde ve hükmünde emre ve hükme
konu olan şeyle ilgili olarak bir bağıntı meydana getirerek, bu hususta
baş gösteren gevşekliği gidermiş, güçsüzlüğü güçlendirmiş oluyorlar.
İşte hüküm dediğimiz şey budur.
İnsanlar bu yolla kararlaştırılmalı/itibarî konulara ilişkin hükümlerin
anlamını kavramış, sonra bunun, yargısı ve kaderi bağlamında Allah-
'a izafe edildiğinde gerçek varlıklara da uyarlanabileceğini fark etmişlerdir.
Buna göre, çekirdeğin toprakta gelişip yeşermesi, dal ve
yapraklara sahip olması, sonra meyve vermesi, aynı şekilde embriyonun
hayat ve duygu sahibi bir bedene dönüşmesi, bütün bunlar,
yüce Allah tarafından verilen hükümler ve kararlar niteliğindedir. İşte
hükmün anlamından anladığımız budur: Bir şeyin başka bir şey için
ispatlanması veya bir şey gerçekleşince başka bir şeyin de
ispatlanması.
Kur'ân'ın öğretilerine esas olarak aldığı tevhit teorisi, yüce Allah'ın
varlıklar üzerinde tek ve ortaksız bir etkinliğe sahip olduğunu ortaya
koymaktadır. Gerçi, bu etkinliğin yüce Allah'a izafe edilmesi hep aynı
tarzda olmaz ve varlıkların farklılıkları oranında birtakım farklılıklar
arz eder. Örneğin yüce Allah'ın yaratmayı kendine izafe ettiğini gördükten
sonra, çeşitli şekillerde başkalarına da izafe ettiğini görmemiz
mümkündür. İlim, kudret, hayat, dileme, rızk ve güzellik gibi olgular
için de aynı durum geçerlidir. Kısacası, etki yüce Allah'a ait olduğuna
göre, bir tür etki demek olan hüküm de O'na aittir.
Bu hususta varoluşsal gerçeklere ilişkin hüküm ile kararlaştırılmalı/
itibarî yasal olgulara ilişkin hüküm arasında herhangi bir fark yoktur.
Bu anlamın şu ayetlerde vurgulandığını gözlemlemek mümkündür:
"Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir." (En'âm, 57; Yûsuf, 67) "Haberiniz
olsun, hüküm yalnız O'nundur." (En'âm, 62) "İlkte de, sonda da
hamd O'na mahsustur; hüküm de O'nundur." (Kasas, 70) "Allah hüküm
verir, O'nun hükmünün ardına düşecek (onu sorgulayacak) yoktur."
(Ra'd, 41) Eğer Allah'tan başkasının hüküm vermek gibi bir yetkisi ol-
saydı, Allah'ın hükmünün ardına düşmesi ve iradesine karşı çıkması
gibi bir yetkisi de olurdu. Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor: "O
hâlde hüküm, yüce ve büyük olan Allah'a aittir." (Mü'min, 12) Bunun
gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Bu özel ya da genel nitelikli
ayetler, varoluşsal hükmün yüce Allah'a ait olduğunu ifade etmektedirler.
Yasama nitelikli hükmün de sırf Allah'a ait olduğunu şu ayetten anlayabiliriz:
"Hüküm, yalnız Allah'ındır. O, yalnız kendisine tapmanızı
buyurmuştur. İşte doğru din budur." (Yûsuf, 40)
Dolayısıyla, bu ayetlerden de anlaşıldığı kadarıyla, mutlak anlamda hüküm
verme yetkisi, sadece Allah'a aittir ve hiç kimse bu hususta O'na ortak değildir. Ancak
bazı ayetlerde yüce Allah'ın hükmü, özellikle yasama nitelikli olanı
kendisinden başkasına izafe ettiğini de görüyoruz. Buna şu ayetleri
örnek gösterebiliriz: "İçinizden iki adil kişinin hükmedeceği..."
(Mâide, 95) Bir diğer ayette de Hz. Davud'a (a.s) şöyle hitap ediliyor:
"Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O hâlde, insanlar arasında adaletle
hükmet." (Sâd, 26) Peygamberimize (s.a.a) hitaben de şöyle
buyuruluyor: "Onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet." (Maide,
49) "Şu hâlde, onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet." (Mâide,
48) "Peygamberler, onunla hüküm verirlerdi." (Mâide, 44) Bunun gibi
birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.
Bu ayetleri önceki ayetler grubuyla birlikte incelediğimiz zaman,
hükmün öncelikle ve temelde yüce Allah'a ait olduğu, O'nun dışında
hiç kimsenin kendinden kaynaklanan bağımsız hüküm verme yetkisinin
olmadığı anlaşılır. O'ndan başkası, ancak O'nun izniyle hüküm
verebilir. Bu yüzden yüce Allah, kendisini hükmedenlerin en iyi hükmedeni
ve en hayırlısı olarak nitelendirmiştir. Bu da temelli oluşu,
bağımsızlığı ve öncelikliliği ifade eder: "Allah hüküm verenlerin en iyi
hüküm vereni değil midir?" (Tîn, 8) Diğer bir ayette de şöyle buyurulmuştur:
"O, hükmedenlerin en iyisidir." (A'râf, 87)
Görüldüğü gibi, yüce Allah'ın izni ve benzeri bir gerekçeyle, O'ndan
başkasına hüküm vermeyi izafe eden ayetler, kararlaştırılmalı/itibarî
konulara özgüdür. Varoluşsal hüküm bağlamında ise -hatırladığım
kadarıyla- O'ndan başkasına da bunun izafe edileceğine ilişkin bir i
fade bulunmamaktadır. Gerçi yüce Allah'a izafe edilen sıfat ve fiillerin
anlamlarının genel olarak izin gibi bir gerekçeyle bir şekilde Allah'tan
başkasına da izafe edilmesi mümkündür. İlim, kudret, yaratma,
rızk, diriltme, irade gibi olguları buna örnek gösterebiliriz. Kur'ân
ayetlerinde de buna ilişkin açıklamalar çoktur ve onları burada sıralamaya
gerek de yoktur.
Büyük bir ihtimalle, varoluşsal bağlamda izinle de olsa hükmün Allah'tan
başkasına izafe edilmemiş olmasıyla yüce Allah'a saygı unsuru
gözetilmiştir. Çünkü bu sıfatın bir şekilde bağımsızlık anlamı vardır.
Dolayısıyla, böyle bir anlamı aracı konumdaki sebeplere izafe
etmenin hiçbir yolu bulunmamaktadır. Nitekim varoluşsal yargı ve
emir için böyle bir özellik söz konusudur. Bu bağlamda Bedî' (örneksiz
yaratan) Bari' ( yoktan var eden) Fatır (yoktan yaratan) lafızlarını
da buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bu lafızlar bir tür bağımsızlık anlamını
içerirler. Bu yüzden de, yüce Allah'ın rububiyetine saygıdan dolayı,
O'ndan başkası hakkında bu ifadelerin kullanılmasından kaçınılmıştır.
* * *
Şimdi üzerinde durduğumuz ayetin tefsirine dönebiliriz. "Hüküm
vermek yalnız Allah'a aittir." ifadesinde varoluşsal yargı kastedilmiştir.
"Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir." ifadesi de,
hükmün yalnız Allah'a ait olmasının gerekçesini açıklamaya yöneliktir.
Dolayısıyla -ayetin akışından anladığımız kadarıyla- şöyle bir anlam
kastedilmiştir: Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir. Sizinle benim
aramızda hüküm vermek gibi bir yetkim yoktur. Sizin kendinize bir
mucize göstermeme ilişkin isteğiniz de bu kapsama girer. Dolayısıyla
bu konuda size olumlu bir cevap vermem mümkün değildir.
Buna göre, "Acele istediğiniz şey de, benim yanımda değildir." ifadesi
de, kinaye niteliğinde bir kullanımdır. Sanki onlar, Kur'ân dışında bir
ayet getirmesini istemekle, onunla kendileri arasında hüküm vermesini
istemişlerdir. Belki de bir sonraki ayette mevsul ve sıla lafızlarının
tekrar edilmesinin altındaki sır budur. Adı geçen ayette yüce Allah
şöyle buyuruyor: "De ki: Eğer acele istediğiniz şey, benim yanımda
olsaydı..." Oysa ayetlerin akışının zahiri, "Eğer o, benim yanımda
olsaydı" şeklinde bir ifadenin kullanılmasını gerektirmektedir. Buna
göre, önceki ayette geçen "Acele istediğiniz şey" ifadesinden maksat,
ayetin gerektirdiği şeydir. Yani, yüce Allah'ın evrene egemen kıldığı
yasalar doğrultusunda onunla kendileri arasında karar verilmesi. İkinci
ayette ise kastedilen, ayetin kendisidir. Kinayenin aksi yönde
olması da ihtimal dahilindedir. Buna göre de, birinci ayette geçen "Acele
istediğiniz şey" ifadesiyle açıkça karar verme, ikinci ayette ise,
kinaye yoluyla ayetin kendisi kastedilmiş olur.
O, gerçeği ayırır ve O, ayırt edenlerin en iyisidir.
Bu ifadenin orijinalini yedi kıraat imamından Asım, Nafi ve İbn-i Kesir
"yekussu" şeklinde okumuşlardır. Bu da bir şeyi kesmek, başka
bir şeyden ayırmak anlamına gelir. "Kız kardeşine, 'Onun izini takip
et.' dedi." (Kasas, 11) ayetinde geçen "kussî" kelimesi de buradan
türemiştir. Diğer kıraat imamları ise, "kazâ'" kökünden gelen
"yakzî" şeklinde okumuşlardır. Buna göre, kelimenin sonunda bulunması
gereken "ya" harfi yazıda düşmüştür. Tıpkı "Ama uyarılar
fayda ver-miyor." (Kamer, 5) ayetinin orijinalinde geçen "tuğni" ifadesinin
sonundaki "ya" harfinin aynı gerekçeyle yazılmaması gibi.
Her iki kıraatin de kendine göre bir mantığı olmakla birlikte anlam
olarak ikisi de aynı hedefe yöneliktir. Çünkü hakkı kesip batıldan
ayırmak, hükmedip karara bağlamanın bir gereğidir. Bununla beraber,
"O, ayırt edenlerin en iyisidir." cümlesine, ayırma anlamına gelen
"kassa" kökü daha uygun düşmektedir.
Ancak bazı müfessirlerin ihtimal verdiği gibi "yekuss'ul-hakka" ifadesinde
geçen "kassa" fiilinin bir şeyden haber verme veya bir şeyin izini
sürme anlamında kullanılmış olması ihtimaline gelince; bu iki anlam
ayetin konusuyla bağdaşmamaktadır.
Birinci anlama gelince; yüce Allah Kur'ân'ın birçok yerinde peygamberlerin
kıssalarını ve onların ümmetlerinin başından geçen olayları
anlatmışsa da burada böyle bir ihtimali gerektiren bir durum söz
konusu değildir. Dolayısıyla yüce Allah'ın kendisini bu şekilde nitelendirmesini
gerektiren bir husus yoktur.
İkinci anlama gelince de; bu anlama göre ayetin anlamının özü şöyle
olur: "Yüce Allah, mülkünü yönetirken, yarattıklarının işlerini düzenlerken
hakka tâbi olur, hakkın peşinden gider." Gerçi yüce Allah ancak
hak ile hükmeder ve haktan başka bir karar vermez, ancak hikmet
üzere olan Kur'ân'ın ifade tarzı, tâbi olmayı ve peşinden gitmeyi
yüce Allah'a izafe etmez. Yüce Allah, "Hak, Rabbindendir." (Âl-i İmrân,
60) buyurmuş, buna karşın "Hak, Rabbinle beraberdir." buyurmamıştır.
Çünkü beraberlik kavramının anlamında, destek verme, pekiştirme
unsurları yatar. Bu da zayıflığı, çaresizliği çağrıştırır.
YÜCE ALLAH'IN FİİLİNİN VE HÜKMÜNÜN GERÇEK ANLAMI
Yüce Allah'ın hükmü hakkın kendisidir, hakka uygun veya hakla uyuşan
değil. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir şey objeler dünyasında sabit
olduğu, somut olarak gerçekleştiği zaman hak olur. Aynı zamanda
bunun vehim sonucu uydurulmamış olması, bir zihin tarafından kurgulanmaması
da gerekir. Objeler dünyasında yer alan bir varlık olan
insanı, aynı şekilde yeri, onda biten bitkileri ve ondan beslenen hayvanları
buna örnek gösterebiliriz. Bir haberin hak olabilmesi için de
bizim kavrayışımızdan bağımsız olarak kendiliğinden sabit realiteyle
örtüşmesi gerekir.
Bir hüküm ve yargının hak olabilmesi için de evrene egemen olan yasaya
uygun olması gerekir. Bir kimse herhangi bir emir verdiğinde
veya bir yargıç bir hüküm verdiğinde, bu hükmün ve yargının mutlak
ve evrensel hak olması için evrene egemen olan yasalar sisteminin
özünden algılanan mutlak ve evrensel maslahat normlarına uygun
olması şarttır. Genel evrensel düzen göz önünde bulundurulmaksızın
evrenin bazı parçalarının durumları esas alınarak belirlenen nispî bir
uyumluluk söz konusuysa, buna dayalı olarak verilen hüküm de nispî
olarak hak niteliğini kazanır.
Bir kimse bize adalete uymayı ve zulümden sakınmayı emrettiği zaman,
onun bu emri hak olur. Çünkü evrene egemen olan yasalar sistemi
varlıkları mutluluklarına ve iyiliklerine yöneltir. Evrene egemen
olan yasa, insanın toplumsal bir yaşayışı esas almasını öngörmekte
ve bireylerden meydana gelen her topluma, parçalarını birbiriyle
kaynaştırmasını ve parçaların birbirleriyle çatışmasına engel olmasını
emretmektedir. Böyle olunca toplumun bir tarafı diğer tarafı ifsat
edici bir tavır içinde olmaz. O zaman toplum, varoluşsal olarak kendisi
için öngörülen mutluluktan payına düşeni alır, bunu bir araya gelmiş
bireylerinin arasında da bölüştürür. Çünkü insan denen canlı türünün
çıkarı, mutlak olarak ifade edecek olursak, hayatta mutlu olmaktır.
Adaleti emretmek ve zulümden kaçınmak da bu hedefle örtüşmektedir.
Çünkü bunların ikisi de haktır. Buna karşın adaleti yasaklamak
ve zulmü emretmek insanın evrensel çıkarıyla bağdaşmamaktadır.
Çünkü her ikisi de batıldır. Tevhit haktır; çünkü insanı
gerçek yaşayışı itibariyle mutluluğa yöneltir. Şirk batıldır; çünkü insanı
ölümcül bir mutsuzluğa ve sonsuz bir azaba sürükler.
Aynı şekilde, tartışan iki taraf arasında verilen hükmün hak olması
da, verilen hükmün evrensel insanî maslahata ya da özel bir ulusun
maslahatına ya da belli bir ümmetin maslahatına uygun olmasına
bağlıdır. Bilindiği gibi, gerçek maslahat da, mutlak veya nispî olarak
evrende egemen olan yasaların özünden algılanan maslahattır.
Bundan da anlaşılıyor ki, ne şekilde olursa olsun "hak", zihin dışında
bir olgu olarak var olan evrenden, ona egemen olan düzenden ve onun
işleyişi bazında geçerli olan yasalardan algılanır. Hiç kuşkusuz
egemen düzeni, yasaları ve prensipleri ile evren ve varlık bütünü, yüce
Allah'ın fiili konumundadır; O'ndan başlayıp, O'nunla kaim olup,
O'nda son bulur. Şu hâlde, ne şekilde olursa olsun hak ve nasıl tasavvur
edilirse edilsin maslahat, O'nun fiiline tâbidirler, O'nun peşinden
giderler, O'na dayanmak suretiyle ayakta dururlar. Yoksa yüce Allah,
fiilleri itibariyle hakka tâbi değildir, hakkın peşinden gitmez. Çünkü O,
bizzat haktır; O'nun dışındaki şeyler de O'nunla hak olma niteliğini kazanırlar.
Biz Ademoğulları, kendi serbest seçimimizle işlediğimiz fiillerle, varlığımızdaki
eksiklikleri gidermeyi ve yaşamsal ihtiyaçlarımızı karşılamayı
hedefleriz. Bu bağlamda işlediğimiz fiiller, bizim için öngörülen
mutlulukla uyuşabilirler de, uyuşmayabilirler de. Bu yüzden, işlediğimiz
fiillerde, daima maslahat olduğunu düşündüğümüz yönü, yani
durumumuz açısından yapıcı ve varlığımız açısından mutluluk veri
ci olduğuna inandığımız yönü gözetleme zorundayız. Bunun için de,
insanlığın evrensel maslahatına uygun, insanlar için amaçlanan mutluluk
hedefiyle örtüşen birtakım pratik yasalara, genel hükümlere,
toplumsal kurallara ve geleneklere uymak mecburiyetindeyiz.
Buradan hareketle şunu anlıyoruz ki: Maslahatlar ve mefsedelerin
(doğrular ve yanlışların, uygun olanlar ve aykırı olanların, yararlı olanlar
ve zararlı olanların) zihin dünyasının da, dış dünyanın da dışında,
bilgi dünyasından da, obje dünyasından da kopuk bir gerçeklikleri, bir
hakikatleri vardır. Bu maslahat ve mefsedeler, dış dünyada olguların
onlarla uyum içerisinde olup olmamasına göre etkinliklerini gösterirler.
Şayet fiillerimiz veya hükümlerimiz, zihin ve dış dünyadan bağımsız
olarak gerçeklikleri olan bu maslahatlarla uyum içinde olursa, onlarda
maslahat niteliği belirginlik kazanır ve mutlulukla sonuçlanır.
Şayet onlara ters düşer de aynı şekilde gerçeklikleri olan
mefsedelerle uyum içinde olursa, o zaman da fiillerimiz ve hükümlerimiz,
bizi her türlü zarara ve kötülüğe götürür.
Dolayısıyla bu tür bir gerçekliğin; gerçek, değişmez, ortadan kalk-maz
bir gerçekliği vardır. Şu hâlde, gerçek maslahatlar ve mefsedeler, aynı
şekilde bunların güzellik ve çirkinlik gibi insanı yapmaya veya terk
etmeye iten sıfatları, yine yapma veya yapmama gerekliliği gibi bu
maslahatlar ve mefsedelerden kaynaklanan hükümler için yok olmayı,
geçersiz kılınmayı, değişmeyi, başkalaşmayı kabul etmeyen bir
tür sabit oluş, bir tür gerçeklik söz konusudur. Bu maslahatlar ve
mef-sedeler bize egemendirler; bizi şu işleri yapmaya, şu işleri terk
etmeye yöneltirler. Akıl da, sair evrensel olguları algıladığı gibi, böyle
bir sabit oluşları ve gerçeklikleri olan bu maslahatlar ve mefsedeleri
algılayabilmektedir.
Sonra insanlar, ilâhî hüküm ve yasaların, hüküm kavramının anlamı
açısından insanlar tarafından konulan hüküm ve kanunlardan ayrı
olmadığını, aynı şekilde fiilin anlamı itibariyle yüce Allah'ın fiillerinin
bizim fiillerimizden ayrı olmadığını gözlemlediklerinden, yüce Allah'a
izafe edilen hükümlerin ve fiillerin de, gerçek maslahatlarla uyuşma,
güzellik niteliğiyle nitelenme açısından tıpkı bizim hükümlerimiz ve
fiillerimiz gibi olduğuna hükmetmişler. Buna göre, özellikle de yüce
Allah'ın her şeyin hakikatini bildiği ve kullarının maslahatını gördüğü
gerçeği de dikkate alınarak gerçek maslahatların O'nun fiilleri üzerinde
bir tür etkinliği, hükümleri üzerinde egemenliği söz konusudur.
Ancak bunların tümü aşırı görüşlerdir. Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan
anlaşıldığı gibi bunlar, gerçeklikleri olmayan itibarî (kararlaştırılmalı,
anlaşmalı) hüküm ve bilgilerdir. Doğal ihtiyaçlar ve
sosyal hayatın zorunlulukları, bizi bunları kararlaştırma ve varsayma
zorunda bırakmıştır. Sosyal ortamın dışında bunların bir gerçekliği,
bir değeri yoktur. Bunlar, sırf yasama ve karara bağlama ortamında
kararlaştırılmış şeylerdir ki, insan bunlar aracılığıyla kendisi için yararlı
olan işlerle zararlı olan işleri ayırt eder, kendisi için yapıcı olanı
yıkıcı olandan, mutluluk verici olanı mutsuzluk verenden ayırır.
İslâm'ın ilk dönemlerinde dinsel bilgileri araştırma amacıyla ortaya
çıkan iki ekolün mezhepsel tutuculuğu, onları bu hususta karşılıklı
olarak iki aşırı tutum içine itmiştir. Bu gruplardan biri -mufevvize-,
kendiliğinden gerçekliği olan maslahatlar ve mefsedelerden, gerçek
güzellik ve çirkinlikten bunların değişmez, başkalaşmaz, ezelî ve ebedî
bir sabit oluşlarından söz ederek bunların yüce Allah üzerinde
gerektirme ve yasaklama şeklinde hâkimiyeti olduğunu, yüce Allah-
'ın varoluşsal ve yasal fiilleri üzerinde sakındırma ve izin verme şeklinde
etkinlikleri bulunduğunu söylemişlerdir. Böylece yüce Allah'ı
mutlak saltanatı ve egemenliğinden soyutlamış, mülkünün koşulsuzluğunu
geçersiz kılmışlardır.
Diğer grup ise -cebriye-, bütün bunları olumsuzlamış, bir şeyin güzelliğinin
ilâhî emrin onunla ilintili olmasından, çirkinliğinin de ilâhî
yasağın onunla ilintili olmasından kaynaklandığında ısrar etmişlerdir.
Onlara göre, varoluşun ve yasamanın bir hedefi, bir gayesi yoktur. İnsan,
fiilleri hususunda herhangi bir şeye malik değildir. Fiilden önce
de onu işleyecek gücü bulunmamaktadır. Nitekim birinci grup da, insanın
kendi fiilini yarattığını ve yüce Allah'ın bu hususta bir şeye malik
olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Görüldüğü gibi, bu görüşlerin ikisi de aşırılığın, ifrat ve tefritin somut
göstergeleridir. Aslında ne bu, ne de ötekisi doğrudur. İşin gerçeği
şudur: Bu ve benzeri şeyler, birtakım itibarî/kararlaştırılmalı şey
lerdir ki, bunların gerçekliği olan bir dayanakları vardır. O da şundan
ibarettir: İnsan -toplumsal bir yaşam sürdüren diğer canlı türleri de
kendi kapasiteleri oranında benzer bir durumdalar- hayatının kalıcılığından
ve mutluluğu yakalamaktan başka bir amacı olmayan hayat
yolculuğunda eksik ve muhtaç bir varlıktır ki, bilinç ve iradesinden
kaynaklanan toplumsal nitelikli eylemleriyle eksiklerini tamamlamayı,
ihtiyaçlarını gidermeyi amaçlar. Bu durum onu, mutluluğuna ulaşmak
ve mutsuzluğundan uzak durmak yolunda yaptığı işlerin ve
bu işlerle ilintili olan olguları da, gerçekte dış dünyaya ait olguların nitelikleri
olan güzellik, çirkinlik, gereklilik, yasaklık, caizlik, mülk ve
hak gibi niteliklerle niteleme durumunda bırakmıştır. Buradan hareketle
bunlarla ilgili olarak da bir tür sebep-sonuç ilişkisi öngörerek
birtakım genel ve özel nitelikli kanunlar belirlemiş ve bunlar açısından
da, gerçek olgular için geçerli olan bir tür sabit oluşun, bir tür
gerçekliğin söz konusu olduğuna inanmıştır. Böyle yapmış ki, bu sayede
pürüzsüz bir şekilde sosyal hayatını sürdürebilsin.
Sözgelimi, gülün güzel olduğu gibi, adaletin de güzel olduğuna, kokuşmuş
bir leşin çirkin olduğu gibi, zulmün de çirkin olduğuna inandığımızı
görebilirsin. Yine, organlarımızın bize ait olduğu gibi, malın
da bize ait olduğuna, sonucun eksiksiz sebebi açısından gerekli olduğu
gibi, falanca işi yapmanın da gerekli olduğuna inanırız. Değerlendirmelerimiz
ve nitelemelerimiz bu esasa göre devam edip gider. Bu
nedenle de, bu hususla ilgili görüş ve değerlendirmelerin çeşitli toplumlar
bazında, toplumsal amaçlarının farklı olmasıyla orantılı olarak
farklılıklar gösterdiğini gözlemleriz. Bir toplumun çirkin gördüğü bir
şeyi bir başka toplumun güzel gördüğüne rastlamak mümkündür. Bir
grubun geçersiz kıldığı bir hükmün bir başka toplum tarafından uygulandığını
görmek de rastlanan bir durumdur. Bir ümmetin maruf ve
iyi bildiği şeyi, bir başka ümmetin münker ve kötü gördüğüne, birinin
çirkin gördüğünü öbürünün güzel gördüğüne rastlayabiliriz. Hatta bir
tek ümmet bazında, zamanın geçmesi ve toplumsal yaşamın aşamalarının
değişmesi doğrultusunda, yaşamın bir gerekliliği olarak uygulanan
bir yasa terk edilir, sonra tekrar uygulamaya geçirilir, ardından
tekrar yürürlükten kaldırılır. Bu, toplumlara göre değişen amaçlar açısından
geçerli olan bir durumdur. İki kişinin bile ihtilâf etmedi-
ği toplum, adalet ve zulüm gibi genel amaçlara gelince; bunların taşıdığı
güzellik, çirkinlik, gereklilik, yasaklık gibi nitelikler, kesinlikle
değişemeyeceği gibi, kimse de farklı bir görüşte olamaz. Bu, meselenin
biz insanlara yönelik boyutu.
Yüce Allah'a gelince; O da, dinini genel sosyal yasalar kalıbında sunduğu
için, sosyal yasalar kalıbında biçimlenmiş olarak sunulan gerçek
bilgileri açıklarken, biz insanların hayat yolculuğumuzda dikkate
aldığımız şeylere itibar etmiştir. Bu doğrultuda, sunduğu bilgiler üzerinde
düşünmemizi ve bize ilettiği gerçekleri algılamamızı istemiştir.
Tıpkı kendi aramızda uyguladığımız yaşam yasalarını düşünüp algıladığımız
gibi. Bu bağlamda, kendisini ibadet edilen Rab, bizleri de ibadet
sunan kullar olarak nitelendirmiştir. Bu çerçevede, temel inançlardan
ve pratik yasalardan oluşan bir dininin olduğunu, bu din
karşısındaki tutumumuzun, sosyal görüşlerimiz bazında esas aldığımız
yönteme uygun olarak sevap ya da azabı gerektirdiğini, ona uymanın
bizim durumumuzu yapıcı yönde etkileyeceğini, akıbetimizin
güzel olacağını, mutluluğa ulaşacağımızı hatırlatmıştır.
Buna göre, inanmak ve benimsemek zorunda olduğumuz temel inanç
prensipleri var. İbadetler, muameleler ve sosyal ilişkiler bazında
yapmak ve gözetmek zorunda olduğumuz görevlerimiz ve ilâhî yasalar
var. Nitekim bütün insanî topluluklarda aynı şey geçerlidir.
İşte inanç ya da amele ilişkin toplumsal bilgileri araştırdığımız gibi,
inanç ya da amele ilişkin dinsel bilgileri de araştırmamıza izin veren,
aynı şekilde, toplumsal bilgilerde dayandığımız gibi dinsel bilgilerde
de aklî görüşlere ve amelî önermelere dayanmamızı caiz kılan husus
da budur. Buna göre, yüce Allah, kulları için ancak dünya ve ahiret
açısından çıkarlarına uygun olan yükümlülük ve görevleri öngörür;
sadece güzel olanı emreder, sadece din ve dünya açısından bozgunculuk
niteliğine sahip olan çirkin şeyleri yasaklar. O, ancak aklın tercih
ettiğini yapar ve ancak yapılmaması gerekeni yapmaz.
Bununla beraber yüce Allah iki şeyi bize hatırlatmaktadır:
Birincisi: Aslında mesele, özü itibariyle bundan çok daha büyüktür.
Çünkü bu sayılanların tümü, toplumsal görüşlerin maddelerinden derlenen
bilgilerdir. Bunlar da toplumun boyutlarını aşamazlar, örne
ğin göksel âleme yükselemezler. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmuştur: "Biz, düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur'ân
yaptık. O, katımızda bulunan ana kitapta oldukça yücedir, hikmet doludur."
(Zuhruf, 4) Yine verdiği bir örnek zımnında şöyle buyurmuştur:
"Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce çağlayıp aktı. Sel
üste çıkan köpüğü taşıdı. Süs yahut eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri
madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hak ile batılı
böyle benzetme ile anlatır." (Ra'd, 17) Peygamber efendimiz (s.a.a)
de bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler topluluğuna, insanlara
akıllarının kapasitesi oranında söz söylememiz emredildi." Bunun
gibi gerek kitaptan ve gerekse sünnetten birçok örnek sunmak
mümkündür.
Bu açıklamadan, yüce Allah'ın fiillerinden karşıtlarının ispatı anlamında
güzellik ve maslahata uygunluk niteliklerinin olumsuzlanması
gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Yani, yüce Allah'ın fiilleri açısından
çirkinlik ve kötülük gibi niteliklerin ispatı veya tıpkı çocukların
fiilleri gibi yüce Allah'ın fiillerinin de aklî itibardan yoksun olduğu
yönüne gidilmemelidir. Yüce Allah bu tür yakıştırmalardan münezzehtir.
Nitekim göz denilen organa sahip olma anlamında görmenin
akıl için olumsuzlanması, onun kör olduğunun ya da kavrama düzeyinde
olmadığının ispatı anlamına gelmez. Bilâkis bunu söylemekle
aklın bu açıdan kusurdan tenzih edilmesi amaçlanır.
İkincisi: Güzellik ve maslahatla ilgili yönler, bizim aramızda aklî hükümler
ve amellerin gerekçelendirilmesinde ölçü olarak kullanıldığı
gibi, yüce Allah'ın fiilleri ve yasal hükümleri açısından da ölçü olarak
kullanılır. Ancak bu iki alan arasında önemli bir fark vardır. Şöyle ki,
bunlar bizim açımızdan iradeye hâkim ve isteme egemen pozisyondadırlar.
Çünkü, biz akıllı varlıklar olarak bir fiili güzel ve maslahatımıza
uygun, onunla çelişmez gördüğümüz zaman onu işlemeye yöneliriz.
Aynı niteliklerde bir hüküm gördüğümüzde onu yasalaştırma hususunda
tereddüt göstermez, derhal onunla hükmederiz, onu toplumumuzun
bir kuralı hâline getiririz.
Bu yönler ve sebepler, yani güzellik ve maslahatla ilgili yönler, varoluş
yasalarından ve objeler âleminden edindiğimiz soyut anlamlar-
dan başka bir şey değildir. Bu objeler dünyası ise, bizim zihin içi dünyamızdan
ayrıdır. Bizim dışımızda, bağımsız bir olgudur. Dolayısıyla
biz, bizim maslahatımıza uygun olan güzel amelleri tercih etmekle
hayat yolculuğumuzda tökezlememeyi, amellerimizin varoluş yasalarına
uygun olmasını ve gerçeklik yolu üzerinde olmasını amaçlamış
oluruz. Şu hâlde bu yönler ve maslahatlar, objeler dünyasından algılanan,
onların ayrıntısı konumundaki anlamlardır. Bizim amellerimiz
ise, bu yönlerin ayrıntısı, bunların egemenliği ve etkisi altındadır. Bizim
koyduğumuz hükümlere ilişkin değerlendirme de, tıpkı bizim fiillerimize
ilişkin değerlendirme gibi olacaktır.
Yüce Allah'ın fiiline gelince; o, zihin dışı âlemin ve objektif varlığın ta
kendisidir ki, biz güzellik ve maslahat yönlerini ondan algılamaktayız.
Dolayısıyla bunlar, ondan algılandıkları için, onun ayrıntıları konumundadırlar.
Öyleyse yüce Allah'ın fiili, nasıl objeler dünyasının ayrıntısı,
onun egemenliği ve etkinliği altında olarak sayılabilir?! Aynı şekilde,
yüce Allah'ın yasalaştırdığı hükümler de, realiteyi doğurur, realitenin
peşinden gitmez. Bu açıdan meselenin özünün anlaşıldığını
düşünüyoruz.
Bu açıklamalardan sonra şunu anlıyoruz: Güzellik ve maslahatla ilgili
yönler, biz akıl sahibi varlıkların fiilleri ve hükümleri için olduğu kadar,
yüce Allah'ın fiilleri ve hükümleri için de geçerlidir. Ancak bunlar,
bizim fiillerimiz ve hükümlerimiz açısından egemen ve etkileyen pozisyonundadırlar.
Dilersen, bunlara saikler ve ereksel nedenler de diyebilirsin.
Yüce Allah'ın fiilleri ve hükümleri açısından ise, bunlar,
ayrılmaz gerekliliklerdir. Dilersen, bunlara kesintisiz, sürekli, yinelenen
faydalar da diyebilirsin. Biz, akıl sahibi varlıklar olarak bir şey
yaptığımızda veya bir hüküm verdiğimizde, onunla hayrı ve mutluluğu
elde etmeyi, henüz sahip olmadığımız şeye sahip olmayı hedefleriz.
Yüce Allah ise, bir şey yaptığında veya bir hüküm verdiğinde, Allah
olduğu için öyle davranır. Bununla birlikte bizim fiillerimize terettüp
eden güzellik ve maslahat, O'nun fiiline de terettüp eder. Bir de, bizim
fiillerimiz, sorumluluk gerektirir, amaçlarıyla ve maslahatlarıyla
da gerekçelendirilirler. Ama O'nun fiilleri, O'nun için sorumluluk gerektirmez,
sahip olmadığı bir gaye ile de gerekçelendirilmezler. Bilâ
kis O'nun fiilleri, gerekleri ve gerekli nitelikleriyle belirginlik kazanırlar.
O, yaptığından sorulmaz; ama insanlar yaptıklarından sorulurlar.
Artık meselenin iyice anlaşılmış olduğunu sanıyoruz.
Kur'ân'ın gösterdiği de budur: "O, yaptığından sorulmaz; ama onlar
sorulurlar." (Enbiyâ, 23) "İlkte de, sonda da hamd O'na mahsusutur;
hüküm de O'nundur." (Kasas, 70) "Allah, dilediğini yapar." (İbrâhîm, 27)
"Allah hüküm verir, O'nun hükmünün ardına düşecek (onu sorgulayacak)
yoktur." (Ra'd, 41)
Eğer Allah'ın fiilleri de, tıpkı bizim akıl esaslı fiillerimiz gibi olsaydı,
O'nun hükmünün de peşine düşüp sorgulama durumu olurdu. Sadece
güzelleştirici bir maslahata dayanması hâlinde bu durum söz konusu
olmazdı. Dilediğini yapma gibi bir serbestisi değil, maslahatın
gerektirdiğini ve "De ki: Allah kötülüğü emretmez." (A'râf, 28) "Ey inananlar,
sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allah'ın ve elçisinin
çağrısına koşun." (Enfâl, 24) gibi ilâhî hükümleri çeşitli açılardan güzellik
ve maslahata uygunlukla gerekçelendiren ayetlerin öngördüğünü
yapma gibi bir zorunluluğu olurdu.
* * *
58) De ki: "Eğer acele istediğiniz şey, benim yanımda olsaydı, elbette
benimle sizin aranızda iş şimdi bitirilmişti. (Çünkü) Allah, zalimleri daha iyi
bilir.
Eğer sizin benden istediğiniz mucizeyi göstermek benim gücüm dahilinde
olsaydı -ki bir peygambere bu şekilde mucize gösterildiği zaman,
bunun kaçınılmaz bir gereği olarak onunla ümmeti arasındaki
mesele çözülür, iş bitirilir- benimle sizin aramızdaki iş çoktan bitirilmiş
olurdu. Taraflardan biri kurtulur, diğeri ise helâk edici bir azaba
duçar olurdu. Ancak bu durumda sizden başkası helâk olmazdı; çünkü
zalim olan sizsiniz. İlâhî azap da ancak zulümlerinden dolayı zalimleri
yakalar. Yüce Allah da, zalimlerle başkalarını birbirine karıştırmaktan
münezzehtir, zalimleri başkalarından ayırt edemeyip sizin
yerinize beni helâk etmekten yücedir.
Şu hâlde, "(Çünkü) Allah, zalimleri daha iyi bilir." ifadesi, gerekçelendirme
amaçlı bir kinayedir. Demek isteniyor ki, siz azaba uğratı-
lacaksınız. Çünkü siz zalimsiniz. İlâhî azap da zalimleri bırakıp başkalarına
ilişmez. Genel olarak bundan önce geçen şu ayetin içerdiği
hususa işaret edilmektedir: "De ki: Düşündünüz mü hiç? Eğer Allah-
'ın azabı ansızın ya da açıkça size gelse, zalim toplumdan başkası
mı helâk edilir?" (En'âm, 47)
59) Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez.
Karada ve denizde olanları O bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin.
Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey
düşmez ki (O, onları bilmesin ve bütün bunlar) apaçık bir kitapta olmasın. Bu ayetin, önceki ayetlerle bağlantısı bazında şöyle bir görüş ileri sürülmüştür:
Bundan önceki ayet, "Allah, zalimleri daha iyi bilir." cümlesiyle
son bulduğu için, yüce Allah konuyla ilgili açıklamayı arttırmak
maksadıyla, gaybın hazinelerinin veya bu hazinelerin anahtarlarının
kendi katında olduğunu ve bunları sadece kendisinin bildiğini açıklamıştır.
Çünkü O, küçük büyük her şeyi bilir.
Ancak bu değerlendirme, "onları O'ndan başkası bilmez." ifadesinin
içerdiği sınırlandırma anlamının belirginlik kazanmasına katkıda
bulunmuyor. Dolayısıyla önceki iki ayetin geneliyle bağlantılandırılmasını
daha uygun buluyoruz. "De ki: Ben Rabbimden gelen açık bir
delil üzerindeyim... Allah, zalimleri daha iyi bilir." ayetlerini kastediyoruz.
Çünkü bu ayetler, genel olarak şu mesajı veriyor: Onların istedikleri
mucize ve bunun kaçınılmaz bir gereği olan kendisiyle onların arasında
hüküm verilip işin bitirilmesi durumu, yüce Allah'ın katındadır.
O'ndan başkasının O'nun katındakine ulaşmasına imkân yoktur.
Onu yalnız O bilir ve onunla hükmeder. İşi bitiren hükmünde ve zalimleri
azaba uğratmada yanılmaz. Çünkü O, onları herkesten daha iyi
bilir. Dolayısıyla O, gaybı bilir ve bu hususta kimse O'na ortak değildir.
İrili ufaklı her şeyi bilir; ne şaşırır, ne de unutur. Bu açıklamalardan
sonra konunun daha da açıklığa kavuşması için, "Gaybın hazineleri
O'nun yanındadır..." ifadesini ekliyor. Böylece gaybı bilmenin sırf Allah'a
özgü olduğunu ve O'nun bilgisinin her şeyi kuşattığını vurguluyor.
Ardından gelen üç ayetle de açıklama tamamlanıyor.
Böylece bu ayetler, aynı konuya ilişkin benzeri ayetlerin yönelik oldukları
amaca yönelmiş oluyorlar. Örneğin yüce Allah, Hud ile
soydaşları arasında şöyle bir konuşmanın geçtiğini bildiriyor: "Dediler
ki: Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Doğrulardan isen,
bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir. Dedi ki: Bilgi, ancak Allah'ın katındadır.
Ben, benimle gönderilen şeyi size duyuruyorum." (Ahkaf, 22,23)
Ardından diyoruz ki: "el-Mefatih" hazine anlamına gelen "mefteh"in çoğuludur.
Anahtar anlamına gelen "mifteh"in çoğulu olması da ihtimal
dahilindedir. Bunu, "Ve indehu mefatîh'ul-gaybi" şeklindeki istisnaî
okuyuş tarzı da destekleyici mahiyettedir. Aslında her iki anlam amaç
açısından birdir. Çünkü hazinelerin anahtarları elinde olan kimse
de, genellikle tıpkı hazineler yanında olan kimse gibi, onlarda bulunanları
bilir, onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Ancak
bu konuya ilişkin diğer ayetlerin ilk anlamı desteklediğini görüyoruz.
Çünkü yüce Allah, Kur'ân'da birçok kere -yedi yerde- hazinelerinden
ve rahmetinin hazinelerinden söz etmiştir. Buna karşın herhangi
bir ayette bu hazinelerin anahtarlarından söz etmemiştir: "Yoksa
Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?" (Tûr, 37), "Ben size, 'Allah-
'ın hazineleri yanımdadır.' demiyorum." (En'âm, 50), "Hiçbir şey yoktur
ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın." (Hicr, 21), "Göklerin ve
yerin hazineleri Allah'ındır." (Münafikûn, 7), "Yoksa Rabbinin rahmetinin
hazineleri onların yanında mı?" (Sâd, 9) Şu hâlde, ayette geçen
"mefatih'-ul-gayb" ifadesiyle "gayb hazineleri"nin kastedilmiş olması
daha güçlü bir ihtimaldir.
Hangi anlam kastedilmiş olursa olsun, "Gaybın hazineleri O'nun yanındadır;
onları O'ndan başkası bilmez." ifadesi, gayba ilişkin bilginin
sırf Allah'a özgü olduğunu vurgulama amacına yöneliktir. Bunun nedeni
de, gaybın hazinelerinin ancak Allah'ın bilmesi ya da gaybın anahtarlarının
O'ndan başkası tarafından bilinmemesidir. Şu hâlde,
O'ndan başkasının bu hazinelere ulaşmasına imkân yoktur; çünkü bu
hazineleri açıp onlar üzerinde tasarrufta bulunmayı mümkün kılan
anahtarlara sahip değildirler.
Ayetin baş tarafı, gayba ilişkin bilgiyi Allah'a özgü kılıyor olmakla beraber,
ayetin sonunda sırf gayb bilgisi üzerinde durulmuyor, tersine,
O'nun bilgisinin her şeyi kuşattığına, şeylerin görünür ya da gö-
rünmez olmasının fark etmediğine işaret ediliyor. Çünkü yaş ve kuru
her şeyin sırf gaybla ilintili olmayacağı açıktır. Dolayısıyla ayet, yüce
Allah'ın bilgisinin görünür görünmez her şeyi kuşattığını vurgulamaya
yöneliktir. Ancak ayetin baş kısmı, sırf O'nun gaybı bildiğini vurgulamaya
tahsis edilmişken, ayetin sonunda, O'nun görünür görünmez
her şeyi bildiğine dikkat çekiliyor.
Öte yandan, ayetin giriş kısmı, gaybî olguları dikkatimize sunuyor.
Bunlar, gayb hazinelerinde gizlilik perdeleri altında, belirsizlik kilitlerinin
gerisinde bulunan olgulardır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda olmasın."
(Hicr, 21) Bu ayetten anladığımız kadarıyla, O'nun katındaki gayb
hazinelerinde olanlar, görülebilir olgulara ilişkin sınırlarla sınırlı olmayan
alışageldiğimiz ölçülere sığmayan olgulardır. Hiç kuşkusuz, bunların
gayb hazinelerinin kapsamına giren olgular olmasının nedeni,
sınır ve ölçüm ötesine taşan niteliklere sahip olmalarıdır. Çünkü bizler,
ancak sınırlı ve ölçülebilen şeyleri bilgice kuşatabiliriz. Gayb hazinelerinde
bulunan şeylerse, gözlemlenebilir âlemin düzeyine inmeden,
sınır ve ölçü alanına indirgenmeden, kısacası, ölçülebilir varlığıyla
objeler dünyasında yer almadan önce sınırsız ve ölçülemez durumdadırlar.
Bununla beraber, ayetten algıladığımız kadarıyla bunlar,
Allah katında bir tür sabit oluşla sabittirler, bir tür gerçeklikleri vardır.
Buna göre, gözlemlenen evrende yer alan ve zaman zindanının mahkûmları
hâline gelen olgular, meydana gelişlerinden ve oluşlarından
önce, Allah katında, O'nun hazinelerinde, belirsiz ve ölçülemez bir
şekilde mevcut ve sabittirler. Bununla beraber, bizim onların sabit oluşlarının
niteliğini kavramamız imkânsızdır. Şu hâlde olgular, zaman
menzillerinde, ölçüm sınırları dahilinde kendine özgü bir varlığa kavuşmadan
önce gayb hazinelerinde yer alıyorlardı. Hatta gayb hazinelerinde
bizim algıladığımız gözlemlenebilir, zamansal olgulara benzemeyen
birtakım şeylerin de saklanmış ve korunmuş olması da
muhtemeldir. Henüz gözlem alanına çıkmamış bu tür gaybî olguları,
"mutlak gayb" olarak adlandırmamız yerinde olur.
Eşya ve olgular, gerçekleşme ve varolma giysisine büründükten, sınır
ve ölçü bağlamında objeler dünyasındaki yerini aldıktan sonra, bu sı
nırlar ve ölçüler dahilinde olan şey, gerçekte yine de gayb hazinelerine
ve mutlak gayba dönüktür. Bunlardan bizim gözlem alanımıza giren
ve bilgimizin kapsamına dahil olan şey ise, bunların sınırları ve
ölçüleridir. Dolayısıyla onları bildiğimiz andan itibaren, gözlemlenebilir
olgular niteliğini kazanırlar. Onları bilmediğimiz durumlarda ise,
gay-bîlik niteliğine sahip olurlar. Buna göre, bizim açımızdan bilinmez
oldukları zaman onları "göreceli gayb" şeklinde nitelendirmek, daha
doğru olur. Çünkü böyle bir durumda söz konusu olgu için baş gösteren
bu nitelik, görecelidir. Nispetlere ve orantılara göre değişkenlik
arz eder. Tıpkı bir evdeki eşyaların, evin içinde bulunan kimseler açısından
gözlemlenir, evin dışındaki kimseler açısından ise gaybî olgular
olarak değerlendirilmesi gibi. Aynı şekilde gözle algılanan ışık ve
renk gibi olgular, görme duyusu açısından gözlemlenebilir, işitme duyusu
açısından ise gayb sayılırlar. Yine, kulak tarafından algılanan
şeyler, işitme duyusu açısından gözlemlenebilir, görme duyusu açısından
ise gayb konumundadırlar. Bu iki duyunun algıladıkları da,
bedeninde bunlara sahip olan insan açısından gözlemlenir, bunlara
sahip olmayan insan açısından ise gayb niteliğindedir.
Yüce Allah'ın, "Karada ve denizde olanları O bilir. Hiçbir yaprak
düşmez ki O, onu bilmesin. Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez),
yaş ve kuru hiçbir şey düşmez ki (O, onları bilmesin ve bütün
bunlar) apaçık bir kitapta olmasın." ayetinde işaret ettiği hususlar,
sözünü ettiğimiz bu göreceli gaybın kapsamına girerler. Çünkü bunların
tümü, sınırlı ve ölçülebilir olgulardır. Dolayısıyla doğaları itibariyle
bizim tarafımızdan bilinmemeleri, gözlemlenememeleri söz konusu
değildir. Şu hâlde, bunların tümü göreceli gaybın kapsamına girmektedir.
Öte yandan ayet, bu olguların apaçık bir kitapta olduklarını da ifade
ediyor. Peki bunlardan apaçık kitapta yer alan nedir? Acaba bu şeylerin
görünürlüğü ve görünmezliğiyle her şeyi mi bu kitapta yer alıyor?
Yoksa sadece gaybî boyutlarıyla mı yer alıyorlar? Diğer bir ifadeyle:
Acaba apaçık kitap, eşyaların objelerini kapsayan şu evren
midir? Dolayısıyla objelerin bir kısmı bir kısmına göre gayb sayılsa bile,
evrenin bütünü açısından gözlemlenebilir olması mı kastediliyor?
322 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 Yoksa apaçık kitap, bu evrenin ötesinde yer alan ve içinde her şeyin
bir tür yazıyla yazıldığı, bir şekilde saklandığı, maddî âlemde yaşayanların
gözlemleyemediği bir olgu mudur? Dolayısıyla bu kitabın içeriği
mutlak gayb mıdır?
Başka bir açıdan ifade edecek olursak: Ayette genel olarak değinilen
ve evrende yer alan eşyalar, acaba bizim bildiğimiz kitaplarda yer alan
bir yazının bir kitapta yer alması gibi, bizzat mı apaçık kitapta yer
alırlar? Yoksa tıpkı dış dünyadaki objelerin anlamları itibariyle bir şekilde
bizim yazdığımız sayfalara ve kitaplara yansıması gibi, anlamları
itibariyle mi yer alıp bilgiyle dış dünyanın örtüşmesi gibi evrendeki
eşyalarla örtüşüyorlar mı?
Şu kadarı var ki, "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen
hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta olmasın."
(Hadîd, 22) ayeti gösteriyor ki, bu kitabın objeler dünyasında gerçekleşen
olaylarla ilintisi, bir kitapta yazılan çalışma programının, objeler
dünyasında gerçekleşen çalışmayla ilintisine benzemektedir.
Buna yakın bir anlamı şu ayetlerden de algılayabiliriz: "Ne yerde, nede
gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabbinin bilgisinden kaçmaz. Bundan
küçük ya da büyük hiçbir şey de yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın."
(Yûnus, 61), "Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, O'ndan
gizli kalmaz. Bundan küçük ya da büyük hiçbir şey de yoktur ki apaçık
bir kitapta olmasın." (Sebe, 3), "Peki ya ilk nesillerin durumu ne
olacak? dedi. Dedi ki: Onların bilgisi, Rabbimin yanında bir kitaptadır;
Rab-bim şaşmaz ve unutmaz." (Tâhâ, 52) Bunun gibi daha birçok ayet
örnek gösterilebilir.
O hâlde, bu apaçık kitap, her ne ise, şu objeler dünyasındaki eşyalardan,
bir şekilde farklıdır. Bu eşyalardan önce vardır, onların yok olmasından
sonra da varlığını sürdürür. Tıpkı, bir çalışmanın gerçekleşmesinden
önce söz konusu çalışmanın ayrıntılarını içeren, çalışma
gerçekleştikten sonra da o ayrıntıları koruyan yazılı bir çalışma programı
gibi.
Üstelik, şu maddî dünyamızda yer alan varlıklar ve olaylar, genel hareket
yasası etkisi altında değişip dönüşürler. Ancak ayetlerden algıladığımız
kadarıyla, bu kitabın kapsadığı şeylerin değişmesi ve
bozulması söz konusu değildir. Bunu şu ayetlerden öğreniyoruz: "Allah
dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır."
(Ra'd, 39), "Levh-i Mahfuzdadır (korunmuş bir levhadadır)." (Burûc,
22), "Yanımızda her şeyi koruyan (saklayan) bir kitap vardır." (Kaf, 4)
Görüldüğü gibi, bu ayetler gösteriyor ki, bu kitap, olayların ve şahısların
tüm değişken ve dönüşken özellikleri ve niteliklerini kapsamakla
beraber, kendisi değişmemekte, dönüşme ve bozulmaya uğramamaktadır.
Buradan anlıyoruz ki, bu kitap, bir açıdan gayb hazinelerinden ve Allah'ın
yanındaki eşyaların kaynaklarından ayrıdır. Çünkü yüce Allah,
bu hazineleri ve kaynakları ölçülemez ve sınırlandırılamaz olarak nitelendirir.
Ölçüm ise, eşyanın gayb hazinelerinden maddî âlemin gözlemlenebilirlik
düzeyine inişi sürecinde söz konusu olur. Buna karşın
bu kitabın, eşyanın ve olayların sınırlarının inceliklerini kapsadığına
işaret eder. Bu da gösteriyor ki, sözünü ettiğimiz apaçık kitap, bu açıdan
Allah'ın yanındaki gayb hazinelerinden ayrıdır. Bu kitap, Allah-
'ın yarattığı bir şeydir ki, bütün her şey, hem gayb hazinelerinden indikten
sonra, hem henüz gerçekleşme düzlemine ulaşmadan önce
ve hem de gerçekleştikten ve olup bittikten sonra onda kaydedilir,
onda korunur.
Bu çıkarsamanın bir tanığı da, yüce Allah'ın, bu kitabı, bilgisinin âlemde
cereyan eden görünür ya da görünmez olayları ve olguları
kapsadığını vurgulama bağlamında zikrediyor olmasıdır. Allah'tan
başka hiç kimsenin bilemediği mutlak gayba gelince; bunu yüce Allah,
katındaki gayb hazinelerinde olmak şeklinde nitelendirir ve kendisinden
başkasının bunu bilemediğini dile getirir. Hatta bazı ayetlerden
hazinelerin değil, ama kitabın, Allah'tan başkaları tarafından bilinmesine
ilişkin işaretler ya da kanıtlar algılayabiliriz: "Saklanmış bir
kitaptadır; ona temizlenmişlerden başkası dokunamaz." (Vâkıa, 78- 79)
Buna göre, yüce Allah tarafından yaratılan hiçbir şey yoktur ki, gayb
hazinelerinde aslı bulunmasın, varlığını bu asla dayalı olarak sürdürmesin.
Yine Allah tarafından yaratılan hiçbir şey yoktur ki, varlığından
önce, varoluşu sırasında ve varoluşundan sonra kitapta kayıtlı olmasın.
Şu kadarı var ki kitap, derece olarak hazinelerden aşağıdadır.
Buradan hareketle zeki bir araştırmacı, sırf bir kitap olmakla beraber
apaçık kitabın, maddî yazı levhaları ve yaprakları türünden bir şey
olmadığını anlar. Çünkü maddî bir yazı sayfası, her nasıl tasavvur edilirse
edilsin, hangi ölçülerde kabul edilirse edilsin, ebediyete kadar
uzanan tüm şeyler, kendisinden başka bütün varlıklar şöyle dursun,
bizzat kendi varoluş tarihini bile içeremez, kapasitesi buna el vermez.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar açıklığa
kavuşuyor:
Birincisi: Gayb hazinelerinden maksat, ölçü kalıplarına sokulmadan
önce eşyayı kapsayan ilâhî hazinelerdir. Aşağıdaki ayetten algıladığımız
kadarıyla, bu hazineler, her şeyin gaybını kapsamaktadır. "Hiçbir
şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın; ama biz
onu bilinen bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21)
İkincisi: Apaçık kitaptan maksat, öyle bir şeydir ki, fiilî çalışma ile çalışma
programı arasındaki münasebet ne ise, bütün eşya ile onun
münasebeti de odur. Dolayısıyla bu kitapta varlıklar için bir tür belirlenme
ve ölçülme söz konusudur. Ancak bu kitap, eşyadan önce, eşya
ile beraber ve eşyadan sonra vardır. Yine bu kitap, Allah'ın eşyaya
ilişkin ilmini kapsar. Bu öyle bir ilimdir ki, şaşırma ve unutulma ihtimali
onda yoktur. Bu yüzden bazen, bu kitaptan maksadın, eşyanın
değişikliğe uğraması söz konusu olmayan varoluş mertebesi, objeler
dünyasında gerçekleşme düzeyi olduğu fikri zihinde uyanabilir. Çünkü
bir şey, ancak meydana geldikten, gerçekleştikten sonra değişime
uğrayabilir. Onun için, "Bir şeyin gerçekleştiği durumunun değişmesi
söz konusu olamaz." demişlerdir.
Kısacası bu kitap, hilkat âleminde olmuş olan, olacak olan ve olan her
şeyi kaydetmektedir. Bu kitabın herhangi bir şeyi dışarıda bırakması
mümkün değildir. Bununla beraber bu kitap, eşyayı ölçülebilirliği ve sınırlılığıyla
kapsar. Bundan ötede ise, değişime açık levhalar ve kitaplar
vardır. Bunlarda yazılı bir şeyin silinmesi veya olduğu gibi bırakılması
ihtimal dahilindedir. Buna şu ayet de işaret etmektedir: "Allah dilediğini
siler, dilediğini bırakır. Kitabın aslı ise O'nun katındadır." Çünkü silme
ve silmeden bırakma, -özellikle de kitabın aslının karşısında kullanılınca-
ancak kitap kapsamında söz konusu edilecek şeylerdir.
Bununla, "Gaybın hazineleri O'nun yanındadır..." ayetinin öncesindeki
ayetlerle ilintisi açığa çıkıyor. Çünkü bundan önceki iki ayetin ana
teması şuydu: Sizin benden istediğiniz ve benimle sizin aramızda hüküm
verecek ve işi bitirecek olan mucizeler, benim gücüm dahilinde
değildir. Aynı şekilde, hak hükmü verme yetkisi de bana ait değildir.
Bilâkis bu yetki, Rabbimin katındadır; O'nun bilgisi ve gücü dahilindedir.
Eğer bunlar benim elimde ve yetkimde olsaydı, aramızdaki iş
şimdi çoktan bitirilmişti; zalimlerden başkasına ilişmeyen azap şimdiye
kadar sizi kuşatmıştı. Çünkü Allah, zalim olanların sizler olduğunu
biliyor. O, herhangi bir şeyi bilmemesi söz konusu olmayan âlimdir.
İş bitirici mucizeler bağlamında dilediği ve hükme bağladığı şeyi
önceden öğrenmenin, ele geçirmenin imkânı yoktur. Çünkü gaybın
hazineleri O'nun yanındadır, onları O'ndan başka kimse bilmez. Öte
yandan O, zalimleri bilir ve onları başkalarıyla karıştırmaz. Çünkü O,
karada ve denizde olan, irili ufaklı her şeyi bilir ve her şey apaçık bir
kitapta kaydedilmiştir.
"Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez."
ifadesi, mutlak gayba dönüktür. Onu da Allah'tan başka kimse
bilemez. Buna göre, "onları... bilmez." ifadesi, cümle içinde 'hâl' konumundadır.
Bu da gösteriyor ki, gaybın hazineleri bilgi türündendir.
Ancak bu bilgi, bizim alışageldiğimiz bilgiden farklıdır. Bilginin anlamı
bazında bizim zihnimizde uyanan şey, eşyanın varoluşundan ve ölçülebilir
duruma gelişinden sonra onlardan edinilen biçim, algılanan anlamdır.
Gayb hazineleri ise, açıklandığı gibi, eşya daha varolmamış,
varoluşsal kalıplara girip ölçülebilirlik niteliğini kazanmamış iken onlara
ilişkin bilgi demektir. Yani, bilinen objeden etkilenmesi söz konusu
olmayan sonsuz bilgi.
"Karada ve denizde olanları O bilir." ifadesi, başkalarının bilgisinin de
ilintili olabileceği şeyleri de kapsayacak şekilde O'nun bilgisinin genelleştirilmesi
amacına yöneliktir. Çünkü bunların bir kısmı bazılarının
bilgisine açık olabildiği gibi, bazısı açısından gayb niteliğinde olabilir.
Karada olanların önce zikredilmesi, bunların muhataplarca daha
iyi bilinmesinden dolayıdır.
"Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin." Özellikle yaprakların dü- 326 ........................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 şüşünün gündeme getirilmesinin nedeni, insanın buna ilişkin bir bilgiye
ulaşmasının son derece güç olmasıdır. Ağaçların yapraklarının
sayısal olarak çok olmaları, insanı onları sayma hususunda âciz bırakır.
Bu yüzden insan bunları birbirinden ayıramaz olur. Dolayısıyla bu
yaprakların her birinin geçirdiği evreleri ve durumları denetlemesi,
onlardan birinin düşmesiyle sayılarında bir azalma meydana geldiğinin
farkına varması mümkün olmaz.
"Yine yerin karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey
düşmez ki..." Bütün bunlar, "hiçbir yaprak..." ifadesine atfedilmişlerdir.
Ayetin akışının zahirinden bunu anlıyoruz. Yerin karanlıklarından
maksat, toprağın karanlık altıdır ki, taneler oradan yeşerip filiz verirler.
Bir kısmı da yeşeremeden orada çürüyüp giderler. Bu durumda
şöyle bir anlam elde ediyoruz: Toprağın karanlık altına düşen hiçbir
tohum, düşen yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Allah onları bilmesin.
Buna göre, "apaçık bir kitapta olmasın" ifadesi, "onu bilmesin" ifadesi
açısından onun yerini dolduran bir bedeldir. Bu durumda ifadenin
anlamı şöyledir: "Bu sayılanlardan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta
yer almamış ve yazılmamış olsun."
Kitabın "mubin" olarak nitelendirilmesi, eğer "açıklayıcı ve ortaya çıkarıcı"
anlamında ele alınırsa, bu; kitabın, okuruna her şeyi, değişim
ve dönüşümden kaynaklanan kapalılıktan, gizlilik perdelerinden uzak
bir şekilde, tam gerçekliliğiyle, orijinal durumuyla göstermesinden
dolayıdır. Eğer "kendi açık olan" anlamında ele alınırsa, bu da yerinde
bir nitelemedir. Çünkü kitap, gerçekte yazılı olan şey demektir.
Yazılı olan şey ise, anlatılan şeyden ibarettir. Şu hâlde, eğer anlatılan
şey açıksa ve üzerinde herhangi bir perde ve örtü yoksa, demek ki,
kitap da öyledir.
60) O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır ve gündüzün ne işlediğinizi
bilir. Ayetin orijinalinde geçen "yeteveffa" fiilinin mastarı olan "teveffî" kelimesi,
bir şeyin tastamam alınması demektir. Yüce Allah Kur'ân'da
bu kelimeyi, ölüm anında olduğu gibi, canlı ruhun alınması anlamında
kullanır. Nitekim bu ayetten sonraki ayette şöyle bir ifade yer al
maktadır: "Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onu(n canını)
alırlar."
Kur'ân'da "imate=öldürme, ölüm verme", "teveffî=tastamam alma"
sayıldığı gibi, "iname=uyutma, uykuya daldırma" da "teveffî" sayılmıştır.
Şu ayette olduğu gibi: "Allah, ölümleri anında canları alır, ölmeyenleri
de uykularında." (Zümer, 42) Çünkü, ruhun beden üzerinde
tasarruf etmesinin kesintiye uğraması bakımından ölümle uyku aynı
konumdadır. Nitekim uykudan sonra uyandırma anlamına gelen
"baas" ile ölümden sonra diriltme anlamına gelen "baas", nefsin beden
üzerinde kesintiye uğrayan tasarrufuna yeniden başlaması anlamında
birleşirler. Teveffînin (uyutmanın) gece, baasın da (diriltmenin
de) gündüzle kayıtlandırılması, genelde insanların geceleri
uyuyup gündüzleri uyanık olduklarından dolayıdır.
"Sizi(n ruhunuzu) alır" ifadesi gösteriyor ki ruh, "ben" diye ifade edilen
insanın gerçekliğinin tamamıdır. Yoksa kimi zaman ruhun insanın bir
parçası olduğuna ya da insana ârız olan bir şekil, bir nitelik olduğuna
ilişkin olarak zihnimizde uyanan düşünceler doğru değildir. Bu gerçeği
kanıtlama bakımından şu ayet daha belirgindir: "Biz toprakta kaybolduktan
sonra, yeni bir yaratılış içinde mi olacağız?' dediler. Doğrusu
onlar, Rablerinin huzuruna çıkmayı inkâr edenlerdir. De ki: Size
vekil edilen ölüm meleği, sizi(n canınızı) alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz."
(Secde, 10-11) Çünkü kâfirlerin ölümden sonra tekrar dirilişi
imkânsız görmeleri, insanın hakikatinin bedenden ibaret olduğunu
sanmalarından kaynaklanmaktadır. Beden de ölümle birlikte çürür,
bileşimleri çözülür ve toprakta kaybolup gider. Buna verilen cevap
ise, insanın hakikatinin ruh (nefs) olduğuna dayalıdır. Ölüm meleği
de ruhu aldığına göre, insanın herhangi bir şeyinin kaybolması
söz konusu değildir.
"Ve gündüzün ne işlediğinizi bilir." ayetinin orijinalinde geçen
"cerahtum" fiilinin mastarı olan "el-cerh" organla yapmak demektir.
Bundan maksat da işleyip kazanmaktır. Dolayısıyla ayette, "Sizin
gündüzün kazandıklarınızı bilir." anlamı kastedilmektedir. Cümlenin
akışına uygun düşeni, "ve ya'lemu ma..." cümlesindeki "vav"ın hâl
edatı olması, bütün cümlenin de "sizi(n ruhunuzu) alır" ifadesinin fai-
linden hâl olmasıdır. Bu durumda, "Sonra... onda (gündüzün) sizi diriltir."
ifadesi, "O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır..." ifadesine bağlanmış
olur. Böylece konunun akışına yabancı olan bir anlam da araya
girmemiş olur. Çünkü tefsirini sunduğumuz bu iki ayet, ilâhî plânlama
ve yönetimin, insanın dünya hayatına, ölümü anına ve Rabbine
dönünceye kadar geçirdiği evrelere ilişkin tasarrufunu açıklamaya
yöneliktir. Bu anlamı vurgulama amacına yönelik söz konusu iki ayetin
içerdiği cümlelerin ana eksenini şu ifade oluşturmaktadır:
"O'dur ki, geceleyin sizi(n ruhunuzu) alır... Sonra belirlenmiş süre tamamlansın
diye onda (gündüzün) sizi diriltir... Bu arada üzerinize koruyucular
gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz
onu(n canını) alırlar ve onlar ihmalkârlık etmezler. Sonra gerçek
mevlâları olan Allah'a döndürülürler." Ayetlerde kastedilen asıl amaç
budur. Bunun dışındakilerse, bu asıl amacın yanında zımnen anlatılan
şeylerdir. Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle belirginleşmektedir:
"O'dur ki, sizin gündüzün ne kazandığınızı bildiği hâlde, geceleyin sizi(
n ruhunuzu) alır, sonra gündüzün sizi diriltir..."
Sonra belirlenmiş süre tamamlansın diye onda (gündüzün) sizi diriltir...
İfadenin orijinalinde, uyandırma eylemi "baas=diriltme" olarak isimlendirilmiştir.
Bunun nedeni, hemen öncesinde uykuya daldırmanın
"teveffî=canı alma" olarak isimlendirilmiş olmasıdır. Bu arada dirilmenin
amacı olarak da belirlenmiş sürenin, ecelin dolması şeklinde
ifade ediliyor. Bu ise, Allah katında belirlenmiş bir süredir ki, insanın
dünyevî hayatı, onun ötesine geçemez. Bunu şu ayetten anlıyoruz:
"Süreleri (ecelleri) gelince, ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçerler."
(A'râf, 34)
Belirlenmiş sürenin tamamlanmasının amaç olarak gündeme getirilmesi,
yüce Allah'ın hesap görenlerin en çabuğu olmasına yönelik
bir işaret mahiyetindedir. Eğer önceden böyle bir süreyi tamamlamaları
öngörülmeseydi, Allah, kötü amellerinden ve günahlarından
dolayı onları anında yakalardı. Nitekim yüce Allah buna şu şekilde
işaret etmiştir:
"Onlar, ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çe
kememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden, belli bir
süreye kadar yaşatma sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm
verilir (işleri bitirilir)di." (Şûra, 14) Geçmiş sözden maksat ise, Hz.
Âdem'in yeryüzüne indirilişi kıssası bağlamında işaret edilen şu husustur:
"Sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir."
(A'râf, 24)
Dolayısıyla şöyle bir anlam belirginleşiyor: Allah, gündüzün kazandığınız
kötülükleri ve başka şeyleri bildiği hâlde, geceleyin sizin ruhlarınızı
ve canlarınızı alır. Ancak ölmenizi gerektirecek şekilde ruhlarınızı
tutmaz. Bilâkis, gündüzün sizi yeniden diriltir ki, belirlenmiş ecelleriniz
tamamlansın. Sonra ölümün üzerinize inmesi, ardından haş-rin
gerçekleşmesiyle de O'na döndürüleceksiniz. O zaman yapmakta olduklarınızı
size haber verecektir.
61) Ve O, kullarının üstünde mutlak galiptir.
Tefsirini sunduğumuz bu surenin 17. ayetinin açıklaması çerçevesinde
bu ifadenin anlamı üzerinde durduk.
Bu arada üzerinize koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği
zaman...
Burada koruyucuların gönderilmesi mutlak olarak ifade edilmiştir.
Ne gönderme eyleminde, ne de koruyucuların kendisinde herhangi
bir kayda yer verilmemiştir. Sonra bu eylemin ölümün gelmesiyle
son bulacağı ifade edilmiştir. Bundan şunu anlıyoruz ki: Bu gönderilen
koruyucuların görevi, insanı kendisine yönelen her belâdan, her
musibetten korumaktır, insana ilişmek üzere olan afetlere engel
olmaktır. Çünkü içinde yaşadığımız âlemde karşılıklı etkileşim, itişip
kakışma nitelikli bir hayattır. Bu hayatta yer alan hiçbir şey yoktur
ki, her açıdan bir başkasının karşı koyuşu ile karşılaşmasın.
Çünkü bu doğal âlemin her bir parçası, varoluştan aldığı payı tamamlama
ve arttırma çabası içindedir. Bir başkasında bir eksilme
olmadıkça da birinde bir artış olmaz. Dolayısıyla varlıklar sürekli olarak
çekişme ve birbirini alt etme mücadelesi içindedirler. Bu âlemin
bir parçası da insandır. İnsanın varlığının terkibi son derece latiftir.
Bildiğimiz kadarıyla en ince bileşim insanın varoluşunda ger-
çekleştirilmiştir. Dolayısıyla varoluştaki rakipleri herkesten daha
çok, düşmanları herkesten daha tehlikelidirler.
Bu yüzden yüce Allah, ona koruyucu melekler göndermiştir. Bu melekler,
onu olayların beklenmedik musibetlerinden, belâların ansızın
gelip çatlamalarından korurlar. Eceli gelinceye kadar onu yok olmaktan
korurlar. Eceli geldi mi, onu o belâlarla baş başa bırakırlar. Bu belâlar
ve musibetler onun işini bitirir. Bu, hadislerde böyle açıklanmıştır.
"Üzerinizde koruyucular vardır; değerli yazıcılar. Yaptığınız her şeyi bilirler."
(İnfitâr, 10-12) ayetlerine gelince; burada amelleri tespit edip
kaydeden melekler kastedilmiştir. Ancak bazıları bu ayetleri, tefsirini
sunduğumuz ayetin açıklaması gibi algılamışlardır. Ayet, bu anlamı
büsbütün dışlamasa da, "Nihayet birinize ölüm geldiği zaman..." ifadesi,
daha önce de vurguladığımız gibi, önceki anlamı destekleyici
mahiyettedir.
Elçilerimiz onu(n canını) alırlar ve onlar ihmalkârlık etmezler.
Ayetin akışından anladığımız kadarıyla [ihmalkârlık etmek diye tercüme
edilen] "tefrit"ten maksat, canı almaya yönelik ilâhî emri yerine
getirirken ağır davranmak, müsamaha göstermektir. Çünkü yüce
Allah meleklerini, "Kendilerine emredileni yerine getirirler." şeklinde
nitelendirmektedir. Sonra her ümmetin kendi ecelinin ipoteğinde olduğunu
vurgulamıştır. Ecelleri geldiği zaman ne bir an geri kalırlar,
ne de bir an öne geçerler. Şu hâlde, can alma işini üstlenen melekler,
kendileri için belirlenen görevden geri kalmazlar; falan saatte ve falan
şartlarda falancanın canını alacaklarına dair kendilerine verilen
emri yerine getirmede müsamahalı davranmazlar. Bir zerre kadar
dahi görevlerini aksatmazlar. Dolayısıyla onlar, asla ihmalkârlık etmezler.
Acaba bu elçiler, başta zikredilen elçiler midir, ki can alma görevini
üstlenenler de bu koruyucular olsunlar? Ayette bu sorunun cevabı olabilecek
bir ifadeye yer verilmiyor. Ancak, zayıf da olsa, bunların aynı
melekler olduklarına yönelik bir işaret algılamak mümkündür. Ne var
ki, can almakla görevlendirilen bu melekler her kim olurlarsa olsunlar,
ölüm meleğinin (Azrail'in) yardımcılarıdırlar. Nitekim yüce Al
lah bir ayette şöyle buyurmuştur: "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm
meleği canınızı alır." (Secde, 11)
Tefsirini sunduğumuz ayette can almanın söz konusu elçilere, biraz
önce aktarılan ayette ölüm meleğine, "Allah, canları alır." (Zümer, 42)
ayetinde ise yüce Allah'a izafe edilmesi, izafenin mertebelerini gösteren
ifade tarzlarıdır. Buna göre, her iş yüce Allah'ta son bulur. O, her
türlü tasarruf yetkisine sahip olan mutlak maliktir, hükümrandır. Ölüm
meleği de, ruhların kabzedilmesi işini yardımcıları aracılığıyla
yapabilir. Bu yardımcılar da, işin sebepleri, araçları ve gereçleri konumundadırlar.
Tıpkı yazı yazmakta kullanılan kalem gibi. Ki kalemin
arkasında bir el vardır. İkisinin de ötesinde yazıyı yazan insan bulunmaktadır.
62) Sonra gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler.
Burada, onların ölümden sonra diriltilerek yüce Allah'a döneceklerine
işaret ediliyor. Ayetin orijinalinde yüce Allah'ın, gerçek mevlâları olarak
nitelendirilmesi, bundan önce, uyutma, uyandırma, plânlayıp yönetme,
öldürme ve diriltme gibi tasarruflarının gerekçesine işaret
etme amacına yöneliktir. Burada önce mevlâlığın anlamı analiz ediliyor,
sonra yüce Allah için mevlâlık hakkı ispat ediliyor. Buna göre
mevlâ, kölenin sahibi demektir. Kölenin sahibininse, onun üzerinde
dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkı ve yetkisi vardır. Yüce Allah
gerçek mülke sahip olduğuna göre ve evren üzerinde meydana getirme,
yönetme, yönlendirme ve geri döndürme gibi tasarruflarda bulunduğuna
göre, O, gerçek mevlâdır ve bu anlamıyla mevlâlık niteliği
hiçbir zaman O'ndan ayrılmaz.
Hak (gerçek) ise, yüce Allah'ın güzel isimleri arasında yer alır. Çünkü
yüce Allah, zatı ve sıfatlarıyla yok olmayacak şekilde sabittir, değişime
ve dönüşüme tâbi değildir. "Döndürülürler" ifadesindeki zamir,
"Nihayet birinize ölüm geldiği zaman" ifadesinde işaret edilen o birlere
dönüktür. Çünkü ölüm hükmü herkesi kapsar. Toplumun bütün bireyleri
bu hususta aynı konumdadırlar. Bundan da anlaşılıyor ki,
"Sonra... döndürülürler." ifadesi, önceki ikinci şahıs sıygasından üçüncü
şahıs sıygasına geçiş şeklindeki bir iltifat mahiyetinde değildir.
Haberiniz olsun, hüküm yalnız O'nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.
Bundan önce yüce Allah, gayb hazinelerinin sadece kendisinde olduğunu,
her şeyi içeren apaçık kitabı bildiğini, var oldukları andan huzuruna
toplanacakları ana kadar yarattıklarının işlerini düzenlediğini
bildirdikten sonra hüküm verme yetkisinin de başkasına değil, sadece
kendisine ait olduğunu bildiriyor. Buna daha önceki bir ifadede de
işaret edilmişti: "Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir." Bunları bildirdikten
sonra açıklamasının sonucunu ilân ediyor ve buyuruyor ki:
"Habe-riniz olsun, hüküm yalnız O'nundur." Gaflet ettikleri bu gerçeğe
açıkça dikkat çekiyor ki, daldıkları gafletten uyansınlar.
"Ve O, hesap görenlerin en çabuğudur." ifadesi de, önceki açıklamanın
bir diğer sonucudur. Burada demek isteniyor ki, yüce Allah,
kulların işledikleri amellerin hesabını sormayı en uygun zamanından
geciktirmez. Bunlardan ertelenen bir şey oluyorsa, bu, onun için öngörülen
sürenin tamamlanmasından dolayıdır.
63) De ki: "...Bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden oluruz, diye
kendisine yalvarıp yakardığınız zaman, karanın ve denizin karanlıklarından
sizi kim kurtarıyor?"
Karanın ve denizin karanlıklarından kurtarılmaktan, insanların karada
veya denizde gerçekleştirdiği seferlerde karşılaştığı zorluklardan
kurtarılmak kastediliyor gibidir. Yolculuk esnasında çekilen meşakkatleri,
şiddetli yağmurları, kar yağışını, eşkıyalar tarafından yolların
kesilmesini ve fırtına gibi olayları buna örnek gösterebiliriz. Özellikle
gecenin karanlığında veya bulutlu bir havada yahut şiddetli bir rüzgarda
bu meşakkatler bir kat daha artar. Bunun sonucunda insanın
şaşkınlığı artar, yolunu kaybeder, kendini koruyamaz hâle gelir. Bu
nedenle ifadenin akışı içinde kurtarılma eylemi karanlıklar kavramıyla
irtibat-landırılmıştır. Asıl kastedilen anlam, karada veya denizde,
çıkılan bir yolculuk esnasında insanın başına gelen zorluklardan, kimin
onu kurtardığının sorulmasıdır.
Zorlukların karaya ve denize izafe edilmeleri, kara ve denizin bu zorlukların
zarfı oluşu itibariyledir. Ardından bu zorluklar karanın ve denizin
karanlıklarına izafe edilmiştir. Bunun nedeni de, bu tür zor
lukların şiddetinin artması bağlamında karanlıkların tam bir etkinliğe
sahip olmasıdır. Daha sonra zorluklar ifadesi atılmış, onun yerine karanlıklar
ifadesi kullanılmış ve kurtarılma onunla ilintilendirilmiştir.
Bunun üzerine, "Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor?"
denilmiştir.
Bir sonraki ayette işaret edildiği gibi her türlü zorluktan, üzüntüden
ve istenmeyen durumdan kurtaran yüce Allah olduğu hâlde, kurtarılma
bağlamında sadece karanlıkların zikredilmesinin nedeni, karada
ve denizde gerçekleştirilen yolculukların insanlar açısından zorluk,
yorgunluk ve meşakkat nitelikleriyle belirginlik kazanmış olmasıdır.
Ayetin orijinalinde geçen "tazarru", Ragıp İsfahanî'nin belirttiğine
göre, zelilliğini, horluk ve hakirliğini açığa vurma (yalvarma) anlamına
gelir. Bu nedenledir ki, "hufye=gizleme, örtme" kavramına
karşılık olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla dua bağlamında "huf-ye"
ve "tazarru" gizli ve açık dua demektir. Bir insanın başına bir musibet
geldiği zaman başlangıçta içinden ve gizlice dua edip yalvarır.
Ardından musibetin şiddeti artıp, ümitsizlik belirtileri baş gösterince
ve tüm sebeplerden ümidini kesince etrafında olup da ezikliğini
ve onur kırıcı durumunu görecek insanlara aldırış etmemeye ve açıktan
açığa dua edip yalvarmaya başlar. Dolayısıyla bu bağlamda
gizli ve açık duanın birlikte zikredilmiş olması, yüce Allah'ın insanları
karanın ve denizin şiddetli ve hafif musibetlerinden kurtardığına
yönelik bir işarettir.
"Bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden oluruz." ifadesi, insanın
uğradığı musibetten kurtulmak için dua ettiği böyle bir ortamda
bir de Rabbine bir söz verdiğine işaret etmektedir. Buna göre insan,
kendisini böyle bir durumdan kurtarması durumunda şükredenlerden
olacağına, eski küfründen vazgeçeceğine dair Allah'a söz vermektedir.
Bu şekilde söz vermek, aslında insanların kendi aralarında uygulaya
geldikleri bir uygulamadan kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, herhangi birimiz,
gide gide yorgun düştüğünde, belâlar ve musibetlerle kuşatıldığında,
yoksul düştüğünde veya düşman tarafından sarıldığında,
kendi kanaatince gücünün yettiğine inandığı bir kimseden yardım is-
ter. Bunu yaparken de onun hoşuna gideceğine, kararlılığını arttıracağına,
yiğitliğini harekete geçireceğine inandığı şeylerden söz eder.
Onu güzel övgülerle över veya mal vaadinde bulunur ya da onun sözünden
çıkmayacağından veya ona karşı vefalı bir dost olacağından
söz eder. Bütün bunları yapmasının nedeni, aramızda geçen bütün
sosyal faaliyetlerin iki tarafa dayalı olarak ayakta duran muameleden,
alış-verişlerden ibaret olmasıdır. İnsan bu faaliyetler esnasında
bir şey alırken, bir şey de verir. Çünkü ihtiyaçlar insanı kuşatmış bulunmaktadır.
Dolayısıyla bir iş yapması veya bir etkinlikte bulunması,
ancak kendisine dönük bir çıkardan dolayı olabilir. Aynı durum, evrenin
diğer parçaları için de geçerlidir.
Fakat, Allah muhtaç olmaktan münezzehtir. Herhangi bir eksikliği
yoktur. Dolayısıyla bir şey yaptığı zaman, bunun sağladığı yarar, ancak
yarattığı herhangi bir varlığa dönük olabilir. Dolayısıyla insanın
musibet anında, yüce Allah'a tevhitle yönelerek, O'na şükredeceğini
ve itaat edeceğini, fıtrî duasının kapsamında dile getirmesi, şundan
kaynaklanmaktadır:
İnsanın başına bir musibet geldiği zaman, bu esnada maddî sebeplerin
ortadan kalktığını, görebildiği kadarıyla kurtuluşunu sağlayacak
araçların da ortada görünmediğini fark ettiğinde, yüce Allah'ın tek
sebep olduğunu anlar. İçine düştüğü sıkıntılı durumdan sadece O'nun
kendisini kurtarabileceğini görür. Yaratıldığı günden bu güne kadar
bütün işlerinin O'nun tarafından yönetildiğini hatırlar. Bütün varlıklara
ilişkin her sebebi de, O'nun yönettiğinin bilincine varır. Bu yüzden
kendini zalim ve aşırı bulur. Allah'ın huzurunda haksız duruma düştüğünü
fark eder. O'nun kendisinin üzüntüsünü gidermesini, ihtiyacını
karşılamasını hak etmediğini düşünür. Çünkü Allah'a karşı suçlu durumundadır.
Birtakım kötülükler işlemiştir. Böylece işlediği günahların
vebalini omuzlarında hisseder. Bu anda Rabbine şükredeceğine,
itaat edeceğine ilişkin vaatlerde bulunur. Bununla, O'nun tarafından
duasının kabul olmasını ve sıkıntısının giderilmesini hak edeceğini
düşünür.
Ama kurtulduktan sonra da, Rabbine verdiği sözleri unuttuğunu, vaadini
hatırlamadığını görürüz. Nitekim yüce Allah bir sonraki ayetin
sonunda insanın bu durumuna şu şekilde işaret etmiştir: "Sonra siz
yine O'na ortak koşuyorsunuz."
64) De ki: "Ondan ve her sıkıntıdan sizi Allah kurtarıyor. Sonra siz, yine
O'na ortak koşuyorsunuz."
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Kerb; şiddetli üzüntü,
gam demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurur: 'Onu ve ailesini
büyük üzüntüden kurtardık.' el-Kurbetu; gumme gibi, gam ve
üzüntü anlamına gelir. Bu kelimenin aslı, yerin eşilmesi, toprağın alt
üst edilip sürülmesi anlamına gelen 'kirb' sözcüğüdür. Üzüntü de insan
nefsini bu tür bir alt üst oluş durumuyla yüz yüze bırakır. Bir ata
sözünde şöyle denir: 'el-Kirabu ale'l-bakar=Toprağı sürmek öküzün işidir.'
Ama bu, 'el-Kilâbu ale'l-bakar' anlamında değildir. Bu kelimenin,
güneşin batmaya yüz tutması anlamına gelen el-kerb kökünden
gelmiş olması da muhtemeldir. Araplar, 'İnaun kurban' derler. 'Karib'
kökünden türeyen 'kurban' gibi. Yani, 'Kap, dolmaya yakındır.' Ya da
bu kelime, el-kereb kökünden de türemiş olabilir. Bunun anlamı da,
kovanın ipine sağlam bir düğüm atmaktır. Buna göre, üzüntünün elkerb
olarak isimlendirilmesi, kalbin içinde bir düğüm meydana getirmiş
olmasından olabilir. Araplar, 'Ekrebtu'd-delve' derler. Yani, kovanın
ipini sağlam bağladım." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Tefsirini sunduğumuz bu ayette, karanın ve denizin karanlıklarına diğer
her türlü sıkıntı da eklenerek herkesi kapsamına alan bir ifade
karşımıza çıkmıştır. Çünkü hiçbir insan yoktur ki, hayatı boyunca sıkıntılardan
ve üzüntülerden yana bir şeyle karşılaşmış olmasın. Şu
hâlde, üzüntüyü giderme isteğinde bulunma ve dua etme, bütün
insanlar için geçerli olan bir şeydir. Bunu açıktan yapmalarıyla
gizliden yapmaları arasında da herhangi bir fark yoktur.
Dolayısıyla ayette kastedilen anlamı şu şekilde özetleyebiliriz: Siz karanın
ve denizin karanlıklarında ve başka durumlarda üzerinize şiddetli
musibetler indiğinde, bütün görünür sebepler ortadan kaybolduğunda,
aklınıza gelebilecek bütün kurtuluş çareleri bir bir geçersiz
kaldığında, insanî fıtratınıza dönmekten başka seçeneğinizin olmadığını
bizzat gözlemlersiniz. O zaman tanıklık edersiniz ki, yüce Allah
sizin Rabbinizdir, O'ndan başka Rab yoktur. O zaman kesin olarak anlarsınız
ki, O'ndan başkasına kulluk sunmanız, aslında bir zulümdür,
günahtır. Bunun kanıtı da, sizin o sırada O'na yakarmanız, gizlice ya
da açıkça dua etmenizdir. Bundan sonra eğer kurtulacak olursanız
O'na şükredeceğinizi ve O'na nankörlük etmeyeceğinizi vaat etmenizdir.
Fa-kat siz kurtulduktan sonra yeminle pekiştirdiğiniz sözünüzü
unutursunuz, eski küfrünüze devam edersiniz. Bu açıdan tefsirini
sunduğumuz iki ayette, müşriklere yönelik bir kanıtsal saldırı ve yeminlerini
bozmalarından ve vaatlerinin aksini yapmalarından dolayı
bir ayıplanma söz konusudur.
65) De ki: "O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından
bir azap göndermeye... kadirdir..."
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Ba's sözcüğünün
asıl anlamı, bir şeyi harekete geçirme ve yönlendirmedir. Araplar,
'Baastuhu fenbaase=Onu harekete geçirdim, o da hareket etti.' derler.
Harekete geçirme, ilintili olduğu olguya göre farklı bir anlam ifade
edebilir. Örneğin, 'Baast'ul-baire', 'Deveyi sürdüm' anlamına gelir.
Bir ayette ise, 'Ve'l-mevta yeb'asuhumullah=Ölüleri ise Allah diriltir.'
bu-yurulmuştur. Yani Allah, onları kabirlerinden çıkartır ve kıyamete
doğru sürükler... Şu hâlde, 'ba's=harekete geçirme' iki kısma ayrılır.
Bir kısmı beşerîdir. Deveyi sürmek ve bir insanı bir ihtiyaç peşinde
göndermek gibi. Bir kısmı da ilâhîdir. Bu da iki kısma ayrılır: Birincisi:
Objeleri, cinsleri ve türleri yoktan var etmek. Bu, salt yüce Allah'a özgüdür
ve O'ndan başka hiç kimse buna güç yetiremez. İkincisi: Ölüleri
diriltmek. Yüce Allah, İsa (a.s) gibi bazı velilerine bu özelliği bahşetmiştir."
(Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.)
Kısacası, bu kelimenin anlamının esasında, bir şeyi kaldırma ve uyandırma
anlamı yatmaktadır. Bu gerekçeyle yöneltme ve gönderme
anlamında da kullanılır. Çünkü bir ihtiyaca yöneltme ve bir kavme
gönderme olgusu, genellikle bir durgunluk, hareketsizlik ve dinginlikten
sonra gerçekleşir. Buna göre, azabı harekete geçirmek anlamında
azap göndermek, bu azabın her an onlara yönelebilecek, onların
üzerine çökebilecek mahiyette olduğunu, ancak iman ve itaat gibi bir
engelin bunun gerçekleşmesini engellediğini ima etmektedir. Bu
konunun, ileride size sunacağımız tamamlayıcı bir açıklaması vardır.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde müellif der ki: "Bir şeye açıklık
getirmediğimiz, bir kısmını bir kısmına karıştırdığımız zaman 'lebistu
aley-him'ul-emre ve elbisuhu' denir. Elbiseyi giymek anlamında da
'lebis-tu's-sevbe ve elbisuhu' denir. el-Lebs; işin veya konuşmanın
karışması demektir. Lâbestu'l-emre; işi karıştırdım, demektir. eşŞiya';
fırkalar, gruplar demektir. Her grup, her fırka, başlı başına bir
'şia'dır. Birinin şiası, ona tâbi olanlar, uyanlar demektir. et-Teşeyyu;
dinsel ve yönetsel anlamda tâbi olma anlamına gelir." (Mecma'ul-
Beyan'dan alınan alıntı burada son buldu.)
Bu durumda, "ya da sizi fırkalara bölmeye" ifadesinden maksat, onları
birbirine karıştırmak, farklı gruplar hâline getirmektir.
O hâlde, "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından
bir azap göndermeye... kadirdir." ifadesi, görünürde yüce Allah'ın
üstten ve alttan onların üzerine azap gönderme gücüne sahip
olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Bir şeyi yapabilme gücü ise, onu
yap-mayı gerektirmez. Bununla birlikte azap etmeye gücü yettiğinin
vurgulanması, korkutma ve uyarı için yeterlidir. Ancak konunun akışından
algıladığımız kadarıyla maksat, salt Allah'ın buna kadir olduğunu
vurgulamak değildir. Bilâkis, onların bu tür bir azabı bir şekilde
hak ettikleri de ima edilmektedir. Buna göre, eğer onlar Allah'a ve
ayetlerine iman etrafında birleşmeyecek olurlarsa, bu azabın üzerlerine
gönderilmesi bir gereklilik hâlini alacaktır. Nitekim "ba's" kavramının
anlamı üzerinde dururken, bu anlamın "ba's" kavramından
istifade edilebileceğine değinmiştik. Bundan sonra yer alan, "Her haberin
gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." ifadesi de,
açık bir tehdit olması hasebiyle, bu çıkarsamayı destekler mahiyettedir.
Öte yandan yüce Allah, Kur'ân'ın değişik ayetlerinde, buna benzer
konular bağlamında, İslâm ümmetini açıkça azapla tehdit etmiştir:
"Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri onlara gelince,
aralarında adaletle hükmolunur... 'Sahiden bize söylediğin gerçek
midir?' diye senden haber soruyorlar. De ki: Evet, Rabbim hakkı için o
gerçektir. Siz onu önleyemezsiniz." (Yûnus, 47- 53), "İşte bu sizin üm-
metiniz, bir tek ümmettir. Rabbiniz de benim. O hâlde yalnız bana
kulluk edin. Ancak onlar, işlerini aralarında parçaladılar." (Enbiyâ, 93-
97), "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir... Ortak
koşanlardan olmayın, dinlerini parçalayıp bölük bölük olanların
arasında yer almayın..." (Rûm, 30- 45)
Bazılarına göre, üstten gelen azaptan maksat, Ad, Semud, Şuayb ve
Lut kavimlerine yapıldığı gibi göksel çığlık, taş yağmurları, tufan ve
rüzgârdır. Alttan gelen azaptan maksat da, Karun gibi yerin dibine
geçirilmeleridir. Bazılarına göre de, üstten gelen azaptan maksat,
büyükleri ve zorba yöneticileri aracılığıyla tattıkları eziyet, alttan gelen
azaptan maksat da, ayak takımından veya kölelerden çektikleri
eziyetlerdir. Diğer bazılarına göre de, üstten ve alttan gelen azaptan
maksat, insanlığın son çağlarda icat ettiği ateşli silâhlar, savaş uçakları,
yakıcı ve yıkıcı bombalar atan toplar, deniz altıları, gemi batıran
su altı silâhlarıdır. Çünkü yüce Allah, Kur'ân'da bir tehditten, bir uyarıdan
söz ediyor. Yüce Allah da, mülkünde gerçekleşecek olanları
herkesten daha iyi bilmektedir.
Doğrusu bu ifade, yukarıda sözü edilen bütün anlamlara uyarlanabilir
türdendir. Nitekim, ayetin inişinden sonra, bu ifadeyle örtüşen bazı
gelişmeler meydana gelmiştir. Bu gelişmelerin temel ekseni, bu yolun
hazırlayıcısı, hiç kuşkusuz bu ümmetin başlangıçta üzerinde birleştiği
ve Peygamber'in (s.a.a) insanları yönelttiği kelime hususunda
ihtilâfa düşmeleri olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.a), ümmetini hak
mesaj üzerinde ittifak etmeye çağırıyordu. Allah elçisine şunu emrediyordu:
Onlara de ki: Bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. Onu
bırakıp başka yollara uymayın. Aksi takdirde parçalanırsınız.
"...Ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminizin hıncını tattırmaya
kadirdir." Bak, belki anlarlar diye delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz).
Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bununla, Peygamberimizden
(s.a.a) sonra yaşanan gruplaşmalar, hizipleşmeler kastediliyor. Bu
gruplaşmalar, sonraki dönemlerde değişik mezheplerin ortaya çıkmasına
yol açmış, bu mezhepler taassup elbisesine bürünüp cahiliye
bağnazlığıyla birbirlerine saldırmışlardır. Bunu, fırkalar arası savaşlar
ve katliamlar izlemiştir. Her grup başkasının her türlü saygınlığı
nı çiğnemeyi mubah saymış, kendi zannınca onu dinin dışında görmüştür.
Buna göre, "ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminizin hıncını
tattırmaya kadirdir." ifadesinde iki değil, bir azaba işaret ediliyor.
Gerçi, bölünüp parçalanmalarını ve bir kısmına bir kısmının hıncının
tattırılmasını başlı başına birer azap şekli olarak algılamak mümkündür.
Çünkü bir toplum içinde bölünüp parçalanmanın, tefrikanın
başka kötü sonuçları da vardır. Bunun etkisiyle toplumun gücünde
zayıflama meydana gelir, kuvveti parçalanır. Ancak ayette sıralanan
hususlardan bir azabın kastedildiği anlaşılıyor. "Kiminize kiminizin
hıncını tattırmaya..." ifadesi, bunu destekler mahiyettedir. Çünkü bu
ifadede azap olarak sayılan şey, bölünüp parçalanmaya oranla, mutlak
bir ifadeye karşı mukayyet bir ifade konumundadır. Artı bir amaç
söz konusu olmadan da mutlak bir ifade karşısında mukayyet bir ifade
getirmek, doğru değildir. Kaldı ki iki cümlenin, bir arada olma
anlamını ifade eden "vav" atıf harfi ile birbiriyle ilintilendirilmiş olması
da, bizim bu çıkarsamamızı desteklemektedir.
Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:
Ey Resul, onları tevhit sancağı altında birleşmekten kaçınmanın,
hak daveti dinlememenin akıbetinden korkutup uyararak
onlara de ki: Bu şekilde devam ederseniz, akıbetiniz kötü olur. Yüce
Allah sizi, bundan dolayı yakalayıp cezalandırabilir. Üzerinize bir azap
indirebilir. Sonra ondan kaçamazsınız, sığınacak bir yer de bulamazsınız.
Üstünüzden ve ayaklarınızın altından gelebilecek bir azaptır bu.
Ya da sizi birbirinize düşürür. Fırkalara, gruplara bölünürsünüz. Birbirinizle
çekişir, vuruşursunuz. Böylece bazılarınızın hıncını bazılarına
tattırır. Ardından açıklamaya şu ifadeyle son nokta konuluyor: "Bak,
belki anlarlar diye delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz)." Burada
kastedilen anlam açıktır.
66-67) O gerçek iken, kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size vekil değilim.
Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz."
Hz. Peygamber'in (s.a.a) kavmiyle, ya Kureyş kabilesi veya Muzar
oymağı yahut bütün Araplar kastedilmiştir. Ancak, bazı ayetlerden
algıladığımız kadarıyla, Peygamber'in kavmi deyimiyle, Arap ulusu
kastedilmektedir. Bunu şu ayetlerden de anlayabiliriz: "Biz onu Arap
olmayanlardan birine indirseydik de onu onlara okusaydı, ona inanacak
değillerdi. Böylece biz onu, suçluların kalbine soktuk. Acı azabı
görünceye kadar ona inanmazlar. Azap onlara öyle ansızın gelir ki,
onlar hiç farkında olmazlar." (Şuarâ, 198-202), "Biz, her elçiyi, ancak
kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açıklasın." (İbrâhîm, 4)
Maksat her ne ve her kim olursa olsun, "O gerçek iken, kavmin onu
yalanladı." ifadesi, daha önce sunulan uyarının içerdiği tehdidin gerçekleşeceğinin
habercisi konumundadır. Âdete şöyle deniliyor:
"Ey
ümmet, Rabbinizin birliği ilkesi etrafında birleşin, hak mesaja tâbi
olma hususunda görüş birliği içinde olun. Yoksa üstünüzden veya altınızdan
gelecek bir azaptan yahut ayrılığa ve hizipleşmeye düşmenizden
sizi kimse kurtaramaz. O zaman kılıçlarla, kırbaçlarla birbirinize
düşer, birbirinizi katledersiniz." Sonra hitap Hz. Peygamber'e
(s.a.a) yöneltiliyor ve ona şöyle deniyor: "Senin kavmin bunu yalanladı.
O hâlde korkunç bir azaba ya da tadacakları şiddetli bir musibete
hazır olsunlar."
Bununla şu hususlar ortaya çıkıyor:
Birincisi: "...onu yalanladı" ifadesindeki zamir, azaba dönüktür. Nitekim
Alusî'ye göre, müfessirlerin büyük bir çoğunluğu da bu görüştedir.
Bazılarına göre, zamir, delillerin döndürülmesine (açıklamasına)
ya da Kur'ân'a dönüktür ki, bu uzak bir ihtimaldir. Ancak önceki ayetin
içeriğini göz önünde bulundurduğumuzda, zamirin o ayette verilen
habere dönük olması, uzak bir ihtimal olarak görünmemektedir.
İkincisi: Bu haber, yani "O gerçek iken, kavmin onu yalanladı." ifadesi,
ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla, asıl haber için yol açmaya
yönelik bir ilk haber anlamındadır. Âdeta şöyle deniyor: "Senin
ümmetinin Allah'a ve ayetlerine iman ilkesi etrafında toplanması gerekir.
İçlerine küfrün, Allah'ı ve ayetleri inkâr etme anlayışının sızmaması
için sürekli hazırlıklı olmalılar ki, aralarında ihtilâflar baş
göstermesin ve üzerlerine Allah'ın azabı inmesin." Sonra şöyle deniyor:
"Ancak bütün ümmetin veya seninle çağdaş olanların ya da senden
sonra gelen dünya halklarının arasından senin kavmin, sıkıca sarılmaları
gereken ilkeleri çiğnediler ve ilâhî azaba ilişkin haberi
yalanladılar. Böylece akıbetine duçar olmaları kaçınılmaz oldu. İleride
bunu bileceklerdir." Hiç kuşkusuz Peygamber'i (s.a.a) veya Kur'ân'ı
yahut azabı yalanlayanlar, sadece Peygamber'in kavmi olan Araplar
değildir. Aksine başta Yahudiler olmak üzere başka kavimler de,
hem onun zamanında, hem de ondan sonra onu yalanladılar. Bunların
yalanlamaları ve ihtilâf etmeleri, tehdit edildikleri azap üzerinde
inkâr edilemez bir etkinliğe sahiptir. Durum böyleyken, sadece Hz.
Peygamber'in (s.a.a) kavminin zikredilmiş olması, bizim yaptığımız
değerlendirmeyi destekleyen bir unsurdur.
İslâm toplumunun psikolojisine yönelik analitik bir araştırma, bizim
ayetten algıladığımız bu çıkarsamayı destekleyici bulguları elde etmemizi
sağlar. Çünkü İslâm ümmeti bugün psikolojik bir çöküş hâlini
yaşamaktadır. Ümmetin gücü büyük bir zaafa uğramıştır. Bir söylem
etrafında birleşememektedirler. Bunun nedeninin de, yapılacak bir
analiz sonucu, içlerindeki ihtilâflara ve Peygamberimizin (s.a.a) vefatından
sonra İslâm'ın ilk dönemlerinde yaşanan çekişmelere dayandığı
gözlemlenecektir. Sonra bunun da, Peygamberimizin (s.a.a) hicretten
önce ve sonra kavminden gördüğü tepkilere, yalanlamalara,
görüşünü küçümsemelere dayandığı görülecektir.
Gerçi bunlar, hak mesajın belirginleşip etrafını aydınlatmasından
sonra İslâmî davet sancağı altında birleşip İslâm'ın çağrısı etrafında
toplandılar, ancak İslâm'ın temiz toplumu, hiçbir zaman nifak kirinden
tamamen arınamadı. Kur'ân'da yer alan birçok ayet bu gerçeğe
parmak basmaktadır. Münafıklar azımsanmayacak sayıdaydılar. İslâm
toplumunun onların kötü etkilerinden tamamen kurtulması, bireylerinin
ruhsal yapıları üzerinde etkinlikte bulunmalarını bütünüyle
engellemesi veya onların hepsinin Peygamberimizin (s.a.a) hayatı
boyunca içselleştirilip salih unsurlara dönüştürülmeleri olası değildi.
Tamamıyla sönmeyen fitne ateşleri, çok geçmeden tekrar alevlendi.
Gittikçe yayıldı ve hâlâ tutuşup durmaktadır. Ve bütün bu olup bitenler,
başlangıca dayanmaktadır. Arapların deyimiyle: "Avın tamamı
yaban eşeğinin karnındadır."1
---------------
1- İşin önemini bildiren bir deyimdir. Bu deyim şuradan ortaya çıkmıştır: Üç arkadaş
Üçüncüsü: "De ki: Ben size vekil değilim." ifadesi, bir kinaye niteliğindedir.
Yani, vazgeç onlardan ve de ki: "Sizin sorumluluğunuz bana ait
değildir. Sizin yükünüzü ben taşımıyorum. Dolayısıyla bu açıdan size
öğüt vererek sizin de yalanlamanıza engel olmam söz konusu değildir.
Konumum itibariyle sorumlu olduğum şey, sizi beklemekte olan
bir azaba karşı sizi uyarmaktır."
Buradan hareketle şunu da anlıyoruz ki: "Her haberin gerçekleşeceği
bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." ifadesi, Peygamber'in sözünün
devamı ve tamamlayıcısıdır. Peygamber (s.a.a) bunu kavmine yönelik
olarak söylemiştir. "Yakında bilirsiniz" ifadesindeki hitap, bunu
kanıtlayıcı bir unsurdur. Çünkü bu bağlamda kavim, Allah'ın değil,
Peygamber'in (s.a.a) muhatabı konumundadır.
"Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." sözü,
açık bir tehdit içeriyor ve bunun kesin olarak gerçekleşeceğini bildiriyor.
Biraz önceki açıklamalarımızla, İslâm ümmetinin başına gelecek
bölünme ve şiddetli iç çatışmalara duçar olma bağlamında
müşriklere hitap etmenin normal olduğu anlaşılmıştır, sanıyoruz.
Çünkü bu işin kökleri sonuçta onlara dayanmaktadır. Ayrıca insanlar
bir tek ümmettirler; öncekilerin yaptığından sonrakiler sorumlu olur.
Sonrakiler arasında ortaya çıkan bir şey öncekilere kadar uzanır. Bunu
bilip bilmemeleri fark etmez. Kendi üzerlerinde gözlemleyip gözlemlememeleri
bu gerçeği değiştirmez. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmuştur: "Ama onlar şüphe içinde oynuyorlar. Göğün açık bir
duman getireceği günü gözetle. Duman insanları sarar. Bu, acı bir
azaptır. 'Rabbimiz, bizden azabı aç, biz artık inanıyoruz.' (derler.) Artık
nasıl düşünüp öğüt alacaklar? Oysa kendilerine apaçık bir elçi
gelmişti. Ondan yüz çevirdiler. 'Bu, öğretilmiştir, cinlenmiştir.' dediler.
Biz sizden azabı birazcık kaldırırız; ama siz yine inkâra dönersiniz."
(Duhân, 9-15) avlanmaya çıkmış. Biri bir tavşan, biri bir ceylân, diğeri de
bir yaban eşeği avlanmış. Sonra kendi aralarında kimin avı daha önemli,
daha gözde diye konuşurlarken yaban eşeği avlanan, avlandığı hayvanın
büyüklüğünü, önemini anlatmak için, "Sizin avlandıklarınız,
benim avlandığımın karnına sığar." anlamında yukarıdaki sözü söylemiştir.
Bu tür ayetler üzerinde düşünüldüğünde, öncekilerin işledikleri suçlardan
ötürü nasıl sonrakilerin cezalandırıldıkları görülecektir. Ya da
bu ayetleri, daha önce Yunus, Enbiya ve Rum surelerinden aktardığımız
ayetler kategorisine koyabiliriz. Kur'ân-ı Kerim'de yer alan çok
sayıdaki ayette, bu ümmetin ileride karşılaşacağı vahim akıbete, üstlendiği
ağır vebale, ardından yüce Allah'ın yetişen yardımına işaret
edilir. Hiç kuşkusuz, büyük bir yekûn tutan bu ayetlerin araştırmacılar
tarafından yeterince ele alınmamış olması, en büyük kusur ve ihmaldir.
Oysa bu ayetlerin ümmetin durumuyla, dünya ve ahiret mutluluğuyla
direkt bağlantısı vardır.
68) Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman,
ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir.
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Havz, suya dalmak
ve sudan geçmek demektir. Bu ifade, istiare yoluyla işlerle ilgili
olarak da kullanılır. Kur'ân'da genellikle dalınması yerilen hususlar
bağlamında kullanılır." (Ragıp'tan yapılan alıntı son buldu.) Dolayısıyla
bundan maksat, batıl sözlere başlayıp iyice dalmaktır. Gerçek olan
ayetlerden söz edip onlarla alay etmek ve lâfı uzattıkça uzatmak gibi.
Yüz çevirmek ifadesiyle de, onların daldığı sözlere katılmamak kastedilmiştir.
Bulundukları yerden kalkmak, oturdukları yerden çıkmak
gibi onlara katılmama anlamını ifade eden bir davranışta bulunmak
yani. "Ondan başka bir söze dalıncaya kadar" ifadesindeki kayıt, yasak
olan şeyin, hak nitelikli bile olsa mutlak olarak onlarla birlikte
oturmak olmadığını vurgulamaya yöneliktir. Yasak olan, Allah'ın ayetlerini
alaya aldıkları sürece onlarla birlikte oturmaktır.
Bundan da anlıyoruz ki ayette, hazıf yoluyla bir tür özetleme yönüne
gidilmiştir. Dolayısıyla ifadenin takdirî açılımı şöyledir: "Ayetlerimiz
hakkında konuşmaya dalanların, onlar hakkında konuşmaya daldıklarını
gördüğün zaman, onlardan yüz çevir..." Dolayısıyla sıla cümlesine
benzeyen cümle, ihtiyaç olmadığı için hazfedilmiştir. Bu durumda
şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza -Allah doğrusunu herkesten daya iyi
bilir-: "Allah'ın ayetleri hakkında konuşmaya dalan ve onlarla alay
eden kimseleri, Allah'ın ayetleri hakkında konuşmaya dalmaya, onları
alaya almaya devam ettiklerini gördüğün zaman, onlardan yüz çe-
vir, başka bir konuya dalıncaya kadar onların halkalarına katılma.
Başka bir konuya girdiklerinde, onlarla birlikte oturmanı engelleyecek
bir şey yoktur." Bu söz, müşriklere karşı ve hücceti onlara tamamlama
bağlamında söyleniyorsa da, işaret edilen gerekçe, hem
onları, hem de başkalarını kapsayacak niteliktedir. Ayetin sonunda
da şöyle bir ifade yer alıyor: "Hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla
oturma." Buna göre, Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri konuşup
lâfa dalmak bir zulümdür. Dolayısıyla ayet, zalimlerin zulmüne
ortak olmayı yasaklamaktadır. Kur'ân'ın başka bir yerinde bu bağlamda
şu uyarıya yer verilmiştir: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz."
(Nisâ, 140)
Bununla da anlıyoruz ki: Ayet, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe
dalanlardan yüz çevirmeyi emretmiyor; bilâkis Allah'ın ayetleri
hakkında ileri geri konuşmaya daldıkları sürece onlardan yüz çevirmeyi
emrediyor.
"Ondan başka" ifadesindeki zamir, Allah'ın ayetleri bağlamında daldıkları
söze dönüktür. Çünkü o söz bir tür dalmadır; bu ise, ayette yasaklanmıştır.
Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla
beraber oturma.
"İmma yunsiyenneke=Şayet... sana unuttursa" ifadesindeki "ma" fazladır
ve bir tür tekit ya da azaltma anlamını verir. "Nun" ise tekit içindir.
Dolayısıyla ifadenin normal şekli, "in yunsike"dir. Bu bakımdan
cümle, yasağı pekiştirme ve şiddetlendirmeye yöneliktir. Yani, şeytanın
sana unutturması sonucu, bizim bu yasağımızdan gafil olsan bile,
hatırladığın zaman, onların yanından kalmak hususunda gevşek davranma.
Çünkü kornanlar (muttakiler), Allah'ın ayetlerini oyun ve eğlence
konusu yapıp onlar üzerinde konuşmaya dalanlar gibi davranmazlar,
onların tutumlarına ortak olmazlar.
Bu ayette hitap, Peygamberimize (s.a.a) yöneliktir; fakat maksat, onun
ümmetidir. Daha önce peygamberlerin masum olduklarını, bu
ayette işaret edilen türden unutkanlıklara düşmeyeceklerini belirtmiştir.
Çünkü burada ilâhî bir hükmü unutma ve pratikte bu hükme
muhalefet etme söz konusudur. Hz. Peygamber'in böyle bir şey
yapması başkalarına örnek olabileceğinden onun hakkında böyle bir
şey mümkün değildir.
Hemen sonraki ayette, sözün ümmetin korunanlarına atfedilmesi de
bunu desteklemektedir. "Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk
yoktur..." ayetini kastediyorum.
Nisâ Suresi'nde yer alan şu ayet, bu bakımdan daha açık bir kanıtsallık
işlevini görmektedir: "O, kitapta size indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin
inkâr edildiğini yahut alaya alındığını işittiğinizde, ondan başka
bir söze dalıncaya kadar onlarla bir arada oturmayın. Yoksa siz de
onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü
cehennemde toplayacaktır." (Nisâ, 140) Çünkü Medine'de inen Nisâ
Suresi'nde yer alan bu ayette işaret edilen Allah'ın kitapta indirdiği
hükümden kastedilen, Mekke'de inen En'âm Suresi'nde yer alan bu
ayetteki hükümdür. Çünkü bu konuya değinen başka ayet yoktur. Görüldüğü
gibi, Nisâ Suresi'nin bu ayetinde, daha önce inen o hükmün
müminlere yönelik olduğuna değiniliyor. Bu da, "Ayetlerimiz hakkında
münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman..." hitabının Peygamber'e
(s.a.a) yönelik olmasını, ancak maksadın başkaları olmasını gerektirmektedir.
"Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla." gibi.
69) Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat,
belki korunurlar diye, (bu) bir hatırlatmadır.
Demek isteniyor ki, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsiz konuşmalara
dalanların kazandıkları günah, sadece kendi omuzlarına biner,
başkalarının hanesine yazılmaz. Ancak o başkaları onlara benzerler,
onların davranışlarına ortak olurlar ya da onların amellerini
hoşnutlukla karşılarlarsa, başka. Çünkü bir işten, ancak onu yapan
kimse sorumlu tutulur. Fakat biz onları uyarıyoruz ki, korkup sakınsınlar.
Çünkü doğrudur ki bir insan, onlarla birlikte oturduğu zaman,
onların daldığı konuşmalara katılmayabilir, yaptıklarına kalben razı
olmayabilir, sırf onların yanında olması, onların zulümlerini desteklemek,
sözlerini onaylamak anlamına gelmeyebilir. Ancak Allah'a
karşı gelinmesine tanık olmak, günahın işlenmesini seyretmek, nefis
açısından günahı basitleştirir, görüp seyredenin gözünde suçu küçültür.
Günah önemsiz görüldüğü zaman da, insanın onu işlemesinin ih-
timali artar. Çünkü nefsin her türlü günaha yönelik bir arzuya sahip
olduğu bir gerçektir.
Dolayısıyla korunan bir insanın, Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak
duran bir kimsenin, günahlara aldırış etmeyen, Allah'ın sınırlarını çiğnemekten
sakınmayan kimselerden uzak durması gerekir. Nitekim
bu, bu durumda olanlara, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe
dalanlara da farz ve gereklidir. Hikmeti ise, Allah'a ve ayetlerine
yönelik cür'etkâr davranışların insanın gözünde basitleşmesidir. Çünkü
insanın gözünde günahın basitleşmesi, onu günaha yaklaştır, helâk
oluşla yüz yüze getirir. Bir tehlikenin etrafında dolaşanın, içine
düşmesinden korkulur.
Bu açıklamadan şu hususlar belirginlik kazanıyor:
Birincisi: Onların hesabına ortak olmama durumunun sadece korunanlardan,
kaçınanlardan olumsuzlanması, bununla beraber, bir işi
işlemeyenin, onu işleyene ortak olmadığı bir gerçek olması da gösteriyor
ki, verilmek istenen mesaj şudur: Onların meclislerine katılmak,
onlarla birlikte oturmak, insanı onlara verilecek cezadan emin
kılmaz. Onların sorumlu olduğu şeyden sorumlu tutulma ihtimali her
zaman vardır. Dolayısıyla bu ifadeyi şu şekilde algılayabiliriz: Onlarla
birlikte münasebetsizliğe dalmayanlara, onlarla birlikte dalmaktan
kaçındıkları sürece, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Ancak
biz onları, münasebetsizliğe dalanlarla birlikte oturmama hususunda
uyarıyoruz ki, bu şekilde münasebetsizliğe dalmaktan korunmalarını,
kaçınmalarını sürdürsünler ya da bu şekilde Allah'ın koyduğu haramlara
yönelik takvaları ve sakınmaları tamamlansın.
İkincisi: "Korunanlara, ...bir sorumluluk yoktur." ifadesinin orijinalinde
geçen "takva"dan maksat, genel anlamda korunup sakınmadır.
Yani, yüce Allah'ın razı olmadığı şeylerin genelinden kaçınıp korunma.
"Belki korunurlar" ifadesinde geçen "takva" ise, özel olarak Allah'ın
ayetleri hakkında münasebetsiz konuşmaya dalma günahından
sakınma anlamında kullanılmıştır. Ya da birincisinde takvanın
aslı, ikincisinde ise tamamı; yahut birincisinde takvanın özü, ikincisinde
ise ayrıntısı, yani yerine göre takvanın pratiğe yansıması kastedilmiştir.
Ki Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizce konuş
maya dalmaktan kaçınmak da bunun pratiğe yansıyan bir örneğidir.
Burada bir diğer anlam da söz konusudur. Buna göre, birincisinde
müminlerin korunup sakınması ikincisinde ise, ayetler hakkında münasebetsiz
konuşmaya dalanların bundan sakınmaları kastedilmiş
olabilir. Dolayısıyla ifadenin takdirî açılımı şöyle olur: Fakat, bu şekilde
dalanlara hatırlatıp uyarın, belki ayetler hakkında konuşmaya
dalmaktan sakınırlar.
Üçüncüsü: "Hatırlatma" ifadesi, cümle içinde takdir edilen fiilin
mef'ul-ü mutlakıdır. Bu durumda şöyle bir anlam elde ediyoruz: Fakat
onlara hatırlatıyoruz" veya "Onlara hatırlatın". Bu ifade, mahzuf mübtedanın
haberi de olabilir. O zaman da anlam, "Fakat bu bir hatırlatmadır."
şeklinde belirginleşir. Ya da mahzuf haberin mübtedası da
olabilir. Dolayısıyla, "Sana düşen, onlara hatırlatmaktır." şeklinde bir
anlam elde ediyoruz. Bu yaklaşımlardan ilk akla gelen ise, ortadaki
yaklaşımdır.
70) Dinlerini oyun ve eğlence yerine koyan ve dünya hayatının aldattığı
kimseleri bırak ve onunla hatırlat ki kişi, kazandıkları sebebiyle
alıkonmasın...
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Beslu, bir şeyi büzmek,
toparlamak ve men etmek, alıkoymak demektir. Büzmek,
toparlamak anlamını içerdiği için de, mecazî olarak, yüzün ekşitilmesi
anlamında da kullanılmış, yüzünü ekşitene 'bâsil' ve 'mübtesil'ülvech'
denilmiştir. Men etme ve alıkoyma anlamını içerdiği için de,
engellenen, yoksun bırakılan ve elinde ipotek bulunduran kimseye
'besl' denmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Ve onunla (o Kur'ân'la)
hatırlat ki kişi, kazandıkları (günahlar) sebebiyle alıkonmasın.' Yani,
sevaptan mahrum bırakılmasın.
'Haram' ile (engellenilen anlamında)
'besl' arasındaki fark, 'haram'ın genel olması, hem hüküm ve yasayla
yasaklanan şeyleri, hem de baskı ve zorla yasaklanan şeyleri
kapsıyor olmasıdır. 'Besl'in ise, sadece baskı ve zorla yasaklanan şeyleri
ifade ediyor olmasıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'İşte onlar, kazandıkları
(günahlar) sebebiyle alıkonmuşlardır.' Yani, sevaptan yoksun
bırakılmışlardır." (el-Müfredat'tan yapılan alıntı son buldu.)
Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Araplar, 'Ebseltuhu bi-
cerîretihi' derler. Yani, suçundan dolayı onu teslim ettim. el-Müstebsil;
kurtulamayacağını bildiği için teslim olan kimse demektir...
Ahfeş der ki: Tubsilu, 'cezalandırıyorsun' anlamını ifade eder. Yine
'tubsilu' ifadesinin 'ipotek ediyorsun, rehine koyuyorsun' anlamına
geldiği de söylenmiştir. Dikkat edilirse bunlar, birbirine yakın anlamlardır."
(Alıntı bitti.)
Buna göre, ayetin anlamı şöyle belirginleşmektedir: "Dinlerini oyun
ve eğlence yerine koyan kimseleri terk et..." Burada, nefislerinin arzularını,
keyiflerini din edinmeleri, dinlerini oyun ve eğlence konusu
yaptıkları olarak değerlendirilmiştir. Bu durumda, onlar için bir hak
din varsayılmıştır. Bu hak din, hiç kuşkusuz, fıtratlarının onları çağırdığı
şeydir. Dolayısıyla, fıtratlarının çağırdığı hak dini benimsemeleri,
ona ciddiyetle sarılmaları, onu karışıklıklardan ve tahriften korumaları
gerekirdi. Ama onlar, bunun yerine dinlerini oyun ve eğlence edindiler.
Keyiflerine göre şekilden şekle, nefislerinin arzusuna uygun
olarak kalıptan kalıba soktular.
Ardından, dinlerine oyun ve eğlence yerine koyuşlarına şu ifade atfediliyor:
"Ve dünya hayatının aldattığı kimseleri". Çünkü bunlar, birbirlerini
gerektiren durumlardır. Dünya hayatının lezzetlerinden sınırsız
zevk alma çabası ve bu yönde yoğun bir çaba içinde olmak, hak din
hususunda ciddiyeti terk etmeyi, onu bir eğlence, bir vakit geçirme
aracı hâline getirmeyi gerektirir.
Ardından, şöyle buyuruluyor: "Ve onunla hatırlat..." Yani Kur'ân ile hatırlat
ki, kişi kazandığı günahlar sebebiyle ilâhî mükâfattan ya da kişi
kazandığı günahlarla beraber sorguya çekilmeye ve cezalandırılmaya
teslim edilmesin. Bu duruma düşen bir kişinin Allah'tan başka ne bir
velisi, ne de şefaatçisi olur. Ne kadar bedel öderse ödesin, ne kadar
fidye verirse versin, bunlar kendisinden kabul edilmez. Çünkü o gün,
amellerin karşılıklarının verildiği gündür, alışveriş günü değil. İşte onlar,
Allah'ın sevabından alıkonmuş, men edilmişlerdir. Ya da Allah'ın
cezalandırmasına teslim edilmişlerdir. İnkâr etmelerinden dolayı onlar
için kaynar sudan bir içecek ve acı bir azap vardır.
71) De ki: "Allah'tan başka, bize ne yarar, ne zarar vermeyen şeylere
mi yalvaralım?" Yadırgama amaçlı soru tarzında müşriklere karşı sunulmuş bir kanıttır.
Burada, Allah'a ortak koştukları düzmece ilâhların niteliği olarak
ne yarar, ne de zarar dokunduramayacak oluşları ön plâna çıkarılıyor.722
Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, müşriklerin tanrılar edinmelerinin
temelinde, yarar umudu veya zarar korkusu yatmaktaydı. Yüce
Allah'a ortak koşulan bu düzmece tanrılar, yarar veya zarar dokunduramadıklarına
göre, bunlara dua etmeyi, kulluk sunmayı ve kurbanlar
adamayı gerektiren bir durum yoktur demektir.
"Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde geriye
mi döndürülelim? Tıpkı şeytanların... şaşkın bir hâlde bıraktıkları... kimse
gibi (mi olalım)?"
Ayetin orijinalinde geçen "istehvethu" kelimesinin mastarı olan
"istihva" alçalma ve düşüş isteği demektir. Ökçeler üzerinde döndürülmekse,
kinaye yollu sapıklık ve hidayeti terk etmek demektir.
Çünkü gerçek bir hidayetin gereği, dosdoğru yol üzerinde oluş, onun
üzerinde yürüyüştür. Dolayısıyla ökçelerin üzerinde geri dönmek, bu
yolda yürümekten vazgeçmek, geride bıraktığı yürüyüşüne, yani sapıklığa
geri dönmektir. Bu yüzden, "Ve Allah bizi doğru yola ilettikten
sonra, ökçelerimiz üzerinde geriye mi döndürülelim?" denilerek, bu
geri dönüşün, ilâhî hidayetten sonra olacağı vurgulanmıştır.
Bazıları, "Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, ökçelerimiz üzerinde
geriye mi döndürülelim?" ayeti ile, bu anlamda olan başka ayetleri,
sözgelimi Hz. Şuayb'ın ağzından aktarılan, "Kavminden büyüklük
taslayan ileri gelenler dediler ki: 'Ey Şuayb, mutlaka seni ve se-ninle
beraber inananları kentimizden çıkaracağız ya da dinimize dönersiniz!'
Dedi ki: 'İstemesek de mi? Eğer Allah bizi ondan kurtardıktan
sonra, tekrar sizin dininize dönersek, o zaman Allah'a yalan uydurmuş
oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikten sonra, ona dönmemiz, bizim
için olur şey değildir." (A'râf, 89) şeklindeki ayeti ilginç bir şekilde
yorumlayıp tuhaf çıkarsamalarda bulunmuşlardır.
Bunların çıkarsamalarına göre, peygamberler, peygamberlikle görevlendirilmeden,
nübüvvet misyonunu üstlenmeden önce küfür üzerindeymişler.
Onlara göre, Allah'ın doğru yola iletmesinden sonra ökçe-
ler üzerinde geri döndürülmek ve Allah'ın kurtarmasından sonra şirk
dinine dönmek ifadeleri, onların kurtarılmadan önce bu dinlere mensup
olduklarını gösteren kanıtlardır. Bu, çürük bir kanıtlamadır. Çünkü
peygamberlerin bu sözleri, dinsel topluluğun diliyledir. Ki bu toplumun
bireyleri de şirk üzerindeydiler. Nihayet yüce Allah, peygamberleri
aracılığıyla onları hidayete erdirmiştir. Bununla, bir toplumun
bireylerinin büyük kısmının başlangıçta şirk üzere olmalarının, önceki
küfürlerinin herkese izafe edilmesini caiz kılacağını söylemek istemiyoruz.
Yani, tağlip sanatıyla onların şirklerinin yanında peygamberlerinin
imanı görmezlikten gelinerek böyle bir kullanıma gidilmiştir.
Çünkü yüce Allah'ın hak sözü, böyle bir ihtimali içermez.
Bizim demek istediğimiz şudur: Hem peygamberi, hem de ümmeti
kapsayan dinsel topluluğun bireyleri için, "Onlar, ancak Allah'ın kendilerini
doğru yola iletmesinden sonra şirkten kurtuldular.' demek
doğrudur. Çünkü aksi takdirde, onların sapıklık üzere olmaktan başka
seçenekleri yoktu. Ümmete gelince; onlar, din aracılığıyla hidayete
ermeden önce şirk üzerindeydiler. Peygamberlerine gelince; onlar da,
Allah aracılığıyla hidayet etmişlerdir. Eğer Allah'ın hidayeti, yol göstericiliği
olmasaydı, kendilerinden yana onlar için sapıklıktan başka bir
şey söz konusu olamazdı. Çünkü Allah'tan başkası, kendisi için ne
yarar, ne de zarar verme gücüne sahip değildir. Dolayısıyla, onlar açısından
da, "Allah kendilerini doğru yola ilettikten sonra, ökçelerinin
üzerinde geri dönme veya Allah kendilerini kurtardıktan sonra yeniden
şirke dönme hakları yoktur." demek doğrudur.
Kısacası, bu ifade, onlarla ilintili olarak bir gerçeği dile getirmektedir.
Toplumlarının bir bireyi olan peygamberin, peygamberliğinden önce
küfür üzere olmamış olması da bu gerçeği değiştirmez. Çünkü iman
ve hidayet, her hâlükârda, onların kendilerinden olan durumlarından
sonra Allah tarafından kendilerine verilen bir nimettir. Kendilerinden
olan durumları ise, bilindiği gibi, sapıklıktır.
Kaldı ki, daha önce peygamberlerin masumluğuyla ilgili çeşitli konularda
gördük ki Kur'ân, onların en küçük bir günahtan bile masum
olduğunu ifade etmektedir. Böyle olunca, onlar için büyük günah,
hatta en büyük günah olan şirk nasıl tasavvur edilebilir?!
"Tıpkı şeytanların yeryüzünde aşağılık duruma düşürerek şaşkın bir
hâlde bıraktıkları..." ifadesi, bir örnektir. Burada, konumuyla ilgili bir
öngörüye, mutluluğu hususunda sarsılmaz bir kararlılığa sahip olmayan
şaşkın bir insanın durumu somutlaştırılmıştır. Bu adam, amacına
ulaşması için en düzgün ve en güzel yolu terk ediyor. Oysa kendinden
önce, nice arkadaşları bu yolu izleyerek hidayeti bulmuşlar. Ama o
hâlâ kendisini rezilliğe ve helâke çağıran şeytanlarla, hidayete eren
arkadaşları arasında şaşkın bir hâlde durmaktadır. Arkadaşları ya
menzillerine varmışlar ya da varmak üzeredirler ve onu "Bize gel!" diye
doğru yola çağırıyorlar. O ise, alçalışla düze çıkış arasında ne yapacağını
bilemeden öylece duruyor.
De ki: "Hidayet, ancak Allah'ın hidayetidir ve bize, âlemlerin Rabbine
teslim olmamız emredilmiştir."
Şayet mesele, fıtratla uyuşan ve "Allah'ın hidayeti" olarak adlandırılan
yüce Allah'ın çağrısı ile keyfe uymaktan, dini oyun ve eğlence konusu
yapmaktan ibaret olan şeytanların çağrısı arasında dönüyorsa,
Allah'ın hidayeti, gerçek hidayettir, başkası değil.
Fıtratın çağrısıyla uyuşan şeyin Allah'ın hidayeti olduğuna gelince; bu,
şüphe götürmeyecek kadar açık bir gerçektir. Çünkü gerçek hidayet,
varoluş ve yaratılışa uygun olandır. Bu ise, sadece Allah'ın gücü dahilindedir.
Biz de bir dini veya inancı, ancak gerçeklerle örtüştüğünü
düşündüğümüz için benimseriz. Gerçeklerse, Allah'ın elindedir. Dolayısıyla
Allah'ın hidayeti hiçbir zaman gerçeklerin ötesinde kalmaz.
Uyulması gereken gerçek hidayetin şeytanların çağrısı değil de Allah-
'ın hidayeti olduğuna gelince; bu da apaçık bir gerçektir. Çünkü başlangıcımız
ve sonumuz itibariyle, dünyadaki ve ahiretteki ihtiyaçlarımız
itibariyle, kısacası her şeyimizle bağlı olduğumuz güç, yüce Allah'tan
başkası değildir.
"Ve bize, âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir." Mecma'ul-
Beyan tefsirinde, müellif şöyle der: "Araplar, 'Emertuke litef'ale
(yapman için emrettim), emertuke en tef'ale (yapmanı emrettim),
emer-tuke bi-en tef'ale (yapmanı emrettim)' derler. 'Emertuke
bi-en tef'ale' ifadesindeki 'ba' beraberlik, bitişiklik anlamını ifade eder.
Yani, emrin o fiille ilintili olduğunu bildirir. 'Emertuke en-tef'ale'
sözünde ise, söz konusu cer harfi hazfedilmiştir. 'Emertuke litef'ale'nin
anlamı ise, 'yapman için emrettim'dir. Zeccac der ki: İfadenin
takdirî açılımı şöyledir: 'Umirna key nuslime.' Yani, teslim olalım
diye bize emredildi."
"Ve bize... teslim olmamız emredilmiştir." cümlesi, "Hidayet, ancak
Allah'ın hidayetidir." ifadesini açıklamaya dönük bir atıftır. Şu hâlde,
teslim olma emri, Allah'ın hidayetinin bir örneğidir. Dolayısıyla, ifadenin
anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: "Allah bize, kendisine
teslim olmamızı emretmiştir." Ancak, "Âlemlerin Rabbine" sözünün
zamir yerine konuluşuna bir hazırlık olsun diye fiilin faili belirsiz bırakılmıştır.
Böylece emrin illetine işaret edilmek istenmiştir. Demek isteniyor
ki: Bize gaipten, Allah'a teslim olmamız emredilmiştir. Çünkü
O, bütün âlemlerin Rabbidir. Âlemlerin tümünün veya -putperest-lerin
iddia ettiği gibi- bir kısmının, O'nun dışında başka bir rabbi veya başka
rableri yoktur.
Ayetten zahirinden anladığımız kadarıyla, "teslim olmak"tan (İslâm'dan)
maksat, salt kelimeişahadeti söylemek değil, bütün ilâhî emirlere teslim
olmaktır. Daha önce tefsirini sunduğumuz, "Hiç şüphesiz, din, Allah
katında İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19) ayetinden de anlaşılan budur.
72) "Ve (bize söylenmiştir ki:) Namazı kılın ve O'ndan sakının. Huzurunda
bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur."
Sözün akışı içinde, anlatım değişikliğine gidiliyor. Bu bağlamda emir,
söyleme anlamında kullanılıyor ve bu anlam esas alınarak sanki şöyle
denmek isteniyor: "Ve bize söylenmiştir ki: Âlemlerin Rabbine teslim
olun, namaz kılın ve ondan sakının."
Dinî amellerin ayrıntıları ikinci kez, "O'ndan sakının." ifadesiyle özetleniyor.
[Birinci kez, teslim olma emriyle özetlenmişti.] Yalnızca namazdan
açıkça söz ediliyor ki, bu namazın büyüklüğünü ve ona verilen
önemi vurgulamaya yöneliktir. Kur'ân-ı Kerim'in namaza ne adar
önem verdiği kuşku götürmeyen açık bir gerçektir.
"Huzurunda bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur." Şu hâlde O'na teslim
olmak, O'ndan sakınmak, korunmak gerekir. Çünkü dönüş O'nadır,
hesaba çekmek ve amellerin karşılığını vermek de O'nun elindir.
73) Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur. Ol, dediği gün, oluverir. Sözü
haktır.
Yüce Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının bir kısmının burada zikredilmesinin
maksadı, bundan önceki sözleri açıklamak ve gerekçelendirmektir.
Çünkü yüce Allah, bundan önce hidayetin kendi hidayeti
olduğunu bildirmiş, sonra bunun bir tür tefsiri olarak, hidayetin anlamının
kendisine teslim olmak, namaz ve takva (sakınma, korunma)
olduğunu bildirmiştir. Bu ise, dinin bütünü demektir. Ardından,
yüce Allah, vazgeçilmemesi gereken hidayetin kendi hidayeti olduğunun
sebebi olarak da, bütün insanların huzurunda bir araya getirilecek,
toplanacak olmalarını gösteriyor. En sonunda, tam açıklamayı
da şöyle yapıyor: "Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur..." Eğer yüce
Allah'ın sayılan bu isim ve niteliklerinden biri olumsuzlanırsa, açıklama
tamamlanmış olmaz.
"...Yaratan O'dur." sözüyle, yaratılışın bütünüyle O'nun fiili olduğunun
vurgulanması kastedilmiştir. Ayrıca bu fiil, hak ile yerine getirilmiştir,
batıl ile değil. Bir fiil batıl değilse, bir amacının olması kaçınılmazdır.
O hâlde yaratılışın da bir amacı vardır. O da, O'na dönüştür. Aşağıdaki
ayette zikredilen iki kanıttan birini de bu oluşturmaktadır: "Göğü, yeri
ve ikisinin arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin
zannıdır..." (Sâd, 27-28) Buna göre, göklerin ve yerin hak ile yaratılmış
olması, yaratılanların bir arada O'nun huzuruna varacakları sonucunu
vermektedir.
"Ol, dediği gün, oluverir." Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla,
olması emredilen şey, haşir günüdür. Gerçi yaratılan her varlık bu şekilde
yaratılmaktadır. Nitekim yüce Allah bir ayette bu hususa şöyle
işaret etmiştir: "O'nun işi, bir şeyi dilediği zaman ona, 'Ol!' demektir,
hemen oluverir." (Yâsîn, 82) Tefsirini sunduğumuz ifadede geçen 'gün',
demekle ilintili zarftır. Anlamı ise şöyledir: "Kıyamet gününe, 'Ol!' dediği
gün, hemen oluverir." Bazıları demişlerdir ki, bu söz "şey"e söylenmiştir.
Bu durumda ifadenin takdirî açılımı şöyledir: "Bir şeye, 'Ol!'
dediği gün, hemen oluverir." Ancak bizim açıklamamız ayetin akışına
daha uygundur.
"Sözü haktır." Bir gerekçedir. Bununla, kendisinden önceki cümle ge-
rekçelendirilmiştir. Bunun kanıtı da cümlenin ayrılmış olmasıdır. Hak
ise, kelimenin tam anlamıyla sabit olan şey demektir. Zihin dışı varlık
ve dış dünya yani. "Ol, dediği gün, oluverir." ifadesinden de anlaşıldığı
gibi, O'nun sözü, fiili ve meydana getirişi olduğuna göre, yüce Allah'ın
sözü, reddedilmesi mümkün olmayan hakkın kendisidir. O'nun kelimelerini
değiştirecek yoktur. Yüce Allah buyuruyor ki: "Ve ben hakkı
(gerçeği) söylerim." (Sâd, 84) Sûra üflendiği gün, mülk O'nundur.
Burada kıyamet günü kastediliyor. Bir ayette şöyle buyrulmuştur: "O
gün onlar, ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. 'Bu
gün mülk kimindir?' O tek kahhar Allah'ın." (Mü'min, 16) Her zaman
mülk Allah'ın olduğu hâlde, sûra üflendiği gün mülkün O'na ait olmasından
maksat, bu gerçeğin, sebeplerin ortadan kalkması, çeşitli bağ
ve neseplerin kesilmesi suretiyle, açık bir şekilde ortaya çıkmasıdır.
Daha önce, değişik münasebetlerle bu konuya bölük pörçük de olsa
değinmiştik. İnşaallah, ileride münasip bir yerde bu konuya ve sûrun
anlamına ilişkin geniş ve doyurucu açıklamalarda bulunacağız.
Gaybı (görülmezi) ve görüleni bilir. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.
Bunun anlamını daha önce açıklamıştık. Ulu Allah'ın bu niteliği, hesaba
çekip karşılık vermenin dayanağıdır. "Hikmet sahibi" ve "her şeyden
haberdar" olma nitelikleri de öyle. Dolayısıyla yüce Allah, gaybı ve görülen
âlemi bilmesiyle, eşyanın dış kısmını da, iç yüzünü de bilir. Bir şey
açıklığı itibariyle ve bir şey de gizliliği itibariyle O'na gizli kalmaz. Hikmeti
sayesinde de yaratılış düzeni sağlam işler. Gerekli olan cezayı gerektiği
gibi belirler. Kimseye zulmetmez, gereksiz karşılık vermez. Her
şeyden haberdar olduğu için de küçük bir şey küçük olduğu, büyük bir
şey de büyük olduğu için O'nun gözünden kaçmaz.
Dolayısıyla yüce Allah'ın bu isim ve nitelikleri şunu açık ve net bir şekilde
ortaya koyuyorlar: Herkes O'nun huzuruna varacak, O'nun huzurunda
toplanacaktır. Gerçek hidayet, Allah'ın hidayetidir. Hak din, Allah'ın
emrettiği fıtrat dinidir. Çünkü yüce Allah, evreni bir amaç için
yaratmıştır. Bu amaca yönelik olarak evreni yaratmayı dilemiştir. Bu
amaç, O'na dönüşten ibarettir. Allah bunu dilediğine göre, ona 'Ol!'
diyecek, o da olacaktır. Çünkü O'nun sözü, geri çevrilemez haktır. O
gün kesin olarak ortaya çıkacak ki, mülk O'nundur. O'nun dışında
hiçbir şeyin başka bir şey üzerinde egemenliği yoktur. Orada O'nun
ayırt etmesiyle, kendisine itaat edenler, isyan edenlerden ayrılacaktır.
Çünkü O, hikmeti ve haberdarlığı ile görülmeyen ve görülen her
şeyi bilir.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu hususlar ortaya çıkıyor:
Birincisi: "Hak ile" sözüyle, göklerin ve yerin yaratılışının hak yaratılış
olduğu kastediliyor. Yani hak, yaratılışın niteliğidir. Az önce, O'nun fiilinin
ve sözünün hak oluşunu da açıklamıştık. Bu ifadenin anlamının,
"O, gökleri ve yeri hak söz ile yarattı." olduğu yönündeki yorum ise,
uzak bir ihtimaldir.
İkincisi: "Ol, dediği gün, oluverir." sözü, ayetin akışından da anlaşıldığı
gibi, kıyamet gününün vuku bulmasıyla ilgilidir. Her şeyin yaratılışının
bu tarzda gerçekleşiyor olması, bu açıdan durumu değiştirmez.
Üçüncüsü: "Sûra üflendiği gün, mülk O'nundur." ifadesinde, kıyamet
gününün niteliklerinden özellikle sûra üfürülmesinden söz edilmesi
ile genel seferberlik, genel toplanma anlamına işaret etme amacı
güdülmüştür. Bu, önceki ayetin sonunda yer alan şu ifadeye de uygundur:
"Huzurunda bir araya getirileceğiniz (mabut), O'dur." Çünkü
ayetin orijinalinde geçen "haşir" sözcüğü, insanların mezarlarından
çıkarılıp toplu bir hâlde bir tür zorlamayla götürülmeleri, sürülmeleri
demektir. Sûra da ancak askerlerin kendilerini ilgilendiren önemli bir
iş için toplanmaları, içtima etmeleri için üflenir. Kıyamet günü insanların
mahşer meydanında toplanıp aralarında hüküm verilmesi için
ikinci kez sûra üflenir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sûra
üflendi. İşte onlar, kabirlerinden Rablerine koşuyorlar... O, sadece bir
korkunç sesten ibarettir. Ardından hemen, hepsi huzurumuza getirilmişlerdir.
O gün, hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz ve siz ancak
yapmakta olduklarınızın karşılığını alırsınız." (Yâsîn, 51- 54)
Bu iki yerde "gün" aynı anlamda kullanılmamıştır. İlkinde, mutlak
zarf kastedilmiştir. Sözün akışı içinde kıyamet günü için bir zarf varsayılmıştır.
Bu, tıpkı bizim şu sözümüze benzer: Allah'ın hareketi ya-
rattığı gün. Allah'ın günleri ve geceleri yarattığı zaman. Oysa bilindiği
gibi gün, hareketin meydana getirdiği bir şeydir. Zaman ise gece ve
gündüzden ibrettir. İkincisinde ise, günden, kıyametin kendisi kastedilmiştir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr'ül-Mensûr'da, "O, gerçeği ayırır..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle
denir: Darekutnî -el-İfrad'da- ve İbn-i Mürdeveyh, Übey b. Kâ'b-dan
şöyle rivayet ederler: "Resulullah (s.a.a), bu ayeti bir adama, 'O, gerçeği
ayırır ve O, ayırt edenlerin en iyisidir.' şeklinde okuttu." [c.3, s.14]
Aynı eserde, "Gaybın hazineleri O'nun yanındadır; onları O'ndan
başkası bilmez..." ayetiyle ilgili olarak şöyle denir: Ahmed, Buharî,
Haşiş b. Esram -el-İstikame'de-, İbn-i Ebî Hatem, Ebu'ş-Şeyh ve İbn-i
Mürdeveyh, İbn-i Ömer'den Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini rivayet
ederler: "Gaybın anahtarları beş tanedir; Allah'tan başka kimse onları
bilmez. Yarın ne olacağını Allah'tan başka kimse bilmez. Rahimlerin
ne zaman eksilteceğini ve yüklerini bırakacağını Allah'tan başka
kimse bilmez. Yağmurun ne zaman yağacağını Allah'tan başka kimse
bilmez. Hiç kimse nerede öleceğini bilmez; bunu ancak Allah bilir.
Kıyametin ne zaman kopacağını da yüce Allah'tan başka kimse bilemez."
[c.3, s.15]
Ben derim ki: Sahih olması durumunda bu rivayeti, tefsirini sunduğumuz
sırada belirttiğimiz gibi, ayetin genelliğiyle çelişir gibi algılamamak
gerekir. Çünkü bu bağlamda sayısal bir sınırlandırmanın hiçbir
anlamı yoktur. Rivayette işaret edilen gaybî olayları, oluştan önce
bilinen olaylar adı altında toplayabiliriz. Oysa, bizzat ayetin tanıklığıyla,
bu beş şeyin dışında gaybın başka örnekleri de vardır.
Aynı eserde şöyle geçer: el-Hatib, Tarih'inde, zayıf bir rivayet zinciriyle
İbn-i Ömer'den Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Toprakta hiçbir ekin ve ağacın dalında hiçbir meyve yoktur ki, üzerinde
şöyle yazılı olmasın: 'Bismillahirrahmanirrahim. Bu, falan oğlu
falanın rızkıdır.' 'Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin. Yine yerin
karanlıklarına hiçbir tane (düşmez), yaş ve kuru hiçbir şey düşmez ki
(O, onları bilmesin ve bütün bunlar) apaçık bir kitapta olmasın.' ayetiyle
buna işaret edilmiştir." [c.3, s.15]
Ben derim ki: Rivayet zincirinin zayıflığı bir yana, içeriği de ayetle bu
şekilde örtüşmemektedir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ebu'r-Rebî' eş-Şamî'den şöyle rivayet edilir: İmam
Cafer Sadık'tan (a.s), "Hiçbir yaprak düşmez ki O, onu bilmesin... apaçık
bir kitapta olmasın." ayetini sordum. Buyurdu ki: "Yapraktan
kasıt, düşük çocuktur. Tane, çocuktur. Yerin karanlıkları, rahimdir.
Yaş, hayat bulan; kuru ise, ölendir. Bütün bunlar apaçık kitap-tadır."
[c.1, s.361]
Ben derim ki: Bu hadisi Kuleynî1 ve Şeyh Saduk2 Ebu'r-Rebî' vasıtasıyla
İmam Cafer Sadık'tan (a.s), Kummî3 de mürsel olarak rivayet etmiştir.
Ancak rivayet, ayetin zahiriyle örtüşmüyor. Buna benzer bir
başka rivayet de var. Bunu Ayyâşî, Hüseyin b. Said'den, o da İmam
Ebu'l-Hasan'dan (a.s) rivayet etmiştir.4
Mecma'ul-Beyan tefsirinde, "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden... bir
azap göndermeye... kadirdir." ayetiyle ilgili olarak şu açıklamaya yer
veriliyor: "Üstten gelecek azaptan maksat, zalim sultanlardır. 'Yahut
ayaklarınızın altından' ifadesiyle de kötü huylu, hayırsız köleler kastediliyor.
Bu yorum, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) da rivayet edilmiştir."
Mecma'ul-Beyan sahibinin, "Ya da sizi fırkalara bölmeye..." ifadesine
ilişkin yorumu ise şöyledir: "Bir görüşe göre, bundan şu anlam kastedilmiştir:
Aranıza düşmanlık ve asabiyet duygularını salarak bazınızı
bazınıza düşürür. Bu yorum, İmam Cafer'den (a.s) rivayet edilmiştir."
Müellifin, "Ve kiminize kiminizin hıncını tattırmaya" ifadesine ilişkin
yorumu da şöyledir: "Bundan maksat, kötü komşuluktur. Bu yorum
da İmam Cafer'den (a.s) rivayet edilmiştir." [c.3, s.315]
Tefsir'ul-Kummî'de, "Üzerinize, üstünüzden... bir azap göndermeye..."
ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bundan maksat, zorba sultan-
lar, zalim yöneticilerdir. 'Yahut ayaklarınızın altından.' Bundan maksat
da, düşük ahlâklı alçak ve hayırsız insanlardır. 'Sizi fırkalara bölmeye.'
Bundan maksat da asabiyettir. 'Ve kiminize kiminizin hıncını
tattırmaya.' Bununla da kötü, geçimsiz komşular kastedilmiştir."
Kummî der ki: "Ebu'l-Carud'un İmam Bâkır'dan (a.s) aktardığına
göre, o, şöyle buyurmuştur: 'O, sizin üzerinize, üstünüzden... bir azap
göndermeye kadirdir.' Bu, duman ve çığlıktır. 'Yahut ayaklarınızın altından.'
Bu, yerin dibine geçirilmektir. 'Ya da sizi fırkalara bölmeye.'
Bu dinde ihtilâfa düşüp bazınızın bazınızı yermesidir. 'Ve kiminize kiminizin
hıncını tattırmaya.' Bu da, birbirinizi öldürmenizdir. Bütün
bunlar, kıble ehliyle ilgilidir. Sonunda yüce Allah şöyle buyuruyor:
Bak, belki anlarlar diye delilleri nasıl döndürüyoruz (açıklıyoruz)." [c.1,
s.204]
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde şöyle geçer: Abdurrezzak, Abd b.
Humeyd, Buharî, Tirmizî, Nesaî, Nuaym b. Hammad -el-Fiten adlı eserde-,
İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebî Hatem, İbn-i Hibban, Ebu'şŞeyh,
İbn-i Mürdeveyh ve Beyhakî -el-Esma ve's-Sıfat adlı eserde-
Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: "De ki: O, sizin üzerinize,
üstünüzden... bir azap indirmeye... kadirdir." ayeti inince, Re-sulullah
(s.a.a), "Senin yüzüne (hoşnutluğuna) sığınıyorum." buyurdu. "Yahut
ayaklarınızın altından..." ifadesi inince, "Senin yüzüne sığınıyorum."
buyurdu. "Ya da sizi fırkalara bölmeye ve kiminize kiminizin hıncını
tattırmaya kadirdir." ifadesi inince Resulullah, "Bu, en hafifi veya en
kolayıdır." buyurdu. [c.3, s.17]
Ben derim ki: Buna yakın bir hadis, İbn-i Mürdeveyh aracılığyla
Cabir'den rivayet edilmiştir. [c.3, s.17]
Yine aynı eserde şöyle geçer: Ahmed, hasen olduğunu belirterek
Tirmizî, Nuaym b. Hammad -el-Fiten adlı eserde-, İbn-i Ebî Hatem ve
İbn-i Mürdeveyh, Sa'd b. Ebî Vakkas'tan, o da Peygamberimizden
(s.a.a), "De ki: O, sizin üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından
bir azap göndermeye... kadirdir." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet
eder: "Bütün bunlar olacaktır ve henüz somut olarak tevilleri
ortaya çıkmamıştır." [c.3, s.17]
Ben derim ki: Bu konuda Ehlisünnet kaynaklarında aktarılan
başka rivayetler de var. Şiî kaynakların Ehlibeyt İmamlarından (s.a)
aktardıkları rivayetlerde ise, ayette üstlerinden yahut ayaklarının altından
geleceği vaat edilen azap, yani çığlık ve yer yutması azabının
ileride gerçekleşeceği ifade edilir. Ümmetin fırkalara bölünüp kimine
kiminin hıncının tattırılması ise, bunun birçok örneği fiilen yaşanmıştır,
yaşanmaktadır.
Suyutî ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirinde ve İbn-i Kesir kendi tefsirinde
aktardıkları çeşitli rivayetlerde belirtildiğine göre, "De ki: O, sizin
üzerinize, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye...
kadirdir." ayeti inince Peygamberimiz (s.a.a) Rabbine sığındı
ve O'na, bu azapları ümmetine göndermemesi için dua etti. Yüce
Allah, bazı dualarını kabul etti, diğer bazısına ise icabet etmedi.
İcabet etmediği dua, fırkalara bölünmemeleri, kimine kiminin hıncını
tattırmamasıdır." [c.3, s.17]
Bu rivayetler -çok sayıda olmakla beraber- isnatları itibariyle zayıf
ve kuvvetli oluşlarından öte, ayetin zahiriyle bağdaşmadıkları için zayıftırlar.
Çünkü bu ayetten sonraki iki ayette şöyle buyruluyor: "O,
gerçek iken, kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil değilim. Her
haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." Bu ayetler,
sözü edilen azabın kesinlikle gerçekleşeceğini açık bir ifadeyle
ortaya koyması açısından bir tehdit niteliğindedir. Bu ayetler -En'âm
Suresi'nin kapsamında oluşları itibariyle- bir defada inmişlerdir. Yüce
Allah, bunu ümmetine duyurmasını Peygamberi'ne emretmiştir. Eğer
musibeti kaldırmaya ilişkin bir bedâ söz konusu olsaydı, bunu yüce
Allah'ın kelâmında görmemiz gerekirdi. Çünkü Allah'ın kelâmına, önden
ve arkadan batıl bulaşmaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, buna
ilişkin bir belirti olmadığı gibi, bunun aksini gösteren işaretler vardır.
Kur'ân'da yer alan birçok ayet, içerikleri itibariyle bu ayetleri destekler
mahiyettedir. Yûnus ve Rûm surelerinde yer alan ilgili ayetleri buna
örnek gösterebiliriz.
Kaldı ki bu rivayetler, bu musibetlerin vaki olacağını ve ümmetin
başına bu belâların geleceğini gösteren ve Sünnî ve Şiî kaynaklarca
aktarılan başka rivayetlerle de bağdaşmamaktadır.
Aynı şekilde, üzerinde durduğumuz bu rivayetler, sayısal olarak
çok olmakla ve birçoğunda Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu duayı, "De ki:
O, ...göndermeye... kadirdir." ayetinden sonra yaptığı belirtilmekle beraber,
istenilen şeylerin sayısında aralarında ihtilâf vardır. Çünkü bazısında
Peygamberimizin (s.a.a) üç istekte, bazısında dört istekte bulunduğu
belirtilir. Ayrıca, kabul edilen isteklerinin sayısında da rivayetler
arasında birlik yoktur. Bazısında bir, bazısında ise iki olduğundan
söz edilir. Yine isteklerin kendisinde de farklılıklar göze çarpmaktadır.
Örneğin; rivayetlerin bazısında bu isteklerin, gökten taş
yağması ve insanların yere batması, aralarında bölünmelerin olmaması
ve kimine kiminin hıncının tattırılmaması olduğu belirtilirken,
bazısında bunların, yere batma, kıtlık yılı ve çarpışmalarının kendi
aralarında olması olduğu belirtilir. Diğer bazı rivayetlerde, bunların,
genel kıtlık yılı, kendilerinin dışında bir düşmanın üzerlerine musallat
olması ve kimine kiminin hıncının tattırılması olduğu ifade edilir.
Başka bir grup rivayette ise, Peygamberimizin (s.a.a) isteklerinin,
ümmetinin sapıklık üzere birleşmemeleri, kendilerinin dışında bir
düşmanın başlarına musallat olmaması, kıtlık yıllarıyla helâk olmamaları,
ayrı ayrı gruplara bölünmemeleri, kimine kiminin hıncının tattırılmaması
şeklinde olduğu dile getirilmiştir. Konuyla ilgili başka rivayetlerde,
Peygamberimizin (s.a.a), kendilerinin dışında bir düşmanın
ümmetine musallat olmamasını, yere batırılarak helâk edilmemelerini,
çarpışmalarının kendi aralarında olmamasını istediği ifade
ediliyor.
Diğer bazı rivayetlerde, kendilerinden önceki toplumların helâk
edildikleri azaplarla helâk edilmemelerini, kendilerinin dışında bir
düşmanın üzerlerine musallat olmamasını, farklı gruplara bölünmemelerini,
kimine kiminin hıncının tattırılmamasını istediği dile getiriliyor.
Başka rivayetlerde ise, bunların, üstlerinden ve ayaklarının altından
azap gönderilmesi, fırka fırka bölünmeleri ve kimine kiminin
hıncının tattırılması olduğu ifade ediliyor.
Öte yandan, bu rivayetlerin çoğunda, Peygamberimizin (s.a.a) bu
duayı, Âliye bölgesinde Ensar köylerinden biri olan "Muaviyeoğulları
Harrası" köyünde yaptığı söyleniyor ki bu, olayın hicretten sonra gerçekleşmiş
olmasını gerektirmektedir. Oysa En'âm Suresi hicretten
önce Mekke'de bir defada nazil olmuştur. Ayrıca, bu rivayetler iyice
incelendiğinde aralarında başka çelişkilerin olduğu da görülecektir.
Eğer mutlaka bu rivayetlerden birini kabul etmek gerekirse, Suyu-
tî'nin Abdurrezzak, Abd b. Humeyd, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve İbn-i
Mürdeveyh kanalıyla Şeddad b. Evs'den, onun da merfu olarak Peygamberimizden
(s.a.a) aktardığı şu rivayeti tercih etmek daha isabetli
olur: "Yüce Allah yeryüzünü, doğusunu ve batısını görebileceğim
şekilde benim için dürüp topladı ve ümmetimin egemenliği, yeryüzünün
benim için dürülen kısmına kadar yayılacaktır. Bana iki hazine
verildi. Biri kırmızı, biri de beyazdır. Rabbimden, ümmetimi genel açlık
yılıyla helâk etmemesini, onları grup grup bölmemesini, bazısına
bazısının hıncını tattırmamasını istedim. Rabbim bana dedi ki: Ey
Muhammed, ben bir hüküm verdiğim zaman, kimse onu geri
çeviremez. Senin ümmetini genel açlık yılıyla helâk etmeyeceğim.
Onlara, helâk etmek üzere onların dışından bir düşmanı musallat
etmeyeceğim. Ama onların bazısı bazısını helâk edecek, bazısı bazısını
öldürecek, bazısı bazısını tutsak edecektir."
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben
ümmetim hesabına saptırıcı önderlerden korkuyorum. Ümmetimin
arasına kılıç daldırılırsa, bu kılıç kıyamete kadar üzerlerinden kaldırılmaz."
[ed-Dürr'ül-Mensûr, c.3, s.19]
Bu rivayet ve bunun içeriğini ifade eden rivayetler, yukarıda değinilen
problemlerin çoğundan uzaktır. Bir kere bu rivayette, duanın
ayetin inişinden hemen sonra yapıldığından söz edilmiyor. Bununla
beraber, maksadın, genel helâkın, ümmeti temelden yok edecek azabın
kaldırılması olduğunu söylemeliyiz. Yoksa bu ümmet nice genel
felâketlere, kılıçtan geçirilmelere ve katliamlara maruz kalmıştır.
Moğol saldırılarının, Endülüs'e yönelik haçlı savaşlarının ve benzeri
diğer felâketlerin ölümcül etkilerini kimse inkâr edemez. Ayrıca, bu
dua ve isteklerin, bi'setin ilk dönemlerinde ve bu surenin inişinden
önce gerçekleştiğini düşünüyoruz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.a),
Rabbinin makamının ululuğunu herkesten daha iyi bilecek durumdadır.
Dolayısıyla bu ayetler kendisine vahyedildikten sonra,
Rabbinden hükmünü değiştirmesini, ümmetine tebliğ etmesini em-
rettiği yargısını geri çevirmesini istemez. Her neyse; Kur'ân-ı Kerim, ayetleri aracılığıyla işin özünü bize bildirmiştir.
Buna göre bu din, kıyamet gününe kadar ayakta kalacaktır.
Bu ümmet, bir bütün olarak temelden yok edilmeyecektir. Buna karşın,
yüce Allah, geçmiş ümmetleri sınadığı çeşitli musibetlerle bu
ümmeti de sınayacaktır. Bu ümmet adım adım onların izinden gidecektir.
Bu hususta aralarında en ufak bir farklılık olmayacaktır.
Hz. Peygamber'den (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından (a.s) aktarılan
ve delâleti açık, sâdır olduğu kesin olan çok sayıdaki hadisler de,
bunun böyle olacağını bildirmektedir.
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı tefsirde belirtildiğine göre, Nahhas "en-
Nasih" adlı eserinde İbn-i Abbas'tan, "De ki: Ben size vekil değilim."
ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bu ayet, 'Müşrikleri bulduğunuz
yerde öldürün." şeklinde kılıç kullanmayı öngören ayetin inişiyle
neshedilmiştir." [c.3, s.20]
Ben derim ki: Daha önceki açıklamalarda, "De ki: Ben size vekil
değilim." ifadesinin kendisinden sonra yer alan, "Her haberin gerçekleşeceği
bir zaman vardır. Yakında bilirsiniz." ifadesinin içerdiği tehdide
ilişkin bir hazırlık mahiyetindedir. Bu açıdan ayetin anlamı neshi
kabul etmez.
Tefsir'ul-Kummî'de, "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe
dalanları gördüğün zaman..." ayetiyle ilgili olarak müellif kendi
rivayet zinciriyle Abdula'la b. A'yün'den şöyle rivayet eder: Resulullah
(s.a.a) buyurdu ki: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, bir
imama sövülen veya bir Müslümanın gıybeti yapılan bir mecliste
oturmasın. Çünkü yüce Allah kitabında şöyle buyurmuştur:
Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman,
ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Şayet
şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla
beraber oturma." [c.1, s.207]
ed-Dürr'ül-Mensûr'da belirtildiğine göre, Abd b. Humeyd, İbn-i
Cerir ve Ebu Nuaym -el-Hilye adlı eserde- Ebu Cafer'den şöyle rivayet
ederler: "Birbirleriyle husumet edenlerin yanında oturmayın. Çünkü
onlar, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe dalanlardır." [c.3,
s.20] Yine aynı eserde belirtildiğine göre, Abd b. Humeyd ve İbn-i
Münzir, Muhammed b. Ali'den şöyle rivayet ederler: "Nefislerinin arzularına
uyanlar, Allah'ın ayetleri hakkında münasebetsizliğe dalanlardandır."
[c.3, s.20 ]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Rib'î b. Abdullah'tan, o da kendisine anlatan
bir kişiden, o da İmam Bâkır'dan (a.s), "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe
dalanları gördüğün zaman" ifadesiyle ilgili olarak şöyle
rivayet eder: "Burada kastedilen, Allah hakkında konuşmak,
Kur'ân'la ilgili olarak tartışmaya girmektir." "Ondan başka bir söze
dalıncaya kadar onlardan yüz çevir." ifadesiyle ilgili olarak da şöyle
buyurdu: "Masalcılar da bunlardandır." [c.1, s.362]
Ben derim ki: Rivayetler, görüldüğü gibi, ayeti genelleştirmektedirler.
Bu da, ayetin içeriğinin özünün esas alınmasından kaynaklanmaktadır.
Mecma'ul-Beyan tefsirinde müellif, İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle
dediğini rivayet eder: "...hatırladıktan sonra, o zalimler topluluğuyla
beraber oturma" ayeti inince, Müslümanlar dediler ki: 'Nasıl yapalım?
Müşriklerin Kur'ân'ı alaya aldıkları her seferinde ayağa kalkacaksak,
onları terk edeceksek, o zaman Mescid-i Haram'a girmememiz, Kâbe'yi
tavaf etmememiz gerekir.' Bunun üzerine yüce Allah, 'Korunanlara,
onların hesabından bir sorumluluk yoktur.' ayetini indirdi. Onlara,
ellerinden geldiğince müşrikleri uyarmaları emredildi." [c.3, s.94]
Ben derim ki: Bu rivayet, görüldüğü gibi, "(Bu) bir hatırlatmadır"
ifadesindeki "hatırlatma" kelimesini mef'ul-ü mutlak, "belki korunurlar
diye" sözündeki iki zamiri de müşriklere yönelik olarak esas almaktadır.
Bu durumda şöyle bir takdirî açıklama elde etmiş oluruz:
"Fakat onlara hatırlat; belki bu hatırlatma ile sakınırlar." Geride rivayetle
ilgili bir pürüz olarak, surenin bir defada inmiş olması kalıyor.
ed-Dürr'ül-Mensûr'da belirtildiğine göre, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve
Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Curayh'tan şöyle rivayet ederler: "Müşrikler, Peygamberimizin
(s.a.a) yanında oturuyor, onu dinlemek istiyorlardı. Dinleyince
de onunla alay ediyorlardı. Bunun üzerine, 'Ayetlerimiz hak-
kında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, ...onlardan yüz
çevir...' ayeti indi. Bunun üzerine, alay ettikleri zaman, Peygamberimiz
(s.a.a) onların yanından kalkıyordu. Bu durum karşısında alay
etmekten sakınıyorlardı. Birbirlerine diyorlardı ki: 'Alay etmeyin, yoksa
kalkıp gider.' İşte, 'belki korunurlar diye' ifadesiyle kastedilen budur.
Yani, 'Belki, alay edip senin kalkmana sebep olmaktan sakınırlar.'
Ardından şu ayet indi: 'Korunanlara, onların hesabından bir sorumluluk
yoktur.' Yani, 'Senin onlarla birlikte oturmandan dolayı. Fakat
yine de onlarla birlikte oturma.' Sonra bu hüküm Medine'de inen,
'O, kitapta size indirmiştir ki: ...işittiğinizde... Yoksa siz de onlar gibi
olursunuz.' ayetiyle neshedilmiştir. Yani, bu ayet, "Korunanlara, onların
hesabından bir sorumluluk yoktur..." ayetini neshetmiştir. [c.3,
s.20]
Ben derim ki: Eğer "Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları
gördüğün zaman..." ifadesiyle aynı anlamı içeren Mâide Suresin'deki
"O, kitapta size indirmiştir ki:..." ayeti, "Korunanlara... bir sorumluluk
yoktur." ayetini neshetmişse, bu durumda, "Korunanlara...
bir sorumluluk yoktur." ayeti de, "...dalanları gördüğün zaman..." ayetini
neshetmiş demektir. Bu, oldukça açıktır. Ama surenin bir kere de
indiği gerçeğiyle bu değerlendirmeyi bağdaştırmak mümkün değildir.
Ancak ravinin işaret ettiği anlamın, üç ayet arasında ikincinin birinciyi
neshetmesi, üçüncü tarafından da neshedilmesi gibi bir çelişkiye
yol açmayacağı da açıktır.
Bunun bir benzeri de, yine ed-Dürr'ül-Mensûr'da belirtildiğine göre,
Nahhas'ın "en-Nasih" adlı eserinde İbn-i Abbas'tan, "Korunanlara,
onların hesabından bir sorumluluk yoktur." ayetiyle ilgili olarak naklettiği
şu rivayettir: "Bu ayet, Mekke inişlidir. Medine'de inen, 'O, kitapta
size indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini... işittiğinizde...'
ayetiyle neshedilmiştir." [c.3, s.21]
Tefsir'ul-Burhan'da, "Sözü haktır... mülk O'nundur..." ayetiyle ilgili
olarak İbn-i Babeveyh'ten, o da kendi rivayet zinciriyle Sa'lebe b.
Meymun'dan, o da bizim mezhebimize mensup bazı âlimlerden, onlar
da İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Gaybı (görülmezi) ve görüleni bilir."
ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet ederler: "Gaybdan maksat,
henüz olmayan şeylerdir. Görülenden maksat da, bugüne kadar olan
şeylerdir." [c.1, s.530]
Ben derim ki: Bu rivayette gayb ve gözlemlenen âlemin bizim yanımızda
en çok bilinen karşılıklarına işaret edilmiştir. Biraz önceki
açıklamalarda ve daha önce gaybın başka karşılıklarının da
olduğunu belirtmiştik.
74- Hani İbrahim, babası (amcası) Azer'e demişti ki: "Sen putları tanrılar
mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum."
75- Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu (Allah'ın onlar üzerindeki
mutlak egemenlik ve saltanatını) gösteriyorduk ki (müşriklerle
tartışırken kanıt gösterebilsin) ve kesin inananlardan olsun.
76- Derken üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız gördü, "Budur
rabbim!" dedi. Yıldız batınca, "Batanları sevmem." dedi.
77- Ayı doğarken görünce, "Budur rabbim!" dedi. Ay da batınca, "Rabbim
bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan olurdum." dedi.
78- Güneşi doğarken görünce, "Budur rabbim, bu daha bü-yüktür!" dedi.
O da batınca, dedi ki: "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz
şeylerden uzağım."
79- "Ben hanif olarak (sağa sola sapmadan) yüzümü tamamen, gökleri
ve yeri yaratana çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan değilim."
80- Kavmi onunla tartışmaya girişti. O onlara dedi ki: "Be-ni doğru yola
iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na
ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak Rabbimin bir şey dilemesi
hariç. (Çünkü) Rab-bim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt almıyor
musunuz?"
81- "Siz Allah'ın size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak
koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin ortak koştuğunuz şeylerden
korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki topluluktan hangisi güvende
olmaya daha lâyıktır."
82- "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven sadece
onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır."
Bu on ayette yüce Allah, büyük Peygamber İbrahim'e, onu tevhit ve
tenzihe (Rabbi şirkten münezzeh bilmeye) iletmek suretiyle, müşriklere
karşı bahşettiği kanıtı gündeme getiriyor. Ardından peygamberlerinin
sırlarını şirkten arındırmak suretiyle onları doğru yola iletişini
hatırlatıyor. Bu bağlamda Hz. İbrahim'den (a.s) önce yaşamış olan Hz.
Nuh'u ve onun soyundan gelen on altı peygamberi (hepsine selâm solun)
ismen zikrediyor.
Ayetler, gerçekte fıtrat dinini pratikte yaşamanın, tevhit inancını
yayma görevini yerine getirmenin, yüce Rabbi putçuluk şirkinden arındırmanın
kâmil bir örneğini açıklama konumundadır. Bu ise, İbrahim'in
(a.s) yaptığı ve uğruna putperestliğe karşı girişmiş olduğu tartışma
ve mücadeledir. Bunu yaptığı sırada bütün dünya fiilen puta
tapıcılığa teslim olmuştu. Hz. Nuh'un (a.s) açtığı ve onun soyundan
gelen peygamberlerin izlediği tevhit yolu unutulmuştu. Dolayısıyla
ayetler, kanıt telkin edici ve tevhide yöneltici özellikleriyle, yüce Allah-
'ın Peygamber efendimize (s.a.a) telkin ettiği bundan önceki kanıtlarla
ilgili daha fazla aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır. Yüce Allah'ın, tefsirini
sunduğumuz bu surede Peygamberi'ne (s.a.a) yönelik olarak, "De
ki..." şeklinde dile getirdiği çeşitli kanıtları kastediyoruz. Nitekim bu
surede, "De ki..." ifadesi kırk kere geçiyor. Bunların yirmi küsuru tefsirini
sunduğumuz bu ayetlerden önce geçmiştir. Âdeta şöyle deniliyor:
Bizim sana yönelttiğimiz telkinlerle kavmine tevhide ilişkin kanıtlar
sunarken ve şirki olumsuzlarken, İbrahim'in (a.s) babasına söylediklerini
hatırla. Bizim kavmine karşı kullansın diye kendisine ilham ettiğimiz
kanıtları düşün. Biz bu kanıtları göklerin ve yerin melekû-tunu
göstererek ona bahşetmiştik. O, ilâhî bağış sonucu onlara bilgi ve
hikmete dayalı kanıtlar sunuyordu. Yüce Allah, melekûtunu ona
gösteriyordu. Dolayısıyla onun sunduğu kanıtlar, kesin inanca
dayalıydı, zihinsel tasarım ve tasavvurdan öteye geçmeyen ve
zorlamadan, deyim yerindeyse dayatmadan kurtulamayan yapay
düşünceye değil. Oysa tertemiz fıtrat hakkında bunların hiçbirisi
Ydüüşcüen Aüllleamh'eınz . bu ayetlerde aktardığı İbrahim'in (a.s) sözlerinin üslûbunun
üzerinde, berrak ve aralarında akıl almaz farklılıklar bulunan
rivayetlerin ve masalların ayrıntılarından uzak bir zihinle durduğumuz
zaman, tefsir bilginlerinin aralarında baş gösteren tartışmalardan
uzak olduğunu görürüz. Çünkü tefsir bilginleri ayetlerin tefsirini rivayetlerin
içerikleri, tarihsel aktarımların muhtevaları, Tevrat'ta ve diğer
kaynaklarda yer alan açıklamalar ve İsrailiyat menşeli hurafeler vb.
şeylerle karışık bir şekilde sunarlar. Kısacası, bu ayetlerde anlatıldığı
şekliyle Hz. İbrahim'in (a.s) sözlerinin üslûbu açık bir şekilde, bunların
albenili düşüncelerden ve değişik vehimlerden uzak, saf bir zihnin
ürünü olduğunu ortaya koymaktadır. Lafız kalıbına dökülen bu sözler,
onun akletme ve düşünme faaliyetinin ilk verilerini, algılama ve kavramanın
inceliklerini kendinde bulunduran saf fıtratından kaynaklanmaktadır.
Bu ayetler üzerinde objektif bir tavırla durup düşünen bir kimse, Hz.
İbrahim ile soydaşları arasında geçen konuşmaları aktaran bu sözlerin,
o güne kadar yerin altındaki bir oyukta veya bir mağarada sadece
beslenme ve giyinme gibi temel var oluş yükümlülüklerini yerine getirmekten
başka bir fonksiyon icra etmeyen, örneğin gökyüzünü parıl
parıl parlayan yıldızları ve gezegenleriyle hiç seyretmeyen, göz kamaştırıcı
ışıklarıyla ayı ve güneşi görmeyen, kalabalık bireyleriyle,
geniş ülkeleriyle, farklı düşünceleriyle, değişik amaç ve hedefleriyle,
türlü din ve mezhepleriyle bir insan topluluğunun arasında hiç yaşamayan
bir kimse tarafından söylendiğinden kuşku duymaz. Sonra bu
insan bir tesadüf sonucu büyük bir toplumun arasına katılır. Daha
önce hiç tanık olmadığı olgularla karşılaşır. Gök cisimlerini ve büyük
kara parçalarını görür. İnsan topluluklarını seyreder. Herkes işlerine
dalmış, amaçları ve hedefleri uğruna koşuşturmaktadır. Hiçbir şey
hareket edenle duran, işleyenle işlenen, hizmet edenle hizmet edilen,
emredenle emredilen, baş olanla tâbi olan, işine kendini verenle,
tanrısına ibadete vaktini adayan öbek öbek insanları uğraşılarından
alıkoyamamaktadır.
Bu insan gördükleri karşısında şaşkına dönmüştür. Gözlemlediği ga-rip
şeyler zihnini allak bullak etmiştir. Yakınlık kurduğu birine, ilgisini çeken,
hayranlığına sebep olan ve gözüne takılan her şeyi sormaya başlıyor.
Bu hâli, uçsuz bucaksız gökyüzüne bakan, oradaki ışık veren
lambaları ve parlayan çiçeklerini, göğe serpiştirilmiş yıldızları seyreden
çocuklarda görebiliyoruz. Sonra bu çocuklar tertemiz fıtratlarıyla annelerine
sorarlar: Bu gördüğüm, sevdiğim ve hayran kaldığım şeyler nedir?
Bunları kim oraya astı? Kim onları aydınlattı? Onları yapan kimdir?...
Ancak şundan kuşku duymuyoruz ki, bu insan gördüğü ve hayran kaldığı
eşyanın hakikatine ilişkin sorularına, yalnızlık ve münzevilik günlerinde
tanık olduğuna ve bildiğine yakın olanıyla başlar ve (dolayısıyla)
duyu organlarınca algılanamayan amaçlarını, maksatlarını sorgular.
Çünkü insan, sahip olduğu ilkel bilgilerle bilinmeyenleri bilmeye çalışır.
Bilinmeyen şeylerle karşılaşınca, bu, onun algıladığı bilinenlerle
uygunluk arzeden bir şeye yönelmesini sağlar. Bunu çocuklar, çöl bedevîleri
gibi basit, yalın akıllı insanların tavırlarında somut olarak gözlemleyebiliyoruz.
Bu gibi insanlar, bugüne kadar görmedikleri, alışık
olmadıkları bir şeyle karşılaştıkları zaman, derhal yakınlık kurdukları
şeylerden hareketle onun durumunu öğrenmeye çalışırlar; gerçekliğini,
hakikatini, sebeplerini ve amacını bilmek isterler.
Konumuz olan insan, -ki hemen hemen ilkel fıtrat düzeyindeki bir insandır-
bugüne kadar sadece yaşamanın en basit sebepleriyle ilgilendiği
için zihni, uygar insanın ilgilendiği şeylerle meşgul olmaz. Uygar
insanın zihni sınırsız ve sayısız objektif doğal olgularla ilgilidir ve
bunlardan bir an bile kendini soyutlayamaz. Bu nedenledir ki, konumuz
olan insan düşünsel bir boşluk, zihinsel bir tenhalık yaşamaktadır.
Bunun yanında doğal sebeplerini bilmediği akıl almaz yoğunluktaki
varoluşsal olan göksel ve yersel olgular tarafından kuşatılmıştır.
Bu yüzden zihni, bu fenomenlerin doğal sebeplerin ötesindeki asıl
sebeplerini algılamaya yönelik karşı konulmaz bir istek duyar. Bunların
doğal sebeplerinin ötesindeki asıl sebebini kavramak ise, uygar
insanın ancak evrensel gelişmelere ilişkin doğal sebepleri sıralamasının
ardına bir boşluk kalırsa, gerçekleştirdiği bir faaliyettir. Bu nedenle,
bir an için varsaydığımız bu ilkel insan, uygar insanların bunlarla
uğraştıklarını, ibadet türü davranışlarda bulunduklarını gördüğü
zaman, derhal bu eylemlerin en üst düzeydeki sebeplerini kavramaya
yönelir.
Bu anlattıklarımızın somut bir kanıtı, dinsel ayinlerin, lâhutî araştırmaların
Asya Kıtası'nda Avrupa'ya göre daha yaygın ve daha yoğun
olmasıdır; köylerde, küçük şehirlerde, büyük şehirlere oranla daha
köklü olmalarıdır. Kalabalık nüfuslu ülkelerde de durum bundan ibarettir.
Çünkü bir toplum genişlediği oranda yaşamsal ihtiyaçları artar,
beşerî meşguliyetler yoğunlaşır. İnsan, manevî dünyayla baş başa kalabileceği,
dünyasını ve ahiretini düşünebileceği bir boş zamanı nadiren
bulabilir.
Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetlerde ve Meryem, Enbiyâ ve
Sâffât gibi surelerde anlatılan İbrahim (a.s) kıssasına başvuracak olursak,
babasıyla ve soydaşlarıyla tartışırken, basit fikirli, yalın düşünceli
ilkel bir insan görünümü sergilediğini görüyoruz. Putları soruyor,
onlarla ilgili olarak soydaşlarıyla konuşuyor, yıldızları, ayı ve güneşi
soruyor. Ki bu soru, insanların, özellikle putperest kavminin yaptıklarından
haberi olmayan bir insanın yönelteceği türdendir. Bakınız
babasına ve soydaşlarına ne söylüyor:
"Sizin şu karşısına geçip taptığınız heykeller nedir?" (Enbiyâ, 52)
"...Neye tapıyorsunuz? 'Putlara tapıyoruz, onlara kulluk ediyoruz.' dediler.
'Peki, dedi, siz dua ettiğiniz zaman onlar işitiyorlar mı? Yahut
size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?' 'Hayır, ama babalarımızın
böyle yaptıklarını gördük.' dediler." (Şuarâ, 70-74)
Bunlar, hayatında hiç put görmeyen, puta tapan birine rastlamayan
bir insanın sözleridir. Oysa Hz. İbrahim putperestliğin beşiği sayılan
Keldan-Babil'deydi. Onlar arasında bir süre yaşamıştı da. Acaba Hz.
İbrahim'in, "Bu heykeller nedir?" derken, putlara hakaret etmek ve
insanların onları yerleştirdikleri kutsal yere kendisinin onları yerleştirmeyeceğini
anlatmak mı istiyordu? Onları tanımadığını mı ima etmek
istiyordu? Tıpkı Firavun'un yüce Allah hakkında, "Âlemlerin
rabbi de kimdir?" (Şuarâ, 23) demesi gibi. Bir de yüce Allah'ın bize aktardığı
şekliyle Mekkeli kâfirlerin Peygamberimizi kastederek söyledikleri
şu sözü örnek gösterebiliriz: "Kâfirler seni gördükleri zaman,
seni alaya alırlar: 'Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?' diye. Oysa
kendileri Rahman'ın zikrini kabul etmiyorlar." (Enbiyâ, 36)
Ancak Hz. İbrahim'in, babası Azer'le konuşurken son derece edepli
bir tavır takınması bu ihtimali ortadan kaldırıyor. Nitekim babası onu
kovup taşlamakla tehdit ederken bile ona şöyle söylüyordu: "Selâm
sana, dedi, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Doğrusu O,
bana çok lütufkârdır." (Meryem, 47)
Bu bakımdan Hz. İbrahim'in, babasıyla ilk defa bu tür önemli bir meseleyle
ilgili olarak konuşurken alaycı bir tavır takınmış olması, izlerinden
onun inançlarını küçümsediğini ima etmesi, dolayısıyla onun
asabiyetini ve putperestlik gayretini galeyana getirmesi uzak bir ihtimaldir.
Nitekim yüce Allah İbrahim'in hanif dini sayılan İslâm dininde
putperestlerin ilâhlarına sövmeyi yasaklamıştır. Çünkü Müslümanların
putlara sövmeleri onların Müslümanlara karşılık vermek gerekçesiyle
âlemlerin rabbi olan gerçek ilâha sövmelerine neden olabilir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: " Allah'tan başka yalvarıp taptıklarına
sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek haksızlıkla Allah'a söverler."
(En'âm, 108)
Ardından Hz. İbrahim, babası Azer ve soydaşlarıyla putlar hakkın-da
tartıştıktan sonra onların kulluk sundukları diğer ilâhları olan yıldız,
ay ve güneşle meşgul olmaya başlıyor. Bir yıldız gördüğü zaman, "Budur
rabbim!" diyor. Sonra ayın daha parlak olduğunu görünce, "Budur
rabbim!" diyor. Güneşin ondan da parlak olduğunu görünce de, "Budur
rabbim, bu daha büyüktür!" diyor. Bu ifadeler de aynı şekilde hayatında
hiç yıldız, ay ve güneş görmemiş bir insanın ağzından çıkacak
sözlerdir. Bunun açık kanıtı güneşle ilgili olarak söylediği şu sözlerdir:
"Budur rabbim, bu daha büyük..." Çünkü bunlar güneşin, ayın ve yıldızların
ne olduğunu bilmeyen bir insanın söyleyeceği sözlerdir. Fakat
insanların bunlara boyun eğdiklerini, kulluk sunduklarını, kurbanlar
adadıklarını görüyor. Nitekim tarih Babillilerin gök cisimlerinden olan
yıldızlara, aya ve güneşe taptıklarını ve onlara kurbanlar adadıklarını
kanıtlamaktadır.
Meselâ kadın mı, erkek mi olduğu belli olmayan bir insan karartısı
gördüğün zaman, "Bu kimdir?" diye sorarsın. Bunu söylerken karartı
hâlindeki şahsı soruyorsun. Çünkü sadece karartının bir insan olduğunu
biliyorsun. Bu durumda sana, "Falan kadındır veya falan erkek-
tir." diye cevap verilir. Aynı şekilde, insan, hayvan veya cansız bir varlık
olduğu belli olmayan bir karartı gördüğün zaman da, "Bu nedir?"
diye sorarsın. Bununla da karartıyı veya işaret edilen nesneyi kastedersin.
Çünkü maddî bir varlık olduğundan başka onun durumuna ilişkin
olarak herhangi bir bilgiye sahip değilsin. Bu sefer sana, "Bu
Zeyd'dir veya falan kadındır ya da falan cismin karartısıdır" diye cevap
verilir. Bu durumların tümünde, mesele hakkında bilgi sahibi olmadığın
için, söz konusu nesnelerin akıl sahibi oluşları, dişi veya erkek
oluşları hakkında gözetilmesi gerekenleri, kendi bilgin oranında
göz önünde bulundurursun. Fakat gerçeği bilen insanın hakikati göz
önünde bulundurarak cevap vermesi bir zorunluluktur.
Hz. İbrahim'in, "Budur rabbim!" ve "Budur rabbim, bu daha büyüktür!"
şeklindeki sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla o, güneşin gerçek mahiyetini
bilmiyordu. Sadece doğduğunu, aydan ve yıldızdan daha büyük
olduğunu, insanların ona kulluk sunduklarını, ibadet ettiklerini biliyordu.
Bu gibi bilinen varlıklara hiç kuşkusuz "haza=bu" zamiriyle işaret
edilir. Ama onun güneş olduğu, bir cisim veya aydınlık veren bir
yüzey olduğu, yeryüzünü ışıklarıyla aydınlattığı, bu sayede gece ve
gündüzü oluşturduğu, ayın veya yıldızın geceleyin doğudan doğup batıdan
battıkları, sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla onun tarafından bilinmemektedir.
Eğer bütün bunları bilseydi, güneşi kastederken,
"hazi-hi" kelimesini kullanarak "hazihi rabbî, hazihi ekberu" derdi. Nitekim
bundan sonra bu inceliği kavradığı için Nemrut'la tartışırken bu
inceliği göz önünde bulundurarak konuşuyor: "Allah güneşi doğudan
getirir, sen de onu batıdan getir." (Bakara, 258) Güneşe "biha" zamiriyle
işaret ediyor, "bihi" zamiriyle değil [çünkü "şems=güneş", lafız itibariyle
müennestir] ve "onu (bihi) batıdan getir." demiyor.
Yine yüce Allah'ın bize aktardığı şekliyle babasına ve soydaşlarına
şunları söylüyor: "...'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz,
onların önünde ibadete duruyoruz.' dediler. 'Peki, dedi, siz dua ettiğiniz
zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar
mı?' 'Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük.' dediler."
(Şuarâ, 70-74) Burada Hz. İbrahim, onların tanrılarından söz ederken,
ne anlamına gelen ve akıl sahibi olmayan şeyler hakkında
kullanılan "ma" soru edatını kullanıyor. Çünkü henüz onların gerçek
mahiyetlerine ilişkin olarak pek bir şey bilmemektedir. Daha sonra
onlar, putlarından söz ederken onların irade ve bilinç sahibi olduklarına
inanmadıklarından onlarla bağlantılı olarak dişile işaret edilen
"leha" kelimesi kullanılıyor ve "fenezillu leha=onların önünde ibadete
duruyoruz" deniliyor.
Daha sonra bunların tanrı olduklarına inandıklarını duyunca, bir tanrıda
olması gereken yarar ve zarar verme, çağrıyı işitme gibi niteliklerle
bunları bir arada değerlendiriyor; bundan sonra, onlardan söz
ederken akıl sahibi varlıklarla ilgili zamirleri kullanıyor. Sonra putların
kırılması kıssasında, "Eğer konuşuyorlarsa onlara sorun." deyince soydaşları,
"Sen bunların konuşmadıklarını biliyorsun." cevabını vererek
onların akıl sahibi olmadıklarını ortaya koyuyorlar. Bunun üzerine Hz.
İbrahim onlarla ilgili olarak akıl sahibi varlıklara has kullanımları
kullanmıyor ve onların tutarsızlıklarını ortaya koyan şu cevabı veriyor:
"Siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi
tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmıyor
musunuz siz?" (Enbiyâ, 66-67)
Burada bir zorlamaya gidip onun, güneşe işaretle "hazihi" yerine "haza"
kullanıp, "Bu rabbimdir, bu daha büyüktür!" derken, güneşin cismini
veya işaret edilen şeyi kastettiğini söyleyemeyiz. Ya da onun
konuştuğu Süryanice'de Arapça'nın dışındaki birçok dilde olduğu gibi
dişi ve erkek varlıklar hakkında farklı kullanımlar olmadığını söylememiz
tam anlamıyla bir zorlama olur. Kaldı ki Hz. İbrahim aynı güneşle
ilgili olarak kralla tartışırken, "Allah güneşi doğudan batıya getirir,
sen de onu batıdan getir." (Bakara, 258) diyor ve "biha" zamirini kullanıyor.
Burada Kur'ân onun anadilinde güneşin niteliğine işaret etme
gereğini duymazken, neden önceki ifadede anadilinde güneşin vasfedildiği
şekilde nitelendirilmesini özellikle gündeme getiriyor. Özel
olarak bu bağlamda "Haza...=Bu rabbimdir, bu daha büyüktür" demesine
yer veriyor?
Aynı soru, putların durumunu soydaşlarından sorarken kullandığı o
ifade için de geçerlidir: "Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller
nedir?" (Enbiyâ, 52) Yine bir keresinde dua ederken şu ifadeyi kullanı-
yor: "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim onlar insanlardan
birçoğunu şaşırttılar." (İbrâhîm, 35-36) [Her iki ifadede gözetilmesi
gereken nitelik gözetilmiş ve müennes kelimeleri (hazihi,
innehunne, azlelne) kullanılmıştır.]
Aynı şekilde onun (a.s) güneş için erkeklere ait işaret zamirini kullanarak
tanrıyı dişilikten tenzih etmeyi amaçladığını da söyleyemeyiz.
Veya burada müptedanın habere tâbi kılındığını da söylemek mümkün
değildir. Bununla müzekker olan "rabbî" ve "ekber" sözcüklerini
kastediyoruz. Bütün bunlar hiçbir kanıta dayanmayan zorlama yorumlardır.
Yakında bu hususta geniş değerlendirmede bulunacağız.
Özetleyecek olursak, bu ve benzeri ayetlerde yüce Allah'ın tevhidi
olumlama ve şirki olumsuzlama bağlamında İbrahim'in babasına ve
soydaşlarına söylediğini aktardığı sözler gösteriyor ki, Hz. İbrahim,
bundan önce babasının ve soydaşlarının yaşadığı ortamdan farklı bir
ortamda yalnız başına yaşıyordu. Bu yüzden insan topluluklarında
toplumsal yaşama egemen olan yasaları ve evrensel olguları, bunların
işleyişinin ayrıntılarını bilmiyordu.
Bütün bunlar olgunlaşma ve eğri
ile doğruyu ayırt etme çağının başlarında, yalnızlıktan kurtulup babasının
yanına gelmesinden hemen sonra meydana geliyordu. İbrahim
yalnızlık hayatından çıkıp toplumsal yaşama adım atarken, babasının
yanında kulluk sunulan putları görmüştü. Bunların mahiyeti
ile ilgili olarak babasına birtakım sorular yöneltmiş ve babasının dikkatini
bu noktanın üzerinde yoğunlaştırdıktan sonra bunların tanrısallıkları
hakkında onunla tartışmış, karşı kanıtlar sunarak babasını cevap
veremez hâle getirmişti. Ardından putların mahiyetiyle ilgili olarak
soydaşlarıyla tartışmış ve onları hayretler içinde bırakmıştı.
Daha sonra onların kulluk sundukları putların rableri olan yıldızlara,
aya ve güneşe yönelmiş, peş peşe her birinin tanrı olması varsayımı
üzerinde durmuş ve onları dikkatle gözlemlemişti. Bunlar battıkça
tanrılıklarını reddetmiş, onlara yönelik kulluğun geçersizliğini
somut olarak kanıtlamıştı. Ayetlerin zahirinden anladığımız kadarıyla
bir gün ve bir gece boyunca bunların tanrılıkları varsayımını somut
olarak gözlemleyerek her birinin tanrı olamayacağını gözler önüne
sermiştir. En sonunda şunları söyleyerek saf tevhit inancına yönelEn'âm
miştir: "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim
ve artık ben ortak koşanlardan değilim." İleride açıklayacağımız
gibi Hz. İbrahim'in bu gözlemi, iki gün ve bir gecede gerçekleştirdiğini
düşünüyoruz.
Hz. İbrahim (a.s) evrenin bir yaratıcısının olduğunu, gökleri ve yeri birinin
yoktan var ettiğini ve o birinin de bu konuda eşi ve ortağı bulunmayan
yüce Allah olduğunu biliyordu. Onun araştırdığı mesele,
acaba insanların bu arada bizzat İbrahim'in O'nun yarattığı varlıklardan,
örneğin güneş, ay ve diğer gök cisimlerinden O'nun dışında başka
bir tanrısının olup olmadığıydı. Onun öğrenmek istediği, insanların
işlerini düzenleme ve yönlendirmede Allah'la beraber başka ilâhların
etkisinin olup olmadığıydı. Yoksa Allah tek ve ortaksız mıydı, bütün
evreni tek başına mı yönetiyordu?
Hz. İbrahim'in gözlemleri sonucu yaşadığı bu sürecin her aşamasında
yüce Allah ona yardım ediyor, ona destek veriyordu. Göklerin ve yerin
melekûtunu ve onlar üzerindeki hükümranlığını gözlerinin önüne seriyordu.
Onun mübarek nefsini yaratma ve düzene koyma bakımından
bütün eşyanın Allah'la irtibat kurduğu yöne yöneltiyordu. Bu yüzden
herhangi bir şey gördüğünde, onun özyapısından ve bu öz yapısının
etkilerinden önce onun yüce Allah'a mensubiyetini ve Allah'ın onu
var edişini ve varlık âleminde yönlendirişini gözlemliyordu. "Böylece
biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk..." ifadesi
bunu vurgulamaya yöneliktir. "İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e
verdiğimiz hüccetlerdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz
Rabbin hikmet sahibidir, bilendir..." ayeti de aynı anlamı içermektedir.
Ayrıca şu ayetten de aynı anlamı algılamak mümkündür:
"Andolsun biz, daha önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma yeteneğini
vermiştik. Zaten biz onu biliyorduk." (Enbiyâ, 51)
Ayrıca yüce Allah'ın bize aktardığı İbrahim'in, babasına yönelik olarak
sarf ettiği şu sözler de aynı mesajı vurgulamaya yöneliktir: "Babacığım,
bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün yola
ileteyim." (Meryem, 43) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz.
Daha sonra Hz. İbrahim tanrılık iddiasında bulunan kral Nemrut'la
tartışıyor. Eski dönem zorbalarının büyük bir kısmı böyle iddialarda
bulunurlardı ve zaten putperestlik de bu tür ortamlarda gelişmiştir.
Kralın tanrılık iddiasında bulunduğu kavminin başka tanrıları da vardı.
Birçok puta kulluk sunuyorlardı. Aralarında bazıları putların da
rabbi olduklarına inandıkları güneşe, aya ve Kur'ân'da sözü edilen
Zühre Yıldızı olması ihtimali bulunan yıldıza tapıyordu.
Ayetlerden algıladıklarımızı kısaca bu şekilde özetleyebiliriz.
İnşaallah gücümüz oranında bunların ayrıntılarını sunacağız.
Yedi kıraatte "Azere" şeklinde okunur. Bu da onun "ebihi=babası" kelimesine
yönelik açıklama amaçlı atıf (atf-ı beyan) veya bedel olduğu
anlamına gelir. Bazı kıraatlerde ise "Azeru" şeklinde okunur. Bu da
kelimenin nidadan dolayı merfu ve münada olduğunu gösterir. Bu
durumda cümlenin takdirî açıklaması şöyledir: "Ey Azer, sen putları
mı ilâh ediniyorsun?" Kıraatler arasında, "E Ezren tettehizu" şeklinde
bir okuyuş da sayılmıştır. Yani baştaki hemzelerden biri istifham edatı
şeklinde kabul edilmiş ve sözcük "ezren" şeklinde okunarak "ezire
/ ye'zeru" fiilinin mastarı kabul edilmiştir. Bu hâliyle sözcüğün anlamı
"kuvvet"tir. Dolayısıyla ayetten kastedilen anlam şudur: "İbrahim babasına
demişti ki: Sen güçlenmek ve kuvvet sahibi olmak için mi putları
tanrı ediniyorsun?"
Tefsir bilginleri ilki meşhur, ikincisi ise nadir ve şaz olan bu kıraatlerde
"Azer" sözcüğü üzerinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunun
babasının ismi mi, yoksa güç alan anlamında övgü; ya da topal veya
kambur vb. anlamda yergi maksadıyla kullanılan bir lakap mı olduğu
hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bu ihtilâfların kaynağı da bazı rivayetlerde
İbrahim'in babasının adının "Târah" veya "Târakh" olarak
zikredilmesidir. Tarihsel kaynaklar da bu rivayetleri destekler mahiyettedir.
Bugün elde bulunan Tevrat'ta İbrahim'in (a.s) babasının adı
"Târakh" şeklinde geçer.
Yine ayette geçen "baba" sözcüğünün öz baba, amca veya annenin
babası yahut sözü dinlenen büyük anlamında kullanıldığı hususunda
da tefsir bilginleri arasında ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfların kaynağı da
rivayetlerdir. Bu rivayetlerin bazısına göre, adı geçen kişi İbrahim'in
babasıydı. İbrahim Peygamber kıyamet günü ona şefaat edecek, fakat
o şefaate uğramayacak; tersine yüce Allah onu kıyamet günü
kokuşmuş bir sırtlana dönüştürecek ve İbrahim ondan uzaklaşacaktır.
Bazı rivayetlerde onun İbrahim'in babası olmadığı, babasının Allah'ın
birliğine inandığı, müşrik olmadığı ve Peygamber efendimizin
(s.a.a) atalarının müşrik olmadıkları, tümünün tevhit inancı üzere oldukları
belirtilmektedir. Bunun gibi daha birçok rivayet vardır.
İbrahim Peygamber'le (a.s) ilgili olarak aktarılan diğer hususlar üzerinde
de çeşitli ihtilâflar baş göstermiştir. Bunların bir kısmı son
derece ilginçtir. Eski Ahit'te ona yakıştırılan bazı kıssalara da rastlamak
mümkündür. Oysa Allah'ın dostu, bir peygamber ve resul olarak
İbrahim bu tür yakıştırmalardan uzaktır.
Tefsir bilginleri, bu hususta sözü o kadar uzatmışlardır ki, zaman zaman
tefsir biliminin kalıplarının, kurallarının dışına da taşımışlardır.
Araştırmacının perspektifinden ayetlerin anlamlarının algılanması
demek olan tefsir biliminin bu tanımı yerle bir edilmiştir. Daha geniş
bilgi edinmek isteyenler rivayet tefsirlerine ve ayrıntılı tefsir kitaplarına
başvurabilirler.
İbrahim Peygamber'in başından geçenleri aktaran ayetler üzerinde
düşündüğümüz zaman elde ettiğimiz anlam şudur: İbrahim Peygamber
soydaşlarının arasına karıştığı ilk anda, Kur'ân'da babası olduğu
zikredilen bir adamın durumunu merak ederek sorguluyor. Bu adamın
putlara tapmaktan vazgeçip kendisinin temsil ettiği tevhit dinine
tâbi olmasını, böylece kendisini hidayete erdirmesini ısrarla istiyor.
Bu isteğinde o kadar ısrarlı davranıyor ki, sonuçta babası onu kovuyor
ve kendisinden uzaklaşmasını emrediyor. Ayeti dinliyoruz:
"Kitapta İbrahim'i de an; gerçekten o, çok doğru bir peygamberdi.
Babasına demişti ki: 'Babacığım, işitmeyen görmeyen ve sana hiçbir
yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım, bana, sana gelmeyen
bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün yola ileteyim...' Ey İbrahim,
dedi, sen benim tanırlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeç-
mezsen, andolsun seni taşlarım. Uzun süre benden ayrıl, git."
(Meryem, 41-46) Babasının bu tepkisine karşın İbrahim ona esenlik diliyor ve kendisi
için Allah'tan bağışlanma dileyeceğini vaat ediyor. Belki de Hz. İbrahim
onun iman edeceğini, hidayete erip mutluluğa kavuşacağını umuyordu.
Kur'ân'ı dinlemeye devam ediyoruz: "İbrahim: Selâm sana,
dedi, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Doğrusu O, bana
çok lütufkârdır. Sizden de, Allah'tan başka yalvardıklarınızdan da ayrılıyor
ve yalnız Rabbime yalvarıyorum. Umarım ki Rabbime yalvarmakla
bahtsız olmam." (Meryem, 47-48)
İkinci ayet, İbrahim Peygamber'in babasına yönelik bağışlanma dileme
vaadinin salt dünya hayatıyla ilgili olduğuna ilişkin güzel bir ipucudur.
Yani, babası kâfir olarak kalmasına rağmen veya küfür üzere
olduğunu bilmeden ölmesi durumunda Hz. İbrahim'in kıyamet günü
ona şefaat edeceği gibi bir durum söz konusu değildir.
Sonra yüce Allah İbrahim'in bu vaadini yerine getirişini ve babası için
bağışlama dileyişini anlatıyor. Kur'ân şöyle diyor: "Rabbim, bana hüküm
(doğru ilim ve amel) ver ve beni salihler arasına kat. Sonra gelenler
arasında bana, bir doğruluk dili nasip eyle. Beni nimet cennetinin
vârislerinden kıl. Babamı da bağışla. Çünkü o, sapıklardandı. Kulların
diriltilecekleri gün, beni utandırma. O gün ki, ne mal, ne de oğullar
yarar vermez. Ancak Allah'a sağlam ve temiz kalp getiren yarar
görür." (Şuarâ, 83-89) "Çünkü o, sapıklardandı." ifadesinden anlaşıldığı
kadarıyla Hz. İbrahim, babasının ölümünden veya kendisinin ondan
uzaklaşmasından sonra dua etmiştir. Bunu ifadenin orijinalinin
[innehu kane min'ez-zâllîn] başındaki "kane" edatından çıkarıyoruz.
Ayetin devamında yer verilen sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla Hz. İbrahim,
sırf verdiği sözün sorumluluğundan kurtulmak için dua etmiştir.
Âdeta şöyle diyor: "Kıyamet günü şu sapığı bağışla..." Sonra da kıyamet
gününü şu şekilde vasfediyor: "O gün temiz bir kalple gelmekten
başka hiçbir şeyin yararı olmaz!"
Yüce Allah bir ayette -onun dua edişini mazur göstererek- bu gerçeği
şu şekilde ortaya çıkarıyor: "Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları
belli olduktan sonra Allah'a ortak koşanlar için mağfiret dilemek;
ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir. İb
rahim'in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden
ötürü idi. Fakat onun, bir Allah düşmanı olduğu, kendisine belli olunca
ondan uzak durdu. Gerçekten İbrahim, çok yumuşak huylu ve pek
sabırlı idi." (Tevbe, 113-114) Ayetin akışı gösteriyor ki, Hz. İbrahim bu
duayı dünya hayatında yapmış ve dünyadayken babasından uzaklaşmıştır,
onunla ilişkilerini kesmiştir. Yani kıyamet günü ona dua edip
sonra ondan uzaklaşacak değildir. Çünkü ayetin akışı genel bir
yasaklama içeren yasama niteliklidir. Bundan da İbrahim'in duası istisna
tutulmuştur. Bunun da gerçekte onun sözünü tutma hususundaki
titizliğinden kaynaklandığı belirtilmiştir. İleride kıyamet günü olacak
bir şeyi, dünyada gerçekleşen yasama nitelikli bir hükümden
istisna etmenin, sonra kıyamet günü gerçekleşecek bir uzaklaşma fiilinden
söz etmenin mantığı yoktur.
Özetle; yüce Allah, İbrahim Peygamber'in, babası için dua edişinden,
sonra ondan uzaklaşmasından söz ediyor. Bütün bunlar İbrahim'in
hayatının ilk dönemlerinde gerçekleşmiştir ve o sırada henüz kutsal
topraklara hicret etmemişti. Bunu, onun hakkı istemesinden,
salihlere katılmayı ve salih evlâtlara sahip olmayı istemesinden
anlıyoruz. Nitekim önceki ayetlerde geçen şu ifadeden bu husus anlaşılıyor:
"Rabbim, bana hikmet bahşet ve beni salihlere kat." Aynı
şekilde İbrahim'in babasından ve soydaşlarından uzaklaşmasını ve
babası için mağfiret dilemeyi istisna edişini içeren ayetten de bunu
anlayabiliriz: "İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için
güzel bir öğüt vardır; onlar kavimlerine: 'Biz sizden ve sizin Allah'tan
başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin taptıklarınızı tanımıyoruz. Siz, bir
tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık
ve nefret belirmiştir.' demişlerdi. Yalnız İbrahim'in, babasına:
'Senin için mağfiret dileyeceğim; fakat Allah'tan gelecek hiçbir şeyi
senden savamam.' demesi hariç." (Mümtehine, 4)
Sonra yüce Allah İbrahim Peygamber'in (a.s) kutsal topraklara hicret
etmeye karar verişini, salih evlâtlar istemesini anlatıyor: "Ona bir tuzak
kurmak istediler, biz de onları alçak düşürdük. İbrahim dedi ki:
Ben Rabbime gideceğim, O beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana
iyilerden lütfet." (Sâffât, 100)
Sonra yüce Allah onun kutsal topraklara gidişini ve kendisine salih
evlâtlar bahşedişini anlatıyor: "Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de,
asıl kendilerini hüsrana uğrattık. Onu ve Lut'u kurtarıp, âlemlere bereketli
kıldığımız yere getirdik. Ona İshak'ı hediye ettik, üstelik Yakub'u
da fazladan verdik. Hepsini de iyi insanlar yaptık." (Enbiyâ, 70-
72) "İşte onlardan ve onların Allah'tan başka taptıklarından ayrılınca,
biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik ve hepsini de peygamber
yaptık." (Meryem, 49)
Bir başka yerde yüce Allah, Mekke'de dua edişinden söz ediyor. Bu,
kutsal topraklara hicret edip orada çocukları dünyaya geldikten ve
İsmail'i Mekke'ye yerleştirerek kenti kurmasından ve Kâbe'yi inşa
etmesinden sonraki döneme rastlayan bir olaydır. Kur'ân'da ondan
aktarılan son sözlerdir bunlar:
"Bir zaman İbrahim şöyle demişti: Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni
ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut... Rabbimiz, ben çocuklarımdan
bazısını, senin Haram Evi'nin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim.
Rabbimiz, namazı kılsınlar diye... İhtiyarlık çağımda bana
İsmail ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı
işitendir... Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve
müminleri bağışla." (İbrâhîm, 35-41)
Bu ayet, akışı itibariyle ve diğer karinelerin de desteğiyle gösteriyor
ki, Hz. İbrahim'in dua ettiği babası, daha önce yüce Allah'ın, "Babası
Azer'e..." ifadesinde işaret ettiği kimseden ayrıdır. Çünkü açıkça görüldüğü
gibi, ayetler İbrahim'in, sırf sözünü tutmak için ona dua ettiğini,
sonra onun Allah düşmanı olduğunu anlayınca kendisiyle ilişkilerini
kestiğini ifade etmektedir. Daha önce ilişkisini kestiği ve ondan
ayrılarak Rabbine sığındığı birine yeniden dua etmesinin mantığı yoktur.
Şu hâlde, babası Azer, onun bu son duasında annesiyle birlikte
zikredip dua ettiği öz babasından başka birisidir.
Bu son duasının içerdiği en latif kanıt ise, "valideyye" sözcüğünün
kullanılmış olmasıdır. "Valid" ifadesi Arapça'da ancak öz baba için
kullanılır. O da insanın doğumuna sebep olan kimse anlamına gelir.
Önceki duasında ise, "Babamı da bağışla. Çünkü o sapıklardandı."
demişti. Bu ayette "eb" sözcüğü kullanılıyor. Tefsirini sunduğu
muz ayetlerde ise, onun babası Azer'den söz ediliyor ve yine baba kelimesi
"eb" şeklinde geçiyor. Arapça'da "eb", dede ve amca için de
kullanılır. Kur'ân'da bu kullanımın örneklerine tanık oluyoruz. Meselâ
bir ayette şöyle buyuruluyor: "Yoksa Yakub'a ölüm gelip çattığı zaman
orda mı idiniz? O zaman Yakup oğullarına, 'Benden sonra neye tapacaksınız?'
dedi. Dediler ki: Senin Allah'ın ve babaların İbrahim, İsmail
ve İsha-k'ın ilâhı olan tek ilâha tapacağız. Biz O'na teslim olanlarız."
(Bakara, 133) İbrahim Yakub'un dedesidir, İsmail de amcasıdır. Bu ayette
her ikisi için de "eb" yani baba niteliği kullanılmıştır. Bir diğer
ayette ise, Yusuf Peygamber'in sözleri olarak şöyle buyuruluyor: "Babalarım
İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum." (Yûsuf, 38) İshak
Yusuf'un dedesidir, İbrahim de babasının dedesi. Bu ikisi için de "eb"
kelimesi kullanılmıştır.
Bundan da anlaşılıyor ki, ayette sözü edilen Azer, İbrahim'in öz babası
değildir. Baba niteliğini gerektirecek ve İbrahim'in kendisine "babacığım"
demesine neden olacak manevî bir babalığı söz konusuydu.
Dilde dedeye, amcaya, öz babadan sonra anneyle evlenen insana, insanın
işlerinin yönetimini üstlenen kimselere ve sözü dinlenen büyüklere
baba demek caizdir. Bu, sırf Arapça'ya özgü bir durum da değildir.
Bu ve benzeri hususlar da diğer diller de Arapça gibi geniş bir kullanım
alanına sahiptirler. Bütün dillerde edebî sanatların el verdiği
oranda etkili anlatım ve anlaşma için anne, amca, kardeş, baş, göz,
ağız, el, pazı ve parmak gibi sözcükler son derece geniş bir anlamsal
yelpazede kullanılırlar.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu hususlar ortaya çıkıyor: Birincisi:
Rivayetlerde, tarihsel metinlerde ve edebî kaynaklarda İbrahim'in
babası hakkında, Azer lafzıyla ilgili olarak, özel isim yahut övgü
veya yergi anlamını içeren bir lakap yahut bir put ismi olması hususunda
baş gösteren ihtilâflar üzerinde durmaya değmez. Bunlar
üzerinde durmakla ayetin anlamının belirginleşmesine herhangi bir
katkıda bulunmuş olmayız. Kaldı ki, bu bağlamda aktarılan değerlendirmelerin çoğu dayanak-tan
yoksun zorlamalardır. Ayrıca "Azere ettehizu esnamen aliheten= Azer,
putları mı ilâh edindin?" cümlesiyle ilgili olarak garip terkipler kurula-
rak ya ayetin zahirî anlamı ifsat edilmiş ya da akışının bozulmasına
neden olunmuştur. Örneğin takdim ve tehir yapıldığı, bazı ifadelerin
hazf veya takdir edildiği söylenmiştir?
İkincisi: İbrahim'in öz babası Azer değildir. Fakat Kur'ân onun öz babasının
adını zikretmemiştir. Babasının adı rivayetlerde geçer ve Tevrat'taki
isimlendirme de bunu doğrular niteliktedir. Tevrat'ta, babasının
adının "Târakh" olduğu belirtiliyor.
Asıl şaşkınlık veren şey, bazı araştırmacıların söyledikleri şu tür
sözlerdir:
"Kur'ân peygamberlerin ve ümmetlerin tarihinden kesitler aktarırken,
geçmiş ulusların başından geçen olayların bazısını hikâye ederken
son derece önemli hususları ihmal eder. Oysa bunlar kıssaların özünü
oluştururlar. Örneğin olayın meydana geldiği tarih, yer, doğal koşullar,
sosyal ve siyasal durum anlatılmaz. Bunlar ise olayın meydana
gelişinde belirleyici rol oynarlar. Üzerinde durduğumuz kıssada da
aynı durum söz konusudur. Çünkü Hz. İbrahim'in kıssasının gerçek
mahiyetini bilmek için babasının adını, soyunu, tarihini, doğduğu zamanı,
gençlik yıllarını, davete başlamasını ve hicret ettiği tarihi bilmek
gerekir."
"Bunun nedeni, Kur'ân'ın kıssalarını aktarırken sağlam bir yöntemi
esas almasıdır. Bununla gerçek hikâye sanatının ulaştığı hedef gözetilir.
Buna göre hikâyeyi anlatan kişi, amacına en iyi bir şekilde ulaşmak
için mümkün olan her yola baş vurur. Anlattığı hikâyenin doğru
veya yalan olması pek önemli değildir. Amaca hizmet etmesi yeterlidir.
Kıssanın meydana geldiği tarih, yer, ortaya çıktığı ortam bilinmese
de olur. Aynı şekilde Kur'ân da amacına, yani insanlığı mutluluğa
ulaştırma hedefine varmak için davetin yapıldığı zamanda insanlar
arasında yaygın olan veya Ehlikitap kaynaklarında geçen kıssaları alabilir.
Bunların sahih ve güvenilir olmaları şart değildir. Hatta tamamen
hayal ürünü de olabilir. Nitekim Musa ve arkadaşının [Yuşe' b.
Nûn] kıssasının, ölüm korkusuyla yurtlarını terk eden binlerce ileri gelenlerin
kıssasının vb. kıssaların bu türden kıssalar oldukları söylenmiştir.
Öykü sanatı buna engel değildir. Önemli olan öyküyü anlatan
kişinin bunun amacına ulaşması için en etkili ve kısa yol olduğunun
bilincinde olmasıdır..."
Yukarıdaki değerlendirme yanlıştır. Çünkü öykü sanatı için söyledikleri
doğru olsa da bunu Kur'ân'a uyarlamak doğru değildir. Çünkü
Kur'ân bir tarih kitabı veya hayal ürünü öyküleri içeren bir metin
değildir. O, önünden ve arkasından batılın bulaşmadığı aziz kitaptır.
Kur'-ân kendisinden Allah'ın kelâmı diye söz eder. Haktan başka bir
şey söylemediğini belirtir. Haktan sonra da batıldan başka bir şeyin
olmadığını ifade eder. Hakkı savunmak için batılın yardımına baş vurulmayacağını
dile getirir. Hidayet için sapıklığın desteğine ihtiyaç duyulma-
yacağını söyler. Hakka ve dosdoğru yola ileten kitap olduğunu
vurgular. Kendisine yönelenlere ve karşı çıkanlara hüccet ve kanıt olduğunu
anlatır. Buna ilişkin birçok ayet vardır. Bu ayetleri teker teker
burada ele almaya gerek yoktur. Böyleyken Kur'ân'ın içerdiği ifadelerin
maksatlarını inceleyen bir kimse onun batıl bir görüşü, yalan bir
kıssayı, bir hurafeyi veya hayal ürünü bir hikâyeyi içerdiğini nasıl söyleyebilir?
Allah'a, Peygamberi'ne ve Peygamber'in getirdiği dine iman etmenin;
Kur'ân'ın batıl, yalan veya hurafe bir şeyi içerdiği ihtimalini olumsuzlamayı
gerektirdiğini -gerçekte öyle olsa da- söylemek istemiyorum.
Normal bir akla sahip, sağlıklı düşünmesini bilen her insanın görevinin
Kur'ân'ı olumlamak suretiyle ona uymak olduğunu, her türlü yanlışı
ve sürçmeyi ondan olumsuzlamak durumunda olduğunu, gerek
maksatlara ulaştırma amacına yönelik araçlarda ve gerekse bizzat
bu maksatlar bağlamında bu olumsuzlamanın bir zorunluluk olduğunu
-gerçekte öyle olsa da- belirtmek de istemiyorum.
Sadece şunu söylüyorum: Bir kitap ilâhî kelâm olduğunu ve insanların
gerçek mutluluğa ulaştırılmaları için indirildiğini, insanları hakka
dayalı olarak gerçeğe ilettiğini iddia ediyorsa, böyle bir kitabı tefsir
eden, maksatlarını ve hedeflerini açıklamak isteyen bir insanın görevi,
onun doğru söylediği varsayımından hareket etmedir. Onun verdiği
haberlerde, yaptığı açıklamalarda, ortaya koyduğu kanıtlarda, gösterdiği
hedeflerde sırf gerçeği söylediğini, hidayete ulaştırmayı amaçladığını,
dosdoğru yola iletme esasına dayandığını ve batıl bir unsu-
run ona bulaşmadığını, hak ile bağdaşmayan hiçbir hedefe yöneltmediğini,
en küçük bir gevşekliğin ve tutarsızlığın kendisine bulaşmadığı
bir amaca ulaştırdığını bir ön kabul olarak göz önünde bulundurmalıdır.
Mutlak olarak hak niteliğine sahip olduğu kabul edilen olgunun amacın
gerektirdiği yöntemlerinden birine, hakka davet ettiğini söylemesine
rağmen, batılın bulaşması düşünülebilir mi? Bir tasımın hakla
batılı ayırıcı olduğu ve ciddiyetsizlikten uzak olup şaka olmadığı söylendiği
hâlde, bu sonucu taşıyan bir açıklamaya ciddiyetsizliğin ve
gevşekliğin karıştığı, toleransın ağır bastığı nasıl kabul edilebilir?
Göklerin ve yerin gaybını bilen Allah'ın kelâmı olan bir söze veya habere
cehaletin, çarpıtmanın veya hatanın bulaşması mümkün müdür?
Aydınlıktan karanlık veya cehaletten bilgi doğar mı?
Hak bir kelâm olduğunu, ne amaçlarına ve ne de yöntemlerine batıl
bir şeyin bulaşmadığını savunan Kur'ân'ın, içeriğini ve ayetlerinin anlamlarını
belirginleştirme bağlamında izlenilecek tek yöntem budur.
Fakat birisi Kur'ân'ın "Allah'ın kelâmı olduğuna, yöntemleri ve maksatları
itibariyle salt gerçeği içerdiğine" ilişkin iddialarının doğru olup
olmadığını, Eski ve Yeni Ahit ve Avesta gibi diğer kutsal kitapların
Kur'ân'ın ele aldığı meselelere yönelik çözümleriyle Kur'ân'ın çözümleri
arasında ne gibi benzerlikler veya farklılıklar olduğunu, bu hususta
tarihsel, doğal, matematiksel, felsefî veya sosyal alanlarda yapılan
bilimsel araştırmaların bulgularının ne yönde olduğunu belirlemek
istiyorsa, bunlar tefsir biliminin kapsamına giren konular ve araştırmalar
değildir. Tefsir yaptığını söyleyen bir insanın bu gibi konuları
ele alması, bunları tefsir yerine sunması caiz değildir.
Kur'ân'ın, "Hâlâ Kur'ân üzerinde durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan
başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok
şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82) söylediği doğrudur. Burada demek isteniyor
ki, ortada dolaşan birtakım kuşkular var, insanların kulaklarına çalınan
vehimler geziyor ortalıkta. Diyorlarmış ki: "Kur'ân'da çelişki var. Çünkü
bir ayetin söylediği bir başka ayetin söylediğinden farklıdır. Ya da bir
ayetin içeriğinin hakka ve gerçeğe uygunluğu hususunda ciddi kuşkular
vardır. Kur'ân kendisinin hakka ilettiğini söylediğine göre, böyle
bir durum iki ayetin birbirini tutmadığı sonucunu doğurur. Çünkü bu
ayet, her ayetin içeriğinin bütünüyle hak olduğunu, buna karşın diğer
ayetse içerik bakımından hak olmadığını ortaya koyuyor." Fakat bu
ayet, yani "Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı?" ayeti, Kur'ân'ın bazı ayetleriyle
ilgili olarak gündeme gelen kuşkuları diğer bazı ayetlerinin içerdiği açıklamalarla
ortadan kaldırmaya yeterli olduğunu açıklıyor. Bazı bölümleriyle
ilgili olarak kimi zihinlerde beliren problemleri, anlama güçlüklerini
diğer bazı bölümlerinin içeriği aracılığıyla giderme gücüne sahiptir.
Dolayısıyla Kur'ân'ın maksadını, ayetlerinin anlamlarını araştıran bir
kimsenin, bazı bölümlerin anlaşılması için diğer bazı bölümlere baş
vurması gerekmektedir. Bazı bölümlerin içerdiği anlamların netleşmesi
için diğer bazı bölümlerin içeriğini bunlara tanık tutmak durumundadır.
Kur'ân bir davet ve hidayet kitabıdır. Bir tek adım bile olsa
yanlış yapmaz, kendi içinde tutarsızlık barındırmaz. Bir tarih kitabı
değildir. Öykü kitabı da değildir. Bu yüzden görevi, tarihsel araştırma
yapmak veya öykü sanatının herhangi bir tarzını esas alan bir anlatım
üslûbunu benimsemek değildir. Kur'ân'da soyların, neseplerin,
zamanların ve mekânların tespiti eğilimi görülmez. Tarihsel bir araştırmanın
veya öykü sanatının bigane kalamayacağı başka somut verilere
yer vermek gibi bir zorunluluğu yoktur.
Meselâ İbrahim'in Târakh b. Nahor b. Seruk b. Reu b. Pelek b. Ever b.
Şeleh b. Arpakşat b. Sam b. Nuh olduğunun bilinmesinde ne gibi bir
dinsel yarar vardır? Veya onun milattan önce yaklaşık olarak iki bin
yıllarında falan kralın zamanında Keldanîler'in Ur Kenti'nde dünyaya
geldiğini, şu tarihte doğduğunu, bu kadar süre yaşadığını ve falan yılda
öldüğünü bilmek veya bilmemek dinsel davet açısından neyi değiştirecektir?
İbrahim'in hayatıyla ilgili olarak Kur'ân'da yer alan açıklamaları bir
araya getireceğiz ve bunları Tevrat'ta ve diğer kitaplarda yer alan tarihi
ve kişiliğiyle ilgili açıklamalarla karşılaştıracağız. Ki bir araştırmacı
gerektiği gibi inceleme yapabilsin ve objektif bir gözle değerlendirmelerini
yapabilsin, bundan sonra Kur'ân'ın aktardıklarıyla ilgili
olarak yargısını versin.
Bununla beraber Kur'ân-ı Kerim yararlı bilgiler için gerekli olan gözetmeyi
göz ardı etmemiştir. Evrene, evrenin göksel ve yersel fenomenlerine
ilişkin araştırmaları yasaklamamış, geçmiş milletlerin haberlerini,
sosyal yasaları ve gelip geçen çağları öğrenmeye, bilginin
ve marifetin hakkını vermek için bunlardan yararlanmaya engel olmamıştır.
Kur'ân ayetleri her fırsatta bilgiden son derece övgüyle söz
ederler. Düşünmeyi, derin analizler yapmayı, gözlemleyerek tefekkür
etmeyi teşvik eden ayetlerin sayısı o kadar çoktur ki, bu ayetlerin
tümünü buraya almaya gerek yoktur.
"Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık
bir sapıklık içinde görüyorum."
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: Senem; gümüş-ten,
bakırdan veya ağaçtan yapılan bir canlı figürüdür. Putperestler bunlara
kulluk sunarak onlar aracılığıyla Allah'a yaklaşmayı amaçlıyorlar.
Çoğulu "esnam"dır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen
putları (esnam) tanrılar mı ediniyorsun?" "...Andolsun putlarınız (esnam)
için bir tuzak kuracağım." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada
sona erdi.)
Ragıb'ın, putların gümüşten, bakırdan ve ağaçtan imal edildiklerini söylemesi
bir örneklendirme niteliğindedir. Putların sadece bunlardan yapılan
heykellerle sınırlı oldukları anlamına gelmez. Tam tersine putperestler
heykel yapımında kullanabilecekleri her madenden ve taş türlerinden
putlar yapabiliyorlardı. Rivayet edilir ki: Yemame'den Hanifeoğulları
kabilesi kuruttan bir put yapmıştı. Bazen çamurdan da imal ettikleri
olurdu. Kimi zamanlar da sadece çizdikleri bir resimle yetinirlerdi.
Her hâlükârda, bazen putlar soyut bir inanışı temsil ederlerdi; gök
tanrısı, yer tanrısı ve adalet tanrısı gibi. Bazen de güneş putu, ay putu
gibi somut nesneleri de temsil ederlerdi. İbrahim'in soydaşlarının her
iki türden de putları olduğu anlaşılıyor. Babil yıkıntılarında yapılan
araştırmalar da bunu destekliyor. Onlar bunlara tapmak suretiyle
manevî şahsiyetlerini temsil eden tanrılara kulluk sunduklarını düşünüyorlardı.
Bu tanrılar aracılığıyla da Allah'a yaklaşmayı
amaçlıyorlardı. Eğilişin en son derecesini -kulun tanrısına eğilişi- bunlar
için sergilemek, beşer heyulasının en aptal hareketlerinden
biridir. Büyük ve saygıya değer bildikleri bir şeyi temsil için bir heykel
dikecekler ve önünde saygı duruşunda bulunup kulluk sunacaklar,
var mı bundan daha aptalca bir davranış? Bu davranışın hakikati, yaratılmış
olduğu ve Rabbi bulunduğu hâlde, birinin tutup kendi elleriyle
yaptığı şey karşısında son derece eğilmesidir!
Putperestlerden biri tutardı, bir ağacı kendi elleriyle yontarak heykel
hâline getirirdi. Sonra onu belli bir yere dikerek kulluk sunar, önünde
eğilir, alçalırdı. Bu yüzden, "Sen putları tanrılar mı ediniyorsun?" ifadesinin
orijinalinde geçen "esnam" kelimesi nekre olarak kullanılarak
putların basitliği, küçüklüğü vurgulanmak istenmiştir. Çünkü onları
kendileri yapmışlardır, kendi elleriyle üretmişlerdir. Nitekim diğer
bir ayette yüce Allah, İbrahim Peygamber'in soydaşlarına şöyle söylediğini
belirtmektedir: "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?,
dedi." (Sâffât, 95)
Kelimenin ayette nekre kullanılarak putların basitliğini, küçüklüğünü
vurgulamanın bir diğer nedeni de, ilim ve kudret gibi tanrılığın en
belirgin niteliklerinden yoksun olmalarıdır. Nitekim İbrahim
Peygamber babasına hitap ederken şunları söylüyor: "Babasına
demişti ki: Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı
olmayan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 42)
Şu hâlde, "Sen putları tanrılar mı ediniyorsun?" ifadesinin anlamı şudur:
Hiçbir önemi ve değeri bulunmayan putları tanrı mı ediniyorsun? Tanrı
demek, önemli ve büyük demektir. Ben seni ve kavmini bu bakımdan
apaçık bir sapıklık içinde görüyorum. Bilgi ve güç sahibi bir sanatkârın
kendi elleriyle yaptığı bilgi ve güçten yoksun bir sanat eserine kulluk
sunmasının ne denli sapıklık olduğu gerçeğini nasıl göremezsiniz?
"Sen putları tanrılar mı ediniyorsun?" ifadesi özet biçiminde de olsa
İbrahim Peygamber'in soydaşlarına ve babasına yönelttiği birçok kanıt
içermektedir. Bu kanıtlar Kur'ân'ın değişik yerlerinde daha ayrıntılı
olarak sunulmuşlardır. Ancak bu, İbrahim'in babasıyla ve soydaşlarıyla
girdiği ilk tartışmadır. Yüce Allah'ın onun kavmiyle girdiği tartışmalar
bağlamında sunduğu bilgiler gösteriyor ki, babası ve soydaşlarıyla
putların durumu, sonra yıldızın, ayın ve güneşin tanrılığı üzerine
tartışmış, ardından kralla bu bağlamda bir tartışmaya girmiştir.
Yıldızın, ayın ve güneşin tanrılığı çerçevesinde girdiği tartışma, ayetlerin
akışından anladığımız kadarıyla, putlarla ilgili tartışmadan sonra
gerçekleşmiştir. Olayların gelişimi üzerine yapılan mantıksal bir araştırma,
kralla tartışmasının da, durumunun iyice anlaşılması, putperestlik
dinine muhalefet etmesi, Sabiîlik dinini reddetmesi ve putları
kırması üzerine ortalıkta dolaşan dedikodulardan sonra gerçekleştiğini
gösterecektir. Mantıksal araştırmaya göre o işin başında, yanında
bulunduğu babasının dinine muhalefet etmiştir. Diğer insanlarla
karşılaşmadan önce babasıyla tartışmıştır. Sonra diğer insanlarla inanç
sistemleri üzerine tartışarak onların inançlarına karşı çıkmıştır.
Tevhidi ilk gündeme getirmesine zemin hazırlayan olay, babası ve
soydaşlarıyla putlar bağlamında giriştiği tartışmadır.
75) Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk...
Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla "Böylece" ifadesiyle bundan
önceki ayetin içeriğine işaret edilmiştir: "İbrahim, babası Azer'e demişti
ki: Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni... görüyorum."
Bu demektir ki, Hz. İbrahim bu meseleyle ilgili gerçeği görüyordu.
Dolayısıyla ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:
Gerçeği göstermenin bu şekliyle İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu
gösteriyorduk.
Bu işaretin yardımıyla ve bir sonraki ayette geçen, "üzerine gece çökünce"
ifadesinden hareketle -ki ayetin öncesiyle sonrası arasında bir
bağlantı olduğunu da kanıtlamaktadır- anlıyoruz ki "nurî=gösteri-riz"
[kelimesi gelecek zaman kalıbında olsa da] geçmişteki bir durumu
anlatmaya yöneliktir. Şu ayette olduğu gibi: "Biz de istiyorduk ki o
yerde ezilenlere lütfedelim." (Kasas, 5) [Bu ayette de geçmiş zaman
olarak anlamlandırdığımız "istiyorduk" fiili, ayetin orijinalinde gelecek
zaman kipinde "nurîdu" kullanılmıştır.]
Şu hâlde ayetin anlamı şudur: Biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu
gösteriyorduk. Bu, onu babası ve soydaşlarıyla putlar hakkında
tartışmaya, sapıklıklarını görmeye yöneltti. Biz ona bu şekilde
yardım ediyorduk, melekûtu gösterme bağışını sunuyorduk. O bu hâl
üzereyken gece oluverdi, o sırada bir yıldız gördü...
Bu da gösteriyor ki, bazılarının, "Böylece... gösteriyorduk." ifadesini
öncesiyle ve sonrasıyla bağlantısı bulunmayan bir ara cümlecik gibi
göstermeleri yanlıştır. Aynı durum bazılarının şu sözleri için de geçerlidir:
"Melekûtun İbrahim için ilk kez gösterilmesi, gece olup bir yıldız
görmesiyle başlar." Bu tür değerlendirmeler yanlıştır, savunulması
yersizdir.
Göklerin ve yerin melekûtu ifadesinin ne anlam ifade ettiğine gelince,
melekût; mülk kelimesi gibi varlık üzerinde tasarruf yetkisine sahip
olma anlamına gelen bir mastardır. Tağût ve ceberût gibi. Ancak
anlam itibariyle mülk kelimesinden daha vurguludur. Tağût ve ceberûtun
anlam itibariyle "tuğyan, cebr veya cubran"dan daha vurgulu olması
gibi.
Kur'ân'ın bu kavrama yüklediği anlam, sözlük anlamının aynısıdır.
Yüce Allah'ın kelâmında kullanılan diğer kavramlar gibi, sözlük anlamında
herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Ancak kavramın
Kur'ân'da öngörülen nesnel karşılığı sözlük anlamı için öngörülen
nesnel karşılığından farklıdır. Şöyle ki; bir tür egemenlik ve saltanat
anlamına gelen mülk ve melekût kavramlarına, bizim tarafımızdan
göreceli ve farazî bir anlam yüklenir. Çalışmaların ve bireylerin sosyal
adaleti ve toplumsal güvenliğini garantiye alacak şekilde düzene sokulmasını
zorunlu kılan toplumsal gereksinim böyle bir anlamı varsaymamızı
zorunlu kılmıştır. Bu itibarla el değiştirmeyi, bağışlanmayı,
gasp edilmeyi ve zor kullanımla ele geçirilmeyi kaldırabilir bir mahiyettedir.
Bunun örneklerini insan topluluklarında her gün gözlemlemekteyiz.
Bu anlam, göreceli ve koymaca (vaz'î) olmakla beraber bir açıdan yüce
Allah için de düşünülebilir. Beşer topluluklarında hak hükmün Allah'a
ait olması yani. Nitekim yüce Allah bu hususa şöyle işaret etmiştir:
"Hüküm vermek, yalnız Allah'a aittir." (En'âm, 57) "İlkte de, sonda
da hamd O'na mahsustur. Hüküm de sadece O'nundur." (Kasas, 70)
Ancak bu göreceli hükmün anlamı analiz edildiğinde, bunun gerçekler
bazında yok olmayı ve el değiştirmeyi kabul etmeyecek bir kalıcılığa
ve gerçekliğe sahip olduğu görülecektir. Meselâ herhangi bir
insan, kendi nefsinin maliki konumundadır. İşitme, görme ve diğer fi-
il ve güçleri üzerinde tasarruf yetkisine sahip hükümran niteliğine
sahiptir. Onun kulağı işittiğinde ve gözü gördüğünde ancak onun iradesine
ve hükmüne tâbi olarak işitir ve görür. Bu hususta bir başka
insanın iradesine ve hükmüne tâbi olmaz. Bu ise gerçek bir anlamdır,
onun gerçekliğinde en küçük bir kuşku duymayız. Yok olması veya el
değiştirmesi söz konusu değildir. O hâlde insan, nefsinin güçlerine ve
fiillerine hâkimdir. Bunların tümü onun varlığına tâbidir, onunla kaimdir,
ondan bağımsız varlığa sahip değildir. Onsuz edemezler. Örneğin
göz, ancak onunla gören insanın izniyle görme eylemini gerçekleştirir.
Aynı şekilde kulak da onun izniyle işitir. Eğer insan olmasaydı
ne göz olurdu, ne görme, ne kulak olurdu, ne işitme.
Aynı şekilde herhangi bir birey de bir hususta tasarrufta bulunduğu
zaman hükümdarın veya emir yetkisine sahip yöneticinin izniyle hareket
etmektedir. Eğer toplumun dizginlerini elinde tutan birleştirici,
yönetici güç olmasaydı toplum da olmazdı. Eğer insan bireysel tasarrufların
birinden men edilirse, artık tasarrufta bulunması söz konusu
olmaz. Bu eylem, gerçekleşme imkânını bulmaz ve böyle bir eylem,
geçerli de sayılmaz.
Bu anlamın bu şekliyle yüce Allah için de geçerli olduğunda en küçük
bir kuşku söz konusu değildir. Objelerin varolması ve düzenin sağlanıp
yönlendirilmesi O'nun tekelinde olan bir hükümranlıktır. Yüce Allah'ın
yarattığı hiçbir varlık, ne kendi varlığı, ne de varlığına tâbi olan
güçleri ve fiilleri itibariyle Allah'tan müstağni değildir. Ne bireysel, ne
de evrenin diğer parçaları ile birlikte -ki evrensel güçlerin birbirleriyle
irtibatlı olmaları, birbirleriyle kaynaşmış olmaları gözlemlediğimiz şu
evrensel düzenin meydana gelmesini sağlamaktadırlar- Allah'tan bağımsız
bir varlık sürdürmesi mümkün değildir.
Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "De ki: Allah'ım,
ey saltanatın sahibi." (Âl-i İmrân, 26) "Göklerin ve yeryüzünün... egemenliği
sadece Allah'a aittir." (Mâide, 120) "Saltanat ve egemenlik elinde
olan yüce Allah kutludur. O'nun her şeye gücü yeter... O, ölümü
ve hayatı yarattı... O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı."
(Mülk, 1-3) Bu ayetlerde, görüldüğü gibi, mülkün yani hâkimiyetin
gerekçesi, yaratma olarak gösterilmektedir. Bu demektir ki, eşyanın
varlığını O'ndan alması, varlıkları ve pratikte oluşları itibariyle O'na
intisap edişleri, O'nun hâkimiyetinin, mülkünün özünü oluşturmaktadır.
Bu hâkimiyetinde O'na hiç kimse ortaklık etmez. O'ndan başkasına
da geçip el değiştirmez, yok olmaz. O'na ihtiyaç bırakmayacak
bir başıboşluk da söz konusu değildir, ya da evrensel düzenin sağlanması
için başkasının O'nun yerine geçmesi düşünülemez.
Aşağıdaki ayette, melekût kavramının bu şekilde anlamlandırıldığını
görüyoruz: "O'nun emri, bir şeyin olmasını istedi mi ona, sadece 'ol'
demektir, hemen oluverir. Yücedir O ki, her şeyin melekûtu O'nun elindedir."
(Yâsîn, 82-83) İkinci ayet gösteriyor ki, her şeyin melekûtu,
yüce Allah'ın ona söylediği "ol" kelimesidir. Allah'ın sözü, fiili demektir;
yani varlığı meydana getirmesi.
Bundan da anlaşılıyor ki, melekût; eşyanın Allah'a intisapları, O'-
nunla kaim oluşları itibariyle var olmaları demektir. Bu ise, ortaklığı
kabul etmeyen bir husustur. Sırf Allah'a özgü olan bir yetkidir. O hâlde
hâkimiyet, hükümranlık ve yönetme anlamına gelen rablık, başkasına
devretmeyi kabul etmediği gibi başkasını bu hususta yetkili
kılmayı da kabul etmez.
Bu yüzden eşyanın melekûtu üzerinde yapılan bir gözlem, insanı kesin
olarak tevhide iletir. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur: "Göklerin,
yerin melekûtuna ve Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış
olabileceğine bakıp ibret almadılar mı? Peki buna inanmadıktan
sonra hangi söze inanacaklar?" (A'râf, 185) Bu ayet, görüldüğü gibi,
biraz önce sunduğumuz Mülk Suresi'nin ilk ayetleriyle aynı hususa
dikkat çekmektedir.
Konuyla ilgili diğer ayetler üzerinde yapılan incelemeden sonra şunu
anlıyoruz ki, yüce Allah'ın İbrahim Peygambere göklerin ve yerin
melekûtunu göstermesinden maksat, Allah'ın onu eşyanın varlığı itibariyle
Allah'la irtibatlı oluşları gerçeğine yöneltmesidir. Bu mensubiyet
ortaklığı kabul etmez. İnsan böyle bir gözlemi gerçekleştirir
gerçekleştirmez, derhal hiçbir şey üzerinde Allah'tan başkasının
rablığının, yöneticiliğinin, işlerini yönlendirip düzenlemesinin, olguları
belli bir sistem dahilinde yönetmesinin söz konusu olamayacağını
anlar. Putlara gelince; onlar insanların yaptıkları ve adlarını koyduk-
ları heykellerdir. Allah onlara bu bağlamda hiçbir yetki vermemiştir.
Onların tanrılıklarına ilişkin hiçbir kanıt göndermemiştir. Durumu
bundan ibaret olan, hem de insan tarafından yapılan bir şey insana
rablık edemez, ona hükmedemez. Yıldız, ay ve güneş gibi gök cisimleri
de sık sık durum değişikliklerine uğrarlar. Bazen insana görünürken,
bazen gözden kaybolurlar. İleride açıklayacağımız gibi bu özellikte
olan bir varlık, varoluşsal anlamda hâkimiyete ve yönetim yetkisine
sahip olamaz.
Ki (müşriklerle tartışırken kanıt gösterebilsin) ve kesin inananlardan olsun.
İfadenin orijinalinin [li-yekûne] başındaki "lâm" illet edatıdır. Bu cümle
mahzuf bir diğer cümleye matuftur. Dolayısıyla anlamı şu şekilde
belirginleşmektedir: "Şöyle şöyle olsun ve kesin inananlardan olsun
diye."
İfadenin orijinalindeki "mûkınîn" kelimesinin kökü olan "yakin" kelimesi,
hiçbir şekilde içinde kuşku barındırmayan bilgi demektir. Büyük
bir ihtimalle burada onun Allah'ın ayetleri hakkında kesin bilgiye
sahip olması kastedilmiştir. Şu ayette olduğu gibi: "Sabrettikleri zaman,
onların içinden, emrimizle hidayet eden imamlar yaptık, onlar
ayetlerimize kesin kez inanmışlardı." (Secde, 24) Bundan da yüce Allah'ın
güzel isimlerine ve yüce sıfatlarına ilişkin kesin inanç doğar.
Peygamberimizin (s.a.a) durumuna ilişkin olarak inen ayetler de aynı
anlamı vurgular mahiyettedir: "Eksiklikten uzaktır O Allah ki, geceleyin
kulunu Mescid-i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mes-cidi
Aksa'ya yürüttü. Ona ayetlerimizden gösterelim diye böyle yaptık."
(İsrâ, 1) "Gözü şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük ayetlerinden
bazılarını gördü." (Necm, 18) Yüce Allah'ın zatı ile ilgili ya-kinî
inanca gelince, Kur'ân bu bağlamda onu kuşkudan ve bilinmekten
tenzih eder. Onu kabul edilmiş bir husus olarak sunar.
Yüce Allah, kesin bilginin özellikleri arasında istediğine somut âlemin
ötesindeki evrensel gerçekleri ortaya çıkarmayı zikretmiştir. Kur'-ân'ı
dinliyoruz: "Hayır, gerçeği kesin bilgi ile bilseydiniz; mutlaka cehennemi
görürdünüz." (Tekâsür, 5-6) "Hayır, iyilerin yazısı illîyyin (yüce
ler)dedir. İlliyyînin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir
kitaptır. Allah'a yaklaştırılmış olanlar, ona tanık olurlar." (Mutaf-fifîn,
18-21)
76) Derken üzerine gece çökünce İbrahim bir yıldız gördü, "Budur
rabbim!' dedi.
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "Cenne" sözcüğünün
anlamı; bir şeyin duyulardan gizlenmesidir. Araplar, "Cenneh'ul-leyl
ve ecennehu ve cenne aleyhi" derler. "Cennehu" yani, gece onu örttü."
"Ecennehu" yani ona gizleneceği bir şey sağladı. Tıpkı "kabartuhu=
onu defnettim" ve "akbartuhu=ona mezar hazırladım" ve "sakeytuhu=
ona su içirdim" ve "askaytuhu=su içmesi için ona bir şey sağladım"
dememiz gibi. "Cenne aleyhi keza" yani, üzerini örttü. Yüce Allah,
"cenne aleyhi'l-leyl" yani, "Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü."
buyurmuştur. (Ragıp'tan alınan alıntı burada sona erdi.) Şu hâlde
"cenne'l-leyl" deyimiyle karanlığın iyice çökmesi kastedilmiştir, sırf
güneşin batmasıyla birlikte ortalığın kararması değil.
"Üzerine gece çökünce" ifadesi, putların tanrılığını olumsuzlayan ifadenin
bir ayrıntısı konumundadır ve her iki ifade, "Böylece biz İbrahim'e
göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk." cümlesiyle irtibatlıdır.
Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: Biz ona eşyanın melekûtunu
gösteriyorduk. Bunun sonucu olarak putların tanrılıklarını
geçersiz kıldı. Bu durumu devam etti. Üzerine gece çökünce bir yıldız
gördü, bunun üzerine şöyle şöyle dedi...
"bir yıldız gördü." ifadesinde yıldız belirsiz, nekre olarak geçmektedir.
Bunda yatan nükte, haber verme ve bir şeyle ilgili konuşma aşamasıyla
irtibatlıdır. Demek isteniyor ki, ifadenin akışı içinde bunun hangi
yıldız olduğunun bilinmesini gerektirecek bir durum yoktur. İster gezegen
olsun, ister sabit bir gök cismi olsun fark etmez. Çünkü İbrahim'in
kanıtının özünü oluşturan husus, doğan ve batan her gezegen
ve yıldız için geçerlidir. Yoksa, İbrahim hiçbir fark gözetilmeden rasgele
bir yıldızı işaret etmiş değildir. Bunun birinci nedeni; lafzın böyle
bir sonucu çıkarmaya elverişli olmamasıdır. Çünkü sayısız yıldızlar
arasında birine işaret ederek, "Budur rabbim" diyen birisiyle ilgili olarak,
"O bir yıldız gördü ve 'Budur rabbim.' dedi." ifadesi kullanılmaz.
İkincisi; ayetten anlaşıldığı kadarıyla bu sırada onun işaret ettiği yıldıza
tapan bir topluluk vardı ve onların kulluk sundukları yıldızı kastederek
sözlerini söyledi. Ayrıca Sabiîler her yıldıza kulluk sunmazlardı,
onlar sadece gezegenleri ululuyorlardı.
Mantıksal açıdan baktığımızda, bunun Zühre Yıldızı olduğunu anlıyoruz.
Çünkü Sabiîler yedi tane göksel cismi ululuyor ve yerdeki gelişmeleri
onlara isnat ediyorlardı, onlara yedi gezegenler diyorlardı.
Bunlar Ay, Utarit, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri ve Zühal'di. Diğer yıldızlara
tapanlarsa Hintlilerdi. Onlar yerdeki olayları bu yıldızlara
bağlıyorlardı. Bazı büyücüleri, astrologları ve Arap putperestlerini de
bu kategoriye alabiliriz.
Öyle anlaşılıyor ki, bu yıldız adı geçen yedi göksel cisimden biriydi.
Güneş ve ay ondan sonra zikredilmiştir. Utarit Yıldızı'nın yörüngesi
dar olduğu için nadiren görünür. O hâlde bu yıldız geri kalan Zühre,
Merih, Müşteri ve Zühal yıldızlarından biri olmak durumundadır. Bunlar
arasında Zühre Yıldızı yörüngesinin darlığı yüzünden güneşten sadece
kırk yedi derece uzaklaşabilmektedir. Bu yüzden güneşin bir
uydusu görüntüsünü vermektedir. Bazen güneşin önüne geçiyor, ondan
önce doğuyor. Bu esnada halk ona Sabah Yıldızı adını verir. Sonra
güneşin doğmasıyla birlikte batar. Bazen güneşi geriden izler, onun
batışından sonra batı ufkunda doğar. Sonra gecenin ilk kısımlarında
bir süre göründükten sonra gözlerden kaybolur. Bu hâl üzereyken
on sekizinci, on dokuzuncu ve yirminci gecesi gibi kamerî ayların
ikinci yarısında Zühre Yıldızı'nın batmasından hemen sonra Ay doğar.
Bu günlerde Güneş'in batışından hemen sonra Zühre Yıldızı'nın batı
ufkunda doğduğu görülür. Güneş'in batışından bir veya iki saat sonra
da batar. Bu sırada veya kısa bir süre sonra Ay doğar.
Bu özellik, saydığımız yıldızlar içinde sadece Zühre Yıldızı için geçerlidir.
Onun yörüngesinin bir sonucudur bu. Ancak Müşteri, Merih ve
Zühal yıldızları için böyle bir durumun meydana gelmesi tesadüfe
bağlıdır. O da nadiren, özel durumlarda gerçekleşebilecek bir istisnadır.
İlk anda akla gelebilecek bir durum değildir. Buradan da anlaşılıyor
ki, İbrahim Peygamber'in işaret ettiği yıldız, Zühre Yıldızı idi.
Ayrıca Zühre Yıldızı en parlak, en güzel ve en göz alıcı yıldızdır. Gece
karanlığının iyice basmasından sonra göğe bakan bir insanın gözünü
alır. Ufukların kararmasından sonra insan ona bakmaktan kendini
alamaz.
Ayetin zihnimizde canlandırdığı manzara en güzel şekilde bu çıkarsama
ile örtüşmektedir. "Üzerine gece çökünce İbrahim bir yıldız
gördü, 'Budur rabbim!' dedi. Yıldız batınca... Ayı doğarken görünce..."
Burada, anlaşıldığı kadarıyla yıldızın batışı ile ayın doğuşu eş zamanlı
olarak sunulmuştur.
Ehlibeyt İmamlarından (üzerlerine selâm olsun) aktarılan bazı rivayetlerde,
bunun Zühre Yıldızı olduğuna ilişkin açıklamalar yer almaktadır.
Bu da bizim bu çıkarsamamızı destekleyen bir kanıttır.
Bu durumda şöyle bir manzara canlanıyor gözlerimizin önünde: İbrahim
Peygamber Zühre Yıldızı'nı ve ona tapan, ona yönelerek namaz
kılan, kurbanlar sunan, dua eden topluluğu görüyor. O sırada Zühre
Yıldızı güneşin batışından sonra doğmuştu. Gece de kamerî aylardan
birinin son yarısındaki bir geceydi. Üzerine gece basıyor ve o, Zühre
Yıldızı'nı batı ufkunda görüyor. Zühre'yi batıncaya kadar izli-yor, onun
batışından sonra Ay'ın doğduğunu görüyor.
"Budur rabbim!" ifadesinde geçen rabden maksat; yönetilen, yönlendirilen
varlıkların maliki, işlerinin düzenleyicisidir; gökleri ve yeri yoktan
var eden ve varlıkları yoktan var eden değil. Çünkü yüce Allah maddî
bir varlık olmadığı gibi hiçbir mekân da O'nu içine sığdıramaz. Ona
maddî bir varlık gibi işaret edilemez. İbrahim'in, soydaşlarıyla putlar
hakkında tartışırken sarfettiği sözlerden anlaşıldığı kadarıyla o, Rabbi
hakkında kesin bir bilgiye dayanıyordu, Allah'ı ve ayetleri biliyordu. Dolayısıyla
onun yüce Allah'ın sınırlandırılabilir beden ve somutluktan münezzeh
olduğunu bilmemesi düşünülemez.
Yüce Allah, onun babasıyla
tartışırken şöyle dediğini bildiriyor: "Babacığım, bana, sana gelmeyen
bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün bir yola ileteyim." (Meryem, 43)
Kaldı ki, putperestler ve Sabiîler yaratma hususunda Allah'ın varlığına
denk varlığa sahip ortaklarının olduğuna inanmıyorlardı. Sadece
Allah tarafından yaratılan, O'nun tarafından var edilen, en azından
varlıkları itibariyle O'na muhtaç olan birtakım ortaklarının olduğunu
ileri sürüyorlardı. İddialarına göre, Allah varlıkların yaratılışını düzene
soktuktan sonra evrende işlerin düzenini onlara bırakmıştı. Güzellik
tanrısı, adalet tanrısı, bereket tanrısı gibi. Ya da bazı yönetsel işleri
kimi ortaklarına havale etmişti. İnsanların tanrısı, kabilenin tanrısı ya
da bazı kralların ve önde gelenlerin özel tanrısı gibi. Bu kavmin yaşadığı
bölgede yapılan kazılarda buna ilişkin bulgulara rastlanmış, nakledilen
rivayetler de bunu pekiştirici niteliktedir. Bu gün yaşayanlar
da aynı inanışı sürdürmektedirler. O hâlde İbrahim, "Budur rabbim!"
diye işaret ederken yönetsel anlamda bir rablığı kastediyordu, yaratıcı
ve yoktan var edici ilâh anlamında değil.
İbrahim'den söz eden ayetlerin sonunda yer alan şu ifadeden bunu
anlamak mümkündür: "Dedi ki: Ey kavmim ben sizin ortak koştuklarınızdan
uzağım. Ben hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana
çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan değilim." Bu ayetten anlaşılıyor
ki, Hz. İbrahim Allah'ın ortağının olması varsayımından dönerek
O'nun ortağının olmadığını ifade ediyor. Yoksa Allah'ın varlığını kanıtlaması
gibi bir durum söz konusu değildir.
Ayetlerden anladığımız kadarıyla Hz. İbrahim, bütün varlıkların bir
yoktan var edicisinin olduğunu kabul ediyordu. O yaratıcı birdi, yaratma
ve var etmede ortağı yoktu. O, Allah'tı. Bunun yanında insanların
da işlerini düzenleyen, yönlendiren, yöneten bir rableri olmalıydı.
İşte İbrahim yönetici rabbi araştırıyordu. O, yüce Allah mıydı, yaratma
O'na ait olduğu gibi yönetme de O'na mı aitti? Yoksa yarattığı varlıklar
içinde bazılarını kendine ortak mı edinmişti ve yönetimde bazı
yetkileri onlara mı devretmişti?
O bütün bunları araştırırken soydaşlarının kulluk sunduğu yıldızı, ayı,
sonra güneşi bu bağlamda gözlemledi; her birinin konumunu inceledi,
insanların işlerini düzenlemelerinin, onları yönetmelerinin mümkün
olup olmadığını araştırdı.
Bu varsayım ve gözlem, doğası gereği sonuca ilişkin kesin bilgiden önceki
bir durumdur. Çünkü sonuç doğal olarak teorik kanıttan sonra gelir,
onun ayrıntısı konumundadır. Ancak bunun böyle olması İbrahim
Peygamber'e (a.s) zarar vermez. Çünkü daha önce de vurguladığımız
gibi, ayetlerde İbrahim Peygamber'in durumu, eğri ile doğruyu a
yırt etmeye başlayan, ilâhî yükümlülüğü almaya elverişli olmak için
tevhit ve temel bilgiler bağlamında gözlem yapan bir insan profili çizmektedir.
Tıpkı boş bir levha gibi. Üzerinde hiçbir resim ve yazı
bulunmuyor. Aksi bir nakış işlenmemiş. Bu şekilde araştırmaya
başlıyor, bazı şeyleri olumlarken, bazısını olumsuzluyor; amacı gerçek
inanca ulaşmak, sahih imanı elde etmektir. Bu hâliyle o artık hak yoldadır.
Dolayısıyla temyiz eksikliğinin neden olduğu iç tartışma ile eksiksiz
bilgiye ve tam ilme sarılma arasında bir süreçten geçmesinin
hiçbir sakıncası yoktur.
İnsanın bu bağlamda bir ilk dönemden geçmesi insan hayatının zorunluluklarındandır.
Bu dönemde inancın gereklerine yönelik bilgisizlik
kusurundan bilgi aşamasına geçiş yapar. Bunun bir gereği olarak
akıl onu araştırmaya ve gözlem yapmaya yöneltir. Aşamalı olarak
eksiklikten olgunluğa doğru tırmanan insan hayatına egemen olan
genel bir yasadır bu. Hiçbir insan bu yasanın etkinlik alanının dışında
değildir. Şayet Kur'ân'da işaret edilen İsa ve Yahya Peygamber örneklerinde
olduğu gibi, bazı bireylerde bu genel yasaya aykırı olarak ortalama
temyiz yaşından çok önceden anlama ve kavrama belirtileri
kendini gösteriyorsa, bunlar olağanüstü örneklerdir. Ne her insan
böyledir, ne de her peygamber için böyle bir örneklik söz konusudur.
Kısacası, insan kendisine beşerî ruh üflenir üflenmez, hak inanca sahip
ve salih amelleri işleyecek durumda değildir. Tam tersine aşamalı
olarak buna alıştırılır, hazırlanır. Şartlar tamamlanınca araştırma ve
gözlem yapma gereğini duyar. Bu bağlamda insan hayatı zorunlu olarak
iki döneme ayrılır: Ayırt etme ve ergenlik öncesi dönemle ayırt etme
ve ergenlik sonrası dönem...
Ayırt etme ve ergenlik sonrası dönemde, insan inanç sorunuyla ilgilenebilir.
İnançla ilgili sorunlar bu dönemde karşısına çıkar. İnanç sorunlarıyla
ilgilenmeye elverişli zaman ile elverişli olmayan zaman arasında
zorunlu olarak bir ara süreç söz konusudur. Burada insan araştırma ve
gözlemle yükümlülüklerini belirlemeye çalışır. İnsan fıtratının yol göstericiliğinde
inanç açısından inanılması gereken ilkeleri belirlemeye çalışır.
Burada esas aldığı yöntem kanıtlama metodudur. Bu dönemde
ken-dini veya evreni bazen yaratıcısız, bazen yaratıcıyla beraber düşü-
nür. Bazen yaratıcıyı tek başına, bazen başka ortaklarının olması ihtimaliyle
birlikte zihninde tasavvur eder. Sonra gözlemlenen olgulardan
hareketle bu varsayımlarından hangisinin realiteyle örtüştüğünü belirlemeye
çalışır. Neticede varsayımlardan birini benimser, birini de reddeder.
Bu nedenle insan bu süreçte henüz kanıtlama işlemini bir sonuca
bağlamamışken bir şeyi olanca açıklığıyla ifade edecek durumda
olmaz. Sadece varsayımlar ileri sürmekte, sadece ihtimaller üzerinde
durup düşünmektedir.
Dolayısıyla İbrahim Peygamber'in yıldızla ilgili sözü, daha sonra Ay'la
ve Güneş'le ilgili olarak söyleyeceği, "Budur rabbim!" sözü onun açısından
kesin bir inancı, onların Allah'ın ortakları olduğunu kabul etmesini
yansıtmaz. Bu sadece bir varsayımdır, onlar aracılığıyla bir şeyi
kanıtlamak, kesin sonuca ulaştırmak istemektedir. Ayetlerden algıladığımız
kadarıyla onun sürekli bir gözlem ve inceleme içinde olması
da bunu kanıtlayan bir husustur. Bu sözler, konuyla ilgili ileri sürülen
cevaplardan biridir.
Fakat Meryem Suresi'nde, İbrahim Peygamber'in (a.s) babasıyla tartışırken
şöyle dediği anlatılır: "Babacığım, bana, sana gelmeyen bir
bilgi geldi; bana uy, seni düzgün bir yola ileteyim. Babacığım şeytana
tapma; çünkü şeytan, Rahman'a isyan etmişti. Babacığım, ben sana
Rahman'dan bir azabın dokunmasından korkuyorum. O zaman sen,
şeytanın dostu olursun. 'Ey İbrahim, sen benim tanrılarımdan yüz mü
çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, ant olsun seni taşlarım. Uzun süre
benden ayrıl git!' dedi. İbrahim, selâm sana, dedi, senin için Rabbimden
mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana çok lütufkârdı." (Meryem,
43-47) Bu ayetler, Hz. İbrahim'in (a.s) meseleyle ilgili olarak gerçek
bilgiye sahip olduğunu, onun işlerini yönlendirenin kendisine lütfedenin,
büyük ikramlarda bulunanın, başkası değil, yüce Allah olduğunu
bildiğini gösteriyor.
Dolayısıyla, "Budur rabbim!" sözü, bir an için kendini onlar yerine koyarak,
teslim olduklarına teslim oluşunun ifadesidir. Buradan hareketle
görüşlerinin yanlışlığını, söylediklerinin batıllığını ortaya çıkarmayı
amaçlıyor. Tartışmada böyle bir yöntem, karşı tarafın daha
çok dikkatini çeker. Zıtlaşmayı, inatlaşmayı, taassubu önler. Karşı tarafın
daha sakin bir zihinle kanıta kulak vermesini sağlar.
Yıldız batınca, "Batanları sevmem." dedi.
Ayette geçen "efele" fiilinin mastarı olan "ufûl" kelimesi, batma anlamına
gelir. Burada, batma niteliğine sahip oluşunun yıldızın rablığını,
tanrılığını iptal edici, geçersiz kılıcı bir durum olduğu açıklanıyor. Çünkü
batan yıldızın kendisini görenlerle ilişkisi kesilir. İlişkinin kesildiği durumlarda
varoluşsal tedbir ve yönetimi yürütmenin imkânı kalmaz.
Öte yandan kul ile tanrı arasındaki rablik (yöneticilik) ve kulluk (yönetilenlik)
ilişkisi, gerçek bir irtibata dayanıyor. Bu ise, kulun tanrısını
sevmesini gerektirir. Çünkü arada varoluşsal bir cazibe ve kaçınılmaz
tâbi oluş söz konusudur. Dolayısıyla yok olan ve sevginin nedenini oluşturan
güzelliği değişen birini sevmenin anlamı yoktur. Gerçi insanların
genellikle yüzeysel güzelliği sevdikleri ve göz alıcı geleneksel
süslere kapıldıkları görülür; ancak bu, insanın ilk etapta algıladığı güzelliğin
etkisinde kalmasından, onun yok olucu ve tükenici özelliğini
dikkate almamasından kaynaklanan bir durumdur. Oysa tanrı, kalıcı
bir varlığa sahip olma durumundadır. Tavır ve durumunda değişiklikler
olmamalıdır. Yaşayan, sonra ölen; bir süre yerinde kalan, sonra
yol alan; doğan, ardından batan; görünen, sonra gizlenen; geçici zevkler
veren güzellikler ve göz alıcı süslü nesneler gibi olmamalıdır. Kimi
zaman insanın aklına hitap veya şiirsel bir açıklama gibi gelse de, İbrahim
Peygamber'in (a.s) bu sözü kanıtsal bir özelliğe sahiptir. Bu
husus üzerinde iyice düşünmek gerekir.
Hangi anlamda olursa olsun, Hz. İbrahim batmasından dolayı yıldızın
rabliğini geçersiz sayıyor. Ya tanrılığın geçersizliğini, kinaye sanatı yoluyla
battığı için onu sevmediğini ifade ederek dile getiriyor. Ki birini
rab edinme ve ona kulluk sunma sevgiye dayanır. Birini sevmeyenin
ona kulluk sunması mümkün değildir. Nitekim İmam Sadık'ın (a.s)
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Din, sevgiden başka bir şey midir ki?"
Daha önce bu husus üzerinde durduk.
Ya da ileri sürdüğü kanıtın, sevginin bulunmamasına dayanmış olmasını
anlatmaya çalışıyor. Dolayısıyla burada yıldızın batmasından
söz etmesi, ona yönelik sevgisinin olmadığının nedenine dikkat
çekmesi içindir. Çünkü rablik ve ilâhlık, sevgiyi gerektirir; sevginin
olma-ması sevginin gerekleri olan rablik ve ilâhlık niteliklerini olumsuzlar.
Dolayısıyla değişmez, kalıcı güzelliği bulunmadığı için fıtrî ve
iç güdüsel sevgiyle yönelinmeyen biri rablik niteliğini hak etmez. Kanıtın
bu boyutu daha belirgindir ve ayetteki tartışmanın akışı buna
dayanmaktadır.
O hâlde ayetlerin akışında öncelikle sevgi ve kulluk veya mabutluk
arasındaki zorunlu ilişkiye işaret edilmektedir.
İkincisi: Hz. İbrahim (a.s) Yıldız'ın tanrılığını geçersiz sayma bağlamında
onunla Güneş ve Ay arasındaki ortak bir özelliklerini esas alıyor.
Sonra tezini sürdürüyor ve yıldız için ileri sürdüğü gerekçeyi Ay ve
Güneş için de gündeme getiriyor. Bunun nedeni, ya Hz. İbrahim'in -
daha önce işaret edildiği gibi- ay ve güneşin de yıldız gibi doğup battıklarını
şimdiye kadar gözlemlememesidir, ya da her üç gözlemde
muhataplarının farklı topluluklar olmasıdır.
Üçüncüsü: Hz. İbrahim, "Batanları sevmem." derken, tanrılığı geçersiz
kılma bağlamında akıl sahibi varlıklara ait bir kullanımı [yani "âfilîn"
sıygasını] esas alıyor. Bununla âdeta şunu demek istiyor: "Bilinç ve
akıl sahibi bir varlık baştan itibaren rablik niteliğini hak etmez. Nitekim
ondan aktarılan sözlerden buna ilişkin işaretler algılıyoruz:
"Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak
olan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 42) "Babasına ve
kavmine, 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz, onlara
kulluk ediyoruz.' dediler. 'Peki, dedi. Siz dua ettiğiniz zaman onlar
işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?' 'Hayır;
ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük.' dediler." (Şuarâ, 70-74)
Önce haklarında hiçbir şey bilmiyormuş gibi, taptıkları şeyleri soruyor.
Onlar da kulluk sundukları tanrıların akılsız ve duygusuz birtakım
cesetler ve heykeller olduğunu ortaya koyacak şekilde cevap
verince, Hz. İbrahim bu sefer, bu tanrıların bilgi ve güç sahibi olup
olmadıklarını soruyor. İfadelerinde akıl sahibi varlıklara özgü lafızlar
kullanıyor ki, bununla, bir mabudun akıl niteliğine sahip olmasının
gerektiğini vurgulamayı amaçlıyor.
77) Ayı doğarken görünce, "Budur rabbim!" dedi... Ayetin orijinalinde geçen "baziğ" kelimesinin mastarı olan "el-bu-zûğ",
doğmak anlamına gelir. Daha önce, "felemma re'a...=görünce..." ifadesinin
konunun öncesiyle bağlantılı olduğuna delâlet ettiğine ve "Bu-dur
rabbim!..." ifadesinin de bir varsayım veya üzerlerinde etkili olmak için
onlardan olduğunu ve kabullendikleri şeyi kabul ettiğini gösterme amacına
yönelik olduğuna, önceki ayeti tefsir ederken değinmiştik.
Fakat, ayın batmasından sonra, "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi,
elbette sapan topluluktan olurdum." sözü, kinayeli bir anlatım
içermektedir. Çünkü Hz. İbrahim (a.s) yıldızın tanrılığını, batan her cismi
ilgilendiren genel bir nitelikten hareketle geçersiz saymıştı. Ay da
batınca, onun Ayın tanrılığına ilişkin değerlendirmesi kendiliğinden ortaya
çıkmış oldu. Çünkü bu değerlendirmesini daha önce yıldızın batması
üzerine dile getirmişti: "Batanları sevmem." O hâlde "Rabbim bana
doğru yolu göstermeseydi" sözü daha önce, Ay için, "Budur rabbim!"
şeklinde ifade ettiği değerlendirmesinin bir sapma olduğuna yönelik
bir işarettir. Dolayısıyla bu görüşünde ısrar etmesi durumunda,
Ay'ın tanrı olduğunu söyleyen sapıklar topluluğunun bir ferdi olacaktır.
Bunun sapıklık oluşunun altında, yıldız hakkında söyledikleri yatmaktadır.
Çünkü Hz. İbrahim (a.s) sırf yıldıza özgü bir niteliği değil, aynı konumda
olan her olgu için geçerli olabilecek bir niteliği esas alıyor.
Ayetlerin akışından öncelikle şunu anlıyoruz: Yıldız'a tapan gibi, bazıları
Ay'a tapıyordu. Aynı şekilde hemen sonraki ayette güneşle ilgili
olarak, "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım."
diyor. Bu da aynı tapınmanın Güneş için de söz konusu olduğuna
yönelik bir işarettir.
İkincisi: Hz. İbrahim (a.s) o sırada, araştırma sürecindeydi. İlâhî yol
göstericiliğin beklentisi içindeydi. Rabbinin kendine ilham edeceği
sağlıklı görüşü ve kesin bilgiye dayalı bakışı gözetliyordu. Ya gerçek
anlamda böyle bir gözetleme içerisindeydi. Nitekim Hz. İbrahim'in
sözlerini inanç elde etme amacına yönelik varsayım olduğunu kabullenmemiz
durumunda söz konusudur. Ya da görünüş itibariyle böyle
idi. Bu ise, bir an için kendini onlardan biri gibi gösterip yaklaşımın
yanlışlığını bu şekilde ortaya çıkarmayı amaçladığını savunduğumuz-
da söz konusudur. Biraz önce her iki yönteme de değindik.
Üçüncüsü: Hz. İbrahim (a.s) bir rabbinin olduğuna kesin olarak inanıyordu.
Doğru yola iletme ve diğer işlerin yönetimi O'nun tekelindeydi.
O gerçek anlamda veya zahir itibariyle şunu araştırıyordu: Bu rab,
gökleri ve yeri yoktan var eden ilâhın kendisi miydi, yoksa onun yarattığı
varlıklardan bazıları mıydı? Yıldız ve ayın battıkları için Rab
olmaya elverişli olmadıklarını anlayınca, Rabbinin kendisine doğruyu
göstermesi ve sapanların sapıklıklarından kurtarması beklentisine girdi.
78) Güneşi doğarken görünce, "Budur rabbim, bu daha büyüktür!" dedi...
Önceki ayette açıklandığı üzere "görünce..." ifadesinin orijinalinin başındaki
"felemma" sözcüğünden dolayı, ayetin önceki ayetlerle bağlantılı
olduğu anlaşılıyor ve "Budur rabbim..." ifadesi de ya bir varsayımdan
veyahut kendini onlardan biri gibi gösterme durumundan hareketle
söylenmiştir.
Yıldızı gördükten sonra, ayın doğduğunu görünce söylediği, "Budur
rabbim..." ifadesini, güneşle ilgili olarak da tekrarlıyor. Ama üçüncü
kez güneşle ilgili, "Budur rabbim" sözüne "bu daha büyüktür!" ifadesini
ekliyor. Bununla bir bakıma, iki kez üst üste yanlışlığı ortaya çıkan
varsayımını üçüncü kez yinelemesinin bir mazeretinin, bir gerekçesinin
olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Daha önce, Hz. İbrahim'in, güneşi kastederek ["hazihi" demesi gerekirken]
erkekler için kullanılan "haza" işaret zamirini telaffuz etmesinin,
onun herhangi bir insan gibi güneşin her gün doğup batan bir
gök cismi olduğunu, gece ve gündüzün ve dört mevsimin onun hareketleriyle
meydana geldiğini bilmemesinden kaynaklandığını belirtmiştik.
Çünkü söz konusu işaret zamirini, işaret ettiği şeyin mahiyetini bilmeyen
biri kullanır. Tıpkı karartısını gördüğün hâlde erkek mi, kadın
mı olduğunu bilmediğin biri için, "Men haza=Bu kimdir?" demen gibi.
Aynı durum akıl sahibi bir varlık olup olmadığı belli olmayan bir karartı
için de geçerlidir. Böyle bir karartı görüldüğünde, "Ma haza=Bu
En'âm Sûresi / 74-83 ........................................................................... 403 nedir?" denir. Büyük bir ihtimalle Hz. İbrahim (a.s) gizlendiği yerden
çıkıp babası ve soydaşlarıyla karşılaştığı ilk gönde böyle bir manzarayla
karşılaşmıştır. Henüz dış dünyayı ve insan topluluğunu gözlemleme
imkânına sahip değildi. Bu hâlde o bir cisim görüyor, adına yıldız
demişler. Bir diğer cisim görüyor, buna da Ay diyorlar. Bir başkası
da Güneş diye adlandırılıyor. Bunlardan birini gördüğünde, sadece
parlak bir cisim görmüş oluyor. Bu yüzden de, gördüğü şeyin mahiyetini
tam olarak bilmeyen birisi olarak, "Bu rabbimdir!" diyor.
"...batınca, 'Batanları sevmem...' dedi." ifadesi de bir ölçüde bunu
destekler mahiyettedir. Çünkü bu ifadede Hz. İbrahim'in (a.s) bir süre
yıldızın tanrı olabileceği varsayımı üzerinde durup beklediğine, sonra
onun battığını görünce, bu varsayımın yanlış olduğunu, yıldızın tanrı
olmadığını anladığına ima var. Eğer yıldızın batan bir cisim olduğunu
baştan bilseydi, baştan itibaren onun rabliği varsayımını geçersiz kılacaktı.
Nitekim putlarla ilgili olarak böyle yapmıştı. Babasına şöyle
demişti: "Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini
açık bir sapıklık içinde görüyorum." "...Babacığım, niçin işitmeyen,
görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayan putlara tapıyorsun?"
Fakat bu bağlamda şunu söylemek mümkündür: Hz. İbrahim, "Batanları
sevmem..." sözünü söylemeyi yıldızın batması anına kadar ertelemekle,
soydaşlarıyla somut olarak gözlemlenen bir olgu üzerinde
tartışmak istemiş olabilir. Nitekim putlara yönelik girişimi de aynı
amaca yönelikti. Bütün putları kırıp parçalamış, sadece büyük puta
dokunmamıştı. Bununla putların çaresizliğini, cansız varlıklardan ibaret
olduklarını, kendilerine ne zarar, ne de yarar sağlayamadıklarını
soydaşlarına göstermek istemişti.
Tefsir bilginleri, Hz. İbrahim'in (a.s), "Budur rabbim, bu daha büyüktür!"
derken, erkeklere özgü işaret zamirini kullanmış olmasını yorumlamak
hususunda farklı yöntemler esas almışlardır.
Bunlardan biri şunları söylemiştir: İşaret zamirinin müzekker olması,
ancak işaret edilen şey ya da parlak göksel cisim şeklinde teville
mümkündür. Dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s) şöyle demiştir: İşaret ettiğim
şey veya şu göksel parlak cisim, rabbimdir; o daha büyüktür.
Bu yoruma karşın diyeceğimiz şudur: Bu tarz bir teville işaret zamirinin
kullanılmasının doğru olduğundan kuşku duymuyoruz. Ancak, bu tür
bir tevili geçerli kılacak bir nükteye ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, böyle bir
tevil için dayanak olacak bir nükte olmalıdır. Bir nükte söz konusu olmaksızın
dilde böyle bir kullanım mümkün olsa, şahıs vb. şekilde tevil
yoluyla zamirin döndürüleceği ve işaret edilmesi gereken yerlerde bütün
kıyasî ve işitsel müenneslerin müzekker gibi algılanmaları mümkün
olurdu. Bu ise, dilin temelden iptal edilmesi anlamına gelir.
Bir diğer müfessirin görüşü şöyledir: Hz. İbrahim'in müzekker zamir
kullanması müptedanın habere tâbi tutulmasına örnektir. Çünkü
"rab" ve "ekber" sözcükleri müzekkerdirler. Burada işaret ismi, müzekker
habere tâbi tutulmuştur. Nitekim şu ifadede bunun aksi söz
konusudur: "Summe lem tekun fitnetuhum illa kalû...=Sonra onların
fitneleri şöyle demekten başka bir şey olmadı..." Burada müzekker
müennese ["fitne" kelimesine] tâbi tutulmuştur.
Buna karşılık diyeceğimiz şudur: İbrahim Peygamber'in (a.s) soydaşları,
bazı tanrıların erkek olduklarına inandıkları gibi, bazılarının da
dişi olduklarına inanıyorlardı. Dişi olduklarına inandıkları tanrılarını "ilâhe,
rabbe (tanrıça), tanrının kızı ve tanrının karısı" şeklinde isimlendirirlerdi.
Dolayısıyla Güneş'e de dişilik esasına dayalı olarak
"rabbe (=tanrıça)" demeleri gerekirdi. Buna göre İbrahim Peygamber-
'in (a.s), "Budur benim tanrıçam veya ilâhem." demesi lâzım gelirdi. O
hâlde, "Budur rabbim..." ifadesinde haberin müzekkerliğiyle ilgili olarak
söylenenler, müptedanın müzekkerliği için de geçerlidir. Dolayısıyla
tâbi tutuluştan söz etmenin bir anlamı yoktur.
Aynı şekilde Hz. İbrahim'in, "Haza ekber=Bu daha büyüktür" ifadesinde
geçen "ekber" kelimesi, ism-i tafdil kalıbında bir haberdir. İsm-i
tafdil ise, haber olarak kullanıldığı zaman "ef'al" kipinde getirilir ve
müzekkerle müennes arasında fark olmaz. Örneğin: "Zeydun efdalu
min Amrin (=Zeyd Amr'dan üstündür)" ve "Leyla ecmelu min Selma
(=Leyla Selma'dan daha güzeldir)" denir. Durum böyle olunca, tâbi
olma söz konusu olan bir müzekker sıygası olduğunu kabul edemeyiz.
Bir müfessirin görüşü de şöyledir: İşaret zamirinin müzekker olarak
kullanılması, Güneş'i ululama amacına yöneliktir. Çünkü Güneş'e
tanrılık niteliği yakıştırılıyordu. Böylece Hz. İbrahim (a.s) "tanrı" kavramını
dişilik niteliğinden tenzih etmek istemiştir.
Buna karşılık diyeceğimiz şudur: Onlar, dişiliği tanrının tenzih edilmesi
gereken bir nitelik olarak algılamıyorlardı. Çünkü bizzat Babillilerin
dişi tanrıları vardı. Yaratıcı ana tanrıça "Nino", tanrı "Anu"-
nun kızı, "Nin Karaşa", tanrı "Şamaş"ın eşi tanrıça "Malikat", emzirme
tanrıçası "Zarbanit" ve tanrıça "Anunaki" gibi. Bazı Arap müşrikleri
de meleklere tapıyor, onları Allah'ın kızları sayıyorlardı. "Onlar, Allah'ın
dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan başkasına tapmazlar."
(Nisâ, 117) ayetinin tefsiri çerçevesinde rivayet edildiğine göre,
Arap müşrikleri tanrılarını dişiler olarak nitelendiriyor ve taptıkları
putları kastederek, "Falan oğullarının dişileri..." diyorlardı.
Bir müfessirin yorumu ise şöyledir: İbrahim'in (a.s) soydaşları Güneş'i
erkek kabul ediyorlardı. Nitekim onun "Anuniyt" adında bir karısının
olduğunu söylüyorlardı. Bu yüzden Hz. İbrahim ifadenin zahirini onların
bu inançlarını gözeterek belirlemiştir.
Buna şu karşılığı veririz: Onların Güneş'in erkek olduğuna inanmaları,
Güneş lafzının müennesliğinin müzekkerliğe dönüştürülmesini haklı
çıkarmaz. Kaldı ki Hz. İbrahim (a.s) kralla tartışırken, Güneş'i kastederek,
"Fe'ti biha min'el-mağrib=Onu batıdan getir." diyerek dişi zamirini
kullanmış olması, bu yorumu olumsuzlamaktadır.
Bir diğerine göre de: İbrahim (a.s) soydaşlarının dili olan Süryanice'yi
konuşuyordu. Bu dilde ise, zamirler ve işaret isimleri dişi ve erkek
şeklinde ayrılmaz. Tümü müzekker sıygasında gelir. Bu yüzden
Kur'ân-ı Kerim, onun sözlerini hikâye ederken ana dilindeki müzekkerlik
sıygasını esas almıştır.
Buna karşılık da diyoruz ki: Mesele, değişen dillere göre lafızların
hükümleriyle ilgili olduğu için böyle bir şey caiz olmaz. Ancak lafzî
özellik üzerinde herhangi bir etkisi söz konusu olmayan anlamla ilgili
olarak bu tür bir değerlendirme kabul edilebilir. Kaldı ki, yüce Allah
Kur'ân'ın birçok yerinde İbrahim'den tartışmalar ve dualar aktarmıştır.
Bunların çoğunda dişilik özelliği göz önünde bulundurulmuştur.
Neden sadece burada kelimenin dişilik özelliği geçirsiz sayılsın ki?
Nitekim Babil Kralı'yla tartışırken şunları söylüyor: "İbrahim, 'Benim
Rabbim odur ki, diriltir ve öldürür.' demişti. O da, 'Ben de diriltir ve
öldürürüm.' demişti. O zaman İbrahim, 'Şüphesiz Allah, güneşi doğudan
getirir, hadi sen de onu batıdan getir.' deyince, inkâr eden o adam
şaşırıp kalmıştı." (Bakara, 258) Bu ifadede "güneş" sözcüğü ve
ona dönük olan dişilik zamiri de yer alıyor.
Bazı müfessirlerin bu değerlendirmeye cevap olarak ısrarla savundukları
görüş ise son derece ilginçtir: İbrahim (a.s), İsmail ve Hacer
kadim Arapça'yı konuşuyorlardı. İbrahim'in soydaşlarının dili de Arapça'ydı.
Bu iddianın sahibi özetle şunları söylüyor:
"Arkeologlar şunu kesin olarak ortaya koymuşlardır ki, Yarımada Arapları
tarihin başlangıcından itibaren Keldan ve Mısır ülkelerini zapt
etmiş, dilleri buralara egemen olmuştu. Bazıları şunu açıkça söylüyorlar:
İbrahim Peygamberle aynı çağda yaşayan Hamurabî Arap'tı.
İyilik ve barış kralı Hamurabî, Eski Ahit'te yüce Allah'ın kâhini olarak
nitelendirilir. Orada belirtildiğine göre Hamurabî İbrahim için bereket
istemiş ve İbrahim sahip olduğu malların onda birini ona vermiştir."
Devamla diyor ki: "Hadis ve Arap tarihi kitaplarında belirtildiğine göre,
İbrahim (a.s) oğlu İsmail'i annesi Mısırlı Hacer'le birlikte daha sonra
Mekke'nin kurulduğu yer olan vadiye yerleştirmiştir. Yüce Allah
Curhum kabilesinden bir gurubun onlarla birlikte buraya yerleşmesini
sağlamıştır. İbrahim ana-oğlu ziyaret ederdi. O ve oğlu İsmail Allah'ın
kutsal evini bina ettiler ve Arabistan'da İslâm dinini yaydılar. Yine
hadiste deniliyor ki: Bir gün İbrahim (a.s) oğlunu ziyaret maksadıyla
Mekke'ye gelir. Fakat oğlu o sırada ava çıkmıştır. Karısıyla konuşur.
Kadın Curhum kabilesine mensuptur. İbrahim kadından hoşnut olmaz.
Sonra bir kez daha oğlunu ziyarete geldiğinde, bir kez daha oğlunu
evde bulmaz. Oğlunun yeni eşiyle konuşur. Kadın onu konaklamaya
ve başını yıkamaya davet eder. İbrahim kadından hoşnut olur,
onun için dua eder. Bütün bunlar Hz. İbrahim'in Arapça konuştuğunun
kanıtlarıdır." Cevap olarak mezkur müfessir özetle bunları
söylüyor.
Şimdi bu değerlendirmeyi ele alalım: Yarımada Araplarının Mısır ve
Keldan ülkelerine komşu olmaları, onlara karışmaları, onları işgal edip
istila etmeleri, onların dillerinin Arapça olarak değişmesini
gerektirmez. Mısırlıların dili Kıptîce, Keldanlıların ve Aşurluların dili de
Süryanice'ydi. Bu durumun dillerin birbirlerine kelime alış verişinde
bulunmalarına neden olduğu bir gerçektir. Nitekim Kur'ân'da "kıstas"
ve "istebrak" gibi Arapça olmayan, sonradan Arapça'ya giren kelimeler
yer alır.
Hamurabî'yle ve onun İbrahim Peygamberle aynı çağda yaşadığına ilişkin
olarak söyledikleri ise, gerçek tarihin söyledikleriyle bağdaşmıyor.
Babil harabelerinden çıkarılan eserler ve üzerinde
Hamurabî yasaları bulunan dikitler tarihin söylediklerini doğrulamaktadır.
Hamu-rabî bu yasaları koymuş ve krallığının sınırları içinde uygulamıştır.
Elimizdeki verilere göre, dünyada yazılan ve sistematik
olarak uygu-lanan ilk yasa budur. Bazılarına göre Hamurabî M.Ö.
1728 ve 1686 ta-rihleri arasında, diğer bazılarına göre de 2287 ve
2236 tarihleri arasında hükmetmiştir.1 Hz. İbrahim (a.s) M.Ö. 2000
yıllarında yaşa-mıştır. Hamurabî putperesttir. Yasalarını yazdığı dikitlerin
üzerinde ba-zı tanrılardan yasalarının devamı, insanlar tarafından
uygulanması, onları yürürlükten kaldırmak veya onlara muhalefet
etmek isteyenleri bertaraf etmeleri için onlardan yardım dilemektedir.
2
Hz. İbrahim'in oğlunu ve anasını Tahame'ye yerleştirmesinden, Allah-
'ın evini yapmasından, Allah'ın dinini yaymasından ve Araplarla anlaşabilmesinden
söz edilmesine gelince, bunların hiçbirinin İbrahim
Peygamber'in Arapça konuştuğu anlamına gelmediği açıktır.
Şimdi konumuza dönüyor ve diyoruz ki: "Güneşi doğarken görünce..."
ifadesi, -daha önce söylediğimiz gibi- "fe-lemma" sözünün öncesiyle
sonrasının birbirleriyle bağlantılı olduklarını gösteriyor. "...batınca,
-------------------------
1- Tevrat'tan, İbrahim Peygamberle ilgili hadisleri aktarırken Hamurabî'nin hükümet
dönemiyle ilgili farklı görüşlere değineceğiz.
2- Konuyla ilgili kitaplara bakınız. Ez cümle: "Şeriat-u Hamurabî (Hamuarabî'-nin
Yasası)" eser, Doktor Abdurrahman Kiyalî
'Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan
olurdum.' dedi." ifadesini kastediyoruz. Çünkü bu ifade, Hz. İbrahim'in
(a.s) güneşin doğduğunu gördüğünde, ayın batmış olduğunu göstermektedir.
Bu ise, içinde Keldan ülkesinin de yer aldığı kuzey kutbundaki
son bahar veya kış gecelerinde söz konusu olabilir. Bu mevsimlerde
geceler uzun olur. Özellikle ayın güney burçlarından yay ve kova
burcunda bulunduğu sırada semanın konumu kamerî ayların son yarısında
ayın güneşin doğuşundan önce batmasına elverişli olur. Daha
önce, "Derken üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız gör-dü, 'Budur
rabbim!' dedi. Yıldız batınca, 'Batanları sevmem.' dedi. Ayı doğarken
görünce, 'Budur rabbim!' dedi." ayetini incelerken demiştik ki: Ayetin
akışı mantıksal olarak şunu gösteriyor: Bu, kamerî aylardan birinin
son yarısıydı. İşaret edilen yıldız da Zühre Yıldızı'ydı. Onu ilk gece gün
batımından hemen sonra batmaya yüz tutarken görmüştü. Sonra
onun batışını ve doğu ufkundan ayın doğuşunu gördü.
Bu ayetlerden çıkan sonuç şudur: İbrahim (a.s) soydaşlarıyla putlarla
ilgili tartıştığı gün, bütün gün onlarla meşgul olur. Derken üzerine gece
çöker ve Zühre Yıldızı'nı, bu arada ona kulluk sunun bir topluluğu görür.
Zühre Yıldızı'nın tanrılığı ekseninde onlarla tartışmaya girer. Onun durumunun
nasıl sonuçlanacağını beklemeye koyulur. Derken birkaç saat
sonra Zühre Yıldızı batar. Bunun üzerine İbrahim (a.s) toplulukla tartışır
ve Zühre Yıldızı'nın tanrılığı ihtimalinden kendini soyutlar.
Sonra ayın doğduğunu ve bir topluluğun ona kulluk sunduğunu görür.
Onlarla ayın tanrılığı ekseninde, "Budur rabbim!..." diyerek bu ihtimal
üzerinde konuşur. Bu arada onun da akıbetini gözetler. Derken ay da
batar. Gece, kamerî aylardan birinin ikinci yarısına denk düşen uzun
gecelerden biridir. Büyük bir ihtimalle ay, güney burçlardan biri olan
kısa bir yay burcundan geçiyordu. Batınca, onun da tanrılık ihtimalinden
kendini soyutladı. Rabbinden kendisine doğru yolu göstermesini,
sapıklıktan korumasını istedi.
Derken güneş doğar. Onun daha önce doğup batan Yıldız ve Ay'dan
daha büyük olduğunu görür. Bu sefer soydaşlarıyla güneşin tanrılığı
ekseninde konuşmaya başlar. Bu arada Yıldız'ın ve Ay'ın tanrı olamayacaklarını
anlamıştır. Aslında onlar da Güneş gibi birer parlak gök
sel cisimdirler. Ama Güneş'in büyüklüğünü varsayımın esası olarak
kabul ediyor veya tanrılığını bir ön kabul olarak tasavvur ediyor ve
diyor ki: "Budur rabbim, bu daha büyüktür!..." Sonra onun da varacağı
durumu gözetlemeye başlıyor. Güneş de batınca, onun tanrılığı ihtimalini
bir kenara bırakıyor ve kavminin şirkinden beri olduğunu belirterek
diyor ki: "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden
uzağım." Ardından yüce Allah'ın gökleri ve yeri var edip yaratma
anlamında ulûhiyetini vurgulamasına ek olarak göklerin ve yerin, ikisinin
arasındaki canlı-cansız varlıkların yöneticisi, yönlendiricisi, idare
edicisi anlamında rubûbiyetini de vurgulayarak şöyle diyor: "Ben yüzümü
tamamen... -Burada rubûbiyet makamına yönelik kulluk ifade
ediliyor.- -Dosdoğru fıtrat çizgisinden sağa veya sola sapmadan- hanif
olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan
değilim. -O'nun tarafından yaratılan, var edilen herhangi bir şeyi,
ibadet ve teslim oluş bağlamında O'na ortak koşmam.-"
Daha önce söylediğimiz gibi, "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin
melekûtunu gösteriyorduk ki... kesin inananlardan olsun." ayetini, içinde
yer aldığı ayetler grubunun geneliyle birlikte ele aldığımız zaman,
Hz. İbrahim'in (a.s) babasına ve soydaşlarına karşı, göklerin ve
yerin melekûtundan gözlemlediği fenomenleri kanıt olarak kullandığını
ifade ettiğini görürüz. Allah ona, bu gözlem ve bakış aracılığıyla
gösterdiği melekûtu göstermesinin amacı olan kesin bilgiyi bahşetmişti.
Bu, Hz. İbrahim'in (a.s) sözünü ettiği kanıtın, kesin bilgi kaynağından
beslenen belgesel bir kanıt olduğunun en açık ifadesidir. "Batanları
sevmem." sözü de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Daha önce bununla
ilgili açıklamalarda bulunduk.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu hususlar anlaşılıyor:
Birincisi: "Batanları sevmem." sözü, kesin bilgiye dayanan burhanî
bir kanıttır. Bu sözde, batanların sevilmemesi, dolayısıyla batanların
tanrı olma ihtimallerinin olumsuzlanması esas alınmıştır. Tefsir bilginlerinden
bazılarının sözlerinden Hz. İbrahim'in bunu burhanî olmaktan
ziyade avamî bir kanıt gibi sunduğunu anladıkları anlaşılmaktadır.
Adı geçen müfessir diyor ki: "Doğrusu bu söz, örtük bir tariz mahiyetindedir;
belirgin bir teorik burhan değildir. Hz. İbrahim (a.s) bununla
soydaşlarının yıldızlara taparken, gözlerinden kaybolan, dolayısıyla
kendilerine ibadet edildiğini anlamayan şeylere ibadet ettiklerini
bilmediklerini gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Hz. İbrahim (a.s)
'batışı' tanrılığın olumsuzlaşmasının nedeni gibi görmesi de bu yüzdendir.
'Doğuşu' ve 'ortaya çıkışı' değil. Sözlerine bu durumu dayanak
yapıyor. Çünkü rablığın bir özelliği de açık olmaktır. Kuşkusuz tanrının
açıklığı kulların açıklığından farklı olacaktır." Bu hususa çok dikkat
etmelisin.
Bu yorumu yapan müfessir öncellikle şunu görememiştir: "Böylece
biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki... kesin
inananlardan olsun." ayetinin Hz. İbrahim'in soydaşlarına karşı kullandığı
kanıtları içeren ayetlerin içine yerleştirilmesi, bu ayetin de bir
kanıt içerdiğinin en somut kanıtıdır. Bu kanıt onun evrensel çapta
melekûtu gözlemlemesinden alınmıştır ve Allah'a, ayetlerine yönelik
kesin inancının özünü oluşturmaktadır. Buna rağmen böyle bir kanıtın
belgit olmayıp avamî bir kanıt olduğu nasıl söylenebilir?
İkinci olarak da şunu görememiştir: Ayetteki kanıt, sevginin olup olmamasına
dayandırılmıştır; "batış"a değil. Kaldı ki, kanıt "batış"a dayandırılmış
olsaydı bile, bu onu belgit bir kanıt olmaktan çıkar-mazdı.
Hz. İbrahim gördüğü cismin tanrılığı ihtimalini bir kenara bırakmasının
sebebinden söz ederken onun batışını ve gözlerden kayboluşunu
gördüğünü, kendisininse batanları sevmediğini, dolayısıyla ona ibadet
etmeyeceğini belirtiyor. Bilindiği gibi, bir insan tanrısına rab olduğu
için ibadet eder. Yani insanın işlerini düzenleyip yöneten... Bu rab,
ona hayat, rızk, sağlık, bereket, güvenlik, kudret ve bilgi verendir. İnsan,
varlığını sürdürmek için bütün bunlara muhtaçtır. Dolayısıyla varlığının
her yönü itibariyle rabbiyle ilintilidir. Muhtaç olduğu bir hususta
ihtiyacını gideren şeyi ve kendisine yardım edeni sevmek de insan
fıtratının, öz doğasının bir gereğidir. Bundan hiç kimse kuşku
duymaz. Çünkü bir rabbe ancak bir menfaatin celbi veya bir zararın
bertaraf edilmesi ya da her iki amaç için birden kulluk edilir.
Kalıcı olmayan şeylere ilgi duymamak da insan fıtratının karakteris
tik bir özelliğidir. Ancak ihtiras ve azgınlık gibi duyguların insana
baskın çıkıp ilgisini lezzet tarafına çekerek derin düşünceden alıkoyması
başka. Böyle durumlarda insan ilgi duyduğu şeyin geçici,
yok olucu özelliğini göremez. Kur'ân-ı Kerim dünyayı yerme noktasında
bu yönteme sık sık başvurmuştur. İnsanları dünya hayatının
göz alıcı süslerine kapılmaktan, dünya şehvetine tutsak olmaktan
alı koyucu uyarılarda bulunur. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Şu dünya
hayatı, tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer: İnsanların ve hayvanların
yediği arz bitkisi o su ile karıştı. Nihayet yer ziynetini takınıp
süslendiği ve halkı da ona kadir olduklarını zannettikleri sırada birden
buyruğumuz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç şenlenmemiş
gibi, onu biçilmiş yaptık." (Yûnus, 24) "Sizin yanınızda bulunan
tükenir. Allah'ın yanında bulunan ise kalıcıdır." (Nahl, 96) "Allah-
'ın yanında bulunan ödül ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (Şûrâ, 36)
Dolayısıyla Hz. İbrahim, "Batanları sevmem." sözüyle demek isti-yor
ki; insanın yitirebildiği, gözden kaybettiği, kalıcı olmayan, değişime
uğrayan bir şeyi insanın sevmesi, ona bağlanıp ilgi duyması doğru
değildir. İnsanın ibadet ettiği rabbin insan tarafından sevilmesi gerekir.
Bu yüzden insanın gözünden kaybolup batması onun tanrılık niteliğini
ortadan kaldırır. Şu kulluk sunulan gök cisimleri de battıkları için
rablık adını hak etmezler. Görüldüğü gibi bu sözler genel ve özel
açıdan (hem avam, hem havas açısından) kanıtsallık ifade etmektedir.
Adı geçen müfessirin bir üçüncü yanlışlığı da şudur: Doğmak ile zahir
olmayı birbirine karıştırmıştır. Bu yüzden, bunun rablık niteliğini olumsuzlayan
bir unsur olmadığına hükmetmiştir. Ayrıca ayetteki ifadenin
buna dayandığını, çünkü rablığın bir özelliğinin zahir olmak olduğunu
söylemiştir. Oysa ayette anlatılan -üzerine kanıt bina edilmeyen-
husus doğuştur, gizlendikten sonra ortaya çıkıştır. Bu da rablık
niteliğini olumsuzlayan bir husustur. Bu durumda şu soru gündemdeki
yerini korumuş olur: Niçin sözlerine cismin batışını esas aldı da
doğuşunu esas almadı?
İkincisi: Cismin doğuşu yerine batışının kanıt olarak esas alınmasının
nedeni, doğuşun İbrahim Peygamber'in kanıtını dayandırdığı sevginin
olmayışı durumunu gerektirmemesidir. Ama batış için bunun aksi
söz konusudur, yani bir cisim batarsa, bu durum onu sevmemeyi gerektirir.
Burada el-Keşşaf tefsirinin yazarının yaptığı açıklamadaki tutarsızlık
da daha net anlaşılıyor. Diyor ki: "Eğer desen: Her ikisi de bir
durumdan başka bir duruma geçişi ifade ediyorken, neden kanıt doğuş
yerine batış eylemine dayandırılmıştır? Buna cevap olarak derim
ki: Bu bağlamda batışı kanıtın esası olarak almak daha belirgindir.
Çünkü batış, gizlenme ve örtünmeyle beraber bir dönüşümü ifade
eder." Bilindiği gibi kanıt, sevginin söz konusu olmamasına dayanmaktadır,
batışa değil. Dolayısıyla doğuştan batışa yönelmek için neden
aramak yersiz bir çabadır.
Üçüncüsü: Ayetlerin içerdiği kanıt, söz konusu üç gök cisminin yeryüzünün
veya insanlar dünyasının işlerini yönetip düzenlemek anlamında
rablık niteliğine sahip olmadıklarını vurgulama amacına yöneliktir.
Yani genel anlamda var etme ve yönetme bağlamında bir rablığın
olumsuzlanması amacı güdülmüyor. Çünkü gerek putperestler ve
gerekse yıldıza tapanlar kulluk sundukları tanrılarının genel anlamda
rab olmadıklarını inkâr etmezlerdi. Onlar var etme ve yönetip idare
et-me anlamına gelen genel anlamda rablığın sırf Allah'a ait olduğunu
ve bu hususta O'nun eşinin olmadığını kabul ediyorlardı.
Buradan hareketle bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin değerlendirmelerinin
yanlış olduğunu anlıyoruz. Bunlardan biri diyor ki: "Batışın
kanıtın esası olarak kabul edilmesi, onun mümkünlük niteliğini
gerektirmesidir. Her mümkün niteliğine sahip olan varlık da ihtiyaç
sahibidir. Dolayısıyla onun ihtiyaçlar zincirinin, varlığı zorunlu birinin
yanında son bulması gerekir." Bir diğeri de şunları söylemektedir:
"Batış, onunla nitelendirilen varlıktan rablığı olumsuzlar; çünkü batış
bir harekettir. Her hareketin de bir hareket ettiricisinin bulunması
kaçınılmazdır. Ve iş sonunda zorunlu olarak gelip hareket ettiricisi
bulunmayan bir muharrike dayanıyor. Bu muharrik değişmezdir, özü
itibariyle dönüşmezdir. Yani ulu Allah'tır."
Bu ikisi, burhanî kanıt olmakla beraber, mümkün nitelikli varlıklardan
ve hareket eden varlıklardan bütün illetlerin gelip dayandıkları
ilk illet olma ve bütün sebeplerin bitiş noktasını ifade eden ilk var e
dici ve yönetici anlamında rablık niteliğini olumsuzlamaktadırlar. Ne
var ki, Sabiîlerden ve diğer toplumlardan yıldızlara tapanlar her semavî
cismin öncesiz olduğunu, kevn ve fesadın yani yaratılmalarının
ve bozulmalarının söz konusu olmadığını, daimî bir hareketle hareket
ettiklerini kabul etmekle beraber tümünün malul olduklarını da inkâr
et-mezlerdi. Çünkü bunların ne varlıkları ve ne de varlıklarının etkileri
itibariyle varlığı zorunlu bir yaratıcıya gereksinim duymaktan müstağni
olmadıklarını biliyorlardı.
Dolayısıyla bu iki kanıt, Sabiîlerden, canlı türlerinden her birinin ayrı
bir tanrısının olduğuna inananlardan ve diğer putperest topluluklardan
çok, yaratıcının varlığını temelden inkâr eden natüralistler için
geçerli olabilir. Hz. İbrahim ise natüralistlerle değil, diğer çoktanrıcı
topluluklarla tartışıyordu.
Kaldı ki, daha önce de belirttiğimiz gibi, kanıt cismin batışından çok,
batma ve gözden kaybolma özelliğine sahip bir varlığa sevgiyle
yönelinemeyeceği esasına dayanmaktadır.
Kanıtın mümkünlük ve hareketlilik esasına dayandığına ilişkin olarak
söylediklerinin yanlışlığını ortaya koyayım derken, bir diğer müfessir
de şu yanlışa düşmüştür: "Batış olgusunu bu şekilde tefsir etmek, bir
şeyi kendisinden tamamen farklı olan bir şeyle açıklamak de-mektir.
Çünkü Araplar batmayı mümkünlük ve hüdûs (sonradan olma) anlamında
algılamazlar. Aynı şekilde batmayı hareket olarak yorumlamak
da önceki gibi yanlış bir değerlendirmedir."
Bu değerlendirmeyi yapan müfessir, yukarıdaki yorumu yapanların,
ayette geçen batış kavramının mümkünlük veya hareket anlamını ifade
ettiğini söylemediklerinin farkında değildir. Onların dedikleri şudur:
"Batmanın kanıt olarak alınması, mümkünlük niteliğini veya hareket
ve değişimi gerektirmesinden ileri gelmektedir." Bunun yanında
batmanın yüce Allah'a yaraşmayan mümkünlük niteliği veya değişimi
gerektirmesini bir an için göz ardı etsek bile, sözü edilen müfessirin
de kabul ettiği gibi hazır olmaktan sonra kaybolma ve açıklıktan
sonra gizlenme anlamında batma tanrılık niteliğini olumsuzlayan
bir husus değildir.
Çünkü varlığı zorunlu olan yüce Allah da duyularımızın algılama ala-
nının dışındadır, gaiptir. Ama durum değişikliğine veya hazır olduktan
sonra kaybolmak ve açık olduktan sonra gizlenmek gibi bir değişime
uğramaz. "Yüce Allah için gizlilik O'nun tarafından kaynaklanan bir
durum değildir; bizden kaynaklanan bir durumdur. Biz alıkoyucu bir
sürü engelden dolayı O'nu algılayamıyoruz, yoksa O'nun varlığı için
bir sınırlılık ve genel kuşatıcılığı için bir eksiklik söz konusu değildir."
şeklinde bir açıklama getirmenin de bir anlamı yoktur. Çünkü göksel
cisimler, özellikle güneş günlük hareketlerini gerçekleştirirken bizim
açımızdan bir kayboluşa uğramaktadır. Çünkü biz yeryüzünün bir
parçası sayılırız. Dünyamız güneşin hareketleri sonucu hareket etmekte,
bazen bir tarafını, bazen de öbür tarafını bu cisimlere yönelterek
bizim durumumuzda değişiklikler meydana gelmesine neden
olmaktadır. Dolayısıyla gerçekte güneşin üzerine doğduktan sonra
onun üzerine batanlar bizleriz. Fakat duyu yanılması bize bunun tersini
göstermektedir.
Razî bu yorumların tümünü birleştirici bir yorum yapmak istemiş ve
ünlü [el-Kebîr] tefsirinde şunları söylemiştir:
"Batış, bir şeyin ortaya çıktıktan sonra gözlerden kaybolması demektir.
Bunu bildiğimize göre, biri şöyle bir soru yöneltebilir: Batış, bir hareket
olması itibariyle sonradan olmaya, hüdusa delâlet eder. Bu durumda
doğuşun da sonradan olma niteliğine delâlet etmesi gerekir.
Şu hâlde İbrahim, neden gördüğü cismin sonradan olma bir varlık olduğunun
kanıtı olarak doğmasını göstermemiş, bunun yerine bu amaca
yönelik olarak batışını kanıt olarak göstermiştir?"
"Buna şöyle cevap verilir: Hiç kuşkusuz, sonradan olmalığa delâlet
etme bağlamında doğuşla batış ortak özelliklere sahiptirler. Ancak
peygamberlerin bütün insanları Allah'a kulluk sunmaya davet ederken
ortaya koydukları kanıtın açık ve belirgin olması gerekir. Ki üstün
zekâlı insanlarla birlikte aptal insanların ve normal akla sahip olanların
birlikte kavramalarına imkân olsun. Hareket olgusunun sonradan
olmalığa yönelik kanıtsallığı kesinlik bildiren ve dakik bir kanıtsallık
olmakla beraber, ancak üstün zekâlıların kavrayabileceği bir husustur.
Bu bağlamda batma olgusunun kanıtsallığı daha belirgindir. Herkes
onun bu anlama yönelik işaretini kavrayabilir. Çünkü yıldız ba
tarken egemenliği de son bulur. O hâlde batma olgusu bu amaca
vurgu yapmak bakımından eksiksiz bir kanıt mahiyetindedir."
"Bazı muhakkikler demişlerdir ki: Mümkünlük derecesine iniş de batış
demektir. Sözlerin en güzeli, üstün zekâlıların da, orta zekâlıların
da, avamın da kendine göre bir pay alabildiğidir, bir hisse kaptığıdır.
Üstün zekâlı seçkinler batma olgusundan mümkünlük niteliğini algılarlar.
Her mümkün de muhtaçtır ve ihtiyaçlarının sonu gelmez. Bu
yüzden mümkünlük niteliğinden münezzeh olan birine gelip dayanması
kaçınılmazdır. Ki onun varlığı sebebiyle ihtiyaçları sona ersin.
Nitekim yüce Allah, 'Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır.' (Necm,
42) buyurmuştur."
"Orta zekâya sahip insanlar, batma olgusundan mutlak olarak hareketi
algılarlar. Her hareket eden sonradan olmadır. Her sonradan olma
öncesiz ve kadir birine muhtaçtır. Dolayısıyla şu batan varlık ilâh
olamaz; bilâkis ilâh, bu batanın da ihtiyaç duyduğu zattır."
"Avam ise, batma olgusundan gurup eylemini algılarlar. Onlar her
yıldızın batmaya yüz tutmasından itibaren ışığının yok olmağa başladığını,
aydınlığının yavaş yavaş söndüğünü görürler. Bu şekilde etkinliği
de ortadan kalkar. Yalnızlığa itilmiş gibi olurlar. Durumu bundan
ibaret olan bir varlığın ilâh olması mümkün değildir. Dolayısıyla bu bir
tek cümle, yani Hz. İbrahim'in söylediği, 'Batanları sevmem.' sözü,
hem yaklaştırılmışların, hem sağ ehlinin, hem de sol ehlinin payını içinde
barındıracak kuşatıcılığa sahiptir. Bu yüzden kanıtların en mükemmeli
ve burhanların en üstünü sayılmaktadır."
"Hz. İbrahim'in söylediği bu sözde yer alan bir diğer incelik de şudur:
Hz. İbrahim, onlarla müneccim, yıldızların hareketlerini inceleyerek
onlara çeşitli anlamlar yükleyen kimseler oldukları hâlde tartışıyordu.
Müneccimlerin inanışlarına göre, yıldız göğün doğusuna düşen çeyreğinde
bulunuyorken göğün ortasına doğru bir yükseliş içinde olunca,
büyük bir etkinliğe sahip olur. Fakat batı çeyreğinde ve gruba yakınken
etkisi oldukça zayıf olur ve gücü de son derece az olur. Dolayısıyla
Hz. İbrahim bu incelikle, ilâhın gücünün zayıflığa ve mükemmelliğinin
de eksikliğe dönüşemeyeceğini anlatmak istemiştir. Demek istemiştir
ki; sizin inançlarınıza göre, yıldız göğün batı çeyreğindeyken
gücü zayıf, etkisi yetersiz ve yönetimi âciz olur. Bu ise, onun tanrılığı
için bir kusurdur. Şu hâlde müneccimlerin görüşüne göre de batma
olgusunun ilâhlık niteliğini olumsuzlama bakımından daha belirleyici
olduğu aydınlanmış oldu." (Fahrettin Razî'nin açıklamalarından yaptığımız
alıntı burada sona erdi.)
Uzun açıklamalarda bulunmasına karşın biz, ihtiyaç duyduğumuz kadarını
alıntıladık.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalar üzerinde düşünecek olursan,
adı geçen müellifin ayetin içerdiği kanıtı kişilerin kapasitelerine göre
hisseler içerecek şekilde taksim etmesine ve bunu çeşitli açılardan
kanıtlamaya çalışmasına tefsirini sunduğumuz ayette herhangi bir
lafzî işaretin olmadığını göreceğin gibi, Sabiîlerin ve yıldızlarla uğraşanların
kuşkuları da böyle bir kanıtla çürütülemez, giderilemez.
Çünkü bu saydığımız gruplar göksel cisimleri varlığı zorunlu, gücü sınırsız
ve mutlak kuvvet sahibi birer ilâh olarak görmüyorlardı. Bilâkis
bunları mümkün nitelikli, malûl ve daimî bir hareket içinde görüyorlardı.
İddialarına göre, bunlar, kesintisiz hareketleriyle aşağıdaki âlemi
idare ediyorlarmış. Dolayısıyla adı geçen müfessirin anlattığı
hususlarda bu gerçeği geçersiz kılacak bir unsur yoktur. Bize öyle geliyor
ki, müfessir biraz önce aktardığımız açıklamasından sonra bu
problemi fark etmiş, böylece sözü gereğinden fazla uzatmış ve meselenin
özünden uzaklaşmış, üstelik olumlu bir sonuç da elde edememiştir.
Kaldı ki, işaret ettiği ikinci kanıt da eksiksiz bir kanıt değildir. Çünkü
hareket niteliği, hareket eden varlığın bu niteliği itibariyle sonradan
olmalığına delâlet eder, özü açısından değil. Bu hususla ilgili geniş
açıklamaları yeri gelince yapacağız. Şu kadarını söyleyelim ki, kanıtın
hareket açısından açıklaması, bizim açıkladığımız şekildedir.
Dördüncüsü: Hz. İbrahim (a.s) bu kanıtları yüce Allah'ın kendisine
göklerin ve yerin melekûtunu göstermesi sonucu ortaya koyuyordu.
Bir de gözlemlenen evrenden hareketle, gerek babası ve gerekse
soydaşlarıyla giriştiği tartışmalarda konunun akışı elverdiği ve gerektirdiği
ölçüde gözlemlediği kanıtları sunuyordu. Bunun nedeni, ya
günlük göksel ve dünyevî olayların ayrıntılarını -daha önce de i
şaret ettiğimiz gibi- bilmemesiydi, ya da onlarla algıladıkları olaylar
ışığında tartışmak istemesiydi. Bu yüzden, "Budur rabbim!" sözünü üç
parlak göksel cismi gördüğünde tekrar etmiştir ve "Batanları sevmem."
sözünü ve bu anlama gelen diğer ifadeleri bu cisimlerin batmaları
üzerine söylemiştir.
Bu açıklamalar, bir açıdan, "Üzerine gece çökünce, İbrahim bir yıldız
gördü." ifadesiyle ilgili olarak akla gelebilecek: "Bu ayet gösteriyor ki,
Hz. İbrahim soydaşlarıyla gök cisimlerine ilişkin tartışmalara girdiği
gecenin hemen öncesindeki gündüz vaktinde de onlarla beraber ve
hareketlerini gözlemliyordu. Öyleyse neden güneşi, ilâhlığını olumsuzlamak
amacıyla hatırlayamadı?" şeklindeki bir soruya da cevap niteliğindedir.
Çünkü Hz. İbrahim babası ve soydaşlarıyla tartışırken vakit ancak
putlar konusunda konuşmasına yetmiş olabilir. Belki onlarla gündüz
boyunca veya soydaşlarının yanında gündüzün bir kısmını geçirdiği
sürede onlarla putlar hakkında tartışmış olabilir. Öyle ki tartışma tamamlanınca
gece de üzerine basmış olabilir. Aslında başka ihtimaller
de vardır. Havanın bulutlu olması veya soydaşlarının güneşe sadece
doğduğu esnada kurbanlar ve namazlar sunmaları gibi. Hz. İbrahim
onlarla eylemleri sırasında tartışmayı arzulamış olabilir.
Beşincisi: Bu ayetler, söylendiği gibi, hidayetin Allah'tan olduğuna delâlet
etmektedirler. Saptırmayı ise, yüce Allah bu ayetlerde onu kendisine
nispet etmemiştir. Yalnız, "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi,
elbette sapan topluluktan olurdum." ifadesi, bir ölçüde, bir insanın
yüce Allah tarafından hidayete erdirilmemesi durumunda kişisel
yetersizliğinden dolayı sapıklığa düşeceğine işaret etmektedir.
Bunu şu ayetten de algılayabiliriz: "Eğer size Allah'ın lütfu ve rahmeti
olmasaydı, hiçbirinizi asla temizlemezdi." (Nûr, 21) Bir diğer ayet de
şudur: "Sen sevdiğini doğru yola iletemezsin; fakat Allah, dilediğini
doğru yola iletir." (Kasas, 56) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterebiliriz.
Bazı ayetlerde insanların sapmaları yüce Allah'a nispet edilmektedir;
fakat, "Ancak onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26) ayeti ve
benzeri ayetler, yüce Allah'a nispet edilen saptırmanın insanların
sapmasına ilişkin bir ceza, bir karşılık mahiyetinde olduğunu göstermektedir.
Tefsirimizin birinci cildinde bu ayetin açıklaması bazında
geniş değerlendirmeler sunduk.
Altıncısı: Hz. İbrahim (a.s) gözlemlediği üç göksel cismin rablığı-nı olumsuzlamasının
gerekçesi olarak batanları battıkları için sevmediğini
ifade ediyor. Burada insanın bulduğu bir şeyi tekrar yitirmesi kastediliyor.
Bu ise, kulluk sunmayı gerektiren sevgiyle bağdaşmayan bir
niteliktir. Bu da yok oluşla, gözden kayboluşla, ölüşle ve tükenişle yüz
yüze bulunan bütün maddî varlıklar için geçerli bir nitelik olduğuna
göre, Hz. İbrahim'in bu kanıtı, her türlü şirk ve putçuluk için geçerli
olan kesin bir kanıttır. Bu kanıtı her canlı türünün kendine özgü tanrılarının
ve ışınsal tanrıların olduğunu ileri süren putperestlere de teşmil
edebiliriz. Bu putperestler bunların varolduklarına inanırlar, maddî
âlemin ötesinde, cisimden ve hareketten uzak varlıklar olduklarını
ileri sürerler. Ama öz itibariyle saydam ve üstün bir varlığa sahip olmalarına
karşın egemen nurun karşısında yok olduklarını, tekil kahrın
karşısında ezildiklerini itiraf etmektedirler. Kulluk maksadıyla yöneldikleri
tanrılarının nitelikleri buysa eğer, bir de bunlara sevgiyle
yöneliyorlarsa, bu sevgi işlerini düzenledikleri şeylere yöneliktir, onların
kendisine değil.
79) "Ben hanif olarak (sağa-sola sapmadan) yüzümü tamamen, gökleri
ve yeri yaratana çevirdim..."
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Fetru" kelimesi,
aslında boyuna yarmak anlamına gelir. Araplar, "Fetare fulanun keza
fetran" [yani, falan adam falan şeyi yardı], eftare [yani oruç açtı, iftar
yaptı], futûr [oruçlu insanın orucunu açmak için yediği yiyecek],
infetare infitâren [yarıldı] derler. Yüce Allah, "Hel tera min futûr=Bir
bozukluk görebiliyor musun?" [Mülk, 3] buyurmuştur. Ayette futûr kelimesi
bozukluk, çürüklük anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla yarma
bazen yıkıcı, bazen de yapıcı anlam ifade eder. Yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Gök onun dehşetinden yarılır. Allah'ın vaadi
mutlaka yapılmıştır." [Müzzemmil, 18]
"Fetartu'ş-şate=Koyunu iki parmakla sağdım." "Fetartu'l-acîn=Hamuru
yoğurdum ve mayalanmasından önce ekmek pişirdim." Bu
kökten türeyen bir türev de "fıtrat" kelimesidir. "Fetarellah'ulhalke=
Allah varlıkları yarattı." Burada kastedilen, yüce Allah'ın varlıkları
kendileri için öngörülen fiilleri işleyebilecek nitelikte yaratmasıdır.
Dolayısıyla yüce Allah'ın, "Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtratı..."
ifadesi, O'nun insanların içine, öz doğasına kendisinin bilinmesini
sağlayacak donanımı yerleştirmesine yönelik bir işarettir. Dolayısıyla
"Allah'ın fıtratı"ından maksat, yüce Allah'ın insanın öz doğasına
yerleştirdiği iman etme yeteneğidir. "Eğer onlara, kendilerini kimin
yarattığını sorsan, muhakkak ki, Allah, diyecekler." ifadesiyle de bu
gerçeğe işaret e-dilmiştir. (Ragıp'tan, "fetare" kelimesine ilişkin alıntı
burada sona erdi.)
Yine Ragıp adı geçen eserinde şunları söylemektedir: "el-Hanefu; sapıklıktan
doğru yola yönelme, eğilim gösterme demektir. el-Cenefu;
doğru yoldan sapmaya yönelme, eğilim gösterme anlamına gelir...
Bu yüzden Araplar, hac ziyaretinde bulunan veya sünnet olan herkesi
'ha-nif' diye isimlendirirler. Bununla onun İbrahim'in (a.s) dini üzere
olduğuna dikkat çekmek isterler. el-Ahnef; ayağında eğrilik olan
kimse. Bazılarına göre, ayağında eğrilik olanın bu şekilde isimlendirilmesinin
nedeni uğur temennisidir, bazılarına göre de sırf eğilimi ifade
eden bir istiareli kullanımdır." (Alıntı sona erdi.)
Hz. İbrahim (a.s), "Ey kavmim... ben uzağım." diyerek onlardan ve Allah'a
ortak koştukları düzmece ilâhlardan beri olduğunu duyurduğunda,
aslında bu sonuca aşamalı olarak ulaşmıştı. Önce kalbinin ortaklara
ısınmadığını, onlara ilgi göstermediğini belirtmişti. "Batanları
sevmem." sözü bunun ifadesiydi. Sonra Allah'ın ortağının olduğuna
inanmanın sapıklık olduğunu ima eden şu sözleri söylemişti:
"Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan
olurdum." En sonunda da açık bir ifadeyle her türlü şirkten ve düzmece
ilâhlardan uzak olduğunu ifade etmişti: "Ey kavmim, ben sizin
ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." Böylece rubûbiyet (yönetsel ilâhlık)
bağlamında eksiksiz tevhit düşüncesine dönmüş oldu. Bunun
anlamı, gökleri ve yeri yaratan ilâhın, kulluk sunulan bir rab olmasının
kaçınılmaz olduğudur. Bu çerçevede şirki de kendisi açısından olumsuzladı
ve şöyle dedi: "Ben hanif olarak (sağa-sola sapmadan) yü-
zümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim."
Yüzü yöneltme ifadesi, kulluk maksadıyla Allah'a yönelme anlamında
kullanılan bir deyimdir. Kulluğun ve bir rabbe itaatin gereği, itaat
eden kulun gücü ve iradesiyle Rabbine yönelmesi, O'na dua etmesi
ve her amelinde O'na dönmesidir. Dua ve dönüş de ancak yüzün yöneltilmesi
ve doğrultulması ile mümkündür. Dolayısıyla dua ve dönüşten
ibaret olan ibadet olgusu, yüzün yöneltilmesi deyimiyle ifade
edilmiştir.
Burada Hz. İbrahim, yüzünü yönelttiği, yani kulluk maksadıyla yöneldiği
Rabbi olan yüce Allah'tan söz ederken O'nun tartışma konusu
olmayan ve sırf kendisine özgü olan bir niteliğine işaret ediyor. Gökleri
ve yeri yaratmasına yani. Bu arada cümle içinde sılaya ve
mevsule de yer vererek bu niteliğin zihinlerde herkesin kabul ettiği
yüce Allah'a ait olarak zikredildiğine riayet etmek istiyor. Ki kimse
yanlış anlamasın. "Gökleri ve yeri yaratana." Yani diyor ki: Ben yaratılış
ve varoluş bakımından herkesin ve her şeyin gelip dayandığı yüce
yaratıcıya ibadetle yöneldim. Hem kendisi, hem de soydaşları kulluk
ettikleri düzmece ilâhların üstünde ortaksız bir yaratıcının varlığını
kabul ediyorlardı.
Ardından "hanif" ifadesiyle, soydaşlarının kulluk sundukları düzmece
ilâhların ortaklıklarını olumsuzladığını dile getiriyor. Sırf Allah'a eğilim
gösterdiğini ve O'ndan her türlü şirki olumsuzladığını ifade ediyor.
Bunu, "Ben O'na ortak koşanlardan değilim." sözüyle de pekiştiriyor.
Dolayısıyla, "Ben yüzümü.... çevirdim..." diye başlayan sözleri, bir bütün
olarak, sırf Allah'a kulluk sunmanın gerekliliğini, ondan ortakların
olumsuzlanmasını vurgulamaktadır. Bu bakımdan bu ayet, "Lâ ilâhe
illallah" cümlesine yakın bir anlam ifade etmektedir.
Ayetin orijinalinde geçen "lillezî" edatının başındaki "lâm" harfi, amaç
bildirir ve burada "ilâ" (...e, ...a) anlamını ifade eder. Nitekim
amaç bildirmek maksadıyla "ilâ" edatı kullanıldığı gibi "lâm" harfinin
de kullanıldığının örnekleri çoktur. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz:
"Esleme vechehu lillah=Yüzünü Allah'a teslim ederse." (Bakara,
112) "Ve men yuslim vechehu lillah=Kim yüzünü Allah'a teslim ederse."
(Lokmân, 22)
Yüce Allah'ın özel sıfatlarının arasından "gökleri ve yeri yaratması"
yani "Fâtır" sıfatının özel olarak seçilmesi, bununla beraber aynı anlama
gelen el-Bâri, el-Hâlık, el-Bedî gibi lafızların kullanılmaması, İbrahim'in
tercih ettiği fıtrat dinine yönelik bir işarettir. Kur'ân'da İslâm
dini, birkaç kez İbrahim'in hanif dini ve fıtrat dini olarak isimlendirilmiştir.
Yani, bilgileri ve yasaları insanın yaratılışına ve varoluş türüne
dayalı olarak bina edilen din. Ki insanın yaratılışı ve varoluş türü değişim
ve başkalaşım kabul etmez.
Çünkü din, gerçek mutluluğa erişmek için izlenen yoldur. Gerçek
mutluluk ise, bir şeyin varoluşunun bileşimi ve donanımı doğrultusunda
olgunlaşmayı sağlayan araçlarla pratikte ve objeler dünyasında
talep ettiği amaca yönelmesidir. Bir insanın veya bir başka varlığın
yaratılışı itibariyle donatılmadığı ve tam aksi istikamette donatıldığı
bir şeyle mutlu olması mümkün değildir. Meselâ bir insanın beslenmeden,
cinsel birleşmeye girmeden veya insanlarla birlikte yaşamayı
ve toplumsal hayatı terk ederek mutlu olması söz konusu olamaz.
Çünkü insan bunların tam aksine donatılmıştır. Aynı şekilde
tam aksine donatıldığı için kuşlar gibi uçmakla veya balıklar gibi denizlerde
yaşamakla mutlu olması da mümkün değildir.
O hâlde hak din, öngördüğü yasalarıyla fıtrat, yaratılış düzeni arasında
uyum bulunan dindir. Yüce Allah insanları veya -eğer varsa- baş-ka
bir yükümlü varlığı, yaratılışıyla örtüşmeyen ve varoluşsal donanımına
uygun olmayan mutluluk veren bir hedefe yöneltmekten münezzehtir.
Allah katında din İslâm'dır. Yani Allah'ın yaratışı ve var edişi
doğrultusunda O'na boyun eğmektir.
80) Kavmi onunla tartışmaya girişti. O onlara dedi ki: "Beni doğru yola
iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak
koştuğunuz şeylerden korkmam..."
Ayetlerin akışında yüce Allah'ın İbrahim'in giriştiği tartışmaları iki
kısma ayırdığını görüyoruz. Bunlardan birinde, tartışmayı başlatan kendisidir
ve insanlarla tartışmaktadır. Diğerinde ise, insanlar tartışmayı
başlatıyorlar ve tanrılarından ilişkisini kestiğini, onlardan uzaklaştığını
ifade ettikten sonra onunla konuşuyorlar. Tefsirini sunduğumuz bu
ayet ve sonrasında, tartışmanın bu ikinci kısmının kapsamında geçen
konuşmalara yer veriliyor. Ama yüce Allah, soydaşlarının hangi hususta onunla tartıştıklarından
söz etmiyor. Fakat İbrahim'in söylediği şu ifadeden bunun ne olduğunu
sezinliyoruz: "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam." Buradan anlıyoruz ki, onlar, korku dolayısıyla ilâhlarına tapılması
gerektiğini söylemişlerdir. Daha önce bu husus üzerinde durmuştuk.
İleride de değineceğimiz gibi, onları birtakım düzmece ilâhlar
edinip bunlara kulluk sunmaya iten etken şu iki husustan biriydi:
Ya yeryüzündeki gelişmeler üzerinde etkinlik sahibi olduklarına inandıkları
bu ilâhların gazabından ve kahrından korkuyorlardı ya da onlardan
bereket ve mutluluk beklentisi içindeydiler. Fakat onların ruhları
üzerinde en büyük etkiyi birinci şık bırakıyordu. Korku yani. Çünkü
insanlar öz doğaları gereği sahip oldukları maddî nimetleri ve
mutluluğu kendi mülkiyetlerinde görürler. Bunu ya hayat çizgisini
sürdürmek için mal edinme, makam sağlama ve yüksek bir konuma
gelme çabası sonucu elde ettiklerini ya da büyük atalarından ve iyi
talihlerinden kazandıklarını düşünürler. Birine miras kalması ya da
bir define bulması yahut babasının yerine kavminin lideri olması gibi.
O hâlde, birine kulluk sunmak için umut olgusu en az etkin olan yöntemdir.
Hatta mükemmel bir ilâhî eğitimin tezgahından geçen Müslümanlar
bile, azap tehdidi ve uyarılardan etkilendikleri kadar nimet
vadi ve müjdelemelerden etkilenmezler. Bu yüzden Kur'ân'da peygam-
berlerin görevleri bağlamında uyarıcılığın müjdecilikten daha
çok zikredildiğini görüyoruz. Oysa her iki yöntem de peygamberlerin
görevleri arasında yer alırlar ve insanları bu yöntemlerle Allah'a kulluk
sunmaya davet emek yükümlülüğündedirler.
Dolayısıyla İbrahim Peygamber'in soydaşları da tanrıları hakkında
onunla konuşurlarken korkutma yöntemini esas alan bir tutum içindeydiler.
Onu tanrılarının azabından ve gazabından korkuttular. Kendilerinin
yoluna uymasını öğütlediler. Tanrılarına kulluk sunmanın gerekliliğinden
ve Allah'ın rablığını ileri sürmekten vazgeçmesinin kaçınılmazlığından
bahsettiler. Allah için öngörülen yetki, her şeyi yaratmaktan
ibaretti. Rablık, yönetsel tanrılık ise ilâhlarının göreviydi.
Hz. İbrahim (a.s) soydaşlarının sözlerinin, Allah'ın rablığını savunmaktan
vazgeçirmek ve tanrılarının rablığını kabul etmeye teşvik etmek
şeklinde iki bölümden oluştuğunu görünce, karşı tezini sunarken her
iki bölümü de değerlendirdi. Ancak ileride değineceğimiz gibi birinci
savunmanın geçerliliği ancak ikincisinin iyice anlaşılmasıyla mümkündür.
Onların Allah hakkında kendisiyle tartışmalarına karşılık olarak şunları
söylüyor: "Beni doğru yola iletmiş iken Allah hakkında benimle
tartışıyor musunuz?" Benim için artık mesele çözümlenmiştir, Rabbimin
yol göstericiliği sonucu hidayete ermiş bulunuyorum. O, göklerin
ve yerin melekûtunu bana göstermek suretiyle bana ilim verdi. Böylece
putların ve gök cisimlerinin rablığını olumsuzlamaya ilişkin kesin
kanıt vermiş oldu bana. Ben, yaşamsal işlerimi düzenleyen bir
rabden kendimi müstağni saymıyorum; ama Allah'ın tek ve ortaksız
rab olduğu gerçeğini kavramış bulunuyorum. Allah beni doğru yola iletmişken
sizin ileri sürdüğünüz gerekçeleri kabul edemem, ikinci bir
rablık merciini araştıramam. Araştırmak bir şeyi arayana düşer. Amaca
ulaştıktan sonra bir daha arama olmaz.
Ayeti incelediğimizde zihinde ilk etapta beliren anlam budur. Fakat
biraz daha derinliğine düşündüğümüzde, bundan daha ince bir anlamın
farkına varıyoruz. Şöyle ki: "Beni doğru yola iletmiş iken..." sözü,
hidayetin kendisini bir kanıt olarak algılamayı ifade eder, hidayete
ermekten dolayı kanıt bulmanın gereksizliğini değil. Dolayısıyla
şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: Allah kendisinden başkasının
rablığını olumsuzlamaya ve kendisinin rablığını ispatlamaya yönelik
öğretmiş olduğu kanıtla beni hidayet etti. O'nun yol göstericiliği, O'-
nun rablı-ğının ve ondan başkasının rab olamayacağının kanıtıdır.
Çünkü rabba yöneltmek de tedbir ve yönetmenin bir parçasıdır. Bu
ise, rab olanın özelliğidir. Eğer Allah benim rabbim olmasaydı, beni
hidayete erdir-mezdi. Bu işi rablık yetkisine sahip olan bir başkası
gerçekleştirirdi. Fakat beni Allah hidayete erdirdi, dolayısıyla rabbim
O'dur.
İbrahim'in (a.s) bu sözlerine karşılık şunu diyemezlerdi: "Bu bilgileri
sana öğreten ve kanıtı ilham eden bazı ilâhlarımızdır." Çünkü hiç
kimse bir başkasına kendisine zarar verecek, adının anılmasına son
verecek ve işlerini bozacak bir şeyi göstermez. Şu hâlde Hz. İbrahim'i
putların rablığını olumsuzlamaya götüren hidayetin putlara nispet edilmesi
doğru olmaz.
Ama şunu diyebilirlerdi veya belki de demişlerdir: "Bunu tanrılarımızdan
bazıları yaptı. Bu bir azap ve kahır ifadesidir. Seni onların
rablığını kabul etmekten uzaklaştırdılar. Görüşünün bozukluğundan
ve ruhunun hastalığından dolayı bu kanıtları sana telkin ettiler." Nitekim
soydaşları Âdoğulları'nı Allah'ın birliğine inanmaya çağıran,
korkulması ve ümit bağlanması gereken ilâhın sadece Allah olduğunu
kabul etmeye çağıran ve kulluk sundukları düzmece ilâhların hiçbir
yarar veya zarar verme gücüne sahip olmadıklarını belirten Hud
Peygambere soydaşları buna benzer şeyler söylemişlerdi. Demişlerdi
ki: "Tanrılarımızdan bazıları sana bir kötülük dokundurdular."
Yüce
Allah Hud Peygamber'in dilinden bize şu bilgileri aktarmaktadır: "Ey
kavmim, Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tövbe edin ki gökten
üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın.
Suç işleyerek Allah'tan yüz çevirmeyin. Dediler ki: Ey Hud... Seni tanrılarımızdan
biri fena çarpmış, demekten başka bir söz bulamıyoruz.
Dedi ki: Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'a
ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Haydi hepiniz bana tuzak
kurun, sonra bana hiç göz açtırmayın." (Hûd, 52-55)
Dolayısıyla Hz. İbrahim'in, "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden
korkmam..." şeklindeki sözü, müşriklerin aklına gelebilecek böyle bir
kuşkuyu bertaraf ettiği gibi, onların kulluk sundukları ilâhların
rablıklarını da olumsuzlamaktadır. Çünkü bu sözler tam bir kanıt içerir
ve onların Allah'a ortak oluşları ihtimalini temelden geçersiz kılar.
Bundan özetle şu sonucu çıkarıyoruz: "Siz, kulluk sunduğunuz ilâhların
bana bir kötülük yapacağından beni korkutarak sizin ilâhlarınızın
rablığını onaylamaya ve gerçek rabbim olan Allah'ın rablığını reddetmeye
çağırıyor ve Allah'ın beni ilettiği gerçek hususunda içime şüphe
atmaya çalışıyorsunuz; ama ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden
korkmuyorum. Çünkü onların tümü, yaratılmışlardır, başkası tarafından
idare edilmektedirler. Bir yarar veya zarar verme gücünden yok
sundurlar. Ben onlardan korkmadığıma göre kanıtınız geçersiz ve kuşku
uyandırma amaçlı girişiminiz sonuçsuz kalmaya mahkûmdur."
"Eğer korkmuş olsam, bu korku sizin Allah'a ortak koştuğunuz düzmece
ilâhların etkisiyle içimde oluşmuş bir korku olmayacaktır; çünkü
onlar hiçbir şeye güç yetiremezler; tam tersine bu korku Rabbimin
yarattığı bir şey olacaktır. Yani, sizin ortak koştuğunuz ilâhlardan
korkmamı o dilemiş olacak. Ben de onlardan korkacaktım. Dolayısıyla
bu korku da O'nun rablığını kanıtlayan bir başka kanıt işlevini
görecekti. Birliğinin bir diğer işareti olacaktı. Sırf O'na kulluk sunmanın
gereğini vurgulayan bir diğer belge. Sizin ilâhlarınızın
rablığının, onlara kulluk sunmanın gerekliliğinin kanıtı değil."
"Bunun Rabbimin etkisiyle gerçekleşmiş olacağının kanıtı, O'nun her
şeyi bilgi bakımından kuşatmış olmasıdır. O sağlam ve sahih amaçlar
için yarattığı mülkünde meydana gelen hayır ve şer nitelikli her
şeyi bilir. Yarar veya zarar veren bir şeyin mülkünde meydana geldiğini
bilip de men etme veya izin verme şeklinde bir tepki göstermemesi
mümkün müdür?"
"Eğer benim içimde bir korku oluşursa, bu Allah'ın iradesi ve O'nun
kutsallığına yaraşan izni sonucu gerçekleşmiş olacaktır. Bu, aynı zamanda
O'nun rablığını kanıtlayan, O'ndan başkasının rablığını da olumsuzlayan
bir husustur. Hâlâ düşünmez misiniz, aklınızla kavradığınız
ve fıtratınızla algıladığınız gerçeğe dönmez misiniz?"
Buraya kadar anlattıklarımız, "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden
korkmam. Ancak Rabbimin bir şey dilemesi hariç. (Çünkü)
Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt almıyor musunuz?" ayetinin
içerdiği kanıta ilişkin bir değerlendirme mahiyetindedir. Bu
durumda, "Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam." ifadesi,
"Beni doğru yola iletmiş iken Allah hakkında benimle tartışıyor
musunuz?" cümlesinin içerdiği kanıtın bütünleyici unsuru mahiyetindedir.
Bunun yanında onlardan korkmaması suretiyle onların Allah'a
ortak koştukları şeylerin rablığını olumsuzlamak açısından da
başlı başına bir kanıt sayılır. Dolayısıyla, "Ancak Rabbimin bir şey dilemesi
hariç." ifadesi, kanıt amacıyla bir ön kabul ve bir varsayım işlevini
görmektedir. Yani, siz korku gerekçesiyle onların rablığını kabul
etmemi isti-yorsunuz. Ama ben onlardan korkmuyorum. Diyelim ki
onlardan korkuyorum, bu, benim Rabbimin rablığının kanıtı olur, sizin
O'na ortak koştuğunuz düzmece ilâhların değil. Çünkü böyle bir korku
benim rabbimin dilemesiyle olur.
Bu bakımdan, "Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır." sözü, varsayılan
korkunun Allah'ın iradesine dayandığını gerekçelendirmeye yönelik
bir açıklama mahiyetindedir. Çünkü gökleri ve yeri yaratan zat, mülkünde
olup bitenlerden habersiz olamaz. Meydana gelen her şey, ancak
O'nun izniyle olabilir. O hâlde bunların yönlendiricisi, plânlayıcısı
O'dur. O'nun rablığı, yönetsel tanrılığı sayesinde varlıklarını sürdürmektedirler.
"Hâlâ öğüt almıyor musunuz?" ifadesi de kınama amaçlı
bir sorudur ve kanıtın aslında fıtrî olduğunu göstermektedir. Bu değerlendirmeyi
iyice kavramaya çalış.
Bu ayetle ilgili olarak tefsir bilginleri değişik yorumlar yapmışlardır:
"Beni doğru yola iletmiş iken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?"
cümlesi hakkında çoğu tefsir bilgini, yukarıda yer verdiğimiz
iki değerlendirmeden ilkini esas alan bir yaklaşım içinde olmuşlardır.
Bunun da mahiyeti şudur: "Hz. İbrahim (a.s) soydaşlarının Allah'ın birliğine
yönelik itirazlarına şu karşılığı vermiştir: Bu konuda tartışma
gereğini duymuyorum. Çünkü Allah beni doğru yola iletmiştir. Allah
beni hidayete erdirdikten sonra tartışmanın anlamı olmaz." Ancak
ayetin akışı, bir tartışma mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Bu
da Hz. İbrahim'in sözlerinin tevhidi kanıtlama amacına yönelik olmasını
gerektirmektedir, tartışmaya gerek duymadığının değil.
"Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam; ancak Rabbimin
bir şey dilemesi hariç." ifadesine gelince, tefsir bilginleri cümlenin
ilk kısmı hakkında bizimkine yakın değerlendirmeler yapmışlar;
fakat istisna hakkında şöyle demişlerdir:
"Ancak Rabbimin sizin beni korkuttuğunuz bu putları canlandırması
ve onlara güç vermesi başka. Bu durumda da onların zarar ver yararları
onların sonradan olma varlıklar olduklarının ve Allah'ın birliğinin
kanıtı olur." Diğer bir ifadeyle, şöyle bir anlam kastedilmiştir: "Ben
hiçbir şekilde onlardan korkmam. Ancak Rabbim diler de bu putlar
canlanır ve zarar ve yarar verecek duruma gelirlerse, ben de
bundan dolayı onlardan korkarsam, bu da rablığın Allah'a ait olduğunu
gösterir ve sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerin sonradan olma
varlıklar olduklarını gözler önüne serer."
Bu değerlendirme, bir açıdan bizim yukarıda yer verdiğimiz değerlendirmeye
yakın olmakla beraber, canlanmaları durumunda zarar ve
yarar verme yetkisinin Allah'a ortak koşulan şeylere nispet edilmesi -
kaldı ki putperestlere göre bu putların bazısı canlıdır, melekler ve
canlı türlerinin ilâhları gibi ve bazısı da zahirî açıdan zarar ve yarar
dokunduracak durumdadır, güneş gibi- Allah'ın kitabında yer alan ilâhî
öğretiyle bağdaşmamaktadır. Çünkü Kur'ân Allah'tan başka hiç
kimsenin yarar ve zarar verme gücüne sahip olmadığını dile getirmektedir.
Adı geçen tefsir bilginlerinin bu ayeti, putperestlerin ibadet ettikleri
putların sonradan olma varlıklar olduklarının kanıtı olabilecek şekilde
yorumlamalarına gelince, böyle bir yorumun putperestler açısından
bir olumsuzluğu yoktur. Çünkü onlar, bilindiği gibi putların ve
temsil ettikleri manevî kişiliklerin Allah'ın yönetimi altında olduklarını,
O'nun tarafından yaratılmış olduklarını inkâr etmiyorlar. Bazıları
için zamansal öncesizlik iddiasını dile getirseler de bu, onların mümkün
nitelikli oluşlarını ve malul oluşlarını onlar açısından
olumsuzlamaz.
Bir diğer değerlendirme de şöyledir: Buradaki istisnanın anlamı şudur:
"Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Fakat
bu genellemeden bazı vakitleri istisna tutuyorum. Söz gelimi Rabbim,
işlediğim bazı günahlardan dolayı bana azap etmek isteyebilir veya
bir günah olmaksızın beni bazı olumsuzluklara duçar kılabilir." Diğer
bir ifadeyle: Bu cümle genel anlamdan düşülen bir istisnadır. Genel
anlama ise, önceki cümle işaret etmektedir. Buna göre, "Ben korkmam..."
ifadesi, onların Allah'a ortak koştukları şeylerden korkmadığını,
"Rab-bimin dilemesi başka..." ifadesi de her türlü korkudan bir
istisna hükmündedir. Bu durumda cümlenin geniş açılımı şöyledir:
"Sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden korkmam, bunun dışındaki
şeylerden de korkmam. Ancak Rabbimin bana bir zorluk dilemesinden
veya bir günahımın karşılığı olarak azap etmesinden korkarım."
Bu değerlendirmenin zorlama sonucu olduğunu açıklamaya bile gerek
yoktur.
"Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır." ifadesiyle ilgili olarak bazı tefsir
bilginleri şöyle demişlerdir: Bu, kanıtın tamamlanmasından sonra
Hz. İbrahim'in (a.s) Rabbine yönelttiği bir övgüdür.
Bazılarına göre de: "Bu cümle, müşriklerin putlarına yönelik bir kinaye
mahiyetindedir. Hz. İbrahim, bununla putların bir şey bilmeyen ve
duyumsamayan varlıklar olduklarına göndermede bulunuyor." Buna
şu şekilde itiraz edilebilir: Eğer bir kinaye gerekiyorsa, bilgiden çok,
konumun da gereği olarak güç örneği esas alınarak yapılmalıydı.
Böyleyken güç örneği yerine bilgi örneğini esas alan bir kinayeli anlatımı
gerektiren nedir? Aynı problem önceki değerlendirme için de geçerlidir.
Bazıları da demişlerdir ki: "Hz. İbrahim, yüce Allah'ın dilemesi sonucu
başına gelebilecek zorlukları ve olumsuzlukları genel hükümden istisna
edince, 'Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır.' demek suretiyle
Allah'ın bütün gaybı bildiğini, O'nun ancak iyilik, hayır ve hikmet esaslı
fiiller gerçekleştirdiğini açıklamıştır." Buna karşılık olarak şöyle
bir itirazda bulunulabilir: Böyle bir durumda ayette bilgi yerine hikmetten
söz edilmeliydi. En azından birçok yerde olduğu gibi bilgi ve
hikmet birlikte zikredilmeliydi.
Bazılarına göre: "Bu, istisnaya yönelik bir gerekçelendirme mahiyetindedir.
Yani demek isteniyor ki, yüce Allah'ın ilminin kapsamın-da,
putlar nedeniyle bir kötülüğün ona ilişmesi yer alabilir. Putun üzerine
düşüp bir yerini yaralaması, güneş ısısının onu hasta etmesi veya ölümüne
neden olması gibi." Buna karşılık olarak deriz ki: Bu durumda
da güç veya hikmet kavramının esas alınması gerekçelendirmek
açısından ilim kavramına göre daha yerinde olurdu.
Bazıları demişlerdir ki: "Bunun anlamı şudur: Benim Rabbimin ilmi
her şeyi kuşatmıştır. İradesi de öncesiz ve her şeyi kuşatan ilmiyle
bağlantılıdır. Gücü ise iradesini uygular, yerine getirir. Dolayısıyla onların
kulluk sundukları putların veya başka varlıkların O'nun sıfatları
üzerinde herhangi bir etkinliği olamaz. Ne şefaat, ne de başka bir şekilde
O'nun fiillerini etkileyemezler. Böyle bir durum, ancak yüce
Allah'ın ilminin her şeyi kuşatmaması durumunda söz konusu olabilir.
Böylece şefaatçiler ve aracılar bir fiili yerine getirmenin veya o fiili
yerine getirmemenin daha faydalı olduğunu şefaat yoluyla veya başka
bir yöntemle bilmediği bu şeyi O'na anlatmış olurlar. Ve bu O'nu,
zarar vermeye veya yarar dokundurmaya yahut vermeye veya vermemeye
yöneltir."
Bu değerlendirmeyi yapan müfessir devamla şunları söylüyor: "Cümlenin
ifade ettiği bu anlamı, yüce Allah'ın müşrikler tarafından kendisine
ortak koşulan ilâhların şefaatçiliğini olumsuzlayan bir kanıtından
algılamış bulunuyoruz. Meselâ şu ayette açıklanan kanıttan: 'İzni
olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O önlerindekini
ve arkalarındakini bilir. Onlar ise dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden
hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar.' (Bakara, 255)" Müfessir
şunları da eklemiştir: "Bu, yorumların en isabetlisidir ve bu, Kur'â-n'ın
Kur'ân'la tefsir edilmesinin bir örneğidir." Adı geçen müfessirin söyledikleri
özetle bunlardır.
Bu değerlendirmenin özü şudur: "Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır."
ifadesi, müşriklerin ilâhlarından ve başkalarından korkma olgusunun
genel olarak olumsuzlanmasının gerekçesi ve açıklaması mahiyetindedir.
Hz. İbrahim burada şunu söylemek istiyor gibidir: Ne sizin taptığınız
ilâhların, ne de bir başka varlığın bana bir zarar dokundurmasından
korkmuyorum. Çünkü benim Rabbim her şeyi bilir. O her şeyi iradesine
göre yerine getirir ve gücüyle gerçekleştirir. Bilmediği bir şeyi
bildirecek bir şefaatçiye ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla hiç kimsenin Allah-
'ın fiilleri üzerinde bir etkisi, bir aracılığı söz konusu olamaz.
Bilindiği gibi, bu tür bir etkinliğin olumsuzlanması Allah'ın bilgisinin
genişliğini gerektirdiği gibi kudretinin ve iradesinin mutlaklığını da
gerektirir. -Ayrıca bu durumda adı geçen müfessirin varsaydığı gibi dileme,
fiil sıfatıdır, zat sıfatı değil.- Eğer kudreti ve dilemesi mutlak
değilse, ilmin genişliği ne işe yarar? Bunun kanıtı da ilim, irade ve
kudret niteliklerini birlikte değerlendirdiği sözleridir.
Kısacası, adı geçen müfessirin bu değerlendirmesi sadece ilmin genişliği
esasına dayanarak tamamlanmış olmaz. Bilâkis ilmin genişliği
ile beraber kudret ve iradenin mutlaklığı ile tamamlanmış olur. Ama
ayette sadece ilmin genişliğinden söz edilmiştir. Şefaat konusunu işleyen ayetlerin de bu değerlendirmeyi pekiştirdiklerine
ilişkin yorumuna gelince; her şeyden önce sözünü ettiği ayetler,
Allah'ın izniyle nedensellik mahiyetinde aracılık anlamına gelen
şefaat olgusunu kanıtlamaya yöneliktirler, müfessirin yanıldığı ve
Kur'ân'ı Kur'ân'la tefsir ettiği sanısına kapılarak belirttiği anlamda
şefaati olumsuzlamaya yönelik değildirler. Nasıl yanılgı olmasın ki?
Gözlemlenen âlemden sebeplerin etkinliğini ortadan kaldırmak sonuç
alınmayacak bir çabadır. Kur'ân, başından sonuna kadar nedensellik
yasasından söz ediyor. Söylemini genel neden ve sonuç esasına
da dayandırır. Kitabımızın önceki bölümlerinde bu anlamı açan birçok
açıklamaya defalarca yer verdik.
81) "Siz, Allah'ın size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak
koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin O'na ortak koştuğunuz
şeylerden korkarım?..."
İbrahim Peygamber (a.s) bir diğer kanıtla atağa geçiyor. Burada onların
sözleriyle yaptıkları arasındaki çelişkiyi gözler önüne sermeyi
amaçlıyor. Diğer bir ifadeyle, tavırları sözlerini yalanlamaktadır. Kısaca
şunu demek istiyor: Siz, bana korkulmaması gereken şeylerden
kork-mamı emrediyorsunuz; ama siz, korkulması gereken Allah'tan
kork-muyorsunuz. Şu hâlde ben size isyan etsem, sizin bana emrettiklerinizi
yapmasam, yine de sizden daha çok kendimi güvencede
hissetme hakkına sahibim.
Sizin benden korkmamı istediğiniz şeylerden korkulmaması gerektiği
hususuna gelince; çünkü putların ve onların temsil ettikleri düz-mece
ilâhların kendi başlarına bir zarar veya yarar dokundurabildiklerine ilişkin
bir kanıt yoktur ki, onlardan korkmam gereksin. Sizin korkulması
gereken Allah'tan korkmamanıza gelince; sizin bizzat kendiniz
Allah'ın rubûbiyette ortaklarının olduğunu ileri sürdünüz. Buna karşın
Allah size bu hususta herhangi bir kanıt, bir belge de indirmiş değildir.
Dolayısıyla siz, bu iddianızda dayanaktan yoksunsunuz. Yaratma
ve var etme yetkisi Allah'a aittir. Dolayısıyla mülk ve hâkimiyet de
O'na aittir. Eğer Allah yarattığı varlıklar içinde kendisine bir ortak edinmişse
ve bu ortağa ibadet etmemiz gerekiyorsa, bunu açık
lamak O'na düşer, başkasına değil. O bu hususta işin iç yüzünü bize
anlatmalı, bunun yöntemini karineleriyle ve ayetleriyle birlikte açıklamalıdır.
Söz konusu ortağın ortaklığının şu şu konularda geçerli olduğuna
ilişkin ayetler indirmelidir. Bunun yolu da ya vahiydir, ya da
objeler dünyasında gözlemlenen etkilerle algılanmasıdır. Böyle bir
şeyin söz konusu olmadığı da gün gibi ortadadır.
Bu açıklama doğrultusunda baktığımız zaman, "ben nasıl sizin O'na
ortak koştuğunuz şeylerden korkarım?" ifadesinde geçen "ortak koştuğunuz
şeyler" cümlesinin akışından algılandığı kadarıyla, "Allah'ın
size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, Ona ortak koşmaktan."
ifadesinin kayıtlı bulunduğu hususla kayıtlı olduğunu anlarız. Bu kaydın,
onların ortak koşmaktan korkmamalarından söz edilirken zikredilmesine
gelince, bunun nedeni, kanıtın, burada böyle bir husustan
söz edilmesine daha çok ihtiyaç duymasıdır. Ki bu açık bir şekilde
gözlemlenebilir. "Şimdi biliyorsanız söyleyin, iki topluluktan hangisi
güvende olmaya daha lâyıktır?" sözü, kanıtın bütünleyici unsuru mahiyetindedir.
Ayet genel olarak, onların İbrahim Peygamber'i ilâhlarından
korkmaya davet etmelerinin kendi içinde bir çelişkiler yumağı
olduğunu kanıtlamaya yöneliktir. Çünkü onlar, İbrahim'i korkulmaması
gereken bir şeyden korkmaya çağırıyorlar. Buna karşılık kendileri
korkulması gereken Allah'tan korkmuyorlar.
Bundan önceki açıklamaya bakıldığında, onların ibadet ettikleri ilâhların
Allah'ın ortakları olduklarına ilişkin olarak Allah tarafından bir
delil indirilmediğinden söz edilmesinin, kanıtın türünün gerektirdiği
bir varsayım olduğu anlaşılır. Sırf böyle bir varsayımdan dolayı ayette
yer almıştır. Buradan, Allah'ın bazı varlıkların kendisine ortak koşulmasını,
dolayısıyla onlara ibadet etmeyi emretmesinin ihtimal dahilinde
olduğu şeklinde bir anlam çıkmaz. Bu bizim normal konuşmalarımızda,
asılsız bir şeyden bizi korkutarak, onun zarar veya yarar
verme gücüne sahip olduğunu söyleyen birine, "İddia ettiğin şeyin bir
kanıtı yoktur." dememiz gibidir. Biz tevhit esasına dayalı olarak konuşmak
istesek, bu sözümüzü, "Allah buna ilişkin bir delil indirmemiştir."
şeklinde değiştirebiliriz.
Ayeti mantıksal analiz açısından ele alırsak, istisnaî kıyasın kapsa-
mına girdiğini görürüz. Burada koşullu önermede öncülün zıddı istisna
edilmiş ve bununla ardılın zıddına ulaşılmak istenmiştir. Tıpkı şöyle
demek gibi: "Eğer Allah onların zarar verme gücüne sahip olduklarına
ilişkin olarak size bir delil indirmiş olsaydı, sizin onlardan korkmak
suretiyle onları Allah'a ortak koşmanız yerinde olurdu; ama Allah
buna ilişkin herhangi bir kanıt indirmemiştir. O hâlde sizin Allah'a
ortaklar koşmanız yerinde bir davranış değildir." Bilindiği gibi bu tür
bir kıyasın mefhumu olmaz; dolayısıyla, "size, hakkında hiçbir delil
indirmediği" sözünün içirdiği kayıtın büyüklenme veya aşağıdaki ayette
olduğu gibi bu niteliğin ortak koştukları için gerekli olduğuna
işaret etme amacına yönelik olduğunu söylemeye gerek yoktur. "Kim
Allah ile beraber, varlığını kanıtlayacak hiçbir delil bulunmayan bir
tanrıya taparsa..." (Mü'minûn, 117) Bu ve benzeri yorumlar zorlamadan
başka bir şey değildirler.
"Lem yunezzil bihi=Hakkında... indirmediği" ifadesinin orijinalinde yer
alan "ba" harf-i cerri, beraberlik veya nedensellik bildirir. Burada Hz.
İbrahim kendisi ile soydaşlarını iki grup şeklinde tanımlamıştır, "ben
ve siz" gibi bir ifade kullanmamıştır. Bununla, bazılarının da söylediği
gibi, hamiyet ve asabiyet duygularını kamçılamamayı amaçlamıştır.
Bunun yanında temelde aralarında tam bir ayrılığın olduğunu, bilgi
kaynakları itibariyle aynı noktada buluşamayacak şekilde ayrı olduklarını
da vurgulamak istemiştir.
82) "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven
sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır."
Hz. İbrahim bundan önceki ayette, soydaşlarıyla giriştiği tartışmanın
akışı içinde kimin daha çok güvende olmayı hak ettiğini sormuştu:
"Şimdi biliyorsanız söyleyin, iki topluluktan hangisi güvende olmaya
daha lâyıktır?" diye. Sonra bizzat kendisi bu soruya cevap veriyor.
Çünkü cevap açık. Tartışan iki grup da bunu inkâr etmiyor. Böyle bir
meselede soruyu soran kişinin sorduğu kişinin cevabını beklemeden
cevap vermesinin bir sakıncası yoktur. Çünkü sorulan kişi soran kişiye
karşı çıkmayacaktır. Dolayısıyla sorulan kişinin ret cevabını vermesinden
korkmaz. Nitekim yüce Allah, putların kırılması kıssasında
onların bunu itiraf ettiklerini aktarmaktadır: "Hayır, dedi, işte şu
büyükleri yapmış, onlara sorun, eğer konuşurlarsa. Kendi vicdanlarına
baş vurup, 'Hakikaten sizler haksızsınız.' dediler. Sonra yine eski
kafalarına döndürüldüler: 'Sen de bilirsin ki bunlar konuşmazlar.' dediler."
(Enbiyâ, 63-65)
Ayetlerin akışı, tefsirini sunduğumuz ayetin İbrahim Peygamber'in
sözü olmasını, onun tarafından söylenmiş olmasını gerektirmektedir.
Soydaşları tarafından söylenmiş olması ve onların ağzından aktarılan
bir cevap olması ya da tartışan iki grup arasında hüküm vermeye yönelik
olarak Allah tarafından söylenmiş olması ihtimaline gelince,
ayetlerin akışında buna ilişkin bir ipucu bulmak kesinlikle mümkün
değildir.
Her halükârda ifade iç içe girmiş zincirleme isim cümleleri şeklinde
sunulmuş olmakla güçlü bir tekit içermektedir: "Lehum'ul-emn" başlı
başına bir isim cümlesidir. Ama bu cümle aynı zamanda "ulâike" sözünün
haberidir. Dolayısıyla ikisi birlikte başlı başına bir diğer isim
cümlesini oluşturmaktadırlar. Bunun yanında "ellezîne amenû..." diye
başlayan ifadenin de haberi konumundadır. Dolayısıyla bütün ifade,
bir isim cümlesi mahiyetindedir. Ayrıca, "lehum'ul-emn=güven sadece
onlarındır." sözüne, "ve hum muhtedûn=doğru yolu bulanlar da onlardır."
ifadesinin atfedilmiş olması da bir tekit işlevini görür. Buradan
şu sonuç çıkıyor: Güvende ve hidayet üzere olmanın, iman edip
imanlarını zulme bulaştırmayanlara özgü bir nitelik olduğunda en
küçük bir kuşkuya yer yoktur.
Hiç kuşkusuz, ayet imanın güven ve hidayet üzere olma gibi sonuçlar
vermesinin imanın zulümle bulanmamış olması şartına bağlı olduğunu
ifade etmektedir. Ragıb'ın el-Müfredat adlı eserinde belirttiği gibi
"el-lebs", örtme demektir. Diyor ki: "el-Lebs kelimesinin asıl anlamı
bir şeyi örtmektir." Bu bir kinayeli anlatımdır. Burada söz konusu
örtmenin imanın aslını geçersiz kılmadığına işaret edilmiştir. Çünkü
iman fıtrîdir ve temelden yok olması mümkün değildir. Olsa olsa üzeri
örtülür, etkileri ifsat edilir, sahih bir etkinlik göstermesine engel olunur.
Zulüm, adalet ortamından çıkma, denge çizgisinden sapma demektir.
Gerçi ayette, olumsuzlama nitelikli bir akış içinde nekre yani be-
lirsiz bir şekilde kullanılmıştır ve bu, genellik ifade eder; dolayısıyla
imanın bir şekilde zulüm olarak nitelendirilebilecek herhangi bir şeyle
bir arada olmamasını gerektirir; ancak ayetin akışı zulmün imanın
ortaya çıkmasına ve arzulanan güzel sonuçlarını belirginleştirmesine
engel oluşturduğunu ifade ettiği için bu, söz konusu zulümle iman
üzerinde olumsuz etki bırakan zulmün kastedildiğine yönelik bir işaret
mahiyetindedir, iman üzerinde etkisi olmayan herhangi bir zulüm
değil.
Zulüm kavramının anlamı bazında insanların ilk kavradıkları şeyin
sosyal zulüm ve toplumun bir ferdinin can, mal ve namus güvenliğini
ortadan kaldıracak şekilde saldırıda bulunmak olduğu yönünde yaygın
bir kanı var. Fakat insanlar, daha sonra bu kavramın anlamını
genişletmişlerdir. Kanuna ve yürürlükteki geleneğe aykırı her davranışı,
hatta her günahı ve ilâhî her mevlevî=yasama nitelikli hitaba aykırı
hareket edişi zulüm olarak isimlendirmişlerdir. Bunu insanın
kendi nefsine zulmetmesi, dolayısıyla yüce Allah'a zulmetmesi şeklinde
yorumlamışlardır. Çünkü Allah'ın insanlar üzerinde itaat edilmek
ve emirlerine uyulmak gibi ilâhî hakları vardır. Hatta yanılarak,
unutarak ve bilmeden bile olsa herhangi bir yükümlülüğe aykırı davranmak
insanlar tarafından zulüm olarak isimlendirilmiştir. Fakat bu
tür nedenlerle muhalefet edenleri cezalandırma gereğini duymamışlardır.
Hatta eğitsel ve öğütsel telkinlere karşı çıkışı da insanın kendi
nefsine zulmetmesi şeklinde yorumlamışlardır. Bunun nedeni tamamen
yanılma, gayri iradî bir hareket olsa da. Hatta sağlıkla ilgili
tıbbî uyarıları dikkate almayan, sağlığı üzerinde etkili olacak telkinleri
yerine getirmeyen kimselerin bu davranışları da insanın kendine
zulmetmesi şeklinde değerlendirilmiştir. Bu, bilinçsiz bir zulüm olsa
da. Bütün bunlar, analitik açıdan zulüm kavramının anlamsal olarak
büyük gelişmeler kaydettiğini göstermektedir.
Kısacası, zulüm -şimdiye kadar yapılan açıklamalardan anlaşılacağı
gibi- geniş boyutları olan, geniş bir çerçevede ele alınması gereken
bir kavramdır. Ama zulmün her türü iman üzerinde etkili olmaz. Çünkü
yanılgı, cehalet veya farkında olmadan meydana gelen ve özü itibariyle
günah, isyan ve ilâhî emirlere muhalefet anlamını taşımayan
zulüm çeşitleri, insanı gerçek mutluluğa ve kurtuluşa ve Allah'ın rızasına
eriştirici özelliği bulunan iman üzerinde olumsuz etki bırakmazlar.
Dolayısıyla imanın etkisini göstermesi için bunlardan hiçbirinin
bulunmaması şartı gerekmez.
O hâlde, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar... işte
güven sadece onlarındır." ifadesinde, imanın onun etkisini bozacak
günah ve isyandan yana güvenlik sağlaması için zulmün olmaması
şartı koşuluyor. Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir ince husus
vardır. Tefsirimizin altıncı cildinin sonlarında geniş açıklamalarla değindiğimiz
gibi, isteğe bağlı olarak işlenen günahların birtakım dereceleri
vardır; bunlar işleyen kişinin anlayışının değişmesi oranında birbirlerinden
farklı olurlar. Meselâ bir topluluk açısından isteğe bağlı
günah niteliğine sahip olan bir zulüm, bir başka topluluk için söz konusu
olduğunda böyle bir niteliğe sahip olmayabilir.
Dolayısıyla şirk ve tevhit yollarının ayrılış noktasında duran, evrenin
bir yaratıcısının olduğunu gören, O'nun evrendeki her şeyi yarattığını,
ufuklarını var ettiğini, yerini ve göğünü oldukları yerde tuttuğunu düşünen,
hem kendisinin, hem de başkalarının O'nun rablığı altında ve
O'nun tarafından idare edildiklerine inanan, insanın gerçek hayatının
O'na inanmakla ve O'na boyun eğmekle mutlu olabileceğine iman
eden bir insan açısından zulüm, Allah'a ortak koşmak, putlar ve yıldızlar
gibi O'ndan başka varlıkların rablığına inanmaktır. Nitekim Hz.
İbrahim şu sözleriyle buna işaret etmiştir:
"Siz, Allah'ın size, hakkında
hiçbir delil indirmediği şeyleri, O'na ortak koşmaktan
korkmuyorsunuz da ben nasıl sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden
korkarım?" Şu hâlde yukarıda profilini çizdiğimiz insan açısından imanın
olumlu etkisini göstermesi ve onu mutsuzluktan yana güvencede
kılması, onun şirk ve günah nitelikli zulümle imanını bulamaması
şartına bağlıdır.
Bu aşamayı geride bırakan, tek ve ortaksız Allah'a iman eden kimse
ise, anne ve babaya kötü davranmak, yetim malı yemek, dokunulması
haram olan cana kıymak, zina etmek ve içki içmek gibi büyük
günahlardan oluşan zulümle karşı karşıyadır. Böyle bir insanın imanının
güzel etkilerini göstermesi, onun bu tür zulümlerden uzak dur-
masına bağlıdır. Eğer bu insan sözünü ettiğimiz bu zulümlerden uzak
durmayı başarırsa, yüce Allah, ona, işlediği küçük günahları sileceğini
vaat etmiştir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Eğer size yasak
edilen günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin kötülüklerinizi
(küçük günahlarınızı) bağışlarız ve sizi şerefli ve güzel bir yere sokarız."
(Nisâ, 31) Böyle bir insanın imanının etkisinin bozulması, bu gibi
günahlardan dolayı çektiği azabın neden olduğu mutsuzluk şeklinde
kendini gösterir. Gerçi şirkin azabı gibi sonsuz ve kesintisiz olmaz,
zamanın dolması veya bir şefaat dolayısıyla sona erebilir.
Takva azığını alıp kendini bu yönde donatan, Rabbinin makamına ilişkin
sahih bir bilgi elde eden insan, Rabbine ilişkin bilgisinin derecesine
göre belirginleşen bu tür zulüm çeşitlerini işlememekle yükümlüdür.
Mekruhları işlemek, müstehapları terk etmek ve mubahlara
aşırı derecede dalmak gibi. Bunların da ötesinde üstün ahlâk ve
rabbanî huylarla ilgili başka günahlar da vardır. Bunun da ötesinde
sevgi yoluna arız olan, yakınlık ortamına musallat olan günahlar,
sürçmeler söz konusudur. Bu mertebelerin her birinde imanın insana
güven vermesi ve mutsuzluktan uzak tutması, bulunduğu mertebeye
denk düşen zulümlerden korunması şartına bağlıdır.
Buna göre, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar..."
ifadesi, zulüm kavramı açısından mutlaklık bildirmektedir; ama iman
mertebeleri açısından farklı yansımalar gösteren bir mutlaklık... Ayetlerin
akışı müşriklerle tartışma nitelikli olduğuna göre, burada olumsuzlanan
zulüm, yalnızca şirk nitelikli zulümdür. İmanın sağladığından
söz edilen güven de, korkulan ebedî mutsuzluk ve sonsuz azaptan
yana güvende olmadır. Bununla beraber ayet, içinde yer aldığı
ayetler grubundan bağımsız olarak ele alındığında bağımsız bir anlam
da ifade etmektedir. Buna göre, imanın bir sonucu olan güven ve
hidayet üzere olma etkinliklerinin ortaya çıkması, imanın kendisini
örten, etkilerine engel olan her türlü zulümden sakınılması şartına
bağlıdır.
Ayette değinilen iman, mutlaklık ifade etmektedir. Bundan maksat
da kendisini yapan veya yıkan niteliklerle kayıtlanabilen rablığa
imandır. Ardından, "İmanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar..." kaydı
düşülünce, yüce Allah'ın rablığına iman ve O'ndan başka, putperestlerin
ortak koştukları putların rablığını da reddetme şeklindeki imanın
kastedildiği belirginlik kazanıyor. Çünkü bundan önceki ayette
anlatıldığı gibi, İbrahim (a.s) onların Allah'a ortak koştukları
şeylerin rablığını ileri sürmelerinin, onlara iman etmelerinin, bunların
Allah'ın yarattığı varlıklar olduğunu bilmelerine rağmen böyle bir
iddiada bulunmalarının Allah tarafından kendilerine gelen bir delile
veya bir belgeye, onlara Allah tarafından tanınmış bir yetkiye dayan-
madığını söylemektedir.
Bu kapsamda Hz. İbrahim diyor ki: "Sizin Allah'a ortak koştuğunuz
şeylere inanmanız sizin için kötü bir akıbeti kaçınılmaz kılmaktadır,
bir mutsuzluk girdabına düşmenize neden olmaktadır. Üstelik bunu
sizin taptığınız putların gidermesi de mümkün değildir. Çünkü onlar
zarar veya yarar verecek güçte değildirler." Buna karşılık o, kendisini
yoktan var eden Allah'a iman etmiştir. O hidayet olgusunu da yönlendirmektedir,
bu hususta tasarruf yetkisi O'nun tekelindedir. O geniş
bilgiye sahip olduğu için her işte iradesi ve dilemesi etkindir. Sonra
soydaşlarına şu soruyu yöneltiyor: "Şimdi söyleyin, iki gruptan
hangisi daha çok güvende olmayı hak etmektedir ve hangi grup inandığı
rabbi itibariyle kazançlıdır? Her iki grup da rabbe inanıyor.
Ama inandıkları rabler farklıdır. Bir grup rablığına kanıt bulunan birine
inanıyorken, diğer grup hakkında hiçbir kanıt bulunmayan, tam
tersine aksine kanıt bulunan bir rabbe iman etmektedir.
Bundan da anlaşılıyor ki: "İnananlar..." ifadesinden rablığa yönelik
mutlak bir iman kastedilmektedir. "İmanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar"
ifadesiyle kayıtlanması, yüce Allah'a yönelik gerçek bir
imanın kastedildiğini gösterir. Bu husus üzerinde iyice düşünmelisin.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar ortaya
çıkıyor:
Birincisi: Burada işaret edilen iman, rablığa (yönetsel tanrılığa) imandır.
Evrenin bir yaratıcısının varlığını inkâr edenler karşısında bir yaratıcının
varlığına iman etme kastedilmemiştir.
İkincisi: Ayette geçen zulüm kavramı mutlaktır. İmana zarar veren ve
etkinliğini ifsat eden tüm haksızlıkları kapsar. Aynı şekilde güvenden
maksat da mutlak bir güvendir. Her türlü günah ve isyanın neden olduğu
mutsuzluktan yana güvende olmak örneğin. Hidayetten maksat
da her türlü sapıklıktan kurtuluş kastedilmiştir; ayette sırf şirk günahına
tatbik edilse bile.
Üçüncüsü: Zulmün mutlaklığı, imanın mertebelerinin farklılığı oranında
farklılık gösterir.
Bazı müfessirler, ayette geçen zulüm kavramının mutlaklığının ifade
ettiği anlamla ilgili olarak şunları söylemişlerdir:
"Ayette geçen güven olgusu, iman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlarla
sınırlıdır. Ayetteki genellik mutlak şekilde yorumlandığında
ve iman konusunun göz önünde bulundurulmaması esasına
dayalı olarak değerlendirildiğinde, şöyle bir anlam elde etmiş oluruz:
İman eden ve dinsel ya da dünyevî açıdan bedensel veya ruhsal amellerinde,
gerek kendilerine ve gerekse canlı, cansız, akıllı, akılsız
tüm varlıklara yönelik olarak herhangi bir zulmü imanlarına bulaştırmayanlar
için, işlenen günahlara ve kötülüklere yönelik olan ahiret
azabından yana güvende olmak vardır. Aynı şekilde sebeplerle sonuçlar
arasındaki ilişkiyi gözetmemekten kaynaklanan yoksulluk,
sakatlık ve hastalık gibi dünyevî azaplarından yana da güvende olurlar.
Ama bu iki bağlamda, hem kendilerine, hem de başkalarına
zulmedenler için böyle bir güvence yoktur. Çünkü zalimler için kurtuluş
yoktur. Bilâkis her zalim azapla burun burunadır. Ama yüce Allah,
rahmetinin genişliği dolayısıyla her zalimin işlediği her türlü
zulme azapla karşılık vermez. Bilâkis dünyada işlenen günahların
çoğunu affeder. Ahi-rette dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar.
Ama şirk günahı affın kapsamına girmez."
Diyor ki: "Ayetin tefsiri bağlamında yapılan bu değerlendirme özü itibariyle
doğrudur. Buradan şu sonuç çıkar: Allah'ın uhrevî veya dünyevî,
yasal veya evrensel azabının korkusundan yana güvende olmak,
kemal ehlinin temayüz ettiği ilâhî heybet ve ululuktan korkmak bir
yana, hiçbir mükellef için söz konusu değildir."
Müfessir devamla diyor ki: "Fakat ayeti, mutlak değilmiş gibi ele aldığımızda
şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: İman eden ve imanlarına
büyük bir zulmü, yani Allah'a ortak koşmayı bulaştırmayanlar
dinin temelleriyle ilgili suçlar için öngörülen azaptan, yani ebedî azap
yurduna girmekten yana güvendedirler. Başkaları değil. Büyük zulüm
dışındaki günahları açısından ise, korku ve ümit arasında beklemek
durumundadırlar."
Sonra şunları söylüyor: "Fakat ayetin zahiri, genellik ifade ettiğini
gösterir mahiyettedir. Sahabeden rivayet edilen bir görüş de ayetin
bu yönde değerlendirilmesinin gerekliliğini ortaya koyacak mahiyettedir.
Rivayete göre bu ayet nazil olduğunda, içeriği insanlara ağır
geldi. Dediler ki: 'Ya Resulallah, hangimiz kendi nefsine zulmetmez
ki?' Peygamberimiz (s.a.a) onlara dedi ki: 'Burada sözü edilen zulümden
maksat, şirktir.' Ayetin akışından ve işlenen konunun da iman
olmasından hareketle böyle bir sonuç çıkarmak mümkündür." Müfessirin
görüşleri özetle bundan ibarettir.
Adı geçen müfessirin değerlendirmeleri birkaç açıdan sorunlu gözükmektedir:
Birincisi: Sahabenin görüşünden hareketle ayetin genelliğine ilişkin
bir çıkarsamada bulunması, aslında söylediği genel anlamla çelişmektedir.
Çünkü rivayette belirtildiğine göre, sahabe zulüm kavramını
günah olarak algılamıştır. Müfessirin vurguladığı ise, bundan daha
genel bir anlamdır.
İkincisi: Zulüm kavramının, hatta hiçbir açıdan günah kavramının
kapsamına girmeyecek şeyleri kapsayacak ölçüde genel tutulması
ve sonra ayetin bu şekilde tefsir edilmesi, ayetin işaret ettiği anlama
yabancı gelebilecek bir yorumdur. Çünkü ayet, güven ve hidayet üzere
olmanın imanın bir sonucu olduğunu ve bunun da imanın sonuçlarının
zulüm tarafından örtülmemesi, ifsat edilmemesi şartına bağlı
olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Bu nitelikte olan bir zulüm ise herhangi
bir açıdan günah niteliğini taşımalıdır. Bilmeden sağlığa zararlı
yiyecekler yemek gibi günah sayılmayan şeylerse, güvende olmak ve
hidayete ermek gibi imanın temel işlevlerini ifsat edici etkilere sahip
değildirler. Ayetin maksadı, imanı bir an için göz ardı etmek suretiyle
bile olsa her türlü zulmün etkisini açıklamak değildir.
Çünkü, "İnananlar
ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar" ifadesinde asıl konu
imandır. Ama bu iman zulümle bulaşmamış olmakla kayıt altına
alınmıştır. Sonuçları da güvende olma ve hidayet üzere bulunma şeklinde
gösterilmiştir. Zulüm ayetin temel konusu olmadığı için zulmün
sonuçlarının açıklanması amaçlanmamıştır.
Dolayısıyla ayet, gerçek imanın vazgeçilmez etkinliklerini açıklama
amacına yöneliktir. Zulüm ise son derece geniş kapsamlı ve kendine
özgü sonuçları ve etkinlikleri bulunan bir kavram olarak bu ayette
kesinlikle bu yönüyle ele alınmamıştır. Doğal olarak müfessirin, "Bu
ayetin tefsiri bağlamında yapılan bu değerlendirme özü itibariyle
doğrudur." şeklindeki açıklaması kesin olarak yanlıştır.
Üçüncüsü: Müfessirin, "Buna göre mutlak anlamda güvende olmak
hiçbir mükellef için söz konusu değildir." şeklindeki sözü, açıkça
kendisinin ön gördüğü mutlaklık bazında ayetin hiçbir nesnel karşılığının
olmadığını vurgulamaktadır. Bunu kabul etmekse, ayetin yararsızlığını
onaylamak anlamına gelir. Hiçbir nesnel karşılığı bulunmayan
bir sözü bir kanıt çerçevesinde sunmanın ne faydası olabilir ki?
Dördüncüsü: Söz konusu müfessir ayetin anlamı olarak, "Bundan
maksat özel zulüm, yani şirktir." çıkarsamasını seçmesi yanlıştır.
Çünkü ayet, lafzının genelliği açısından imanın şirkten uzak olmasını,
onun yıkıcı etkilerinden korunmasını da ifade ediyor olsa da bu, genel
lafzın özel bir olguya uyarlanması şeklinde elde edilen bir çıkarsamadır.
Ama tavır ya da lafızdan, bitişik ya da ayrı hiçbir karine
yokken genel bir lafızdan özel bir anlamı kastetmek, kesinlikle belâgat
sanatıyla bağdaşmaz. Bu, apaçık bir husustur.
Müfessirin Peygamberimizin (s.a.a), "Burada sözü edilen zulümden
maksat, şirktir." şeklindeki sözüne işaret etmesine gelince, buradan
Peygamberimizin ayetin lafzî maksadının şirk olduğunu kastettiğine
ilişkin bir anlam çıkmaz. Bu sadece bir uyarlamadır. İnşaallah önümüzdeki
rivayetler bölümünde bu hadis üzerinde duracağız.
Kanıttan söz edilirken uzaklığı bildiren işaret zamirinin ("tikle" kelimesinin)
kullanılması kanıtın büyüklüğünü, önemliliğini vurgulamak içindir.
Çünkü İbrahim'e gösterilen, kesin bir kanıttı, fıtratın yöntemiyle ör
tüşüyordu. Öncülleri de dahil bütünü fıtrattan meydana gelmiştir.
"Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz." Dereceler -söylendiği gibi- merdivenin
basamakları anlamına gelir. Daha sonra bu kavram anlamsal
bir genişlemeye uğramıştır. İlim, iman, saygınlık ve makam gibi manevî
kemal ve olgunluk mertebeleri için de kullanılır olmuştur. O hâlde,
yüce Allah'ın dilediği kimseleri derecelerle yükseltmesi, ona bazı
manevî olgunluk mertebelerini, gerçek faziletleri ve ilim ve takva gibi
kişinin kazancına bağlı, peygamberlik, resullük ve rızk gibi insanın
kazancına bağlı olmayan hayırlara özgü kılması anlamına gelir.
Dereceler, olumlu cümle akışı içinde belirsiz kullanım olduğundan
dolayı, belirsizliği ve mutlak olmayışı ifade eder. Ancak kavramın anlamı
itibariyle şunu kesin olarak söylemek mümkündür: Konunun
özelliği de göz önünde bulundurularak, burada kastedilen ilim ve
hidayet dereceleridir. Yüce Allah İbrahim'i hidayetiyle, göklerin ve
yerin melekûtunu göstermesiyle, kendisine kesin bilgi ve tartışılmaz
kanıt göstermesiyle yükseltmişti. Bütün bunlar ilim kavramının
kapsamına girerler. Nitekim yüce Allah ilmin dereceleri hakkında
şöyle buyurmuştur: "Allah sizden inananları ve kendilerine ilim
verilenleri derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11)
Tefsirini sunduğumuz ayet, "Şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir,
bilendir." ifadesiyle son buluyor. Bununla vurgulanmak istenen
husus şudur: Bütün bunlar Allah'ın hikmeti ve bilgisi çerçevesinde
gerçekleşiyorlar. Nitekim bu kanıttan önce surede Peygamberimizle
ilgili olarak sözü edilen kanıtlar da O'nun hikmeti ve bilgisi çerçevesinde
sunulmuşlardı. Ayrıca ayetin akışı içinde mütekellim sıygasından
gayıp sıygasına geçiş yapılmıştır. Bununla Peygamberimizin gönlünün
hoş tutulması ve sözü edilen bilgilerin onun gönlünde yerleşmesi
amacı güdülmüştür.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Uyun-u Ahbar'ır-Rıza adlı eserde şöyle deniyor: Bize Naim b. Abdullah
b. Temim el-Kureşî (r.a) şunları söyledi: Bana babam anlattı, ona da
Hamdan b. Süleyman Nişaburî aktarmış, o da Ali b. Muhammed b.
Cehm'den şöyle duymuş: Bir gün Halife Me'mun'un meclisine
gittim, yanında İmam Rıza (a.s) da bulunuyordu. Me'mun İmam Rıza'ya
dedi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu, sen değil misin peygamberler
ma-sumdur diyen?" İmam, "Evet." dedi. Bunun üzerine Me'mun
Kur'ân-dan ayetler okuyarak anlamlarını sordu. Sorduğu sorular arasında
şu da vardı: "Bana yüce Allah'ın İbrahim Peygamber'le ilgili olarak
aktardığı şu ayetin ne anlama geldiğini söyler misin? "Derken üzerine
gece çökünce, İbrahim bir yıldız gördü, 'Budur rabbim!' dedi."
İmam Rıza (a.s) şöyle dedi: "İbrahim, o sırada üç toplulukla karşılaştı.
Bunlardan biri Zühre Yıldızı'na tapıyordu, biri Ay'a, biri de Güneş'e
tapıyordu. İbrahim Peygamber gizlendiği mağaradan ilk kez çıkarken
bunlarla karşılaşmıştı. Üzerine gece çökünce, Zühre Yıldızı'nı gördü
ve işin aslını öğrenme dürtüsüyle ve ayrıca da inkâr maksadıyla, 'Budur
rabbim!' dedi. Yıldız batınca, 'Ben batanları sevmem.' dedi. Çünkü
batma, sonradan olma varlıkların özelliğidir, öncesiz, kadim bir
varlığın değil. Bu sefer Ay'ın doğduğunu görünce, aynı öğrenme merakı
ve inkâr dürtüsüyle, 'Budur rabbim!' dedi.
Daha sonra Ay da batınca,
'Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapan topluluktan
olurdum.' dedi. Sabah olunca Güneş'i doğarken gördü. Bu sefer
de öğrenme ve inkâr merakıyla, 'Budur rabbim! Bu, Zühre Yıldızı'ndan
da, Ay'dan da daha büyüktür.' Onaylama ve haber verme
maksadıyla söylemiş değildir bu sözü. Daha sonra güneş de batınca
Zühre Yıldızı'na, Ay'a ve Güneş'e tapan üç gruba birden şöyle dedi: Ey
kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben
hanif olarak yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve
ben O'na ortak koşanlardan değilim."
"İbrahim Peygamber bu sözleriyle onların dinlerinin yanlışlığını göstermeyi
amaçlıyordu. Zühre Yıldızı, Ay ve Güneş gibi varlıklarınkine
benzer niteliklere sahip şeylere ibadet edilmeyeceğini, ancak onların
ve göklerin ve yerin yaratıcısına ibadet edilebileceğini göstermek
istiyordu. Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, soydaşlarına karşı kullandığı
kanıtlar yüce Allah'ın kendisine ilham ettiği bilgilerden kaynaklanıyordu:
Bunlar kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi."
Bunun üzerine Halife Me'mun şöyle dedi: "Allah işlerini hayırlı kılsın
ey Resulullah'ın oğlu." [c.1, s.195, h: 1]
Ben derim ki: Rivayetin içeriğinin, ayetlerin akışından çıkardığımız
bazı sonuçları destekler mahiyette olduğu açıktır. Yine ayetlerden algıladığımız
diğer bazı sonuçları destekleyen başka rivayetlere de yer
vereceğiz. Fakat rivayette yer alan, İbrahim'in, "Budur rab-bim!" sözünün
öğrenme ve inkâr amacıyla söylendiğine, haber verme ve onaylama
amaçlı olmadığına ilişkin değerlendirmeye gelince, bu da
yukarıda değindiğimiz gibi ayetlerin tefsirine ilişkin değerlendirmelerden
biridir. İmam (a.s) bunu Me'mun'un karşı tezini çürütmek
maksadıyla dile getirmiştir. İleride değineceğimiz gibi, şayet ortada
başka değerlendirmeler varsa, bu değerlendirme onların doğruluğunu
olumsuzlamaz.
Aynı şekilde rivayette yer alan, "Batma, sonradan olma varlıkların
özelliğidir..." şeklindeki ifadeye gelince, bu, bazılarının söylediği gibi
ifadenin kanıtın batma özelliğine sahip sonradan olma varlık esasına
dayandığını anlatmaya çalıştığını ortaya koymaz. Çünkü kanıtın
sevginin yokluğundan edinilmesi de caizdir. Sevginin yokluğu da,
batmanın sevgiyle bağlanılmaması gereken sonradan olma varlıkların
özelliği olmasından kaynaklanıyor. Bu husus üzerinde iyice
düşünmek gerekir.
Kemal'ud-Din adlı eserde, müellif diyor ki: Babam ve İbn-i Velid birlikte
Sa'd'dan, o da İbn-i Bureyd'den, o da İbn-i Ebi Umeyr'den, o da
Hişam b. Salim'den, o da Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet eder: "İbrahim'in babası Nemrud b. Kenan'ın müneccimiydi.
Nemrud onun görüşüne başvurmadan herhangi bir hüküm
vermezdi. İbrahim'in babası bir gece yıldızları gözlemledi, sabah
olunca Nemrud'a şöyle dedi: 'Bu gece acayip bir şey gözlemledim.'
Nem-rud ona dedi ki: 'Ne gördün?' Dedi ki: 'Dünyamıza bir çocuğun
doğacağını ve bizim helâkimizin onun elinden olacağını gördüm. Onun
ana rahmine düşmesi yakındır.' Nemrud bu sözler üzerine hayrete
düştü ve dedi: 'Şu anda ana rahmine düşmüş müdür?' 'Hayır.' dedi.
Ona verilen bilgiler arasında onun ateşte yakılacağı da vardı; ancak
ona Allah'ın onu kurtaracağı bilgisi verilmemişti."
"Bunun üzerine erkeklerin kadınlara yaklaşmalarına izin verilmedi.
Erkekler onlara ulaşmasın diye bütün kadınlar ayrı bir şehre götürül-
dü. Bu sırada İbrahim'in babası karısıyla birleşti ve karısı hamile kaldı.
Adam karısının hamile kaldığı endişesine kapıldı. Bu yüzden ebeleri
çağırdı. Ki İbrahim'in anasının karnını muayene etsinler, gebe olup
olmadığını anlasınlar. Ebeler kadını muayene ettiler, fakat yüce
Allah cenini rahmin sırt tarafına doğru yönelterek tespit edilmesini
önledi. Ebeler: 'Rahimde gebelik belirtilerine rastlamadık.' dediler."
"İbrahim'in annesi çocuğunu doğurunca babası, onu Nemrud'a götürmek
istedi. Annesi dedi ki: 'Oğlunu öldürmesi için Nemrud'a götürme.
Bırak onu götüreyim, bir mağaraya yerleştireyim. Orada eceliyle
ölsün. Sen de evlât katili olmaktan kurtulursun.' Adam da karısına,
'Al, götür.' dedi. Kadın oğlunu alıp mağaraya götürdü, emzirdi,
ardından mağaranın ağzına bir kaya yerleştirdi. Sonra oradan ayrılıp
geldi. Allah rızkını baş parmağından gönderdi. İbrahim baş parmağını
ağzına koyduğunda ondan süt içerdi. İbrahim bir günde yaşıtlarının
bir haftada geliştikleri kadar gelişme gösteriyordu. Onun bir haftadaki
gelişmesini ise, başka çocuklar ancak bir ayda gösterirlerdi. Bir aylık
gelişmesi de diğer çocukların bir yıllık gelişmesine denkti. Orada
Allah'ın dilediği kadar kaldı."
"Derken bir gün İbrahim'in annesi babasına dedi ki: 'Bana izin ver,
gidip çocuğu göreyim.' Adam, gidebileceğini söyledi. Kadın mağaraya
geldiğinde İbrahim'in gözlerinin iki çıra gibi parladığını gördü. Çocuğu
aldı, bağrına bastı, emzirdi. Sonra geri döndü. Babası, ne yaptığını
sorduğunda, 'Onu gömdüm.' dedi."
"Kadın bir süre böyle bekledikten sonra, her gün bir bahaneyle evden
çıkmaya başladı. Bu sırada mağaraya gidiyor, çocuğu emziriyor,
temel ihtiyaçlarını gideriyordu. Sonra evine geri dönüyordu. İbrahim
yürümeye başlayınca, annesi her zamanki gibi yanına geldi ve her
zamanki gibi bakımını yaptı. Annesi eve geri dönmek isteyince, İbrahim
elbisesinden tuttu. Kadın, 'Niye böyle yapıyorsun?' diye sordu. İbrahim,
'Beni de beraberinde götür.' dedi. Kadın dedi ki: 'Babandan izin
almadan seni götüremem.' dedi. Böylece İbrahim bir süre daha
tek başına mağarada kaldı, kendini insanlardan gizledi. Nihayet bir
gün ortaya çıktı ve Allah'ın emrini açık bir şekilde dile getirdi. Allah
onun şahsında kudretini insanlara gösterdi." [c.1, s.198, h: 7]
Ben derim ki: Kısas'ul-Enbiyâ adlı eserde Şeyh Saduk'tan, o da babasından
ve İbn-i Velid'den rivayet etmiş ve rivayet zincirini Ebu Basir'e
kadar uzatarak İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini aktarmıştır:
"İbrahim'in amcası Azer Nemrud'un müneccimiydi. Nemrud onun görüşünü
öğrenmeden herhangi bir hüküm vermezdi. Bir gün dedi ki:
'Bu gece acayip bir olay gözlemledim.' Nemrud, 'Ne gördün?' diye
sordu. Dedi ki: 'Dünyamıza bir çocuk gelecek ve bizim helâkimiz o
çocuğun elinden olacaktır.' Bunun üzerine erkeklerin kadınlarla birleşmeleri
yasaklandı. O sırada İbrahim'in babası Tarekh karısıyla ilişkiye
girdi ve kadın hamile kaldı." ... -Hadis bu şekilde devam eder.-
Bihar'ul-Envar adlı eserin müellifini, iki hadisin senetlerinin ve İbrahim'in
babası dışında içeriklerinin aynı olması şu şekilde yoruma götürmüştür:
"Öyle anlaşılıyor ki, Ravendi'nin rivayet ettiği de bu haberin
aynısıdır. Sadece İmamiye Mezhebi'nin temelleriyle bağdaşsın diye
değiştirmiştir." Daha sonra putperest Azer'in İbrahim'in öz babası
olduğunu ifade eden rivayetleri takiyye gereği aktarılmış rivayetler
şeklinde izah etmiştir. [c.12, s.42 ve 48]
Bundan önceki rivayetin içeriğiyle örtüşen benzeri bir rivayeti Kum-mî ve
Ayyâşî kendi tefsirlerinde aktarmışlardır. Ehlisünnet kanallarında da
Mücahid'den rivayet edilmiştir. Taberî Tarihi'nde, Sa'le-bî Kısas'ul-
Enbiyâ'da selefin ve ilim ehlinin genelinden rivayet etmişlerdir.
Her halükârda söylenmesi gereken şudur: Hadis ve rivayet âlimleri
İbrahim'in (a.s) başlangıçta Nemrud'un kendisini öldürmesinden korkulduğu
için bir mağarada gizlendiği hususunda görüş birliği içindedirler.
Bir süre sonra ortaya çıkmış, babası ve soydaşlarıyla putlar,
yıldızlar, Ay ve Güneş hakkında tartışmıştır. Rablık iddiasında bulunan
kralla tartışmaya girmiştir. Daha önce kıssayı aktaran ayetlerin
akışının bu anlamı destekler mahiyette olduğunu belirtmiştik.
İbrahim'in babasının adına gelince: Tarih bilginleri onun adının Târeh
veya Târekh olduğunu söylerler. Azer ya onun lakabıdır, ya da bir putun
adıdır veya onların dillerinde övgü ve yergi anlamını ifade eden
bir niteliktir. Çünkü onların diline göre pazulu veya topal anlamına
geliyordu. İbrahim onu bu şekilde nitelemiş olabilir.
Tarihçiler Kur'ân'ın İbrahim'in babası olduğunu ve İbrahim'in kendi-
siyle tartıştığını söyledikleri bu adamın adının Târekh olduğunu ve İbrahim'in
öz babası olduğunu söylemektedirler. Ehlisünnet'ten bazı
hadis ve kelâm âlimleri de bu görüşe katılmışlardır; ancak Ehlisünnet'ten
diğer bir grup buna karşı çıkmıştır. Şiîlerin neredeyse tamamı
bu karşı görüştedir; ancak Şiî bazı hadisçiler de aksi yöndeki rivayetlere
eserlerinde yer vermişlerdir. Müşrik Azer'in İbrahim'in öz babası
olma-dığını, amcası veya annesinin babası olduğunu söyleyenler Sünnî
ve Şiî kaynaklarda yer alan şu rivayetleri esas almışlardır: "Peygamber
efendimizin (s.a.a) bütün ataları muvahhittiler. Onların arasında bir tek
müşrik yoktu." İki grup arasında bu çerçevede uzun tartışmalar olmuştur.
Ben derim ki: Bu tarz bir araştırma, ne şekilde olursa olsun, tefsir
amaçlı bir araştırmanın konusu değildir. Ancak her iki grup da bu konuda
araştırma yapmak ve gerçeği ortaya çıkarmak durumundadırlar.
Fakat bizim buna ihtiyacımız yoktur, böyle bir şeye gerek de duymuyoruz.
Biz daha önce, En'âm Suresi'nin bu ayetlerinde sözü edilen
müşrik Azer'in İbrahim'in öz babası olmadığının ayetlerce ortaya
konduğunu belirtmiştik.
O hâlde, Azer'in İbrahim'in öz babası olduğunu söyleyen rivayetler,
birbirleriyle çelişmeleri bir yana, Kur'ân'a ters düştükleri için üzerinde
durmaya değmez. Böyle olunca da bu kadar farklı görüşlere rağ-men
takiyyeye yorumlanabilse bile, bu tür rivayetlerin varlığını takiy-ye
şeklinde yorumlamanın anlamı da yoktur.
Tefsir'ul-Kummî'de, "Böylece İbrahim'e... gösteriyorduk." ayetiyle ilgili
olarak şöyle deniyor: Bana babam anlattı, ona da İsmail b. Merrar anlatmış,
o da Yunus b. Abdurrahman'dan duymuş, o da Hişam'dan aktarmış,
o da İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini aktarmış: "Yerin
ve üzerindeki varlıkların, göğün ve üzerindeki varlıkların, göğü taşıyan
meleklerin, arşın ve onun üzerinde olanın üzerindeki perdeler İbrahim
için kaldırıldı. Aynı perde Resulullah (s.a.a) ve Emir'ül-Mümi-nin
(a.s) için de kaldırıldı." [c.1, s.205]
Ben derim ki: Aynı hadis Besair'ud-Derecat adlı eserde iki kanaldan
Abdullah b. Müskan ve Ebu Basir aracılığıyla İmam Sadık'tan (a.s) rivayet
edilmiştir. Ayrıca bir kanaldan da Abdurrahim aracılığıyla
İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir.1 Tefsir'ul-Ayyâşî'de Zürare ve
Ebu Basir aracılığıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) ve yine Zürare ve
Abdurrahim el-Kasîr kanalıyla İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir.
2 ed-Dürr'ül-Mensûr'da da, selef müfessirlerinden olan İbn-i Abbas,
Mücahid ve Süddî'den rivayet edilmiştir.3 İleride arştan söz ederken
el-Kâfi'de yer alan ve Hz. Ali'den (a.s) rivayet edilen hadis bağlamında
arş kavramını açıklayacağız. Ali (a.s) diyor ki: "Arşı ve çevresindekileri
taşıyanlar, Allah'ın ilmini bahşettiği âlimlerdir. Bu, Allah'ın asfi-yasına
(peygamberlere vasi kıldığı imamlara) gösterdiği melekûttur. Dostu
İbrahim'e de göstermişti. 'Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin
melekûtunu (Allah'ın onlar üzerindeki mutlak egemenlik ve saltanatını)
gösteriyorduk ki (müşriklerle tartışırken kanıt gösterebilsin) ve
kesin inananlardan olsun.' ..." [c.1, s.129-130, h: 1]
Bu hadiste melekûtun gösterilmesinin anlamıyla ilgili olarak elimize
ulaşan birçok rivayetin açıklaması söz konusudur. Ayrıca konuyla ilgili
olarak yaptığımız açıklamaların da desteklendiği gözlenmektedir.
İnşaallah A'râf Suresi'ni tefsir ederken, bu hadisi daha etraflıca ele
alacağız.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s)
şöyle rivayet eder: "Allah ona göklerin ve yerin melekûtunu gösterirken
birden dikkatini çekti, zina eden bir adam gördü; ona beddua etti
ve adam öldü. Yine bir başkasını gördü; ona da beddua etti, o da öldü.
Derken üç kişi daha gördü, onlara da beddua etti, onlar da öldüler.
Bunun üzerine Allah ona şöyle vahyetti: Ey İbrahim senin duan
kabul olur. Benim kullarım için beddua etme. Çünkü ben dileseydim,
onları yaratmazdım. Ben kullarımı üç grup hâlinde yarattım. Bir grup
bana ibadet eder, bana hiçbir şeyi ortak koşmaz. Bir grup benden
başkasına ibadet eder; fakat bana hesap vermekten kurtulamazlar.
Bir diğer grup da benden başkasına ibadet eder, onların soyundan
bana ibadet edenleri çıkarırım." [c.1, s.364, h: 37]
1- [Basair'ud-Derecat, s. 106, h: 1, 2 ve 5]
2- [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.363, h: 33, 34 ve 35]
Ben derim ki: Bu rivayet müstafizdir (birçok kanaldan rivayet edilmiştir).
el-Kâfi'de müsnet olarak Ebu Basir'den, o da İmam Sadık'tan
(a.s) rivayet etmiştir.1 Şeyh Saduk İlel'uş-Şerayi adlı eserde İmam Cafer
Sadık'tan (a.s),2 Tabersî el-İhticac adlı eserde, İmam Hasan Askerî'den
(a.s) rivayet etmiştir.3 Aynı rivayet ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde
İbn-i Mürdeveyh kanalıyla Hz. Ali'den (a.s), o da Resulullah'-tan
(s.a.a) aktarmıştır. Yine Ebu'ş-Şeyh'ten ve İbn-i Mürdeveyh'den aktarmıştır.
Beyhakî eş-Şuab adlı eserde Şehr b. Havşeb'den, o da Muaz
b. Cebel'den, o da Resulullah'tan (s.a.a) mevkuf olarak birçok müfessirden
rivayet etmiştir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim'den, o da İmam Bâkır ve
İmam Sadık'tan birinden, İbrahim'in yıldızı görmesiyle ilgili olarak
şöyle rivayet edilir: "O, Rabbini arıyordu; bu sözleriyle küfre varmamıştı.
Dolayısıyla insanlar içinde aynı yöntemle düşünenler, onun gibidirler."
[c.1, s.364, h: 38]
Tefsir'ul-Kummî'de şöyle deniyor: İmam Sadık'tan (a.s), Hz. İbrahim-
'in, "Budur rabbim!" sözü hakkında bir soru soruldu, "İbrahim, bu sözü
söylemekle şirke düştü mü, düşmedi mi?" diye. Buyurdu ki: "Bugün
kim, böyle bir şey söylerse, o müşriktir; ama İbrahim açısından
bu söz şirk sayılmaz. O, Rabbini arıyordu; başkası içinse şirk anlamına
gelir."
Ben derim ki: Rabbini arayan kimsenin karşıtı, kendisine tam açıklama
ulaşan ve açık kanıt önüne konan kimsedir. Böyle biri için araştıran
denmez. Dolayısıyla araştıran birinin dışındaki bir kimsenin şirk
ifade eden bir sözü bir varsayım olarak söylemesi doğru değildir.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Hicr'den şöyle rivayet edilir: Ala b. Seyyabe İmam
Cafer Sadık'a (a.s) birini göndererek, İbrahim Peygamber'in, "Budur
rabbim!" sözünün anlamını sordu ve "Bugün kim böyle bir şey söylerse,
bize göre o müşriktir." dedi. İmam buyurdu ki: "Bu, İbrahim açı-
sından şirk sayılmaz. O, Rabbini arıyordu. Bu söz başkasından şirk
sayılır." [c.1, s.365, h: 41]
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Hamran'dan şöyle rivayet edilir:
Allah'ın İbrahim'in dilinden aktardığı, "Budur rabbim!" sözünün anlamını
sordum. İmam buyurdu ki: "Ona herhangi bir bilgi ulaşmamıştı.
O, söylediğinden başka bir şeyi kastediyordu." [c.1, s.365, h: 42]
Ben derim ki: Burada anladığımız kadarıyla anlatılmak istenen şudur:
İbrahim'in, "Budur rabbim!" sözü, kendi kavramsal anlamının ötesine
geçmemiştir. Bundan öte ondan aktarılan bir anlamı da yoktur.
Yani, o bu sözü bir varsayım olarak söylemiştir. Ya da iddia sahibinin
sözünü bir ön kabul olarak alıp sonra da yanlış şeyleri gerektirdiğinden
yanlış olduğunu ortaya koymak için ifade etmiştir. Nitekim
biz, daha önce bunun üzerinde durduk.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde, "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla
bulamayanlar..." ayetiyle ilgili olarak deniliyor ki: Ahmed, Buharî,
Müslim, Tirmizî, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebu Hatem ve Darekutnî
"el-Efrad" adlı eserde, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh, Abdullah b.
Mesud'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "İnananlar ve imanlarına bir
haksızlık bulamayanlar..." ayeti nazil olunca, bu durum insanlara ağır
geldi. Gidip Resulullah'a dediler ki: "Ya Resulullah, hangimiz nefsine
zulmetmez ki?" Resulullah buyurdu ki: "Burada sizin sandığınız durum
kastedilmiyor. Salih bir kulun şu sözünü duymadınız mı: 'Şüphesiz
şirk büyük bir zulümdür.' Burada da şirk kastedilmiştir." [c.3, s.26-
27]
Ben derim ki: Hadiste sözü edilen salih kuldan maksat, Lokmandır.
Nitekim bu söz, Lokmân Suresi'nde onun dilinden aktarılmıştır. Bu
açıdan hadis, En'âm Suresi'nin Lokman Suresi'nden sonra indiğini
göstermektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen zulümden
maksadın şirk olması şeklindeki çıkarsama, konunun akışına
uygun bir uyarlamadır. Çünkü şirk, bağışlanması kesinlikle mümkün
olmayan bir günahtır. Onun dışında kalan günah ne olursa olsun
bağışlanabilir. Söylediğimizin kanıtı ileride yer vereceğimiz rivayetlerdir.
Yine aynı eserde Ahmed, Taberanî, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh ve
Beyhakî "Şuab'ul-İman" adlı eserde Cerir b. Abdullah'tan şöyle rivayet
eder: "Bir gün Resulullah'la (s.a.a) birlikte Medine'den çıktık. Kentten
iyice uzaklaşmışken uzaktan bir kişinin bineğini bize doğru koşturduğunu
gördük. Derken bize yetişti ve selâm verdi. Resulullah ona dedi
ki: 'Nereden geliyorsun?' 'Eşimin, çocuğumun ve aşiretimin yanından
geliyorum, Resulullah'ı görmek istiyorum.' dedi. Resulullah dedi ki: 'Şu
anda onun yanındasın.' Bunun üzerine adam, 'Bana imanın ne olduğunu
öğret.' dedi. Resulullah şöyle buyurdu: 'Allah'tan başka ilâh olmadığına
ve Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahitlik etmen, namazı
kılman, zekâtı vermen, ramazan ayında oruç tutman ve Allah'ın evine
hac ziyaretinde bulunmandır.' Adam dedi ki: Kabul ediyorum."
"Bu sırada devesinin ön ayaklarından biri köstebek yuvasına girdi ve
tökezledi. Adam devenin sırtından tepe üstü yere çakıldı ve oracıkta
öldü. Resulullah dedi ki: 'Bu adam, az amel edip çok sevap kazananlardandır.
Bu adam yüce Allah'ın hakkında şöyle buyurduğu kimselerden
sayılır: 'İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar,
işte güven sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.' Ben
hurilerin onun ağzına cennet meyvelerini koyduklarını gördüm. O
zaman anladım ki, adam ölürken açtı." [c.3, s.27]
Ben derim ki: Müellif bu hadisi Hakîm Tirmizî'den, İbn-i Ebi Hatem ve
İbn-i Abbas'tan benzer ifadelerle rivayet etmiştir. Ayyâşî de kendi tefsirinde
bu hadisi Cabir Cu'fi'den, o da kendisine rivayet eden kimseler
aracılığıyla Resulullah'tan (s.a.a) aktarmıştır. [c.1, s.366, h: 45]
Aynı eserde Abd b. Humeyd İbrahim Teymî'den şöyle rivayet eder:
"Adamın biri bu ayetin anlamını Resulullah'tan sordu; fakat Resulullah
bir şey söylemedi. Derken bir adam geldi ve Müslüman oldu.
Çok geçmeden savaştı ve şehit düştü. Bunun üzerine Resulullah, 'İşte
bu adam, inanan ve imanına bir zulüm bulaştırmayan kimselerdendir.'
dedi." [c.3, s.27]
Aynı eserde Faryabî, Abd b. Humeyd, İbn-i Ebi Hatem, Ebu'ş-Şeyh, sahih
olduğunu belirterek Hâkim ve İbn-i Mürdeveyh Ali b. Ebu Talib'ten,
"İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar" ayetiyle ilgili
olarak şöyle rivayet eder: "Bu ayet özel olarak Hz. İbrahim ve ashabı
hakkında inmiştir, bu ümmetle ilgili değildir." [c.3, s.27]
Ben derim ki: Bu rivayetin zahiri, kitap ve sünnetten çıkarılan küllî ilkelerle
bağdaşmamaktadır. Çünkü ayet, ayrıntı nitelikli yasal hükümler
gibi ümmetler içinde sadece bir ümmete özgü kılınacak özel bir
hüküm içermemektedir. Çünkü ayrıntı nitelikli yasal hükümler sadece
belli bir döneme özgü kılınabilirler. Fakat mertebelerine göre etkileri
bulunan iman ve yine mertebelerine göre iman üzerinde olumsuz
etkileri bulunan zulüm ise, insan fıtratına yerleştirilen olgulardır; zamanın
ve toplumların değişmesiyle değişmezler.
Bazı müfessirler bu hadisi yorumlarken şunları söylemişlerdir: "Büyük
bir ihtimalle Hz. Ali'nin maksadı, yüce Allah'ın özel olarak İbrahim'i
ve soydaşlarından muvahhid olanları mutlak olarak ahiret azabından
yana güvende kıldığına işaret etmekti. Sadece azapta ebediyen
kalmaktan yana güvende kılmak değil. Şayet sahihse, bunun nedeni
şudur: Yüce Allah İbrahim Peygamber'in kavmini tevhit inancı
dışında herhangi bir şeyle mükellef kılmamıştır. Bu hususta ülkelerinde
bireysel ve adâb-ı muaşeret vb. şeylere ilişkin hususlarla ilgili
zor uygulamalarla yetinmiştir. Ülkelerinde geçerli olan uygulamalar
bunları eğitme açısından yeterli idi."
"Araştırmacılar İbrahim Peygamber zamanında yaşayan, onun ülkesine
gelişini kutsayan ve ondan onda birlik vergi alan salih kral
Hamurabî yasalarını ortaya çıkarmış bulunuyorlar. -Nitekim Tevrat'ın
Tekvin Sifri'nde de böyle söylenmektedir- Bu yasaların büyük oranda
Tevrat'taki hükümlerle aynı olduğu görülmektedir. Yüce Allah'ın İbrahim'in
diliyle haccı farz kılması ise, İsmail'in soyundan gelen çocukları
için geçerlidir; soydaşları olar Keldanîler için değil. Bu ümmete gelince,
bu ümmetin muvahhitleri, işledikleri günahların oranında azaba
çarptırılacaklardır. Çünkü onlar eksiksiz bir şeriatla muhataptırlar,
onu egemen kılmak hususunda hesaba çekileceklerdir." (Müfessirin
sözleri sona erdi.)
Adı geçen müfessirin sözlerinde zorlama olduğu son derece belirgindir.
Daha önce de söylediğimiz gibi Hamurabî Milât'tan önce bin yedi
yüz yıllarında yaşamıştır. Hz. İbrahim ise müfessirin de belirttiği gibi
Milât'tan önce yaklaşık olarak iki bin yıllarında yaşamıştır.
Gerçi Hamurabî kendi dini açısından yapıcı bir insandı, halkına ada-
letle hükmediyordu, kendi koyduğu kanunlara bağlı kalıyordu ve onların
krallığının sınırları içinde en güzel şekilde uygulanmasına çalışıyordu.
Ayrıca belirtildiği üzere koyduğu kanunlar sistematik bir düzen
hâlinde belirlenen ilk yasalardı. Fakat bütün bunların yanında o bir
putperestti. Babil harabelerinde ortaya çıkarılan yazıtlarda görüldüğü
gibi, kanunlarını yazdıktan sonra putperestlerin ilâhlarından yardım
istemiştir. Yasaların sonunda isimlerini zikrettiği, kendisine büyük bir
egemenlik verdikleri, adaleti ve yasaları egemen kılmasına yardımcı
oldukları için teşekkür ettiği, yasaların korunması, tahrif edilmesi ve
ortadan kaldırılması konusunda kendilerinden yardım istediği tanrıların
isimleri şöyledir: Mirudah=tanrıça tanrısı. Ey=yasa ve adalet tanrısı.
Zemama ve İştar=savaş tanrısı. Şamaş=gök ve yer yargıcı-tanrısı.
Sin= göklerin tanrısı. Hadad=bereket tanrısı. Nirğal=zafer tanrısı.
Bel=kader tanrısı. Tanrıça Biltis ve Tanrıça Nino. Tanrı Sacîla vb.
Adı geçen müfessirin, "Yüce Allah, İbrahim Peygamber'in soydaşlarını
tevhit inancı dışında herhangi bir şeyle yükümlü kılmamıştır. Bu
hususta ülkelerinde... zor uygulamalarla yetinmiştir." şeklindeki sözüne
gelince; Kur'ân bunu yalanlamaktadır. Kur'ân İbrahim'in dilinden
bize namazdan söz ediyor. İbrahim suresindeki duada bunu görmek
mümkündür. Kur'ân'da belirtildiğine göre, yüce Allah ona hayırlı
işleri yapmayı, zekât vermeyi vahyetmiştir. Enbiyâ Suresi'nde buna
ilişkin açık ifadeler vardır. Yine Hac Suresi'nde belirtildiğine göre,
İbrahim Peygamber hac yükümlülüğünü koymuş, bazı dört ayaklı
hayvanların etlerini mubah kılmıştır. Mümtehine Suresi'nde belirtildiğine
göre, müşriklerden her türlü ilişkiyi kesmek de onun şeriatının
bir hükmüydü. En'âm Suresi'nde ve başka surelerde işaret edildiği
gibi o, insan fıtratının kabul etmediği her türlü zulmü yasaklamıştı.
Hac Suresi'nde işaret edildiği gibi temizlik de onun şeriatının bir
hükmüydü. Hadislerde işaret edildiğine göre, Hz. İbrahim hanifliği yasalaştırmıştır
ve bu yasanın on ilkesi bulunuyordu: Beş tanesi başla,
beş tanesi de bedenle ilgiliydi. Sünnet olmak bu ilkelerden biriydi.
Hûd ve Meryem surelerinde işaret edildiği gibi, Hz. İbrahim selâmlaşma
geleneğini de uyguluyordu.
Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Babanız İbrahim'in di
ni." (Hac, 78) "Hayır, biz İbrahim'in hanif dinine uyarız." (Bakara, 135)
Bu ayetlerde İslâm dini, temel ve ayrıntı nitelikli ilkeleriyle İbrahim'in
(a.s) dini olarak nitelendirilmiştir. Bu ayetler İslâm dininin bugünkü
şekliyle ve ayrıntılı hükümleriyle İbrahim Peygamber'in zamanında
yasalaştırıldığı anlamına gelmezler kuşkusuz. Hatta durum tam tersinedir.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "O size, dinden
Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve
İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı." (Şura, 13)
Fakat yukarıda örnek verdiğimiz ayetler, İslâm'ın içerdiği şer'î yasaların
insan fıtratının öngördüğü temel prensiplere dayandığını, İslâm'ın
emirlerinin fıtratça onaylandığını, yasakladığı şeylerin de fıtratın hoşlanmadığı
şeyler olduğunu göstermektedir. Yüce Allah tefsirini sunduğumuz
bu surenin sonunda, şirkin aleyhine bazı kanıtlara ve bazı
bütünsel emir ve yasaklara yer verdikten sonra Peygamberi'ne hitaben
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Rabbim beni dosdoğru bir yola iletti;
insanların hayrına olan her şeyi bünyesinde barındıran bir dine, Allah-
'ı birleyen (hanif) İbrahim,'in dinine. O, (Allah'a) ortak koşanlardan
değildi." (En'âm, 161)
Eğer müfessirin dediği gibi, yüce Allah İbrahim için bir şeriat indirmemiş
olsaydı, yalnızca yürürlükteki yasalarla, yani Hamurabî kanunlarıyla
yetinmiş olsaydı, adı geçen Hamurabî yasaları Allah tarafından
onaylanmış, doğrulanmış olacaktı. Bu yasalar İbrahim'in dininin, dolayısıyla
Kur'ân'da hükme bağlanan İslâm dininin şeriatının bir parçası
olacaktı. Çünkü İslâm dini, İbrahim'in hanif dininin kendisidir.
Dolayısıyla Hamurabî yasaları ilâhî şeriatlardan ve semavî kitaplardan
biri olarak değerlendirilecekti.
Hakkında hiçbir kuşku bulunmayan gerçek şudur ki: İlâhî vahiy, bundan
önceki peygamberlere ve onların ümmetlerine dünya ve ahiret
hayatına ilişkin örneğin ibadet türleri gibi temel prensipleri öğretmiştir.
Hayırlara ve şerlere ilişkin evrensel yasalar koymuştur. Normal bir
akla sahip insan, bunlar aracılığıyla iyiliklerin yanında olmayı, zulümden,
aşırılıktan ve müstekbirlere destek olmaktan kaçınmayı vb. şeyleri
öğrenir. Sonra bu doğrultuda içinde yer aldıkları toplumda bu donanımlarıyla
belirginleşmeleri ümmetleri hayra, iyiliğe, yapıcılığa da-
vet etmeye, çirkin hayâsızlıktan ve bozgunculuk çıkarmaktan sakındırmaya
emredilmişlerdir. Bu bağlamda içinde yer aldıkları toplumların
baskıcı, zorba tağutların ya da özgürlükçü adil yöneticilerin egemenliği
altında olması arasında herhangi bir fark yoktur.
İslâm'dan önce, ilâhî şeriatlar içerisinde sadece Tevrat'ın içerdiği şeriat
detaylı bir sisteme sahiptir. Tevrat'ın içerdiği şeriat bazı yönleriyle
Hamurabî yasalarına benzemektedir. Ne var ki yüce Allah'ın Musa'ya
(a.s) indirdiği Tevrat daha önce İsrailoğulları arasında korunuyorken,
Buhtunnasr istilası sırasında kaybolmuştur. Buhtunnasr İsrailoğulları'nın
birliklerini dağıtmış, heykellerini yıkmış, çil yavrusu gibi
dünyanın dört bir yanına dağıtmıştı. Babil'e tutsaklar olarak götürmüş,
oraya yerleştirmişti. Bu durum Kuruş'un Babil'i fethedip Yahudileri
serbest bırakmasına kadar devam etti. Bundan sonra onların Kudüs'e
dönmelerine izin verdi. Nüshaları kaybolan ve içindeki bilgilerle
birlikte metinleri unutulan Tevrat'ın Kahin Azrâ tarafından yeniden
yazılmasına müsaade etti. Bu sırada Keldanîler tarafından Babil'de
uygulanan yasalara da alışmışlardı.
Bu gerçek ortadayken, yüce Allah'ın Musa'ya indirdiği şeriatın kapsamı
içinde Hamurabî yasalarının bazı ilkelerini onayladığı nasıl söylenebilir.
Kur'ân bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın sadece
bir kısmını tasdik etmektedir. Öte yandan semavî bir kaynağa dayanmayan
yasa sistemlerinin de bazı yapıcı ilkeler içirmesine, bazı
hak hükümleri kapsamasına hiçbir engel yoktur.
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Basir'den, o da İmam
Cafer Sadık'tan (a.s), "İnananlar ve imanlarına bir haksızlık bulamayanlar."
ayetiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder: "Burada kastedilen,
şirktir." [c.2, s.293, h: 4]
Aynı eserde başka bir kanaldan Ebu Basir'den İmam'ın şöyle dediği rivayet
edilir: "Yani imanlarını şüpheyle bulamayanlar." [c.2, s.399, h: 4]
Ayyâşî de bu hadisi, Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s)
rivayet etmiştir. [c.1, s.366, h: 47]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Basir'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s)
şöyle rivayet eder: İmama, "İnananlar ve imanların bir haksızlıkla bu
lamayanlar" ayetini sordum. Buyurdu ki: "Ey Ebu Basir, imanlarını zulümle
bulayanlardan olmaktan Allah'a sığınırız." Sonra şöyle dedi:
"Bunlar Haricîler ve arkadaşlarıdır." [c.1, s.366, h: 48]
Aynı eserde Yakub b. Şuayb'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s),
"İmanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar" ayetiyle ilgili olarak şöyle
rivayet eder: "Burada kastedilen sapıklık ve daha yukarısı olan günahlardır."
[c.1, s.366, h: 50]
Ben derim ki: Bu rivayette işaret edilen sapıklıktan maksat şirktir.
Çünkü şirk kendisinden daha ağır olan bütün zulümlerin ve günahların
temelini oluşturur. Ya da buradaki sapıklıktan maksat, daha aşağı günah
ve zulümlerdir. Bundan yukarısı ile de şirk kastedilmiştir. Çünkü
şirk sapıklığın daha şiddetli bir mertebesidir. Zaten her günah bir sapıklıktır.
Görüldüğü gibi rivayetlerde, ayette geçen zulüm kavramı çeşitli
yöntemlerle açıklanmaktadır. Bazen şirk, bazen şüphe, bazen
Haricîlerin üzerlerinde olduğu durumu ve anlayışı şeklinde
açıklanmaktadır. Bazı rivayetlerde, Ehlibeyt'in düşmanlarını veli
edinmenin de bu ayette işaret edilen zulmün kapsamına girdiği
belirtiliyor. Bütün bunlar daha önce ayette geçen zulüm kavramı
mutlaktır şeklindeki değerlendirmemizin doğruluğunun kanıtlarıdır.
Dolayısıyla ifade mutlaklığı açısından zihinlere kapasiteleri oranında
hitap etmektedir.
İBRAHİM PEYGAMBER'İN (A.S) KISSASI VE KİŞİLİĞİ
Bu Konu Kur'ânî, Bilimsel, Tarihsel ve… Veriler
Işığında Ele Alınmaktadır:
1- Kur'ân'da İbrahim Peygamber'in (a.s) Kıssası İbrahim (a.s) çocukluğundan ergenlik çağının ilk dönemlerine kadar
soydaşlarının toplumundan ayrı yaşıyordu.
Sonra ortaya çıkarak babasının
yanında yaşamaya başladı. Bu sırada babasının ve soydaşlarının
putlara kulluk sunduklarını gördü. Babasının ve soydaşlarının bu
davranışlarını hoş karşılamadı. Tertemiz ve arınmış fıtratı, yüce Allah
tarafından hakkın gösterilmesi ve her şeyin melekûtunun gözlem-
lendirilmesi suretiyle destekleniyordu. Hak söz ve salih amel ışığında
hareket etmesi sağlanıyordu.
Önce babasıyla, putlara kulluk sunma ekseninde tartışmaya başladı.
Onu putlara kulluk sunmayı reddetmeye, tek ve ortaksız Allah'a kulluk
sunmaya davet etti. Şeytanın dostluğundan kurtarması ve hidayete
ulaştırması için kendisine tâbi olmasını istedi. İbrahim bu konuda
sürekli babasıyla tartıştı. Nihayet babası onu kovdu ve putlara kötü
sözler söylemekten ve onlardan yüz çevirmekten vazgeçmemesi
durumunda kendisini taşlayarak öldürmekle tehdit etti.
Ama İbrahim (a.s) ona karşı kibar ve şefkatli davrandı. Çünkü yüksek
bir ahlâka sahipti. Hiçbir zaman incitici sözler söylemezdi. Bu yüzden
kendisini tehdit eden ve kovan babasına selâm verdi, kendisi için Allah'tan
bağışlanma dileyeceğini; bu arada onu ve soydaşlarını, Allah'-
tan başka kulluk sundukları düzmece ilâhları terk edeceğini vaat etti.
(Meryem, 41-48)
Bu arada bazı gruplarla putlara tapma hususunda tartıştığı gibi (Enbiyâ,
51-56; Şuarâ, 69-77; Sâffât, 83-87) başka gruplarla da güneşe, aya ve
yıldıza tapma hususunda tartışıyordu. Derken onun putlardan ve diğer
düzmece ilâhlardan uzaklaştığı haberi toplumda iyice yayıldı.
(En'âm, 74-82) Bir gün soydaşları toplu ibadet için kentin dışına çıktıklarında,
o hasta olduğunu ileri sürerek kentte kaldı, onlarla birlikte
toplu tapınma merasimine katılmadı. Soydaşlarının kentin dışında
oldukları bu sırada putevine girdi ve bir baltayla putlarını paramparça
etti. Sadece büyük olanı bıraktı. Ki gelip neler olup bittiğini ondan öğrensinler.
Soydaşları kente geri döndüklerinde tanrılarına yapılanları
gördüler. Bunu yapana büyük bir öfke duydular. Dediler ki: "İbrahim
adında bir delikanlının onlar hakkında ileri geri konuştuklarını duyduk."
İbrahim'i çağırdılar. Onu teşhis etmeleri için insanların önüne çıkardılar.
Ona, "Ey İbrahim, tanrılarımıza bunu sen mi yaptın?" diye sordular.
İbrahim onlara şu cevabı verdi: "Hayır; ama, şu büyük olan put
yapmıştır. Onlara sorun eğer konuşurlarsa, size cevap versinler." İbrahim
büyük putu parçalamamış, baltayı da onun boynuna veya başka
bir yerine asmıştı. Böylece, diğer putları büyük putun kırdığı görü
nümünü vermişti. İbrahim bunu söylerken soydaşlarının kendisini doğrulamayacaklarını
biliyordu. Çünkü onlar putların buna güç yetiremeyen cansız
varlıklar olduklarını biliyorlardı. Fakat, "Eğer konuşurlarsa, onlardan
sorun." demek suretiyle, onların ağzından açıkça putların cansız
varlıklar olduklarına ilişkin bir itiraf almak istiyordu. Soydaşlarının
putların cansız ve duygusuz varlıklar olduklarını itiraf etmelerini
bekliyordu. Nitekim soydaşları İbrahim'in bu sözlerini duyduklarında
hemen kendi içlerinde, "Sizler gerçekten zalimlersiniz." dediler.
Sonra tekrar eski sapıklıklarına geri döndüler. Dediler ki: "Sen onların
konuşamayacaklarını biliyorsun." Bunun üzerine İbrahim onlara
şöyle dedi: "Siz Allah'ı bir yana bırakarak size bir zarar ve bir yarar
veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh olsun size ve Allah'ın dışında
taptıklarınıza! Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız? Kendi ellerinizle
yonttuğunuz şeylere mi kulluk sunuyorsunuz? Sizi de, onları
da yaratan Allah'tır."
Dediler ki: "Onu ateşe atın, ilâhlarınıza yardım edin!" Bunun üzerine
onun için bir bina yaptılar, orada büyük bir ateş yaktılar. Bütün halk
el birliği ederek onu yakmak için çalışıyordu. Onu bu büyük ateşin ortasına
attılar. Allah, ateşin ona karşı serin ve selâmetli olmasını sağladı.
Onların İbrahim'e karşı kurdukları tuzağı boşa çıkardı. (Enbiyâ, 57-
70, Sâffât, 88-98) Bu arada kralın huzuruna da çıkmıştı. Halk ona da
tapıyor, onu da bir rab olarak algılıyordu. Kral, İbrahim'le rabbi hakkında
tartışmıştı. İbrahim ona demişti ki: "Benim Rabbim dirilten ve
öldürendir." Kral demagoji yaparak, "Ben de diriltirim ve öldürürüm."
demişti. Örneğin bir tutsağı öldürür, birini de serbest bırakırım. Ama
İbrahim bu sefer demagoji yapmasına izin vermeyecek bir kanıtla
karışsına çıkmıştı: "Allah güneşi doğudan batıya getiriyor, sen de onu
batıdan getir. Bu söz karşısında küfre sapan adam söyleyecek söz
bulamadı." (Bakara, 258)
Allah onu ateşten kurtarınca, insanları hanif dinine, tevhit inanç sistemine
davet etmeye başladı. Küçük bir grup ona iman etti. Yüce Allah
bunlar arasında Lut'un adını verir. Bunlar arasında kendisiyle birlikte
hicret eden karısı da vardı. Memleketinden çıkmadan ve kutsal
topraklara gitmeden önce onunla evlenmişti.1 Sonra kendisi ve soydaşları arasından iman edenler soydaşlarıyla ilişkilerini
kestiler. Kendisi de baba diye çağırdığı; ama öz babası olmayan
Azer'le ilişkisini kesti.2 Eşi ve Lut ile birlikte kutsal topraklara
göç etti. Orada zalim soydaşlarından hiçbir zorbanın engeliyle karşılaşmadan
Allah'a kulluk etmek istiyorlardı. (Mümtehine, 4; Enbiyâ, 71)
Burada yüce Allah ona İsmail'i, İshak'ı ve arkasından Yakub'u müjdeledi.
İhtiyardı, yaşı iyice ilerlemişti. Derken İsmail doğdu, ardından İshak
doğdu. Allah ona, oğullarına ve oğullarının soyundan gelenlere
bereket bahşetmişti.
Sonra Rabbinin emri doğrultusunda Mekke'ye gitti. Orası hiçbir ekine
elverişli olmayan kupkuru bir vadiydi. Oğlu İsmail'i oraya yerleştirdi.
İsmail henüz küçük bir çocuktu. Kutsal topraklara geri döndü. İsmail
orada büyüdü, oralarda yaşayan Arap kabileleri etrafında birleştiler.
Burada Mekke kenti kuruldu.
Mekke Kenti'nin ve Beyt'in kurulmasından önce ve sonra zaman zaman
İsmail'i ziyaret ediyordu. Kâbe daha sonra yapıldı. (Bakara, 126,
İbrahim, 35-41) Sonra İsmail'in de yardımıyla Kâbe'yi yaptı. Kâbe insanlar
için bir ibadet yeri olarak Allah tarafından kurdurulan ilk evdi.
Âlemler için bir bereket kaynağıydı. Orada apaçık ayetler ve İbrahim-
'in makamı bulunmaktadır. Oraya giren güvendedir. (Bakara, 127-129;
Âl-i İmrân, 96-97) İnsanlar arasında haccın farz kılındığını ilân etti ve
hacca özgü ibadetleri yasalaştırdı. (Hac, 26-30)
Sonra yüce Allah, oğlu İsmail'i kurban etmesini emretti. Bunun üzerine
ibadet maksadıyla oğluyla birlikte evden çıktı. Oğluyla birlikte sa'y
yapılan makama varınca dedi ki: "Yavrucuğum, rüyamda seni boğaz-
---------------------------
1- Soydaşlarından bir grubun kendisine iman ettiğinin kanıtı şu ayettir: "İbrahim'de
ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır; onlar kavimlerine, 'Biz
sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız.' demişlerdi." (Müm-tehine, 4)
Kutsal topraklara gitmeden önce evlendiğinin kanıtı da Rabbinden salih evlât istemesidir:
"Dedi ki: Ben Rabbime gideceğim, O beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana
iyilerden bir çocuk lütfet." (Saffat, 99-100)
2- Bu sonucun İbrahim Suresi'nde ondan nakledilen duadan çıktığını daha önce belirtmiştik.
ladığımı görüyorum." Oğlu dedi ki: "Babacığım, sana emredileni yap.
İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." Her ikisi de Allah'ın emrine
teslim olunca, ona şöyle seslenildi: "Ey İbrahim, sen doğru bir rüya
gördün ve rüyanı doğruladın. Allah onu büyük bir kurbanlıkla kurtardı."
(Sâffât, 101-107)
Kur'ân'ın onun kıssasıyla ilgili olarak en son aktardığı ise, Mekke'ye
gelişlerinde yaptığı dualardır. Bunlara da İbrahim Suresi'nde yer verilmiştir.
(İbrahim, 35-41) Bu duaların en sonunda İbrahim Peygamber-
'in şu sözleri yer alır: "Rabbimiz, beni, ana-babamı ve müminleri hesapların
görüleceği gün bağışla!"
2- İbrahim'in Allah Katındaki Konumu ve Kulluk Tavrı Yüce Allah, kitabında İbrahim Peygambere en güzel övgüleri yöneltmiştir.
Onun Allah yolunda katlanmış olduğu zorluklardan bahsederken
onu en güzel övgüyle yüceltmiştir. Onu altmış küsur yerde adıyla
anmıştır. Ona bahşettiği birçok nimeti ve lütfu söz konusu etmiştir.
Bunlardan birkaçını buraya alıyoruz: "Allah ona daha önce doğ-ruyu
göstermişti." (Enbiyâ, 51) "Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik,
ahirette de o iyilerdendir. O zaman ki Rabbi ona, 'İslâm ol.'
demişti. O da, 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti." (Bakara,
130-131) Yüzünü bir hanif olarak Rabbine çeviren odur. O müşriklerden
değildi. (En'âm, 79) Onun kalbi Allah ile mütmain olmuştu, Allah-
'ın kendisine gösterdiği göklerin ve yerin melekûtu sayesinde kesin
bilgiye, katışıksız inanca ulaşmıştı. (Bakara, 260; En'âm, 75)
Allah onu dost edindi. (Nisâ, 125) Rahmetini ve bereketini onun, ailesinin
üzerine kıldı; onu sözünde duran, vefalı olarak nitelendirdi.
(Necm, 37) Yumuşak huylu, içli, duygusal ve çok tövbe eden biridir diye
ona övgüler düzdü. (Hûd, 73-75) Allah'ı birleyerek O'na gönülden
boyun eğen bir ümmet olarak onu övdü. Onun müşriklerden olmadığını,
Allah'ın nimetlerine şükrettiğini belirtti. Onu seçtiğini, dosdoğru
yola ilettiğini, dünyada ona iyilik verdiğini, ahirette de onu salihlerden
kıldığını vurguladı. (Nahl, 120-122)
O, doğru sözlü bir peygamberdi. (Meryem, 41) Allah onu mümin
kullarından, muhsinlerden saydı ve onun üzerine selâm kıldı. (Sâffât,
83-111) İbrahim Peygamber Allah'ın el ve basiret sahibi kişilerden
111) İbrahim Peygamber Allah'ın el ve basiret sahibi kişilerden saydığı
bir nebidir. Kıyamete kadar anısı taze kalacaktır. (Sâd, 45-46)
Allah onu insanlar için bir imam, bir önder kıldı. (Bakara, 124) Kendilerine
kitap ve şeriat verilen beş çığır açıcı (ululazm) peygamberden biri
kıldı. (Ahzâb, 7; Şûrâ, 13; A'lâ, 18-19) Allah ona ilim, hikmet, kitap, mülk
ve hidayet verdi. Onu geride kalanlar arasında kalıcı bir mesaj yaptı.
(Nisâ, 54; En'âm, 74-90; Zuhruf, 28) Peygamberlik ve kitabı onun soyuna
verdi. (Hadîd, 26) Diğer insanlar arasında onu bir doğruluk lisanı yaptı.
(Şuarâ, 84; Meryem, 50) Bunlar yüce Allah'ın ona bahşettiği ilâhî ve kulluk
makamlarıdır. Kur'ân'da başka hiçbir peygamberin nitelikleri ve
üstünlükleri bu kadar ayrıntılı olarak anlatılmamıştır.
İbrahim Peygamber'in üstün meziyetleriyle ilgili ayrıntılı açıklamalar
için buraya kadar yaptığımız açıklamalara ve ileride yeri geldikçe yapacağımız
açıklamalara bakılabilir. Onun üstün meziyetlerini bütün
ayrıntılarıyla burada ele alacak olursak, araştırmamızın makul sınırlarını
aşmış oluruz.
Yüce Allah bu dini İslâm olarak isimlendirmek suretiyle İbrahim'in
saygın hayatını ve dinsel kişiliğini korumuştur. Nitekim bu dini birçok
yerde ona nispet etmiştir: "Babanız İbrahim'in dini, o sizi önceden
Müslümanlar olarak isimlendirdi." (Hac, 78) Bir diğer ayette de şöyle
buyurmuştur: "De ki: Rabbim beni dosdoğru bir yola iletti; insanların
hayrına olan her şeyi bünyesinde barındıran bir dine, Allah'ı birleyen
(hanif) İbrahim,'in dinine. O, (Allah'a) ortak koşanlardan değildi.
(En'âm, 161)
Yüce Allah İbrahim Peygamber'in yaptığı Kâbe'yi âlemler için evrensel
kıble yaptı. Hac ibadetlerini yasalaştırdı. Bunlar gerçekte onun oğlunu
ve annesini oraya yerleştirmesini, oğlunu kurban edişini, Rabbi
için sa'y edişini, ona yönelişini, eziyetlere ve zorluklara katlanışını
sembolize eden davranışlardan başka bir şey değildir. Nitekim daha
önce (tefsirimizin birinci cildinde), "Hani biz Beyt'i (Kâbe'yi) insanlar
için merci ve güven yeri yaptık." (Bakara, 125) ayetini tefsir ederken bu
hususlar üzerinde durmuştuk.
3- İnsanlık Âlemine Etkileri Hiç kuşkusuz, İbrahim için en büyük övünç, nerede olursa ve kimin
tarafından temsil edilirse edilsin, tevhit dininin ona nispet edilmesidir.
Bugün tevhit dinleri olarak nitelendirilen dinlerden biri Musevîliktir.
Bu din İmran oğlu Musa'ya (a.s) dayanır. Onun soyu da bir diğer
adı İsrail olan Yakub'a dayanır. Yakub ise İbrahim Peygamber'in oğlu
İshak'ın oğludur. Hıristiyanlık Meryem oğlu İsa'ya nispet edilir. O da
İbrahim'in soyundan gelen bir peygamberdir. Ve İslâm dini ve bu dinin
tebliğcisi Resulullah Muhammed'in (s.a.a) soyu İbrahim'in oğlu
kurbanlık İsmail'e dayanır. Şu hâlde dünyadaki tevhit dini onun kutlu
etkisinin bir göstergesidir. İslâm şeriatının kapsamında onun koyduğu
kurallardan namaz, zekât, hac, bazı büyük baş hayvanların helâl
kılınması, Allah düşmanlarından alakayı kesmek, selâm, hanif dininin
ön gördüğü on temizlik kuralı1 -ki bunların beş tanesi başta, beş
tanesi de bedendedir. Başta olanlar; bıyıkları kısaltmak, sakalları
salmak, saçları taramak, dişleri misvaklamak ve aralarını temizlemek...
Bedende olanlar ise; koltuk altı ve etek tıraşı yapmak, sünnet
olmak, tırnakları kesmek, cenabetten yıkanmak ve su ile temizlenmek-
bütün bunlar İbrahim'in şeriatının İslâm şeriatındaki yansımalarıdır.
Bugün yapılacak doyurucu bir araştırma insanlık âlemindeki doğru
inançların tümünün, sahih amellerin bütününün mutlaka nübüvvet
misyonunun etkisiyle oluştuğunu ortaya koyacaktır. Önceki bölümlerde
defalarca buna değindik. O hâlde bilsinler veya bilmesinler, İbrahim
Peygamber'in (a.s) bütün insanlar üzerinde olumlu etkileri vardır.
4- Bugünkü Tevrat'ta İbrahim'in Kıssası Tevrat diyor ki: "Yetmiş yaşından sonra Terah'ın (İbrahim'in babası),
Avram, Nahor ve Haran adlı oğulları oldu. Terah soyunun öyküsü:
Terah; Avram, Nahor ve Haran'nın babasıydı. Haran'ın Lut adlı bir oğlu
oldu. Haran, babası Terah henüz sağken, doğduğu ülkede,
1- Mecma'ul-Beyan'da Tefsir'ul-Kummî'den naklen rivayet edilir.
Keldanîler'in Ur Kenti'nde öldü. Avram'la Nahor evlendiler. Avram'ın
karısının adı Saray, Nahor'unkinin adı Milka'ydı. Milka Yiska'nın babası
Haran'ın kızıydı. Saray kısırdı, çocuğu olmuyordu. Terah, oğlu
Avram'ı, Haran'ın oğlu olan torunu Lut'u ve Avram'ın karısı olan Saray'ı
yanına aldı. Kenan ülkesine gitmek üzere Keldanîler'in Ur Kenti'nden
ayrıldılar. Harran'a gidip oraya yerleştiler. Terah iki yüz beş yıl
yaşadıktan sonra Harran'da öldü."
Tevrat diyor ki: "Rab Avram'a, 'Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak,
sana göstereceğim ülkeye git.' dedi, 'Seni büyük bir ulus yapacağım,
seni kutsayacak, sana ün yapacağım. Bereket kaynağı olacaksın.
Seni kutsayanları kutsayacak, seni lânetleyeni lânetleyeceğim. Yeryüzündeki
bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak.' Avram Rabb-
'in buyurduğu gibi yola çıktı. Lut da onunla birlikte gitti. Avram Harran'dan
ayrıldığı zaman yetmiş beş yaşındaydı. Karısı Saray'ı, yeğeni
Lut'u, Harran'da kazandıkları malları, edindikleri uşakları yanına alıp
Kenan ülkesine doğru yola çıktı. Oraya vardılar."
"Avram ülke boyunca Şekem'deki More meşesine kadar ilerledi. O
günlerde orada Kenanlılar yaşıyordu. Rab Avram'a görünerek, 'Bu
toprakları senin soyuna vereceğim." dedi. Avram kendisine görünen
Rab-b'e orada bir sunak yaptı. Oradan Beytel'in doğusundaki dağlık
bölgeye doğru gitti. Çadırını batıdaki Beytel'le doğudaki Ay Kenti'nin
arasına kurdu. Orada Rabb'e bir sunak yapıp Rabb'e yakardı. Sonra
kona göçe Negev'e doğru ilerledi."
"Ülkedeki şiddetli kıtlık yüzünden Avram geçici bir süre için Mısır'a
gitti. Mısır'a yaklaştıklarında karısı Saray'a, 'Güzel bir kadın olduğunu
biliyorum.' dedi, 'Olur ki Mısırlılar seni görüp, 'Bu onun karısı' diyerek
beni öldürür, seni sağ bırakırlar. Lütfen 'Onun kız kardeşiyim' de ki,
senin hatırın için bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar."
"Avram Mısır'a girince, Mısırlılar karısının çok güzel olduğunu fark ettiler.
Kadını gören firavunun adamları, güzelliğini firavuna övdüler.
Kadın saraya alındı. Onun hatırı için firavun Avram'a iyi davrandı.
Avram davar, sığır, erkek ve dişi eşek, erkek ve kadın köle, deve sahibi
oldu."
"Rab Avram'ın karısı Saray yüzünden firavunla ev halkının başına
korkunç felâketler getirdi. Firavun Avram'ı çağırtarak, 'Nedir bana bu
yaptığın? Neden Saray'ın karın olduğunu söylemedin? Niçin 'Saray
kız kardeşimdir.' diyerek onunla evlenmeme izin verdin? Al karını,
git!' Firavun Avram için adamlarına buyruk verdi. Böylece Avram'la
karısını sahip olduğu her şeyle brlikte gönderdiler."
Tevrat devamla şunu söylüyor: "Avram, karısı ve sahip olduğu her
şeyle birlikte Mısır'dan ayrılıp Negev'e doğru gitti. Lut da onunla birlikteydi.
Avram çok zengindi. Sürüleri, altınları, gümüşleri vardı.
Negev'den başlayıp bir yerden öbürüne göçerek Beytel'e kadar gitti.
Beytel'le Ay Kenti arasında daha önce çadırını kurmuş olduğu yere
vardı... Avram'la birlikte göçen Lut'un da davarları vardı. Malları öyle
çoktu ki, toprak birlikte yaşamalarına elvermedi; yan yana yaşayamadılar...
Birbirlerinden ayrıldılar. Avram Kenan topraklarında kaldı.
(Burada Kenanîler ve Ferizliler yaşıyordu.) Lut ovadaki kentlerin arasına
yerleşti, Sodom'a yakın bir yere çadır kurdu."
Tevrat diyor ki: "Bu arada Şinar Kralı Amrafel, Ellesar Kralı Aryok,
Elam Kralı Kedorlaomer ve Goyim Kralı Tidal; (beş müttefik olan)
Sodam Kralı Bera'ya, Gomora Kralı Birşa'ya, Adma Kralı Şina-v'a,
Seviyom Kralı Şemever'e ve Bala -Solo- Kralı'na karşı savaş açtı...
(ve her iki ordu) Siddim Vadisi'nde savaş düzenine girdiler. (Sodam
Kralı ve müttefikleri ağır bir yenilgi aldılar.) Siddim Vadisi zift çukurlarıyla
doluydu. Sodom ve Gomora kralları kaçarken adamlarından
bazıları bu çukurlara düştü. Sağ kalanlarsa dağlara kaçtı. Dört kral,
Sodom ve Gomora'nın bütün malını ve yiyeceğini alıp gitti. Avram'ın
yeğeni Lut'la mallarını da götürdüler. Çünkü o da Sodom'da
yaşıyordu."
Tevrat şunları diyor: "Oradan kaçıp kurtulan biri gelip İbrani Avram'a
durumu bildirdi. Avram Eşkol'la Aner'in kardeşi Amorlu Mamre'nin
meşeliğinde yaşıyordu. Bunların hepsi Avram'dan yanaydılar. Avram
yeğeni Lut'un tutsak alındığını duyunca, evinde doğup yetişmiş üç yüz
on sekiz adamını yanına alarak dört kralı Dan'a kadar kovaladı. Adamlarını
gruplara ayırdı, gece saldırıp onları bozguna uğratarak
Şam'ın kuzeyindeki Hova'ya kadar kovaladı. Yağmalanan bütün malı,
yeğeni Lut'la mallarını, kadınları ve halkı geri getirdi."
"Avram Kedorlaomer'le onu destekleyen kralları bozguna uğratıp dönünce,
Sodom Kralı onu karşılamak için Kral Vadisi olan Şave Vadisi'ne
gitti. Yüce Tanrı'nın kâhini olan Şalem Kralı Melkisedek ekmek
ve şarap getirdi. Avram'ı kutsayarak şöyle dedi: 'Yeri göğü yaratan
Tanrı Avam'ı kutsasın. Düşmanlarını onun eline teslim eden Tanrı'ya
övgüler olsun.' Bunun üzerine Avram her şeyin ondalığını Melkisedek'e
verdi."
"Sodam Kralı Avram'a, 'Adamlarımı bana ver, mallar sana kalsın.'
dedi. Avram Sodam Kralı'na, 'Yeri göğü yaratan Tanrı Rabb'in önünde
sana ait hiçbir şey, bir iplik, bir çarık bağı bile almayacağıma ant içerim.'
diye karşılık verdi: Öyle ki, 'Avram'ı zengin ettim.' demeyesin.
Yalnız, adamlarımın yedikleri bunun dışında. Bir de beni destekleyen
Aner, Eşkol ve Mamre paylarına düşeni alsınlar."
Devamla şunları söylüyor: "Karısı Saray Avram'a çocuk verememişti.
Saray'ın Hacer adında Mısırlı bir cariyesi vardı. Saray Av-ram'a, 'Rab
çocuk sahibi olmamı engelledi.' dedi, 'Lütfen cariyemle yat. Belki bu
yoldan bir çocuk sahibi olabilirim.' Avram Saray'ın sözünü dinledi. Saray
Mısırlı cariyesi Hacer'i kocası Avram'a karı olarak verdi. Bu olay
Avram Kenan'da on yıl yaşadıktan sonra oldu. Avram Hacer'le yattı,
Hacer hamile kaldı."
Ardından şunları söylüyor: "Hacer hamile olduğunu anlayınca, hanımını
küçük görmeye başladı. Saray Avram'a, 'Bu haksızlık senin yüzünden
başıma geldi!' dedi, 'Cariyemi koynuna soktum. Hamile olduğunu
anlayınca beni küçük görmeye başladı. İkimiz arasında Rab karar
versin.' Avram, 'Cariyen senin elinde.' dedi, 'Neyi uygun görürsen
yap.' Böylece Saray cariyesine sert davranmaya başladı. Hacer onun
yanından kaçtı. Rabb'in meleği Hacer'i çölde bir pınarın, Şur yolundaki
pınarın başında buldu. Ona, 'Saray'ın cariyesi Hacer, nerden gelip
nereye gidiyorsun diye?' diye sordu. Hacer, 'Hanımım Saray'dan
kaçıyorum.' diye yanıtladı. Rabb'in meleği, 'Hanımına dön ve ona boyun
eğ.' dedi, 'Senin soyunu öyle çoğaltacağım ki, kimse sayamayacak.
İşte hamilesin, bir oğlun olacak, adını İsmail koyacaksın. [İsmail,
'Tanrı işitir.' anlamına gelir.] Çünkü Rab sıkıntı içindeki yakarışını
işitti. Oğlun yaban eşeğine benzer bir adam olacak. O herkese, herkes
de ona karşı çıkacak. Kardeşlerinin hepsiyle çekişme içinde yaşayacak.'
Hacer Avram'a bir erkek çocuk doğurdu. Avram çocuğun
adını İsmail koydu. Hacer İsmail'i doğurduğunda, Avram seksen altı
yaşındaydı."
Tevrat diyor ki: "Avram doksan dokuz yaşındayken Rab ona görünerek,
'Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'yım.' dedi, 'Benim yolumda yürü,
kusursuz ol. Seninle yaptığım antlaşmayı sürdürecek, soyunu alabildiğine
çoğaltacağım.' Avram yüzüstü yere kapandı. Tanrı, 'Seninle
yaptığım antlaşma şudur:' dedi: Birçok ulusun babası olacaksın. Artık
adın Avram değil, İbrahim olacaktır. [Avram; 'Yüce Baba', İbrahim:
İbranice Avraham, 'Çokların babası' anlamına gelir.] Çünkü seni birçok
ulusun babası yapacağım. Seni çok verimli kılacağım. Soyundan
uluslar doğacak, krallar çıkacak. Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar
boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da
soyunun Tanrısı olacağım. Bir yabancı olarak yaşadığın toprakları,
bütün Kenan ülkesini sonsuza dek mülkünüz olmak üzere sana ve
soyuna vereceğim. Onların Tanrısı olacağım."
Tevrat devamla diyor ki: "Tanrı İbrahim'e, 'Sen ve soyun kuşaklar boyu
antlaşmama bağlı kalmalısınız.' dedi, 'Seninle ve soyunla yaptığım
antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet olacak.
Evinizde doğmuş ya da soyunuzdan olmayan bir yabancıdan satın
alınmış köleler dahil sekiz günlük her erkek çocuk sünnet edilecek...'
İbrahim sünnet olduğunda, doksan dokuz yaşındaydı. Oğlu İsmail
on üç yaşında sünnet oldu... İbrahim'in evindeki bütün erkekler
onunla birlikte sünnet oldular."
Tevrat diyor ki: "Tanrı, 'Karın Saray'a gelince, ona artık Saray demeyeceksin.'
dedi, 'Bundan böyle onun adı Sara olacak. [Sara; 'Pren-ses'
anlamına gelir.] Onu kutsayacak, ondan sana bir oğul vereceğim.
Onu kutsayacağım, ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan
çıkacak.' İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden,
'Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?' dedi, 'Doksan yaşındaki
Sara doğurabilir mi?' Sonra Tanrı'ya, 'Keşke İsmail'i mirasçım
kabul etseydin!' dedi." "Tanrı, 'Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İs-hak
koyacaksın.' dedi. [İshak; 'Güler' anlamına gelir.] 'Onunla ve soyuyla
antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim. İsmail'e gelince, seni işittim.
Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım.
On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım. Ancak
antlaşmamı gelecek yıl bu zaman Sara'nın doğuracağı oğlun İshak'la
sürdüreceğim.' Tanrı konuşmasını İbrahim'le bitirince ondan ayrılıp
yukarıya çekildi."
Sonra Tevrat, Rabb'in iki melekle birlikte Sodom halkını ve Lut kavmini
helâk etmek üzere indiklerini, bu arada İbrahim'e konuk olduklarını,
kendileri için boğazladığı buzağının etini, kendilerine ikram ettiği
süt ve kaymaktan yediklerini anlatıyor. Tevrat'ın dediğine göre bu
sırada onu ve Sara'yı İshak'la müjdelediklerini, bunun yanı sıra Lut
kavminin durumunu anlattıklarını, İbrahim'in onların helâk edilmesi
hususunda onlarla tartıştığını, fakat onların İbrahim'i ikna ettiklerini,
bundan sonra da Lut kavminin helâk edildiğini anlatıyor.
Ardından İbrahim'in Gerar denilen bölgeye taşındığını, orada kendisini
tanıtmadığını ve bölgenin kralı olan Avimelek'e karısı Sara için,
"Bu kadın kız kardeşimdir." söylediğini, kralın da Sara'yı ondan aldığını,
bunun üzerine Rabb'in gece düşünde kralı ayıpladığını, derken
kralın İbrahim'i huzuruna çağırarak, neden Sara'nın kız kardeşi
olduğunu söyleyerek kendisini yanılttığını söyleyerek azarladığını,
bundan dolayı İbrahim'in öldürülmekten korktuğu için bunu söylediğini
itiraf ettiğini, "Sara baba tarafından benim kardeşimdir, annelerimiz
ayrıdır." dediğini, bunu duyan kralın Sara'yı kendisine geri
verdiğini ve onlara birçok mal verdiğini (Firavun kıssasına benzer
ifadelerle) anlatıyor.
Tevrat diyor ki: "Rab verdiği söz uyarınca Sara'ya iyilik etti ve sözünü
yerine getirdi. Sara hamile kaldı; İbrahim'in yaşlılık döneminde, tam
Tanrı'nın belirttiği zamanda ona bir erkek çocuk doğurdu. İbrahim
Sara'nın doğurduğu çocuğa İshak adını verdi. Tanrı'nın kendisine buyurduğu
gibi oğlu İshak'ı sekiz günlükken sünnet etti. İshak doğduğunda
İbrahim yüz yaşındaydı. Sara, 'Tanrı yüzümü güldürdü.'
dedi, 'Bunu duyan herkes benimle gülecek. Kim İbrahim'e, Sara çocuk
emzirecek derdi? Bu yaşında ona bir oğul doğurdum.' Çocuk büyüdü.
Sütten kesildiği gün İbrahim büyük bir şölen verdi."
"Ne var ki Sara, Mısırlı Hacer'in İbrahim'den olma oğlu İsmail'in alay
ettiğini görünce İbrahim'e, 'Bu cariyeyle oğlunu kov.' dedi, 'Bu cariyenin
oğlu, oğlum İshak'ın mirasına ortak olmasın.' Bu, İbrahim'i çok
üzdü, çünkü İsmail de öz oğluydu. Tanrı İbrahim'e: Oğlunla cariyen için
üzülme, dedi. Sara ne derse onu yap. Çünkü senin soyun İs-hak'la
sürecektir. Cariyenin oğlundan da bir ulus yaratacağım, çünkü o da
senin soyun."
"İbrahim sabah erkenden kalktı, biraz yiyecek, bir tulum da su hazırlayıp
Hacer'in omzuna attı, çocuğunu da verip onu gönderdi. Hacer
Beer-Şeva Çölü'ne gitti, orada bir süre dolaştı. Tulumdaki su tükenince,
oğlunu bir çalının altına bıraktı. Yaklaşık bir ok atımı uzaklaşıp,
'Oğlumun ölümünü görmeyeyim' diyerek onun karşısına oturup hıçkıra
hıçkıra ağladı. Tanrı çocuğun sesini duydu. Tanrı'nın meleği göklerden
Hacer'e, 'Nen var, Hacer?' diye seslendi, 'Korkma! Çünkü Tanrı
çocuğun sesini duydu. Kalk, oğlunu kaldır, elini tut. Onu büyük bir ulus
yapacağım.' Sonra Tanrı Hacer'in gözlerini açtı, Hacer bir kuyu
gördü. Gidip tulumunu doldurdu, oğluna içirdi. Çocuk büyürken Tanrı
onunlaydı. Çocuk çölde yaşadı ve okçu oldu. Paran Çölü'nde yaşarken
annesi ona Mısırlı bir kadın aldı."1
Tevrat diyor ki: "Daha sonra Tanrı İbrahim'i denedi. 'İbrahim!' diye
seslendi. İbrahim, 'Buradayım!' dedi. Tanrı, 'İshak'ı, sevdiğin biricik
oğlunu al, Moriya bölgesine git.' dedi, 'Orada sana göstereceğim bir
dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun.' İbrahim sabah erkenden
kalktı, eşeğine palan vurdu. Yanına uşaklarından ikisini ve oğlu
İshak'ı aldı. Yakmalık sunu için odun yardıktan sonra, Tanrı'nın kendisine
belirttiği yere doğru yola çıktı. Üçüncü gün gideceği yeri uzaktan
gördü. Uşaklarına, 'Siz burada, eşeğin yanında kalın.' dedi, 'Tapınmak
için oğlumla birlikte oraya gidip döneceğiz.' Yakmalık sunu
----------------
1- Müslümanların rivayetlerinde, İsmail'in Yemen Araplarından olan Curhum kabilesinden
bir kızla evlendiği belirtilir.
için yardığı odunları oğlu İshak'a yükledi. Ateşi ve bıçağı kendisi aldı.
Birlikte giderlerken İshak İbrahim'e, 'Baba!' dedi. İbrahim, 'Evet, oğlum?'
diye yanıtladı. İshak, 'Ateşle odun burada, ama yakmalık sunu
kuzusu nerede?' diye sordu. İbrahim, 'Oğlum, yakmalık sunu için
kuzuyu Tanrı kendisi sağlayacak.' dedi. İkisi birlikte yürümeye devam
ettiler."
"Tanrı'nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı,
üzerine odun dizdi. Oğlu İshak'ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine
yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı. Ama Rabb'in meleği
göklerden, 'İbrahim, İbrahim!' diye seslendi. İbrahim, 'İşte buradayım!'
diye karşılık verdi. Melek, 'Çocuğa dokunma.' dedi, 'Ona hiçbir
şey yapma. Şimdi Tanrı'dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden
esirgemedin.' İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara
takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık
sunu olarak sundu. Oraya 'Yahve yire (Rab sağlar)' adını verdi.
Rabb'in dağında sağlanacaktır.' sözü bu yüzden bugün de söyleniyor.
Rabb'in meleği göklerden İbrahim'e ikinci kez seslendi: 'Rab diyor ki,
kendi üzerime ant içiyorum. Bunu yaptığın için, biricik oğlunu esirgemediğin
için seni fazlasıyla kutsayacağım; soyunu göklerin yıldızları,
kıyıların kumu kadar çoğaltacağım. Soyun düşmanlarının kentlerini
mülk edinecek. Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar
kutsanacak. Çünkü sözümü dinledin.' Sonra İbrahim uşaklarının yanına
döndü. Birlikte yola çıkıp Beer-Şeva'ya gittiler. İbrahim BeerŞeva'da
kaldı."
Tevrat, ardından Hz. İbrahim'in oğlu İshak'ı Keldanîler'den kendi aşiretine
mensup bir kızla evlendirmesini, sonra Sara'nın yüz yirmi yedi
yaşında Habron'da ölmesini, ardından İbrahim'in Ketura adlı kadınla
evlenmesini, bu kadından birkaç oğlunun dünyaya gelmesini, ardından
İbrahim'in yüz yetmiş beş yaşında vefat etmesini, İshak ve İsmail'in
onu Makpela mağarasına defnetmelerini, buranın bugünkü el-
Halil'de olduğunu anlatır.
İbrahim Peygamber'in kıssasının ve hayatının Tevrat'taki özeti bundan
ibarettir. (Yaratılış kitabı, 11. ve 25. bölüm) Bu özet üzerinde araştırma
yapıp burada anlatılanlarla Kur'ân'da anlatılanları karşılaştırmak
da araştırmacılara düşmektedir. 5- [İbrahim'in Tevrat'taki Kıssasıyla İlgili Değerlendirme] Kıssanın içeriği, ifadeleri arasındaki birbirini tutmazlık, anlamları arasındaki
çelişki Kur'ân tarafından bu kutsal kitabın tahrif edildiğine
ilişkin olarak ortaya konulan tezi destekleyen unsurlardır.
Kıssanın Tevrat'ta anlatılan bu versiyonunun en büyük özelliği, son
derece kapalı olmasıdır. Bu kapalılığın en büyük belirtisi de başlangıçtaki
mücadelesini, soydaşlarıyla tartışmalarını, soydaşlarından
büyük eziyetler ve sıkıntılar görmesini ihmal etmesidir. Oysa bu dönem
İbrahim Peygamber'in (a.s) yaşamının en parlak kesitlerinden
biridir.
Bunun yanında Tevrat'ta Hz. İbrahim'in Kutsal Kâbe'yi inşa etmesi,
burayı güvenli bir harem bölgesi ilân etmesi, hac ibadetini yasalaştırması
da ihmal edilmiştir. Hiçbir din araştırmacısı ve hiçbir sosyal
bilimci dört bin yıldan beri ayakta olan bu eski kutsal mabedin en
büyük ilâhî ayetlerden ve işaretlerden biri olduğundan kuşku
duymaz. Bu ayet, bu işaret dünya halkına Allah'ı ve ayetlerini hatırlatır,
uzun asırlardan beri hak mesajın etkin olmasını sağlar, onu korur.
Yüce Allah'ın insanlar için kurduğu ilk mübarek ve âlemler için hidayet
kaynağı olarak kıldığı evdir Kâbe.
Tevrat'ta anlatılan kıssanın kapsamında Kâbe'nin bina edilişinden
söz edilmemesi, Tevrat'ı yeniden yazan İsrailli yazarların kişisel ihtiraslarının
bir yansımasından başka bir şey değildir. Kadim Yahudi çekememezliği
onları Kâbe'den söz etmemeye yöneltmiştir. Bunun yanında
Hz. İbrahim'in Şekem topraklarında, sonra Beytel'in doğusunda
ve bir de Rab dağında kurduğu diğer sunaklardan bahsetmişlerdir.
Sonra saygın peygamber İsmail'i tanımlamalarına bakın: "Oğlun yaban
eşeğine benzer bir adam olacak. O herkese, herkes de ona karşı
çıkacak. Kardeşlerinin hepsiyle çekişme içinde yaşayacak... Çocuk
çölde yaşadı ve okçu oldu." Tevrat'ı tahrif eden yazarlar, bu girişimleriyle
Allah'ın nurunu söndürmeyi istemişlerdir. Ama Allah nurunu tamamlayacaktır.
Bir de Hz. İbrahim'e, peygamberlik makamına, takva ruhuna ve erdeme
yakışmayan davranışlar yakıştırmışlardır. Tevrat'ta deniliyor ki:
"Yüce Tanrı'nın kâhini olan Şalem Kralı Melkisedek ekmek ve şarap
getirdi. Avram'ı kutsayarak şöyle dedi..."1
Bunlardan biri de Tevrat'ta yer alan şu ifadedir: Güya Hz. İbrahim Mısır
firavununun adamlarına Sara'nın kız kardeşi olduğunu söylemiş
ve Sara'dan da bu hususta kendisini doğrulamasını istemiştir. İbrahim
ona demiş ki: "Lütfen, 'Onun kız kardeşiyim' de ki senin hatırın
için bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar." Bir keresinde de
Gerar Kralı Avimelek'e onun kız kardeşi olduğunu söylemiştir. Böylece
bir keresinde firavun, bir keresinde de Avimelek onu eş olarak İbrahim'den
almışlardır. Sonra Tevrat İbrahim'in, "O benim kız kardeşimdir."
şeklindeki sözünü, bir keresinde, "Benim dinde kardeşimdir."
şeklinde, bir keresinde de, "Babamız bir, annemiz ayrıdır. Onunla evlendim."
şeklinde tevil ettiğini anlatır.
En azından bu sözler -Allah dostu İbrahim Peygamber'i tenzih ederizİbrahim'i
karısını firavun ve Avimelek gibilere evli olduğu hâlde eş olarak
takdim edebilen ve bununla kendine çıkar sağlayan, adı geçen iki
kişiden birtakım iyilikler gören biri olarak tasvir etmektedir.(!)
1- Bu anlatımı şu şekilde yorumlayanlar olmuştur: Yüce Tanrı'nın kâhini Melkisedek,
kıssanın başında işaret edilen Şinar Kralı Amrafel'dir. Bu ise Babil krallık
sülâlesinden birine mensup, koyduğu kanunlarla ünlü olan Hamurabî'dir. Hamurabî'nin
krallığı hakkında tarihsel kanıtlar arasında büyük ihtilâflar vardır. Bu verilerin
büyük bir kısmı ile İbrahim Peygamber'in yaşadığı dönem olarak bilinen m.ö.
2000 tarihi arasında kesin bir uyuşma söz konusu değildir. İslâm öncesi Arap kaynaklarında
Hamurabî'nin m.ö. 2232-2287 tarihleri arasında Babil'de hükümdar olduğu
anlatılmaktadır. "Dünyanın En Eski Kanunları" adlı eserde Üstad F. Edward,
Hamurabî yasalarından söz ederken Hamurabî'nin M. Ö. 2167-2205 tarihleri arasında
hükmettiğini belirtir. "A'lâm'uş-Şark ve'l-Garb" adlı kamusta Hamurabînin m.ö.
1686-1728 tarihleri arasında kral olduğundan söz edilir. Kitab-i Mukaddes Kamusu'nda
ise M. Ö. 1920-1975 tarihleri arasında hükmettiği belirtilir.
Ama bu alıntılarla çelişen en büyük kanıt ise, Babil harabelerinde yapılan arkeolojik
kazılar sonucu ortaya çıkan yazıtlardır. Bu yazıtlar üzerinde Hamurabî yasaları yer
alır, Babilliler'in putlarının ismleri zikredilir. Bütün bunlar Hamurabî’nin putperest
olduğunun en büyük kanıtıdır. Dolayısıyla onun, Rabb'in kâhini olması mümkün değildir.
Üstelik Tevrat, bu olayların yaşandığı esnada, özellikle Avimelek olayında
Sara'nın yetmişinde veya ondan yukarı yaşlara gelmiş bir kocakarı
olduğunu ifade etmektedir. Fakat kadınlar yaşlandıklarında
çekiciliklerini ve güzelliklerini yitirirler. Buna karşılık krallar, varlık içinde
şımaran zorbalar taze ve göz alıcı güzelliğe sahip genç kızlardan
başkasına eğilim göstermezler.
Tevrat'ta İbrahim ve Sara ile ilgili olarak anlatılan ve Hz. İbrahim'in
kişiliğiyle bağdaştırılması mümkün olmayan değerlendirmelerin benzerlerini
bazı rivayetlerde de görüyoruz. Örneğin Buharî ve Müslim
Sahihlerinde Ebu Hüreyre kanalıyla Peygamberimizin (s.a.a) şöyle
dediği rivayet edilir:
"Hz. İbrahim üç yerde yalan söylemiştir. Yalanlarından ikisi yüce Allah
içindir. Biri, 'Ben hastayım.' demesi, bir de, 'Şu büyük put yapmıştır.'
demesidir. Bir yalanı ise Sara ile ilgilidir. İbrahim zorba kralların
yurtlarına gitmiş ve beraberinde de Sara bulunuyordu. Sara kadınların
en güzeliydi. İbrahim ona dedi ki: 'Bu zorbalar, senin benim karım
olduğunu bilseler, senden dolayı bana saldırabilirler. Eğer senden sorarlarsa,
benim kız kardeşim olduğunu söyle. Çünkü sen dinde benim
kardeşimsin. Çünkü yeryüzünde benden ve senden başka bir Müslüman
bilmiyorum.' Zorbanın ülkesine girdiklerinde, zorbanın adamlarından
biri Sara'yı gördü ve gidip zorba krala haber verdi ki: 'Senin ülkene
bir kadın gelmiş bulunuyor. Bu kadın ancak sana yakışır.' Bunun
üzerine zorba kral onu çağırdı ve yanına aldırdı. İbrahim namaza
durdu. Kral Sara'nın yanına girdiğinde ona elini sürmeye güç yetiremedi.
Eli şiddetli bir ağrıyla tutuldu. Kral Sara'ya dedi ki: 'Allah'a dua
et, elimi çözsün. Sana hiçbir zarar vermeyeceğim.' Sara dua etti.
Ama kral bir kere daha Sara'ya el sürmek istedi. Bunun üzerine ilk iki
tutulmadan daha şiddetli bir ağrıyla tutuldu.1 Kral dedi ki: 'Allah'a
dua et, elim çözülsün. Allah'a yemin ederim ki, sana bir zararım
dokunmayacaktır.' Sara dua etti, kralın eli çözüldü. Sara'yı kendisine
getiren adamı çağırdı ve ona, 'Sen bana bir şeytan getirdin, bir insan
-------------------------
1- Hadisin nakledildiği orijinal nüshada bu şekilde yazılıdır. İfadede bir düşüklük olduğu
açıktır.
getirmedin. Onu hemen topraklarımdan çıkar ve ona Hacer'i de hediye
olarak ver.' dedi."
"Sara oradan ayrılıp yürümeye başladı. İbrahim onu görünce namazdan
ayrıldı ve ona, 'Ne oldu?' diye sordu. Sara, 'Hayırdır, Allah günahkâr
adamın bana dokunmasına engel oldu. Bir de bana bir hizmetçi
hediye etti.' dedi." Ebu Hüreyre [yanındaki Araplara hitaben] dedi ki:
"Ey Mau's-Sema'nın (Eski dönem Arap krallarından birinin adı) oğulları,
işte ananız bu cariyedir."1
Buharî'de değişik kanallardan Enes ve Ebu Hüreyre'den, Müslim'de
Ebu Hüreyre ve Huzeyfe'den, Ahmed Müsned'inde Enes ve İbn-i
Abbas'tan, Hâkim İbn-i Mesud'dan, Taberanî Ubade b. Samit'-ten, İbni
Ebu Şeybe Selman'dan, Tirmizî Ebu Hüreyre'den, Ebu Avane Huzeyfe'den,
o da Ebu Bekir'den Peygamber efendimizin (s.a.a) kıyamet
günü şefaatle ilgili sözlerini içeren bir hadis rivayet eder. Oldukça uzun
olan bu hadiste, kıyamet günü insanlar sırasıyla bütün
peygamberlere gidip şefaat dilerler; ama her peygamber onları
kendisinden sonraki peygamberin yanına gönderir. Bu arada işlediği
hatalardan birini ileri sürerek mazeret bildirir.
Derken
peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in (s.a.a) yanına gelirler
ve Hz. Muhammed (s.a.a) onların isteklerine karşılık verir. İşte bu hadisin
kapsamında deniliyor ki: "İnsanlar İbrahim'in (a.s) yanına
giderler ve ondan Allah katında kendileri için şefaatçi olmasını
isterler. İbrahim Peygamber onlara şöyle der: 'Benim yapacak bir
şeyim yok. Ben üç kere yalan söyledim.' 'Ben hastayım.', 'Şu
büyükleri yapmıştır.' ve karısına, 'Benim kız kardeşim olduğunu
söyle.' demesi kastedilmiştir.
Bazı araştırmacıların da vurguladıkları gibi mantık her iki hadisin de içeriğini
onaylamıyor. Eğer hadislerde belirtilen olaylarla ilgili sözlerinin
yalan olduğu kastediliyorsa, bunların gerçekte yalan olmadıkları
ortadadır. Bunlar tevriye ve sanatsal anlatımın
örneklerindendir. Nitekim bunu Peygamberimizden aktarılan sözlerden
anlamak müm-
kündür. Bir hadiste Peygamberimizin şöyle dediği belirtiliyor: "İbrahim
üç kere yalan söylemiştir. Her üçünü de Allah için söylemiştir."
Bir diğerinde de şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Bu yalanların tümü,
Allah'ın dini hakkında yapılan tartışmada söylenmiş ve Allah'ın dini
savunulmuştur."
O hâlde neden kıyamet günüyle ilgili hadiste Hz. İbrahim'in
bunları günah saydığı ve şefaat etmemek için bunları bahane
olarak ileri sürdüğü belirtilsin? Eğer bu son iki hadiste belirtildiği
gibi herhangi bir peygamberin Allah'ın yolunda ve O'nun dini için yalan
söylemesi caiz ise, İbrahim'in bu davranışı onun Allah için katlandığı
sıkıntılardan ve O'nun için birer hasenat sayılmalı değil midir?
Ama kitabımızın ikinci cildinde belirttiğimiz gibi böyle bir davranış
kesinlikle peygamberlik makamıyla bağdaşmaz. Aksi takdirde sözleri
ve haber verdikleri olaylar bağlamında güvensizlik olgusu gündeme
gelir.
Kaldı ki, eğer bu gibi sözlerin yalan sayılması ve Allah katında şefaat
etmeyi engellemesi söz konusu olsaydı, Hz. İbrahim'in, yıldızı, ayı ve
güneşi görürken, "Budur rabbim!..." "Budur rabbim!" demesi daha
çok bu niteliğe yakışırdı ve bunun daha fazla Allah'a yakın olmanın
belirtisi olan şefaati engelleyici olması gerekirdi.
Yüce Allah'ın bize aktardığı gibi, Hz. İbrahim'in, "Yıldızlara bir göz attı,
'Ben hastayım.' dedi." şeklindeki sözünün yalan olduğuna, gerçekle
bağdaşmadığına ilişkin olarak ayetlerin akışından herhangi bir ipucu
edinmek mümkün değildir. Belki de Hz. İbrahim bir şekilde hastaydı;
ama bu hastalığı putları kırmasına engel olacak kadar ilerlememişti.
Ayrıca soydaşları, "İlâhlarımıza bunu sen mi yaptın, ey İbrahim?" diye
kendisine sorduklarında, verdiği cevap için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Onlar putlarının iradesiz ve duygusuz, cansız varlıklar olduklarını biliyorlardı.
Nitekim İbrahim Peygamber, "Belki şu büyüğü yapmıştır."
dedikten hemen sonra, "Onlara sorun şayet konuşuyorlarsa." demiştir.
Dolayısıyla bunu da yalan saymak mümkün değildir. Çünkü Hz. İbrahim
bunu onları kınamak için, susturmak için söylemiştir. Bununla
güdülen amaç, karşı tarafı düşüncesinin yanlışlığını itiraf etmek durumunda
bırakmaktır. Nitekim soydaşları da bunu itiraf etmekten
başka çare bulamıyorlar ve şöyle diyorlar: "Sen bilirsin ki, bunlar ko-
nuşmazlar. Peki dedi, siz Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar
vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza."
(Enbiyâ, 65-67)
Eğer maksat bu üç sözün gerçekten yalan oldukları ise, bu, açıkça Allah'ın
kitabına muhalefet anlamına gelir. Bunu araştırmacıların anlayışına
havale ediyoruz. Bundan önce 2 numaralı notta belirttiğimiz
şekilde İbrahim Peygamber'in Allah katındaki kulluk konumuna, yüce
Allah'ın onu en güzel şekilde övmesine, ondan övgüyle söz etmesine
başvurabilirler.
Anlamıyorum, objektif bir araştırmacı, yüce Allah'ın, "Kitapta İbrahim'i
an. O doğru sözlü bir peygamberdi." (Meryem, 41) ayetinin içerdiği
övgülerle, başı sıkıştığında yalana başvuran yalancı bir insanı nasıl
örtüştürebilir? Veya yüce Allah konuşurken hakkı ve doğru söyleme
hususunda Allah'ı gözetmeyen bir insan hakkında nasıl bu övgü dolu
sözleri söylemiştir? (Demek ki, İbrahim Peygamber onların yakıştırmalarından
uzaktır.)
Ehlibeyt İmamları'ndan gelen rivayetler ise, kıssanın temeli bağlamında
Tevrat'ta anlatılanları doğrular mahiyettedir; fakat bu rivayetlerde
İbrahim Peygamber, kendisine yakıştırılan yalan ve diğer yakışıksız
niteliklerden tenzih edilmektedir. Bu rivayetlerin en kapsamlısı el-Kâfi'de Ali'den, o da babasından, o da bizim mezhebimize mensup
bazı âlimlerden, onlar da Sehl'den, tümünün İbn-i Mahbub'dan, o da
İbrahim b. Zeyd el-Kerhî'den aktardıkları şu rivayettir: İmam Cafer
Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "İbrahim (a.s) Kusar1 köyünde
doğdu. Babası oranın halkındandı. İbrahim'in annesi, Lut'un annesi,
Sara ve Varke -bir nüshada Rakbe- kardeştiler; her ikisi Lahic'in kızlarıydı.
Lahic uyarıcı bir peygamberdi, resul değildi."
"İbrahim yetişme çağında yüce Allah'ın insanların yaratılışlarına esas
kıldığı fıtrat, yaratılış yasası üzere hareket ediyordu. Derken yüce Allah
onu dinine yöneltti ve onu seçti. Lahic'in kızı Sara ile evlendi. Sara
aynı zamanda teyzesinin kızıydı. Sara büyük bir koyun sürüsüne, geniş
arazilere sahipti, durumu iyiydi. Sara sahip olduğu her şeyi İbra-
--------------------
1- Kûfe'ye bağlı bir köy. el-Cezerî'de köyün adı Kusi şeklinde geçer.
him'in emrine verdi. İbrahim bu malları yönetti, koyunları arttırdı, ekinleri
çoğalttı. Öyle ki Kusar köyünde ondan daha zengin kimse yoktu."
"İbrahim Nemrud'un putlarını kırınca, Nemrut onun bağlanmasını, içine
atılacağı bir sur yapılmasını, orada odunların tutuşturulup alevlendirilmesini
istedi. Sonra İbrahim yanmak üzere bu ateşin içine atıldı.
Sonra ateş sönünceye kadar onu terk ettiler. Ardından surun
yanına geldiklerinde İbrahim'in sapasağlam ve bağlarından kurtulmuş
olarak orada durduğunu gördüler. Bu durumu Nemrud'a haber
verdiler. O da İbrahim'in kentten sürgün edilmesini emretti. Bu arada
koyunlarını ve mallarını götürmesine engel olunmasını istedi. İbrahim
bu hususta onlarla tartıştı ve şunları söyledi: 'Eğer koyunlarımı ve
mallarımı alırsanız, bu durumda ülkenizde geçirdiğim ömrümü bana
geri vermeniz gerekir.' Böylece aralarında bir tartışma başladı. Derken
dava Nemrud'un yargıcına intikal etti. Yargıç, İbrahim'in sahip
olduğu koyunları ve malları onlara vermesine, onların da İbrahim'in
ülkelerinde geçirdiği ömrünü geri vermelerine hükmetti. Yargıcın bu
kararı Nemrud'a haber verildi. Bunun üzerine Nemrut, İbrahim'in koyunları
ve mallarıyla birlikte kenti terk etmesine izin vermelerini emretti.
Nemrut dedi ki: 'Eğer sizin ülkenizde kalırsa, dininizi bozar; tanrılarınıza
zarar verir.' Böylece İbrahim'i ve Lut Peygamber'i ülkelerinden
çıkarıp Şam dolaylarına gönderdiler."
"İbrahim yola çıktı. Onunla birlikte Sara ve Lut da vardı. İbrahim onlara
dedi ki: 'Ben Rabbime gidiyorum, O bana doğru yolu gösterecektir.'
İbrahim bu sözleriyle Beyt'ül-Mukaddes'i kastediyordu. İbrahim koyunlarını
ve mallarını aldı. Bu arada bir de sandık yaptırdı, Sara'yı bu
sandığın içine koyarak kapağını sıkıca kapadı. Bunu eşini kıskandığı
için yapmıştı. Böylece yola çıktı. Nemrud'un egemenliği altındaki toprakların
dışına çıkana kadar yürüdü. Kıptîler'den Azare adı verilen bir
kralın ülkesinin topraklarına girdi. Bu sırada kralın tahsildarıyla karşılaştı.
Tahsildar sahip olduğu malların vergisini almak istedi. Sıra sandığa
gelince, tahsildar açmasını istedi. İbrahim ona dedi ki: 'Farz et
ki, sandık altın ve gümüş doludur, istersen bu şekilde kabul et ve biz
de sana vergisini verelim.' Tahsildar ısrarla sandığın açılmasını istedi.
Sara'yı görünce şöyle dedi: 'Bu kadın senin neyin oluyor?' İbrahim
dedi ki: 'O benim eşim ve teyzemin kızıdır.' Tahsildar, 'Peki onu niçin
bu sandıkta saklıyorsun?' diye sordu. İbrahim şu karşılığı verdi: 'Onu
bir yabancının görmesinden kıskanıyorum.' Tahsildar dedi ki: Senin
ve onun durumunu krala haber vermedikçe seni bırakacak değilim."
"Tahsildar krala özel bir elçi gönderip, ona durumu bildirdi. Kral özel
bir elçi göndererek sandığı yanına getirmelerini istedi. İbrahim onlara
dedi ki: 'Canım bedenimden ayrılmadan sandıktan ayrılmam.' Bunu
krala haber verdiler. Bunun üzerine kral, onunla sandığın birlikte getirilmesini
istedi. Böylece İbrahim, sandık ve diğer malları ile birlikte
kralın huzuruna götürüldü. Kral ona dedi ki: 'Sandığı aç.' İbrahim ona
şu cevabı verdi: 'Ey kral, orada benim eşim ve teyzemin kızı var. Ben
sandığın kapağını açmağa karşılık sahip olduğum her şeyi vermeye
hazırım.' Kral İbrahim'i sandığı açmaya zorladı. İbrahim de sandığı
açmak zorunda kaldı. Kral Sara'yı görünce, ağırbaşlılığı azgınlığını
frenleyemedi. Bu yüzden elini Sara'ya uzattı. İbrahim kıskandığı için
yüzünü her ikisinden çevirdi ve şu duayı yaptı: 'Allah'ım, onun elinin
eşime ve teyzemin kızına dokunmasına izin verme.' Bunun üzerine
kralın eli Sara'ya yetişmediği gibi geri de gelmedi. Kral ona dedi ki:
'Yoksa, bunu senin ilâhın mı bana yaptı?' İbrahim ona dedi ki: 'Evet.
Ve benim ilâhım gayurdur, haramdan hoşlanmaz. Seni yapmak istediğin
haramdan alıkoyan O'dur.' Kral ona şöyle dedi: 'İlâhına dua et,
elim bana geri gelsin. Eğer ilâhın senin duanı kabul ederse, bir daha
eşine yönelmeyeceğim.' İbrahim dedi ki: 'Allah'ım, ona elini geri ver
ki, eşimden vazgeçsin.' Allah ona elini geri verdi. Kral bir kez daha
gözleriyle Sara'yı süzdü. Sonra elini ona uzattı. Bunun üzerine İbrahim
gayretinden dolayı yüzünü bir yana çevirdi ve 'Allah'ım, onun elinin
eşime dokunmasına izin verme.' diye dua etti. Derhal kralın eli
kurudu ve bir daha geri gelmedi."
"Kral İbrahim'e dedi ki: 'Senin ilâhın gayurdur, sen de gayursun. İlâhına
dua et, elimi bana geri versin. Eğer elimi bana geri verirse, bu
davranışımı tekrarlamayacağım.' İbrahim dedi ki: 'Bunu O'ndan isteyeceğim.
Ama bir daha davranışını tekrarlarsan, benden tekrar dua
etmemi isteme.' Kral, 'Evet.' dedi. Bunun üzerine İbrahim şöyle dedi:
'Allah'ım, eğer doğru söylüyorsa, elini ona geri ver.' Sonra kralın eli
eski hâline döndü."
"Kral bu gayreti ve elinde meydana gelen bu mucizevî etkilenmeyi
görünce, İbrahim'e (a.s) büyük bir saygı gösterdi. Ona bağışta bulundu,
ikram etti, onu koruması altına aldı. Ona şöyle dedi: 'Artık ona
veya yanında bulunan başka bir şeye saldırmama hususunda güvencedesin.
Dilediğin yere gidebilirsin. Fakat senden bir isteğim var.' İbrahim,
'Nedir o?' diye sordu. Kral dedi ki: 'Ona Kıptî bir cariyeyi hediye
etmeme izin vermeni istiyorum. Bu cariye son derece akıllı ve güzeldir.
Ona hizmet etsin.' İbrahim buna izin verdi. Kral cariyeyi çağırdı ve
Sara'ya hediye etti. Bu cariye İsmail'in (a.s) annesi Hacer'di."
"İbrahim beraberindekilerle beraber yola çıktı. Kral da İbrahim'e yönelik
saygısının bir ifadesi olarak arkasından yürüyerek onu yolcu etti.
Yüce Allah İbrahim'e şöyle vahyetti: 'Dur, zorba kral arkanda yürüyecek
şekilde onun önünde yürüme. Onu önüne al ve sen arkasından
yürü, ona saygı göster. Çünkü o yöneticidir. İyi veya kötü olsun, yeryüzünde
bir yönetici olması gerekir.' Bunun üzerine İbrahim durdu ve
krala şöyle dedi: 'Yürü, çünkü benim ilâhım şu anda bana, sana saygı
göstermemi, seni önüme geçirmemi ve senin arkanda yürümemi,
sana yönelik saygının bir ifadesi olarak emretti.' Kral dedi ki: 'Rabbin
sana bunu mu vahyetti?' İbrahim dedi ki: 'Evet.' Bunun üzerine kral
şöyle dedi: Senin ilâhının şefkatli, yumuşak huylu ve kerim olduğuna
tanıklık ediyorum. Sen bu davranışınla beni dinine çekmiş bulunuyorsun."
"Kral ona veda edip ayrıldı. İbrahim Şamat bölgesinin yüksek yerlerine
varıncaya kadar yol aldı. Lut'u ise Şamat bölgesinin aşağılarında
bıraktı. İbrahim ilerleyen yaşına karşın evlât sahibi olmadığını görünce,
Sara'ya şöyle dedi: 'Eğer istersen Hacer'i bana sat. Bakarsın Allah
ondan bize bir evlât bahşeder. Ve o bizden sonra yerimize geçer.' İbrahim
Hacer'i Sara'dan satın aldı, onunla yattı ve Hacer İsmail'e hamile
kaldı."1
Tevrat'taki çarpıklıklardan biri de İbrahim'in oğullarından birini kurban
etmesi kıssası hakkında göze çarpmaktadır. Tevrat'a göre, İbrahim'in
kurban etmek istediği oğlu İshak'tır, İsmail değil. Oysa Hz. İbrahim'in
onu Tihame çölüne yerleştirmesi, Kâbe'yi yapması, İsmail'in
ve annesinin Allah yolunda çektikleri meşakkatleri sembolik bir dille
anlatımından ibaret olan, tavaf, sa'y ve kurban gibi ibadetleri içeren
hac ibadetini yasalaştırması, kurban edilmek istenen oğlun İshak
değil, İsmail olduğunu gösterir.
Barnabas İncili'nde Mesih'in, kurban edilen oğlun İsmail yerine İs-hak
olduğunu söylemelerinden dolayı Yahudileri kınadığı belirtiliyor. 44.
bölümde şöyle deniyor:
"Allah İbrahim'le şöyle konuştu: İlk doğan çocuğun olan İsmail'i al,
dağa çıkar, onu kurban olarak boğazla. İshak İbrahim'in ilk doğan
çocuğu olabilir mi? O doğduğunda İsmail yedi yaşındaydı." (44. bölüm;
ayet, 11-12)
Kur'ân ayetlerinde ise, kurban edilen oğlun İsmail olduğu hemen
hemen açık bir şekilde ifade edilmektedir. Yüce Allah İbrahim'in putları
kırmasını, bundan dolayı soydaşları tarafından ateşe atılmasını,
ateşin ona karşı serin ve selâmetli olmasını aktardıktan sonra şöyle
buyuruyor:
"Ona bir tuzak kurmak istediler, biz de onları alçak düşürdük. Dedi
ki: 'Ben Rabbime gideceğim, o beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana
iyilerden lütfet.' Ona halîm bir erkek çocuk müjdeledik. Çocuk onun
yanında koşma çağına erişince, İbrahim ona: 'Yavrum!' dedi, 'Ben
uykuda görüyorum ki ben seni kesiyorum; düşün bak, ne dersin?' Çocuk:
'Babacığım, sana emredileni yap, inşaallah beni sabredenlerden
bulacaksın.' dedi. İkisi de böylece teslim olup İbrahim kurban etmek
için çocuğunu alnı üzerine yatırınca, biz ona: 'İbrahim!' diye seslendik.
'Sen rüyayı doğruladın, işte biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız.'
dedik. Gerçekten bu, apaçık bir sınav idi. Ve fidye olarak ona
büyük bir kurbanlık verdik. Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.
İbrahim'e selâm olsun. İşte biz güzel davrananları böyle mükafâtlandırırız.
Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı. Biz ona İshak'ı
iyilerden bir peygamber olarak müjdeledik. Kendisine de, İshak'a da
bereketler verdik. Onların neslinden iyi hareket eden de var, açıkça
kendisine zulmeden de." (Sâffât, 98-113)
Bu ayetler üzerinde düşünen bir kimse, kurban edilmek üzere seçilen
çocuğun, "Ona halîm bir çocuk müjdeledik." ayetinde müjdelenen
çocuk olduğundan kuşku duymaz. "Biz ona İshak'ı iyilerden bir peygamber
olarak müjdeledik." ayetinde işaret edilen diğer müjdeleme
ise, ilk müjdelemeden ayrıdır. İkinci müjdelemede işaret edilen
İshak, ilk müjdelemede işaret edilen çocuktan ayrıdır. İlk çocuktan
söz edilirken kurban olayı da birlikte anlatılmıştır.
Rivayetlere gelince; Şiî kaynaklarda, Ehlibeyt İmamları'ndan aktarılan
rivayetlerde kurbanlık olarak seçilen çocuğun İsmail olduğu zikredilir.
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kanallarından aktarılan rivayetlerde
ise ihtilâf vardır. Bazıları kurbanlık olarak seçilen çocuğun İsmail, bazısı
ise İshak olduğunu söylemişlerdir. Fakat daha önce de işaret ettiğimiz
gibi, birinci grubun görüşü Kur'ân'a uygun düşmektedir.
Taberî, tarihinde şunları söylüyor: "Peygamberimiz Muhammed'in
(s.a.a) ümmetinin ilk kuşak âlimleri, İbrahim'in kurban etmekle görevlendirildiği
oğlunun kimliği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bazılarına göre, kurban edilmesi istenen çocuk İsmail b. İbrahim,
bazısına göre de İshak b. İbrahim'dir. Her iki görüşü destekleyen
rivayetler Peygamberimizden aktarılmıştır. Bunlardan biri sahihse diğerini
artık değerlendirmelerimize esas almayız. Ancak Kur'ân'a baktığımızda,
Peygamberimizden aktarılan, "Kurban edilmek istenen çocuk
İs-hak'tı." şeklindeki rivayetin diğerine göre daha açık bir şekilde
kanıtlandığını görürüz."
Taberî devamla şunları söylüyor: "Buna ilişkin Kur'ân'da yer alan kanıttan
bunun İshak olduğu anlaşılmaktadır, şeklindeki çıkarsamamıza
gelince; İbrahim Peygamber soydaşlarından ayrılıp karısı Sara ile
birlikte Şam bölgesine, Rabbine hicret edeceğini belirtirken yaptığı
dua buna ilişkin somut bir kanıt mahiyetindedir. 'Ben Rabbime
gideceğim, O beni doğru yola iletecek. Rabbim, bana iyilerden lutfet.'
Hz. İbrahim bu duayı yaparken henüz Hacer'le tanışmamıştı. Henüz
İsmail'in annesine sahip olmamıştı. Bu duanın hemen ardından yüce
Allah duasını kabul ettiğini, kendisine halîm bir çocuk müjdelediğini
belirten haberi veriyor. Ardından çocuk yanında koşacak çağa erişince,
İbrahim'in bu çocuğu kurban ettiğine ilişkin rüyayı gördüğünü haber
veriyor."
"Kur'ân'da Hz. İbrahim'e müjdesi verilen İshak dışında bir erkek çocuğu
görmedik. Bunu şu ayetlerden anlıyoruz: Ayakta durmakta olan
karısı güldü. Biz de ona İshak'ı müjdeledik. İshak'ın ardından da
Yakub'u." [Hûd, 71] "Onlardan içine bir korku düşürdü. 'Korkma!' dediler
ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Karısı Sara çığlık içinde
geldi, yüzüne vurarak: 'Ben kısır bir kocakarıyım, benden nasıl
çocuk olur?' dedi. "[Zâriyât, 28]
"İbrahim'in bir erkek çocukla müjdelendiği her yerde geçen ifadeler
böyledir. Yüce Allah ona eşi Sara'dan olacak bir çocuğu müjdelemiştir.
Dolayısıyla, 'Biz ona halîm bir çocuk müjdeledik.' ifadesinin
Kur'ân'ın diğer yerlerinde işaret edildiği gibi, eşi Sara'dan olma İshak'ın
müjdelenmesi şeklinde algılanması gerekir."
"Bazıları buna karşı şu gerekçeyi ileri sürüyorlar: 'Allah İshak'ın kurban
edilmesini emretmemiştir. Kurban edilecek çocuğun doğacağına
ilişkin müjde onun ve ondan sonra da Yakub'un doğumundan önce
gerçekleşmiştir.' Bu gerekçe, buna dayandırılan çıkarsamanın doğruluğunu
gerektirmez. Çünkü yüce Allah, İshak'ın koşma çağına gelmesinden
sonra boğazlanmasını emretmiştir. Ayrıca babası İshak'ı
boğazlamakla emredilmeden önce İshak'ın oğlu Yakub'un da dünyaya
gelmiş olması mümkündür."
"Bu konuda İbrahim'in koçun boynuzlarının Kâbe'ye bağlı olduğunu
görmesini gerekçe göstererek kurban edilenin İshak olmadığını kanıtlamaya
çalışanın bu gerekçesi de geçersizdir. Çünkü koçun Şam'-
dan getirilip Kâbe'ye bağlanmış olması imkânsız bir şey değildir." (Taberî'den
alınan alıntı burada sona erdi.)
Şu apaçık gerçeği nasıl görmediğini bir türlü anlayamıyorum: İbrahim
yüce Allah'tan bir evlât isterken Şam'a hicret etmek üzereydi ve karısı
Sara da yanında bulunuyordu. O sırada Hacer diye birini kimse
bilmiyordu. "Rabbim bana iyilerden bir çocuk lütfet." derken, Rabbinden
bir çocuk istiyor; ama bu çocuğun Sara'dan olmasını belirtmiyor.
Dolayısıyla bu duasından hemen sonra gelen müjdeyi İshak'la
müjdelenmesi şeklinde yorumlamanın bir dayanağı yoktur. Çünkü İbrahim,
"Bana lütfet" diyor. "Bana Sara'dan lütfet." demiyor.
Bir de diyor ki: "Kur'ân'ın başka yerlerinde hep İshak'ın müjdelenmesinden
söz ediliyor; dolayısıyla buradaki müjdelemenin de İshak'la
ilintili olarak yorumlanması gerekir." İleride çeşitli münasebetlerle
değineceğimiz gibi, bu çıkarsama hiçbir kanıta dayanmayan bir kıyastır.
Bilâkis kanıt, bu çıkarsamanın aksini göstermektedir. Çünkü
yüce Allah bu ayetlerde kendisine halîm bir çocuğun müjdelendiğinden
söz ettikten sonra, çocuğun kurban edilmesi kıssasını anlatıyor.
Hemen ardından İshak'ın müjdelenmesini zikrediyor. Bu konuların
ele alındığı ayetlerin akışını inceleyen bir insan, ikinci kez müjdelenen
çocuğun ilk kez müjdelenen çocuktan ayrı olduğundan kuşku
duymaz. O hâlde İbrahim (a.s) daha önce İshak'tan başka bir çocukla
müjdelenmiştir. Bu da İsmail'den başkası değildir. Raviler, nakilciler
ve tarihçiler İbrahim'in oğullarından İsmail'in İshak'tan önce doğduğu
hususunda görüş birliği içindedirler.
Bu konuyla ilgili olarak Tevrat'ta anlatılanların birbirini tutmaz örneklerinden
biri de şudur: Tevrat'ta İsmail'in İshak'tan yaklaşık olarak on
dört yıl önce doğduğundan söz ediliyor. Yine Tevrat'ta İshak'ın doğmasından
sonra Sara ile alay ettiği için İbrahim'in onu ve annesini
kovduğu ifade ediliyor. Bunun akabinde İbrahim'in onları bir vadiye
yerleştirmesi, Hacer'in kırbasında taşıdığı suyun tükenmesi, İsmail'in
susaması, sonra Melek'in Hacer'e suyu göstermesi anlatılıyor. İsmail-
'in kıssasının bu kısmına bakan bir insan bu olaylar meydana gelirken
İsmail'in henüz annesinin sütünü emen bir çocuk olduğundan
kuşku duymayacaktır. Dilersen Tevrat'ta kıssanın bu bölümünü yeniden
gözden geçirip inceleyebilirsin. Bizim mezhebimizin kaynaklarında
yer alan rivayetler İsmail'in o sırada süt emen bir çocuk olduğunu
ortaya koyar mahiyettedir.
6- [İbrahim Kıssasıyla İlgili Kur'ânî Bir İnceleme]
Kur'ân-ı Kerim gerek kişiliği, gerek saygı değer iki oğlu İsmail ve
İshak ve gerekse bu ikisinin sulbünden devam eden soyu açısından
İbrahim'in (a.s) kıssasına büyük bir özen gösterir. Ama Tevrat'ta
bu özeni göremiyoruz. Tevrat'ta İbrahim kıssası, İshak ve İsrail kavmi
boyutuyla sınırlandırılır. İsmail'dense pek söz edilmez. Söz edildiği
yerlerde de ya küçümseyici, ya da basitleştirici ifadeler kullanılır.
Ama çok geçmeden çelişkiler de kendini göstermeye başlar. Sözgelimi,
bir yerde Allah'ın İbrahim'e, "Onunla (İshak'la) ve soyuyla antlaşmamı
sonsuza dek sürdüreceğim. (Yani senin soyun İshak'la devam
edecek.)" diye hitap ettiğinden söz ederken, bir başka yerde,
"İsmail'e gelince, seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu
alabildiğine çoğaltacağım... Soyunu büyük bir ulus yapacağım."
şeklinde ona hitap edildiğinden söz eder. Bir yerde İsmail'in vahşi (yaban
eşeği), insanlara zıt düşen, insanların kendisine zıt düştüğü, ok atıcısı
olarak büyüdüğü, baba evinden kovulduğu şeklinde tanımlandığını
görüyoruz; bir başka yerde, Allah'ın onunla beraber olduğundan söz edildiğini
görüyoruz.
Hz. İbrahim'in Kur'ân'da yer alan kıssasının buraya kadar anlatılan
kısmını iyice incelediğimiz zaman, Kur'ân'la ilgili olarak bazı zihinlerde
beliren iki kuşku giderilmiş olur:
Birinci kuşku: Bazı müsteşrikler1 diyorlar ki: "Kur'ân Mekkî surelerde
İbrahim ve İsmail'den (a.s) tıpkı diğer peygamberlerden söz ettiği gibi
genel olarak söz eder. Sadece onların tevhid dini üzere olduklarını,
insanları uyardıklarını, insanları Allah'a kulluk sunmaya davet ettiklerini
anlatır. Meselâ İbrahim'in Kâbe'yi bina etmesinden, Kâbe'nin İsmail'le
ilgisinden, onların Arapları fıtrat dinine ve hanif şeriatına çağırdıklarından
bahsetmez. Ama Bakara, Hac gibi Medenî surelerde
İbrahim ve İsmail'in Arapların babaları olduklarından, Arapların onların
çocukları olduklarından, onlar için İslâm dinini tebliğ ettiklerinden
ve Allah'ın kutsal evi olan Kâbe'yi kurduklarından söz edilir."
"Bu çelişkinin sırrı şudur: Muhammed Mekke'deyken sırtını Yahudilere
dayamıştı. Ama çok geçmeden Yahudiler ona karşı düşmanca bir
tutum içine girdiler. Bundan dolayı Muhammed'in onların dışında bir
destekçi bulması kaçınılmazdı. İşte bu noktada muhteşem zekâsı
----------------------
1- en-Neccar -Kısas'ul-Enbiyâ- adlı eserde Hurgoniye ve Wensinck adlı iki müsteşrikin
İslâm ansiklopedisinde yaptıkları değerlendirmelerden nakletmiştir.
En'âm Sûresi / 74-83 ................................................................. 483 Arapların babası İbrahim'in yeni bir özelliğini keşfetti. Bu sayede
kendi döneminin Yahudilerinden kurtularak İbrahim'in Yahudiliğine
tutundu. Onu Arapların babası ilân etti. Artık İbrahim İslâm dininin
temellerini atan, Mekke'deki kutsal Kâbe'yi kuran kişiydi. Çünkü
Mekke kenti sürekli olarak zihnini kurcalıyordu." (Adı geçen müsteşriklerin
değerlendirmeleri özetle bundan ibarettir.)
Bu kuşkuyu dile getiren zat, Allah'ın yüce kitabına iftira etmekle son
derece utanç verici bir duruma düşmüştür. Çünkü Kur'ân dünya çapında
bilinen bir kitaptır. Doğuda veya batıda bir kimsenin istediği
zaman Kur'ân'a bakıp incelemesi zor değildir. Dolayısıyla Kur'ân üzerinde
gerçekten araştırma yapan herkes şunu kabul eder ki, Kur'ân
ne Mekke dönemi inişli surelerde, ne de Medine dönemi inişli surelerde
ne müşriklere, ne Yahudilere, ne de Hıristiyanlara karşı en küçük
bir alttan alma, bir şirin görünme, bir yaltaklanma içine girmemiştir.
Yahudilere veya başka bir topluluğa karşı geliştirdiği argümanların
dili, üslûbu Mekke veya Medine ortamına göre değişiklik arz
etmemiştir.
Fakat Kur'ân ayetleri, dinsel davetle bağlantılı olarak olayların gelişim
seyrine göre bölüm bölüm iniyorlardı. Hicret sonrası gelişmeler
Peygamberimizin (s.a.a) Yahudilerin durumuyla yakından ilgilenmesini
ve onlara karşı açık bir sertlik sergilemesini gerektirmiştir. Bu da
kaçınılmazdı. Medine'de inen ayetlerde bunu belirgin bir şekilde gözlemlemek
mümkündür. Olayların gelişiminin gerektirdiği ölçüde ayrıntılı
hükümleri içeren ayetleri buna örnek gösterebiliriz.
Sözü edilen müsteşriklerin Arapların İsmail ve İbrahim'le irtibatlandırılmalarının,
Kâbe'yi bina edişlerinin ve hanif dinini kurmuş olmalarının
sadece Medine'de inen surelerde gündeme getirildiğini ileri
sürmesine gelince; bu iddiayı, Mekke'de inen bir sure olan İbrâhîm
Suresi'ndeki şu ifadeler yalanlamaktadır: "Bir zaman İbrahim, şöyle
demişti: Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan
uzak tut... Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını senin Haram
Evi'nin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı
kılsınlar diye. Artık sen insanlardan birtakım gönülleri, onları sever
yap ve onları çeşitli meyvelerle besle ki şükretsinler... İhtiyarlık ça-
ğımda bana İsmail ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz
Rabbim duayı işitendir." (İbrâhîm, 35-39) Buna benzer ifadeleri, kurban
edilme kıssasını içeren Sâffât Suresi'nin ilgili ayetlerinde de gördük.
İbrahim Peygamber'in Yahudiliğine gelince, adı geçen iki müsteşrikin
bu iddiasını Kur'ân reddetmektedir: "Ey Ehlikitap, İbrahim hakkında
ne diye çekişip tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ancak ondan
sonra indirilmiştir. Anlamıyor musunuz?... İbrahim, ne Yahudi, ne de
Hıristiyan idi; ancak o hanifti, Müslümandı, müşriklerden de de-ğildi."
(Âl-i İmrân, 65-67)
İkinci Kuşku: Yıldızlara tapan Sabiîlerle ilgilidir. Kur'ân İbrahim'in onların
ilâhlarıyla karşılaşmasını şu ifadelerle anlatır: "Üzerine gece çökünce,
İbrahim bir yıldız gördü, 'Budur rabbim!' dedi..." Bunlar Harran
kentinde yaşıyorlardı. İbrahim oraya Babil veya Ur kentinden göç etmişti.
Bu da onun yıldızların ilâhlığını tartışmasının putlar hakkında
tartışmaya girmesinden, ardından putları kırmasından, bundan dolayı
ateşe atılmasından bir süre sonra gerçekleşmiş olmasını gerektirir.
Oysa bu durum, onun putlara tapanlarla tartışması ile yıldızlara tapanlarla
tartışmasının, -daha önce işaret edildiği şekliyle- ortaya çıkıp
babasına ve soydaşlarına katılmasından sonraki iki gün içinde gerçekleştiğini
ifade eden ayetlerle uyuşmamaktadır.
Ben derim ki: Bu, gerçekte ayetlerin açıklaması bağlamında yer verdiğimiz
tefsirle ilgili bir kuşkudur; kitabın aslına yönelik bir kuşku değildir.
Ayrıca bu değerlendirmede, tarihin kesin olarak kanıtladığı ve mantığın
zorunlu gördüğü bir gerçek göz ardı edilmiştir. Mantığın zorunlu
gördüğü husus şudur: "Bir memleket düşünün ki, büyük şehirlerinin
bazısında Sabiîlik gibi o dönemde yayılmış bulunan bir din ağırlıkta
olsun ve ülkenin başka yerlerinde bu dine bağlanan gruplar bulunmasın."
Böyle bir şey mümkün değildir.
Tarihe gelince, Sabiîliğin de tıpkı putperestlik gibi Babil'de yaygın
olduğundan, orada yıldızların adına kurulan birçok tapınakların bulunduğundan,
bu yıldızlara nispet edilen putların bu tapınaklara yerleştirildiğinden
söz etmektedir. Babil ve civarıyla ilgili tarihlerde M. Ö. üç bin iki yüz yıl önce Güneş
Tanrısı ve Ay Tanrısı adına bir
tapınağın kurulduğu belirtilmektedir. Hamurabî yasalarının yazıldığı
yazıtlarda Güneş Tanrısı'ndan ve Ay Tanrısı'ndan bahsedilir. Bu da
İbrahim Peygamber'in (a.s) yaşadığı döneme yakın bir zaman kesitinde
gerçekleşmiştir.
Daha önce Ebu Reyhan Birunî'nin "el-Asâr'ul-Bakiye" adlı eserinden1
şu alıntıyı yapmıştık: "Yuzasef Hindistan topraklarında Tahmu-res'in
tahta çıkışından bir yıl sonra ortaya çıktı ve Farsça yazıyı icat etti.
Halkı Sabiîlik dinine davet etti. Birçok insan da ona tâbi oldu. Belh
bölgesini yurt edinmiş Pişdadî kralları ve kimi Keyanîler güneşi, ayı,
yıldızları ve genel unsurları (toprak, su, ateş ve rüzgar) kutsuyorlardı.
Beştasef'in tahta gelişinin üzerinden otuz sene geçip Zerdüşt'ün ortaya
çıkmasına kadar bu durum devam etti."
Birunî devamla şunları söylüyor: "Tabiattaki plânı, düzeni feleğe ve
gökcisimlerine mal ederler. Bunların canlı olduklarına, konuştuklarına,
duyduklarına ve gördüklerine inanırlar. Nurlara büyük saygı
gösterirler. Dimaşk Camii'nin avlusundaki mihrabın üstündeki kubbe
onların eseridir. Burası eskiden onların tapınaklarıydı. Yunanlılar
ve Romalılar onların dinleri üzereydiler. Sonra burası Yahudilerin eline
geçti, onu kendi tapınakları olan havraya dönüştürdüler. Ardından
Hıristiyanların eline geçti, onu kilise yaptılar. Derken İslâm geldi
ve bölge Müslümanların eline geçti. Müslümanlar burayı camiye
dönüştürdüler."
"Sabiîlerin çeşitli heykelleri ve putları vardı. Bunlara belli şekiller verir,
güneşin adlarıyla anarlardı. Nitekim Ebu Ma'şer el-Belhî, tapınaklara
ilişkin eserinde, Ba'lebek heykelinin güneş adına dikildiğinden
söz eder. Kıran heykelinin de ay adına dikildiğini belirtir. Onu yuvarlak
bir halka şeklinde yapmışlardı. Heykelin yakınında 'Selemsin' adında
bir köy vardı. Bu köyün eski adı 'Senem Sin'di. Yani 'Ay Putu'.
Bölgede diğer bir köy daha vardır ki, adı 'Tara Uz'dur. Yani, Zühre Kapısı."
1- Bakara Suresi, 62. ayetin tefsiri bağlamında, "Sabiîlerle İlgili Tarihsel Bir Araştırma"
bölümü.
"Denildiğine göre, içindeki putlarla birlikte Kâbe onlara aitti. Bu putlara
tapanlar da Sabiîliğe mensuptular. Lat putunu Zuhal adına, Uzza
putunu da Zühre adına dikmişlerdi." (Ebu Reyhan Birunî'den aktardıklarımız
burada sona erdi.)
Mes'udî'ye göre, Sabiîlik dini, putperestliğin bir tür dönüşmüş, evrimleşmiş
şeklidir. İkisinin de kaynağı bir olduğu için, Sabiîliğin de putperestliğe
dönüşmesi mümkündür. Putperestlerin de Güneş, Ay ve
Zühre Yıldızı ile diğer yıldızlar adına dikilen putlara kulluk sundukları
olurdu. Bunu onların ilâhlarına, oradan da ilâhlar ilâhına yaklaşmak
amacıyla yaparlardı.1
Müruc'uz-Zeheb'de diyor ki: "Hindistan'ın, Çin'in ve başka bölgelerin
halkının büyük çoğunluğu yüce Allah'ın cisim olduğuna inanırdı. Onlara
göre melekler de cisimdiler, her birinin kendine göre ölçüsü vardı.
Allah ve melekler göklerin arkasına gizlenmişler. Bu inançlarından
dolayı yüce Allah'ı temsil ettiğine inandıkları heykeller ve putlar yaptılar.
Değişik şekil ve biçimlerde melekleri temsil eden heykeller edindiler.
Bazılarını insan şeklinde, bazısını da daha başka şekillerde yaparak
kulluk sundular. Bunlara kurbanlar adadılar, adaklar sundular.
Çünkü onlara göre, bu heykeller yüce Allah'a benziyorlardı ve O'na
yakındılar."
"Bir süre böyle devam ettiler. Birkaç asır bu inançları sürdü. Derken
aralarında çıkan bazı filozoflar Allah'a gözle görünen en yakın cisimlerin
felekler ve yıldızlar olduklarını söylediler. Onlara bunların canlı
ve kavrama yeteneğine sahip olduklarını belirttiler. Melekler bu yıldızlarla
Allah arasında gidip gelmektedirler. Bu âlemde meydana gelen
her şey, Allah'ın yıldızlar için belirlediği kader doğrultusunda meydana
gelmektedir. Böylece yıldızları ululadılar, onlara kurbanlar sunmaya
başladılar. Bunu yaparken yıldızlardan birtakım çıkarlar umuyorlardı.
Bu inanışları da uzun süre devam etti."
"Yıldızlar gündüzleri gözden kayboldukları, geceleri de bazı engellerden
dolayı gizlenmek durumunda kaldıkları için, aralarındaki bazı filozoflar
bunları temsil eden, onlara benzer heykeller yapıp dikmeleri-
ni istediler. Bunun üzerine ünlü büyük yıldızlar adına birtakım heykeller
yaptılar. Bir grubu bu yıldızlardan birini ululuyordu, ona birtakım
adaklar sunuyordu. Buna karşılık bir başka grup, diğer bir yıldıza daha
değişik adaklar takdim ediyordu. İnanışlarına göre, herhangi bir
yıldız adına dikilen bir puta kulluk sundukları zaman yüceler âlemindeki
bu cisimler hareketlenerek istediklerini yerini getirirlerdi. Her
put için ayrı bir tapınak inşa ettiler. Bu tapınakları adı geçen yıldızların
isimleriyle isimlendirdiler."
"Bazıları Kâbe'nin Zuhal Yıldızı adına yapılan bir tapınak olduğunu
sanmışlardır. Bu evin aradan geçen onca zamana rağmen saygı görerek
ayakta kalmasının nedeni Zuhal Yıldızı adına kurulan bir ev olmasıdır.
Zuhal onun korumasını üstlenmiştir. Çünkü Zuhal, kalıcılık
ve değişmezlik ifade eder. Bu yüzden Zuhal'a ait olan bir şey yok olmaz,
çürümez, eskimez; her zaman saygı görür. Daha bunun gibi bir
sürü asılsız şey söylemişlerdir ki, biz, bu çirkin tanımlamalara yer
vermekten imtina ettik."
"Aradan uzun bir zaman geçince, kendilerini Allah'a yaklaştırıyorlar
diye putlara ibadet etmeye başladılar. Yıldızlara yönelik kulluk sistemini
ortadan kaldırdılar. Bu durum böyle devam etti. Derken Hindistan'da
Yuzasef adında biri ortaya çıktı. Bu adam Hindistanlıydı. Yuzasef
Hindistan'dan ayrılarak Sind bölgesine yerleşti. Oradan Sicistan'a
ve Zabulistan'a geçti. Orası Kebuk oğlu Firuz'un ülkesiydi. Sonra Sind'e
ve Kirman'a geçti."
"Peygamberlik iddiasında bulundu, Allah'ın elçisi olduğunu iddia etti.
Allah ile insanlar arasında aracı olduğunu söyledi. Derken Fars ülkesine
geldi. Bu sırada Fars kralı Tahmures tahttaydı. Bazılarına göre,
onun Fars ülkesine gelişi, Cem zamanına rastlıyor. Bu kitabın az önceki
bölümünde belirttiğimiz gibi, Sabiîlik dinini ilk ortaya atan kişi
budur."
"Yuzasef insanlara bu dünyadan el etek çekmeyi tavsiye etti; bu âlemden
daha yukarı olan şeylerle uğraşmalarını emretti. Çünkü insanların
başlangıcı ve sonu yukarı âlemlerdi. Yuzasef halk arasında
putperestliği yeniden canlandırdı. Çeşitli hile ve aldatma yöntemleriyle
putperestliği, putlara secde etmeyi insanlara çekici ve doğru
gösterdi."
terdi." "Bu bilimlerde uzmanlık derecesine ulaşmış kişiler, kralların yaşamlarını
bilen bilgeler demişlerdir ki: Ateşi ilk kutsayan ve insanları ona
saygı göstermeye davet eden ilk kral Cem'dir. Cem insanlara şunu
söyledi: Ateş güneşin ve yıldızların ışığına benziyor. Ona göre, aydınlık
karanlıktan iyiydi. Aydınlık için çeşitli dereceler öngördü. Sonra onun
ardından insanlar arasında ihtilâflar, çekişmeler baş gösterdi. Her
grup kendilerini Allah'a yaklaştırdığına inandığı ibadet sistemini üstün
tutarak diğerleriyle mücadele etti."
Ardından Mesudî, onlarca kutsal sayılan yedi tapınaktan söz eder:
"Bunlar; Kâbe (Zuhal adına yapıldığına inanılır), İsfahan'da Mars dağında
bulunan ev, Hindistan'da Mendusan evi, Belh kentinde Ay adına
yapılan Nevbahar evi, Yemen'de San'a kentinde Zühre adına kurulan
Gamdan evi, Güneş adına Fergane'de kurulan Kavusan evi, Yukarı
Çin'de ilk illet adına kurulan ev."
"Yunanlıların, Romalıların, Sakaliblerin kutsadıkları evleri vardı ve
bunları yıldızların adına kurmuşlardı. Romalıların Tunus'ta Zühre Yıldızı
adına kurdukları evi buna örnek verebiliriz."
Mes'udî, Harranilerin1 yani Sabiîlerin akıl sahibi cevherler ve yıldızlar
adına kurdukları heykellerinin olduklarını anlatır. Bunlara ilk illet
heykelini ve akıl heykelini örnek verebiliriz. Sabiîlerin heykelleri arasında,
Silsile Heykeli, Suret Heykeli ve Nefis Heykeli de yer alır. Bunlar
yuvarlıktılar. Zuhal Heykeli altıgen şeklindeydi. Müşteri Hey-keli
üçgen; Merih Heykeli dikdörtgen, Güneş Heykeli kare, Utarid Heykeli
de üçgen şeklindeydi. Zühre Heykeli ise dikdörtgen içinde üç-gen şeklindeydi.
Ay Heykeli sekizgen şeklindeydi. Sabiîlerin anlat-tı-ğımız gibi
birtakım gizledikleri sırları vardı. (Mes'udî'nin Müruc'uz- Zeheb'de söyledikleri
bundan ibaretti.) Şehristanî'nin el-Milel ve'n-Nihal adlı eserinde
de buna yakın şeyler anlatılır.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar açıklığa
kavuşuyor:
-----------------------------
1- Harranîlik ismi bütün Sabiîler için kullanılır; bunun nedeni Harran'ın bu dinle ün
salmış olmasıdır.
1- Putperestler, ilâhlar ve varlık türlerinin tanrıları adına dikilen putlara
taptıkları gibi yıldızlar, güneş ve ay adına dikilen putlara da tapıyorlardı.
Bunların isimlerini verdikleri heykelleri vardı. Hz. İbrahim'in
yıldızlara, aya ve güneşe tapma hususundaki tartışması, yukarıda yer
verdiğimiz bazı rivayetlerde belirtildiği gibi, Babil veya Ur ya da
Kusariya beldesinde yaşayan bazı Sabiîlerle olabileceği gibi,
Sabiîlerle değil de yıldızlara, Ay'a ve Güneş'e kulluk sunan ve bunların
aracılığıyla Allah'a yaklaşmayı uman putperestlerle de olabilir.
Ayrıca bu olayla ilgili Kur'ân ayetlerinden açıkça şunu anlıyoruz: Hz.
İbrahim (a.s) babası ve soydaşlarıyla tartışır, onların verdikleri ezalara
ve uyguladıkları baskılara Allah adına katlanır. Nihayet onlarla ilişkisini
keser, yurtlarından hicret ederek, kutsal topraklara yerleşir. Yani
onların topraklarından ayrılıp önce Harran'a, sonra da kutsal topraklara
yerleşmiş değildir. Tarih kitaplarında onun önce Harran'a, sonra
kutsal topraklara göç ettiğine ilişkin olarak yer alan bilgilerin Tevrat
veya İsrailiyat menşeli güvenilmez başka kaynakların dışında dayanağı
yoktur. Taberî tarihini ve başka kaynakları inceleyenler bunu açık
bir şekilde gözlemleyebilirler.
Kaldı ki, bazıları Tevrat'ta sözü edilen Harran'ın Fırat ve Habur arasında
Babil'e yakın bir kent olduğunu, Şam yakınlarındaki bugünkü
Harran olmadığını söylemişlerdir.1
Yine Mes'udî'nin belirttiğine göre, "Sabiîlerin büyük tapınaklarından
şimdiye kadar -Mes'udî'nin yaşadığı zaman, yani üç yüz otuz iki senesi-
kalanı, Harran'da Rıkka kapısında ayakta duran tapınaktır. Buraya
Mağlitiya adı verilir. Onlara göre bu, İbrahim'in babası Azer'in heykelidir.
Bu arada halk arasında Azer ve oğlu İbrahim'le ilgili birçok hikâye
dolaşıyordu." Yalnız bunların sözleri hiçbir şeyin kanıtı olarak ele
alınamaz.
2- Putperestler güneşe, aya ve yıldıza taptıkları gibi, Sabiîler de güneş,
ay ve yıldızların dışında ilk illet, akıl ve nefis gibi varlıklar adına
evler kuruyor, heykeller dikiyor, tıpkı putperestler gibi onlara kulluk
sunuyorlardı. Herodotos, tarihinde Babil tapınağını tasvir ederken,
onun sekiz burcunun bulunduğunu, bunların bazısının bazısının üzerinde
bina edildiğini, en son ve en yukarıdaki burcun üzerinde geniş
bir kubbe bulunduğunu, orada sadece büyük bir tahtın bulunduğunu,
karşısında da altından bir masanın yer aldığını, kubbede heykel ve
put adına bir şeyin bulunmadığını, tapınakta sadece bir kadının olduğunu,
halkın bu kadının Allah tarafından hizmet için seçtiğine inandığını
belirtir.1
Herodotos'un tasvir ettiği bu tapınak, biçim ve şekillerden tenzih edilen
ilk illet adına kurulmuş olması ihtimal dahilindedir. Gerçi Mes'-
udî'nin de belirttiği gibi, Sabiîler ilk illeti de kendi vehimlerinden kaynaklanan
biçim ve şekillerde tasvir etmekten geri durmuyorlardı.
Ancak bilinen bir şey vardır ki, filozofları Allah'ı cismanî biçim ve şekillerden
tenzih ederlerdi. O'nu maddî niteliklerden uzak sayarlardı.
O'na yaraşır sıfatlarla tavsif etmeye çalışıyorlardı. Ancak onlar normal
halktan yüce Allah'la ilgili inançlarını gizleme gereğini duyuyorlardı.
Böyle davranmalarının nedeni ya insanların bu tür gerçekleri
algılama yeteneğinden yoksun olmasıydı, ya da hakkı gizlemelerini
gerektiren siyasal amaçlar uğruna böyle davranıyorlardı.
-------------------------
1- Herodotos, Yunanlı tarihçi. Bu kitabı M. Ö. beş yüz tarihlerinde yazmıştır.
84- Biz ona İshak'ı ve (İshak'ın oğlu) Yakub'u hediye ettik; hepsini de
doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan Davud'u,
Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik.
Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz.
85- Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de
iyilerden idi.
86- İsmail'i, el-Yesa'ı, Yunus'u ve Lut'u da (doğru yola ilettik). Hepsini
âlemlere üstün kıldık.
87- Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını
da. Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik.
88- İşte bu, Allah'ın hidayetidir; kullarından dilediğini onunla hidayete
erdirir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta oldukları
amelleri elbette boşa giderdi.
89- İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (yargı yetkisi) ve peygamberlik
verdiğimiz kimselerdir. Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları
inkâr etmeyecek bir topluluğu, bunlara vekil bırakmışızdır.
90- İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna
uy. De ki: "Ben ona karşılık sizden bir ücret is-temiyorum. O, sadece
âlemlere bir öğüt ve hatırlatmadır."
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu ayetlerin önceki ayetlerle bağlantılı olduklarını belirtmeye gerek
yoktur. Bu bakımdan ayetleri, İbrahim Peygamber'le (a.s) ilgili açıklamaların
tamamlayıcısı olarak algılayabiliriz. Bu ayetlerde, İbrahim
Peygamber'e ve onunla birlikte isimleri geçen bazı peygamberlere
yönelik ilâhî nimetler ve iyilikler söz konusu edilmiştir; bunu, "Biz ona
İshak'ı ve Yakub'u da hediye ettik.", "Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz.",
"Hepsini âlemlere üstün kıldık." ifadelerinden ve ayetlerde
geçen diğer ifadelerden algılıyoruz. Fakat ayetlerin amacı, sırf
adı geçen peygamberlere yapılan iyilikleri sayıp dökmek değildir. Nitekim
bazı müfessirler böyle bir yanılgıya düşmüşlerdir. Aksine ayetlerin
ana hedefi, fıtrî tevhide uymayı, ilâhî hidayetle doğru yola erişmeyi
de beraberinde getiren büyük nimetlere ve olağanüstü güzelliklere
dikkat çekmektir.
Zaten insanların yaratılış sistemleri olan fıtratın öngördüğü tevhit
meselesini açıklamayı esas alan bu surenin amacına uygun düşen de
budur. Daha önce söylemiştik: Surenin buraya kadar sunulan ayetleri
açısından İbrahim kıssası, genel bir açıklamaya ilişkin bir örnek konumundadır.
Ayetlerin akışı içinde tevhid inancının açıklanmasına ek olarak,
tevhid inancının kesintisiz bir zincir şeklinde halkaları birbirine geçmiş
vaziyette insanlar arasında korunduğuna da işaret edilmektedir.
Bu inanç, ilâhî yol göstericilik ve özel rabbanî itina ile insanlar arasında
canlı ve etkin tutulmaktadır. Bunun aracılığıyla yüce Allah ilâhî
fıtratı korumayı hedeflemiştir; insanların yaratılışına esas oluşturan
fıtratın şeytan menşeli heva-hevesin rüzgarıyla yok olup gitmesine
engel olmuştur. Bu sayede fıtratın büsbütün etkisizleştirilmesinin önüne
geçil-miş, yaratılışın amacının geçersiz kılınması tehlikesi bertaraf
edilmiştir; insanlığın yaratılışının boşuna olmasının önüne geçilmemiştir.
Bunu şu ifadelerden algılayabiliriz: "ona hediye ettik...",
"Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan... doğru yola iletmiştik.", "Onların
babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da.",
"Eğer onlar, bunları inkâr ederse..."
Bu ayetlerin akışı ile birlikte ilâhî yol göstericiliği başkalarından ayıran
temel özellikler belirginleşiyor. Bunlar; seçilme, dosdoğru yol üzere
olma, kitap, hikmet ve peygamberliğin verilmesidir. İnşaallah bunları
ileride açıklayacağız.
84) Biz ona İshak'ı ve Yakub'u hediye ettik; hepsini de doğru yola ilettik.
İshak, İbrahim'in oğludur. Yakub da İshak'ın oğludur. (Selâm üzerlerine
olsun.) "Kullen hedeyna=Hepsini doğru yola ilettik" ifadesinde,
kullen=hepsi" kelimesi "hedeyna" kelimesinden öne geçiriliyor ki,
bununla doğru yolu göstermenin her biri için ayrı ayrı gerçekleştiğine,
sırf İbrahim'e yönelik olarak gerçekleşip de diğerlerinin bu hususta
ona tâbi olmaları gibi bir durumun olmadığına delâlet etme amacı
güdülmüştür. Bazılarının da söylediği gibi, bu ifade şu anlamı ifade
eder: İbrahim'e doğru yolu gösterdik, İshak'a doğru yolu gösterdik ve
Yakub'a doğru yolu gösterdik."
Daha önce de Nuh'u... doğru yola iletmiştik.
Burada yol gösterme zincirinin halkalarının birbirilerinden kopuk olmadıklarına
ve bunun başlangıcının da İbrahim (a.s) olmadığına işaret
ediliyor. Rahmet ondan önce Nuh'u (a.s) da kapsamına almıştı.
Onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Ha-
Çünkü lafzen en yakın merci olabilecek isim odur. Ve çünkü
bazılarının da söylediği gibi sayılanlar arasında Lut ve İlyas gibi İbrahim'in
soyundan gelmeyen peygamberler de vardır.
Denebilir ki: Zamir İbrahim'e dönüktür. Lut ve İlyas isimleri de tağlip
sanatı uyarınca onun soyundan kabul edilmişlerdir. [Yani çoğunluk
esas alınarak genelleme yapılmıştır.] Nitekim yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik. Onun
nesli içine peygamberlik ve kitap koyduk." (Ankebût, 27)
[Ayetin orijinalinde geçen "zürriyyetihi" kelimesindeki zamir, İbrahim-
'e dönüktür.] Ya da denebilir ki: Ayette soyundan geldikleri ifade edilenler,
sadece altı peygamberdir. Sonraki ayette söz konusu edilen
peygamberler kastedilmemiştir; sonraki ayetlerde geçen "Zekeriyya"
ve "İsmail" isimleri de "min zürriyyetihi=onun soyundan" ifadesine atfedilmişlerdir;
"Davud" ismine değil. Ama bu değerlendirme ayetlerin
akışı ile bağdaşmamaktadır.
"Biz, iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz." Ayetten anladığımız
kadarıyla bu ödülden maksat, ayette sözü edilen ilâhî yol göstericiliktir.
"Böyle" nitelemesiyle de buna işaret edilmiştir. Bunun yanında
uzak bir nesneyi göstermede kullanılan "kezâlike" işaret zamirinin
kullanılması, bu yol göstericiliğin önemine vurgu yapma amacına
yöneliktir.
Bu bakımdan ifadeyi şu ayete benzetebiliriz: "Allah böyle örnekler verir."
(Ra'd, 17) Demek isteniyor ki, biz güzel davrananları bu örnek
doğrultusunda ödüllendiririz.
85) Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de
iyilerden idi.
Önceki bölümlerde "ihsan" ve "salâh" kavramlarının anlamları
hakkında geniş açıklamalarda bulunmuştuk. Nuh'un soyundan gelen
peygamberler arasında, onunla sadece anne tarafından akrabalığı
bu-lunan İsa'nın da adının geçmesi, Kur'ân'ın kızları ve onların
soyundan gelenleri adamın gerçek soyu olarak değerlen
dirdiğinin apaçık ifadesidir. Daha önce benzeri bir çıkarsamayı, miras
ve evlenilmesi yasak olan kadınlar konularını içeren ayetleri
incelerken elde etmiştik. Aslında konunun devamı vardır. İnşaallah
önümüzdeki "Ayetlerin Hadisler Işığında Açıklaması" bölümünde
bu hususla ilgili açıklamalara yer vereceğiz.
86) İsmail'i, el-Yesa'ı, Yunus'u ve Lut'u da (doğru yola ilettik). Hepsini
âlemlere üstün kıldık.
Ayetten anladığımız kadarıyla "İsmail"den maksat, İbrahim'in oğlu ve
İshak'ın kardeşi İsmail Peygamber'dir. El-Yesa' -veya diğer bir telaffuzla
el-Leysa'- yüce Allah'ın daha önce de ismini İsmail Peygamber'-
le birlikte zikrettiği İsrailoğulları peygamberlerinden biridir: "İsmail'i,
Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendi." (Sâd, 48) Ama Kur'ân'da
bunun dışında, onun kıssası ile ilgili olarak herhangi bir açıklama yer
almaz.
"Hepsini âlemlere üstün kıldık." Âlem; bir insan topluluğu anlamını
ifade eder. Arap âlemi, Acem âlemi, Rum âlemi gibi. Âlemlere üstün
kılınmalarının anlamı ise, konumları itibariyle dönemlerinin topluluklarının
önüne geçirilmeleridir. Çünkü ilâhî hidayet, aracısız ve dolaysız
olarak onları kapsamına almıştır. Fakat diğer insanları, onlar aracılığıyla
ilâhî rahmet kuşatmıştır. Onların âlemlere üstün kılınmaları ile
anlatılmak istenen hususun şu olması da ihtimal dahilindedir: Onlar,
ilâhî fıtrî yol göstericilik aracılığıyla doğru yolu bulmuşlardı; bu noktaya
gelişlerinde hiç kimsenin aracılığı söz konusu değildi. Böylece gerek
kendi dönemlerinde, gerekse kendilerinden sonraki dönemlerde
yaşayan insanlara göre üstün bir konuma gelmişlerdi. Çünkü ilâhî yol
göstericiliğin aracısız olarak insana ulaşması bir nimettir. Bu nimete
kavuşan kimse ona kavuşmayan kimselere göre bir adım önde olur.
Bu nimet ayetlerde zikredilen peygamberlerin kendilerini izleyen atalarını,
soylarını ve kardeşlerini de kapsamına almıştır. Dolayısıyla onlardan
meydana gelen insanlar topluluğu, ilâhî üstün kılma sayesinde
geri kalan tüm insan topluluklarından üstündürler.
Kısaca söyleyecek olursak, bu üstün kılmanın özü, aracısız olarak
bu ilâhî yol göstermeye muhatap olmaktır. Peygamberler, hiçbir aracı
olmaksızın bu yol göstericilikten yararlandıkları için diğer in-
sanlardan üstün kılınmışlardır. Eğer peygamberlerin dışında, örneğin
Kur'ân'ın çeşitli ayetlerinden anlaşılacağı gibi, meleklerin veya
"Hani bir zaman Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamıştı."
(Bakara, 124) ayetini incelerken vurguladığımız gibi -tefsirimizin birinci
cildinin ilgili bölümüne baş vurulabilir- Ehlibeyt İmamlarının da
böyle bir nimetle aracısız olarak ödüllendirildiklerini varsayarsak,
bu durumda peygamberler (hepsine selâm olsun) bu açıdan onlardan
üstün olmazlar. Fakat hidayetten ayrı olarak başka bir açıdan
onlardan üstün olmaları mümkündür.
Bundan da anlaşılıyor ki, bazılarının bu ayetleri kanıt göstererek peygamberlerin
meleklerden üstün olduklarını söylemeleri yerinde değildir.
Yine şunu anlıyoruz ki, üstün kılmaktan maksat, hiç kimsenin aracılığı
söz konusu olmaksızın özel ilâhî yol göstermenin kendilerini kapsamasıdır.
Seçilmişlikleri, dosdoğru yol üzere oluşları, kitap, hikmet
ve peygamberlik verilmişlikleri ise, ayette üzerinde durulan üstün
kılma olgusu bazında ele alınmış değildirler.
Biliniz ki, bu üç ayette yüce Allah'ın isimlerini zikrettiği peygamberler
-ki sayıları on yediyi bulur- sıralanırken bu sıralamada yaşadıkları
zaman veya mertebe ve üstünlük derecelerinin esas alınmadığı
açıkça görülmektedir. Aralarında Nuh, Musa ve İsa gibi peygamberlerin
de adı geçiyor. Bunlarsa Kur'ân'ın da tanıklığıyla isimleri zikredilen
diğer peygamberlerden üstündürler. Nitekim tefsirimizin ikinci
cildinde peygamberlik konusunu incelerken bu noktanın üzerinde
durmuştuk. Buna rağmen tefsirini sunduğumuz bu ayetlerde
diğer peygamberlerden bazılarının isimleri onların isimlerinden önce
zikredilmiştir.
el-Menar tefsirinin yazarı, bu üç ayette ismi geçen peygamberler arasında
on dört tanesinin sıralanışını bir şekilde yorumlamıştır. Özetle
şunları söylüyor:
"Yüce Allah burada adı geçen peygamberleri, aralarında ortak olan
bir anlam esasınca üç gruba ayırmıştır: Birinci grup; Davud, Süleyman,
Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun'dur. Bunların ortak özellikleri ve
aynı kategoride zikredilmelerini gerektiren ortak anlam; yüce Al
lah'ın nebilik ve resullük nitelikleri ile beraber onlara, mülk, emirlik,
hâkimiyet ve egemenlik de vermesidir. Başta Davud ve Süleyman'ın
isimleri zikrediliyor. Çünkü onlar bol nimetlere kavuşmuş zengin iki
hükümdardı. Arkasından Eyyub ve Yusuf'un isimleri geçiyor. Eyyub,
zengin, büyük bir servete sahip iyiliksever bir emirdi. Yusuf ise, büyük
bir vezir ve dilediği tasarrufta bulunan yetki sahibi biriydi. Her ikisi de
darlıkla sınanmış, sabretmişlerdi; varlık ve nimetle sınanmış, şükretmişlerdi.
Bunlardan sonra da Musa ve Harun'un isimleri geçiyor.
Bu ikisi kendi kavimlerine egemendiler; ama kral değildiler."
"Bu üç ikiliden her biri bir meziyetle öne çıkmış ve buna göre sıralanmışlardır.
Bu sıralamada ya dünya nimetlerine kavuşmuşluk oranları
esas alınmıştır. Çünkü Davud ve Süleyman, Eyyub ve Yusuf'a göre
daha fazla dünya nimetlerinden yararlanmışlardı; Eyyub ve Yusuf da,
Musa ve Harun'dan daha fazla dünyanın güzelliklerinden istifade etme
imkânını bulmuşlardı. Ya da dinsel üstünlük esas alınmıştır. Bilindiği
kadarıyla Musa ve Harun, Eyyub ve Yusuf'tan üstündür. Bu ikisi
de Davud ve Süleyman'dan üstündür. Çünkü her ikisi de zorlukta
sabretmiş, varlıkta ve genişlikte şükretmişlerdir."
"İkinci grup; Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'tır. Bu peygamberler,
dünyadan tamamıyla el etek çekmeleriyle belirginleşmişlerdi.
Dünyanın lezzetlerinden yüz çevirmiş, çekici süslerine ilgi
göstermemişlerdi. Bu nedenle onlardan söz edilirken özel olarak
'salihler' niteliği kullanılmıştır. Bütün peygamberler salih ve iyiliksever
olmalarına rağmen bunları diğerleriyle karşılaştırdığımız zaman bu
niteliğin onlara daha çok yakıştığı hemen fark edilir."
"Üçüncü grup; İsmail, el-Yesa', Yunus ve Lut'tur. Bu peygamberlerin
isimleri en sonunda zikrediliyor, çünkü kendilerini farklı kılan bir
özellikleri yoktur. Meselâ, birinci gruba giren peygamberler gibi
dünyevî saltanat ve egemenliğe sahip değildirler. Öte yandan ikinci
gruptaki peygamberler gibi ileri boyutlarda dünyadan ve çekici süslerinden
yüz de çevirmemişlerdi." (Özetle el-Menar'dan alınan alıntı
sona erdi.)
Razî tefsirinde de buna yakın bir değerlendirme göze çarpmaktadır.
Şu kadarı var ki, el-Menar'daki değerlendirme Razî'nin yaptığı değer-
lendirmeye göre nispeten daha isabetlidir. el-Menar müellifine ve
Razî'ye birden vereceğimiz cevap şudur: Üçüncü gruptaki peygamberlerin,
kendilerini diğerlerinden ayıracak bir özelliklerinin olmadığı için
bir arada zikredildikleri doğru değildir. Çünkü yüce Allah İsmail'i (a.s)
kurban edilmek gibi ağır bir imtihandan geçirmişti. O, yüce Allah'ın
kendisini tâbi tuttuğu bu imtihana karşı büyük bir sabır örneği göstermişti.
Yüce Allah onun bu tavrına şöyle işaret ediyor: "Ona halîm
bir çocuk müjdeledik. Çocuk onun yanında koşma çağına erişince,
İbrahim ona: 'Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum ki ben seni kesiyorum;
düşün bak ne dersin?' Çocuk: 'Babacığım, sana emredileni
yap, İn-şaallah beni sabredenlerden bulacaksın.' dedi... Gerçekten bu,
apaçık bir sınav idi. Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.
Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." (Sâffât, 101-108)
Bunlar, yüce Allah'ın İsmail'e özgü kıldığı övünç veren üstün meziyetlerdir.
Apaçık bir sınavdır ki, onu bu özelliğiyle belirgin kılmıştır. Nitekim
yüce Allah kurban sunmayı, genel bir itaat formu olarak hac ibadetinin
temel uygulamalarından biri yapmıştır. Bununla insanlar İsmail'in
çektiği acıları ve Allah tarafından sınanışını anımsarlar. Bu,
aynı zamanda onun için geride kalanlar arasında iyi bir ündür. Kaldı
ki, saygı değer babası ile birlikte Kâbe'nin yapımına katkıda bulunması,
tek başına üstün bir meziyet olarak yeterlidir.
Öte yandan yüce Allah Yunus Peygamber'i (a.s) daha önce hiçbir
peygamberi geçirmediği ağır bir imtihandan geçirmiştir. Yunus Peygamber
büyük bir balık tarafından sağ olduğu hâlde yutulmuştur. O
bu karanlıklar içinde, "Senden başka ilâh yoktur, seni noksan sıfatlardan
tenzih ederim, ben zalimlerden oldum." diye seslenmişti.
Lut'a gelince, onun Allah tarafından imtihandan geçirildiği, Kur'-ân'da
anlatılır. Başlangıçta İbrahim Peygamber'le birlikte (her ikisine selâm
olsun) büyük sıkıntılara maruz kalmıştı. Derken onunla birlikte soydaşlarını
ve topraklarını terk etmişlerdi. Sonra Allah onu Sodom halkına
ve civar bölgelerin halkına peygamber olarak göndermişti. Burası
daha önce dünyada hiçbir toplulukta benzeri görülmemiş bir çirkin
hayâsızlığın, iğrenç bir fuhşun yuvasıydı. Nihayet bu iğrenç hayâsızlıklarından
dolayı tümünü kuşatan korkunç bir azap tepelerine inmiş ve Lut'un evi hariç tüm evler, hatta Lut'un karısı bile yerin dibine
geçirilmişti.
el-Yesa'a gelince, Kur'ân'da onunla ilgili bir açıklama yer almaz. Bazı
rivayetlerde onun İlyas Peygamber'in vasisi olduğu belirtiliyor. Onun
da Meryem oğlu İsa gibi soydaşlarına ölüleri diriltme, doğuştan kör ve
alacalıyı iyileştirme gibi mucizeler gösterdiği, yüce Allah'ın onun soydaşlarını
kıtlıkla ve büyük bir felâketle imtihan ettiği belirtiliyor.
O hâlde, ayetlerde isimleri geçen peygamberleri, özelliklerini baz alarak
kategorize ederken şunu söylemek daha yerinde olur: Altı peygamberin
yer aldığı ilk grubun ortak özellikleri risaletle birlikte hükümdarlık
ve liderlik niteliklerine sahip olmalarıdır. İkinci grupta yer
alan dört peygamberin ortak özellikleri ise, dünyadan el etek çekmeleri,
dünyanın çekici süslerine iltifat etmemeleridir. Üçüncü grupta
yer alan dört peygamberin ortak özellikleri ise, yüce Allah'ın onlara
farklı özellikler vermekle birlikte büyük sınavlardan geçirmesidir. Bu
peygamberlerin her biri kendisini diğerlerinden ayıran bir niteliğiyle
temayüz etmiştir. Bununla beraber Allah doğrusunu herkesten daha iyi
bilir.
Bu arada el-Menar müellifinin Musa ve Harun'un, Eyyub ve Yusuf'a,
bunların da Davud ve Süleyman'a üstün kılınışlarını yorumlama bazında
söyledikleri, ayrıca "salâh" kavramını züht ve ihsan anlamına
alması hiçbir dayanağı olmayan yakıştırmalardır.
87) Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını
da.
Bu ifade daha önce yaptığımız şu değerlendirmeyi destekler mahiyettedir:
Maksat, ilâhî yol göstericilik silsilesinin kesintisiz olarak devam
ettiğini açıklamaktır. Çünkü geride kalanlar, zikredilenlere babalık,
oğulluk veya kardeşlik niteliğiyle irtibatlandırılmışlardır; bu nitelikler
de kesintisizliği ifade ederler.
Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik.
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şunları söylüyor: Araplar:
"Cebeytu'l-mae fil havzi=Suyu havuzda topladım." derler. Suyu içinde
toplayan havuza "cabiye" derler. Çoğulda ise "cevab"in kelimesi kullanılır.
Çoğul kullanımı Kur'ân'da geçer. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Vecifan-i ke'l-cevab=Havuzlar kadar leğenler..." [Sebe', 13] Bu temel
anlamdan hareketle kinayeli olarak vergi toplama işi için de "cibaye"
kelimesi kullanılır. "Cebeytu'l-harace" yani vergi topladım. Bu ayet de
bu anlamın bir örneğidir: "Her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği."
[Kasas, 57] Bu maddenin türevi olan "ictiba" ise, seçerek toplamak anlamına
gelir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fectebahu Rabbuhu"
yani, "Rabbi onu seçti." [Nahl, 121]
Ragıp İsfahanî devamla şöyle der: Yüce Allah'ın bir kulu seçmesi,
ona özel bir ilâhî feyiz bahşetmesi anlamına gelir. Kul bu feyiz sayesinde
kendinden hiçbir çalışma olmadan türlü nimetleri elde eder.
Bu, peygamberlere, onlara yakın mertebelerde bulunan ve onlarla
birlikte anılan sıddıklara ve şehitlere özgü bir niteliktir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "İşte böylece Rabbin seni seçecek..." [Yûsuf,
6] "Rabbi onu (Yunus'u) seçti ve salihlerden kıldı." [Kalem, 50] "Onları
topladık ve onları dosdoğru yola ilettik." [En'âm, 87] "Rabbi onu seçti,
rahmetiyle ona dönüp tövbesini kabul etti ve onu doğru yola iletti."
[Tâhâ, 122] "Dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni doğru yola
iletir." [Şûrâ, 13] (Ragıp'tan yapılan alıntı sona erdi.)
Ragıb'ın "ictiba" kelimesinin anlamı bazında söyledikleri, bu kelimenin
kullanıldığı yerler göz önünde bulundurulduğunda isabetlidir;
ancak bu, yüce Allah'ın onlarla ilgili gerçekleştirdiği şeyle örtüştüğü
dikkate alınarak ileri sürülen kelimenin asıl anlamının gerektirdiği
şey-dir. Ayetlerin akışına baktığımızda, kelimenin asıl anlamının esas
alın-dığı yönünde bir düşünce belirmektedir zihnimizde. O da,
değişik, farklı ve ayrı yerlerden bir araya getirip toplamaktır. Böyle
olunca da, ifade, hemen sonrasında işaret edilen, dosdoğru yola iletme
olgusunun vurgulanmasına yönelik bir hazırlık işlevini görmüş
olur. Âdeta şöyle söylenmiş gibi: "Onları farklılıklarına rağmen bir araya
getirdik, toplanıp kaynaşınca da tümünü şu şu özelliklere sahip
dosdoğru yola ilettik."
Bunu söylüyoruz; çünkü daha önce de işaret ettiğimiz gibi, ayetlerin
akışı, ilâhî fıtrî yol göstericilik ile doğru yola iletilenlerin kesintisiz var
olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Buna uygun olan, ilkönce tümü için
bir birliğin ve tekliğin tasavvur edilmesi ve böylece bir araya gelmiş
olan bu topluluğun ilâhî rahmetin kapsamına girmesi ve topluca tek
bir yol gösterme ile doğru yola iletilmeleri ve tek bir yolu izlemelerine
imkân verilmesidir. Bu öyle bir yoldur ki, bu yolda temelde hiçbir farklılık
ve ihtilâf söz konusu değildir. Duruma göre değişmez. Zamanın
değişmesi onun temel niteliklerinde bir başkalaşıma yol açmaz. Parçaları
itibariyle de farklılaşmaz. Bu yolu izleyen kişilerin ve maksatlarının
değişmesi de yolu değiştirmez.
Yüce Allah'ın onları ilettiği yol, şeriatların zahirî itibariyle daralma ve
genişleme şeklinde birtakım farklılıklar arz etse de, bu, icmal, özetleme
veya ayrıntılandırma şeklinde değerlendirilmelidir. Burada belirleyici
olan bir diğer unsur da muhatap olan toplumun kapasitesinin
genişliği veya darlığıdır. Yoksa tümü bir gerçeklik esasında birleşmişlerdir.
O da fıtrî tevhittir. Ve yüce Allah'ın insan denen canlı türünün
yaratılışının temel fonksiyonlarından biri olarak öngördüğü kulluk bilincidir.
Bilindiği gibi, insanın yaratılışı, yaratılış itibariyle değişmez,
başkalaşmaz. Dolayısıyla insanın temel duyguları ve iradesi de
değişmez. Bu bakımdan insanın gözlemlenen duyuları, algılama yeteneği,
gizli eğilimleri ve fıtrî akıl dediğimiz muhakeme yeteneği hep
aynı tarzda işler; insan denen canlı türüyle ilgili olan ve onun çeşitli
yaşamsal ihtiyaçlarına dikkati çeken aşamalı olgunlaşma doğrultusunda
görüşler ve maksatlar değişse de insanın temel fonksiyonlarının
işleyiş tarzı değişmez.
İnsan her zaman yemeye, içmeye, giyinmeye, barınmaya ve cinsel ilişkiye
ihtiyaç duyar. Bencil nefsini rahatlatan şeyleri ister; nefsine acı
veren, zarar veren şeylerden tiksinir. Dünya hayatında mutluluk umar,
mutsuzluktan ve kötü akıbetlerden korkar. Her insanın dışa vuran
yaşama özellikleri, davranış biçimleri çağdan çağa, kuşaktan kuşağa
göre değişse de bu fıtrî özellik değişmez.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sen yüzünü Allah'ı birleyici
olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa ki insanları
ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru
din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30) Buna göre, insan
topluluklarına egemen olan ilâhî tek tanrıcı din, insan fıtratının yö-
neldiği, varoluşsal ihtiyaçlarından olduğunu algıladığı için insan yaratılışının
eğilim gösterdiği, öz doğasını mutlu edecek inanç ve amelleri
ona ilham eden, diğer bir ifadeyle hayatta mutlu olması için gerekli
olan bilgilere, ahlâk kurallarına ve amellere yönelten dindir.
Bu, değişmeyen, başkalaşmayan bir gerçektir. Çünkü varoluşsal fıtrata
dayanmaktadır. Fıtratı değiştirmenin, onu başka bir şekle sokmanın
imkânı yoktur. Dolayısıyla bu sistem durumlara, zamana göre
değişmez. Meselâ, bir durumda insanları mutluluğa yöneltirken bir
başka durumda yöneltmemesi, bir zamanda mutluluğu öngörürken
bir başka zamanda öngörmemesi söz konusu değildir. Fıtratın cüzleri
de birbirleriyle çelişmezler.
Sözgelimi tek tanrıcı hanif dininin bazı hükümleri ile diğer bazı hükümleri
arasında çelişme, zıtlaşma olmaz. Ya da bir kısmının diğer
bir kısmını geçersiz kılmasına neden olacak başka bir gelişme meydana
gelmez. Çünkü tümünün besin kaynağı tevhittir. Tevhitse, fıtrat
dininin hükümleri arasında en güzel dengeyi sağlar; tıpkı insan bedeninde
yer alan bazı güçlerin diğer bazısıyla uzlaşması ve bazısının
diğer bazısına baskın çıkması durumunda varoluş sisteminde öngörülen
yönetici bir gücün devreye girmesi ve her bir gücü insan yaşamında
olması gereken etkinlik ve ağırlık sınırlarına doğru çekmek
suretiyle denge işlevini görmesi gibi.
Bu yasalar, kişilere göre de değişmez. Egemen fıtrî yol göstericilikle
hidayete erenlerin hareket tarzları değişmez. Sonuncusunun çağrısı
ile ilkinin çağrısı arasında fark olmaz. Ama davetlerinin genel veya
ayrıntılı olması açısından farklılık göstermesi kaçınılmazdır. Burada
belirleyici olan, insanların yaşadıkları dönemlerin olgunluk ve ilerleme
bazında kat ettikleri mesafedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah katında din, İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19) "O size, dinden
Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'-
ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda
ayrılığa düşmeyin." (Şûrâ, 13)
Aynı şekilde din, maksatlar ve gayeler açısından da değişmez. Çün-kü
asıl amaç, değişik dinsel bilgilerin, üstün ahlâk ilkelerinin ve şer'î hükümlerin
dayandığı tevhittir. Yüce Allah bu hususta şöyle bu
yurmuştur: "İşte bu sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir. Rabbiniz de
benim. Yalnız bana kulluk edin." (Enbiyâ, 92) "Senden önce hiçbir peygamber
göndermedik ki ona: 'Benden başka tanrı yoktur, bana kulluk
edin.' diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiyâ, 25)
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan, "Onları doğru yola ilettik."
ifadesinin anlamı açıklığa kavuşuyor. Burada "sırat=yol" sözcüğü
nekre olarak kullanılmış, insanların zihninde belirecek şekilde tanımlanmamıştır.
Oysa, "Bizi dosdoğru yola ilet, nimet verdiklerinin yoluna."
(Fâtiha, 7) ayetinde belirli olarak kullanılmıştır. Tefsirini sunduğumuz
bu ayetteki belirsiz kullanımın amacı, zihinlerin dikkatini, bu
yolun doğruluk niteliğine sahip olduğuna yöneltmektir. Bir şeyin doğru
olması, nitelikleri ve özellikleri itibariyle aynı tarzda olması demektir.
O hâlde, onların iletildikleri yol, hiçbir açıdan ve hiçbir durumla
ilintili olarak farklılık göstermeyen tek bir yoldur. Çünkü bu yol, fıtrata
dayalıdır. Bir tür yaratılış sistemi olan insan fıtratı özü itibariyle
insanın varoluşsal amaçlarına yönelme bazında değişmez.
O hâlde dosdoğru yola iletilen bu peygamberler ilâhî güvence altındadırlar.
Yolun tehlikeleri ve sürçmeleri karşısında korunmaktadırlar.
Çünkü izledikleri yol, gittikleri istikamet bazen amaca ulaştırma, bazen
de amaçtan uzaklaştırma; bazen hakka yöneltme, bazen de batıla
götürme; bazen mutlu etme, bazen de mutsuz etme şeklinde farklı
özellikler arz etmez. Bilâkis bu yolun parçaları arasında bütünlük ve
durumları arasında eşitlik vardır. Hepsi de hakka dayanırlar, hakka
iletirler. Kişiyi hayrette bırakmazlar. Zulmün, mutsuzluğun ve günahın
kucağına atmazlar. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnananlar ve
imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar, işte güven sadece onlarındır
ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82)
88) İşte bu, Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini onunla hidayete
erdirir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta oldukları amelleri
elbette boşa giderdi.
Yüce Allah burada, adını zikrettiği peygamberlerini doğru yola iletmesine
esas kıldığı hidayetinin niteliğinin bunun özel hidayeti olduğunu
gösterdiğine işaret ediyor; bu özel hidayetle kullarından dilediklerini
hidayete erdirir.
O hâlde, bir yol göstericilik, Allah'tan olduğu zaman gerçek yol göstericilik
olabilir. Bir yol göstericilik de, kendisini izleyen insanları, hidayete
erenlerin yani Allah tarafından saygın birer konuma getirilen
peygamberlerin üzerinde birleştikleri dosdoğru yola ilettiğinde, aynı
şekilde bu yolun cüzleri arasında tek bir kelimeye yani tevhide çağrı,
hak mesajı egemen kılmak ve kulluk ve takva nitelikleriyle nitelenmek
açısından bütünlük arz etmesi durumunda Allah'ın yol göstericiliği
niteliğini hak eder.
Allah'ın elçilerini birbirinden ayırmayı, bazısına inanıp bazısına da inanmamayı
öngören yollara veya Allah'ın hüküm ve şeriatlarını birbirinden
ayırmayı, bazısını uygulayıp bazısını uygulamamayı öngören
yola veya insanların sosyal yaşamları bazında mutluluklarını garanti
etmeyen ya da insanı hiçbir mutluluk kazandırma ihtimali bulunmayan
hedeflere yönelten yollara gelince, bunlar Allah'ın hiçbir şekilde
hoşnut olmadığı yollardır. Bu yolları izleyenler fıtratın ana caddesinden
sapmışlardır. Sapıklığın uçurumlarına, heva ve heveslerin kaygan
zeminlerine yuvarlanmışlardır. Bu yollara yönelmeye, Allah'ın yol
göstericiliği ile hidayete erişmek denilemez.
Bakınız ulu Allah ne söylüyor: "Allah'ı ve elçilerini inkâr edenler, Allah
ile elçileri arasında ayırım yapmak isteyip, 'Bir kısmına inanırız, bir
kısmını inkâr ederiz.' diyenler ve bu ikisinin (iman ile küfrün) arasında
bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır."
(Nisâ, 150-151) "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr
mı ediyorsunuz? İçinizden bunları yapanların kazancı, dünya hayatında
ancak horluktan ibaret, kıyamet günüyse onlar daha çetin bir azaba
atılırlar." (Bakara, 85) "Allah'tan bir yol gösterici olmadan, yalnız
kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir? Muhakkak ki Allah,
zalim kavmi doğru yola iletmez." (Kasas, 50)
Burada demek isteniyor ki, bir yolda heva ve hevesin peşinden gidiliyorsa,
bu sapıklıktır, bunun insanı mutluluğa götürmesi mümkün değildir.
Buna Allah'ın hidayeti denmez. Çünkü bu yolda zulüm esastır.
Allah hiçbir zaman zulmün mutluluk için bir araç ve vesile olmasına
izin vermemiştir ve vermeyecektir de. Ayrıca mutluluk da zulüm aracılığıyla
ulaşılacak bir şey değildir.
Kısacası, Allah'ın yol göstericiliğinin bir özelliği, sapıklığı kapsamamasıdır.
Allah'ın hidayetine iletilmekle sapıklık bir arada olmaz. Allah'ın
hidayeti, salt bir yol göstericiliktir ve hemen arkasından salt
mutluluk gelir. Bu da kesintisiz, tükenmez bir bağıştır. Ama biz insanlar
arasında geçerli olan bağışların türünden değil. Çünkü insanlar
arasında geçerli olan bağışta, bahşedenin bahşettiği şeyle ilintili egemenliği
sona erir ve bu egemenlik bağışı alan insana intikal eder.
Dolayısıyla bağışlara karşılık, ister şükredilsin, ister nankörlük edilsin,
bağışı alan ona sahip olur.
Allah'ın bu bağışı, tevhid ve kulluk çizgisi üzerinde devam eder. Bu
hususta hiç kimsenin Allah'ı bir şeye zorlaması söz konusu değildir.
Kimse salt kulluk dışında bu bağıştan yana kendini güvende hissetme
hakkına sahip değildir. Bu nedenle ayetin sonunda şu ifadeye
yer verilmiştir: "Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmakta
oldukları amelleri elbette boşa giderdi." Burada özellikle şirkten söz
edilmesinin nedeni, konunun akışının tevhid ilkesi esasına göre devam
etmesidir.
89) İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (yargı yetkisi) ve peygamberlik
verdiğimiz kimselerdir.
Burada uzaklığı bildiren (ulâike) işaret zamirinin kullanılmış ol-ması,
işaret edilen kimselerin önemine ve yüksek makamlarına dikkat
çekmek içindir. Kendilerine kitap ve diğer hususların verilişiyle kastedilen
anlam, teker teker her birine kitap ve diğer hususların verilmesi
değildir; bilâkis maksat genel olarak ortak nitelikleri bazında
kendilerine kitap ve diğer hususların verilmiş olmasıdır. Çünkü aralarında
sözü edilen şeylerin bir kısmının verilmediği kimseler de vardır.
"Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik." ayetini tesir ederken
bu hususa değindik. Sözgelimi kitap, bunlar arasında sadece Nuh'a,
İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya (hepsine selâm olsun) verilmiştir.
Kur'ân'da kitap bir şekilde peygamberlere izafe edildiği zaman şeriatları
içeren suhufları ifade eder. Bununla da insanlar arasındaki ihtilâfların
çözümü hedeflenir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnsanlar
tek bir ümmetti. Sonra Allah müjdeciler ve uyarıcılar olarak
peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa
düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar
indirdi." (Bakara, 213) "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol
gösterme ve nur vardır... peygamberler... onunla hüküm verirlerdi...
Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen olarak
bu kitabı gerçek üzere indirdik." (Mâide, 44-48) Bunun gibi daha
birçok ayet örnek gösterilebilir.
Hüküm, önermenin cüzleri arasında yargı nitelikli ilişki kurmaktır.
"Falan kişi âlimdir." dememiz gibi. Şayet bu durum sosyal olgular
ve insanlar arasında rastlanagelen pratik meselelerle ilgiliy-se, ilişki
türü hüküm olarak nitelendirilir. Tıpkı önermenin kendisinin
de hüküm olarak nitelendirildiği gibi. "İnsanın şöyle yapması gerekir,
ona şunu yapması yasaktır, şunu yapabilir, şunu yapmasını
istiyorum veya istemiyorum." demek gibi. Gereklilik, yasaklama,
serbest bırakma, olumlu karşılama ve olumsuz görme hüküm olarak
nitelendirilir. Tıpkı bunları kapsayan önermelerin hüküm olarak
nitelendirilmeleri gibi. Toplumda yaşayan insanların başka ilişkilerden
kaynaklanan başka hükümleri de vardır. Mülk, başkanlık,
naiplik, kefillik, velilik gibi.
Şayet hükümle mastar anlamı kastediliyorsa, bu durumda hükmün
meydana getirilmesi ve konulması kastedilir. Bu da ya hükme bağlama
ve kanunlaştırma şeklinde olur; hukukçuların insanların uygulamaları,
hayatlarını ona göre düzenlemeleri, sosyal düzenlerini bunun
temeline göre korumaları için birtakım kanunlar koymaları gibi.
Ya da belirleme ve görüş şeklinde gerçekleşir. Yargıçların ve hâkimlerin
mahkemelerde ve davalarda malın falana ait olduğunu, falanın
haklı olduğunu belirlemeleri ya da fetva ehli olanların fetva verirlerken
çeşitli görüşler belirtmeleri gibi. Bu ifadeyle kimi durumlarda da
bir hükmün uygulanışı kastedilebilir. Valinin ve kralın valilik ve krallık
bölgelerinde istediklerini insanlara uygulatmaları gibi.
Kitapla birlikte zikredilmiş olmasını da göz önünde bulundurarak
ayette geçen "hüküm"le, yargı anlamının kastedildiğini düşünüyoruz.
Dolayısıyla kitap ve hükmün verilmiş olmasından maksat, dinsel
yasaların ve bu yasalar uyarınca insanlar arasında yargıda bulunma
yetkisinin verilmesidir. Bunu birçok ayetten de çıkarsamak
mümkündür: İnsanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm
vermek üzere hak kitaplar indirdi." (Bakara, 213) "Gerçekten Tevrat'ı
biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır. Allah'a teslim olmuş
peygamberler onunla... hüküm verirlerdi." (Mâide, 44) "Allah'ın
sana gösterdiği gibi insanlar arasında hüküm veresin diye." (Nisâ, 105)
"Ve Davud'u ve Süleyman'ı da an. Onlar, bir ekin hakkında hükmediyorlardı."
(Enbiyâ, 78) "Ey Davud, biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık.
İnsanlar arasında adaletle hükmet; keyfine uyma, sonra seni Allah'ın
yolundan saptırır." (Sâd, 26)
Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Gerçi İbrahim Peygamber'le
ilgili olan, "Rabbim bana hüküm ver ve beni salihlere kat."
(Şuarâ, 83) ayetini, kavramın genel anlamını esas alacak şekilde yorumlamanın
bir sakıncası yoktur.
Peygamberliğe gelince; daha önce, "İnsanlar tek bir ümmetti. Sonra
Allah peygamberleri... gönderdi." (Bakara, 213) ayetini incelerken,
bundan maksadın, özel ilâhî bir inayetle gaybî haberleri almak olduğunu
söylemiştik. Bunlar duyu organlarının ve algılama yeteneklerinin
ötesine ait haberlerdir. Allah'ın birliği, melekler ve ahiret günü
gibi.
Yüce Allah'ın peygamberler silsilesine bahşettiği bu üç niteliğin, yani
kitap, hüküm ve peygamberliğin Allah'ın hidayetinin tasvir edildiği bir
akışın kapsamında zikredilmesi, bunların Allah'ın yol göstermesinin
etkileri, sonuçları olduğunu, Allah'a ve ayetlerine ilişkin bilginin onun
aracılığıyla tamamlandığını gösterir.
Dolayısıyla bu akış içinde âdeta şöyle söylenmiştir: Bütün peygamberleri
üzerinde birleştirdiğimiz ve bütün âlemlerden üstün olmalarını
sağladığımız bu yol göstericilik, onları dosdoğru yola iletir, Allah'ın
yasalarını içeren kitabı onlara öğretir, onları destekler, insanlar
arasında hüküm vermekle yetkili kılar ve onlara gaybe ilişkin
haberler verir.
Bugün zihnimizde canlanan şekliyle kitap; bazı bilgilerin kalem, matbaa
veya başka bir araçla1 bir sayfaya veya birkaç sayfaya yazılması
sonucu ortaya çıkan şeydir. Fakat isimlerin kullanımında aslolan, bu
isimlendirmenin ilintili olduğu amaçlar olduğu için, isimlendirmenin
yapıldığı ilk zamanda bilinmeyen şeyleri de kapsayacak şekilde zamanla
isimin daha geniş bir alanda kullanılması normal karşılanmıştır.
Kitaptan maksat, birtakım bilgilerin gerektiğinde baş vurulmak
üzere kayda geçirilmesidir. Bu anlam, elin kalemle kağıt üzerine yazı
yazması olgusunu kaçınılmaz kılmaz. Dolayısıyla bir insan bir yazıyı
hafızasında unutmadan tutabiliyorsa bu da kitaptır. Bunu ezberinden
dikte edebiliyorsa kitaptır. Bildiğimiz kalemle yazılan sayfalardan veya
levhalardan ibaret olması şart değildir.
İşte bu anlamsal genişlik esas alınarak Kur'ân'da kitap kelimesi peygamberlere
ilka edilen vahiy anlamında kullanılmıştır, özellikle bir
karar ve yasa içerenler için bunu söylüyoruz. Yine bu anlamsal genişlik
esas alınarak olayları ve olguları bir şekilde Allah katında kaydeden
şey anlamında da kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Sana mübarek kitabı indirdik." (Sâd, 29) "Ne yerde, ne de kendi canlarınızda
meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan
önce, bir kitapta olmasın." (Hadîd, 22) "Her insanın yaptıklarını boynuna
bağladık, kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap
çıkarırız: Kitabını oku." (İsrâ, 13-14)
Yüce Allah'ın, kelâmında kitabı kendine izafe ederek zikrettiği kitap
kavramı, bu üç kısım dışında bir anlam taşımaz. Ancak Tevrat'la ilgili
şu ifadeleri bunun dışında tutuyoruz: "Öğütte ve her şeyin açıklamasına
dair ne varsa hepsini Musa için levhalara yazdık." (A'râf, 145)
"Levhaları yere attı ve kardeşinin başını tuttu." (A'râf, 150) "Öfkesi dinince
Musa, levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için
yol gösterme ve rahmet vardı." (A'râf, 154)2
-----------------
1- Kitap kelimesinin elin kalemle yazdığı şeyler dışındaki olguları da kapsayacak şekilde
kullanılması, zamanla kazanılan bir anlam genişlemesi olsa gerektir.
2- Bu ayetlerde kitap kelimesinin yazılmış anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Birinci kısım: Peygamberlere (hepsine selâm olsun) indirilen kitap.
Az önce de işaret ettiğimiz gibi, bu kitap dinsel yasalar içermektedir.
Yüce Allah bu bağlamda Nuh'un (a.s) kitabından: "Onlarla beraber
hak kitaplar indirdi." (Bakara, 213) İbrahim Peygamber'le (a.s) Musa
Peygamber'in (a.s) kitabından: "İbrahim'in ve Musa'nın
sahifelerinde." (A'lâ, 19) İsa'nın (a.s) kitabı olan İncil'den: "Ona içinde
yol gösterme ve nur bulunan İncil'i verdik." (Mâide, 46) ve Hz. Muhammed'in
(s.a.a) kitabından: "Şunlar kitabın ve apaçık Kur'ân'ın ayetleridir."
(Hicr, 1) söz eder. Devamla buyurur ki: "Allah tarafından
gönderilen ve tertemiz sahifeler okuyan bir elçi. O sahifelerde doğru,
değerli kitaplar vardır." (Beyyine, 2-3) "(Bu ayetler) değerli ve iyi elçilerin
ellerinde, tertemiz, yüce ve değerli sahifeler içindedir. " (Abase, 13-
16) "Onu Ruh'ul-Emin indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için
apaçık Arapça bir dille." (Şuarâ, 193-195)
İkinci kısım: Kulların iyiliklerden veya kötülüklerden oluşan amellerini
kaydeden kitaplar. Bu tür kitaplar da her insanın kendisine özgüdür.
Buna şu ayetlerde işaret edilmiştir: "Her insanın yaptıklarını
boynuna bağladık, kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı
bir kitap çıkarırız." (İsrâ, 13) "Her bir nefsin, hayır olarak yaptıklarını
ve kötülük olarak yaptıklarını hazır bulduğu... o günü hatırlayın." (Âl-i
İmrân, 30) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Biri de her
ümmetin amellerini kaydeder. Bu anlamı şu ayetten çıkarabiliriz: "O
gün her ümmeti diz çökmüş olarak görürsün. Her ümmet, kendi kitabına
çağırılır." (Câsiye, 28) Bütün insanlara ait olanı da vardır. Şu ayetten
bunu anlamak mümkündür: "İşte kitabımız, aleyhinize gerçeği
söylü-yor. Çünkü biz, yaptıklarınızı yazıyorduk." (Câsiye, 29) Elbette bu,
ayetteki hitabın bütün insanlara yönelik olması esasına bağlıdır.
Kitapla ilgili bu kısmı iki başlık altında incelemek de mümkündür.
Bunda belirleyici olan da insanların iyiler ve kötüler diye iki gruba
ayrılmalarıdır. Dolayısıyla her grubun kitabı diğerinden ayrı olur. Nitekim
şu ayette buna işaret edilmiştir: "Hayır, doğrusu sapanların
yazısı siccindedir. Siccinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış
bir kitaptır... Hayır, iyilerin yazısı illiyyindedir. İlliyyinin ne olduğunu
sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Yaklaştırılmış
olanlar ona tanık olurlar." (Mutaffifîn, 7-21) Üçüncü kısım: Varlık düzeninin ayrıntılarını ve varlık bütününde
meydana gelen olayları kaydeden kitaplar. Bu kitaplardan biri değişime
karşı koruma altındadır. İçinde her şey yazılıdır. Şu ayetlerde
bu değişmez kitaba işaret edilmektedir: "Ne yerde, ne de gökte zerre
ağırlığınca bir şey, Rabbinden kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de
büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın." (Yûnus,
61) "Biz her şeyi apaçık bir kitaba ayrıntılı olarak kaydetmişizdir."
(Yâsîn, 12) "Yanımızda zapteden bir kitap vardır." (Kaf, 4) "Her sürenin
(yazıldığı) bir kitap vardır." (Ra'd, 38) [Bu ayet, genel ifadesiyle konumuzun
anlamı içerisindedir. Çükü] bir ecel ve süre de vardır ki, belirlenmiştir
ve kesinlikle değişmez. "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir
kimse ölmez. Ölüm belli bir süreye göre yazılmıştır." (Âl-i İmrân, 145)
Bu tür kitapların, bütün olayları ve varlıkları kaydeden genel bir kitap
ve her varlığın kendine özgü, onun varlık içindeki durumunu kaydeden
özel bir kitap olmak üzere ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. Örnek
olarak verdiğimiz son iki ayette ve bunlara benzer ayetlerde buna ilişkin
işaretler algılamak mümkündür.
Üçüncü kısım kitaplardan biri de değişime açıktır, içeriğinin bir kısmı
silinebilir, bir kısmı yerinde bırakılabilir. Şu ayette buna işaret edildiğini
görüyoruz: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O'-
nun katındadır." (Ra'd, 39) Bu kitap kısımlarının her biriyle ilgili detaylı
açıklamaları uygun bir yerde sunacağız. Yardım sadece Allah'tan istenir.
KUR'ÂN'DA HÜKÜM KAVRAMININ ANLAMI
Hüküm sözcüğünün temel anlamı, kullanıldığı yerler baz alınarak incelendiğinde,
önleme, yasaklama şeklinde tezahür ettiği görülür. Mevlevî
hüküm (yönetsel egemenlik) bu anlam itibariyle hüküm olarak
nitelendirilmiştir. Çünkü emreden kişi (yönetici), emir verdiği kimselerin
(yönetilenlerin) irade ve amel bazında serbest olmalarını, canlarının
istediği gibi hareket etmelerini önler. Aynı şekilde yargı anlamında
hü-küm de, çekişmeye konu olan şeyin tartışma ve kavga yü
zünden sarsılmasını ya da saldırı ve zulüm yüzünden bozulmasını önler.
Yine onaylama anlamında hüküm de önermeye kuşku olgusunun
sirayet etmesini önler. "İhkam" ve "istihkam" gibi türevleri de bir şeyin
cüzlerini bozucu ya da içine girip istilâ edici şeylere karşı engelleyici,
caydırıcı özellikte olmasını ifade ederler. İhkam sözcüğü, bir açıdan
da bir şeyin bölüm bölüm ayrılması demek olan
ayrıntılandırmanın, tafsilin de karşıtıdır. Çünkü ayrıntılandırma ve
tafsilatlandırma ile o şeyin cüzlerinin bütünlüğü ve birliği bozulur. Yüce
Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Bu, hikmet sahibi ve her şeyden
haberdar olan Allah tarafından ayetleri muhkem kılınmış ve sonra
da birer birer (bölüm bölüm) açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1)
Müteşabih kavramının karşıtı olarak kullanılan muhkem kavramının
özünde de bu anlam yatar.
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Hüküm sözcüğünün
asıl anlamı önlemedir; ama yapıcı, ıslâh edici anlamda önleme.
Bu yüzden dizgine, 'hakemet'ud-dabbe' denilmiştir.
'Hakemtu-hu ve hakemt'ud-dabbete bi'l-hakemeti: Hayvanı önledim,
dizginle durdurdum.' 'Ahkemtuha' yani 'Onun için bir dizgin
yaptım.' Araplar bu anlamda 'Hakemt'us-sefinete ve ahkemtuha:
Gemiyi iplerle iskeleye bağladım.' derler. Şair der ki: Ey
Hanifeoğulları, beyinsiz, ahmak bireylerinizi dizginleyin." (el-
Mufredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.)
Hüküm kelimesi yüce Allah'a izafe edildiğinde varoluşsal bir meseleyle
ilintiliyse varoluşsal yargı anlamını ifade eder. Bu da gerçek, objektif
ve bütün aşamalarıyla reel varlık demek olan var etmedir. Yüce
Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Hüküm veren Allah'tır. O'nun
hükmünün ardına düşüp onu iptal edecek kimse yoktur." (Ra'd, 41)
"Bir şeye hükmetti mi, ona sadece ol der, o da hemen oluverir." (Bakara,
117) Bir açıdan şu ayeti de aynı kategoride inceleyebiliriz: "Büyüklük
taslayanlar da dediler ki: Hepimiz de onun içindeyiz. Allah kullar
arasında böyle hüküm verdi." (Mü'min, 48)
Eğer yasama meselesiyle ilintiliyse, kanun koyma ve mevlevî (yönetsel)
hüküm anlamını ifade eder. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak
şöyle buyurmuştur: "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanla-
rında dururken..." (Mâide, 43) "Allah'tan daha güzel hüküm veren kim
olabilir?" (Mâide, 50) Peygamberlere izafe edilerek kullanıldığı zaman yargı anlamını ifade
eder. Bu, yüce Allah'ın onlara bahşettiği ilâhî bir makamdır. Bu tarz
bir kullanıma şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Onların aralarında Allah'ın
indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine
uyma." (Mâide, 48) "İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (yargı
yetkisi)... verdiğimiz kimselerdir." (En'âm, 89)
Bazı ayetlerde peygamberlere kanun koyma anlamında hüküm yetkisinin
verildiği yönünde bir işaret veya delâlet vardır. Örneğin İbrahim
Peygamber'in (a.s) duasını içeren ayette şu ifadelere yer verilmiştir:
"Rabbim bana hüküm ver, beni salihlere kat." (Şuarâ, 83)
Peygamberlerin dışındaki insanlara gelince, onlara yargılama anlamında
hüküm izafe edilmiştir: "İncil sahipleri, Allah'ın onda indirdiği
ile hükmetsinler." (Mâide, 47) Yine kanun koyma anlamında hüküm
izafe edilmiştir; ancak yüce Allah böyle bir şeye kalkışmalarından dolayı
insanları yermiştir: "Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan
Allah'a pay ayırıp, zanlarınca, 'Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza.' dediler...
Ne kötü hüküm veriyorlar!" (En'âm, 136) "Senin sözün elbette
haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin." (Hûd, 45) Bu ayet, içinde yer aldığı
konunun akışı itibariyle sözü yerine getirme ve hükmü uygulama
anlamına gelen hükmü kapsar niteliktedir.
* * *
Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu,
bunlara vekil bırakmışızdır.
"Bunları inkâr ederse..." ve "bunlara vekil bırakmışızdır." ifadelerindeki
zamir "huda=yol gösterme" kelimesine dönüktür. "Huda" kelimesine
dönük zamir hem müzekker olabilir, hem de bu kelimenin
"hidayet" anlamına geldiğinden dolayı müennes olabilir. Ya da zamirler
kitaba, hükme ve peygamberliğe dönüktür. Ki bunlar da ilâhî yol
göstermenin sonuçlarıdır. Zaten önceki ihtimal tutarsızlık içermiyor
değildir. "Onlar..." ifadesiyle işaret edilenler, Hz. Peygamber'in (s.a.a)
soydaşlarından davetini inkâr edenlerdir. Ayetin akışıyla Mekkeli kâ
firlerin kastedildiği kesindir. Yüce Allah onlarla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Hiç kuşkusuz şu kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar
için birdir; onlar inanmazlar." (Bakara, 6)
İlk ihtimali esas aldığımızda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: Eğer
senin soydaşlarının müşrikleri bizim hidayetimizi, yani yolumuzu inkâr
ederlerse, bilsinler ki, biz, onları inkâr etmeyecek kullarımızı onlara
vekil bırakmışızdır.
Küfür ve iman, Allah ve ayetlerine izafe edilebilindiği gibi hidayetle
de, özellikle yol anlamı esas alındığında, ilintili olurlar: "Biz hi-dayeti
duyduğumuzda, ona iman ettik." (Cinn, 13) "Kim benim hidayetime
uyarsa, onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara,
38)
İkinci ihtimal baz alınırsa, kastedilen anlam şu şekilde belirginleşir:
Eğer Mekke müşrikleri -ilâhî yolu ve dinsel daveti kapsayan- kitabı,
hükmü ve peygamberliği inkâr ederlerse, bilsinler ki, biz, onları inkâr
etmeyecek bir topluluğu onlara vekil bırakmışız.
Bu topluluğun kimler olduğu hususuna gelince, lafzın ["kavmen" lafzının]
nekre ve belirsiz bırakılması, onların önemli kişiler olduklarını,
büyüklüklerini gösterir. Bununla beraber tefsir bilginleri onların kimlikleri
hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Kimine göre; onlardan kastedilen, önceki ayetlerde zikredilen on sekiz
peygamberdir. Ya da isimleri ve "babalarından, çocuklarından ve
kardeşlerinden" ifadesiyle nitelikleri vurgulanan bütün peygamberlerdir.
Ne var ki, lafzın zahiri böyle bir anlamla örtüşmüyor. Çünkü,
"leysû biha bi-kâfirîn=bunları inkâr etmeyecek" ifadesinin zahiri, şimdiki
durumun olumsuzlanmasını veya olumsuzluğun sürekliliğini ifade
eder. Oysa ayette sözü edilen peygamberler hitabın gerçekleştiği
zamanda mevcut değildiler. Eğer maksat bu olsaydı, "lem yekûnû
biha bi-kâfirîn=bunları inkâr etmemiş olan" şeklinde bir ifadenin kullanılmış
olması gerekirdi. Bu durumda onlardan biri ve en üstünleri
olan Resulullah (s.a.a) kapsama alınmamış olacaktı. Çünkü yüce Allah,
bundan sonra ondan söz ediyor ve şöyle buyuruyor: "İşte onlar,
Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy."
Kimine göre; onlardan maksat meleklerdir. Ancak -bazı bilginlerin de
söylediği gibi- kavim sözcüğü herhangi bir kayıt olmaksızın mutlak
olarak kullanıldığı zaman melekler anlamını ifade etmez ve zihinlerde
böyle bir tasavvur belirmez. Ayrıca, ayetin akışı itibariyle Peygamberimiz
(s.a.a) bir şekilde teselli edilmek isteniyor. Bu durumda kavminin
inkârı hususunda, Hz. Peygamber'i (s.a.a) meleklerin iman etmesiyle
teselli etmenin anlamı yoktur.
Kimine göre; onlardan maksat, ayetlerin indiği sırada Mekke'de Hz.
Peygamber'e (s.a.a) iman eden müminler veya genel olarak muhacirlerdir.
Ama bu değerlendirme de yanlıştır. Çünkü sayılan bu gruplardan
bazı kimselerin iman ettikten sonra dinden döndükleri bilinmektedir.
Nitekim bunların içinden biri: "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin
bir benzerini indireceğim." diyecek kadar küfürde ileri gitmişti.
Yüce Allah bu adamın durumunu tefsirini sunduğumuz bu surede
birkaç ayetten sonra açıklamıştır. Bunların içinde münafıklar da vardı.
"bunları inkâr etmeyen" ifadesini, bu sözünü ettiğimiz grupları da
kapsayacak şekilde algılamanın imkânı yoktur.
Kimine göre; maksat ensardır veya muhacirler ve ensardır ya da Hz.
Peygamber'in (s.a.a) muhacir ve ensardan oluşan bütün ashabıdır.
Çünkü onlar bu davanın ayakta durmasını sağlamışlar, zorluk gününde
Hz. Peygamber'e (s.a.a) yardım etmişlerdir. Ulu Allah kitabında
onlardan övgüyle söz etmiştir. Bir topluluk olarak ashabın saygınlığından,
yüksek konumlarından kimsenin kuşkusu yoktur; ancak onların
arasında daha sonra dinlerinden dönenler olmuş, durumu henüz
belirginlik kazanmayan münafıklar olmuştur. Dolayısıyla durumları
bundan ibaret olan kimseler için, "biz, bunları inkâr etmeyecek bir
topluluğu, bunlara vekil bırakmışızdır." nitelemesi yerinde olmaz.
Çünkü bu ifade, bunlara vekil bırakılan kimselere hiçbir şekilde küfrün
sirayet etmeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Dikkat
edilirse, "Biz, onlara iman edecek veya iman etmiş bulunan bir kavmi
onlara vekil bırakmışızdır." şeklinde bir ifade kullanılmamıştır.
Bazı tefsir bilginlerinin sözlerinden ise, şöyle bir sonuç çıkmaktadır:
Bundan maksat, imanın toplumsal olarak gerçekleşmiş olmasıdır.
Dolayısıyla bazı bireylerin bu genellemeye aykırı tutum içinde olmaları
genel niteliğe halel getirmez. Diğer bir ifadeyle: "Bunları inkâr
etmeyecek" sözü, topluma ilişkin bir niteliktir. Dolayısıyla, bazı
bireylerin bu nitelikten çıkması, toplumun toplumsal olarak sahip
olduğu genel niteliği ortadan kaldırmaz. Ensardan Hz. Peygamber'e
(s.a.a) iman edenler veya ensardan ve muhacirlerden oluşan
müminler veya bütün sahabeler, genel olarak iman niteliğine kalıcı
olarak sahip olmuşlardır. Bazı bireyler açısından bu nitelik ortadan
kalkmış olsa da genel olarak bu nitelikleri yok olmamıştır.
Eğer böyle bir yorumu esas alırsak, bu demektir ki, ayette geçen "kavim"
sözcüğünden maksat Müslüman ümmettir veya gelmiş geçmiş
bütün ümmetlerin müminleridir. Çünkü bu niteliği bütün kavimler içinde
sadece birine özgü kılmayı gerektirecek bir kanıt yoktur. Bazılarının
dinsel saygınlık ifade eden meziyetlere özel olarak sahip olmaları,
örneğin muhacirlerin Allah'a iman, Allah için eziyetlere sabretme
bakımından öncelikli olmaları veya ensarın muhacirleri evlerinde
ağırlamaları, imanı benimsemeleri ve tevhid mesajını yüceltmeleri
kendilerinin bu niteliklere daha fazla sahip olmalarından başka
bir şeye delâlet etmez. Sadece onların ayette işaret edilen niteliğe
sahip olduklarını, anlam olarak ortak bir konumda olmalarına rağmen
başkalarının bu nitelikten yoksun olduklarını ifade etmez.
Bu değerlendirmeye bir de şöyle cevap verilebilir: Yüce Allah'ın sözlerinde,
bir toplumun bütün bireylerini kapsamayan toplumsal bir nitelik
söz konusu olduğunda, varsa eğer bu toplumsal niteliğe aykırı düşenler,
genel değerlendirmenin dışında tutulduğuna ilişkin bir istisnaya
veya istisna anlamına gelecek bir kayda yer verilir. Buna şu ayeti
örnek gösterebiliriz: "Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra
onu aşağıların aşağısına çevirdik. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç."
(Tîn, 4-6)
Buna şu ayetleri de örnek gösterebiliriz: "Muhammed Allah'ın elçisidir.
Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı katı, birbirlerine kar-şı
merhametlidirler... Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret
ve büyük mükâfat vaat etmiştir." (Fetih, 29) "Şüphe yok ki münafıklar,
ateşin en alt tabakasındadırlar... Ancak tövbe edenler, durumlarını
düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için
yapanlar başka..." (Nisâ, 145-146) "İmanlarından... sonra küfre sapan
bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir?... Ancak bundan sonra, tövbe
edenler ve salih olarak davrananlar başka." (Âl-i İmrân, 86-89) Bu tarz
kullanımların Kur'ân'da birçok örneği vardır. O hâlde, "bunları inkâr
etmeyecek" ifadesinde, içlerinde bu niteliğe aykırı bir tutum içinde
olan kimselerin bulunmasına rağmen kavmin genelinden bunlar neden
istisna edilmemişlerdir?
Bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin yorumu ise bunlardan çok daha
ilginçtir. Bunlardan birine göre; ayette sözü edilen kavmin "bunları inkâr
etmeyecek" şeklinde nitelendirilmiş olmalarından maksat -ki ona
göre bu kavim de ensardır- bunlar henüz iman etmemiş olmakla beraber
Mekke müşrikleri gibi onu inkâr etmeyeceklerdir.
Bundan önceki görüş ve yorumlara ilişkin olarak işaret ettiğimiz sakıncaların
bu görüş için de geçerli olduğunu belirttikten sonra, Medineli
ensarın bu ayetlerin inişi esnasında putlara tapan müşrikler olduklarını
belirtmeliyiz. Dolayısıyla o sırada küfrü onlardan olumsuzlamanın
bir anlamı yoktur. Sadece daveti ret, büyüklenme ve yüz çevirme
anlamında küfrün olumsuzlanması söz konusu olabilir. Ancak
ayette geçen küfür kelimesinin bu anlamda kullanıldığına ilişkin bir
kanıt yoktur. Çünkü ayetler, Allah'a ortak koşmanın karşıtı olan ilâhî
hidayeti tasvir etme amacına yöneliktirler. Nitekim: "Eğer ortak koşarlarsa,
yaptıkları boşa gidecektir." ayeti de aynı hususla bağlantılı olarak
değerlendirilmiştir. Öte yandan, ayette işaret edilen "vekil bırakma",
koruma anlamını ifade eder. Dolayısıyla, "Eğer bunlar onları inkâr
ederlerse, biz, onları henüz iman etmemiş ama inkâr da etmeyecek bir
kavim aracılığıyla koruma altına almışız." demenin bir mantığı yoktur.
Kimine göre; bu kavimden maksat, Acemlerdir (Arap olmayanlardır).
Çünkü onlar bu ayetlerin indiği sırada henüz iman etmemişlerdi. Bu
değerlendirmenin şu ayete dayandırıldığını düşünüyoruz: "Ey insanlar,
Allah dilerse sizi götürür ve başkalarını getirir." (Nisâ, 133) Hadislerde
bu ayette geçen "başkaları" ifadesiyle Acemlerin kastedildiği
yer almıştır. Ancak bundan önceki görüşe ilişkin olarak söylenenler
bu görüş için de geçerlidir.
Kimine göre; ayette sözü edilen kavimden maksat, Hz. Muhammed
(s.a.a) ümmetinin müminleri veya bütün ümmetlere mensup
müminlerdir. Bundan önceki değerlendirmelerle ilgili sakıncalar bu
değerlendirme için de geçerlidir.
Ancak bu görüşü savunma amacıyla, şöyle bir yorum yapılabilir: Bunlardan
maksat, bu ümmette veya bütün ümmetlerde Allah'a iman
eden ve dünyada yaşadığı sürece hiçbir şekilde küfre bulaşmayan
bazı kimselerdir. Dolayısıyla böyle bir durumda olan kimseler, bunları
inkâr etmeyen kavim kategorisine girerler. Elbette küfre girme ihtimalleri
büsbütün imkânsız değildir. Ancak tevhid çağrısına yönelik
imanlarını sürdürmeleri, kesinlikle küfre ve nifaka sapmamaları,
"bunları inkâr etmeyecek" niteliğini hak ettiklerini gösterir. Böylece
Hz. Peygamber'i (s.a.a) teselli etmek, mübarek kalbini hoş tutmak
amacına yönelik olan bu ayette bu açıdan verilmek istenen mesaj da
tamamlanmış olur.
Çünkü Hz. Peygamber kavminden müşriklerin inkârlarından,
hak davasına, Allah'a ve ayetlerine iman çağrısına karşı
büyüklük kompleksine kapılmalarından dolayı üzülüyordu. Aynı şekilde
yüce Allah'ın, saygın kullarına ve yaklaştırılmış peygamberlerine
bahşetmiş olduğu yolunu ve hidayetini koruyarak yenilmez ve güçlü
olduğuna delâlet etme açısından ayetin anlamı tamamlanmış olur.
Ne var ki, bu yoruma karşı şöyle söylemek gereği hasıl olur: Bu değerlendirme
tesadüfî bir önermeye dayanmaktadır. Şöyle ki, buna
iman edenlerin imanlarının yok olmaktan korunması tesadüfe bağlıdır.
Bu imanın yok olmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Bu ise, "vekil
bı-rakmışızdır." ifadesiyle bağdaşan bir durum değildir. Çünkü vekil
bırakma güvenme anlamını da içerir, koruma ve kollama anlamını
garanti eder. Dolayısıyla kalıcılığının garantisi ve devamının ve bekasının
koruyucusu bulunmayan bir şeyle güçlülük gösterme ve övünme
bir anlam ifade etmez.
Kaldı ki, yüce Allah birçok imanı yermiştir de. Bir ayette şöyle
buyurulmuştur: "Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a inanırlar."
(Yûsuf, 106) Oysa tefsirini sunduğumuz ayetlerde salt fıtrî tevhid, her
türlü şirk ve zulüm şaibesinden arı, berrak ve tertemiz ilâhî hidayet
tasvir ediliyor. Ulu Allah bu fıtrî tevhidi ve ilâhî yol göstericiliği dostu
İbrahim'e, ondan önce ve sonra gelen saygın peygamberlere (selâm
üzerlerine olsun) bahşetmiştir. Nitekim yüce Allah İbrahim Peygam-
ber'den naklen şöyle buyurur: "İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla
bulamayanlar, işte güven sadece onlarındır ve doğru yolu bulanlar da
onlardır." (En'âm, 82)
İman sıfatını taşıyan herkes, bu özelliğe sahip bir yol göstericiliğin,
bir hidayetin korumasına vekil bırakılmış olarak değerlendirile-mez.
Allah'ın bu hidayeti zayi olmaktan, fesada uğramaktan koruma işini
böyle kimselere bıraktığı ileri sürülemez. Çünkü bunlar arasında bir
şekilde inanma niteliğini üzerlerinde taşıyan tağutlar, azgınlar, Firavunlar,
müstekbirler, zorba zalimler, bidatçiler, günahlara dalanlar,
her türlü hayâsızlık ve yoldan çıkmışlık örneklerini sergileyenler
bulunur.
"Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topululuğu,
bunlara vekil bırakmışızdır." ayetinin anlamı bağlamında
şunu söylemek gerekir: Bu ayetin de içinde yer aldığı ayetlerin akışı,
fıtrî tevhidi ve her türlü şirk şaibesinden uzak berrak ilâhî yol göstericilik
misyonunu tasvir etme amacına yöneliktir. Bu bağlamda, yüce
Allah'ın bu yol göstericilik misyonunu bir ve bütün olan bir peygamberler
silsilesine bahşettiğinden, yüce Allah'ın bu misyon için onları
ve soylarını seçtiğinden söz edilmektedir. Bunların bazısının bazısından
olduğu, Allah'ın onları başkalarının arasından ayıklayıp seçtiği,
onları içinde sapma bulunmayan doğru yola ilettiği, onlara kitap, hüküm
ve peygamberlik verdiği anlatılmaktadır.
Sonra bu anlatıma bir ayrıntı olarak şöyle buyurulmaktadır: "Eğer onlar,
bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu,
bunlara vekil bırakmışızdır." İfadenin akışı, yüce Allah'ın ilâhî yol göstericiliğe
yönelik desteğini yansıtmaktadır. Hz. Peygamber'i (s.a.a) teselli
etmeye, gönlünü hoş tutmaya yöneliktir. Ki üzüntüden dolayı
gevşemesin, kararlılığı kırılmasın, dinsel daveti gevşetmesin. Kavminin
küfrünü, müstekbirliğini ve azgınlıkları içinde yüzüşünü görüp karamsarlığa
kapılmasın. Dolayısıyla ayetten bir bakıma şöyle bir anlam
da anlaşılmaktadır: "Bu ilâhî yol göstericilik misyonunu ve saygıdeğer
peygamberler silsilesine verdiğimiz kitap, hüküm ve peygamberlik
misyonunun kapsadığı ilâhî yolu inkâr etmelerini görmüş olmaktan
dolayı üzülme. Çünkü biz, onları inkâr etmeyecek bir kavmi
bunlara vekil bırakmışızdır. Şu hâlde ilâhî yol göstericilik misyonunun
yok olması, zayi olup gitmesi söz konusu değildir. Çünkü biz onları
buna vekil yaptık, bu hususta onlara güvendik. Onlar kesinlikle bunları
inkâr etmeyeceklerdir."
Bunlar öyle bir kavimdir ki, onlar hakkında küfür olgusu kesinlikle tasavvur
edilemez. Kalplerine asla şirk girmez. Çünkü bu işe onları vekil
kılan Allah'tır. Bunun koruyuculuğunu onlara veren O'dur. Eğer şirk
işlemeleri normal olsaydı veya tevhid inancına aykırı hareket etme
ihtimalleri bulunsaydı, bu hususta onlara güvenip dayanmak hata ve
sapma sayılırdı. Allah ise sapmaz ve asla unutmaz.
O hâlde ayet -Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şuna delâlet
eder: Her zamanda Allah tarafından ilâhî yol göstericilik misyonunu
ve peygamberlere verilen kitap, hüküm ve peygamberlik olgularının
içerdiği dosdoğru yolu korumak üzere bir kul veya kullar görevlendirilmiştir.
Yüce Allah bunlar aracılığıyla dinini yok olmaktan ve yol göstericiliğini
de işlevsizlikten korur. Bu kullara şirkin ve zulmün bulaşmasına
imkân yoktur. Çünkü onlar Allah'ın korumasının, masum
kılmasının güvencesi altındadırlar. Onlar Allah'ın masum kıldığı saygıdeğer
peygamberler ve onların vasileridirler (Allah'ın selâmı üzerlerine
olsun).
O hâlde ayet, özellikle masumlara yönelik bir işaret içermektedir. Öte
taraftan en fazla salih müminleri de bunlara katacak şekilde anlamının
kapsamını genişletebiliriz. Bunlar da takva ve yapıcılık niteliklerine
sarılan, şirkten ve zulümden uzak olan ve bu sayede şeytanın
velâyetinden çıkmış olan kimselerdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Çünkü inananlara ve Rablerine dayananlara onun bir gücü yoktur."
(Nahl, 99) Şayet ilâhî yol göstericilik ve doğru yolun korunmasına vekil
bırakılmaları ve Allah'ın bu hususta onlara dayanıp güvenmesi söz
konusuysa, ancak bu şekilde olabilir.
90) İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna
uy. De ki: "Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere
bir öğüt ve hatırlatmadır."
Bir kez daha onların niteliklerinin tasvirine dönülüyor. Bu aynı zamanda
ilâhî yol göstericiliğin de tanımlanması sayılır. Buna göre ilâhî
yol göstericilik karakteristik, özelliklerini yansıtmaktan ve etkisini
göstermekten geri durmaz. Yani ilâhî yol göstericilik kişiyi amacına
ulaştırır. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmuştur: "Allah, saptırdığını
hidayete erdirmez." (Nahl, 37)
Yüce Allah, "Sen de onların yoluna uy." sözüyle Hz. Peygamber'e (s.a.a)
onlara değil de yol göstericiliklerine uymayı emretmiştir. Çünkü Hz.
Peygamber'in şeriatı onların şeriatını yürürlükten kaldırmış, kitabı onların
kitaplarının üzerinde egemen kılınmıştır. Ayrıca bu ayetlerde işaret
edilen yol göstericilik bağlamında Allah ile hidayet verdiği kimse
arasında bir aracı olmaz. "Onların yoluna" ifadesinde yol göstermenin
onlara izafe edilmesine gelince, tamamen onurlandırma amacına
yöneliktir. Bunun kanıtı da, "İşte bu, Allah'ın hidayetidir..." [Enâm,
88] ifadesidir.
Bazıları bu ayetten hareketle Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve ümmetinin,
aksine yani neshedildiğine ilişkin bir kanıt olmadığı sürece bundan
önceki şeriatlarla amel etmekle yükümlü oldukları sonucuna varmışlardır.
Ama, "Onlara uy." denilmesi durumunda böyle bir sonucu
çıkarmak mümkün olabilirdi. Buna karşılık, "Sen de onların yoluna
uy." ifadesi böyle bir anlamdan uzaktır. Bunu ayetin akışından açık
bir şekilde anlamak mümkündür.
Yüce Allah, ayetlerin sonunda Peygamberi'ne yönelik bir hitapla fıtrî
tevhide ve ilâhî yol göstericilik misyonuna ilişkin tasvire son veriyor:
"De ki: Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere
bir öğüt ve hatırlatmadır." Âdeta şöyle deniliyor: Senden önceki
peygamberlerin izledikleri ilâhî hidayete uy. Bununla âlemleri
uyar; ama buna karşılık herhangi bir ücret isteme. Bunu onların yüreklerine
su serpmek, gönüllerini hoş tutmak için söyle. Bu durumda
davet daha başarılı ve çıkar sağlama amacına yönelik olduğu töhmetinden
daha uzak olur. Yüce Allah Hz. Nuh'un ve ondan sonra gelen
peygamberlerin, kavimlerini davet ederlerken aynı ifadeyi kullandıklarını
belirtmiştir.
Ragıp İsfahanî'nin de söylediği gibi, öğüt ve hatırlatma anlamına
gelen "zikra" kelimesi, "zikr" kelimesinden anlam olarak daha geniş
kapsamlıdır. Bu ayet, Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygam
berliğinin tüm insanlığı kuşatan evrensel bir niteliğe sahip olduğunu
da kanıtlamaktadır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Sa'lebî'nin Kısas'ul-Enbiyâ adlı eserinde şöyle deniyor: "İlyas
Peygamber İsrailoğulları'ndan bir kadının evine geldi. Kadının el-Yesa'
b. Hatub adında bir oğlu vardı. el-Yesa' bir hastalığa yakalanmıştı.
Kadın İlyas'ı evine aldı ve düşmanlarından sakladı. Bunun
üzerine İl-yas çocuğa dua etti, çocuk yakalandığı hastalıktan
kurtuldu. el-Yesa' İlyas'a tâbi oldu, ona inandı, onu tasdik etti,
ondan ayrılmaz oldu. İl-yas nereye giderse o da oraya giderdi."
Müellif bu arada İlyas'ın göğe yükseltilmesi kıssasını ve el-Yesa'ın
bu sırada ona şöyle seslendiğini anlatır: "Ey İlyas bana ne
emredersin? İlyas yukarıdan giysisini ona attı. Bu, onu
İsrailoğulları'nın üzerine halife olarak bıraktığının göstergesiydi."
Daha sonra şunları ekliyor: "Yüce Allah lütfuyla el-Yesa'ı peygamber
yaptı. Onu İsrailoğulları'na nebi ve resul olarak gönderdi. Allah ona
vahiy indirdi, onu da kulu İlyas gibi destekledi. İsrailoğulları ona inandılar,
ona büyük saygı gösterdiler. Her hususta onun görüşüne ve
direktiflerine baş vururlardı. el-Yesa' onlardan ayrılıncaya kadar aralarında
Allah'ın hükmü geçerliydi." [Kısas'ul-Enbiyâ, s.229]
Bihar'ul-Envar adlı eserde, el-İhticac, et-Tevhid ve el-Uyun adlı eserlerden
naklen Hasan b. Muhammed Nevfelî'nin İmam Rıza'dan (a.s)
aktardığı uzun bir rivayete yer veriliyor. İmam burada Hıristiyan
Caselik'le tartışırken şöyle buyurmuştur: "İsa'nın yaptığını, el-Yesa' da
yapmıştır. O da su üzerinde yürümüş, ölüyü diriltmiş, doğuştan kör ve
alacalı olanı iyileştirmiştir. Ama ümmeti onu ilâh edinmemiştir..."
[c.10, s.229, h: 1]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Muhammed b. Fudayl'dan, o da Sumalî'den, o da
İmam Bâkır'dan (a.s), "Biz ona İshak'ı ve Yakub'u hediye ettik. Hepsini
de doğru yola ilettik." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet ediliyor:
"Böyle yaptık ki, hidayet, onun ehlibeytinde, soyunda olsun. 'Daha
önce de Nuh'u... doğru yola iletmiştik.' Ki hidayet onun ehlinde, soyunda
olsun. Dolayısıyla yol göstericilik misyonu, İbrahim'den önce
de, onun için de peygamberlerin soyuna verilmiştir." [c.1, s.367, h: 51]
Ben derim ki: Burada daha önce işaret ettiğimiz gibi, yol gösterme
misyonunun bütünlüğüne, kesintisizliğine işaret edilmiştir.
el-Kâfi'de müsned olarak, Tefsir'ul-Ayyâşî'de mürsel olarak Beşir
Dehhan'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah'a
andolsun ki, yüce Allah Kur'ân'da İsa'yı kadın (Meryem) tarafından
İbrahim'in soyuna katmıştır." Bunu söyledikten sonra İmam, "Ve
onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı ..." ayetini okudu, ardından sonraki
ayetin de İsa'ya kadar olan bölümünü zikretti. [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1,
s.367, h: 52]
Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu Harb'den, o da Ebu'l-Esved'in şöyle dediğini rivayet
eder: Haccac, Yahya b. Ma'mer'e haber göndererek dedi ki:
"Duyduğuma göre, sen Hasan ve Hüseyin'in Peygamber'in soyundan
olduğunu söylüyor muşsun ve bunun kanıtının da Kur'ân'da olduğunu
ileri sürüyormuşsun. Ben Kur'ân'ı baştan sona kadar okudum; fakat
böyle bir kanıta rastlamadım." Yahya b. Ma'mer dedi ki: "Sen En'-âm
Suresi'ni okumadın mı? Orada şöyle deniyor: 'Onun soyundan Davud-
'u, Süleyman'ı...' Bu sıralama Yahya'ya ve İsa'ya kadar devam eder.
Şimdi söyler misin bana, İsa İbrahim'in soyundan değil midir? "
Haccac dedi ki: "Evet bu ayeti okudum." [c.1, s.367, h: 52]
Ben derim ki: Aynı rivayet ed-Dürr'ül-Mensûr tesfsirinde Ebu
Hatem'den, o da Ebu'l-Harb b. Ebu'l-Esved'den aktarılır.
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr'da Ebu'ş-Şeyh, Hâkim ve Beyhakî Ab-dulmalik
b.Umeyr'den şöyle rivayet eder: Yahya b. Ma'mer Haccac'ın yanına
girdi. O sırada Hüseyin'den söz etti. Haccac dedi ki: "O Peygamber'in
soyundan değildi." Yahya ona şöyle tepki gösterdi: "Yalan
söylüyorsun." Haccac dedi ki: "O zaman Hüseyin'in Peygamber'in soyu
olduğuna ilişkin bir kanıt göstermen lâzım gelir." Yahya, "Onun soyundan
Davud'u, Süleyman'ı... İsa ve İlyas'ı." ayetini okudu ve şöyle
dedi: "Burada yüce Allah İsa'nın annesi kanalıyla İbrahim'in soyundan
geldiğini haber vermektedir." Haccac dedi ki: "Doğru söylüyorsun."
[c.3, s.28]
Ben derim ki: Alusî, Ruh'ul-Maanî adlı tefsirinde "Ve İsa" ifadesiyle ilgili
olarak diyor ki: "İbrahim'in soyu bağlamında İsa'nın adının
zikredilmesi gösteriyor ki, insanın soyunun kapsamına kızlarından
gelen çocuklar da girer. Çünkü İsa'nın İbrahim'e intisabı ancak annesinin
kanalıyla söz konusudur. Fakat buna karşı şöyle bir itirazda bulunulmuştur:
'İsa'nın annesine izafe edilerek zikredilmesini engelleyecek
bir babası olmadığı için, başkalarının anne kanalıyla babalarının
soyundan geldiklerini kanıtlamak için onunla mukayese edilmeleri
yanlış olur. Kur'ân'ın onu anne kanalıyla İbrahim'in soyundan kabul
etmesi babasının olmamasından dolayıdır.' Ama bu yaklaşımın
doğru olmadığı açıktır. Kaldı ki bu konuyla ilgili birtakım ihtilâflar
vardır. Ancak kız çocuğunun çocuklarının da insanın soyunun kapsamına
girdiğini savunanlar bu ayeti kanıt olarak gösterirler. Bazılarının
rivayet ettiğine göre, Musa Kâzım (r) da halife Reşid'in yanında
bu ayeti kanıt olarak göstermiştir." [c.7, s.213]
Tefsir'ul-Kebir'de deniliyor ki: "Ebu Cafer (r) Haccac b. Yusuf'un yanında
bu ayeti ve Mübahele Ayeti'ni kanıt olarak göstermiştir. Resulullah,
'Geliniz, oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım.' ayetinin inmesi
üzerine Hasan ve Hüseyin'i (r) çağırmıştır. Bazılarının iddiasına
göre, bu Hz. Peygamber'e (s.a.v) has bir durumdur. Bizim mezhebe
mensup olanların bu konuyla ilgili fetvaları farklılık arz etmektedir.
Benim kanaatime göre, kız çocuğunun çocukları, insanın soyunun
kapsamına girer." (Tefsir'ul-Kebir'den alıntı burada son buldu.)
el-Menar tefsirinde şöyle deniyor: "Ben derim ki: Bu konuyla ilgili olarak
Buharî'de merfu olarak Ebubekre'den şöyle bir hadis rivayet edilir:
'Bu oğlum seyyittir (liderdir, büyüktür).' Hz. Peygamber bunu söylerken
Hasan'ı kastetmiştir. Araplar oğul kelimesini kız çocuğunun
oğulları anlamında kullanmazlar. Yine Ebu Nuaym'ın Mari-fet'us-Sahabe
adlı eserinde Ömer'den merfu olarak şöyle rivayet edilir: 'Adem-
'in bütün çocukları babalarına nispet edilirler. Fatıma'nın çocukları
hariç. Onların babası ve soyları benim.' Nitekim insanlar da bunu esas
alarak Fatıma'nın (a.s) çocukları için 'Evlâd'ur-Resul', Peygamber-
'in oğulları, soyu ve Ehlibeyti isimlerini kullanmışlardır." (Alıntı burada
son buldu.)
Ben derim ki: Meselede bir karışıklık söz konusudur. Büyük bilginlerden
bazıları bu konuda meseleyi karıştırmış görünüyorlar. Konunun
"İnsanların anneleri kaplardır,
emanet bırakılan. Soylar ise babalarındır."
Hiç kuşkusuz bu yaklaşım yanlıştır. Burada akrabalık sorununun bir
bölümü olarak toplumsal hukukla ilgili bir durumla karşı karşıyayız.
Ümmetler ve uluslar bunun belirlenmesinde, sınırlandırmasında farklı
yaklaşımlar içinde olmuşlardır. Kadın akrabalığın kapsamına girer
mi? Adamın kızlarının çocukları adamın çocukları sayılır mı? Akrabalık
sırf doğumla mı sınırlıdır, yoksa evlâtlıklar da insanın akrabalarının
kapsamına girerler mi? Cahiliye döneminde Araplar kadına doğal
akrabalıktan başka bir statü tanımazlardı. Bunun da etkisi evlilik ve
geçim gibi doğal uygulamalarla sınırlıydı. Kadına mirastan pay vermeyi
vb. hususları öngören kanunî bir akrabalık tanımazlardı. Kız çocuğunun
çocukları ise akraba sayılmazlardı. Ama evlâtlıkların akrabalıklarını
onaylarlardı. Evlâtlıklarını oğulları gibi çağırırlardı. Bunu
yaparken dayanakları dilde böyle bir nitelemeyi haklı kılacak bir örnek
olduğu için değil elbette, bunu kendilerine komşu olan ileri ülkelerden
öğrenmişlerdi. Roma ve İran gibi büyük ülkelerin medenî yasalarından
veya ulusal geleneklerinden almışlardı.
İslâm gelince, evlâtlıkların gerçek akraba gibi algılanmalarına ilişkin
cahiliye anlayışını tamamen geçersiz saydı. Yüce Allah bu konuda
şöyle buyurmuştur: "Evlâtlıklarınızı sizin öz oğullarınız yapmadı."
(Ahzâb, 4) İslâm gelince, kadını akraba statüsüne yükseltti. Buna bağlı
olarak birtakım haklar tanıdı. Kız çocuğunun çocuklarını da insanın
çocuklarının kapsamına aldı. Yüce Allah miras ayetinde şöyle buyuruyor:
"Allah size, evlâtlarınız hakkında şunu tavsiye eder: Erkeğin
payı iki kızın payı kadardır." (Nisâ, 11) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur:
"Ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından erkeklere
bir pay vardır; ana-babanın ve yakınların geriye bıraktıklarından
kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından gerek çoğundan (fark
etmez)." (Nisâ, 7) Evlenilmesi yasak olan kadınları kapsayan ayette de
şöyle bu-yuruluyor: "Size şunlar haram kılınmıştır: Anlarınız, kızlarınız...
Bunların dışında kalanı... size helâl kılındı." (Nisâ, 23-24) Bu ayetlerde
kız çocuğunun kızı insanın kendi kızı, evlâtları da insanın kendi
evlâtları olarak isimlendirilmiştir ki, bunda en küçük bir kuşku yoktur.
Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yahya, İsa ve İlyas'ı da..."
Burada İsa, İbrahim'in veya Nuh'un soyunun kapsamına alınmıştır.
Oysa her ikisine de ancak anne kanalıyla intisap edebilir.
Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) bu ayeti, evlenilmesi
yasak olan kadınlarla ilgili ayeti ve Mübahele=Lânetleşme Ayeti'ni
kız çocuğunun oğlunun insanın oğlu sayıldığının kanıtı olarak ileri
sürmüşlerdir. Kanıtlama özel bir konu etrafında [Hz. Fatıma-nın çocukları
hakkında] cereyan etmişse de kanıt genel niteliklidir. İmam
Muhammed Bâkır'ın (a.s) gösterdiği bir kanıt daha vardır ki, bunların
tümünden çok daha nettir. el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle
Abdussamed b. Beşir'den, o da Ebu'l-Carud'dan şöyle rivayet eder:
İmam Bâkır (a.s) dedi ki: "Ey Ebu Carud, Hasan ve Hüseyin'le ilgili olarak
size ne diyorlar?" Dedim ki: "Onların Resulullah'ın oğulları olduklarını
inkâr ediyorlar." Dedi ki: "Peki siz onlara karşı hangi kanıtı
ortaya koyuyorsunuz?" Dedim ki: "Yüce Allah'ın Meryem oğlu İsa'yla
ilgili şu sözlerini kanıt olarak gösteriyoruz: 'Onun soyundan Davud'u,
Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik.
Biz iyilik edenleri işte böyle ödüllendiririz. Zekeriyya, Yahya, İsa
da...' Burada yüce Allah Meryem oğlu İsa'yı Nuh'un soyunun kapsamına
almıştır." Dedi ki: "Peki buna karşı size ne söylüyorlar?" Dedim
ki: "Kız çocuğunun çocuğu bazen insanın evlâtlarından sayılır, ama
sulbünden gelmiş olarak değil.' Dedi ki: "Peki buna karşı hangi kanıtı
ileri sürüyorsunuz?" Dedim ki: "Yüce Allah'ın, Resulü'ne (s.a.a) hitaben
buyurduğu şu ayeti kanıt gösteriyoruz: 'Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı,
kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım.'
[Âl-i İmrân, 61]" Dedi ki: "Buna cevap olarak ne diyorlar?" Dedim
ki: "Diyorlar ki: Arap dilinde bir adamın başkasının oğullarını kastederek,
'oğullarımız' demesinin örnekleri çoktur."
İmam Bâkır (a.s) buyurdu ki: "Size Allah'ın kitabından Hasan ve Hüseyin'in
Resulullah'ın soyundan geldiklerini gösteren öyle bir kanıt
sunacağım ki, kâfirlerden başkası onu inkâr etmez." Dedim ki: "Sana
kurban olayım, bu kanıt nerededir?" Buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: 'Size şunlar haram kılınmıştır: Analarınız, kızlarınız ve
kız kardeşleriniz...' İmam (a.s) ayeti, 'kendi sulbünüzden olan oğullarınızın
eşleri' bölümüne kadar okudu ve şöyle dedi: "Ey Ebu Carud,
şimdi söyler misin bana, Resulullah'ın Hasan ve Hüseyin'in eşleriyle
evlenmesi caiz olur muydu? Eğer buna, evet, derlerse yalan söylemiş,
büyük bir günah işlemiş olurlar. Eğer, hayır, derlerse bu durumda,
Hasan ve Hüseyin'in Peygamber'in sulbünden olduklarını kabul etmiş
olurlar."1 Buna yakın bir rivayeti Kummî de kendi tefsirinde aktarmıştır.
[c.1, s.209]
Kısacası, mesele dilsel ve lafızla ilgili bir husus değildir. İslâm, kadının
doğal yakınlığını2 da, yasal yakınlığını da gerekli görür. Aynı şekilde
kızların çocuklarının da insanın çocukları olduğunu hükme bağlamıştır.
Yine insanın soyunun erkek tarafından devam edebildiği gibi
kadın tarafından da devam edeceğinin altını çizmiştir. Bunun yanında
evlâtlık yoluyla veya gayri meşru ilişki sonucu doğan bir çocuğun
insanın kendi soyunun kapsamına alınması uygulamasını geçersiz
saymıştır. Hem Şiîlerin, hem de Sünnîlerin Hz. Peygamberden (s.a.a)
rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Çocuk kadının şer'î
kocasına aittir. Zina edenin hakkı ise taştır." Ne var ki dinî gerçekleri
önemsememe eğilimi insanlara bu gerçeği unutturmuştur. Bunun
miras ve evlilik yasağı dışında pek etkinliği görülmemektedir. İslâm-
-------------------
1- [Ravzat'ul-Kâfi, c.8, s.317, h: 501]
2- Doğal yakınlık derken, doğum ve canlı türleri arasında geçerli olan tekvinî veraset kuralı uyarınca doğum sebebiyle belirginleşen birtakım ilişkileri kastetmi-yoruz. Bilâkis,
bizim bu ifadeyi kullanırken kastettiğimiz, insanın evlâdının kendisine ait olması,
evlâdını himaye etme hakkına sahip olması gibi kural olarak konulurken fazla
bir çabayı gerektirmeyen yasal hükümleri doğuran doğal ilişkilerdir. Bunun tam karşısında
ise, [evlilikten kaynaklanan birtakım haklar gibi] yasalaşması için fazladan
çabayı gerektiren ilişkiler vardır. Hukukçuların terminolojisinde, bu da doğal hükümle
aynı konumdadır.
'ın ilk dönemlerinde iktidara gelen kişilerin bu tür bir sonucun ortaya
çıkmasında büyük etkileri olduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. Tefsirimizin
üçüncü cildinde, evlenilmesi yasak olan kadınlarla ilgili açıklamalar
içeren ayeti incelerken bu konu üzerinde bir ölçüde durmuştuk.
Tefsir'un-Numanî'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Süleyman b. Harun
el-İclî'den şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini
duydum: "Bu işin [hilâfet yetkisi] sahibinin hakkı Allah'ın koruması
altındadır. Bütün insanlar ölseler bile, Allah onları getirir, ortaya
çıkarır. Bunlar yüce Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir:
'Eğer onlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek
bir topluluğu bunlara vekil bırakmışızdır.' Bir diğer ayette de onlar
hakkında şöyle buyurmuştur: 'Allah yakında öyle bir toplum getirecektir
ki, O onları sever, onlar da O'nu severler. Müminlere karşı alçak
gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler.' [Mâide, 54]"
Ben derim ki: Bu rivayet, ayetin özel bir duruma uyarlanmasına ilişkin
bir örnek içermektedir.
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Hamza'dan, o da İmam
Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah Kur'ân'da şöyle buyurmuştur:
'Daha önce de Nuh'u... doğru yola iletmiştik... Eğer onlar,
bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir topluluğu bunlara
vekil bırakmışızdır.' Yüce Allah onun ehlibeytinin üstünlerinden,
kardeşlerden ve zürriyetlerden vekiller kılmıştır. İşte yüce Allah'ın şu
sözünde kastedilen budur: 'Eğer onlar, bunları inkâr ederse...' Eğer
senin ümmetin bunları inkâr ederse, biz, senin ehlibeytini senin getirdiğin
dine inanmanın vekilleri kılmışızdır. Onlar bunu ebediyen inkâr
etmezler. Seni görevlendirdiğim imanı zayi ve ihmal etmem.
Senden sonra senin ehlibeytinden, ümmetinin âlimleri, senden sonra
benim işimin sahipleri, içinde yalan, günah, vebal, kibir, böbürlenme
ve riya olmayan ilmin yorumcuları olan kimseler olacaktır." [Ravzat'ul-
Kâfi, c.8, s.119, h: 92]
Ben derim ki: Ayyâşî bunu ve bundan önceki hadisi mürsel olarak rivayet
etmiştir.1 Bu da önceki gibi uyarlama türüne bir örnek oluşturmaktadır.
el-Mehasin adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Uyeyne'den,
o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Bir
gün Ebu Abbas'ın [Mansur Davanikî] yanına gitmiştim. İnsanlar etrafında
kümelenmiş, yerlerini almışlardı. Elini bana uzattı. Önünde de
sofra kurulmuştu. Ben de yanına gitmek için adım attım. Fakat ayağım
sofraya takıldı, böylece yüce Allah'ın bana gelmesini dilediği duruma
düştüm. Allah şöyle buyuruyor: 'Eğer onlar, bunları inkâr ederse,
biz, bunları inkâr etmeyecek bir topululuğu, bunlara vekil bırakmışızdır.'
Bunlar öyle bir kavimdir ki, Allah'a andolsun ki namazı kılarlar,
zekâtı verirler ve Allah'ı çokça anarlar." [el-Mahasin, Kitab'ul-Mâ,
s.588, h: 88]
Ben derim ki: Bu rivayetin özü şudur: İmam (a.s) ayağının istemeden
sofranın bir tarafına takılmasından hayâ duymaktadır. Sanki sofraya
basmayı bir küfran-ı nimet gibi algılamıştır. Böylece, "bunları inkâr
etmeyecek..." ifadesindeki "küfür" sözcüğünü, nankörlüğü de kapsayacak
şekilde genelleştirmiştir.
Nehc'ül-Belâğa'da şöyle deniyor: "Peygamberinizin (s.a.a) hidayetine
uyun; çünkü o, en üstün hidayettir."
Ben derim ki: Bu anlamı ayetlerden açıkça algılayabiliriz.
Tefsir'ul-Kummî'de Hz. Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Yol göstericiliklerin en iyisi, en güzeli peygamberlerin yol göstericilikleridir."
91- Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler (ululamadılar).
Çünkü, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." dediler. De ki:
"Öyleyse Musa'nın, bir nur ve insanlar için yol gösterici olarak getirdiği
kitabı kim indirdi?" Siz onu parça parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi)
açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de, babaları-
nızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir. (Resulüm,) sen "Allah" de,
sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.
92- Bu (Kur'ân), kendinden öncekileri (kitapları) doğrulayıcı olarak ve
senin de şehirlerin anasını (Mekke’yi) ve çevresindeki insanları uyarman
için indirdiğimiz mübarek (feyiz kaynağı) bir kitaptır. Ahirete inananlar,
ona inanırlar ve onlar namazlarını korurlar (huşû içinde kılarlar).
93- Allah'a karşı yalan uydurandan (ortak koşandan) ya da kendisine
hiçbir şey vahyedilmemişken, "Bana vahyolundu." diyenden yahut,
"Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyenden
daha zalim kim olabilir?! O zalimleri, ölümün şiddetleri içinde,
meleklerin ellerini uzatarak onlara, "Haydi canlarınızı (bedeninizden)
çıkarın (ölün)! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylediğinizden ve O'nun
ayetlerine karşı büyüklük tasladığınızdan ötürü, bugün (ölüm günü) alçaklık
azabıyla cezalandırılacaksınız!" dediklerinde, bir görsen!
94- Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine yapayalnız/tek olarak
bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. (Yaratılışınızda)
ortak(larımız) sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda
görmüyoruz! Andolsun, aranızdaki bağlar kopmuş ve (şefaatçi) sandıklarınız
sizden kaybolup gitmiştir.
95- Taneyi ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır; ölüden diriyi, diriden
de ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. O hâlde, (haktan) nasıl dönersiniz!
96- Sabahı yarıp çıkaran, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin
tayini için) birer hesap ölçüsü kılan, O'dur. Bu, o üstün ve bilen
Allah'ın takdiridir.
97- O, karanın ve denizin karanlıklarında kendileri ile yolu bulasınız
diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için
ayetleri geniş geniş açıkladık.
98- O, sizi bir tek nefisten (Âdem'den) yaratandır. Kiminiz istikrara kavuşmuş,
kalış yerine (dünyaya) yerleşmiştir; kiminiz de emanet olarak
(sulplere ve rahimlere) konulmuştur. Gerçekten biz, kavrayan bir toplum
için ayetleri geniş geniş açıkladık.
99- O, gökten su indirendir. Onunla her çeşit bitkiyi bitirdik. Ondan
(bitkiden) da birbiri üstüne binmiş taneler bitireceğimiz yeşillik çıkardık.
Hurma ağacının tomurcuğundan da birbirine girmiş salkımlar
vardır. Ve bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen üzüm,
zeytin ve nar bahçeleri (meydana getirdik). Meyvesine, ürün
verdiğinde ve olgunlaştığında, bir bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda,
inanan bir toplum için ayetler vardır.
100- Cinleri Allah'a ortak yaptılar. Hâlbuki onları O yaratmıştır. Bir de
hiçbir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. O ise,
onların nitelendirdikleri şeylerden uzak ve yücedir.
101- O, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl
çocuğu olabilir? Oysa O'nun eşi yoktur. Her şeyi O yaratmıştır ve O,
her şeyi bilendir.
102- İşte Rabbiniz olan Allah O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur; her şeyin
yaratıcısıdır. Öyleyse O'na kulluk edin; O her şeye vekildir.
103- Gözler O'nu görmez, O gözleri görür. O, latif ve (her şeyden) haberdar
olandır.
104- (Ey Resulüm, müşriklere de ki:) Doğrusu size Rab-binizden basiretler
(açık kanıtlar) geldi. Artık kim görürse yararı kendisine, kim de
kör olursa zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinizde gözetleyici değilim.
105- İşte böylece ayetleri döne döne (çeşitli biçimlerde) açıklıyoruz
ki, "Sen ders almışsın." desinler, biz de anlayan toplum için onu
(Kur'ân'ı) açıklayalım.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Yukarıda sunduğumuz ayetlerin, önceki ayetler grubuyla bağlantısının
hiç olmadığını söyleyemeyiz. Çünkü bu ayetlerde, "Allah, hiçbir
beşere bir şey indirmedi." diye Peygamber'e (s.a.a) cevap veren [ve bütün
semavî dinleri inkâr etmeye kalkışan] Ehlikitap'la, onlara kitap
indirildiği hususunda girilen bir tartışmayla söze başlanıyor. Önceki
ayetler grubunda ise kitap indirmek, yüce Allah'ın peygamberlere bahşettiği
ilâhî yol göstericiliğin gereklerinden biri olarak ön plâna çıkarılıyor.
Önce Ehlikitap'la bir tartışmaya giriliyor. Ardından zulümlerin en büyüğünün
Allah'a iftira ederek ortak koşma olduğu ya da peygamberlik
misyonu hakkında inkâra sapmak suretiyle zulüm işlemek olduğu
belirtiliyor. Bu zulüm, peygamberlik misyonunun sunduğu hakkı inkâr
etmek veya bu misyonun kapsamında olmayan bir şeyi iddia etmek
şeklinde olur. "Ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyen
adamın durumu gibi.
Sonra ayetlerde, bu zalimlerin ölüm anında, üzerlerine ölümün sarhoşluğu
ve şiddetli sarsıntıları çöktüğü sırada, meleklerin ellerini onlara
uzattıkları sahne canlandırılarak akıbetlerinin nereye varacağı
belirtiliyor. Ardından yüce Allah'ın birliğine ilişkin ayetlere dikkatler
çekiliyor, güzel isimlerinden ve yüce sıfatlarından bazıları zikrediliyor.
91) Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler. Çünkü, "Allah,
hiçbir beşere bir şey indirmedi." dediler.
Bir şeyi takdir etmek, onu büyüklük veya küçüklük gibi nitelikleri itibariyle
tanımak, ölçmek demektir. Dolayısıyla "kadert'uş-şey'e kadren"
ve "kaddert'uş-şey'e takdîren", "şeyin miktarını ve somut ölçülerini
açıkladım." anlamındadır. Daha sonra bu kelime daha geniş kapsamlı
olarak kullanılmış ve somut olmayan şeyler için de kullanılmaya
başlanmıştır. Meselâ, "Falanın insanlar ve toplum içindeki kadri"
denilmiştir. Bununla onun insanların gözündeki büyüklüğü, toplum
nez-dindeki ağırlığı ve toplumsal değeri kastedilir.
Bir şeyin takdir edilmesi, ölçülmesi ve bir sınırla sınırlandırılıp belirlenmesi,
genellikle onun bilinmesine bağlı olarak belirginleşen durumunu
açıklayıcı niteliklerle nitelenmesi şeklinde gerçekleştiğinden,
"kadr" ve "takdir" ifadeleri, istiare yoluyla nitelik ve bir şeyin durumunun
bilinmesi anlamında da kullanılmıştır. Örneğin, "Kader'eşşey'e"
ve "Kadderehu" denildiğinde, "Onu niteledi." anlamını ifade
eder. Yine bu ifadeler, onu bildi, tanıdı anlamında da kullanılır. Dil (Arap
edebiyatı), bu kullanımların tümüne de açıktır.
Allah'ın yüce zatı, ne duyu, ne vehim ve ne de akıl tarafından kuşatılamadığından,
O'nu bilmek ancak şanına yaraşan nitelikleri aracılı
ğıyla gerçekleşebildiğinden ve büyüklüğü ayetleri, fiilleri aracığıyla
kavranabildiğinden dolayı, "kadr" kelimesinin yukarıda işaret edilen
anlamlarının tümü, yüce Allah ile ilintili olarak kullanılabilir. Dolayısıyla,
"Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler." ifadesi, "O'nu,
şanına yaraşır biçimde ululamadılar, tazim etmediler." ya da "O'nu,
gereği gibi nitelemediler." veya "O'nu, hakkıyla bilip tanımadılar." anlamına
gelir. O hâlde, ayetin kendisi itibariyle bu üç anlamdan her birine
veya gereklilik yöntemiyle tümüne delalet etme ihtimal ve olasılığı
vardır. Ancak yüce Allah'ın kitap, hüküm ve peygamberliği sonucunda
getiren nebilerine yönelik hidayetini/yol göstericiliğini
vasfeden önceki ayetleri, yanı sıra yüce Allah'ın hak sözü ve hidayet
nimetini insanlar arasında ardarda gelen zamanlarda ve kuşaklarda
korumaya gösterdiği büyük inayeti göz önünde bulundurduğumuz
zaman, ayetin ilk anlamı esas alınacak şekilde yorumlanmasının daha
uygun düşeceğini görüyoruz. Çünkü vahyin indirilişini inkâr etmenin
altında, yüce Allah'ın kadrini düşürme, O'nu rablık makamından
indirme anlamı yatar. Rablıksa, yüce Allah'ın kullarının her türlü işiyle
ilgilenmesi, onları asıl hedefleri olan mutluluğa ve kurtuluşa yöneltmesi
demektir.
Benzeri ifadeyi içeren bir başka ayetten de bu anlamın pekiştiğini görebiliriz:
"Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler, ululamadılar.
Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu içindedir;
gökler de sağ eliyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından
münezzeh ve yücedir." (Zümer, 67)
Aşağıdaki ayetten de benzeri anlamı çıkarsamak mümkündür: "O Allah'tan
başka yalvardıklarınız, onların hepsi bir araya toplansalar, bir
sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu da ondan
geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de. Allah'ı şanına yaraşır
biçimde ululamadılar. Şüphesiz Allah, kuvvetlidir, üstündür." (Hac, 73-
74) Demek isteniyor ki: Allah'ın kuvveti ve üstünlüğü, buna karşılık
O'ndan başkasının zayıflığı ve zelilliği Allah'ın kadrinin düşürülmemesini,
O'nun ve diğer düzmece ilâhların tanrılar ve rabler ismi altında
birlikte zikredilmemesini gerektirir.
Bütün bunlar gösteriyor ki, tefsirini sunduğumuz ayeti, kelimenin bi-
rinci anlamını (ululamak) esas alacak şekilde yorumlamamız daha
yerinde olacaktır. Bununla beraber diğer iki anlamı da büsbütün değerlendirme
dışı tutamayız. Ancak bazılarının yaptığı gibi, "Onlar Allah'ı
şanına yaraşır biçimde takdir etmediler." ifadesini, "O'nun hakkı
olan kudreti O'na vermediler." şeklinde yorumlamaksa, akla gelebilecek
en uzak anlamdır.
"Onlar Allah'ı şanına yaraşır biçimde takdir etmediler." ifadesi, "Çünkü,
'Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi.' dediler." ifadesiyle kayıtlı
olduğu için, bundan şu anlam çıkıyor: Allah'a karşı bu cüretkâr, bu
küstah tutumları, O'nu şanına yaraşır biçimde takdir etmeyişleri, ululamamaları,
yüce Allah'ın insana vahiy ve kitap indirmesini olumsuzlayan
bir tutum içinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu da gösteriyor
ki, ilâhlığın bir gereği ve rablığın bir hususiyeti de insanları
dosdoğru yola iletmek, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturmak
amacıyla vahiy ve kitap indirmektir. Ayette üzerinde durulan
mesele budur.
Nitekim yüce Allah, bu gerçeği kanıtlama bağlamında tartışmaya girişirken
şu ifadeleri kullanıyor: "De ki: Öyleyse Musa'nın, getirdiği kitabı
kim indirdi?...", "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size
öğretilmiştir."
İfadelerin ilkinde, peygamberlikleri getirdikleri apaçık mucizelerle
kanıtlanmış peygamberlere (hepsine selâm olsun) inen semavî kitaplardan
birinin kanıt olarak gösterildiğine tanık oluyoruz. Burada insanlar
arasında ilâhî yol göstericiliğin, Nuh ve ondan sonra gelen
peygamberler aracılığıyla kesintisizliği ve korunmuşluğu esas alınmıştır.
Yüce Allah, bunu önceki ayetlerin akışı içinde şu şekilde ifade
etmiştir: "İbrahim babası Azer'e demişti ki: ...O, sadece âlemlere bir
öğüttür." [En'âm, 74-90]
İfadelerin ikincisinde ise, insanlar arasında ilâhî bilgilerin ve hükümlerin
varlığını esas alan bir kanıtlama yöntemine başvuruluyor. Bu ilâhî
bilgilerin ve hükümlerin toplumsal bir yapı içinde varlığını sürdüren
insandan kaynaklanması mümkün değildir. Çünkü insanın duyguları
ve düşünme yeteneği, ancak onu hayatı üzerinde yapıcı ve olumlu
etkisi bulunan beslenme, barınma, giyinme, çiftleşme, men
faatleri edinme ve zararlı ve kötü şeyleri savma gibi eylemlere yöneltir.
Bu olgular, maddî yararlanma kapsamına girmeleri bakımından
insanın hay-vansal özellikleriyle algıladığı, yöneldiği şeylerdir. Fakat
ilâhî bilgiler, üstün ve güzel ahlâkî ilkeler ve bunların pratikte uygulanmasını
sağlayan yasalara gelince, sosyal bir varlık olan insanın
sosyal bilinciyle bunları algılaması mümkün değildir. Hem sosyal bilincin
bununla ne ilgisi var ki?! Sosyal bilinç dediğimiz şey, insanı bulabildiği
ve kullanma imkânına kavuştuğu her şeyi dünyevî hayatının
ihtiyaçlarını giderme, yeme, içme, barınma, çiftleşme ve bunlarla ilintili
diğer faaliyetleri yerine getirme amacıyla kullanmaya yöneltir.
Ardından,
yapabiliyorsa, bunlardan yararlanma yolunda karşısına çıkan
her engeli kırıp geçmesini, yapamıyor ve güç yetiremiyorsa da menfaatler
hususunda karşısına çıkanlarla güç birliği ve işbirliği yapmasını
telkin eder, adaletin etkin kılınmasını sağlamaya yöneltir. İşte insanın
uygar ve sosyal bir varlık oluşunun sırrı burada yatar. Daha önce
tefsirimizin ikinci cildinde, "İnsanlar bir tek ümmetti. Allah… peygamberler
gönderdi." (Bakara, 213) ayetinin tefsiri çerçevesinde peygamberlik
kavramı üzerinde dururken bu hususa açıklık getirmiştik.
İnşaallah ileride daha geniş bilgiler sunma imkânına kavuşacağız.
Kısacası, "Onlar Allah'ı, şanına yaraşır biçimde takdir etmediler (ululamadılar)."
cümlesi, ekleriyle birlikte şunu ortaya koymaktadır: "İlâhlığın
bir gereği de, insanlığın bazı bireylerine kitap ve vahiy indirmek
suretiyle insanları dosdoğru yola iletmek ve mutluluk yurduna ulaştırmaktır."
Buna kanıt olarak da ayette, başta, hidayet yolunda Allah
tarafından indirilen bazı kitaplar gösteriliyor. İkinci olarak da insanların
kolektif akıl aracılığıyla ulaşamayacakları kimi ilâhî bilgilere sahip
olmalarına işaret ediliyor.
De ki: "Öyleyse Musa'nın, bir nur ve insanlar için yol gösterici olarak getirdiği
kitabı kim indirdi? Siz onu parça parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi)
açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz."
Genel yaklaşım ve kıraat, "tec'elûnehu" şeklinde okunması yönündedir.
Bu da hitap sıygasıdır. Bu durumda muhataplar, kaçınılmaz olarak
Yahudilerdir. Bazıları ise, kelimeyi "yec'elûnehu" şeklinde, gaip
sıygasıyla okumuşlardır. Bu durumda, "...kitabı kim indirdi?" diye
kendilerine soru yöneltilen muhataplar, Yahudiler veya bazılarının
söylediği gibi Arap müşrikleridir. Kitabın parça parça kağıtlar hâline
getirilmesine gelince, ifadenin orijinalinde geçen "karâtîs" kelimesi,
"kırtâs"ın çoğuludur. Bununla, ya kitabın kâğıtlar üzerine yazılması
veya üzerinde yazılar bulunan kâğıtlar hâline getirilmesi kastedilmiştir.
Çünkü yazıların kendisine delâlet ettiği lafızlar kitap olarak isimlendirildiği
gibi, sayfalar ve kağıtlar da kitap olarak isimlendirilir.
"De ki: Öyleyse Musa'nın... getirdiği kitabı kim indirdi?" ifadesi, onlardan
aktarılan "Çünkü, 'Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi.' dediler."
şeklindeki sözlerine bir cevap niteliğindedir. Gerçi ayette, bu sözü
söyleyenlerin kimler olduğu belirtilmiyor; ancak cevap, özelliği itibariyle
bu cevaba muhatap olanların Yahudiler olduğu hususunda
kuşkuya yer bırakmayacak mahiyettedir. O hâlde, "Allah, hiçbir beşere
bir şey indirmedi." diyenler de Yahudilerdir. Çünkü ayette, bu sözü
söyleyenlere karşı Musa'ya (a.s) indirilen kitap örnek olarak gösterilerek,
iddiaları çürütülmek isteniyor. Oysa müşrikler Musa'ya (a.s) indirilen
kitabı tanımıyorlardı, onun Allah katından indirildiğini kabul etmiyorlardı;
Musa'nın kitabının Allah katından indirildiğini sadece Ehlikitap
kabul ediyordu. Öte yandan ayet, adı geçen kitabı parça parça
kağıtlar hâline getirerek, bir kısmını açıklayıp büyük bir kısmını da gizlemelerini
eleştiriyor, bu davranışlarını yeriyor. Kur'ân'ın yer yer onlara
izafe ettiği gibi, bu da Yahudilerin özelliğidir, müşriklerin değil.
Kaldı ki, bundan sonra yer alan, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği
şeyler size öğretilmiştir." cümlesinin yalın anlamından, bununla Yahudilerin
dışında müşriklere veya Müslümanlara hitap edilemeyeceği
anlaşılıyor. Nitekim daha önce buna değindik ve İnşaallah ileride ayrıntılı
bir şekilde değineceğiz.
Ama ortada bir problem var: Yahudiler, Musa'nın ve ondan önce
gönderilen peygamberlerin (hepsine selâm olsun) peygamberliklerine
inanıyorlardı. Tevrat gibi semavî kitapların indirildiğini kabul ediyorlardı.
O hâlde, "Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi." demiş olmaları
söz konusu olamaz. Çünkü böyle bir şey söylemek, onların
temel inanç ilkeleriyle çelişmektedir.
Bu itiraza şöyle cevap vermek mümkündür: Böyle bir şeyin onların
temel inanç ilkelerine ters olması, bazılarının bunu sırf İslâm'a karşı
besledikleri taassuptan dolayı veya Müslümanlara karşı müşrikleri
kışkırtmak için ya da müşriklerin kendilerine Peygamberimizin (s.a.a)
Allah'tan indiğini söylediği kitapla ilgili bir soru yöneltmeleri sonucu
buna cevaben böyle bir şeyi söylemiş olmaları ihtimalini ortadan
kaldırmaz. Nitekim Müslümanların tevhit inancına karşı Arap müşriklerinin
putperestliklerine arka çıkmış ve müşrikler için, "Bunlar, (Allah'a)
inananlardan daha doğru yoldadırlar." demişlerdi. Böylece
kendi dinlerinin temeli de tevhit olmasına rağmen, şirkin pisliğini
tevhidin temizliğine tercih etmişlerdi. Öyle ki, bu olumsuz tavırlarından
dolayı yüce Allah onlarla ilgili olarak şu ayeti indirmişti: "Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Bunlar puta ve
tağuta inanıyorlar ve kâfirler için, 'Bunlar, (Allah'a) inananlardan daha
doğru yoldadır.' diyorlar." (Nisâ, 51)
Bir de Hıristiyanlara karşı düşmanlıklarını ortaya koyup kendi üstünlüklerini
vurgularken, öncekinden çok daha net bir biçimde beyinsizliklerini
ortaya koyan, "İbrahim (a.s) Yahudidir." demeleri var. Öyle ki
yüce Allah onların bu beyinsizliklerini şu şekilde dile getirmiştir: "Ey
kitap ehli, İbrahim hakkında ne diye tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da,
İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Anlamıyor musunuz?... İbrahim
ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan idi; ancak o hanifti, Müslümandı,
müşriklerden değildi." (Âl-i İmrân, 65-67) Bunun gibi Kur'ân'da aktarılan
birçok sözleri var ki, kendi değişmez inanç temelleriyle çelişmektedir.
Dolayısıyla, karakteri bundan ibaret olan insanların bozucu birtakım
gerekçelerden dolayı semavî bir kitabın bir insana indirilişini inkâr
etmesinde yadırganacak bir şey yoktur. Böyle insanlar sırf kimi batıl
maksatlarına ermek için batıl olduğunu bile bile yanlış şeyler telkin
ederek, kanıtlanması durumunda kendilerine zarar vereceğini bildikleri
hakkı inkâr etme yönüne gitmekten kaçınmazlar.
Bir başkası da şöyle demiştir: [Söz konusu ayetler Mekke inişlidirler
ve] Kur'ân Mekke'de inen ayetlerinde Ehlikitab'ın durumuyla hiç
ilgilenmez; Mekke'deki davet, hicretten önce sadece müşriklere yö-
nelikti. Çünkü müşrikler topluluğuyla karşı karşıyaydılar ve yurt onların
yurduydu. [Dolayısıyla bu ayetin muhatabı Yahudiler olamaz, hitap
Mekke müşriklerine yöneliktir.]
Buna cevap olarak deriz ki: Pratik durumun bundan ibaret olması,
onlardan hiçbir şekilde söz edilmemesini gerektirmez. Din genel bir
kurumdur, daveti de evrenseldir; çağrısı tüm insanlara yöneliktir.
Kur'-ân da bütün âlemlere gelmiş bir öğüt, bir uyarıdır. Ehlikitap'la
müşrikler ise komşuydular, aralarında sürekli bir iletişim ve ilişki
vardı. Nitekim Mekke inişli surelerde, Ehlikitap'tan söz eden ayetler
vardır ve bu ayetlerin, içinde yer aldıkları Mekke inişli surelerden ayrı
olarak Medine inişli olduklarına ilişkin kesin ve açık bir kanıt yoktur.
Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "İçlerinden zulmedenleri bir yana,
Ehli-kitap'la ancak en güzel tarzda mücadele edin." (Ankebût, 46)
"Yahudi olanlara da, bundan önce sana anlattıklarımızı haram kılmıştık.
Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı."
((Nahl, 118) Yine Mekke inişli bir sure olmasına rağmen A'râf
suresinde de İsrailoğulları tarafından işlenen birçok haksızlığa işaret
edilmiştir.
O hâlde, İslâm davetinin hicretten önce yıllarca devam etmesine ve
Arap Yarımadası'nda birçok Yahudi ve Hıristiyan kolonilerin bulunmasına
karşın bu davetle ilgili haberlerin onlara ulaşmamış olması
veya ulaşmasına karşın lehinde veya aleyhinde herhangi bir şey söylememiş
olmaları imkânsızdır. Öte yandan bir grup Müslüman Habeşistan'a
hicret etmiş, Habeşistanlılara Mekke inişli Meryem suresini
okumuşlardı. Ki bu surede Hz. İsa'nın (a.s) kıssası ve peygamberliği
anlatılır.
Bir başkası ise şöyle der: En'âm suresi, Allah'ın birliği meselesi
etrafında müşriklerle tartışma esasına dayalı bir söylem
içermektedir. Bu yüzden bu suredeki hitapların geneli onlara
yöneliktir. Bu bakımdan, 'Çünkü, 'Allah, hiçbir beşere bir şey
indirmedi.' dediler.' ifadesindeki zamiri Yahudilere döndürmenin bir
mantığı yoktur. Tam tersine, zamirin Arap müşriklerine yönelik
olduğu son derece belirgindir. Çünkü konuşmanın akışında onlardan
haber verilmektedir. Bu surede Yahudilerle ilgili bir söz geçmemiştir.
Dolayısıyla surenin ta baştan buraya, hatta sonuna kadar esas aldığı
raya, hatta sonuna kadar esas aldığı bu hedefin dışında, ayetin, sahih
bir haber veya aklî bir kanıt olmaksızın yorumlanması, ayetin akışının
dışında bir anlam çıkarılması doğru değildir. O hâlde ayeti,
"yec'elûne-hu" [yubdûneha" ve "yuhfûne"] şeklinde gaip sıygasıyla
okumak tercih edilmelidir. Yani Yahudiler, kitabı parça parça kâğıtlar
hâline getiriyorlar. Dolayısıyla Arap müşriklerine yönelik bir hitabın
akışı içinde, Yahudilerin bir tavrı anlatılmıştır.
Müşriklerin, Tevrat'ın semavî bir kitap olduğunu kabul etmedikleri,
dolayısıyla onlara karşı Tevrat'ın bir kanıt olarak sunulmasının ve
onlarla tartışmaya girilmesinin bir mantığının olamayacağı sorununa
gelince, [bu görüşü savunanlardan] bazıları bu sorunu şu şekilde
cevaplandırmışlardır: Müşrikler, Yahudilerin Musa'ya (a.s) indirilen
Tevrat'ın bağlıları olduklarını [ve semavî bir kitap olan Tevrat'ın,
peygamberleri Musa'ya indirildiğine inandıklarını] biliyorlardı.
[Bu da, müşriklerin aleyhine bir kanıt sunmak için yeterli bir gerekçedir.]
Bu yüzden bu tarz bir kanıtın müşriklere sunulması caiz
ve mümkündür."
Buna cevap olarak deriz ki: Bundan önceki ayetlerde gözlemlendiği
gibi, surenin akışının ana hedefi, her ne kadar müşriklerle tartışmak
ve onların tezlerini çürütmek olsa da, surenin akışında müşrikler
kendi şahısları itibariyle hedef alınmış değildirler. Çünkü Kur'ân'ın ifade
tarzı, bir kişiyi veya kişileri sırf şahısları itibariyle ele almaz. Tam
tersine onları ele alışının nedeni, hakkı kabul etmeye yanaşmamaları,
tevhit, peygamberlik ve ahiret inancı olarak belirginleşen [ilâhî]
davetin temel prensiplerini inkâr etmeleridir. Dolayısıyla bu gerçeklerin
tümünü veya bir kısmını inkâr edenlerdir surenin tartışmasının
hedefi olarak öngörülenler. O hâlde, Yahudilerin bazı saçmalıklarına
göndermede bulunmanın hiçbir sakıncası yoktur. Yeter ki bu saçmalıkları,
peygamberliği ve kitabın indirilişini inkâr etmek şeklinde surenin
konusunun kapsamına giren türden olsun.
Yahudilerin ilâhî dinin temel prensiplerini inkâr etmek bağlamında
müşriklerle aynı paralele düşecek birtakım sözleri sarf etmiş olmalarından
dolayı konunun akışı içinde ele alınmaları, surenin genel akışının
müşriklerle ilintili olmasına engel oluşturmaz veya surenin ge-
nel akışı bu bağlamda Yahudilere de işaret edilmesine engel teşkil
etmez, bunu söyleyen kimse müşrik ve puta tapan biri olmasa da.
Hatta bu tür sözlerin, fitne çıkarmak amacıyla Yahudiler tarafından
müşriklerden bazılarına telkin edilmiş olması da mümkündür. Nitekim
bazı rivayetlerde müşriklerin Peygamberimizin (s.a.a) durumu
hakkında bilgi edinmek maksadıyla zaman zaman onlara sorular yönelttikleri,
bu amaçla heyetler gönderdikleri dile getirilir.
Kaldı ki, ileride değineceğimiz gibi, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği
şeyler size öğretilmiştir." ifadesinin Yahudilerden başkasıyla
ilintilendirilmesi, hitabın başkalarına yönelik olması doğru olmaz.
"De ki: Öyleyse Musa'nın, bir nur ve insanlar için yol gösterici olarak
getirdiği kitabı kim indirdi?" ifadesindeki hitabın Yahudilerden başkasına
yönelik olmasının bir mantığı olmadığı gibi.
Arap müşriklerinin, Yahudilerin Musa'ya indirilen Tevrat'ın bağlıları
olduklarını bildiklerini söylemek [ve böylece bu kanıtın onlara sunulmasının
yerinde olabileceğini savunmaya çalışmak], kesinlikle ikna
edici bir gerekçe değildir. Çünkü, sırf Yahudilerin Tevrat'ın bağlıları
olduklarını bilmek, özellikle bir nur ve insanlar için bir yol gösterici
olduğunu belirterek Tevrat'ın Allah katından indirilmiş bir kitap olduğuna
ilişkin bir kanıtı ileri sürmek için yeterli olmaz. Çünkü Tevrat'ın
Allah katından indiğine inanmak, Yahudilerin bunu iddia ettiklerini
bilmekten ayrı bir şeydir. O hâlde uygun olanı, hitabın Yahudilere yönelik
olmasıdır, müşriklere değil.
Kelimenin, "yec'elûnehu, tubdûneha, tuhfûne" şeklinde okunmasına
gelince, bunun, "Musa'nın... getirdiği kitabı kim indirdi?" ve "Sizin de,
babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." ifadelerindeki hitabın
Yahudilere yönelik olması çerçevesinde bir iltifat sanatı [hitaptan
gaip veya gaipten hitap sıygasına geçiş yapma] örneğidir.
Bazıları, ayette hitabın müşriklere yönelik olması ile her iki kıraatin
de doğru kabul edilmesi durumunda meydana gelebilecek problemi
çözmek amacıyla demişlerdir ki: "Bu ayet, surenin kapsamında Mekke'de
nazil olmuştur. Nitekim kelimeyi İbn-i Kesir ve Ebu Amr 'yec'elûnehu
gerâtîs' şeklinde gaip sıygasıyla okumuşlardır. Ve ayetin hedefi
Mekke müşriklerinin tezlerini çürütmektir. Onlar vahyi inkâr
ediyor, Allah'ın bir insanı muhatap alıp onunla konuşmasını imkânız
görüyorlardı. Ama aynı zamanda Musa'nın kitabını [tanıyorlardı, onun
Allah tarafından indirilen bir kitap olduğunu] itiraf ediyorlardı. İlk
Ehlikitap topluluğudur, peygamberler hakkında bilgi sahibi oldukları
gerekçesiyle Yahudilerin hahamlarına heyetler gönderiyorlardı."
"Bu yüzden yüce Allah Peygamberi'ne (s.a.a) şöyle buyurdu: 'Allah
bir insanı mı elçi gönderdi?' dedikleri gibi, 'Allah hiçbir beşere bir
şey indirmedi.' diyerek Allah'ı gereği gibi tanıyamayan, O'nu şanına
yaraşır biçimde takdir etmeyenlere de ki: 'Öyleyse Musa'nın bir
nur... olarak getirdiği kitabı kim indirdi?' Bu kitapla, İsrailoğulları'nın
Mısırlılardan miras aldıkları küfür ve şirk karanlıkları dağıldı.
Bu kitap, 'insanlar için yol göstericidir.' Yani, indiği toplum için bir
yol göstericidir, onlara ilâhî yasaları ve hükümleri öğretmektedir.
Dolayısıyla adı geçen toplum ihtilâfa düşüp kendilerine hatırlatılan
şeyleri unutuncaya kadar nur ve hidayet üzereydiler. Fakat bundan
sonra heva ve heveslerinin, keyiflerinin peşine düştüler, onu 'parça
parça kâğıtlar hâline getirip' kendi keyiflerine uyan kısımlarını
'açıklıyor', buna karşın keyiflerine uymayan hükümlerin, 'çoğunu da
gizliyorlar', hasır altı ediyorlardı."
Mezkur müfessir devamla şöyle diyor: "Öyle anlaşılıyor ki, ayet Mekke'de
bu şekilde [gaip sıygasıyla -yec'elûnehu, yubdûneha, yuhfû-ne-]
okundu ve Medine'de de aynı tarzda okunmaya devam etti. Derken
Yahudi hahamları recm hükmünü gizlediler, Peygamberimizle (s.a.a)
ilgili müjdeleri örtbas ettiler. Hatta bazıları, -eğer rivayetler sahihsedaha
önce müşriklerin dediği gibi, 'Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi.'
dediler. Böyle bir durum karşısında yüce Allah'ın, ayetin akışını
bozmayacak tarzda Peygamberi'ne (s.a.a) Medine'de Yahudilere hitaben
bu cümleleri [hitap sıygası şeklinde], 'onu parça parça kâğıtlar
hâline getirip (istediğinizi) açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyor-sunuz.'
şeklinde okumasını telkin etmesi, bununla beraber ilk okuma tarzını
da neshetmemesi uzak bir ihtimal değildir."
Sözlerinin sonuna da şunları ekliyor: "İşte sözünü ettiğimiz olaylarla
pekiştirilmiş bu ihtimal sayesinde iki kıraati de hiçbir zorlama olmaksızın
yorumlamak mümkündür. Bu iki kıraati izah etmek husu-
sunda müfessirlerin karşılarına çıkan sorunlar bertaraf edilmiş olur."
(Özet olarak aldığımız alıntı burada sona erdi.)1
Değerli okuyucu, [yukarıdaki tefsire göre] müşriklere tanımadıkları,
kabul etmedikleri bir şeyle hitap etme probleminin olduğu gibi yerinde
durduğunu biliyordur. Aynı şeklide Yahudi olmayan bir topluluğa,
"Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir." şeklinde
hitap etmenin oluşturduğu problem de, daha önce işaret ettiğimiz
gibi geçerliliğini korumaktadır. Yine, "nur ve insanlar için yol gösterici..."
ifadesinin sırf Yahudilere yönelik olması da bir problem olarak
yerinde duruyor. Yine söz konusu müfessirin, "Yahudiler Medine'de,
'Allah, hiçbir beşere bir şey indirmedi.' demişlerdi." şeklindeki sözü
de, kurtulmak istediği probleme aynen geri dönmüştür.
Öte yandan, "Allah, Elçisine ayeti onlara okumasını ve 'Siz onu parça
parça kâğıtlar hâline getirip (istediğinizi) açıklıyorsunuz, çoğunu da
gizliyorsunuz.' şeklinde hitap etmesini telkin ettiği" sözüne gelince,
bunun bu şekilde geliştiğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Eğer telkinden
kastı, onlara hitap etmesine ilişkin daha önce gaip sıygasıyla inen
ayetin bu sefer muhatap sıygasıyla inen yeni bir vahiyse, bu demektir
ki, ayet bir surenin kapsamında iki defa inmiştir.
Bir defasında [Mekke'de
inmiş ve] surenin kapsamına alınmış, ayetlerinden biri olarak
yer almıştır. İkinci defasında ise Medine'de inmiş, ama bu ikinci kez
inen versiyonu surenin kapsamına alınmamış, onun bir parçası olarak
surede yer almamıştır. Eğer telkinden maksat, vahiy olmaksızın
Cebrail'in inmesi ve bu sözleri getirmesi ise, bu durumda [ayet olarak
göstermeye çalıştığı] ikinci ayet, ayet olma özelliğine sahip olmaz; kıraat
de kıraat sayılmaz. Şayet bundan maksat, yüce Allah'ın bir şekilde
Elçisine Mekke'de En'âm suresinin kapsamında inen, "Siz onu
parça parça kağıtlar hâline getiriyorsunuz..." ayetinin hem gaip, hem
de mu-hatap sıygasına açık olduğunu anlattığı, dolayısıyla her iki kıraatin
de sahih ve ayetle kastedildiği ise, -nitekim bazıları değişik kıraatleri
Pey-gamberimizin (s.a.a) okumasına dayandırırlar veya bu
şekilde ona okunduğunu söylerler- bu durumda bundan önceki bütün
problemler yeniden baş gösterir.
Bil ki: Bu açıklama ve incelemelerin tümü, ayetin Mekke'de inmesi
ihtimaline dayanmaktadır. Ama bazı rivayetlerde de belirtildiği gibi
ayetin Medine'de indiği esas alınırsa, artık bu tartışmaların ve açıklamaların
birçoğuna mahal kalmaz.
Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir.
Buradaki ne kendilerinin, ne de babalarının daha önce bilmediği,
ama kendilerine öğretilen ilimden maksat, insanın kendisine bahşedilen
duyu, tasavvur ve akıl gibi donanımlarla elde ettiği, hayatta
yararlı ve zararlı olan şeyleri bilme anlamındaki normal bilgi değildir.
Çünkü ayetlerin akışı, tartışma ağırlıklı olması [ve onların, "Allah
hiçbir beşere bir şey indirmedi." diyerek vahyi inkâr etmelerine
ilişkin iddialarını çürütmeyi amaçlaması] hasebiyle normal bilgilerin
dışında özel bir bilgiyle ilintilidir. Yoksa insanların kendilerine
bahşedilen yöntemlerle öğrendikleri normal bilgi ile, bu ayetlerde
olduğuna dair iddia edilen şey arasında bir ilinti yoktur. Ayetlerin
iddiası ve işlediği konu ise şudur: İlâhlığın bir gereği de insanları
mutluluklarına ulaştırmak, bu maksatla bazı insanlara vahiy veya
kitap indirmektir.
Burada yüce Allah'ın insanlara, kendilerinin öğrenemeyecekleri şeylerin
bilgisini bahşettiği ve çeşitli yetenekler vererek ilimler edinmelerini
sağladığı şeklinde bir anlam da kastedilmiyor. Nitekim aşağıdaki
ayetlerde yüce Allah'ın bu tarz bir lütfuna işaret ediliyor: "Size işitme
duyusu, gözler ve gönüller verdi." (Nahl, 78) "O ki, kalemle öğretti.
İnsana bilmediğini öğretti." (Alak, 4-5) Bilindiği gibi, tefsirini sunduğumuz
ayetin içinde yer aldığı ayetler grubunun akışı, böyle bir anlam
çıkarmaya elverişli değildir.
O hâlde ayette kastedilen, insanın sahip olduğu donanımlar aracılığıyla
ve bilinen yöntemlerle öğrenme imkânına kavuştuğu bilginin dışında,
onun gücü dahilinde olmayan bilgi ve öğretmedir. Bu da yüce
Allah'ın, peygamberlerine ve vahyin hamillerine kitap hâlinde yahut
başka bir şekilde indirdiği ilâhî öğretiler, hükümler ve yasalar içerikli
vahiylerinden başkası değildir. Çünkü ancak bunlar, bütün insan-
ların sahip oldukları donanımlar aracılığıyla ve bilinen yöntemlerle
elde edilemeyen bilgilerdir.
Buradan anlıyoruz ki, "...bilmediği şeyler size öğretilmiştir..." ifadesinde
kastedilenler müşrikler değildir. Çünkü onların yanında bildikleri
ve onayladıkları herhangi açık bir ilâhî bilgi yoktu. Geçmiş kuşaklardan
kendilerine miras kalan peygamberlerin kalıntısı bu tür bilgiler
ise, onlar tarafından onaylanmıyordu. Dolayısıyla yeterli bir açıklama
olmadan bunların onlara karşı bir tez olarak kullanılması doğru değildir.
Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın birçok yerinde onları bu hususlarda
cahil olarak nitelendirmiştir: "Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle
konuşmalı... değil miydi?" (Bakara, 118)
O hâlde, tefsirini sunduğumuz ayette hitap, müşrik olmayan bir topluluğa
yöneliktir. Aynı zamanda Müslümanlar da bu ayetin muhatapları
değildirler. Nedenine gelince:
Birincisi: Ayetlerin akışında birtakım tezlerin çürütülmesi esas alınmıştır.
Eğer hitap Müslümanlara yönelik olsaydı, bu, açık bir gerekçe
olmadan kendilerine yöneltilen bir ara cümlecik şeklinde olurdu.
İkincisi: [Eğer buradaki muhataplar Yahudiler değil de Müslümanlar
olsaydı,] ayette bir gruba hitap etmekten bir başka gruba hitap etmeye
geçiş yapılarak değişiklik meydana gelmiş olurdu. Şöyle ki:
"Öyleyse Musa'nın... getirdiği kitabı kim indirdi?" ifadesine muhatap
olanlara yönelik hitaptan dönülerek, "...size öğretilmiştir." ifadesiyle
başkalarına hitap ediliyor; açık bir karine olmadan ve karışma ihtimali
de söz konusuyken. [Bu ise fesahat ve belâgat kurallarına aykırıdır.]
O hâlde buradaki hitap, müşrik olmayan, ama Müslüman da
olmayan bir topluluğa yöneliktir. Onlar da ayetin girişinde kendilerine
hitap edilen Yahudilerden başkası olamaz.
Yüce Allah, inat etmek ve fitne çıkarmak amacıyla, "Allah, hiçbir beşere
bir şey indirmedi." diyen Yahudilere karşı iki yöntemi esas alan
bir tartışma başlatmıştır:
Birincisi: Çelişkiyi ortaya çıkarma yöntemi. Şöyle ki onlar Tevrat'a inanıyorlardı,
onun Musa (a.s) tarafından bir nur ve insanlar için bir yol
gösterici olarak getirildiğini kabul ediyorlardı. Bu ise, "Allah, hiçbir
beşere bir şey indirmedi." şeklindeki sözleriyle çelişiyordu. Ardından
yüce Allah onları, Tevrat'ı parçalara ayırarak bir kısmını açıklayıp büyük
bir kısmını da gizlemelerinden dolayı yeriyor.
İkincisi: [Sahip oldukları ilâhî bilgileri hatırlatma yöntemi.] Size, kendi
çabanızla öğrenemeyeceğiniz şeyler öğretildi. Bunları babalarınızın
da öğrenmesine imkân yoktu. Dolayısıyla bu bilgileri babalarınızdan
miras olarak almış olmanız da söz konusu değildir. Bununla ilâhî bilgileri,
üstün ahlâk kurallarını, toplumu adalet ilkesine dayalı olarak
düzenleyen yasa ve kanunları kastediyoruz. Bunlar insanlığın en derin
sosyal ihtilâflarını adalet ilkesine dayalı olarak çözümleyen yasalardır.
Bunlar, özellikle de yasalar, insanların çabasıyla belirlenecek
şeyler değildir.
Tevhit, peygamberlik, ahiret ve üstün ahlâk gibi akıl aracılığıyla ulaşılabilir
genel ilâhî bilgilere gelince; sırf bu ilkelerin akılla kavranabilirliği,
onların insanların sosyal hayatına egemen olması için yeterli değildir.
Bir şeyin salt bilinmesi ile amel sürecine girmesi ve sürekli bir
davranış olarak toplumun içerisine yerleştirilmesi birbirinden farklı
şeylerdir. Çünkü maddî lezzetlerden yararlanma isteği, nefsin tutkularını
tatmin ve arzularını eksiksiz yerine getirme amacına yönelik
olarak her şeyi kullanma iç güdüsü, insana fıtratının derinliklerine
yerleştirilmiş gömülü bilgiler ve hakikatler hazinesini araştırma, buna
dayalı olarak sürekli bir davranış ortaya koyma imkânını tanımaz.
Özellikle bu maddeciliğin tüm topluma egemen olduğu ve sosyal hayatın
her alanını kapladığı durumlarda fıtratın derinliklerinde gizli bulunan
hakikatlerin araştırılıp ortaya çıkarılması büsbütün imkânsız
hâle gelir. Çünkü bu tür bir toplumsal yapı, o toplumu oluşturan bireyler
için bir sınırlandırıcı ortam hazırlar; onları maddî zevklerin peşinde
koşma durumunda bırakır. İnsanî faziletlerin, erdemlerin içine sızmasına
imkân bırakmaz. Geçmiş kuşaklardan miras kalan manevî
üstünlükler, erdemler birer birer unutulmaya yüz tutar. Derken toplum,
hayvansal bir birliktelik mahiyetini kazanır, ilkel bir hayvanlar topluluğuna
özgü dav-ranışların sergilendiği bir zemin gibi belirginleşir.
Nitekim bugün ilerlemiş ülkelerde gözlemlediğimiz manzara bunun
en somut örneğidir. bu toplumlar maddî alanda alabildiğine ilerleme
kaydetmişler, tamamen maddî zevklerin çekiciliğine kendilerini kaptırmışlardır.
Öyle ki bütün zamanlarını bu amaç kaplamış, yüzlerini
ahiretten dünyaya çevirmiş, ahiretten alıkoyarak onları dünyayla
meşgul etmiş, kendilerine maneviyatla uğraşacak zaman bırakmamış,
gerçek ve ebedî hayatın mutluluğu için her türlü düşünme eylemine
engel teşkil etmiştir.
Tarihte sözü edilen milletler ve uluslar arasında, siyasî bir kişiliğin
veya bir devlet adamının insanî yüksek faziletlere, tertemiz ilâhî
bilgilere, takva ve kulluk yoluna davet ettiğinden söz edilmez. Bir
kişinin egemenliğini esas alan istibdat yönetimlerinde iktidarın pekişmesi
ve devam etmesi için çalışılırken, demokrasi ve benzeri çoğulcu
yönetimlerde ise, toplumsal hayatın çoğunluğun keyfine,
hevasının arzusuna göre düzenlenmesi esas alınır; çoğunluğun keyfinin
erdeme uygun olması veya rezil bir mahiyet arz etmesi arasında
fark yoktur, akla dayalı gerçek mutluluğa uygun olması veya aykırı
olması önemli değildir. Şu kadarı var ki, adalet, iffet, doğruluk,
iyilik severlik, insan türünün iyiliğini isteme, zayıflara karşı şefkatli
davranma gibi sadece isimleri kalmış ve fıtratlarının zoruyla saygı
göstermek durumunda kaldıkları bu manevî erdemlerden, insanî
olgunluklardan, yüksek amaçlardan birine aykırı bir davranış sergilediklerinde,
bu yüksek erdemlilik ilkelerini hareket tarzlarına ve
yürürlükteki yasalarına göre yorumlamayı tercih ederler. Bugün
gözlerimizin önünde yaşanan realite bunun en somut örneğidir.
Kısacası, toplumlara yön veren kolektif akıl ve maddî bilinç, insanı ilâhî
bilgilere ve manevî erdemlere ulaştırmada yetersizdir. Buna
rağmen insan toplulukları değişik yapılarına ve kalkınmışlık düzeylerinin
farklılığına rağmen bu manevî erdemleri ve ilâhî bilgileri ifade
eden isimleri barındırmakta ve bunların anlamlarına saygılı davranma
durumunda kalmaktadır. Yeryüzü değerlerine çakılıp kalmış bir
toplumun maddenin ve maddî değerlerin üzerine çıkması ne mümkün?!
Bu ilâhî bilgiler ve manevî değerler, peygamberlerin inkılâplarına,
hak sözü yayma uğruna verdikleri mücadelelerine, tevhit dinini yayma,
insan türünü dünyevî ve uhrevî mutluluğuna yöneltme amaçlı
çabalarına gelip dayanan dinsel davetten arta kalan kalıntılardan ve
eserlerden başka bir şey değildir. O hâlde bunlar, vahiy ve kitap indirme
şeklinde gerçekleşen ilâhî öğretimin yansımalarıdır.
Buna göre, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler size öğretilmiştir."
ifadesi Yahudilere yönelik bir itirazdır. Çünkü onlardan biri,
"Allah, insana bir şey indirmedi." demişti. Onlara deniliyor ki, sizin
yanınızda son derece yararlı bilgi var; bu bilgiyi kendi çabalarınızla
elde etmediğiniz gibi, atalarınızdan da size miras kalmadı. Tersine
bu bilgiyi bundan farklı bir yolla öğrendiniz. Bu da Allah tarafından
bazı insanlara vahiy ve kitap indirme yoludur. Nitekim yüce Allah
bazı insanlara gerçek bilgileri ve dinsel yasaları indirmiştir. Yahudilerin
yanında buna ilişkin çok örnekler vardı. Bunları, peygamberlerinden
miras almışlardı ve Musa'nın kitabı bunları onların arasında
yaygınlaştırmıştı.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlıyoruz ki, bazı müfessirlerin
söylediklerinin aksine, "Sizin de, babalarınızın da bilmediği şeyler
size öğretilmiştir." ifadesinden maksat, genel olarak vahiy ve kitap
menşeli bilgiler ve yasalardır; özel olarak Musa'nın (a.s) kitabının
içerdiği bilgiler ve yasalar değildir. Gerçi bunun kapsamına Yahudilerin
yanında bulunan Tevrat'ın içerdiği bilgiler ve yasalar da girmektedir.
Çünkü ayetin ifade tarzı sırf bir örnekle sınırlandırmaya elverişli
değildir. Nitekim, "...bilmediği şeyler size öğretilmiştir." deniliyor, "O
(Musa'nın getirdiği kitap) size öğretilmiştir" veya "Allah onu size öğretmiştir"
denilmemiştir.
Öğretenin kim olduğu belirtilmeden, "...size öğretilmiştir." buyurulmuştur.
Böylesi, kanıtlama amaçlı bir akışa daha uygundur. Çünkü
bu tür bir akışın kapsamında öğretenin kim olduğunu zikretmek, daha
çok kanıtsız bir iddia ortaya atmaya benzer. Dolayısıyla burada
şöyle denilmiş gibi bir durumla karşı karşıyayız: "Sizin yanınızda birtakım
bilgiler vardır ki, bunlar ne sizin, ne de atalarınızın çabalarından
kaynaklanan bilgiler değildir. Peki bu bilgileri kim öğretti size?"
Sonra bu soruya, "Yüce Allah." şeklinde cevap verilmektedir.
(Resulüm,) sen "Allah" de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.
[Genelde bir konuyla ilgili soru soranın sorusunun cevabı çok açık,
net ve kendisine soru yöneltilenin de kabul ettiği türden bir şey olursa,
soru soran karşı tarafın cevabını beklemeden hemen kendisi cevabı
verir. Söz konusu ayette de durum böyledir. Şöyle ki:] Yukarıdaki
sorunun cevabı hiçbir kuşku götürmeyecek şekilde açık olduğundan,
böyle bir özelliğe sahip olan bir sorunun cevabını da kendisine bir şey
kanıtlanmak üzere soru yöneltilen kişinin cevabı beklenmeden, soru
soranın kendisinin üstlenebileceğinden dolayı yüce Allah Peygamberine
(s.a.a) bu cevabı vermesini ve "Allah" demesini emrediyor. Yani
Musa'nın getirdiği kitabı indiren ve ne sizin, ne de babalarınızın bilmediği
bilgileri size öğreten, Allah'tır.
Ardından da Allah'ın, hiçbir insana bir şey indirmediğini söylemek
anlamsız, ciddiyetten uzak bir hezeyan olduğu ve bu sözü söyleyen
de Musa'nın (a.s) getirdiği Tevrat'ı kabul eden, ilim ve kitaptan haberdar
Yahudi toplumuna mensup biri olduğu için yüce Allah Peygamberi'ne
onları kendi hâlleriyle baş başa bırakmasını emrediyor:
"sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar."
92) Bu (Kur'ân), kendinden öncekileri (kitapları) doğrulayıcı olarak ve
senin şehirlerin anasını (Mekke'yi) ve çevresindeki insanları uyarman için
indirdiğimiz mübarek (feyiz kaynağı) bir kitaptır.
Daha önce ilâhlığın bir gereğinin de insanlardan bir gruba, yani peygamberlere
(selâm üzerlerine olsun) vahiy indirmek olduğuna, Musa'ya
indirilen Tevrat gibi hak içerikli bir kitabın var olduğuna ve insanlara
ancak vahiy ve gaybî öğretim sonucu öğretilecek şeylerin öğretildiğine
dikkat çekildiği için, burada Kur'ân'ın da ilâhî bir kitap olduğuna,
diğer semavî kitaplar gibi Allah tarafından indirildiğine işaret
ediliyor. Bunun kanıtı olarak da, Kur'ân'ın ancak semavî kitaplarda
olabilecek türden bilgileri içeriyor olmasının altı çiziliyor.
Bu açıklamalardan sonra sırasıyla şu hususlar belirginlik kazanıyor:
Birincisi: Ayetlerin akışının bu yerinde belirginleşen amaç, Kur'ân-ın Allah
katından inen bir kitap oluşuyla ilintilidir; Kur'ân'ın kime indiği zatla
değil. Bu yüzden, "indirdiğimiz... bir kitap..." deniliyor, buna karşın, "sana
indirdiğimiz bir kitap" denilmiyor. Fakat başka yerlerde amaç,
Kur'ân'ın indirildiği zatla ilintili olunca, ona da işaret edilmiştir. Şu ayette
olduğu gibi: "Sana bu mübarek kitabı indirdik ki ayetlerini düşünsünler."
(Sâd, 29) Bunun gibi daha birçok ayet örnek verilebilir.
İkincisi: Kitabın nitelikleri bağlamında sıralanan, "mübarek (feyiz
kaynağı) ve... doğrulayıcı" gibi nitelikler, onun Allah katından indirildiğinin
kanıtları değil, kanıtları mesabesindeki emareleridir, belirtileridir.
Yani Kur'ân'ın Allah katından indirildiğinin belirtilerinden biri,
onun mübarek olmasıdır. Allah onun içine birçok feyiz ve hayır koymuştur.
O bu özelliğiyle insanları en doğru olana yöneltir. Allah onun
aracılığıyla hoşnutluğunun peşinde olanları esenlik yollarına iletir. İnsanlar
onun sayesinde geniş topluluklar oluşturmaları, güç birliği
yapmaları ve sözbirliği etmeleri suretiyle dünyaları açısından kazançlı
çıkarlar. Ona uymakla içlerindeki kin ve nefreti atarlar. Kalplerini eğriliklerden
arındırırlar. Güvenliği ve barışı yaygınlaştırırlar. Yaşamları
bereketlenir. Hayatları güzelleşir. Cehalet ve her türlü küçük düşürücü
rezillik ortadan kalkar. Onun sayesinde insanlar mutluluk şemsiyesi
altına girerler. Ahirette de büyük ödül ve kalıcı nimetler elde etmek
suretiyle kazançlı çıkarlar.
Eğer Kur'ân Allah katından indirilmiş olmasaydı, insan ürünü olsaydı,
örneğin insanları kandırmak, onları tuzaklarına düşürmek isteyen bir
şebekenin ortaya koyduğu bir eser olsaydı, yahut bir gönül eğlendirme
ya da onu getiren kişi öyle olmadığı hâlde bunun, kendisine Allah
katından indirilen semavî bir vahiymiş gibi gösterilen şeytanî bir telkin
olsaydı, kalıcı ve yerleşik bilgi niteliğini almazdı; bunca ilâhî feyiz,
bereket ve çokça hayır ondan kaynaklanmazdı. Çünkü kötülük yolu,
kendisini izleyeni sadece kötülüğe iletir. Bozgunculuktan yapıcılık
çıkmaz, fesattan ıslâh doğmaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah, şaşırttığını yola getirmez." (Nahl, 37) "Allah, yoldan çıkanları
doğru yola iletmez." (Saff, 5) "Güzel olan ülkenin bitkisi, Rabbinin izniyle
çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz."
(A'râf, 58)
Kur'ân'ın hak içerikli bir kitap olduğunun bir belirtisi de, kendisinden
önce Allah katından inen hak içerikli semavî kitapları doğrulayıcı olmasıdır.
Bunun bir diğer belirtisi de, yüce Allah'ın yarattığı varlıkların varoluş
amacı olarak belirlediği hususları eksiksiz bir şekilde ifa etmesidir.
Allah'ın varlık âlemi için belirlediği hedef ise, indirdiği vahiy aracılığıyla
onları uyarmak suretiyle dünya ve ahiret mutlululuğuna yöneltmektir.
Bunu, "senin şehirlerin anasını (Mekke'yi) ve çevresindeki insanları
uyarman için." ifadesinden çıkarıyoruz. Kentlerin anası Mekke'dir.
Maksat ise Mekke'nin halkıdır. Bunu, "çevresindeki insanları..."
ifadesinden çıkarıyoruz. Mekke'nin çevresinden maksat, onu
çevreleyen dünyanın diğer ülkeleri veya bazılarının söylediği gibi ona
komşu beldelerdir. Bu ifade, ayrıca yüce Allah'ın kentlerin anası Mekke'ye
verdiği önemi yansıtmaktadır. Orası ilâhî dokunulmazlık
beldesidir, harem-i şeriftir. İlâhî davet oradan başladı, ilâhî mesaj oradan
dünyaya yayıldı.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şunu anlıyoruz: Ayetlerin akışına
uygun olanı, "şehirlerin anasını... uyarman için" ifadesinin, özellikle
[gaip sıygası ile], "li-yünzire=uyarması için" şeklinde okunması
durumunda önceki "musaddiku=doğrulayıcı" ifadesine atfedilmesidir.
Çünkü her iki ifade de, amaç bildirmeye yöneliktir. [Şöyle ki, yüce Allah
vahiy indirmekle, hem önceki kitapları doğrulamayı, hem de insanları
uyarmayı amaçlamıştır.] Bu durumda, "Kendisinden önceki
kitapları doğrulasın ve kentlerin anasını uyarasın diye..." şeklinde bir
anlam çıkıyor karşımıza. Nitekim Zemahşerî bu görüşü benimsemiş
ve ayeti bu şekilde yorumlamıştır. Ancak bazılarına göre, ifade
"mübare-kun=feyiz kaynağı" ifadesine matuftur. Bu durumda ise, anlamı
şöyle belirginleşmektedir: "[Bu mübarek ve kendinden öncekileri
doğrulayan] kitabı indirdik ki, kentlerin anasını ve çevresindeki insanları
uyarasın."
Ahirete inananlar, ona inanırlar ve onlar namazlarını korurlar.
Bu, bir bakıma yüce Allah'ın katından indirdiği kitaba ilişkin olarak sıraladığı
niteliklere ilişkin bir ayrıntı mahiyetindedir. Yani bizim indirdiğimiz
bu kitap, feyiz ve bereket kaynağı olduğu, kendisinden önceki
kitapları doğruladığı ve yeryüzü halkını uyarmak amacıyla indiği için
ahirete inananlar ona inanırlar. Çünkü Kur'ân kesintisiz ahiret güvenliğine
çağırıyor, insanları kesintisiz azaptan sakındırıyor.
En'âm Sûresi / 91-105 .......................................................................................... 439 Sonra yüce Allah, bu ahirete inananları, müminlere ilişkin en özel, en
ayırt edici niteliklerle vasfediyor. Bu da, Rablerini andıkları bir ibadet
olan namazlarını sürekli kılmaları, korumalarıdır. Nitekim yüce Allah
Mü'minûn Suresi'nin başlarında da müminlere ilişkin nitelikleri sıralarken
en sonunda onların namazlarını koruduklarını, sürekli kıldıklarını
belirtmiştir: "Onlar namazlarını (titizlikle) korurlar." (Mü'mi-nûn, 9)
Yine aynı surenin girişinde aynı anlamı ifade eden şu ayete yer verilmiştir:
"Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler." (Mü'minûn, 2)
Bu da gösteriyor ki, tefsirini sunduğumuz ayette geçen, namazı
korumaktan maksat, namaz kılarken saygılı bir tutum içinde olmaktır,
namazı huşû ile kılmaktır. Bu da kulluk makamında bulunurken
ilâhî azamet ve ululuk karşısında içsel bir etkilenmişlik, zelillik duygusu
içinde olmak demektir. Fakat, bu ayetin tefsiri çerçevesinde bilinen
en yaygın yorum, namazları korumaktan maksat, onları vakitlerinde
kılmaya özen göstermektir, şeklindedir.
KUR'ÂNDA BEREKET KAVRAMININ ANLAMI
Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "el-Berku, sözcüğünün
asıl anlamı, devenin göğsü olmakla beraber deveden başka
bir canlının göğsü için de kullanılır. 'Birke' sözcüğü de aynı anlamda
kullanılır. 'Berek'el-baîru' yani, deve çökerek göğsünü yere koydu. Araplar
bundan sebat ve sarsılmazlık anlamını algılamış ve 'ibterakû
fi'l-harbi' yani, sebat ettiler ve savaşta mevzilerinden ayrılmadılar,
demişlerdir. 'Beraka'ul-harbi ve burukauha', 'Savaşta kahramanların
yerleştikleri ve ayrılmadıkları mevziler' demektir. 'İbtereket'iddâbbetu'
ise, 'Hayvan durdu, yerine çakılıp kaldı.' anlamındadır. İçinde
su tutulan havuza da 'birke' denir. 'el-Berekeh (bereket)' ise, ilâhî
hayrın bir şeyde sabit olması demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle
buyurmuştur: 'Onların üzerine gökten ve yerden bereketler açardık.'
[A'râf, 96] Bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni, hayrın tıpkı suyun
havuzda birikip durması gibi, o şeyde sabit olmasıdır. 'Mübarek'; içinde
bu tür hayır olan şeye denir. 'Bu mübarek bir zikirdir; onu indirdik...'
[Enbiyâ, 50] ayeti de bu anlamı ifade etmektedir."
Ragıp devamla şöyle der: "İlâhî hayır, hissedilmeyen bir yerden, sayısız
ve kayıtsız bir şekilde kaynaklandığı için, içinde hissedilmeyen bir
ziyadelik bulunan her şey için mübarek ifadesi kullanılmış, içinde bereket
vardır, denilmiştir. Bir rivayette bu tür artışlara işaret edilmiştir:
'Bir mal sadaka vermekle eksilmez.' Yoksa bu rivayette somut eksilmeye
işaret edilmemiştir. Nitekim malında zarara uğrayan birine
böyle bir şey söylendiğinde, 'Gidip teraziye vuralım...' demiştir."
Ardından Ragıp şunu eklemiştir: "Yüce Allah'ın mübarek olmasından
maksat da, O'nun hayırların kaynağı olmasıdır." (el-Müfredat'-tan alınan
alıntı burada son buldu.)
Buna göre, "bereket"; bir şeyde hayrın kalıcı, sürekli olması, ondan ayrılmaması
demektir. Örneğin: Nesilde bereket, insanın soyunun çok
olması veya insanın adının onlar aracılığıyla kalıcılık kazanmasıdır.
Yemekte bereket, birçok insanın onunla doymasıdır. Vakit açısından
bereket, bir vaktin kapasitesinden fazla bir işin yapılmasına yetmesidir.
Ne var ki, dinsel amaç ve maksatlar, salt manevî mutluluklar veya
sonuç itibariyle manevî mutluluğa yol açan maddî mutluluklarla ilintili
olduğu için, o mutluluklarla ilgili olgulardaki bereketten maksat,
sözünü ettiğimiz bu manevî hayırdır veya bu manevî hayra yol açan
şeydir. Tıpkı İbrahim'e inen meleklerin sözlerinde bulunan bereket
gibi: "Allah'ın rahmeti ve bereketi siz ev halkının üzerindedir." (Hûd,
73) Bundan maksat, din ve Allah'a yakınlık gibi çeşitli manevî hayırlar
ve mal ile nesil çokluğu, gelecek kuşaklar arasında ismin anılması
gibi maddî hayırlardır. Ki bu tür maddî hayırların tümü manevî hayırlarla
bağlantılıdır.
Buna göre, bereket, yani bir şeyin istenen hayrı kapsaması; tıpkı göreceli
bir olgu gibi amaçların değişmesi ile birlikte değişiklik arz eder.
Çünkü bir şeyin hayırsallığı, kendisiyle ilintili amaçla bağlantılıdır.
Meselâ yemeğin amacı; aç insanın doyması veya yiyene zarar vermemesi
ya da şifa sağlaması, yiyenin mizacıyla uyum sağlaması,
hastalığını giderip iyileştirmesi yahut yiyenin içinde Allah'a kulluk
sunmaya muktedir olmasını sağlayacak bir nura kaynaklık etmesi
vb. olabilir. [Netice itibariyle tek bir iş olan yemek yeme eylemi
nin farklı amaçları olabileceğinden, onunla ilintili olan "bereket" kavramı
da güdülen amaca orantılı olarak farklı anlam ifade edecektir.]
Dolayısıyla bu yerlerde kullanılan bereketten maksat, yüce Allah'ın
sebepler ve etkenler arasında bir uyum meydana getirmesi ve engelleri
ortadan kaldırması sonucu bunlardaki hayrın [ve güdülen amacın]
bu şekilde süreklilik arz etmesidir.
Bundan da anlıyoruz ki, ilâhî bereketin bir şey üzerine inmesi ve o
şeyde hayrın yerleşip süreklilik kazanması, diğer etkenlerin iş görmesini
ve sebeplerin bir araya gelmesini olumsuzlamaz. Dolayısıyla
Allah'ın bir şeyle ilgili olarak bir niteliği veya bir durumu dilemesi, o
şeyi gerektirici diğer sebep ve illetleri geçersiz kılması demek değildir.
-Bu gerçeği bundan önceki bölümlerde defalarca yineledik.- Buna
göre, ilâhî irade diğer sebeplerin üstünde yer alan bir sebeptir, onların
yanında yer alan bir sebep değil. Meselâ yüce Allah'ın bir yemeğe
bereket indirmesi, insanda bu yemeği yemesi durumunda zarar
verecek mizacî bir keyfiyeti gerektirmeyen, bozulmasına, zayi olmasına,
çalınmasına ya da talan edilmesine neden olmayan değişik sebepleri
bir araya getirmesi demektir. Yoksa bunun anlamı, yüce Allah'ın
diğer sebepleri geçersiz kılarak, onda sebeplerin aracılığı söz
konusu olmaksızın hayır meydana getirmesi değildir. Bunun üzerinde
iyice düşün!
Dinsel terminolojide bereket kavramı çokça kullanılır. Kur'ân-ı Kerim'de
değişik ayetlerde farklı lafızlarla bu kavrama yer verilmiştir.
Aynı şekilde hadislerde de sıkça kullanılmıştır. Eski ve Yeni Ahit'lerde
[Tevrat ve İncil] de bereket kavramı değişik konular bağlamında tekrarlanır.
Orada yüce Allah'ın falan peygambere veya falanca kâhinin
başka insanlara bereket vermesi anlatılır. Hatta Eski Ahit'te bereket
olgusu, yürürlükte olan evrensel bir yasa olarak sunulur.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan, Ragıp'tan yaptığımız alıntıdan
da anlaşıldığı üzere bereketin var olmadığını söyleyen ve bir şey
üzerinde etkili olan doğal sebeplerin, başka bir şeyin etkili olmasına
ya da onların etkinliklerini geçersiz kılmasına izin vermediklerini savunan
kimselerin savları da çürümüş oluyor. Bunlar şu gerçeğin farkında
değildirler: Yüce Allah'ın eşyalar üzerindeki etkisi, diğer sebep-
442 ......................................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.7 lerin uzantısında yer alan sebepler zincirinden bir halka konumundadır;
onların hizasında yer alan bir sebep değildir. Dolayısıyla iki paralel
sebebin çatışması, birbirini iptal etmesi veya bunlar gibi bir durum
söz konusu değildir.
* * * 93) Allah'a karşı yalan uydurandan (ortak koşandan) ya da kendisine hiçbir
şey vahyedilmemişken, "Bana vahyolundu." diyenden yahut, "Ben de yakında
Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyenden daha zalim kim
olabilir?
Bu ayette yüce Allah zulmün yansıdığı üç alana işaret ediyor. Bunlar
zulmün en ağır olanlarıdır. Normal bir akıl bunların çirkinliğinden, yüz
kızartıcılığından kuşku duymaz. Bu nedenle bir soru cümlesi tarzında
bunlara işaret edilmiştir.
Bununla [maksadı soru şeklinde ifade etmekle] güdülen amaç, muhatapları
aklıselimin hükmünü kabul etmeye, objektif davranmaya
ve açık gerçeği kabule yanaşmaya davet etmektir. Âdeta şöyle deniyor:
"Onlara de ki: Benim de, sizin de hakka karşı büyüklük kompleksine
kapılmamamız ve zulmün en şiddetlisi, en iğrenci, en yüz kızartıcı
ve kötüsü olan Allah'a karşı zulüm işleyerek Allah'a karşı büyüklenmememiz
gerekir. O hâlde siz nasıl Allah'a iftira atıp yalan söyleyebilir,
O'ndan başkasına kulluk sunarak onları şefaatçiler edinebilirsiniz?
Ben de eğer Allah tarafından vahiy iletilen bir peygamber değilsem,
nasıl peygamberlik iddiasında bulunup, 'Bana vahiy indiriliyor.'
diyebilir miyim? Bir insan, 'Ben de Allah'ın indirdiğinin benzerini
indireceğim.' diyerek Allah'ın hükmünü alaya alabilir mi, onlarla eğlenebilir
mi? Böyle bir şeye nasıl yeltenebilir?"
O hâlde bu çağrının sonucu, peygamberliğin hükmüne uymalarıdır.
Çünkü eğer müşrikler şirk koşmak suretiyle Allah'a iftira atma suçundan
kaçınırlar, "Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim."
diyen kimse bu iddiasından vazgeçer ve Hz. Peygamber
(s.a.a) de kendisine vahiy indiğini ısrarla vurgularsa, artık Peygamber'in
peygamberliği kimsenin muhalefetiyle karşılaşmaz.
Ayette zulümlerin ilki olarak sayılan Allah'a iftira atmak, her ne kadar
ayette işaret edilen ikinci zulümden, yani birinin kendisine
vahiy inmediği hâlde vahiy indi iddiasında bulunmasından daha genel
ve kap-sayıcıysa da ve bu yüzden de bazıları: "Birinciden sonra ikincinin
zikredilmesi, genel bir olgudan sonra özel bir olgunun zikredilmesi
kabilindendir ve bununla vahyin önemine vurgu yapılmak ve ona
gösterilen özen hatırlatılmak istenmiştir." demişlerse de, ayetlerin
akışı üzerinde düşünülüp hedef kitlenin de müşrikler olduğu göz önünde
bulundurulduğu zaman, ayette kastedilen iftiranın Allah'a ortak
koşmak olduğu anlaşılır.
Genel bir husustan sonra özel bir hususu zikretmek ihtimalini giderecek
şekilde, bunun [Allah'a iftira atmanın, O'na ortak koşmaktan ibaret
olduğunun] açıkça ifade edilmemesinin nedeni ise, ayetin amacı
ve üzerinde durduğu mesajla ilintilidir. Çünkü burada güdülen amaç,
daha önce de söylediğimiz gibi, insafa ve cahiliye tutuculuğundan
uzaklaşmaya çağrıdır. Bu yüzden asıl amaç açık bir şekilde ifade edilmemiş,
sadece üstü kapalı olarak işaret edilmiştir. Ki cahiliye tutuculuğu
tahrik edilmesin, seçkincilik ve büyüklük taslama duyguları
harekete geçmesin.
Buna göre, "Allah'a karşı yalan uydurandan..." ifadesiyle, "ya da kendisine
hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.' diyenden" ifadesi,
dış görünümleri itbariyle genel ve özel gibi belirmekle beraber,
maksat itibariyle birbirlerinden farklıdırlar.
Sözünü ettiğimiz bu hususun kanıtı, ayetin sonundaki ifadede azap
tehdidinin ve Allah'a ortak koşulan düzmece ilâhlarla ve sözde şefaatçilerle
ilgili bir sorunun yer almasıdır.
Bazılarının, "ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana
vahyolundu.' diyen" ifadesinin, peygamberlik iddiasında bulunan Müseyleme
hakkında indiğini söylemelerine1 gelince; daha önce
açıkladığımız gibi, ayetlerin akışı böyle bir çıkarsamaya elverişli
değildir. Tam tersine ayetin zahiri, maksadın Hz. Peygamber'in (s.a.a)
kendisi olduğunu göstermektedir. Bunun yanında bu hususu göz ardı
ettiğimizde de ayetin daha genel bir anlam ifade ettiğini görürüz.
Kaldı ki, En'âm suresi Mekke'de inmiştir; Müseyleme'nin peygamberlik
iddiasında bulunması ise hicretten sonra meydana gelmiştir.
Şu da var ki, ayetin Müseyleme hakkında indiğini söyleyenler, bu ayetin
Mekke'de değil, surenin genelinden ayrı olarak Medine'de indiğini
söylemektedirler. İnşaallah ilerideki hadisler bölümünde bu husus
üzerinde duracağız.
"Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim, diyenden"
ifadesine baktığımız zaman ifadenin zahirinden, bu sözün gerçekten
biri tarafından söylendiği anlaşılmaktadır. Bu demektir ki birisi,
"Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." demiştir.
Bunu söylerken de Kur'ân ile alay etmeyi amaçlamıştır. Şöyle
ki, Kur'ân'ın indirilişini Allah'a izafe etmiş, sonra da kendisinin de bunun
gibi bir vahiy indireceğini söyleme küstahlığında bulunmuştur.
Onun için de, ["Ben de, yakında Allah'ın indirdiği gibi bir vahiy indireceğim."
demiş,] "Ben de Muhammed'in söylediklerine benzer şeyler
söyleyeceğim." veya "Size onun getirdiği şeylere benzer sözler getireceğim."
şeklinde bir ifade kullanmamıştır.
Bazı tefsir bilginleri, "Burada müşriklerden, 'İstesek biz de bunun gibisini
söyleriz. Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.'
[Enfâl, 31] diyenin sözlerine işaret edilmiştir." söylemişlerdir. Diğer bir grup müfessir de, "Burada Abdullah b. Sa'd b. Ebî Sara-h'ın,
'Ben de Allah'ın indirdiği gibisini indiriyorum.' şeklindeki sözlerine işaret
edilmiştir." Ayet ise Medine'de indirilmiştir." demişlerdir.
İnşaallah ayetlerin hadisler ışığında açıklaması bölümünde değineceğimiz
gibi bundan başka şeyler söyleyen de olmuştur. Ancak ayetin
zahirinden bu çıkarsamalarla bağdaşan bir ipucu edinmek ve zahirini
bu anlamlardan herhangi birine uyarlamak mümkün görünmüyor.
Çünkü ayet, geleceğe ilişkin ["Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini
indireceğim." şeklinde] bir vaat içermektedir. Oysa müşriklerin,
"İstesek biz de bunun gibisini söyleriz..." şeklindeki sözleri ise [geleceğe
yönelik bir vaat içermemekte, "Eğer istersek biz de söyleyebiliriz."
şeklinde] koşula bağlı bir sözdür. Yine şayet rivayet sahihse, Abdullah-
'ın sözleri de o esnada olup biten bir durumdan haber verme niteliklidir.
Her neyse. Bütün bunlara rağmen kesin olan bir şey vardır ki, o da,
"Ben de yakında Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim, diyenden"
ifadesi, bazı Arap müşriklerinin, Allah'ın ayetlerine karşı büyüklük
taslayarak söylemiş oldukları bir sözü aktarmaya yöneliktir. İfadenin
orijinalinde "men" ism-i mevsulunun tekrarlanmasına karşın
"ya da kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, 'Bana vahyolundu.'
diyenden" ifadesinde tekrarlanmamasının nedeni, ayette sıralanan
zulümlerin üç tane olmakla beraber başka bir açıdan iki kısımda değerlendirilebilir
olmalarıdır. Şöyle ki, birinci ve ikinci zulüm; yüce Allah'a
karşı boyun eğme ve O'nun emirlerine uyma görünümünde ortaya
çıkan bir zulüm iken, üçüncü zulüm, O'na karşı büyüklük taslama,
O'nun ayetlerine karşı böbürlenme şeklinde tezahür eden bir zulümdür.
O zalimleri, ölümün şiddetleri içinde, meleklerin ellerini uzatarak onlara, "Haydi canlarınızı çıkarın (ölün)! Allah'a karşı... büyüklük tasladığınızdan
ötürü, bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız!" dediklerinde, bir görsen!
Ayetin orijinalinde geçen "gamerât" kelimesinin kökü olan "elgamru"
kelimesinin aslı, bir şeyin üzerini örtüp gizleme ve etkisini giderme,
ondan hiçbir iz bırakmama anlamını ifade eder. Bu yüzden
dibinde olan şeyleri örten çok su için de "el-gamretu" ifadesi kullanılır.
Bilgi sızdırmayan koyu cehalet için de öyle. Nitekim insanı dört bir
yandan kuşatan zorluklara da denir. "Gamerât" ise zorluklar, şiddetler
anlamındadır. İşte bu ayetin orijinalinde geçen "fî gamerât'ilmevti"
sözcüğü bu anlamda kullanılmıştır. "el-Hevnu" ve "el-hevânu"
ise zillet, alçaklık demektir.
["Meleklerin ellerini uzatarak" ifadesindeki] "Elini uzatmak" deyiminin
anlamı açıktır; ancak bununla kinayeli bir anlam kastedilir. Duruma
ve kullanıldığı yere göre bu anlam farklılık arz eder. Örneğin
zenginin elini uzatması, cömertliği ve müstahak olanlara ihsanda bulunmasını
ifade eder. Kralın elini uzatması, hiç kimsenin engeliyle ve
rekabetiyle karşılaşmadan ülkesinin işlerini idare etmesi demektir.
Acımasız sert bir görevlinin yakalanmış suçluya el uzatması, âlemlere
ibret olacak şekilde cezalandırması, işkence etmesi, dövmesi, a-
zarlaması anlamına gelir. Dolayısıyla meleklerin ellerini uzatmaları da, zalimlere azap etmeye
başlamalarını ifade eden bir deyimdir. Ayetin akışından anladığımız
kadarıyla meleklerin bu zalimlere yaptıkları, şu ifadede açıklığa kavuşturulmaktadır:
"Haydi canlarınızı çıkarın... Bugün alçaklık azabıyla
cezalandırılacaksınız..." Dolayısıyla bu sözler meleklerden aktarılmaktadır,
yüce Allah'ın sözleri değildir. Bu durumda ifadenin şu şekilde
açıklanması gerekir: "Melekler onlara derler ki: Haydi çıkarın
canlarınızı..." Bu demektir ki, melekler onların canını öyle bir işkenceyle
alıyorlar ki, bununla onlar azabın acısını hissediyorlar. Bu, ölüm
esnasında, henüz dünyadan ayrılmayıp ölümden sonraki âleme taşınmadan
bu dünyada çektikleri işkence ve azaptır. Bir de onlar için
bundan başka ve ölümden sonra bir azap vardır ki, kıyamet kopmadan
önce bu azabı çekeceklerdir. Buna şu ayette işaret edilmiştir:
"Önlerinde, dirilecekleri güne kadar bir berzah vardır." (Mü'minûn, 100)
Bundan da anlıyoruz ki, "Bugün cezalandırılacaksınız..." ifadesinde
geçen "bugün"den maksat, azap çektikleri ölüm günüdür. Ki bu, berzah
âlemi (ölüm ile haşir arası ara dönem)dir. Yine bu ifadenin zahirinden
anladığımız kadarıyla burada geçen "zalimler"den maksat da,
yüce Allah'ın zulümlerin en şiddetlileri olarak saydığı üç zulümden bir
kısmını işleyen kimselerdir. Allah'a yalan iftirada bulunmak, yalan
yere peygamberlik iddiasında bulunmak ve Allah'ın ayetleriyle alay
etmek yani.
Bunu, yüce Allah'ın onların azap çekmelerinin nedeni olarak saydığı
günahlardan da çıkarsamak mümkündür. [Şöyle ki, ayette onların
cezalandırılması iki sebebe dayandırılıyor: Birincisi] Allah'a gerçekle
bağdaşmayan bir iftirada bulunmaları[ndan ibarettir]; tıpkı Allah'a ortak
koşmak veya O'na yalan yere teşriî/yasal bir hükmü isnat veya
yalan yere O'ndan vahiy aldığını iddia etmek gibi bir suçu işleyen
kimsenin durumunda olduğu gibi. [İkincisi ise,] Allah'ın ayetlerine
karşı büyüklük taslamaları[ndan ibaretttir. Nitekim] "Ben de yakında
Allah'ın indirdiğinin benzerini indireceğim." diyenin durumu bu suçun
kapsamına girmektedir.
"Haydi canlarınızı çıkarın." ifadesindeki emir, tekvinî/varoluşsal bir
emirdir. Çünkü hayat gibi ölüm de [sırf Allah'ın elinde olup] insanın
gücü dahilinde değildir ki, bununla ilgili bir emrin kendisine yöneltilmesi
doğru olsun. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
"Öldüren de O'dur, dirilten de O'dur." (Necm, 44) Buna göre ayetteki
emir, tekvinîdir; melekler de bu emrin gerçekleşmesinin sebepleri
arasında yer almaktadırlar. Bu da demektir ki bu ifade, kinayeli istiare
veya tahyilî istiare yollu kullanılmıştır. Sanki insanın canı, bedeninin
içinde bir şeymiş, insanın yaşaması ona bağlıymış ve onun bedenden
çıkmasıyla birlikte ölüm gerçekleşirmiş gibi. Oysa yüce Allah-
'ın sözlerinden canın, nefsin bedensel bir varlık olmadığı, maddî ve
cismanî şeylerden sayılmadığı anlaşılmaktadır. Tam tersine nefis veya
can başka tür bir varlıktır; bedenle birleşir, bir şekilde onunla bağlantılı
hâle gelir, maddî olarak tasavvur edilemeyen bir şekilde onunla
bütünleşir.
Daha önce tefsirimizin birinci cildinde, "Ruhun Soyutluğu Üzerine Bir
Felsefî Araştırma" başlığı altında bu konuya değinmiştik.1 İnşa-allah
yeri geldikçe başka açıklamalar da sunacağız. Şimdilik şunu
söylüyoruz: "Haydi canlarınızı çıkarın." ifadesinde kastedilen, canları
ile bedenlerinin bağlantısının kesilmesidir. Bu da ölümdür. Yine ayetin
akışından anladığımız kadarıyla bu sözü melekler söylemiştir.
O hâlde ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: "Keşke, bu zalimlerin
ölüm dalgalarına, ölüm sarhoşluğuna ve dayanılmaz zorluklarına,
şiddetlerine tutulduklarını görseydin! Melekler onlara işkenceye
başlamışlardır. Önce canlarını büyük bir azapla çekip çıkarıyorlar.
Bir yandan da onlara artık ölüm âlemine geldiklerini, burada alçaklık
azabıyla azaplandırılacaklarını, bunun Allah'a karşı gerçek olmayanı
söylemelerinin ve O'nun ayetlerini kabul etmeye yanaşmamalarının,
büyüklük kompleksine kapılmalarının bir karşılığı olduğunu haber veriyorlar."
94) Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi, yine yapayalnız/tek olarak
bize geldiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraktınız. Ortak sandığı-
--------------------